SİYASET İki Aylık Dergi Nisan-Mayıs Sayı: 34 10 TL
toparlanın gitmiyoruz... ALEXIS KALK ALI ÖZGÜR ÖZKARCI ALI RIZA TURA ASLI KAYHAN CAFER SOLGUN CANAN KAFTANCIOĞLU CENK YIĞITER EYLEM TUNCAELILI HAKAN KOÇAK GÜLISTAN KILIÇ KOÇYIĞIT KADIR AKIN KAYUŞ ÇALIKMAN GAVRILOF KEZBAN KONUKÇU REKAWT İSMAIL İBRAHIM REMZI ALTUNPOLAT SEVENGÜL SÖNMEZ SIBEL UZUN ŞAZIYE KÖSE TANIL BORA TUNCAY YILMAZ UFUK GÖLLÜ VOLKAN YARAŞIR
İÇİNDEKİLER toparlanın gitmiyoruz...
3
ali rıza tura leninizm: geç gelen burjuvazi karşısında marksizim
4
tuncay yılmaz evet’in ve hayır’ın stratejisi
6
sosyalistlere sorduk hazırlayan: yılmaz yücel ufuk göllü “hayır” diyen irade faşizme itiraz ediyor sibel uzun egemenlik hepimizin! kezban konukçu fetret devri eylem tuncaelili bir “hayır” yeter!
14 15 17 18
canan kaftancıoğlu ‘hayır’ dalgaları söyleşi: yılmaz yücel
20
gülistan kılıç koçyiğit kurucu bir “hayır” söyleşi: hikmet sarıoğlu
24
cafer solgun alevilerin endişesi
31
cenk yiğiter ohal’de büyük kumar: 16 nisan
32
şaziye köse kesk’in sınıf mücadelesi söyleşi: hikmet sarıoğlu
34
remzi altunpolat anayasa teranesi, referandum, lgbti’lerin politik tavrı
40
rekawt ismail ibrahim türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek söyleşi: leyla uyar - necmettin salaz
42
volkan yaraşır faşist dalgalar yükseliyor kriz ve küresel jeopolitik
47
aslı kayhan - hakan koçak ne şehir ne öğrenciler kaybetsin söyleşi: şebnem sünetçioğlu - yılmaz yücel
52
sevengül sönmez türkçe öykünün çöpsüz üzümü
59
tanıl bora ile ‘cereyan’lı bir sohbet söyleşi: göksel ılgın
62
kayuş çalıkman gayrilof 8 mart’tan 24 nisan’a: ansiklopediye sığmayan kadınlar
67
alexis kalk çembermişcesine dönen tarih: soykırım ve sol
70
kadir akın unutulan bir tarih, reddedilen miras!
72
ali özgür özkarcı metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i
Katkıda Bulunanlar: Ahmet Saymadi Ali Özgür Özkarcı Deniz Tunçel Erdal Kara Gökay Işık Göksel Ilgın Gülnihal Koç Hikmet Sarıoğlu Leyla Uyar Mahir Gecikligün Melek Bengü Şahin Necmettin Salaz Reha Keskin Şebnem Sünnetçioğlu Yılmaz Yücel Yiğit Yirmibeş
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın
76
Siyaset Gazetesi 2017 Nisan-Mayıs Sayısı Sahibi: Tahsin Kandamar
Yazı İşleri Müdürü: İsa Can Artar Görsel Tasarım: Selin Kalkan Adres: Şehit Muhtar Mahallesi, Süslü Saksı Sokak, No:18/3/İstanbul E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Baskı: Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat 4NB - 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 0212 613 03 21
toparlanın gitmiyoruz... iki film birden
2002’de AKP’nin iktidar olmasından altı yıl sonra Recep İvedik serisinin birincisi vizyona girdi. Biz, daha ilk Recep’te yeter dedik. “Zorunda mıyız?” dedik. Yetmedi. Halkın yoğun ilgisine mazhar olan film seriye dönüştü, bu dönemin sinema eserlerinden olma sıfatıyla Türkiye’ye bir “anti-kahraman” kazandırdı. 7’den 70’e halkın ‘kalbinde’ taht kurdu. İkincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, sonunda beşincisi çekildi. Sinemada ‘iktidar’ oldu. Sinemada bu ‘iktidar’ı sarsacak yeni bir film piyasaya sürüldü. Recep İvedik’le afişleri yan yana geldi: Reis. Biz daha ilk “Reis”te yeter dedik. Reis, gişe yapmadı. Belediyeler, okullar; toplu gösterimler organize etti, yetmedi. Vizyonlarda Reis, Recep’e yetişemedi. Bizim için ise mesele son derece basit; Recep, Recep’e karşı… Recep Tayyip’in yarattığı kültürel atmosfer, toplum mühendisliğinin sonucu olarak yarattığı halk, sinema kahramanı Recep’i çok tuttu. Biz iki Recep’e de karşıyız… Ezcümle; bütün “vasatların iktidar”ına HAYIR diyoruz. Üzerimize üzerimize geliyorlar. İki film birden geliyor. Yan yana geliyor… Toparlanın…
bizim büyük “çaremiz”
Faşizmin kurumsallaşmasının yeni
adımını “hayır”la karşılamak için herkes hazır, her şey hazır. “Hayır” şimdimizin, en birlikte barikatı, en güzel barikatı, en uçsuz, en son barikatı… “Hayır”, bizim şimdimizin tek çaresi… Yarıdan bir fazlası bu çare için yeter… Ardından diğer yarıya bakalım. Bizim sonramızın çaresi diğer yarıda… Büyük “çaremiz” için bütünden “tek” (Big Brother’ları ve Büyük Patronlar’ı da dahil) eksik yeter… Toparlanın…
ve Yalanı’*** ile Boğa’nın Franco’yu yok edişini resmetmişti. Halk kazandı. Türkiye direniyor; Güneşli bir pazartesi için... Toparlanın...
mutlu bir hayat filizlenir
17 Nisan’dan sonra gelen 1 Mayıs var! Bugün, dillerinde “hayır” olanları meydanlara çağıran 1 Mayıs var. Önce “HAYIR”da, sonra 1 Mayıs’ın bütün meydanlarında buluşalım... Toparlanın...
las lunas al sol*
17 Nisan’a kilitlendik, pazartesi’ye! Güneşli bir pazartesi’ye... Belki, o gün İspanya’da işinden atılmış tersane işçilerinin yalın gerçekliğine döneriz; Mücadele içinde, her şeyini kaybeden; işini, aşını, arkadaşlarını kaybeden işçilerin gerçekliğine... Ekmekle terbiye etmeye çalıştıkları işçilerin gerçekliğine... Evet, ekmeksiz olmuyor. Sadece ekmekle sürecek bir gelecekle de... İşçilerin ‘güneşli pazartesiler’i, terk etmedikleri geleceklerinde saklı. Ve görüyoruz ki Türkiye’nin faşizmi İspanya’nın faşizmine benziyor. Pazartesi sendromu** varsa, burada var... 17 Nisan’dan sonra, İşçilerin Pazartesiler’i için birlikte koşalım... İspanya, faşizme direndi. Picasso, ‘Franco’nun Rüyası
3
amed’in ortasında “keskin” keman sesi
Kemal Kurkut, Amed Newroz’unda ayağından değil, sırtından vuruldu. Siyah-beyaz bir film. Altyazısız. Kürtçe… Toparlanın...
en güzel yüz metre
En uzun koşunun yüz metresini koşanlar, lüverden ilk fırlayanlar, en hızlıları hepimizin... Unutulmadılar asla! Koşu sürüyor... Toparlanın... Gitmiyoruz. Las lunas al sol: Güneşli pazartesiler Sendrom: Eski Yunancada birlikte koşmak anlamına gelir. *** Arka kapak resmi: Franco’nun Rüyası ve Yalanı, Picasso. *
**
EKİM
RİMİ 100 EV HASRET Y Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, aklının aydınlığına sorular sormayalı
INDA AŞ
D
leninizm: geç gelen burjuvazi karşısında marksizm N. HİKMET
Ali Rıza TURA
E
kim devriminin 100. Yıldönümüne az kaldı. Bütün bu yüzyıl boyunca Ekim devrimi, Lenin ve Leninizm ulusal ve uluslararası planda sınıf mücadelelerinin alçalış ve yükselişlerine bağlı olarak defalarca yeniden değerlendirildi, değerlendiriliyor. Özellikle emekçi sınıfların mücadeleciliğinin sekteye uğradığı, geriye düştüğü gericilik dönemlerinde Lenin ve Leninizm egemen sınıfların ideologlarınca ideolojik saldırılarının baş hedefi haline getirildi. Gene özellikle bu dönemlerde bu saldırılar kendini Marksist olarak tanımlayan çevrelerde bile bir yankı buldu, buluyor. Leninizm’i kabaran gericilik dalgası karşısında Marksizm gemisinden atarak “hafiflemek” farklı dönemlerde farklı teorisyenlerin başvurdukları başlıca yöntem haline geldi. Her seferinde hüsranla sonuçlanan bu girişimler sonuçta bu yönteme başvuranların Marksizm’i terk etmesiyle nihayet bulsa da ardında hatırı sayılır bir kafa karışıklığı bıraktı. Başka bir deyişle Leninizm, tıpkı Marksizm gibi sadece sınıf mücadelesinde yolumuzu aydınlatan bir kuram değil, bu mücadelenin nesnesi de aynı zamanda.
Ama bu yazıda amacım Leninizm’i savunmak değil. Marksizm sadece başka dünya görüşlerini değil kendini de kendi yöntemiyle, yani tarihsel/sınıfsal bakış açısıyla değerlendirebilen, yorumlayıp geliştirebilen biricik kuram. Bu yazıda tarihte Leninizm’in özgül bir Marksizm olarak belirmesini mümkün kılan bir tarihsel/sınıfsal durumu öne çıkarmak istiyorum. *** Hikmet Kıvılcımlı TKP’nin tarihini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirdiği YOL dizisinin 1. kitabında1, Engels’in Alman proletaryasının Avrupa devrimi içindeki muhtemel rolü üzerine değerlendirmelerinden hareketle “geç gelmenin faziletlerinden” bahseder. Türkiye’de gerek burjuvazinin gerekse proletaryanın tarih sahnesine geç gelmesinin karşılıklı avantaj ve dezavantajlarını irdelemektir asıl amacı. Ama geç gelme/geç kalma ikiliği çerçevesinde kurduğu bu velût sorunsal çerçevesinde Almanya-Rusya- Türkiye üçgeninde önemli saptamalarda bulunur. Geç ve erken kavramları görelidir elbet. Eşitsiz ve birleşik gelişme sürecinde sınıfların dünya görüşleri için de geçerlidir bu görelilik. Kıvılcımlı’nın kurduğu sorunsal çerçevesinde Leninizm’i mümkün kılan
4
bir tarihsel/toplumsal durum Rusya’da burjuva liberal ideolojinin tarihsel olarak Marksizm’den daha geç gelişmesi olarak özetlenebilir. Hatırlanacağı üzere 19.yüzyılın sonlarından itibaren Rus sosyalistleri arasında Rabotçiye Mysl ve Rabotçiya Delo adlı dergiler etrafında bir araya gelen ve “ekonomistler” olarak adlandırılan akımlar ile sadece Almanya’da değil hemen tüm 2. Enternasyonal partilerinde yankı bulan Bernstein’ın başını çektiği Revizyonizm’i özdeş görmek yaygın bir tutumdu. Lenin “ekonomistleri” Rus Bernstein’cıları” olarak niteliyor, Bernstein’ın kendisi de bu özdeşliği gururla onaylıyordu. Oysa görünüşteki benzerlik ne olursa olsun derinde yatan gerçek bir “geç gelme” sorunsalında farklılıklar arz ediyordu. Claudie Weill bu durumu şöyle ifade eder: “Gerçekte görünüşteki benzerlik ne olursa olsun bu revizyonizm Almanlarınkinden tümüyle farklı bir doğaya sahipti. Batı’da sosyalizmin zaman içindeki doğuşuna yol açan burjuva demokratik hareketler olmuşken, Rusya’da süreç bunun tersine oldu. Rus Liberalizminin Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol.1-Genel Düşünceler, Yol Yayınları, 1978, s. 48-65 1
leninizm: geç gelen burjuvazi karşısında marksizm gelecekteki teorisyeni Struve yola Marksist olarak, Rus toplumunun değişme umudunu tümüyle işçi sınıfında temellendirerek başladı. Çünkü burjuvazi kendi hegemonya isteğini ortaya koyma konusunda uzun süre uyuşuk, Çarlık tarafından basireti bağlanmış ya da yetersiz bir güç olarak kaldı”2. Şunu da ekleyelim: Almanya’da Revizyonizm fikir olarak ortaya çıkmadan önce giderek güçlenen bir toplumsal zemine sahipti. Giderek palazlanan sendika bürokrasisi, parlamento komisyonlarında burjuvazinin temsilcileriyle zaman zaman zıtlaşan, zaman zaman uzlaşan, “reel politika” yapmada uzmanlaşmış, partinin kilit konumlarını ellerinde tutan parlamenterler. Lenin’in daha sonra “işçi aristokrasisi” olarak adlandıracağı, düzene maddi olarak bağlı, işçi sınıfının yoksul katmanlarından farklılaşmış bir tabaka… Kısaca Alman partisinde revizyonizm kongre kararlarıyla mahkûm edilse bile aslında fiilen partinin günlük politikalarına tekabül ediyordu. Oysa “Rus Revizyonistlerine” kalifiye işçilerin bile kıt kanaat geçindiği, burjuvazinin temsilcilerinin bile ifade özgürlüğünden neredeyse yoksun olduğu Çarlık Rusyasında işçi sınıfı içinde maddi bir temel aramak zorlama olur. Aslında köylülükle aristokrat aydınların tuhaf bileşiminden oluşan Narodnizm’in zaten ihtimal dışı olduğu Rusya koşullarında tarih sahnesine geç ve güçsüz olarak gelen burjuvazinin ihtiyaç duyduğu “organik aydınlar” toplumda canlı entelektüel birikimin ve üretimin yaşandığı tek bir kanaldan çıkabilirdi: Marksizm. Gerçekleşen de bu oldu zaten: Daha sonradan Kadetler adını alacak olan burjuva liberal hareketinin en önemli simaları Legal
Marksistlerden, “ekonomistler”den hatta Menşeviklerden devşirildi. Başka bir deyişle Rus burjuvazisi kendini tarihsel/ toplumsal olarak anlamlandıracağı söylemsel çerçeveyi bu akımların kimi teorisyenleri aracılığıyla oluşturdu. Öyleyse Lenin’in Marksizm içindeki sert polemikçiliğini, örgüt üyelerinin seçimi konusundaki titizliğini, kritik anlarda partinin bölünmesini göze alacak kararlılığının ardında, hiç değilse partinin kuruluşundaki bir” boşluğun” yattığını görmek gerek: Burjuva liberal ideolojinin ve bu ideolojiyi politikaya dönüştürecek “organik aydınlar”ın yokluğu. Bu ideolojik boşluğun vakum etkisi Lenin’in mücadeleleriyle Rusya’da teorik planda yetkinleşmeyi, örgütsel planda çelikleşmeyi zorunlu kılmıştır. On İki Yıl Derlemesine Önsöz’de Lenin bunu açıkça dile getirir: “‘Ekonomistler’,Bernsteincılar ve Menşeviklerle olan polemikleri nedeniyle devrimci sosyal demokratlar polemiğe olan aşırı tutkularıyla suçlanırlar(…)Bize polemiklere ve bölünmelere aşırı tutkunun genelde Rusların, özelde Sosyal Demokratların ve özellikle Bolşeviklerin tipik bir özelliği olduğu söylenmektedir. Ne var ki genellikle gözden kaçan bir başka gerçek de, liberalizmi sosyalizme tercih etme konusundaki aşırı tutkunun, genelde kapitalist ülkelerdeki (yaşayan göçmenlere ilişkin-ART) koşullarda özelde Rusya’da burjuva devrimi koşullarında ve özellikle bizim aydınlarımızın yaşam ve iş koşullarında fazlasıyla yeşerdiğidir”.3 Ama bu olgunun sadece ideolojik bir kayma yaratmadığını, son derece hayati siyasal sonuçları olduğunu da belirtmek gerek. Gene Lenin’e kulak verelim:
“Son on iki yılda (1895-1907) Rus Marksizminin ve sosyal demokrasisinin iki akımı arasındaki mücadeleye dönüp baktığımızda,”Yasal Marksizm’in “ekonomizm”in ve “Menşevizm”in bir ve aynı tarihsel eğilimin değişik biçimleri olduğu gerçeğini görmemezlik edemeyiz. Bay Struve’un (1894) ve benzerlerinin “Yasal Marksizm”i, Marksizmin burjuva yazınındaki yansımasıydı. 1897 ve onu izleyen yıllarda sosyal demokrasi içinde ayrı bir akım olan “ekonomizm” gerçekte burjuva-liberal Credo’da ortaya konan, işçiler için ekonomik, liberaller için politik mücadele olarak özetlenebilecek programı uyguladı. Menşevizm yalnızca yazınsal bir akım veya yalnızca sosyal demokrat faaliyetlerin içinde bir eğilim değildir. Menşevizm Rus Devrimi’nin birinci dönemi (1905-1907) boyunca kendi ayrı siyasetini “pratikte işçi sınıfını burjuva liberalizminin kuyruğuna takan bir siyaseti” uygulayan kenetlenmiş bir hiziptir. 4 *** Şu halde Leninizm’in tarihsel bir boyutunu 20. Yüzyılın başında tarihe geç gelen Rus burjuvazisinin kendi ideolojisi olan Liberalizm’i ve bu ideolojiyi üretecek “organik aydınlarını” görece erken gelen Marksizm’den devşirme girişimine karşı Marksizm içinde teorik bir yetkinleşme ve pratik/örgütsel çelikleşme mücadelesi olarak tanımlamak mümkün. 1980 sonrası Türkiye’de o zamana dek Kemalizm’le gerici muhafazakâr akımlar arasında sıkışıp kalan burjuvaziye liberal bir çerçevenin de önemli ölçüde “sivil toplumculuk” olarak betimleyeceğimiz çerçevede Marksist hareketten sunulduğunu hatırlayalım. Türkiye’de Marksist hareket kendine oldum olası (kimi istisnalar dışında) “Leninist” sıfatını layık gördü. Ancak gerçekten Leninizm’i hak etmek Marksist saflarda “Sivil toplumculuğa”, Sol Liberalizme karşı verilen mücadelenin içinde gerçekleşti. Günümüzde ise, Türkiye’de Leninist bağlamda sosyalist devrim inadının, kurucu ve kuşatıcı pratikler sergileyen hareketlerce temsil edildiğini vurgulamak gerekir. Claudie Weill, Marxistes Russes et Social – Democratie Allemande 1898-1904, Maspero Verlag, 1977, s.24. 3 V.I. Lenin, On İki Yıl Derlemesine Önsöz Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma, Yurt Kitap Yayın, 1990, s. 88. 4 A.g.e., s.101. 2
5
evet’in ve hayır’ın stratejisi Bütün bu yaşananlar yalnızca sultanlık, belki de halifelik heveslisi ihtiraslı bir politikacının hezeyanlarından kaynaklanıyor değil şüphesiz. Şayet durum bununla sınırlı ve bu hezeyanlar bir dizi başka arzuyla kamçılanmıyor olsaydı, bugün varabildiği noktaya varması neredeyse imkânsızdı. Peki, bugün “evet” ve “hayır” mottolarıyla karşımıza çıkan gerçekliğin gerisinde yatan ne?
Tuncay YILMAZ
B
ütün bu yaşananlar yalnızca sultanlık, belki de halifelik heveslisi ihtiraslı bir politikacının hezeyanlarından kaynaklanıyor değil şüphesiz. Şayet durum bununla sınırlı ve bu hezeyanlar bir dizi başka arzuyla kamçılanmıyor olsaydı bugün varabildiği noktaya varması neredeyse imkânsızdı. Kimi koşulların ve ihtiyaçların böylesine çakışması, Tayyip Erdoğan’ın öznel becerilerini ve kapasitesini, olası gelişmelerin seyrinde tuttuğu kritik pozisyonu hiçe saymanın gerekçesi olmamalı elbette. Kızılderili atasözünde dendiği gibi “Düşmanı olduğundan küçük görmek ahmaklıktan, büyük görmek korkaklıktandır.” Başka bir siyasi lider (hele de bu süreçte burjuva siyaset alanında boy gösterenlere bakınca) aynı koşullarda aynı basireti büyük olasılıkla gösteremezdi.
Süreci doğru analiz etmek, bizi bekleyenlere ilişkin isabetli öngörülerde bulunabilmek ve tabi ki duruma uygun bir hazırlık yapmak için hem Erdoğan’ı bugüne taşıyan koşulları hem de artık Erdoğan faktörüyle birlikte inşa olan gerçekliği dikkate almak zorundayız. Analizlerde herhangi birini ihmal etmek bizi yanlış çözümlemelere götürür.
Qua Vadis/Nereye?
“Şimdi nereye gidiyoruz” sorusuna verilecek cevap ister istemez “Buraya nasıl geldik”in de cevabını içinde barındıracaktır. Hiçbir ciddi güç sadece yaşanan an’a konsantre, sahadaki enstrümanlarla sınırlı düşünmez ve de davranmaz. Olayların ardından sürüklenen, bakışını o olayları yaratan koşullara ve o koşulların sonrasındaki olası müdahalelerine/etkilerine derinleştiremeyen bir analiz de vakanüvislikten öteye gidemez.
6
O halde referandum ve sonrasına ilişkin isabetli bir analiz yapmak için “Evet”in ve “Hayır”ın perde arkasına bakmaya çalışalım.
Evet Koalisyonu ve stratejileri
İhmal etmekte sakınca olmayan kimi küsuratları es geçer ve en görünürlerden başlayacak olursak, Evet’in siyasi alandaki bayraktarlığını AKP ve MHP yapmakta. MHP’deki durum daha net görünmekle birlikte her iki siyasi öznenin de kayıpları var. Bugüne kadar sürükleye geldikleri güçlerinin tamamını Evet’in arkasına konsolide edemediler. Bu kayıpların yanı sıra, arkalarına dizmeye başardıkları “küçük ama mide bulandıran” Hüda-Par, BBP, Mesud Barzani’nin Türkiye KDP’si var. Yeni Ortadoğu Projesi’nin rüzgârı ve bu projenin arkasındaki güçlerin desteğiyle kendini iktidar koltuğunda bulan Erdoğan, “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” düsturunu unu-
evet’in ve hayır’ın stratejisi tarak kapıldığı rüzgârın sarhoşluğuyla Türkiye’de Yüce Divan’ın, dünyada Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kapısına kadar geldi. Kendisini vazgeçilmez sanan ve şaşaalı günlerin avantajlarını kullanarak pozisyonunu kalıcılaştırmak isteyen Erdoğan, bölgesel ve yerel güçlerin ekonomik-politik manevralarını doğru okuyamadı ve hatta neredeyse 100 yıllık (öncesi bir yana!) mazisi olan, milyonlarca insanın kanı dökülerek, uğrunda dünya savaşları çıkartılarak kazanılmış eksenlerde değişiklikler yaratabileceği, gedikler açabileceği zannına kapıldı. Geldiği noktada durumun kendisi açısından hiç de iç açıcı olmadığının sonuna kadar farkında olarak, referandumdan çıkartacağı Evet’le, bugüne kadar işlediği suçları temize çıkartacak “bir fırsat daha” yakalamaya çalışıyor. Bunca falsoya rağmen halkın çoğunluğunu arkasına dizmeyi başarmış bir lider olarak, baş aktörü olduğu süreci kendinden hesap sorulamaz bir biçimde anayasal güvenceye kavuşturmak için yeniden güç odaklarının desteğini arkasına almak istiyor. 16 Nisan’da hile, şer ve baskıyla elde etmeye çabaladığı bir referandum zaferiyle meclisi yeniden dizayn etmek ve devlet yapısında bitiremediği dönüşümü anayasal olarak tamamlamak istiyor. Referandumun hemen ardından gündeme girecek olan erken seçimle Başkanlığını 2023’e kadar garantiye alıp, Cumhuriyet’in 100. yılına mutlak iktidar olarak girmeyi planlıyor. Bu süreçte içine girdiği çapraşık ilişikler, bugüne kadarki destekçilerinin kendisine olan güvenini azaltmış olsa da, neoliberal, yayılmacı, saldırgan ekonomi politikalarıyla sermayenin, milliyetçi/devletçi politikalarla eski statükonun desteğini almaya çabalıyor.
Hiçbir ciddi güç sadece yaşanan an’a konsantre, sahadaki enstrümanlarla sınırlı düşünmez ve de davranmaz. Olayların ardından sürüklenen, bakışını o olayları yaratan koşullara ve o koşulların sonrasındaki olası müdahalelerine/etkilerine derinleştiremeyen bir analiz de vakanüvislikten öteye gidemez. Muhtemel ki bu güçlerle perde arkasında bugüne kadar “Sizin istediklerinizi, üstelik de toplumun büyük kısmının rızasını alarak, benim kadar kati şekilde uygulayacak bir iktidar bulamazsınız, birlikte çalışmaya devam edelim” dedi, diyor. Dünyada ve bölgede ekonomik/siyasal krizin derinleştiği böylesi bir süreçte, her koşulda toplumun önemli bir kesimini konsolide edebilen otoriter lider seçeneğini parlatıyor, pazarlıyor, satmaya çalışıyor. Elbette kafasının arkasındakini harfi harfine bilemeyiz ancak, en yakınındakileri dahi gözlerinin yaşına bakmadan harcayan böylesine pragmatik bir liderin, bugün destek istediklerini yarın fırsatını bulduğunda tereddütsüzce harcamak isteyeceğini bilmek için müneccim olmamız gerekmez. MHP’nin, daha doğrusu Devlet Bahçeli’nin biçare, zavallı pozisyonuna değinmeye bile gerek yok aslında. Görebildiği tek ışık ise Erdoğan’ın devrilmesi durumunda bugün verdiği desteğin AKP tabanının bir kesiminin ken-
7
disine teveccüh edeceği yanılgısından sızıyor. Hâlbuki şimdilik karşılıklıymış gibi görünse de, referandumdan sonra Erdoğan’la tek taraflı bağımlı bir ilişki olacağı gün gibi orta yerde durmakta.
Evet’in silahlı kanadı
Evet Koalisyonu’nun silahlı alanında ise AKP’nin büyük oranda kontrolüne aldığı polis ve MİT teşkilatının yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisindeki Erdoğan destekçileriyle birlikte eski statüko (namı diğer Ergenekon) uzantılarını da görüyoruz. Ergenekoncuları, kendisini yerinden eden Erdoğan ekibiyle koalisyona ikna eden temel mesele şüphesiz ki, Kürt Halkının başta Türkiye sınırlarında olmak üzere mümkünse diğer parçalarda da bir statü/ilerleme sağlamasının önüne geçmekti. Bunu “Türk Devleti” açısından beka sorunu olarak gören eski statüko güçleri, kan kusup kızılcık şerbeti içtik demeyi göze alarak, tetikçi Gülen Cemaati’nin devlet içerisinden tasfiyesi bonusunu da cebine koyup Erdoğan’la anlaştı. Bu anlaşmanın mutabakat metni 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısının sonuç metnidir. Yaşanan kaotik süreçten faydalanarak TSK içerisinde kendine küçük de olsa destekçi bulan Doğu Perinçek grubu ve Fethullah Gülen’in “uyuyan” kadroları dışında devletin kolluk kuvvetlerinin neredeyse tamamı, gerekçeleri ayrı ayrı da olsa, Evet Koalisyonu’nun arkasında dersek yanlış söylemiş olmayız. Buna gelecek günler için hazırlanan paramiliter güçleri de eklemekte fayda var elbette. Toparlanmaya çok daha öncesinden başlayan eski statüko güçleri, 15 Temmuz başarısız darbe girişimini de kendisine iyi bir manevra imkânı olarak kullandı. 15 Temmuz sonrası, TSK’dan tasfiye edilen muvazzaf askerlerin yerine hatırı sayılır bir kadrolaşma yaptıkları Ordu’dan sızan bilgiler arasında. Elbette tokmağı elinde bulunduran Erdoğan da bu süreci kendisi için maksimum verimle kullandı. Ancak her halükârda TSK içerisinde etkisini arttıran ve konumlanışını yeniden yaygınlaştıran bir Ergenekon varlığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Üstelik TSK’nın NATO ve Pentagon’la nasıl bir girift ilişki içerisinde olduğunu bilenler açısından, bu kadar büyük bir savaş gücünün sadece Erdoğan’ın iki dudağı arasına teslim edilmeyeceğini tahmin etmesi hiç de zor değil.
evet’in ve hayır’ın stratejisi Yeri gelmişken “Yeni bir darbe” olasılığına da değinmekte fayda var. Bu olasılık vardır ve gerçektir. Kemalist kahve sohbetlerinin “Darbe yapacak ordu mu kaldı?” hayıflanması gerçekliği pek de yansıtmıyor. Sırf TSK’nın hiyerarşik yapısının küçük bir kısmının ve silah gücünün çok azının aktive olduğu 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin yarattığı çalkantı dahi düşünüldüğünde; 4.000’e yakın tank, 7.500 zırhlı savaş aracı, 240 savaş uçağı, 100’e yakın taarruz helikopteri, 16 fırkateyn, 8 korvet, 50 sahil güvenlik botu ve 650 bin askerlik devasa gücüyle ordu hiyerarşisinin tamamının -ya da önemli bir kısmının- katıldığı bir darbe girişiminin nasıl bir güç olduğunu düşünmek zor olmasa gerek! Hele ki bu askeri darbe sistemin asıl sahipleri tarafından tercih edilir bir enstrüman haline gelmiş olsun! Erdoğan’ı ve yakın çevresini hedef alan bir askeri darbe, iktidar bloğunun ekonomik ve silahlı kanadının da ortak olduğu Erdoğan/AKP icraatlarından “en temiz” sıyrılma yolu olarak tercih edilebilir. Bir askeri darbeyle dönemin bütün suçu, günahı, sorumluluğu Erdoğan ekibinin sırtına yüklenmek üzere bir kez daha “kurtarıcı” rolüyle “Ordu/Our boys/Bizim çocuklar göreve” çağrılabilir. Bu “yeni/temiz bir başlangıç”a ihtiyacı olan kesim düşünüldüğünde hâlâ aktüel bir tehlikedir. Belirtmeden geçmeyelim, böyle bir askeri müdahale girişimi asıl ve en büyük darbeyi muhalefet güçlerine/dinamiklerine, yani bizlere vuracaktır.
Erdoğan’ın sermayesi, sermayenin Erdoğan’ı
Evet Koalisyonu’nun ekonomik kanadında, 15 Temmuz sonrası tarumar edilmiş Gülenci sermayedarlar dışında kalan bütün kesimler mevcut. Erdoğan’ı “yoktan var eden”in aslında sermayenin
desteği olduğunu söylemek gerçekliğe hiç de uzak düşmeyecektir. Finans Kapital’in 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet formuyla sınırlarına dayandığı büyüme çizgisinde bir sıçrama, makas değişikliği yapma ihtiyacıdır AKP diye bir partiyi var eden ve Erdoğan’ı iktidara taşıyan. Müslüman coğrafya Yeni Ortadoğu Projesi’yle kapitalizme daha fazla entegre olurken, Osmanlı bakiyesi Müslüman bir hükümetle kapılacak paylar arttırılacak, ihracatın neredeyse yüzde 30’unu oluşturan enerji ithalatında yeni oyunlar kurmanın, kurulan oyunlara dahil olmanın imkânları zorlanacaktı. Ama evdeki hesap bir kez daha çarşıya uymadı maalesef! Sadece MÜSİAD ya da Erdoğan’a yakın duran TÜSİAD üyeleri değil (Ülker, Ağaoğlu, Rönesans, vs..) sermaye örgütlerinin tamamı sesli ya da sessiz olarak Evet Koalisyonu’nun arkasında yer alıyor. Elbette, bunların arasında sıranın kendisine gelmekte olduğunu hisseden Doğan Grubu gibi kimileri sinik bir direnç göstermekte. Ancak bütünlüklü olarak bakıldığında, Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecek ve neredeyse tüm dünyanın üzerine söz söylediği referandum üzerine sermaye gruplarından tek ses çıkmaması “korku”nun boyutundan çok zımni desteğe işaret ediyor. Bu desteğin en temel nedenlerinden bir diğerini aşağıdaki tablo bütün çıplaklığıyla ortaya koymakta aslında. Bugün Erdoğan’a muhalefet etmesi beklenen büyük sermaye, Erdoğan iktidarından en çok nemalanan, en büyük payı kapan kesimdir. Sermaye birikiminde adeta yeni bir sıçrama yaratan neoliberal politikaların (örgütsüzleştirme, güvencesizleştirme, esnekleştirme, kuralsızlaştırma, örgütsüzleştirme) en acımazsızca uygulandığı süreç Erdoğan iktidarında yaşandı.
Erdoğan, neoliberal, yayılmacı, saldırgan ekonomi politikalarıyla sermayenin, milliyetçi/ devletçi politikalarla eski statükonun desteğini almaya çabalıyor. Türkiye’de 1986- 2016 yılları arasında yapılmış olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin yüzde 87. 9’u AKP Hükümetleri döneminde yapıldı ve bu özelleştirmelerde kârlılık payı en yüksek olanları büyük sermaye grupları kaptı. Aşağıdaki tablo Türkiye sermayesinin en önde gelen gruplarından bir kaçının, AKP’nin iktidara geldiği yıldan bugüne sergilediği finansal gelişimi göstermekte. AKP’nin 15 yıllık iktidarı boyunca ekonomiden aslan payını alan çokça dillendirildiği üzere “yeşil sermaye” diye nitelendirilen MÜSİAD’ın değil -kaldı ki onun sadece “İslami/ muhazafakâr” niteliğine vurgu yapan, tekelci/tekel dışı konumlanışlarını ıskalayan bir kategorileştirme gerçekliğe tarif etmekte çok yetersizdir!- Türkiye kapitalizminin amiral gemilerinin oluşturduğu TÜSİAD’ın üyeleridir. Tabloya örnek olması açısından alınan Ülker Grubu, her ne kadar AKP iktidarından yıllık konsolide cirosunda yüzde 886’lık bir büyüme gösterse de, ana grupların yanına dahi yaklaşamamıştır. Küçük bir araştırmayla benzer tabloları kamu ihaleleri, kârlılık oranları, ihracat rakamları alanında da bulabilirsiniz. Bir özel not olarak belirtmek gerekir ki, Doğan Holding Erdoğan’la kapışmaya başlamadan önce yıllık cirosunu 13-14 milyar TL’ye kadar çıkarmış ama son üç yıldır hızlı bir düşüş yaşamıştır. Bu tabloya bir de “suç ortaklıkları” (KOÇ’un Petkim’inde rafine edilip
AKP İlk kez Hükümet Olduğunda Yıllık Cirosu
2016 Yılı Cirosu
Büyüme Oranı
KOÇ
16,5 Milyar TL
70,9 Milyar TL
% 429
SABANCI
10,5 Milyar TL
25,5 Milyar TL
% 242
DOĞUŞ
4,3 Milyar TL
18 Milyar TL
% 418
ZORLU
3,5 Milyar TL
8,7 Milyar TL
% 248
DOĞAN
6,2 Milyar TL
7,4 Milyar TL
% 120
ÜLKER
43,5 Milyar TL
3,9 Milyar TL
% 886
8
evet’in ve hayır’ın stratejisi
İthalat 2016 İhracat 2016 (Bin ABD $) (Bin ABD $) NATO-Atlantik Birliği
86.522.422
74.358.451
Şanghay İşbirliği Örgütü
73.897.695
12.173.211
Almanya, Amerika, Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İspanya, İzlanda, İtalya, Kanada, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya, Türkiye, Yunanistan Üyeler: Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan Gözlemciler: Afganistan, Belarus, Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan piyasaya sürülen IŞİD petrolleri, Ortadoğu’daki savaşa pompalanan silah, lojistik materyal ticareti, vs…) eklendiğinde sermayenin “evet” diyor oluşuna şaşırmanın şaşırtıcı olduğunu söylemeden geçmeyelim!
Emperyalist güçler ne diyor?
Son bir aydır kamuoyuna yönelik sergilenen performans dışında, emperyalist güçlerin ve sermayenin Türkiye’deki dönüşüme yönelik “büyük kaygı” taşıdığını, süreklileşecek bir karşı koyuş yönelimi içerisinde olduğunu söylemek saflık olacaktır. Şimdiki durumu kestirmeden ifade edecek en isabetli tarif “kurtla yiyip çobanla ağlama” halidir sanırım. Tüm dünyanın gözü önünde desteklenip büyütülen cihatçı çeteler, bir statü dahi verilmeyen milyonlarca Suriyeli sığınmacı, yurdun dört bir yanında patlatılan canlı bombalar,
kelimenin gerçek anlamıyla “dümdüz edilen” Sur, Nusaybin, Cizre, yüzbinlerce gözaltı, işten atma, onbinlerce tutuklama aynı göğün altında yaşandı ve bu güçler sadece izlemekle yetindi. Elbette monoblok bir sermayeden söz etmek, sermaye grupları, emperyalist ülkeler ve odaklar arasındaki çatlakları hiç görmeden, sadece “kitabın orta yerinden konuşarak” politika yapmak bizleri güncel politikanın imkânlarından uzak tutacaktır. Ancak, sermayenin tarihsel hareketini/salınımlarını yok sayıp konjonktüre hapsolarak yapılacak erken/yüzeysel analizler de her seferinde bizi burjuvazinin başka bir manevrasının malzemesi durumuna düşürür. Bunun en açık örneklerini bilmem kaçıncı kez “Erdoğan’ın işi bitti, ipini çektiler” tespiti yapan analizlerde bolca görmek mümkün. Birkaç HDP Milletvekili’nin ve milyonlarca Türkiyeli göçmenin Avrupa
9
siyasi arenasında yürüttüğü mücadele karşılıksız kalmasa da hâlâ “somut” bir yaptırıma ve zorlamaya dönüşmüş değil. Almanya’da başlayıp Hollanda ve diğer Avrupa ülkelerine doğru hızla yayılan Erdoğan/AKP karşıtlığında tek gerekçe olmasa da, uzun süredir ısrarlı ve istikrarlı biçimde sürdürülen diplomatik ve fiili mücadelenin etkisi göz ardı edilemez. Şimdilik sadece içerdeki kamuoyuna mesajlar veren ve Erdoğan’ın hareket alanını sınırlandıran son müdahalelerin gerçek bir zorlamaya dönüşüp dönüşmeyeceğini 16 Nisan’dan sonra göreceğiz. Her ne kadar bugüne kadar olagelen pek çok gelişme Erdoğan’ın gözden çıkarıldığını işaret ediyor olsa da, referandumdan galip çıkmış bir Erdoğan’la emperyalistler arasında yeni bir “geçici” uzlaşma ihtimali hiç de uzak değil. Hele ki, mevcut tabloya bakarak “Erdoğan’ın ipi çekildi” rehavetine kapılmak düşülecek hataların en büyüğü olacaktır. A l m a ny a’n ı n / Av r u pa’n ı n , Erdoğan’ın nobranlığına karşı elini tutuklaştıran öncelikli mesele sanıldığının aksine “Suriyeli göçmenler” meselesi değildir. Bu mesele emperyalist güçlerin almaktan çekinmeyeceği daha sert tedbirler ve başka tampon bölgeler aracılığıyla çözülebilirdi, nitekim iş bu noktaya doğru evrildi. Ancak asıl mesele doğu-batı emperyalist blokları arası kapışmada ellerini zayıflatmak istemiyor oluşlarıydı. Her ne kadar konuşulduğu gibi “basitçe” bir “eksen kayması” olabileceğini düşünmüyor olsalar da, Rusya, Çin ve İran’ı sınırlamak istedikleri uç bölgede bir zayıflama ve kaosun oluşmasına da göz yummak istemiyorlar. Anlaşılan o ki, 16 Nisan’da çıkacak sonuca göre bu konuyu daha net tutumlarla bir hale yola koymak niyetindeler. Burada “eksen kaymasına” ilişkin bir parantez açmak gerekir sanırım. İzahata girişmeden önce sırf aşağıdaki ticaret hacimleri karşılaştırması dahi, Türkiye kapitalizminin nereden para kazandığı, nereye para kazandırdığını göstermek açısından oldukça açıklayıcı. Tabloya bakınca Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne girip giremeyeceği net olarak görünmese de, ihracat-ithalat rakamlarına dikkat edildiğinde Şangay İşbirliği Örgütü’nün Türkiye’ye girdiği net bir şekilde orta yerde duruyor. Bu tabloya, Türkiye sermayesinin batı sermayesiyle ortaklıklarını, karşılıklı yatırımlarını, TSK envanterinin
evet’in ve hayır’ın stratejisi
Erdoğan’ı ve yakın çevresini hedef alan bir askeri darbe, iktidar bloğunun ekonomik ve silahlı kanadının da ortak olduğu Erdoğan/AKP icraatlarından “en temiz” sıyrılma yolu olarak tercih edilebilir.
NATO menşeli oluşunu, vs. ekleyin ve siz siz olun“Erdoğan Rusya’ya yanaşıyor, eksen değiştiriyor” derken iki kez düşünün. Kaldı ki, “eksen kayması”, “emperyalizmin bir iç olgu olduğu” saptamasının da işaret ettiği gibi salt ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda ve tepeden tırnağa siyasi bir meseledir. Yukarıda da bahsettiğim gibi oluşumu için iki dünya savaşı çıkartılmış bu eksenlere giriş çıkışlar o kadar kolay değil.
Hayır güçleri ve stratejileri
Evet güçlerinden bir “koalisyon” olarak söz edebiliyorken, Hayır güçlerini böyle bir “koalisyon” altında toplamak mümkün değil. Hayır’lar tek adam diktatörlüğüne karşı olma hususunda birleşiyor olsa da, bunun bir adım sonrasında hemen birbirine karşı pozisyon alma potansiyeli taşıyor. Her ne kadar 16 Nisan’a kadar işin bu kısmını fazla kurcalama niyetinde olmasak da, 16 Nisan’dan sonra bizi bekleyen hayatı doğru analiz etmek için meselenin bu yönüne de bakmak zorundayız. Durum böyleyken, bütün parçalılığına rağmen birinin merkezinde CHP, diğerininkinde HDP olan iki Hayır eksenine bakarak değerlendirme yapmak yanlış olmayacaktır.
CHP’nin Hayır’ı
1950’den bu yana tek başına, 1995’ten bu yana da koalisyon ortağı olarak bile hükümet olamayan CHP, bütün silik, etkisiz, basiretsiz görüntüsüne rağmen belki de yakın tarihinin en büyük oyununu oynuyor. Baykal’ın bir “kaset operasyonuyla” başkanlıktan düşürülmesinin ardından CHP’nin başına “getirilen” “Alevi” Kılıçdaroğlu’yla birlikte hız kazanan “merkezin sağına açılarak kazanma” stratejisi, 2002’den bu yana girilen yedi seçimdir sonuç alamıyordu. Ancak bu sefer CHP kurmayları, belki de ilk kez, “kazan-kazan” hamlesini kurmaya soyundular. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Anayasaya aykırı olmasına rağmen” Evet oyu veren CHP, referandumda Hayır diyerek bir taşla iki kuş birden vurmak istiyor. Belli ki strateji; şayet referandumdan Evet galip çıkarsa kurulması planlanan iki partili yeni meclisin tek muhalefeti, Hayır galip çıkarsa ise tek adam rejimine geçişi durdurmuş müstakbel iktidar adayı olmak üzere kurgulanmış. Bu strateji kurulurken belli ki sadece MHP’deki Bahçeli muhalifleri ve Gülen Cemaati destekçileri değil, HDP’nin etrafında toparlanan demokrasi dinamiklerinin de CHP’de
Yeniden tutmaya başlayan kitlesel/birleşik halk direnişi mayası geliştirilebilir, tüm bileşenlerce bu hatta ısrarcı olunursa, referandumdan çıkacak sonuç ne olursa olsun, HDK/HDP bir kez daha sürecin kurucu öznesi olma imkânını yakalayabilir.
10
konsolidasyonu planlanmış. Eş Genel Başkanları dahil 11 Milletvekili tutuklanmış, sürdürülen baskı, tutuklama ve şiddet politikaları aracılığıyla kriminalize edilerek kitle bağları kopartılmış bir HDP’nin yeniden toparlanamayacağı varsayılıyor ve oradan umudunu kesen kitlelerin kötünün iyisi olarak yeniden CHP’nin arkasına dizilmesi umut ediliyor. Kürt meselesi, Alevi sorunu, soykırımlarla yüzleşme, modernist dayatmalar gibi rejimin (sistemin değil!) temel demokrasi sorunlarına ilişkin yaklaşımında hiçbir ciddi değişiklik yapmayan CHP; en basit düşünce sistematiği olan nedenselliğin olaylarla olgular arasındaki bağlantısına işaret eden “aynı nedenlerin aynı koşullar altında hep aynı sonuçları vereceği” ilkesini toplum mühendisliğiyle es geçebileceğini var sayıyor.
HDK/HDP ve diğerleri
7 Haziran zaferinin ardından içerisine düşülen basiretsizlik hali, HDK/ HDP’yi oluşturan güç merkezlerinin taktiksel çatallaşması ve Erdoğan’ın “Baskın basanındır” saldırganlığıyla üst İllüstrasyon: Levent Sahir Akhun
evet’in ve hayır’ın stratejisi üste çakışınca epey bir afalladığımız aşikâr. Canlı bombalar, 10 bini aşkın gözaltı, 3 binin üzerinde tutuklama, binlerce işten çıkartma ve güçlerinin yettiği her yerde ve alanda toplumsal linçe tabi tutulma bu afallamayı meşrulaştırabilir belki. Ancak siyaset son noktada yapabildiklerimizle kurulur, yapamadıklarımızın izahıyla değil. Sendeleyen Erdoğan’a yüklenip onu devirmektense eski çizgisine dönmesini sağlamak üzere taktik yönelim belirlemenin bedeli hepimiz için çok ağır oldu. Oysa 7 Haziran’da aldığı darbe Erdoğan’ı epey sersemletmişti. Toparlanmasına, oyun bozarlığına meşruluk kazandırmasına izin vermemeliydik, yapamadık. “Leoparın kuyruğunu tutma, tuttuysan da bırakma!” diyen Afrika atasözünde olduğu gibi, ya o kuyruğu tutmayacaktık, tuttuysak da leoparı devirene kadar bırakmayacaktık! Tabii burada kimi Kürt kentlerinde ilan edilmek istenen özerklik denemelerine de değinmemiz zorunlu. Sonuçta, bugünkü siyasal dizilimde en önemli etkisi olan gelişmelerden biri de özerklik denemeleriydi. Bu hassas konu üzerine, dönem atlatıldıktan sonra daha rahat yazılıp çizilecek, Sur, Nusaybin ve Cizre’deki muhteşem direnişlerden çok önemli deneyimler çıkartılacaktır. Ancak bu
hamlenin HDK/HDP perspektifinde yarılma yarattığını teslim etmek durumundayız. Özü, demokratik devrimin öncülüğünü alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiyeli ve Kürdistanlı ezilenlerin birleşik demokratik direnişiyle kazanma stratejisi olan HDK/HDP perspektifi, Sur, Nusaybin ve Cizre’de erken bir iktidarlaşma/ikili iktidar yaratma hamlesiyle kırılmaya uğradı. Birleşik demokratik halk direnişi stratejisi kitleler ve örgütlülük düzeyi henüz buna hazır değilken “devrimci halk savaşı” hamlesine sıçratılmak istendi. Elbette burada çatışma sürecini zorlayan ve başlatanın Erdoğan iktidarı olduğunu, Kürtlerin bir statü kazanmasını, Rojava’daki kazanımlarını engellemek için çatışma sürecini yeniden başlattıklarını vurgulamaya gerek dahi yok. Ancak biz bu hamlelere verdiğimiz yanıtları değerlendirmek ve ulaştığımız cevaplardan yola çıkarak yeni taktikler belirlemek durumundayız. Kürt Özgürlük Hareketi’nin de bu değerlendirmeyi en gerçekçi şekilde yaptığına ve buradan çıkarttığı sonuçlarla referandum sürecinde izleyeceği taktiği belirlediğine canı gönülden inanıyorum. Bugün sokaklar yeniden hareketlenmeye başlamış, Gezi’nin ve 7 Haziran’ın yaratıcı coşkusu tekrar nefes almaya ve kendini hissettirmeye
Almanya’nın / Avrupa’nın, Erdoğan’ın nobranlığına karşı elini tutuklaştıran öncelikli mesele sanıldığının aksine “Suriyeli göçmenler” meselesi değil, doğu-batı emperyalist blokları arası kapışmada ellerini zayıflatmak istemiyor oluşlarıydı.
11
imkân bulmuşsa, bu, Kürt Özgürlük Hareketi’nin süreci doğru okuyarak siyaset alanına tekrar fırsat tanımasıyla mümkün oldu. Feda eylemlerinin, çatışmaların, baskınların yaşandığı bir süreçte Hayır çalışması sokakta nefes alamazdı. Kürt Hareketi’nin yaşanan süreçten doğru sonuçlar çıkardığının en büyük kanıtı, Erdoğan ve ekibinin tüm provokasyon girişimlerine rağmen silahı değil, siyaseti öne çıkartan tutumlarındaki ısrarlarıdır. Bu uzun “Kürt Hareketi tutumu” parantezinden sonra yeniden Hayır meselesine dönersek; biraz da tüm bu anlattıklarımızın sonucu olarak toplumsal muhalefetin meşru önderliğini yitiren HDK/HDP, CHP dışında kalan Hayır’ları bir cephede toplayamadı. Elbette bunun tek sorumlusu HDK/ HDP değil. Kürt Hareketi’yle aynı fotoğraf karesine girmemeye yeminli çevreler, bir kez daha deyim yerindeyse “top çevirme” imkânı buldular ve yaşanan süreci de gerekçe göstererek birleşik bir Hayır cephesi oluşmasına destek vermediler. HDK/HDP’nin yönelimini belirleyen güçler geç de olsa durumu doğru analiz ederek, bu parçalı gerçekliği kabul edip ona göre bir konumlanışı sağladılar. Aldığı büyük darbelere rağmen bugün Hayır’ın taşıyıcı öznelerinin en başında HDK/HDP gelmeye devam ediyor. Son olarak gerçekleşen Newroz’larla Kürtler ve onların siyaset alanındaki öznesi HDK/HDP Hayır’da ağırlığını hissettirmeye başladı. Yeniden tutmaya başlayan kitlesel/ birleşik halk direnişi mayası geliştirilebilir, tüm bileşenlerce bu hatta ısrarcı olunursa, referandumdan çıkacak sonuç ne olursa olsun, HDK/HDP bir kez daha sürecin kurucu öznesi olma imkânını yakalayabilir. Referandumdan Hayır çıkmasının sağlanması durumunda büyük bir moral üstünlükle, az farklı (bol hileli ve şerli) bir evet çıkması durumunda da yenilmiş ama ezilmemiş, üstelik haklı ve meşru bir güç olarak 16 Nisan sonrasının toparlayıcı öznesi haline gelebilir. HDK/HDP etrafında kuruluyor olmasa da, neredeyse mahalle mahalle hayat bulan Hayır Meclisleri HDK/ HDP’nin toplumsal muhalefeti yeniden canlandıracağı habitatı olabilir. Yeniden bir taktiksel çatallanmaya sürüklendiği takdirde ise, HDK/HDP tarihsel rolünü oynayamadan yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilir.
evet’in ve hayır’ın stratejisi
16 Nisan ve sonrasına ilişkin kimi öngörüler, öneriler 16 Nisan akşamı ve sonrasındaki birkaç gün, belki bir hafta ülkenin yakın geleceğinin belirleneceği günler olacaktır.
16
Nisan akşamı ve sonrasındaki birkaç gün, belki bir hafta ülkenin yakın geleceğinin belirleneceği günler olacaktır. Tüm karar odakları bu günlere bakarak yeniden konumlanacak, ittifaklarını ve tercihlerini gözden geçirecek. O yüzden o günlerde sokağa hâkim olan, sokakta ısrar eden, iradesine sahip çıkan sonrasında kurulacak yeni dengeye avantajlı girecek, kendi oyununu ilerletme imkânı yakalayacaktır. 16 Nisan referandumundan çıkacak her iki sonucun ardından da hızlı bir normalleşme beklenemeyeceği hepimiz açısından aşikâr. Evet çıkarsa, iktidar bloğu Kürt Hareketi’nin ve genel olarak bizlerin üzerine daha da yüklenecek, siyasal ortamı tamamen AKP-CHP (tabiî ki içindeki ayrıksı otlardan temizlenmiş haliyle!) spektrumuna hapseden bir sonuç elde etmek isteyecektir. Hayır çıkması durumunda ise, bunun kendileri açısından sonun başlangıcı haline gelmesini engellemek üzere, yine büyük saldırılar ve bu yenilgiyi gündemin gerisine itecek çapta yeni siyasal ataklarla (sınır içinde daha kapsamlı saldırı ve cadı avları, sınır ötesinde kara operasyonları vs.) durumu yeniden kendi lehine çevirmeye çalışacaktır. Yani her halükârda baskı, şiddet, zor devrede. Evet çıkarsa ağırlıklı olarak resmi devlet güçleri devrede olacak, Hayır çıkarsa bunların yanı sıra ve hatta daha fazla paramiliter güçler ve taşeron örgütler devreye girecek. Elbette bu iki sonucun toplumsal muhalefete etkileri de farklı olacak. Evet ve Hayır sonuçlarının yaratacağı iki temel fark, mücadelenin yüksek moralle (Hayır’ın kazanması durumunda) ya da düşük bir moralle sürdürülmesi olacaktır. Burada da iki noktaya dikkat etmek gerekecektir. Birincisi “evet” farkı küçük olduğu takdirde moral meselesi farklılıklar arz edebilir. Kazanmaya olan inancın yaratacağı öfke daha da artabilir ya da “Allah kahretsin, yine kay-
Her halükârda baskı, şiddet, zor devrede. Evet çıkarsa ağırlıklı olarak resmi devlet güçleri devrede olacak, Hayır çıkarsa bunların yanı sıra ve hatta daha fazla paramiliter güçler ve taşeron örgütler devreye girecek. bettik” havası doğabilir. Evet çıksa da faşist diktatörlük bir günden ötekine kurulmuş olmayacaktır. Yine bir geçiş yaşanacak ve bunun için de toplumsal hegemonya meselesi devlet güçlerinin dışındaki, toplum içinden hegemonya kurma kurumlarının harekete geçirilmesini zaruret olarak koruyacaktır. Biz bugünden, yürüttüğümüz çalışmayı, bu ikinci durumun ortaya çıkmasını engelleyecek anlayış, ajitasyon, propaganda ve örgütlenme tedbirleriyle örmeliyiz.
12
İkincisi ise yüksek bir mücadelenin (her iki durumda da) ortaya çıkması durumunda CHP’nin “Yenikapı ruhu” ya da “dokunulmazlıkların kaldırılması”nda yaptığı gibi, düzen lehine yatıştırıcılık görevini üstlenip mücadeleyi engellemeye girişmesi olacaktır. Bunu da bugünden düşünerek tedbirli olmak gerekiyor. Olabileceklere ilişkin tek senaryo bu değil şüphesiz. Sermaye ve uluslararası güçler de 16 Nisan sonuçlarına göre oyundaki konumlanışlarını yeni-
evet’in ve hayır’ın stratejisi den gözden geçireceklerdir. Son süreçte Avrupa ve kısmen ABD sahasında ortaya çıkan kimi tutumlar sadece her iki tarafın “iç politik malzemesi” olarak okunmamalı. Bu, aynı zamanda bir pozisyon değişikliğine de alesta olma potansiyeli de taşımakta. Şayet durumu böyle okuyorsak, bu süreçte nasıl pozisyon alacağımıza ilişkin net bir perspektife ihtiyacımız var. Taktiksel hamlelerimiz ne olacak? Bu hamleleri konjonktürel olarak hangi plana bağlayacağız? Ve bu plan stratejik hedeflerimizle nasıl buluşacak?
15 Temmuz OHAL kâbusuna karşı 16 Nisan Hayır bayramı!
Son bir ayda büyük değişiklikler olmazsa (ki bu hâlâ mümkün!) Hayır güçleri moralli ve görece toparlanmış olarak sandığa gitmiş olacak. Erdoğan çetesi büyük çapta hırsızlıklar, engellemeler yapmayı başaramazsa muhtemelen sandıktan Hayır oyu galip çıkacak. Ancak sandıktan Hayır çıkmasının kalıcı bir değişiklik yaratmaya yetmediğini hepimiz 7 Haziran ve sonrasında bizzat yaşayarak gördük. Öyleyse, olası Hayır sonucunu nasıl kalıcılaştırabiliriz sorusuna verecek cevabımız olmalı. Hayır Meclisleri, DİB, Emek ve Demokrasi için Güç Birliği, HDK, HDP bütün Hayır güçleri olarak, bir yandan Hayır’ı sandığa taşırken bir yandan da sandıktan çıkacak Hayır’ı garantiye alacak “Hayır’ımıza sahip çıkıyoruz” motivasyonu yaratmaya girişmeliyiz. Gezi isyanı sürecinde işleyen mekanizmaları, orada oluşan toplumsal hafızayı yeniden harekete geçirebiliriz. 16 Nisan akşamı dökebildiğimiz en geniş kitleyi sokağa dökmek ve her halükârda “Hayır”ımıza sahip çıkılmasını sağlayacak bir çağrı ve organizasyon yapmak zorundayız. Özellikle büyük kentlerde sokakları “Hayır bayramına” çevirecek milyonlar, sandıktan çıkacak sonucu garantiye alma hususunda büyük önem taşıyacaktır. 16 Nisan akşamı sokaklara çıkan kitleler, şayet Hayır galip çıkmışsa, Hayır’a sahip çıkan iradeyi ortaya koymalı; Erdoğan çetesi hile ve gaspla Evet’i galip çıkartmışsa buna güçlü bir itirazı gerçekleştirmeli ve bu sonucu kabul etmeyeceğini ortaya koymalı. Bu buluşmalarda yabancı basın ve gözlemci heyetlerin hazır bulunmasını sağlamak, Hayır iradesini dünya kamuoyuna taşımanın en kestirme ve garanti yoludur.
16 Nisan akşamı dökebildiğimiz en geniş kitleyi sokağa dökmek ve her halükârda “Hayır”ımıza sahip çıkılmasını sağlayacak bir çağrı ve organizasyon yapmak zorundayız. Karşı tarafın da 15 Temmuz sonrasındaki “Demokrasi Nöbetleri” benzeri, 16 Nisan akşamı ve sonrasında sokağa hâkim olma planları içerinde olacağını hesap etmeli, sokakları demokrasi güçlerine kapatmaya dönük saldırılara karşı meşru müdafaamızı yapabilecek hazırlıkta olmalıyız. Süreç, 16 Nisan’da sandıklar kapandıktan sonra kazanılacak ya da kaybedilecektir!
Mücadele tarzı
Sokaktaki mücadele tarzımız kesinlikle kitlesel, meşru, fiili, demokratik mücadele perspektifiyle olmalı. Daha organize, daha hazırlıklı, daha planlı bir Gezi İsyanı modeli hedeflemeliyiz. Kitleler adına kitlelerden kopuk mücadele formlarına pirim vermemeli, kitlesel, birleşik “Demokratik Halk Direnişi” hattından ısrarcı olmalıyız. Ancak elbette bizi bekleyen sürecin sertliğinin, üzerimize yönelebilecek provokatif resmi/paramiliter saldırının ölçüsüzlüğünün de bilincinde olmalı, her eylemde, organizasyonda kendimizi savunabilecek hazırlıkları mutlaka yapmalıyız. Böylesi bir süreç geliştirmeyi başarabilirsek; 16 Nisan 1 Mayıs’a, 1 Mayıs Gezi İsyanı’nın yıldönümüne bağlanacak ve moral üstünlük, kısmen de olsa sokak hakimiyeti yeniden bize geçecektir. Ve elbette iktidar bloğunda yeni konumlanışa ilişkin çatlaklar derinleşecek, fikir farklılıkları fiil farklıklarına doğru dönüşmeye başlayacaktır. Muhtemel ki egemenlerin arasında biri faşizmi koyulaştırmayı, diğeri yumuşamayı/sosyal demokrasiyi devreye sokmayı öngören iki çizgi görünürleşecektir. Bu noktada taktiklerimizi kendi bağımsız çizgimizi asla silikleştirmeden, burjuvazinin sosyal demokrasiyi devreye sokma hamlesini aşabilecek perspektifle geliştirmeliyiz. Kaba şekilde tariflersek, şimdilik sosyal demokrat-
13
larla birlikte (referandum kampanyası çerçevesinde) faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesi veriyor görünsek de, referandum sonrasında onların düzen içi frenleme sistemlerini aşacak bir süreci geliştirecek hareket perspektifiyle taktik ve politikalar geliştirmeliyiz.
Demokratik Meclisler Birliği / Formu/Koordinasyonu
Yukarıdaki kurguya devamla; sokakta Hayır’a sahip çıkan güçlerin tamamını kapsayan bir perspektifle “Demokratik Meclisler Birliği/Forumu/ Koordinasyonu” ana taktiğini devreye sokmanın imkânlarını zorlamalıyız. Evet, bugüne kadar bu merkezileşmeyi başaramadık. Çeşitli sebeplerle ayrı kulvarlardan yürümek tercih edildi. Ancak mücadelenin yükselmesi, ister istemez direniş odaklarının birbiriyle istişaresini güçlendirmesini zorunlu kılacaktır. Merkezileşme takıntısıyla yerellerdeki hareketi işlevsizleştiren, genel olarak mücadeleyi hantallaştıran bir atalete asla düşmeden, ama her fırsatta gerçek ve sanal dünyanın (ki sanal da artık gerçeğin bir parçasıdır!) bütün imkânlarını kullanarak, yeni/esnek, yaratıcı formları da devreye sokarak sahadaki mücadeleci güçlerin organize olması hedefini gözeten ısrarcı bir hat izlemeliyiz. Meclislere biçtiğimiz misyonu sadece sokakta faşizme direnen, yıkıcı bir rolle sınırlamamalı, aynı zamanda, “yeni bir toplumsal sözleşme, demokratik anayasa” mücadelesinde kurucu rollerini bilince çıkartmak için çabalamalıyız. Meclislerin oluşmasında HDK/ HDP’nin, diğer kurumlar/birlikler arası görüşmelerin kurucu etkisi olsa da bu parantezi çok aşan bir perspektifle hareket etmeliyiz. Bu süreçte örgütleyeceğimiz bütün organizmalar kurumsal ve bireysel katılımlara açık formlarda olmalı, örgütlerin dışında kalmış bütün birikimi ve enerjiyi kendi içinde toparlayabilmeyi başarmalıdır. Sistem güçlerinin “sosyal demokrasi” bariyerini/frenini aşacağımız süreç ve alan tam da burasıdır. Şayet bu aşamaya gelmeyi başarabilirsek bu meclislerin hareket perspektifini stratejik konumlanışımıza, yani sadece demokratik değil aynı zamanda sosyal bir cumhuriyete çevirmek hiç de zor olmayacaktır.
Hazırlayan: Yılmaz YÜCEL
sosyalistlere sorduk
Rejim değişikliğini, hayır cephesini, anayasa ve başkanlık tartışmalarını, siyasal islam ve akp ilişkisini
Ufuk GÖLLÜ Birleşik Devrimci Parti Genel Başkanı
“hayır” diyen irade faşizme itiraz ediyor
T
ürkiye’de yaşanan referandum sürecini; faşizmin kurumsallaşması, faşist rejimin onaylanma süreci olarak tespit etmek gerekir. Mesele, basit bir referandum meselesi değil. Referandumdan “Evet” ya da “Hayır” çıkması, faşizmin Türkiye’nin emekçi sınıfları, halkları tarafından kabul görüp görmediği tartışmasının önünü açacak, gelecek toplumsal süreci şekillendirecek. “Evet” de çıksa, “Hayır”da çıksa Türkiye’de kapitalizmin krizinin daha da derinleşerek kapsamlı bir hal alacağını görmek gerekir. “Hayır” diyen irade Türkiye’de faşizme itiraz eden iradedir. Bu itirazın maddi temelleri var; 15 Temmuz sonra kurgulanan, 7 Haziran’dan beri AKP’nin hayata geçirdiği rejimin bir provasıydı. “Evet” çıkması; OHAL rejiminin tam anlamıyla yasalaşması, OHAL’in sürekli kılınması, tek kişi diktatörlüğünün, faşizmin kurumsallaşması anlamına geliyor. Türkiye burjuvazisi de Tayyip Erdoğan’ın kurduğu bu baskıcı, totaliter rejimi destekliyor. TÜSİAD’ın da, diğer sermaye odaklarının da tavır almamasının altında bu destek yatıyor. Kürt Halkına dönük saldırı sürüyor; hem emekçilerin, hem Kürt’lerin yaşadığı mahalleler Kürtlerin direniş zeminiydi. Buralara saldırılarak demografik yapının değiştirilmesi, çökertme planının amacına ulaşması hedeflendi. Milletvekilleri tutuklanarak, belediyelere el konularak siyasi irade yok sayıldı. Sri Lanka modeli dedikleri modelle Kürt Halkının bütün örgütlenme zeminlerinin dağıtılması hedeflendi. Erdoğan rejimi, bu süreçte faşizmi şu sacayakları üzerine kuruyor; işçi sınıfı, Kürtler, kadınlar ve gençler… Kendi açısından belli sıçrama noktalarını da kullanıyor: Kürtlerle savaş
14
MHP’nin oyunu kendine çekti, MHP’yi yandaş ve destekçi konuma getirdi. AKP zaten geleneksel sağ tabana dayanıyor, Milli Görüş çizgisinden geliyor ama bu, revize olmuş bir Milli Görüş. Bu açıdan Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e benzeyen bir partidir. Yekten kapitalizm ile çatışmayan neoliberal politikalar ile uyum sağlayan bir partidir. Aslında bu parti süreç içinde bir evrim geçirdi. Türkiye’nin geleneksel sağ siyasetini kendi etrafında birleştirdi. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde bir istibdat rejimi kuruyor, kendini batılılaşmaya karşı doğululuk üzerinden kuruyor. Bu da İslamcı bir rejim, muhafazakâr sağ bir rejim. Bu rejimi AKP-IŞİD faşizmi olarak tanımlıyoruz. Şimdiki adıyla İslam Devleti olan IŞİD için aslında AKP’nin siyasetçileri dönüp şunu söylediler: “Bunlar bir grup öfkeli genç, tepkili Müslümanlar, aslında kötü niyetli değiller.” Bir dönemde aslında stratejik olarak AKP ile ittifak halindeydiler. Bugün, AKP tarafından IŞİD’in yaptığı katliamların önü açılmaktadır. AKP’nin Ortadoğu siyaseti de Müslüman Kardeşler modeli, ılımlı, kapitalizmle barışmış bir sağ modeldi. AKP modeli Ortadoğu’da kaybetti. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Suriye’de İhvan’ın Suriye kolu, Irak’ta, Tunus’ta, Cezayir’de bütün bu sağ partiler gerilemeye başladı. Ortadoğu’daki gelişmeler bu tür organizasyonların yaşam sahasını daralttı. AKP bu noktada, daha muhafazakâr bir söyleme ve daha düşmanca bir siyasete geçti. Bu düşmanlık, işçi sınıfına, ezilenlere, emekçilere ve bölge halkına dönük bir düşmanlık aynı zamanda… Türkiye’nin yaşadığı Pakistanlaşma sendromu AKP sonuçta klasik anlamda bir
sosyalistlere sorduk faşist partiye, ümmetçi ve milliyetçi bir şoven partiye dönüşmüş durumda. Burada, Ortadoğu’ya da bakmak lazım. Rojava’da yaşanan gelişmeler AKP’nin kırmızıçizgisini aşındırdı. Çözüm sürecini bitiren şey de Rojava’da Kürtlerin ve Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) elde ettiği kazanımlardır. AKP’nin Fırat Kalkanı Operasyonu da IŞİD’e karşı değil PYD’ye karşı bir operasyondur. Çünkü ne zaman ki Cerablus’un, Azez’in DSG’nin eline geçme ihtimali doğdu, Türkiye ile IŞİD arasında bir görev devri gerçekleşti. El Bab’a kadar giden süreçte yaşanan çatışmalar, Türkiye’nin nasıl bir bataklığa girdiğini gösterdi. Türkiye doğrudan sıcak çatışmaya girdi ve bugün Menbic meselesi üzerinden tehditleri devam ediyor. Benzetme yapmak gerekirse, Türkiye’nin yaşadığı bir Pakistanlaşma sendromu. Bu Pakistanlaşma meselesi şöyle aslında; Sovyetler’in Afganistan’daki varlığı sonrası, Pakistan’a yerleşen Taliban, El Kaide, Sovyetler’e karşı bir savaş yürüttü. Pakistan onların cephe gerisi haline geldi. Bir süre sonra bu güçler Pakistan rejimini tehdit etmeye başladı ve Pakistan’ın toplumsal dokusunda onulmaz yaralar açtılar, katliamlar yaptılar ve hâlâ Pakistan devleti bunlarla uğraşıyor. Selefi terör özellikle; Vahhabiler, IŞİD, EL Nusra, Ahraruş Şam gibi Suudi Arabistan ve Katar menşeili Selefi gruplar Türkiye tarafından yıllarca desteklendiler ve bunlar Türkiye’de korkunç bir altyapıya ulaştılar. Türkiye’ de adım adım gelişen süreç, biraz önce bahsettiğimiz modernizm karşıtı, batılılaşma karşıtı tutum, Türkiye nüfusunun önemli bir parçasını karşısına alıyor. Yani bu referandumda “Evet” de çıksa, “Hayır” da çıksa, çok düşük bir
Referandumdan “Evet” ya da “Hayır” çıkması, faşizmin Türkiye’nin emekçi sınıfları, halkları tarafından kabul görüp görmediği tartışmasının önünü açacak, gelecek toplumsal süreci şekillendirecek. fark ile çıkacaktır. Böyle olunca, referandum sonrası Türkiye’de toplumsal çatışmaların daha da derinleşeceğini ve ülkenin bir iç savaşa sürüklenebileceğini öngörüyoruz. Kürtler açısından kopuş gerçekleşmiş durumda. Kürtlerin önemli bir kısmı rejimden rahatsız ve kopuş içerisinde, rejim şu an Suriye’de nasıl askeri güç üzerinden varlığını sürdürüyorsa, Kürt illerinde de aynı şekilde silaha dayalı olarak varlığını sürdürüyor. “Evet” çıkması zaten faşizmin tam anlamıyla kurumsallaşması, son çivinin çakılması anlamına gelecektir. Bununla beraber Erdoğan rejimi kendisi için tehlike olarak gördüğü kesimleri hedef alacaktır. Nedir bunlar? Meclis’ten idam cezasını geçirecektir. Rejim daha otoriterleşecektir, belki parlamentoda göstermelik iki parti kalacaktır. Zaten devletin bütün kurum ve olanaklarını kullanacağı için, istediği zaman parlamentoyu feshetme yetkisinde bir başkan olarak kendi rejimini daha da derinleştirecektir. “Hayır” çıktığı durumda, nasıl 7 Haziran sonuçlarını kabul etmediyse, referandum sonucuna da müdahale edecektir, erken seçim sürecini başlatabilir. Erdoğan, sürekli olarak biz Batı’ ya muhtaç değiliz, ABD’ ye muhtaç deği-
liz söylemlerini kullanıyor. Eğer Erdoğan Rusya eksenine girerse,bu darbe mekaniğinin tekrar devreye girmesine yol açabilir ve bir iç savaşı tetikleyebilir. Bu ihtimal her daim vardır. 15 Temmuz’da gördük, yüzde 5’lik yüzde 6’lık bir organizasyon memlekette neler yapabildi. Emir-komuta zinciri içinde, doğrudan ABD’nin yönlendirdiği bir darbe pratiği Türkiye’de hayat bulabilir. Ama bizim açımızdan şöyle demek lazım tabii; biz işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin çıkarları açısından meseleye bakarız. Egemen güçlerden birinin pozisyon değiştirmesi bizim için temel bir belirleyen değildir. “Hayır” diyen çizgi bizim açımızdan, Gezi direnişini oluşturan kitlenin yan yana gelişidir, CHP ve HDP kitlesinin. Biz öyle görüyoruz. Bu da Türkiye nüfusunun yüzde 40’ına tekabül eder aslında. İyi bir çalışmayla yüzde 50 zorlanabilir. Türkiye’ de toplumsal muhalefetin ve devrimci siyasetin gelişmesi açısından yeni bir hareket alanıdır. Bu koşullar altında Türkiye’de sosyalistlere, devrimcilere ciddi görevler düşüyor. “Hayır” seçeneğini büyütmek, “Hayır” seçeneğinin başarısı için uğraşmamız gerekir. Bu, devrimci siyasete yeni bir hareket alanı sağlayacaktır. Devrimci siyaset bu olanakları görerek, bu alanları genişletmeli ve politikada daha aktif var olmalıdır. Bu mücadele sürecinde tarihsel olarak, politik olarak haklı olan bizler, devrimcileriz. Bu haklılık ile işçi sınıfının, ezilenlerin, emekçilerin güvenini kazanarak bu süreci en güçlü şekilde göğüslemek göreviyle karşı karşıyayız. Bu görevle bütün emek, demokrasi, özgürlük güçleri yan yana olmak durumundadır.
Sibel UZUN Emekçi Hareket Partisi Genel Başkanı
egemenlik hepimizin!
B
ugün, “Evet” cephesi giderek sıkışmış durumda. Bu sıkışıklığı aşmak için yeni gerilim alanları arıyor. 15 Temmuz sonrası bu gerilim alanlarından bazılarını sıralarsak: “İdam”ın yeniden gündeme getirilmesi, Taksim’e camii, Kürt siyasetçilerine dönük baskılar ve seçilmiş siyasetçilerin tutuklan-
15
sosyalistlere sorduk ması… Bu gerilim alanlarına rağmen, kendi işlerine yarayacak bir “iç savaş” bağlamına, onları başkanlığa taşıyacak bir gerilime hâlâ ulaşamadılar. Hollanda ile patlak veren gerilimi adım adım ilerletmeye çalışıyorlar. Bu durum, çok sıkıştıklarının alameti. Şu açık ve onlar tarafından da farkediliyor ; “Hayır” çok güçlü durumda. Sağın ve kendi tabanlarının “Hayır”a yakın durması da çok önemli bir faktör. Bunu aldığımız verilerden, propagandif açıdan çok zayıf kalmalarından gözlemliyoruz. Aslında “Evet”i anlatmanın derdine de pek düşmüyorlar. Anlaşılsın da istemiyorlar çünkü yapmaya çalıştıkları şeyi anlattıkça batıyorlar. Binali Yıldırım, anlatmaya çalıştıkça kendisini rezil edecek durumlara düşüyor. Bolu Beyi’ni övüyor, “abidik gubidik başbakan” ifadeleri kullanıyor. Tablo onlar için çok fena. Başkanlık, ülkenin istemediği bir gerçek. Bizim lehimize de şöyle bir olumlu durum var: “Hayır” diyenler birbirine çabuk kenetlenebildi. Her ne kadar herkes kendisini farklı ifade ediyor olsa da bir arada durmaya çalışıyor. Yani “Hayır” cephelerinin, birliklerinin kurulduğu, ivmenin gittikçe bizden yana yükseldiği bir durum var. AKP; “Bu rejim değişikliği değil, sistemin yeniden dizaynıdır” diyor. Bu zaten üstünü örtme çabalarından bir tanesi. Bu örtme çabasına karşılık sol herkese hitap eden şekilde konuşmalıdır. Bilinen tabiriyle TBMM’de büyük harflerle yazan, egemenliğin, kayıtsız şartsız halkta olması gerçeği, halkın en çok sahiplendiği şey. Bizim açımızdan da egemenlik hepimizin. Egemenliğin, cumhuriyet ile birlikte padişahtan alınmış halinin bizden alınıp tekrar padişaha verildiği bir rejim değişikliği. Bunun adıyla sanıyla, egemenliğin kayıt ve şart altına alınması. Kimden yana? Tek kişiden yana. Burada üzerinde duracağımız en önemli sorun alanı, bundan sonra halkın problemlerini nasıl çözeceği. Önceden; bakanıyla, hakimiyle, savcısıyla çözenler, birdenbire Saray’a mı ulaşacak, nasıl olacak? Biz kadınlar mesela, 6284 Sayılı Koruma Yasası yaptık, bunu bakanla yaptık. Kadınlar ölüyor, kadınlar korunmuyor ve giderek daha korkunç şekillerde biz bunu yaşıyoruz diye zamanının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’na –bizim kabul etmediğimiz, Kadın Bakanlığı olması gerektiğini düşündüğümüz bakanlık- gittik. Yasanın ne şekilde olduğunu söyledik ve onlar da bizi kabul ettiler, oturduk, konuştuk,
Biz Gezi’yi rehber alacaksak, Gezi’nin bileşenleri neyse, onu bir araya getirecek bir acarlığı göstermeliydik fakat bunu göstermek konusunda çok geciktik. Yine de bu derleniş çok da fena değil. Biz Demokrasi İçin Birlik içinde yer alarak aslında bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu da CHP ve HDP olmaksızın olacak bir iş değil. CHP’nin ve HDP’nin var olmadığı herhangi bir muhalefet biçimi yerine oturmuyor. tartıştık 6284 Sayılı Yasa’yı biz bakanla ve kadın örgütleri ile birlikte ortak bir çalışmayla üretebildik. Bu, tamamen ortadan kalkmış oluyor. Cumhurbaşkanının bütün kararları verdiği bir durum olduğu gibi herhangi bir denetim mekanizması da yok. Aslında bugüne kadar var olan, fiili uygulamalar bize gösteriyor; referandumda “Evet” diyecek olursak dört başı mamur bir şekilde faşizmin uygulamaları yasalaştırmış olacak. Bu yüzden tek çare “Hayır”ın çıkması. Bu sürece Gülen Cemaati ile uzun yıllara dayanan bir ittifakla gelindi. Cemaat, sadece AKP ile değil bütün sağ partilerle iş yürüttü. Darbecilerin de işine yarar bir tarzda. 2002’de Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkışıklıktan AKP faydalandı. Bu süreçte pek çok kesimin desteğini aldı. Çıkar çatışması başladığı anda birbirlerine darbe yapma noktasına geldiler. Gözlerini oyarcasına birbirlerine saldırdılar. Buradan şunu anlıyoruz ki; birbirlerinin ayaklarına bastıklarında çok ciddi bir bölünme, çatışma noktasına geliyorlar. O yüzden bugün AKP, etrafındakilerle köprüleri attığı için yanında yöresinde birilerinin kaldığını pek söyleyemeyiz. Tam bu noktada MHP’nin konjonktürel görünen ittifakı devreye girdi. MHP, öncesinde başkanlığa çok köklü itirazı olan, tabanını başkanlık karşıtı bir şekilde hazırlamış bir parti konumundaydı. Bu ittifakın üç günlük ömrü var. Bu yeni durumla MHP bitiş hikayesini de yazmış oldu. Bugün Meral Akşener’in köklü itirazlarla bu tabana seslendiğini görüyoruz. Saadet Partisi de benzer durumda. Mütedeyyin-muhafazakar kesimim aklıselim bir “Hayır” çalışması yaptığını görüyoruz. Buradan anlaşılıyor ki sağın çok güçlü bir blok gibi görünmesi hikaye! Bu yaşananlar sağın hiç de yekpare bir blok olmadığını apaçık gösteriyor. AKP, sağın ideolojik arka planını oluşturan İslam-İslamcılık konusunda çok kötü bir sınav verdi. İslamcılığın yavaş yavaş kendini AKP’den, IŞİD’den, ci-
16
hatçılardan ayırdığını tespit etmek gerekiyor. O yüzden AKP’nin işine yarayan mütedeyyin kesimdense milliyetçiler. Bölge fatihi olan AKP, orada at koştururken her zaman “Aman bizim ülkemiz Suriye topraklarında öyle güçlü işler yapıyor ki…” gibi bir duygu yaratıyordu. Ama bu, artık bir sınıra geldi. Suriye topraklarında herhangi bir şekilde başarı elde edemiyor. Rusya’nın uçağını düşürüp, kendi domatesini satamaz hale gelip, Rusya’dan özür dilediğinde Numan Kurtulmuş, “Başımıza ne geldiyse Suriye politikasından geldi” diyorsa, dış politikada iflasa gittikleri açık. Memleket evlatlarının, hiç bilmediği yerlerden cenazeleri gelmeye devam ediyor. “Biz niye ordayız, niye cenazelerimiz geliyor” soruları soruluyor. Bunlar, kabul edilemez şeyler. ABD ve Rusya’nın anlaştığı durumda, PYD’nin ve Kürtler’in orada bir aktör olarak gittikçe ilerlediği durumda, AKP’nin o topraklardan çekilmesi bekleniyor. Böyle olunca, AKP’nin dış politikasının gittikçe gerilediğini görülüyor. Şimdi Ortadoğu’da bu pozisyondayken milliyetçilik politikasının objektifinin Avrupa’ya döndüğünü görüyoruz. Avrupa’yla da durum çok çarpışmalı. AKP’nin şu an Avrupa düşmanlığı üzerinden pohpohladığı milliyetçilik duygusundan eline bir şey geçecek mi? Geçmeyeceğini görebiliriz. Bir kısım kararsızı kazandık, Avrupalılar’a da “Nazi” dedik; Merkel’e de lanet olsun söylemleri… Hep hamaset. Bizim için ise önemli olan toplumun yüzde 95’ine hitap edebilmek. Solun hitap edeceği kesim yüzde 5 değil. AKP’nin içindeki taban ve kararsızlar çok önemli. 7 Haziran’da kararsız insanlar AKP karşısında, başkanlık karşısında yer aldı. Bu kararsız insanlar irrasyonel değil, rasyonel bir toplam. Bizim 7 Haziran öncesi zamanlarda olduğumuzu aklımızdan çıkarmamız gerekiyor. Sol, bazı şeyleri yapmakta geç kaldı. Oysa daha atletik, daha dinamik olabilir; gözünü daha çok açabilir.
sosyalistlere sorduk Sonuçta biz, Gezi’yi rehber alacaksak Gezi’nin bileşenleri neyse onu bir araya getirecek bir acarlığı göstermeliydik. Fakat bunu gösterme konusunda çok geciktik. Biz Demokrasi İçin Birlik içinde yer alarak aslında bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu da, CHP ve HDP olmaksızın olacak bir iş değil. CHP’nin ve HDP’nin içinde var olmadığı herhangi bir muhalefet biçimi yerine oturmuyor. Her ne kadar CHP’nin ve HDP’nin yan yana gelişi tartışmalı olsa da sosyalistler burada ne yapıp edip bu dinamikleri bir araya getirecek bir rol oynamalıydı/oynamalı. Bu cumhurbaşkanlığı seçiminde de bir fırsattı; 7 Haziran’da da çok önemli bir fırsattı. Ama tüm bu aşamalarda
solun tam olarak rolünü oynamadığını gördük. Yine de 7 Haziran’dan bugüne, ciddi hesaplaşmaların, değerlendirmelerin sonucunda, “Hayır” birliklerinin oluştuğunu düşünüyorum. Bunun en somut halini biz, 8 Mart’ta gördük. Türkiye’deki kadınlar “Hayır”larla, aynı zamanda Uluslararası Kadın Grevi’ni de destek vermek için 8 Mart’ta alanlarda bir araya geldi. Bu, iyi bir aşamaydı. Buradan devam etmeliyiz diye düşünüyorum. Nasıl daha öncesinde Gezi, Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 7 Haziran gibi bir değişim olduysa, “Hayır” çıktığında da hiç yabana atılmayacak bir değişim olacak. 7 Haziran’ı çok aşan bir değişim olacak. Türkiye’de pek çok
şeyin yerinden oynayacağını, siyasetin bütünüyle değişeceğini düşünüyorum ve bu, AKP’nin en büyük korkusu. Çok ciddi bir korku ve bu yargılanmaları, MHP tabanındaki değişim ile birlikte iktidarın yerle bir edilmesini getirebilir. Toplum, çok büyük özgüven kazanacak. Ayrıca, her türlü rezil provokasyona başvurulabileceğini görerek son ana kadar sandık güvenliğinin sağlanması çok önemli. Bu provokasyonları her ne kadar rezilce yapıyor olsalar da sonunda hüsrana uğruyorlar. Biz onları boşa çıkaracak bir uyanıklıkta olmalıyız. Sandıklara son dakikaya kadar sahip çıkmamız gerekiyor. Bu açıdan, hepimizin yolu açık olsun.
Kezban KONUKÇU Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) Temsilcisi
yanları bu çizginin en görünenlerinden oldu. Bu gidişatın Türkiye’ye yansımasında çözüm süreci, demokratikleşme olur mu umudunun yükseldiği bir moment oldu. Kürt Siyasi Hareketi açısından, karşı tarafı zorlayarak oluşan süreç, bir taraftan da AKP Hükümeti açısından bir oylama süreciydi. AKP, 7 Haziran’da kendi cenaze törenini görmüşçesine karşı saldırıya geçti. Bu ülkede demokratikleşme gerçekleştiğinde bunun kendi sonunu getireceğini gördü. Bundan sonrası için de faşizme doğru derinleşme ve kurumsallaşmanın olacağını öngörebiliriz. “Evet” bu sürecin en önemli uğrağı. Bu süreç Erdoğan’da cisimleşiyor ve iki önemli hedefi bulunuyor: güçler ayrılığı prensibini ortadan kaldırmak ve tekleştirmek, meclisi ve parlamentoyu işlevsizleştirmek. Finans kapitalin çok özel çelişkileri ve faşizmi inşa etmeye gerek duyacak büyük gerilimleri yok. Finans kapital egemenliğini sürdürüyor. 15 yıllık iktidara baktığımızda, yeşil sermayenin birikim yapmakla birlikte büyük bir palazlanma yaşamadığını söyleyebiliriz. Şu anda egemenlerin en önemli ittifak noktası Kürt meselesi… Bahçeli’yi yanlarına almalarında, geleneksel orduyu, Ergenekon’cu denilen ordu kesimini yanlarına almalarındaki en önemli etken Kürt meselesi; amaç Kürt Siyasi Hareketi’nin ezilmesi ve kazanımlarının geri alınması… Bu yeni ittifak, dengelerin değişmesi ile yeni biçimler alabilir. Aralarında bazı çelişkiler olabilir, bu ezilenlerden, halklardan doğru bir olanak açabilir. Ama hâlâ Kürt meselesi, birleştiriciliğini koruyor. İdeolojileri ise çok da sağlam bir
fetret devri
R
ejim değişikliği tartışmalarında referandum bir dönüm noktası… Rejim değişikliği meselesi ise AKP Hükümeti’nin önünde duran bir mesele değil, onun ciddi rol aldığı bir mesele. Aslında biz şu anda 90 yıllık Cumhuriyet’in karşı karşıya kaldığı ciddi bir kriz yaşıyoruz. İdeolojik olarak Kemalizm ve kendisini Kemalizm ile var eden sistem ciddi anlamda yıprandı. Vesayetini gerilettik denen Ordu’nun, devletin sahipliğinden el çektirildiği bir süreç yaşanıyor ve devletin sahipliği üzerinden bir gerilim sürüyor. Siyasal İslam işte burada devreye giriyor;
üstelik bu durum, dünyada neoliberal politikaların tıkanmasıyla doğrudan bağlantılı. Tüm dünyada neoliberal politikalar tıkandı ve buna bağlı olarak kapitalist sistem kendisini yeniden üretme sancısı yaşıyor. Tabi ki bunun Türkiye’ye de yansımaları oluyor. Dünya’ da sağ popülizmin yükselişi olarak açığa çıkıyor. Tıkanıklığını başka türlü aşamayan bir kapitalist sistem. Bizim 21. yüzyıl sosyalizmi dediğimiz, ezilenlerin ortaya koymaya çalıştığı bir çizgi var. Henüz tam olarak ışık olamasa da, Latin Amerika’da, Avrupa’da bunun işaretleri var. Arap is-
17
sosyalistlere sorduk temele dayanmıyor. Bu anlamda pragmatik ve gelgeç bir ideolojik yan yana geliş var. AKP, MHP ile bile değil, Bahçeli ile ittifak yapmış durumda. MHP tabanında büyük bir “hayır”cı topluluk oluştu. BBP, merkezi “evet” açıklaması yapar yapmaz , “Biz, hayırcıyız nereden çıktı bu” sesleri yükseldi. Bu ideolojik yan yana gelişin dikiş tutturamadığının bir göstergesi. Bunu bir çözülme olarak da görebiliriz, o yüzden bu süreci “fetret” devri olarak tanımlıyoruz. Eski çürüyor, yozlaşıyor, yeni olan da henüz kendisini ortaya çıkaramıyor. Biz 90’lı yıllardan beri mücadelenin içinde olan insanlar olarak hep şunu söyleriz: gerilim noktalarında bulunabilmek, olası patlama noktalarını tutabilmek, sınıfın içinde ya da ezilenlerin içinde kritik noktaları tutabilmek gerekir. Şu an çok somut bir karşılığını yaşıyoruz. Eğer 17 Nisan’da ya da sonrasında gelişecek süreçte bizim hazırlığımız iyi olmazsa, söz söyleme olanağımız çok kısıtlı olacak. Biz, Gezi’ de yapamadıklarımızın bedelini ödediğimizi biliyoruz. Gezi’ den sonra kalıcı örgütlenmeler konusuna çok vurgu yaptık. 21. yüzyıl sosyalizminde ciddi deneyimlerin; kendi mantıksal sonuçlarına henüz ulaşmamış olsa da çeşitli toplumsal kesimlerin, halkın öz örgütlerinin ortaya çıkabileceğini ve dünyaya umut ve model olacak seviyeye gelmese de umudun orada olduğuna dair fikrimizi paylaştık. Gücümüz, yaklaşımlarımızı bir araya getirdiğimizde durumumuz ortada. SODAP olarak yaptığımız tartışmaların sonunda, bu süreçte, bulunduğumuz her yerde bir araya gelme olanağını sonuna kadar zorlamaya karar verdik. Meclis ya da platform olarak tüm güçlerin bir araya gelmesi önemli. Biz HDP bileşeniyiz ancak sadece HDP bileşenleri ve ona yakın duranları değil, CHP’lileri ve hatta belli yerlerde Saa-
Gezi’ den sonra kalıcı örgütlenmeler konusuna çok vurgu yaptık. 21. yüzyıl sosyalizminde ciddi deneyimlerin; kendi mantıksal sonuçlarına henüz ulaşmamış olsa da çeşitli toplumsal kesimlerin, halkın öz örgütlerinin ortaya çıkabileceğini ve dünyaya umut ve model olacak seviyeye gelmese de umudun orada olduğuna dair fikrimizi paylaştık. det Partisi’nden “hayır” diyenleri de bir araya getirebilecek Hayır Meclislerini, Hayır Platformlarını örgütlemek gerekir. Referandumda “hayır” çıksa bile bizim önümüzde çok ciddi sorunlar ve görevler olacak. “Hayır”ın kabul edilmeme olasılığı, sivil faşist güçlerin, paramiliter güçlerin ortaya salınması olasılığı; tüm bunlara karşı her anlamda örgütlü olmak gerekliliği üzerinden yukarıda bahsettiğim meclislere çok önem vermek gerekiyor. Sadece merkezi birlikler ya da oluşumlarla bu süreci sürdüremeyiz. Referandumdan “hayır” çıkması çok önemli bir sonuç olacak, çok önemli bir mevzi kazanmış olacağız, moral olacak. Böylesi dönemlerde, geniş kesimlerin morali çok önemli. “Hayır” bize moral kazandıracak. Ancak söylediğim gibi, faşizmin kurumsallaşabilmesi için diğer başka mekanizmaların hızla devreye sokulması anlamında, belki de çok daha zor bir sürecin içine gireceğiz. Buna da hazırlıklı olmamız gerekiyor her anlamda. O paramiliter güçlere karşı güvenliğimizi almak, halkın örgütlülüğünün kalıcılaşması için elimizden geleni yapmak gerekiyor. Ve son düzlükte özel bir şey yaşamazsak, inanıyorum ki “hayır” kazanacak. Anketlerle birlikte çeşitli başka somut durumlar var; sağ tabanda bir kafa karışıklığı, soru işaretleri var. “Yine gidip kendi istediğim partiye oy veririm ama bütün yetkinin tek adamın elinde toplanması ne kadar doğru” diyen bir kesim var.
Eylem TUNCAELİLİ Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü
bir “hayır” yeter! Bugünkü iktidarın geleneksel güçlerinin erki paylaşmamak için attıkları adımların yarattığı mağduriyet, AKP’nin geniş halk kesimlerinin desteğini almasına sebep oldu. Bununla birlikte zaten 1980 Faşist Darbesi demokrasiden yana olan tüm muhalif kesimlere karşı siyasal islamı güçlendirmişti ve siyasal islamın örgütlenmesi
için ciddi olanaklar sunmuştu. AKP, ilk yıllarında çeşitli cemaatlerle güç birliği yaparak iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştı. Ancak güçlendikçe her geleneksel iktidar sahibi gibi bu gücü paylaşmamak için ittifaklarını bozup ve hatta ittifak yaptığı güçleri düşman ilan edip tek belirleyici güç olmaya yöneldi. Diğer yandan da emek-
18
Ortadaoğu’dan gelen işaretler, Avrupa ile olan ilişkilerde gelinen durum; bütün bu durumları kendi lehlerine çevirmeye çalışsalar da bir itibar kaybı var. Bütün bunlara rağmen şu da bir gerçek; söylemlerinin karşılık bulacağı bir zemin de var. İnsanlar çok akıllı, AKP’ ye aptal insanlar oy vermiyor. Soruyorlar, sorguluyorlar fakat ekonomik durumları net değil, anlık çıkarlarını düşünüyorlar çoğu zaman. Yani bu insanlar aptallığından ya da müşkülleştirdiklerinden dolayı oy vermiyor, bir makarna bir kömüre oy vermiyor. Bu böyle bir denklem değil. O yüzden 15 Temmuz’da sokağa çıkan insanları çok aşağıladılar, bunlar da çıktılar bir adamın peşinden gittiler meselesi değil bu. Aynı zamanda orada epey bir insan da askeri darbeye karşı sokağa çıktı. Bizim bunu görmemiz gerekiyor. İnsanlar bunu da sorgulayabilecek bir yerdeler. Bizim umut olmamız gerekiyor, sosyalistlerin umut olması gerekiyor. Gelir adaletsizliği meselesi, demokrasi meselesi üzerinden tartıştırabilmesi ve örgütlenebilmesi gerekiyor. Ekonomik krizin kendisinin derinleşmesi, gelir adaletsizliği, eşitlik meselesini de öne çıkabilir ve önemli bir tartışma konusu olabilir. İşçi sınıfındaki tepkiler ne olabilir, bunları görmek gerekiyor o süreçte, bunlara da hazırlıklı olmak gerekiyor. Ama görünen o ki süreç, daha çok demokrasi meselesi üzerinden ilerleyecek. sermaye, doğa-sermaye çelişkilerinde iktidar, tavrını her daim sermayeden ve kendi çıkar gruplarından yana koymakla kalmadı; örgütlü emeğin üzerine de gözü dönmüşçesine gitti. 14 yıllık iktidarı boyunca AKP’nin en ciddi saldırıya tabi tuttuğu alanlardan biri de yaşam alanlarımız oldu. Havamız, suyumuz, topraklarımız AKP’nin rant hırsıyla talan ediliyor. Bugün, siyasi iktidar, kendi elleri ile yarattığı krizi bahane ederek yeni bir rejim inşa etmek istiyor. Milliyetçi/
sosyalistlere sorduk
muhafazakar siyasetini kurumsallaştırmak için devleti yeniden yapılandırma yoluna giriyor. Bu referandum adımı da Türkiye’nin mevcut anayasasını reforme etmek, daha demokratik karaktere kavuşturmak için değil devletin daha baskıcı, tekçi ve demokrasiden uzak bir şekilde yapılandırılabilmesi için gündeme getirildi. İktidar, dayatmakta olduğu anayasa değişiklikleri ile yönetimi tek bir kişiye devretmeyi ve sivil diktatörlüğe hukuki zemin yaratmayı amaçlıyor. İçinde bulunduğumuz durum; sözün, yetkinin, kararın toplumun en geniş kesimlerince kullanılabileceği olanakların yaratılmasıyla aşılabilir ve biz de bunun mücadelesini veriyoruz. Demokrasi, dengeler ve denetimler mekanizmasıdır. Önümüze konulan değişiklik bu mekanizmanın tüm bileşenlerini tarumar etmeyi hedefliyor. Bugün karşı karşıya kaldığımız siyasi krizi, daha fazla merkezileşerek, otoriterleşerek, baskıcı, faşist uygulamaları devreye sokarak değil, demokratikleşerek ve merkezin yetkilerini dağıtıp yerel siyaset kanallarını genişleterek aşmanın mümkün. Paketteki değişikliklere baktığınızda ne çoğulculuktan ne katılımcılıktan ne yerellikten ne şeffaflıktan ne bağımsız yargıdan ne de özgürlüklerden
bahsedebiliriz. Tek adamın sınırsız yetkisini, tek adamın sınırsız dokunulmazlığını ve tek adamın sınırsız özgürlüğünü tanımlayan bu pakette halkların yararına hiçbir şey bulunmuyor. 2013 Gezi Direnişi, iktidara karşı en güçlü itirazdı. Hem sokaktan yükselen direnişin bastırılması hem de iktidar bloğu içerisindeki çıkar çatışmasının sonlandırılabilmesi için tüm gücün tek elde toplanması haricinde bir çözüm bulamamışlardı. 15 Temmuz Darbe Girişimi, amaçlarına ulaşmak için kendilerinin belirttiği gibi “Allah’ın bir lütfuydu”. Bu olanağı kullanarak OHAL’in ilanını takip eden süreçte çaldıkları minareye önümüze getirdikleri referandumla kılıf aramaya çalışıyorlar. Biz, Anayasa değişiklik paketinin meclisten geçmesinden sonraki süreci üç aşamalı programladık. Referandum gündeme geldiğinde “Hayır” diyen kesimlerde umutsuzluğun olduğuna dair veriler mevcuttu. Önce umudun tekrar yeşermesi için uğraş verdik. Bu dönemi “Meclisten geçti, halktan geçmeyecek” teması ile örmeye çalıştık. “Hayır” diyen bizler daha kalabalığız, argümanlarımız çok daha güçlü. Üstelik siyasi iktidarın gözü dönmüşçesine oraya buraya saldırması da toplumun vicdanında
19
derin yaralar açmaya devam ediyor. Bu nedenle umudun örgütlenmesi birincil ihtiyaçtı. İkinci aşamayı sokağın örgütlenmesi olarak tanımladık. Demokrasi İçin Birlik Hareketi, Emek ve Demokrasi için Güç Birliği daha geniş kesimlere ulaşmamızda, daha fazla bir arada durabilme yetisi geliştirmemizde önemli sac ayaklarından oldu. Ancak umduğumuz ya da planladığımız kadar etkin kullanamadığımız da bir gerçek. Birlik Hareketi, Güç Birliği, HDP ve HDK dahil olmak üzere bulunduğumuz her platformda gücümüz oranında katkı vermeye çaba gösteriyoruz. Bu referandumda nedenleri birbirinden farklı olan “Hayır”ları sandıkta buluşturacağız. Bir nevi Gezi’deki renklilik gibi… Bu nedenle kutuplaştıran, ötekileştiren ve düşman ilan eden söylemlerden arınmış bir dil kullanıyoruz. Yeşil Sol Parti olarak, ağırlıkla kararsız seçmenler ve “Evet” demeyi düşünen seçmenler üzerinde çalışmaya karar verdik. Mümkün olan en geniş kitleyle temas etmeye özen gösteriyoruz. Bu noktada da sokağın sesini önemsiyor ve orada olmanın etkisini kullanmaya çalışıyoruz. İstanbul, İzmir, Bursa, Antep, Kırklareli, Ankara, Ordu, Samsun ve daha birçok ilde kent meydanlarında stantlar açmaya, her semt pazarında var olmaya ve temas ettiğimiz insan sayısını arttırmaya özen gösteriyoruz. Üçüncü aşama ise 16 Nisan sonrası. Biz, toplumun vicdanına güveniyor, referandumdan güçlü bir “Hayır” çıkmasının önemine inanıyoruz ve “Hayır” sonucunu çıkarmak için gerekenleri yapmaya çalışıyoruz. Bu nedenle “Bir Hayır Yeter” diyerek her birimizin kendi sesi ile sokakta olacağını, yerelindeki tüm çalışmalara katılacağını biliyoruz. Nihayetinde referandum sonucunun “Hayır” olacağını düşünüyoruz. Buna rağmen 16 Nisan sonrası stratejilerimizi belirlerken referandumun ertelenmesi ve “Evet” çıkması ihtimallerini de göz ardı etmiyoruz. Demokrasinin inşası referandum sonucundan bağımsız olarak sürdüreceğimiz uzun soluklu bir mücadeledir. Yaşamın her alanının demokratikleştiği, tüm kesimlerinin kendini ifade edebileceği, barış içinde birlikte kendi özgünlükleriyle yaşayabileceği bir ortamı var etmeliyiz ve asla çoğunluğun azınlığa kendini dayatmasına izin vermemeliyiz. Birlikte kazanacağız.
muhalefetin meclisleri
Birleşik Haziran Hareketi / Halkların Demokratik Kongresi
‘hayır’ dalgaları Haziran Yürütme Kurulu ve CHP PM Üyesi Dr. Canan Kaftancıoğlu ile Haziran Meclisleri’ni, referandum çalışmalarını, Türkiye’de toplumsal muhalefet hareketini ve 17 Nisan sonrası solun geleceğini konuştuk.
Söyleşi: Yılmaz YÜCEL Haziran Hareketi nasıl bir referandum çalışması yürütüyor? Haziran Hareketi olarak, referandum kararı meclisten geçer geçmez kampanya hazırlıklarımıza başladık. Referandum boyunca izlenmesi gereken yolu kararlaştırdık. Bu yolu renklerle isimlendirdiğimiz “Dalgalar Kampanyası” adıyla meclislerimize ilettik. “Kırmızı Dalga” ile başladık. Bu aşamada siyasi iktidarın amaçlarını değiştirilmek istenen maddeler üzerinden anlatmayı hedefledik. Bölge ve meclis buluşmalarında konferans ve panellerle örgüt içi eğitimimizi tamamladık sayılabilir bu dönemde. Sonrasında “Mavi Dalga” ile -umudun rengi maviyle- Türkiye’nin birçok yerinde ve yurt dışında sokak çalışmalarına sokakta hayırın örgütlenmesi çalışmalarına başladık. Topluma, “Evet” oyunun bizden neler götürebileceğini anlattık. Bu çalışmaları yaparken insanların düşüncelerinin “Hayır” yönünde değiştiğini gözlemledik. Haziran, bu bağlamda bu çalışmayı yapan en etkili güçlerden biri. “Hayır” çalışması yapan birçok kesime dönük yoğun baskılar var. Haziran’a yönelik baskıların da giderek artmış olmasının gerekçesi bu yaygın çalışma diye düşünüyorum. Birçok yerde Haziran’ın çalışmaları valilikler tarafından engellendi. Birçok arkadaşımızın çalışması şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Haziran’ın sokakta görünür olmasından duyulan rahatsızlığın yansımaları bunlar. Tüm bunlara karşın “Hayır” çalışmalarını güçlendirmeye devam ediyoruz. Referandum
20
günü, sandıklara sahip çıkmak için de “Hayır ve Ötesi” çalışmalarını destekliyoruz. Tüm bu çalışmaları, 16 Nisan akşamına kadar, olabilecek en yüksek inanmışlık ve performansla sürdüreceğiz. Çalışmalarımızın sandıktan “Hayır” ın çıkmasına büyük katkısı olacağına inanıyorum. Haziran’ın “Hayır” kampanyası ne kadar genişledi ve nerelerde yankı buldu? Haziran’ın en büyük gücü meclisleri. Tüm Türkiye’de ve yurt dışında kurulmuş olan il, ilçe ve mahalle meclislerimiz üzerinden çalışmalar yaparken yine bu süreçte kurulan yeni meclislerde referandum çalışmalarına dahil oldu. Amacımız ulaşabildiğimiz her yerde Haziran meclislerinin kurulmasını sağlamak ve çalışmaları memleketin her köşesine yaymak. Örneğin İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde ilçe meclislerine ek olarak mahalle meclisleri; İç Anadolu, Akdeniz, Karadeniz bölgelerinde ve Doğu Anadolu’nun birkaç şehrinde ise yeni Haziran meclisleri kuruldu. Yeni kurulan meclisler de anında çalışmaya dahil olabiliyor ve işleyiş mekanizmalarımıza hızla katılabiliyor. “Evet” oyu kullanacağını tahmin ettiğiniz kesimlerden ve kararsızlardan çalışmalarınıza ne tür tepkiler alıyorsunuz ? Haziran, yapısı gereği farklı siyasi partileri içinde barındıran bir hareket. Ayrıca herhangi bir siyasi partiyle bağı olmayan insanları da kapsıyor. Bu örgütlenme, birtakım siyasi farklılıkları birbirine
‘hayır’ dalgaları dayatmayan bir tarzla yol almaya çalışıyor ve bu anlamda da toplumsal muhalefeti örgütlemenin bir adresi olarak değerlendiriliyor. Çalışmaların içinde yer alan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki kamuoyundaki algılanma biçimimiz oldukça iyi. Ve bu meclislerde yer alan arkadaşlar özellikle, %14-17 civarında olduğu tahmin edilen kararsızlara gitmeye çalışıyor. Bu çalışmalar sırasında edindiğimiz şöyle bir gözlem oldu: Sandığa gitmeyi düşünmeyen topluluğun önemli bir çoğunluğu, eğer sandığa giderlerse “Hayır” oyu vereceklerini söylüyor. Biz, bu kesimleri sandığa gitme konusunda ikna çabası içindeyiz ki bu anlamda başarılı olduğumuz çok sayıda örnek de var. Sizce toplum referanduma nasıl bir anlam atfediyor? Geçmişte yaşanan seçim süreçlerinin içinde yer almış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki toplum, referandumu beklediğimden daha çok önemsiyor. Önceki referandumda AKP Hükümeti bazı vaatler sunmuştu; “vesayeti kaldıracağız” gibi… Toplum, o dönem yine de referandumu bugünkü kadar önemsememişti. Şimdi ise geçmişte AKP’ye ve MHP’ye oy verenler dahi eleştirel bir bakışla referanduma ilgi gösteriyor. Bu referandumun ekonomik sorunlara çözüm olmayacağını düşünenler, Türkiye’nin önüne yeni bir yol açamayacağını düşünenler var. Bu insanlar benim hiç de tahmin etmediğim insanlar. Toplumun en temel hayır gerekçeleri neler ? Herkesin hayır gerekçesi çok farklı. Her hayır gerekçesi de elbette çok kıymetli. O kadar ilginç hayır gerekçesiyle karşılaştık ki… Örneğin bir panelde yaşlı bir amca şunları söyledi: ‘’Ben Erdoğan’ı çok seviyorum. Erdoğan benim için kim ne derse desin kıymetli biri ama onun etrafında öyle çakallar var ki ve bunlar istiyorlar ki Erdoğan çalışsın onlar yesin. Bir insana da bu kadar yük yüklenmez. İşte ben bunun için ‘Hayır’ diyeceğim” dedi. Kimileri de “Erdoğan’ın çok yorulduğunu, diğerlerinin yattığını düşündüğü için ‘Hayır’ diyeceğini” söylüyor. Geçmişte AKP’yi ya da MHP’yi desteklemiş olanlardan çok farklı “Hayır” gerekçeleri geliyor. Azımsanmayacak bir kesim, bu referandumda “Evet” demenin yaşadığı ekonomik ya da sosyal sorunlara herhangi bir çözüm sunacağını düşünmediği için
Referandumdan çıkacak olan “Hayır” bizler için bir zafer değil yeni bir başlangıcın ilk adımı olacaktır. Bu memleketin solcularının, sosyalistlerinin, devrimcilerinin nefes aldığı ve asıl mücadelenin başlayacağı bir tarih olacak. “Hayır” diyor. Cumhuriyetle, laiklikle derdi olmayan ancak bir dönem bugünkü evet bloğunu desteklemiş olanlar da bu referandumda milli duygularından ve hassasiyetlerinden hareketle “Hayır” diyorlar. Ancak bu geniş hayır yelpazesi içinde herhangi bir hayır gerekçesinin bir diğerinden daha baskın olduğunu söylemek çok da doğru olmaz. Haziran Hareketi dışındaki “Hayır” çalışmaları için ne söyleyebilirsiniz? Bu referandumda, çok da kurgulanmayan kendiliğinden gelişen bir “hayır stratejisi” ortaya çıktı. İktidar başından itibaren “hayırları” tek bir cephe gibi gösterip, “hayır”ı destekleyenlere “terörist” yaftası yapıştırdı. Bu politikayla “evet”i öne çıkarmayı kurguladı. Oysa “Hayır” çalışması yapan siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve çeşitli muhalif çevreler; kendi “hayır”larını örgütlemeye koyuldu. İhtiyaç duyduklarında; sokaklarda, parklarda, panellerde yan yana geldi. Bunun dışında her yapı kendi çalışmalarını sürdürdü. Bu çok kıymetli bir çalışma biçimi oldu. Ben buna “Hayır Dayanışması” diyorum. Siz, Haziran Hareketi’nin yürütmesinde olmakla birlikte aynı zamanda CHP PM üyesisiniz. Sizce referandumdan “Evet” sonucu çıkartılarak TBMM’nin de işlevsizleştirilmesi mi amaçlanıyor? Bir de Haziran olarak parlamento dışında meclisleşme çağrısı da yapan bir hareketsiniz. Parlamento dışı meclisler için Gezi dönemi sonrası da yoğun çağrılar yapılmıştı. Referandum sonrası bu tür meclisleşme faaliyetleri için neler söyleyebilirsiniz? Referandum sonrası konuşmamız gereken en önemli konulardan biri de bu mesele. Bizler CHP olarak ve ben Canan Kaftancıoğlu olarak; mevcut demokratik, parlamenter sistemin,
21
bütün aksaklıklarına rağmen düzeltilerek devam etmesi yönünde bir irade kullandık. Solcu, sosyalist, devrimci bir insan olarak; demokratik, parlamenter sistemi destekliyorum ama benim hayalim yerinden demokrasinin uygulanabildiği bir dünya ve toplum yaratmak. Biz, demokratik, parlamenter sistemi koruyalım; onun eksiklerini gediklerini parlamentodaki ve sokaktaki mücadeleyle düzeltelim. Başarabilirsek Paris Komünü’nde olduğu gibi, Fatsa örneğinde olduğu gibi daha ileri demokrasi örnekleri yaratabilelim. Şu anki muktedirin yaptığı gibi demokrasinin kazanımlarını topyekûn yok edecek değil yönetişim biçimlerini daha ileriye taşıyacak yollar bulabilelim. Bu anlamda Haziran; benim açımdan son derece önemli. Mecliste, elbette CHP’nin ve diğer partilerin, özgürlük ve demokrasi mücadelesi çok kıymetli. Bununla birlikte Haziran’ın yaratacağı bir dalga, toplumsal bir arada olma hali, Gezi’de yaşadığımız o ruh hali diyelim, işte bunu gelecek kuşaklara aktarmak da çok değerli. Bunların birbirlerini bütünleyen durumlar olacağını umuyoruz. En azından ben böyle umuyorum. Türkiye’de demokratik muhalefet güçlerinin birlik çalışmaları oldu, bu çalışmalar zaman zaman kesintiye de uğradı. 16 Nisan’da sandıktan “Hayır” çıkması durumunda demokrasi güçleri bakımından yeni yan yana geliş zeminleri açılabilir mi? AKP Hükümeti sandıktan “Hayır” çıkmasıyla hemen yerinden olmayacak. Referandumdan “Hayır” çıkmasını bir zafer olarak görmek yerine yeni bir başlangıç olarak görmek gerekir. Bu memleketin solcularının, sosyalistlerinin, devrimcilerinin nefes aldığı ve asıl mücadelenin başlayacağı bir tarih olacak. Geçmişte, sadece bizlerin beceremediği bir şey olarak görmediğim; birtakım siyasi sonuçların eseri olarak ortaya çıkan birleşememe hallerinin de aşılabileceği yeni bir tarih olacak. Türkiye’deki emek, dayanışma güçlerinin artık bir araya gelebileceği yeni bir alan olacak. “Referandumdan ‘Hayır’ çıktıktan sonra Türkiyedeki siyasi denge ve iklimin değişeceğini düşünüyorum. Geçmiş alışkanlıklarımızın ötesine geçen toplumsal taban tarafından da kabul edilebilecek bir siyasi atmosferin içine gireceğimizi düşünüyorum. Referandum sonrası çıkacak “Hayır” -iktidar cephesini kastederek söylemiyorum- Türkiye
‘hayır’ dalgaları siyasetinde yer alan bütün yapılar için bir değişim sağlayacaktır. Bu değişim de zaten bizleri aydınlık Türkiye’ye taşıyacaktır diye düşünüyorum. O değişim hepimiz için kaçınılmaz olacaktır. Bu alanda çalışmalar yapan, meclis fikri taşıyan, Demokrasi için Birlik (DİB), Halkların Demokratik Kongresi (HDK) gibi örgütlenmeler de var. Sizin dışınızda süren bu örgütlenmelerle nasıl bir etkileşim içerisindesiniz? 16 Nisan sonrasında nasıl bir bakışım öngörüyorsunuz? Açıkçası bu, bizim bugüne kadar da zaman zaman değerlendirdiğimiz bir durum. DİB için aynı şeyi söyleyemeceğim ama HDK ile Haziran’ın oluşumu, mekanizmaları birbirine çok benziyor. Sadece içinde barındırdıkları partiler, yapılar farklı. 16 Nisan sonrasına dair şunu düşünüyorum: -bu benim kişisel kanaatimdir ve tüm Haziran’a mal edilmesi doğru değildir.-Faşizmin ya da bugünün zaliminin yıkılmasına en yakın olduğu yerde, bizlerin ortaklaşabileceği alanlar olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. Benim umudumu ve mücadele azmimi artıran şey de zalime karşı farklılıklarımızın değil ortaklıklarımızın bizim yan yana gelme zeminlerimizi çoğaltacağına dair inancımdır. Bu bağlamda DİB’le, HDK’yle, Emek Demokrasi için Güç Birliği’yle Haziran arasında tam olarak pratik bir yan yana geliş olmasa da ortaklıkların daha çok hissedilmeye başlandığını ben görüyorum. Karşıda zalim olunca ortaklıklar da yan yana gelişler de çoğalıyor. Çoklu demokrasi taleplerinin olduğu bir alandan bahsediyoruz. Bu yan yana gelişler ne tür biçimler alabilir? Doğru. En azından Haziran’ın çıkışı Gezi olduğu için ben Gezi’yi referans gösterebilirim. Tam da bu çoklu demokrasi talepleri için insanlar Gezi’deydi. Kimileri ağaç için, kimileri kısıtlanmış özgürlükleri için Gezi’ye geldi. İnsanlar ayrı ayrı partilerdendi ya da bir partiye mensup değildi. Herkes birbirine saygı göstererek ve birbirinin alanına girmeden, orada bir şekilde zalimi titretti. Bu kadar çeşitliliği sadece Gezi’de gördük. Erdoğan’ın iktidarı boyunca en korktuğu şeylerden biriydi. Şimdi o akılla yeniden düşünebiliriz. Fakat bunları kağıt üzerinde formüle etmek çok da kolay değil. Bizim amacımıza uygun, özgürlüklerin artırılacağı yeni biçimler, tarifler, yöntemler gerektiğinde yapılır. So-
Tam da bu çoklu demokrasi talepleri için insanlar Gezi’deydi. Kimileri ağaç için, kimileri kısıtlanmış özgürlükleri için Gezi’ye geldi. İnsanlar ayrı ayrı partilerdendi ya da bir partiye mensup değildi. Herkes birbirine saygı göstererek ve birbirinin alanına girmeden, orada bir şekilde zalimi titretti. Bu kadar çeşitliliği sadece Gezi’de gördük. Erdoğan’ın iktidarı boyunca en çok korkutan şeylerden biriydi Gezi. Şimdi o akılla yeniden düşünebiliriz. nuçta hepimizin ortak tavrı demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamak. Gezi’yi referans aldığımızda; hepimiz insan haklarına evrensel bağlamda sahip çıkıyorsak, demokrasiye inanıyorsak, hepimizin karşısındaki ortak “düşman” belliyse Gezi’de olduğu gibi yine yan yana gelip mücadele koşullarını oluşturabiliriz. Bunu yapılar için söylüyorum. Yöntemsel kısma gelince; o, yaşamın ya da pratiğin içinde şekillenecektir diye düşünüyorum. Demokrasi güçleri bu yeni duruma hazırlıklı mı sizce? Kimi zaman umutsuzluğa kapıldığımı söylemeliyim ama ben insan da tükenen en son şeyin umut olduğuna inananlardanım. Hazırlıklı olup olmadığımızı yaşamadan bilemeyiz. Gezi direnişi başlamadan üç gün önce birileri, “bir dire-
22
niş başlayacak, milyonlar oraya gelecek” deseydi, hepimiz gülerdik herhalde. Hiç beklemediğimiz bir şeydi. Nasıl Gezi bir anda milyonların umudunu ayağa kaldırdıysa yarın da benzerleri olabilir. O dönemler bugünkü deneyimleri yaşamış olsaydık Gezi daha farklı yerlere evirilebilirdi. Şimdi Gezi’den daha hazırlıklıyız. O yüzden toplumsal olarak ne kadar hazırlıklıyız bilemiyorum ama Gezi’den sonra ben birtakım kişilerin, kurumların, DKÖ’lerin hatta siyasi partilerin birtakım şeyleri öğrenmeye başladığını düşünüyorum. Bu da benim umudumu arttırıyor. Bir daha, neden olmasın? “Evet”çilerin halini nasıl görüyorsunuz? “Evet” diyeceğini net bir şekilde ifade eden biriyle konuştuğumda, ki ben onlara “Hayır” deyin diye gitmiyorum;
‘hayır’ dalgaları ların halini ise gerçekten trajikomik buluyorum.
beni, “Evet”e ikna edin, diye gidiyorum. Gerçekten neye “Evet” dediklerini bilmiyorlar. Absürt ötesi bir durum. “Hayır” diyenler neye “Hayır” dediklerini biliyor. “Evet” diyenler neye “Evet” dediğini bilmiyor. Bana komik geliyor demeyeyim, haksızlık etmek istemem ama üzülerek izliyorum çünkü “Evet” diyenlere anlatma fırsatı bulursak onların anlayacaklarını düşünüyorum. Bir de “Evet” propagandası yapan; televizyonlarda, gazetelerde gördüğüm kimseler var on-
Doğu’da, Güneydoğu’da sandıklara ne kadar sahip çıkılabilir, kuşkuluyum. Orada HDP’nin bütün belediye başkanlarının tutuklu olması, HDP’nin eş başkanlarının ve milletvekillerinin tutuklu olması, belediyelere kayyum atanmış olması… Parlamentoda temsil edilen bir partinin bu şartlar altında referandum çalışması yapmakta ne kadar zorlanacağını herkes takdir eder.
AKP, MHP ve diğerleri… Örgütlü “Evet”çiler için ne dersiniz? Esas trajikomik olanlar onlar işte. MHP demeyeyim; MHP tabanını ayırarak söylüyorum. Devlet Bahçeli’nin 15 Temmuz öncesi başkanlık ile ilgili yaptığı açıklamalar ile şimdi yaptığı açıklamalara bakarsak en hafif deyimle talihsiz bir durum. Bunun dışında AKP’nin ya da yandaş yazarların söylediklerine bakınca tutarsız; toplumda, hatta kendi tabanlarında dahi karşılık görmeyen, gerçekten neyi savundukları belirsiz acınası durumlar söz konusu. Onlarda “Hayır” diyenler “terörist”, “Hayır”cılara bakın ‘’Evet’’ deyin, diyen bir hal var. Nasıl profesör olduğunu bilmediğim ama memleketin neden bu halde olduğunun bir göstergesi olarak Burhan Kuzu’nun televizyonda yaptığı açıklamalara bakın, bırakın “Hayır”cılarla çelişmeyi, başkanlık konusunda yazdığı kitapla çelişen biri Burhan Kuzu. İnsan kendi yazdığı kitapla çelişir mi? İki gün önce söylediğini, üç gün sonra reddetmek zorunda kalan bir topluluktan bahsediyoruz. O yüzden onların halini trajikomik görüyorum. “Evet”çiler zorda mı sizce? Bence çok zordalar ama kendilerinin bu durumun ne kadar farkında olduklarından emin değilim. Avrupa ile çıkan kriz hakkında ne düşünüyorsunuz? Avrupa krizi, bir kriz mi? Yoksa yaratılmış, oluşturulmuş bir şey mi? Buzdağının altında olan şeyleri bilmeden yorum yapmayı çok doğru bulmam ama göründüğü kadarıyla hem Türkiye’de hem de Avrupa’da yükseltilmek istenen milliyetçi dalgadan nemalanmak isteyen siyasetçilerin sanki kapalı kapılar ardında birbirlerine destek için yarattıkları yapay bir kriz görüntüsü var. Bunun da beklenmeyen bir noktaya gelmiş olması hepimiz için tedirgin edici ancak bu krizin AKP’nin kemik “evet” oyları dışında bir artışa neden olacağını düşünmüyorum. Referanduma kadar AKP cenahından hangi hamle gelecek diye konuşuyorduk. Yani bu tutmadı, şimdi de şunu deneyelim diyeceklerdir. Eğer, hamleleri bu ise hepimize hayırlı olsun, aldık başımızın üzerinde kabul ettik diyebilirim. Hükümetin baskı politikası her yerde sürüyor. Kürt illerinin geneli-
23
ne yayılmış operasyonlar yapılıyor. Özellikle Mardin Nusaybin’de ve Diyarbakır’da… Referandum süreciyle birlikte değerlendirdiğinizde Kürt coğrafyasında olan biteni nasıl yorumluyorsunuz? Orada olan biteni sadece referandum süreciyle değerlendirmek çok doğru olmaz. Bu konuda uzun uzun ve geniş değerlendirmeler yapmak gerekir fakat referandum özelinde birtakım kaygılarım ve neler yapılabilir üzerine sorularım var. Doğu’da, Güneydoğu’da sandıklara ne kadar sahip çıkılabilir, kuşkuluyum. Orada HDP’nin bütün belediye başkanlarının tutuklu olması, HDP’nin eş başkanlarının ve milletvekillerinin tutuklu olması, belediyelere kayyum atanmış olması… Parlamentoda temsil edilen bir partinin bu şartlar altında referandum çalışması yapmakta ne kadar zorlanacağını herkes takdir eder. AKP’nin Doğu’daki ve Güneydoğu’daki referanduma dair nasıl bir tutum alacağı bilinemediğinden hepimizin kafa yorması gereken sorular açığa çıkıyor. İnsanlara tehditle, baskıyla oy kullandırma girişimleri oluşabilir ki bu durum hepimiz için değerlendirilmesi ve dikkatle takip edilmesi gereken bir şey. Bu baskı ve şiddet politikası için neler söylemek istersiniz? Sadece orası için değil, ellerinden gelse her yer için bir sopaları var. Ben Karadenizliyim; benim köyüme muhtar aracılığıyla haber göndermişler. “Biz, sizin köyden ne kadar ‘Evet’ ne kadar ‘Hayır’ oyu çıkacağını biliyoruz. ‘Hayır’ çıkarsa köye yaptığımız yardımı keseriz. İşe aldığımız köylüleri belediyeden çıkarırız.” demişler. Karadeniz’de de bu baskı var. Niye var? Çünkü onlar biliyorlar ki bu defa Doğu’da, Güneydoğu’da ve memleketin birçok yerinde sattıkları ürünün alıcısı yok. “Hayır”ın altında gerçekler var ve insanlar o gerçekleri anladığında sandıktan “Hayır” çıkacağını biliyorlar. Bu yüzden şu anda yapabildikleri tek şey baskıyla “Evet” oyu çıkmasını sağlamaya çalışmak. 17 Nisan gününe dair bir sözünüz var mı? Baharın gelişiyle memleketimde 17 Nisan’da rengarenk çiçekler açacak diye düşünüyorum. Yeni bir başlangıcın çiçekleri. Sonrasında hep birlikte, yan yana, omuz omuza yaşanabilir bir memleket mücadelesini devam ettirecek ve sonunda kazanan hepimiz olacağız.
kurucu bir “hayır” Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Gülistan Kılıç Koçyiğit’le HDP’nin “hayır”ını, Demokrasi İçin Birlik (DİB), Haziran Hareketi ve Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği (EDGB) ile bakışımlı olarak konuştuk. Tabii ki, kısa da olsa barış ortamını tattıran çözüm süreci, ardından çözümsüzlük sürecini başlatan AKP politikalarının arka yüzü, 15 Temmuz öncesi ve sonrası, referandum süreci ve HDK’nin referandum sonrasına dair sözü de konularımız arasındaydı.
Söyleşi: Hikmet SARIOĞLU HDK’nin “hayır”ının diğer “hayır”lardan ne farkı var? Savunmacı bir “hayır” mı; sadece başkanlığı durduracak bir “hayır” mı; yoksa gelecek tasavvuru olan bir “hayır” mı? Bizim “hayır’ımız aslında kurucu bir “hayır” içeriyor. Yani, kaba, retçi bir “hayır” değil. HDK olarak önümüze gelen bu anayasa tasarısının ne kadar kötü, ne kadar otoriter olduğu, maddelerinin aslında bu toplumun ihtiyaçlarını karşılamadığı üzerine tespitlerimiz olmakla beraber; bunu aştığımız zaman aslında nasıl bir topluma kapı aralayacağımızın da sözünü söylüyoruz. Sadece var olanı reddetmiyoruz. HDK oluşumu itibariyle, zaten var olan bu sistemin siyasi atmosferi içerisinde kendisini bir alternatif olarak örgütlemiş ve bu toplumsal alternatifi bütün toplumun bağrında inşa etmek üzere kurulmuş bir yapı olduğu için sadece “hayır” demiyoruz. Bizim “hayır”ımız
Bu tasarının toplumun ihtiyacı olmadığını, bizi özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe, adalete, barışa ulaştırmayacağını çok açık bir şekilde görüyoruz. Onun için kendi yolumuzu en azından kurucu anlamda devam ettiriyoruz. Bizi özgürlüğe, demokrasiye ne ulaştırır, bunu biliyoruz. da bu anlamıyla kurucu ve yeniyi inşa eden bir “hayır”. Savunmacı bir “hayır” değil, kurucu bir “hayır”. Evet, bunu ifade etmek gerekiyor. Bu aynı zamanda, var olanı durdurmak için bir çabamız yok, yani sadece geleceğe projeksiyon yapıyoruz anlamına da gelmiyor. Var olanı durdurduktan sonrası için de sözümüz var. Tıpkı dün olduğu gibi bugün de gerçekten bu toplumun ihtiyacının ne olduğunu görebiliyoruz. Çünkü bu toplumun içerisindeyiz, bu toplumla beraber toplumsal bir mücadele yürütüyoruz. Bu tasarının toplumun ihtiyacı olmadığını; bu tasarının bizi özgürlüğe, demokrasiye, eşit-
24
liğe, adalete, barışa ulaştırmayacağını çok açık bir şekilde öngörüyoruz. Onun için kendi yolumuzu en azından kurucu anlamda devam ettiriyoruz. Bizi özgürlüğe, demokrasiye ne ulaştırır, bunu biliyoruz. Farklı “hayır”larla bir arada kampanya yürütüyorsunuz. Hedef ortaklığı olmakla beraber farklı siyasal çizgilere sahipsiniz. Bu konuda nasıl bir strateji izliyorsunuz? Bu anayasa tasarısı daha Meclis’e gelmeden, bileşenlerimizle, yürütme kurulumuzda, genel meclisimizde çok yoğun tartışmalar sonucu vardığımız ortak kararlaşmamız şuydu: Bu tasarı, Türkiye’nin bütün toplumsal kesimleri-
kurucu bir “hayır” ni, bütün toplumsal mücadele alanlarını ve bütün halkları etkileyecek bir yasa tasarısıdır. Buna karşı gerçekten de bütünlüklü bir kampanya yürütmek, bütünlüklü bir duruş sergilemek gerekiyor. İbrahim Peygamberin ateşine su taşıyan karıncalar misali, “hayır”ın değirmenine su taşıyan herkesin kıymetli olduğunu ve her “hayır”ı bir şekilde değerli kılmak gerektiğini açıkçası biliyoruz. Tabi ki bizim “hayır”ımızla her “hayır” aynı değil. İdeolojik olarak da aynı değiliz, stratejik anlamda da, içerik anlamında da aynı değiliz; ama sonuçta ortak bir hedefimiz var. Biz açıkçası bu nedenle şöyle bir esnekliği de barındırıyoruz: HDK’nin olduğu yerlerde kendi meclislerimiz aracılığıyla “hayır”ı örgütlemek -HDP’nin yetkili kurullarıyla beraber bu mücadeleyi yürütmek- ve daha az örgütlü olduğumuz yerlerde Hayır Meclisleri içerisinde bu mücadeleyi yürütmek. İç Anadolu ve Karadeniz gibi aslında hem siyasal mücadeleyi yürütmenin hem de “hayır”ı örgütlemenin zor olduğu yerlerde de diğer demokrasi güçleriyle, yerelin ihtiyaçlarına ve özgünlüklerine göre oluşabilecek her türlü yapıya katkı sunmak, o yapının içinde var olmak ve “hayır” mücadelesini yükseltmek üzerinden bir yaklaşımımız var. Bunun için tek stratejili bir “hayır” hattı içerisinde değiliz; aksine esnek, daha çok yereli baz alan, yerelin ihtiyacını öngören, yereldeki arkadaşlarımızın inisiyatif aldığı, onların karar verdiği bir hayır kampanyası süreci yürütüyoruz, diyebilirim. Ancak aynı zamanda ortak “hayır”ın büyümesi de bizim için çok değerli ve anlamlı. Çünkü orada da çok farklı bileşenler var ve bu bize bir temas alanı da sağlıyor. O Hayır Meclisleri içerisinde bulunanların birçoğu da halktan insanlar ve farklı gerekçelerle de olsalar sisteme karşılar. Getirilmek istenen bu diktatoryal yapıya karşı bir duruş sergiliyorlar.
Bütün toplumsal muhalefet; yeniden sözünü söylemek, yeniden sözünü örgütlemek ve kendini toparlamak için bir imkân buldu. Herkesin büyük bir özlemle, evet, 16 Nisan gelsin ve biz AKP ile hesaplaşalım diye de beklediği bir dönem bu.
Onun için onlarla “hayır” mücadelesini yükseltmek de çok anlamlı ve değerli. Çoğunlukla her Hayır Meclisinin içerisinde biz HDK olarak varız. Birçok yerde kurulmasında arkadaşlarımız çağrıcı oluyor. Bu noktada, şu tartışma bizim için açıkçası tali bir tartışma. İşte bunu HDK yapsın, şu HDK’nin rengi olsun… Bu, HDK önde olsun meselesi değil. Bizim gerçekten odaklandığımız tek bir mesele var, sandıktan mümkün olduğunca en yüksek oranda “hayır” oyu çıkarmak. Sadece bir kuru “hayır”ı örgütlemek değil. Toplumun “evet” ya da “hayır” seçeneği arasında sıkışmasına izin vermeden; niçin “hayır” denmesi gerektiği konusunu halka ulaştıracak araçlara sahip olmak. Bu hayır meclisi ise hayır meclisiyle; HDK Meclisi ise HDK meclisiyle; bu adı başka ne olursa olsun onun aracılığıyla bütün kanallarla, bütün yöntemlerle halkla temas etmek ve “hayır”ı örgütlemek gibi genel bir yaklaşımımız var. Kampanya stratejinizi HDP ile birlikte mi planladınız? HDK ve HDP’nin Ortak Referandum Koordinasyonu var. Burada kararlar ortak alınıyor ve bölgelere göre dağılımlar yapılıyor. Stratejiden tutun da neler yapılacağına, teknik çalışmalara kadar birçok alanda iş bölümü yapılmış durumda. Bu anlamda arkadaşlarımız süreci birlikte örgütlüyorlar. İlk olarak halk toplantıları gerçekleştirildi yerellerde, ilçe örgütlerinde. O süreci HDP ile birlikte yürüttük. Bu şekilde birbiriyle eş güdümlü, bakışımlı bir süreci beraber örgütlüyoruz. Bizim en örgütlü yapımız şu an HDP, bunu söylememiz gerekiyor ve bu örgütlü gücü, bu teşkilatlanmış yapıyı “hayır” sürecinde de seferber etmek
25
için elimizden gelen bütün mücadeleyi yürütüyoruz. Kampanya materyalleriniz de mi ortak? Şimdi şöyle, bir merkezi kadın koordinasyonumuz var, HDP-HDK olarak. HDK Kadın Meclisleri ve HDP Kadın Meclisleri ortak bildiri ve afiş çıkardı, bunların dağıtımı devam ediyor. Aynı şekilde karma referandum koordinasyonumuz var. Orada da aynı şekilde pankartlar vb. yapılıyor. Ayrıca HDK olarak kendi bildirimizi, afişimizi de bastık. Kendi “hayır” logomuz var. Bütün materyallerimiz yerellere ulaşmış durumda. Aynı şekilde kendi sözümüz olan “Biz halkız gücümüz birlik, sözümüz hayır” sloganımız var. HDK olarak 2 Nisan’da İstanbul, Bostancı Kültür Merkezi’nde merkezi bir şölen organize ediyoruz. Bu hem “hayır”ı yükselten hem de HDK’nin bütün renklerini, çoğulculuğunu ortaya koyma fırsatını bulduğumuz bir şölen olacak. Bunun dışında yerel buluşmalar, paneller, forumlar yapmak üzere çalışmalar devam ediyor. Bu dönemin şöyle bir güzelliği ya da farklılığı da var. Her genel seçim döneminde bir partiye oy istenir; biz de bütün seçimlerde HDK kimliğimizden sıyrılarak HDP’ye oy istedik ve HDP çalışması yürüttük. Bu dönem referandum süreci olduğu için HDP çalışması yürütmüyoruz, doğalında toplumla doğrudan teması olan, toplumun siyaset yapmasına aracılık eden bir yerden bu süreci örgütlemeye çalışıyoruz. Bu da HDK’yi büyüten ve örgütlenmesine de aracılık eden bir sürecin önünü açıyor. Bizleri 16 Nisan’dan sonra hangi politik fırsatlar ve zorluklar bekliyor?
kurucu bir “hayır”
Farklı yerlerde dursak da dünyayı farklı yerlerden tahlil etsek de; solcular, sosyalistler, demokratlar olarak bugün itibariyle karşımızdaki faşist güçlere karşı daha farklı bir ortaklık içerisine girebileceğimizi düşünüyoruz açıkçası. Çünkü karşımızda AKP’si, MHP’si, onların diğer aygıtlarından mürekkep faşist bir blok var. Bu ülkede faşizmi kurumsallaştırmak istiyorlar. O zaman bizim de bunu geriletmek ve bitirmek üzerine ortak bir stratejimiz olmalı. Aslında şu anda da bir fırsat içerisinde olduğumuz söylenebilir. Evet, bu diktatoryal anayasa tasarısını ve referandumu biz tercih etmedik. Ancak toplumla yeniden buluşmak ve sözümüzü örgütlemek için de bir alan açılmış oldu. Bu AKP’nin istemlerinden bağımsız olarak açılmış bir alan. AKP bunu hiç istemiyor aslında. AKP’nin tek bir tahayyülü var: Referanduma gidelim ama sadece “evetçi”lerin sözü olsun, sadece “evet” konuşulsun. . Ama eşyanın tabiatı gereği “hayırlar”la “evetler” yarışıyor. Ve bu noktada “hayır”ın da kendi sözünü söyleyen bir çalışması var. Bu ciddi bir ivme kazandı diyebiliriz aslında. Bütün toplumsal muhalefet; yeniden sözünü söylemek, yeniden sözünü örgütlemek, kendini toparlamak için bir imkân buldu. Herkesin büyük bir özlemle, evet, 16 Nisan gelsin ve biz AKP ile hesaplaşalım diye de beklediği bir dönem bu. Onun için bu bir fırsat olarak da değerlendirilebilecek bir süreç. Tabi 16 Nisan sonrası yani 17 Nisan için öngörülerimiz nelerdir? Birincisi şunu görmemiz gerekiyor; bizler AKP’nin kriminalize ettiği bir ortamın içerisinde bir “hayır” çalışması yürütüyoruz. Bütün “hayır’cıları” terörist, gayri-meşru ilan ettikleri bir atmosferdeyiz. OHAL koşullarında bir referanduma gidiyoruz. Oysaki biz, bir anayasa yapımı konuşulacaksa önce OHAL’in kalkması gerekir diyoruz. Bunun üstüne Kürdistan’daki ağırlaştırılmış savaş koşullarını da eklediğiniz zaman, bütün bu dezavantajların üzerinde yükselen bir demokrasi mücadelesi var. Bunu da bastırmaya çalışan bir AKP ve Saray iktidarı var. 16 Nisan’da “hayır” çıkarsa -ki çıkacak, bu konuda çok netim- Türkiye demokrasi gerçekten iyi bir eşik atlamış olacak. Yetersiz de görsek, Türkiye’nin parlamenter demokrasisi bir sınavdan geçmiş olacak ve Türkiye’de yaşayan Halklar şunu
söylemiş olacaklar: Evet, biz mevcudun eksiklerini biliyoruz ama daha geriye gitmesine de izin vermeyeceğiz. Biz Avrupa standartlarında, Batı standartlarında bir demokrasiden, eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasadan yanayız tavrını koyacaktır. Bence bu AKP’ye verilmiş en iyi cevap olacaktır. AKP kendi içinde bir kriz yaşayacak, ben AKP’nin tabanını kaybetmeye başlayacağını ve giderek de eriyeceğini düşünüyorum. Biz şunu çok iyi biliyoruz ki, hem Başkanlık meselesinin hem de referandum meselesinin özünde Saray’ın dayatmaları var. Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini kurtarma operasyonu var. AKP’nin içerisinde Başkanlık sistemine karşı olanlar olduğunu ve bunun aslında AKP’nin sonunu getirecek bir referandum olduğunu söyleyenlerin hiç de azımsanmayacak oranda olduğunu biliyoruz. Onun için AKP ve Saray arasındaki çatlak, “hayır” çıktıktan sonra giderek derinleşecek ve buradan da Türkiye’nin yararına bir sonuç çıkacağını söylemek mümkün. OHAL’de eşit olmayan koşullarda “hayır”ı örgütlemiş olan toplumsal muhalefet ciddi anlamda bir ivme kazanacak. Sokaklarda daha fazla görünür olan bir toplumsal muhalefet göreceğiz. Ve bu Türkiye demokrasisinin önünü de açacak. “Evet” çıkması durumunda, birincisi, bizim bu OHAL koşullarında çıkan “evet”i meşru görmediğimizi söylememiz gerekir. İkincisi, bu anayasa tasarısı; meclis mutabakatının aranmaması, iki partinin gizli kapılar arkasında mutabakat yapması, toplumun hiçbir sözünün o anayasa taslağı içerisinde olmaması nedeniyle meşru değildir. Üçüncüsü, diyelim ki yüzde 51 ile geçti bu anayasa. Bu şu demektir: toplumun yüzde 49’u bu anayasaya “hayır” demiştir. Yüzde 49’un “hayır” dediği, kabul etmediği bir anayasayla ülkeyi yönetmeye çalışacaksınız. Bu zaten imkânsız.
26
Her iki durumda da HDK senaryolarında erken seçim beklentisi var mı? Evet, her iki durumda da erken seçim olacak. “Evet” çıkması durumunda bu AKP’nin kendi iç tasfiyesi demektir. Çünkü biz şunu çok iyi biliyoruz ki, AKP’nin içerisinde hâlâ Fetullahçı kadrolar var. 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu darbenin siyasi ayağını bulamadık diye açıklama yaptı. Oysaki, siyasi ayak kendi içlerinde ama bunu açıkladıkları zaman kendileri bölünecekler. Ama eğer “evet” çıkarsa seçimden sonra bu grubu tamamen tasfiye edecekler, bu da yeni bir seçim demektir. Ama aksi olur da, “hayır” çıkarsa yine bir erken seçim olacak. Çünkü toplum AKP’ye destek vermemiş, AKP’nin desteklediği anayasaya onay vermemiş, sonuçta Hükümet, AKP, MHP ve Saray birleşmiş ve topluma bir anayasa sunmuş ve toplum da bunu reddetmiş olacak. Bu aslında güvenoyunun düşmesi, AKP’ye verilen toplum desteğin çekilmesi anlamına gelir ve seçime gitmeyi gerektirir. Her iki durumda da bir erken seçim görünüyor. HDK olarak, 16 Nisan sonrası Demokrasi İçin Birlik (DİB), Haziran Hareketi, Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği (EDGB) ile nasıl bir ilişki sürdürmeyi düşünüyorsunuz? Bir çağrı yapacaksanız bunun sözü ne olacak?
kurucu bir “hayır” Hem DİB hem de EDGB çok önemsediğimiz iki platform, Türkiye açısından. DİB’in kurucu bileşeniyiz ve HDK olarak kuruluş sürecinde DİB’i, Türkiye’de kamuoyu açısından sözünün ağırlığı olan, bir mesele olduğunda herkesin dönüp ne söylüyor diye bakabileceği bir yer olarak kurgulamıştık. Her zaman işler kurguladığınız gibi gitmiyor ve DİB de kendi mecrasını aşan, daha yerelleşen bir yapıya dönüştü. Zaman zaman rol ve misyon karışıklığı yaşıyoruz DİB’le. Çünkü DİB yerelleşmeye çalışıyor. DİB’in yerelleşmesi gibi bir tartışma bizim açımızdan doğru bir tartışma değil. Bunun bir ihtiyaç olduğu gerçeğini yok saymıyoruz tabi. Ama DİB’in içerisinde HDK var, HDK’nin yerel meclisi var; içerisinde Halkevleri var, zaten Halkevleri’nin kendi meclisleri var vb. HDK’nin 40’a yakın bileşeninin il ve ilçe teşkilatları var. Yerelde yeniden yeniden platformlar, meclisler kurmak açıkçası bir enflasyona da yol açıyor; sinerjiyi de dağıtıyor. Bu sebeple DİB’in yerelleşmesi konusuna olumlu bakmadığımızı açıkçası söylemek isterim. Biz daha çok DİB’in bu ülkenin genel vicdanı olması gerektiğini düşünüyoruz aslında. Yani hepimizi kapsayan ama yeri geldiğinde bütün bileşenlerini eleştirebilecek ama sisteme de açık tavır alabilecek bir yerde durması gereken bir yapı olarak görüyoruz. DİB’in iç özgünlüğü var, örneğin içinde CHP’li olanlar var, onlarla temas alanı sağlıyor. Ama DİB’in
Belki yıllardır özlediğimiz ama yapamadığımız şeyi, bugün “hayır” üzerinden gerçekleştiriyoruz. Bu, 16 Nisan’dan sonraki süreçte de AKP’yi geriletmek ve iktidardan düşürmek için devam etmeli. yerelleşmesi, kendi misyonunun ötesine geçmesi demek, buna ihtiyaç olduğunu düşünmüyoruz. Bu tartışmaları referandum sürecinde olmamız ve ihtiyacımızın bu olmaması sebebiyle şu an için yürütmüyoruz. Ama referandum sonrasında hem kendi içimizde hem de DİB’le çok daha derin bir şekilde tartışacağız. Haziran Hareketi’yle görüşmelerimiz, temaslarımız oluyor. Haziran Hareketi de meclis tarzında örgütlenen bir yapı. Türkiye’deki soldan doğru dünyayı kuran bütün yapıların büyümesi gerektiğini, sosyalist yapıların güçlenmesinin aynı zamanda Türkiye’nin demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinin güçlenmesi olduğunu açıkça ve net bir şekilde görüyoruz. Onun için her bir dost, yoldaş kurumun büyümesi, gelişmesi aynı zamanda bizim toplam mücadelemizin büyümesi anlamına geliyor. Bu nedenle Haziran Meclislerinin “hayır” meselesi üzerinden ciddi bir çalışması var, görüyoruz ve takip ediyoruz. Onlarla beraber yürüttüğümüz bazı tartışmalar da oluyor. Bunu gerçekten takdirle karşılıyoruz. Farklı yerlerde dursak da dünyayı farklı yerlerden tahlil etsek de; solcular, sosyalistler, demokratlar olarak bugün itibariyle karşımızdaki faşist güçlere karşı daha farklı bir ortaklık içerisine girebileceğimizi düşünüyoruz açıkçası. Çünkü karşımızda AKP’si, MHP’si, onların diğer aygıtlarından mürekkep faşist bir blok var. Bu ülkede faşizmi kurumsallaştırmak istiyorlar. O zaman bizim de bunu geriletmek ve bitirmek üzerine ortak bir stratejimiz olmalı. Bu durumda bizim için ideolojik tartışmalar yapmak biraz ikincil kalıyor. Bu tartışmayı her zaman yapabiliriz ama bugün yenmemiz gereken bir faşizm var. Faşizmi yenmek için de işbirliğine ve dayanışmaya ihtiyacımız var. AKP bu süreçte “hayır” çalışmalarını kriminalize etmeye çalışıyor, çalışacak. Bir HDK’li ile bir Hazirancı gerektiğinde birlikte bildiri dağıtmalı, birbirinin can güvenliğini almalı ve birbirini kollamalı. Sokakta farklı “hayır”lar çalışma yürütüyor, örgütsel rekabet yaşanmıyor. Siyasi bir olgunluk var. Bu olgunluk geleceğe nasıl taşınacak?
27
Siyasi olgunluk aslında riski gördüğümüzü de gösteriyor. Riski görmek hayatın içerisinde siyasetleri olgunlaştırıyor ve olgun duruşlar sergilemeye itiyor. Ve şu anda birçok yapıya temas ediyoruz arkadaşlarla, herkes gelen riskin büyüklüğünü görmüş durumda. AKP’nin nasıl bir proje gerçekleştirdiğini görmüş durumda. Bunun için herkes birbiriyle yarışan değil, birbirini destekleyen ve ortak sözünü büyütmeye çalışan bir yerde durmaya çalışıyor. Bu çok kıymetli bir şey. Belki yıllardır özlediğimiz ama yapamadığımız şeyi, bugün “hayır” üzerinden gerçekleştiriyoruz. Bu, 16 Nisan’dan sonraki süreçte de AKP’yi geriletmek ve iktidardan düşürmek için devam etmeli. Herkes kendi özgün sözünü söyleyecek ve söylüyor da. Mesele birbirimize çelme takmadan, birbirimizi kesmeden ortak duruşlarımızı sergilemek ve ortak motivasyonumuzla doğru yol almak diye düşünüyorum. Sandıktan “evet” ya da “hayır” hangisi çıkarsa çıksın, OHAL süreci devam edecek mi sizce? Bir defa “hayır” çıkacak. Yani “evet”e hiç şans tanımayalım bence. Ama “evet” çıkması durumunda da şunu söylememiz gerekiyor: biz HDK olarak 15 Temmuz’dan sonra AKP’nin OHAL’siz yürüme şansı yok demiştik. Gerçekten de yok. Çünkü bir sürü KHK çıkardılar, birçok haksız hukuksuz işe imza attılar, bunların hiçbiri Meclis’ten geçirilmedi, Meclis denetimine tabi değildi. Fiili anlamda askıya alınmış, feshedilmiş bir Meclis var karşımızda. AKP için OHAL’siz yürümek demek, bütün zırhlarından arınmak, sivilleşmek, hesap vermeye doğru gitmek demek. Çünkü OHAL hesap vermemek anlamına geliyor, O yüzden OHAL meselesi sadece “evet” ya da “hayır”la ilgili değil. “Evet” çıksa da AKP OHAL’i devam ettirecek “hayır” çıksa da devam ettirecek. AKP’nin ve Erdoğan’ın kendisini garantiye almasının bir aracına dönmüş durumda OHAL. Belki kısmi geri adımlar olabilir, bazı düzenlemeler yapılabilir ama özünde OHAL’i kaldırmak gibi bir yaklaşımları olmayacaktır. Çünkü şu anda bütün toplumsal mu-
kurucu bir “hayır” halefetin tepesinde balyoz gibi OHAL’i tutuyorlar. Şimdi OHAL’i kaldırın bambaşka bir Türkiye’yle karşılaşabilirsiniz. AKP bununla yüzleşmek istemiyor. 15 Temmuz sanki bir milat gibi kabul ediliyor ama 15 Temmuz öncesi Türkiye siyaseten hangi dönemeçlerden geçti? 15 Temmuz’u doğuran bu süreç, 15 Temmuz sonrasında nereye evrildi? Öncelikle belki şuradan başlamak gerekiyor. AKP 2002 yılında iktidar görevini aldığında belirli vaatlerde bulunmuştu. Avrupa Birliği değerleriyle örtüşen, farklılıklara saygılı, bütün kimlikleri kapsamaya çalışan bir dil, bir üslup tutturmuştu ve bu klasik anlamda Türkiye’de alışmadığımız bir yaklaşımdı. Sağdan, soldan bütün toplumsal kesimlerin bir şekilde toplumsal teveccühünü kazandı. Kısmi bir demokratlık algısı uyandırmıştı ve insanlar da AKP’yi tercih ettiler. Bu vaatlerden en önemlisi Kürt Halkına verdiği sözler hiç kuşkusuz ve tüm toplumda uyandırdığı barış umudu… Tabii ki, özellikle barış üzerinden yarattığı algı, o dilin kendisi bu ülkede bir şeyler değişecek, bambaşka bir iklimde uyanacağız algısı yaratmıştı. Kısa bir süre sonra iktidara yerleşip askeri vesayeti gerilettiğinde, iktidar aygıtlarını eline geçirdiğinde bambaşka bir AKP ile yüzleştik. Bir güç zehirlenmesi yaşamaya başladı. Bütün o toplumsal değerlere ve bütün o sözlere sırtını dönen bir pratik içerisine girdi. O günden bugüne aslında Türkiye AKP’den çekiyor. Çok açık bir şekilde bütün batı değerlerini yok saydı, Avrupa Birliği’yle köprüleri atmaya çalışan bir yaklaşımı oldu. Kürt Halkına verdiği bütün barış vaatlerinin aslında sadece oya endeksli olduğunu çok açık bir şekilde gördük ve kendileri de itiraf ettiler. “Biz barış, barış diyoruz ama oyları HDP alıyor” diye bunu formüle ettiler. Bunun dışında kadın hakları, Alevi hakları gibi açılımlar yaptılar. Biliyorsunuz demokrasi açılımları, demokrasi paketleri… Her birinin nasıl birer düzmece olduğu çok kısa sürede bütün toplum tarafından anlaşıldı. Ama bunu yaparken, öncesinde toplumun bütün demokrasi beklentilerini kullanarak toplumda bir beklenti yarattılar, sonra bütün o beklentilerin tersine bir saldırı gerçekleştirdiler. Ve sonrasında Gülen Cemaati ile girdiği
Türklerin, Kürtlerin ve diğer bütün etnik grupların “Evet, barış içinde yaşanabiliyormuş” dediği, sürece kısa da olsa, iki yıl süren bir tanıklığımız var. Bu hafıza çok önemli bence. Bu ara dönemden sonra AKP tüm bu barış sürecinin olumlu yansımalarının kendisine değil de Kürt siyasetine yazdığını görünce oyunu bozdu. çatışma ve iktidarı paylaşamaması üzerinden yaşadıkları kavga ve akabinde gelişen olaylar. Bir ara dönem vardır bu ülkede yaşanan, 2013 ile 2015 yılı arası. Yani 2013 Newroz’unda Sayın Abdullah Öcalan’ın yaptığı barış çağrısı, mektup, o mektubun Türkiye toplumunda yarattığı yankı, uluslararası arenada yarattığı olumlu yankı. Bunun üzerinden gelişen o barışçıl ortam ve Türkiye’deki bütünün aslında Türklerin, Kürtlerin ve diğer bütün etnik grupların “Evet, barış içinde yaşanabiliyormuş” dediği, sürece kısa da olsa, iki yıl süren bir tanıklığımız var. Bu hafıza çok önemli bence. Bu ara dönemden sonra AKP tüm bu barış sürecinin olumlu yansımalarının kendisine değil de Kürt siyasetine yazdığını görünce oyunu bozdu. Özellikle 28 Şubat’taki Dolmabahçe Mutabakatı bu ülkenin tarihinde önemli bir eşikti, Ne yazık ki AKP/Saray bunun kıymetini bilmeyerek, o tarihsel anı halklar lehine geliştirmek yerine kendi çıkarları yüzünden heba etti ve biz savaşa girdik. 7 Haziran sürecine girerken dikkatinizi çekmek istediğim çok özel bir şey var: Öncesinde AKP’nin HDP’ye sürekli çağrıları oluyordu. İşte ‘’Niye parti olarak seçime girmiyor. Gücü yetiyorsa, yüreği yetiyorsa buyursun gelsin’’ diye. HDP parti olarak seçimlere girmeye başladıktan sonra bütün o havuz medyasının ve AKP/Saray çağrılarının HDP aleyhine döndüğünü görüyoruz. Çünkü Kürtlere, Alevilere, sosyalistlere karşı konulan yüzde 10’luk barajın yıkılacağını, bir şekilde aşılacağını onlar da görmüşlerdi anketlerde ve aslında havadan alacakları 40 vekili alamayacaklardı. Bu sefer tersine çağrılar yapmaya başladılar. 2015 seçimlerinde HDP yüzde 13 oyla ve 80 vekille Meclis’e girdi. Bu çok önemli bir başarı ancak yüzde 15-16 da olabilirdi. HDP’ye yönelik saldırıların bu sonuca etkisi oldu muhakkak. Evet, ilk Ağrı-Viyadük provokasyonu oldu. Orada çatışmasızlık olmasına
28
rağmen askerin gerilla üzerine sürülmesi ve Ağrı, Diyadin halkının gidip askerleri sırtlarında taşımaları meselesi var. 5 Nisan Amed mitinginin bombalanması var, ondan önce HDP’nin bir sürü yerde bombalanması meselesi var. Yani bir kriminalize etme çalışmasıyla, bize o barajı aştırmamak için ellerinden geleni yaptılar. Ama önemli bir eşikti 7 Haziran tüm ülke için, tüm ötekilerin el ele vererek sistemin koyduğu barajı nasıl aştıklarını gösterdi. Ama bu başarıyı biz nasıl görüyorsak, aynı şekilde AKP ve AKP’nin çevresinde kümelenenler de gördü ve kırmızı alarm verdiler. 8 Haziran sabahı alınmış bir yeni seçim kararıyla yola devam ettiler. Çok açık ve net. 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki süreç; kesinlikle organize edilmiş, şiddetin tırmandırıldığı, kitlesel imhaların olduğu ve AKP’nin özel olarak aslında şiddet dili ile HDP’yi kriminalize etmeye çalıştığı, kitleler ile HDP’nin bağını koparmaya çalıştığı bir dönemdi. Ve biliyorsunuz kısmen gerileme olmasına rağmen HDP yine o seçimden başarı ile çıktı. Bunu niye anlatıyorum çünkü çok özel. Bizim o 2013 ile 2015 arasındaki başarıya tanıklık etmemiz, bugün bizi hali hazırda bir iç savaştan koruyor. AKP’nin bölgedeki savaşı en uç şekilde yürütmesine rağmen bugün Türkiye’nin batısında hâlâ bir iç savaş çıkmıyorsa, 2013 ile 2015 yılları arasındaki o ‘’barış sürecinin’’ yaşanmış olması, o barışın tadılmış olması, kısa süreyle de olsa toplumun karşılıklı olarak birbiriyle empati yapması sayesindedir. Herkes şunu gördü, istenince barışılıyormuş. Bugün niye olmuyor sorusuna cevap: Çünkü AKP istemiyor. Bu toplumda çok net olarak yerleşmiş bir algı. Bugün bunu bilen halk da çok daha sağduyulu bir şekilde hareket ediyor. 7 Haziran’dan sonra yükselen şiddet askerin elini güçlendirdi, Cemaat’in elini güçlendirdi ve bu aslında Türkiye’de 15 Temmuz’da gerçekleşen askeri darbeyi oluşturan zemini hazırladı. Ama şunu da söylememiz lazım, biz 17 Temmuz’da HDK olarak bir açıklama yaptık: Bu darbe sürecini AKP biliyordu.
kurucu bir “hayır” Erken doğurtulmuş darbeydi. Darbeden sonra da bir karşı darbe gerçekleştirildi. Yani bir sivil darbenin içerisindeyiz ve bu darbe hâlâ daha devam ediyor. OHAL, KHK’lar ve referandumla... Hepsi sivil darbenin birer parçası... 20 Temmuz’dan beri de bir sivil darbenin içerisindeyiz. O gün biz ilan etmiştik; apoletlisine de, siviline de, bütün darbelere karşıyız. Buradaki tutumumuz nettir. Ama olanın bir darbe olmadığını kimse iddia edemez. Yani bugün eğer 15 Temmuz darbesi başarılı olsaydı, örneğin, ben kamu emekçisiyim, ihraç edildim, yine ihraç olacaktım. Yüz elli bine yakın insan ihraç oldu. Muhtemelen o kadar insan yine ihraç olacaktı. Şu an HDP’nin eşgenel başkanları, 13 milletvekili içeride, gene içeride olacaktı. On binden fazla siyasetçi sudan sebeplerle içeride; yine içeride olacaklardı. Otuz günlük gözaltı süreleri var. Cezaevlerinde çok ciddi hak ihlalleri var. Gözaltında tacizler, tecavüzler var. Onun için bugün bir sivil darbe gerçekleşti diyebiliriz. 17 Nisan sonrasında şekil şartları itibariyle kurumsallaşmış bir faşizm beklentiniz var mı? Şunu söylemek gerekiyor, faşizm dediğimiz olgu nedir? Bu belki ideolojik bir tartışma ama şu net, bizim bir olgudan yola çıkmamız gerekiyor. Bu ülkede bir kent merkezi aylarca ablukaya alındı, bütün sivil giriş-çıkışları kapatıldı, milletvekilleri oraya giremedi. Orada yaşam hakkı dahil olmak üzere bir sürü
Kürtlerin “hayır”ı çok net. Kürtler gerçekten 16 Nisan’ı bir hesaplaşma günü olarak bekliyorlar. Taybet Ana’nın cenazesini yedi gün sokakta beklemenin hesabını 16 Nisan’da “hayır” oyuyla soracağız diyorlar. hak ihlali yaşandı. Bütün bunlar hangi sistemde olur sorusunu sorduğumuzda, demokratik parlamenter bir sistemde diye cevap verebilir miyiz? Veremeyiz. Bu ancak olsa olsa bir faşist sistemde olabilir. Meskûn mahallerde savaş araçlarının, ağır topların kullanılmasından bahsediyoruz. Kentlerin uçaklarla, savaş uçaklarıyla -Nusaybin’de oldu bu- bombalanmasından bahsediyoruz. Şimdi burada, şekil itibariyle, Meclis’in açık olup olmamasının hiçbir anlamı yok. Evet, şekil şartı, meclis orada açık; ama etkisi var mı, yok. Sevindirici olan Kürt Halkının sandıktan vazgeçmemesi. Kürt Halkının “hayır” diyeceğini de ve sandığa gideceğini de biliyoruz. Örneğin DTK bölgede ciddi saldırı altında, Kürdistan’da seçim faaliyeti yürüyor mu? Evet, DTK şu anda gerçekten ciddi saldırılar altında. Özellikle bölgedeki bileşenimiz olduğu için, orayı kriminalize etmeye, orayı KCK ile ilişkilendirmeye çalışan yaklaşımlar var. Birçok başkanlık
29
divanı üyesi arkadaşımız tutuklandı. Delegelere yönelik tutuklama furyası yürütülüyor. Şimdi yeniden arkadaşlar o boşlukları doldurmaya çalışıyorlar. Bölgede DTK ve onun meclis örgütlenmeleri ve burada da HDK var. Ama onlar bölgesel ayağımız olduğundan bölge çalışmalarını onlar üzerinden yürütüyoruz. Tabii AKP’nin iki hedef kitlesi var “hayır” noktasında, birincisi Kürtler, ikincisi kadınlar. Bu iki kesimin “hayır”ından çok korkuyor AKP. Kürtlerin “hayır”ını bulandırmak için boykot meselesi üzerinden bir çalışma yapıyor ve yerelde bunu örgütlemeye çalışıyor. “Sanki şimdiye kadar ki sistem çok mu işimize yarıyordu?” gibi algıları manipüle etmeye çalışan bir yaklaşımları var. Yine kadınlar üzerinden çok ciddi ev gezmeleri yaparak kadınların “evet”ini artırmaya çalıştıklarını biliyoruz. Biz iki kesimden de çok umutluyuz. Yani Kürtlerin “hayır”ı çok net. Kürtler gerçekten 16 Nisan’ı bir hesaplaşma günü olarak bekliyorlar. Taybet Ana’nın cenazesini yedi gün sokakta beklemenin hesabını 16 Nisan’da “hayır” oyuyla soracağız diyorlar. Cizre bodrumlarını 16 Nisan’da soracağız diyorlar. Geçen hafta bölgedeydim, bu konuda Kürtlerin tutumu net. AKP ve saray bu anayasa tasarısını geçirmeyi ölümüne istiyor. Bu kadar çok istedikleri bir şeye karşı da Kürtlerin elinde demokratik bir şey var. Gidip bir “hayır” oyu atarak bütün o yapılanların hesabını sorabilir ve bu, bir nebze de olsa onları rahatlatacak, bir nebze de olsa onlara nefes aldıracak. Ve Kürtler bu “hayır”ı vermekten asla imtina etmeyecektir.
kurucu bir “hayır”
“hayır” diyen kadınlar! Kadınlar getirilmek istenen sistemin nasıl riskler içerdiğini; yükselen muhafazakârlığın, eve kapatılmanın, anne ve eş olarak tanımlanmanın, çalışma yaşamından, kamusal hayattan dışlanmanın, iffetli kadın, iffetsiz kadın diye ayrılmanın, aslında tanımlı bir kadın haline getirilmiş olmanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu çok iyi görüyorlar. Ve bütün bunlara karşı kadınlar tutum alıyorlar. 8 Mart gecesi İstanbul’da Feminist Gece Yürüyüşü yapıldı. Güvenliğin zayıf olduğu, pahalı ses sistemlerinin olmadığı, yürüme yolunun zırhlı araçlar dizilerek zorlaştırıldığı bir yürüyüştü ve otuz bin kadın ve LGBTİ katıldı. Siz bu 8 Mart’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazen doğanın, yaşamın akışı bizi öyle bir yere götürüyor ki siyasetler geride kalabiliyorlar. Kadın mücadelesi şu anda böyle bir durumda. Bugün aslında Türkiye’deki kadınlar yaklaşan tehlikenin, artan muhafazakârlığın farkında. Herkesten önce farkındalar. Kadınlar getirilmek istenen sistemin nasıl riskler içerdiğini; muhafazakârlığın, eve kapatılmanın, anne ve eş olarak tanımlanmanın, çalışma yaşamından, kamusal hayattan dışlanmanın, iffetli kadın, iffetsiz kadın diye ayrılmanın, aslında tanımlı bir kadın haline getirilmiş olmanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu çok iyi görüyorlar. Ve bütün bunlara karşı kadınlar tutum alıyorlar. Yürüyen kadınlar arasında başörtülü kadınlar da vardı, başı açık kadınlar da vardı, LGBTİ’ler vardı... Her kesimden her yaştan kadınlar vardı. Bütün bu kadınların temel noktası şuydu: “Biz, emeğimize, bedenimize, kimliğimize, geleceğimize, özgürlüğümüze, demokrasimize sahip çıkıyoruz.” Şu ana kadar mücadele ederek kazandığımız yerden geriye gitmek istemiyoruz. Bu ülkede binlerce kadın erkekler tarafından katlediliyor, kravat taktığı için bu erkekler iyi hal indirimi alıyor. Örneğin henüz anayasa tasarısı Meclis’e gelmeden, bütün karma yapılar ne yapacağını, nasıl yola çıkacağını düşünürken, kadınlar, kadın kimliğinde birleştiler ve bütün ayrımlarını bir yana bırakarak “Hayır Diyen Kadınlar” olarak sokağa çıktılar. Biz politik karma örgütler olarak bunun neresindeyiz meselesine gelirsek, evet gerisindeyiz. Bugün hepi-
mize rağmen, yürüyen, büyüyen bir kadın isyanı var, çağıl çağıl geliyor. İşte, kürtaj yasasında da İstiklal Caddesinde on binlerce kadın yürümüştü. Türkiye’nin her yerinde Trabzon’undan tutun Amasya’sına kadar… 7’sinden 70’ine kadar, kız çocuklarından tutun yaşlı nenelere kadar, tecavüz yasasına karşı kadınlar pankartlarla sokaktaydı. Bu çok değerli ve anlamlı bir şey… Kadınlar meselenin farkındalar, buna karşı bir tutumları var. Kadınlara beden, emek, kimlik üzerinden saldırıların şiddetlendiği bu dönemde AKP’yi destekleyen kadınlarda sizce biraz da olsa bir çözülme var mı? Aslında biz kadınlar kadın mücadelesi açısından en avantajlı kesimiz. Çünkü kadınların kendilerine özgün bir dili var. Eşitlikçi bir yaklaşımımız var, birbirimizi anlama noktasında çok daha özenli olduğumuzu düşünüyorum. Yani AKP’li bir kadınla da her şeyi konuşabilirsiniz. Aslında birçok ortaklıklarımız var. Yani sistemin bizi ezmesi aynı. Erkek egemen toplum aynı, erkek şiddeti aynı, baba/erkek merkezli aile aynı. Ve bütün bunlar kadınların ortak sorunu. Sizin AKP’li olmanız, o kadının AKP’ye oy vermesi bütün bu ezilmişlikleri ortadan kaldırmaz. Belki de bizim kendimize dair bir özeleştiri yapmamız lazım örgütler olarak. Yani bizim de ulaşma noktasında eksikliklerimiz oluyor. Sesimizi diğer kadınlara ulaştırmak noktasında yeterince çaba içerisinde olmama, daha çok kendi çeperimize seslenen bir örgütlenme tarzımız var. Oysaki bizim için temel olan bütün kadınlarla yol yürümek olmalı. Bu perspektifi geliştirdiğimiz zaman gerçek anlamda bir kadın devrimine doğru da yürüyor olacağız. HDK kadınların “hayır”ını nereye taşımak istiyor? Açıkçası şöyle, “hayır”la ilgili ka-
30
dınlara ilk toplantı çağrısını yapan HDK oldu. Biz o zaman yola çıkarken, işte tam da anlattığım nedenlerle; sözümüzü “hayır”ı büyütmek ve gerçekten kadınların sözünü söylemesi, mücadelesini büyütmesi üzerinden kurmuştuk. Bugün biz de şu tartışmaları yürütüyoruz: Türkiye’de çok güçlü bir kadın mücadelesi var ve bu kadın mücadelesini nereye taşımak gerekiyor ve bu kadın mücadelesini nerede ortaklaştırmak gerekiyor? Şu parçalı duruşlarımız, gündem oluşturamamamız, temel bir mücadele hattında yan yana gelemememiz… Evet, bize rağmen akan bir gidişat var. Yani doğru pratikler sergilediğimizde, doğru bir söz söylediğimizde aslında çok rahatlıkla mecrasını buluyor ve gidiyor. Onun peşinden gelen binlerce, on binlerce kadın olabiliyor. Biz bunu kürtaj meselesinde de, 8 Mart’ta da gördük. Mesele o zaman o kolektif doğrumuzu kurmak, hepimizin yararına mücadelenin ortaklıklarını geliştirmek… Belki şu gün itibariyle HDK’de çok fazla feminist, sosyalist-feminist grup yok. Ama bizim hepsiyle ilişkilerimiz var. Ve şunu düşünmüyoruz, herkes gelsin illa HDK’de mücadele etsin. Herkes mücadele etsin, biz herkesle mücadele eder ve yan yana geliriz. Bizim meselemiz bu. Yani herkesin HDK’li olmasına gerek yok ama herkes bu yaşadığımız ülkede demokrasi için, özgürlük için, barış için mücadele etmeli, etmesi gerekiyor. Kadınların özellikle eşitlik için mücadele etmesi, kendi kimliğine sahip çıkması gerekiyor. Ne kadar çok insan mücadelenin içinde yer alırsa aslında toplam mücadele büyüyecek ve aslında bu HDK de büyütmüş olacak. Her kim yatay örgütlenmeyi, demokrasiyi esas alıyorsa, iyi bir yaşamı esas alıyorsa toplumsal olarak o zaten HDK’lidir.
alevilerin endişesi Referandum sonucu “evet” de çıkmış olsa “hayır” da çıkmış olsa, Alevilerin tartışma, pazarlık kabul etmez nitelikteki haklı talepleri, Türkiye’nin demokratikleşme sorununun nirengi noktalarından birini oluşturmaya devam edecek. Cafer SOLGUN
15
yıllık AKP iktidarı dönemi sonucu hüsranla biten birçok “açılım” ile dolu; ama bunlardan en önemlisi, herhalde “Alevi açılımı”dır. Hatırlanacaktır, “Alevi” ve “açılım” sözcükleri ilk kez 2007 yılı sonlarına doğru Alevilere muharrem orucu vesilesiyle “iftar” verileceğinin açıklanmasıyla yan yana gelmişti. En iyimser tabirle ancak bir “jest” olarak tanımlanabilecek bu girişimin mimarı, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Alevi meseleleriyle ilgili danışmanı Reha Çamuroğlu idi. O zaman kendisiyle yaptığım bir röportajda, Çamuroğlu gayet kendinden emin olarak bu adımın devamının da geleceğini söylemişti. Bu iddiasında yanıldı ve sonradan AKP’den uzaklaştı. 2009 yılında Alevi açılımı bu kez “çalıştaylar” şeklinde gündeme geldi. Dönemin Devlet Bakanı Faruk Çelik ve akademisyen Necdet Subaşı’nın koordinatörlüğünü yürüttüğü çok sayıda çalıştay düzenlendi. Bu çalıştaylarda konuyla ilgili veya ilgisiz yüzlerce kişinin görüşleri dinlendi, not alındı. Çalıştaylar serisi nihayet sonlandırıldı ve sonuç biri “ön” diğeri “nihai” olmak üzere iki adet rapor oldu. Bu raporlarla birlikte “açılım” da rafa kaldırıldı… Öncesi de olmakla beraber 2009 yılından sonra CHP’yi siyaseten sıkıştırmak amacıyla sık sık Dersim 38 polemikleri yapıldı. Son olarak koltuğunu Saray’ın isteği üzerine Binali Yıldırım’a bırakan Ahmet Davutoğlu “Müjdeler vereceğim” diyerek Dersim’e gitmiş ve dağ, yine fare doğurmuştu (2014). “Açılım” bu tarihlerde yine zaman zaman “Alevi açılımı raftan indiriliyor” şeklinde haberlere konu oldu. Özellikle seçim öncesi zamanlarda. Fakat rafta tozlanmaya devam etti. Kayda değer herhangi bir adım atılmadı. Üstelik bazı Alevi kurumları ve yurttaşların çeşitli vesilelerle
AİHM’de açtığı davalar Alevilerin lehine karara bağlanmış olmasına rağmen. Bunlar arasında Sünni inancı esas alınarak verilen zorunlu din derslerinin kaldırılması, cem evlerinin ibadethane statüsünün kabul edilmesi de var. Ki bunlar Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerinin başında gelen hususlar. AKP iktidarları açılım yapmak istiyor ama seçmenlerinin tepkilerinden çekiniyor olsaydılar, hiç değilse “Ne yapalım, AİHM kararı, uygulamak zorundayız” diyebilir, topu AİHM’e atabilirlerdi. Bunu da yapmadılar. Anayasa gereği ulusal hukukun üzerinde bağlayıcılığı olan bu AİHM kararlarının uygulanması için değil uygulanmaması için kırk dereden su getiriliyor.
Alevilerin referandum tavrı
Alevilerin 16 Nisan referandumu ile ilgili tutumunun daha iyi anlaşılması için bu kısa özeti yapmak durumundaydım. Başka toplumsal kesimlerin düşünce, eğilim veya tutumları bir yana, Alevilerin AKP iktidarına karşı içerisinde bulundukları durumu en açık özetleyen sözcük, herhalde “endişe” olsa gerektir. Alevi sorununun gerektirdiği reformların yapılmamasının yanında vurgulanması gereken bir başka husus, kuşkusuz ki, sorunun toplumsal yüzleşme boyutudur.
31
Aleviler çevrelendikleri Sünni çoğunluğa karşı öteden beri tedirgin bir ruh hali içerisindedirler ve bu, durup dururken gelişen bir tedirginlik de değildir. Öncesi bir yana 1978 Maraş, 1980 Çorum, 1993 Sivas, 1995 Gazi Mahallesi katliam ve provokasyonları Alevilerin hafızalarında olanca canlılığını korumaktadır. Alevilerin Kemalizm ve CHP ile sorunlu ilişkilerinin temelinde bu ruh hali bulunmaktadır. AKP’nin gündeme getirdiği açılımın sonradan sokağa terk edilmesi Alevilerdeki bu olumsuz psikolojiyi, güvensizliği daha da artıran bir etkiye yol açmıştır. Bu bir realite. Dolayısıyla Alevilerin AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir “tek adam” durumuna taşımaktaki isteklerini paylaşmaları mümkün değildir. Nitekim bu nedenle 16 Nisan referandumunda Alevilerin neredeyse blok halinde “hayır” oyu kullanmasına herhalde kimse şaşırmayacaktır. Bu yazı yayınlandığında referandum gerçekleşmiş ve sonuçta “evet” ya da “hayır” oylarıyla birlikte Türkiye yeni bir sürece girmiş olacak. Ancak sonuç “evet” de çıkmış olsa “hayır” da çıkmış olsa, Alevilerin tartışma, pazarlık kabul etmez nitelikteki haklı talepleri, Türkiye’nin demokratikleşme sorununun nirengi noktalarından birini oluşturmaya devam edecek.
ohal’de büyük kumar: 16 nisan Hayır Cephesi’nin faşizm koşullarında çalışma yürüttüğü, türlü iftira, tehdit ve saldırılara maruz kaldığı, milletvekili siyasetçi ve gazetecilerin tutsak tutulduğu bir zeminde yüzde 60’ın altında bir “evet” oyu da kısmen ancak kümülatif etkileri itibariyle giderek büyüyecek bir mağlubiyet anlamına geliyor.
Cenk YİĞİTER
B
u yazıyı okuduğunuz sırada, Türkiye toplumu merkez dışında konumlanmakla ve görece geç kapitalistleşmekle karakterize olan siyasal modernleşme serüveninin en önemli moment noktalarından birisinin hemen arifesinde veyahut hemen sonrasında olacak. 16 Nisan Referandumu, sonucu her ne olursa olsun, Türkiye ve hatta bölge açısından önemli bir milat. Bundan sonra siyasi ve tarihi değerlendirmelerde 16 Nisan öncesi ve sonrası ifadelerini sıkça göreceğiz. Referandumda oylanacak olan anayasa değişikliği paketi hakkında herkesin bir parça bilgisi var. Hayır Cephesi “başkanlığa hayır” derken, Evet Cephesi bunun bir başkanlık sistemi
olmadığında ısrarlı. Bunda şüphesiz AKP’nin başkanlık söylemiyle girdiği 7 Haziran seçimlerinde meclis çoğunluğunu kaybedecek düzeyde yaşadığı seçim hezimetinin payı büyük. Ancak işin aslı terminolojik olarak bu konuda haklı olan Evet Cephesi’dir. Başkanlık sistemi burjuva demokrasisi sınırlılıkları içerisinde, demokratik hükümet sistemlerinden birisidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerinden temellenir ve hatta parlamenter sistem bir yumuşak kuvvetler ayrılığı sistemi iken başkanlık sistemi bir sert kuvvetler ayrılığı sistemidir. Oysa getirilmek istenen yeni sistem, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran bir sistem. Bu anlamıyla mesele demokratik hükümet sistemlerinden birinden diğerine geçmek meselesi değildir: kuvvetler ayrılığı prensibini terk ederek,
Türkiye bir süredir fiilen bir tek adam diktatörlüğünün pençesindedir. 15 Temmuz sonrası süreçte, 20 Temmuz darbesi ile birlikte OHAL fiili bir anayasasızlaştırma işlevi görmüştür.
32
kuvvetler birliği üzerinde temellenen burjuva demokrasisi sınırlılıkları içerisinde dahi anti-demokratik bir sisteme geçilmesidir söz konusu olan. Bu anlamda muhalefetin sistem değişikliği değil rejim değişikliği tespiti yerinde bir tespittir. Ek olarak şunu da söylemek gerekir: bu bir anayasa değişikliği girişimi değil, anayasasızlaştırma sürecidir. Nitekim anayasanın anlamı iktidarın sınırlanması, denge ve fren mekanizmaları ile kuşatılmasıdır. Hayır Cephesi bu anlamda 1982 Anayasası’nı değil, anayasasızlaştırma karşısında anayasayı savunmaktadır.
KHK’larla yasama yetkisi yürütmeye devredildi
OHAL öncesinde de, yasama organı büyük oranda tasfiye edilmişti. Torba yasalar, meclisi bir yasama organı olmaktan çıkarmış, bir yasa fabrikasına çevirmişti. Türkiye, OHAL öncesinde de KHK’lar ile yönetiliyordu ki KHK açıkça yasama yetkisinin yürütmeye devri anlamına gelmektedir. Türkiye’de
ohal’de büyük kumar: 16 nisan hiçbir zaman gerçekleşememiş olan yargı bağımsızlığının mutlak olarak ortadan kaldırılması da OHAL’den çok daha öncesine dayanıyor. OHAL ile birlikte, OHAL KHK’larını denetleyemeyeceğini karara bağlayan Anayasa Mahkemesi açıkça kendini feshetti. Bu anlamda şu anki Anayasa Mahkemesi üyelerinin kim tarafından hangi usullerle atanmış olduğu bir önem arz etmemektedir. KHK bir yasama yetkisi devri iken, OHAL KHK’ları yasama yetkisinin yürütme tarafından gasp edilmesidir. Ayrıca KHK ile ihraç süreçlerinde görüldüğü üzere iktidar gasp ettiği yürütme yetkisini bürokrasiye sunmuştur. Bu durum, yasama yetkisinin bürokrasinin elinde olma hali, kelimenin en dar anlamıyla dahi darbe durumudur. Türkiye üniversiteleri tarihinin en büyük tasfiyelerinden birinin mimarlarından olan Ankara Üniversitesi Rektörü ve AKP Siyaset Akademisi Hocası, saray fedaisi Erkan İbiş, kendisine sunulmuş üst yazısı hazır altı boş bırakılmış KHK’yı dilediği gibi doldurarak doğrudan yasama yetkisini kullanmış bir saray bürokratıdır. Bu zatın soyadı artık sadece kendisini imlemiyor, bir insan ve bir yüksek bürokrat tipini ifade ediyor. Bu anlamda 20 Temmuz darbesi sadece bir saray darbesi değil, aynı zamanda bir ibişler darbesidir. Evet Cephesi’nin kısmen haklı olduğu bir başka nokta daha var: fiili
OHAL öncesinde yasama organı büyük oranda tasfiye edilmişti. Torba yasalar, meclisi bir yasama organı olmaktan çıkarmış, bir yasa fabrikasına çevirmişti. Türkiye, OHAL öncesinde de KHK’lar ile yönetiliyordu ki KHK açıkça yasama yetkisinin yürütmeye devri anlamına gelmektedir. olan durumu hukuki bir forma sokma iddiası doğru ancak eksik bir tespit. Türkiye bir süredir fiilen bir tek adam diktatörlüğünün pençesindedir. 15 Temmuz sonrası süreçte, 20 Temmuz darbesi ile birlikte OHAL fiili bir anayasasızlaştırma işlevi görmüştür. Ancak Evet Cephesi’nin muradı sadece bu fiili durumu hukukileştirmek değil, aynı zamanda 15 Temmuz’un rüzgârını arkasına alarak, bu fiili durumu referandumla topluma onaylatmaktır; buradan ulusal ve uluslararası düzeyde bir meşruiyet devşirmektir. 15 Temmuz’un yarattığı rüzgâra fazla bel bağlayan saray rejimi, bu rüzgârların ürettiği türbülansı fazlasıyla hafife aldı. Bu anlamda çok büyük bir
33
kumar oynadı. Bir kumarbaz ne kadar bahtlı ve becerikli olsa da, masadan doğru zamanda kalkmayı bilmiyorsa sonunda masadan mecburen dımdızlak kalkacaktır. Şimdiden görünen o ki, referandum kumarını Evet Cephesi kaybetti. Sonucun “hayır” çıkması zaten açık mağlubiyet anlamına geliyor. Ancak OHAL şartlarında ve açık faşizm koşullarında devasa kamu kaynaklarıyla, havuz medyasının yanı sıra ana akım medyanın desteğiyle “evet” propagandası yapılırken; Hayır Cephesi’nin faşizm koşullarında çalışma yürüttüğü, türlü iftira, tehdit ve saldırılara maruz kaldığı, milletvekili siyasetçi ve gazetecilerin tutsak tutulduğu bir zeminde yüzde 60’ın altında bir “evet” oyu da kısmen ancak kümülatif etkileri itibariyle giderek büyüyecek bir mağlubiyet anlamına geliyor. Peki, ama böyle bir kumara oturmuş olmanın tek açıklaması elindeki kozlara gereğinden fazla güvenmek olabilir mi? Geçenlerde bir nakliyat işçisi sordu, “Peki hocam, bu adam, nasıl böyle bir işe girdi?” diye. Ona bir çocukluk arkadaşımın hikâyesini anlattım. Bir yetim olduğunu sandığımız arkadaşımızın babası yıllar sonra ortaya çıktı. Meğerse Avrupa’da hapis yatmış namlı bir uyuşturucu mafya lideriymiş kendisi. Arkadaşım bir gün bana şunu söylemişti: “Bizi terk edip gitti bu adam ve yıllar sonra karşımıza çıktı. Şimdi deve yüküyle parası var, kendisiyle iletişime geçmemizin şartı olarak gayrimeşru işleri bırakmasını talep ediyoruz. Ama bırakacağım dese de bırakamıyor adam. Neden?” Çok film izleyen biri olarak kendimce şöyle anlatmıştım: “Babanın etrafı onun çökmesini bekleyen kurtlarla çevrilidir. Sahip olduğu her şeyden vazgeçmedikçe mafya olmaya, daha da güçlenmeye, daha çok gayri meşru işe sürüklemeye mecbur. Ya her şeyini kaybedecek ya daha fazlasını elde etmek için çabalayacak.” Saray’ın şu anki durumu da, bu büyük kumara girmeye mecbur kılan motivasyonun özü de budur. Sonuç her ne olursa olsun, 16 Nisan sonrası muhalefet açısından, Türkiye’nin demokratik ve sosyalist güçleri açısından zorlu bir dönem olacak. Orta vadede elimizi uzatıp alabileceğimiz bir iktidar ve devrimci bir dönüşümün parçası olma ihtimalimiz de var, her şeyimizi kaybedip sil baştan işe koyulmamızı gerektirebilecek bir sürece savrulma ihtimali de.
kesk’in sınıf mücadelesi KESK Eş Başkanı Şaziye Köse ile KHK’ler karşısında KESK’in mücadelesini işçi sınıfının, sendikal hareketin ve referandum sonrasında toplumsal muhalefetin geleceğini konuştuk. Söyleşi: Hikmet SARIOĞLU 15 Temmuz sonrasındaki sürecin, OHAL ve seri KHK’lar rejiminin KESK’e faturası; soruşturma, gözaltı, tutuklama, açığa alınma, ihraç, sendikal faaliyetleri yasaklama, sendikal faaliyetleri “terör” kapsamına alma ve sürgünler bakımından ne oldu? Öncelikle bir düzeltme ihtiyacı duyuyorum. KESK’e yönelik sistematik ve olağan dışı baskı ve saldırılar 15 Temmuz darbe girişiminden çok önce başladı. Geriye dönüp baktığımızda 10 Ekim’in hemen sonrasında başladı, 7 Haziran seçimlerinden sonra ivme kazandı. “Öncelikli hedef ” seçildiğimize, yıldırılacak ve sindirilecek odaklar arasında ilk sıralara yerleştirildiğimize dair yeterince işaret olduğunu söyleyebilirim. 7 Haziran’ı takiben soruşturmalar, disiplin cezaları ve sürgünlerdeki tırmanış zaten bir göstergeydi. 7 Haziran’dan sonra faşist bir rejimin inşası doğrultusunda hızlandırılan gidişat çerçevesinde KESK’in de hedefler skalasında yer almaması düşünülemezdi zaten. Ama “öncelikli hedef ” ve “ilk sıralara” yerleştirilmek belirlemeleriniz biraz abartılı değil mi? Hayır değil. Şu an kazara KESK’in eş başkanlığı görevini yürütüyorum diye bir örgütsel kendine yontma tavrı ile konuşuyor değilim. Tam tersine, bir faşist rejimin inşası veya bu gidişatın çelinmesi ve geri püskürtülmesi çerçevesinde KESK’in kritik öneminin sendikal harekette ve sol cenahta yeterince takdir edilemediğini düşünüyorum. Nedir bu kritik önem? Neden “öncelikli hedef ”iz anlatmaya çalışayım: KESK ve öncülleri toplumsal muhalefetin son 50-60 yıllık tarihinin rolü reddedilemez birer bileşenidirler. Çekip alın ülke çapında faaliyet sürdüren TÖS’ü ((Türkiye Öğretmenler Sendikası), hele de onun örgütleyicisi olduğu öğretmen boykotunu 1960’lardan, kocaman bir boşluk oluşur. Çekip alın TÖB-DER’i ve bağlı sendikalarımızın ilk nüvelerini,
Türkiye’nin 1970-80 arası döneminin tarihi yazılamaz. Ve nihayet gelelim 90’lara; KESK’in toplumsal muhalefetin sürükleyici ekseni olduğu yıllara... Meydanlar bizimle özgürleşti, Kızılay kaç tez tarafımızdan zapt edildi. Beyazıt, kaç kez bizim sloganlarımızla inledi. Siyasi iktidar KESK’in bu tarihsel arka planını gören bir husumetle bize saldırıyor. Bir faşist rejim işçi hareketi ve mesleki/toplumsal örgütlenmeler üzerinde korporatist bir denetim ve egemenlik kurmadan inşa edilemez. İşçi/emek hareketi yönünden bakıldığında bunun karşısındaki belli başlı engeller herkesin malumu: KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), TMMOB (Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği), TTB (Türk Tabipler Birliği)… Ama türlü sebeplerle burada öncelikli hedefin KESK olduğuna hiç şüphe yok. Özellikle son 10 yıldır görece gerilemiş olmasına rağmen KESK halen toplumsal muhalefetin en yaygın örgütlülüğe sahip, en direngen, halkla ve toplumsal muhalefetin diğer kesimleriyle teması en yüksek örgütlülüğüdür. Örgütlülüğü belli başlı siyasi partilerle karşılaştırılabilir. Siyasi iktidar bunu da görüyor. Bir faşist rejimin inşası bürokrasinin, devlet çarkının, eğitimin, maliyenin, vb. yeniden organize edilmesinden bağımsız düşünülemez. KESK’in bü-
34
tün bu alanlardaki varlığı, muhalefeti, iç bilgisi, direnci ve faaliyeti başlı başına bir engel ve kılçık olarak görülmektedir. Sermaye “olağanüstü bir kriz rejimi” ihtiyacı vesilesiyle bir faşist diktatörlüğe onay ve rıza verecekse; “Reis’le” sermaye arasında bir uzlaşı olacak... Bu, sermayenin kârlılık çarkının ha bire dönmesi üzerinden bir mutlak güvencesizlik rejimi ve dikensiz gül bahçesi yaratmayı amaçlayan bir uzlaşı olabilir. Neo-liberal taarruz ancak bu yolla mantıki sonuçlarına kadar ilerletilebilir. Burada da kamusal alan ve bu alanda örgütlü olan KESK bir engel olarak duruyor. Daha çoğaltabilirim. Ama KESK, kısaca bu sebeplerle öncelikli hedef. Hâlâ 15 Temmuz sonrasına gelemedik. Hâlâ KESK’in neden öncelikli hedef olduğunu ve 7 Haziran-15 Temmuz arasındaki dönemini konuşuyoruz. Arada 10 Ekim var; geriye dönüp baktığımızda; bir sendikal örgüt olarak KESK, bir bakıma üstüne vazife olmayan “siyasi” bir rol üstlenmedi mi? Arada yeni dönemin habercisi olarak Suruç Katliamı var. Onu unutmayalım. Ama 10 Ekim söz konusu olduğunda öncelikle şunu belirteyim: 10 Ekim Mitingi, KESK motor güç olsa bile, son dönemlerin bilinen adlandırmasıyla dörtlünün (KESK, DİSK, TMMOB, TTB) çağrıcısı olduğu bir miting. Evet;
kesk’in sınıf mücadelesi dörtlü çok kritik, çok riskli, ama o ölçüde de tarihsel bir rol üstlendi. Bizim ki kutlama değildi elbette. Ana teması “barış” olan bir mitingle, ülkemizi iki yıldır kasıp kavuran kör bir gidişatın ve bir şiddet dalgasının önüne geçmeye çalıştık. Niye bir rol aldınız demek; aslında, 70’lerin DİSK’i keşke 1977 1 Mayıs’ını kutlamaya soyunmasaydı demek gibi bir şey. 1977 kutlamasında yaşananların siyasi konjonktürden bağımsız olduğunu kim söyleyebilir ki? Yüreğimizi dağlamaya devam eden, Cumhuriyet tarihinin bu en büyük işçi/ emekçi katliamında öngörü ve tedbir eksikliklerimizin olduğu muhakkak. Bunu açık yüreklilikle teslim etmeliyiz. Ama üstünüze vazife miydi sorusunu; doğrusu isabetsiz buluyorum. Evet; üstümüze vazifeydi. O kitlesellik ve kapsayıcılıkta bir mitingi “dörtlü”den başkası düzenleyemezdi. Bu miting, gerçekleşseydi şayet, koşullara bağlı olarak sonraki sayısız yıkım, katliam, kıyım ve acıyı önleyen bir dönüm noktası olabilirdi. Ama sorunuzun en can alıcı noktasına gelecek olursam; sendikal hareketin üstüne vazife mi? Sendikal hareket, sebeplerini burada açamayacağım ama çok uzun bir ta-
Ve nihayet gelelim 90’lara; KESK’in toplumsal muhalefetin sürükleyici ekseni olduğu yıllara... Meydanlar bizimle özgürleşti, Kızılay kaç tez tarafımızdan zapt edildi. Beyazıt, kaç kez bizim sloganlarımızla inledi. Siyasi iktidar KESK’in bu tarihsel arka planını gören bir husumetle bize saldırıyor. rihsel dönemdir kendisini en kötüsünden iktisadi bir çerçeveye hapsetmiş durumdadır ve bu umutsuz çerçevede ufkunu karartan bir darlık içinde didinip durmaktadır. Bu sebeple kaderinin siyasi sürece, siyasi güç dengelerine, siyasi denklemlere, siyasi güç dizilişlerine bağlı olduğu eşikleri kaçırmaktadır. Klasik faşizmin tarihi bunun örnekleriyle dolu değil mi? Bazen aşağıdan gelen işçi ve kitle hareketi bütün toplumsal ve politik dengeleri sarsar ve her
Bir faşist rejimin inşası bürokrasinin, devlet çarkının, eğitimin, maliyenin, vb. yeniden organize edilmesinden bağımsız düşünülemez. KESK’in bütün bu alanlardaki varlığı, muhalefeti, iç bilgisi, direnci ve faaliyeti başlı başına bir engel ve kılçık olarak görülmektedir.
35
şeyi yeniden dizer. Ama bazen de işçi hareketinin önünün açılması siyasetten ve siyasi mücadeleler dizisinden geçer. Bugünün Türkiye’si, hiç yoksa belirli bir dönem ikincisinin geçerli olduğu bir ülkedir. Bu gerçeğe sırtını dönen bir işçi hareketi, konjonktürü tamamen ıskalayan, sözcüğün en dar kısıtlı anlamında bir işçi hareketi olur, en dar ve kısıtlı anlamında “iktisadi”, buna ekonomist dendiği de vakidir. Dolayısıyla biz yanlış yapmadık ve üstümüze vazife olmayan bir iş üstlenmedik. 10 Ekim Katliamı’nın gerçek hedefi kitlelerin sokaklardan çekilmesini sağlama, bir korku dalgası yaratarak sendikal hareketi, kitleleri pasifikasyona uğratma, edilgenleştirme hamlesiydi. Bunun için 101 canımızı, barış karanfilimizi yitirdik, katledildik. Tıpkı ’77 1 Mayıs’ı gibi, işçi hareketi tarihinin asla belleklerden silinmemesi ve unutulmaması gereken bir olaydır bu. Ara biraz uzunca oldu, başa ve 15 Temmuz sonrasına dönelim mi? Fatura nedir sorusuna… Dönelim; baskı ve saldırılarda süreklilik ve tırmanışı, bunun 7 Haziran sonrasını, katmerlenme nedenlerini sanıyorum anlatabildim. Ama haklısınız. 15 Temmuz sonrasında görülmemiş bir baskı ve saldırı dalgası ivmesi ile karşılaştık Bu öyle bir saldırı dalgasıydı ki KESK adeta bir “stres testi”nden geçti ve geçmeye devam ediyor. OHAL ve KHK’ların, hâlâ bir muamma olan 15
kesk’in sınıf mücadelesi
Temmuz darbecilerine yönelik olduğuna dair güya başlangıç güvencelerinin kocaman bir yalandan ibaret olduğunu, okların sivri uçlarından birinin kamusal alana, bunun için özellikle ve her türlü istihbarat marifetiyle KESK’e yöneldiğine hemen tanık olduk. Bütün yalaka amir/müdür taifesi KESK’lileri gammazlama yarışına girdi. KESK ve “stres testi”, durum nedir? KESK, tarihin ve sınıf mücadelesinin bu zorlu sınavından geçmek için elinden geleni yapıyor. Direniyor ve aslında bir dizi siyasal ve toplumsal özneye göre alışılmadık, mücadeleci, dayanışmacı, yol açıcı, vb. bir performans sergiliyor. Biz sendikayız. Diğer sendikaların üyelerine de, sendikalı olmayanlara da sahip çıkarız. Darbe girişimine fiili olarak katıldığı ispatlanmamış herkes masumiyet karinesi gereği suçsuzdur. Sendika bu demektir zaten. Sendika olduğumuz için, herkesin haklarını savunduğumuz için bize parmak sallanıyor, tehdit ediliyoruz. Ama hitap ve örgütlenme alanımızdakilerin hakları, bütün mağdurların, darbeyle fiili herhangi bir ilintisi olmayan, darbeyle son zamanların moda tabiriyle hiç bir “iltisak”ı bulunmayan herkesin hakkının ve hukukunun savunulması bağlamında üyemiz olsunlar olmasınlar, sendikalı olsunlar olmasınlar bizim ilgi alanımızdadır. Ama şu sefalete bakar mısınız? Kamu-Sen ve Memur-Sen sefaleti. Dönüp 7 Haziran ve 15 Temmuz sonrasına bakalım, kim açık/demokra-
Ana teması “barış” olan bir mitingle, ülkemizi iki yıldır kasıp kavuran kör bir gidişatın ve bir şiddet dalgasının önüne geçmeye çalıştık. Niye bir rol aldınız demek; aslında, 70’lerin DİSK’i keşke 1977 1 Mayıs’ını kutlamaya soyunmasaydı demek gibi bir şey. tik sendikal/siyasi mücadele alanında ne yapmıştır? Bırakın mücadele etmeyi, ihraç edilen, açığa alınan üyelerini bir cümleyle dahi ağızlarına almaya korkanlar, “biz büyük sendikayız” diye ortalıkta salınıyor, üyelerini kayıtlardan çıkarıyor, “artık üyemiz değilsiniz” diyerek sendika binalarının kapısından girmemeleri için güvenlik görevlisi dikiyorlar. Özellikle Memur Sen canhıraş ihraçları gerçekleştirenlerin, insanları işinden, ekmeğinden edenlerin sözcülüğünü yapıyor. KESK; ihraçlar ve açığa almalarla ilgili, ilk günden itibaren kesintisiz bir mücadele yürüttü, yürütmeye devam ediyor. KESK, OHAL koşullarında bütün eylem ve etkinlikleri yasaklanmasına ve her tür saldırının hedefi olmasına rağmen, günlük olarak sokaklarda oldu. Açığa alınan 9.843 üyemiz için örgütümüz illerde hem kendi hakları hem de yerel halkla birlikte eğitim hakkı bağlamında günlük kitlesel oturma eylemleri gerçekleştirdi. Dersim’den, Hatay’a, Samandağ’a, Mersin’den Adana’ya, İzmir’den Diyarbakır’a farklı boyutlarda neredeyse bütün illerde kitlesel “Öğretmenime Dokunma” eylemleri örgütlendi. Nerdeyse günlük olarak siyasi partilerle, hükümet temsilcileriyle, bakanlıklarla her düzeyde diplomasi yürütüldü. Uluslararası dayanışma, eylem
36
ve etkinlikler gerçekleştirildi. OHAL koşullarında 4 gün süren kol yürüyüşleri, ihraç edilen üyelerimizle İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüşler yapıldı. Hepsinde çeşitli saldırılara maruz kaldık. Mitinglerimiz yasaklandı. Açığa alınan üyelerimiz bu mücadeleler sonucunda işlerine geri döndüler. Burnumuz devamlı dışarıda oldu, olmaya da devam edecek. Ta ki ihraç edilen, açıkta olan bütün üyelerimiz geri dönene kadar. Peki, şimdi durum nedir? FETÖ/PDY olarak adlandırılan yapıya karşı, 15 Temmuz’dan itibaren değil, en başından beri mücadele ettiği herkesçe bilinen KESK “darbecilerle mücadele” iddiasıyla başlatılan açığa almaların, ihraçların hedefi haline getirildi. Kamuda siyasi fişlemeler ve ihbarlar üzerinden başlatılan soruşturma süreçleri, hukuksuz ihraç ve açığa alma uygulamaları, kapsamları genişletilerek sürdürüldü, aileleri ile birlikte 1,5 milyon insan doğrudan mağdur edildi. Yayınlanan 667 sayılı ilk KHK aslında devamında geleceklerin habercisiydi. 667 sayılı KHK’nin 4. Maddesi “darbe ile mücadele” kapsamının dışına çıkan, asılsız, hiçbir kanıt, bilgi, belgeye ihtiyaç duyulmaksızın işten atmanın zeminini oluşturdu. Bir çırpıda adımız ihbarlarla listelere konulabilir,
kesk’in sınıf mücadelesi işimizden edilebilir, tutuklanabilirdik. Nitekim de öyle oldu. Bol sayfalı işten çıkarma KHK’leriyle başta KESK Kadın Sekreteri Gülistan Atasoy olmak üzere, SES MYK üyesi Fikret Çalağan, BES Genel Başkanı Fikret Aslan ve çok sayıda şube başkanımız, şube yürütme kurulu üyemiz ve üyelerimiz ihraç edildi. Amaç örgütlülüğü çökertmekti. Sendikal eylem ve etkinlikler nedeniyle haklarında onlarca dava açılan ve tümünde iç yargı ve AİHM kararlarıyla aklanan arkadaşlarımızın bu kez KHK’lar ile açığa alınmaları/ihraç edilmeleri darbe girişiminin fırsata dönüştürüldüğüne dair diğer açık örneklerdendir. 677 ve 678 sayılı KHK’lar nasıl bir hukuksuzlukla, nasıl bir dikta rejim ve nasıl bir keyfilikle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetmektedir. Diğer KHK’lardan sonra, bu iki KHK ile birlikte 15 Temmuz darbe girişiminin artık tümüyle hükümetin elinde bir silaha dönüştüğü, bırakalım 3’er aylık OHAL dönemini, ülkemizin gelecek on yıllarının KHK’lar ile belirlendiği, seçim yapılmasına bile gerek kalmayacak şekilde AKP’nin gelecekte de iktidarda kalmasının zemininin hazırlandığı bir kez daha netleştirdi. Her iki KHK ile anayasa ayaklar altına alınarak OHAL’in ilan edilmesine gerekçe olan darbe girişimiyle alakası olmayan düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin 668 sayılı KHK ile grev ertelenmesinin kapsamı genişletilmiş, büyükşehirlerde ulaşım alanında da bakanlar kuruluna grevi 60 gün erteleme yetkisi verilmiştir. Kayyım atanan belediyelerde çalışan yüzlerce kamu emekçisi ihraç edildiği gibi kayyımlara meclis kararına ihtiyaç duymadan geçmişte yapılan sözleşmelerin iptal edilmesi
KESK, tarihin ve sınıf mücadelesinin bu zorlu sınavından geçmek için elinden geleni yapıyor. Direniyor ve aslında bir dizi siyasal ve toplumsal özneye göre alışılmadık, mücadeleci, dayanışmacı, yol açıcı, vb. bir performans sergiliyor. yetkisi verilmiştir. Siyasal iktidar son KHK ile yıllardır eğitimin dinselleştirilmesine ve ticarileştirilmesine direnen, laik-bilimsel eğitimi savunan, emek, barış ve demokrasi mücadelesi yürüten eğitim emekçilerinden, ülkede akan kanın durması için Barış Bildirisi’ne imza atan yüzlerce akademisyenden intikam alırcasına hareket etmeyi sürdürdü. Şu ana kadar ihraç edilen üye sayımız: EĞİTİM SEN 1487 bunların 257’si akademisyen,9’u idari personel, SES: 591 BES:363, TÜM BEL SEN: 506, TARIM ORKAM SEN: 44 HABER SEN: 10, ESM: 28, BTS: 1, KÜLTÜR SANAT SEN: 12, YAPI YOL SEN: 28, DİVES: 61, TOPLAM : 3.131. KESK toplamında açıkta olan üye sayımız 698, tutuklu olan üye sayımız 76’dır. Gözaltılarla ilgili sayı veremiyorum çünkü günlük olarak sayılar değişiyor. Kamuda yaşanan toplam ihraçların sayısı asker ve polis hariç 102 bin. MEB’den 33 bin 65 eğitim emekçisi ve akademiden 4 bin 811 bilim insanı siyasi bir kararla ihraç edilmiştir. Yüz binin üstünde insanın işinden edilmesi ve bunun neredeyse günlük
37
listelerle yapılması, kokteyl suçlamalar, yeni torba davalar icat edilmesi, sendikal faaliyet ve eylemlerimizin suç sayılması, idari kararlarla cezalandırma, soruşturmalarla kovuşturmalar aslında darbenin aydınlatılması anlamına değil, tam tersine darbe girişiminin siyasal gerçeklerinin karartılması anlamına gelmektedir. İhraç edilen üyelerinizle nasıl bir dayanışma geliştirdiniz? KESK, sağlam bir mayası ve çok onurlu, baş eğmeyen üyeleri olan bir örgüt. Zor ötesi bir dönemden geçiyoruz. Toplumun tamamının kaderi çok açık biçimde içinden geçtiğimiz siyasal sürece bağlı. Böyle olmasına rağmen mücadeleden bir adım bile geride durmadık, şiddet ve baskılara rağmen sokaktan çekilmedik. Eylem ve etkinliklerimizi çok sayıda toplantı ve diplomasi yürüterek uluslararası sendikal harekete taşıdık. Bağlı olduğumuz üst kuruluşlarımız ITUC (Dünya Sendikalar Birliği) ve ETUC’u (Avrupa Sendikalar Birliği) günlük olarak bilgilendirdik. ITUC ve ETUC üyesi sendikalar eylemlerimize destek verdi. Eylemler gerçekleştirdi, hükümet üzerinde işçi komiteleri olarak çeşitli düzeylerde baskılar kurdular. ITUC ve ETUC ile birlikte Ankara’da DİSK, TÜRKİŞ, HAK İŞ ve KESK olarak OHAL/ KHK’ler ile işten atmalara/ihraçlara, açığa almalara karşı birlikte açıklama yaptık. Hükümet, Bakanlıklar, Çalışma Bakanlığı, ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü) ile aralıksız görüşmeler yapıyoruz. Hukuksal boyutta çok etaplı mücadelemiz (Danıştay, idari mahkemeler, Anayasa Mahkesi, AİHM) sürüyor. Bu boyutta en küçük bir eksikliğimiz yok.
kesk’in sınıf mücadelesi Sadece kendi üyelerimize değil, ihraç edilen kamu emekçilerinin tamamına hukuksal destek veriyoruz. KESK’in tüzüğü gereği üyeleriyle, diğer “sendikamsı” yapılar gibi, “işten çıktı artık bizimle bir ilişkisi kalmadı” türünden bir ilişkisi yok. Üyelerimiz yargı süreçleri sonlanıncaya kadar eşit haklara sahip (seçme-seçilme hakkı da dahil) üyemizdirler. Siyasi iktidar bizi açlıkla terbiye etmeye çalışıyor fakat bilmediği şudur: Biz, üyelerimizle olanaklar ne ise paylaşır, üyelerimize sahip çıkarız. Maddi dayanışma da mücadelenin bir parçası. Sendikalarımız ihraç edilen tüm üyelerimize yeterli olmasa bile maddi olarak aylık belli tutarlar ödüyorlar. Örgüt içinde dayanışma kampanyaları sürdürüyoruz. Üyesi olduğumuz ITUC, ETUC bünyesinde aylardır yaptığımız toplantılar sonucunda bir kampanya başlatıldı. En son ITUC bünyesinde bir fon kuruldu. Fonun hangi kriterle kime, nasıl, hangi başlıklarda destek sunacağı 3-5 Mayıs’ta Ankara’ya gelecek olan ITUC, ETUC heyeti ile yapacağımız toplantıda belirlenecek. Mesele KESK mi, kamusal alan mı? Kamusal alandaki bütün muhalif direnç noktaları ezilmek ve imha edilmek isteniyor. Buna TMMOB, bağlı odaları, TTB, bağlı odaları dahil. Üniversitelerdeki, akademideki ileri birikim dahil. Bu anlamda mesele elbette dar anlamda KESK değil. Ama şu hakikati de teslim etmek durumundayız: KESK bu bileşim içinde kilit unsurdur. Bu yüzden öncelikli hedefiz.
veya hangi muhalif toplumsal odağın, KESK’e göre perspektifi ve ufku daha açık ve nettir? KESK de nihayetinde toplumsal muhalefetin bir bileşenidir. Ona nasıl bu kadar büyük bir misyon yüklenebilir ki? Elbette yıllara dayalı olarak yaptığımız çok şey var. Fakat bu konu sadece KESK’in bu mücadeledeki bir başarı ve başarısızlık ölçütüne göre değerlendirilemez. KESK’in genellikle kimlik siyaseti etrafında pratikler sergilediği ve etkili bir sınıf siyaseti sürdürmekte beklenen başarıyı sağlayamadığı yolunda eleştiriler var. Siz buna ne diyorsunuz? Bu sorudaki eleştiriyi kategorik olarak reddediyorum. Bu yapıcı, ilerletici, sınıf mücadelesini günümüz koşullarında içeriden okuyucu bir eleştiri değil. Bu dogmatik bir ezber okuma.
Haklı eleştirilere sonuna kadar açığız. Sınıf kimliğini bir soyutlama, adeta bir “sıfır noktası” olarak vaz eden bütün teoriler tarihin de tanıklık ettiği gibi yanlıştır. Sınıf kimliği, ancak bir çokluklar ve çoğulluklar harmanının kapsayıcı, bütünleyici ve sentezleyici şemsiyesi, farklı ezilme biçimlerinin içerici ve fark gözetici potası olabilirse hakiki manada kuşatıcı bir sınıf kimliği olabilir. KESK’in eleştiri kabul etmez bir sendikal siyasetin takipçisi olduğunu ileri sürecek değilim. Fakat bu sınıf siyasetinden kimlik siyasetine doğru kayma eleştirisinin, günümüz sınıf mücadeleleri konusunda tamamen arkaik ve geliştirici olmayan bir noktadan konuştuğu kanısındayım. Sivrilterek nasıl ifade edeyim?... Amerika’da, Hispaniklerle ve Siyahilerle ilgili değilseniz gerçek ulus
KESK’in eleştiri kabul etmez bir sendikal siyasetin takipçisi olduğunu ileri sürecek değilim. Fakat bu sınıf siyasetinden kimlik siyasetine doğru kayma eleştirisinin, günümüz sınıf mücadeleleri konusunda tamamen arkaik ve geliştirici olmayan bir noktadan konuştuğu kanısındayım.
KESK, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bu alanda çalışanların ekonomik ve sosyal haklarını savunmada ne kadar başarı sağlayabildi? Neo-liberal taarruz kapitalizmin yeni halidir. Ve bu taarruzun odağında kamusal alan ve hizmetler olan eğitim, sağlık, yerel hizmetler vb. ile tarih boyunca kamusal olarak nitelenmiş her şey vardır. Dolayısıyla mesele aslında ve özünde kamusal alanın kapitalizm karşıtı eksenlerde yeniden inşasıdır. Bu devasa bir sorunsaldır. KESK, eskinin, var olanın muhafazasıyla yeninin inşası arasında gidip gelen bir salınımda bir mücadele sürdürüyor olabilir. Ama söyler misiniz, hangi siyasal odağın, hangi sendikal odağın
38
kesk’in sınıf mücadelesi ve etnisite aşırı gerçek bir işçi hareketi inşa edemezsiniz, bunların özlem ve beklentilerinin, özgül taleplerinin yansıtılmadığı bir işçi hareketi olur. Ve ne kadar çabalarsanız çabalayın “beyaz” bir işçi hareketi olarak kalırsınız. Veya günümüz Avrupa’sını da bu açıdan yoklayabilirsiniz. Türkiyelilerin, Kuzey Afrikalıların ve Doğu Avrupalıların olmadığı bir işçi hareketi.... Türkiye’de Kürtlerin olmadığı -Kürtleri kapsayacak ve içerecek bir hat izlediğinizde suçlanacağınız- bir işçi hareketi... Olmasa da olur.. İşçi hareketi “ulus devletin” uydusu veya yörüngesinde gezineni olamaz. Olursa işçi hareketi olmaz. Kısadan ve kestirmeden şunu söyleyebilirim: Sınıf kimliği bir soyut kalıp ve boş gösteren olamaz. Sınıf siyaseti farklı ezilme biçimleri karşısında sağır, duyarsız ve edilgense, farklı tanınma taleplerini kapsamıyorsa, sadece Kürtlerin değil kadınların da çok uzağına düşer. Tam tersine olabildiğince somut, dolu/dolu, içli, rengarenk ve kapsayıcı olmak anlamında, ancak ve yalnız bu anlamda “evrensel” olmak durumundadır. Kimse Kürt halkıyla Türk halkı arasında sendikal ve toplumsal düzlemde hâlâ en etkili
Siyasal iktidar son KHK ile yıllardır eğitimin dinselleştirilmesine ve ticarileştirilmesine direnen, laik-bilimsel eğitimi savunan, emek, barış ve demokrasi mücadelesi yürüten eğitim emekçilerinden, ülkede akan kanın durması için “Barış Bildirisi”ne imza atan yüzlerce akademisyenden intikam alırcasına hareket etmeyi sürdürdü. köprü olmayı, bundan kaynaklanan bedelleri KESK’e bir eleştiri olarak yöneltmemelidir. Tam tersine; herkes biraz şöyle düşünse daha iyi olur; bugün iyi kötü ortak sendikal örgütlenmeler olmasaydı, bu ortak köprü de berhava olsaydı ve Kürtler sendikal düzlemde de ayrışık bir mücadele yürütseydi ne olurdu? KESK’i eleştiren herkes dönüp bu sorular üzerinde düşünmek zorundadır.
39
17 Nisan sabahı sendikal hareketi ne bekliyor? Türkiye’nin ve sendikal hareketin gerçek ihtiyacı köklü ve derinlemesine bir demokratikleşme, laik, demokratik bir cumhuriyet ve bunu bağıtlayacak bir anayasadır. Mevcut teklif bu ihtiyaçla taban tabana zıttır. Bu teklif, ülkeye bir “deli gömleği” giydirme, mevcut OHAL-KHK’lar rejimini süreklileştirme hamlesidir. Süreklileştirilecek bir OHAL rejimi; mutlak güvencesizleştirme, sınır tanımaz bir keyfilik ve bugüne kadar maruz kaldığımız saldırıların kat be kat beteri demektir. Süreklileştirilecek bir OHAL rejimi, emek hareketinin, sendikaların her tür savunma hakkının elinden alınması, grevlerin, sendikal eylem ve etkinliklerin yasaklandığı, hak aramanın suç sayıldığı, şimdiden örneklerini yaşadığımız, BES, Kıdem tazminatının kaldırılması, çalışma saatlerinin uzatılması, ücretlerin düşürülmesi, işsizlik gibi her tür keyfilik, normsuzluk, hukuksuzluk demek. Teklif tek bir kişiye mutlak bir iktidar bahşetmekte, onu totaliter, otoriter, keyfi ve yekpare bir rejimin kişiselleşmiş ifadesi kılmaktadır. Bunun literatürdeki adı bellidir: Faşizm! Faşizm, bu takdim edilen felaket, Türkiye’nin “bekâ”sı olamaz. Örgütlü emek hareketini ezmek ve yok etmek faşizmin en temel yönelimlerinden bir tanesidir. Daha şimdiden bunun sayısız örneğine tanık olduk. Bağımsız emek hareketinin varlığı, varoluş koşulları ve örgütlülüğü tehlikededir. Çünkü, mevcut değişiklik paketi “tek adama” sendikaları bir imzayla kapatma yetkisi vermektedir. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. OHAL rejimi, konfederasyonumuz KESK’i ve kamu emekçilerini seçilmiş ve özel bir hedef haline getirdi. İhraçlar, açığa almalar, gözaltı ve tutuklamalar, sürgünler, baskının bin bir türü aldı yürüdü. En yaygın mağduriyet ve tasfiyeler kamu emekçileri alanında vuku buldu. Varlığımız ve örgütlülüğümüz, devletin totaliter biçimde yeniden yapılanmasının ve biatçı bir kadrolaşmanın önündeki belli başlı engellerden biri olarak görülüyor. 17 Nisan sabahından itibaren bu saldırı dalgasına maruz kalmamak için, grev ve toplu sözleşme hakkımız, örgütlenme hakkımız, insanca yaşam, insanca çalışma hakkı, insanca yaşanabilir ücret ve güvenli bir gelecek için referandumda “HAYIR” diyoruz!
anayasa teranesi, referandum, lgbti’lerin politik tavrı
Remzi ALTUNPOLAT
E
kim ayı başından bu yana ülkenin siyasal rejiminde köklü bir dönüşüm yaratacak anayasa değişikliği ve referandum gündemine kilitlenmiş haldeyiz. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra alevlenen başkanlık sistemi tartışmaları, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin meclis çoğunluğunu kaybetmesi ile uzunca bir süredir gündemden düşmüştü. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında AKP iktidarının tam da en kırılgan olduğu momentlerden birinde sistem/rejim değişikliği zorlamasına gidemeyeceği bizatihi iktidar sahiplerince de -en azından görünüşte- kabul edilmiş bulunuyordu. Ancak, daha önce defalarca hayli sert biçimde başkanlık sistemine karşı çıkan, bunun bir rejim değişikliği anlamına geldiğini ifade eden MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hangi tür pazarlık ve uzlaşmaların neticesi olduğunu henüz tam olarak kavrayamadığımız şekilde ön almasıyla, ülke 16 Nisan’a giden referandum sürecinin içerisine girdi.
Makarayı biraz geriye doğru sararsak; Türkiye’de çok partili hayata geçildiği tarihten itibaren anayasa ve rejim tartışmaları her daim memleketin temel meselesi olagelmiştir. Kuşkusuz siyasal ve toplumsal bunalımlarımızın çözümünün anayasada yattığına dair fetiş derecesindeki inanç, Osmanlı’nın son yüzyılından mirastır. Genç Osmanlılardan İttihatçılara, 27 Mayısçılardan 12 Eylülcülere kadar iktidar seçkinleri sorunlarımızın kaynağını anayasada görmüşlerdir.1 Ancak bu düşünüş tarzının sadece siyasal elitler ve aydınlar nezdinde sınırlı kalmadığını AKP’nin muhafazakâr-demokrat görüntü çizdiği yıllarda yürütülen sivil anayasa tartışmalarında açıkça görüleceği üzere toplumsal muhalefetin çeşitli kesimlerine nasıl sirayet ettiğini akıllarımızdan çıkarmayalım. Başlı başına ayrı ve uzun bir tartışmayı hak eden bu meseleyi sadece not ederek Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmalarının tarihine kuşbakışı bir göz atalım. Başkanlık sistemi tartışmaları aslında yeni değil. 27 Mayıs’ın ürünü olan 1961 Anayasası, Türk Sağı tarafından, vesayet kurumları yaratarak icra kuvvetinin elini kolunu bağladığı gerek-
40
çesiyle hiçbir zaman benimsenen bir anayasa olmamıştır. 12 Eylül’ün hemen öncesinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tıkanması üzerine “Bu anayasa ile ülke yönetilemeyeceği” bir kez daha yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştır. Ve 1980 yılı başlarından itibaren Türk Sağı’nın sözcüsü olmasıyla meşhur Tercüman gazetesi ve Yeni Forum dergilerinin açtığı anayasa tartışmalarında güçlü yürütme için başkanlık sistemi ilk kez geniş bir çevrede yankı bulmuştur. 12 Eylül darbesi sonrasında ise 1982 Anayasası’nın hazırlanışı esnasında başkanlık ve yarı başkanlık tartışmaları yeniden yaşanmış; ancak Cumhuriyet geleneklerine aykırı olacağı ve ülkeyi diktatörlüğe götürecek bir sisteme zemin hazırlayacağı yönünde oluşan direnç dolayısıyla başkanlık/ Nitekim bugün de başta cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidar sözcüleri kendi adlandırmalarıyla “cumhurbaşkanlığı sistemi”nin rejim krizlerinin önüne geçeceğini, sosyo-ekonomik düzlemde ise Türkiye’nin “şahlanışına” yol açacağını ileri sürmektedirler. 1
anayasa teranesi, referandum, lgbti’lerin politik tavrı yarı başkanlık önerilerinden vazgeçilmiştir. Turgut Özal’ın ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı dönemlerinde başkanlık sistemi tartışmaları yeniden dolaşıma girmiştir. Diğer yandan fikri olarak Türk Sağı’nın temel figürlerinden, bugün dahi en önemli referans kaynaklarından, AKP kurucularının pek çoğunun rahle-i tedrisinden geçtiği Necip Fazıl’ın, “başyücelik devleti” adıyla formüle ettiği sistemin bir bakıma başkanlık yönetimini öngördüğü söylenebilir. Bu anlamda başkanlık sistemi tercihi, Türk Sağı’nın adeta genetik kodlarına işlemiş güçlü yürütme/kuvvetli icra arzusunun doğrudan yansımasıdır. Ancak bugün geçilmeye çalışılan başkanlık sisteminin, güçlü yürütme arzusunun ötesinde nicedir inşa edilen tek adam etrafında örgütlenmiş, ideolojik olarak “İslam-Türk Sentezi”ne2 dayalı otoriter-faşizan rejimin tamamlanmasında kaldıraç işlevi gördüğü açıktır.
LGBTİ’lerin anayasa ile imtihanı ve referandum
Bu girizgâhtan sonra gelelim LGBTİ’lerin anayasa ile imtihanına. Hatırlanacağı üzere AKP ile Kemalist askeri-bürokratik klik arasında çatışmanın tavan yaptığı, AKP’nin vesayetçi yapıları geriletmek adına dört elle Avrupa Birliği üyeliğine sarıldığı, bu yolda kısmî demokratikleşme adımlarını hayata geçirdiği evrede, 2007 yılından itibaren sivil-demokratik anayasa tartışmaları başladı. Pek çok demokratik kitle örgütü yahut sivil toplum kuruluşu sivil anayasanın oluşum sürecinde söz sahibi olabilmek üzere harekete geçti. Yeni yeni dernekleşerek kurumsal yapılara kavuşan LGBTİ Hareketi de, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığının anayasaya girmesi yönünde sivil anayasa tartışmalarına süratle müdahil oldu. Bu süreçte Kaos GL, Lambdaİstanbul, Pembe Hayat, Siyah Pembe Üçgen, SPoD ve diğer LGBTİ örgütleri anayasaya dair çalışmalar yapmak üzere Ayrımcılığa Karşı Gökkuşağı Koalisyonu, Anayasa LGBTT Komisyonu gibi adlar altında birliktelik sağladılar. LGBTİ örgütlerinin anayasal talepleri: • Anayasa’nın 10. maddesine “cinsiyet kimliği” ve “cinsel yönelim” ibarelerinin eklenmesi, • Anayasa’daki “genel ahlak”, “kamu düzeni”, “adap” gibi LGBTİ’ler açısın-
dan sıkıntı yaratan muğlâk ve göreceli ifadelerin kaldırılması • Temel hak ve özgürlükler konusunda uluslararası sözleşmelerin esas alınması şeklinde somutlaşıyordu. Bu doğrultuda yoğun bir kampanya sürecine girişildi. Anayasal tanınma ve anayasal eşitlik için kamuoyuna yönelik basın açıklamaları ve eylemler gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan ve TBMM’deki ilgili komisyon başkanlarına talepleri içeren mektup gönderilmesi, kart gönderme eylemi yapılması ve milletvekilleri ile görüşmeler yürütülerek hazırlanan raporlar sunulması anayasal tanınma mücadelesinin siyasetçilere yönelik ayağını oluşturuyordu. Bu süreçte önce BDP ile, daha sonra HDP ve CHP ile teşrik-i mesai harcandı. Ancak LGBTİ örgütlerinin anayasal tanınma talepleri AKP ve MHP kanadında tepkiyle ve seviyesi giderek artan bir dirençle karşılaştı. Bizzat AKP’li Anayasa Komisyonu üyeleri ve bakanlar tarafından ardı ardına ayrımcı ve homofobik açıklamalar geldi. Buna rağmen LGBTİ örgütleri motivasyonlarını kaybetmeden hak mücadelesini sürdürmeye, her fırsatta taleplerini yinelemeye devam ettiler3. Ta ki AKP’nin derdinin sivil ve demokratik bir anayasa olmadığı, bu tartışmaların esasında büyük ölçüde kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda AKP’nin mevcudiyetini muhkem (sağlamlaştırmak için)kılmak için seferber edilen bir araç olduğu tam manasıyla aşikâr hale gelene kadar. Tam da o vakit Kaos GL meydana okurcasına sormuştu: “Eşcinseller ‘ahlaksız’, Kürtler ‘terörist’, Aleviler ‘dinsiz’ olmaya devam edecekse siz bu ‘Yeni Anayasa’yı kimin için yazıyorsunuz? Emekçiler ‘grev’ suçuyla, kadınlar ‘namus’ kıskacıyla ablukada tutulmaya devam edecekse mevcut anayasayı değiştirmek için ne diye uğraşıyorsunuz?”4 Bu soruların cevabı evvelce Türk tipi başkanlık olarak adlandırılan, şimdi cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi zokasıyla yutturularak yaşama geçirilmek istenen rejimle simgeleşiyor. Kendinden olmayana hayat ve hürriyet tanımayan bu rejimin aktörlerinin tasavvur dünyasında tertemiz Müslüman Türk toplumunu, aile ve ahlâk nizamını bozucu bir habaset unsuru olan, üstelik iktidara karşı solla, sosyalistlerle, Kürt-
41
lerle ortak direniş paydasında buluşan LGBTİ’lere yer verilmeyeceğini bilmek için müneccim olmaya gerek yok. 20 Temmuzda ilân edilen, iktidar açısından gerçek bir lûtfa dönüşen Olağanüstü Halin, LGBTİ örgütlerinin faaliyet alanlarını giderek daraltması, üniversitelerde ve sendikalarda LGBTİ Hareketi ile bağlar kurmuş akademisyenlerin ve kamu emekçilerinin KHK’lar ile kamudan tasfiyesi, LGBTİ örgütlerinin ortak iş yaptıkları kimi demokratik-muhalif örgütlenmelerin KHK’larla kapısına kilit vurulması, hedef gösteren haberler hariç LGBTİ görünürlüğünün medyada neredeyse sıfıra inmesi, hak mücadelesi yürütenler arasında bile LGBTİ meselesinin bir lüks olarak görülmeye başlanması, polis baskısının şiddetlenmesi dolayısıyla trans seks işçilerinin evlerine kapanması, LGBTİ hareketinin bazı aktivistlerinin göz altına alınması, muhalif kimliğiyle bilinen modacı Barbaros Şansal’ın linçe uğrayarak hapsedilmesi vs… Bütün bunlar saray rejiminde LGBTİ’leri nasıl bir gelecek beklediğinin emareleri. John Holloway, “Çığlığımız sadece bir korku çığlığı değil. Örümcek ağında kaçınılmaz ölümle yüz yüze olduğumuz için değil, kurtuluşu düşlediğimiz için feryad ediyoruz. Uçurumdan yuvarlanırken az sonra aşağıdaki kayaların üstünde parçalara ayrılacağımız için değil, hâlâ başka türlü olabileceğini umut ettiğimiz için haykırıyoruz”5 der. İşte bu yüzden “başka türlü”nün politikasını yürüten LGBTİ’lerin sözü, alacakaranlıkta umudu yeşertmek için koca bir HAYIR! olacaktır. Kenan Kalyon’un önerdiği İslam-Türk Sentezi kavramsallaştırmasının, Türklük vurgusunu öne çıkaran Türk-İslam sentezi kavramı yerine, AKP devrinde büründüğü haliyle esas vurgunun İslam’a kaydırılmış olması göz önüne alındığında dönemin ruhunu anlamak açısından elverişli olduğu kanaatindeyim. 3 Gülsüm Depeli, “Anayasa Yazım Sürecine LGBT Müdahilliğinin Merkez Medyadaki Görünümü”, iletisimdergisi.gsu.edu.tr/ article/view/5000004749, son erişim tarihi: 25 Mart 2017. 4 “Yeni Anayasa Yazımında ‘Kriz’ Adı Altında Tartışılan Eşcinsellerin Yaşam Hakkıdır!”, http://kaosgl.org/sayfa.php?id=11417 5 “John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, (Çev: Pelin Siral), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003 2
süleymaniye günlükleri
türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Siyaset ve Demokratik Düşünce Akademisi üyesi Rekawt İsmail İbrahim, Türkiye’deki faşist hareket üzerine araştırmaları olan bir akademisyen olmasının yanı sıra KYB peşmergelerine “Kürdistan-Türkiye ilişkileri” dersi veriyor. Bu özellikleri nedeniyle Rekawt İsmail İbrahim, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’nin nasıl göründüğünü kavramak açısından söyleşi yapmak için öncelikle tercih ettiğimiz isim oldu. Rekawt İsmail İbrahim’le hem “MHP ve Bozkurtlar” adlı kitabı üzerine hem de Türkiye siyasetinin farklı yönlerine ilişkin konuştuk.
Söyleşi: Leyla UYAR, Necmettin SALAZ
Soranice’den çeviren: Leyla Uyar
Güney Kürdistan’dan bakıldığında Türkiye- Güney Kürdistan ilişkileri dünü ve bugünü ile nasıl görünüyor? Güney Kürtleri için Türkiye ne anlam ifade ediyor? Osmanlı devleti ve Türkiye’nin siyasi meselelerinin içinde Güney Kürdistan her zaman vardı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Güney Kürdistan’da yaşanan krizler, Türkiye siyasetinin oluşumunda etkili rol oynamıştır. İlk etki, Irak ve Güney Kürdistan’da yaşanan olaylardan Türkiye’nin fırsatçı bir biçimde yararlanmaya çalışmış olmasından kaynaklanıyor; ikinci etki, Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin nüfusunun daha yoğun olması nedeniyledir. Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin büyük sayısı ve bu
sayı nedeniyle güçlü biçimde Kürtleri birbirine bağlayan etnik, dini, ulusal, ideolojik bağların bulunması Güney Kürdistan üzerinde derin etki yaratıyor. Bu yüzden Türkiye ve şimdi Tayyip Erdoğan Lozan anlaşmasındaki Musul meselesini ileri sürüyor. Özal döneminde de bu dillendirilmişti. Türkiye, Irak ve Güney Kürdistan’da yaşayan Türkmenleri bahane ederek bunu yapıyor. Bütün bu karmaşa içinde benim görüşüme göre en önemli neden, Türkiye devlet ideolojisinin Kürt karşıtı karakteridir. Türkiye Devleti’nin akıl ve zihniyetinde Kürtlere karşı egemen olma isteği hep var oldu. 1919-1923 yılları arasındaki Türkiye’nin bağımsızlık savaşıyla, büyük bir imparatorluğun cenazesinin ardından yeni bir Cumhuriyet kuruldu.Bu yeni cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının sadece yüzde 20’si üzerinde kurulabildi. Osmanlı’dan sadece yüzde
42
20 toprak parçasıyla çıkılması Türkiye’yi korkak ve titrek bir hale getirdi. Türkiye siyasi temsilcileri büyük bir panik ve korku yaşadılar. Ve yaşadıkları o korku ve panik hâlâ ortadan kalkmadı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan yüzde yirmilik toprak parçasını da kaybetmekten korkuyorlar. Bu nedenle Türkiye devleti tek kimlik,tek dil, tek ulus fikrini dayattı ve zorla onaylattı. Farklı fikirleri ve renkleri reddetti. Her ne kadar Türkiye ilişkileri her dönemde devam etmiş olsa da, Saddam ve BAAS dönemindeki ilişkiler altın çağını yaşamıştı. Çünkü Türkiye Irak BAAS’ı döneminde Kürdistan’a girmenin anlaşmasını yapmıştı. Amerika’nın Irak işgali döneminin başlangıcında Türkiye Devleti’nin değişen ve parlak ilişkileri Güney Kürdistan için belirleyici oldu. BAAS ruhu ve Irak’ta egemenlerin bıktıran devlet
türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek sistemi, Anayasa değiştirilerek ortadan kaldırıldı. Artık, Irak’ın ortak siyasi sorunları içinde Kürtlerde bir kimlik olarak var oluyorlardı. Hiç kimse geçmiş yaşanmışlıkları unutmasa da, Irak’ın tarihinde ilk kez bir Kürt, Sayın Celal Talabani Cumhurbaşkanı oldu. 2010 yılında onaylanan Irak’ın yeni anayasasıyla Irak federal sistemi benimsendi. Güney Kürdistan da federal bir bölge çerçevesinde belirlendi. Irak’taki bu yeni form karşısında Türkiye çaresiz kaldı. Türkiye Devleti’nin genel siyaset çerçevesi birçok noktada Başur Kürdistanı’nın karşısında yer aldı; 1- Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasını da,bağımsız olmasını da engelledi. 2- Kerkük ve diğer Kürt bölgelerinin Kürdistan Bölge Yönetimi içine alınmasını engelledi. 3- Türkmenleri, Kürtlerle ilişki kurmalarını engellemeye çalışarak kendine bağladı ve bunun sonucu olarak Türkmenler savunmasız kaldı. 4- PKK’nin Kürdistan ve Bakur’daki hareketinin hep karşısında oldu.
Bugüne, güncelliğe gelirsek… Bütün bu tarihsel arka planın ışığında AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın Güney Kürdistan politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan ve AKP için her zaman seçimlerde alacağı oy önemli oluyor. Ekonomik canlılık AKP seçmenlerinin gözünde her zaman büyük önem taşıyor. Hiç şüphesiz Türkiye’yle bölgesel Kürdistan Hükümeti arasındaki ticaret yaklaşık 15 milyar dolara ulaşmış durumda. Türkiye ticaretinde Güney Kürdistan beşinci sırada yer alıyor. Ama burada soru şu ki, neye dayanarak ticari ilişkiler gelişiyor? Türkiye ile Bölgesel Kürdistan Yönetimi ilişkileri doğrudan doğruya yerel kaynakların kullanılma şekli üzerinde gelişiyor. Petrol, bunun yanı sıra inşaat işleri. Yerel kaynakların doğru kullanılmamasına bağlı olarak Türkiye’ye bağımlılık gelişiyor. Türkiye’nin Kürdistan’a dayattığı kara ve derin pazar -ama uygulaması açık- herhangi bir yaptırım olmadan
Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin büyük sayısı ve bu sayı nedeniyle güçlü biçimde Kürtleri birbirine bağlayan etnik, dini, ulusal, ideolojik bağların bulunması, Güney Kürdistan üzerinde derin etki yaratıyor. Bu yüzden Türkiye ve şimdi Tayyip Erdoğan Lozan anlaşmasındaki Musul meselesini ileri sürüyor.
43
giderek genişliyor. Yani Kürdistan Türk mallarının satılıp, atılıp dayatıldığı, kapısız ve kara bir pazar haline getirilmiş durumda. Aslında Türkiye Devleti, ulusal ve yurtsever bir stratejisi olmayan, lokal, uzun vadeli bakmayan ve politik çatışmalar bölgesinde kalan Güney Kürdistan’ı çok sinsi ve kirli bir politikaya maruz bırakıyor. Buçerçevenin önemli unsurları şunlardır: 1- Güney Kürdistan ile Türkiye arasındaki ticaret ilişkisi yasalar dışında idare ediliyor. Ticaret kirli ve gizli biçimde KDP-AKP arasında yapılıyor. İki hegemon aile, Erdoğan-Barzani uluslararası banka kaynaklarına göre 10 milyar dolardan fazla kara parayı ticaretle kazanmış durumda. 2- Türkiye Güney Kürdistan’da güvenlik ve istihbarat politikası uygulamalarına devam ediyor. Güney Kürdistan’ın bütün partilerini kendi hizmetine koşmak için telaş içinde yoklamaya devam ediyor. Bakur’da ve Rojava’da güvenlik ve istihbarat politikalarıyla Kürt Halkını kullanmaya devam etmek istiyor. 3- Barış süreci taktiği: Aynı şekilde barış süreci organizasyonunun en parlak döneminde bile Türk devleti savaş için hazırlanıyordu. Bu amaçla da “barış süreci” adı altında Güney Kürdistan’a gücünü yığmak için çabalıyordu. 4- Irak ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin arasında derinleşen çatışmaları fırsata çevirmek istiyor, Bağdat karmaşasının alternatifi olarak da Güney Kürdistan’ı yönetmek istiyor. Muhtemel ki, zorba güçlerini kullanmaya devam edecek. Savaş uçakları neredeyse hergün Kandil ve Kürdistan’ı bombalıyor. Türkiye Ordusu’nun Güney Kürdistan’da konumlanması var. Her geçen gün bu sayı artıyor. Bazı istatistikî kaynaklara göre; şimdi 3235 Türk askeri Güney Kürdistan’da konumlanmış durumda. Bu askerlerin dışında ayrıca 13 askeri nokta bulunuyor. Erdoğan zihniyetinde Türkiye Güney Kürdistan’ı Osmanlıdan kalma mülkiyeti sanıyor. Bu yüzden her zaman için askeri zorla (Kıbrıs gibi) işgal denemeleri yapıyor. Şimdi de bu iş için Türkiye siyasetinin içinde ciddiyetle çalışıyor.
türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek Son yıllarda AKP’nin İslami/faşist bir rejim kurmaya doğru yöneldiği görülüyor. Siz de böyle bir yöneliş olduğunu düşünüyor musunuz ve AKP’nin referandum sürecinde MHP ile gerçekleştirmiş olduğu ittifakı bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz? Varsayalım ki, siyasal İslam’ın birkaç türü olsun. Şekilsel farkları nedir? Farklı giyinirler, farklı örtünme biçimleri vardır. Sadece o kadar. Lakin hepsinin amacı (çalıştıkları iş) hilafet ve İslam devleti kurmaktır. Hepsinin ortak noktası kendi “demokrasilerini” (İslami yasalarını) getirmek için var olan demokratik sistemi çeşitli argümanlar kullanarak ortadan kaldırmaktır. Demokratik seçim sürecine bağlı olmak gibi bir tutumları yoktur. Tarihsel deneyimler gösteriyor ki, onların sürekli demokrasiye müdahalesi -güvenlik gerekçe gösterilerek yapılır- demokrasinin araçlarını kendi iktidarlarını korumak için kullandıklarını gösterir ve seçimleri de kendi amaçlarına ulaşmalarına engel olarak gördükleri demokrasi güçlerini (fikir ve inanç özgürlüğü, insan hakları mücadelesi, kadın hakları, azınlık ve etnik hak savunucularını) devreden çıkarmak için kullanırlar. Son beş yılda AKP ve Erdoğan neden daha hızlı adımlarla hareket ediyor? Bu noktayı dikkatli incelemek gerek. Altını çizmek için bir daha söylüyorum, durup incelemek gerekir. Arap Baharı olayları, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye, Ruanda… İşin gerçeği bu. AKP bu gelişmelerden motive oldu ve hayalindeki programını hızlıca devreye soktu. IŞİD’i izleyen AKP amaçlarını gerçekleştirmek için risk aldı. IŞİD onlar için bir iş ortağı oldu. AKP bu yolla arzuladığı işi tamamla-
Türkiye Ordusu’nun Güney Kürdistan’da konumlanması var. Her geçen gün bu sayı artıyor. Bazı istatistikî kaynaklara göre; şimdi 3235 Türk askeri Güney Kürdistan’da konumlanmış durumda. Bu askerlerin dışında ayrıca 13 askeri nokta bulunuyor.
Türkiye kendi iç dengesini korumak için nasıl ki çeşitli enstrümanlar -MHP gibi- kullanıyorsa, Güney Kürdistan’da bu enstrümanlardan birisi de Barzani ve partisidir. yıp, dünya haritasında hilafeti IŞİD ile getireceğini, Erdoğan da sultanlığı ve hilafeti İslam dünyasına duyuracağını sanıyordu. Diğer yandan Erdoğan faşizm fikrini de aşılamaya başladı. Faşizmin inşası temiz ve hakim bir ırk yaratmaktır. İlkesi budur. Faşizm canlı ve heybetli bir ulus kimliği kurmak ister. Bu nedenle farklı bütün kültürleri yok eder. Bireyin özgürlüklerini reddeder ve bütün yaşamsal araçları militarize ederek, kanlı bir savaş başlatır. Bunlar faşizmin mekanizmalarıdır. Bugün AKP Hükümeti (devleti) din adı altında faşizm pratikleri sergiliyor. Marx der ki, tarihsel olaylar ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak tekerrür eder. Bu tam şimdiki Türkiye olayıdır. 1991 yılında Cezayir’de Ali Bilhac “Anayasa’ya hayır! Allah ve Peygamber” şiarını yükseltmişti. Sonuçta ülke kötü süreçlere sürüklendi, hepsinin hikâyeleri biliniyor. Erdoğan’a yeni bir hikâye yazılmayacak, aynısı olacak. Güney Kürdistan’dan Türkiye’ye baktığınızda, Tayyip Erdoğan’ın bölge için yol haritası sizce ne? Ne yapmak istiyor ve hangi yönelim içinde? Eğer bu sorunun kodları bulunursa Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik -esasen bizim bildiğimiz- diğer gizli planları da anlaşılır. Dünya kapitalist sistemi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, NATO anlaşması sürecinde, Türkiye’ye yönelik rezervini ortadan kaldırdı. Ortadoğu’daki egemen sistemler kendi güç dengelerini korumak için kontr-gerilla güçlerinin parti adları altında kurulmalarını sağladılar. Türkiye kendi iç dengesini korumak için nasıl ki çeşitli enstrümanlar -MHP gibikullanıyorsa, Güney Kürdistan’da bu enstrümanlardan birisi de Barzani ve partisidir. Bu nedenle Barzani partisi Kürt Devleti’ni, Kürtlerin haklarını ve Kürdistan savunmasını har vurup harman savuruyor. Hakikat şu ki, Türkiye ve İsrail’in Bölge’deki gerçek yüzü Barzani… Avrupa’da bu gerçeği biliyordu. Ancak buna rağmen tümü Barzani’nin güçlenmesi ve iktidarda kalması için çalıştı. Yoksa gerçek “uzlaşma” partisi hiçbir şekilde KDP değildi. Eğer Kürdistan’da gerçek bir seçim yapıla-
44
caksa, Barzani partisi hiç şüphe yok ki dördüncü ya da beşinci parti olur. Güney Kürdistan Barzani’nin zoruyla Türkiye, Arabistan, Katar, IŞİD tarafına sunuldu. Kürdistan cehennemin ortasından geçti ve çıkması da çok zor olacak. Arap Baharı olayları, Türkiye’nin desteklediği güçlerin yenilgisi, uluslararası ve bölge ülkelerinin içinde bulunduğu durum; bütün gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye üzerine iddiaya girmek, yanlış bir at üzerine bahse girmektir. Ki bu Barzani’nin yürüttüğü yanlış ve tehlikeli politikalar nedeniyledir. 16 Nisan’da Anayasa Referandumu yapılacak. Erdoğan’ın başkanlık ısrarını ve anayasa referandumu sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada sorun o ki, siyasi sistem ülke için değil kişi için değişiyor. Bunun gerçekleşmesi de mümkün. Ama aynı zamanda mümkün de değil, önce sistem değişiminin amacı ve çerçevesi nedir buna bakmak gerekiyor. Türkiye Halkları bütün haklarından yoksun şekilde seçime gidiyor, önlerine bir seçim sandığı dayatılıyor ve bunun adı da referandum. 2014 Ağustos’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sahtecilikle kazanıldı. Daha sonra planını önceden yaptığı bir yol haritasının ilk tiyatrosunu ortaya koydu ve baş aktör kendisi oldu. 15 Temmuz’da bu tiyatronun adı “darbe” oldu. Eğer Erdoğan düşmanlarını“darbelerle” bitirme politikası içindeyse, yani başkanlığa giden her yol mubah ise bu “Makyavelizmin Başkanlığı” inşası anlamına gelir ki, şimdi Erdoğan tamamıyla bu yöntemi kullanıyor. Benim kısaca söyleyeceğim o ki, Türkiye demokrasiye veda etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisi ve partisi sonsuza kadar iktidarda kalsın istiyor. Uzun yıllar bu amaç için çabaladı. İktidarda kalmak için iktidara benzer mevzileri arttırmaya devam etti. Baskıcı rejimine şimdi bir baskıcı yönetici gerekiyor. Böyle bir rejimde çeşitli gruplar, halklar iktidarın içinde yer almaz, dışına itilir. Küçük bir iktidar grubu ile yasadışı güç ve baskı kullanarak egemenlik kurulur. Eğer
türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek Türkiye egemen sistemi dikkatli incelenirse, biz Türkiye’de devlet ile hükümet ilişkilerinin tartışmalı olduğunu görebiliriz. Türkiye hükümetleri gelip geçicidir, Devlet hükümetler üzerinden devam ettirilir. Eğer “hükümet” devlet ve sistemi engellerse/engellemeye başlarsa, o zaman bir kaş göz işaretiyle hükümet gidecektir. Esas konu budur. Siyasal İslam bir zaman iktidarı ve hükümeti eline alır. Çünkü devletler biliyor ki, hükümetler sadece bir kullanma aracıdırlar. İslami harekete de aynı şekilde önce kurtlar sofrası açılır. Egemenlere gerekli olan öncelikle devlet ve sistemin kendisidir. Başkanlık ve onun kurumları elbette heybetli bir görüntü sunarlar. Ancak Türkiye için başkanlık sistemi devlet ve sistemin tehlikeye girmesi sonucunu doğurur. Bu nedenle bu işin rast gitmesi olanaksızdır. Bildiğiniz gibi AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan, son dönemde bilinçli bir biçimde Avrupa ülkeleriyle gerilimi arttırma politikası izliyor. Uzun yıllar Avrupa’da bulundunuz, KYB peşmergelerine de Türkiye-Kürdistan ilişkileri dersi veriyorsunuz. Ne yapmak istiyor Tayyip Erdoğan? Erdoğan’ın başkanlığı AB üyelik süreci ve Türkiye’nin demokratikleşmesini engelleyecektir. Gezi Parkı eylemlerine karşı Erdoğan’ın yaklaşımı ve göstericilere yapılan saldırılar, Türkiye’de AB’nin değer ve hukukuna tamamıyla ters düşen yeni bir dönemin başladığını göstermekteydi. Daha sonra,17-25 Aralık 2013’te yaşanan gelişmeler,7 Haziran 2016 Seçimleri’nin iptali, ardından 15 Tem-
Sultan Erdoğan’ın sürecinde Türkiye huzurlu olanların ülkesi olmayacak. Belki de talihsiz insanların ülkesine dönüşecek. muz Darbe Girişimi tiyatrosu, bütün bu yaşananlar Türkiye’yi adım adım AB’den uzaklaştırdı. İlk defa 2011 AB Türkiye İlerleme Raporu’nda insan hakları ve demokrasi ihlalinden dolayı Türkiye şiddetli bir şekilde eleştirildi. Türkiye raporu ciddiye almadan cevap verdi. Avrupa’nın Hıristiyan lobisi olduğuna dikkat çekerek, raporun Türkiye’ye hiçbir yararının olmayacağını söyledi ve Avrupa’nın Türkiye’nin gelişmişliğini kıskandığını iddia etti. Türkiye dış ilişkileri sadece Hollanda, Almanya ile değil Avrupa ülkelerinin çoğunluğuyla da bozulmuş durumda. Avrupa ilişkilerinin temellerinden biri de insan hakları ve demokrasidir. Demokratik meşruiyetten faydalanarak demokrasiyi vuran Erdoğan, Türkiye’yi hilafet ve sultanlık rejimine doğru sürüklüyor. Bu gidişle Türkiye sadece kendi içinde değil belki de her yönüyle Avrupa toplumundan ve uluslararası arenadan uzaklaşacaktır. Avrupalılar Türkiye’nin NATO üyeliğinden de hoşnut olmayacaklardır. Acaba bundan sonra NATO birliği, o birlikte ikinci güç olan Türkiye’ye nasıl bakacaktır? Üstelik o birlikte üye olan bir sürü Türk subayı parmaklıklar ardından Godot’u beklerken. Çünkü 352 generalden 124’ü hapse atıldı, geri kalanı da ya görevden alınmayı ya da şanslı olup emekli olmaya bekliyor.
Rekawt İsmail İbrahim 1966 yılında Güney Kürdistan’ın Süleymaniye kentinde doğan Rekawt İsmail İbrahim, öğrenimine devam etmek için 1996 yılında Hollanda’ya yerleşti. Burada uzun bir süre yazar, çevirmen ve araştırmacı olarak çalışmalar yaptı. Daha sonra Başur Kürdistanı’na dönerek yazar, çevirmen ve araştırmacı olarak çalışmalarına devam etti. Kürtçe’nin Sorani lehçesinde birçok kitabı bulunan yazar, kimi makale ve araştırmaları Arapça ve
Hollandaca’dan Kürtçeye de çeviriyor. Kürtçe çevirileri arasında, şu anda dördüncü baskısı yapılmakta olan, Hollanda Senatosu üyesi Avukat Britta Böhler’in “Bir Liderin Dolaşmaları -Öcalan Komplosu’nun perde arkası-” kitabı da bulunuyor. Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) üyesi olan Rekawt İsmail İbrahim son yıllarda çalışmalarını “Siyaset ve Demokratik Düşünce Akademisi”nde sürdürüyor. Rekawt
45
Acaba bundan sonra Pakistan gibi, Devlet ve Kemalizm yerine Erdoğan’a, AKP’ye bağlı olan yeni siyasi İslam neslinden olan subaylarla donatılmış bir orduyla mı karşı karşıya kalacağız? Başta da anlattığımız gibi dünya düzeni belli bir denge üzerinde kurulmuştur. Günümüzde bu dengeyi tehdit eden terör sorunudur ve Türkiye böylesi bir probleme kendisini bulaştırmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın demokratik kriterlerinden uzaklaşması ve kendini bir sürü iç çatışmaya boğması, gün geçtikçe dünya sisteminde önemli bir unsur olmaktan onu daha çok uzaklaştırmaktadır. Türkiye bu süreçte eskisi gibi uluslararası bir statü sahibi olamaz. Çünkü artık bu sistem üzerinde yük olmaya başladı. Erdoğan Türkiye’si uluslararası devletler için güvenlik sorunu olmaya başladı. Artık ABD ve AB ilişkileri gün geçtikçe daha da bozuluyor. Erdoğan’ın ısrarla Fethullah Gülen’in Türkiye’ye teslim edilmesini istemesi, Darbe Teşebbüsü tiyatrosu, ABD’yi cuntacıları desteklemekle suçlaması, Vladimir Putin’in rüyasıyla da yakın durması vb., Erdoğan’ın o sisteme inanmayışını ve temelden o sistemi bozmak için çalıştığını gösteriyor. Suriye savaşı oyununda bir yandan IŞİD kurtlarıyla dans edip,diğer yandan Avrupa’yı mültecilere boğarak tüm sistemi alt üst edip, en sonunda oyun masası devrilsin istiyor. Artık ne olur? Erdoğan ne kadar ilerleyebilir bilinmez. Ancak bilinen o ki, Erdoğan Türkiye’yi yeni bir sürece götürüyor. Sultan Erdoğan’ın sürecinde Türkiye huzurlu olanların ülkesi olmayacak. Belki de talihsiz insanların ülkesine dönüşecek. İsmail İbrahim, yazarlığının yanı sıra demokrasi mücadelesi aktivisti. Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için Süleymaniye’de kurulmuş olan komisyonun üyesi olan Rekawt İsmail İbrahim bu komisyonun gerçekleştirdiği uluslararası konferans çalışmalarının da örgütleyicilerinden. Yazarın Türkiye ve Bakur Kürdistanı üzerine birçok çalışma ve araştırması var. Yazarın, Hollanda’da İslam’ın İnşası (2006), Darfur-Kan, Su, Petrol (2011) Türkiye’de Kirli Savaş (2012), MHP ve Bozkurtlar (2014) adlı kitapları bulunuyor.
türkiye talihsiz insanların ülkesine dönüşecek
türkiye’de barış olacaksa bunun anahtarı kürtlerin elinde 2014 yılında yayımlanmış MHP ve Bozkurtlar adlı bir kitabınız var. Böyle bir araştırmaya sizi yönelten ne oldu? Tanınmış Kürt siyasetçilerinden Sayın Celal Talabani “Kürt sorununun çözüm anahtarının Türkiye’de olduğu inancındayım” demişti. Belki bu ifadenin tersi de doğrudur: Eğer Türkiye’de barış, huzur ve istikrar ortamı kurulacaksa bunun anahtarı Kürtlerin elindedir diye de söylenebilir. Zaten rahmetli Turgut Özal da aynı düşünceyi ifade etmişti ki Cengiz Çandar’ın “Mezopotamya Ekspresi” kitabında bu husus yer alıyor. Bu nedenle, Güney Kürdistan’daki her siyasal gözlemcinin Türkiye’deki gelişmelere karşı uyanık olması çok önemlidir. Çünkü Türkiye’deki gelişmeler doğrudan ya da dolaylı olarak Güney Kürdistan’ı ve Irak’ı etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için öncelikle Lozan Antlaşması’nın içeriğini doğru kavramak gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi nedeniyle Rusya savaştan çekilmişti. O dönemde Bolşevikler, ülke içi sorunlarla meşguldüler. Özellikle İngiltere ve Fransa, Lozan, SkyesPicot, Versay anlaşmalarıyla kendi istekleri çerçevesinde diğer bölgelerin kaderlerini de belirlediler. Bu çerçevede Kürtlerin kazanımlarını da yok saydılar. Kaldı ki, büyük devletlerin bütün kirli ve çirkin işleri ulus-devlet for-
muyla ilintilidir. Ulus-devlet çıkarları için Kürtler yok sayıldığı gibi, toprakları komşu ülkeler arasında paylaşıldı. Toprakları komşu ülkelere pay edilen Kürtlerin bütünlüğü bozulup, koyun gibi kurban edilerek tarih sahnesinin dışına itildiler. Yeni ulus-devletlerin inşa sürecine karşı çıkan ve isyan eden Kürtler dengeyi bozan olarak görülüyorlardı. Bu nedenle Kürdistan’daki işgalci güçler Kürtlerin isyanlarını bastırmayı meşru gördüler. Bu denge İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha fazla ciddiye alındı. Çünkü artık soğuk savaş dönemiydi ve Türkiye bundan etkileniyordu. Türkiye’nin Kore’ye asker yollayarak ABD’nin güvenini kazanmasının ardından Amerika’nın desteğiyle, stratejik konumu gereği Türkiye NATO’ya koşulsuz kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Kürtler daha fazla kurban edilmeye başlandılar. Daha şiddetli ve vahşice bastırıldılar. NATO’nun siyasi ve askeri olarak çok fazla enstrümanı var. Bu enstrümanlarla bütün kirli işlerini halledebiliyor. Türkiye’de Kürtleri dışlayan güç dengesini savunmak ve iktidarı sağlamlaştırmak için bu enstrümanlardan birisi Milliyetçi Hareket Partisi’dir. Bir gün tarih mutlaka değişecek, Kürtlerin aleyhine olan bu denge bozulacak, işte o zaman MHP ve Bozkurtların güneşi sönecek, tarihin karanlığına gömülecekler. Güney Kürdistan okuru Türki-
46
ye’deki birçok partinin tarihini (geçmişini) ve şu andaki halini biliyor. Fakat MHP’yi çoğu kişi sadece isim olarak biliyor. Yani MHP’nin hangi kodlarla çalıştığı bilinmiyor Güney Kürdistan’da. Eğer AKP ve CHP’yi tanımak istiyorsak, Google’da Kürtçe ve Arapça binlerce sayfa mevcut. Böylelikle bilgi edinebiliyoruz. Fakat MHP için arama yaparsak birkaç konu dışında detaylı bir bilgiye rastlayamıyoruz. Kitabım bu açığı kapatmaya yönelik bir çabanın ürünü. 310 sayfa olan kitap dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; MHP’nin oluşum süreci. Burada okura MHP’nin Turancılık, nasyonalizm ideolojisi belgeleriyle sunuluyor. İkinci bölüm; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de soğuk savaş sürecindeki mücadeleler anlatıyor. Üçüncü bölümde; Türkiye’de nasyonalizmin artan baskısı, MHP milliyetçiliğinin Bakur Kürdistanı’nda neler yaptığı, Türk Ordusu’nun yürüttüğü kirli savaş, Türkiye’de sol örgütler ve Kürt sorununun etkileri yer alıyor. Güney Kürdistan’da PKK varlığı ve MHP’nin Güney Kürdistan’a illegal gelişi de bu bölüm içinde bulunuyor. Dördüncü Bölüm’de ise; Avrupa’da MHP ve Bozkurtlar, mafya grupları ve uyuşturucu madde satışı ile MHP ve Paris Katliamı gibi konular var.
faşist dalga yükseliyor kriz ve küresel jeopolitik Yaşadığımız krizin odak coğrafyası Avrupa’nın güneyini, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’i, Mezopotamya ve Anadolu’yu içine alan Akdeniz havzasıdır. Bu coğrafya artık isyan ve devrimlerin coğrafyasına dönüşmektedir. Volkan YARAŞIR apitalizmin multi karakter gösteren yapısal/sistemik, genelleşmiş krizi, farklı fazlardan geçerek ve alt üst edici artçı dalgalar yaratarak yayılıyor ve derinleşiyor. Kriz, kapitalist sisteme içkin bir olgudur ve bir nevi doğasının dışavurumudur. Sermayenin üretim-yeniden üretim döngüsündeki durmayı ya da şiddetli dengesizlik halini ifade eder. Kapitalist sistem iki kriz tipi üretir. Kapitalizmin tarihi, bize bu iki kriz tipinin genel karakteristiğini göstermiştir. Birincisi kısa çevrimli krizler diye tanımlayabileceğimiz kriz tipidir. Bu krizler ağırlıkta tek ülkede ortaya çıkar (bazen Uzak Asya Krizi’nde olduğu gibi bölgesel özellikte gelişebilir), ağırlıkta finans sektöründe başlar ve finans sektöründe biter, bir ya da iki yıl gibi sürede kendini hissettirir. Sistem bu krizlerle anarşisini atar. Toksik niteliklerinden kısa süre de olsa kurtulur. Kendini yenileme şansı bulur. İkinci kriz tipi, içinden geçtiğimiz, yapısal ya da sistemin genelleşmiş organik krizleridir. Bu kriz tipinin organikliği ya da yapısallığı sistemin ruhu, doğası ve iç dinamikleriyle ilgilidir. Başka bir tanımla kâr oranlarında düşme eğilimine ya da “yasasına” bağlı şekillenen, yıkıcı karakter taşıyan krizlerdir. Bu krizler yapısal, organik, sistemik, genelleşmiş krizler olarak da adlandırılır. Yapısal krizler kapitalizmin, bir tanımlamaya göre 300 yıllık, bir başka tanımlamaya göre 500 yıllık tarihinde bugüne kadar üç dalga şeklinde gelişti. Bu krizlerin en temel özelliği kendini uzun bir dalga şeklinde dışa vurmasıdır. Yükseliş ve düşüşleriyle, yarattığı jeopolitik sonuçlarla 40-50 yıllık bir zaman kesitinde etkisini sürdürür. ABD Merkez Bankası eski başkanının 2007
1929, ABD’de iş bulma kuyruğu
K
krizini değerlendirirken, “Etkisini 3035 yıl sürdürecek” vurgusu yapması boşuna yapılmış bir vurgu değildir. Bu krizler senkronize bir karakterde gelişir. Genellikle finans kriziyle kendini dışa vursa da hızla reel sektöre yayılır ve çoklu bir senkron yaratır. Kriz sektörden sektöre yayıldığı gibi ülkeden ülkeye sirayet eder. Kriz aynı zamanda bir uygarlık krizini işaretler. Makineyle özdeşleşmiş ve örgütlü ölüm anlamına gelen kapitalizmin aslında ne bir gelecek tasavvuru vardır ne de sürdürebilirliği bulunur. Yarattığı ya da inşa ettiği kompleks simülasyonlarla ve konsantre yabancılaşmayla sistemin kendini üretmesini sağlar ve kitleleri arzulu bir şekilde sis-
47
teme angaje eder. Kapitalizm bu özelliklerinden dolayı saklanabilir, gizlenebilir. Hiçbir şeyin müsebbibi görülmez. Ne var ki kriz her şeyi çırılçıplak ortaya döker, sistemin bütün çürümüşlüğünü açığa çıkarır. Ayrıca etik çöküş ve çözülüşünü alenileştirir. Krizin bir başka niteliği multi karakterde gelişmesidir. Kriz yalnızca ekonomik karakterde gelişmez. Aynı zamanda bugün yaşandığı gibi siyasi, ekolojik, uygarlık krizi, emperyal özneler arası hegemonya krizi ve olası gıda krizi şeklinde biçimlenir. Her kriz birbirini beslediği gibi birbirini tetikler. Kapitalist krizler sınıfsal antagonizmayı ve toplumsal çelişkileri şiddetlendirir ve keskinleştirir. Bu şiddet ve yo-
faşist dalga yükseliyor, kriz ve küresel jeopolitik
Sistemik karakterinden dolayı kriz, yıkıcı ve alt üst edici nitelikte gelişir. Bu süreçte ya sermayenin yeniden yapılanması gerçekleşir ya da aynı anlama gelen yeni sermaye birikim rejimi inşa edilir. Ya da sermayeye dayalı üretim sistemi yıkılır ya da bunun imkânı doğar. ğunlaşma yapısal krizlerde olağanüstü boyut kazanır. Çelişkilerin şiddetlenmesi kapitalizmin küresel bir sistem olmasıyla bağlantılı olarak ve “interkonnekte” bir sistem özelliği taşımasından dolayı, küresel bir mahiyete bürünür. Böylece karşımızda iki olasılık doğar: imkân ve tehdit. Bu iki olasılık da küresel içeriktedir. Yani devrimin olanağı ya da karşı devrimin mayalanması. Eğer işçi sınıfının öznel olgunlaşması, bilinç ve örgütlenme seviyesi yüksekse ve bir siyasi öznesi varsa devrimin imkânı doğar. Devrim güncelleşir. Eğer yoksa kitleler örgütsüzse ve atomize olmuşsa, karşı devrimci dalga yükselir. Süreç bu anlamıyla bir yüksek konjonktürü ya da tarihsel bir momentumu işaretler. Kısaca sistemik karakterinden dolayı kriz, yıkıcı ve alt üst edici nitelikte gelişir. Bu süreçte ya sermayenin yeniden yapılanması gerçekleşir ya da aynı anlama gelen yeni sermaye birikim rejimi inşa edilir. Ya da sermayeye dayalı üretim sistemi yıkılır ya da bunun imkânı doğar. Yani süreç sınıflar mücadelesinde yeni bir momentumun önünü açar.
Yapısal krizler ve sonuçları
Tarihsel kapitalizmin daha önce yaşanan iki yapısal krizini kısaca incelediğimizde, içinden geçtiğimiz yüksek konjonktür hakkında önemli veriler ve yönelimler elde edebiliriz. 1873-1896 krizi, sistemi sarsan ilk büyük bunalım ya da genelleşmiş krizdir. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemden, emperyalizm çağına geçişini simgeleyen kriz büyük alt üst oluşları beraberinde getirdi. 1870’den sonra dünyanın en büyük emperyal gücü olan Birleşik Krallık gerilemeye, hegemonyası aşınmaya başladı. Bu süreç II. Paylaşım Savaşı’na kadar sürdü. Kriz, Birleşik Krallığın hegemonyasında gerilemeyi simgeledi. Enerji kaynağı olarak petrolün bulunması yeni jeopolitiğin, petro-politik çerçevesinde gelişmesine yol açtı. Emperyalist güçler arasında hegemonya savaşları şiddet-
lendi. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle “düzeltici savaşlar” kaçınılmazlaştı. I. Paylaşım Savaşı yaşandı. Sınıfsal antagonizma yoğunlaştı ve keskinleşti. Batının en doğusu olan Rusya, küresel düzeyde çelişkinin kristalize olduğu coğrafya olarak öne çıktı. İşçi sınıfının sayısının azlığına karşın radikalliği ve militanlığı ve Bolşevik Partisi’nin varlığı Ekim Devrimi’nin önünü açtı. Sınıfsal antagonizmasın olağanüstü şiddetlenmesi Ekim Devrimi’nin koşullarını yarattı. Devrim dalgası Avrupa’yı hızla sardı. Almanya, İtalya, Avusturya, Macaristan’da işçi sınıfı iktidara yürüdü. Konsey pratikleri yaşandı. I. Sol dalga bir müddet sonra geri çekildi. 1920’de İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelişi karşı devrimci dalganın ilk gelişimi oldu. Avrupa’da devrimci yükselişin düşüşü Almanya, Macaristan ve Avusturya’da faşist yükselişi beraberinde getirdi. 1873-1896 arası krizin en şiddetli yaşandığı dönem oldu. 19141918 “düzeltici savaşlar” olarak dikkat çekti. Kriz ve etkileri yirmili yılların sonlarına kadar (yaklaşık yarım asır) kendini hissettirdi. Kârın maksimizasyonunu hedefleyen ve sınıfı disipline eden yeni emek rejimleri uygulanmaya başlandı ve yeni üretim tekniklerine geçildi. Kapitalizmin ikinci yapısal krizi 1929-1939 krizidir. Kriz kendini en somut II. Paylaşım Savaşı’nda dışa vurdu. Savaş, kaynak savaşları şeklinde biçimlendi. İşçi hareketinin yenilgisi Hitler ve Mussolini’yi iktidara taşıdı ve küresel karşı devrimci dalga gelişti. Dünyanın yeniden paylaşımı gündeme geldi. Savaş sonunda İngiliz emperyalizmi ikincil emperyal güç konumuna düşerken, savaşın galiplerinden ABD hegemonyasını güçlendirdi ve birincil emperyalist güç konumuna geldi. Sınıfsal antagonizma şiddetlendi. Faşizme karşı mücadele her ülkede yükseldi. Uzak Asya ve özellikle Çin küresel düzeyde çelişkinin odak coğrafyası oldu. 1949 Mao’nun önderliğinde gelişen
48
Çin devrimi sınıfsal antagonizmanın şiddetini dışa vurdu. Mao kır-kent diyalektiğini kurarak sınıfsal enerjiyle, yoksul köylünün yıkıcı gücünü birleştirip Çin devriminin yolunu açtı. Süreç iki kutuplu dünyanın önünü açarken, kapitalizm 1960’ların sonuna kadar bir
2007 sonrasında küresel düzeyde sınıfsal antagonizma şiddetlendi ve yoğunlaştı. Dünya çapında büyük toplumsal hareketler yaşandı. Aynı şekilde karşı devrimci dalga yükseldi. Bu gelişmeler ne tesadüfi bir durum ne de bir sapmanın ifadesidir. Sınıflar mücadelesinin somut sonuçları ve somut yansımalarıdır.
faşist dalga yükseliyor, kriz ve küresel jeopolitik
Faşist dalganın yükselişi tek tek vakadan öte, artık zamanın ruhuna dönüşüyor. Avrupa çapında neo-faşist, sağ popülist partiler ikinci, üçüncü parti konumuna yükseldi. Bu yeni faşist dalga klasik faşizmden farklı biçimde gelişiyor. genişleme dönemine girdi. 1929-1939 krizin en şiddetli dönemi oldu. Ardından emperyalist güçlerin hegemonya savaşı gerçekleşti. Devrimin diyalektiği ve güncelliği Çin’de somutlandı. Kapitalizmin yeniden yapılanması gündeme geldi. Yeni üretim teknikleri hayata geçirildi ve yeni çalışma rejimi inşa edildi.
Küresel kriz ve etkileri
İçinden geçtiğimiz yapısal krizin (kâr oranlarındaki düşme eğiliminin) kökleri 1970’lerin başlarına dayanmaktadır. Kendini 30 yıl krizi şeklinde dışa vuran kriz, sistematik bir karşı devrim olan ve küresel düzeyde hayata geçirilen neo-liberal politikalarla ötelenmeye çalışıldı. Başka bir manada, neo-liberal politikalar ve küreselleşme süreci krize
karşı küresel finans kapitalin kriz yönetme modeli olarak devreye sokuldu. Kapitalizmin tarihinin en kapsamlı mali genişlemesi yaşandı. Kriz aşırı finanslaşma ve spekülasyonla yönetilmeye çalışıldı. Bu süreçte (1989’da) Doğu Avrupa’daki rejimlerin yıkılışı, 1991 Sovyetler Birliği’nin çökmesi kapitalist sisteme yeni pazar alanları ve muazzam kaynaklar yarattı. Ayrıca metropolde sosyal devletin tasfiyesi ve devletin sosyal yönünün metalaşması ve periferide izlenen sosyal yıkım programları finans kapitale müthiş olanaklar sundu. Böylece krizin dışavurumu olan “aşırı birikim”, “fazla kapasite sorunu” ötelendi. Krizin şiddeti/etkisi azaltılabildi. Ne var ki 2007 yılı krizin şiddetli açığa çıktığı bir yıl oldu. Olağanüstü
49
finanslaşmanın yarattığı spekülatif balon patladı. Kriz patladığında kredi-faiz türev piyasaları 890 trilyon dolara ulaşmıştı. 2007-2008’de ABD’de konut piyasalarında patlayan spekülasyon balonu, kredi piyasalarının çökmesi yanında, Lehman Brothers gibi sigorta şirketlerinin ve Ford, Chrysler ve General Motors gibi otomotiv devlerinin iflasına yol açtı. ABD’de mali kriz şeklinde başlayan kriz yapısal krizin yeni bir aşamasını işaretledi. Kriz bu aşamasında bir dizi iç fazdan geçerek yayıldı ve derinleşti. ABD’de mali kriz şeklinde patlayan kriz birinci faz oldu. Ardından kriz 2009 yılında Avrupa’ya sirayet etti ve krizin ikinci fazına geçildi. Avrupa’nın Akdeniz havzası borç ve bankacılık kriziyle sarsıldı. Daha sonra devletin mali krizine dönüştü. Kıtanın Akdeniz havzası kriz senkronu içine girdi. Yunanistan iflas etti. 2014 yılında kriz periferide, geç kapitalistleşen ülkelerde kendini hissettirdi. Ve krizin üçüncü evresine geçildi. Bu evreyle krizin küresel yayılımı ve derinleşmesi tamamlandı. ABD yaşadığı mali krize karşı parasal genişleme politikaları uygulamaya başladı ve kolektif kapitalist olan devlet aracılığıyla iflas eden tekellerin ve dev şirketlerin borçlarını kamuya mal etti. Küresel piyasalara parasal enjeksiyonların yapılmasının iki nedeni vardı. Birincisi krizin ihraç edilmesi, ikincisi ise tipik bir sermaye ihracıydı. Avrupa Merkez Bankası da benzer uygulamalar gerçekleştirdi. Küresel piyasalar bol ve ucuz dövizle doldu. 2007- 2014 arasında FED piyasaya 3.9 trilyon dolar sürdü. Bu dönemde Türkiye dahil, gelişmekte olan piyasalar sanal bir büyüme yaşadı. Ne var ki 2014 sonunda önce FED’in parasal genişleme politikalarına son vermesi, ardından faiz artırımına girmesi bu ülkelerde yıkıcı sonuçlar yaratacak etkiler yarattı. Ve krizin yeni bir fazına geçişi işaretledi. Kriz kapitalizmin yüksek entegrasyon düzeyi ve sistemin interkonnekte yapısından dolayı merkezden periferiye, periferiden merkeze sirayet edecek özellikler taşıyor. İçinde yaşadığımız konjonktür bu dinamikleri bütünüyle açığa çıkardı. “Uzun ve büyük durgunluk” şeklinde seyreden kriz, derinleşerek sürüyor. Parasal genişleme ve düşük faiz politikaları krizi engelleyecek bir özelliğe
faşist dalga yükseliyor, kriz ve küresel jeopolitik ‘İnsanları koru, bankaları değil’, 2008 ABD
saların hacmi olağanüstü boyuta yükselmiş durumda. Yeni bir finansal krizin doğması için bütün koşullar hazır.
Jeopolitik sonuçlar
sahip olmadı. Olması da mümkün değildi. Özünde palyatif önlemler olarak kaldı ve krizin etkisini azaltacak tampon işlevi gördü. Kriz şiddetlenerek derinleşiyor. Yıkıcı finansal köpük 2007 öncesi boyutlara ulaştı. “Büyük durgunluk” devam ediyor. Küresel boyutta dünya ekonomisinin taşıyıcı güçleri olan ABD, AB ve Çin bu özelliklerini kaybettiler. ABD her ne kadar ekonomik bir toparlanma içine girse de istikrar vaat etmiyor. AB’de resesyon devam ediyor ve ekonomik problemler sürüyor. Çin’in ekonomik büyümesi yavaşladı. Çin’in borç yükü arttı ve finansal balon şişmeye başladı. Çevre ülkeler borç krizi riskiyle karşı karşıya... Türkiye gibi “gelişmekte olan piyasalar” diye tanımlanan ülkeler çoklu ekonomik kırılganlık riskiyle karşı karşıya. Son iki yılda çok yüksek oranda sermaye bu ülkeleri terk etti. Sermaye hareketleri 2014 sonrası çevreden merkeze doğru radikal bir şekilde yöneldi. Finansal köpük 2007’deki mali krizin patlamasına neden olan rakamın iki katına ulaştı. Türev ve spekülatif piyasaların hacmi 2015 rakamlarına göre 1.5 katrilyon dolar olarak gerçekleşti. Küresel gayrisafi hâsıla ise 70-75 trilyon dolar civarında seyretti. 2016’da türev ve spekülatif piyasaların hacmi daha da yükseldi. 2007 yılında türev piyasaların hacmi 800 ile 1000 trilyon dolardı ve dünya gayrisafi hâsılası ise aşağı yukarı 50-55 trilyon dolardı. Kriz bu koşullarda patladı. Spekülatif piya-
Yapısal kriz, yıkıcı ekonomik sonuçları yanında küresel jeopolitikte büyük sarsıntılara neden oldu. Yapısal krizin en temel karakteristik özelliği olan emperyal özneler arası hegemonya “savaşı” son 10 yıllık kesitte yoğunlaştı. Ortadoğu küresel jeopolitiğin odak coğrafyasına dönüştü. Ortadoğu sürekli savaş merkezi haline geldi. İç savaşlar, sürekli savaşı besleyen içerikte gelişti. Ortadoğu bir kaynak savaşları alanına dönüştü. Bölge, emperyalist güçlerin hegemonya savaşlarının laboratuvarı işlevi görüyor. Bir anlamda Ortadoğu’da III. Dünya Savaşı yaşanıyor. Tüm küresel, bölgesel ve yerel güç odakları cephenin içinde. Bu büyük küresel anafor olağanüstü fay hatları yaratarak emperyalist-kapitalist sistemi sarsıyor. Ortadoğu, yaşanan alt üst oluşa, yıkım ve talana ve katastrofa rağmen hegemonik güçlerin Asya Pasifikte’ki büyük kapışmasının ön cephesi işlevi görüyor. ABD, Çin’i batıdan ve pasifikten, Rusya’yı güneyden kuşatmanın hesaplarını Ortadoğu’dan yapıyor. Ön cephe savaşın seyrini belirleyecek. Her güç konsantre ve çok boyutlu hamlelerle etkisini yaymaya çalışıyor. Rusya sınırlarını Suriye’den başlatarak buna karşılık veriyor. Çin küresel düzeyde yeni ekonomik ve nüfuz alanları yaratarak hegemon bir güç olduğunu gösteriyor. AB Almanya merkezli bir militarize güç olarak hızla sürece dahil oluyor. Kriz kaynak savaşlarını tetikliyor. Her zaman olduğu gibi savaş ya da sürekli savaş krizlere karşı finans kapitalin ürettiği en önemli çözüm aracı oluyor. 21. yüzyılda kriz ve savaş diyalektiği Ortadoğu’da somut biçim alıyor. Krizin en temel özelliklerinden bir diğeri ise yukarıda belirttiğimiz gibi sınıfsal antagonizmanın ve toplumsal çelişkilerin şiddetlenmesidir. Bu süreç devrimin imkânını yarattığı gibi karşı devrimin mayalanmasını hızlandırır. 2007 sonrasında küresel düzeyde sınıfsal antagonizma şiddetlendi ve yoğunlaştı. Dünya çapında büyük toplumsal hareketler yaşandı. Aynı şekilde karşı devrimci dalga yükseldi. Bu gelişmeler ne tesadüfi bir durum ne de bir sapmanın ifadesidir. Sınıflar mücadelesinin
50
somut sonuçları ve somut yansımalarıdır. Özellikle 2009’da, Avrupa’nın krizin odak coğrafyası olmasıyla birlikte, kıta sınıf ve kitle hareketleriyle sarsıldı. Yunanistan kitle hareketlerinin merkezi oldu. Ülke bir kaç yıl içinde 68 büyük sektörel greve ve 29 genel greve tanıklık etti. Genel grev ve büyük kitle hareketleri senkronize bir şekilde İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz’i sardı. Merkez ülkeler de bu dalgadan etkilendi. 2011 yılında Tunus ve Mısır ayağa kalktı. Arap halklarının ayaklanması aşağıdan devrim olasılığını güncelleştirdi. Bu olasılığa karşı bir karşı devrim taktiği olan restorasyon adımları atıldı. Mısır’da önce Müslüman Kardeşler iktidara taşındı, ardından restorasyonun restorasyonu olarak Abdülfettah Sisi liderliğinde askeri darbe gerçekleşti. Böylece kitle hareketi bastırılmaya çalışıldı. Tunus’ta da benzer gelişme yaşandı. Önce Ennahda Hareketi iktidara taşındı. Ardından seçimler sonucu eski rejimin kadrolarının yer aldığı parti iktidara geldi. 2012’de Rojava’da heterodoks karakterli devrim gerçekleşti. 2013 Gezi Ayaklanması bu sürecin bir devamı ve zirvesi oldu. Ve yaşananlar olağanüstü momentumun dışa vurumu oldu. Kitlelerin enerjisini kristalize edecek bir devrimci öznenin olmayışı yükselen dalganın geri çekilişine yol açtı. Her yapısal krizde bazı coğrafyaların çelişkilerin odak alanına dönüşmesi gibi yaşadığımız krizin odak coğrafyası da Avrupa’nın güneyini, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’i, Mezopotamya ve Anadolu’yu içine alan Akdeniz havzasıdır. Bu coğrafya artık isyan ve devrimlerin coğrafyasına dönüşmektedir. Diğer yandan kriz ve sonuçları karşı devrimin küresel düzeyde mayalanmasına yol açmaktadır. Önce Avrupa’nın genelinde neo-faşist hareketin gelişmesiyle kendini dışa vuran bu durum, yeni süreçte derinleşmektedir. Faşist dalganın yükselişi tek tek vakadan öte, artık zamanın ruhuna dönüşüyor. Avrupa çapında neo-faşist, sağ popülist partiler ikinci, üçüncü parti konumuna yükseldi. Bu yeni faşist dalga klasik faşizmden farklı biçimde gelişiyor. Özellikle kültürel ırkçılık dalganın ruhunu belirliyor. Seksizm, kadın düşmanlığı, maskülizm, zenofobi, homofobi, elitizm, sistematik ayrımcılık, İslamafobi, an-
faşist dalga yükseliyor, kriz ve küresel jeopolitik ti-semitizm, rafine ırkçılık sansasyonel atraksiyonlar yeni faşizmin ideolojik yönelimlerini belirliyor. Pratik adımlar da bu eksende atılıyor. Neo-liberal yıkım politikaları ve krizin yıkıcı etkileri Avrupa çapında toplumsal eşitsizliği ve polarizasyonu keskinleştirdi. Bu süreç bir yanıyla da klasik burjuva/merkez partilerin işlevsizleşmesine ve çöküşüne neden oldu. Aynı koşullar farklı sınıf ve tabakaların dekadansına yol açtı. Faşizm bir başka manada şiddetli bir dekandansın ürünü ve dekadansın yaratıcısıdır. Sosyal yıkım programlarının somut yansıması orta sınıf diye tanımlanan kesimlerin hızla çökmesi oldu. Küçük burjuvazi mülksüzleşme süreci girdi. Küçük burjuvaziyi mülksüzleşme ve aynı anlama gelen proleterleşme korkusu sardı. İşsizlik yaygınlaştı. Yoksulluk kronikleşti. Aristokrat işçi sınıfı konumunda kesimler ayrıcalıklarını kaybetmeye başladı. Umutsuzluk, toplumsal kaygı ve kolektif korku yayıldı. Bu koşullar kıta ölçeğinde faşizmin mayalanma zeminlerini yarattı. Çünkü faşizm ontolojisini korku ve ölümün içinde kurar. Korkuyu örgütler ve korkudan beslenir. Kıta ölçüsünde yükselen faşist dalga her ülkenin özgünlüğüne bağlı bir gelişim gösteriyor. Demagoji ve propaganda “sanatını” son derece iyi kullanan faşist hareketler kapitalizm karşıtı ve sosyal devleti çağrıştıran argümantasyonlar da kullanabiliyor. Kıtada faşizm gündelik hayata, edaya, tavra, duyguya, ruha sirayet ediyor. Yavaş ve soğukkanlı bir şekilde “küçük adamın ve kadınların” ruhunda biçimleniyor. Ve kök salıyor. Ve bir kitle ruhu haline gelerek parlamento ve sokakta vücut buluyor. Faşist hareketler bugün açısından bir sokak gücü değilse de doğası gereği reaksiyonel bir harekettir. Ve hızla dönüşebilme kabiliyetine sahiptir. Kapitalist devlet, gizli servisler ve farklı sermaye fraksiyonlarıyla ilişkilenmeleri ve organikliği düşünüldüğünde faşist hareketlerin kapitalizmin öz evladı olduğu görülebilir. Finans kapital için aktüel olarak rezerv bir örgütlenme olan faşist hareketler önümüzdeki dönem tercih haline gelebilir. Zamanın ruhu faşist dalgayı besliyor. Bir yandan sıkışmış, ezilmiş, umutsuz, atomize olmuş kitleler, diğer yandan refah şovenizmi, hedonizm, ultra individüalizm, elitizmin yarattığı
Faşizmin yaşayan ve hızla nüfuz edici bir metafizik olduğu unutulmamalıdır. Faşizm total devlet olduğu kadar, karşı devrimi ideolojik-kültürel, etik ve felsefi düzeyde üreten bir finans kapital diktatörlüğüdür. ruh hali üst ve orta sınıfları da bu faşist dalganın gücü haline getiriyor. Ya da bilinçli ve arzulu tercihleri yapıyor. Yeni faşizm bir yandan küçük adam ve kadınlara seslenirken, öte yandan ayrıcalıklı kesimlere, üst sınıflara ulaşabiliyor. Çok geniş bir skalada kitlelerin sözü ve eylemine dönüşebiliyor. Yani karşımızda çok yanlış kavrandığı şekliyle kandırılmış sınıflar ve kesimler yok, tam tersine tercihli ve arzulu; bu tercihini ve arzusunu yaşayan, faşist hareket içinde mana bulan veya mana dünyasını burada kuran yığınlar var. Hükmeden(ler) “dominatris” ve hükmedilen(ler) “soumise” arasındaki ilişki, arzu ve şehvet üzerinde kuruluyor. Yığınlar son tahlilde kendi cellâtlarını seviyor ve kendileri cellâda dönüşüyor. Yeni faşizm ya da postmodern faşizm karakterini belirleyen bu yönler ile dikkat çekiyor.
Faşizm yaşayan metafiziktir
Dönemin ekonomi politiği, kriz ve savaş diyalektiği üzerinden biçimlenecek. Bölgesel savaşların yaygınlaşacağı, coğrafyaların sürekli savaş haline dönüşeceği ve yeni nesil savaş konsepti olarak kent savaşlarının artacağı bir yüksek konjonktür içine girdik. Küresel silahlanmanın geldiği boyut bunun somut göstergesi. Dünyadaki silah satışı ve alımları önümüzdeki dönemin savaşlarının şiddetini ve alanlarını işaretliyor. Ekonomik alanlar ve nüfuz alanları üzerine rekabetin şiddetleneceği ve savaşların yaygınlaşacağı bir dönemin içindeyiz. Post neo-liberal adı da verilen bu dönemde faşist dalga küresel düzeyde yükseliyor. Total devlet yani faşist devletin inşası yönünde gelişmeler dikkat çekiyor. Ekonomik zorla, diğer bir deyişle ekonominin devlet himayesinde olmasıyla, faşizm arasında geçişkenlik son derece yüksektir. Ayrıca küresel düzeyde yükselen faşist dalganın tüm değerler sisteminde; ideolojik, kültürel, etik ve felsefi düzeyde gelişen aşınmayla birleştiği göz ardı edilmemelidir. Faşizmin yaşayan ve hızla nüfuz edici bir metafizik olduğu unutulmamalıdır. Faşizm total devlet olduğu kadar, karşı devrimi ideolojik-kültürel, etik ve felsefi düzeyde üreten bir finans kapital diktatörlüğüdür.
Proto-faşist bir kimlik Trump Küresel politik atmosfer ve yapısal krizin sarsıntıları ABD’de Donald Trump’ı iktidara taşıdı. Trump’a oy verenlerin profiliyle Avrupa’da neo-faşist ve sağ popülist partilere oy verenlerin profili çakışmaktadır. Trump, ABD’nin en yoksul kesimlerini oluşturan Hispanik ve Siyahilerden azımsanamayacak oy aldı. Beyaz işçi sınıfından aldığı oy oranı da dikkat çekiciydi. Trump’ın kadın düşmanı, milliyetçi, seksist, göçmen karşıtı, örtük ırkçı argümantasyonları ve efendinin kibrini gösteren edası alt sınıfları dahi etkileyecek sonuçlar yarattı. Trump’ın bütün eksantrik imajına, sekter tavrı, kofluğu ve kronik cahilliğine karşı tekelci sermayenin tercihi ve sözcüsü olduğunun altı çizilmelidir. Zamanın ruhunu kendi kimliği ve kişiliğinde dışa vuran
51
Trump sahici bir olgu ve tercihtir. Ekonomik korumacılık yönünde politikalar izleyeceğini açıklayan Trump, ABD’nin hegemonyasının restorasyonu yönünde adımlar atıyor. Tekelci sermayenin küresel rekabette konumunu pekiştirmeyi amaçlıyor. Trump altyapı yatırımlarına ağırlık vereceğini, savunma harcamalarını artıracağını ve Pasifik Bölgesi Serbest Ticaret Anlaşması’ndan çıkacağını açıkladı. Ve bu yönde adımlar atıyor. Savunma harcamalarını 54 milyar dolar artırdı. Almanya ve Çin’i döviz manipülasyonu yapmakla suçladı. Trump savaş ekonomisini hedefleyen bir programla hareket ediyor. Neo-liberal küreselleşme sürecinin kendini ekonomik korumacılığa bıraktığı yeni dönemin simge ismi Trump oluyor.
türkiye’nin ruhu
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin Kocaeli Dayanışma Akademisi’nden, üniversiteden KHK ile ihraç edilen Doç. Dr. Hakan Koçak ve halen üniversitede görevine devam eden Yrd. Doç. Dr. Aslı Kayhan ile OHAL sürecini, akademinin bugününü, geleceğini ve akademisyenlerin ruh halini konuştuk.
Söyleşi: Şebnem SÜNNETÇİOĞLU, Yılmaz YÜCEL
Şebnem: Akademisyenler hakkında dinlediğimiz haberlerin, okuduğumuz yazıların bir kısmında en çok kullanılan kelimelerden biri “mağduriyet”. Siz kendinizi “mağdur” görüyor musunuz? Bu yaklaşıma karşılık olarak “mağdur”u yeniden tanımlamanızı istesem neler söylersiniz? Hakan Koçak: Uygulamaların mağduruyuz ama mağdurun katmanlı anlamına baktığımızda, bir tür çaresiz nesne durumunda olan, özne olamayan anlamıyla mağdur değiliz. Politik bir tercihin sonucu olarak, yine bir politik kararla karşılaşmış insanlarız ve bu durumun farkındayız. KHK’lerle işinden edilenler arasında da bir farklılığa dikkat çekmek gerekiyor. Biz “FETÖ” suçlamasıyla atılanlar değiliz; özellikle Kocaeli’de bu belgelendi. Öbür cenahta gerçekten
güçlü bir mağduriyet var. Biz tarafız, o anlamıyla mağdur olarak isimlendirilmekten kaçınıyoruz. Ayrıca nesne durumunda da değiliz. İhraç edildiğimiz günden beri “Geri döneceğiz” diyoruz; bir yanıyla da akademik faaliyetimizi sürdüreceğimizi de söylüyoruz. Bu bakımdan da mağdur olmanın ötesinde konumlanıyoruz diye düşünüyorum. Aslı Kayhan: Öncelikle halen üniversitede çalıştığımı belirteyim. Bütün arkadaşları, oda arkadaşı da dâhil, atılmış biri olarak mağdurum. Üniversitede bilimsel çalışmalar zemininde kolektif üretimler gerçekleştirdiğim arkadaşlarımın neredeyse hepsi atıldı. Ben de bu süreci hiçbir şekilde bir mağduriyet üzerinden düşünmedim, böyle nitelendirilmesini de doğru bulmuyorum. Akademisyenlerin yaşadığı bu süreci ülkenin genel konjonktürüyle birlikte değerlendirmek gerekir. Bu süreç başlamadan daha önce ülke bambaşka bir yöne doğru sürüklenmeye başlamış-
52
tı. Zaten hepimizin bildiği metne imza atma sürecinin kendisinin amacı da olan bu duruma işaret etmekti. Muazzam bir biçimde insan haklarına, üretilen bütün değerlere saldırının başladığı bir dönemdi. Her yerden mücadele yükselirken o mücadelenin bir parçası olarak vahşi saldırılara maruz kalanları görünür kılmak için başlatılmış bir süreçti. Bu nedenle asla bir mağduriyet olarak görülmemesi gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bu kavramı hiç kullanmadım. Türkiye, tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Metnin imzaya açılması, dayanışma ve örgütlenme Barış için Akademisyenler’le (BAK) çok hızlı yürüdü ama KHK süreci, dört arkadaşımızın tutuklanması… Akla en son gelecek şeyin en başta uygulanmış olmasıyla biraz hazırlıksız yakalanmış olabiliriz. Yine de çok hızlı örgütlenip bir mücadele hattı oluşturduğumuzu düşünüyorum.
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin .... Şebnem: Öyleyse mağduriyetin dışına çıkıp soruyu mücadele zeminine taşıyarak soracak olursak; dayanışma ve mücadele alanına dair neler söylersiniz? Hakan: Bizde imza atanların büyük bir bölümü, Eğitim-Sen vb. sendikalar üzerinden “Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz Platformu”nu kurarak bir araya gelen, ortak mücadele eden, birbirine değen insanlardı. Özerk üniversite mücadelesi, parasız eğitim mücadelesi, öğrencilerimizle dayanışarak “Öğrencime Dokunma” kampanyaları, güçlü yürüyüşler yapmıştık. İmza attıktan sonra ise özellikle de bildiğiniz linç girişiminin ortaya çıkmasıyla biz hemen örgütlendik zaten. Örgütlü biçimde bir arada durduk. Soruşturmalarda iki kere heyetlerin karşısına çıktık. Orada da birlikte tutum geliştirdik; ortak savunma yaptık; basına ortak açıklamalarda bulunduk. Aslında bu, sürekli bir örgütlülük durumudur. Sonrasında Aslı Hoca’nın da dediği gibi beklenmeyen işten atılma, tutuklama süreciyle birlikte “Neden beklenmiyor?” diyebilirsiniz. Tabii bekliyorsunuz bir şekilde ama bir darbe girişimi olmuş, mevzu siz değilsiniz. Bir de birinci heyetin tarafsızlığına dair yaptığımız itiraz üzerine tekrar oluşan bir heyet, atılmadan bir hafta önce ikinci kez ifadeye çağırdı. Atılmadan önce düşünce özgürlüğünü hakkını savunduk, akademik özgürlük hakkımızı kullandığımızı, bu heyetin mevcut kanunlara uygun olmadığını belirtip oradaki yanlışlıklara da değinerek ifadesizlik ifadesi verdik. Bundan bir hafta sonra tuhaf bir oyun oynandı ve gece yarısı bir KHK ile atıldık. Bizim ekibin çoğunluğu da Karaburun Bilim Kongresi’ndeydi. Biz de yola çıkmaya hazırlanıyorduk. Dolayısıyla öyle bir şaşkınlık yaşadık, sonrasında örgütlü tavır almanın getirdiği o refleksle hızlıca toparlanıp Karaburun’dan arkadaşlarla o günden bugüne bize ev sahipliği yapan EğitimSen’deki odamızda oturduk ve bu fikir
ortaya çıktı: Kocaeli’nden gitmiyoruz, döneceğiz. Orada da şu önemli: Niye kenti terk etmiyoruz? Kocaeli oldukça kritik bir kent. İktidar için de bu böyle. AKP’nin pilot uygulama alanı içinde kalan bir şehir ve yoğun baskı altında tutuluyor. Yerel AKP dinamiklerinin üniversitedeki ilerici birikime karşı büyük bir kabullenememe durumu olduğunu düşünüyoruz. Bizim KHK ile ilk ihraç edilenler olmamızda bu durumun da etkisi var. Ardından “Kocaeli Dayanışma Akademisi”ni kurduk. Birlikte olmanın, dayanışmanın; moral verici, sağaltıcı etkisi var ve mağdur değil de başka bir şey olmayı sağlayan da gerçekte bu duruş. Ne derseniz deyin, çok insani bir süreç. Belli bir yaşın üzerindeki insanların; kariyerlerinin, meslek hayatlarının, geleceğe dair öngörülerinin, beklentilerinin bir anda, bir gecede tepetaklak olduğu bir süreç bu. İçimizde emekliliği gelmiş olanlar, meslek hayatının başında olanlar var. Her birimiz için farklı durumlar söz konusu. Dolayısıyla bu kadar farklı kimliğin bir arada duruşu oldukça toparlayıcı bir işlev üstlendi. Beklenenin de üstünde aidiyet duygusuyla bir arada olundu. Şebnem: Dolayısıyla bir yanıyla, farklılıkların bir arada olması deneyimi, pratiği gibi de oldu sanırım. Hakan: Uğurlama günü benim için
Birlikte olmanın, dayanışmanın; moral verici, sağaltıcı etkisi var ve mağdur değil de başka bir şey olmayı sağlayan da gerçekte bu duruş. Ne derseniz deyin, çok insani bir süreç. Belli bir yaşın üzerindeki insanların; kariyerlerinin, meslek hayatlarının, geleceğe dair öngörülerinin, beklentilerinin bir anda, bir gecede tepetaklak olduğu bir süreç bu. İçimizde emekliliği gelmiş olanlar, meslek hayatının başında olanlar var.
53
önemli bir gündü. O gün oradaki dayanışma çok moral vericiydi. Bir şeyleri devam ettirme yönünde de çok motive ediciydi. Öğrencilerimiz, meslektaşlarız, iş arkadaşlarımız oradaydı. Bunlar küçümsenmemeli çünkü bir de o gün oraya gelmeyenler var, oraya gelmeyip orada sizinle aynı karede görünmek istemeyenler… Öte yandan cesurca davrananlar… Açlıkla terbiye etme tabii ki ağır bir ceza, hele belli bir yaştaki insanlar için… Akademi dışında hiç başka bir yaşamı olmamış insanlar var. Bizi toparlayan şey ise dayanışmaydı. Bizim deneyimizde benim gözlemlediğim, gerçekten de dayanışmanın psikolojik olarak da sağaltıcı etkisi olduğudur. Şebnem: Ben de dayanışmanın bulaşıcı olduğunu, bu sürecin olabildiğince çok anlatılıp yayılmasının, öğrenilmesinin, pratiğinin yapılmasının herkes için sağaltıcı olacağını düşünüyorum. Aslı: Barış İçin Akademisyenler’in atılma süreci çok erken başladı. Erdoğan’ın imzalara gösterdiği tepkiden sonra özel üniversiteler imzacı akademisyenlerin sözleşmelerini yenilemeyerek ya da feshedilerek onları atmış oldu. Bu noktada özel üniversitelerdeki sendikalaşma, örgütlenme düzeyinin yetersizliğiyle de yüzleşilmiş oldu. Oralarda bulunan arkadaşlarımız süreci örgütlü bir mücadeleye dönüştüremediler. Bu da tabii bir günde, bir anda olacak bir şey değil; belli bir mücadele ve birikmiş bir deneyim olmayınca, kendileri açısından oldukça zor bir dönemi yaşadılar. Fakat akabinde akademisyen tutuklamaları meydana gelince bir toparlanma sağlandı. Bu süreçte fark ettik ki kamu hizmeti kavramının kendisi özel üniversitelerdeki arkadaşlarca da çok benimsenmiş değil; yaptıkları işi, eğitim ve akademisyenlik olarak görseler
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin bile üniversite yönetimiyle patron-işçi ilişkisi içerisindeler. Yani atılmak, onlar için sözleşmelerinin yenilenmemesi, bu süreç, yani akademik emek piyasasında sürekli bir hareket içinde olmak ve kendine bir olanak bulmak çok doğal bir şey gibi yaşanıyor. İlk atıldıklarında süreci bu haliyle algılayamadılar. Devlet üniversitelerine baktığımızda ise, ne olursa olsun, KESK’in biriktirdiği deneyimle gelen, kamuda yapılan şeyin bir kamu hizmeti olması ve bir kamu hakkı olarak görülmesi ve sürecin böyle okunması biçiminde bir bakış açısının olması büyük önem taşıyor. Hatta Karaburun Bilim Kongresi’nde de bir arkadaşımız konuşmasında bu soruna değinmişti: Bizler sadece devletten maaş alınca hizmet verecek olan akademisyenler değiliz; biz kamu hizmetimizi sürdürmeye devam edeceğiz. Nitekim bu sürekli dillendirildi. Ben bunun da büyük bir etken olduğunu düşünüyorum. Ayrıca mevzunun öteki ayağını anlatmak bakımından, henüz atılmayanlar açısından da düşünebiliriz. Mesela ben hiçbir zaman kendimi bu sürecin dışında görmedim. Yılmaz: Devlet ve vakıf üniversitelerinin dışına çıkarak “Sokak Akademisi” kurmak, akademinin devlet sınırları içine sığdırılmasına bir itiraz gibi. Sokakta akademi ayakta kalabilir mi? Bilim insanları burada kendini nasıl var edebilir? Devletin açlıkla terbiye etmeye çalıştığı alanın dışında bir dayanışma ağı kurarak akademiyi sürdürmek mümkün olabilir mi? Aslı: Biraz zor bir soru ama politik açıdan ve akademi tarihi açısından baktığımda meseleyi, devletin içinde
“Kalan” diye görülen kesimlerin şimdi bulundukları alanı da bir mücadele alanına dönüştürmeleri gerekiyor. Ben kendi adıma bunu yapacağım. Tam da bir hegemonyanın size bu korkuyu dayattığı yerde, durduğunuzu, direndiğinizi ve dönüşmediğinizi göstermeniz gerekiyor.
Bizler sadece devletten maaş alınca hizmet verecek olan akademisyenler değiliz; biz kamu hizmetimizi sürdürmeye devam edeceğiz. Nitekim bu sürekli dillendirildi. Ben bunun da büyük bir etken olduğunu düşünüyorum. Ayrıca mevzunun öteki ayağını anlatmak bakımından, henüz atılmayanlar açısından da düşünebiliriz. Mesela ben hiçbir zaman kendimi bu sürecin dışında görmedim. olmak ya da sokakta olmak olarak görmüyorum. Bu durum 80’lerden sonra akademinin manipüle edilmiş olmasından kaynaklanıyor. Sanki akademisyen olmanın içinde daha en başından verili bir ayrıcalık olarak konformizm varmış; zaten mesleğin ayrıcalıkları içinde güvenceli şartlarda mesleği uygulama hali varmış ve akademi bu şartlara sahip kurummuş gibi görünüyor olması sorunun kendisi. Oysa akademinin tarihi, başından beri bir mücadele tarihidir. Devlet çatısı altında olmanın Dünya tarihinde de getirdiği bir ayrıcalık olmamıştır. Özgür düşünmek, güvenceli çalışmak, özgür bilgi üretmek her zaman mücadele edilerek kazanılmış ve kaybedilenin tekrar tekrar kazanılması şeklinde olmuş. Bunun bir başka sürecini yaşıyoruz, zaten akademi denen şeyin kendi anlamında, bütün otoritelerden bağımsız olarak bilgi üretme mücadelesi olduğunu bilgi üretiminin özünde bunun bulunduğunu söylüyorum. Kamu hizmeti vermekten bir devlet desteğini değil, bana göre aydınlanmadan beri gelen, bilginin ve bilim yapmanın ana nedeni olan kamu yararını gözetmeyi, halk için, toplum için bilgi üretmeyi anlıyorum. Dolayısıyla da buna, kamu kaynağının bu yönlü kullanılması olarak bakıyorum. Bizler de bu kaynağa sığınarak bu hizmeti veren, görevlerimizi yerine getiren insanlarız. Dolayısıyla, politik olarak da söylemsel olarak da bunun böyle iki ayrı şeymiş gibi algılanması uygun değil. Devlet kaynağı yoksa biz yokuz gibi bir şey olamaz çünkü kaynak orada devlet değil, kamu. Yılmaz: Devlet, kamu ayrımı yaptı Aslı Hocam, bu kamunun çeşitli şekillerde resmi olarak devletin kasasına giden bir ekonomisi var. Yani kamusal olan böyle de kendi döngüsünü sağlıyor. Dolayısıyla kamusal alana akademide yeniden bir tarif mümkün mü?
54
Hakan: Popüler bir örnekle devam ettireyim. Bize diyorlar ki; siz ekmek yediğiniz devlete ihanet ediyorsunuz? Bu kamusal kaygıdır, fakat paradoks şurada; aslında bu ekmek yediğiniz yere ihanet ediyorsunuz diyenler, aynı zamanda bu kamusallığı tasfiye edip, üniversite dâhil her türlü kamu hizmetinin ticarileşmesini savunanlar. Tersine biz de aynı zamanda devletin uygulamalarına hayır derken, bir yandan da kamusal üniversiteyi, parasız eğitimi, kamu yararına, toplum yararına bilimi savunanlarız. Kamu kavramı etrafında bu ülkede pek de derinleşmemiş bir algı var: devlet işi kamudur. Aslında biz devletin kamudan uzaklaştığını ve tekrar kamulaşması gerektiğini söylüyoruz. Sadece kampüslere girip tabelalara baksanız bile görürsünüz. Falanca şirketin laboratuvarı, filanca holdingin binası. Kocaeli’nin çoğu binası orada kurulmuş, fabrikaların, holdinglerin ismini cismini taşıyor. Sürekli bir sanayi- üniversite işbirliği konsepti var. Sürekli rektörü ziyaret eden şirketlerle ilgili tanıtımlar var. Onur Hamzaoğlu’nun yaşadığı vakayı düşünün; Onur Hoca, BAK imzacılarından ve Kocaeli Dayanışma Akademisi’nin kurucularından biri. Çıkıyor bir dizi fabrikanın aleyhine bir dizi çalışmanın verilerini ortaya koyuyor. İşte tam da burası zurnanın zırt dediği nokta, “kamu yararı” adına böyle bir eleştirelliği, böyle bir üniversite nasıl kabullenebilir ki? Üniversiteye destek veren o firmalar diyecek ki siz ne yapıyorsunuz? Sponsorluğumuzun desteğimizin kesilmesini mi istiyorsunuz? “Şirket Devlet” dediğimiz devletten önce, yerel iktidar belediye atlıyor, “İlişkilerimizi nasıl bozarsınız?” diyor. “Kurduğumuz kalkınma konseptine aykırı işler yapıyorsunuz.” Aslında biz iki şeyi bir arada söylüyoruz: Demin de dediğimiz gibi; Biz geri döneceğiz çünkü kamuyu biz savunuyoruz, dolayısıyla siz bizi buradan atamazsınız. Öz kamuyuz, gerçek kamuyuz biz. Kamusallığı savunanlardık
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin .... biz. Her türlü irili, ufaklı ticarileştirme, özelleştirme, paralı hale getirme karşısında direnç göstermeye çalışanlarız biz. Bunu da örgütlü biçimde, Eğitim-Sen veya KESK aracılığıyla yapamaya çalışıyoruz. O noktada önemli, çünkü devlet okulları kuramıyor o zaman ayrı okul açalım değil, devlet parasını vermek durumundadır ama aynı zamanda üniversite özerk olmak zorundadır. Kamusal kaynaklarla aynı zamanda özerkliği de olan bir üniversite. 80’lerde 1402’likler için de benzer tartışmalar yaşandı. Bordronuz Devlet tarafından yazılmadığında bir geçim derdiniz var ve sizin bir alternatif alan bulmanız gerekiyor. O noktada da biz yine entelektüel, aydın kimliğimizi koruyarak alternatifler yaratma çabasındayız. Orayı da yeni öğrenenleriz. Hazır formülümüz yok. İşte kooperatifler, dernekler, şirketler, vakıflar bir formül buluyoruz. Yine hiçbir resmi statümüz olmamasına rağmen Kocaeli Dayanışma Akademisi beşinci ayında, sürdürüyoruz. Yılmaz: İşten atılan herhangi birisinden farkı ne akademisyenin? Evet, şu da deniyor: Bir işçi de işten atılıyor, sizin farkınız ne? Tabii ki bir yanıyla aynı ama şöyle bir fark da var: O an itibarıyla bir kamusallık içinde anlam ifade ediyoruz. Öğrencileri, toplum yararına, bilim adına eğiten bilim insanlarıyız. Üniversitelerin tasfiyesinin de cisimleşmiş haliyiz. Bu anlamıyla sadece bir işten atılma değil. Ekmeğinden edilen akademisyen, tabii ki ekmeğinden edilmek istemiyordur. Bunun için direnmek de meşrudur. Atılmadan önce de görüyorduk. “Koskoca akademisyenlersiniz, ücret meselesi için iş bırakma mı yapıyorsunuz?” diyorlardı. Tabii ki ya-
Bize diyorlar ki; siz ekmek yediğiniz devlete ihanet ediyorsunuz? Bu kamusal kaygıdır, fakat paradoks şurada; aslında bu ekmek yediğiniz yere ihanet ediyorsunuz diyenler, aynı zamanda bu kamusallığı tasfiye edip, üniversite dâhil her türlü kamu hizmetinin ticarileşmesini savunanlar. Tersine biz de aynı zamanda devletin uygulamalarına hayır derken, bir yandan da kamusal üniversiteyi, parasız eğitimi, kamu yararına, toplum yararına bilimi savunanlarız. pıyorum. Bir yandan onu yaparken bir yandan kamusal eğitimi savunuyorum. Bu ikili yanı kaçırmamak gerekiyor. Şebnem: İşten atıldığımda şöyle bir şey de hissetmiştim: 11 yıl aynı işi yapmışım. Bir konuda uzmanlaşırken, diğer alanlar ister istemez arka planda kalmış. Atılınca birden bire eli ayağı kesilmiş bir insan gibi hissettim. O açıdan yeni bir alan bulmada çok büyük zorluklar yaşadım. Maddi yanı ayrı bir yan ama diğer yanı sanki hayatla bağlarımın koparılması gibi bir durumdu. O açıdan BAK ile büyük bir empati kurdum. Size bakmak beni epey motive eden bir duruş. Bu dayanışma, bu bir yol. Bu yolda giderken öğrenilebilecek çok şey var. BAK’ın makalelerini, eylemlerini ve çalışmalarını takip etmem de kendimle BAK arasında bağlantı kurmamla ilgili biraz. Hakan: Biz üniversiteden atıldığımızda oradaki öğrenci de kaybetti şehir de kaybetti. Bunu, “biz önemli insanlardık” anlamında söylemiyorum. Kamusallık çerçevesinde orada bilim üretenlerin kaybı anlamında da bir durum var. Hepimiz aldığımız eğitimle bir yatırım
55
yaptık. Yıllarca bir sürü aşamadan geçtik. Sınavlar, jüriler, dersler… Orada kendinizi biriktiriyorsunuz, daha fazla şey verebilir hale de geliyorsunuz. En azından biz öyle algılıyorduk, biz “puan akademisyeni” olmamaya çalışanlardanız. Ekmek yediğiniz yere ihanet ediyorsunuz diyenlerin çoğu “puan akademisyeni”. İşin daha acıtıcı yanı, bize saldıranlara baktığımızda; intihalciler orada, tacizciler orada, şirketlerle akçalı ilişkilere girenler orada, sahte bilirkişi raporları yazanlar orada, öğrencilerinin emeklerini gasp edip onları kendisininmiş gibi çalanlar orada. Dolayısıyla bizim tasfiyemiz kamusallığın da zayıflaması, öğrencilerin de toplumun da kaybı anlamına geliyor. Orada bizim direnmemiz salt ekmek meselesinden değil; topyekûn bu tasfiyeler üniversitenin tavsiyesidir. Dolayısıyla velilerin, öğrencilerin, siyasi partilerin böyle de bakması gerekiyor. Bu bakışın biraz eksik kaldığını düşünüyorum açıkçası. Öbürüne daha çok çubuk bükülüyor, iyi niyetle de yapılıyor olabilir ama ben kendi adıma bu iyi niyeti tercih etmiyorum. Yılmaz: Bu tasfiye sırasında tasfiye edilenler aynı güçte durabildi mi? Kalanların ve toplumun bu konuya ilgisinin nasıl seyredeceğini düşünüyorsunuz? Yurtdışına gidişler, bu alandan uzaklaşmalar… Nasıl özel örnekler yaşanıyor? Aslı: Kalanlar kısmı oldukça önemli. Böyle bir zamanda kalan olmak ayrı bir psikoloji. Daha ilk KHK’de söylemiştik. Bu KHK kapısını kapamazsak bunun içinden herkes geçecek diye. Sonuçta öyle bir yere doğru evriliyor. Sadece öğretmenler değil, üniversitede Eğitim-Sen’li memur arkadaşlar da atıldı ikinci KHK’yle. Bu KHK’ler de artık üniversitenin bütün muhalif bileşenlerine dönük bir süreç olarak işletilecek. Bu, çok açık. Dolayısıyla “kalan” diye görülen kesimlerin şimdi bulundukları alanı
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin da bir mücadele alanına dönüştürmeleri gerekiyor. Ben kendi adıma bunu yapacağım. Tam da bir hegemonyanın size bu korkuyu dayattığı yerde, durduğunuzu, direndiğinizi ve dönüşmediğinizi göstermeniz gerekiyor. Tabii kalanlar açısından bunun aracı, sendika. Sendika etrafında çok ciddi bir birleşme gerekiyor. Artık ülkenin konjonktürü açısından faşizm, -başka bir tanımı yok- geçen yılın ortaların beri başlayan bir süreçti. Biraz kan kaybetti Eğitim-Sen. Bardağın dolu tarafından baktığımız zaman ise sendika üyeleri “Evet, çekincelerimiz var ama üyelik benim kırmızı çizgimdir; bundan taviz vermem; böyle bir sendikanın üyesi olmak benim için onurdur” diyor. Çünkü diğer sendikanın -gerçi sendika da denmez, devlet eliyle örgütlenmiş bir yapının- seviyesiz saldırı üzerinden bir mücadelesi var ki… Üniversitelerde onların görev alabilmesi için rektörün de bizzat desteği oldu. Bütün bu kadro süreçlerini, hem idari personel, hem akademik personel üzerindeki kadroyu, bir iktidar tasarrufuna dönüştürdüler ve özellikle idari personellik, araştırma görevliliği, yardımcı doçentlik kadrolarında, güvencesiz kadrolarda, sendikadan istifa etmeyi bir koşul olarak öne sürdüler. Akademik çevreyi başka türlü düşünüyorum ama “idari personel” için çok iddialı konuşamam. Gerçekten bir yanıyla ekmek parası bir de idari personel üzerinde rektörün muazzam bir tasarrufu var. Her yere sürülebilirler, kıdemleri dondurulabilir vs. Akademik personel açısından da başka bir konu açıldı. Aslında bu alanın da ne kadar sınıflı bir alan olduğunu, burada da bir sınıf mücadelesi olduğunu gördük. Sendika üyesi olduğumuz için bunun, başından beri böyle olduğunu görüyorduk. Aslında akademik hayatta da bir güvencesizler merkezi vardı mücadeleden çekinen. Başta asistan arkadaşlar gibi, yardımcı doçentler gibi sözleşmeli olanlar… Asil kadroların dışında kalanların tümü güvencesiz, giderek ağırlaşan baskı koşulları altında. Nitekim ben beş yıldır kadrosuz bir doçentim. Ta eski rektörden beri. Başta Eğitim-Sen’li olmam gerekçe gösterilerek türlü entrikalarla kadrosuz bırakıldım. Yılmaz: Bu, kamuda bir ödül ve ceza sistemi mi? Aslı: Evet, bu hep işliyordu. Tabii KHK’ler durumu daha kristalize etti.
İşte burada öğrencisiyle, velisiyle, halkın bütün katmanlarıyla oradaki mücadeleyi desteklemek önemli. O akademilerin izleyicisi olmak, destekçisi olmak, o ağları kurmak… Bu mücadelede de bununla yüzleştik. KHK’lerle başlayan o süreçte tam da o güvencesizler için de bir karar alındı. Doktoraya girmeden önce atıldılar sonra Eğitim-Sen’in açtığı davayla geri döndüler. Zaten mücadele etmeden orada kalamayanlar olarak biz de bu mücadelenin çekirdeği olduk. Bu işin doğasında var ve bir kere daha altı çizilmiş oldu. Eğer bu arkadaşlarımız böyle bir örgütlülük içinde bulunmuyor olsalar doğrusu biz de içerde çok kolay kolay duramayız. Çünkü atılan arkadaşlarımız başka; biz bambaşka baskılar altındayız. Her gün oraya giderken kendinize bambaşka motivasyonlar bularak gitmek zorundasınız. Karşınızdaki öğrenci zaten uzun zamandır gelecek kaygısı taşıyan ve bununla baş etmeye çalışan öğrenciler. Yani her açıdan üniversite olmaktan uzaklaşılan bir yerde bir arada durma çabası. Artık üniversite anlamında bilim üretiyoruz demek doğru değil ama evet ordayız ve olduğumuz müddetçe varlığımızla mücadelemizi hissettireceğiz. Bu nedenle ben, giden-kalan olarak görmüyorum. Bu bileşik bir mücadele. Arkadaşlar direnmeseler, bir içerisi denen yerde bu mücadeleyi çok da kolay sürdüremeyiz. Aynı şey onlar açısından da geçerli. Bu böyle birleşik haklılıklar mücadelesi olarak gidecek. Genel BAK için de söyleyeceğim, tabi ki biz ana eğilimi anlatıyoruz, hakim olan bu. Tabii ki az bir sayı değil, toplam 2200 imzacıdan bakarsak, elbette bu süreci farklı yaşayanlar, psikolojik baskıyı daha fazla hissedenler oldu. Yılmaz: Mehmet Fatih Traş’ın intiharı… Ne yazık ki kaybettiğimiz, biz ona “iş cinayeti” diyoruz, Mehmet Fatih arkadaşımız var. Umudunu yitirerek intihar etti. Bu, bizim için de çok acı bir ders; ağır bir travma oldu. Nitekim öbür tarafta da biliyorsunuz, bundan bir önceki intiharda, İzmir’deki bir hastanede doktor, diş hekimi bir arkadaşının iftirası üzerine açığa alındı ve intihar etti. Bunun için de örgütlülük, dayanışma gittikçe elzem bir hal alıyor. Elbette olanakları dolayısıyla burada kalamayanlar, yurt dışı destekler aracılığıyla yurtdışına da gidenler var. Bu, bizim açımızdan
56
bir ayrılma olarak görülmüyor çünkü onlar da orada mücadeleyi başka türlü örgütleyebiliyorlar; görünür kılabilmek için kanallar açabiliyorlar. Dolayısıyla her koşulda ve her şeye rağmen mücadele edilebiliyor. Tabii ki özel sektörde çalışmaya başlayanlar da oluyor. Bunlar çok doğal, olası şeyler. Elbette mesleki kimliğini kaybetmeme üzerinden giden arkadaşlar da olacak ama işin bir de nesnel bir yanı var. Özelde çalışmaya başlayanlar var. Bizler tam da bu noktada Dayanışma Akademileri, Sokak Akademileri, Kampüssüzler gibi hareketlerle (ekmeği başka şekilde kazanmaya çalışsak da) mesleki kimliklerimizi, akademik kimliklerimizi kamu hizmeti olarak ortaya koyuyoruz. Hem bize hem de kamuya ait olan kimliklerimizi sürdürmemiz açısından bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Devletin otoriterleşmiş ve kamuyu bölüştürmüş niteliği karşısında kamuyu hatırlatması adına sembolik gücümüzün çok fazla olduğunu gösteriyor. Ama Hakan’ın dediği gibi sadece bu mücadele yetmez. İşte burada öğrencisiyle, velisiyle, halkın bütün katmanlarıyla oradaki mücadeleyi desteklemek önemli. O akademilerin izleyicisi olmak, destekçisi olmak, o ağları kurmak, artık toplumsallaşmanın da bir başka yönü.
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin .... Yılmaz: Sizleri desteklemek tehlikeli mi? Aslı: Bizce değil. Hakan: Son KHK’lerde destekleyen arkadaşlara soruşturmalar açıldı. Bu anlamıyla, evet ya da az önce bahsi geçen kimi meslektaşlarımızın ortadan kaybolması, sonradan aramasını sormasını beklediğiniz halde aramayanlar, sormayanlar… Tabii ki orada bir tehlike algısı da var. Mesela benim bir arkadaşım o gün orada hiç bulunmadı. Bir ortamda genel bir sitem kulağına gittiğinde de beni aradı, başvurum vardı -akademik yükselmeye ilişkin- şimdi görünürsem belki gerçekleşmesi zora girer diye samimi bir itirafta bulundu. Bunlar var ama ben dayanışmanın zayıf olmadığını, belirli koşullarda çok güçlü olduğunu hissediyorum. İlk günden başlayarak halka halka -meslektaşlar, öğrenciler- yayıldığını görüyorum, ilginç de bir şey. On-on beş yıldır görüşmediğiniz insanlar telefon numaralarını bulup arıyorlar. Yılmaz: Var mı burada paylaşabileceğiniz özel örnekler? Hakan: Tabii, ta üniversite sıralarından arkadaşlarım aradı. “Duydum, yanındayım” diye. Bunların bir kısmı ile az çok biliyorum ki dünya görüşlerimiz çok kesişmiyor bugün itibarıyla. Ev sahibim bile aradı. “Aman evsiz de mi kalacağız şimdi?” dedim. Tersine, mevcut iktidara verip veriştiren sözler söyledi. Ne bileyim, mahalledeki tanıdık insanlar, duyanlar edenler, sordular, aradılar. Üniversitelerde biliyorsunuz
fotokopilerle notlar çoğaltılır. O notları sürekli götürüp verdiğim fotokopici, dindar genç bir arkadaş, beni ikidir arıyor. Geçen gün de aradı, ne kadar üzgün olduğunu, benim için dua ettiğini, bunun çok büyük bir haksızlık olduğunu söyledi. Onunla diyaloğumu düşünüyorum şimdi. Merhaba, iyiyim gibisinden bir hal hatır sorma, birbirimize saygılı küçük diyaloglar dışında bir diyaloğumuz yoktu; ne diyelim, böyle bir hissiyat vermişiz birbirimize. Öğrencilerden gelen mailler, mesajlar.. Taa Meksika’dan. Daha özel duygularla anlatan öğrenciler. Hatta sınıfta çok da diyaloğumun olmadığı talebeler… Bunlar tabii güç ve moral verici. Yılmaz: Soruşturma evraklarınızda meslektaşlarınızın imzası var değil mi? Evet, biz meslektaşlarımız tarafından yargısız infazlara kurban gidenleriz. Bizlere ilişkin üniversite yönetim kurulunun YÖK’e gönderdiği bir karar metni var. O metnin altında sanıyorum yirmi kadar imza da var. Bunlar Kocaeli Üniversitesi’ndeki rektör ve yardımcıları ile dekan ve yüksek okul müdürleri. Yönetim kurulu bunlardan müteşekkil. Meslektaşlarımız; birçok ortamda bir arada bulunduğumuz, toplantılara katıldığımız… Bir tanesi maalesef benim bölümümden, kapılarımızın arası iki metre. Bu işin acı kısmı tabii ve tarihe de geçecek bir durum. Aslında her faşizan dönemde olduğu gibi müthiş bir insaniyet intihali. Beklemediğin yanında duruşlar ile durmayışlar. Herhalde her birimiz böyle bir albüm biriktirdik. Yılmaz: Maddi bir dayanışma söz konusu mu? Üniversitemizde bir maddi dayanışma da sürdürüldü. Eğitim-Sen gerek akademisyen gerek öğretim üyeleriyle mevcut durumda çok zor olan bir maddi dayanışmayı sürdürüyor. O anlamıyla da önemli, ayakta tutucu bir şey. Darbe sonrası konuşuyorduk ve maalesef öngördüğüm gibi oldu; çok fazla cemaat çevresinden insan da çıktı. Burada şu
Gerçek üniversiteyi başka bir boyutta şimdi konuşuyoruz aslında. Gerçek anlamıyla akademiyi konuşmamıza vesile oldu belki bu yaşananlar, belki daha da olacak.
57
Aslında akademik ortam son derece rekabetçi bir ortamdır. Genel olarak biz şimdi fıtratımıza ters bir şey yapıyoruz. Çok rekabetçi bir ortamdan çıkmış insanlar, dayanışmacı ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. da önemli: Bir angajmanınız var mı? Bir dava insanı gibi mi hissediyorsunuz kendinizi yoksa birden beklemediğiniz bir şekilde hayatınızın düzeni mi bozuldu? Biz bu anlamıyla dava insanıyız. Genel olarak bir davamız var: Kamusal eğitim vb. bunun üzerine bir “barış” davamız var. Bu ülkede barışı savunan; hak ihlallerine, başta yaşam hakkı ihlallerine karşı tutum gösteren insanlarız. Yılmaz: Bu imzanın böyle sonuçlar doğuracağı bilinse yine atılır mıydı? Bazı arkadaşlarım bu imza metninin böylesi ağır sonuçlara yol açabileceğini doğal olarak düşünmemişti. Oysa benim de içinde bulunduğum az sayıda insan o günkü Türkiye konjonktürüne bakarak; Beyazıt Öztürk’ün terörden yargılandığı, linç edildiği bir ortamda başımıza bir iş açılacağını sezerek imza attı. Şimdi bulunduğumuz üniversite, oradaki ortam, geçmişimiz, sınıfsal kökenimiz, politik aidiyetimiz vb. her biri farklı tepkiler gösterme gerekçelerimiz. Dolayısıyla kimimiz sudan çıkmış balık gibi olurken kimimiz “Bedeli neyse öderiz.” dedi. Bir adım sonrası da işte ortak tutum alıp almamak… Sonuçta bizler de “kahraman” falan değiliz; okuluna gidip gelen, öğrencilerle konuşan, evinde de kütüphaneye kapanan biraz tuhaf insanlarız. Hakikaten akademisyenler böyle tuhaf yaratıklardır. Mesela biz özelimizde biraz daha rahatız. O “sokakta olma” dedin ya yani zaten biraz öyleydik. Sendikadan ötürü sokaktaydık ya da mesela Ford işçisi direniş yaptığında biz fabrikaya gidip direnişçi işçilerle iki-üç saat toplu sözleşme nedir, grev nedir, bunları konuşuyorduk. Yılmaz: Peki, Barış Akademisyenleri homojen bir grup mu? Hayır, heterojen bir grubuz biz, Barış Akademisyenleri deyince sanki anlaşmış, uzlaşmış kimselermişiz gibi akla geliyor. Tersine ideolojik olarak farklı, kültürel olarak farklıyız. Bütün bu fark-
ne şehir ne öğrenciler kaybetsin lılık içinde, açıkçası ben yine de çok iyi bir duruş sergilendiğini düşünüyorum. Kendi içimizde değerlendirmelerimiz tabi oluyor ‘’Keşke şunu da yapabilseydik.’’ diye. Kendi adıma öz eleştirel bir şey söyleyeyim: Barış için yine de ortak bir şeyler yapmaya devam edebilseydik keşke. Bunu çok yapamadık. Tutuklanma süreci ve sonrasında özellikle; keşke ortak duruşu daha güçlü gösterebilseydik. Maalesef bu KHK’ler ve KHK’nin ilerlemesiyle birlikte farkındalık oldu, keşke daha önce olabilseydi ama bunların olamamalarının da çeşitli anlaşılır nedenleri var. Bir kere hemfikir olmuş bir topluluk değiliz biz. Bazen aramızda da değerlendiriyoruz, aslında akademik ortam son derece rekabetçi bir ortamdır. Genel olarak biz şimdi fıtratımıza ters bir şey yapıyoruz. Çok rekabetçi bir ortamdan çıkmış insanlar, dayanışmacı ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. Genelde öyledir akademisyenler; hatta aynı dünya görüşünü savunanlarda bile birbirini çekememezlikler, bölüm içinde bile mikro düzeyde iktidar mücadeleleri... İnsan zaman geçince unutuyor, korkunç şeyler yaşadı Türkiye o günlerde… Çocuklar yaşadı, kadınlar yaşadı, yaşlılar yaşadı. Çözüm olamamış olsak da dehşet günlerinden bir tutum alabilmiş olmak her şeye rağmen iyi hissettiren bir şey, gurur veren bir şey. Bunun gerektirdiği sorumluluğu da taşımak lazım çünkü insanlar çok daha ağır şeyler yaşadılar ve hâlâ daha devam ediyor, bir şekilde yaşanmakta halen. Dolayısıyla o mağduriyet meselesine yine dönersek, mağduriyetimizi çok abartmak da ayıp olur. Çok ağır şeyler çünkü orada yaşananlar. Yılmaz: Önümüzdeki dönem neler yapmayı planlıyorsunuz? Hakan: Bizler, Kocaeli Dayanışma Akademisi’ndeyiz. Adını böyle koyduk, ortaya çıktık ve her çarşamba her birimiz kendi alanımızla ilgili bir seminer, bir ders verdik. Şimdi orada biraz daha kurumsal, kalıcı bir şey yapmak için uğraşıyoruz. İlk dönem seminer programımız bitti. Şimdi başka üniversitelerden ihraç edilmiş arkadaşların da imzacıların da katılımıyla; az önce bahsi geçen dostumuz rahmetli Mehmet Fatih Traş’ın anısına adanmış bir seminer dizisiyle devam edeceğiz. Yaz okulu gibi bir düşüncemiz de var. Öncelikle Kocaeli’yi hedefleyen araştırmalar yapmak, oranın bilgisini üretmek gibi bir planımız var. Dernek girişimi için başvuruda bulunduk, çeşitli kurumsallaşma adımlarını atmaya çalışıyoruz. Tabii bü-
Halk üniversiteleri dünyada da örnekleri olan şeyler, belki ona mecal ve güç bulamıyorduk akademik hayatın tüm baskılarıdan vs. Şimdi hem onun tadını almış olduk sanırım hem o gücü ve güveni kazandık. tün bu söylediklerimiz OHAL sürecinde çok da kolay değil. Örneğin Eğitim-Sen salonu dışında salon bulmak kolay değil. Çoğu kez derslerimiz sokaklarda geziyor. Çok önemli bir taciz olmadıkça sorun olmuyor. Ama bizi sevindiren şu: Başka akademiler de kuruldu, Sokak Akademisi, Kampüssüzler gibi hareketler oluştu. En azından buraların iletişime geçmesi gibi bir durum söz konusu. Şunun mayalandığı çok açık: İddiamız sürecek, bu bilim insanları şu veya bu düzeyde bireysel faaliyetlerini sürdürecek. En azından ana gövde geri çekilmiyor. Yurt dışında da akademik çevrelerde çok yüksek bir duyarlılık var. Yılmaz: Duyarlılığı somut yansıması nasıl? Hakan: Birçok bursun buraya yönlendirilmesinden tutun da buradaki akademi benzeri oluşumları nasıl destekleriz konusuna kadar… Aslı: Zaten birçok bildiri yayınlandı. Hakan: Burada çok farkında değiliz ama aslında kamuoyu ayağa kalkmış durumda. Sayısız mektup ve protestolar… Akademik çevrelerin dayanışma ziyaretleri, ortak çalışma çağrıları, toplantılara davetler… Tabi bizim çıkamadığımız, kimilerine Skype ile katıldığımız toplantılar. Çıkabilen arkadaşlarımız da bir şekilde burayla iletişimi sürdürüyor. Barış İçin Akademisyenler’in yurt dışında da temsili söz konusu. Kendimizi aynı zamanda o küresel ağın da içinde hissediyoruz. Yani ben o dayanışma meselesinde iyimserim belki de, mevcut dünya ve Türkiye koşullarında. Mesele şu: Akademisyenlerin sırf ekmek meselesi veya mesleklerini sürdürme meselesinin ötesine geçip “Bu topluma hem üretilmesi hem aktarılması anlamında bilim diye bir şey gerekiyor mu?” sorusuna yanıt bulmak. Eğer gerekliyse bu, hepimizin derdi. O zaman hepimizin bunun yaratılması, üretilmesi için çaba harcaması gerek. Bu, “Şehrimi-
58
ze üniversite yapılsın.” meselesi değil. Bundan öte bir şey. Gerçek üniversiteyi başka bir boyutta şimdi konuşuyoruz aslında. Gerçek anlamıyla akademiyi konuşmamıza vesile oldu belki bu yaşananlar, belki daha da olacak. Şebnem: Az önce dediniz ya ‘’Kahraman değiliz.’’ diye, sanki benim için anti-kahramansınız. Üniversitenin bu anti-kahramanlık üzerinden yeniden tartışılıyor olmasına vesile olduğunuz için de ben kendi adıma teşekkür ederim. Aslı: Ben bir şey daha söylemek isterim. Bize bunu sürdürme gücü veren gerçekten de o seminerlerin katılımcıları. Bu çok kıymetli. Mesela tersane işçisi arkadaşlardan şöyle bir talep gelmişti: “Biraz erken başlıyorsunuz, geçe alırsanız biz de katılabiliriz.” demişlerdi. Bir ev kadını “Ben hayatımda ilk kez üniversite görüyorum, bu benim için kıymetli bir şey.” dedi. Biz de bir şey öğrenmiş daha olduk yani bunu hep konuşuyoruz, döndükten sonra da bırakamayacağımız bir kamu hizmetini anlamış olduk diye düşünüyorum. Yılmaz: Sınavsız, parasız üniversite kurulmuş oldu yani. Aslı: Evet, halk üniversiteleri dünyada da örnekleri olan şeyler, belki ona mecal ve güç bulamıyorduk akademik hayatın tüm baskılarıdan vs. Şimdi hem onun tadını almış olduk sanırım hem o gücü ve güveni kazandık. Eğer o destekle birlikte Kocaeli Dayanışma Akademisi devam ederse zaten büyük bir dönüşüm sağlamanın adımlarını atıyoruz diye düşünüyorum. İleride devran dönecek, mücadeleler kazanacak ama bence daha önemlisi öğrenilmiş bir şey olacak. Yılmaz: Son olarak ne söylemek istersiniz ? Aslı: Halk üniversiteleri bir form olarak kurulabilirse kurulduğunda bu dayanışma akademilerinden iyi örnekler çıkacağına inanıyorum. Bunu çok önemsiyorum, yapılabileceğini düşünüyorum ve herkesten katkı bekliyorum. Hakan: Ben ‘’Hayır’’ diyorum, hep hayır diyorduk. Haklı da çıkıyoruz. Ama şimdi sadece “Hayır” demeyip bir şeyler de gösteriyoruz. Artık dayanışma akademilerimiz var mesela. Şebnem: Siyaset dergisi adına sizlere çok teşekkür ederiz… Aslı- Hakan: Biz teşekkür ederiz…
türkçe öykünün çöpsüz üzümü “Ben hikâyeciyim diye sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin n’olur?”
Sevengül SÖNMEZ
S
ait Faik’in Türkçe öykü tarihi içindeki yerini en iyi anlatan yazılardan birinden yaptığım alıntıyla başlamak istedim bu yazıya: “Sait Faik kendinden önce gelen hiçbir hikâyecimizden yararlanmadan gerçekleştirmiştir hikâyelerindeki, Türk hikâyeciliğindeki yeniliği. Hani akrabası, kimi kimsesi olmayan damatlara “çöpsüz üzüm” derler ya, Sait Faik yeni Türk hikâyesinin çöpsüz üzümüdür.”1 Sait Faik hem yaşadığı dönemin hem de kendisinden sonraki dönemlerin en yeni ve en farklı öykücüsü olmayı nasıl başardı sorusu eşliğinde öykülere yeniden baktığımda, hemen fark ettiğim onun yaşadığı gibi yazabilme rahatlığıdır. Öykülerini yayımladığı yıllarda da ölümünden sonra hakkında yazılanlarda üzerinde çok durulan bu özelliği, pek çok araştırmacı ve eleştirmen tarafından savrukluk, özensizlik olarak değerlendirilmiştir. Öyle ki, Sait Faik, öykülerinin düzenli olarak yayımladığı ve okur tarafından çok beğenildiği yıllarda bile, ken-
disi hakkında kabul gören bu görüşten etkilenmiştir. Mülkiye dergisine yazdığı mektuplardan birinde, öyküleri ve yazarlığı hakkındaki görüşü dikkat çekicidir: “Sakın benim gibi aklınıza gelen her şeye hikâye demeyin, bugünkü yazı için açık açık. Ama illa ki yaz derseniz, ara sıra bir şeyler yazmaya çalışırım. Ben pek öyle uzun boylu okumuşlardan değilim, kalkıp edebiyat hakkında konuşamam. Hikâyelerim hoşunuza gidiyor olmalı ki, illa yazı istiyorsunuz. Pek sevindim doğrusu, ama ben iyi hikâyeci de değilim. Kimseye örnek olacak bir tek hikâyem olmadığını siz bilmiyorsanız ben biliyorum. Ben roman yazamadığım için bir romana birtakım parçalar, bazen kendi romanımın parçasını yazmışımdır. Ama siz buna da hikâye derseniz o da olur, ya bir de sahici hikâyeciyi düşünün. Bir gün oturaklı bir hikâye yazarsanız yahut okursanız gözünüzden nasıl düşüvereceğimi bir göz önüne getirin. Benim bir hikâyemde ne fazlalıklar, ne eksiklikler, ne hatalar vardır, bir bilesiniz.”2
59
Bir yazarın kendisini bu kadar acımasızlıkla değerlendirmesine hatta kendisini başka yazarlardan daha değersiz görmesine yol açan bu eleştiriler, hangi eksende ve neden yapılmıştı diye bakıldığındaysa karşımıza çıkan Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip şiiriyle başladıkları yolda karşılaştıkları engelin aynısıdır: Edebiyat kurumu. Edebiyat kurumunu, hem üretici ve dağıtıcı aygıt(lar), hem de edebiyatın nasıl alımlanacağını belirleyen hâkim fikirler açısından tanımlarsak, kaçınılmaz olarak, edebiyatın kendi dışındaki toplumsal kurumlarla ilişkisini incelemeye dahil etmek gerekir.3
Fethi Naci, Sait Faik’in Hikâyeciliği, YKY, Mayıs 2003, s. 29 2 Sait Faik Abasıyanık, Karganı Bağışla, YKY, Temmuz 2003, s. 95 3 Yalçın Armağan, “Antoloji Dışı Bir Şair: Sabahattin Ali”, Sabahattin Ali, (Haz. Sevengül Sönmez), TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2012, s. 335-358; 1
türkçe öykünün çöpsüz üzümü
Özgür hikâyenin yaratıcısı
Sait Faik, Fethi Naci’nin dediği gibi, “özgür hikâye”nin yaratıcısıdır. Onun öykülerinde karşımıza çıkan her ayrıntı, uzun gözlemlerin sonucunda kaleme alınmış ve yaratılmış gerçekliklerdir. Onun öyküsünü ve dolaylı olarak romanını da besleyen kaynak, edebiyatın kendisi değil, yaşamdır. Yaşamın, bilinen ve özenilen, kabul görülen bir bölümü değil, her alanı, her ayrıntısı ve tüm çıplaklığıdır. “Sokakta bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hülyasına kapıldım. Netice şu satırlar oldu... Ben hikâyeciyim diye sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin n’olur?”4 Sait Faik, öykülerinde uzun uzun gözlediği, kimi zaman da –tüm çekingenliğine ve ayrıksılığına rağmen- konuştuğu insanları anlatmaya çalışmıştır. Öykülerine bu dikkatle bakıldığında hemen görülecektir ki kahramanları onun hayatının parçası olan insanlardır. Sütçü Pandelli, Garson Ahmet, Kahveci İskanavi... Öte yandan adlarıyla anılmayan; ancak Sait Faik’in büyük bir dikkatle gözlediği tüm diğer insanlar; ameleler, gemiciler, mavnacılar, garsonlar, çiçekçiler, fahişeler, büfeciler, boyacılar, talebeler ve dahası da vardır. Onun öyküleri, yazdığı insanların öyküleridir aslında, belki de bu nedenle kendisini yazar olarak değil de bir yazıcı olarak gören Sait Faik, öykülerinin dil ve anlatımını, anlattıklarından bağımsız görmez. Savrukmuş gibi görünen satırların yalınlığı, belki de tam bu noktadan, içerikle anlatımın bu denli örtüşmesinden kaynaklanır. Sait Faik’in edebiyata ve sanata bakışı, hayata bakışından çok da farklı değildir, edebiyat hayatla iç içedir ve biri bir diğerinin önüne geçmez ya da daha açıklıkla söylemek gerekirse edebi olmak kaygısı, Sait Faik’in eserlerinde hiçbir zaman anlatmak istediklerinin önüne geçmemiştir. Yazının girişinde değindim noktaya bir kez daha dönmek istiyorum: Sait Faik, anlattıkları ve anlatım biçimiyle Türk öyküsünde yeni, yepyeni bir damar oluşturmuştur. Her ne kadar bu damarın
takipçisi olarak günümüze ulaşan öykücü sayısı çok fazla değilse de onun açtığı yol, edebiyatın bütününde büyük bir rahatlama getirmiştir. Edebiyat geleneğinin eserde anlatılanlardan daha önemli görüldüğü bir dönemde yaşamasına ve yaşarken şiddetli eleştirilere maruz kalmasına rağmen, öykücülüğünden hiç taviz verdiğini görmeyiz Sait Faik’in. Ancak Sait Faik, kimi zaman, bu yoğun eleştirilerden bunaldığını, anlaşılmadığını hissettiğini yine satır aralarında aktarır:
görürüz. Onun eserleri, hiçbir propagandanın ve sömürünün malzemesi olmaz. Yaşanılanların farkındalığıyla yarattığı kahramanlar hayatın her alanına dair çok şey söyler bize, ama Sait Faik onları kendi sözlerine ve düşüncelerine aracı kılmaz hiçbir zaman.
“[A]kademik bilgi edinmiş yazıcılarımızın pek çoğunda mükemmel, eksiksiz yazıların içinde olmayan bir şey var. Belki de bu, bir fazlalıktır. Satırların içinde cümlelerin içinde, yanlışlıkların içinde, beceriksizliklerin içinde parıldayan şey nedir bilir misiniz arkadaşlar. Bu, sanat pırıltısıdır. Bundan hiç nasibi olmayanlar için bu pırıltıyı sezebilmek de bahtiyarlıktır. Sanat güzeli arar, ne doğruyu ne de iyiyi... böylece, ben, akademik tahsil yapmadığım için sanatkârım demek istemiyorum... yalnız, şunu söyleyebiliyorum ki şimdiye kadar gelip geçmiş sanatkârların çoğu akademik tahsilde bulunmamışlar içinden çıkmıştır da, onu söylemek istiyorum.”5
“Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya... İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı... Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya... Sevilmeye layık, küçücük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddeden yirmi beş lira pazarlıkla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, haya, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya... Kafanın, kolun çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya... İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetle kıvra-
Sait Faik dünyaya ve hayata nasıl bakmıştır? Onun olup bitenlerle, ülkemizin içinde bulunduğu sorunlarla, yaşanmakta olan Dünya Savaşı’yla ilgili düşünceleri nelerdir diye bakıldığında da buraya kadar onun sanat anlayışını belirleyen çizginin hiç bozulmadığını
60
Onun nasıl bir dünyada yaşamak istediğini belki de en açık anlattığı satırlar Havada Bulut’un “Ay Işığı” bölümündedir:
“Birahanedeki Adam”, Lüzumsuz Adam, YKY, Kasım 2002, s. 20-21 5 “Sivaslı Ağaç’a”, Büyüyen Eller, YKY, Mart 2011, s. 48-50 4
türkçe öykünün çöpsüz üzümü nan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya...”6 Bu satırların karşılığı olan bir dünya isteğinin, bilinen tüm sol ve demokratik örgütler tarafından söylendiğini, toplumcu gerçekçi olarak bilinen tüm sanatçıların benzer cümleleri rahatlıkla kurduklarını hatırlayarak, Sait Faik’in dünya görüşünü belirlemek sanırım hiç de zor olmayacaktır: O âdil ve özgür bir dünyada onurlu bir yaşam istemiştir. Sanıldığının aksine ülke gerçeklerinden en ufak ayrıntısına kadar haberdar olan Sait Faik, bu gerçeği duygu sömürüsüne dönüştürmeden, yalın ama müstehzi bir anlatımla yerleştirir öykülerinin içine:
Faik’in mütevazılığından kaynaklanmaktadır. Andre Gide’den çok etkilendiğini bildiğimiz Sait Faik, yazarın Les Nouvelles Naurritures adlı kitabından kimi çeviriler yaparak, Yaşar Nabi Nayır’a göndermiştir. Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Uğursuz Fal”, “Benliğini Kaybeden Kadın”, “Sisli Gece”, “Katili Herkes Bulamaz”, “Serap”, “Kül” adlı çevirileri de onun edebiyat uğraşısının derinliğini anlatmaktadır. Çeşitli dergilerde yayımlanan “Osman Cemal’in ‘Çingeneler’i”, “Yaşasın Edebiyat”, “Yazıcılığın Yirminci Senesinde”, “Orhan İçin”, “Eleştirmeci Falan Filan”, “Ölen İyi Hikayeciye” başlıklı yazıları edebiyatın farklı alanları hakkındaki görüşlerini açıklıkla ortaya koyduğu yazılarıdır.8
“Bir Üsküdarlı fakirin, bir piyango bileti edinmesinin ne kadar mühim bir mesele olduğunu bilmeyen bir adam da pek İstanbullu sayılmaz. Hatta pek Türkiyeli bile sayılmaz.”7
Akşam gazetesinin düzenlediği büyük edebi anketine verdiği yanıtlardan birinde yer alan cümleler de Sait Faik’in yazarlığa nasıl baktığını, içinde bulunduğu edebiyat dünyasını nasıl algıladığını anlamak açısından önemlidir:
Mülkiye dergisine yazdığı mektupta yer alan “Ben pek öyle uzun boylu okumuşlardan değilim, kalkıp edebiyat hakkında konuşamam” cümlesi de Sait
“Yeni edebiyatın yerle beraber olmasını, hatta çamura bulanmasını istiyoruz. Ben mahdut bir zümre için değil, büyük bir kütle için yazı-
yorum. Fikrimce sanatkâr cemiyetin ham insanları ile meşgul olmalıdır. Olmuşlar zaten olmuş. Endişem onlara hoşça vakit geçirtmek değil, büyük kütleye hitap etmek, onları olgunlaştırmaktır.”9 Sait Faik’in Türkçe öykü tarihindeki yerine geri dönecek olursak, onun öyküde devrim yaptığını açıklıkla belirtmek gerekmektedir. Öykünün dil ve anlatımda yarattığı rahatlığın yanı sıra biçim olarak da öyküde önemli yenilikler denemiştir. “Röportaj-öykü” olarak adlandırılabilecek bir türün ilk örnekleri onun kaleminden çıkmıştır. “Uzun Ömer”, “Diş ve Diş Ağrısı Nedir Bilmeyen Adam” gibi Yedigün dergisi için yaptığı röportajlarla oluşturduğu öyküleri Sait Faik’in, bu tür üzerinde kafa yorduğunun ispatıdır. Mahkeme Kapısı’nda ise, gazetecilik yaptığı kısa süre içinde adliyede tanık olduğu olaylardan yola çıkarak yazdığı öyküler bir araya getirilmiştir ki bu öyküler de kendine özgü anlatım tekniği ile edebiyatımızda ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Sait Faik, akıcı, duru ve yazmaya başladığı ilk günden itibaren giderek yalın bir Türkçeyle, konuşma dilinin en ince ayrıntılarına bile dikkate ederek yazdığı öykülerinde Türkçenin zenginliğini ortaya koymuştur. Türkçe öykünün “çöpsüz üzümü”nü en iyi değerlendiren yazıların birinden aldığım bir bölümle noktalamak istiyorum bu yazıyı, Leyla Erbil’in “Sait Faik’te Göz” adlı yazısından: “Sait Faik’in masası cebindeydi. Zihin kuşlarını uçuşturan her şeyi, cebinde taşıdığı “bakkal defteri” dediği sarı yapraklı defterine eski Türkçe olarak geçirirdi. Bir park kanepesinde, bir meyhane masasında ya da dizlerinin üzerinde yazabilirdi! Evet, bazılarının dediği, kendisinin de kabul ettiği gibi bir “avare”ydi o; ama öznel olanı bireysel kılandı.”10 “Ay Işığı”, Havada Bulut, YKY, Ekim 2002, s.24-25 7 “Francala mı Ekmek mi?”, Şahmerdan, YKY, Aralık 2002, s.49 8 Sait Faik Abasıyanık, Hikâyecinin Kaderi, YKY, Mart 2011 9 “Muharrir Neden Yetişmiyor ?”, Akşam, 11 Kasım 1949 10 Leyla Erbil, “Sait Faik’te Göz”, Varlık, (1089), Haziran 1998 6
61
tanıl bora ile “cereyan”lı bir sohbet Kâh Gençlerbirliği’nin bir maçında, bir dönem futbol yazılarıyla gazete sayfalarında karşımıza çıkıverir, kâh ise okuması dahi zahmetli bir kitabın çeviri mevkiinde veya Toplum ve Bilim, Birikim gibi yayınların mutfak künyesinde… Tanıl Bora “yazı”nın âlâ çeşidinde, kaleminden akan bilcümle renkle; bir yazar, çevirmen, araştırmacıdan öte ve ziyade; sık sık hasbihale tutuştuğumuz, fikirleştiğimiz bir yakınımız, hararetle tartıştığımız masa arkadaşımız gibidir. Uzunca süren titiz bir çalışmanın ardından okuyucuların huzuruna sunduğu “Cereyanlar” vesilesiyle, Tanıl Bora’yla söyleştik.
Söyleşi: Göksel ILGIN Türkiye siyasi tarihinde bir “görmezden gelme” veya “körlük” ithamı belli başlı tartışmaların ortak vektörü gibidir. Kimi kuramsal/politik hatların birbirlerine “ekonomi körlüğü (ideolojizm)”; karşılığında da “ideoloji körlüğü (ekonomizm)” eleştirisi Dünya’da ve Türkiye’de, Marksizm içinde ve dışında epey yazıldı, tartışıldı. Bu çok taraflı tartışmanın geniş muhtevası içinde mühim uğraklarından birini de Türkiye’de sağın “ideoloji” yoksunluğunun ileri sürüldüğü tezler oluşturur. Hem evvelki çalışmalarınızda hem de son kitabınız Cereyanlar’da Türkiye Sağı’na dair analizleriniz mevcut. Hem ideoloji kavramının çeşitli karşılıklarının kesişimi hem de Türkiye Sağı’nın serencamı açısından düşünüldüğünde neler söylemek isterseniz? Körlük veya sakatlık yerine artık “engellilik” deniyor biliyorsunuz. Po-
litical correctness, politik doğruculuk icabı. Belki anlam bakımından da daha uygun olabilir; hiç göremez değilsiniz de, görmenizi engelleyen veya bulandıran bir “şey” var… Görme engelinden bahsedince, cinsiyet körlüğünü de zikretmek isterim. Ekonomi veya ideoloji körlüğünden daha güçlü temelleri var, uğraşması daha zorlu… Lafı dolandırdım, sorunuza anca geliyorum…Yüksel Taşkın’ın MilliyetçiMuhafazakâr Entelijensiya kitabında isabetle dikkat çektiği bir noktadır: Sağ; solu, ekonomiyi toplumu anlamanın ve değiştirmenin manivelası olarak görmekle, böylece başka her şeyle beraber bilhassa milliyete ve kültüre kör kalmakla itham edegeldi. Bununla beraber, kültürü (milli kültürü), kaba sosyalist görüşün “altyapı”ya atfettiği mevkiye oturttu. Milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin soğuk savaş dönemine damgasını vuran güçlü bir motifi olarak bunu kaydedelim bir defa. Bir başka tema, kuşkusuz sağın ideolojiyi bizatihi “kötü” görmesidir. İde-
62
oloji, bir tarafgirlik ve aşırılık alameti sayılır, tehlikeli görülür. “İdeolojik yaklaşıyorsun” dediniz mi, karşı tarafın sözü hükümsüzleşir, malum. İdeolojiler-üstü olma iddiası, bizzat sağcı bir iddiadır. Kemalizmin-Atatürkçülüğün ana akımının da paylaştığı bir iddia… Bu ideolojiüstü olma tutumunu müesses nizamla özdeşleşmiş anlamıyla, “devletlû” anlamıyla sağ için söylüyorum. “Radikal” sağ veya kendini muhalif olarak konumlandıran sağ, ülkücüler örneğin, keza “eski” radikal İslamcılar da, “yabancı ideolojilerden” ayırt ettikleri bir “milli” ideolojiyi sahiplenirler. İslâmcıların da tabii ideoloji ile vahiy ve itikat arasındaki bağı kurma meselesi var. Dinî düşünüşün ideolojileşmesi vakıasını kabullenme veya kabullenememe, bu seküler deneyimi “idare etme” meselesi… Elbette herkesin, her grubun, her sosyal varoluşun ideolojisi var. Kendi durduğunuz, baktığınız yerden, o konumun alışkanlıklarıyla, sosyalleşmenizin “töresi” içinde, kendi derdinizle,
tanıl bora’yla “cereyan”lı bir sohbet kendi merceğinizle nasıl görüyorsunuz? Marksist fikriyatın da çok katkıda bulunduğu eleştirel sosyal teorinin aklı, bunun böyle olduğunu bilerek kendinize de eleştirel yaklaşabilmenizi sağlar. Ben bunun bizzat sol bir tutum olduğu kanısındayım. Bu eleştirel öz bilinç, bizzat sol bir bilinçtir. Sağın ideolojiyle “problemi”, öncelikle kendi dünya imgesi içindeki sorgusuz sualsiz memnuniyeti. Bu, başlı başına bir yüzeysellik “garantisidir”! Siz bu soruyu sorarken sanırım esasen Türkiye’de sağ ideolojinin veya ideolojilerin tutarlı, derin,“felsefesi olan” bir gayretten mahrumiyetinden bahsediyorsunuz. Solun durumu ne derece parlak, onu nezaketen bir yana bırakırsak, evet, doğrudur. Neden böyle? Milli beka kaygısının uzun yıllar anti-komünizmle yoğrulmuş alarm haliyle, aciliyet gündemiyle ilgisi var. Güç-iktidar-otorite tutkunluğu, devlet ululaması ve bunun beraberinde getirdiği muazzam oportünizmle ilgisi var. Güç-otorite hükmü, genellikle bir “lider”le özdeşleşerek, fikri ikame ediyor. Yerlilik-millilik iddiasının konforu, fikri ikame ediyor. Bir yabancıya/yabancılaşmışa/yabancılaştırıcıya karşı “zaten” olanı, bir “kendi gibiliği” savunmanın fundamentalizmi, anti-entelektüalist bir coşkuyla da birleşerek, fikri ikame ediyor. Güncel “cereyanlar”dan biri olarak Erdoğanizm başlığı yer alıyor kitabınızda. Kitabı henüz okumayanlar için bu cereyanın diğer sağ ideolojik hatlardan ayrım noktalarına değinebilir misiniz? Kitapta derli toplu bir analizi yok aslında “Erdoğanizm”in… Cereyanlar’da genel olarak yakın döneme dair daha ihtiyatlı yazmaya çalıştım. Çünkü içinde yaşıyoruz, ideolojik yapılar, teknik tabiriyle “ideologemler” teşekkül ve seyir halindedir, mağma halindedir. Erdoğanizm, uluslararası siyasetbilimi literatüründe “sınanan” bir kavram önerisi. “Dış kaynaklı” bir terminoloji yani! Özellikle Macaristan’da Orban popülizmiyle mukayese ediliyor. Victor Orban da Tayyip Erdoğan’ı “beğeniyor” bildiğim kadarıyla. Benim “saham” olan ideolojik yapı açısından, eklektik ve pragmatist bir teşekkül var burada. Türk Sağının Üç Hali kitabımda İslâmcılığı Türk sağının lügâtçesi, sembol ve ritüel kaynağı, milliyetçiliği grameri olarak tanımlamıştım,
İktidara bir cevabınız olacak ama işte nasıl cevap vereceksiniz; o cevap nedir? Cevap, illa ve sadece onun ithamına veya doğrudan doğruya onun yaptığına “kontr” çekmek veya karşılık vermek olmayabilir. Kendi önceliklerinizi gözeterek, kendi meselenizin peşinden giderek, kendi gündeminizi kurarak, kendi dilinizi konuşarak da cevap verebilirsiniz.
Erdoğanizm’de de bu işliyor. Bu arada milliyetçi gramer, yer yer basbayağı ülkücü söylemin jest ve edasıyla birleşebiliyor. Liderin program ikamesi işlevi görmesi de buna uyuyor. Milliyetçimuhafazakâr popülizmin on yıllarca ekilip biçilmiş tarlasından zengin mahsul alan bir söylem... AKP iktidarının veya sizin tanımınızla Erdoğanizm’in ideolojik hegemonyasının, 15 yıldır birçok aşamada tükendiği, iktidar bloğunun zor aygıtlarından başka dayanağı kalmadığı çok kez ileri sürüldü. Bu tür tartışmaların gündemde hallice yer edindiği bir dönemde Birikim Haftalık’ta çıkan bir yazınızda; “Hegemonyayla mücadele, hele karşıhegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu?” diyerek iktidara sürekli “cevap yetiştirme” pratiğinin
63
hegemonyayı besleyebilen bir yanı olduğunu işaret etmiştiniz ve üzerine çokça konuşulmuştu. Erdoğanizm hegemonyasına karşı mücadele sizce nasıl verilmeliydi, bugün nasıl verilmeli? Evvela şunu söylemeliyim: Siyasî rehber olma iddiasında değilim. Bu yazılar, programatik metinler veya siyasa kılavuzları değil denemelerdir; sesli düşünme makamında konuşuyorum. Hep beraber tartışıyoruz, tartışmalıyız… O yazıda düşündüklerimi açıp devam ettireyim… Elbette iktidarın tayin ettiği gündemden “kaçınmak” imkansızdır. Hele doğrudan sizi hedef alıyor, parmağıyla sizi gösteriyor, hayatınızı karartıyorsa… Elbette bir cevabınız olacak. Elbette mukabele edecek, karşı koyacak, itiraz edeceksiniz. Zaten iktidarın gücü de buradadır, sizi kendine mecbur eder. Sizi kendi gündemiyle “bağlar”, kendi diline çeker. İktidara bir cevabınız olacak ama işte nasıl cevap vereceksiniz; o cevap nedir? Cevap, illa ve sadece onun ithamına veya doğrudan doğruya onun yaptığına “kontr” çekmek veya karşılık vermek olmayabilir. Kendi önceliklerinizi gözeterek, kendi meselenizin peşinden giderek, kendi gündeminizi kurarak, kendi dilinizi konuşarak da cevap verebilirsiniz. Zor bir şey söylediğimi biliyorum, “söylemesi kolay” deneceğini biliyorum. Ama en azından, verdiğimiz cevapta, “başka türlü bir şey”in ışığı parlamalı. Yine Birikim’deki haftalık yazılarında, Richard Sennett’ten ilhamla “siyasi sol-sosyal sol” ayrımı üzerinden yazdığım yazıda da bu meseleyi sürdürüyordum aslında. (Birikim’in 321. Sayısında “Dayanışma, sosyal sol, alternatif ekonomi” başlığı altında bu temayı deneyim örnekleriyle de geliştirmeye çalıştık. Derginin son iki üç yılda en az satın alınan sayısı olmasına çok üzülüyorum) “Siyasî sol”, solun iktidar mücadelesine ve/veya iktidarla mücadeleye odaklanmış, kurumsal veya yerleşik siyaset alanında eyleyen koludur… “Sosyal sol” ise, sosyal alanda örgütlenen, kâh dayanışma etkinliği yürüten kâh alternatif yaşam ve faaliyet alanları açan, böylece hayal ettiği sosyalleşmenin tohumlarını yetiştirmeye çalışan koldur… Tamamen birbirinden ayrıştırılamazlar tabii, en iyisi birbirlerini bütünlemeleri. Bunun için, birbirlerine hürmet ve tahammül et-
tanıl bora’yla “cereyan”lı bir sohbet meleri, özerkliklerini tanımaları lâzım. Özellikle birinci kolun ikincisine hürmet ve tahammül etmesi lazım. İkisi de kendine mahsus bir sebat gerektirir. O yazıda da söylüyordum; bizde özellikle ikinci türden sebat, yani uzun erimli bir sosyal sol soluğu, çok zayıf. Ben, mutlaka oradan can almak gerektiğini düşünüyorum. Karşı-hegemonyanın, böyle deneyimlerden beslenerek güçlenebileceğini düşünüyorum. Aklınıza gelen bir örneği var mı? Kursakta kalmış bir hevesin miladı gibi konuştuğumuz Gezi İsyanı örneğinde de düşünebiliriz bunu. Barikat, direniş siyasî sol yanıdır, kısa ömürlü de olsa farklı bir hayat “şekli” ve farklı insan ilişkileri kurma çabası, dayanışma tecrübesi, sosyal sol yanıdır. Ben “devrimci” yanı daha çok ikincisinde görüyorum. Bu ikinci veçheyi sürdürmeye, “sürdürülebilir” kılmaya dönük küçümsenmeyecek bir çaba da yok değildi, fakat söndü. Tamamen sönmediyse de, ancak narin bazı girişimler var. Harp darp yüzünden mi söndü, sebatsızlıktan mı? Herhalde ikisi de. Şimdi KHK’larla işinden ekmeğinden edilen insanlarla ilgili dayanışma girişimleri, böyle bir alternatif sosyallik inşa etmenin vesilesi olur mu? Olmasını ummalı, buna çalışmalı. Türkiye’de kuramsal üretimin zayıflığı sıklıkla pratik eksiklerin mazareti biçiminde dillendirilir. Oysa sizin de birçok yazı ve söyleşide vurguladığınız gibi Türkiye’de kıymetleri bilinmese ya da geç fark edilse de kuram üretimine ciddi emek harcayan isimler var. Dr. Hikmet Kıvılcımlı da bu isimlerden biridir. Birikim’in Kıvılcımlı’yı es geçmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. 70’lerin Birikim’inde yayımlanan, Murat Belge imzalı Kıvılcımlı eleştirisinin yanı sıra; yeni nesil Birikim’de Kıvılcımlı’yı hatırlama çağrıları ve çok sayıda Kıvılcımlı referanslı makaleler de mevcut. Kvılcımlı’nın teorik mirasının güncelliği ve Birikim’de yayımlananlar da dahil olmak üzere Kıvılcımlı’ya yönelik eleştiriler hususunda neler düşünüyorsunuz? Kıvılcımlı ilgisinin pek de verimli cephelerine bakarak başlayalım... Bunlardan biri, “Doktor”un “ilginçliğidir”. Kendine mahsus müthiş renkli dili, genel olarak kendine mahsusluğu, herkese “sallaması”… Bu, onun bir “ek-
Kursakta kalmış bir hevesin miladı gibi konuştuğumuz Gezi İsyanı örneğinde de düşünebiliriz bunu. Barikat, direniş siyasî sol yanıdır, kısa ömürlü de olsa farklı bir hayat “şekli” ve farklı insan ilişkileri kurma çabası, dayanışma tecrübesi, sosyal sol yanıdır. santrik” olarak ilgi çekmesine sebep olabilir, oluyor da. Ama onu sadece bir dilbaz, bir “tuhaf adam” mevkiine koymak da hoş bir şey değil. Burada takılıp kalmamak lâzım. Kıvılcımlı’nın son zamanlarda ilgi görmesinin sebeplerinden biri de kuşkusuz, dine ilgisi, dinî kaynakları, dinî saikleri sol mücadeleye massetme arayışı… Bilhassa meşhur Eyüp konuşması üzerinden uyanan bir ilgi... Kuşkusuz önemli bir nokta bu, fakat derinini kurcalamak lâzım. Bu ikinci noktadan devam edelim. Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik-politik
64
ustalığı, din tarihini, dinsel dili, kutsal metinleri, töreleri falan, okumasından geliyor. Hem düpedüz biliyor olmak anlamında bir okumadan söz ediyorum; hem de yorumlama, arkasındaki anlam dünyasını çözümleme anlamında okumadan… Kıvılcımlı mesela solda dinsel gericiliğin alâmeti addedilen “Şeriat” lâfının, dindar halk arasında adalet olarak algılandığına dikkat çeker. Elbette, siyasal İslâmcılık için şeriat, bir düzen idealini ifade eder, fakat kavramın güçlü bir popüler iması, çağrışımı da vardır ve siyasal slogan oradan da güç alır. Bunu bilmek gerekir. Kıvılcımlı, bize bunu bilerek düşünmek gerektiğini öğretir. Kıvılcımlı, dinî düşünüşün ve dinin sosyal-siyasal tarihinin içinde bir sol ilmek bulup çekiştirir. Bununla sürekli meşguldür. Burası önemli. Kıvılcımlı, solda Kürt meselesine ilk “uyananlardan” biri olarak da son zamanlarda itibar gördü biliyorsunuz. Bence burada da “ilk” olmaktan daha fazlası var -ki son yıllarında bu meselede pek de “duyarlı” değildi, bunun eleştirileri de yapıldı -örneğin Garbis Altınoğlu tarafından, Recep Maraşlı tarafından… Burada daha derin yanı, Kıvılcımlı’nın, Kürt köylüleri örneğinde madûnların güçlü bir analizini
tanıl bora’yla “cereyan”lı bir sohbet
Birikim’in yapmaya çalıştığını “teoriye müdahale” diye de tanımlayabiliriz, sosyalizmi ve Marksizm’i yeniden yorumlamaya dönük kapsamlı bir teşebbüs vardı.
yapması; ezilenlerin açık, yarı-açık ve “sinsi” isyan potansiyelleri hakkında, aynı zamanda beşerî zayıflıkları hakkında söyledikleri… Ortodoks Marksist şablona sığmayan bir sınıf analizidir bu. Romantizasyondan da uzak durur. Genel olarak Kıvılcımlı, toplum ve sınıf analizini otomatizmden kurtarır, özgül toplumsal-tarihsel hakkını veren müthiş bir zihin açıklığıyla bakar. Kadın emeğine bakışında da var aynı zihin açıklığı. Murat Belge, bahsettiğiniz yazısında, Kıvılcımlı’nın ölümünden kısa bir süre yazdığı o yazıda, Kıvılcımlı’nın özgün düşünme çabasına, ısrarına değer vermiş fakat somut olarak Kıvılcımlı’nın düşünmüş olduklarında fazla bir değer bulmamıştı. Tarih tezinin mesela, pek de ciddi bir şey olmadığı kanısındaydı. Tarih tezi bence de onun fikriyatının en “kuvvetli” yanı değil, öyle diyelim. İbn Halduncu barbarlık-medeniyet didişmesine aşırı anlam yüklediğini düşünüyorum. Bence onun tarih çalışması, kendi tezinden çok, bu çalışma içinde teşrih masasına yatırdığı malzemeyle, bu malzemeyi analiz ederken toplum, sınıf, güç ilişkilerini, anlam dünyalarını ortaya sermesindeki cevvaliyetle önemli. Yine
madûniyet ilişkilerine dikkat kesilmekteki tetikliğiyle… Özneye verdiği “aşırı” önem, Kıvılcımlı’da bir başka önemli izlek… Özne-yapı gerilimiyle veya “orantısıyla” ilgili, evrensel ve ezel-ebed bir teorik tartışmanın konusu bu. Sanırım Kıvılcımlı, mesela 12 Mart eşiğindeki ordu “ilgisiyle”, Leninist volontarizmi, ortodoks öncücülüğü tekrar ediyor. Buna karşılık tarih tezinde insanın kolektif eylemine tarihsel üretici güç anlamı atfederken, daha geniş bir teorik ufka açılabilecek bir ipucu veriyor gibi geliyor bana. Kolektif eylemi, “sosyalliği”, “cemaatleşmeyi” bir maddi etken olarak ele almasıyla, bahsettiğim özne-yapı gerilimini verimli kılan bir açılım var burada. Kıvılcımlı’nın “legaliteyi istismar” şiarını da unutmayalım. Her şartta, icabında kuşdiliyle, davasını anlatma azmi. Onun dilinin özgünlüğü, malum, biraz da anti-komünist baskıların herkes gibi onu da kuş diline zorlamasıyla açıklanmıştır. Ama çeşit çeşit kuş var, kuş dili de bir değil ki! Kıvılcımlı’nın dilinin rengârenkliği, birçok alanla ilgilenmesiyle, dört bir iştigal sahasından lügat transferi yapmasıyla da ilgili. Kuşkusuz, çalışkanlığıyla da ilgili ve bence bu da başlıbaşına önemlidir. Bilinen örnekleri tekrarlayacağım, Bergson üzerine de, Edebiyat-ı Cedide üzerine de risale yazmış. Ortodoks-indirgemecidir epeyce ama ince iş de vardır, çalışmış yani! Onun metinlerinden taşan düşünme, konuşma, anlatma arzusu, insanla toplumla dünyayla meşguliyet hazzı, başlı başına değerli geliyor bana. Bir söyleşinizde sizin de değindiğiniz üzere, şu anda yayın yönetmenliğini yürüttüğünüz Birikim dergisi her dönem belli başlı eleştirilerin imi olagelmiştir. Bu eleştirilerin iki yönü göze çarpmaktadır; birincisi, her eleştiri Birikim’i bir siyasi çizginin temsilcisi ilan etmektedir (örneğin; yetmez ama evetçilik). İkincisi, Birikim deyince akla gelen ilk isimler bu eleştirilerin doğrudan muhatabı sayılmaktadır ki siz de bu isimler arasındasınız. Bilinir ki Birikim aykırı görüşlerin yer alabildiği bir mecradır. Örneğin, din-siyaset
65
ilişkisi denildiğinde alternatif/aykırı görüş kaynaklarından akla ilk gelenler arasında Birikim’in Sol-İlahiyat dosya konulu sayıları gelir. Birikim’in siyasi “temsil etme/edilme” ilişkileri ve özelde sizin Birikim’le ilişkiniz bağlamında bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Veciz bir değerlendirme yapmışsınız. Birikim dergisi, en azından o zamanki, 70’lerdeki okurları olarak biz öyle bilirdik, sosyalist siyasi harekete “teorik müdahalede” bulunma iddiasıyla çıkmıştı. O zaman da Birikim, kendisi bir zahmete girmeden, tarlada izi olmadan sola “akıl vermeye kalkmakla” itham edilirdi. Bence, öncelikle solda güçlü bir töre olan hizipçilikle ilgili bir rahatsızlıktı bu, kendi grubunu “tutma”, bunun için de dış “etkilere” karşı izole olma eğilimi. Bunun yanı sıra, teorik faaliyeti araçsallaştıran bakışın hakimiyetinden de kaynaklanan bir rahatsızlığın ifadesiydi. Aslında, o zaman Birikim’in yapmaya çalıştığını “teoriye müdahale” diye de tanımlayabiliriz, sosyalizmi ve Marksizm’i yeniden yorumlamaya dönük kapsamlı bir teşebbüs vardı. Ömer Laçiner’in yazıları, üretim ilişkileri kavramını ekonomist indirgemeciliğinden sıyırmasıyla, böylece hem geniş bir anlama-açıklama hem toplumu ve insanı dönüştürme perspektifi açmasıyla, gerçekten zihin açıcıdır, sahih manasıyla devrimcidir… Tabii, bu da ortodoks anlayışlarda rahatsızlık yaratıyordu. Bir de, Türkiye’nin toplumsal formasyonunu biricikleştirmeden, kendine mahsuslaştırmadan ama kendi özgünlüğü içinde anlama merakının, Birikim’in önemli bir hasleti olduğunu düşünüyorum. Bakın bu da Kıvılcımlı’da da çok bariz göreceğimiz bir ilgi… 1989 sonrası “yeni” Birikim ise önce “sivil toplumculuk” meselesi, sonra İslâmcılık meselesine bakış, sonra da dediğiniz gibi “yetmez ama evetçilik” yaftası üzerinden antipati konusu oldu. Bunları tek tek mütalaa edelim isterseniz… Büyük ölçüde Murat Belge’nin yolunu açtığı sivil toplum tartışmasında, bence bu tepkilerde bir indirgemecilik yapıldı. Birikim’de yapılmaya çalışılan, sivil toplumu bir ideolojik mücadele ve
tanıl bora’yla “cereyan”lı bir sohbet hegemonya alanı olarak önemsemek, iktidarın olmazsa olmaz kaynağı olarak önemsemek gerektiğine dair bir dikkat çekme çabasıydı. Bu, iktidar perspektifini bırakan, ideolojik-politik ayrımları ve mücadeleyi boş veren, sivil toplumu bizatihî değerli ve “yeterli” gören bir “liberalizm” olarak yorumlandı. İslâmcılığa bakışta da benzer bir indirgemecilikle karşılaştı dergi. Oradaki gayret şuydu: İslâmcı hareketi salt “gericilik” olarak görmemek, bir “komplo” olarak görmemek, toplumsal ve politik dinamiğini tanımak… Hem öğrenmek hem ciddiye almak anlamında tanımak… Onun kendi içindeki ideolojik, sınıfsal, politik ayrışmalara ve ayrışmalar içinde sola ve demokratlığa “müzahir” olabilecek değerlere, yönelimlere dikkat etmek. Sorunuzda zikrettiğiniz “sol ilahiyat” tartışması, bu cehdin 2010’larda güncellenmiş biçimidir. Mesela 2015 yazında yayımladığımız “Ateizm” dosyası da öyledir. Birkaç ay önce yaptığımız “Laikliği tartışmak” dosyası da öyledir… Bütün bunlar, birçoklarınca safdil bir İslâmcı muhipliği gibi algılandı, yorumlandı. Tabii bu arayışları yeterince derinleştirmekle, meramını “iyi” anlatmakla ilgili derginin eksiği olabilir. Reel politik düzlemle dipteki temel arayış arasında kısa devreler olabilir. Düşünsel alış veriş kıtlığı, karşılıksızlık hissi de,
Ben sol içinde asgari saygı sevgi (ikisini de ayrı ayrı vurgulamak isterim: saygı ve sevgi) yokluğunun, ciddi bir sorun teşkil ettiğini düşünüyorum. böyle kısa devrelere meydan vermiş olabilir. Bunlar, dergiyle de sınırlı olmayan genel sorunlarımız. Yetmez ama evetçilikle ilgili de, son bir iki ayda üç dört söyleşi vesileyle söylediklerimi tekrarlayacağım. Birikim’in kurucusu olan Murat Belge ve Ömer Laçiner, bildiğim kadarıyla “yetmez ama” ilavesi yapmadan, “evet” yanlısıydılar. Anayasa taslağının kapsamlı bir eleştirisini yaparak olumsuz hükmü veren iki sağlam makale, muhtemelen en sağlam iki bilimsel makale, Birikim’de yayımlandı. Ben boykotçuydum, dergi mutfağımızda “hayır”cı da vardı. Bu manzara, tereddütlerimizi, kaygılarımızı, önceliklerimizi, “Kartaca”larımızı en azından zımnen tartıştığımızı ama bunun aynı yerde bulunarak yapılabildiğini gösterir. Zira evet, o referandumdaki tercih önemliydi, hayatiydi ama tabii yanılmaya da açık bir siyasal pozisyon tercihiyle ilgiliydi; bütün bir dünya görüşünün,
66
bütün aklın-fikrin-gönlün kıyamet eşiği olarak görmemiz gerekmiyor bunu. “Bütün” sol da bunu yapabilirdi, bu ayrışma içinde karşılıklı asgari saygı ve sevgisini koruyabilirdi. Karşılıklı hiddet, karşılıklı “Kartaca”cılık, -karşılıklı olduğunu altını çizerek teslim ediyorum-, buna elvermedi. Bu dediklerimin naif göründüğünün farkındayım. Olabilir, ama ben sol içinde asgari saygı sevgi (ikisini de ayrı ayrı vurgulamak isterim: saygı ve sevgi) yokluğunun, o eşikten çok daha evvelden beri, ciddi bir sorun teşkil ettiğini düşünüyorum. Ben işte Birikim’in, solda olabildiğince geniş mezhepli bir tartışmanın zemini olma işlevini bunun için önemsiyorum. Birikim’in, öncelikle bu anlayışı “temsil” etmesini isterim. Elbette derginin bir tarihi, bir doğrultusu, bir derdi tasası vardır. Sosyalizmin yeniden tanımlama çabası, bu yeniden tanımlamayı ucu açık bir sürekli etkinlik olarak düşünmek… Sosyalizmin temel davası olan, eşitlikle özgürlüğü mezcetme davasını, doktriner mengenelerle sıkmadan, ezelî ve ebedî bir evrensel dava olarak almak, bu arayışın bütün kaynaklarına, bütün emarelerine rikkatle eğilmek… Derginin 1975’ten beri meyli budur. Böyle bir “şeyi” “temsil” eder. Fakat diyorum ya, aynı zamanda, düşünsel çabaya değer veren bir platform olma işlevini temsil eder.
8 mart’tan 24 nisan’a: ansiklopediye sığmayan kadınlar
Yesayan, Adana katliamı sonrası Patrikhane’nin teftiş üyeleriyle bilrlikte
1908 aldatıcıydı, 1915’in felâketi tüm gerçekliğiyle Ermeni Halkını yok etmek üzere bekliyordu.
Fotoğraf: Agos Arşivi
Kayuş ÇALIKMAN GAVRILOF
E
rmeni kadını tarihinin başlangıcından itibaren ait olduğu Doğu coğrafyasının diğer kadınlarından belli belirsiz farklılıklar taşımaktadır. İşte bu tarih öncesi dönem Ermeni kadınları hakkında Xenophon, “ilginç!” bilgiler aktarmıştır. Buna göre Ermeni kadınının toplum-aile içinde oldukça özgür bir konumu var. Mesela aynı dönemde diğer Doğu toplumlarında görülen harem olayı Ermeni ailesinde mevcut değildir ve kadın ile erkeğin aile içinde belli bir iş paylaşımı söz konusudur. Bu da tabii ki kadının ev işlerinden sorumlu olmasından öte bir şey değildir. Hristiyanlık öncesi Ermeni toplumunda kadın figürü olarak “Anahid kültü” ile karşılaşırız. Yunan ve Roma mitolojisinde av tanrıçası olan Artemis- Diana, Ermeni mitolojisinde Anahid -Ana tanrıça olarak karşımıza çıkar. Kucağında bir çocuk omuzlarına kadar düşen başörtüsüyle aslında tipik Ermeni kadını resminin dışa vurumudur, örnek kadındır, ailenin koruyucusudur. Bu tanrıça, ileride Ermeniler’in Hristiyanlığa geçişinde yerini Meryem
Şair ve müzisyen olan bu kadın, erkek kardeşiyle birlikte Ermeni nota yazımını keşfederek Ermeni müziğinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ana’ya bırakacaktır. Aslında Hristiyanlıkla birlikte Ermeniler’de kadın figürleri de çoğalmıştır bunlar hep dini figürler olup genelde yönetici sınıftan birilerinin ya kardeşi ya karısıdır ya da Batı’dan gelip Ermenileştirilmiş figürlerdir. 37 kadınla birlikte Roma’dan kaçarak Ermeni ülkesine gelen ve Hristiyanlığı Ermeniler arasında yayan iki kadın Hripsime ve Kayane bugüne dek inanç sahibi Ermeni kadınlarının en sevdiği dini figürlerdir; onlar azizelerdir. M.S. III. yüzyılda bu kadınlarla birlikte, Ermeni kadın tarihine bir figür daha eklenmiştir. Bu kadın, dönemin kralı Drtad’ın kız kardeşi Khosrovatuğd’dur. Hripsime, Gayane ve onlarla birlikte Hristiyanlığı Ermeniler arasında yaymaya çalışan Nune ve Mane adlı rahibelerden etkilenmiş ve Hristiyanlığın devlet dini olarak kabulünde çok önemli bir rol üstlenmiştir. Ama hep Dırtad’ın kız kardeşi, Grigor Lusavoriç’in sevgilisi olarak anılır nedense.
67
Zaman zaman söylüyoruz ya, “Tarih; kadınları pek sevmez, sayfalarında onlara pek yer ayırmak istemez” diye. Tarihe adlarını yazdıran kadınlar, genellikle bir hükümdarın arkasında türlü entrikalarla uğraşan, tarihte aşk hayatlarıyla yer edinen ikinci sınıf oyunculardır ve yine genellikle hükümdarların yanlış kararlarında onların rolü vardır. Başrolde pek oynayamazlar, olur a, tahtın varisi bir erkek bulunamadığında mecburen tahta çıkan bir kadın ise onun da asli görevlerinden çok kimlerle aşk yaşamış olduğu daha çok ilgi çeker, hiç bir şey bulunamasa büyücülükle itham edilir. Ermeni tarihinde de bu durum pek farklı olmamış, kiliselerin inşası, yazma kitaplar ve bunun gibi fikir ürünlerinin ortaya çıkmasında hami rolü üstlenen asil ailelere mensup Ermeni kadınlarının ismi ister istemez kayıt altına alınmışsa da fikir ve sanat alanında üretici olmuş pek çok kadının adı sanı unutulup gitmiştir. VIII. yüzyılın Ermeni kadın ozanı Sahagatuğd da
8 mart’tan 24 nisan’a: ansiklopediye sığmayan kadınlar buna güzel bir örnektir. Bu kadın ilk kadın ozanımızdır ancak küçük yaşta rahibeliği seçmiş ve hayatı boyunca bir mağarada münzevi bir hayat yaşamıştır. Kendisini kısıtlayacak gibi görünen rahibeliği sayesinde Sahagatuğd, aksine son derece üretken bir kadın olmuştur bu mağarada. Şiirler yazmış, şarkılar bestelemiş ve çocuklara eğitim vermiştir tabii ki dönemin geleneklerine uygun olarak bir perde arkasından. Şair ve müzisyen olan bu kadın, erkek kardeşiyle birlikte Ermeni nota yazımını keşfederek Ermeni müziğinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Hristiyanlıkla birlikte kadının ötelenmesi iyice belirginleşmiştir. Önce bu yeni dini yaymak için uğraşan daha sonra da dinlerini kaybetmemek uğuruna erkeklerle birlikte savaşım veren kadınlara, bu din hiç de hoşgörülü ve cömert davranmamıştır. “Kadın kaburgadan yaratılmıştır ve kaburga eğri büğrüdür ve kendisi de kötüdür.” Vartan Aykegtsi adlı XIII. yüzyıl rahip-yazarının ve onun gibilerinin dinsel ağırlıklı bu türden görüşlerinin gölgesinde Ermeni kadını sosyal hayatın gerisinde kalmış, hakları ailede dahi sınırlanmıştır. Uzun süre varlığını korumuş bu görüşler her ne kadar feodalizmden kalmış olsa da ileride, kapitalist ilişkiler neticesinde, daha da palazlanmıştır. Ancak 1840-1915 yılları arası Ermeniler’in Zartonk (Uyanış) dönemidir. Bu dönemle birlikte Ermeni toplumu sekülerleşmiş dolayısıyla figürler de toplumun içinden can alan seküler veya modern figürlere dönüşmüşlerdir. Zartonk, bir uyanıştır. Toplumun her kesiminde etkisi görülmüştür. Kadınlar da toplum hayatında daha aktif olarak görünür olmaya başlamışlardır. Okullar modernleşmiş, kızlar erkeklerle beraber eğitim almaya başlamıştı. 1863 yılında Nizamname-i Milleti Ermeniyan (Ermeni Milletinin Anayasası) onaylanmış ve hem toplumsal hem de kültürel bir dönüşümün sonucu olarak kadın özgürlüğünü hedefleyen ilk kadın hareketleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Örnekler; eğitim hayatında, edebiyatta, tiyatroda görünür olmuştur. Ermeni tiyatro tarihinde
1863 yılında Nizamname-i Milleti Ermeniyan (Ermeni Milletinin Anayasası) onaylanmış ve hem toplumsal hem de kültürel bir dönüşümün sonucu olarak kadın özgürlüğünü hedefleyen ilk kadın hareketleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. ilk başlarda sadece erkek oyuncularla başlanan yolculuk kısa süre sonra kadın oyuncularla devam etmiştir. 1850 yılında Aramyan Kumpanyası’nda ilk kadın oyuncular Takuhi, Antig ve Mari sahne almışlardır ancak bu kadınlar âşık rollerinde, öpüşme sahnelerinde rol almak istememiş bu yüzden primadonnalığı asla kabul etmemişlerdir. Onlardan beş-altı sene sonra sahneye çıkan Fani–Ağavni Khamseyan, gerçek anlamda Osmanlı topraklarının ilk kadın tiyatro sanatçısı, ilk kadın başrol oyuncusudur. 1862-63’de Elbis Gesaratsyan ilk kadın dergisi Gitar’ı yayımlar. Hemen sonra kadının toplumsal kurtuluşunun
Onlar hem feminizmin Ermeni temsilcileri olmuşlar hem de Osmanlı kadınının özgürleşme mücadelesinde öncü katkılar sergilemekle, öncü figürler olarak en azında kadın tarihinde yerlerini almışlardır.
68
ekonomik özgürleşmeyle elde edilebileceğini savunan Sırpuhi Düsap, ateşli konuşmalarıyla Ağavni Vartanyan, şair, yazar ve öğretmen Zabel Asadur, Dzağik (Çiçek) ve Hay Gin kadın dergilerini çıkaran Hayganuş Mark kadın mücadelesini kendilerine has yol ve yöntemlerle yürütmeye çalışmışlardır. Onlar hem feminizmin Ermeni temsilcileri olmuşlar hem de Osmanlı kadınının özgürleşme mücadelesinde öncü katkılar sergilemekle, öncü figürler olarak en azında kadın tarihinde yerlerini almışlardır. Ermeni kadınının özgürlük mücadelesinde iki isim, Esayan ve Beyleryan, ise söylemleri ve siyasi görüşleriyle de diğerlerinden farklı bir çizgide yürümüşlerdir. İlk başlarda Taşnak saflarında yer alan Zabel Esayan, zamanla sosyalizmin ateşli bir savunucusu olarak da siyasetin içinde bulunmuş hatta tamamen sosyalizmin etkisiyle Avrupa’yı terk ederek yeni kurulan Sovyet Ermenistanı’na yerleşmiştir… Büyük umutlarla! Zabel Esayan ile aynı dönemde yaşamış Mari Beyleryan da Ermeni tarihinde önemli politik ve edebi roller üstlenip adı sanı neredeyse unutulmaya yüz tutmuş, ismi sadece bir iki ansiklopediye hapsolup kalmış bir kadındır, ne yazık ki! Gerek kendisi gerekse ürettikleri bugün pek hatırlanmaz, oysa Ermeni kadın tarihi için olduğu kadar sosyalist tarih için de önemle vurgulanmayı hak eden bir isimdir. Gazeteci, yazar, şair, öğretmen ve sosyalist-feminist bir kadın aktivisttir.
8 mart’tan 24 nisan’a: ansiklopediye sığmayan kadınlar Her ikisi de özelde kadın genelde toplum adına verdikleri mücadele uğuruna doğdukları, büyüdükleri topraklarda yaşamak şansına sahip olamamış, hayatlarına ancak sürgün olarak devam edebilmişlerdir. Her ikisi de diğer pek çokları gibi 1908’in ılıman havasına kanmış sürgün oldukları ülkelerine geri dönmüşlerdir. Bedel çok ağır olmuştur. Zabel Esayan, 1909 Adana Katliamı’nın sonuçlarına tanık olmak ve bunu belgelemek zorunda kaldıktan sonra ülkeye dair umutlarını neredeyse yitirmiş haldedir. 1915’in sürgün listesinde adı yazılı olan tek kadın yazar ve düşünür olarak bir daha dönmemek üzere doğduğu toprakları terk eden Esayan hem kadın yazar olarak hem de toplum için ve toplum içinde sergilediği duruşla çok önemli ulusal, siyasi ve edebi bir figür olmuştur. Mari Beyleryan ise gençliğe adım attığı ilk günlerde Osmanlı başkentinde oluşumunu henüz gerçekleştirme aşamasındaki Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’ne üye olmuştu. 1887 yılında Cenevre’de kurulan bu parti, öncelikli olarak sosyalizmin Ermeni toplumunda benimsenmesini amaçlamaktaydıysa da kısa vadede Batı Ermenistan’ın özgürlüğünü kazanma-
Zabel Esayan ile aynı dönemde yaşamış Mari Beyleryan da Ermeni tarihinde önemli politik ve edebi roller üstlenip adı sanı neredeyse unutulmaya yüz tutmuş, ismi sadece bir iki ansiklopediye hapsolup kalmış bir kadındır, ne yazık ki!
sını kendisine amaç olarak belirlemiş ve bunun için Osmanlı toplumunda sosyalist bir devrimin gerekliliğine karar vermişti. Partisi adına “Ya özgürlük, ya ölüm” talebiyle Bab-ı Ali Nümayişi’ni düAveragnerun zenleyen Mari Beyleryan Meç sadece Hınçak Partisi’nin (Yıkıntılar saflarında yer alan bir akti- Arasında) vist, gazeteci ve yazar olarak kalmakla yetinmemişti. Yaşadığı müddetçe, hatta sürgündeyken de yüzünü hep Doğu’ya çevirerek Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kadınları bir araya getirmeye, genç kız çocuklarına eğitim vermeye –kendi deyimiyle “onlara ışık ma, kültür ve eğitim alanında olumlu götürmeye”- çalışmıştı. Gerek 1839 yı- bir etki yaratmışsa da taşra Ermenileri lında ilan edilen Tanzimat Fermanı ge- için hiçbir şey ifade etmemiş, özellikle rekse 1860 yılında uygulamaya konan köylü sınıfının yıllardır maruz kaldı“Nizamname-i Milleti Ermeniyan” ğı baskı ve zulme bir çare olmamıştı. başkentte siyasi anlamda bir yumuşa- Türk ve Kürt Beyleri yine Ermeni köylerini talan ediyor, Ermeniler’in mal varlıklarına el koyuyor; vergi sistemi, Partisi adına “Ya özgürlük, ya ölüm” talebiyle Bab-ı Ali yine adaletten olabildiğince uzak, sadece Ermeniler için işleyen bir sistem Nümayişi’ni düzenleyen Mari Beyleryan sadece Hınçak olarak çalışıyordu. Köylere yapılan Partisi’nin saflarında yer alan bir aktivist, gazeteci ve yazar toplu saldırılar sonucu genç kadınlar, çocuk yaşta kızlar kaçırılıyor, çoğu esir olarak kalmakla yetinmemişti. pazarlarında satılıyor veya çocuk yaşta beylere, ağalara “karı” olmaları için el konuyordu. Mari Beyleryan Mısır’da sürgün olduğu dönemde de hep Anadolu Ermeni kadınlarıyla ilgilenmişti. İşte 1908’in özgürlükçü havası Beyleryan’ı yurt topraklarına çekmişti. Beyleryan, birkaç yıl başkentte ve İzmir’de kaldıktan sonra Batı Ermenistan’daki kız kardeşlerine eğitim vermek ve aynı zamanda da bir gün bile vazgeçmediği sosyalist örgütlenmeyi kadınlarla birlikte gerçekleştirmek üzere Yozgat’a geçmişti. Bedeli ağır oldu. 1908 aldatıcıydı, 1915’in Felaketi tüm gerçekliğiyle Ermeni halkını yok etmek üzere bekliyordu. Kadın hareketi öncülerinden, yazar, gazeteci, aktivist Mari Beyleryan da yüzlerce kız kardeşiyle birlikte bu Felaket’in kurbanları arasına katıdı. Tam olarak nerede öldürüldüğü de bilinmemektedir.
69
çembermişçesine dönen tarih: soykırım ve sol Urfa öz savunması Mıkırtiç Yotyeğbayryan liderliğinde 1915 Eylül’ünde başladı. Kasım ayına gelindiğinde Ermeni mahallesindeki 2300 evden sadece 50’si ayakta kalmıştı. Bugün Nusaybin 1915 Urfa’sı kadar uzak mı bizlere? Oysa hâlâ şehirler yıkılıyor, insanlar sürülüyor ve katlediliyor.
Alexis KALK Deyrizor çöllerinde naneler biter Nanenin kokusu cihana yeter Bu ayrılık bize ölümden beter Dini bir uğruna giden Ermeni *** Yürüye yürüye geldik Arap köyüne Aç kala kala düştük bizler evlere Mevlâm Ermeni’ye sabırlar vere Dini bir uğruna giden Ermeni *** Tuzsuz olur Arabistan fıstığı Taştanmış Ermeni’nin yastığı Böyle miymiş Osmanlı’nın dostluğu Dini bir uğruna giden Ermeni *** Suvağın dağında bir sele mişmiş Ermeni muhacir tifoya düşmüş Kuvveti olanlar Sincar’a kaçmış Kuvveti olmayan çöllerde kalmış ***
Yol verin jandarmalar biz gideceğiz Anamız babamız biz bulacağız *** Sabahtan kalktım da güneş parlıyor Çeçenler oturmuş mavzer yağlıyor Ağama baktım ki yaman ağlıyor Dini bir uğruna giden Ermeni *** Ermeni Ermeni sefil Ermeni Ermeni’nin yoktur asla dermanı Ermeni’nin yoktur asla dermanı Padişahtan gelmiş kırım fermanı Bundan 102 yıl önce çöl yollarında söylenen, 1939 yılında Vartan S. Shapazian tarafından kayda alınan ve Sarkis Çerkezyan’ın hışırtılı sesinden internete düşen kaydıyla pek çok kişiye ulaşan bu Ermeni türküsü sadece 1915’i anlatıyor diyebilir miyiz? 102 yıl önce anlatılan coğrafyaya bugün baktığımızda ne görüyoruz? Belki de en önemlisi, gördüklerimizde bizlerin sorumluluğu ne?
70
102 yıl önce, 102 yıl sonra
Bundan 102 yıl önce Edirne’den Van’a bir halk binlerce yıldır yaşadığı topraklardan zorla söküldü. Direnme potansiyelini ortadan kaldırmak için erkekler genellikle bulundukları yerleşim yerleri yakınlarında askerlerce infaz ediliyorken kadınlar, yaşlılar ve çocuklar yollara sürülüyordu. Devletin güdümündeki çetelerin, kolluk kuvvetlerinin, eşkıyaların, açlığın, susuzluğun ve hastalıkların elinden kurtulabilenler için vaat edilen ise Suriye Çölleri’nin ölüm tarlalarıydı. Soykırım konvoylarının nihai hedefi olarak Osmanlı’nın bir çöl vilayeti olan Der Zor yani Deyru’zzur belirlenmişti. Der Zor bir halkın öldüğü ve dirildiği yerin adı oldu. 2014 yılında IŞİD, Der Zor’da Ermeni Soykırımı kurbanları anısına yapılan kiliseyi yıktı. Bugün hâlâ Der Zor’un büyük bir bölümü IŞİD denilen soykırımcı çetelerin kontrolünde.
çembermişçesine dönen tarih: soykırım ve sol Türküde gücü yetenlerin sığındığı Sincar’da (Şengal) ise IŞİD 2014 yılında Ezidi Halkına soykırım uyguladı. 102 yıl önce Ermeni kadınlar ve çocuklar köle pazarlarında satılırken bugün Ezidi kadınlar ve çocuklar aynı kaderi paylaşıyor. Urfa öz savunması Mıkırtiç Yotyeğbayryan liderliğinde 1915 Eylül’ünde başladı. Kasım ayına gelindiğinde Ermeni mahallesindeki 2300 evden sadece 50’si ayakta kalmıştı. Bugün Nusaybin 1915 Urfa’sı kadar uzak mı bizlere? Oysa hâlâ şehirler yıkılıyor, insanlar sürülüyor ve katlediliyor.
Soykırımla yüzleşme
Bir çembermişçesine dönen tarih önümüze yine katliam, sürgün ve soykırım gerçeğini bıraktı. Bu yakıcı gündemden, bu gerçeklikten kaçış artık mümkün değil. Ya bu gerçeklikle layıkıyla yüzleşip hesaplaşacağız ya da bir soykırım ve katliamlar düzeninde yaşamayı kabul etmiş olacağız. Toplumumuzun geçmişindeki üstü örtülmüş, gizlenmiş, ötelenmiş tüm insanlık suçlarıyla hesaplaşmanın gelecek inşasındaki önemini yadsımak artık ancak bu tarz bir düzen talebiyle örtüşebilir. Dolayısıyla kendini sol, sosyalist, demokrat, devrimci vb. olarak addeden kişi ve kurumların konuyu bu çerçevede
Yalan duvarında ilk delik açıldı ve tarih gerçek bir hesaplaşmayı bizlere dayatıyor. Bu manada KÖH’ün Şengal’de Ezidi Halkına açtığı koridor tüm bu soykırım döngüsünü kıran tarihi ve örnek bir müdahale oldu. değerlendirmesi, soykırım meselesini anlamak için zaman ve emek harcaması elzem bir hal almıştır. Nitekim bu kısır döngü içerisinde sıkışıp kalmamızda topluma öncülük etmesi beklenen bu kesimlerin yıllara yayılan kolaycı tavrı, çeşitli yanılgıları ya da ihmalleri oldukça etkili olmuştur. Artık bu döngüyü kırmanın önemini anlamalı, geçmiş deneyimleri irdelemeli, suçları gerektiği şekilde mahkûm etmeli ve sorumlularından hesap sormalıyız. Yeni soykırım ve katliam girişimlerine karşı örgütlü, ivedi ve etkili tepki vermeliyiz.
Sol ve soykırım
Solun soykırım meselesine ilgisinin oldukça gecikmeli olarak gelişmesi toplumun soykırımlara yaklaşımının devlet tarafından kolayca belirlenmesi-
Soykırım 1990’lı yılların ortalarında Türkiye gündeminde yer bulmaya başladı. Fakat pek çok sol yapı ve çevre Hrant’ın katline dek meseleye ilgisiz kalmayı sürdürdü. Ermeni kadın ve çocuk mülteciler, 1918
71
ne yol açtı. Bu sayede devlet katliamcı, asimilasyoncu ve soykırımcı politikalarını halklar üzerinde pervasızca uyguladı, yarattığı suç ortaklarını nesiller boyu koruyup kollayabildi. Hrant Dink ve gazetesi Agos’un çabaları ve diaspora Ermenileri’nin faaliyetlerinin artması ile birlikte Ermeni Soykırımı 1990’lı yılların ortalarında Türkiye gündeminde yer bulmaya başladı. Fakat pek çok sol yapı ve çevre Hrant’ın katline dek meseleye ilgisiz kalmayı sürdürdü. Hrant Dink’in katledilmesi ile birlikte sol içerisinde konuya ilgi artmış olsa da özellikle kurumsal manada uzunca bir süre soykırım meselesinin etrafından dolanıldı ve can alıcı sorular sorulmadı. Yine de bu dönemde yapılan pek çok panel, söyleşi, haber ve yayın meseleyi toplumun gündemine sokmuş ve tarihi gerçeklerin ilk defa geniş kesimler ile buluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde sol kendi tarihini de başka bir gözle yeniden incelemeye koyulmuş, Ermeni Soykırımı içerisinde kendi tarihinin izlerini bulmuştur. Mustafa Suphiler’den öncesine miyop bakan “resmi” sol tarih yazımı Paramaz ve yoldaşları, Krikor Zohrab, Zabel Yesayan, Sose Mayrig, Mari Beyleryan gibi onlarca isimle yeniden tanışmak durumunda kaldı. Böylece soykırımın sadece insanları yok etmediğini, insanlarla birlikte büyük bir bilgi, kültür ve deneyim birikimini de yok ettiğini geniş kesimler doğrudan idrak etmiş oldu. Ermeni Soykırımının 100. yılı ise tüm bu çalışmaların yoğunlaşmasına ve bir nevi kurumsallaşmasına vesile oldu. Pek çok siyasi parti ve örgüt, resmi veya yarı resmi yayın organlarında Ermeni Soykırımını etraflıca işledi. Önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar fazla panel, sohbet, program ve yayın bu dönemde gerçekleşti. Kuşkusuz onlarca yıllık gecikmişlik birkaç yıllık çaba ile kapatılamaz fakat çok önemli bir yol kat ettiğimizi ifade etmemiz gerekiyor. Yalan duvarında ilk delik açıldı ve tarih gerçek bir hesaplaşmayı bizlere dayatıyor. Bu manada KÖH’ün Şengal’de Ezidi Halkına açtığı koridor tüm bu soykırım döngüsünü kıran tarihi ve örnek bir müdahale oldu. Bugün zor bir dönemden geçiyor olsak da soykırımlar ile yüzleşmenin ve hesaplaşmanın geleceğin inşasında en önemli araçlarımızdan birisi olduğunu aklımızdan çıkarmayalım ve mücadeleyi kararlılıkla sürdürelim.
unutulan bir tarih, reddedilen miras! 1908 sonrası oluşan Meclis-i Mebusan’da çoğu Ermeni olan sosyalist vekiller de vardı. Hatta İttihat ve Terakki listesinden meclise girmiş Vartkez ve Vahan “işçi sınıfının çıkarlarını savunan mebuslar grubu” olarak Hampartsum Boyacıyan (Murad), Bulgar devrimci Vlahof’la birlikte çalışıyorlardı.
Kadir AKIN
1
621 yılındaki Leh Seferi ve Hotin Kalesi Kuşatması’ndaki başarısızlık, Osmanlı İmparatoru Genç Osman’ın aklına, Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı ya da tasfiye edilmesi fikrini düşürecekti. O günün koşullarında ilk modernleşme hamlesi sayılabilecek bu çaba, Genç Osman’ın Yeniçeri ağaları tarafından öldürülmesiyle sonuçlanacaktı. Ama ne var ki bu vesileyle “maktul padişah” daha sonra gelen bütün Osmanlı padişahlarına ıslahatın, ordunun yenilenmesi ve modernizasyonundan geçtiğini gösterecekti. Kapitalizmin şafağıyla birlikte Batı’daki gelişmelere ayak uydurmakta zorluk çeken Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtaya yayılan geniş topraklarına artık yenilerini katamadığı gibi girdiği savaşları kaybetmeye başlamış, dolayı-
sıyla sarayın hazinesi küçülmüş, batının kolonyalist politikaları sonucunda sömürgelerinden aktardığı zenginlik ve servetle baş edemez hale gelmişti. 1683 Viyana Kuşatması’ndaki başarısızlığın ardından gelen 1699 Karlofça Antlaşması’yla toprak kaybının büyümesi, Osmanlı İmparatorluğu’nu giderek “Avrupalı büyük güçler” diye bilinen İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya ve Rusya karşısında durumunu muhafaza etmek için ustaca bir diplomasi yürütmek zorunda kalan bir devlet haline getirecekti. Batılılaşma, modernleşmeye göre daha dar bir tanım olarak değerlendirilebilir. Ama Osmanlı’nın coğrafi konumu, modernleşme çabalarında Saray’ın Avrupa ile kurduğu diplomatik ilişkiler ve tebaası içindeki halkların Avrupa’yla sahip oldukları her türlü kontak, onu hep modernleşme ile Batılılaşma kavramlarını birlikte kullanmaya ittiğini
72
söyleyebiliriz. Batı’dan değişik sebeplerle Osmanlı’nın başkentine göç etmiş farklı etnik kimlik ve inançtan toplulukların beraberinde getirdikleri kültür, bu toprakların daha önceki sahipleri olan Ermeni, Rum, Süryani ve diğer kültürlerle karşılaşmasıyla İstanbul’un Osmanlı’nın modernleşmesinde hep özgün bir yere sahip olmasına yol açacaktı. İlk matbaanın Museviler tarafından 1495 yılında İstanbul’da açıldığını, yine 1698 yılında İstanbul’da Ermenice Katolik risalelerin basıldığını ve 1726 yılında ise padişahın ve sadrazamın desteğiyle İstanbul’da ilk matbaa açılışının gerçekleştiğini biliyoruz. Tabi bütün bunlar için de önce Şeyhülislam’ın fetva vermesi gerekiyordu. Matbaanın başında ise Hristiyan yoksul bir Macar ailesinin çocuğu olarak doğup büyüyen ama 20’li yaşlarında Osmanlı’ya esir düşerek köleleştirilen daha sonra baskılara dayanamayarak Müslüman-
unutulan bir tarih, reddedilen miras! laşan ve İbrahim adını alan İbrahim Müteferrika olacaktı. İbrahim’in doğup büyüdüğü Orta Avrupa’nın matbaacılıkta özel bir yeri olduğuna ve gençliğinde bu işte çalışmış olduğuna dair de sadece akıl yürütebiliriz. 1848 Demokratik Devrimleri, Avrupa’da hızla yayılırken burjuvazi sadece ticarette değil sanayide de egemenliğini kuruyor, buharlı makinalar bir başka çağa girildiğine işaret ediyordu. Enteresandır, Tanzimat’ın araladığı bir kapı da hukuk alanında olmuştur. 1840 yılında Avrupa tüccarları ile Osmanlı tebaası arasındaki ticari anlaşmazlıklara bakmak üzere kurulan mahkemeler ticaret meclisi adıyla resmileşecekti. 1826 yılında II. Mahmut zamanında yüz kadar Osmanlı gencinin de Avrupa’ya eğitim için gönderildiğini de belirtmeliyiz. Paris Komünü’nden beş yıl sonra, 1876 yılında Avrupa devletlerinin temsilcilerinin de katılacağı Tersane Konferansı’na yetiştirilmek üzere alelacele yapılan Meşrutiyet ilanı, tahta çıkan Abdülhamit’in kurnazca savuşturduğu “açılım” olarak bir yıl sürebildi. Tersane Konferansı’ndan yirmi yıl önce 1856’da açıklanan Islahat Fermanı’nda her milletin idarî yapısında yeni düzenlemeler yapılmasını öngören maddesi, Ermeni Umumî Meclisi tarafından bir Anayasa Komitesi kurulmasını sağlayacaktı. İçlerinde daha sonra Mithat Paşa ile Kanun-i Esasi üzerinde çalışacak olan Krikor Odyan’ın da bulunduğu komitenin bir yıl boyunca yaptığı çalışma, 1857’de Babıâli tarafından onaylanmayınca, bir yıl sonra hazırlanan ikinci taslak Ermeni cemaatinin baskısı üzerine 1860 yılında tekrar Babıâli’ye gönderilmeden yürürlüğe kondu. Ancak fiilen yürürlüğe konan Anayasa, Babıâli’nin isteği üzerine yeni bir kurul tarafından gözden geçirilerek 1862’de onaya sunuldu. Babıâli’nin onayı geciktirmesi üzerine de yüzlerce Ermeni, Patrikhane’yi basarak Anayasa’nın uygulamaya konulmasını isteyecekti. Babıâli bu olaylar üzerine Anayasa’da değişiklikler yaparak beş bölüm ve doksan dokuz maddeden oluşan belgeyi “Nizamname-i Millet-i Ermeniyan” adıyla değiştirerek onaylayacaktı. I. Meşrutiyet’e giden yoldaki önemli kilometre taşlarından biri olan bu nizamname de tarihte unutulanlar arasındaki yerini aldı. Halbuki hem Tanzimat ve hem de arkasından gelen her iki meşrutiyet ilanında bu belgenin izlerini bulmak mümkündü.
Babıâli’nin onayı geciktirmesi üzerine de yüzlerce Ermeni, Patrikhane’yi basarak Anayasa’nın uygulamaya konulmasını isteyecekti. Babıâli bu olaylar üzerine Anayasa’da değişiklikler yaparak beş bölüm ve doksan dokuz maddeden oluşan belgeyi “Nizamname-i Millet-i Ermeniyan” adıyla değiştirerek onaylayacaktı. Bir yandan Avrupa’daki her yeni gelişme ve Avrupa kültürü, Saray tarafından ilgiyle izlenirken, bu kıymet vermeye paralel bir Osmanlı “münevver” kesimi de doğuyordu. Avrupa’da eğitim alan, oradaki aydınlanmacı fikirlerden etkilenen bu münevverler sadece Müslüman ve Türk orijinli değillerdi elbette. Osmanlı imparatorluğu içerisindeki birçok kurumda -buna ordu da dâhil- çok fazla Ermeni, Yahudi, Bulgar ve Arnavut vardı ve saray çevresinde, bürokrasi içerisinde daha sonraları da hükümet ve parlamentoda görev yapıyorlardı. Üstelik Doğu Ermenistan bölgesinden çok sayıda Ermeni genci Avrupa’da eğitimlerini sürdürürken oradaki akımlardan etkileniyor ve bu etkileşim Ermenilerin yaşadığı her yere sirayet ediyordu. Kuşkusuz Avrupa’daki gelişmeler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği modernleşme, sömürgelerin paylaşımı ve daha birçok etken Osmanlı İmparatorluğu’nu da derinden etkiliyordu. Fransa’nın Hindistan üzerindeki hâkimiyetini 1763 Anlaşması’yla İngiltere’ye bırakması, 1871 Paris Komünü, Fransa’nın Osmanlı ile ilişkilerinde yeni bir döne-
73
min kapısının aralanmış olması, Rusya ile yaşanan gerilimler ve nihayetinde biriken dış borçların baskısı, Osmanlı içerisindeki münevverlerin talepleri, her çevreden beklenen reform istekleri ile birleşince Meşrutiyet’in ilanı kaçınılmaz olacaktı. Kanun-i Esasi’nin (Mithat Paşa anayasası olarak da bilinir) aslında Abdülhamit’in ustaca ayarlamalarıyla onun mutlakiyet yönetimine yasal bir zemin hazırladığını anayasayı yapan Mithat Paşa farkına vardığında, iş işten geçmiş olacaktı. Rus Harbi’ni bahane eden Abdülhamit, 13 Şubat 1878’de meclisi dağıtacak, bu ilk modernleşme hamlesinde simge olan meclis bir daha ancak 1908 yılında yeniden açılabilecekti. Abdülhamit ise uzun yıllar sürecek katı bir istibdat rejimi kurarken kendi karşıtlarını ve onların mücadelesini de yaratmış olacaktı. Avrupa’ya kaçan, orada kümelenen genç Osmanlı ya da Jön Türkler, bu istibdat rejimine karşı silahlı mücadele dahil her yöntemi kendi aralarında tartışıyor ve Abdülhamit rejimine karşı aralarında farklılıklar da olsa tüm muhalif grupları ortak zeminde bir
unutulan bir tarih, reddedilen miras! araya getirmeye çalışıyordu. Paris’te düzenlenen 1902 ve 1907 Kongreleri bu amaçla gerçekleşecekti. Her iki kongreye de Taşnaklar katılırken Hınçaklar mesafeli duruşunu koruyacaklardı. Marks ve Engels tarafından 21 Şubat 1848’de yayımlanan, komünizmin ilk bildirgesi olarak kabul edecebileceğimiz, manifesto, Marksist fikirlerin özellikle Avrupa’da hızla yayılmasını da beraberinde getiriyordu. Paris Komünü’nün ilanı ise, “bir başka dünyanın mümkün olabileceği”ni kanıtlamıştı. Gerçekten de Avrupa üzerinde Komünizm’in hayaleti dolaşıyordu. Osmanlı münevverleri içerisinde Avrupa’ya eğitim için gitmiş ve oradaki entelektüeller arasında popüler olan Marksizmden etkilenmiş kimler vardı bilinmez. Ama sözünü ettiğimiz tarihlerde örgütlü bir yapıdan ve Osmanlı modernleşmesine Müslüman-Türk orijinli Marksist bir etkiden ya da kolektif katkıdan bahsedemeyiz. Böyle bir Marksist solun varlığı ve modernleşmeye katacağı elbette çok şey olacaktı. Tersinden o ülke modernleşmesinin de o ülke soluna katkı ve etkisinden de bahsetmek pekala mümkün olabilirdi. Ne var ki böyle bir sol, üstelik de kendisini Marksist temelde kuran bir sol, Türkler arasında yoktu. Bir tür milliyetler hapishanesi görünümündeki Osmanlı İmparatorluğu’nda sürekli ezilen, horlanan Ermeniler arasında örgütlü olan Hınçak Sosyal Demokrat Partisi, Marksist temelde 1887 yılında Cenevre’de kurulmuş, bir süre sonra örgütlenme alanlarının içine İstanbul’u katarak, daha sonra Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde de propaganda faaliyetlerine girişmişti. Sadece Hınçaklar değil, üç yıl sonra Tiflis’te kurulan Taşnaktsutyun Partisi de başta İstanbul olmak üzere Batı Ermenistan vilayetlerinde örgütlenme çalışmalarına başlayacaktı. 2. Enternasyonal’e üye olan bu her iki partinin programları, enternasyonale üye diğer partilerin programlarına çok benziyordu. Kuruldukları tarihten itibaren Osmanlı’da örgütlenen Ermeni partileri, Berlin Anlaşması’ndan doğan haklarının yerine getirilmesi ve durumlarının düzeltilmesi için birçok eylem gerçekleştirdi. 1890 ve 1905 yılları arasında İstanbul’daki ve Anadolu’daki yerleşim birimlerinde süren bu eylem ve başkaldırıların talepleri arasında görece farklılıklar bulunsa da temel talep; can güvenliği, el konulan toprakların
Taleplerini içeren dilekçeyi Babıali’ye götürmek için toplandıklarında, kolluk güçleri Ermenilere saldırdı. Osmanlı kaynaklarında net bir ölü sayısına rastlamak mümkün olamazken, Ermeni kaynaklarına göre olaylarda iki bine yakın Ermeni ölmüştü. geri iadesi, özgürlük, eşitlik ve yerel yönetimlerde söz hakkının tanınmasıydı. 15 Temmuz 1890’da, Hınçaklar’ın çağrısıyla Kumkapı’da toplanan kalabalık, Anadolu’da yaşanan baskıları kınayan ve taleplerini içeren bir bildiriyi okuyarak Yıldız Sarayı’na doğru yürüyüşe geçince, Hükümet güçlerinin müdahalesi başlamış, ardından grup dağılmıştı. Bundan üç yıl sonra, 1893-94 yıllarında Muş Vilayeti’ne bağlı Sasun’da patlak veren çatışmalarda ve isyanda da talepler bir benzerlik göstermekteydi. Hınçaklar’ın da çağrısıyla isyan kısa sürede tüm bölgeye yayıldı. Uzun süren çatışmalardan sonra Abdülhamit, itirazlarına ve önceleri ağırdan almasına rağmen, sonunda bir reform paketini kabul etti. İdari, adli alanlara ek olarak vergi toplama alanlarında yapılacağı söz verilen reformlar arasında, Hristiyanların memur alınmaları, polis ve jandarmaya dâhil edilmeleri gibi hususlar da bulunuyordu. 1894 Sasun Ayaklanması, Berlin Kongresi’nden sonra Batı Ermenileri’nin ilk silahlı isyanıdır. Sasun katliamlarından bir yıl sonra Hınçaklar, hükümeti hem kınamak hem sıkıştırmak hem de Avrupalı devletlerin dikkatini çekmek ve onların desteğiyle reform planını hayata geçirebilmek için 30 Eylül 1895 günü İstanbul’da bir gösteri düzenler. Bu gösteriye katılanların çoğu yoksul ve taşradan İstanbul’a çalışmak için gelen Ermenilerdi. Hınçak üyesi Mari Beyleryan’ın örgütlediği kadınlar yürüyüşün en önündeydi. Sasun Katliamı’nı protesto etmenin yanı sıra talepleri; taşrada yaşayan Ermeni halkının yaşadığı zorluklara dikkat çekmek ve ayrıca medeni haklar, vergi adaleti, can, mal ve şeref güvenliği, Kürtlere ödenen haraç anlamına gelen vergilerin kaldırılması ve yağmalara karşı tedbir alınmasını içeriyordu. Bir talepleri de Kürtlerin silahsızlandırılmadığı koşullarda kendilerine de silah bulundurma ve taşıma hakkının verilmesiydi. Taleplerini içeren dilekçeyi Babıali’ye götürmek için toplandıklarında, kolluk güçleri Ermenilere saldırdı. Osmanlı kaynaklarında net bir ölü sayısına rastlamak mümkün olamazken, Ermeni
74
kaynaklarına göre olaylarda iki bine yakın Ermeni ölmüştü. Berlin Antlaşması’nın 61. Maddesi’nin öngördüğü reformları yeniden gündeme getiren ise Zeytun Ayaklanması olur. Ayaklanma, Maraş’a 65 kilometre mesafede, Toros Dağları silsilesi içinde, Berit Dağı’nın güney eteklerindeki Zeytun Bölgesi’nde başladı. 24 Ekim gecesi Ermeni köylerine doğru ilerleyen Osmanlı güçlerine, ateş açılarak karşılık verilince oldukça kalabalık Osmanlı ordusu, İzmir Zeybek Tümeni’nden de takviye alarak operasyona başladı. Kışın da bastırmasıyla karşılıklı olarak binlerce kayıp verilmesinin ardından, Abdülhamit anlaşmaya yanaşacak ve Zeytunlular’a vergi muafiyeti tanımayı, yargıç dışında tüm devlet görevlilerinin ve adliye memurlarının Zeytun halkından atanmasını kabul edecekti. 12 Şubat Antlaşması’nın en önemli maddesi, Zeytun kazasına Hristiyan bir kaymakamın atanması sözünün verilmesidir. Gerçi bu atama için beş ay, kaymakamın göreve başlayabilmesi için de iki ay daha geçmesi gerekecekti. Zeytun Olayları’nın üzerinden bir yıl bile geçmeden bu kez İstanbul’da Ermeni devrimci federasyonu 26 Ağustos 1896 günü Fransız ve İngiliz sermayesinin bileşimi olan Osmanlı Bankası’nı bastı. Bu baskın yan eylemlerle de büyütülecek, Credit Lyonais Bankası’nın işgalinin yanı sıra Samatya’daki asker barakaları bombalanacaktı. Banka baskıncılarının talepleri daha önceki taleplerden farklı olmayacaktı. Banka baskını sonrası ise İstanbul’da daha önce de olduğu gibi Ermeni katliamı başlayacak ve iki gün boyunca binlerce savunmasız Ermeni, ucuna demir bağlanmış sopalarla dövülerek öldürülecekti. 1896 yılında bir Türk devriyesi ile ya Ermeni devrimciler ya da Türk tuz kaçakçıları olduğundan şüphelenilen grup arasında çıkan çatışmada iki Türk askerinin ölmesi, Ermenilerin “Büyük Van Olayları” dedikleri olayların patlamasını tetikledi. Çatışmalar boyunca her iki taraftan da yüzlerce insan öldü. Sonunda İngilizlerin araya girmesi ile
unutulan bir tarih, reddedilen miras!
Bu gösteriye katılanların çoğu yoksul ve taşradan İstanbul’a çalışmak için gelen Ermenilerdi. Hınçak üyesi Mari Beyleryan’ın örgütlediği kadınlar yürüyüşün en önündeydi. bir antlaşma yapıldı. Dokuz gün süren çatışmalar sonrasında fedai grupları yabancı devletlerin konsoloslarının gözetiminde sınır dışına çıkacaklardı. Sayıları bin civarında olan Armenek, Taşnak ve Hınçaklar, hükümet yetkililerinin İran sınırına kadar güvenli geçişlerini garanti etmesi üzerine çekilirlerken, Karahisar Dağı’nda pusuya düşürülerek imha edildiler. 1897 yılında dağılan örgütlerini toparlamak ve faaliyet sürdürmek üzere bir grup Hınçak fedai grubuyla birlikte Van’a gelen ama kısa süre sonra yakalanan Paramaz’ın yargılandığı mahkemede söyledikleri hâlâ güncelliğini korumaktadır. Paramaz mahkemede; “Bizim istediğimiz eşitlik, biz katı milliyetçi değiliz, bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Yezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama
Osmanlı Devleti’nin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu topraklara geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz” diyerek bir Anadolu federasyonu fikrini savunmuştur. 1894-1897 yılları arasında orta Anadolu’daki birçok yerleşim yerinin yanı sıra, İstanbul ve çevresi dahil 104 ayaklanma ve isyandan bahsedilebilir. Sadece üç yıl içinde bu olaylarda yüz bine yakın Ermeni’nin yaşamını yitirdiği söylenmektedir. Sosyalist programa sahip ve II. Enternasyonal’e üye bu iki partinin yanı sıra, yine Balkanlar’daki Bulgar, Rum ve Yahudi devrimcilerinin varlığı, Selanik’te ve İstanbul’da çıkardıkları dergiler, sürdürdükleri sosyalizm propagandası, grev örgütlenmeleri, 1890’lı yıllarda sosyalizm düşüncesinin Osmanlı toprakları içinde hızla yayılmasına imkân sağlıyordu. Abdülhamit’in 1908 yılına kadar süren iktidarı döneminde toplam 35 greve rastlanmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra ise grevler dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Meclis-i Mebusan’ın açılması, siyasi ve sosyal bir dizi reform henüz yasallaşmamış bile olsa, “reform ortamı” lafı dolaşıma girmişti artık. 1908 yılının Temmuz-Aralık ayları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştiği bilinen grev sayısı 120’dir.
75
Ve bu grevlere sayıca katılımın en yoğun olduğu il Selanik’tir. 1908 Meşrutiyet’in yeniden ilanı; Hürriyet, musavat (eşitlik), uhuvvet (Kardeşlik) şiarlarıyla İttihat Terakki önderliğinde farklı ulustan insanlarla kutlanırken, Fransız Devrimi’nin sloganlarını attıklarını biliyorlardı. İttihatçıların da Avrupa devrimlerinden etkilendikleri ve en modern oldukları dönem de bu süreçti. 1908 sonrası oluşan Meclis-i Mebusan’da çoğu Ermeni olan sosyalist vekiller de vardı. Hatta İttihat ve Terakki listesinden meclise girmiş Vartkez ve Vahan “işçi sınıfının çıkarlarını savunan mebuslar grubu” olarak Hampartsum Boyacıyan (Murad), Bulgar devrimci Vlahof ’la birlikte çalışıyorlardı. İttihat ve Terakki’nin sözcüsü Tanin gazetesi o tarihlerde bu grubu hedef göstererek, “Mecliste komünistler propaganda yapıyor” başlığı ile çıkmıştı. Tanin bu dört vekili “batıdan gelen yabancı bir ideolojiden ilham alarak milletin ve halkın arasında dehşet yaratarak zararlı işler yapmakla” itham edecek ve hedef göstermeye devam edecekti. Hınçaklar’ın önemli bir ismi olan Murad, İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirmiş ve Cenevre’de ihtisas yapmış, Sasun Ayaklanması’nda ise rol üstlenmiş bir fedai idi. Uzun bir hapislik sonrası kaçarak gittiği Amerika’dan 1908 sonrası İstanbul’a dönmüş ve Meclis-i Mebusan’da görev almıştı. Osmanlı Bankası baskıncılarından olan Armen Garo da Meşrutiyet sonrası geldiği İstanbul’da Taşnaklar’ın temsilcisi olarak meclise girecekti. O dönem emekten yana kanun tasarılarıyla, işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi, sendika yasasının çıkarılması konusunda çaba içinde olan bu vekiller sık sık mecliste şiddete de maruz kalmışlardı. 1915 Ermeni soykırımı, bu topraklardaki entelektüel birikimi ve kültürel hazineyi yok ederken aynı zamanda sosyalist düşüncenin köklerine de zarar vermiştir. Unutulan ve yok sayılan bir tarih, sosyalist hareketi deneysiz ve tecrübesiz bırakırken, artık gün yüzüne çıkan bu gerçekliği yok sayarak ve bununla yüzleşmekten kaçınarak sürdürülen bir tarih anlatımında ısrar etmenin de sosyal şovenizme tekabül edeceği kabul edilmelidir. Ermeni, Rum-Pontus ve Süryani soykırımı ile yüzleşmeden ve bu soykırımların hayatımızı nasıl da çoraklaştırdığını fark etmeden demokrasi adına yol alınamayacağı artık görülmelidir.
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i
Ali Özgür ÖZKARCI
T
oplumsal lirizmin Modern Türkçe şiirdeki sınırlarını genişleten önemli şairlerinden biri de, şüphesiz ki Metin Altıok’tur. Toplumsal lirizm demek, kodlarla belirlenmiş antolojici gelenek için sorunlu bir ifade olabilir. Toplumsal lirizmin, bir tür toplumcu şiirin lirizme yakın ve de bütünleyen sesini yani edasını, şiirde görüntü kurma (imaj), bu görüntünün doğacı olma biçemleriyle buluşturma eğilimi, aslında 60’lardan bu yana şiirdeki toplumsallaşmanın en önemli çıkış noktalarından biri oldu.
Toplumsal Lirizm (Toplumcu Lirizm)
Toplumsal lirizm, aslında modern Türkçe şiirdeki bir tür evrimi içinde barındırıyor. Farkı şurada; Modern Türkçe şiir toplumsal hareketliliğin en kırılgan olduğu süreçlerde, yaklaşık bundan 100 yıl önce, epik bir gelenekten el alırken, özellikle geçen yüzyılın yarısından beri şiirde toplumsallaşmayı lirik bir imbikten geçirerek yeniden üretiyor. En önemli etmen, Kemalizm’in otokrasisiyle birlikte geli-
şen “mutant” gelenekçiliği. Bu geleneğin bir ucu, Anadolucu gelenek adına genç Cumhuriyet ile birlikte ortaya çıkan, tasavvuf ve halk şiirinin kaynaklarında aranabilir. Ama ikinci etmen, İkinci Yeni şiirinin modern Türkçe şiirdeki dilsel ayak değiştirmesine denk gelen, kodlarla belirlenmiş bir imgeciliğin, bu lirik gelenek içinde de ayak değiştirmesidir. Toplumculuğun en temel kökenlerinden biri, kırsal veya taşra yaşantısının ayrıntıları ve doğası, köylü ağzıyla şiir yazmaya, kırsal görünümlerle kentsel imge arasındaki salınımlar ve/ya dönüşümlere çıkarken; böylece modern lirik şiiri daha kodlarla düşünen, dolaylı “söz”ün, göstergesel dilin içinde doğmasına neden olan bir “kült”leşme içinde kendini var ettiğini görürüz. Ayrıca Türk solunun, 60’lardaki yükselme ivmesi ile beraber, halkçılaşma adına bir tür köylülükle veya taşralılıkla özdeşlik kurma “hamle”si yapması da eklenebilir buna. Ama bu yeni bir durum değildir; bu topraklardaki siyasal düşün tarihinin bir kanadı; halkçılaşmayı, Anadolu’nun bakir topraklarında aramıştır. Misal, Türkçülüğün en önemli temsilcisi olarak bilinen Mehmed Emin Yurdakul da köylü şivesiyle hece ölçüsüne dayanan
76
şiirler yazarak “deneysel” bir alana imza atabilmişti... İdeolojik farklılıklar da yasın veya toplumsal yükselişin adresini aynı yere çıkartır, Anadolu’ya.. Ancak tek fark, Anadolu’ya dönüşün biri Kemalist modernleşme ile “düzen”i tarif ederken, Nazım Hikmet başka bir tarih yazımı ile Şeyh Bedreddin ve Börklüce ile aynı mekanda, Anadolu’daki isyan geleneğini yazarak alternatif bir Anadoluculuk’a işaret etmiştir. Sonuç şu; Türk siyasal düşün tarihi aydınlanma paradigmasının etkisiyle Kemalist modernleşme ile sınandığı yerde de bir adres değişikliği yapmamış; aydın, şair veya yazar bir mesaj taşıyıcısı olarak Anadolu’ya dönmeyi yani halka dönmeyi; bir manevi kaynak olarak tanımlamıştır. Aydının, savaşlar neticesinde hapsolduğu Anadolu, bu sefer yeniden görev bilinciyle dolup taştığı kendi taşrasına tersinden göç ettiği, oralarda “yeni” bir anlam bulmasına olanak sağlamıştır. 50’lerdeki Mavi Hareketi de yaklaşık olarak böyle bir izleği gündeme getirebilmişti mesela... Aslında 60’lardaki durum, böyle bir siyasal geleneğin kültürel hamlelerini kendine yedekleyerek yeni bir yorumla geri dönmesinden ibaretti. Tek
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i fark, eskiden olduğu gibi sınıfsal olarak İstanbul soylu veya kent burjuvasının Anadolu’ya yeni bir hamle yapması değil, bu sefer orta sınıfa mensup üniversite bitirmiş “genç”lerin dönemin solculaşma eğilimi olarak köylülüğe veya ülkenin doğusuna eğilmeyi, taşraya dönmeyi, Anadolu isyan geleneğini tamamlama olarak görmesindendir. Bu tarihsel durum, 60’larda “devrimci” genç şairin (70’lerde etkisini iyiden iyiye hissettireceği) omurgasını çatmıştır diyebiliriz. Devrimci şair, Anadolu pastoralliğinden çıkma halkçılık inancıyla; ulus-devlet retoriği ile Nazım Hikmet’in isyan geleneğini başkalaştırdığı aralığın tam ortasında doğdu. Bu yüzden bazılarının, zaman içinde yönlerini Kemalist aydınlanmacılığa bağlanması tesadüf değildir. Ama isyan geleneği başka bir yerden devam edecektir. Ama biçimsel olarak değişmeyen şey, “gerçekçi” bir söylem değil, bu çatışmalı alanda duran sözlü gelenekten devraldığı doğasına/ romantik pastoralciliğini şiirlerine yayacak ve o doğanın içine hapsolacaktır. Bu nedenle, “toplumcu gerçekçi” diye tabir edilen şiirin, bir bakıma bu şartlar ve tarihsellik bağlamında, aslen lirik toplumculuk olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Toplumcu diye tabir edilen şair, halk şiirinin edasına veya onun seslenme yani eda kurma biçimlerine yakın durdu. Çünkü devrimci genç şair “çile”ci özelliğini, Anadolu’nun ücra şehirlerinde ve köylerinde aradı. Aradığı ölçüde köylüleşti, kente dönünce ise işçileşti. Geri bıraktırılmış ne varsa, onla özdeşlik kurmaya çabaladı. Çabaladığı ölçüde de şiirini Anadolu’nun sözlü geleneğine yaklaştırmakta bir beis görmedi. Metin Altıok şiirine bakınca da, bu toplumsal etkinin dışına çıkmadığı görülecektir. Ancak Metin Altıok’un etkisi bunlarla da sınırlı kalmayacak, ayrıca kendinden sonra gelen kuşakların kuşanabilecekleri birtakım kimlikleri miras bırakabilecekti. Gezgin, Yerleşik Yabancı’lık bunlardan sadece birkaçı. Yerleşik yabancılık, askeri bir muhtıranın (12 Mart) ardından insanın içine düştüğü bunalımı tarif etmesi açısından oldukça uygun bir tanım. Kuşatıcı. Tam da insanların, 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde yaşadıkları kimlik bunalımıyla örtüşen bir tanım. Hem yerleşik hem yabancı. Kendini ait hissetmeyen, ama yaşamak zorunda kalınmış kara parçalarıyla
çevrili “yerleşik” olma mecburiyeti… Hem gezgin, hem yerleşik yabancı gibi adlandırmalar Metin Altıok’un ilk kitaplarında kendilerine yer bulurken, şairin henüz ilk kitaplarıyla kendini tanımlayacak/ tamamlayacak sıfatlarla yola koyulduğunu gösterir bizlere. Füsun Akatlı, Ludingirra’nın Güz 98 sayısında; Metin Altıok’un Bir Acıya Kiracı adıyla yayımlanan toplu şiirlerini incelerken şöyle bir sonuca varır: “O kitabı okuduğunuzda, sözünü ettiğim ilk kitaplarının Metin Altıok şiirinin sadece çekirdeğini ve özünü değil, tüm poetikasını barındırdığını göreceksiniz sanırım”1. Füsun Akatlı da şairin bütün bir şiir yaşamı boyunca ilk iki kitabının atmosferinin, konusunun dışına çıkmadığının altını çizmiş. Yerleşik Yabancı mı, Gezgin mi peki? Her ikisi de belki... Hatta “Yerleşik Gezgin” de denilebilir, Gezgin ve/ya Yabancı da mümkün... 12 Eylül’e az kala yayımlanan bu kitaplar, 80 sonrası şiirde bir tür “aitsizliğin aidiyeti”ni karşılayabilmişti. Şairin bu türden buluşları genç şair ve kültürel açıdan bir sıfat kazanımıdır aslında. Entelektüel için de böyledir. Edward Said’in Entellektüel’de çizdiği yeni aydın portresine de bitişir aynı zamanda...2 Said’in tespiti, 1930’larda entelektüelliğin değişen kimliğine odaklanır. Artık Said’e göre entelektüel bir “okul” etrafında bir disiplinin keskin kurallarına bakan bir kimse değildi; tek başına kalmayı seçen, tek kişilik muhalefetini ören, tikel ve gezgin bir entelektüelliğin bir rol modele dönüşmesiydi.3 Metin Altıok’un ilk kitabı, Gezgin’dir. Şairin henüz ilk kitabında; Modern Türkçe şiirin lirik geometrisi içinde, kendi şiiri açısından ve şiirin yapısı bakımından “tutarlı” örnekler verdiğini görürüz. “Benim için bir rüzgâr/ -Artık buradan gitmeli- /Geçirmiş üzgün ipliğini/ Acının iğnesinden, İşlemiş göğsüne/ İsminin baş harflerini./ Benim için bir rüzgar/-Artık buradan gitmeliÜfürmüş yollarını tozların/Geçerek yüzüğünün içinden./ Koparmış saçlarımdan /Üç beyaz teli. Senin için bir rüzgar/-Artık buradan gitmeli-4” Bu şiir koşuksuz, ölçüsüz bir halk şiiri gibi. Modern bir halk şiiri. Doğacı, doğacı olduğu kadar da kendi içine kapalı, kırgın ve hüzünlü. Metin Altıok için Gezgin imgesi, belki de bu ilk ki-
77
tabında görünen bir “Abdal” kültürünün modern bir yansımasıdır adeta. “Aitsizlik” denilebilir mi? Sanmam. Bilakis aittir, bu yüzden de acısının coğrafyasında dolaşır. Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası’nda, şiirin bir “üst- bilgi” olduğuna dair çıkarımlarda bulunacaktır. “Şair bir üst- dil olan şiir dili adına bu depodan yararlanır”5. Şiirin bir üst-dil olduğunu belirtmek güç. Daha doğrusu, bu tanım başka bir tartışma konusu; felsefenin alanıyla şiir dilinin çelişkisine dayanıyor... Burada önemli olan, Metin Altıok’un şiire bakışındaki ayrıntıdır; şair, şiirde imgenin olmazsa olmaz bir kural olduğuna değiniyor gibi görünse de, Altıok’un maksadı aslında, “şiirin şiir gibi olması” gerektiğine dair bir inançtan kaynaklanır. Bir şiirin sesi, ritmi, edayı dışlamamasına dair bir vurgu yapar gibidir. Bunları şiirin olmazsa olmaz kurallarına bağlar. İmgenin en ilkel tanımlarından biri, bir söz sanatıysa; şiirin görüntü kurma tekniğine bağlılık, bu sözsel sanatın içinden şekillenecektir.6 Bu söz sanatının, “sanat”a dair vurgusu Metin Altıok şiirinde imge tekniğinin iki türlü ilerlemesini görmemize yarar, elbette şair bunu gözetirken, “söz”ü hiçbir zaman dışlamadan kuracaktır imgeselini... Metin Altıok şiirindeki birincil imge, “kendi” haline dönük bir vurgu taşır, daha doğrusu Ludingirra Güz 98, S.38. Yalnız şöyle bir hatırlatma yapmak da fayda var. Bu tespit sadece Metin Altıok’u belirleyen bir şey değil. Neredeyse, son 70 yıldır entelektüelin yaşadığı yalnızlaşmanın somut göstergesidir aynı zamanda. 3 Aslında, Savaş Komünizm’inden çıkamamış Sovyetik tecrübenin gittikçe daralması ve kendi içine gömülmesinden kaynaklanan bir entelektüel yalnızlaşmadır bu. Karl Korsch’un henüz 30’ların başında bu kopuşu özetlediğini çok iyi biliyoruz. Heterodoks Marksizm’in bir anlamda miladı olan yıllardır artık bunlar. Bir misal olarak, Korsch’un buna katkısını burada anmaya değer. 4 Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı, YKY, s. 16. 5 Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, Kırmızı Yayınları, 2006, s. 36. 6 İmgeyi elbette sadece bir “söz sanatı”na kilitleyemeyiz. İmgenin kompleks ve grift halleri söz sanatını oldukça aşan teknikleri de barındırır. Özellikle dizge dışı formlarda, bu türden imgesel teknikler daha görünür hale gelecektir. 1 2
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i “kendi”liğin kuruluş aşamalarına işaret eder. Kendiliği belirleyen, şairin nostaljisine dönük olmasıdır. Metin Altıok şiirlerinde imgeyi, nostaljik kesitleri şiirlerinde, doğayla kendisi arasında bir eşbelirlenim biçiminde kurgular. “Şimdi aşk kaçmış bir ilmektir gövdenin örgüsünde,/ Uykusuz bir gecenin çitlerine takılan./ Sarılır mekiğine sabahın/ Ürkek bir güvercin halinde./…/ Uçar gider geçmiş bir günün ardından,/ Bir tüy kalır geriye senin bittiğin yerde”7. Bu şiirde, “gövde” kelimesi geçse de, Metin Altıok’da sık rastlanılan nostaljiye dönük ya da doğayla kendini pastoral bir resim içinde görüntülemek gibi sık rastlanan bir imgesel tutuma çıkacaktır. Bu, Post- Romantik bir ruh durumunu özetler. Her Post- Romantik gibi Metin Altıok için de bir “ruh durumu”ndan bahsedilebilir. Betimleyici öğeler, doğa manzaraları... Ama en çok da bu doğa manzaraları içindeki kendi öyküsüne sadık kalıştır belki de Metin Altıok şiiri. Şiirlerinde çizdiği manzaranın içinde “gövde”sinin, öyküsünün görünmesini/ okunmasını ister. Burada Altıok’un imgeselliğinin diğer bir özelliği belirir, şairin “gövde”siyle doğanın içine yerleşmiş hali... Kendini ona (doğaya) bırakmasıdır da diyebiliriz. Gövde veya uzuvlar, imgenin bir parçası gibidirler. Tıpkı bu dizelerdeki gibi... “Sonbahar- ki acının değişmez dipnotudur-/ Sesinin solgun göğünde/ Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur”8. Modern Türkçe şiirde “gövde”nin imgenin bir parçası olması oldukça yaygındır. Atilla İlhan şiiri, absürde varma pahasına; olmayacak, yan yana gelmeyecek kelimelerden başka bir imge kurgusuna yönelebilmişti, bunların belki de en yoğunlaştığı yerler gövdesini ve melankolisini anlatmasına yarayan sinematografik görüntülerdir. İsmet Özel “cinnet”ini veya öfkesini ifade edeceği zaman, gövdesini ya da herhangi bir uzvunu imgenin içine yerleştiriverirdi. Akif Kurtuluş için de geçerlidir bu. Kurtuluş şiirinde “yas” ile “yalan” paraleldir. Arada kalan ise, yalnızca ve yalnızca şairin “gövde”si olacaktır. Gövdeyle kurulan diğer bir bağlantı, öznenin şiddeti aktardığı bir biçim olarak karşımıza çıkar. Şiddetin kaynağı, modernleşmenin hızının, teknolojik ilerlemenin yarattığı “dumur” haline karşı, gövde bir savunma biçimi haline geçer.
Atilla İlhan ne kadar, dayak yemekten dişleri dökülen bir şiddeti resmetmek istiyorsa, İsmet Özel de o kadar kendi gövdesine dönüktür. Atilla İlhan, çoğunlukla anlatımının bir parçası olan “küçük” insanın uğradığı cinsel veya fiziksel şiddeti gösterirken, İsmet Özel bunu kendi gövdesinde dener gibidir. Atilla İlhan’da mekanlar, karanlık arka sokaklardır. Ait olduğu sınıftan insanların gezemeyeceği sokaklar... İsmet Özel ise, şiddeti kendine doğrultmuş gibidir, bir savunma biçiminin kendisi olarak... Şairin sınadığı şey, aynı zamanda kimliğinin tanınması demek olabiliyor. Bunun için de şairin yapması gereken en olağan şey, gövdesinin aracılığıyla (gövdesini siper ederek de diyebiliriz) kimliğinin/ kişiliğinin bir tür meşruiyet talebine büründürülmesidir. Metin Altıok şiiri için durum biraz daha farklıdır. O, içine bükülen, yalnızlaşmış, modern dünyadan “kaçkın” bir tiple çıkıverdi. Gezgindir, yerleşik yabancıdır. Çünkü acısını ve yaralarını ancak sürekli tükenmekte olan, daha önemlisi sistem tarafından tüketilmiş yaşamların bilgisiyle hem yerleşikleşmekten hem de yabancılaşmaktan çıkarmalıydı. İki zıt kavram ve bir çelişki belki de... Bu yüzden olacak, şair mintanına gövdesini saran o incecik şeye sarıldı. Bu yüzden de belki onun gövdesi şiirlerinde bir manzaranın aktarılışıyla sınırlıdır. Post- Romantizm’de
78
ortaya çıkan çalgıların artışıyla, senfonik coşkunun bir araya gelmesi arasında bulamayabiliriz Altıok’u. Ama anlattığı manzaranın bir senfoniye, acının senfonisine dönüşmesini hep arzulamıştır. Arzulasa da, ya bir lir ya da içli bir ney veya uzaktan ince bir mey duyulacaktır sadece...9 Metin Altıok kendi şiirine dair bu sefer başka bir tespit yapar…10 “Şiir varoluş biçimi konusunda hiçbir zaman düzyazıya teslim olamamıştır”. Böylece Metin Altıok’un lirik şair portresi tamamlanmış oluyor. Demek ki, Altıok şiirin düzyazıya ya da başka bir türe yakınlaşmasını yahut etkileşmesini değil, “şiirin şiir gibi olmasından” yana olduğunu yani şiirde ses ve ritmin geleneksel edayı çatmasından vazgeçilmemesini vaaz ediyor. Metin Altıok şiiri; şiirde ritimden, müzikaliteden ve buna bağlı olarak şiirinin geleneksel imgecilikten dışına çıkmamasına dönük bir tespit yapıyor. Bu tanımlar da yaklaşık olarak Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı, YKY, s. 29. Age., s. 27. 9 Belki de Metin Altıok şiirinde, uzaktan duyulmayacak tek ses, bir kaval sesidir. Tuhaf olan şey, pastoral görüntünün içine serpiştirilmiş kentli kırgın bir adam portresinden başka bir şey değildir belki de... 10 Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, Kırmızı Yayınları, 2006, s.13. 7 8
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i şiire daha uygun bir biçimsellik içinde seyrederler. Hem böylece geleneksel ses ve sözlü gelenekle sağlanan biçimsel devamlılık, işitsel imgenin varlığını kuvvetlendirebiliyor. Görsel imgecilik ise daha çok İkinci Yeni şiirindeki imge patlamasına, imgenin sinematografik özelliğini kazanması ile imgenin özerkleşmesine yakın durur gibidir. Metin Altıok böylece, yukarda verdiğimiz alıntıyla, kendi şiirinin açısını keskinleştirir. Altıok şiiri için, dize kurmayı önemseyen, sözlü geleneğe yakın, İkinci Yeni şiirinden etkilenmesini sadece kompleks imge kuruluşlarından kısmi bir etkilenmeyle sınırlandırabiliriz, o da ancak “dize”ci bir estetiğe yakın seyretmek koşuluyla...
Metin Altıok şiirinin güzergâhı
modern lirik bir şairi tanımlayan özellikler. Oysa Modern Türkçe şiir düzyazıyla- öykülemeyle etkileşime girdiği yerde, başka bir evreye sıçrayabilmişti. İkinci Yeni’nin ortaya koyduğu kompleksleşen imge tekniği, imgenin özerkleştiği ilk deneyime işaret ediyordu. Tam da böyle bir eşikte, şiirin düzyazı nosyonundan kesinkes ayrılması gibi kesin bir kuralın oldukça sorgulanabilir olduğunu belirtmek gerek. Metin Altıok, düzyazı nosyonunun şiire bulaşmamasını, muhtemelen şiirin geleneksel bir edanın taşıyıcısı olması şartına bağlıyor. Halbuki Ece Ayhan, İkinci Yeni için özelikle de kendisi için Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan’ından çokça etkilendiklerini itiraf edebilmişti. Çünkü bizzat Ece Ayhan hikâyeden beslenen bir şairdi. Benzer şeyler, düzyazı nosyonuna yaklaşabilmiş, biçimsel olarak onu sınayabilmiş tüm İkinci Yeni şairleri için geçerliydi nerdeyse… İlhan Berk’in bir değil, birden fazla biçimde başka düzyazı formlarıyla şiiri iç içe kurguladığını biliyoruz. Ama burada mesele sadece bunlarla da sınırlı değil. Aslında modern Türkçe şiirdeki imgeci tavırları kabaca ikiye ayırabilmek gerekir. Orhan Koçak’ın, işitsel imge ile görsel imge üzerine yaptığı ayrım bu açıdan gayet önemlidir.11 Bu ayrışmanın aslında modern Türkçe şiirin imgesel doğasını da kapsadığını görürüz. İşitsel imgeler, modern lirik
Metin Altıok ilk kitabı, Gezgin’i, 1976’da yayımladı. Yayımladığında otuz beş yaşındaydı. Sivas’ta devlet tarafından “hassas insanlar” diye aklanmış kalabalıklar (!) tarafından bir tertiple katledilene değin, on şiir kitabı yayımladı. Otuz beş yaşında ilk kitabını yayımlayan bir şair için, oldukça verimli olduğuna şüphe yok.12 Gezgin ve Yerleşik Yabancı kitapları ilk dönem şiirleridir, şairin. Birlikte yazıldıkları dahi iddia edilebilir. Uyaksız ama ritimli, tekrarlarla bezenmiş naif şiirlerdir. Küçük Tragedyalar, Altıok şiirinin ikili dizelerle yazdığı, beyitleri andıran şiirlerini içeriyordu. Aslında Kendinin Avcısı’nda da bu biçimin ara ara denendiğini görmüştük. Uzatmadan şunu söylemek gerekir, aslında Altıok genellikle kendi dize dirimine her zaman sadık kalmıştır. Tedirgin ve yaslı veya mahcup olarak... Yabancılığını ve gezginliğini en “yerli” biçimler ile yazmaya gayret gösterdi hep. Aslında Metin Altıok şiirinin, beyitlerle örülmüş (yani disiplinli bir yapıyı özümseyen) şiirleriyle Süveyda’nın “bezgin” aşığının sesi arasında fazla bir fark yoktur. İpek ve Klabtan’da bu sefer normal dize ağını kesmiş, daha kısa birimlerle daha süreğen anlatımcı lirik bir şiirin peşine düşmüştür. Aslında değişen fazla bir şey yoktur. Gezgin’den veya Yerleşik Yabancı’dan bildiğimiz uzun dizeler bu sefer ikiye bölünüp çokanlamlılığa varılmaya çalışılmıştır. Bunun için ufak bir karşılaştırma yapmak yeterli. “Özenle boyadım ipliğini sevginin,/ Gidip de bulamamanın incinmiş rengine./ Sisi gümüş bir rüzgarla tepe-
79
lerden eğirdim,/ Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,/ Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.”13 Bu dizeler Gezgin kitabından. Bir de bu dizelerin yer aldığı kitabın yayımlanmasından 11 sene sonra yayımlanan diğer bir kitaba İpek ve Klabtan’a bakalım. “Acıya tezbihim, Hüzne redif. Yalnızlığın gözlerine Sürme çeken Öyle biriyim ki; Geceleri uykusuz Kuyuları dinleyen. Adım büyücüye Çıktı bu yüzden”14 Bu şiir ile Gezgin’den verdiğimiz örnek arasında pek bir fark yok. Sadece dizeler kırılarak yazılmış. Şiirdeki noktaların (.) kullanımına bakılacak olursa farksızlık belirginleşecektir. Noktalar, aslında bir önceki söylemin şifreleri gibidir. “geceleri uykusuz kuyuları dinleyen/ adım büyücüye çıktı bu yüzden”. Tabii her denen biçimin, dil üzerinde sağladığı birtakım “yeni” deneyim alanları vardır. Bunu es geçemeyiz. Ama Altıok genellikle kendi söyleyişine sadık kalacaktır hep. Onu bozmaya yeltenmeyecektir. Özellikle 80 sonrasında birçok dil deneyiminden yaralanmanın adı gelenek veya antoloji olarak sıkça dillendirildiği yıllardı. Altıok da şiiri de bu açık etkilenmenin içinde değerlendirilmesi gerekir. Bir yandan gündelik dille gazel biçiminde şiirler yazar ve dönemin geleneksel birimlere olan açlığından o da faydalanır. Diğer bir yandan, Gerçeğin Öte Yakası kitabında, Ece Ayhan’ın Devlet ve Tabiat’ta yaptığı numaralandırılmış bölümlerle şiirler yazar. Bu şiirler üç dize biriminden oluşur. Ece Ayhan gibi atonal, daha doğrusu dizge dışı bir dil yapısı yoktur. Şair, bu şiirlerde kendi edasının dışına çıkmaz. Ama tarih olgusunu şiirinde sözce bakımından kullanır ve bu şiirlerde çoğunlukla ironiye başvurur. Orhan Koçak, Kopuk Zincir, Metis, 2012, S.269. 12 Bu verimlilik başka bir yönüne Akif Kurtuluş dikkat çekmişti. Onun için, “Metin Altıok o kadar çok şiir yayımlıyordu ki, Metin Altıok şiirini özlüyorduk” (Akif Kurtuluş, Sincan İstasyonu.) 13 Age., s. 41. 14 Age., s. 187.
11
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i “20. Bre Evliya bunca dolaştın,/ Hem Osmanlı hem de Rum mülkünü/ Bari iyi yerde dükkân açaydın/…/ 22. Lale Devrinin yürüyen şamdanları/ Tersine yanıyor geçmişte şimdi;/ Bugüne uzayan imgesel mumlarını”15 Bu şiirlerde Metin Altıok, tarihe bir konu ve/ya sözce bağlamında uğrar ve çıkar. Tarihsel olayları imgeyle süsleyerek, daha güncel bir anlatıyla ironik bir yere taşımaya çalışmıştır. Başka bir kitabında, Süveyda’da, bu sefer Cemal Süreya’nın “Kısa Türkiye Tarihi”ndeki şiirleriyle konuşur. Her dörtlük sonrasında, “İşte bunun için sevmiyorum seni”16 (ya da“İşte bunun için sevmeyecem seni”) diyerek, sanki Cemal Süreya’nın “Keşke sadece bunun için sevseydim seni” dizelerine nazire yapar gibidir. Son kitabı Hesap İşi Şiirler’de ise, bu sefer kelimelerin anlamlarından çıkabilecek biçimlerle yazar. Misal, “ipince” kelimesi şiirde geçmişse, şair onu “ip” şekline sokarak, sarkmış bir şekilde yazarak bir kaligrafiye başvuracaktır. Bu şiirler, Behçet Necatigil’in Kareler ve Aklar kitabındaki “Kareler”ine benzer gibidir. Ama Necatigil’in “açık yapıtı”ndaki gibi fonksiyonel değildir.17 Anlamsal
çoğalmalar ve okuyana göre artacak anlamsal kombinasyonlara rastlanmaz pek. Bir resim gibidir bu şiirler. Çizilen bir resmin içinden şekillere göre kelimelerin kağıdın üstünde yayıldığı bir savruluşa benzer. Neticede değişen bir şey yoktur. Metin Altıok şiiri, kendi anısına ve yasına sadık olan biçimlerle hep “kendisi” gibi kalacaktır.
Cemal Süreya ile Metin Altıok arasında duran bir tül
Son 35 yıldır, gündemi meşgul eden toplumcu şiir üzerine söz alınan bazı ifadeler, toplumcu şiirin sözlü geleneği tekrar ettiğine değinmez. Bunun içsel bir olgu olduğunu biliyoruz. Neticede, “toplumcu” şiir de, Nazım Hikmet’in Kuvay-i Milliye Destanı’ndan veya Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki şiirlerinde görülen Alevi isyan geleneğinden türemiş Anadolu epiğinin anlatım olanaklarından yararlanmıştı. Bunun içinde Nazım Hikmet açısından parodi yapılan Mevlana beyitleri de olsa, aslen Nazım Hikmet’in bahsi geçen kitaplarında; Halk şiiri geleneğinden ve deyişlerinden yararlanması, toplumcu şiirin sözlü gelenekten faydalanmasının önünü açmıştı.
70’lerde Ataol Behramoğlu’nun ya da Yaşar Miraç gibi şairlerin şiirlerinde bu folklor ihtiyacı açıkça görünecekti. Cemal Süreya, “Folklor şiire düşman!” derken, sadece Ceyhun Atıf Kansu’ya değil, Anadolu epopesinin bir türevi olan Kuvvacı şiire karşı böylesi bir sloganı sarf ettiğini biliyoruz. Toplumcu epopenin bir türlü folklordan kopamaması, Cemal Süreya’nın İkinci Yeni’sinin görsel imgeciliğinin; işitsel olanı, geleneksel edayı yani sesi karşısına alması demekti. Elbette sadece bununla da sınırlı değildi. Cemal Süreya, bu tespiti yaparken, aslında bu folklorun “ulusçu” bir edaya içkin olduğunun da altını çiziyordu denilebilir. Toplumcu şiire Cumhuriyet modernleşmesinin ilk yıllarında ortaya çıkan hececi biçimsellik, devletin aydınla olan organik bağına işaret etti. Her ulus-devlet inşasında olduğu gibi, her aydın gibi birtakım şairler de o ulusun oto-etnografya çalışmalarından beslendi ve ona hapsoldu. Toplumcu şiire “kuvvacılık” böyle sızdı denilebilir. Peki, bunların Metin Altıok’la ne alakası var? Şöyle alaka kurulabilir, 80 sonrasında, toplumcu şiir kendini Ahmet Kaya ve Grup Yorum’un yükselen beğenisinin rüzgarına kaptırırken; aslında kendi “söz”üyle eklemlenen değil, aksine, protest pop müziğe sözünü kaptırdığından söz edebiliriz.18 Sözlü kültürün nüveleri, 80 sonrasında “toplumcu” şiirlerin şarkı “söz”lerine dönüştürülmesi ile toplumcu folklor başka bir beğeni dalgasına kavuştu. Toplumcu şiir, pop müzik sayesinde, “şiirli şarkı- sözlü şiir” bağlamında yeniden üretiliyor, böyle kitleselleşebiliyordu. Tam burada, Metin Altıok şiiri de, Modern Türkçe şiirde bir etki alanına sahip oldu. Türk şiirinin gezgini ve yerleşik yabancısı, hem lirik şiirle hem de toplumcu şiirin arasında duran “hüzün”lü ve “kırık” bir ses olarak yeniAge., s. 237. Age. s. 279. 17 Buradaki “açık yapıt” kavramını, Umberto Eco’nun metinlerarası kullandığı bağlamda kullanmıyoruz. Elbette Necatigil için de, kimi mazmunların veya sembollerin metin için yedirildiği bir gerçektir. Açık yapıt’ı kullanmamızın nedeni, anlamsal kombinasyonların işlevselliğine dairdir. 18 Bundan Cetvelle Çizilmiş Dağınıklık’da (Ali Özgür Özkarcı, Cetvelle Çizilmiş Dağınıklık, 160.Kilometre, 2014) söz etmiştim. 15 16
80
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i den keşfedildi denilebilir. Ancak şunu belirtelim, Metin Altıok’un en yakın olduğu yer “toplumcu” şiir değil de, “toplumcu” olarak adlandırılan şiirin doğasıyla olan akrabalığına işaret etmek gerekir. Ama her ne olursa olsun, Metin Altıok şiirinde Cemal Süreya etkisini atlamamalıyız. Ne tuhaftır ki, Cemal Süreya da 80 sonrası genç şair için ciddi bir rol model olacaktı. Olabildiği yer, Cemal Süreya’nın özellikle 70’li yıllarda geleneksel şiire dair yaptığı alan araştırmalarıdır belki de... Metin Altıok’a da bakıldığında, zaten toplumcu şiirde var olan sözlü geleneğin, ikinci yeni şiiri ile geleneksel şiir arasında organik bir bağ kurmaya çalışan Cemal Süreya şiirinin yolunu izlediği fark edilecektir. Bu etkileşim; toplumsal aidiyetin sorgulandığı bir yerde kültürel bir kod haline geldi. Hatta kimi zaman bu etkinin örtük de olsa, hem Cemal Süreya hem Metin Altıok üzerinden hâlâ günümüzde de geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Cemal Süreya’nın Göçebe’si, Metin Altıok’un Gezgin’i, 12 Eylül’ün baskıcılığı karşısında genç şairin sığınabileceği ötekileştirilmiş kimliklerin sığınabilecekleri bir imkan oldu. Cemal Süreya’nın ilk kitabı, Üvercinka aslında dizeci ve lirik şiire de yakın bir şiirdir. Çok kolay ezberde kalabilen şiirlerdir bunlar. “Kırmızı bir at oluyor soluğun” gibi dizeler, modern şiirdeki imgenin fonksiyonunu genişletmiş, başka bir edanın daha güçlü bir etkinin dolaşıma girmesini sağlamıştır. Cemal Süreya’nın buluşu, yukarıda alıntıladığımız dizeden daha kompleks yapılarla özerk imgeci tekniğe açılan şiiri ile kendi şiirinin “oluşma” evresine değin gelen “söz”e dayalı estetik birikimi dönüştürebilmesiydi. Normaldir, her şiirin kendisinden önceki birikim teorisine bakarak kendi yolunu çizmesi kadar doğal bir şey yoktur. Üvercinka, modern lirik şiire başka bir ivme kazandırdı. Bu nedenle olacak ki, gerek Atilla İlhan gerek Hilmi Yavuz, Cemal Süreya şiirini İkinci Yeni şiirinden ayrı tutmayı yeğlediler. Oysa fark belirgindir, o ana değin yazılan lirik şiir, hece formunun modern bir okumasının ötesine gidememiştir. Cahit Sıtkı Tarancı gibi güçlü bir modern şair dahi, aslen hececi bir geleneğin içine doğmuş, bu geleneği bir tür Fransız sembolist geleneğiyle (belki buna Pre-sembolist dönemleri de dahil edebiliriz) harmanlayabilmiştir. Metafiziksel ya da işitsel imgecilik, Cemal Süreya şiirin görsel malzemele-
rine; “yeni” bir lirik şiire doğru yelken açmıştır. Bu yüzden 80 sonrası toplumculuğun en çok baktığı şair, Nazım Hikmet veya Ahmed Arif değil, beğeni bakımından “mutant” bir Cemal Süreya etkisi üzerinden şekillenmiştir. Cemal Süreya’nın geleneksel şiir ile İkinci Yeni şiiri arasında yaptığı alan ve biçem alıştırması; 80 sonrasında toplumcu şairin en çok beslendiği kaynaktı. Görüldüğü gibi toplumculuk bağlamındaki toplumcu lirizm bahsi, yine sözlü geleneği kapsayan başka bir sentezi gerçekleştiren Cemal Süreya şiirine yönsemiştir. Metin Altıok şiiri için de Cemal Süreya etkisi kaçınılmazdır.19 Aslında “güzel” olan ve “anıştıran”, “naif ” ve mahcupluğa çıkan imgeler, diğer bir yandan da modern lirik şiirin “dize tekrar”larıyla biçimsel bir bireşime kavuşmuştur.20 Yani Metin Altıok hem Hesap- işi şiirler ile lirik şiirin geometrisiyle uğraşmayı ihmal etmezken, hem de lirik öznenin modern Türkçe şiirin içindeki kurallı dizgeciliğin/ güzel dize kurma merakının dışına taşmayacaktır. Modern Lirik şiirdeki, dolaylı “söz”ün bir karşılığı nasıl Behçet Necatigil şiirinde “travmatik nostalji” ile bir çerçeveye kavuşmuşsa; Metin Altıok’da “yas”ın diline, yani şiir varoluşsal olarak yine söylenemeyen/ itiraf edilemeyen bir dile dönüşecekti.
Yas’ın dili ve kana bulanmış mintan
Metin Altıok şiiri, gövdesini “yas”la temsil eden bir şiir oldu hep. Kanımızca 80 sonrası şiirde Altıok şiirinin bu denli öne çıkması, şiirlerinin 12 Eylül’ün arka bahçesinde kazılan mezarlarla çevrilmiş bir ülkeye ağıt olabilmesindendir. Burada yine şairi, Cemal Süreya karşılar. Her iki şair de yas tutmanın dilini aslında “saklayarak” veya “örterek” şiirde bir dil bütünlüğüne varmaya çalışmış gibidirler. Aslında her iki şairde de barışmaya rastlanmaz. Barışmak mümkün müydü? Zannetmem. Ama Benjamin’in dediği gibi, her tanıklık aslında affetmenin fırtınalı yollarında geçer. Cemal Süreya annesi Beyaz’dan bahsederken, başına gelenleri, sürgünlüğünü ve bütün tanıklığını bir “misilleme” olarak kurgulamamıştı besbelli. Ailesinin yaşadığı mezalimin tanıklığı, sadece bir kesit olarak ortaya çıkacak, ancak “tarih öncesi köpekler havlıyordur”un ötesine geçmeyecektir, zaten bu ifadeler de bir şiirde değil, bir mektubun satır aralarına gizlenmiştir.
81
Metin Altıok da, bir yas törenini hem kendi hem de memleketinin yasına bakarak “umutsuz” duraklarına not düşmüştür. Yer değiştiren acılarını yanı başındaki hayatın içini oyarak yansıtabilmeyi seçerek... “Bilmemem gereken/ Şeyler öğrendim./Sorular sordum/ Sormamam gereken./ Gördüm apaçık/ Görmemem gerekeni./ Söylenmezi söyledim./ Suçum Büyük/ Ve taammüden.”21 12 Eylül’ün yası nasıl anlatılabilirdi? Yası anlatmak zordur, yasa talip olduğunuzda “normalleşme”yi de kabul ediyorsunuz demektir. Altıok’un yası, bu kabullenişle kaybolan zaman veya herhangi bir nen arasında geçen Elbette bunu ilk söyleyen ben değilim. Metin Altıok üzerine odaklanırken, Kemal Bek’in Ludingirra Dergisi’nin Güz 98 sayısında, Metin Altıok şiirindeki Cemal Süreya etkisine değindiğine şahit oldum. Ancak sadece Cemal Süreya etkisinden bahsetmek eksik kalır. Buna Behçet Necatigil etkisini de rahatlıkla ekleyebiliriz. 20 Orhan Koçak, Kopuk Zincir’de Oktay Rifat şiiri üzerine eğilirken “şiir bitirişlerinin” nerdeyse bir kitap konusu olduğundan bahseder. Aynı şekilde, modern Türkçe şiir içindeki dize tekrarlarının da özellikle lirik şiirin çözümlenmesinde önemli bir parametre olduğunu belirtmek gerek. 21 Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı, YKY, 2001, S. 189. 19
metin altıok: lirik toplumculuğun gezgin’i
bir boşluğu tarif ediyor. Bu yüzden şair sürekli arafta gibidir. Hatıraların tarafı olmaz gibi, hüznün de elbette... Bu yüzden matem hep gecikmiş bir törendir, ama sürekli tekrarlanır. Metin Altıok da ancak kendinin avcısı olursa kurtulabileceğini düşünmüştü belki, bu cendereden. Altıok şiirindeki “yas”ın diğer bir görüntüsü, uzaklaştığı kendi hayaletidir belki de... Şiirlerinde sürekli “ardında” kalan şeylerden söz eder. “Ah kavaklar, kavaklar!/ Acı düştü peşime ıslık çalar.”22 ya da “Bir hoşça kal bıraktım/ ardımda, sarsak bir yatak/ Ve yarım bardak su/ Yatağın başucunda.”23. Metin Altıok için “ardında/ ardımda” kelimeleri özel isim gibidir. Yası anlatmak, hatırlamayla nasıl örtüşebilir? Hafıza- i beşer nisyanla malulse, “hatırlama”nın öznesi kendi tarafına “yas”ı tek taraflı anlatıyor demektir. Bu yüzden bunun adı, Küçük Tragedyalar oluverir. Madem ki “anılar tarafsız değildir”24, onun dili de ancak ve ancak bir enstantanesinin veya bir korkunun, yitik bir dokunuşun peşinden sürüklenecektir. Aslında şair kendi yasının sürgünüdür. Hatırlama burada sadece bir anıştırma görevi görecek, bir dekor oluşturacaktır. Bu dekorun içinden süzülüp gelen şey, “hatırlama”nın şairin kendisine dair yapılmış özel vurgusuyla bir sinematografi içinden iletilir okuyucuya. Bunun için önce şairin bir sahneyi gözümüzün önüne getirmesi lazımdır. “Durmadan avuçlarım terliyor,/ İnildiyor ardımdan/ Girdiğim çıktığım kapılar./ Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,/ Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar./ Ne zaman bir dosta gitsem,/ Evde yoklar.”25
Metin Altıok yine “ardından” söz ediyor. Bu şiirin bile, 80’lerin hemen ardında itiraf edilemeyen acının, bir türlü anlatılamayan tarifsiz acının “gövde”sini anlattığına şüphe yok. Ya da bu tür anlamlara oldukça kapı aralıyor da denilebilir. İmge ve dekor veya görüntü çizmek sırf belki bunun için var. İtiraf edilen ama nakledilemeyen “acılar” ve “yas” için… İmge biraz da bu işe yarıyor, dolaylı bir anlatımın sonsuz çağrışımlarının insandaki ortak duyguya daha çok yaklaşabilmesi için. İmge bu nedenle belki de çoğalmaya yaramaz, ayrışmaya yarar. Herkes bir parça alabilir bu muğlaklıktan... Yüzleşme mümkün değildir, imgesel bir düzende. Sadece bir anlatı aracı olarak kalır. İmge, yasın dolaylı anlatımına yarar, yasın tam anlatılamamasının aracı olarak. Metin Altıok sürekli çizdiği görüntüler arasında, kendinde kadim duran acının ve yasın anlatımını sokuşturuyor fotoğrafa. O da biliyordu, kendini hoyrat bir makasla o fotoğraftan oyduklarını, sonra da yine bir görüntü giriyordu devreye, Ah kavaklar ve kavaklar… 80 sonrasında acıyı anlatmanın biçimi ne olabilirdi? Tartışılabilir. Tartışsak da değişmeyecek şey, bu dönemin lirik bir toplumcu anlatıyla geçtiğidir. Lirik bir toplumculuk, en başta Cemal Süreya’nın katkısı, Metin Altıok’un eklemeleriyle başka bir yere kavuşmuştur. İnsanlar şiirde çoğunlukla, yüzleşmeyi değil, anmayı/ anıştırmayı tercih ettiler. Yani nostalji, bir bakıma yasın lirik bir toplumculuk ile biçimsel bir buluşa kavuştu. 80 sonrası başka bir çağ ise, bu lirik bir çağdan başkası değildi... Aslında Metin Altıok bunun adına “acı” diyordu. Acıyı yasla değiştirdiğimiz-
82
de, Metin Altıok şiiri anlamından bir şey kaybetmez. Yılmaz Varol, Metin Altıok’un Bingöl’de sürgün bir felsefe öğretmeniyken; devletin “meşru” baskı aygıtlarının Kürdistan’da nasıl işletildiği karşısında, şairin gerçek karşısında dumura uğradığını ve “suskunluğunu” ima ile güçlendirdiğinin altını çizmişti. 80 sonrası “toplumcu” diye nitelendirilen genç şair ise, yasını anlatamayacağı noktadan, sürekli bir görüntüye ve görüntünün içindeki imgelere sarılmıştır. Bu yüzden de Metin Altıok şiiri yası dillendirmenin bir aracı olarak, genç şairin ve toplumun belleğindeki anıların diliyle konuştu. Taraflıdır. Çünkü kendinin yaşantısı ve hatırlamanın çizgileriyle sınırlıdır. Bu sınırlar içinde, bir bulut ardında belli belirsiz hafızasını zorlar ve silik görüntüler içindeki yasını anlatır. Çünkü belki de yas nakledilmez hiçbir zaman. Behçet Necatigil için “Asla Konuşamayacaksın!”, Metin Altıok için “Yasını Anlatamayacaksın!” diyebilmekle eşdeğer gibidir. Çünkü asla “yas”ın kaynağı somutlanmaz, Metin Altıok şiirinde... Lirik şiir belki de bu travmanın bir “unutma” biçimidir. Bu nedenle, toplumcu şair lirizmle bağını acısını ve yasını konuşacağı anda, kendinde kalanlarla, ardında bıraktıkları arasında bir araf duygusuna sarılır. Sahiden anlatabilir miydi yasını?! Age., s.133. Age., s.171. 24 Akif Kurtuluş, Yalan Şiirler, Adam Yayınları, 2005. 25 Age., s. 125. 22 23
“Franco’nun Rüyası ve Yalanı” Picasso