SİYASET İki Aylık Dergi Şubat-Mart Sayı: 33 10 TL
şah... AHMET KAYA AHMET TELLI ALPER TAŞ AYHAN BILGEN ÇIÇEK OTLU ERDAL KARA ERKAN BAŞ ERTUĞRUL KÜRKÇÜ ESEN ÖZDEMIR ESER SANDIKÇI FEHIM TAŞTEKIN FERYAL SAYGILIGIL FOTI BENLISOY F. SERKAN ÖNGEL FUAT ERCAN HANDAN KOÇ METIN YEĞIN NURAY ERGÜNEŞ NURI GÜNAY ÖMER GÖKHAN ÇELIK ÖZLEM DÜNDAR PERIHAN MEŞELI SELMA GÜRKAN SIBEL TURHAL SUNA YILMAZ TUFAN ÜNLÜESER TÜLAY HATIMOĞULLARI YEŞIM DINÇER
İÇİNDEKİLER şah...
3
yeşim dinçer devrimin altın arayıcıları
4
ertuğrul kürkçü ile kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar söyleşi: tuncay yılmaz
7
sosyalistlere sorduk hazırlayan: yılmaz yücel selma gürkan işin sırrı: sermayenin başkanı çiçek otlu gezi gibi renkli bir bahçe nuri günay türkiye, “hayır” ile beraber güçlü bir nefes alacaktır alper taş referandumda kazanabiliriz ahmet kaya henüz son çivi çakılmadı erkan baş kavga her alanda büyütülmeli
14 15 17 18 19 20
ayhan bilgen ile halkların anayasası da mümkün söyleşi: hikmet sarıoğlu
22
suna yılmaz bir işgal planı ve önce kadınlar
29
fuat ercan velinimet adına tek devlet’in tüm sayılarına duyurulur
33
esen özdemir, eser sandıkçı, handan koç, nuray ergüneş, perihan meşeli ile türkiye’nin ruhu: umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında söyleşi: m. bengü şahin, reha keskin, şebnem sünnetçioğlu
37
feryal saygılıgil derviş; görülmeyeni gören, duyulmayanı duyan yazar
47
foti benlisoy bonapartist uğrakta devrimci-radikal sol
50
metin yeğin bir yöntem salvosu ve küba dış politikası
53
fehim taştekin ile ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset söyleşi: ahmet saymadi
57
tülay hatimoğulları arap dünyasında kilitleri kıran kadınlar
63
erdal kara başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar
66
ö. gökhan çelik, özlem dündar, sibel turhal, tufan ünlüeser ile anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali söyleşi: ali özgür özkarcı
72
f. serkan öngel birleşik metal-iş üye kimlik araştırması yaparsa
77
ahmet telli ile ve, ülkem beni terk etti söyleşi: göksel ılgın-gözde gürsoy
79
Katkıda Bulunanlar: Ahmet Saymadi Ali Özgür Özkarcı Deniz Tunçel Eser Sandıkçı Gökay Işık Göksel Ilgın Gözde Gürsoy Gülnihal Koç Hikmet Sarıoğlu Melek Bengü Şahin Nihan Zeynep Kalaç Nuran Gelişli Reha Keskin Sevim Erdoğan Şebnem Sünnetçioğlu Tuncay Yılmaz Yasamin Moein Yılmaz Yücel Yiğit Yirmibeş
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Siyaset Gazetesi 2017 Şubat-Mart Sayısı Sahibi: Tahsin Kandamar
Yazı İşleri Müdürü: İsa Can Artar Görsel Tasarım: Selin Kalkan Adres: Şehit Muhtar Mahallesi, Süslü Saksı Sokak, No:18/3/İstanbul E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Baskı: Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat 4NB - 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 0212 613 03 21
şah... Referandum
Türkiye, tarihinin en önemli kararlarından birini vermek üzere 16 Nisan 2017’de sandık başına gidecek. Ya faşizmin kurumsallaşmasının yeni bir adımına “evet” diyecek ya da faşist diktatörlüğün anayasal güvence altına alınmasına “hayır” diyecek. Halkların; bir bütün olarak, tüm renkleriyle, diktatörlük hamlesine kendi hamlesiyle karşılık vereceği muhakkak.
Madem ki satranç günâh! Öyleyse şah!
16 Nisan! Türkiye Halkları yeniden hamle yapacak. Gezi’de “şah” demişti, 7 Haziran’da “şah”… Aşağıdakilerin hamlesi bu, piyonların hamlesi... Ne 64 karelik satranç tahtasına sıkışan ne de tek bir renge... Biliyoruz; oyun, yine kuralına göre oynanmayacak. Biliyoruz; kendisiyle satranç oynamaya (isterseniz deneyin) kalkan bir şizofreninin içindeyiz. Ne filin fil ne kalenin kale ne de atın at olduğu bir satranç tahtasındayız. Biz Şah’ı tanıyoruz! Bir şahımız olmasın diye... Bir kez daha “şah!” Şah düşene kadar “şah!’’
“Bauman-Berger Akademisi”nden “buraya” sesleniş!
“Akışkan sonsuzluğa gitti.” 7 Ocak 2017’de Zygmunt Bauman’ı, hayat arkadaşı Aleksandra Jasińska-Kania; onun “akışkan modernite” kavramına atıfta bulunarak bu sözlerle uğurladı. Bauman, sosyoloji profesörüydü ve 1968’de akademik ünvanı görev yaptığı Polonya’da elinden alındı. İhraç, Bauman’ı ne akademiden alıkoyabildi
ne de sosyal mücadeleden. Akademik hayatına İngiltere’de devam etti. Fikirleri ise İspanya’da “Öfkeliler Hareketi”ne (15 M-15 Mayıs Hareketi’ne) esin kaynağı oldu. Bauman’dan tam beş gün önce John Berger de “akışkan sonsuzluğa” gitti. “Gerçekler saklanamaz halde, güç merkezlerinin kıyısındakilerin yanı sıra dünyanın en uzak köşelerinden de algılanabiliyor!” Ya da başka bir yerde “Gençken üniversiteye gitmek istememiştim, köylüler üniversitem oldu” diyen John Berger, 55 yıl şehir hayatı sürdürüp ardından Fransa’da bir köye yerleşmişti. En iyi Berger okurlarından birinin Subcomandante Marcos olduğu düşünüldüğünde Bauman ve Berger’in başına gelen “kötülüklerin”, “iyilikleri” engelleyemediği aşikâr. Ne akademi akademiye ne akademisyen akademiye sığar... Bauman ve Berger’in sözleri ve yaşadıkları, Türkiye’de ihraç edilen akademisyenlere bir sesleniş gibi... İhraç edilen akademisyenlerin geleceklerine düşmüş bir iz gibi... Takip edilesi bir iz... Ta ki akışkan sonsuzluğa ulaşıncaya dek...
Kadınlarla gelen bahar
Mart baharı muştular. New York’lu kadınların tüm dünya kadınlarına verdiği bahar çiçeğiydi 8 Mart... Bu çiçek dokumacı kadınların ellerinden tüm dünya kadınlarının ellerine ulaşmaya devam ediyor, her 8 Mart’ta. Türkiye’de kadınların toplumsal mücadeleye nasıl bir enerji kaynağı olduğunu “tecavüz yasasına” karşı yapılan eylemlerde bir kez daha gördük. Bir gün dünyayı kadınlar yerinden oynatacak!
Newroz pîroz be!
21 Mart’ta halklar, baharla yeniden doğar, toprak ve kainat yeniden uyanır. Uyanış bayramdır. Baharın gelişini ne kral ne şah engelleyebildi, engelleyebilir. Ninova’da Kral Dehak’ı deviren demirci Kawa baharın gelişini yaktığı ateşle müjdeledi. Bahar bayramdır, bahar mücadeledir.
Aşk ve Devrim aşkından başka deniz yok bana… aşkından başka güneş yok bana…* Ekim Devrimi 1917’de devrim soyutlamasına verilmiş ilk pratik karşılık, ilk somut cevap, ilk dokunulur sosyalist devrimdi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği; işçi sınıfının ve dünya halklarının o koşullarda yanaştığı yeni bir limandı, umuttu. Devrim, aşk ve tutkuyla yapılabilirdi. Ekim de öyle yapıldı... Doğduğu topraklarda yaşayan işçi ve emekçilerin çoklu mücadele deneyimlerinden o güne verilmiş bir yanıttı Bolşevik Parti ve devrimcilerin örgütleri. Devrim için harç karmış tüm devrimcilere, Ekim’in o ele avuca sığmaz heyecanıyla yüz yıl sonra selam olsun! Yeni devrimlerimizin ilk dersleri orada saklı, bir coğrafyanın tüm dünyaya esini, işçilerin ve köylülerin devrimdeki ilk hatırası, ilk aşkı orak ve çekiç orada saklı.
ON’lar
Niksar’ın Kızıldere köyünde 30 Mart 1971’de “akışkan sonsuzluğa” gidenler... Bir kez daha... ON’lar için şah! Siyaset “şah’’ çeken piyonların; atları, filleri, kaleleri ve kendini vezir sayanlarıyla Şah’ı mat edeceğini biliyor. Oyunun yeniden kurulacağını da... *Vladimir Mayakovski’nin Lili adlı şiirinden.
3
D
EKİM
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, aklının aydınlığına sorular sormayalı
Ekim Devrimi Ajitprop treni Vertov Koleksiyonu, Avusturya Film Müzesi
N. HİKMET
Yeşim DİNÇER “Bizim için sanatların en önemlisi sinemadır” Lenin
E
kim devriminin önderleri sinemayı çok önemsiyor ve ondan çok şey bekliyorlardı. Sinema da bu beklentileri boşa çıkarmadı. İngiliz film eleştirmeni David Robinson, “1920’lerin başındaki genç Sovyet sanatçılarının önüne açılan türde sınırsız bir görme ufkuna daha önce belki hiç rastlanmadı” diyor: “Geçmişin sanatları tamamen ölmüştü. Güncel görev, yeni, devrimci bir sanat , sosyalist bir sanat (heyecan duyan, eşine rastlanmadık ve ideal yeni toplumun gereksinimlerine hizmet edecek bir sanat) yaratmaktı. Kural, emsal, sınırlama, kısıtlama, hiçbir şey yoktu. Söylemek gereksiz ki bu [sanatçı] gençler, çok da korkusuzlardı. Niçin korksunlardı ki? Geçmişin yıkılmaz gibi görünen dev kütlesinin bir anda un ufak olup dağılmasına tanıklık etmişlerdi. İçlerinden birçoğu Birinci Dünya Savaşı’nda, devrimde ve onun ardından patlayan İç Savaş’ta savaşmıştı.”1
Devrim sinemaya, Pudovkin (18931953), Dovjenko (1894-1956), Vertov (1896-1954), Ayzenştayn (18981948) ve Kuleşov (1899-1970) gibi sinema tarihinin bütün akışını değiştirecek ustaları kazandırdı. Parantez içinde verilen tarihlerden de anlaşılacağı gibi, doğum tarihleri birbirine yakındı. “Usta” payesi aldıkları filmleri çektiklerinde sadece 20’li yaşlarındaydılar. Devrimin kendilerine sağladığı imkânları ve özgürlük ortamını çok iyi değerlendiler ve kuşkusuz çok yetenekliydiler. Sinema tarihinin akışını nasıl ve ne yönde değiştirdikleri bahsine geçmeden önce, kuruluş yıllarındaki “resmi yaklaşım”a göz atmak Sovyetler’deki kültürel ortamı anlamak açısından faydalı olabilir.
Ajitprop trenleri ve gemileri
Ekim Devrimi’nden sonraki ilk önemli adım, Lunaçarski’nin başkanlığındaki Eğitim Halk Komiserliği bünyesinde, Nadejda Krupskaya’nın danışmanlığında bir sinema bölümü kurulmasıydı. Bu bölümün 1918’de katıldığı Moskova Sinema Komitesi, ilk Sovyet filmlerinin çekimlerini başlattı. 1919’da Lenin’in özel ilgisiyle Moskova’da, dünyanın ilk sinema oku-
4
lu VGİK kuruldu. 1919, aynı zamanda sinemanın devletleştirildiği yıldı. Tüm bu adımların, Ekim 1922’ye kadar süren İç Savaş’ın zorlu koşullarında atıldığını hatırda tutalım. İlk ajitprop treni, doğudaki Kazan cephesine doğru 1918’de yola çıktı. Bu ilk trende, daha sonra Ayzenştayn’ın kameramanı olarak önemli filmlere imza atacak olan Edward Tisse (18971961) yönetiminde bir film ekibi de yer alıyordu. Ajitprop trenleri (ve gemileri), halkı aydınlatmak üzere yürütülen ajitasyon ve propaganda faaliyetinin bir aracı olarak düzenlenmişlerdi. Trenlerin dışı, devrimci slogan ve graffitilerle süslüydü; vagonlardan biri, gazete, broşür, poster gibi basılı materyallerin üretildiği bir matbaaya; bir diğeri, film gösterimleri için bir salona dönüştürülmüştü. Kazan’a giden ilk trende bu tezçhizatlandırma yoktu ama daha sonrakilere, görevli film ekibinin kullanabileceği film laboratuvarları ve montaj odaları da eklendi. Molotov ve Krupskaya’nın yönetiminde Kama ve Volga nehirlerine çıkan ajitprop geSchnitzer-Martin, Devrim Sineması, Agora Kitaplığı, 2003, s. vii-viii. 1
INDA AŞ
devrimin altın arayıcıları
RİMİ 100 Y V E HASRET
devrimin altın arayıcıları misinde, Kızıl Yıldız’ın yedeğinde 800 kişilik bir de “mavna-sinema” vardı. Kısacası, ajitprop trenleri ve gemileri, sadece film gösterimleri için değil, yeni belgesellerin, haber filmlerin üretimi için de kullanıldı. 27 Ağustos 1919’da sinema tamamen devletleştirildi ve sinema yaratıcılarının üzerindeki ticari baskılar tümüyle ortadan kalktı. Fakat dış ilişkilerin kesildiği, stüdyoların harap olduğu, ham film sıkıntısının yaşandığı İç Savaş koşullarında pek az yeni film çekilebildi. 1922’de yürürlüğe giren Yeni Ekonomi Politikası (NEP) sinemaya da hareket getirdi. Yeniden kurulan dış bağlantılar bol yabancı film getirilmesini, bunların geliriyle de yeni filmler yapılmasını sağladı. 1921’de sadece 11 yeni film çekilebilmişken bu rakam 1924’te 157’ye ulaştı.2
Kuleşov etkisi
Genç Sovyet sinemacıları, 1920’lerin ortalarında yaşanacak büyük canlanmayı hazırlayan yokluk yıllarını araştırarak ve imkânlar elverdiğince yeni teknikler deneyerek geçirdiler. “Elimizde ham film yoktu”, diye anlatıyor Kuleşov. “Ayzenştayn her akşam stüdyoma gelir ve özellikle kitlelerin göründüğü sahnelerle ilgili -filmsiz- montaj denemeleri yaparak saatler geçirirdik.” Kuleşov sinemanın ilk estetik kuramcısıydı. 1917’de daha 18 yaşındayken bir sinema dergisinde ilk makalelerini yayınlamış, İç Savaş’ta cepheye giderek haber filmleri çekmişti. O günlere ait bir anısını şöyle anlatıyor: “Bir gün bir kamyona binmiştik. Makinekli tüfeğimiz, yönetmen olarak benim sorumluluğumdaydı. Tisse, ağır ve hantal Debrie kamerayla ilgileniyordu. Beyazlar’ın 300 metre yakınına geldiğimizde, üzerimize yaylım ateşi açtılar. Tisse, hepsi de bize nişanlanmış otuz güllenin patlayışının filmini çekmeyi başarmıştı. Sonunda kamyondan atlayıp orayı terk ettiğimizde, otuz birinci gülleyle kamyonun parçalanıp havaya uçuşunu izledik. Otuz patlamanın hepsi de Tisse tarafından elle çalıştırılan bir kamerayla filme alınmıştı.”3 Kuleşov ilk uzun metrajlı mizahi filmini (Bay Batı’nın Bolşevikler Diyarındaki Akıllara Durgunluk Veren Serüveni) 1924’te tamamladı. Sovyetler Birliği dışındaki ününü, literatüre “Kuleşov etkisi” adıyla geçen ve sinema sanatında yeni bir aşamanın temelini oluşturan montaj deneyine borçludur.
Kuleşov, Mozjuhin isimli aktörün yakın plan çekimini, birbiriyle ilintisiz görüntülerle (bir tas çorba, bir kız çocuğunun tabutu vb.) montajlayarak çeşitli bileşimlerin izleyici üzerindeki etkisini sınamıştı. Bugün elimizde o deneyle ilgili tek bir kare bulunmuyor olsa da şu üç temsili kısa film üzerinden sonucu aktarmak mümkün: 1. film: adam – çorba – adam 2. film: adam – kız çocuğunun tabutu - adam 3. film: adam – kadın – adam Bu üç kısa film, üç farklı denek grubuna izletildi ve aktörün yüzünde nasıl bir ifade gördükleri soruldu. Birinci grubun çoğunluğu bu soruyu “açlık” şeklinde cevaplandırdı. Aynı soruya ikinci filmi izleyenler “keder”, üçüncü filmi izleyenler “sevgi” şeklinde cevap verdi. Oysa ki aktöre ait çekim her seferinde aynı kaldığından kısa filmlerdeki yüz ifadesi değişiyor olamazdı. Kuleşov, sinemada montajın gücünü ve imkânlarını keşfetmişti. İzleyici, art arda ekrana yansıyan görüntüleri zihninde bütünleyerek bu sahnelerin hiç de ifade etmediği üçüncü bir anlam üretebiliyordu. Başka bir ifadeyle, bağlam değiştiğinde anlam da değişmekteydi. Kuleşov etkisi, Pudovkin ve Ayzenştayn gibi henüz yetişmekte olan yönetmenlerin de dikkatini çekti ve temeli montaja dayalı yeni bir sinema estetiğinin yolunu açtı.
dı. 1930’lardan itibaren sesli film teknolojisine geçilmesiyle birlikte, sinema salonlarına büyük hoparlörler yerleştirildi; stüdyolar elektronik ses kayıt aygıtlarıyla donatıldı. Pudovkin, ilk sesli filmi Kaçak’ı 1933’te çekti. Kimilerine göre, yönetmenin sesli filmlerinin hiçbirisi, büyük sessiz eserlerinin kazandığı üstün başarıya ulaşamamıştır. (Sözgelimi Kuleşov bu fikirdeydi.) Pudovkin’in “film çevrilmez, inşa edilir” özdeyişi, onun sinemayı nasıl kavradığını gayet iyi özetler.4 Pudovkin’e göre çekilen her görüntü perdede hareket etse de birer ölü nesnedir. Bu nesne ancak diğer nesnelerle birlikte düzenlendiğinde, görüntüler bireşiminin bir parçası olarak sinemasal yaşama kavuşur.5
Pudovkin
“Film çevrilmez, inşa edilir”
Sinema eğitimi almak için kimyager olarak çalıştığı fabrikadan ayrılan Pudovkin, Kuleşov’un öğrencilerinden biriydi. Yönetmenlikteki ilk adımlarını yaşça kendisinden küçük olan ustasının yardımlarıyla attı. İlk filmi, Pavlov’un deneyleri üzerine hazırladığı Beynin Mekanizması (1926) başlıklı belgeseldi. Gorki’nin romanından uyarladığı Ana, aynı yıl gösterime girdi ve büyük başarı kazandı. St. Petersburg’un Sonu (1927) ve Asya’da Fırtına (1928) ile hayranlık uyandıran “devrimci üçleme”sini tamamlamış oldu. Bu tarihe kadar çekilen filmler bütünüyle sessizdi. Konuşmalar filmin akışını kısa aralıklarla kesintiye uğratan yazılarla veriliyor, film piyano, keman ya da gramofonla çalınan müzik eşliğinde gösteriliyordu. Bazı büyük sinema salonlarında, belli bir film için özel olarak bestelenmiş müzik parçalarını çalan büyük orkestralar bulunmaktay-
5
Ayzenştayn
Özer Üstel, “Çarlık’tan Sovyetler’e Sinema”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 2, İletişim Yay., s.594-595. 3 Schnitzer-Martin, s. 92-106. 4 Şenay Aydemir, “Devrimin görsel dili: Sovyet Sineması”, Ayrıntı Dergi, Kasım 2016. 5 http://www.sinematek.org/sinebilgi/ sinebilgi-kurgu/79-knedir.html 2
devrimin altın arayıcıları Ajitasyon treninin içinden bir görüntü, Vertov Koleksiyonu, Avusturya Müzesi
Bataklığı bürokratik engellere takıldı ve Moskova’da kilit altına alınan negatifleri, Alman hava saldırısında kayboldu. 13. yüzyılda geçen tarihsel olaylara dayalı -ama dönemin siyasal olaylarına da gönderme yapan- sesli filmi Aleksandr Nevski 1938’de gösterime girdi ve hem politik otorite hem de izleyici tarafından büyük takdir topladı. Ayzenştayn’ın bir üçleme olarak tasarladığı Korkunç İvan serisinin ikinci filmi sansüre takıldı ve 1946’da gösterime girmesi beklenirken izleyicinin karşısına ancak 1958 yılında, yönetmenin ölümünden on yıl sonra çıkabildi.
Pudovkin mi? Ayzenştayn mı?
“Tolstoy mu yoksa Dostoyevki mi?” tartışması kadar popüler olmasa da, görebildiğimiz kadarıyla Batılı sinema yazarları arasında Pudovkin ile Ayzenştayn’ı karşılaştıran bir literatür mevcut. Sözgelimi Fransız sinema eleştirmeni Leon Moussinac’ın, “Bir Ayzenştayn filmi çığlık gibidir, Pudovkin filmiyse bir şarkıyı anımsatır” şeklinde meseleyi kestirmeden özetlemiş olması, yanlış anlaşılmaya epey müsait görünüyor. Kuşkusuz her iki yönetmen de sinema kuramına önemli katkılarda bulunmuş, öğrenciler yetiştirmiş harika sinemacılardı. Montajın teorik ve pratik sınırlarını zorlamış olmalarını müşterek özellikleri olarak kaydedebiliriz. Pudovkin, bireylerin politik gelişimine ve direncine odaklanan lirik hikâyeler anlatmayı tercih ediyordu. Ayzenştayn ise, 1924’te çektiği ilk uzun metrajlı filmi Grev’den itibaren kitle-kahramanı beyaz perdeye aktarmakla ilgiliydi . Ayzenştayn’a göre montaj, birbirinden bağımsız iki çekimin çarpışmasından doğan bir fikirdir. İzleyiciyi pasif-alımlayıcı konumundan çıkararak ortak-yaratıcı sürece dahil etmek için “atraksiyonlar montajı” adını verdiği kuramı geliştirdi. Devamlılığı bozan sıçramalı geçişler (jump cuts), birbiriyle uyumsuz imajların yeni bir fikir ya da “kavram patlaması” gerçekleştirmek üzere birleşmesi Ayzenştayn sinemasının alamet-i farikalarıdır. Yönetmenlerden her biri kendi tarzına sahip olmasaydı sinemayı sanattan saymazdık zaten.
Potemkin Zırhlısı ve Ayzenştayn
İlk gösterimi 21 Aralık 1925’te Bolşoy Tiyatrosu’nda yapılan Potemkin Zırhlısı, Ayzenştayn’ın ikinci uzun met-
rajlı filmidir. 1905 devriminin yirminci yıldönümünde, kutlama komitesinin siparişi üzerine çevrildi. Konusunu, devrim sırasında Odesa limanında demirli bulunan aynı adlı savaş gemisinde çıkan tarihsel ayaklanmadan alıyordu. Fakat yönetmenin komitenin onayladığı senaryoya da tarihsel gerçekliğe de birebir sadık kalmadığı biliniyor.6 Potemkin Zırhlısı Sovyetler Birliği’ndeki genel gösterimde büyük bir ilgiyle karşılandı; hemen ardından da Berlin ve New York’ta izleyici karşısına çıktı. Berlin’de bir yıl boyunca oynatılan filmin, özellikle Alman aydınları arasında gördüğü rağbet şaşırtıcıydı. Yarattığı etki, Goethe’nin dramasının 150 yıl önce sanat dünyasında yol açtığı fırtınayla bir tutuluyordu. Film, sessiz sinemanın ünlü yıldızları Mary Pickford ve Douglas Fairbanks’ın övgü dolu yorumları sayesinde 1926 sonunda New York’ta gösterime girdi ve burada da aynı coşku ve hayranlıkla karşılandı. Paramount şirketinden bir teklif alan Ayzenştayn, yanına aktör ve yönetmen yardımcısı Aleksandrov ile görüntü yönetmeni Tisse’yi alarak 1930 baharında ABD’ye gitti. Ne var ki Potemkin ekibinin “film duyumu”, Hollywood’un ticari normlarıyla çatışacaktı. Buradaki bütün projeler suya düşünce, solcu yazar Upton Sinclair’in sağladığı finansmanla Que Viva Mexico!’yu çekmek üzere Meksika’ya geçtiler. Meksika halkının geçmişini ve şimdiki zamanını eşzamanlı betimleyen bu film -bütçe ile ilgili olduğu bilinen ve politik boyutu da olduğu rivayet edilen- anlaşmazlıklar nedeniyle tamamlanamadı. Ayzenştayn arkadaşlarıyla birlikte Sovyetler Birliği’ne geri döndüğünde kültürel iklim değişmiş, bereketli bahar yerini sansürün soğuk kışına bırakmıştı. 1935’de çekimlerine başladığı Bejin
6
Hollywood’un Lenin’e borcu
1920’lerde sinema henüz yeni bir sanat dalı olduğu için büyük değişimlere açıktı. Devrimin açığa çıkardığı güçlü kültürel enerjilerle hareket eden genç Sovyet sinemacılar olağanüstü bir iş başardılar; sinemayı tüm dünyayı etkileyen bir sanat dalı haline getirdiler. Toprak (1930) adlı başyapıta imza atmış olan yönetmen Dovjenko, o yılları şöyle betimliyor: “Sinemaya geçen benim kuşağımdan yönetmenler, bildikleri yeri terk eden, küçücük bir damar bulabilmek umuduyla soğukta ve açlıkta bir ya da iki yıllığına Alaska’ya gidip çorak toprakları kazan Jack London’ın öykülerindeki altın arayıcılarına benziyorlardı.”7 Yönetmenlerin her biri, Sovyet sinemasının kuruluş çalışmasına kendi tarzıyla katılmış, kendi sinema anlayışını özgürce geliştirmişti. Aynı zamanda kendilerini “ortak bir çabaya ait bir topluluk” gibi hissediyorlardı. “Kimse, kendi kafasına göre çalışmıyor, herkes komşusunun kazma vuruşunu işitebiliyordu”, diyor Dovjenko. Devrimi takip eden süreçteki tarihsel-politik koşullar, genç sanatçıları yaratıcılığın iki büyük düşmanından -piyasanın ve/veya sansürün aşındırıcı, ket vuran etkilerinden- uzak tuttu. Batılı bir sinema yazarının söylediği gibi, Sovyet sinemasının buluşlarından yararlanmış olan Hollywood, sinemaya sağladığı olanaklar ve özgürlük ortamı için Lenin’e çok şey borçludur.8 Yeşim Dinçer, “Potemkin Zırhlısı Eskimedi Çünkü İsyan Hâlâ Yürürlükte”, İsyan ve Devrim Filmleri, Yordam Kitap, 2013 içinde. 7 Schnitzer-Martin, s. 158. 8 https://www.theguardian.com/film/2001/ aug/31/artsfeatures1 6
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar
Fotoğraf: Muhsin AKGÜN
SYKP kurucularından, HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’yle 7 Haziran’dan bu yana yaşanan hızlandırılmış faşizm inşasını konuştuk. Kürkçü, çok bileşenli kaotik sürecin zorluklarını ve içinde barındırdığı olanakları ortaya koymaya çalıştı. HDK’nin siyaset sahnesine girmesiyle ivmelenen yeni yaşam inşasının yetmezliklerinden dersler çıkartıp referandum ve sonrasına ışık tutmaya çabaladık.
Söyleşi: Tuncay YILMAZ Sadece Anayasa Referandumu olarak değil de bütünsel olarak baktığımızda, AKP iktidarı ile başlayan süreçte önümüzdeki anayasa değişikliği paketi teklifi ne anlama geliyor? Bunun olağanüstü rejim ihtiyacını karşılamayı hedefleyen bir koalisyon programı olduğunu söyleyebiliriz. Bu program MHP ittifakta yer almaksızın meclisten geçemezdi. Ergenekon’un sahada verdiği destek -hatta Ergenekon’un planlarının, doktrinin paylaşılması- olmaksızın Suriye ve Irak’taki askeri faaliyeti, Kürdistan’daki yıkım projesini sürdürmek söz konusu olamazdı. Bu çerçeveden baktığımızda, bütün süreci bu ittifaka bir kurumsal örtü kazandırmayı hedefleyen bir ana-
yasal tahkimat olarak görmek lazım. Doğru bir tespit yapıyoruz; faşizme gidişatı işaret ederek, faşizmin iktidarı için bu hamlenin bir ölüm sıçrayışı olacağını söyleyerek. Ancak bu hâlâ klasik şemada gördüğümüz, bildiğimiz şekilde bir faşist çekirdek kadronun bütün milleti peşinden sürükleyerek, kendi tasavvuruna uygun bir yeni toplum kurma hırsıyla atağa geçmesi kadar güçlü bir hamle değil. Bu, şimdilik bu üçünün -AKP, MHP, Ergenekon- birbirlerini kollayarak bir olağanüstü rejim, bir totaliter diktatörlük tesisi için kurmuş oldukları koalisyonun siyasal izdüşümü. Tabii bu ortaklıkta AKP ve Erdoğan’ın özellikle İslami temelli kitle hareketini koalisyonun arkasına dizmiş olmaları dolayısıyla “aslan payı” Erdoğan’da. Bundan ötürü şu an bu bi-
7
leşkenin Erdoğan’ın çektiği istikamete gittiğini görüyoruz. Fakat bu bileşke aslında ne Erdoğan’ın ne MHP’nin ne de Ergenekon’un tam gitmek istedikleri yer. Demek ki koalisyon bileşenleri arasındaki gerilim de sürecek. Bu blokun iktisadi-mali politikalarının, üretim ve yatırımlar, ekonomik ve mali süreçlere yansısı bakımından, gidişattan -özellikle Avrupalı ortaklarıyla birlikte sürdürdüğü işler sekteye uğradığından- daha çok TÜSİAD çevresinde kümelenmiş olan büyük sermaye tedirgin. Fakat kısa vadede bir çıkarı da var büyük sermayenin bu politikalardan: Sonuçta bu mali/siyasi kararlar bir fiili devalüasyona yol açıyor. Kimi firmalara bir gecede dolar ve euro cinsinden yüz milyonlara varan kazançlar sağlıyor. Dolayısıyla güncel planda bü-
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar yük sermayenin hükümete karşı ortak ve sert bir itirazı olduğunu söylemek çok zor. Öte yandan AB’nin büyük ülkeleri, Almanya ve Fransa ile AB dışına çıkmakta olan Britanya da Türkiye’deki aktüel durumu, bizim gördüğümüz gibi kategorik bir biçimde faşizme gidiş olarak değil, daha çok bir popülist, otoriter, totaliter fakat hâlâ Avrupa’yla hukuksal ve kurumsal bağlarını koruma gayretinde bir rejim olarak okumaya devam ediyorlar. Onlar için Avrupa Komisyonu’nun ve AKPM’nin kış oturumunda da açıkça gördüğümüz gibi, kimi uzlaşma noktaları hâlâ açık duruyor. Koalisyon meselesine biraz daha yakından bakacak olursak; bileşenlerinin yakın zamanda birbirlerine karşı çok hasmane bir pozisyon içinde olduğunu biliyoruz. Bir numarasını, Genelkurmay Başkanı’nı terör örgütü kurmaktan tutukladığı eski Ergenekon cephesi, bugün Erdoğan ile aynı koalisyonda buluştu. Tersinden, bütün bu hamleleri bugün “FETÖ” diye hedef haline getirdiği Fethullah Gülen Cemaati’yle birlikte yapıyordu. AKP’nin farklı dönemlerinin olduğu çok açık. Ama girdiği son süreçte bu koalisyonu yan yana tutan ana harç ne? Bunlar nasıl yan yana durabiliyor? Onları yan yana getiren birinci konu Kürtlerin özgürlük hareketinin özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, Kuzeyde kazanmış olduğu muazzam toplumsal genleşme. Bu, bence bütün bu kesimleri ve bunların tek pazar çevresindeki birliğini koruma ve kollama kaygısındaki devleti büyük bir tedirginlik içerisine sokuyor. Üstelik sadece iç pazar değil, aynı zamanda o pazarın bölgesel ekonomik hinterlandının da risk altında olduğu algısı çok derin bir endişe kaynağı. Daha basit şekilde söyleyecek olursak; egemen sınıflar ve güçler için Türkiye’nin doğu sınırlarının artık güvende olmadığı, enerji geçiş koridorlarının, enerji ve sulama kaynağı olan iki büyük ırmağın artık merkezi devletin tartışmasız kontrolü altında olmadığı ve bu gelişmelerin yekpare bir Türk Devleti’nin varlığını sürdürmesini kaçınılmazca tehlikeye düşürdüğü algısı bence sadece bir hastalık işareti, bir tür paranoya değil. Bu aynı zamanda kendi iradesi, kendi hareket kabiliyeti, kendi tarihsel iddiaları, emelleri olan Kürt Halkıyla, yeni bir ortaklık kuramamaktan doğan sahici bir kriz. Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerle bu ortaklığı
Her zaman olduğu gibi egemen ittifak rejimin baş çelişkisini Batı’da değil Kürdistan’da tespit ediyor. Elbette, ikincil bir darbeyi Kürt Halkıyla stratejik ittifak halindeki demokrasi ve sosyalizm güçlerine doğrultan bir güvenlik faaliyetini de sürdürüyor, bunun muhatabıyız. kuramıyor, bu yüzden çözüm sürecini çökertiyor. Fakat öte yandan tarihsel olarak yüz yıldır var olan ama son 2030 yılda yepyeni bir momentum kazanan bu entiteyle başa çıkabilmekte de son derece büyük risklerle karşı karşıya olduğunu gözlüyor. Tüm bu nedenlerle de devletin siyasal birliği ve toprak bütünlüğü statükosunu korumak kaygısıyla bir araya gelen bu üç kuvvetin aralarındaki bütün ihtilafları bu bağlamda dengelediklerini söyleyebiliriz. Fakat bu çelişki ister şimdiki gibi çözümsüzce süregitsin, ister çözülsün, ister çözülemesin, her iki durumda da yeni bir ihtilafın kapılarını açacak. Daha şimdiden El Bab’da tıkanmış olan Rojava Kürdistan’anına yönelik seferberliğin, koalisyon içinde de büyük gerilimlere sebep olduğunu gözleyebiliriz. Burada elbette Türkiye’nin batısındaki işçi hareketinin taleplerinin, demokratik ve toplumsal muhalefetin iddialarının önemsiz olduğunu söylemiyorum. Fakat her zaman olduğu gibi egemen ittifak rejimin baş çelişkisini Batı’da değil Kürdistan’da tespit ediyor. Elbette, ikincil bir darbeyi Kürt Halkıyla stratejik ittifak halindeki demokrasi ve sosyalizm güçlerine doğrultan bir güvenlik faaliyetini de sürdürüyor, bunun muhatabıyız. Eşik olarak 7 Haziran seçimlerinin sonuçları görünse de, belki o bardağı taşıran son damla sanırım. Sizin de sık sık altını çizdiğiniz 30 Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu Kararları var. Bahsi geçen MGK kararları mevcut koalisyonun harekete planı, bir nevi uzlaşı manifestosu mu? Evet, ortada bir stratejik hareket doğrultusu var. Bu doğrultu 2014 sonlarında Milli Güvenlik Kurulu’nda
8
(MGK) çizildiğinde içtenlikle itiraf etmeliyiz ki, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Yürütme Kurulu, Parti Meclisi bunun önemini örneğin PKK kadar derinden hissetmemiş olabilir. Bunun etrafında uzun boylu bir müzakere yürüttüğümüzü hatırlamıyorum. Ancak meseleye gerek devlet gerek PKK açısından baktığımızda, bu MGK kararları aslında sonraki bütün hamlelerin açılış hamlesi oldu. Bu bir doğrultu belirledi. Bu plan uygulandı. Bu plan askeri, politik, kültürel ve tarihsel bir çerçeveye sahip. Öncelikle karşısına bir bütün olarak Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesini koyuyor. Özellikle Kuzey’de bu eski statükoya dönmek demek de değil. Eski statüko Turgut Özal “reformları”yla birlikte Kürtlerin varlıklarını kabul ve içerme üzerine kurulmuştu, içerme sınırları tartışılıyordu. Şimdi -yeni ve başka koşullarda- bir kez daha 1930’ların diline, söylemine dönüyoruz. Bu sömürgeleştirme hamlesi ister istemez sadece Kuzey’i değil Kürdistan’ın tamamını, Batı’yı ve Güney’i de kapsamına almak zorunda. O yüzden TSK Başika’ya girmeden duramıyor, o yüzden El Bab’a girmeden duramıyor. Şu an Trump’ı Meksika Sınırı’na duvar dikmeyi planladığı için eleştiren Bi-
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar nali Yıldırım’ın kendisi sınıra 900 km boyunca 3 m yüksekliğinde bir duvar çekmeye devam ediyor. Bütün mesele şimdi sadece Kuzey’i sömürgeleştirerek değil, Irak ve Suriye’de merkezi devletlerin Kürtler üzerindeki kıskacı gevşemiş olduğundan Kuzey’deki gelişmeyi -eğer gerçekten durdurmak istiyorlarsa- Kürdistan’ın tamamına yönelen bir politikayla durdurabileceklerini görmüş olmalarında. Bunun arkasında bir egemen konsensüs, bir mutabakat var. Bu, CHP’yi de kapsayan bir konsensüs. Eğer burjuvazinin muhalif bir kanadından söz edeceksek, muhalif kanadı da CHP -dolaylı olarak- ifade ediyorsa, CHP’nin de bu planlamanın içinde olduğunu, tezkerelere yönelik tavrından, dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasına yönelik tavrından, 15 Temmuz sonrası Yenikapı ruhuna dahil oluşundan görebiliriz. Kürdistan’daki yıkım sırasındaki uğursuz sessizliklerinden; sonuç olarak CHP’nin AKP ile yarışını daha çok güvenlik, daha çok anti-terör üzerine kuruyor olmasından görebiliriz. Asıl ittifak sözünü ettiğimiz üç kuvvet -Ergenekon, MHP ve AKP- arasında kurulmuş olmakla birlikte CHP’den de kısmen ve dolaylı, bazen de açık olarak -özellikle çatışma bölgeleri içinonay aldığını söylememiz mümkün.
Başlangıçta kullandığım terime geri döneceğim; hakikaten burada sadece AKP’ye ait bir planlamadan değil, bir statüko, bir egemen sınıf planından söz etmemiz ama bunun çelişkilerle malul bir plan olduğunu da akıldan çıkarmamamız gerekir. Bu bağlamda Gülenciler’in 15 Temmuz sonrasında çok büyük ölçüde marjinalize olduklarını, AKP ile on yıllık ortaklık sayesinde elde ettikleri mali, iktisadi ve politik avantajlar ile ordu, bürokrasi, emniyet ve akademideki kadrolarının neredeyse tamamını kaybettiklerini de not edebiliriz. Gülenciler kurulan yeni güç denklemi içinde ne muhalefet ne iktidar açısından belirleyici bir kitlesel ve politik öneme sahip. Bütün bu karanlık tablo planlanırken, Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de uygulamaya sokulurken bir yandan da HDK-HDP’nin yükselişini ve durağanlığını yaşadık. 7 Haziran seçimleri Türkiye’nin batısında ve doğusunda uzun zamandır esmeyen bir rüzgâr yarattı. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, 1 Kasım’dan 15 Temmuz, OHAL ve başkanlık sisteminin halk oylamasına götürülmekte olduğu bu zamanlara... Bizim cepheden baktığınızda, biz bu süreci iyi yönetebildik mi? Biz derken, bir bütün olarak, hepimizin ortak siyasi ifade alanı HDP. Evet, SYKP’nin bir pozisyonu var, Yeşiller ve Sol Gelecek’in, ESP’nin, Devrimci Parti’nin, SODAP’ın bir pozisyonu var, Özgürlük Hareketi’nin, Alevilerin bir pozisyonu var ama netice olarak hepimizin ortak ifade alanı HDP; sözcülerimiz HDP’nin eş başkanları ve parlamentodaki sözcüleri. Bu sözcüle-
SYKP’nin bir pozisyonu var, Yeşiller ve Sol Gelecek’in, ESP’nin, Devrimci Parti’nin, SODAP’ın bir pozisyonu var, Özgürlük Hareketi’nin, Alevilerin bir pozisyonu var ama netice olarak hepimizin ortak ifade alanı HDP; sözcülerimiz HDP’nin eş başkanları ve parlamentodaki sözcüleri.
9
re, onların ortaya koyduğu tabloya bakarsak bu derinlikte bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuzu gösterebilecek bir unsur göremiyoruz. Bunu göremeyişimiz, sadece “felaket tellallığı”ndan halka kötümser bir tasavvur sunmaktan uzak durmakla değil, sürecin bu derinlikte bir çatışma olarak kavranmamış olmasıyla ilgili. Evet, AKP’nin baskıcı eğilimlerini, onların heveslerini, emellerini biliyoruz. Sonuç olarak adım adım yürüyen bir yeniden sömürgeleştirme ve tahakküm, merkezileşme ve bir tek parti devleti yürüyüşü varsa karşınızda, buna adım adım karşılık verecek bir hareket planınız olması gerekirdi. Maalesef böyle bir plana bağlı olarak hareket ettiğimizi söyleyemem. Öte yandan Kürdistan Özgürlük Hareketi ya da onun mücadelesinin oluşmasına imkân verdiği bizim muhalefet ortaklığımız açısından da herkesin aynı ritimde hareket ettiğini söylemek, burada yekpare ve bütünleşmiş bir aklın süreci yönettiğini söylemek de çok güç. PKK’nin kendi aklı var, Öcalan’ın bütün bunları aşan ve daha öteye bakan konsepti var. HDP’nin kendisini Kuzey’de ve yasal alandan kuran kendi konsepti var. Tüm bunların içerisinde de bizim, zaman zaman bu gelişmelerin ötesine bakmaya çalışsak da, sesimizi duyuramadığımız ya da kendimizin de süreç içerisinde körleştiğimiz anlar ve durumlar oldu. Şunların çok kritik olduğunu düşünüyorum: Birincisi, 7 Haziran seçimlerine giderken müzakere masasının tekmelenmiş olmasını, kendi özgül bağlamı olan bir olgu değil de bir “yol kazası” olarak görme eğilimi HDP’de çok kuvvetliydi. Masayı yeniden ayağa kaldırma düşüncesi çok egemendi. Hâlâ da tamamen ortadan kalkmış değil. Fakat masa hiç değilse bir dönem için kategorik olarak tekmelendi. Evet, Tayyip Erdoğan “Buzdolabına kaldırdım” dedi, “Yok ettim” demedi ama sonunda müzakereyle ikame edilen “çöktürme harekât planı”na baktığımızda müzakere masasına dönüşün asla “Nerede kalmıştık?” şeklinde olamayacağı görülüyor. Dönülecek yerin, kalınan yer olmayacağı şekilde sürdürülen bir “çöktürme harekât planı” var. Bunun, açık siyasette bu derinlikle kavrandığı görüşünde değilim. PKK’nin HDP’den daha uzağı gördüğünü, ancak bu harekât planının siyaseten ima ettiği sonuçları tam olarak öngörmekten çok, esasen askeri açıdan
Fotoğraf: Saygın SERDAROĞLU
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar
ve Kürdistan genel sahası içinden bakarak bir sonuca vardıklarını söyleyebiliriz. Fakat bu askeri bakış açısının -sadece Türkiye de değil Kürdistan’da da- karmaşık ilişkilerle örülü politik, kültürel, akademik, medyatik dünyada, kent orta sınıfları arasında, eğitimi ve siyasi görgüsü ve beklentileri yükselmiş işçi sınıfı kesimleri arasında, kadınlar ve Aleviler arasındaki davranış eğilimlerinin kavranışı için gerekli sofistikasyona denk düşmeyen bir katılık ve şiddetle belirlenen bir taktiğe götürdüğünü, sürece bu şekilde dahil olduklarını söyleyebiliriz. Bunun ağır faturasını 1 Kasım’da ödedik. 1 Kasım’a giderken çatışma iklimini nispeten öteleyecek hamleleri talep etmek ve gerçekleştirebilmek için dahi
7 Haziran’la 1 Kasım arasındaki dönemde bizim stratejik olarak Tayyip Erdoğan’ın tiranlığında simgelenen bu ittifakı alaşağı edecek bir halk hareketi örgütlemek, hitap alanımızdaki gelişme eğilimlerini yönlendirmek bakımından ortaya çıkan imkânları ve momentumu hiç iyi değerlendirmediğimizi söylemek isterim.
çok büyük çaba gerekti. Fakat bir kere senkronizasyon olmayınca her şey iğreti kalıyor. Sadece 15 gün sonra kaldığınız yere geri dönüyorsunuz. Ben 7 Haziran’la 1 Kasım arasındaki dönemde bizim stratejik olarak Tayyip Erdoğan’ın tiranlığında simgelenen bu ittifakı alaşağı edecek bir halk hareketi örgütlemek, hitap alanımızdaki gelişme eğilimlerini yönlendirmek bakımından ortaya çıkan imkânları ve momentumu hiç iyi değerlendirmediğimizi söylemek isterim. Zaten bu momentum değerlendirilemeyince 1 Kasım öncesinde Cizre’de başlayan ve daha sonra devam eden yıkıcı saldırılara alanda müdahaleye, sivil organizasyona, PKK’nin şiddete özgülenmiş askeri taktiğini aşan bir sosyal-politik müdahale planına ne yazık ki sahip olamadık. Hatırlayın, 7 Haziran sonrasında slogan -“Seni Başkan Yaptırmayacağız”dan müdevver- “Size Savaş Yaptırmayacağız”dı. Ama savaşa geri dönüş hamlesinin muhtemel sonuçlarını bu şekilde önlemek de mümkün olmadı. Şu an HDP ve HDK’nin başına bir çorap olarak geçirilmeye çalışılan DTK Olağanüstü Kongresi’nde “öz yönetim” bahsinde HDP programından hareketle bir perspektif ortaya koymaya çalıştık ama ne yazık ki iş işten geçtikten sonra. Bu da bize yeni bir alan açamadı, Batı’yı bu şekilde hareketlendiremedi. Savaş yeniden başlatıldıktan sonraki ilk üç ay içerisinde bütün asker-polis cenazelerindeki halk tepkisini hatırlayın.
10
Aileler kayıplarından karşıdaki gücü değil hükümeti sorumlu tutarken, 11. aydan sonra artık doğrudan özgürlük hareketini, bizi, muhalefeti, sorumlu tutmaya başladılar. Bu kırılmanın geleceği maalesef öngörülemedi ya da bu kırılmayı ötelemek için “Şiddetle aramızda mesafe var, bak PKK’yi de eleştiriyoruz” dersek herkes, şiddetle aramızda mesafe olduğunu görür ve ona göre de tavır alır diye umuldu. Buysa, şimdi bütün sonuçlarıyla yüzleşmeye başladığımız sorunları çözmek açısından çok yetersizdi. O nedenle 7 Haziran-1 Kasım arasını bir kayıp zaman, bizim de siyasi kaybımızı hazırlayan ve PKK’nin öz-savunmayı aşan uygulamalarının ötesinde daha güçlü bir sivil hareket kurma imkânlarını maalesef elimizden kaçırdığımız bir dönem olarak görüyorum. Bugüne sonuçlar çıkartmakta fayda var sanıyorum. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar mevcut durumun inşasının arkasında duran güçlerle, yeni yaşamı örmek isteyen güçler kozlarını ortaya koydular. Şimdi yeniden sahanın etkin güçlerinden olma imkânıyla yüz yüzeyiz. Bütün baskı; tutuklama, katliam, sindirme politikaları, mevcut yasamayürütme-yargı sınırlarının fiili işgaline rağmen yeni kapışma alanında HDP hâlâ önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Şüphesiz biz biraz yaralanmış, hırpalanmış durumdayız. Bunlar tabii ki AKP Hükümeti’nin, Erdoğan’ın bu dönemde kurduğu şovenist, saldırgan,
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar savaşçı tarzının bizde yarattığı tahribatlar. Doğrudan sormak istiyorum; siyasete daha fazla yer açarak, referandumda “hayır” güçlerini, Gezi bileşenleri kapsamına genişletme imkânları var mı? Aklın yolu bir, bunun böyle olacağı apaçık. Bunun için derin bir tahlile bile ihtiyaç yok. Çünkü şu an Türkiye’de sivil siyaset dışı bir yoldan bir kitle hareketi kurmanın görünür bir imkânı yok. Hayat ilke olarak parlamentodan ya da seçim sandıklarından, genel oydan ibaret değil. İnsanlar başka birçok şekilde -ayaklarıyla, elleriyle, oy kullanmayarak da- oy kullanabilirler. Bunların hepsinin tarihte yeri var. Fakat etrafına bakan bu somut anda bunların hiçbirinin kitlesel ölçekte, kurucu bir momentum kazanabileceği bir durumda olmadığımızı görüyor. O yüzden herkes dikkatlerini bu “başkanlık rejimi”ne “hayır” demeye yoğunlaştırmış durumda. Ancak burada üzerinde yeterince durulmayan iki etmene dikkat çekmek gerekir: Birincisi, başından beri konuştuğumuz gibi Tayyip Erdoğan’ın egemenliğinin ve onun muhtemel Cumhurbaşkanlığı rejiminin kırılganlığının, iç çelişkilerinden doğan zayıflığının ve aslında zaman içerisinde geriye düşme potansiyelinin yeterince idrak edilmediğini düşünüyorum. Bunu açığa çıkarmak gerekir. Faşizme gidiş hamlesi gerçek: Tayyip Erdoğan “faşistlik” yapmadan edemez, onun için başka yol yok. Devlet Bahçeli o yüzden zaman zaman onun nispeten gerisinde kalıyor, gördüğümüz gibi. Ama o başka türlü yapamaz, totaliterleşmeden olamaz. AKP bir faşist parti olarak kurgulanmamıştı. Ancak toplumsal rızanın üretilemeyişinin yol açtığı zorba yöntemlere ve zorba ittifaklara yönelme mecburiyeti, AKP’yi mecburen bir faşist parti ve hareket olarak yeniden kurulmaya zorladı. “Reisçilik” bir tarihsel mecburiyet oldu. Ancak bu mecburiyet tarihsel bir zeminden yoksun, çok fazla rakibi ve ortağı var. Zamanı dar! İkincisi; sermayenin yeniden üretilmesinin koşulları bakımından küresel mal ve finans piyasalarından, ihracat kanallarından ve ihracata dayalı sektörlerden koparak, bunların gerekli kıldığı mekanizmalar, kurumlar ve bağlantıların dışına çıkarak, Türkiye ekonomisini çevirebilmek aslında mümkün değil. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “şeytanın avukatı” olma pahasına Erdoğan’a durmaksızın bunu hatırlatmaya çalışıyor. En son demeçlerinden birinde bankaların
Halkları; daha sonra ne yapılacaksa yapılsın, daha sonra ne olacaksa olsun ama bugün Tayyip Erdoğan’ın durdurulabilir olduğuna inandıracak ve toplumun gözü önünde Erdoğan siyasetinin zayıflık, iki yüzlülük ve açmazlarını sergilemek için her şeyi değerlendirebileceğimiz bir politika zemini kurmaya ihtiyacımız var. Bu açıdan “hayır” diyen herkesle “ortak bir yol”da yürümek de gerekmez; varsın herkes ayrı yürüsün sandığa kadar. Ama “hayır” diyen herkesin oyunu sandığa taşıyabilmesini sağlayacak, bir genel ortaklık stratejisini kurabileceğimiz bir dile, söyleme ve akla ihtiyacımız var. aslında reel sektöre kredi aktarma kapasitelerinin sonuna geldiğini söylüyordu. Ekonominin var olan kurumsallıklar içerisinde döndürülmesinin imkânları çok zayıflamış görünüyor. Sıra “Varlık Fonu”na -yasa geçirilirken TBMM’de açıkça denizin bittiği yer olarak nitelemiştik- geldi dayandı. Kamu varlıklarının “muhtemel kârları”nın satışa sunulmasına dayalı bir komuta finansmanı düzeneğine bağlandı yatırım olanakları. Devlet bir kez daha piyasaya doğrudan el attı. “Yerlilik/millilik” goygoyculuğu eşliğinde ortaya atılan Avrasya savruluşunun bir yerden sonra sürdürülemeyeceği ortaya çıktı ve bu giderek kavranıyor. Ekonomik ve mali çıkmazlar o cenahta frenleyici ve aynı zamanda iç çatışmaları da tetikleyici bir rol oynayacak. Türkiye’nin çok uzun bir parlamento ve genel oy tarihi olduğunu Tayyip Erdoğan hatırlamak istemeyebilir ama bu topraklarda Meşrutiyet’ten bu yana sürüp gelen bir gelenek var; hüküm süren şiddete, muhalefetteki bütün görüş farklılıklarına ve sağ cenahtaki görüş benzerliklerine rağmen “halkın oyu” diye bir şey var. Bu, halkın rejimle pazarlık için
11
elindeki en kıymetli araç. Halk, padişahtan oy hakkını aldığı günden beri bu hakkı kimseye geri vermek istemiyor ve Tayyip Erdoğan karşısında direniyor. Şu an Tayyip Erdoğan’a, onun başkanlığına, onun teklif ettiği mutlakçı rejime gönlü yatan, fikri yatan insan sayısı hâlâ bu toplumun yarısı değil. Ne kadar “Kürt karşıtı” olursa olsun, ne kadar Kürtleri ve devrimcileri “terörist” olarak görürse görsün, ne kadar “anti-komünist” olursa olsun, ne kadar devrim karşıtı, ne kadar milliyetçi, ne kadar Avrupa düşmanı, ne kadar çoğulculuktan nasipsiz olursa olsun milyonlarca insan, sonuçta Türkiye nüfusunun yüzde 60’ı, bu projeye karşı. Bunun ne kadar değerli bir şey olduğunu görmemiz ve buradan bir enerji ortaya çıkarmamız gerekir. Tayyip Erdoğan’ı siyaseten durduracak olan bir şey de budur. Erdoğan için bütün mesele zaten yüzde 40’ı, yüzde 50’ye çıkartmaktır: Siyaseten ve fiziken neredeyse imkânsız bir iş. Ne var ki, bütün anketlerde görülen çok tuhaf bir başka şey var: Halkın yüzde 60’ının bu başkanlık rejimine karşı olmasına rağmen gene bir o kadarı referandumu Tayyip Erdoğan’ın kazanacağını düşünüyor. Bu çok büyük bir paradoks, bir muamma. Bizim bütün meselemiz bu paradoksu kırmak, muammayı çözmek. Halkları; daha sonra ne yapılacaksa yapılsın, daha sonra ne olacaksa olsun ama bugün Tayyip Erdoğan’ın durdurulabilir olduğuna inandıracak ve toplumun gözü önünde Erdoğan siyasetinin zayıflık, iki yüzlülük ve açmazlarını sergilemek için her şeyi değerlendirebileceğimiz bir politika zemini kurmaya ihtiyacımız var. Bu açıdan “hayır” diyen herkesle “ortak bir yol”da yürümek de gerekmez; varsın herkes ayrı yürüsün sandığa kadar. Ama “hayır” diyen herkesin oyunu sandığa taşıyabilmesini sağlayacak, bir genel ortaklık stratejisini kurabileceğimiz bir dile, söyleme ve akla ihtiyacımız var. Lehteki faktörler bunlar. Aleyhteki faktörler ise şunlar: Kürt Halkı sistem tarafından hiçbir şekilde içerilmeyeceğine dair son bir buçuk, iki yıl içerisinde o kadar kanlı ve yıkıcı kanıtla karşı karşıya kaldı, bunu teninde canında o kadar dolaysız hissetti, kendisini öylesine dışlanmış ve hakarete uğramış hissetti ki, bu referanduma sırtını dönmesi ihtimali de vardır. Kendinizi Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de, Sur’da, Şırnak’ta, Gewer’de, Dersim’de yaşayan Kürtlerin ve onların bütün ülkedeki kardeşlerinin yerine koyun ve elinizi vicda-
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar nınıza götürüp düşünün: Eviniz yoksa, yakılıp yıkılmışsa, kaydınızın bulunduğu muhtarlık havaya uçmuş, muhtarınız öldürülmüşse, mahalleleriniz, ilçeleriniz kentleriniz yerle bir olmuş, oğullarınız kızlarınız canlı canlı yakılmış yok edilmişse, bunların yüzlerce binlercesini barındıran bir alanda yaşamaya devam ediyorsanız, işinizi, mesleğinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı kaybetmişseniz Ankara’da başta kim olup, olmayacağı konusu sizi ilgilendirmeyebilir mi? Evet ilgilendirmeyebilir, “Cehenneme kadar…” diyebilirsiniz. Bunun son derece sahici bir duygu olduğunu bilmek fakat yine de bütün güçlüğüne rağmen Kürt Halkının siyasal olgunluğunu ve enerjisini harekete geçirerek Türkiye’de ve Kürdistan’da demokrasinin, özgürlüğün, özerkliğin, kendi kendini yönetmenin bir imkânı olarak bir “hayır” kampanyası yapabilirsek, Tayyip Erdoğan’ı yenmek kesinlikle mümkündür. MHP tabanı ile Kürtler belki de tarihte ilk kez aynı doğrultuda oy kullanma eğilimindeler. MHP’ye oy verenlerin yarısından çoğu “Evet” demeyecek gibi görünüyor. Kürt Halkının da yüzde 100’ü vermezse, Kürt Halkının oyunu almadan Türkiye’de hiç kimse yüzde 50’yi kazanamaz. Ama Kürt Halkını sandıktan uzak tutarsanız buna yaklaşabilirsiniz. Bu kendiliğinden kayıtsızlık halinin yanında AKP’nin Kürdistan’da her yerde yurtsever kitlelerin sandıkları “hayır” oylarıyla doldurmasını önlemek için evden sandığa giden yolu bin bir engelle doldurmak, oy kullanma merkezlerini birer gözaltı merkezine çevirmek, “hayır” propagandasını terörizmle özdeşleştirmek ve kriminalize etmek için yapmayacağı hiçbir şey yok. Bütün bu nedenlerle Kürdistan’da ve Kürt Halkının oy kullanacağı bütün seçim bölgelerinde HDP’nin bir kampanya gücü olarak önemi hiçbir zaman olmadığı kadar büyük olacak.
Herkesin şunu bilmesi gerekir: Bir özgürlük hareketi için de, bir sivil hareket için de bir politik parti için de faşizm bir kere tesis edildikten sonra onu devirmek, demokratik bir cumhuriyetle ikame etmek tarihin en zor işlerinden biridir.
Kürt Halkının tarihi rolünü oynayabilmesi bakımından HDP’nin toplumun tamamına açılması ve Kürt Halkının demokratik dönüştürücü, özgürlükçü enerjisini HDP üzerinden Türkiye siyasetine taşınması gerekiyor. Burada moralin, psikolojik şartların yeterince elverişli olmadığını, zamanın kısa olduğunu ve HDP’nin önünde çok iş olduğunu biliyoruz. Fakat yine de eğer Özgürlük Hareketi’nin bütün bileşenleri, bu arada PKK dönemsel koşulların derli toplu bir değerlendirmesine dayanan bir siyasi role yükselebilirse pekâlâ referandum sürecinin Erdoğan’ın hegemonyası altına girmesi önlenebilir, süreç halklarımızı yeniden çözüm alanına doğru taşıyabilir. Çöktürme harekât planını da bu siyasi iklimde akamete uğratabiliriz. Şimdi El Bab kapılarından dönmekte olan yeniden sömürgeleştirme siyasetinin Kuzey’de de geriye çekilmeye zorlanması mümkündür. Onun için siyasetin, HDP’nin, kitle hareketinin önünü açmak son derece önemlidir. AKP Kürt Halkını sandıklardan uzak tutmak isteyecektir. Türkiye’de Kürt Halkının oyu olmadan hiç kimse, hiçbir partinin yüzde 50’yi geçmesi mümkün değildir. Ancak sandıklardan uzak tutulursa geri kalanlar arasında pekâlâ bir küçük katılım içerisinde yüksek bir oran yakalamak mümkün olabilir. Bu bağlamda şu an AKP’ye ve Erdoğan’ın başkanlık heveslerine en yatkın kesimlerde uç vermeye başladığı gözlenen “boykot” çağrılarının neden son tahlilde Erdoğan’ın önünü açmaktan ibaret olduğunun halka inandırıcı bir biçimde anlatılması çok büyük bir önem taşıyor. Aslında tarih bir kez daha Türkiye’nin ve Kürdistan’ın siyasi kaderinde Özgürlük Hareketi’ni ve HDP’yi belirleyici bir role çağırıyor. PKK’nin bu somut anda bu tarihi sorumluluğu görerek, siyaseten en zor işlerden birisini yapmaya
12
devam etmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Evet, bir silahlı çatışmanın, halka karşı açılmış bir savaşın içinden geçiyoruz ancak, bir silahlı çatışmanın devam ettirilip ettirilmemesi ya da nasıl devam ettirileceği veya ettirilmeyeceği tek yanlı bir mesele değildir. Burada pekâlâ PKK’nin tercihleri ve taktikleri de bir rol oynayabilir, Türkiye’yi özellikle referandum sürecinde Tayyip Erdoğan’ı faşist diktatörlüğe götüren yoldan uzaklaştırabilecek bir yaratıcılık ile hareket edebilir. Çeşitli zamanlarda bunu yapabildiklerini biliyoruz ve bu süreçte de halklarımızın ve onun siyasal ve toplumsal muhalefetinin önünü açan bir tavrı uygulamaya koymalarını ümit ediyoruz. Bütün etmenler bir arada işlediğinde faşizm mukadder değildir, Türkiye’yi faşizmden önce son çıkışa taşımamız hâlâ ve pekâlâ mümkündür. Referandum bittiğinde Erdoğan’ın faşizme yürüyüşü geri püskürtüldü diye bizi asude bir hayat bekliyor olmayacak. Herkesin şunu bilmesi gerekir: Bir özgürlük hareketi için de, bir sivil hareket için de bir politik parti için de faşizm bir kere tesis edildikten sonra onu devirmek, demokratik bir cumhuriyetle ikame etmek tarihin en zor işlerinden biridir. Çünkü mutlak iktidarı elde eden ve bunu yaparken de toplumsal ve demokratik muhalefetin kendine özgü bütünleşik yapılarını tasfiye eden, sınıfları ve toplumu atomize eden bir faşist diktatörlük karşısında toplumsal direnç odakları oluşturmak için sınıf mücadeleleri tarihinin en başına dönmek gerekebilir. Bugün hâlâ Türkiye ve Kürdistan’a yaşatılamayan “yenilgici” ruh halinin faşizm koşullarında kitlesel bir güce dönüşeceği ve faşizmin başlıca besin kaynağının bu atomizasyon ve yenilgiciliğin bu kitlesel ölçekteki egemenliği olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Örneklere bakalım; bir askeri diktatörlükten, ya da Bonapartizmden
kırılmanın eşiğinde olanaklar ve zorluklar söz etmiyoruz, bir faşist diktatörlükten söz ediyoruz. İspanya’ya, Portekiz’e, Almanya’ya, İtalya’ya bakalım; hepsinde gördüğümüz gibi, bütün faşist diktatörlükler, bir kere iktidar olduktan sonra hegemonyayı tesis etme, kurumsallaşma ve kök salma bakımından son derece büyük avantajlara kavuşurlar ve onlardan kurtulmak, uzun bir zamanı alan yeni bir tarihsel döneme geçişi gerektirir. Bütün bu nedenlerle bütün dikkatimizi faşizmden önceki son çıkışa yoğunlaştırmamız gerekir. Bir kere daha altını çizmem gerekirse; HDP’nin arkasındaki büyük tarihsel, toplumsal yığınak, bu noktada hayati önem kazanıyor. Ancak bu yığınağın sınırları bellidir. Tek başına hiçbir şey tayin edemez, başarı öteki faşizm ve diktatörlük karşıtı muhalif partilere ve AKP’nin mutlakiyetle ihtilaf halindeki muhalif tabanına seslenen, onların önünü açan politikaları hep birlikte uygulamayı başarmamızla ilgilidir. Lenin’in sıkça söylediği bir söz aklıma geliyor: “Çok verilenden, çok istenir. O yüzden bizden çok şey isteniyor ve biz de çok şey istiyoruz.” Özellikle altını çizdiğiniz bir noktayı tartışmak istiyorum. Referandum sonrasında bizi kolay bir süreç beklemiyor. Çünkü 7 Haziran’da ortaya çıkan tablo; Türkiye halklarının, ezilenlerinin, emekçilerinin nefes alabileceği bir siyasi atmosferin kapısını aralamıştı bize. Ancak biraz önce konuştuğumuz nedenlerle egemenler bloğu istemedi ve buna göre daha önce planlanmış dizayn hızlandırıldı. Muhtemelen bu başkanlık meselesinde de bizim karşı karşıya olduğumuz tablo da buna benzer bir tablo olacak. “Hayır” afişi asan CHP’linin kurşunlanmasından, Sedat Peker mafya bozuntusunun “Hayır için sokağa çıkan karşısında bizi bulur” laflarına ve AKP’li Numan Kurtulmuş’un “Başkanlık gelirse, terör biter” tehdidine, uygulayacakları politikanın işaretini taşıyan birçok ifade ve edimle yüz yüzeyiz. “Hayır”ın örgütlenme süreci aslında HDP’nin başarmaya başladığı Kürt Halk dinamiği ile Batı’nın emek ve demokrasi güçlerinin kaynaşması açısından, birbiriyle konuşması, buluşması açısından yeni bir imkân taşıyor. Grevi yasaklanan metal işçisi ile yaşam alanları tarumar edilen Kürt’ün bir kez daha aynı merdivenden sahneye çıkmasıyla karşı yüz yüzeyiz. Ama aynı zamanda bizim dışımızda özneleri de var. Örneğin bu “hayır” potansiyelini
de CHP kendisi açısından bir tasavvura tahvil etmek istiyor. Burada HDP önümüzdeki sürecin temel karakterini belirleme açısından ne gibi imkânlarla yüz yüze? Bizim desteğimiz belli. Şu ana kadar ki en yüksek eşiğimiz yüzde 13,4. Buradayız, buradaydık; bunun önümüzdeki süreçte sıçrayarak çoğalması o kadar kolay gözükmüyor. Ancak Tayyip Erdoğan’ın Türkiye halklarının, Türkiye’nin demokratik güçlerinin karşısına koymuş olduğu tehlike o kadar büyük ki, bizim doğru hareket etmemiz, bunun yıkılmasında tarihi bir rol oynamamız halinde daha yüksek bir potansiyele de erişmemiz mümkün. O nedenle ben şartlar ne olursa olsun hiç kimseyle “Benim “hayır”ım, senin ‘hayır’ından daha iyidir” rekabetine girişmeden, AKP zeminlerindeki ihtilafların bile bu süreçte son derece önemli rol oynayabileceğini görerek, maksimalist bir pozisyondan mutlaka uzak durmamız ve içerici bir söylem ve politikayla hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapabilirsek o zaman 7 Haziran öncesinde, daha çok hayali ve umudu harekete geçirmiş olan bir güç olarak, şimdi iki yıldır süren ve son derece çetin bir mücadele içerisinde olgunlaşmış bir politik güce dönüşerek kurucu bir rol oynamamız pekâlâ mümkün.
Erdoğan’ın muhtemel yenilgisi sonrasında halen “hayır”ı açık ya da örtük dile getiren çok geniş bir spektrum içinden doğacak yeni politik odaklar, hızla yeni bir güç dizilişine yol açabilirler. CHP tabii bu süreçte yalpalayacaktır. Bu yalpalamaya sevinmek ya da yalpalamadan bir şey ummak yerine, onların yalpalamamasını sağlamak, ileriye doğru itmek bizim yükümlülüğümüzde. Alevi topluluğundaki tedirginlikler kadar kadın hareketinin muazzam enerjisini de anlamlı bir kulvara taşımak önemlidir. Tayyip Erdoğan bunların hiçbirisini yapmamız için önümüze kırmızı halı sermeyecek. Önümüzdeki iki ay çok güç olacak. Fakat şunu söyleyebilirim; bütün dünya nefesini tutmuş, Türkiye’deki bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağıyla ilgi-
13
lidir. Bununla ilgili bütün dünya pozisyon alıyor ve Tayyip Erdoğan’ın dünyada Katar dışında belki bir tek ideolojik müttefiki yok. Bölgesel siyaset açısından da Erdoğan ve AKP’nin Rusya’yla kurmuş olduğu ortaklığın uluslararası ilişkiler -Suriye denklemine Rusya üzerinden ve Rusya’nın ABD ile pazarlıkları üzerinden dahil olmak- dışında büyük bir anlamı yoktur. Erdoğan bir bütün olarak halen dahil olduğu âlemden tecrit olmuş, ancak başka bir aleme de geçebilecek bir yeni kapasiteden yoksun bir gücün “Reis”i olarak bir açmazın orta yerinde kıvranıyor. İçerdeki ve dışarıdaki bu çelişkilerin farkında olarak, kendimizi iki yönden Nisan sonrasına hazırlamamız gerekiyor. Birincisi, Tayyip Erdoğan yenilgisi halinde iç savaşa yol açabilecek bir saldırganlık içerisine girebilir. Bunu savuşturmamız ve bu meydan okuyuşu anlamlı bir siyasi mücadeleye dönüştürerek karşılayacak bir basiretle hareket etmemiz gerekir. Ancak ondan da önce yenilgiyi saklamak ve referandum sonuçlarının ima ettiği politik geleceği gözden saklamak için savaşı dışarıya taşıma eğilimi gösterebilecektir. Bunların hepsine karşı halklarımızı hazırlamamız son derece önemli. Referandumdan başarısız çıkmış bir Tayyip Erdoğan’ın konumunu korumak için yapabileceği yukarıda konuştuklarımızdan başka bir şey yoktur. Dolayısıyla, onu önce referandumda yenmek, yenilgiyi bir iç savaşa dönüştürmesi olasılığını savuşturmak, arkasından bu yenilginin de katalizör rolü oynayacağı dönüşümlerle ortaya çıkacak yeni toplumsal ve politik koalisyon imkânlarını değerlendirmek, açık siyaset yolunu açık tutabilecek ortaklıklar içerisine girmemiz gerekir. Özgürlük Hareketi’nin de bunların farkında olduğu kanısındayım. O yüzden, referandum sonrası ortaya çıkabilecek kompozisyonların, şimdi öngörebileceğimizden çok daha geniş olabileceğini düşünüp, ona göre hareket etmemiz lazım. Kastım şu; Erdoğan’ın muhtemel yenilgisi sonrasında halen “hayır”ı açık ya da örtük dile getiren çok geniş bir spektrum içinden doğacak yeni politik odaklar, hızla yeni bir güç dizilişine yol açabilirler. Erdoğan sonrasını inşa sürecinde muhtemel ittifak zeminleri bugüne değin bildiklerimizden çok daha karmaşık olabilir. Bunu bir ölçüde 7 Haziran’da görmüştük, şimdi daha da kompleks ittifak ve mücadele dinamikleriyle ilişkilenmek zorunda kalacağımızı aklımızdan çıkartmayalım.
Hazırlayan: Yılmaz YÜCEL
Fotoğraf: Deniz TUNÇEL
sosyalistlere sorduk
Rejim değişikliğini, hayır cephesini, anayasa ve başkanlık tartışmalarını, siyasal islam ve akp ilişkisini
Selma Gürkan Emek Partisi Genel Başkanı
işin sırrı: sermayenin başkanı
T
ürkiye’de bugün rejim değişiyor; daha doğrusu parlamento düzeninden, yetki düzenine kadar yeniden inşa ediliyor. İsminin başkanlık ya da Cumhurbaşkanlığı olmasının bir önemi yok. Parlamento işlevsiz kılınıyor. Parlamentonun kullandığı yetkiler başkana devroluyor. 12 Eylül’le başlatılan süreç 15 Temmuz darbe anayasasıyla sürdürülecek desek abartmış olmayız. Sistemin ihtiyaçlarına göre, 24 Ocak Kararları üzerine kurulu 12 Eylül darbesiyle; ekonomiden, kamu yönetimine kadar geniş bir alan yeniden düzenlenmişti. O dönemi özelleştirmelerle birlikte ele almak gerekiyor. Şimdi, 12 Eylül ile siyasal iktidarın baskı uygulamaları olan kamunun yeniden yapılanması, özelleştirmeler gibi uygulamaların yanında; siyasal sistemi, yargı sistemini, askerisivil bürokrasiyi yeniden organize edecek bir değişikliğe ihtiyaçları vardı. Bu darbe anayasası da bu değişikliği sağlamayı amaçlıyor. Bu noktaya gelen süreç içinde AKP’nin gelişimine bakarsak; AKP hükümet olduğu 2001 yılında demokrasi söylemleri ile iktidarı almayı hedefledi. Koalisyonları da onun üzerine yapmıştı. Hepimiz biliyoruz, Tayyip Erdoğan cezaevinden çıktı ve ABD’ye gitti. “Ben milli görüş gömleğimi çıkardım” dedi. Çeşitli lobilerle görüşme yaptı ve oradan bir onay alarak yeniden siyaset sahnesine çıktı. Dolayısıyla AKP demokrasi söylemiyle bir taraftan Fettullah Gülen başta olmak üzere, İslami cemaatlerle koalisyon yaparken, diğer taraftan da burjuva liberal, daha özgürlükçü aydınlar, yazarlar çevresinden de bir destek almış oldu. 2010 referandumu “Yetmez ama evet” kampanyası bu yeni koalisyonun bir parçasıydı. Referandumdan sonra o kesimin görevi bitmişti. 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan şunu çok açık ifade etmişti; ““Bugüne kadar yürüdüklerimizin bir kısmı ile yolları ayıracağız...” Referandumda görevlerini yaptılar, tamamladılar. Sonrasında koalisyona başka güçlerle devam etti AKP Hü-
14
kümeti. Bir taraftan Gülen Hareketi ve diğer cemaatlerle ittifak sürerken onlarla ittifakının bir parçası olarak sistemin kimi yanlarının yontulması gerekiyordu. Ergenekon, Balyoz Davası soruşturmaları bunun bir parçası olarak değerlendirildi. Gülen ile ittifakını bozduğunda, Ergenokoncularla yeniden ittifakını tazeledi. Şimdi tek adam, tek parti diktatörlüğüne doğru giden yolda hızla ilerliyor diyebiliriz. Bu yeni koalisyonla da gidebilecekleri yere kadar gidecekler. Bu dönemki anayasa değişikliğine dair, MHP ile kurdukları ittifak konjonktürel değil. Sadece anayasa üzerinden tariflememek lazım. Hükümetin Suriye politikası, savaş politikası, içeride Kürt Halkına yönelik yürüttüğü savaş politikasının bir parçası. AKP; hem siyasal hak ve özgürlüklerde, hem savaş politikalarındaki en gerici uygulamalarıyla, siyasetin en gerici kanatlarıyla ittifak yapmış durumda. Burada belirleyici olan şudur; Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin bir işçi-emekçi desteği, bir halk desteği vardır. Ama biz biliyoruz ki işin sırrı, hâlâ sermaye sınıfının bir siyasal tercih ve bir siyasal aktör olarak AKP’yi ve Erdoğan’ı tercih etmesidir. Sermaye gruplarının anayasanın esasına dair de bir itirazları yoktur. Örneğin TÜSİAD’ın bu anayasaya “hayır” diyoruz, diye bir mesaj verdiğini görmüyoruz; kiralık işçilik yasasına, grev yasaklarına, ya da toplu sözleşmeye müdahaleye “evet” diyor. Aynı şekilde çalışma hayatını bir kölelik koşullarına çekecek düzenlemelere de bir itirazı söz konusu değil. Bu bildiğimiz klasik, laik seküler diye adlandırılan geleneksel sermaye grupları için de daha yeni yetme diye tabir edilebileceğimiz dini muhafazakar İslamisermaye kesimleri için de geçerli... Böylece sermaye, anayasa tartışmaları kapsamında da sermaye sınıfının ihtiyaçlarını görebilecek bir siyasal düzenlemeyi getirecek diye ifade edebiliriz. Ara ara çıkan çatışmalar, çelişkiler bir ideolojik duruştan, ikinci olarak
sosyalistlere sorduk da burjuvazinin kendi arasındaki rekabetinden kaynaklanıyor. Sermayenin çeşitli kesimleri her ne kadar dönem dönem çeşitli çatışmalar ve çelişkiler yaşamış olsalar da, örneğin Gezi Direnişinde olduğu gibi, iktidarı zayıflatacak bir gelişmeyle karşı karşıya kalındığında, hemen AKP’nin etrafında blok olmayı becerebiliyorlar. Çünkü sermayenin içindeki çeşitli kliklerin kanatların bir çelişkisi çatışması varsa bile bu uzlaşmaz çelişkiye dayanmıyor. Çıkarları kapsamında bu ortaklığı çok hızla sağlayabiliyorlar. Kaldı ki şu örneği rahatlıkla verebiliriz. En çatışmalı oldukları dönemlerde bile Koç Holding’e bağlı fabrikaların açılışı Erdoğan’la yapılabilmiştir. Her ne kadar mecliste AKP ve MHP bir koalisyonu sağlamış olsa bile AKP ve MHP seçmenini ifade eden halk kesiminde hem ekonomi politikalarından, işten atmalardan, hem de siyasal baskılardan ve bu gidişattan duyulan bir rahatsızlık, bir sorgulama söz konusu. Bir taraftan toplumsal muhalefet açısından hükümetin baskıları zorlu bir süreç yaratırken, kendi işlerinin de kolay olduğunu söyleyemeyiz. Onlarda da “evet”in çok büyük oranda geçeceğine dair bir inanç yok. Kendilerine bu konuda güvenleri de yok. Bu nedenle bu kadar baskıcı bir tutum izliyorlar. Bu nedenle televizyonlar bu kadar susturuldu, basın bu kadar susturuldu, grevler, gösteriler yasaklanıyor, düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanmaya çalışılıyor. İşte HDP’nin eşbaşkanları dahil 11 milletvekili tutuklu. Esas
“Hayır” çalışması, nasıl bir Türkiye istiyoruz formülasyonuyla yapıldığında daha çok güçleri birleştirecek bir çalışma olacaktır. bu çalışmayı yürütebilecek, sahanın neferleri diyebileceğimiz çoğunluğu Kürt olan 5000’e yakın siyasetçi tutuklu. Bu da yetmiyor. Sahadaki çalışmanın da önüne türlü türlü engeller çıkarıyor hükümet. Mitinglerin, toplu gösterilerin yasaklanması gibi. Fakat bu zorluklara rağmen referandumda “hayır”ın çıkması açısından uygun bir iklim olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta işçiler, emekçiler, hem yükselen işsizlik oranının hem doların bu kadar yükseliyor olmasının ve onun yarattığı ekonomik dalgalanmalardan rahatsızlar. İşçiler ve emekçiler şunu biliyorlar ki en ufak bir ekonomik dalgalanmada, en ufak bir kriz dalgalanmasında karşılaşacakları ilk uygulama işsizlik, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin daha da arttırılması olacaktır. Bunu sınıfsal refleksleriyle işçiler emekçiler biliyorlar ve tüm bunlardan geleceklerine dair endişe duyuyorlar. Dolayısıyla AKP bunu nereye kadar götürecek kaygısını yaşıyorlar. Bizim gibi muhalif siyasi partiler bir hükümet baskısıyla karşı karşıya kalsa da, bir yol yöntem bulup halka ulaşmalıyız. Toplumda bir Erdoğancılık kültünün olduğunu biliyoruz. Bu meselenin Erdoğancılık ve Erdoğancılık karşıtlığı
olmadığını anlatmalıyız. Sadece anlatma değil durumu değiştirme sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Görünen o ki CHP bir taraftan, HDP bir taraftan bu çalışmaları yürütecek. Emek Partisi olarak biz bu çalışmaları yürütüyoruz. Her siyasi parti, emek örgütü, meslek örgütü herkes kendi özgünlüğünde yürütecek. Yeri gelecek ortak çalışmalarda beraber olacağız. Başarılı bir kampanya dönemi geçireceğimizi düşünüyorum ben. “Hayır” çalışması, nasıl bir Türkiye istiyoruz formülasyonuyla yapıldığında daha çok güçleri birleştirecek bir çalışma olacaktır. Yeni anayasaya “hayır diyoruz” da nasıl bir Türkiye istiyoruz? Geleceğe dair tahayyül edilen demokrasi programı ya da demokrasi talepleri etrafında bir araya gelişlerin olacağını düşünüyoruz. Meclistekiler oluşturdukları evet bloğuyla sahada da bir “evet” çalışması yürüteceklerdir. Ama “hayır” bloğunun çalışması meclisle sınırlı olmayacaktır kuşkusuz. Meclisin dışında da eminim ki üniversiteler, sendikalar, meslek örgütleri; aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, bir yanıyla bu çalışmanın parçası olacaklardır. Herkes kendi yapısıyla, kendi özgünlüğüyle bu yeni yapılan anayasal düzenlemenin ne manaya geldiğini anlatıp burada hayır oyunu isteyecek “hayır” desteğini isteyecek bir çalışmayı yürütecek ve buradan bir hayır iradesini ortaya çıkaracaktır. Bu hayır iradesi aynı zamanda Türkiye’nin geleceğine dair de bir iradenin ortaya çıkacağı anlamına gelecektir. Biz bu konuda umutluyuz.
Çiçek Otlu ESP Genel Başkanı
gezi gibi renkli bir bahçe
Fotoğraf: Deniz TUNÇEL
T
ürkiye siyasi tarihine baktığımızda 1808’ de yapılan yasa değişikliğinde de bir rejim değişikliği tartışması vardı. Şimdi de Tayyip Erdoğan ya da AKP kliği 14 yıllık siyasi tarihinde Cumhuriyet diye adlandırılan tarihi yönetim şeklini değiştirmek istiyor. Bu değişiklik tamamen bir İslami rejim değişikliği olacaktır. Çünkü bu başkanlık sistemiyle birlikte yargıdan, yasama ve yürütmeye kadar tüm organların değişimi söz konusu. Aslında 15 Temmuz darbesiyle de fiili olarak başkanlık sistemini hayata geçirilmiş durumda. Tek başına yasa çıkartıyor, tek başına ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Tüm renklerin, tüm düşüncelerin yok edildiği bir sistemin orta-
15
sındayız. Özgür basının kapatılması, barış isteyen akademisyenlerin, eğitim emekçilerinin, sağlık emekçilerinin işten atılmaları, grevlerin yasaklanmış olması, kadınların sokaklarda çıkıp sözlerini söylemek istediklerinde susturulması, demokratik siyaset alanının daraltılması; bunların hepsi bir rejim değişikliğinin göstergeleri. Bunu da en net şekilde HDP eş genel başkanlarının ve vekillerinin gözaltına alınması, tutuklanması ya da Kürdistan’daki belediyelerin eş başkanlarının ve meclis üyelerinin gözaltına alınıp tutuklanmasında gördük. Her yerde tek bir zihniyeti, tek bir yönetimi dayatıyor. Bu da rejim değişikliği anlamına geliyor. AKP ya da Tayyip Erdoğan kliğinin bu ittifak siyaseti her an değişebiliyor. bundan bir-bir buçuk yıl önce Ergenekoncularla kurduğu bir ittifak
sosyalistlere sorduk vardı, daha önceki süreçte Ergenekoncularla birbirine girmiş ve onlarla savaşırken Gülen Hareketi’yle birlikte hareket ediyordu, Ergenekoncuları safdışı bırakmıştı. Bir buçuk yıl önce bu sefer Ergenekoncularla ittifak kurarak Gülen Hareketi’ni devre dışı bırakmaya çalıştı. İktidarın sürekli değişen ittifak politikaları uluslararası siyasete de sirayet etti. Bu süreç içinde bir gün ABD yanlısı bir gün Rus yanlısı olabildiği gibi bir gün de Suriye veya İran yanlısı olabiliyor. Şu anda eğer Vatan Partisi’nin söylemine bakarsak evet cephesinde duruyor, ancak asıl ittifakını MHP ile yapmış durumda, eğer bir rejim değişikliği söz konusu olursa MHP’ye belli ödünler vereceğe benziyor. MHP ile mi geldi bu sürece, hayır. Dokunulmazlığın kaldırılması meclis gündemine geldiğinde; CHP de dokunulmazlığın kaldırılmasına evet diyerek AKP’nin istediği rejim değişikliğine onay vermiş gibi oldu. Arkasından CHP ile ittifakını bozdu ve MHP ile ittifak kurmaya başladı yarın da MHP’yi siler başka biriyle ittifak kurabilir pekala. Osmanlı tarihinden bugüne baktığımızda 1920’li yıllardan sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulsa da, Osmanlı’nın kendi kültürel İslamcı yanı ortadan kalkmış değil ama özellikle 80’li yıllardan sonra Ortadoğu’da yükselen İslami hareket Türkiye’de de kendini göstermiş. Ülkemizde de o yeşil kuşak denilen çerçeve genişlemeye başlamış ve bir dönem cemaatlerle güçlenen ama sonrasında iktidar organlarını ele geçirmeye çalışan bir strateji izlemişlerdir. Buna “Yeni Osmanlıcılık” diyebiliriz. Osmanlı sömürgeleştirme ve yok etme üzerine, yağmacılık üzerine kurulmuş, şimdi AKP’de kendince yeni Osmanlıcılık tanımlamasıyla sömürüyü ve yağmayı meşrulaştırıyor. Sadece siyasal anlamda değil toplumsal anlamda da bir Osmanlıcılık ya da İslami sentezin yerleştiğini görüyoruz. Bir yayılma ve sömürge siyaseti izlemeye çalışsa da Ortadoğu’da özellikle Arap isyanlarıyla ayaklanmalarıyla gördüğümüz bir şey var; Ortadoğu’da diktatörlük sistemi yok oldu. Kaddafi de gördük, Saddam’da gördük. Ortadoğu, eskisi gibi tek adamlığın geçerli olduğu bir
2023’ü hedeflemiş bir AKP var karşımızda. O zaman sol, emek ve demokrasi güçlerinin de bu hedef doğrultusunda daha güçlü zeminler kurması gerekiyor.
coğrafya değil artık. Ama AKP’nin bütün isteği bir Suriye’yi, bir İran’ı ele geçirip Ortadoğu’nun tek sözcüsü olmak, hakimiyeti tek başına yürütmek. Jeo-stratejik konumdan dolayı da iç dengeler, uluslararası dengeler buna müsaade etmiyor. Dış siyasette de bir yenilgi aldığını görüyoruz. Rojava devrimi olmasaydı, AKP Ortadoğu’daki sömürgeci ve yayılmacı siyasetini devam ettirir ve amacına ulaşabilirdi. Bugün ise AKP bir yönetememe krizi yaşıyor. Devleti de siyaseti de yönetemiyor, toplumu da yönetemez duruma geldi. Yapılan bir sürü anket var. Anket araştırmalarında özellikle birinci sorunun ekonomik kriz olduğu gözüküyor. Euro’nun 4 TL olduğu bir yerde, toplum yoksulluk ve işsizlik içinde evine bir tane ekmek götürmek için zorlanıyor. O yüzden de anayasa tartışmaları toplumun gündeminde değil. Toplumun gündeminde, daha çok anayasa tartışmalarının ve başkanlık sisteminin yarattığı ekonomik sorunlar ve katliamlar var. Suruç’tan, Diyarbakır’dan başlayan ve devam eden katliamlar. İnsanlar yaşamlarının güvence altında olmadığını düşünüyor. Bir IŞİD zihniyetinin olduğunu görüyor. 15 Temmuz darbesi sonrası ise toplum “böl ve ez” mantığıyla yönetiliyor.
Birleşik bir “hayır” demeye ihtiyacımız var
Meclis de siyasi partilerin arasında geçen bir çatışma alanı haline dönüşmüş durumda. AKP ile MHP bloğu var. Yanyana gelmese de CHP ile HDP’nin belki de hayır cephesinde buluştukları bir birleşik nokta var. Ama toplumsal alana indiğimizde referandum başladığında, nisan ayında biz göreceğiz ki partiler üstü bir çalışma olacak çünkü partiler adına girdiğiniz bir şey olmayacak bu çalışma. Belki de Türkiye siyasi hareketi tarihinde ilk defa ikiye ayrılacağız... Evet ve hayırcılar olarak... ESP olarak yaptığımız tartışmada da gördüğümüz bir şey var; Bizim, “birleşik bir hayır” demeye ihtiyacımız var. Evet HDP açıkladı herkesin “hayır”ı kendinedir diye; belki de Gezi tarzında… Gezi’de her rengin, her düşüncenin, her milletin, halkların birleştiği çok büyük bir renkli bahçe ortaya çıktı. Çok büyük bir direniş yaşandı. Belki de Gezi tarzı büyük forumlarla örgütlenebilecek daha güçlü bir “hayır” cephesinin örülmesine ihtiyaç var. Bugün herkes No filmini tartışıyor. Şili’den neden esinlenmeyelim. Biz Gezi’de büyük bir umut verdik, belki de bu topraklardaki en güçlü ayaklanmaydı. Bütün Türkiye’yi o parkın içinde buluşturduk. İşte o hayır potasının içinde buluşturmaya ihti-
16
yacımız var. Tıpkı Gezi’deki gibi. Kimse Erdoğan’ın gideceğine inanmıyor. Bizim Erdoğan diktatörlüğünün yıkılabileceğini göstermeye ihtiyacımız var. Hrant Dinkin 10. yıl anmasında Rakel Dink’in konuşma metninde de vardı; “Tek hedefimiz var: Bu toplumun yaşamasını istiyoruz” diyordu. Bizim en güçlü birleştiğimiz yer Gezi ayaklanması oldu.
AKP’ye nasıl “hayır” diyeceğimizi ve kazanacağımızı gösteren iyi bir örnek oldu. Bizce, eşbaşkanlarımızın da dediği gibi, “mutlaka kazanacağımız bir döneme” giriyoruz. Fakat birleşmek ve sonrasında onu yürütmek, sıçratmak ya da sürekliliğini sağlamak konusunda bir sıkıntımız var. 2023’ü hedeflemiş bir AKP var karşımızda. O zaman sol, emek ve demokrasi güçlerinin de bu hedef doğrultusunda daha güçlü zeminler kurması gerekiyor. Tek başına ESP’nin SYKP’nin, Devrimci Parti’nin yapacağı şeyler vardır. Ama bunların birleşmediği koşullarda faşizm koşullarında küçük damlalar olabiliriz. Biz büyük okyanuslara yürümek istiyorsak birleşmeye ihtiyacımız var ve toplum da bunu bekliyor bizden. Sokakta emekçi semtlerinde ya da merkezlerde yürüttüğümüz çalışma da birçok noktada hayır olarak buluşacağız. “Hayır” cephesi daha geniş olacak belki de üç grup bir yerde, beş grup bir yerde hayır cephesi kuracak; ama bunları birleştirecek bir koordinasyona ihtiyacımız var. Yani bu gücün enerjinin topluma yayılması örgütlenmesi için bunların merkezde birleşmesine ihtiyacımız var, yerellerde daha güçlü zeminler kurmaya ihtiyacımız var. Bu “Hayır Diyoruz” platformları ya da “Birlikte Hayır” platformları olabilir… Bu dönem en güçlü birleşik mücadele hareketini kadın özgürlük mücadelesi yarattı; tecavüz yasasına karşı, kadınlar her yerde sadece bu yasanın çıkmaması için mücadele etmişlerdi. O yüzden de Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği gibi zeminler aslında kadın özgürlük mücadelesinin gittikçe yükselen deneyimine bir bakmalı. O deneyin yarattığı bir moral ve motivasyon var. AKP’ye nasıl “hayır” diyeceğimizi ve kazanacağımızı gösteren iyi bir örnek oldu. Bizce, eşbaşkanlarımızın da dediği gibi, “mutlaka kazanacağımız bir döneme” giriyoruz.
sosyalistlere sorduk Nuri Günay Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı
türkiye “hayır” ile beraber güçlü bir nefes alacaktır
A
KP için sistemin bu haliyle iktidarda kalmak giderek riskli bir hale geldi. İktidarlarının devamı ise bir zorunluluk…15 yıllık iktidar döneminin faturasını çok ağır sonuçları ve ağır bedelleri var. Saray bu bedelleri ödemek istemiyor. İktidarını “sopa zoru” ile sürdürüyor. Sopayı kendi içine dönük olarak da kullanıyor. AKP’de neredeyse baştaki kurucuların hiçbiri kalmadı. 15 Temmuz’la egemenler arası çatışma, doruk noktasına ulaştığında yegane kurtuluş yolu olarak “Tek Adam” rejimi ihtiyacı açığa çıktı. Gerçekte bu seçenek Türkiye’nin bugününe ve geleceğine dair krizleri daha fazla büyütecek bir model; bu model köklü bir değişim içeriyor. Emperyalist/Kapitalist sistem, aşağıdan-yukarıdan tartışmalar yürüterek bir değişim süreci açığa çıkarmak yerine, fiili olarak sürdürülen yönetimin anayasal güvenceye kavuşturularak çözüm aranması yolunu seçti. Ancak anayasal güvencede onları kurtaramaz. “Çok sıradan vatandaşın” sorusu şu; Şimdi ne yapamıyorsunuz da, başkanlıkla yapacaksınız? İktidar açısından bu sorunun cevabı yok. Rejimin, sistemin değişmesi, yetkinin Tek Adam’da toplanması sorunları çözemez. Ortadoğu meselesindeki, Kürt meselesindeki çözümün yolu başkanlık değil, bu politikadan vazgeçilmesidir. Herkesin aklına sıradakinin ne olduğu sorusu geliyor, artık halifelik tartışmaları yapılıyor. AKP iktidara geldiği andan itibaren sıradan bir parti değildi. Aynı parti, 2002 sonrasında, emperyalist strateji doğrultusunda Ortadoğu’da aktif bir taşeron olarak
çalıştı. Bu coğrafyada neo-liberal dönüşümü sağlamak için iktidar yapılmış bir partidir, AKP. ABD emperyalizminin, Avrupa ile mutabakatı ve Türkiye egemenlerinin ikna olmasıyla iktidarını sürdürdü. Biz bu denklemi görerek, Anti-AKP cephesinden yürümeye çalıştık. AKP, stratejisini ideolojik olarak nüfuz ettiği her zeminde derinleştirdi. Herkes bu stratejiden haberdardı. Bu stratejinin bir parçası olarak cemaatlerin önü açıldı. AKP, Türk-İslam ya da İslam-Türk ikiliğini bünyesinde barındırarak işine geldiği gibi kullandı. Kürt sorununda, “barışçıl” bir süreç işletmeye çalıştığında, “Biz ümmetiz” derken, Kürtlerle savaşmaya başladıktan sonra “Biz Türküz, tek bayrak, tek dil” diyordu.
Bu ortak dili 15 Temmuz darbe girişimi sonrası kurabilseydik ve HDP’nin yanıbaşında bir sol sosyalist odak oluşturabilseydik referandum sürecine daha güçlü girebilirdik. Bu değişim sürecine karşı muhalefet ise giderek yükseliyor. “hayırcılar” bizim tahminimizden de fazla ortaya çıktılar. AKP ve MHP dışında kalan küçük sağ partiler “hayır” diyorlar. Gerekçeleri farklılıklar içeriyor. Ancak “Başkanlık rejimi bu ülkenin hangi sorununu çözecek?” ortak bir
17
soru. Sol sosyalist kesimler açısından da nüanslar olmakla beraber ortak bir dil oluşuyor. Bu ortak dili 15 Temmuz darbe girişimi sonrası kurabilseydik ve HDP’nin yanıbaşında bir sol sosyalist odak oluşturabilseydik referandum sürecine daha güçlü girebilirdik. Bugün HDP bir kuvvettir. Yine CHP “hayır” bağlamında bizimle ortaklaşan ama ortaklaşamadığımız gerekçelerle Hayır’ı örgütleyen başka bir kuvvet. Bu dezavantajları bulunan süreçten ortak zeminleri güçlendirerek çıkabilmemiz mümkün; “Demokrasi İçin Birlik’’ bu açıdan değerlendirilebilir bir zemin. HDP bir birlik olmasına rağmen bütün yükü omuzlayabilme, kapsayabilme ihtimali yok. İttifaklar, cepheleşmeler şart. Kürt sorununun ağırlığı, ne Kürt Hareketi ne HDP’nin kabahati. Bu yönde HDP’ye ve Kürt Hareketi’ne çok ciddi basınçlar oluyor. HDP ile birbirine omuz veren daha güçlü bir sol odak yaratabilseydik bu bambaşka bir duruma sebep olabilirdi. Bugün koşulların “Evet”çilerin koşullarıyla eşit olabilme ihtimalinde, çok kuvvetli bir biçimde “Hayır”ın sandıktan çıkacağına emin olabilirdik. Varolan eşitsizliğe rağmen referandumdan “Hayır” çıkacağını düşünüyoruz. Bunun için doğru bir stratejiye ihtiyacımız var. Saray, bu ihtimali gördüğü için baskıyı arttırmış durumda. 7 Haziran seçimleri yapılırken de ülkede demokrasi yoktu. Ancak o dönem Türkiye halkına sözümüzü anlatma ihtimali açığa çıktı. O dönem başarılı bir örnek ortaya çıkarabildik. Şimdi iktidardakilerin “Evet” için üç makul gerekçeleri yokken, “Hayır” diyenlerin yüzlerce makul gerekçesi var. Bu sebeple hayır çıkmama ihtimali yok. Sesimiz çıkarabileceğimiz kanallar kısılsa da her zaman yeni bir yol bulunuyor. Kahvehanesinden otobüs durağına, kampüsten mahallesine kadar; hayat nerede devam ediyorsa orada “hayır’’ı çoğaltacağımız araçları yaratacağız. “Hayır” kazandığında, 7 Haziran’da iktidarlarından vazgeçmeyenler, yine vazgeçmeyecekler. Elbette bu bir final olmayacak, bu bir geçiş aşaması olacak. Halkların elinde bir yaptırım gücü olacak. Türkiye halkları, akıldan uzak işletilen iktidara, hiçbir sorun çözülemiyorken “Nereden çıktı şimdi bu başkanlık?” diyeceklerdir. Bu; güçlü bir “Hayır”la mümkündür. Türkiye, “Hayır” ile bu sonuçla beraber güçlü bir nefes alacaktır.
sosyalistlere sorduk
Alper Taş ÖDP Başkanlık Kurulu Üyesi
referandumda kazanabiliriz
A
nayasa değişiklik paketinin esas amacı fiili olarak uzun zamandır inşa ettikleri siyasal İslamcı rejimi anayasa değişikliği ile daha da ilerletmek, kurumsallaştırmak. Kendi ideolojilerinin güvenceye alıp, yukarıdan aşağıya kendi siyasal ideolojilerine uygun bir Türkiye yaratmak, işte buna “Yeni Türkiye” diyorlar. Bir düzen değişikliğini konuşmuyoruz. AKP’nin düzenle bir problemi yok tam tersine neoliberal, kapitalist, piyasacı zihniyeti radikal bir biçimde uygulayan bir parti, kökten piyasacı bir partidir, AKP. O yüzden düzenle, mevcut sömürü ilişkileri ile derdi olmayan bir parti. Tam tersine onun nimetlerini fazlasıyla sömüren ve o sömürüyü daha da derinleştiren bir parti. Tartışılan mesele sistem mi rejim mi değişikliği, ikisi de değişiyor. AKP siyasal İslamcı rejimi, başkanlık sistemi ile ilerletmek ve kalıcılaştırmak istiyor. Yani bu siyasal İslamcı rejim fiili olarak zaten hayata geçiriliyor. Aslında buna paralel başkanlık sistemi de fiili manada hayata geçiriliyor. Bu fiili süreçler yasal hale getirilmek isteniyor. Bu fili süreç istenildiği gibi rahat gitmiyor ve anayasal suçları da oldukça birikti. Doğal olarak bunların anayasal statüye kavuşturulması, anayasal güvenceye kavuşturulması onlar açısından oldukça önemli. Özellikle fiili başkanlık rejimi Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra fazlasıyla derinleşti ve zaten 7 Haziran seçimlerinden sonraki süreçte bunun daha ileri adımlarını gördük. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasından sonra KHK’larla fiili başkanlık rejimi adeta OHAL ile daha da derinleşen bir operasyon haline dönüştü. İşin özeti bu.
AKP’nin bütün bunları yaparken dayandığı iç ve dış dinamiklerin zayıfladığını ve tükendiğini söylememiz mümkün. AKP’yi büyüten konjonktür bütünüyle değişmiş vaziyette. AKP şu an rüzgara karşı yürüyor. İslam ile demokrasiyi uzlaştıran bir AKP modeli vardı; ancak Gülen Cemaati’yle birlikte kurulmaya çalışılan “muhafazakârlık demokratlık” hikâyesi bitti.
İkisi de darbecidir
Cemaatle kurdukları ittifak, bütün toplumu, hatta solun maalesef belirli bir kısmını da etkileyebildi. Bunda başarılı da oldular. Konsolide ettiler. AKP Cemaat ortaklığı bu hikâye ile toplumda azımsanamayacak bir etki yarattı. Fakat özellikle bu son süreçte 15 Temmuz öncesinde ve sonrasında bu hikâyenin boş bir hikâye olduğu ortaya çıktı. Yani darbelere karşı herkesi teyakkuza çağıran AKP cemaatin biri 15 Temmuz’da AKP’ye askeri darbe yapmaya kalktı, diğeri de 15 Temmuz öncesinde sivil darbe yapıyordu zaten. İkisi de darbeci yani. Doğal olarak demokrasi satacak bir hikâyeleri kalmadı. Ve gittikçe erimeye yüz tutular. Tam bu sırada Suriye’deki gelişmeleri bir fırsat olarak gördüler. Fakat Suriye’de ortaya çıkan direniş evdeki hesabı bozdu. Doğal olarak bu rol model ortaklığı ABD emperyalizminin Türkiye’yi teşvik ettiği bir süreçti. Ama sonra ABD İran’la uzlaştıktan sonra Türkiye’nin politikaları boşa düştü. Türkiye yenildi ama kabullenmek istemedi. Hâlâ da istemiyor. Şimdi bu noktalarda kaynakları tükendi. İşin bir de Neoliberalizm ayağı var. Özellikle son dönemlerde
18
2008’de ortaya çıkan krizden bu yana derinleşen ekonomik meseleler ürkütüyor onları. Özelleştirilecek bir şey de kalmadı, bütün kaynakları kuruttular. Bütün buralardan baktığımızda, aslında siyasal İslamcı rejimi geliştirebilme, büyütebilme, kalıcılaştırma zeminlerinin önemli oranda zayıfladığını söylemek mümkün. Biz ÖDP sürecinde uzun tartışmalar yaptık rejim krizi aşıldı mı aşılmadı mı? ÖDP’nin o dönemdeki şu çizgisi doğru bir çizgiydi. Neydi bu? Özgürlükçü laiklik. Ama şimdi bu kavramı kullanmak doğru değil, çünkü her kavramın döneme göre özgünlüğü var o dönem özgürlükçü laiklik derken siyasal İslamcı rejime karşı pozisyon almak için telaffuz edilen bir kavramdı. Gezi isyanı aslında siyasal İslamcı rejime karşı mücadelenin önemli bir momentiydi. Özellikle laiklik olgusunun yaşam tarzlarına müdahale olgusunun ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkardı. Gezi bize, laikliğin halkın kendi mücadelesinin eseri olacağını gösterdi. Laikliğin, aynı zamanda aşağıdan yukarıya, yeni bir emekçi aydınlanmasına dayanabileceğini Gezi pratiği ortaya koydu. O zamanlar bir ihtimal olarak, HDP’yi CHP’yi yakınlaştıracak bir düzlem vardı. Ama artık yok. Bugün bu eksende çağrılar yapmak beyhude olur. Ama bir karanlığın içerisine doğru gidiyoruz, burası doğru. Çok yoğun bir saldırı dalgası var. Ne yapacağız sorusu burada önem kazanıyor. Bunun en önemli kırılma noktası bu referandum. Şimdi HDP, CHP, Haziran gelsin yan yana blok kursunlar, cephe kursunlar, artık bu mümkün değil. Öyle bile olsa bu yanyana geliş, “hayır” zeminini güçlendirmez. Aksine daraltır.
Bizim “hayır”ımızın bizim fikrimize uygun bir içerikle yürütülmesi gerekiyor. Biz referandumda kazanabiliriz. Buna yürekten inanmak lazım. AKP’nin bütün inandırıcılığı ortadan kalkmış, hegemonyası zayıflamış, zor ve baskı aygıtlarıyla yönetiyor. Bu zaten zayıflığın bir göstergesi. Şimdi, özellikle 2010 referandumunun tarafı olan sağ kesimde AKP’nin etkilediği kesimin şu an kafası karışık. Bunu değerlendirmeliyiz. Şimdi burada yapılması gereken blok veya cephe kurup referandum çalışmasına girmek değil. Herkes kendi
sosyalistlere sorduk
Referandumu AKP kaybederse bırakıp gitmez bunu gördük
Referandumu AKP kaybederse bırakıp gitmez, bunu gördük. AKP bildik bir parti değil, bunu hepimiz söylüyoruz. AKP hükümet olmaktan düşse de iktidar araçlarını önemli oranda tahkim etmiş bir partidir. Dayandığı toplumsal, ideolojik zemin uzun dönemde etkisini gösterecek. Biz bu siyasal İslamcı hegemonyayı aşağıdan dağıtacak toplumsal bir mücadele yürütebilmek için “yeni” hamlelere ihtiyacımız var. Sosyal, kültürel, ekonomik, ideolojik, politik bütün boyutları ile bizim bunları düşünmemiz lazım. Onun için referandumda “hayır” çıktı, memleket güllük gülistanlık oldu diye bir seçenek yok. “Hayır” çıkarsa, daha fazla bir dirençle karşılaşacağız. Kazandıklarını düşünelim; daha da otoriterleşecekler, şu an yaptıklarının daha fazlasını yapacaklardır. Yapmamız gereken, bizce; öz örgütlenmeler kurmak, kurduğumuz meclisler ile farklı iktidar organları ve nüveleri oluşturmak. Bu pratikler var, Türkiye devrimci hareketinin ve dünya sosyalist hareketinin güncel ve tarihsel direniş geleneğinden yola çıkarak yeni bir hayat kurmamız lazım.
Ahmet Kaya SYKP Eş Genel Başkanı
henüz son çivi çakılmadı
Fotoğraf: Deniz TUNÇEL
çizgisinde, kendi tarzında “hayır”ı nasıl anlamlandırıyorsa; hangi toplumsal kesimlere yönelebiliyorsa oralarda örgütlensin. Oralarda “hayır”ı çoğaltmak önemlidir. Burada çok değişik bir psikoloji var; CHP muhtemelen, MHP’nin çelişkilerinden yararlanarak, MHP tabanına da seslenebilecek bir çizgi savunacak. Biz ÖDP ve Haziran olarak öyle bir çizgiyle bakışan bir “hayır” kampanyası yürütmeyeceğiz. Bizim “hayır”ımızın bizim fikrimize uygun bir içerikle yürütülmesi gerekiyor. Ama şimdi biz burada kalkıp, “CHP şöyle böyle milliyetçileşiyor, faşistleşiyor” gibi bir eleştiride bulunamayız. CHP ile uğraşan bir siyaset dili kurmamızın bir manası yok. Çünkü “hayır”ı çoğaltmak gerekiyor. Kürt Hareketi -siyasal İslamcı bir tabanı da var- o tabanının hassasiyetlerine uygun bir dil veya onun hegemonik dünyasının dilini tutturuyorsa, “Vay efendim HDP niye böyle siyasal İslamcı kavramlarla çalışma yürütüyor” gibi bir tavır takınmanın da bir manası yok. Herkes bildiği ve etkileyebildiği, elinin uzanabildiği yerlere gitsin, hangi dilde ve tarzda orayı etkileyebiliyorsa orayı etkilesin…
12
Eylül Anayasası 61’de geçekleştirilen anayasanın “bol gelen yanlarının budanması” biçiminde yapıldı ve geçiciliği söz konusuydu. Şimdi ise kalıcı ve tek kişinin kalıcı diktatörlüğüne gidiyor. Cumhurbaşkanı’na bu anayasa teklifiyle Kanuni’nin bile yasalarının ötesinde yetkiler veriliyor. Bir sürü uygulamadan bahsedebiliriz ama esas olarak bu anayasa ile yapılmak istenen tek kişinin diktatöryal iktidarının gerçek kılınması. AKP ve Saray bir rejim değişikliğine gitmek için her yolu deniyor. SYKP Genel Kurulu’nda tespit ettiğimiz “faşizme doğru hızlı gidiş” tespiti buna denk düşüyor. AKP’nin temel kurumlarda attığı kalıcı adımlar, en belirgin olarak da Milli Eğitim’de, okullarda yaptığı değişiklikler de bunun işaretlerini veriyor. AKP/Saray daha otoriter bir rejim değişikliğine gidiyor. Bu sürece, Tayyip Erdoğan ve AKP yeni Osmanlıcı hayallerle geldi. Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri başkanlığı sürecinde bu daha net görüldü. Bu hayaller, Suriye’de duvara tosladı. Suriye’deki etkisizliğini Rusya ile aşmaya çalıştı. Suriye’de Kürt Özgürlük Hareketi’ni sıkıştırma stratejisini devreye soktu. Belirli ilerlemeler de kaydetti ancak bu ilerlemelerden sonuç alamadı. Yeni Osmanlıcılık hayalleri çöktü. Bugün, AKP-MHP ittifakı var. AKP iktidara geldiğinde amaçladığı yapılanma için çekingen davranıyordu. İttifak politikalarını ona göre kuruyordu. Hatta birçok aydının da onayını alan bir süreç yaşadı. 2011’de değişen bir ittifak yapısı oldu. 2013’te de 17-15 Aralık operasyonu ile Fettullah Gülen ittifakının sonuna gelindi. AKP yeni iktidar olduğunda devlet bünyesine yerleştireceği kadroları son derece sınırlıydı. Bu boşluğu Gülencilerle doldurdu. Ne zamanki Gülen Erdoğan’ı kendisinden ve ailesinden
19
başlayarak sıkıştırmaya başladı, ittifak çatırdadı ve 15 Temmuz’la birlikte yerle yeksan oldu. MHP ise tarihsel olarak her zaman yaptığını yapıyor; Devletin bekası mantığı ile hareket ediyor. Bu ittifakın basit bir ittifak olmadığını biliyoruz. Boşalan devlet kadroları MHP’liler tarafından doldurulacak. Bu konuda somut veriler de var artık. AKP, Devlet Bahçeli nezdinde MHP’yi kıskaca almış bir şekilde bu ittifak politikasını sürdürüyor. Sermaye kesimlerinin bir bütün olarak sürecin arkasında olduğunu söyleyemeyiz. Bir kısmı korkudan, bir kısmı ise karlılıklarından dolayı AKP’ye biat etmiş görünüyor. Sonuçta Doğan Holding’in başına gelenleri biliyoruz. Bu süreçte Boydak gibi büyük holdinglerin mallarına el konulması sermayeyi ciddi olarak ürkekleştirdi. Bu korku iklimi bir kısım sermayeyi AKP’yi destekliyor görüntüsüne soktu. AKP ise burada bir kısmını boğdururken diğer bir kısmının da önünü açtı. Yerleşik sermaye açısından birtakım özgürlüklerin olmasıyla yaşamlarının garantide olması arasında bir bağ vardır. Bu toplum açısından da böyledir. Toplum sinmiş görünse de biriktiriyor. Tarihten de biliyoruz ki bu durum ilelebet sürmüyor. Sermaye de bunu biliyor ve bir takım karşı duruşlar sergileyebiliyor. Bazı sermaye kesimlerinin iktidara koşulsuz destek sunduğunu, bazılarının cılız karşı duruşlar sergilediğini, bazılarının ise çekinik olduğunu görüyoruz. Bu da bize sermaye içi birtakım çelişkiler olduğunu gösteriyor. Bu çelişkiler faşizme karşı mücadelede bizim de yararlanabileceğimiz çatlaklar oluşturuyor. Parlamentoda “hayır”cı cephe CHP ve mecliste oy kullanmayan HDP’lilerden oluşuyor. “Hayır”cı MHP milletvekillerinin çok az sayıda olduğunu gördük. HDP’nin mecliste oluşturduğu
sosyalistlere sorduk taktiğin doğru olduğu şimdi anlaşılıyor. HDP “evet”çi fireler ile ilgili spekülasyonların odağı olabilecekti. Oy kullanmayarak bu spekülasyonların önünü kesti. Aksi takdirde suçlu ilan edilebilirdi. Biz, referandum sürecini doğru taktiklerle ve doğru bir strateji ile sürdürebilirsek sandıklardan “hayır” çıkacaktır. Hayır’ın çıkması çok elzem. Kurulmaya çalışılan saray diktatörlüğünün ülkeyi bir dar boğaza sokacağı açık. Olası bir “evet”in çıkması durumunda bizi boğacakları, boğmaya çalışacakları belli. Böylesi bir durumda örgütlenme biçimlerinin ve mücadele yöntemlerinin de değişeceği bir durum ortaya çıkacak. “Hayır”cı cephe burjuva demokratik hakların kaybedilmemesi için en geniş, kitlesel, demokratik bir genişlikle açık alan mücadelesi vermelidir. Çünkü, her şey elden gidiyor. Onun için herkesin içinde olabileceği bir cephedir bu. Genel “hayır”ı gölgede bırakmayacak, herkesin kendi “hayır”ını örebileceği bir “hayır”cı cephe. Bizim esas olarak başkanlığa karşı çıktığımızı iyi anlatmamız gerekir. Bugün başkan yapılmak istenen Tayyip Erdoğan’dır yarın Hasanoğlu Hüseyin’dir. Sonuçta tek adamdır ve söz konusu olan onun diktatörlüğüdür. Bu yeni rejime karşı mücadele zemini kurmaya çalışan çeşitli birlikler var. Demokrasi İçin Birlik var mesela. Yerellerde, CHP’lilerin de olduğu birlikler var, Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği var. Bu güç birliklerini desteklemek lazım.
Ortak cephe, uygun taktik ve uygun strateji
“Hayır’’ çalışmalarının en temel güçlerinden biri de HDP ve HDK’dir. Dinamik bir güç olarak kampanyanın örülmesinde büyük katkıları olacaktır. HDP ve HDK’de kampanyayı sadece kendi üzerinden kurgulamıyor ve üzerine düşen görev ve sorumluluğun bilincinde olarak taahhütlerde bulunuyor. Daraltıcı, “hayır”ların birbirlerini dıştalayacakları tutumlardan uzak durulduğunda, “hayır’’ mümkündür ve yeni kurgular yapabilmenin önünü açacaktır. “Hayır”da çıksa “evet” de çıksa her şeyin sonu değildir, ama “hayır”ın çıkması demek ayaklarımızın üzerinde bir kez daha doğrulmamız anlamına gelecektir. Biz de yeni bir moral motivasyonla yeni bir sürece gireriz. Ancak “hayır” çıktığı zamanda demokrasi gelmiş olmayacaktır. Bizim mücadeleye devam etmemiz gerekecek. Çünkü vazgeçmeyecekler. Saray cephesinin gerilemesinin başlangıcı olacağı ise çok açıktır. Totaliter bir rejim Türkiye Halklarının ne hakettiği ne de teslim olabileceği bir durumdur. Henüz faşizme giden yolda son çivi çakılmamıştır ve bunu engellememiz referandumdan “hayır” çıkarmakla mümkün olabilecektir. Yeter ki ortak bir cephede uygun bir taktik ve strateji ile hareket edebilelim.
Erkan Baş TKP Genel Başkanı
kavga her alanda büyütülmeli
A
KP iktidara geldiğinden bu yana, bir misyonla somut kimi hedeflere ulaşmak üzere çalıştığını gözlemledik. Bugün süren tartışmaları da bundan bağımsız düşünmemek gerek. AKP/Saray iktidarı 15 yıldır sistematik biçimde süren saldırılarına rağmen Türkiye’yi teslim almayı başaramadı. Hâlâ ülke nüfusunun önemli bir bölümü bir an önce bu iktidardan kurtulmanın yollarını arıyor ve daha önemlisi toplumun en dinamik ve gelecek vaat eden kesimlerinin kendilerini AKP’ye karşıt bir biçimde konumlandırması... Sol açısından görev ve sorumluluğumuz, bu güçleri yeniden etkin bir özne olarak harekete geçirmektir. Bunu başarabilirsek, AKP’nin daha fazlasını elde etmek isterken, eldekini de yitirmesi sonucuna varabiliriz. Türkiye tarihinin en önemli kırılmalarından birisini yaşıyor ve böylesi bir süreçte herhangi bir biçimde geri çekilmek veya salt korumacı stratejiler geliştirmek yenilgiyi baştan kabul etmek demektir. Tam tersini yapmalı en azından... Bu dinamik nesille Türkiye’yi bu karanlıktan çıkartmaya aday olduklarını, bütünlüklü bir gelecek projesiyle bu baskıcı zorba iktidara
20
hiçbir koşulda teslim olmayacaklarını anlatabilmeliyiz. Bu olmazsa olmazımızdır, devrimciliğin başlangıç adımıdır. Ancak yeterli olmayacağı açık, zira AKP karşıtı güçler arasında, hâlâ eski rejimin paradigması içine sıkışmış ve bu nedenle AKP karşısında gerçek bir alternatif oluşturamayan kesimlerle devrimciler arasındaki farklılıklarında da mücadele süreci içinde belirginlik kazanması önemli. Devrimciler, memleketin gidişatına köklü bir müdahalede bulunabilecekleri, ülkenin gidişatına etki edebilecekleri bir dönemin içinde olduklarını bilerek, buna uygun bir konumlanış içinde olmalı. Bu ciddiyetle ele alır, gerektiği gibi davranırsak, bu süreçte hem ülkemiz açısından hem de emekçiler açısından önemli bir kazanım elde edebiliriz. “Birlik” sözcüğü ise hem pek çok şeyi ifade ediliyor, hem de tam bu nedenle oldukça muğlak bir kavrama dönüşüyor. Örneğin, bizim açımızdan devrimci-komünist hareketin yeni bir atılımına önderlik edecek, işçi sınıfı iktidarını hedefleyen devrimci bir komünist öznenin yaratılması konusunda programatiksiyasal ve ideolojik ortaklık temelli
sosyalistlere sorduk bir birlik ihtiyacından söz edebiliriz. Bu birliğin, daha doğru ifadeyle ortak bir hedefe sahip devrimcilerin, komünistlerin tek bir irade olarak örgütlenmesi, bu tartışmanın bir boyutudur. Mevcut iktidara karşı halk inisiyatifini geliştirmeyi temel alan, düzen güçlerinden tümüyle bağımsız cephesel bir mücadelenin örgütlenmesi gerekliliği başka bir ihtiyaçtır ve nihayetinde AKP/Saray rejimine, daha özel olarak da halkı sindirmeye dönük baskı ve şiddet politikalarına karşı tüm ilerici güçleri kapsayan bir eylem birliği ihtiyacını da üçüncü “birlik” düzlemi olarak ifade edebiliriz. Bunların hiçbirini diğerinin karşısına koymadan ve özel olarak önce şunu başaralım sonra şuna bakalım demeden herbirine dair hem pratik olarak emek veriyoruz, hem de orta vadeli bir arayışın içindeyiz. Referandum konusunda uca savrulan yaklaşımlara bir mesafe koyarak başlamak gerekiyor. Bunlardan bir tanesi “eğer bu anayasa değişikliği gerçekleşirse bunun bir son anlamına geleceği” biçiminde özetleyebileceğimiz yaklaşımdır. Bununla aramıza belli bir mesafe koymamızda fayda var. Bize göre bu anayasa değişikliği çok önemli olmakla birlikte, AKP/Saray iktidarı istediği sonuca ulaşırsa, emekçiler açısından bugüne kadar zaten içinde yaşadığımız karanlığın bir süre daha devam edeceği anlamına gelir.
Önemlidir ancak referandumu esas önemli kılan bunun tersine dönme olasılığının olmasıdır. Bir diğer sorunlu yaklaşım, sanki referandum yapılmış ve “evet” çıkmış gibi bir teslimiyet hali olarak kendisini gösteriyor. Özellikle son 1,5 yıldır yaşadıklarımız, iktidarın gemi azıya almış saldırganlığı, kitle hareketinin görece geri çekilmiş olması böyle bir algının yayılmasına neden oluyor. Bunu özellikle önemsiyoruz ve mevcut gerçekliği de pek yansıtmadığı kanısındayız.
AKP/Saray rejimine, daha özel olarak da halkı sindirmeye dönük baskı ve şiddet politikalarına karşı tüm ilerici güçleri kapsayan bir eylem birliği ihtiyacını da üçüncü “birlik” düzlemi olarak ifade edebiliriz. Tam tersine iktidarın bu derece saldırgan bir tutum almak zorunda kalması, bu kadar yoğun şiddet kullanmak zorunda kalması başka türlü yönetemeyecek düzeyde yıpranmış, pozisyon kaybetmiş olmasıyla ilgili. Önemli olan kavganın her alanda büyütülmesi, kavga alanlarında ortak bir bakışla konumlanabilmek ve yanya-
21
na dövüşebilmek. Bence bugün geçmişe göre birlik tartışmalarının önemli bir farkı var. Birlik denilince; güçsüzlerin ve çaresizlerin birliği anlaşılacaksa oradan gelişkin bir örnek çıkartmak pek mümkün değil. Ancak kavga etmek, ileri sıçramak ve nihayetinde zafer için birlik tartışmaları yapmak ve birliklere ulaşmak son derece önemli. Sanıyorum, böyle bir noktaya doğru gidiyoruz. Başlarken söylemiştim, rejim tartışmalarında bizim en önemli farkımız bir taraftan AKP/Saray merkezli saldırılara direnirken bir taraftan geçmişe tutunan değil geleceğe uzanan bir hattı temsil etmemiz. Bunun temeli de bizim sınıfsal pozisyonumuzdur. Devamı olarak da düşünülebilir ama ayrıca vurgulamak gerekli, AKP/Saray iktidarına karşı mücadele ile yeni bir gelecek kurma iddiamız arasındaki bağın kuvvetli biçimde ifade edilmesi gerekir. Türkiye içine sürüklendiği bu karanlıktan ancak daha ileriye sıçrayarak, eski Türkiye’yi de aşarak çıkabilir, esasen başka bir yol yoktur ama devrimcilerin bunu daha belirgin biçimde ortaya koyması gerekiyor. İşçi sınıfının-emekçi halkımızın söz-yetki-karar sahibi olduğu, bunun doğal bir sonucu olarak herkesin eşitözgür ve kardeşçe yaşayacağı bir ülke kurmak dışında bir alternatifin kalmadığını düşünüyoruz. Bu hedefe yürüyüşün önemli uğraklarından birisi, AKP/ Saray iktidarını yıkmaktır, buna uygun konumlanmak son derece önemli.
halkların anayasası da mümkün
Fotoğraflar: Nihan Zeynep KALAÇ
HDP Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen ile anayasa değişiklikleri, referandum ve “hayır” kampanyası üzerine konuştuk. Ayhan Bilgen bu söyleşiden bir gün sonra 28 Ocak’ta gözaltına alınarak adli kontrolle serbest bırakıldı. Savcılığın itirazı üzerine 31 Ocak’ta tutuklandı.
Söyleşi: Hikmet SARIOĞLU Yeni Anayasa ile nasıl bir rejim kurulmak isteniyor? Başbakan Binali Yıldırım “Rejim değil sistem kurmak istiyoruz” diyor, sizce ne kastediyor? Bir sistem değil, aslında sistemsizlik olarak tarif edebileceğimiz bir durum var. Çünkü bu sistemde, ne başkanlık sisteminin kendine özgü denge-denetleme mekanizmaları ne de parlamenter sistemin güçler ayrılığından kaynaklı uygulamaları, supapları var. Dolayısıyla buna bir sistem demek bile sistem kelimesinin siyaset bilimindeki karşılığına haksızlıktır. Bu paketi bir anayasa paketi gibi yorumlamak; bu süreci, Türkiye’ye yaşatılan dayatmayı hem parlamento üzerinde kurulan baskıyı, hem referanduma giderken toplum üzerinde kurulacak baskıyı, bütün bunların OHAL koşullarında gerçekleşiyor olmasını da anayasa yapım süreci olarak saymak mümkün değil. Çünkü anayasa kav-
ramının literatürde bir karşılığı, ifade ettiği bir anlam var. Dünyada ülkelerin zaman zaman kendi iç dinamiklerini aşan anayasa yapım deneyimleri olmuştur. Örneğin işgal sonrası anayasa değişikliğine giden diktatörlükler var. Japonya böyle bir süreç yaşadı. Almanya İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Hitler sonrası bu değişikliği yapmak zorunda kaldı. Böyle özel durumları dışarıda tutarsak, anayasa bir toplumsal uzlaşmayla bir toplumsal sözleşmenin yeni yaşama biçimine, devletin sınırlarını, devletin nasıl yönetileceğine dair dengeleri, mekanizmaları kurma işidir. Şimdi bizim yaşadığımız ise aslında var olan fiili durumun yani anayasa suçunun tescillenmesi, onaylanması ve suç olmaktan çıkartılması ve bir süredir yaşadığımız fiili durumun kalıcılaştırılmasıdır. Özellikle başlangıçla ilgili maddeler üzerinden tartışma yapmak da bizce hedef şaşırtmaktır. Hukuk devletinin fiilen içi boşaltıldıktan sonra onun nitelikleri ile ilgili kavramların ifade
22
edeceği çok bir şey kalmaz. Yani ortada hukuk devleti kalmadıktan sonra, insan haklarını koruyacak mekanizmalar tümüyle by-pass edildikten sonra, yetkiler Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından mı kullanılacak yoksa başbakan tarafından mı kullanılacak kısmı çok küçük bir ayrıntıya dönüşür. Bizce rejim değişikliği diye tarif edilebilecek en önemli boyut partili cumhurbaşkanı boyutudur. Cumhurbaşkanlarının siyasal sistem içindeki yeri, 12 Eylül’de Kenan Evren tarafından kendine özgü sorumsuz ama yetkili bir makam icat etme arayışıdır. Aslında yapısal olarak “Siyasi partilere güven olmaz, siyasi partiler sonuçta halkla bir etkileşim içindeler. Ben partilerüstü bir yerde durayım, devleti temsil edeyim ve gerektiğinde siyasete ayar yapayım” duygusudur. 1982’de Orhan Aldıkaçtı’ya hazırlatılan düzenlemenin ruhu böyle bir mantığa dayalıdır. Şimdi siz, oradaki mantığı alıyorsunuz, doğrudan halk tarafından seçiliyor olmasından hareketle de diyorsunuz ki “Na-
halkların anayasası da mümkün sıl olsa ben doğrudan halk tarafından seçiliyorum, o zaman Evren’in yetkileri de bana az gelir. Aradan başbakanı da çıkartalım ve tüm yetkileri ben kullanayım. Bütün yargıyı ben görevlendireyim; güvenlik siyasetinin belirlenmesinden başbakanlık görevinin icrasına kadar parlamentoyu da devre dışı bırakarak hepsini ben yapayım.” Bu kadar sorumluluğu üzerinize aldığınızda orada bir demokratik rejimden söz etmek için, bir hukuk devletinden söz etmek için bir o kadar da hesap sorma yol ve yöntemlerine kapı aralamanız gerekiyor. Şimdi ise hesap sormayı son derece istisnai ve zor bir düzenleme olarak koyuyorsunuz. Sizin partinizin -eğer parti disiplini ile bu sistem yürüyecekse- en küçük parti olması durumunda bile, neredeyse sizi yargılatmamaya yetecek bir rakam belirliyorsunuz. Ondan sonra da bunu bir sistem diye tartışmaya açıyorsunuz. Bunun hiçbir inandırıcılığı yok. Siz bir demecinizde “Bunlar Meclis’te iki parti bile istemezler, ellerinden gelse tek parti ile Meclis siyasal hayatını sürdürecekler” demiştiniz. Bunu aslında özellikle ana muhalefete yönelik söyledik. Yani ana muhalefeti uyarmak için, Türkiye’nin nereye gittiği konusuna dikkat çekmek için ve kamuoyundaki yanlış bilgilendirmeyi, yanlış beklentiyi düzeltmek için söyledik. Klasik başkanlık sisteminde geleneksel modelde iki partili bir tablo ortaya çıkar çünkü ikinci tur doğal olarak ittifakları, uzlaşmaları beraberinde getirir. Bu da Amerika’da örneğini bildiğimiz gibi yani iki büyük parti. Onun dışındaki küçük öbekler bir tercih yaparlar. Türkiye’de de eğer başkanlık sisteminin supapları gerçekten sistemde olsaydı böyle bir şey olabilirdi belki. Ama birileri galiba bunu CHP’lilerin kulağına fısıldıyor, yani diyor ki “2002’ye döneceğiz. 2002’deki gibi iki partili bir tablo ortaya çıkacak, dolayısıyla bundan CHP çok zarar görmeyecek; özellikle de sol oylar, Kürt oyları, Alevi oyları zaten mecburen CHP’ye gidecek. Dolayısıyla siz mümkün olduğu kadar sağa hitap etmeye çalışın. Sağ ulusalcı oyları çekmeye çalışın. Oylar zaten sizin olacak.” Şimdi bu iki partili sistem beklentisi, Türkiye’nin yaşadığı sürece baktığınızda bir ham hayaldir. Çünkü bu süreç ancak tek partiye gider. Yani iki parti bile fazla olur böyle bir sistemde. Partili cumhurbaşkanının yetkileri bu
kadar tek başına kullandığı bir sistemde muhalefete yaşama şansı bırakılmaz. Buna karşı direnecekseniz şimdiden bunu engelleyecek bir tutum ortaya koyacaksınız. CHP, milletvekillerinin yargılanması konusunda verdiği kötü sınavın bugün sonuçlarını yaşıyor. Eğer diğer partilerin sistemden tasfiyesine şimdi izin verirse, bir süre sonra kendisi de aynı sonucun faturasını ödemek zorunda kalır. Anayasa değişikliği nasıl yapılmalı? Anayasa eğer toplumla ilgili bir şeyse, gayet tabii asıl özne, kurucu iradeyi temsil edecek yetkili mercii halktır. Her aşamasında halk olmalıdır. Yani sendika hareketiyle, kadın hareketiyle, dezavantajlı gruplarıyla, bütün toplumsal dinamikleriyle halkın kendisi olmalıdır. Zaten temsili demokrasi bu anlamıyla artık kaliteli bir demokrasi değil. Dünyada iletişim imkânlarının gelişmesi, demokrasinin eksiklerinin zaaflarının ortaya çıkması ve demokratik rejimlerin nasıl daha doğrudan demokrasiye, radikal demokrasiye evrilebileceğine dair arayışların yaşanması, anayasa yapım süreçlerinde de halkın katılımında daha farklı, daha yeni, daha modern yöntemleri gündeme getirmiştir. Tartışmanın halkla başlayıp halkla bitmesi esastır. Bunun bir sürü yöntemi ve ara mekanizması var tabii. Barajsız, temsil düzeyi yüksek bir seçimle özel bir anayasa meclisi oluşturulabilir. Parlamentonun yetkilendirdiği bir anayasa komisyonu kurulabilir. Ve bu komisyon mümkün olduğu kadar üniversitelerin, medyanın, sivil toplumun görüşlerini alarak o ara dönemi planlayabilir. Ama her halükârda demokratik tartışma ortamının olması gerekir. Yani halkın tüm kesimlerinin görüş ve önerilerini, beklentilerini dillendireceği bir başlangıç
Anayasa eğer toplumla ilgili bir şeyse, gayet tabii asıl özne, kurucu iradeyi temsil edecek yetkili mercii halktır. Her aşamasında halk olmalıdır. Yani sendika hareketiyle, kadın hareketiyle, dezavantajlı gruplarıyla, bütün toplumsal dinamikleriyle halkın kendisi olmalıdır.
23
dönemi olmalı; formülize ediliş süreci tamamlandıktan sonra bir parlamento süreci olmalı. Anayasa Meclis süreci için de bu geçerlidir. Sonra dönüp tekrar halka sorulmalı. Türkiye bundan üç-dört yıl önce bir anayasa tartışması yaptı. Ama o tartışmalardan çıkacak sonuç bu muydu? Meclis internet sitesinde bir süre duran sonra indirilen binlerce tekliften, birçok kurumun, üniversitenin sunduğu tekliflerden çıkarttığınız ders cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılması mı? Türkiye toplumu sizden bunu mu istedi? Bütün sorunları çözebilecek mekanizma, on yılların beklentisi, darbe anayasasından kurtulmak için verilen mücadelenin sonucu bu mu? Darbe anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkileri daha da artıralım. Bütün bu halk tartışmalarından çıkarttığınız sonuç bu mu? Demek ki halk tartışmaları sadece bir görüntüymüş, sadece bir kandırmacaymış. Rojava Anayasası’nın yapım süreci yukarıda tarif ettiğiniz sürece iyi bir örnek oluşturuyor mu sizce? Rojava Anayasası, yakın bir coğrafyada evrensel değerlerle, insanlığın ortak kazanımlarıyla bölgenin gerçeklerini, yani o anlamda yerli bir dünyayı buluşturma pratiğini ortaya koyuyor. Gayet tabii bir yeniden kuruluş süreci, yeni bir planlamayı, yeni anayasa hukukunu inşa etmeyi beraberinde getirir. Kantonların sözleşmelerine, anayasaya giden sürece baktığımızda bölgedeki birçok devletten çok ileride olduğunu görüyoruz. Türkiye demokrasisi bu bölgede en eski rejimlerden biri olarak kabul ediliyor. Ancak Rojava Anayasası Türkiye Anayasası ile kıyaslanamayacak kadar ileride. Neredeyse Avrupa’daki daha demokratik gözüken yönetimlerin standartlarına yakın bir çerçeve var. Bu anlamda çok önemli bir örnek. Anayasa değişikliği Meclis’te 338 oyla kabul edildi. HDP oylamaya neden katılmadı? Biz ciddi bir teknik eksiklik ve aynı zamanda politik bir sorunla karşı karşıyayız. O da 11 milletvekilimizin tutuklu olmasıdır. Hem tartışmaya katılmak açısından hem de oy verme hakkının ve yasama görevinin yerine getirilmesi açısından ciddi bir eksikliktir. Bir defa milletvekillerinin oy kullanmasının engellenmesi bir suçtur. Tutuklu yargılanma konusunun ken-
halkların anayasası da mümkün disi zaten hukuk dışıdır. Cezaevinde bulunan öğrencilerin sınava gitme imkânının sağlandığı bir ülkede (şimdi OHAL’le bu imkân sınırlanmış durumdadır), milletvekillerinin oy kullanmaya götürülemiyor olması elbette sıradan bir şeymiş gibi görülemez, kabul edilemez. Sonuçta o kişiler milletvekillikleri düşürülene kadar milletvekilidirler ve yasama faaliyetlerine bir biçimde katılmak haklarıdır, görevleridir. Aslında bütün bu gayrimeşruluk içinde önemli bir konu. Bu sadece bir prosedür eksikliği değil, aynı zamanda temsil ettikleri seçmenin iradesinin parlamentoda yansımamasıdır. Milletvekilleri parlamento da gökten aldığı yetkiyi kullanmıyor. Halktan aldıkları iradeyi temsil ediyorlar. Dolayısıyla halkın temsili mümkün değilse, engelleniyorsa, bu durumda aslında halk sürece katılmamış demektir. Sadece 11 milletvekili değil, onların temsil ettiği toplumda bu sürecin dışında tutulmuş demektir. Bunu teşhir etmek ve görünür kılmak bizim için önemliydi ve buna dikkat çekmek için de bu fırsatı kullanmak istedik. Ayrıca oylama biçimi de, Meclis’te yapılan bütün uyarılara rağmen oylamanın açık yapılıyor olması da bizim açımızdan kabul edilemez bir durumdu. İç tüzükte çok açık biçimde nasıl oy kullanılacağı tarif edilmiştir. Bunun yok sayılmasının da bir biçimde bir tepkiyle gündemleştirilmesi gerekiyordu. Biz de bu tavrı koyduk.
“Hayır” demek suç, “hayır”la ilgili bildiri dağıtmak suç, “hayır”la ilgili konuşma yapmak, türkü söylemek suç ama referandumda halka sormuş olacaksınız. Anayasa paketinin referandum yoluyla halka oylatılmasını demokratik bulanlara yanıtınız ne olacak? Referandum sadece bir prosedürün son aşamasıdır ve toplumu ölümle sıtma arasında bırakmaktır. Ya mevcut duruma razı olacaksınız, işte terör olacak, kendi ifadeleriyle kaos olacak, şiddet olacak ya da buna evet diyeceksiniz. “Hayır” demek suç, “hayır”la ilgili bildiri dağıtmak suç, “hayır”la ilgili konuşma yapmak, türkü söylemek suç ama referandumda halka sormuş olacaksınız. Bütün aşamaları nasıl göstermelik
idiyse, parlamentodaki, komisyondaki, genel kuruldaki aşamalar nasıl göstermelik idiyse, nasıl MHP-AKP görüşmelerinden MHP’li AKP’li milletvekilleri bile haberdar edilmeden üç beş kişinin kendi arasında kotardığı bir metin önce imzalanıp sonra tartışmaya açıldıysa yani parti mekanizmaları nasıl göstermelik idiyse, daha önce yürütülen siyaset, anayasa buluşmaları toplumda yürütülen tartışmalar da göstermelik kalmıştır. Dolayısıyla bütün aşamaları niteliksiz, içerikten arındırılmış, yüzeysel, makyaj niteliğinde sadece meşruluğunu sağlamak için yapmış gibi yapan, halkla tartışmış gibi yapan, parlamenterler süreci yönetiyormuş gibi yapan bir tablo ortaya çıkartılmıştır. Referandumun OHAL koşullarında yapılıyor olması zaten başlı başına bir vahamettir. Cumhurbaşkanı “OHAL koşullarında olabilir hatta daha rahat olur” diyor. Neyin daha rahat olacağını, kimin açısından daha rahat olacağını sormak gerekiyor. Evet, miting yasaklamak daha rahat olur, etkinlikleri yasaklamak daha rahat olur. Yasak koymak açısından OHAL’in ciddi avantajları olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanına şunu sormak gerekiyor: “Vatandaşın hayatında hiçbir şey değişmeyecek yani biz OHAL’i kendimize koyduk, devlete OHAL koyduk aslında” diyorlardı. OHAL koşullarında yapılacak bir referandum, bu referandumu devletin yapacağını göstermiyor mu? Bu referandum halkın, siyasi partilerin değil devletin kendi iç referandumudur. “Türkiye’yi seviyorum, Cumhurbaşkanlığı sistemine evet diyorum.” AKP’nin başkanlık kelimesini kullanmama yönündeki kararını nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında başkanlık ifadesinin kullanılmaktan vazgeçilmesinin önemli ve
24
belirleyici bir anlamı var. Başkanlık kelimesi ile ilgili toplumda bir kabul, bir onay gerçekleşmedi. Nasıl 2000’li yıllarda yürütülen süreç çaktırmadan demokratikleşmeydi (ben öyle diyorum). Zinde güçlere, derin devlete çaktırmadan demokratikleşme diye tarif edilen adımlar atılıyordu. Hepsi göstermelikti, kalıcı olmaktan uzak AB’yi idare etmeye yönelik, iç kamuoyunun algısını yönetmeye dönük girişimlerdi. Şimdi de aynı şekilde çaktırmadan bir değişikliğe gitme çabası var. MHP büyük laflar etti başkanlık konusunda. Gerçi partili cumhurbaşkanlığı konusunda da, yarı başkanlık konusunda da etmişti. Başkanlık derseler tepki büyük olacak, hiç olmazsa uzlaşıyor gibi gözükmek için, MHP’yle birlikte yapmış algısını oluşturmak için başkanlık ifadesini kullanmama taktiğidir bu. Ama tam bir devekuşu modelidir bu. Başkanlığın kötü yönlerinin büyük kısmını almış ama başkanlığın hiçbir iyi yönünü almamış, parlamenter sistemin posasını çıkartmış, ondan sonra da bu sorunları çözmüyor diyerek, bunun iyi yönlerine bile tahammül göstermeyerek basit denetim mekanizmalarını bile yeni sistemin dışında bırakan bir düzenlemeye gidiliyor. Yani ucube bir cumhurbaşkanlığı… Dün Anayasa değişikliğine ve dolayısıyla Başkanlığa “hayır” diyen MHP Genel Başkanı Bahçeli bugün neden “evet” diyor? MHP’ye yakın iki yayın organından biri olan Yeni Çağ gazetesi yakın tarihlerde basıldı. Biz o baskının Anayasa süreci ile doğrudan ilişkisi olduğunu ve MHP’de farklı görüşü olanlara bir mesaj verildiğini düşünüyoruz. MHP çevresine yakın bir büyük sendika var. O da “hayır” tavrını ortaya koyduğu için bir baskın yaşadı, saldırıya maruz kaldı.
halkların anayasası da mümkün Belli ki MHP’nin resmi ya da gayriresmi örgütlülüğü bu süreçte “evet”i içine sindirebilmiş değil. Biz darbelere, kim tarafından kime karşı yapılırsa yapılsın ilkesel olarak karşı bir partiyiz. Ama Bahçeli’nin “evet” oyunun sadece ihale almak, sadece kadrolaşmak için yapılmadığını, Türkiye’nin bir biçimde başka bir ortama da taşınma ihtimalini doğuracağını düşünüyorum. Bahçeli’nin bu kadar güçlü bir muhalefete rağmen geri adım atmıyor olması adeta “Başka bir bildiği var” cümlesini akla getiriyor. Türkiye siyasetinin o bildiğimiz rutin ayak oyunlarını akla getiriyor. Siyasette eğer toplumsal gücünüzle halk üzerinden bir mücadele yürütmüyorsanız o zaman Türkiye’yi farklı krizlerle karşı karşıya bırakıp daha olağanüstü zeminlere ortam oluşturmuş olursunuz. Böyle bir karmaşık durum 15 Temmuz’dan önce başlamıştı. 15 Temmuz’da kendisini net bir biçimde hissettirdi ve bence hâlâ devam ediyor bu olağanüstü gelişme ihtimali. Dolayısıyla bir süre sonra geriye dönüp baktığımızda, MHP’nin tutumunu Türkiye’nin böyle bir ortama sürüklenmesine hizmet eden bir pozisyonda da tartışabiliriz. Cumhurbaşkanı sahalara ineceğini, bizzat halkın içinde olacağını ifade ediyor. Kampanyasını kimin bütçesiyle yürütecek? Biz, tabii ki vatandaş Tayyip Erdoğan’ın sokağa çıkma hakkı olduğunu, sözünü söyleme hakkı olduğunu düşünüyoruz. On binlerce insanı sistemden dışlayan bir baskı uyguluyor olsa bile, bir sade vatandaş olarak onun da sözünü söyleme hakkı olduğunu düşünüyoruz. Ama burada önemli iki konu var. Bu sürecin şeffaflığı ve hesap verilebilirliği. Seçimlerin demokratikliğinin en temel ölçütlerinden biri seçim finansmanının şeffaflığı konusudur. Şimdi siz bunu hangi kaynakla yapacaksınız, bu sorunun cevabını vermek zorundasınız. Cumhurbaşkanlığı bütçesinin kalemleri belli, zaten bütçe kanunu ile belirlenmiş. Parti harcayacak, Cumhurbaşkanı konuşacak olabilir. Bu bir yöntemdir ama suçtur. Parti mitinglerinde Cumhurbaşkanının konuşması suçtur. Kendi kişisel harcamalarını yapabilir. Herkes gibi ne kadar mal varlığı varsa onu da şeffaflaştırması gerekir. Ne kadar harcadıysa onları ilan ederek, vergi kaçırmadan şeffaf bir biçimde
yapmak zorundadır. Bu dönemde desteklediği büyük ihaleleri peşkeş çektiği müteahhitler finanse ediyor olabilir. Onlar da bunu belgelemek ve açıkça ortaya koymak zorundadırlar. Örtülü ödenekten harcamayı düşünüyorsa, örtülü ödenek başka bir amaçla yani ülkenin ortak çıkarları güvenliği gibi harcamalar için planlanan bütçedir, oradan yapacaksa bu da elbette tartışılmaya değer bir durumdur.
öncelikle “hayır”ın güçlü çıkması için gereken özeni, çabayı ve dikkati ortaya koyacağız. En önemlisi, toplumda farklı kesimlerin farklı nedenlerle hayır dediğinin farkındayız. Farklı nedenlerle söylenen “hayır”ın birbirine zarar vermemesi için dikkatli davranacağız. Ama tabii ki bizim “hayır”ımız sadece “istemezük” mantığı ile ortaya konmuş bir ret, bir itiraz değil. Bir iddiaya dayanıyor.
Daha demokratik bir Türkiye mümkün, daha demokratik bir anayasa mümkün, daha demokratik bir rejimde yaşamak mümkün. Dolayısıyla barış mümkün. Yolsuzluklarla mücadele mümkün.
Radikal demokrasi programı doğrultusunda bir itiraz. Daha demokratik bir Türkiye mümkün, daha demokratik bir anayasa mümkün, daha demokratik bir rejimde yaşamak mümkün. Dolayısıyla barış mümkün. Yolsuzluklarla mücadele mümkün. Çevreyi yağmalatmamak mümkün. Bütün bunların mümkün olmasının kapısını aralamak için de toplumun büyük bir rahatsızlığını sandığa taşımak, sandıkta görünür kılmak gerekiyor. Tabii kendi projemizi de bu vesileyle yeni kesimlere, HDP’nin belki de ilk defa ulaşma imkânı bulacağı çevrelere anlatmaya çalışacağız.
Ancak ben Cumhurbaşkanının sahaya çıkıp çıkmama konusunda çok net olduğu kanaatinde değilim. Kendisine yönelik tepkinin farkında. 7 Haziran seçimlerinde sahaya çıkmanın kendisine ne kaybettirdiğini de gördü. Dolayısıyla ben daha dolaylı yöntemleri kullanacağını düşünüyorum. Örneğin, son günlerde televizyonlarda bir reklam spotu dönüyor. Cumhurbaşkanı bir şehircilik sempozyumuna katılacak diye televizyonlara reklam veriliyor. Bir sempozyum reklamı için bu kadar kaynak ayırmaya gerek var mı? Belli ki kampanyayı bu yöntemlerle yürütecek. Aslında bir medya besleme sistemi uygulanıyor. Bir kamuoyu algısı yaratılmaya çalışılıyor. “Her şeyi bilen bir Cumhurbaşkanımız var. Bu kadar yetki ona layıktır; şehirciliği de bilir, çevreciliği de, kimin kaç çocuk yapacağını da bilir, her şeyi o bilir.” Cumhurbaşkanı algısının yapıtaşları döşeniyor. HDP’nin referandum kampanyasını anlatır mısınız? Biz bu kampanyada, öncelikle hayır oyunun güçlü bir biçimde çıkmasını stratejik bir hedef olarak önümüze koymak durumundayız. Bu gidişe dur demek, yeniden bir hesap sorma imkânının oluşmasına kapı aralamak için. Son birkaç yıldır yaşadıklarımızla ilgili bir tavrı, bir tepkiyi, bir yeter artık deme imkânını referandumda yakalayacağımızı düşünüyoruz. Bu açıdan
25
HDP referandum sürecinde hiç çalışma yapmazsa sandıktan daha çok “hayır” oyu çıkar, diyenlere sözünüz ne olacak? Eğer biz bu ülkede yaşıyorsak, bizim de yaşadığımız ülkenin geleceği ile ilgili söz söyleme hakkımıza saygı duyulması gerekiyor. Elbette ki irite etmeden, kamplaşma siyasetine prim verecek provokatif söylemlere fırsat vermeden, biz kendi sözümüzü nasıl söyleyeceğimizi, nerede, ne kadar söyleyeceğimizi belirleyebilecek rüşte sahibiz, siyasi deneyime sahibiz. Bunun planlamasını biz yaparız. Bunu söyleyen çevrelerin bir kısmı iyi niyetle söylüyor olabilir, bunu yayan çevrelerin aslında bu söylemle iktidarın dayatmasına teslim olduklarını görüyoruz. Çünkü iktidar burada bir kuşatma sağlıyor ve CHP’yi, özellikle de ve MHP içinde “hayır” eğiliminde olanları baskı altına almak için, “İşte bakın siz şunlarla birlikte hayır diyorsunuz” diye bir korku yaymaya çalışıyor. Bizimle birlikte deniliyor olması sanki bir şeyin baştan yanlış olduğu algısını kabul etmektir. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Biz nerede, ne kadar, nasıl diyeceğimizi ortaya koyacağız. Biz bütün toplum kesimlerinin ortak taleplerinin “hayır” demek için yeterli oldu-
halkların anayasası da mümkün ğunu düşünüyoruz. “Hayır” demek için ayrıca bir bölünme paranoyası ya da gizli görüşme efsaneleri yaymaya, sahte korkular üretmeye gerek yok. Şu anda zaten fiili olarak yeterince korkulmaya, kaygı duyulmaya değer bir tehditle karşı karşıyayız. Dolayısıyla o Kürt fobisi, bölünme fobisi üzerine kurulu hegemonik siyaset diline kimsenin prim vermemesi gerekiyor. HDP’nin “hayır”ının CHP’nin “hayır”ından ne farkı olacak? Biz kampanya boyunca “hayır”larımızı birbiri ile vuruşturmak niyetinde değiliz. Elbette ki farklarımız var. Evet diyenlerin kendi içinde nasıl başka planları, belki farklı operasyonel işleri varsa, hayır diyenlerin de farklı öncelikleri olabilir. Biz kendi “hayır”ımızı tarif edeceğiz bu noktada. Biz tabii herkesin bizim kaygılarımız ve önceliklerimizle hayır demesini tercih ederiz. Kampanyamızda bunun çabası içinde oluruz. Ondan sonrası herkesin kendi tabanına göre, kendi iç dengelerine göre kendi tutarlılığı ve kendi geçmişi ile barışık bir söz söyleme becerisidir. Biz şunu çok net ortaya koyuyoruz. Mevcut anayasa böyle dört elle sarılacak, mevcut fiili durum da korunacak bir durum değildir. Biz gerçekten demokratik bir anayasa için, toplumun ihtiyacı olan değişimi gerçekleştirmek için “hayır” diyoruz. Yoksa bu paket kötüdür, bu paketi engelleyelim sonra yan gelip yatalım. Huzur içinde bu 12 Eylül darbe anayasası ile yaşamaya devam edelim, öyle bir şey söylemiyoruz. Eğer biz bu girişimi durdurursak bugünkü anayasayı da hesaplaşmak için masaya yatırabiliriz, diye düşünüyoruz. En geniş demokrasi güçlerinin cephesinin kurulamadığı bu koşullarda “Hayır Kampanyası” çoklu zemin ve düzeyde sürdürülecek. Diğer demokrasi güçleri ile nasıl ortaklaşmayı planlıyorsunuz? Biz kampanyada toplumsal hareketlerin daha ön planda olması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’de siyasi partilerin oy potansiyellerini aşan toplumsal bir örgütlülük var. Bu toplumsal örgütlülüğün bu vesileyle siyaseti de yeniden şekillendireceğini düşünüyorum. Sonuçta eğer son kararı halk verecekse, Meclis bunu durdurmayı başaramamışsa; bu parlamento aritmetiğinin kendisinin de aslında toplumu ne kadar yansıtıp yansıtmadığını ölçeceğiz. Par-
Biz kampanyada toplumsal hareketlerin daha ön planda olması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’de siyasi partilerin oy potansiyellerini aşan toplumsal bir örgütlülük var. Bu toplumsal örgütlülüğün bu vesileyle siyaseti de yeniden şekillendireceğini düşünüyorum. tilerin kendi içinde ne kadar demokratik olup olmadığını, tabanlarını ne kadar dinleyip dinlemediklerini, kendi seçmenlerini ve delegelerini ne kadar gözetip gözetmediklerini göreceğiz. Çünkü parti grupları yok sayılarak bir liderler pazarlığı ile bu iş kotarıldı. Bu aslında Devlet Bahçeli-Tayyip Erdoğan ittifakıdır. Başbakan Yıldırım bile bu sürecin aktörü değildi. Dolayısıyla burada toplumsal hareketlerin, örneğin kadın hareketinin ne dediği ve ne kadar güçlü dediği son derece belirleyici olacak. Ekoloji hareketinin ne dediği, kimlerle birlikte nereye hitaben bir kampanya yürüttüğü belirleyici olacak. Bütün toplumsal hareketler için, inanç grupları, insan hakları hareketleri için yani herkes için bence bu dönem tarihi bir imkân olacak. Belki de bir son kavşak, bir dönemeç olacak. Dolayısıyla bunun farkında olarak biz toplumsal hareketlerin daha yatay çalışmalar yürütmesi, yani partilerin aksesuarı gibi değil, siyasetin asıl özneleri olarak çalışmaları gerektiğini düşünüyoruz. Bunu kolaylaştıran, buna imkân sunan ve destekleyen her türlü çabanın içinde olacağız. Bunu kendi kampanyamızın dışında söylüyorum. Şu anda da zaten sözümüzü birlikte nasıl söyleyelim, nasıl bir kampanya yürütelim diye o toplumsal hareketlerle görüşmeler yapıyoruz. KESK’le TMMOB’la, DİSK’le yaptık, önümüzdeki günlerde yine bu görüşmelerimizi sürdüreceğiz. Alevilerle, insan hakları, anayasa alanında çalışmış akademisyenlerle, kadın hareketiyle, ekoloji çalışması yürüten farklı gruplarla yuvarlak masa toplantılarını bir süre daha devam ettireceğiz. Sözümüzü ortaklaştırmanın imkânını arayacağız. Onların bize yönelik beklentileri, bizim onlara dair söyleyeceğimiz sözler bu toplantılarda masaya yatırılıp sorgulanacak.
26
Kendi kampanya programımıza gelirsek, Şubat ayının ilk haftalarında kendi il/ilçe örgütlerimizle halk toplantıları yapacağız. İki deklarasyonla kampanyayı başlatacağız. Bizim yüzde 50 ve üstü oy aldığımız bölgeler ya da birinci ya da ikinci parti olduğumuz bölgeler diye ifade edelim, bu bölgelerde yürüteceğimiz kampanyanın çıkışını 31 Ocak’ta Diyarbakır’dan yapmayı planlıyoruz. Ardından partili kadınlar kendi deklarasyonlarını diğer kadın örgütleri ile birlikte yapacaklar. Daha sonra HDK ve diğer bileşenlerimizle birlikte İstanbul’da ikinci deklarasyonumuzu yapacağız. Bu toplantılarla birlikte de fiilen kampanyamızı başlatmış olacağız. Referandumun yapılmama olasılığı var mı? Tabii ki biz iç savaşa doğru evrilen bu süreci halkın demokratik yollarla durdurmasını tercih ediyoruz. Bu yönde bizim tek seçeneğimiz budur ve biz bunun için çaba sarf edeceğiz. Fakat Türkiye bizden ibaret değil. Yani Erdoğan’ın müttefikleri 15 Temmuz’da o operasyonun içinde olup sonra Erdoğan’ın yanında olanlar, destekleyip ya da kuşatanlar, Erdoğan’ı yönlendi-
halkların anayasası da mümkün Kürt illerinde seçimlerin nasıl geçeceği konusunda halkın ciddi kaygıları var. Hatta bu kaygılar yüzünden Kürt halkının sandıklara gitmeyeceği bile söyleniyor. Kürtlerin yaşadıkları büyük travma sonucunda, işte son iki yıl içinde Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de yaşananlar sonucunda şöyle bir psikoloji var. Bundan daha kötüsü ne olacak ki? En kötüsünü yaşadık, bize ne, diyen bir psikoloji. Ama tam da aslında onlara yaşatılanın referandumu yapılacak. Taybet Ana’ya yaşatılanın, buzdolabında tutulan çocuk cenazesinin referandumu yapılacak. Ben Kürtlerin son derece politik ve örgütlü olduğu düşüncesindeyim. Hafızasının son derece diri olduğu düşüncesindeyim. Direniş kültürünün net olduğu düşüncesindeyim. Şimdiki kısmi kırgınlık ve tepkinin de boyun eğmeyen, diz çökmeyen bir tutuma evrileceğini düşünüyorum. Halk toplantılarında bunu konuşmaya, tartışmaya başladığımızda bir yılgınlık ve neme lazımcılık hali değil, tam tersine bir hesaplaşma psikolojisinin gelişeceğini düşünüyorum.
renler ne yapacaklar? Yani bu değişikliği içlerine sindirecekler mi? Böyle mi anlaşmışlardı 15 Temmuz gecesi? Böyle bir paket çıkartıp Erdoğan’ı başkomutan yapmak. Erdoğan’ı milli güvenlik siyasetini tek başına belirleyen kişi olarak mı seçmişlerdi? O yetkilerle mi 15 Temmuz gecesi onu koruma görevini üstlenmişlerdi? Bunu bilmiyoruz. Dolayısıyla aralarındaki ittifakın, ilişkinin nasıl seyredeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu, devletin kendi iç iktidar kavgasının yansımasıdır sadece. Ama biz bu işin demokratik yollarla durdurulabileceğine olan inancımızla çalışacağız. Türkiye’de inşa edilmeye çalışılan bu yeni rejime direnen güçlere neler söylemek istersiniz? Şu anda anketlerde gözüken tabloya göre, MHP içinde ciddi bir “hayır” var. Neredeyse büyük kısmı “hayır”dan yana. Özellikle 15 Temmuz sonrası işten çıkartmalar AKP tabanında çok ciddi rahatsızlık oluşturdu. İşyerlerini, dernekleri kapatma, yine özellikle gözaltılar, işkence iddiaları geleneksel seçmen kitlesinde ciddi bir tepkiye yol açtı. Ama buna rağmen toplum-
da demokratik bir seçim olmayacağı yönündeki kaygıdan kaynaklı olarak Erdoğan’ın ne yapıp edip, hileyle, baskıyla “evet”i geçirteceğine dair bir şüphe var. “Hayır”ın kendi gücünün farkında olması gerekiyor aslında. Anketlerde “hayır” önde gözüküyor ama “hayır”ın kazanacağına dair inanç aynı ölçüde değil. Dolayısıyla da biz “hayır”ı; bir karamsarlık, çaresizlik, sadece protest bir tavır olarak değil; bunun ötesinde yeni bir sayfa açmak, yeni bir başlangıç yapmak, rejimi bu yarım yamalak demokrasiden gerçek demokrasiye evriltmek için bir fırsatı değerlendirmek olarak görüyoruz. Mesajımızı da bu eksende vereceğiz. “Evet” çıktığında nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Bu hükümetin az çok neler yapacağını, “evet”i çıkarttığında, yaptığı işlere meşruiyet kazandırdığına inanıp nasıl yeni baskılar, nasıl yeni fiili durumlar oluşturacağını tahmin edebiliyoruz. Ama “hayır” çıktığında onların elbette ki bütün ezberleri bozulmuş olacak, bütün planları alt üst olacak. Biz hayır diyenlerin de “hayır”ın kazanması durumunda ne yapacağımızı biliyor olmamız lazım.
27
Eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye eşbaşkanları, yüzlerce parti yöneticisi ve üyesi tutuklanmış bir partinin sözcülüğünü yürütüyorsunuz. Dışarıda kalan HDP yöneticileri olarak sorumluluklarınız daha da artmış durumda. Bu gücü nereden alıyorsunuz? Sonuçta burada bir deneyim var. Bu partinin geçmişte, siyasi baskılar, dayatmalar, yasaklamalar, tutuklamalar döneminde başının çaresine nasıl bakacağına dair son derece büyük bir birikimi var. Defalarca kapatılmış, defalarca yöneticileri tutuklanmış bir hareketten, bir toplumsal duruştan bahsediyoruz. Dolayısıyla her şart altında şunu göstermemiz gerekiyor: Tutuklu vekillerimizi de, belediye eşbaşkanlarımızı da, parti eşbaşkanlarımızı da tutuklasanız, son milletvekili kalana kadar parlamentoda sözümüzü söyleyeceğiz. Yayınlarında bize yer veren bütün televizyonları, gazeteleri kapatsanız da bir yolunu bulacağız. Telefonlarımızı televizyon gibi kullanıp sözümüzü duyuracağız. Bizi ne kadar engellerseniz engelleyin, sadece bizim mücadele azmimizi artırırsınız. HDP bizim açımızdan klasik, geleneksel temsili demokrasi mantığıyla işleyen bir parti değildir. Parti
halkların anayasası da mümkün büroları kapatıldığında, yakıldığında halkın kendi cebinden para toplayıp, eline boyasını fırçasını alıp yakılan büroyu boyayıp temizlediği, kırılan kapıyı taktığı yani işini yapmaya devam ettiği bir partidir. Yöneticileri tutuklandığında kendisi gidip anahtar ayarlayıp partiyi açık tutmaya devam eden bir harekettir. Böyle bir harekette gayet tabii hepimiz bulunduğumuz pozisyon ne olursa olsun, bu mücadelenin daha da güçlenerek büyüyeceğine olan inançla kendimizi motive etmek zorundayız. Biz şimdiye kadar yediğimiz her darbeden büyüyerek çıktık. Her engelleme, her yasaklama bu parti için sıçrama tahtasına dönüştü. Yüzde 10 barajı sayesinde biz yüzde 13 oy aldık. Yüzde 10 barajı bize karşı konulmuş bir barajdı. Geçmişte MHP, CHP, Doğru Yol, ANAP ve DSP hepsi barajın altında kaldılar. Sırf “bunlar” parlamentoya giremesin diye alınmış bir karardı. O dönemde biz bağımsız adaylarla girdik. Sonra o gücü yakaladığımızda Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte ortaya çıkan yeni alana hitap ettiğimizde barajı aşabileceğimize olan inançla ve toplumun da sahiplenmesiyle o badireyi atlattık. Öyle inanıyoruz ki, şimdiki engellemeler de 7 Haziran seçimlerinde
Bizim referandum kampanyamız şimdiye kadar HDP’ye sempati duymuş ama hiç oy vermemiş olan kesimlere daha yoğun biçimde ulaşma, kendimizi onlara anlatma ve onların onayını almaya vesile olacak. “HDP’ye oy verebilirim” deyip ama oy vermeyen kitleye bizi ulaştıran bir sürece dönüşecek. Bizim referandum kampanyamız şimdiye kadar HDP’ye sempati duymuş ama hiç oy vermemiş olan kesimlere daha yoğun biçimde ulaşma, kendimizi onlara anlatma ve onların onayını almaya vesile olacak. Söyleşimizin sonuna gelirken “hayır” kampanyasına geri dönelim isterseniz. Bu kampanya sadece siyasetin-siyasetçinin yürüteceği, merkezi planlamalarla yürütülecek bir kampanya olmamalıdır. Elbette biz merkezi planlamamızı yapacağız. Mümkün olduğu kadar koordine etmeye çalışacağız ama bu ülkede iddiası olan, sözü olan, özgür ve onurluca yaşamak isteyen her
28
yurttaş için bir seferberlik ve kendi geleceğine sahip çıkma kavgası, mücadelesi aynı zamanda. Herkes bulunduğu yerde okulunda, işyerinde, komşularıyla kendi örgütlülüğünü ortaya koymalıdır. Bunun için parti tabelasına, rozetine ihtiyaç yoktur. Herkes kendi “hayır”ını ifade ederse aslında mesajını vermiş, yurttaş sorumluluğunu da yerine getirmiş olur. Referandum sonrasında HDP yeni döneme uygun bir yapılanma sürecine girecek mi? Her dönem her yenilgi nasıl bir muhasebeyi bir özeleştiriyi gerektiriyorsa, her başarı da durumu yeniden değerlendirmeyi, onun gereğini yerine getirmeyi gerektirir. Biz bir yeniden yapılanma ihtiyacı duyuyoruz. Bunun farkındayız. Kendi zaaflarımızı, eksikliklerimizi ya da kendimizi yeterince doğru ifade edememekten kaynaklı sorunlarımızı aşmak için gerekli çalışmalarımızı yapacağız. Bizim için aslında referandum süreci de bir yeniden yapılanma sürecidir. Örgütlerimizi yeniden kurma, yeniden canlandırma sürecidir. Sözümüzü de yeniden doğrultma vesilesi olacaktır. Çok teşekkür ederiz, kampanyanızda başarılar.
bir işgal planı ve önce kadınlar…
Fotoğraf: Duygu YILDIZ
Hedefin öncelikli olarak kadınlar ve kadın kurumları olması Sakine Cansızlar’ın Paris’te katledilmesinden, Rojava’daki kadın devriminden ve Kürt kadın hareketinin Kürdistan’daki örgütlenmesinden bağımsız değildir.
Suna YILMAZ
“A
lo Şiddet Hattı kapatıldı”, “57 Belediye’ye kayyım atandı”, “Kayyım atanan belediyede kadın çalışanlara polis tacizi”, “Kayyım kadın müdürlüğünü kapattı”, “Kayyım sığınma evini kapattı” haberlerine ve benzerlerine bugünlerde sıkça rastlıyoruz. Özellikle Kürt kentlerinde OHAL’le birlikte artan şiddet ve baskının hem Ortadoğu’daki politikalarla hem de özellikle “Çöktürme Planı” olarak adlandırılan, çözüm süreciyle birlikte; paralel şekilde işlerlik kazanan, planın adım adım uygulanmasıyla yakından ilişkisi var. Bu ikili sürecin geldiği noktada hedefin öncelikli olarak kadınlar ve kadın kurumları olması Sakine Cansızlar’ın Paris’te katledilmesinden, Rojava’daki kadın devriminden ve Kürt kadın hareketinin Kürdistan’daki örgütlenmesinden bağımsız değildir. Bu yazı, Kadın Politikaları Müdürlüğü’ne kayyımla birlikte erkek yönetici atayan iktidarın, militarist dilini ve patriyarkal duruşunu
deşmeye çalışırken bunu daha geniş ölçekli bir hattan örmeyi hedeflemektedir. 2013 yılının 21 Mart’ında Abdullah Öcalan’ın mektubunun Newroz’da okunması ile barış üzerine umutlu görüşmeler; 2014 yılında sınır ötesi operasyon, 6-7 Ekim Kobane eylemleri, 2015’te Suruç’taki katliam ve sonrasında “çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılması” ifadeleriyle sona doğru yaklaşırken bunun evveliyatını Akif Beki’nin 2015 tarihli Ahmet Davutoğlu ile röportajında bulmak mümkün1. Bu röportajda Davutoğlu, 2013 yılının Kasım ayında yaptıkları değerlendirmelerde 12 ilçenin kritik bir konumda yer aldığını belirterek riskli alan ve özel güvenlik bölgeleri ilanlarından, sokağa çıkma yasaklarına kadar sürecin aslında ipuçlarını verir. “Çöktürme Planı”na dair HDP Dersim Milletvekili Alican Önlü’nün 2016 yılında verdiği soru önergesine “Bakanlığımız Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca soru önergesinde ifade edildiği şekilde bir eylem planı hazırlanmamıştır” cevabına rağmen plana dair birkaç nok-
29
tayı sıraladığımızda Kürt kentlerinde yaşananları ve son olarak Kürt belediyelerine kayyım atanmasını ve kadın derneklerinin kapatılmasını daha duru bir tabloda tartışma olanağı bulabiliriz. Alican Önlü’nün soru önergesinde plana dair: “2- Plana göre, Özel Polis Kuvvetleri ve Özel Askeri Komandolar eşliğinde, ordu güçleri şehirleri kuşatarak, mahalle ve yerleşkelere operasyonlar düzenleyecek. Bugün Cizre, Nusaybin, Silopi, Dargeçit ve Silvan’a uygulanan yöntemler söz konusu rapordaki simülasyonlar örtüşmesi sadece bir tesadüf müdür? 3- Saldırıların komuta merkezinin İl Jandarma Komutanlıkları olacağı, gereklilik halinde helikopter ve yine gerekirse savaş uçakları İl Jandarma Komutanlığı emirinde olacağı belirtiliyor. Bu iddia doğru mudur? Akif Beki, “PKK terörüyle mücadelede kritik 5 ilçe”, http://www.hurriyet.com. tr/pkk-teroruyle-mucadelede-kritik-5ilce-40028087. 1
bir işgal planı ve önce kadınlar...
OHAL sonrası kapatılan kurumların özellikle Kürdistan kentlerinde yoğunlaşması ve kayyım atamaları ile birlikte seçimle kazanılamayan mevzilerin işgal edilerek el konulması Kürt Hareketi’nin “yerel” örgütlenmesi özellikle kadın örgütlenmesi üzerine yeniden düşünmeyi gerektirir. 4- Söz konusu planda ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak denilmekte olup, burada ki amaç nedir? 5- Kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır sözünden kasıt nedir? 6- Yapılacak bastırma operasyonlarında 10 bin ile 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi planlanmakta. Eğer doğruysa bu halka karşı bir soykırım planı değil midir? 9- Sivil kamu personelinin söz konusu alanlardan çekilmesi, hastanelerin 24 saat kuralına göre olması ve acil güvenlik personelinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, bazı kamu binalarının boşaltılarak operasyonel güçlerin konumlanmasına göre, önceden hazırlanması önem arz etmektedir. Bu durumda bugün Cizre, Nusaybin, Silopi, Sur, Dargeçit ve Silvan’da olanlarla bire bir örtüşmekte midir? 11- Med Nuçe, Sterk TV, IMC TV gibi kanalların ve Özgür Gündem, DİHA gibi gazetelerin ekarte edilmesi ve yasal dayanaklarından yoksun bırakılmasında ki kasıt nedir? 14- Terör örgütü medyasının alan, bölge, yerleşkeye sokulmamasına özen gösterilmesi, adı geçen alan, bölge ve yerleşkelerin etrafında tank ve zırhlı araçların uygun yerlerde konumlandırılması, giriş ve çıkışların tümünün kapatılması.” İfadeleri, Silopi ve Nusaybin’de gazetecilerin bu bölgelere alınmamasının gerekçesi midir? 15- Elektrik, gaz ve su şirketlerinin tüm faaliyetlerini operasyon yetkilisi emri dahilinde sürdürmeleri ve verilen emirlere harfiyen uymaları sağlanmalı. Ambu-
lans, itfaiye araçlarının alanlara uygun görülürse izinli ve askeri personel eşliğinde sokulmasını sağlanması” Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı ilçelerde elektriklerin ve suyun kesilmesi savaş simülasyonu planının bir parçası mıdır? 16- Asfaltlama yeteneğine sahip yerel yönetim birimlerinin kontrol edilmesi veya bu imkân ve kabiliyetin kritik bölgelerde doğrudan il özel idarelerine devredilmesi” ifadesi ile kasıt DBP’li belediye eşbaşkanlarının tutuklanması, görevden el çektirilmesi, araçlarına el konulması mıdır?”2 sorularına yer verilmiştir. Bu önergede yer alan ilgili maddeleri sırası ile okuduğumuzda 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL’in iktidar için “fırsat” yaratmasının dışında bir imkân sunmadığını görebiliriz. Planın adım adım uygulanmasıyla birlikte özel güvenlik bölgelerinin ve sokağa çıkma yasaklarının ilanı sonrasında, özellikle savaşın seyrinin militarist bir dil üzerinden kadınları hedef aldığını Sur’da ve Cizre’de görürüz. Cizre’de evlerin duvarlarına yazılan “Kızlar geldik”, “Biz geldik, yoktunuz” yazıları, Nurcan Baysal’ın3 Cizre gözlemlerinde aktardığı yatak odalarında kadın iç çamaşırlarının özellikle dağıtılmış olması ve kullanılmış prezervatiflerin varlığı militarizmin partiyarka ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine benzer şekilde Sur’daki çatışmada ölen kadının ve Muş’ta ölen kadın gerillanın bedeninin teşhir edilmesi bunun en net örnekleri arasındadır.
Patriyarkal düzenin yeniden tesisi
Patriyarkal düzenin militarizmin şiddet sarmalıyla kadınları hedef almasının yukarıda belirttiğimiz gibi dünyanın
30
yeniden paylaşılmak istenmesinden ve Türkiye sınırları içinde “toplumsal düzenin yeniden tesis edilme” gayesinden bağımsız olmadığı görülür. 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşının yaklaşık yüzyıl önce 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşmasına benzer bir sürecin başlangıcı olduğunu bugün daha net anlarız. Kürdistan’ın yeniden paylaşılması gündemde iken bölgedeki payını artırmaya talip Türkiye’nin çözüm sürecine dair “gizli” planlarını, Rosa Luxemburg’un kapalı ekonominin kapitalist sermaye birikimini krize sokacağı düşüncesini (emperyalizm tartışmaları) bir adım öteye taşıyan David Harvey’in birikimin zorunlu olarak mekânsal düzenleme ve coğrafi yayılma sorunu olduğunu dile getirmesiyle birlikte düşünmek gerekir4. Harvey, bu mekânsal düzenleme ve coğrafi yayılma meselesinde kapitalizmin kendi iç mantığının tarihsel sürecin somut gerçekleri, olgusal biçimleri ile nasıl ilişkilendiğini görmek açısından toplumsal yapının nasıl kurulduğuna da bakmak gerektiğini ileri sürer. Bir anlamda Harvey, kapitalist Alican Önlü’nün Çöktürme Planı’na dair verdiği yazılı soru önergesi, http://www2.tbmm. gov.tr/d26/7/7-2638s.pdf 3 Nurcan Baysal, “Cizre’deki Evlere Özel Harekatçıların Notu: Kızlar Biz Geldik Yoktunuz”, http://ilerihaber.org/icerik/cizredeki-evlereozel-harekatcilarin-notu-kizlar-biz-geldik-sizyoktunuz-51492.html 4 Bu tartışma için Luxemburg’un Az Gelişmişlik ve Emperyalizm kitabında “Emperyalizmin Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu’na Girişi” bölümüne, Sermaye Birikiminin Tarihsel Koşulları kitabına ve Harvey’in “Umut Mekânları” ve “Sermayenin Mekanları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru” kitabına bakılabilir. 2
bir işgal planı ve önce kadınlar... birikimin izlediği yolla uyumlu olması için düzenlenmesi gerekmesine karşın yalnızca onun tarafından belirlenmeyen politik, ideolojik, askeri ve diğer yapıların aracı etkisini de dikkate almamız gerektiğini söyler5. Buna ek olarak kapitalizmin ideali olan ulus devletin öngördüğü toplumsal düzeni kurmanın patriyarkal bir perspektifle gerçekleştiğini belirtebiliriz. Luxemburg’un ve Harvey’in dikkat çektiği noktayı, Sur’da ve Cizre’de kadınlar üzerinden gerçekleştirilen militarist-cinsiyetçi şiddet örneklerini kentsel politikalarla birlikte tartışabiliriz. Bu aynı zamanda Kürt kadın hareketinin örgütlü olduğu kurumların, kentsel politikanın en önemli parçası olduğunu düşündüğümüzde daha da önemli olmaktadır. 2012 yılında 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un kabul edilmesiyle, kentsel mekânın rantının tek sahibi olduğunu ilan eden devletin, riskli alan ilan ederek kentsel mekâna el koymasının ilk örnekleri; Diyarbakır-Sur, Şırnak, Hakkari, Ağrı, Mardin, Van’dır. “Hendek” tartışmalarını bir kenara koyarak 2011’de Suriye’de başlayan savaşın ardından dünya konjonktüründeki savaş koşullarının iktidar için “fırsat” yarattığını söyleyebiliriz. 6306 sayılı Kanun’un Kürdistan’da uygulanmasının önünde engel olacağı düşünülen Kürt siyasal hareketini “Çöktürme Planı” kapsamında yok etmeye çalışılmasını Davutoğlu’nun röportajında açık bir şekilde görebiliriz: “Daha 2013 yılı Kasım ayında yaptığımız değerlendirmede 12 kritik ilçeyi öngörmüştük. İki üç ay önceki mücadeleye bakarsanız, Lice, Silvan, Varto, Kulp var, Cizre devam ediyor, Doğubeyazıt, Yüksekova var. Bu kritik ilçelerin çoğunda kontrol sağlandı. Şimdi mücadelenin yoğun olarak seyrettiği 4-5 yer kaldı: Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Dargeçit... Şu anda oraya yoğunlaşmış durumda. Bunların özelliği ne? Nusaybin, Cizre, Silopi sınır ilçeleri. Nusaybin, Kamışlı’nın devamı. 10 adım atsan Suriye tarafına geçiyorsun zaten.” On adımın berisinin ve ötesinin başta Kürtler ve Türkiye Halkları için ne anlama geldiğini şiddet sarmalına bürünmüş biçimde yaşıyoruz.
7 Haziran umutları Suruç katliamı ile son buldu
Sınırın berisinde 7 Haziran seçimleri sonrası umutlu atmosfer temmuz ayında yaşanan Suruç Katliamı ile son bulurken, son bir buçuk yılda onlarca katliam, bomba, tutuklama ile bu tablo daha da ağırlaşmış durumdadır. Son duruma göre
DBP’li 69 belediye eş başkanı ve HDP’li 11 milletvekili tutuklu iken 50 belediyeye kayyım atanmış ve en az 3 bin 51 HDP/ DBP parti yöneticisi tutuklanmıştır. Kayyım atanan her belediye bütün kurumlarıyla işgal edilirken çalışanlarının işlerine son verilir. OHAL sonrası kapatılan kurumların özellikle Kürdistan kentlerinde yoğunlaşması ve kayyım atamaları ile birlikte seçimle kazanılamayan mevzilerin işgal edilerek el konulması Kürt Hareketi’nin “yerel” örgütlenmesi, özellikle kadın örgütlenmesi üzerine yeniden düşünmeyi gerektirir.
2012 yılında 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un kabul edilmesiyle kentsel mekânın rantının tek sahibi olduğunu ilan eden devletin, riskli alan ilan ederek kentsel mekâna el koymasının ilk örnekleri DiyarbakırSur, Şırnak, Hakkari, Ağrı, Mardin, Van’dır. 1990’larla birlikte Kürt kadın hareketi Yurtsever Kadın Birliği ismiyle dernekleşir. Hem ulusal talepler hem de kadınların kadın oldukları için yaşadığı sorunlar üzerinden çalışmalar sürdüren dernek daha sonra HEP, DEP dönemiyle birlikte kadın kolları üzerinden çalışmalarını sürdürür. Bu mücadele hem devlete hem de parti içi erkek egemen zihniyete karşıdır. Parti tüzüğünde kadın-erkek eşitliği, kadın kotası, kadın adayların sayısının artması gibi daha birçok konu mücadelenin konusu olurken parti içindeki “özerk” alanlar kendisini karma yapının dışında örgütlemeyi zorunlu kılar. 2000’ler sonrası kurulan birçok kadın kurumu bir yandan belediyeler bünyesinde çalışmalarını sürdürürken diğer yandan bağımsız ama ilişkisel olarak var olur. 1999 sonrası Kürt siyasal hareketinin yerel yönetimi açısından kurucu ve bir o kadar da baskı aracı olan kadın hareketi; eş başkanlık sistemi, kadın politikaları müdürlüklerin açılması noktasında önemli adımlar atılmasını sağlar. 1995’te başlayan ve 2005’te daha fazla öne çıkan paradigma değişimi bugün itibariyle kapitalist moderniteye karşı de-
31
mokratik modernite ve devletsiz demokratik ulus inşasının gerçekleştirilmesini hedefler. Bu perspektifinin yerel yönetimlere yansıması ise demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bakış açısının pratiğe geçirilmeye çalışılmasıdır. Yeni paradigmaya dair Öcalan’ın yazılarını6 ve paradigma üzerine yapılan tartışmaları incelediğimizde kısaca kapitalist moderniteye karşı örülen mücadelenin ya da yeni özgürlükçü toplumun kapitalizmle olan bağı/karşıtlığı yok sayılır. Örgütlenen konferanslara, atölyelere baktığımızda kimlik politikalarına dair (çok dillilik örneğindeki gibi) daha net bir tablo oluşurken demokratik ulusun inşası noktasında yeni paradigmanın ekonomi alanı her zaman tartışmalıdır. Bu tartışmaları özellikle kentsel politikalar açısından düşündüğümüzde Kürt siyasal hareketinin bu noktada olumlu bir tablo oluşturmadığını söyleyebiliriz. Örneğin Diyarbakır’da Kadın Politikaları Müdürlüğü’nün açılması Kürt kadın hareketinin önemli bir başarısı iken, daha önceki dönemleri de içine alarak süregiden Dicle Vadisi Projesi kapsamında Fiskaya Şelalesi Projesi, Kırklar Dağı’nın imara açılması, kent mekânlarındaki soylulaştırma pratikleri yeni paradigmanın kapitalizmle bağının ne olacağı/olduğu noktasında net bir tablo oluşturmaz. Mahalle meclislerinin kurulması, kadın kurumlarında okuma-yazma kurslarından mesleki eğitimin verilmesine kadar geniş bir yelpazede faaliyetlerin oluşturulması, belediye bütçesinin ya da stratejik planının katılımcı demokrasi esas alınarak hazırlanması gibi sayacağımız birçok adım yeni paradigmanın inşası noktasında olumlu örnekler olarak sunulmasına karşın Joost Jongerden ve A. H. Akkaya’nın7 dediği gibi bu pratikler Yerel 21 ya da Çanakkale Belediyesi’nin yapmış olduğu katılımcı bütçe ve etkin yurttaşlık gibi katılımcı David Harvey, (2012) “Sermayenin Mekanları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru” (B. Kıcır, D. Koç, K. Tanrıyar, & S. Yüksel, Çev.). İstanbul: Sel. 6 Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Toplum Manifestosu” isimli beş ciltlik kitabı bu noktada temel referans kaynağıdır. 7 J. Jongerden ve A. H. Akkaya, (2014), “Yeni Bir Politika Arayışı PKK’nin Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm Projeleri” (M. Çelik, Çev.). S. Özer (Ed.), “Gezi’nin Yeryüzü Kardeşleri Direnişin Arzu Coğrafyaları İçinde”. İstanbul: Otonom 5
bir işgal planı ve önce kadınlar...
Fotoğraf: Duygu YILDIZ
demokrasi pratikleriyle benzerlik taşır. Yerel yönetimlerin belediyeler düzeyinde kent konseyleri kurması, mahalle meclislerini oluşturması, stratejik planı katılımcı demokrasi ayağını oluşturarak hazırlaması, vatandaşların sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını kolayca iletebildiği mekanizmaların oluşturulması, bütçenin katılımcı demokrasi üzerinden planlanması gibi listeyi uzatabileceğimiz birçok madde belediye yasasının kapsamında yer almakla birlikte Türkiye’de her belediye bunu farklı düzeylerde gerçekleştirmektedir. Çanakkale Belediyesi, Bursa Nilüfer Belediyesi bu açıdan olumlu örnekler sunmakla birlikte, bunun Kürt belediyeler tarafından demokratik özerklik tartışması içinde alt başlık olarak sunulması ve bunun bir po-
1995’te başlayan ve 2005’te daha fazla öne çıkan paradigma değişimi bugün itibariyle kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite ve devletsiz demokratik ulus inşasının gerçekleştirilmesini hedefler. Bu perspektifinin yerel yönetimlere yansıması ise demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bakış açısının pratiğe geçirilmeye çalışılmasıdır.
Kürt siyasal hareketinin yürüttüğü kimlik politikaları iki tabloyu açığa çıkarır. Bir yandan kapitalist sistemle hesaplaşmayan ve buradan alternatif bir ekonomi ayağı öremeyen bir yapı ve kapitalist ilişkilerin hakim olduğu yerel yönetim deneyimi, diğer yandan sosyal politikaların oluşturulması noktasında sosyal belediyeciliğin dışına çıkmayan kurumsal bir yerel yönetim deneyimi. litika aracına dönüşmesi, aynı zamanda Türkiye’de 1970’lerdeki sosyal/toplumcu/devrimci belediyecilik deneyimlerinin de yok sayılmasına neden olur. Dolayısıyla Kürt siyasal hareketinin yeni paradigmanın örgütlenmesi noktasında teorik açıdan kafa karışıklığı ve bunun yansıması olarak Kürt siyasal hareketi içindeki yapılar tarafından özellikle yerel yönetimlerin kapitalist ilişkiler ağı içinde olumsuz deneyimler sunmasına dair farklı değerlendirmeler yapılmasına neden olur. Kadın, kültür, sağlık gibi alanlarda yapılan tartışmalara dair özellikle DTK’ın örgütlediği konferanslarda daha net fikirler ve programlar sunulurken, demokratik modernitenin özgürlükçü toplumunun ekonomi ayağına dair farklı ve çok sayıda düşünce öne çıkar. Bu ise özellikle kentsel politikaların oluşturulması noktasında kapitalist ilişkilerin hâkim olmasına neden olur. Dolayısıyla Kürt siyasal hareketinin yürüttüğü kimlik politikaları iki tabloyu açığa çıkarır. Bir yandan kapitalist sistemle hesaplaşmayan ve buradan alternatif bir ekonomi ayağı öremeyen bir yapı ve kapitalist ilişkilerin hakim olduğu yerel
32
yönetim deneyimi, diğer yandan sosyal politikaların oluşturulması noktasında sosyal belediyeciliğin dışına çıkmayan kurumsal bir yerel yönetim deneyimi. Suriye savaşıyla birlikte, Kürdistan coğrafyasının kapitalizmin dünyadaki seyrinin ihtiyaçlarına dönük etnik politikalar üzerinden yeniden düzenlenmeye çalışılması, Türkiye sınırları içinde de benzer tablonun oluşmasına neden olur. Bu tablodaki planları, özellikle Rojava kadın devrimi özelinde, Kürt kadın hareketinin örgütlü gücünün bozması, bugün itibariyle patriyarkal iktidarın militarist söyleminin beslendiği noktayı gözler önüne serer. Ayrıca belediyelere kayyım atayarak ve kadın kurumlarını kapatarak Kürt kadın hareketinin kazanımlarına el konulmaya çalışılması iktidarın öfkesinin hedefini gösterir. Bunu aynı zamanda şöyle de okuyabiliriz: kapitalizme karşı ve net bir hareketin varlığının olmayışı kapitalist ilişkiler üzerinden kurulan ulus devletin savaş, işgal yoluyla bu kazanımları geri alabileceğinin de göstergesidir. Fakat toplumsal hareketin kurumsal örgütlenmelere hapsedilmediği ve adresin sokak olduğu OHAL günlerinde bir kez daha açığa çıkmıştır.
velinimet adına tek devlet’in tüm sayılarına duyurulur Türkiye açısından manevra yeteneği özellikle siyasi iktidarın seçmen kitlesi olarak küçük orta boy sermayeler ile büyük ölçekli sermaye arasında dengeyi tutturması gerekiyor. Bu herzaman olası değil. Günümüzde ise hiç olası değil. Artık fetiş hali ile rakamlar da bunu söylüyor. Faiz lobisi ile dolar lobisi tam da bu çelişkili sürecin ürünleri. Fuat ERCAN “Bütün nesnelerden sayıları alın, hepsi çürüyecektir” Isidore “Sayıların canı yoktur Hiçbir şey biçimden kurtulamamıştır. Biçim çünkü her şeydir. Sayılarda öyle vardır. Var olmak az şey midir?” İlhan Berk
I-Sayıların canı yoktur
“Dolar indi-çıktı”, “faiz indi-çıktı”, “fiyatlar yükseliyor,” ifadeleri Isidore’yi haklı çıkaracak şekilde günümüzü belirler oldu. Her şey sayılara indirgeniyor, yani ölçülüyor, ölçülmeyen şeyler hızla ölçüme konu oluyor. Ölçüme konu olan her şey, parasal değeri işaret eden fiyatlara dönüşüyor. Sayıların-fiyatların değdiği her şey/nesneler çürüyor. Oysa İlhan Berk’in dediği gibi “sayıların canı yoktur.” Sayılar o zaman nesneleri ve dolayısıyla ilişkileri tanımlayan biçimlere dönmüş ve biçim her şey olmuştur. Fetişizmin bir üst aşaması sayıların-fiyatların birer özne olarak tanımlanması, harekete geçirilmesi. Paranın ölçüm birimi-fiyatı olan faiz, yüksek faiz oranı talep ederek daha yüksek sayısal forma ulaşmanın diline dönüşüyor. Ulusal paranın yabancı paralar karşısında değeri-ölçüsü olan döviz harekete geçiyor, değerlenmek için daha yüksek sayılarla ifade edilmek için döviz lobisi oluyor. Ve tüm fiyatı olan nesnelerin belirli bir mekandaki (ulus-devlet) bütüncelleştirilmiş ifadesi olan milli gelir, sayıların o mekandaki gücü –güçsüzlüğü oluyor. Gelecek, yani Güçlü-Türkiye-2023 sayısal değer olarak dünyada işaret edilen on ülke içinde yer alma olarak tanımlanıyor. Fetiş kendini daha üst bir düzeye taşıyor. Biçim kendini harekete geçiriyor. Oysa sayıların canı yoktur. Nesneleri-ilişkiyi, yaşamı
sayılara dönüştürdüğünüzde sadece nesneler değil yaşamda çürür, yaşamın çoğulluğu sayıların işaret ettiği kolayca eklenip-çıkartılan ölçüme indirme ne yazık ki tarihin her döneminde vardı, ama günümüzde bu işleyiş daha bir belirgin hale geldi. Kapitalizm kendi hayalinde bir dünya yaratıyor. Bu iki düzeyde gerçekleşiyor. Değişim değerinin inşa süreci değeri olan, değeri olduğu düşünülen her şeyi ölçülebilir kılıyor, ölçülebilir kıldıkça nesneler sayılara dönüşüyor/dönüştürülüyor. Ama çok daha önemlisi iktisat ve istatistik diye tanımlanan disiplinler oluşum halin-
33
de bu yaşananları düşünce düzeyinde ölçülebilir kılmanın yol ve yöntemini geliştirme üzerinden yükseliyor. İşte iktisat disiplinin kurucusu kabul edilen Adam Smith’in kitabı: Ulusların Zenginliği. Ulusların zenginliği bir ulusun zenginliğinin kaynağını ülkenin sahip olduğu nitelikli emek gücüne bağlar. Ama burada emek-gücünü sadece zenginliğin kaynağı olarak görülmez, ama daha önemlisi mutlak ölçüm aracı olarak tanımlanır. Zenginliğin yaratıcısı ve mutlak ölçüm aracı olan emek-gücünün de değeri bir fiyatı olmak zorunda; ücret. Değişim değeri için üretilen me-
velinimet adına tek devlet’in tüm sayılarına duyurulur taların ölçümü parasal değeri olan fiyatlar ile emek-gücünün ölçümü parasal değer olarak ücret olurken, artık bu iki metanın aynı zamanda binlerce eş zamanlı hareketini sağlayan ve zenginliğin yaratılması için mekanizmayı harekete geçiren para stratejik bir değer kazanır. Zenginliğin yaratıcısı emekgücünün ve onun ürettiği ürünün değişimi ve ölçümü sağlaması ama çok daha önemlisi zenginliğin yaratılması için sermaye olarak kullanılması. Bu aşamada temel değişim ve ölçüm aracı ama aynı zamanda birikimin başlangıcı için ilk itkiyi başlatan para da metalaşır ve onun da bir fiyatı vardır; faiz. Bu işleyiş kendi içinde genişleyerek tüm toplumsal ilişkileri içine alacak bir hal alır. Artık görünür olan sayılar, görünür olan ölçülebilir sayılara indirgenendir. Toplumsal ilişkiler ve ilişkilere taraf olanlar artık ölçüme indirgenmiş, ya da Marx’ın işaret ettiği gibi ölçüm üzerinden gerçekleşen soyutlamanın tahakkümü altına girmiştir. Artık görünür olan sadece metaların değerini işaret eden fiyatlar oluyor. Bir adım daha atılıyor iktisatçılar tarafından (Marshall ve Walras) ve bu fiyatların bir makasın iki tarafı olan arz ve talep edenler için sinyaller oluyor, ve bu sinyallere dışarıdan müdahale edilmediğinde (devlet) piyasa denge koşullarına devam edecektir. O zaman bu dünyayı nasıl anlamalı, ölçüme indirgenmiş sayılar üzerinden mi? Ne yazık ki son zamanlar da faizler indi, çıktı, döviz yükseldi azaldı ve hatta Türkiye’de büyüme, birikim Türkiye’ye giren yabancı para üzerinden açıklanır oldu. Tersine dönmüş dünya, bu tersine dönmüş sayılar üzerinden yani tersinden okunuyor. Ölçüm-sayılar kuşkusuz önemli, ama içinde biçimlendiği işleyiş üzerinden okunduğunda önem kazanır, anlam kazanır.
II-Yaşasın tek devlet! Yaşasın sayılar!
İşleyişe ilişkin fetişleştirme sürecinin bir diğer özelliği sadece nesneleriilişkileri sayılara-fiyatlara indirgemesi değil, aynı zamanda fetişleştirilen değişkenler arasında bağlantı kurulmaması, bağlantıları gizemleştirmesidir. Bağlantılar gizemleştirildiği ölçüde de aktörleri göremeyiz ama çok daha önemlisi bugünlerde çok belirleyici olarak birkaç adım öne çıkan devletin ilişkiler içindeki yerini göremiyoruz.
“Velinimet adına TEK DEVLET’in tüm sayılarına duyurulur: Eğer kendilerine matematiksel olarak doğrulanmış mutlak mutluluğu getirdiğimizi anlayamazlarsa onları mutlu olmaya zorlamak görevimizdir. Yaşasın Tek Devlet! Yaşasın Sayılar! Yaşasın velinimet!” Yevgeni Zamyatin-Biz Çok güncel olduğu için hemen işaret edelim, yazıyı kaleme alırken siyasi iktidarın Türkiye Varlık Fonu’nu aktifleştirerek bir çok kurumu FON’a devretmesine yönelik analizlere baktığımızda görüyoruz. Burada görülen sanki siyasi iktidar en basit anlamıyla kendileri için ya da sermaye için bu olağanüstü kararı aldı. Ve bunu eleştirel-muhalif yazın FON “devleti yuttu”, “devlet özelleşti”, “gizli özelleştirme” başlıkları altında analiz ediliyordu. Sayılar derken birden siyasi iktidarın bir etkinliğine girdik, diğer yandan girişte işaret ettiğimiz bir diğer sorun yani faiz ve döviz lobisi ile bu Varlık Fonu arasında ilişki kurulabilir mi? Fiyatlar arz ve talep için uygun sinyaller ve denge koşullarını yaratıyorsa, bu faiz lobisi, döviz lobisi ve Varlık Fonu ne anlama geliyor aralarında ilişki var mı? Bu sorulara verilecek cevapları sayıların egemenliğinden kurtarmadan ama sayılardan hareketle analiz etmek ve bir de iç bağlantılarını göstermek için bildiğimiz Marxian analiz yerine belki zihinsel dünyamızda daha çok yer eden ve ama aynı zamanda işaret edeceğimiz üç değişkeni de içeren bir formülasyona başvurabiliriz. Yakın zamanlarda Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’ nin eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın açıklamalarına tepki göstererek; “O hâlâ Keynes’te mi kalmış, hâlâ yakmamış mı o kitapları?” diye tepki gösterdiği Keynes’in formülasyonuna başvuralım. Keynes sayıların egemenliğinin kriz ile çöküşü yaşadığı bir dönemde, ulusal sınırlar içinde gerçekleşen tüm kapitalist ilişkileri derli toplu bütüncülleştirilmiş bir formül üzerinden açıklamaya çalıştı. Marksist dille açıklamalarımızı
34
bu Keynes’in bütüncülleştirilmiş ulusal veri seti üzerinden de gösterebiliriz. Türkiye’de yaşanan fiyatlar üzerinden fetişistik açıklamaların mekanizmaya yani kapitalizme içkin olduğunu gösterebiliriz. Keynes kriz koşullarında fiyatların, işleyişi otomatik dengeye getirmediği düşüncesinden hareketle, toplumun temel bileşeni olan ama Keynes’te ulusal-ekonominin bileşenleri olan ulusal gelir (Y) ve onun bileşenleri üzerinden analiz edilir. Basit biçimi ile ulusal gelir (Y) ise bütüncülleştirilmiş tüketim ve yatırım harcamalarından oluşur (Y=C+I). Ulus devletin, diğer yandan dünya ölçeğinde işleyen kapitalist ilişkilerle bağlantıları vardır. Yani dış dünyadan bazı ürünleri satın alır(M) ve dış dünyaya bazı ürünleri satar (X). Buraya kadar bildiğimiz ulusal ekonominin işleyişi ama kriz döneminde her üretilen ürünlerin (arz) kendine uygun talep yaratamadığı ve daha da önemlisi kendine özgü olan emek-gücü meta piyasa da yeteri kadar talep-alıcı (işsizlik) bulamadığında açığa çıkan çifte sorun yani talep yetersizliği ve işsizlik sorunu ile karşılaşan bir dünya. Yani sayılar ve sayıların işaret ettiği fiyatlar denge ortamını yarat(a)madığı için denge koşulları ortadan kalkmıştır. İşte Keynes’in kapitalist işleyişin devamlılığını sağlamasını isteyen bir iktisatçı olarak analizlerde gizli tutulan devleti, yaptığı harcamalar
velinimet adına tek devlet’in tüm sayılarına duyurulur ya da vergiler ile işleyiş-mekanizma içine yerleştirir. Fiyatların kendi kendini dengeye getirmediği koşullarda devlet sahneye çıkar. Yaşasın Tek Devlet. Yaşasın Sayılar! Keynes’le aynı yıllarda yaşayan Yevgeni Zamyatin Biz (Mıy)’de sayılarla devlet arasındaki bağlantıyı kuracaktır. Ve böylece aslında işleyişoluş halindeki toplumun sayılara dönüştürülmüş/indirgenmiş denklemine ulaşırız. Formülde ulus-devlet, yatırımtüketim üzerinden birikimin arz-talep yanı (C+I), ve dış dünya ile olan ilişkileri (X-M) ve her ikisi üzerinde müdahale yetkisi olan devlet harcamalarını yani devleti koyar. Ulusal Gelir=Ülke İçi Birikimle İlişkili Dinamikler+DEVLET+Dış dünya Y = C + I + G + (X-M) Ama devlet. Bu gizemleştirilmiş bütüncül veri seti Türkiye’nin güncel sorunlarını açıklar mı? Kısıtlı dergi sayfaları içinde beceriksizce bu kadar açıklama yaparak sayfa kısıtımızı aştık. Aştık ama bu denklemde aslında kapitalist ilişkilerin aslında sadece tüketim ve yatırım olmadığını, haydi açalım yatırımı yapan kapitalistin yatırım için gerekli emek-gücü ve üretim araçları ile bağlantısı olduğunu söyleyebiliriz. Yani yatırım ile verilen bütüncülleştirilmiş veri setinin sınıfsal bir içeriği vardır. Yatırım için gerekli girdi olarak makinelerin, enerjinin, hammaddenin ülke içinden ya da dışarıdan karşıla-
ması dolayısıyla sermaye döngüsünün uluslararası işleyişle bağlantısı vardır. Yatırım için gerekli olan üretken sermaye ihtiyacı için tasarruflar ya da parasermaye ihtiyacı vardır. Para-sermayenin, fiyatı olan faiz ile bağlantısı vardır. Ama özellikle geç kapitalistleşen Türkiye gibi ülkelerde gerek yatırım için gerekse makine ve enerji girdileri için döviz biçimde sermayeye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın yoğunluğu, ülke parasının diğer ulus paraları karşısında değeri ile yani döviz piyasası ile ilişkilidir. Fetiş ile birlikte işaret edecek olursak üretim (yatırım) için, sermaye ve sermayedarların varlığına ihtiyaç vardır. Sermayedarların hem ulusal para cinsinden hem de uluslararası para cinsinden para-sermaye piyasası ile ilişkisi vardır. Devam edecek olursak, yatırım için gerekli olan bu sermaye tedarik edildiğinde bu sefer emek-gücü ihtiyacı dolayısıyla emekgücü piyasası ve ücretle ilişkisi vardır. Üretim için Türkiye açısından önemli olan enerji ve makineye ihtiyaç vardır. Biraz sonra işaret edeceğimiz son zamanlarda artan uluslararası borçlanma ve döviz ihtiyacının tarihsel arka planı tamamen nitelikli emek-gücü isteyen makinelerin dış dünyadan (ithal-M) tedarik edilmesi zorunluluğu, burada önem kazanıyor. Aynı zamanda yatırım (I) ya da üretimin artışına bağlı olarak içeride nitelikli emek ürünleri üretilemiyorsa , daha fazla ithalat (M) ihtiyacı doğacak. Bu ihtiyaçlar listesi içinde tabii ki tüm bu işleyiş içinde devletin de kendisini yeniden üretmesi gerekiyor. Devletin kendisini yeniden üretmek için doğrudan finansal ihtiyacı (vergi ve diğer gelirleri) için yapacağı etkinlikler tüm kapitalist ilişkilerin yeniden üretimine bağlı olacaktır. Burada devlet kısa sürede siyasi iktidar ya da sermaye
Ama birikim sürekli farklılaşarak artan birikim mantığı zaman içinde yeniden üretememe krizlerine girdiğinde hiç kuşkusuz DEVLET tüm aygıtları ile devreye girer. Ve bu giriş her zaman için yürütmenin güçlendiği istisnanın olağanüstü halin taşıyıcısı olan siyasi iktidarı öne çıkarır.
35
ya da sermaye içinde birileri adına davransa bile uzun erimde devlet kendisi için var olan kendisini yeniden üretmek zorundadır. Bu zorunluluk süreklilik içerir. Ama birikim sürekli farklılaşarak artan birikim mantığı zaman içinde yeniden üretememe krizlerine girdiğinde hiç kuşkusuz DEVLET tüm aygıtları ile devreye girer. Ve bu giriş her zaman için yürütmenin güçlendiği istisnanın olağanüstü halin taşıyıcısı olan siyasi iktidarı öne çıkarır. Devletin öne çıkması devlet ve sermayenin tarihsel olarak farklı aşamalarında hiç kuşkusuz farklı biçimler alacaktır. Dünya ölçeğinde kapitalizmin zaman içinde yıkıcılığı daha bir artıyor. Devlet bu yıkıcılığın –dengesizliğin artmasına bağlı olarak birikimli yapısal nedenlerin açığa çıkardığı siyasi iktidarlarla sürece müdahale ediyor.
III- Sayılar üzerinden kısaca Türkiye’nin güncelliği
Türkiye’nin güncelliğinde öne çıkan faiz lobisi, döviz lobisi tam da zaman içinde kapitalist iç işleyişin güncel dile gelişi. İki düzlemde analize ihtiyaç var. İlk elden dünya kapitalist sistemine eklemlenme arttığı ölçüde, sayılar ve dolayısıyla fiyatlar dünya ölçeğinde oynanan oyunun değişkenine dönüşüyor. Ama diğer yandan sermaye birikimi zaman içinde arttıkça dünya ölçeğinde oynanan oyuna dahil olma/ eklemlenme zorunluluğu yaşanıyor. Burada önemli olan iki değişken var; ilki ülkede sermayenin sahip olduğu güç donanımına bağlı olarak küçük ve orta ölçekli ya da büyük ölçekli olması. Küçük ve orta ölçekli sermayeler için para-sermayenin fiyatı olan faiz oranı özel bir öneme sahip iken, emeğin birim zamanda daha fazla artı-değer yaratmasını sağlayacak büyük sermayeler için daha sermaye yoğun yani nitelikli girdi ihtiyacı öne çıkıyor. Bu yüzden büyük ölçekli sermayenin ulusal gelir açısından bir ithal girdi (M) ihtiyacı arttığı ölçüde döviz biçimde sermaye girişini sağlaması gerekiyor. Ama döviz biçimde sermaye girişi için ise iki değişken önemli; uluslararası sermayenin yeniden değerlenmesi için paranın fiyatı olan faizin yüksek tutulması ve girdilerin (M) daha ucuz sağlanması için Türk lirasının değerli olması gerekiyor. Yüksek faiz oranları karşısında genel olarak sermaye ama daha da çok küçük ölçekli sermaye, mutlak-görece artı-değer koşullarını artıracak tedbirler
velinimet adına tek devlet’in tüm sayılarına duyurulur
“Dinle beni! Diye komşuma seslendim. ‘Sana söylüyorum; dinlemelisin. Bana yanıt ver… Senin sonlu evrenin nerede bitiyor?’ Yanıt vermesine fırsat kalmadı. Basamaklarda ayak sesleri…” Yevgeni Zamyatin-Biz alması yani sömürüyü yoğunlaştırması gerekiyor. İhracatçılar ise ürünlerin (X) değerli Türk lirası üzerinden rekabetteki kaybı için girdi maliyetleri ve yine emek-gücünün maliyetini dolayısıyla ücretleri belirli sınırlarda tutmak isteyecek. Bu denklemde artan bir sorun ise yüksek faiz oranı ve düşük ithal fiyatı dolayısıyla küçük işyerlerinin kapanması ve daha çok ithal edilen işsizliğin gündeme gelmesi. Görüldüğü gibi yatırım açısından yatırım dengesi ve dış dünya için dış denge geç kapitalist ülkelerde zaman içinde gittikçe açılıyor. Her biri toplumsal sınıflar içinde belirli bir gücü temsil eden bu kesimlerin çelişkili varlığı zaman içinde yoğunlaşıp arttıkça, devlet harcamaları (G) dolayısıyla devletin hem farklı sermayelerin yatırım kalıpları (I) ve hem de dış dünyaya ilişkin (X ve M) politik manevra yeteneği azalacaktır. Türkiye açısından manevra yeteneği özellikle siyasi iktidarın seçmen kitlesi olarak küçük orta sermayeler ile büyük ölçekli sermaye arasında dengeyi tutturmayı gerektiriyor. Bu her zaman olası değil. Günümüzde ise hiç olası değil. Artık fetiş hali ile rakamlar da bunu söylüyor. Faiz lobisi ile dolar lobisi tam da bu çelişkili sürecin ürünleri. Türkiye dünya kapitalist sistemine daha bir entegre olduğu ölçüde bu gerilim yoğunlaşıp derinleşiyor. Siyasi iktidar devletin tüm baskı aygıtlarını hareket geçirip etkin işletse bile, bu etkin işleyiş sadece ülke içindeki dinamikler üzerinde o da zamanla sınırları olan etkisi oluyor. Ama işleyişin girdi, ithalat ve döviz biçimde sermaye ihtiyacı AKP iktidarını iyice köşeye sıkıştırdı. Toplumsal düzeyde
sermayelerin firma sayısı olarak yüzde doksanını geçen küçük ve orta ölçekli kesimi ise faiz lobisine dur demek zorunda. Ama ulusal gelirin (Y) ve dolayısıyla yatırımların yarattığı artıdeğer açısından yüzde atmışına sahip büyük ölçekli sermayenin de, yatırımın devamlılığını sağlaması için, döviz biçimde sermaye ihtiyacını sağlaması gerekiyor. Zaman içinde bu devletin, kamunun dengesini bozduğu oranda içerideki sermayelere ve dış dünyaya döviz biçimde borçlanması artık devletin finansal kısıtına yol açan bütçe dengesi problemi ile yüzleşiyor. Son yıllarda açığa çıkan tüm gerilimler bu çelişkili işleyişin ürünü. İşleyişe içkin olan gerilimlerin artmasına bağlı olarak devletin tüm olanaklarına sahip olan mevcut siyasi iktidar daha bir agresif politikalara yöneliyor. Aynı iktidar sürecin sağladığı olanakları aşırı ölçüde kullandığı için bir de iktidarı kaybettiği ölçüde karşılaşacağı problemlerin de etkisi ile daha acil reaksiyonlar sergiliyor. Türkiye Varlık Fonu işte tam da burada devreye giriyor. Devlet oligarşik bir firma gibi sahip olduğu tüm varlıkları yasama ve yargının sınırlamalarından kurtararak ve içeride ama çok daha fazla bu kaynakları işaret ederek dış dünyadan ihtiyaç duyulan döviz biçimde sermayeyi karşılamayı amaçlıyor. Güncel olan bir başka değişkeni daha analize dahil etmeliyiz. Sayıların dünyası ya da dünyadaki sayılar da epey sorunlu. Son Dünya Sosyal Forumu’na katılan tarafların argümanlarını dinlemek bile nasıl sayıların efendilerinin
36
aşırı hararetli olduğunu görüyoruz. Forumda sayılan bir çok risk-sorunun belki de en önemli boyutu ABD’de Trump’un izleyeceği daha agresif ulusalcı dil ile, Çin’in ihtiyaç duyduğu yeni mekanlara açılma yönündeki talebi ve gerginliği. Ülkeler artan işsizlik, artan kamu ve sermaye borçlarına karşı yeni diyeceğimiz agresif uluslararasılaşma yönünde ulusal politikalara yönelecekler. Bunlar fetiş unsuru olan faiz, ücret, döviz kurlarını muazzam ölçüde etkileyecek nitelikte. Tüm bu gelişmeler bizi Keynes’in analize eklediği G, dolayısıyla devlet ile sermayenin içsel bağlantılarını yeniden düşünmeye çağırıyor. TEK DEVLET’in sayılarına dönüşen bizler için yapılan çağrı açık; “Eğer kendilerine matematiksel olarak doğrulanmış mutlak mutluluğu getirdiğimizi anlayamazlarsa onları mutlu olmaya zorlamak görevimizdir.”(Yevgeni Zamyatin-Biz) Bu çağrıya uymamanın ilk uğrağı sayıların egemenliğinden kurtulmak olsa gerek. “Dinle beni! Diye komşuma seslendim. ‘Sana söylüyorum; dinlemelisin. Bana yanıt ver… Senin sonlu evrenin nerede bitiyor?’ Yanıt vermesine fırsat kalmadı. Basamaklarda ayak sesleri…” (Yevgeni Zamyatin-Biz) Biz, Yevgeni Zamyatin: 26. yüzyılda geçen bu romanda insan doğadan ve kendi “ben”liğinden koparılmış, “Biz”leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur. Kişisellik yoktur. İnsanların adları değil, numaraları vardır. *
türkiye’nin ruhu
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında Gezi İsyanı ve 7 Haziran seçimleriyle birlikte yükselen toplumsal hareketlerin ardından hayatlarımıza düşmeye başlayan bombaları, 15 Temmuz darbe girişimini, OHAL’i gördük ve tüm bunlarla beraber şiddetin dozunun giderek yükseldiği bir zamanı yaşıyoruz. Kadınlar olarak tüm bunlar üzerine beraberce söyleşelim istedik ve yazar Handan Koç, Doç. Dr. Nuray Ergüneş, Mor Çatı gönüllülerinden Esen Özdemir, Av. Perihan Meşeli ve TODAP’tan Eser Sandıkçı ile yan yana geldik.
Söyleşi: M. Bengü ŞAHİN, Reha KESKİN, Şebnem SÜNNETÇİOĞLU Reha: Savaşın, şiddetin, otoriterleşmenin, muhafazakarlaşmanın giderek arttığı koşularda bizler bu süreci nasıl deneyimliyoruz? Nasıl değerlendiriyoruz? Yıllardır şiddete, muhafazakarlaşmaya karşı farklı alanlarda mücadele ediyoruz. Peki, bugünün dünden bir farkı var mı varsa ne? Perihan: Erkek şiddeti AKP’den önce de vardı ama AKP ile artan bir muhafazakarlaşma söz konusu. Gezi sürecinde, sisteme karşı, onu değiştirmek üzere bir hareketlilik vardı ve hepimizi çok mutlu kılmıştı bu süreç. 7 Haziran da keza öyle, ilk defa iyi bir şey oldu dedik ama heveslerimiz kursağımızda kaldı. Suruç’la başlayan bir süreç ardından Ankara’da büyük bir katliam oldu ve sonrasında hayatlarımıza bombalar düşmeye devam etti. Siyasi iktidarın dilinden düşürmediği üç çocuk yapın, sezar-
yen yapmayın, kürtaj cinayettir söylemleri vardı zaten ama sokakta spor yapan hamile kadına saldırı, Metro Turizm’de muavinin kadın yolcusunu mastürbasyon yaparak taciz etmesi, “şort giydiği gerekçesiyle” kadın yolcuya belediye otobüsünde tekme… Tüm bunları münferit olaylar olarak algılayamayacağımızı, bunun bir toplumsal mesele olduğunu düşünüyorum. İktidarın söylemine yaslanarak, iktidardan aldığı cesaretle yapıyor erkekler bunları. Dolayısıyla kadınların hayatına ciddi bir müdahale var ve bu müdahale biçimleri artmış durumda. Reha: Yargı sürecinde, davaların gidişatında neler yaşanıyor? Perihan: OHAL sürecinde yapılan operasyonlarla cezaevleri de doldu. Mesela takip ettiğim bir dosyada kadın tecavüze uğramış, çocukları da cinsel istismara maruz kalmıştı baba tarafından. Bu adam Nisan ayında tutuklanmıştı. Darbe girişiminden sonra dosyadaki de-
37
liller aynen dururken davanın gidişatında bir değişiklik yokken tahliye oldu. Bu birkaç davada daha oldu. Bunun tamamen politik meselelerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aslında bu adamın tutuklu kalması gerekiyor ama bu insanları tahliye etmeye başladılar. Artık adalet denen bir şey de kalmadı. Ben hukuk fakültesinde ne öğrendiysem hepsiniunuttum.AvrupaİnsanHaklarıMahkemesi’ymiş, sözleşmesiymiş, anayasaymış, şu an hiçbir şey işlemiyor. Şebnem: Serbest bırakacağı insanı tercih ederken de erkek şiddetini legal gören bir bakış açısı var. Perihan: Aynen, öte yandan yine OHAL sürecinde yaşadığımız iki türlü şey var: 6284 sayılı şiddeti önlemek için olan yasa 2012’de yürürlüğe girdi. Bir kısım polis koruma, uzaklaştırma tedbirler üzerine bu yasa gereğince eğitim aldı. Tabii biz bunların içeriğini bilemiyoruz ama İstanbul’un göbeğindeki bir karakol arayıp kendisinden sığınak talebinde bulunan kadını sanki biz Şid-
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında deti Önleme İzleme Merkezi’ymişiz (ŞÖNİM) gibi Mor Çatı’ya yerleştirmek istedi. Oysa kadın bize başvurmamış karakola gitmiş, onun yerleştirileceği yer ŞÖNİM, bizi ŞÖNİM zannediyor. O kadar bilgisiz. İkincisi, kadına ekip yok, ben seni 12 saat sonra götürebilirim deyip 12 saat boyunca kadını karakolda bekletmeye kalkıyor. Bu birkaç defa oldu. Dolayısıyla kadınların yaşadığı şiddetten kurtulmaya yani hayatlarını kurtarmaya yönelik stratejileri ne yazık ki sekteye uğradı. Bununla birlikte özellikle kadınlar ya da kadın örgütleri olarak takip ettiğimiz davalarda kesin olarak bizim bir baskı unsuru olduğumuzu düşünüyorum. Bizim taleplerimiz ve görünür olmamız çok önemli oluyor. İki kişi arasında yaşanan ve asla tanığı olmayan bir şeyi Türkiye gibi bir yerde bir kadın şikayet edebiliyorsa bu çok büyük cesaret isteyen bir şeydir. Cinsel şiddet davalarına ilişkin aslında kanunda bir ceza var, tecavüz ya da cinsel şiddet davalarına ilişkin uluslararası standartlar var. İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısıyız diye övünüyoruz ama hiçbiri uygulanmıyor. Mesela cinsel şiddet kriz merkezleri halen kurulmadı. M. Bengü: Şiddet konusunu rakamlar üzerinden nasıl görebiliriz Esen? Örneğin başvuran sayılarındaki artışlar… Esen: Artış, azalış ya da istatistikler üzerinden konuşmamız AKP dönemindeki kadına yönelik şiddeti konuşmamız için problematik bir zemin bence. Çünkü, birincisi Türkiye devleti, ayan beyan söylediği gibi, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerine ilişkin verileri tam olarak toplamıyor. Şu anda elimizdeki en geniş araştırma da en son 2014 yılında
Kadınlar ya da kadın örgütleri olarak takip ettiğimiz davalarda kesin olarak bizim bir baskı unsuru olduğumuzu düşünüyorum. Bizim taleplerimiz ve görünür olmamız çok önemli oluyor. Kadın Enstitüsü Genel Müdürlüğü’nün Hacettepe Üniversitesi’yle ortak yaptığı “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması” ve daha öncesinde onun muadili olan 2008’deki araştırma. Her iki araştırmaya baktığımızda 2008 yılındaki araştırmaya göre kadınların yüzde 42’si hayatlarının herhangi bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor, 2014 yılındaki araştırmaya göre ise bu oran yüzde 38. Yani bu araştırmaya bakarak bir tür artıştan bahsedemiyoruz nitekim hükümet de bu araştırma sonuçlarına dayanarak “kadına yönelik şiddet azaldı” dahi dedi. Bu noktada sayılardan ziyade kadınların maruz kaldıkları şiddet biçimlerinin ve yoğunluğunun nasıl değiştiğini ve erkeklerin, şiddet uygulama hakkını kendilerinde nasıl gördüklerini, erkekliklerini şiddet üzerinden nasıl kurduklarını konuşuyor olmak bana daha anlamlı geliyor. Bütün iktidarlar erkek fakat AKP iktidarıyla şiddetin formunun ve meşruluk alanının değişimiyle ile ilgili bir farklılaşma var. Örneğin hükümet yetkililerin söylemlerindeki bütün o erkek-lik pompalamaları erkeklerin şiddet uygulamasının nedeni değil ama kendi erkekliklerini hiç gizlememesinin ve bundan “gurur” duyarak yaşamalarının nedeni bence. Örneğin bahsettiğim araştırmayı yapan kişilerden olan İlknur Kaptanoğlu; verdiği bir röportajda, araştırma esnasında gittikleri bir evde kadınla görüşürken eve gelen kocasının “Ne
38
soruyorsun, şiddet mi soruyorsun? Döveyim mi istiyorsun? İstiyorsan döveyim?” dediğinden söz ediyordu. 2008 yılında yaptıkları araştırmadan farklı olarak bu araştırmayı yaparken karşılaştıkları şiddet uyguladığını gizleme gereği dahi duymayan, fütursuzca bir erkeklik halinden bahsediyordu. Bir de, kadına yönelik şiddet daha görünür oldu, artık toplumda daha fazla bir “duyarlılık” olduğuna dair hakim başka bir söylem var fakat şiddet üzerine konuşulurken de biz kadınlar sürekli şiddete maruz kalıyoruz. Kadına yönelik şiddet ile ilgili herkesin her mecranın bu kadar söz söylüyor olması kadına yönelik şiddetin nedeni olan toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin görünmez olmasına ve cehalet, cinnet, psikopatlık, eğitim şart sözlerinin havada uçuşmasına neden olabiliyor. Bu yüzden sürekli kadına yönelik şiddeti konuşuyoruz ama “nasıl konuşuyoruz ya da çözüm önerilerimiz neler?” soruları bu kadar konuşanın olduğu bir dönemde daha da önem kazanıyor. Perihan: Şöyle bir ek yapabilir miyim oraya? Teknolojinin de gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan şiddet biçimleri de söz konusu. Adamın elindeki telefonla metroda, otobüste sizi çekip çekmediğini bilmiyorsunuz. Beş sene önce böyle bir şey yoktu ama şimdi böyle davalar var. Sevgilinin, eski sevgilinin “ısrarlı takip” dediğimiz, kadını çok çaresiz hissettiren şiddet biçimi çok yaygınlaştı. Ceza kanununda da bu biçimiyle bir suç olarak algılanmıyor ama tehdit, özel hayatın gizliliğini ihlal biçimiyle çok yaygın, tabii ki eskiden de vardı ama teknolojinin gelişmesiyle beraber yeni araçlar çıktı, yeni şiddet uygulama araçları, çok kolaylaştırıcı bir hale geldi. Esen: Evet, OHAL meselesine dönecek olursak bana kalırsa dünya konjonktüründen bağımsız bir şey yaşamıyoruz. Örneğin; Gezi olduğunda İspanya’da da Yunanistan’da da birtakım dalgalar esiyordu ve biz onun bir parçası olduğumuzu düşünüyorduk. Şu anda da dünyada yükselen faşizmden ayrı bir şey yaşamıyoruz. Dolayısıyla “OHAL oldu ve biz kadınlara bir şey oluyor” gibi değil, savaş da keza öyle. Bütün hayat alanlarındaki özgürlüğün kısıtlanması erkekliğin meş-
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında ruiyet alanını genişletiyor. OHAL oldu ve daha fazla şiddete maruz kalıyoruz ya da OHAL yüzünden ya da AKP ile birlikte olan bir şey değil. AKP onun bir formunu uyguluyor ve şiddeti daha meşru kılan bir şey yapıyor. Her iktidar farklı şekilde yapıyor bunu. Dolayısıyla bütün bu özgürlük alanının kısıtlanmasından ayrı bir şey yaşıyor değiliz. Handan: Pek çok dönem yaşadık. Mesela Arap Baharı zamanı ya da Suriye’nin demokratikleştirileceğini Türkiyeli muhaliflerin beklediği zaman ya da Irak’a Amerika girdiği zaman bunun bölgede iyi şeyler yaratabileceğinin, mesela Kürtler için olumlu sonuçları olabileceğinin düşünüldüğü zaman gibi. Amerika’nın Irak’a girmesiyle bölgede, bir sürü şeyle birlikte dünyadaki askeri ve politik aktörleri etkileyen şeyler olduğunu düşünmek durumundayız. Bir de AKP’nin iş başına gelmesinin bir öncesi ve bir de sonrası var. Derginizdeki Kenan Kalyon röportajını okudum mesela onun analizlerinde kadınlardan bahsettiği üç bölüm var ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sorunlarından bahsediyor yazı. Bizim geziyle kırılan şeyin, kadınların gündemini belirleyen temel şeyin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş problemleri olmadığını düşünüyorum. Sol-sosyalist siyaset için, sol liberaller için, Kürt hareketi için rejimin kurucu ideolojisi ve ona karşı yeni konumlanmalar belirleyici olabilir ve bu Türkiye’nin demokratikleşmesi başlığı altında veya demokratik modernite kurmak başlığı altında veya demokratik bir sosyalizm kurmak başlığı altındaki bunlar önemsiz gördüğüm için demiyorum- konuşulabilir. Feministler olarak hepimizin aynı vurguları olmayabilir ama bizim gündemimiz erkek egemenliğiyle ve bizim gündemimizi rejimin etkilememesi diye bir şey olamaz. OHAL de böyle bir şey. AKP dönemi öncesinin kadınları çok ilgilendirdiğini düşünüyorum. Kimlikçilik ideolojisinin çok etkili olduğu bu dönemde toplumsal muhalefet grupları olarak; eşcinseller, azınlıklar, mülteciler, Romanlar, kadınlar, Kürtler, Aleviler, ezilen Müslümanlar, yani TC’nin totaliter, kurucu ideolojisinin tekçiliği yüzünden zorluk yaşayanlar olarak sayılıyordu. Kadınların meselesi zorluk yaşayan bir grup olması değil. Biz erkek egemen sistemle aramızda özel bir mesele olduğunu düşünüyoruz ve bu toplumun yarısını ilgilendiriyor. AKP iktidarının daha fazla güç sahibi oldu-
Fotoğraf: Saygın SERDAROĞLU
AKP, sokakları özgür bırakırsa, o sokakların kendisini ham etmek isteyen kadın ve erkeklerle dolu olduğunu gördü. ğu ikinci döneminde, ekonomik olarak da besleyebildiği ve ideolojik olarak da tevekküle yatkın oldukları için kadınların az maaşla çalışmasına kolay entegre edebilecekleri yoksul Sünni topluluklar var ama AKP’nin bu tercihiyle dünya sermayesinin tercihleri de uyuştuğu için bal börek bir dönem oldu. Anayasası muğlak bir ülke ve bir AKP dünyası ve onun bir toplumu var. Onun karşısında ise kendini laik ve onlardan olmayan, onlar ne yapsa biz ona gelmeyiz diyen Cumhuriyetçi diyebiliriz, ulusalcı diyebiliriz, hiçbir şeyci olmasa bile onlardan olmamakla kendini tanımlayanlar var, bir de Kürt hareketi var. Bir toplum ve adeta üç Türkiye gibi. Bu üç Türkiye’yi karıştıran olumlu anlamda en büyük en güzel şey Gezi’ydi. Gezi’de bütün bu üç dünyadan insanlar başka karşı çıktıkları şeylerle ilgili olarak bir sokak hareketi yarattılar, çok basınçlı bir şey oldu çünkü aslında öfkelendikleri temaların hepsi dönüp dolaşıp bir merkez olarak hükümete çıkıyordu. Gezi onu olumlu bir şekilde açtı ve kadınların bu şeyin yarı gövdesi olduğunu inkar edecek hiçkimse yok. Çünkü bütün fotoğrafların, bildirilerin, katılımcıların, hepsinin içinde çok fazla kadın var. Kürt hareketi içinde zaten çok güçlü bir kadın hareketi var. Laik kadınlar ve bir de başörtüsü hareketiyle politikleşmiş Müslüman olmakla birlikte kadın-erkek eşitliği mücadelesini kendi
39
camiaları içinde gösteren kadınların da olduğu bir şey var. Gezi’de kadınlar güçlerini ispat ettiler. Fakat Esen’in söylediği gibi hem dünyadaki sıkışma hem bölgedeki gelişmeler hem de daha sonrasında seçimlerde demokratik Kürt Hareketi’nin büyük başarısı üzerinden, AKP, sokakları özgür bırakırsa, o sokakların kendisini ham etmek isteyen kadın ve erkeklerle dolu olduğunu gördü. Dolayısıyla bu üç gücün de kendini gösterdiği bir dönemin karşısında AKP kendi kadın politikasını yeniden örmek zorunda kaldı çünkü kendi içindeki bu kadınları hemen başında zaten tasfiye etti. Bence AKP’nin ve İslamcılığın temel özelliği; güçlü ve kendine güvenen bir hareket olması. Çünkü ideolojik bir geçmişleri ve ideolojik gelecekleri var. Bir hukuk algıları, fakihleri, fıkıhları ve buna inanmak üzere insanları eğitebildikleri ortamları var ve bu eğitim ailecek alınıyor. Yani eli kanlı şeriatçılar, alay edilecek bir şey değil bir düşünce sistemi bu. Güçlü, manevi olarak kuvvetli ve bu kapitalizmin yalnızlaştırıcı koşullarında güven telkin edip senin itaatini örgütleyen bir şey. 15 Temmuz’da çıkan çatlak bence büyük bir hukuksuzluk, aydınlanmacı ideolojiyi savunanların kastettiği anlamda da karanlık. Öğretmen atamaları, kapanan okullar, cemaatin yerine Süleymancı tarikatın çok kolay monte edilebilmesi, bu anlamda güçsüz bir
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında diktatörlük mü güçlü bir diktatörlük mü belirsizliğindeki karanlık. Bölgede; Kobane, Rojava sonrası hızlı bir şekilde küçük bir dünya savaşının yaşanıyor olmasının verdiği karanlık üzerinden çeşitli gruplarla birlikte araya rahatlıkla “kaltak feministler” olarak sokabilecekleri bir suçlular listesi oluşturdular. Bizim geleceği kurmakla ilgili kendi düşüncelerimizi, nasıl bir toplum kurmak istediğimizi, muradımızın ne olduğunu anlatmak için uygun bir zamana girdiğimizi düşünüyorum. Eser: Şiddet yeni bir konu değil, erkek şiddeti AKP ile başlatamayacağımız kadar eski bir konu. İstatistiklere, araştırmalara yansımadı, vaka sayılarını bilmiyoruz henüz ama bir kadınlık sezisi olarak çok yoğun bir şiddet yaşıyoruz. Kadın bedeni ve emeği üzerinde ağırlaştırılan bir şiddet var, böyle deneyimliyoruz. Otobüste kadına şiddet, hamile kadına parkta şiddet gibi kamusal alandaki şiddet görüngüleri biraz ağır çarptı bize. Erkekler, bir kadın özgürlüğünün üzerine oturdular. O korkuyu hep taşıyorlar. O korku burada çok canlı ve ne zaman sistem sıkışsa, merkezden doğrudan böyle bir politika olmasa bile gündelik hayatta bu şiddet görüngüleri, otobüsteki adamın o tekmesinde çıkıveriyor. Zihinlerde o patriarkal çatışma güçlü. Handan: Çok fazla kadın, “erkek alanına” girmiş durumda. Onların alanına girildiğini hissettikleri anda o kadın düşmanlığının ortaya çıkması için zemin oluyor. Bir de bu Reis ideolojisi çok yeni bir güç. Zaten var olan bir şeye yeni bir ivme veriyor. “Böyle olun” diyor ve otobüste tekme atan zavallı da arkasında o desteği gördüğünde kabarıp atipikliği oranında kimsenin söylemediği “Bunu emrediyor zaten İslam hukuku” diyerek hem tekmeyi atıyor hem “dediğinizi yapıyorum daha ne” demeye getiriyor. Eser: Bu şiddet çok güçlü ve patriyarka hafızalarda çok güçlü. Belli yerlerde dozajını artırarak fırlaması tüm siyasal iklimi etkileyebilir. O mücadele, o patriarkal savaş sürüyor, bitmedi. Kadının bir an olsun özgürleşebilir olması haline bir daha geri dönmek istemiyorlar ve orayı kadın özgürleşmesine dair korkuyu hazıfazalarında canlı tutuyorlar. Bizim de travmalarımız güçlü ve bizi de bu hikâyeler çok daha fazla etkiliyor artık. M. Bengü: Peki, nasıl etkiliyor bu hikâyeler bizi? Her gün sosyal med-
Hükümet tarafından pompalanan erkekliğin gündelik hayatlarımızda bir yansıması var; her bir erkek de evinin reisi ve onun gibi olmak istiyorlar. yada, şurada, burada “Şort giydiği bahanesiyle kadına tekme attı”, “Boşanmak isteyen karısını öldürdü”, “Ayrılmak isteyen sevgilisini öldürdü” gibi şiddet haberleri görüyoruz. Böylece Esen’in az önce söylediği “şiddetin konuşulur” olma biçimleriyle de bir çeşit şiddete maruz kaldığımız ifadesine de dönersek… Esen: Zeynep Gambetti, linç kültürüyle ilgili bir makalesinde İsmet Akça’nın “Şiddetin taşeronlaşması” kavramsallaştırmasına atıf yapar. Bu tür bir otoriterizmin bence en fazla yaptığı şey şiddetin taşeronlaştırması. Yani herkes kendi adaletini sağlamakla menkul. Erkekler de kendi “adalet”ini sağlıyor. Ve onun tamamıyla bir meşrutiyet alanı var. Dolayısıyla FETÖ’cüyü kendisi cezalandırıyor, mini etek giyeni kendisi cezalandırıyor. Ve bunun egemenler için bir meşruiyeti var. Halk olarak polisleşiyoruz. Polis yok ama herkes polis oluyor, herkes hâkim oluyor. Size şiddet uygulayan kişi size sınırlar çizer. Ve o sınırların içinde kalırsanız,
Fotoğraf: Şener Yılmaz ASLAN
40
o şiddeti görmezsiniz. Şiddetin yapısal olarak kendisini değil ama sıklığını, derecesini değiştiren bir formda yaşıyoruz, bütün sınırlarımız gibi. Adamın, senin sınırlarına müdahale etme hakkı genişliyor. Otobüste mini etek giyene saldırabilmesi, o reislik figürüyle ve bütün o erkeklik kutsanma törenlerinin varlığıyla mümkün. Hükümet tarafından pompalanan erkekliğin gündelik hayatlarımızda bir yansıması var; her bir erkek de evinin reisi ve onun gibi olmak istiyorlar. Aslında şiddet uygulayan kişi güçsüz biridir, güçlü olduğu için şiddet uygulamaz. Gücünü sürekli ispat etme gereği duyduğu için şiddet uygular, bunu şiddet uyguladığı kişiye verdiği acı, onun üzerinde kurduğu baskı ve denetimle en başta sürekli kendisine ispatlama gereği duyar. Toplumda şiddetin çok farklı biçimlerinin yaygınlaştığını görüyoruz. İzlediğimiz dizilerde de sokakta da mecliste de o kadar fazla şiddet var ki. Şiddetin bütün meşrulaşma alanları birbirinden çok farklı olmakla birlikte böyle bir halin içindeyiz Nuray: Yaşadığımız genel şiddetin, daha büyük şiddetin bir etkisi var mı peki? Mesela IŞİD şiddeti. Akıllarımızı zorlayacak eylem biçimleri geliştiriyor. Oradaki o şiddete yatkınlıkla, buradaki yaşadığımız arasında bir bağ var mı? Esen: Erkekler şiddeti birbirinden çok iyi öğreniyorlar zaten. Mor Çatı’ya başvuran kadınlardan kocalarının onlara “Ben seni Özgecan gibi, Münev-
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında ver gibi öldürürüm” dediklerini çok duyuyoruz. Bunların şiddet uygulayan erkelerin davranışlarına hızla yansıdığını görebiliyoruz. IŞİD de dünyanın şu anda en önemli figürlerinden biri, videolarını muhtemelen milyonlar izliyor. Amerikalısı, Avrupalısı neden IŞİD’e giriyor? “Onlar aptal olduğu için” gibi sığ bir yorum yapamayacağımıza göre, onları oraya çekenin ne olduğunu ve şiddetin nasıl bir şey olduğunu, orada kendilerinden ne bulduklarını anlayamıyoruz, bu anlamaya çalıştığımız bir şey. Savaşın, işkencenin, bombanın bu kadar olağanlaştırıldığı bir anın içinde “dayağın lafı mı olur” deniyor. Ev içi şiddette kadınlar kendilerine şiddet uygulayan kişiyi tarif ederken: “Boğazımı sıkıyor, ama öldürmüyor” “Bağırıyor ama vurmuyor...” gibi ifadeler kullanır. Biz de topluca bunca savaşın, bombanın ortasında “Bugün iyi ki yaşıyoruz” diyoruz. Stockholm sendromu meselesi, bütün bu iktidarla yaşadığımız şey. Yani yapabilecekken yapmıyor olmanın kendisinin bir bağlılık ilişkisi kurması hali. Reha: Bu kadar yoğun bir şiddet ortamı içerisinde, yani ölmek ve yaşamak arasında kaldığımız bir zamanda feminist hareketin, kadın mücadelesinin gündemleri de görünmezleşiyor mu? O gündemlerden kopartılıyor muyuz? Handan: Son 25 Kasım yürüyüşüne katıldınız mı? Çok ilginçti bence, çok kuvvetliydi. Hiç içinde İslamcılık eleştirisi olmayan bir bildirisi vardı. Tek bir kelime bile yoktu. Ama yürüyenler bildirinin ilerisinde farklı bir öfkeye sahipti. Politik gruplar feministleri çok etkiliyor diye böyle oluyor bence. Kadın, erkekli partide politika yapılabilir ama feminizm ayrı bir şeydir. Feminizm kızlı-erkekli yapılamaz zaten. Bence 8 Martlar da yaşanan gerginlikler veya metinlerdeki tuhaflıklar, sol grup gibi politikleştiğimiz oranda yükseliyor. Öyle politikleştiğin zaman kavram pazarlığı yaparsın. O yüzden kadın hareketi rejim tartışmasına sığmaz.
Örgütsüsüz ama her ne kadar böyle olsa da bu dönemde bile ortak işler yapabiliyoruz, dayanışma ilişkisi kurabiliyoruz.
Perihan: Şu an neredeyse örgütlenmeler dağıldı. O metinde muhafazakarlıkla ilgili bir şey olmamasının bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Örgütsüsüz ama her ne kadar böyle olsa da bu dönemde bile ortak işler yapabiliyoruz, dayanışma ilişkisi kurabiliyoruz. Reha: Bundan beş-altı sene öncesine göre daha fazla kadın kendisine Feministim diyor. Özellikle üniversitelerde genç kadınlar oldukça etkinler. Feminizm sözünün büyümesi, eylemlerimizin kalabalıklaşması söz konusu son yıllarda ama bir taraftan da şimdi feminist örgütlerin dağınıklığından bahsedildi. Nasıl değerlendiriyorsunuz? İlla olumsuz mu sonuçlanır bu dağınık hal? Bir de geçmişten de bildiğimiz üzere Türkiye’de feminist hareketin belli örgütlerden ziyade kampanyalar etrafında kurulduğunu düşünürsek… Perihan: Ben Sosyalist Feminist Harekette’ydim. Kadın dayanışmasının ne olduğunu bu süreçte çok iyi anladım. Bizim gücümüz inanılmaz bir güç. Damarlarımda hissettim. Örgütlenme kalabalık olur mu olmaz mı? Hiyerarşik engellere takılmamak gibi aramızda bir sürü tartışmalar oldu. SFK’da mesela çok kalabalık örgütlenme hikâyesinden sonra bunun olmayacağını anladık. Eşitlik ama kimin eşitliği? Kimisi çalışıyor, kimisi çalışmıyor, biz bunu ne kadar idealize etsek de ister istemez bir takım farklılıklar yaşıyoruz. SFK dağıldı ama ben de Mor Çatı gönüllüsüyüm, yine de birçok küçük gruplarla devam ediyoruz, işin ucundan tutuyoruz ve bir dayanışmamız var ve bir şekilde sözümüzü söylemeye devam ettiğimizi düşünüyorum. Bizim gücümüz devletin ya da erkeğin savunma mekanizmalarından çok farklı. Esen: Toplumsal hareketlerde bir merkezimiz var, birtakım şeyleri organize eden, örgütlerden oluşan, insanların genel olarak işaret ettiği, SFK, İFK, Amargi, Filmmor, Mor Çatı vb. kurumlardan oluşan yerler var. Hiç sol örgütlerde bulunmadım. Bunu bir tür övünç kaynağı olarak söylemiyorum, kendi tarihsel çizgimde hiçbir sol örgüt ile yolum kesişmedi. İlk kez feminist bir örgütte örgütlendim, Amargi’de. Feministlerin her konuda “solcular gibi değiliz”i bir tür doğru pozisyonu tarif etmek için kullanmalarını iyi bulmam ama feminist siyaset yapma biçiminin sol siyaset yapma biçiminden de farklı
41
Savaşın, işkencenin, bombanın bu kadar olağanlaştırıldığı bir anın içinde “dayağın lafı mı olur” deniyor. Ev içi şiddette şu çok yaygındır: “Boğazımı sıkıyor, ama öldürmüyor” , “Bağırıyor ama vurmuyor…” Hepimiz “Bugün iyi ki yaşıyoruz” diyoruz. Biz OHAL’i aslında evlerimizde yaşıyoruz. olması gerektiğini düşünürüm. Fakat feministler olarak o kadar eleştirdiğimiz sol siyasetin yöntemlerini o kadar kullanıyoruz ki, bütün bu bir merkeze çağırma hali, temsil ediyoruz iddiası, seslenme iddiasının kendisi vb. gibi. Kim, nereye sesleniyor? Biz ancak bu seslenmeyi yapabildiğimizde kendimizi örgütlü gibi hissedebiliyorsak eğer, önce bu ihtiyacın neye denk düştüğüne bakmamız lazım. Uzun zamandır bütün seslenmeyi gerçekleştiren “merkez” diyebileceğim yerde, bulunduğum örgütlenmeler değişse de feminist politika yapıyorum yani söylediklerimi kendimi azade tutarak söylemiyorum ama bir süredir sürekli bir yere çağırma ya da seslenme halinin kendisi örgütlülüğün göstergesi mi diye düşünüyorum. Mesela en son dinlediğimiz “HAYIR” şarkısı, küçük bir kadın grubunun yaratısı. Merkezden uzaklaştıkça yaratıcılık artıyor merkez ise kendisini farklı isimler ya da formlar altında tekrar ediyor bence. Peki, çeper yaratıcıyken merkez denen yer ne yapar? Yaratıcı eylem atölyesi yapmaya çalışır. Ama bu atölyelerden yaratıcı pek bir şey çıkmaz. Neden, çünkü sentetik bir şey. Şunu anlamakta da zorlanıyorum biraz: Bu merkezin kendisi kalabalıklaşmayı istiyor, kalabalık eylem oldukça kendimizi güçlü hissediyoruz. Dolayısıyla merkez denilen ya da ana akım denilen feminist hareketlerin istediği ne? Biz ne istiyoruz? Kalabalık eylemler mi yapmak istiyoruz? Bütün halkın bize dahil olmasını, herkesin feministleşmesini mi istiyoruz? Yoksa daha küçük gruplarda daha radikal sözlerin yaygınlaşmasını mı istiyoruz? Yoksa biz bütün bir toplam olmayacağız da herkesin olduğu yerden bir şey söylemesinin daha doğru bir fe-
minizm olabileceğini mi düşünüyoruz? Eylem dediğimiz şey sadece pankart açmak mı? Sokakta eylem yapmamış olursak ses çıkarmamış mı oluyoruz? Mesela son zamanlarda bana en iyi gelen eylem, Mor Çatı’da “Neden Feminizm” diye yaptığımız gönüllü atölyesi oldu. Bu bir eylem ama bunlar birtakım işler olarak görülüyor. Eylem ise elinde pankart, megafon yürüyüş yapmak olarak görülüyor. Nasıl olur bilmiyorum tabii ki ama başka türlü bir örgütlenme biçimine ihtiyaç var bence. Acaba bunu mu görmemiz gerekiyor? Feminizm insanın kendisi içinde bir şey, hem de şahane bir şey. Bireysel olarak çok güçleniyorsun, hayatta birçok şey öğreniyorsun. Hiç örgütlenmeye dâhil olmasan da, feminist bir aşçı olmak da seni güçlendirir, mutfağını farklı bir mutfak yapar vs. Öte yandan örgütlenmek gibi bir iddian varsa, bu sorular senin için anlamlı olur ve bu yüzden acaba örgütsüz müyüz diye krize girmek yerine örgütlülüğün tanımı, form mu değişiyor ve feministleşen bu kadınlar ne istiyor, biz neyi yapamıyoruz da olmuyor dediğimiz örgütlenme biçimi bir türlü olmuyor şeklinde sorması(mız) gerekiyor sanki feminist hareket olarak? Handan: Feminist hareketin örgütlüğünden ziyade etkinliği önemli diye düşünüyorum. 2000’lerdeki feminist hareketin örgütlenme ivmesi Pınar Selek’le başlamıştır. Büyük geniş bir örgütlenme hedefi koymuştu Amargi kendine diye hatırlıyorum. Küçük grup ve kampanyalardan ziyade. Hayatta ve feminist harekette hepsine yer var ama kendi hayatını değiştirme aşamasında sol hareketle farkımız olduğunu düşünüyorum. Saadet Özkal, İlerici Kadınlar Derneği’nden bir kadındı ve erken kaybettik. seksen sonrası TKP’de önemli bir yeri olduğu halde, onlara rağmen feministleşmiş. Büyük bir hareketten koparak feministleşmek büyük bir şeydir, zordur. Bir dönem Amargi’de bir dizi konuşmalar yaptı, sonra “Özgürlüğü Ararken”de kitaplaştırıldı. Bir toplantıda, en büyük fark nedir diye soruluyor, “Feminist olunca, kendim için bir şey yapmayı ilk defa düşündüm” dedi. Feminist harekette kadınlar bir araya gelirler, fikirler çıkarırlar veya akıllarına bir şey gelir veya bir şeye karar verirler. Dayağa Karşı Kampanya öyleydi, kadın cinayetlerini durdurma davamız da öyle ilerliyor. İçinde feminist olmayanlar da olsa konu erkek egemenliği
Fotoğraf: Şener Yılmaz ASLAN
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında
Feminist harekette kadınlar bir araya gelirler, fikirler çıkarırlar veya akıllarına bir şey gelir veya bir şeye karar verirler. Dayağa Karşı Kampanya öyleydi, kadın cinayetlerini durdurma meselesi, feminist olmayanlarla da birlikte yürüse, Türkiye toplumunda etkili oldu o yüzden tüm toplumda etkili oluyor. Ama durması için erkekleri teşvik eden yöneticilerin ve ideolojilerin önü kesilmeli. Kadınlar artık çok yazıyor çok okuyor. Öte yandan çok okunan kadın şairler var. Birhan Keskin, Didem Madak gibi. Çok iyiler ve bizim alemimizdenler. Büşra Yılmaz’ın “Kötü Çocuk” romanını okuyan bir jenerasyon var onların korkuları çok farklı. Yeni olanı anlamakla ve yorumlamakla ilgil daha çok şey yapmalıyız diye düşünüyorum. Esen: Bugünü eski yöntemlerle anlamaya çalışıyor olmak bizim handikabımız gibi. Nuray: Şu çok doğru, yeni şeyler var hayatımızda ve bu yeni şeyleri anlamakta, kendi adıma da öyle, eski reflekslerimizle, deneyimlerimizle davranıyoruz, öyle anlamaya çalışıyoruz. Örneğin son yıllarda amatör tiyatrolar, küçük tiyatro grupları hızla yaygınlaşıyor, çok güzel eserler ortaya çıkarıyorlar. Orada, sanat
42
alanında başka türlü bir umut görüyorum. Başka hiçbir alanda göremiyorum o umudu, yenilenme isteğini, başka bir şeyi ya da tekil direnişler örneği de çok önemli bence. Hayatımızın bu kadar parçalandığı bir dönemde, o parçalılık içinde çok farklı tekil örnekler çıkıyor, insanları heyecanlandıran umutlandıran hareketler. Handan: İlk büyük feminist patlama yaşanırken, hiçbir şeyimiz yoktu. Mor Çatı, Kadın Kütüphanesi, Kadın Araştırmaları, bunların hepsi mücadelenin ürünü, kazanımlarımız olan kurumlar. Nuray: Verilen mücadelelerin sonucu, kazanımların somutlaşmış hali olarak kurumsallaşma çok önemli: Ancak kurumsallaşma bu kazanımların içeriğini boşaltmaya da aynı hızla hizmet edebiliyor. Böyle bir handikabı var. Kurumsallaşma sonunda üniversitelerde Kadın Araştırma Merkezleri açıldı, biz feminizmi her yerde konuşur hale geldik, ders müfredatlarına girdi, feminist tezler yapılmaya başlandı ama son dönemde hızla proje yapan, bir tür sistem içi diyebileceğim bir hale dönüştü. Bunu bir handikap olarak görüyorum. Bakım emeği meselesine bakalım. Bakım emeği, evde bakım artık ücretlendiriliyor. Oysaki bakım emeği Türkiye’de kadın hareketinin uzun yıllar tartıştığı bir konuydu. Biz; bakım emeğini, kadın emeğinin niteliği açısından, patriyarka açısından, kadın özgürleşmesi açısından çok başka yerlerde tartışıyorduk. O sözün kendisi de hızla sistemiçileşti. Deforme oldu. Bir
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında taraftan söz yayıldıkça etkisini azaltıyor, dolayısıyla, etkili politika yapmak çok önemli ama şöyle bir şeyi de kendi adıma hissediyorum: Geçen dönem kadınlar için özneleşme çabasıydı, kendimizi tarife uğraşıyorduk, örneğin ÖDP’deki bağımsız kadın hareketi olsun olmasın tartışması gibi… Temel gündemler bunlardı ama bugün bir bakıyorsun, örgütsüzüz fakat 25 Kasım oluyor ve kadınlar çok hızlı bir şekilde harekete geçiyor. Onun için de bugünü anlamak herhalde en temel görev. Belki eksikliğimiz; bugünü anlamakta geride kalıyor olmamız, süreç o kadar hızlı ilerliyor ki, biz ona uygun politik pratikler ya da teoriler geliştiremiyoruz. Geçmişten belki de en acı şekilde benim kişisel tarihimde hissettiğim şey, çok hızlı öğreniyordum, çünkü çok canlı bir tartışma ortamı vardı. Bugün o aynı canlı tartışma ortamını bulamıyorum ama şöyle başka bir şey var. Hayatın içerisinde öğrendiğim deneyimler beni yine oraya götürüyor. Deneyimlerimiz birer direnme biçimi ortaya çıkarıyor, yani, deneyimleyerek, direnerek öğreniyoruz, direniş odakları oluşturuyoruz. Demin şiddet meselesini konuşurken, stratejiler geliştiriyoruz dedik ya, bunlar aslında hayat içindeki öğrenme pratikleri. Kadın Araştırma Merkezleri’ne dönersek şunu da söylemeden geçmemek lazım. Buralarda birçok feminist arka-
Fotoğraf: Adnan Onur ACAR
Belki eksikliğimiz; bugünü anlamakta geride kalıyor olmamız, süreç o kadar hızlı ilerliyor ki, biz ona uygun politik pratikler ya da teoriler geliştiremiyoruz.
daşımız çalışıyordu, OHAL’le birlikte feministlerin önemli bir kesimi görevlerinden alındı, emekliliğe zorlandı, üniversite dışına düştü. Dolayısıyla bu merkezler geçmişten farklı nasıl bir dönüşüm geçirecekler, hep birlikte göreceğiz. Esen: Aslında merkezden kaçtıkça daha yaratıcı ve özgürleştirici ortamları kurabiliyoruz. Biraz İkinci Dünya Savaşı’na benzetiyorum. Faşizmin yükselişi söz konusu ama baskı döneminde başka bir üretim patlamış. Göremediğimiz başka bir yoğunluk birikiyor. Tamam, sokak kapatıldı, insanlar can güvenliği kaygısı hissediyor ama ciddi bir politizasyon var, ciddi bir kafa yorma ve bir anlam arayışı var. Mesela “nasılsın” diyen birine, “ya işte bu memlekette nasıl olunursa” diyorsun. Daha politize bir yanıt olabilir mi? Sürekli memleket haliyle hareket eden bir ruh halimiz var. Eser: Daha önce memleketin politik hali sadece politikayla uğraşan insanların özel ilgi alanı gibiydi. Siyasetle ilgileniyorsan, Türkiye’nin ekonomisi, politikası hakkında fikir sahibi oluyordun ama şimdi politika halklaştı. Popüler kültürün önüne geçti. Akademisyenlerin işsiz kalması akademiyi bitirmeyecek. Sokak Akademesi gibi sembolik birkaç toplantıya gittim, böyle etkinlikler çok kalabalık oluyor, bir anlamlandırma çabası gibi etkinliklere, sosyolojik ve felsefi tartışmalara artan bir ilgi olacağını düşünüyorum. “Türkiye’de, Ortadoğu’da neler oluyor?” diye Fehim Taştekin okuyor herkes. Duygusal ilişkilerimizin geleceği bile Ortadoğu’dan geçecek. Yine, mesela Kadıköy Belediyesi bir felsefe söyleşisi yaptı, “Şiddetin, Kötülüğün Sıradanlığı” üzerine. Çok kalabalıktı, insanlar ayaktaydı. Normalde
43
felsefe tartışmaları ayakta izlenmez değil mi? Bu anlama çabalarının yükseleceğini düşünüyorum. Perihan: Aslında kadınlar özel hayatlarında bir OHAL yaşıyorlardı. Mesela 10 yıl boyunca adam sana şiddet uyguluyor, sen de o sırada bıçakları saklıyorsun, hayatını her gün sürekli kurtarıyorsun. Başka yollar da buluyorsun: Komşuna haber veriyorsun, diyorsun ki; telefonu açık bırak, dinle, eğer bir şey olursa 155’i ara. Kadınlık stratejileri böyle bir şey. Bizim kadınlardan öğrendiğimiz çok şey var. Biz hele de bir heteroseksüel ilişki içinde yaşıyorsak, ister istemez bir şiddetin içindeyiz. Mesela Üsküp’te ucube bir heykel görmüştüm. Altta çekirdek aile, üstte asker, en üstte bir başkan. O heykel çok fazla şey ifade ediyordu. Siyah ve leş gibi bir heykel yapmışlar ama şunu çok net ifade ediyordu: Her güç, gücünü en alttaki aileden alıyor. O aile yıkılsa, her şey dağılacak. Çünkü ona oy veren, onun iktidarını devam ettiren o. Kadınlar hep OHAL’de ve savaşta. İşte bu yüzden bu dünyayı kadınların kurtaracağına inanıyorum. Şebnem: Diyelim ki bir kadın bulunduğu bir kurumda psikolojik şiddetle karşı karşıya kaldı ve bununla ilgili süreci kendi içinde yaşarken en sonunda bir kadınla paylaşma noktasına geldi ve konuştu. Diyelim ki bu kadından aldığı tepki de şiddet içeriyordu. Niye şimdiye kadar bizimle paylaşmadın? Niye şunu demedin? Niye bunu yapmadın? Paylaşan kadının zaman ihtiyacını, bunu kendi çözümleme ihtiyacını yok saydı. Belki kadın hareketine de o kadar yabancı değildi ama olaya ait kendi dürtülerini kontrol edemiyordu da. Kadınlardaki bu farklılaşmalar ve tepkiler üzerine tahammül de bir bakıyorsunuz ki ortamın yarattığı bu kaosla birlikte, birbirimize karşı şiddetleri de yükseltiyor. Perihan: Kadınlar olarak erkek egemen sistemin içerisindesin. Mesela vardır ya, gelin-kayınvalide hikâyesi, bunların birbirine karşı rakip olması. Bu da öğretilen bir şey. Burada feminist olduğunu söyleyebilirsin, bunu hayata uyarlamaya çalışırsın ama kolay değildir. Farkında olmak önemli olan. Şebnem: O yüzden de genel düşüncem, bir hareket önce kendinden başlar, bire bir ilişkilerinden başlar. Bunu temel alarak organize bir harekete dönüşeceğini düşünürüm. Peki bu bireysel var oluş, organize bir varoluşa nasıl dönüşür?
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında
Handan: Kadınların kurtuluşu fikri bu bir tür toplumsal devrim fikridir rejim meselesinden çok farklı arayışlar içerir nedeni açık bizce tabii. Hani fıtrat diyor ya adamlar; biz, bu toplumsaldır ve değiştireceğiz diyoruz. Bu açık bir savaş. Öte yandan, erkeklerle kadınlar arasındaki ilişki, sevdiklerimizin baskısı olduğu için, ya babamız ya kocamız ya da seviştiğimiz insan, birinci olarak ezenlerimiz, o yüzdende bu kadar farklı bir şey feminist mücadele. Dolayısıyla bizim derdimiz, insanlığı değiştirmeye yönelik. Şebnem: Aslında oradan dile geçmek istiyordum, kullanılan dilin klasik ve klişe bir biçimin dışına nasıl çıkabileceği, nasıl ortak bir dil olabileceği. Esen: Kendi feministleşme sürecimi hatırlıyorum. Herkes bir ideolojiyi yeni öğrendiğinde en radikal düzeyde savunur, birtakım doğrular vardır ve onlara bire bir uyarsan iyi bir feminist, iyi bir sosyalist, iyi bir anarşist olurum diye düşünürüz. Oysa kadın örgütlerinin ve hayatıma giren birçok kadının bana kattığı, öğrendiğim şöyle bir şey var: Feminizm, o anda öğrendiğimiz feminist doğruyu size deklare etmekten ziyade sizin kendi hikâyenizde, bunu söyleme anına nasıl gelebildiğinizi, sizi buraya getiren gücünüzü görebilmek ve bu-
Ortak kadın söylemini yaygınlaştırmak ve kadınlar arasındaki bölünmeleri ortadan kaldırmak dışında başka bir yol yok gibi. nun için sizi kutlayabilmektedir. Yani feminizm, kadının ezilmişliğini görüp ona yapılması gereken “doğrular” listesi sunmaktan ziyade kadının bu şiddettin içindeneyi yapabildiğinin hikâyesini, yani onun gerçek hikâyesini, görebilmemizi sağlayandır. Reha: AKP’ye geri adım attıran pek çok eylem kadınlardan geldi. Kürtaj eylemlerinde böyleydi, rıza yaşı vb. konusunda yapılan eylemlerde de… Bununla birlikte sanki kendi tabanından da bu konularda çokta rıza alamadı. Belki zaten kadınlar yıllardır OHAL’i yaşıyor, şiddet konusunda deneyimliler, algıları daha açık. Dolayısıyla AKP’nin tabanının da kadınlar üzerinden bölünmesi, buradan bir parçalanma mümkün olabilir mi? Tam da bir feminist hareketin; patriyarkayı karşısına alarak ve ortak bir kadın mücadelesi üzerinden bunu başarabilmesi mümkün olabilir mi? Nuray: Manisa’da parktaki o tekme olayında, kadının ilk söylediği “üzerim de kapalıydı” idi. Bu tepki, bizim oluş-
44
turmaya çalıştığımız kamusallıktan başka bir kamusallık tarifinin oluştuğunu, kadınların bu yeni kamusal alanda olabileceğini gösteriyor gibi. Ya da Meclis’te son dönemde kadınlar arasında yaşanan şiddet olayında olduğu gibi. Bir kesim kendini başka bir zeminde örgütlüyor. Kendisini bizim feminizm söylemimiz dışında bir kadın olarak üretiyor. Bunu nasıl yok edebiliriz? Ortaklığımızı, ortak kadın söylemini yaygınlaştırmak ve kadınlar arasındaki bölünmeleri ortadan kaldırmak dışında başka bir yol yok gibi. Ne kadar çok yaygınlaştırırsak, o kadar çok yok edebiliriz ama bugünkü siyaset açısından baktığımızda işimiz zor. Eser: Benim hayalimdeki kurtuluş yolu buradan geçiyor. Böyle bir cepheleşme olmalı. Birilerin kutuplaşmasının bir cephesinde olmak istemiyorum. Kadın alanı da gerçek bir alan. Bugüne kadar AKP’yi böyle çok fazla alanda geriletemedik. Kadınlar sayesinde bölünürse böyle bir inkılap kırılma olacağını düşünüyorum. Bu konuda bir nüveyi de rıza yaşı kararnamesinde gördüm. O
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında önemliydi. Geri adım atıldı. Bizim alandan ciddi bir kadın sesi çıktı ama en son kararda kendi içindeki kadınların ve tabanlarının da tepkisinin etkili olduğunu düşünüyorum. Biliyoruz ki orası bir bütün değil, kadınlar, erkekler, bu kadar geniş bir alanda bir çıkar birliği olamaz ve orada ilk kez bir karşılaşma oldu ve geri adım attılar. Nuray: Orada siyasi bir toplum mühendisliği diyebileceğimiz bir şey yok mu? Yasayı en uç haliyle sunup, daha azaltarak yasayı geçirmek. Ben, oradaki karşı duruşla ilgili çok da senin gibi düşünmüyorum. Muhalefetin etkisinin çok az olduğunu düşünüyorum. Eser: İşte o tabandaki erkeklerin hiçbirisi buna itiraz edebilecek potansiyele sahip değiller. Onların erkek tabanı için bu yasanın marjinal geleceğini düşünmüyorum. Birkaç tane adam sundu ama bence tabanı için büyük bir karşısında durulacak bir olay değildi en azından. Esen: Tabii biz “kadınlar” diye bir kategoriden ve eski “kardeşlik” hikâyesinden bahsedebilir miyiz, ayrı bir tartışma. Dolayısıyla Türkiyeli kadınlar bir araya gelebilir mi? Bu, eskiden beri nihayete eremeyen bir tartışma olması itibarıyla eski ama bir yanıyla da eskimeyen bir konu. Biz kadınlar olarak böyle bir ezilmişlik hikâyesi üzerinden ortaklaşabilir miyiz? Ortaklaşamayız. Aslında günümüzde o sorunun yanıtı net, ortaklaşamıyoruz. Dolayısıyla sorumuz bence “Biz hangi durumlarda nasıl ittifaklar kurabiliriz?” olmalı. Handan: Kimlerle ortaklaşamıyoruz? Esen: Kadınların bütünüyle. Handan: Ayrıca şu an ortaklaşmamanın adı olan kadın kümeleri var, bunlardan bahsetmeden Türkiye’yi anlamak çok zor. Esen: Kürt kadınlar var, AKP’li kadınlar var. Muhafazakar kadınlar var, Cumhuriyetçi kadınlar var, laikçi kadınlar var. Kadın hakları söylemi ortaya çıktığında farklı farklı kadın kimlikleri ve kadınların söyledikleri başka başka şeyler var. Handan: Bu grupların bir araya gelmesine kadınlar engel olmuyor. AKP tabanıyla bir araya gelemeyiz. Çünkü onların bir düşünceleri var. Bu benim tezim. Reha: CHP tabanından kadınlarla yan yana gelebiliyorsak? Esen: Kürt kadınlarıyla bir araya gelebiliyor muyuz? Handan: Niye gelemeyeceğiz, Gezi’de nasıl geldik, bence geliyoruz. Çün-
kü bu ayrımı biz kadınlar kurmuyoruz. Esen: Bir kadınlık kategorisinde ya da kadının özne olduğu bir durumda bir araya gelmek başka. Mesela erken yaşta evlilikler meselesinde bir araya geliyoruz, çünkü kadınlar orada ne yaşadıklarını biliyorlar.
OHAL’de en önemli şeylerden biri; Kürt illerindeki kadın örgütlerinin kapatılması. Handan: Bazı kadınlar, o kadının evlenerek korunacağını düşünüyorlar. Kadınların hepsi aynı düşünmüyorlar. Esen: Esnek çalışmayı kendi lehine bir şey gibi görme ihtimali daha yüksek ama erken yaşta evliliği, 13 yaşında çocuk doğurmanın kendisi için kötü bir şey olduğunu görebiliyor. Handan: Küçük yaşta evlenmiş bir kadının kocasız kalacağına, tecavüz bile edilmiş olsa evlenmesi dinci erkek egemen kafaya uyuyor. Patriyarka için namusunun temizlenmesi meselesi bu. AKP gider, CHP gider patriyarka kalır. Kalmasın diyoruz. Bekir Bozdağ “küçüğün rızası” diyerek büyük bir pot kırdı, o kişinin çocuk olduğunu herkesin gözünün önüne getirdi. Yoksa AKP’li kadınlar çocuk yaşta evlilikten yanadır demiyorum ama bir kız çocuğuna tecavüz edildiyse, evlendirilsin kadın ortada kalmasın isterler. Bunun niye kötü olduğunu anlatmak da biz kadınların, kadın hareketinin başarılı olduğunu düşünüyorum. Öteki soruya gelince de, Meclis’te Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı aşamasına gelinene kadar kadınların bir aradalığı vardı. KADER’de de Ensar meselesiyle beraber ‘bir kereden bir şey olmaz’ diyen kadına kadar, kadın hareketiyle AKP’li kadınlar arasında STÖ düzeyinde bir bağ vardı. Siyasi iktidar o kadar net bir şekilde bölüyor ki kadınları. Hız ve şiddet kullanıyorlar. Ama fikren belki galebe çalabiliriz. Öte yandan gerçekten ittifak yapabileceklerimizle yapamıyor olmamızın daha büyük bir sorun olduğunu düşünüyorum. Perihan: Evet-Hayır çıkmazındayız bugünlerde! Hayatımızda bir ikilik var şu anda ve yüzde 51, yüzde 49 gibi bir heyecan yaşıyoruz. Şu anda bir aradayız, Gezi bunları söylüyordu. AKP vaatleriyle geldi: Askeri vesayeti kaldı-
45
racağız, demokrasi getireceğiz… “Yetmez ama Evet” süreci yaşandı, şimdi o döneme ait bir sürü eleştiri var. Geldiğimiz nokta OHAL. Sonrası? Tek adam rejimi, diktatörlük… OHAL’de en önemli şeylerden biri; Kürt illerindeki kadın örgütlerinin kapatılması. Esen: Yine de insanların birbiriyle ilişkisi var. Yine de biz kadınlar olarak bitmeyen bir muhalefetiz, çünkü doğrudan yaşamımızı etkileyen bir şeyle uğraşıyoruz. Perihan: Evet, bizde doğal bir muhalefet hali var. Bizde doğal olarak örgütlenen bir şey var. Önce bir korkuyorsun belki tabii ki ama sonra “Ne olacak yani, ne yapalım? İşe de mi gitmeyelim!” diyorsun. Tamam ölebiliriz ama bizim gibiler, aslında hiç azımsanmayacak kadar çoğuz, böyle düşünenler olarak. Şöyle bir örnek var mesela, kadın 38 kere düşmüş, hep cinsel ilişkiye zorlanmış ve bu kadın şu an kendine ev tutmuş, hayata tutunmuş. Bu kadın savaşı yaşamış zaten, her gün mermi toplamış evinden. Onu düşününce güç buluyorum. Handan: Barış hareketinde mesela, neden kadınlar önde olurlar. Oradan da birleşilebilir. Esen: Ben kız kardeşlik meselesini başka bir şekilde düşünüyorum. Ortaklık başka bir şey ama stratejik ittifaklar olabileceğini düşünüyorum. Belli konularda ittifaklar kurulabilir. AKP tabanını da tüm parti tabanlarının olduğu gibi homojen değil. Dolayısıyla bu çocuk yaşta evlilikler gibi kadınların hayatını doğrudan etkileyen konularda AKP’li kadınların refleks gösterdiğini düşünüyorum. Bu refleksi kamusallaştırıp kamusallaştıramadığı ayrı bir şey ama itiraz ediyorlar bence. KADEM’in önergeyle ilgili attığı tweetleri görmüşsünüzdür belki, bence iyiydiler. KADEM’in tweetlerini okuyorsanız çokça bizim söylemlerimizi kullanıyorlar ama başka türlü kuruyorlar sözü. KADEM’in Meclis Boşanma Komisyonu’ndaki konuşmalarına bakın, çok böyle tezat bir şey söylemiyormuş gibi… Handan: Ama işte bu en fenası. “Mış” gibi yapmak bu. Esen: Evet bu fena bir şey ama mesela çocuk yaşta evliliklerle ilgili önergenin geri çekilmesi için yaptığı baskıdahiç de “mış” gibi yapmadı, talebini çok net bir şekilde dile getirdi. Kadınların doğrudan hayatına müdahale edilen konularda, o tabanda da bir kıpırdanma olduğunu
umut, kadınların kendi hikâyesini kurmasında düşünüyorum. Dediğim gibi AKP’nin parti tabanını da homojen olarak göremiyorum, çatlaklar olduğunu görüyorum ve eğer dönüştürücü bir siyaset yapılacaksa o çatlaklarda yapılabilecek. Şebnem: Evet homojen değil, çatlaklar da var ama bu çatlaklar hem en güçlü hem de en kuvvetsiz oldukları yerde. O yüzden ayrıştıkları o noktaya çok sıkı sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki bıraktıkları anda darmadağın olacaklar. Esen: Dolayısıyla da çatlak dersin, dağılma dersin, yırtılma dersin, o anlarda ve oralarda bir şeyler yapabileceğimizi düşünüyorum ve eğer biz o yolu bulamazsak o çatlak tekrar tekrar kapanır. Biz kendi yolumuzda ve bu kadar emin olarak devam ediyor olursak… Handan: Türkiye’de kız kardeşlik çok temel bir şey olmadı sanki, dayanışma kavramına kadınlar daha fazla yer ve önem verdi. Kadınların ortak ezilmişliğinin ve sömürüsünün, maddeci bir feminist olarak, hâlâ temel belirleyici ve açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Kadınların ekonomik olarak sömürüsüne boyun eğmesi ideolojisinin, sadece İslamcılık tarafından değil, hem Sünni İslamcılık hem de sermaye tarafından son 15 yılda örüldüğünü biliyoruz. Bu mekanizmanın kuvvetiyle ilgili hiçbir şüphemiz olmamalı. Bunu eleştirirken ortak dil tutturabilmek feminizm açısından, toplumsal cinsiyet politikası mı deriz, kadınların kurtuluş mücadelesi mi deriz, eşitlik, özgürlük, kurtuluş mu deriz, kadın-erkek eşitliği mi deriz; bütün bu söylemlerin altını dolduran şey, kendine ait bir paran, ailen olmasa da bir varoluşun olacak mı? Bu konuda baş düşmanın olacak olan ideoloji, aynı zamanda da siyasal iktidarsa ve buna karşı sen ayrı bir dil üretemiyorsan, toplumda etkili olman mümkün değil. Bizi güçlü kılabilecek tek şey fikirlerimizdir. Bu seçimde güçlü kılamayabilir, sonra kılabilir. Zayıflık fıtratınız diyen ilmihallere karşı mücadele etmeden olmaz diye düşünüyorum. Reha: Masamıza dahil olmasını istediğimiz başka kadınlar da vardı. Ancak bu mümkün olmadı. Ayrıca burada tartışmak istediğimiz önemli gündemlerden biri olan “barış süreci ve kadınlar” konusuna da yeteri kadar yer veremedik. Dileriz bu eksikliği bir başka zaman telafi ederiz. Her birinize katıldığınız için çok teşekkür ederiz.
OHAL koşullarında kadın emeği konusunda bir değişiklik var mı? Nuray: Kadın emeğiyle ilgili sadece OHAL süreciyle değil 2000’lerden bu yana bir değişim var. Değişim, hem sistemin hem de kadın hareketinin zorladığı bir süreç olarak yaşandı. Sistem üzerinden bakarsak; kadın emeğinin geliştirilmesine yönelik politik söylemin hızla geliştiğini görüyoruz. Bütün iktisadi programlara, planlara baktığımızda sürekli kadın istihdamının artırılması hedefi ile karşılaşıyoruz. Peki nasıl bir kadın istihdamı? Bizim istediğimiz gibi bir kadın istihdamı mı? Nerelerde artıyor kadın istihdamı? Bunların hepsi tartışmalı konular. Öte yandan neden kadın istihdamına yönelik bu kadar vurgu var? Buna ilişkin şunu söylemek mümkün: Türkiye’de 2000’ler sonrası ekonomik anlamda bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşüme uygun bir kadın emeği yaratılma çabası söz konusu. Biz bu çabayı esnekleşme süreçleri üzerinden görüyoruz. Esnekleşme tartışmaları ilk başladığında kadın hareketini kısmen bölen bir tartışmaydı. Çünkü olumsuz sonuçları olacağına yönelik vurgular olduğu gibi bunu olumlayan arkadaşlarımız da vardı. Bugün geldiğimiz süreçte görüyoruzki kadın istihdamının artırılması esnekleşme yolu ile sağlandığı gibi esnekleşme bütün emek piyasalarının genel bir normu haline geldi. Özel istihdam büroları, bakım emeğine yönelik düzenlemeler hep bu yönde politikalar. Kadın hareketi
46
açısından baktığımızda ise şu tartışma 2000’lerden bu güne çok kritikti herhalde: Kadın emeğinin iyileştirilmesinin bizim açımızdan bir anlamı var mı yani kadınların istihdamda yer almasının bir anlamı var mı? Günlük hayata, günlük ihtiyaçlarımıza baktığımızda elbette bir anlamı var. Ancak feminist taleplerimiz ile iktisadi alanın gereklilikleri ayrıştıramadığız, politikanın somut düzlemine geldiğimizde bazen tökezlediğimiz bazen politik refleksler geliştiremediğimiz bir süreç gibi yaşadık. Öte yandan son döneme yönelik ekleme yaparsak şöyle çarpıcı bir gelişme var: İşsizlik genel olarak artıyor ancak çalışmak isteyen kadın sayısıda artıyor aynı zamanda. Eğitimli kesimlerdeiseistihdamdaazalmagözeçarpıyor. Bu herhalde kadın istihdamı özelinde OHAL sürecinin en çarpıcı biçimde bize vuran tarafı. Şebnem: Yani eğitimli kadınlarda işsizlik oranı artıyor mu? Nuray: Teknik meslek liselerinde ve eğitimli olan kesimlerde işsizliğin arttığını görüyoruz ama iş gücü oranlarına baktığımızda aynı zamanda bir artış var. Bunu açıklayabileceğimiz tek biçim aslında geçim derdi arttığı için kadınlar emek piyasasına gelmek istiyorlar ama aynı zamanda kamudan ihraçlar, muhafazakarlaşma, yaşadığımız son dönem eğitimli kesimde özellikle kadın emeğini geriletmiş görünüyor.
derviş; görülmeyeni gören, * duyulmayanı duyan yazar Feryal SAYGILIGİL “Cevriye…senelerden beri bu karakolun ve benzerlerinin daimi misafirlerindendi” (.Suat Derviş, Fosforlu Cevriye, İthaki Yayınları, 2013, s.9).
S
uat Derviş, edebiyatçı siyasetçi ve gazetecidir. Yakın dostu Rasih Nuri İleri’ye göre, “İlk gazetecilik günlerinden itibaren profesyonel bir yazardır ve ilk yazısını bile para alarak yazdığını söyler”1. Suat Derviş, 1903 yılında İstanbul’da aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. Asıl adı Saadet’tir. Tanınmış bir aileye mensuptur. Babası, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden Doktor İsmail Derviş Bey; büyükbabası Osmanlı’da çağdaş kimya derslerini başlatan ve Usul-i Kimya isimli ders kitabının yazarlarından, Avrupa’ya giden altı öğrenciden biri olan Müşir Derviş Paşa’dır. Annesi ise Abdülaziz’in mabeyncilerinden ve musikişinaslarından Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Suat Derviş yaşamının ilk döneminden şöyle söz eder: “Doğduğum yer, İstanbul, Küçük Çamlıca’dır. Doğduğum ev; eski bir Bizans Manastırı üstüne yapılmış; Boğazdan adalara kadar hâkim, ışıklı, çok bol ışıklı bir köşktü… Köşkün dört büyük salonu, altı büyük, dört-beş küçük tavanarası odası, kilerleri, kahve ocağı, alt katta halayıklar ve hizmetçiler için iki oda, hamam ve çamaşırlığı vardı. Dışarıdan artık benim yetiştiğim zaman çökmeye yüz tutmuş bir salon ve üç odalı bir selamlık vardı… Bahçıvan, uşak ve aşçılara mahsus iki oda. Biri köşkün arka kapısı önünde olan harem mutfağı, diğeri uşak odası ve ahırların sırasındaki selamlık mutfağıydı… Çok seneler yaşadım. Dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar mutlu olmadım. Hiçbir köşeyi burasını sevdiğim kadar sevmedim.2”
Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Alemdar Gazetesi’nin edebi nüshasında yazısını gören Suat Derviş önce utanır ama çok sevinir ve o günden itibaren yazı yazmaktan asla vazgeçmez. Suat Derviş, 13–14 yaşlarındayken yazı yazmaya başladığını söyler3. Nazım Hikmet komşularıdır. Babasının yakın dostudur. Sık sık evlerine ziyarete gelir. Derviş’in okulda olduğu bir saatte masasının üzerinde bulunan yazısını görür; beğenir ve annesi Hesna Hanım’dan izin alarak onu bastırmak için yanına alır. Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Alemdar Gazetesi’nin edebi nüshasında yazısını gören Suat Derviş önce utanır ama çok sevinir ve o günden itibaren yazı yazmaktan asla vazgeçmez. Suat Derviş küçük yaşta yabancı mürebbiyelerden çok iyi derecede Fransızca ve Almanca öğrenir. Orta öğrenimini İstanbul’da Kadıköy Numune Rüştiyesi ardından da Bilgi Yurdu’nda tamamladıktan sonra 1919–1920 yıllarında ablası Hamiyet Hanım’la birlikte ailesi tarafından Berlin’e gönderilir. Ablasıyla birlikte Sternisches Konservatuarı’nın şan ve piyano bölümlerine yazılır. Ancak, müzik eğitiminin pek de ona uygun olmadığını, zaman ayıramayacağını düşünerek Edebiyat Fakültesine kayıt yaptırır ve felse-
47
fe derslerine devam eder. Ayrı ayrı zamanlarda on yıl kadar Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve özellikle Almanya’da bulunur. Suat Derviş’in ilk romanı Kara Kitap’tır (1920). Bu eseri Hiçbiri (1921) ve Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923) ardından Buhran Gecesi (1924) ve Fatma’nın Günahı (1924) sonradan da Gönül Gibi (1928) ile Emine (1931) izler. Ayrıca 1923’de yayımlanan üç hikâye kitabı da bulunmaktadır Derviş’in: Ahmet Ferdi, Behire’nin Talipleri ve Beni mi?. Derviş’in 1920’li yıllardan itibaren çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanmaya başlanır. Uluslararası Montrö Konferansı’nı ve 1923 yılında Lozan Konferansı’nı muhabir olarak izler4. 1926 yılında İkdam gazetesinde ilk kadın sayfası hazırlayan muharrir Bu yazının genişletilmiş hali Dipnot Yayınları’ndan çıkacak olan Kadınlar Hep Vardı isimli kitapta yer almakta. 1 Rasih Nuri İleri, “Suat Derviş- Saadet Baraner”, Tarih ve Toplum, sayı: 29, Mayıs 1986, s.17. 2 Suat Derviş, “Hayatımı Anlatıyorum”, Tarih ve Toplum, sayı:30, Mayıs-Haziran 1986. 3 Zihni T. Anadol, “Suat Derviş’le Konuşma”, May, Aralık 1968, s.7. 4 Çimen Günay Erkol, “Cemiyet Hayatı ve Muhayyile. Suat Derviş’in Edebiyat Anlayışı”, Yıldızları Seyreden Kadın. Suat Derviş Edebiyatı. Haz.: Günseli İşçi, Ekim 2015, İthaki Yay., s. 69. *
derviş; görülmeyeni gören, duyulmayanı duyan yazar unvanını alır5. Babasının ölümü üzerine 1932’de Türkiye’ye gelir ve gazeteciliği meslek edinir. Bu arada sosyo-ekonomik sorunlara duyarlı romanlarını da gazetelerde tefrika halinde yayımlar: Onu Bekliyorum (1934), Onları Ben Öldürdüm (1935), Baba-Oğul (1936), Bu Roman Olan Şeylerin Romanı (1937), İstanbul’un Bir Gecesi (1938)6 ve Hiç (1939). 1940–41 yılları arasında yayımlanan Yeni Edebiyat Dergisi büyük ölçüde Suat Derviş’in yönetimi altında çıkar. Suat Derviş ve Neriman Hikmet dışında dergide erkeklerden oluşan bir kadro göze çarpmaktadır. Orhan Kemal, Atilla İlhan, A.Kadir, Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmet Seyda, Orhan M. Arıburnu, Reşat Fuat Baraner, Hasan İzzettin Dinamo gibi yazar ve şairler bu dergide bir araya gelirler. Yeni Edebiyat’ta Derviş’in on dört yazısı bulunmaktadır. “Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Abdülhak Şinasi Hisar gibi dönemin önde gelen yazarlarını eleştirir. Bir edebiyat yapıtını hakkıyla açıklamak için, yapıtın ortaya çıktığı dönemin ekonomik ve toplumsal koşullarına bakmak gerektiğini iddia eder”7 Suat Derviş, 1941’de Türkiye Komünist Partisi genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile evlenir. “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” adlı incelemesinin 1944’te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamaz. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklanır. Sorgu sırasında çocuğunu düşürür. Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesiyle yargılanır, 8 ay tutuklu kalır: “Derviş kızı 319’da (1903) İstanbul’da Hasna’dan doğma, evli, çocuksuz, muharrir… Tahsili hususi, 10.03.944’te yakalanmış, ve 6.11.944’te salıverilmiş Saadet Baraner.”8 Hapisten sonraki günlerde geçim sıkıntısına düşer. Suat Derviş 1943 yılından sonra kendi imzasının bulunduğu yazılar kadar müstear isim de kullanmaya başlar. Radyo skeçleri, sahne piyeslerini müstear isimle yazar. Çocuklara yazdığı Dev Masaları’nda “Aman
1940–41 yılları arasında yayımlanan Yeni Edebiyat Dergisi büyük ölçüde Suat Derviş’in yönetimi altında çıkar. Suat Derviş ve Neriman Hikmet dışında dergide erkeklerden oluşan bir kadro göze çarpmaktadır. onun imzasını koymayınız. Çocuklar bu imzayı öğrenirler de büyüdükleri zaman yazılarını ararlar” uyarılarını alır. Ancak, yazı yazmaktan asla vazgeçmez. 1945 yılında ise Çılgın Gibi isimli romanı basılır. Fosforlu Cevriye ise 1945 yılında Gece Postası’nda tefrika halinde çıkar ve kitap halinde 1968 yılında yayımlanır9. 1951’de tekrar tutuklanan eşi 1953’de yargılanmaya başlar. Kendisinin de tutuklanma olasılığı olduğundan o yıl ablasının yanına İsveç’e ve oradan da Paris’e gider. Ankara Mahpusu’nu 1957 yılında, sürgün günlerinde kaleme alır. Bu arada kitapları da birçok dile çevrilmekte, yurt dışında beğeni kazanmaktadır. Suat Derviş kitaplarının çevirilerinden şöyle söz eder: “Ankara Mahpusu Fransa’da ilk çıkmış Türk romanıdır. Bu romandan evvel orada başka Türk romanı çıkmamış… 1925–26‘da Berlin’de ilk hikâyelerim tercüme edildi… Fosforlu Cevriye Beyaz Rusya’da çıktı. İki defa üst üste baskı yaptı.10” 1963 yılında eşinin (Reşat Fuat Baraner) hapisten çıkması üzerine Türkiye’ye döner. İstanbul’da Taksim Gümüşsuyu’nda küçük bir ev kiralarlar11. 1962–63 yılları arasında Gece Postası’nda yayımlanan Aksaray’dan Bir Perihan en önemli romanları arasında yer alır. Reşat Fuat Baraner’i 12 Ağustos 1968 yılında kaybetmesi onu derinden etkiler. Suat Derviş, Nisan 1970’te Neriman Hikmet’le birlikte Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’ni kurar. Mediha Özçelik, Asiye Aliçin, Fikret Elbe, Necla Özgür, Zü-
48
leyha Aytüz derneğin diğer üyeleridir. İstanbul I. Şube Müdürü Ilgaz Aykutlu tarafında gözaltına alınır. Nevzat Üstün ile birlikte Kültür Sarayı yangınından suçlanırlar. Sonrasında da birçok kez gözaltına alınır Derviş. Evi, son günlerine kadar eski arkadaşlarının, devrimci gençlerin uğrağı olur12. 1971’de evi basılır; birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklanır. Suat Derviş, başta Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedenli ve son olarak da Reşat Fuat Baraner olmak üzere dört kez evlenir. Nazım Hikmet dâhil pek çok sevgilisi olur. Derviş, İleri’nin deyimiyle13 “12 Mart döneminde” 23 Temmuz 1972 yılında İstanbul’da Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde yaşamını kaybeder.
Başlıca edebi eserleri üzerinden Suat Derviş’e bakmak “Cevriye Hayatında en çok iki şeyi severdi: Deniz ve gök… Deniz, sanki onun babasının bahçesindeki hususi havuz ve gökyüzü yatak odasının tavanıydı” (Suat Derviş, Fosforlu Cevriye, İthaki Yayınları, 2013, s. 128). Suat Derviş’in ilk romanı Kara Kitap karanlık, depresif bir metindir. Aşk, sakatlık (cücelik), çirkinlik/güzellik, hastalık, ölüm, intihar temaları işlenir. Sakat Liz Behmoaras, Suat Derviş ; Efsane Bir Kadın ve Dönemi, İstanbul , İletişim Yayınları, 2008, s.77. 6 Erkol, a.g.e. s. 71. 7 Erkol, a.g.e. s. 75. 8 Aktaran, Fatmagül Berktay, “İki Söylem Arasında Bir Yazar: Suat Derviş”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Problemler, Araştırmalar, Tartışmalar, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1998, s.289. 9 Hazal Boyner, “Yahya Kemal’in İstanbul’u Değil, Suat Derviş’in Galatası: Fosforlu Cevriye’de İstanbul’un Arka Sokakları”, Yıldızları Seyreden Kadın. Suat Derviş Edebiyatı. Haz.: Günseli İşçi,Ekim 2015, İthaki Yay., s.117. 10 Anadol, a.g.e., s.7. 11 Kemal Sülker, “Çileli, Onurlu Yaşamın Temsilcilerinden Biri: Suat Derviş Baraner”, Sanat Edebiyat 81, sayı: 15, Ağustos 1982, s. 24. 12 O dönemde evine sıklıkla uğrayan ve kendisini çok seven devrimci gençlerden biri olan Osman Bahadır’ın aktarımı. 13 İleri, a.g.e., s.17 5
derviş; görülmeyeni gören, duyulmayanı duyan yazar bir cüce olan ve çirkin olduğu da kendi ağzından her fırsatta dile getirilen Hasan tutkuyla Şadan’a âşıktır. Ona şiirler yazar; aşkını itiraf ettikten sonra ölür. Ardından da zaten uzun süredir amansız bir hastalıkla boğuşan Şadan yaşamını kaybeder. Romanda aşk ve aşk acısı ulaşılamaz bir tutku, amansız bir hastalık olarak yer alan en önemli temadır14. Hiçbiri de “aşk”ın etrafında döner. Aşksız, sıradanlaşmış çekirdek aile eleştirilir. Romanda, aşkı uğruna küçük yaşta annesi tarafından terk edilen sonrasında babasının da kendisini halasına bırakarak yabancı memlekete gittiği, halasının evinde üvey evlat gibi büyüyen, romanın kahramanı Cavide’nin “kendisini sevmesi” ana eksendir. Cavide annesi babası onu terk etmeden önce her şeyi seven bir çocuk olarak çizilir. Sonrasında yalnızlaştığı için katılaşır ve kendine döner; yalnızca kendini sever. Cavide, daha sonra birine (Selim Paşa) âşık olur ve sevginin onu değiştirdiğini ifade eder. Sevgiyi şöyle tanımlar: “İnsan birini severse, onu bir takım sebepler için sevmez. Onu sevdiği için, sever, onu, onun için sever...”(Hiçbiri 113). Romanın sonunda âşık olduğu Selim Paşa’nın oğlu da Cavide’ye âşık olduğundan, Selim Paşa bunu göğüsleyemez, babalık duygusu ağır basar ve Cavide’yi geri çevirir, bu aşkın imkânsızlığını dile getirir. Cavide, bir gemiye binerek babasının bulunduğu memlekete doğru uzaklaşır15. Emine’de ise roman kahramanı olan Emine yetim ve yoksuldur. Kocasından gördüğü şiddet üzerine kendi gücünün farkına varır. Sınıfı ve cinsiyetinden dolayı ezilmesi üzerine düşünmeye başlar. İsyan eder. Ankara Mahpusu’nda İstanbul’un arka sokakları, yersiz yurtsuz sefil insanlar başarılı bir şekilde resmedilir. Fosforlu Cevriye’nin kahramanları da İstanbul’un sokak çocukları, kadınlar, evi barkı olmayanlardır. 1930-40’lı yılların İstanbul’unu, kenar mahalleleri, yoksul semtleri anlatır her iki romanda da Derviş. Fosforlu Cevriye sokaklarda büyümüş olan Cevriye’nin, Ankara Mahpusu ise tıp öğrencisi Vasfi’nin etrafında geçer. Cevriye bir devrimciye âşıktır; Vasfi ise komşu kızına. İki aşk da karşılıksızdır; platoniktir. İki romanda da yoksulların, ezilenlerin yanında yer aldığını, sınıfsal konumunu açıkça belli eder Suat Derviş. Özlem Polat Atan’ın Derviş’in öyküleri üzerine yaptığı incelemeye göre
“Öykülerinde kadınlar, kendilerini kadınlara anlatırlar. Duygularını, sırlarını, kendi dünyalarına özgü hissiyat, düşünüş ve yaşayışlarını aktarırken iç dünyalarının kapılarını ardına dek açarlar”16 Son romanı olan Aksaray’dan Bir Perihan’da ise roman kahramanı Perihan yoksul bir kızdır. İyi bir ailenin oğlu olan Nuri’yi kendine âşık eder. Evlenirler, çocukları olur. Nuri, Perihan ne isterse yerine getirir. Ona hayır diyemez; esiri olur. Bir yanıyla karakter aşınmasını ve yozlaşmayı anlatır romanında Suat Derviş. Nazan Aksoy Suat Derviş’in muhalif tavrını romanlarına serpiştirmekle kaldığı, hikâyesinin merkezine oturtmadığı saptamasını yapar. Aksoy’a göre dönemin popüler roman geleneği (Kerime Nadir, Muazez Tahsin Berkant gibi yazarların dâhil olduğu) bu durumun nedenlerinden biridir belki de. Derviş romancılığı geçim kapısı olarak görmüş olabilir. Aksoy, “Suat Derviş’in hayatı, kişiliği, dönemine göre çok ilginçtir ve modern kadın kişiliğinin biçimlenişine örnek olabilecek bir hayattır fakat yazdığı romanlar yaşadıklarının, gördüklerinin, gözlemlerinin gerisinde kalmıştır”17 demektedir. Bu eleştiriye katılmak kısmen mümkün olsa da ele alınan romanlar açısından en azından şu denilebilir: Edebi metinlerinde Derviş’in muhalif kişiliği belirleyici olmasa da ya da öyle baskın bir ses duymasak da karakterlerinin sıra dışı olması, aile kurumunun olmaması (Kara Kitap) ya da eleştirisi (Emine, Hiç), başta Cevriye olmak üzere romanlarındaki kadın kahramanların güçlü olması-ki Cevriye tek başına sokakta yaşayarak yaşam mücadelesi veren bir kadındır- Derviş’in görülmeyeni gören, duyulmayanı duyan tarafını göstermektedir. Fındıklı’nın Fosforlu Cevriye karakteriyle ilgili “dar anlamıyla propangandist bir ajandası ve dili olmamakla birlikte, dönemin ideolojik pozisyonlarını büyük ölçüde reddeden bir bireyselliği, polis, bekçi ve maliyeciler gibi motiflerle temsil edilen devlet otoritesine karşı ve aynı zamanda mevcut toplumsal normlara karşı eleştirel bir pozisyonu temsil etmektedir”18 saptaması da görüşümüzü pekiştirmektedir. Kate Millett Sokak Kadınları19 isimli kitabında fahişelerin seslerini duymamızı önemser. Onların tınlamalarını, kekelemelerini, duraksamalarını en önemlisi de öfkelerini hissederiz sayfalarda. Millett’in
49
kadınların ağzından çıkan sözlere duyduğu saygıyı, anlatımlarındaki uyumu yansıtma çabasını duyumsarız. Kendilerine üstten bakan, onlar için onların adına çözümler üretenlere öfkelerini… Birbirimize değmemizi, tanımamızı dert eder Millet. Kitabın arka kapağından alıntı: “Birilerini sevmek, onları tanımak istemektir. Birbirimizi öğrenip tanıdığımız ölçüde, bugüne değin bizleri ayırmak için kullanılmış binlerce ayrımı algılayabilir, giderek kendi düşsel yaşamımızla kaynaştırabiliriz. Böylelikle, dört bucaktaki kadınların deneyimi, hepimizin ortak malı olur, hepimize aktarılan bir miras olur ve bu erkekler dünyasında kadın olmanın ne demek olduğunu iyice anlarız”. Cevriye’de bir sokak kadınıdır ve sokakta yaşar; geceleri yıldızlara bakarak hayaller kurar; kantocuların pullu elbiselerini hatırlar. Bu elbiselere bayılır. Cevriye’yi Suat Derviş’in edebi aktarımı aracılığıyla bir roman kahramanı olarak severiz. Bize sokağı, sokağın dilini, iyiliği anlatır Cevriye ve de pullu elbiseleri, hayal kurmayı unutmamız gerektiğini dolayısıyla umuttan asla vazgeçmemizi… Feryal Saygılıgil, “İlk Dönem Romanları Üzerinden Suat Derviş’i Anlamaya Çalışmak”, Yıldızları Seyreden Kadın. Suat Derviş Edebiyatı. Haz.: Günseli İşçi, Ekim 2015, İthaki Yayınları, s.210. 15 Saygılıgil, a.g.e, s.212. 16 Özlem Polat Atan, “Öykülerde Unutulan Kadınlar”, Yıldızları Seyreden Kadın. Suat Derviş Edebiyatı. Haz.: Günseli İşçi, Ekim 2015, İthaki Yayınları, s. 169. 17 Nazan Aksoy, “Suat Derviş Muhalif Bir Yazar mıdır?”, Yıldızları Seyreden Kadın. Suat Derviş Edebiyatı. Haz.: Günseli İşçi, Ekim 2015, İthaki Yayınları, s.65. 18 Erhan Berat Fındıklı, “Türk Romanında Barınma Kültürü, Kübik Apartman İmgesi ve Toplumsal Cinsiyet (1930-1945)”, Sosyoloji Divanı, sayı: 7, Ocak-Haziran 2016, s.65. 19 Kate Millet, Sokak Kadınları, Çev.: Seçkin Selvi, Payel Yayınları, Ocak 1996. 14
bonapartist uğrakta devrimci-radikal sol… Türkiye’de Gezi isyanı, “metal fırtına”, Kürt Hareketi’nin yükselişi ve 7 Haziran seçim sonuçları ciddi sayılabilecek tehditler olmuşsa da bunların tek başına hakim sınıfı “normal” parlamenter yollarla yönetemez hale getirdiğini söylemek yanlış olacaktır.
Fotoğraf: Adnan Onur ACAR
Paris Komünü, 1871
Foti BENLİSOY
1.
Dünyanın 1930’lı yılları anımsatan bir dönemeçte olduğu argümanı neredeyse bir klişe halini aldı. O yıllardan beri görülmedik ağır bir ekonomik buhranı (2008-9) takip eden isyan dalgası (2011-14) şimdilik kırılmış görünüyor. Kapitalist sistem konjonktürel değil “organik” bir kriz içinde: Νeoliberal düzen sürdürülemiyor; ancak emekçiler de onu alaşağı edecek hamleleri yapamıyor. Burjuvazinin “otantik” temsilcisi sol-sağ merkez partiler, neoliberal programı uygulama ısrarı nedeniyle temsilciliğine soyundukları kitlelerin desteğini yitirirken, “şefçi”-otoriter, sağ popülist liderlikler yükseliyor. Bunun en son örneği, Trump’ın ABD başkanı seçilmesi oldu. Önümüzdeki aylardaysa Fransa, Hollanda gibi ülkelerde benzer gelişmelerin yaşanması ciddi bir olasılık. İşçi sınıfının siyasal ve toplumsal gücünü kırmaya dönük bir sınıf savaşı projesi olarak neoliberalizm üzerine temellenen liberal-parlamenter demokrasiler, birer birer çatırdıyor. İşçi sınıfının sınıf olarak eyleyebilme kudretindeki düşüş, sömürge karşıtı ya da antiemperyalist mücadelelerin (Ortadoğu’da mezhepçi-fundamentalist şiddet, Afrika’da savaş beyleri arasında iç savaşlar biçimini alarak) yoz-
laşması, demokrasileri “demokratsız” bırakıyor. Bu iki mücadele dalgasının (şimdilik kaydıyla) geri çekilmiş olması, meydanı sağa, yani liberalizmin seçkinci damarıyla güya ona karşı olan radikal-aşırı sağın muhafazakâr popülizmine bırakıyor. Sağın sağla mücadelesi sürecindeyse liberal-parlamenter demokrasiler çürüyor. Türkiye’de de siyasal ve toplumsal istikrarsızlığın derinleşmesiyle karakterize olan bir otoriter savruluş söz konusu. İşin kolayına kaçıp Türkiye’yi yeni bir “liberal olmayan demokrasi” yahut bir nevi “sultanizm” diye geçiştirmek mümkün. Oysa Türkiye’deki otoriter kayma tam da neoliberal düzenin karşı karşıya olduğu buhranla alakalı. Aslında Türkiye gibi çevre ya da yarıçevre ülkelerde neoliberalizm, merkez ülkelerden daha önce, aslen 1990’ların sonlarında krize girmiş ve merkez partiler ciddi biçimde destek kaybetmişti. Latin Amerika’da sol popülist bir “pembe dalga” gelişirken, Türkiye ve bir dizi Orta-Doğu Avrupa ülkelerinde sağ popülist partiler ön plana çıkmıştı. Türkiye’de, neoliberalizmin emekçi kitleleri rejimden yabancılaştırması, büyük burjuvaziyle “İslami” burjuvazi arasındaki çatlak ve Kürt isyanının gücü nedeniyle 1990’larda yaşanan hegemonya krizini çözmeye soyunan 2001 krizinin hemen ardından AKP olmuştu.
50
2. Soldan bir alternatifin yokluğunda 2001 krizinin neden olduğu toplumsal öfke Erdoğan’ın otoriter popülizmi tarafından seferber edildi. Bu popülizm biçimi, “milli olmayan”, milletin “öz” değerleriyle ters düşmüş elitler ile “derin millet” arasındaki muhayyel kültürel çatlağı kışkırtarak siyasal alanı belirledi. AKP Türkiye’nin önünü kesen “vesayetçi” muktedirlere karşı mücadele ettiği argümanıyla geniş toplumsal kesimleri seferber edebildi, potansiyel muhalif söylemleri kendisine eklemleyebildi. Milliyetçi muhafazakârlığın sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir topluluk olarak tahayyül ettiği “milletin” otantik temsilcisinin kendisi olduğu yönündeki çoğunlukçu “demokrasi” söylemini, çarpıtılmış popüler taleplerle bir araya getirebildi. Böylece bir yandan “piyasa reformları” aracılığıyla alt sınıfları siyaseten mülksüzleştirirken aynı zamanda da bir “demokratikleşme” sürecini yürüttüğü savında bulunabildi. AKP geniş kesimleri “İttihatçı-Kemalist” elitle “mütedeyyin millet” arasındaki “mücadele” içerisinde saflaştırırken emekçileri marjinalleştirip güçsüzleştirirdi, sınıfsal çelişkileri kültürelleştirip depolitize edebildi. 3. 2010’lı yılların başında bu söylem ciddi bir krizle karşı karşıya kaldı. İktidar blokunda darbe girişimiyle sonuçlanacak çatırdama, AKP’nin
bonapartist uğrakta devrimci-radikal sol…
Türkiye’de mevcut Bonapartist momentin müsebbibi alt sınıfların gücü olmaktan ziyade sermaye sınıfının neoliberal devirde hegemonik kapasitesinin zayıflığıyla alakalıdır. aracılığıyla devlet içi ittifakları kendi lehine yeniden tanzim etme ve toplumu siyaseten saflaştırarak derleme imkânını buldu. Kürt sorununda “güvenlikçi” politikalara, Suriye’deyse rejim değişikliğinden “terörle mücadele” eksenine doğru yaşanan keskin dönüşler bu arayışın, yani Bahçeli ve Perinçek’ten Putin’e, yeni “dost ve müttefikler” edinme çabasının ürünüydü. Böylece rejim, savaşın en büyük amili olduğu “istikrarsızlıkta istikrar” aracılığıyla baskıcı kapasitesi yüksek, şefçi bir “hâkim parti” modeline doğru hızla evrilmeye başladı. Bu süreçte Erdoğan’ın “parlamenter sistemin bekleme odasına alındığını” ilan etmesiyle beraber rejim, Bonapartist bir mahiyet kazanmaya başladı. Zira AKP iktidarını mümkün kılan dahili ve harici ittifakların çözülmesinin devletin kurumsal mimarisini kırılganlaştırması, ancak “diktatoryal” yöntemlerle telafi edilebilirdi. İşte anayasa tasarısıyla gündeme gelen, bu fiili, henüz oturmamış durumun resmileştirilmesi, Bahçeli’nin deyişiyle “fiili duruma hukuki yol aranması”dır.
Fotoğraf: Adnan Onur ACAR
dış siyasette “özerkleşme” arayışının uluslararası ittifaklarında çatlaklar yaratması (bkz. Suriye), kapitalist krizin sermaye içi fraksiyonlaşmayı tetiklemesi ve elbette Gezi ayaklanması, AKP için “vesayet karşıtı” popülist söylemsel stratejinin sınırlarına gelindiği anlamına geliyordu. Hegemonik kapasitedeki daralma ve AKP eksenli ittifaklar zemininde gerçekleşen çatırdamalar, mevcut toplumsal tabanın ajite edilerek sıkılaştırılması ve böylece korunması ihtiyacını dayatmaya başladı. Eldeki tabanın “Yeni Türkiye” miti etrafında konsolidasyonu, ancak sürekli saflaştırma ve diğer yandan da daha fazla “sopa” ile mümkündü. Konsolidasyon, “mevcut” tabanı ajite ederek pekiştirme, esas olarak bir savunma hamlesiydi. Bunun için bu kesimin korkuları şevkle kaşınıp alarmizm dozu yüksek bir seferberlik söylemine başvuruldu. Türk milliyetçiliğinin kırılgan özgüvenine dair “bayrağın inmesi, ezanın susması”, “din-iman-vatan gitti gidiyor” temaları tepe tepe kullanıldı. Böylece “demokratik devrim” pozlarından “yeni İstiklal Savaşı”na geçildi. Uluslararası güç odakları ve “lobilerce” desteklenen komplo karşısındaki “milli ve yerli” lider miti, bu savunmacı hamlenin baş köşesindeydi. Savunma yetmeyince imdada savaş yetişti. Savaşın süreklileşmesi, olağanüstü halin olağanlaştırılmasını ve yeni bir normalde “normalleşmeyi” mümkün kılan kaldıraç oldu. Erdoğan/AKP savaş
51
4. Bonapartizm Marksist literatürde temel toplumsal sınıflar arasında her ikisininde kesin bir sonuca ulaşamadığı ve devam ederse belki ikisini de felakete sürükleyebilecek bir denge durumunda gündeme gelir. Ancak Türkiye’deki Bonapartizm siyasal ve toplumsal güç dengelerinde madun sınıflarla hakim sınıf arasında böylesi bir denge durumundan kaynaklanmıyor. Türkiye’de Gezi isyanı, “metal fırtına”, Kürt Hareketi’nin yükselişi ve 7 Haziran seçim sonuçları ciddi sayılabilecek tehditler olmuşsa da bunların tek başına hakim sınıfı “normal” parlamenter yollarla yönetemez hale getirdiğini söylemek yanlış olacaktır. Aşırı özerkleşmiş ve güçlü bir yürütmenin yükselişini gerektiren belirleyici neden, parlamenter sistemin devlet ve burjuvazinin içindeki bölünmeyi ve onun neden olduğu çözülme ve kırılganlaşmayı durduramamasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de mevcut Bonapartist momentin müsebbibi alt sınıfların gücü olmaktan ziyade sermaye sınıfının neoliberal devirde hegemonik kapasitesinin zayıflığıyla alakalıdır. Sermaye sınıfının “geleneksel” sayılabilecek siyasal temsil kurum ve mekanizmalarının (özellikle de “merkez” siyasal partilerin) krizi, toplumu kendi etrafında bütünleştirecek başarılı hegemonik projeler ortaya koyamaması ve devlet katında iyice görünür olan iç fraksiyonlaşması, devlet ve toplumun ancak yürütmenin “aşırı” özerkleşmesi-
bonapartist uğrakta devrimci-radikal sol… güçlenmesi formülüyle bir arada tutulabilmesine yol açıyor. İşte Türkiye’de rejim, sermaye hâkimiyetine karşı aşağıdan aktif bir meydan okumanın olmadığı ama parlamenter kurum ve kuralların devletteki parçalanmayı durduramadığı koşullarda yürütmenin aşırı özekleşmesi-güçlenmesiyle, başkanlık ya da partili başkanlık gibi formülasyonlarla “Bonapartist bir yarı diktatörlük” halini alıyor. Güçlü bir başkanlık sistemine dair tartışmaları böyle bir durumda gündeme geliyor. Bu anlamda anayasa değişikliğiyle fiiliyattan resmiyete taşınmak istenen güçlü başkanlık sistemi, rejimin rakip sermaye fraksiyon ve hizipleri arasındaki ihtilaf ve çatışmaları “normal” parlamenter yollarla idame ettirebilme kapasitesini yitirdiği anlamına geliyor.
Demokrasinin sınıfsızlaştırılması, solun radikalleşen sağ tehdit karşısında ve onu engellemek adına “merkeze” sığınması, radikal sağın örgütlemeye soyunup “ötekine” yönelttiği öfke karşısında artık geçmişte kalmış bir“normalden” taraf olması, yenilgi yolunu açmaktır. 5. Ancak devletteki parçalanmayı telafi etmesi ve yeni bir siyasal güç konsantrasyonuna neden olması beklenen bu savaş eksenli Bonapartist yöneliş, a) güvenlik aygıtındaki ideolojikleşmefraksiyonlaşma, b) Erdoğan’ın yeni “ittifaklarının” potansiyel bir kopuşa yol açabilecek çatışmalarla daha şimdiden koşullanmış olması, c) toplumsal polarizasyon d) ekonomik krizin sermaye sınıfı (ve dolayısıyla AKP) içinde çelişkileri kışkırtması ve e) emperyalist sistemdeki hegemonya bunalımı gibi nedenlerle bir türlü istenen sonucu vermiyor. “Teröre karşı savaş” politikaları karşı karşıya olunan “güvenlik risklerini” daha da artırmaktan, ülkeyi giderek yoğunlaşan uluslararası çekişme ve jeostratejik ihtilafların etkilerine daha açık hale getirmekten başka bir sonuca yol açmıyor. Yeni siyasal güç ilişkilerinin dikişleri bir türlü tutturulamıyor. Siyasal iktidarın kendi tabanını
konsolide etmesi için vazgeçilmez bir yönetme tekniği olan kültür savaşları ve dinselleştirme, toplumsal kutuplaşmayı idare edilemez bir noktaya sürüklüyor, İslamcı şiddeti kontrol edilemez şekilde devletin içine taşıyor (“Pakistanlaşma”) ve siyasal iktidarın devlet içindeki ya da uluslararası plandaki “müttefikleriyle” ciddi bir gerilim-çatışma potansiyeli yaratıyor. Suriye politikasında yaşanan keskin dönüş ve Türkiye’nin “çözümü” Rusya-İran ekseninde araması, ABD’yle PYD’ye destek ve 15 Temmuz darbe girişiminden sorumlu tutulan Fethullah Gülen’in iadesi gibi konularda zaten mevcut olan gerilimi iyice artırıyor. Hükümet çevrelerinde ABD’nin terör yoluyla Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalıştığına dönük komplo teorileri iyice yaygınlaşmış durumda. Bu durum devlet katında, hatta AKP içinde Atlantikçi ve Avrasyacı kanatlar arasında çelişki ve gerilimi artırıyor. Emperyalistler arası artan rekabet Türkiye’de devlet katında görünür olmaya başlıyor. Tüm dünyada finans kapitalin emperyalizme bağımlı ülkelerden tekrar merkez ülkelere kaçmasına paralel, Türkiye’de de ekonomik alarm sinyalleri çalıyor. Bu durum, siyasal iktidarın içinde kendisini finansal disiplin şiarına sadakatiyle tanımlayan ve küresel neoliberal anaakımın bir parçası olan akımla Türkiye’yi bölgesel alt-emperyal bir güç olarak yansıtarak Avrupa-dışı pazarlara açmaya çalışan ve hafriyatçı, inşaat ve altyapı yatırımları üzerinden ve krediye ulaşımı kolaylaştırarak iç piyasada genişleme yaratmaya çalışan bir “neo-merkantilist” akım arasındaki mücadeleyi kızıştırıyor. Bunun bizzat iktidar partisi içinde cereyan edip sermaye sınıfının farklı fraksiyonlarının çıkar ve özlemlerini ifade eden bir sınıf mücadelesi olduğu açık. Kısacası iktidar blokunda yeni bir dağılıma ve dolayısıyla stabilizasyona yol açması beklenen Bonapartist yönelim, devletin kurumsal mimarisindeki çözülmeyi, devletteki parçalanmayı telafi etmektense paradoksal olarak daha da akut hale getiriyor. 6. “Aşağıdakiler”, bir başka deyişle “şok ve dehşet” yoluyla sindirilmiş olanlar başka bir soru ortaya atmadıkça mesele, bir türlü tesis edilemeyen “devletin birliği ve bütünlüğünü” sağlayacak aktörün kim ya da kimler olduğu, olacağı sorusunda düğümleniyor… Türkiye’nin “kırılgan” Bonapar-
52
tist momenti, beyaz atının üzerinde çıkagelecek “kurtarıcının” kim olacağına sıkışmış görünüyor. Erdoğan güçlü bir aday olsa da onun, iyi bir Bonapart olmak için, burjuva sınıf fraksiyonlarının üstüne yükselmesi gerekli. Oysa o aslen burjuvazinin belirli bir fraksiyonundan destek alıyor ve büyük burjuvazi üzerinde tam bir hegemonyası söz konusu değil. Devasa tasfiyelere rağmen askeriyeye ve devlet bürokrasisinin çeşitli kesimlerine yönelik süregiden güvensizliğinin temelinde de bu var. 8. Sonuçta Bonapartist kartı bir bütün olarak ve tüm versiyonlarıyla gündemden düşürmek, ancak siyasi saflaşmayı devlet katının dışına, “aşağıya”, taşımakla mümkün. Bütün namüsait koşullara, mevcut siyasal geri çekilişe, apatiye (duygusuzluk-kayıtsızlık hali) karşın referandum, bu bakımdan azımsanmaması gereken bir siyasal kanal açıyor. Bu mecra toplumsal bir yeniden siyasallaşmanın, halkın kendi kaderine sahip çıkma enerjisini tamir etmenin bir vesilesi kılınabilir. Ancak kritik bir hususu atlamamalı: “Erdoğanizm”, soyut bir demokratikleşme sorunu, bir başka “liberal olmayan demokrasi” örneği değil. Ne yazık ki, sınıf hakimiyetiyle demokrasi arasında kurulan ilişki, günümüzde sosyalistler tarafından dahi es geçiliyor; maddi ezme-ezilme ilişkilerinden bağımsız bir demokrasi söylemi hâkim olabiliyor. Oysa Erdoğan’ın halkın kendi kendini örgütleme ve eyleyebilme kudretini çarpıtan, onu kendi karşıtına dönüştüren otoriter-muhafazakâr popülizmine çomak sokabilmenin yolu, sosyal bir içeriği olmayan soyut bir demokrasi savunusundan geçmiyor. Demokrasinin sınıfsızlaştırılması, solun radikalleşen sağ tehdit karşısında ve onu engellemek adına “merkeze” sığınması, radikal sağın örgütlemeye soyunup “ötekine” yönelttiği öfke karşısında artık geçmişte kalmış bir“normalden” taraf olması, yenilgi yolunu açmaktır. Demokraside yaşanan erozyonun müsebbibi siyasal değil, toplumsal-sınıfsal güç dengelerinde “alttakiler” aleyhine yaşanan kırılmadır. Bu güç dengelerinde ezilenler lehinde bir değişim yaşanmadan bu otoriter dalgaya takoz konulabilmesi zor olacaktır. Dolayısıyla mevcut dehşet dengesine itirazın bu sosyal güç dengesini emekçiler lehine dönüştürme iddiasından hareket etmesi gerekli ve kaçınılmazdır.
bir yöntem salvosu ve küba dış politikası Onu sevmeyenler ya da sevmemek üzerinden “like” edileceklerini düşünenler, sırtlarına “sola sövmenin dayanılmaz rüzgârını” da alarak tarihleri, siyasal gelişmeleri, kısacası her şeyi yok sayarak, kendi müsamere sahnelerinde, kendi tahlilleriyle, kendi kendilerine oynadılar. Belki de bu düşünceyi, daha doğrusu satıh filozofisini, fazla ciddiye aldığımı düşüneceksiniz ama bu hiçleştirmenin en azından Küba Devrimi’nin dış politikası hakkında beni yazmaya ittiğini itiraf etmeliyim.
Metin YEĞİN
S
ol, dünyada her şeyini yitirse bile “sokakları” ve “entelektüel” üstünlüğünü hiçbir zaman kaybetmedi. Bu yazıda sokakları bir tarafa koyup, “entelektüel üstünlüğe” daha doğrusu solun entelektüel hegemonyası üzerine, daha doğrusu bu hegemonyanın nasıl yitirilmek üzere olduğu üzerine tartışmak istiyorum. Bu yönteme ilişkin tartışmayı “Küba dış politikası” üzerinden sürdürerek bir taşla iki kuş vurmak amacım. Solun entelektüel hegemonyası düşünsel dünyaya öyle hakimdir ki sağın öne çıkan ender düşünürleri ve kendini sol’dan ayırmaya çalışan herkes, baştan aşağı solun kelimelerini kullanarak bunu aşmaya çalışmaktadırlar. Çünkü başkası yoktur. Burjuva
düşüncesinin bu çaresizliği, kendisini açıklayanın, eleştirenin ve hatta besleyenin sol olması nedeniyle entelektüel hegemonya karşısında çaresizdir. Ancak son yıllarda bu hegemonya etkisini kaybetmektedir. Bunun nedeni, araştırma yöntemi hatta düşüncenin doğrudanlığının ortadan kalkmasıdır. Yani entelektüel hegemonyanın öznesi kaybolduğundan hegemonya etkisi zayıflamıştır. Bu yüzden artık herhangi bir tarihsel olay, siyasal bir gelişme, karşı çıkış, iktidar ve isyan ya da baskı ve hegemonyayı parçalama, sadece o günün saatli maarif takvimlerinin yemek tarifi uzunluğunda ve uçucu olmakla kalmayıp, aynı zamanda takvimi de tümden yok sayan bir biçime dönüşmüş durumda. Her şeyi bir sepete doldurup, içinden sevdiklerin çoktan seçmeli bir tarihle ve tarifle alındıktan
53
Fidel’in Kürt düşmanı olduğunu nereden çıkardınız? Küba Devlet Başkanı, dünya solu üzerinde önemli etkisi olan bir devrimci lider, bunu bir yerde yazdı mı? sonra, geride kalanlar internet dünyasının ortasına saçılmaktadır. Burada da sadece taraftarların alkışları beklendiğinden, doğru ya da yanlış diye bir nitelendirme geçersizleşir. Fidel öldüğünde de aynı böyle oldu. Onu sevmeyenler ya da sevmemek üzerinden “like” edileceklerini düşünenler, sırtlarına “sola sövmenin dayanılmaz rüzgârını” da alarak tarihleri, siyasal gelişmeleri, kısacası her şeyi yok sayarak, kendi müsame-
bir yöntem salvosu ve küba dış politikası re sahnelerinde, kendi tahlilleriyle, kendi kendilerine oynadılar. Belki de bu düşünceyi, daha doğrusu satıh filozofisini, fazla ciddiye aldığımı düşüneceksiniz ama bu hiçleştirmenin en azından Küba Devrimi’nin dış politikası hakkında beni yazmaya ittiğini itiraf etmeliyim.
Fidel Kürt düşmanı mı?
Fidel öldüğünde başladı tartışma. Ölmesine neden üzülüyorduk? İnternette ölümünün ardından söylenenlere mümkün olduğunca ciddiye alarak şöyle demişim: Tarih ve gerçek, iki tivit arası ne kadar kolay harcanıyor. “Yazar”lar için diyorum; çok mu zor geliyor size biraz okumak ya da araştırmak? Öncelikle bir yöntem üzerine konuşmalı. Fidel’in Kürt düşmanı olduğunu nereden çıkardınız? Küba Devlet Başkanı, dünya solu üzerinde önemli etkisi olan bir devrimci lider, bunu bir yerde yazdı mı? Bir toplantıda konuşurken ya da en azından bir röportajda, bir kameraya ya da ses kayıt cihazına mı söyledi? Yoksa koca bir dedikodudan başka bir şey değil mi? Bu yönteme ilişkin Baudrillard’a gidelim önce. Bir doktora tezinin sınav komisyonundayken, tezi sunan kişiye, ileri sürdüğü şeyin kaynağını sorduğunu yazıyordu. Kaynak olarak “Biz birlikte kahvaltı ederken söyledi” diye açıkladı tez sahibi. “Ama yazılı bir kaynak göstermelisiniz” dedi Baudrillard. “Neden, bana inanmıyor musunuz?” dedi tez sahibi. “Tamam o zaman” dedi Baudrillard, “Bu tezden siz geçtiniz ama geçtiğinize dair size hiçbir kâğıt vermiyorum. Birisi size doktoranızı bitirdiniz mi diye sorarsa Baudrillard öyle dedi dersiniz!” Bu yüzden ortada, Kürt ve Türk ulusalcılarının dayanışma içinde yaydığı “Kürtler ABD’nin petrol bekçileridir” lafını ne zaman ve nerede söylemiş Fidel? Buna ilişkin bana bir tane yazılı ya da kayıt altına alınmış bir şey gösterebiliyor musunuz? Gösteremezsiniz, yoktur çünkü. Yani baştan söylemeliyim ki hiçbir manası yok bu sözün. Çünkü Fidel böyle bir şey söylememiştir, eğer hiçbir dedikoduyu ciddiye almıyorsanız. Ama ben bununla kalmadım; bu dedikodunun nasıl çıktığını da bulmak istedim. Bu sözün kaynağının Esenyurt eski Belediye Başkanı Gürbüz Çapan olduğu yazıyordu. Bir ar-
Fidel, Kürt düşmanı değildi tabii ki, hiçbir halka düşman olmadığı gibi. Fakat “Kürt ve Devrim” kelimeleri yan yana geldiğinden rahatsız olanlar mı var? Ya da “Fidel” ve bugün için onun simgelediği “Devrim”in düşmanları mı?’ kadaşım aracılığıyla kendisine ulaştığımızda anlattı: “Yıl 1995 ya da 1996; Belediyeler Birliği olarak Küba’ya gittiğimizde Türkiye delegasyonu içinde Kürt illerinin belediyeleri, Kürt delegasyonu olarak katılmak istediklerini söylediler. (Kürt heyetindeki belediye başkanlarından biri de Osman Özçelik’tir.) Bunun üzerine Dışişlerinden bir yetkili gelip, ‘Türkiye’nin sömürgeciliğe karşı çıkışını önemsediklerini’ vurguladı. Ayrıca ‘Kürt mücadelesini de çok önemsediklerini ama bu toplantıya ayrı bir delegasyon olarak düzenleme açısından katılamayacaklarını; fakat kendilerini misafir olarak ağırlamak istediklerini’ söyledi. Ayrıca ‘Genel sekreterimiz de Ortadoğu sürecini yakından izliyor, umarız Kürt hareketi ABD’nin petrol koruyucusu olarak hareket etmez diyor’ dedi.” Hepsi bu. Yani heyet o esnada Fidel’i, eğer odada asılıysa, en fazla fotoğrafından
54
görmüşlerdir (ki ben Küba’da hiçbir yerde asılmış Fidel fotoğrafı görmedim). Fidel bu dedikodunun gerçekleştiği mekânda bile değildir. Dışişlerinden bir yetkilinin sözleridir bunlar. İnternette yazılan “Kobane için böyle demiş” diye bir şey zaten mümkün olamaz. Yıl en fazla 1996’dır ve Rojava-Kobane’nin bugünkü hali hiç kimsenin hayallerinde bile yoktur. Ayrıca gençler için hatırlatmalı ki Kürt Federasyonu, otonom bölgesi ve yönetimi de yoktur o yıllarda. Sadece çekiç güç ve uçuş yasağı yıllarıdır. Bu, Fidel’in değil, Küba Dışişleri Bakanlığı’ndan birisinin söylediği sözler de Barzani yönetimi için söylenmiş bir laf arası muhabbet, doğru olup olmadığını okurlara bırakıyorum. Fidel’in Saddam’ın dostu olduğuna dair dolaşan diğer hikâyeye geçelim. Gördüğünüz fotoğraf, Fidel ile Saddam fotoğrafıdır. Bu fotoğrafta yıl 1979’dur. Saddam Küba’yı ziyaret etmiştir. O zamanlar BAAS Partisi’nin “sosyalist” çizgisi geçerlidir ve ABD’ye karşı Saddam, Sovyetler Birliği ile hareket etmektedir. Halepçe’den 9 yıl öncedir (böyle tek tek açıklamak bile garip geliyor ama bu kadar zavallı bir tarih anlayışı karşısında ne yapılabilir ki…) Çok uzun söz söylemeden, bu durumda, bir diğer fotoğrafı göstermek istiyorum politik hayata ilişkin fazla tartışmamak için.
bir yöntem salvosu ve küba dış politikası Bu fotoğraf da Molla Mustafa Barzani ile Saddam’ın fotoğrafıdır. Aynı şekilde yılları bir torbada karıştırırsanız, tarihi imha ederseniz, Mesela, Molla Mustafa Barzani’ye de Saddam’la bu fotoğrafı nedeniyle Kürt düşmanı diyebilirsiniz! Bir başka noktaya gelirsek, ABD’nin Irak işgali sırasında işgal karşıtı olmak Kürt düşmanlığı mıdır? Hele hele Küba gibi yıllardır ABD işgali tehlikesinde olan, hatta ABD’nin Domuzlar Körfezi çıkartmasıyla doğrudan Küba’yı imha etmeyi denediği ve yüzlerce kez başka yöntemlerle yok etmeye çalıştığı bir ülkenin, ABD’nin bir ülkeyi işgal etmesine karşı çıkmaması mümkün müdür? Dünyanın bütün sol hareketleri, halkları ABD’nin Irak işgaline karşı çıkarken Kürt düşmanı mıdır? Hatta Türkiye’de Kürt hareketi, o zamanki adıyla HADEP ve DEHAP, Irak işgaline karşı mesela ABD elçiliğine siyah çelenk bıraktıklarında Kürt düşmanı mıydı? Fidel, bütün ezilen halkların dostudur. Biraz araştırmak isteyenler, Irak KDP’nin, İran KDP’sinin kaç yılından beri Küba ile ilişkiler kurduğunu araştırsın. Yazı çok uzadı. Bu yüzden Küba’nın Halepçe katliamına karşı sessiz kaldığı yalanına bakalım. Halepçe katliamı bütün dünyada olduğu gibi BM’nin genel konseyinde de oy birliği ile lanetlendi. Ancak Küba sadece resmi açıklamalarla kalmadı.
BM’nin bu kararı vermesi gibi Halepçe dehşetinin dünyanın anlamasını sağlayan komisyonun sözcüsü Kübalı hukukçu ve diplomat, Miguel Alfonso Martinez’den başkası değildi ve tabii ki Küba Hükümeti’nin bir görevlisi olarak oradaydı. Bu yüzden Küba devrimi ve Fidel’in Halepçe’ye sessiz kaldığını söylemek en hafif deyimle bilmemezliktir. Fidel, Kürt düşmanı değildi tabii ki, hiçbir halka düşman olmadığı gibi. Fakat “Kürt ve Devrim” kelimeleri yan yana geldiğinden rahatsız olanlar mı var? Ya da “Fidel” ve bugün için onun simgelediği “Devrim”in düşmanları mı?” “BM’nin Halepçe”ye ilişkin kararı 1988 ve zaten kimyasal silah kullanımını oy birliğiyle tespit ediyor. Burada Küba’nın değil hiçbir ülkenin itirazı yoktur. Yani insanlık suçunu oy birliğiyle tespit ediyor benim sözünü ettiğim bu karar. Burada esas olan, 1988 ile 1991 yılı arasındaki tarihsel değişimin farkında olmaktır. Sıkça sözü edilen, 1991 yılındaki karar ise Küba’nın kararı değildir, Küba orada 1503 nolu protokole dayansın diyor. 1503 nolu karar nedir?
1503 Prosedürü BM
1503 prosedürü BM çerçevesinde insan haklarının korunmasına yönelik iki ana yöntemden biri olan “Sözleşme harici mekanizmaların”
55
en bilineni 1503 nolu prosedürüdür. Ekonomik ve Sosyal Konseyin 27 Mayıs 1970 tarihli ve 1503 sayılı kararı ile oluşturulan ve karar sayısına atfen “1503 usulü” olarak adlandırılan bu yöntem, bireysel başvurularla ilgilenmemekle birlikte belirli bir zamanda ve yerde çok sayıdaki insanın haklarının ihlal edildiği durumlarla ilgilenir. Alt Komisyona bağlı olarak kurulan beş kişilik çalışma grubu, yeterli delillerle birlikte sunulan şikâyetleri ve hükümetlerin bu şikâyetlere verdikleri cevapları inceler. Eğer insan haklarının ağır ve devamlı bir şekilde ihlali tespit edilirse konu çalışma grubu tarafından alt komisyona sunulur. Alt-Komisyon da meselenin İnsan Hakları Komisyonu’na gönderilip gönderilmeyeceğine karar verir. Bu şekilde önüne gelen bir durum hakkında karar alma sorumluluğu İnsan Hakları Komisyonu’na aittir. AltKomisyona bağlı olarak çalışan ve 1503 prosedürü çerçevesinde faaliyet gösteren çalışma grubunun kendisine yönelik bir ihbarı değerlendirebilmesi için bu ihbarın şu ön koşulların sağlamış olması gerekir: (1) Herhangi bir siyasi amacın güdülmemesi (2) İnsan haklarının ve temel özgürlüklerin ağır bir şekilde ve sürekli olarak ihlal edildiğini ispatlayabilecek mantıki sebepler bulunması (3) Bu ihlallere maruz kalan şahıs-
bir yöntem salvosu ve küba dış politikası
lar veya grupların şikâyet yoluna başvurmuş olması (4) İhlal edilen haklar, meydana gelen olaylar ve şikâyetin amacının belirtilmesi ve hakaret içeren bir dil kullanılmaması (5) Yerel başvuru yollarının tüketilmiş olması. (14) 1503 prosedürüne göre, bireyler, birey grupları veya sivil toplum örgütleri şikâyette bulunabilir. Küba’nın burada eleştirdiği nokta; genel insan hakları ihlaline odaklanmayı tercih etmesi, yani tek tek bireylerin başvurularının ve kişisel zararlarının karşılanmasının söz konusu olmaması… Küba 1991’de sadece, çıkacak karar zaten bunun aynısı olacaktır, deyip prosedürel/usüle ilişkin bir öneri ileri sürüyor. Esasen bu teklife ABD’nin askeri müdahaleye BM zemini ayarlamaya çalıştığı için karşı çıkılıyor.
Tartışmanın Sonuna Doğru
Küba Ortadoğu’da ezilen halkların, özellikle de Filistin’inin her zaman yanında yer aldı. ABD’nin yoğun baskısına rağmen bu gerçekleşti. James Petras’ın tanımıyla Küba dış politikası, Washington’un baskılarına rağmen, Washington’un en düşük bağımlı rejimleriyle diplomatik ve ekonomik ilişkiler başlattı ve genişletti. Küba’nın “halktan halka diplomasisi” tüm dünyanın yoksullarının iyi niyetini ortaya çıkardı. Küba’nın serbest pazarlara ve Asya ve Ortadoğu’daki askeri müda-
Tekrar etmek gerekirse kendimize enternasyonel miyiz? Bir yandan Fidel hakkında bir şeyler söylerken çuvaldızı kendimize batırmak için çok geç kalmadık mı? halelere (özellikle de Irak, Afganistan ve Lübnan’a yönelik sömürgeci müdahalelere) karşı uzlaşmaz muhalefeti, dünya halklarının desteğini ve çoğu Üçüncü Dünya hükümetinin sempatisini kazandı. Ancak Küba dış politikasını biraz kaba çizgilerle de olsa üç bölümde incelemek doğru sayılabilir. İlk olarak, belki de devrimin gençlik yılları olarak tanımlanabilecek bir strateji çıkar karşımıza: Her durumda ve ne pahasına olursa olsun “devrimin sürekliliğini” sağlamak için dünyanın her yerinde olmaktır. İkinci bölüm ise, devrimin orta yaşı olarak tanımlayabileceğimiz 80 sonrası dönemdir.1980 sonrası özellikle Küba dış politikası, ideolojik ve stratejik bir ortaklıkla devrimi yayma üzerinedir. Nikaragua, El Salvador ve Guatemala devrimci ittifaklarının meydana getirilmesi bu dönemin stratejisidir. Üçüncü ve belki de olgunluk dönemi diye tanımlayabileceğimiz 1991 sonrası strateji ise; askeri hiçbir şeye bulaşmadan, sadece devrimci bir süreç yayan değil, dünyanın bütün her
56
yerindeki halklarla enternasyonalist dayanışma içinde bulunmaktır. Özellikle tıp doktorlarıyla dünyanın en yoksul yerlerinde yer almak, halk sağlığını örgütlemek. Mühendis ve mimarların bilgileriyle dünyanın her yerindeki yoksulların yanında yer almak bu dönemin belirgin özelliği idi. Bu tartışmanın garebeti, Castro’ya karşı söylenen argümanların altının boş olması. Bir hamasetten öteye gitmemesi… Fidel neden Kürt dostu olmalıydı diye sorarken, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendini dünyaya ne kadar anlattığını da sorgulamak gerekir? Bunu neden soruyorum. Bugün, Kürt siyasal hareketinin “Demokratik Özerklik, Ekolojik Demokrasi” ya da cinsiyet özgürlükçü paradigmasını yani benim tanımımla Kadın Cumhuriyeti istediğini kim biliyor? Bunu Kürt siyasal hareketi dünyada kime anlatmıştır ya da anlatabilmiştir? Bunu anlatamazsanız, Fidel ya da dünyanın başka yerindeki herhangi bir sol-devrimci-halkçı hareket ne kadar “Kürt dostu” olabilir? Aynı şekilde, Rojava direnişini bir kenara koyarsanız, Kürt hareketi dünyada ne kadar bilinmektedir? Bütün dünyaya kapalı bir siyasal ilişki yarattığınızda, kendinize ilişkin bir dayanışma bekleyebilir misiniz? Tekrar etmek gerekirse, sadece kendimize mi enternasyoneliz? Bir yandan Fidel hakkında bir şeyler söylerken, çuvaldızı kendimize batırmak için çok geç kalmadık mı?
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset Araştırmacı Gazeteci Fehim Taştekin’le, Suriye’de 2011’den beri süren savaşı ve savaşın bölgeye etkisini konuştuk. Taştekin, Suriye’deki savaşın son geldiği son aşamayı, Astana görüşmelerini, Türkiye’nin Suriye’de savaşındaki rolünü, Fırat Kalkanı Operasyonu’nu, Rojava’daki son gelişmeleri değerlendirdi.
Söyleşi: Ahmet SAYMADİ Suriye’de 2011’deki emperyalist müdahaleyi başlatan iç ve dış dinamikler nelerdi? Suriye’deki kriz kuşkusuz ki hem iç hem dış dinamiklere sahip. İç dinamikleri ve faktörleri göz ardı ederseniz kolayca her şeyin şeytani bir irade tarafından ya da egemen güçler tarafından planlanıp yürütüldüğünü vaaz eden komplo teorilerinin cazibesine kapılırsınız... Malum Suriye’de Beşşar El Esad’ın göreve geldiği 2000’den itibaren bir değişim baskısı oluştu. Bu irade bir ara solcu, İslamcı ve liberal muhalif şahsiyetlerin iştirakiyle “Şam baharı” olarak kendini gösterdi. Ancak, Irak işgaliyle gelişen çevreler, faktörler ve baskılar nedeniyle bu irade sönümlendi. Ve nihayetinde 2011’de kabuğundan fırlama fırsatı buldu. Evvela bu türden bir
değişim iradesinin varlığını kabul etmemiz gerekiyor. İkinci bir iç dinamik ise barışçıl değişim talebine paralel olarak kendisini 1976-1982 arasında göstermiş olan İslamcı silahlı kalkışma potansiyelidir. Bu iki dinamiği canlı tutan yolsuzluk, rüşvet, kötü muamele gibi çürümüşlüktür. İnsanların haklı değişim taleplerinin hızlıca manipüle edilmeye, bir takım grupların devreye girmeye, silah kullanmaya, adam kaçırıp infaz etmeye ya da fidye istemeye başladığı yerde ise dış faktörlerin yönlendirici müdahaleleri devreye giriyor. Barışıl değişim iradesinin daha başından geçersiz kılınmasında sadece yönetimin şiddetli müdahalelerine parmak basarsanız yanılırsınız. Bu krizin dış çerçevesini anlamadığımız sürece, sittin sene geçse El Nusra, Ahrar-u Şam, IŞİD, İslam Ordusu gibi yüzlerce cihadi selefi örgütün nasıl birdenbire bu kadar palazlandığını, vekâlet savaşının nasıl şekillendiğini ve
57
yönetimin 92 ayrı ülkeden gelen savaşçılara rağmen neden yıkılmadığını anlayamayız. Peki, dış çerçevede ne var? ABD’nin Ortadoğu’da kurduğu Camp David düzenini reddeden bir Suriye; Golan Tepeleri’nin işgali nedeniyle İsrail’le teknik olarak savaşta olan bir Suriye; Filistinli örgütleri destekleyen bir Suriye; Lübnan’daki Hizbullah’ı destekleyen bir Suriye; İran’ın 1979’dan beri müttefiki olan bir Suriye var. Bunlar uluslararası hakim güçler açısından düşmanlık için yeterli. Vekâlet savaşını finanse eden Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri ABD’nin açık, İsrail’in ise gizli ortakları. AKP’nin Türkiye’si ise bu güçlerin Ortadoğu’ya yeni bir düzen verme hamlelerinde kullanmaya çalıştığı bir ülke oldu, maalesef. Onlar için yeter ki plan yürüsün; Türklerin ortaklığıyla direniş
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset ekseni çözülürken varsın yeni Osmanlı jargonu pupa yelken olsun, varsın Ankara’daki zevat kendi iştahları ve hamasetinin peşinde koşsun sorun değil. Dış çerçevede biri bölgesel diğeri küresel iki stratejik denklem daha var. Amerikan ekseni Çin’in Pakistan, Afganistan, İran’ı da içine katan tarihi İpek Yolu’nu diriltme rüyasından fevkalade rahatsız durumda. Suriye çözüldüğünde bu projenin Akdeniz’e ulaşma hattı kesilecektir. Bölgesel denklemde ise enerji hatları önemli. Suudi Arabistan, petrol sevkiyatında İran’ın kolayca kontrol edebildiği Hürmüz Boğazı’na olan bağımlılıktan kurtulmak için epey zamandır alternatif rotalar üzerinde çalışıyor. Suriye üzerinden Akdeniz’e ve Türkiye bağlantısıyla Avrupa’ya ulaşan bir petrol boru hattı hem Suudilerin hem Avrupalıların işine geliyor. Katar’ın da doğalgazı taşıma problemi büyük. Rus doğalgazına alternatif olarak Katar doğalgazının yaşlı kıtaya ulaşması çoklu bir denkleme hitap ediyor. Suriye ile bu projelerin pazarlığı yapılırken siyasi taleplerde bulundular: Söylenen şey şuydu: “Eksenini değiştir, İran’ı terk et.” Türkiye’nin kurduğu iyi komşuluk ilişkisi sayesinde Şam’ın ekseninin değişeceğini de umdular ve bunun için fırsat tanıdılar. Ama hamleler başarısız oldu. 2011’deki isyan, bu güçler açısından çok boyutlu bir müdahaleye imkân tanıdı. Herkesin bir bahanesi vardı. Suriye’nin dize getirilmesi en fazla İsrail’i memnun etti. İsrail bu kirli savaşın ilerlemesi için gerektiğinde doğrudan belli hedefleri
Fotoğraf: Bülent KILIÇ
vurarak, gerektiğinde Suriye ordusunun ilerleyişini durduracak atışlar yaparak, gerektiğinde silahlı grupları destekleyerek elinden geleni yaptı. İsrail, El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra’yı alenen destekledi ve kimseden bir ses çıkmadı. Suriye’nin petrol ve doğalgaz rezervleri de, uluslararası şirketlerin göz diktiği kapitalist rekabete açılmamış diğer sektörleri de bu müdahalede gözden kaçırılmaması gereken faktörlerdir. Savaşın başlamasından sonra Esad’ın hızla düşeceği söyleniyordu, hem IŞİD hem de diğer cihatçı gruplar epeyce ilerleme kaydetmişti. Suriye’deki savaş ne zaman cihatçıların aleyhine dönmeye başladı? “Esad düştü düşecek” söylemi Suriye’nin Dostları Grubu’nun avuntusuydu. Ancak Suriye’yi kritik eşikten döndüren birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki Hizbullah’ın savaşa müdahil olmasıydı. Hizbullah, cihadi selefi grupların Suriye-Lübnan sınırındaki Şii ve Hıristiyanları tehdit edip Lübnan’ı da hedef almaya başlaması üzerine, Kuseyr’de savaşa girip Kalamun cephesini sağlama aldı. Bu savaşın seyrini değiştiren bir müdahaleydi. İkincisi kimyasal silah oyunuyla ABD’ye müdahale etmesi için tuzak kuruldu. Obama yönetimi bunu fark edince frene bastı ve dış müdahale arayan cephenin eli zayıfladı. Ardından önce İran sonra da Rusya,
rejime askeri katkılarını artırdı. Oyunu tamamen bozan ise Rusya’nın 30 Eylül 2015’te doğrudan müdahale etmesiydi. Çin’in BM kanalında Rusya ile aynı kararlılığı sergilemesi de müdahaleci kanadın elini kolunu bağladı. Cihatçı cephedeki ayrışma da diğer etkenler kadar önemli. IŞİD-Nusra ayrışması, ardından İslami Cephe ile IŞİD arasında binlerce cihatçının öldüğü savaş ve daha sonra El Nusra ile eski müttefikleri arasında yaşanan çatışmalar İslamcı-cihatçı cephenin ortak savaş stratejisi yürütmesini engelledi. Bu da Suriye yönetiminin işini kolaylaştırdı. Siz de söylediniz, Ortadoğu’da ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan emperyalist müdahale, ardından Suriye’ye ve Yemen’e de sıçradı. Ortadoğu bir anlamda emperyalist güçlerin güçlerini karşı karşıya getirdiği bir yer oldu. Ortadoğu’daki bu süreç devam edecek mi? En azından yakın gelecekte Ortadoğu’yu neler bekliyor? Ortadoğu’nun kendi iç kırılganlıkları, çarpıklıkları, kötü yönetimleri, sömürü ve istismar düzeni geçerli faktörler olarak orada durduğu sürece, emperyalist mü-
Fotoğraflar: Fehim TAŞTEKİN
Savaşçı sayısı 100 bini bulan El Kaide ya da IŞİD çizgisindeki örgütlerin arz ettiği tehdit, mezhep sorunundan çok daha önemlidir.
Ortadoğu’nun kendi iç kırılganlıkları, çarpıklıkları, kötü yönetimleri, sömürü ve istismar düzeni geçerli faktörler olarak orada durduğu sürece, emperyalist müdahaleler de sürecektir.
58
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset devletin tekrar ipleri ele alması, Libya gibi bunun olmadığı yerlerde müflis devlet seçeneğine teslim olunması gibi sonuçlar değişim iradesini çökertti.
YPG, PYD ve farklı partilerden gelen Kanton Temsilcileri Avrupa’da bir başkentten ötekine mekik dokuyor. Rojava daha geniş çerçevede düne kadar çok sakıncalı bulunan Kürt Hareketi’ne diplomatik bir alan açtı. dahaleler de sürecektir. ABD’nin İsrail’i her şart ve koşulda korumaya, İran’ı çözmeye, Irak ve Suriye gibi ülkeleri bölmeye endeksli politikaları mevcut veriler ışığı altında değişecek gibi gözükmüyor. ABD’nin kirli işlerini finanse ettirdiği Körfez ülkelerindeki kurulu düzenler de kötülüğün kaynağı olmaya devam ediyor. El Kaide ve selefi hareketleri onlarca yıldır besleyen damarlar Körfez’in derinliklerinde. Bu damarlar mezhepçi düşmanlıklar üretiyor. Körfez’in İran ve Şiafobik politikaları Hindistan-Pakistan hattından Ortadoğu’ya kadar birçok mezhebi hatta gerilimleri besliyor. Bu yeni bir politika değil ama etkilerinin inanılmaz derecede hissedildiği bir aşamaya ulaşmış vaziyette. Şiiler ile Sünniler arasındaki husumetin en az olduğu yerlerin başında gelen Yemen’i de mezhepçi düşmanlığa sürüklemeyi başardılar.
Bir başka açıdan İran ve Türkiye gibi imparatorluk geçmişleri olan ülkelerin de artan oranda müdahaleci politikalara kaymaları ve bu konuda rekabete girişip nüfuz alanlarını genişletmeye çalışmaları da gerilim alanları yaratıyor. Bunların dışında Filistin gibi hiç değişmeyen müzmin sorunlar var. Filistin sorununun çözümsüzlüğü de çatışma ve anormallikler üretiyor. 4,5 milyon insan mülteci olarak farklı ülkelerde çözümsüz kendi hallerine bırakıldığı, İsrail’in işgalcimütecaviz politikaları sürdüğü ve barışçıl bir çözüm bulunmadığı sürece o bölgeye de huzur gelmeyecektir. Arap Baharı diye etiketlenen süreç de derde deva olmadı. Alternatif olarak görülen siyasal İslamcıların işi batırması, siyasal İslam’ın başarısızlığı karşısında selefilerin palazlanması, kurumsal yapıların güçlü olduğu yerlerde ordu ya da derin
59
AKP başından beri Suriye’de cihatçılardan yana tutum takındı, Esad’ın düşmesi için çok çaba sarf etti. Türkiye’nin savaştaki rolü kamuoyunun gördüğünden çok daha fazla sanırım. Buna dair biraz ayrıntı verebilir misiniz? Türk Hükümeti evvela dostluk ilişkisi kurduğu komşusuna ihanet etti. Bir yıkım projesinin ortağı, Suriye’ye müdahalenin sıçrama tahtası oldu. İkincisi Suriye toplumu ve sistemi ile ilgili yanlış ya da kasıtlı değerlendirmeler yaparak kamuoyunu yanılttı. Vekâlet savaşında Pakistan’ın Afganistan’da yaptığına benzer şekilde sıçrama tahtası ya da lojistik destek hattı oldu. Bunları yaparken sahadaki gerçeği manipüle etti. Hem kendi insanına hem uluslararası ortaklarına karşı dürüst davranmadı. Kendi iç hukukuna ve uluslararası hukuka aykırı olarak silahlı kalkışmanın ana destekçisi oldu; bunun için dünyanın en tehlikeli örgütlerini silahlandırdı, bunlara topraklarını kullandırdı. Suriye ekonomisinin can damarı olan Şeyh Neccar gibi devasa sanayi kentlerinin yağmalanıp, yağmalanan malların, makinelerin Türkiye’de satılmasına göz yumdu. Türk Hükümeti çok boyutlu savaş suçu, insanlığa karşı suç ve yağma suçu işledi. Bu bilgiler doğrultusunda Suriyelilerin gözünden Türkiye nasıl görülüyor? İkisi hariç Suriye’nin bütün vilayetlerini dolaştım. Türk Hükümeti’ne karşı nasıl bir öfke biriktiğine defalarca şahit oldum. Türk Halkı ile Türk Hükümeti’ni ayrı tutuyorlar. Bu konuda bir duyarlılık var. Türk olduğunuzu söylediğinizde o insanların yüz hatlarının nasıl gerildiğini görüyorsunuz. “AKP bütün teröristleri ülkemize soktu. Ülkemizi yağmaladılar” diyorlar. Türkiye’nin silahlı gruplara desteğini kesip sınırlarını kontrol altına aldığı takdirde, Suriye ordusunun kısa sürede bu işin üstesinden geleceğini düşünüyorlar. Savaşın Suriyeliler açısından bilançosu çok ağır. Suriyelilerin savaşın yaralarını sarması çok zaman alacak. Suriye’deki farklı mezhep grupları arasındaki sorunun boyutu nedir, aralarında kalıcı bir barış sağlanabilir mi? Burada temel bir yanlışın altını çiz-
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset mek gerekiyor. Suriye’de mezhebi saiklerle hareket eden silahlı grupların saldırılarına rağmen Suriye toplumu mezhep hatlarına göre bölünmedi, mezhepçi bir savaşa sürüklenmedi. Suriye’de El Nusra, IŞİD gibi örgütlere karşı Sünniler, Aleviler, Dürziler, Hıristiyanlar birlikte savaşıyor. Ordu bir mezhebi grubun ordusu değil, sevaplarıyla günahlarıyla Suriye’nin ordusu. Birçok cephede operasyonları yönetenler ezici çoğunlukla Sünni generaller. AKP yönetiminin en çirkin manipülasyonlarından biri, “Suriye’de Nusayri azınlık diktatörlüğünün hüküm sürdüğü” yalanıydı. Diktatörlükse buna rengini veren Baas Partisi’ydi. Bir devleti bir aile şirketi olarak sundular. O yüzden Sünni çoğunluk ayaklanırsa Alevi azınlığın hükmü birkaç haftada biter diye düşündüler. Suriye’de kolay kolay birinin mezhebini soramazsın. Sorarsan tepki çekersin. Bu içselleştirilmiş bir tabudur. Mezhepçi olan, AKP liderleri gibi bütün Ortadoğu’yu mezhepçi gözlerle okuyanlardır. Savaşçı sayısı 100 bini bulan El Kaide ya da IŞİD çizgisindeki örgütlerin arz ettiği tehdit, mezhep sorunundan çok daha önemlidir. Bu örgütlerin Suriye toplumunda az da olsa zemini var. Amerikan müttefiki olan Körfez ülkelerinden bu örgütlere para musluklarının asla kesilmeyeceğini de biliyoruz. O yüzden Suriye toplumu maalesef bedel ödemeye devam edecek. Bu örgütleri destekleyip palazlandıran, kendi toplumuyla ilişkilenmelerine göz yuman, bu örgütlerin yapılanmalarına rıza gösteren, arz ettikleri tehdidi önemsemeyen Türkiye de maalesef ağır bir bedel ödeyecek. Hali hazırda ödemeye başladı bile. Suriye’deki savaşın sona ermesi için Astana’da görüşmeler başladı. Görüşmelerden bir sonuç alınabileceğini düşünüyor musunuz? Astana iki açıdan önemli: Birincisi Türkiye’nin Suriye politikasında Rusyaİran çizgisine yaklaşmasına hizmet ediyor. Bunun sahaya yansımaları olacaktır. İkincisi muhalefet arasında bir ayrışmayı hedefliyor. Barışçıl müzakereyi kabul edip çatışmasızlık sürecine geçenler muhatap alınacak. Bunu reddedenler IŞİD ve El Nusra gibi örgütler ise hedef tahtasına konulacak. Yeni koşullar üzerinden, uluslararası koalisyonla düşman tanımında özdeşleşme ya da yakınlaşma aranacak. Rusya’nın ABD’yi çekmeye çalıştığı bir çizgi vardı. Nusra ve ortaklarının da IŞİD gibi hedef alınmasını istiyordu.
ABD buna direndi. Donald Trump’la birlikte bu noktada bir değişim beklentisi var. Astana, Trump’ın işe başladığı noktaya hazırlık amacı da taşıyor. Yani Vladimir Putin, sahadaki verileri kendi stratejisine uygun olarak değişmiş bir şekilde, Trump’la masaya oturmak için zamanı iyi kullandı. Türkiye’yi yanına çekmeyi başardı. Türkiye kanalı ABD’nin elinde kullanışlı bir silahtı. Şimdi durum ABD için biraz karıştı. Astana’daki görüşmelerde Rusya’nın önerdiği yeni bir Suriye Anayasası basına sızdı. Sizce o anayasanın Suriye’deki sorunların çözümünde ön açıcı bir işlevi olur mu? Bunlar alıştırma hamleleri. Mutlak çözüm metni olarak görmemek lazım. Rusya hem Suriye yönetimini hem Kürtlere statü verilmesini kırmızı çizgi olarak gören yeni ortağı Türkiye’yi hem de milliyetçi damarı en az devlet kadar güçlü olan Suriye muhalefetini yeni bir modele alıştırmaya çalışıyor. Arap isminin ülkenin adından çıkarılması muhalefetin de hazır olduğu bir şey değil. Kürtlere kültürel de olsa özerklik verilmesi de aynı şekilde hem muhalefet hem hükümet açısından kolay lokma değil. Rusya, Türkiye’nin vetosuyla davet edemediği Kürtlerin fiziken olmasa da masada olabileceğini gösterdi. Burada bir başka amaç daha gütmüş olmalı: O da Kürtlerin ABD’yle ortaklığı derinleştirerek başka bir mecraya kaymalarını önlemektir.
Suriye’nin İdlib’i Türkiye’nin himayesindeki silahlı gruplara bırakacağını düşünenler yanılıyor. Oraya da sıra gelecek. Suriye’de Kürtler, savaş döneminde ağır bedeller ödediler ama kazanımlar da elde ettiler. Kürtler Suriye’de kilit bir noktada, hem ABD hem de Rusya etkisi altına almaya çalışıyor. Kürtlerin bundan sonraki durumu ne olur? Bu konjonktürde özerk bir Rojava mümkün mü? Suriye yönetimi Kürtlerle yeni bir sayfa açmak zorunda olduğunu kabul etmiş durumda. Ama bu özerkliğin verileceği anlamına gelmiyor. Son Suriye ziyaretimde Şam’da şu tür tartışmalara denk geldim: Baas içinde de Kürtlerin ülkenin kuzeyinde örnek teşkil edebilecek model ortaya koyduğunu düşünenler var. Öyle
60
çekinmeden de bunu söylüyorlar. Ancak federasyon ya da özerklik fikrine karşı çok güçlü bir direnç de var. Bu bölünme korkusundan kaynaklanıyor. Öteden beri ülkenin kuzeyinde Siyonist rejimin yani İsrail’in çıkarlarına uygun bir bağımsız entite kurulacağı fikri işlenir durur. Bu tartışma İsrail kurulduktan hemen sonra başladı ve hep ülkenin geleceğine dair tartışmalarda bir unsur olageldi. Suriye yönetimi Kürtlerle savaşmak istemiyor. Bunu kayıt dışı konuşmalarda askerlerden de duydum. Kürtlerin haklarının tanınması gibi genel ifadeler kullanılıyor. En fazla dillendirilen de 1973’te, İsrail’le savaş sırasında rafa kaldırılmış olan yerel idareler yasasının tekrar genişletilerek yürürlüğe sokulması. Yani merkeziyetçi yapıya son verilmesi. Bu Suriye’nin kendi iç dengeleri açısından önemli bir açılım. Kürtlerin buna razı olması ise zor. Bir pazarlık sürecine girilmesi her iki tarafın da önceliği. Tabii Şam’da oyun bitmez... Kürt’e karşı Kürt kartının kullanılması ya da Kürtlerin Rojava projesinde ortak olduğu Arap ve Süryanilerin ayartılması gibi bir takım denemeler olacaktır. Savaşın yakıcı ve yıkıcı etkisini hissettirerek cesaret kırıcı hamleler gelebilir. Ya da memur olup da Rojava’nın kurumlarında çalışanların maaşların kesilmesi ya da hava ulaşımının kesilmesi gibi cesaret kırıcı önlemler alabilirler. Bunun belli işaretlerini görüyoruz. Fakat benim gördüğüm hem Kürtler hem Suriye yönetimi kendi imkân ve kapasitelerinin farkında. Şam’daki siyasi akıl Kürtlerle çatışmanın ABD’nin bölgeye yerleşmesinin önünü açacağını düşünüyor. O yüzden gerilimli ama Kürtleri barışçıl bir çizgide tutacak bir strateji izleyebilirler. Farklı ülkelerde de konferanslara katılıyorsunuz. Türkiye bütün dünyada farklı bir PYD-YPG algısı yaratmaya çalışıyor. Bu konuda başarılı oluyor mu? Dünya Rojava Kürtlerine nasıl bakıyor? Türkiye’nin PKK=PYD/YPG denklemiyle Rojavalı aktörleri terörist olarak yansıtma stratejisi başarılı olamadı. Tam tersine, bu tür bir çaba Türkiye’nin IŞİD destekçisi bir ülke olduğuna dair kanaatleri güçlendirdi. Bırakın PYD’yi, YPG bu süreçte Avrupa’da temsilcilik açabilecek noktaya geldi. Gerçi bu temsilcilik sonradan kapandı ama bu Türkiye’nin etkisi nedeniyle olmadı. Rojava bir model olarak ilgi topladı... YPJ kadın savaşçılarıyla Kürtlere büyük bir kredi açılmasına yaradı. Birçok toplantıda uzmanlar bu modeli masaya
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset
yatırdı. Ben de bu toplantılara katıldım. YPG, PYD ve farklı partilerden gelen Kanton Temsilcileri Avrupa’da bir başkentten ötekine mekik dokuyor. Rojava daha geniş çerçevede düne kadar çok sakıncalı bulunan Kürt Hareketi’ne diplomatik bir alan açtı. ABD’nin YPG ile ortaklığı az bir kırılma değil. Ankara’nın bütün itiraz ve çabaları sonuç vermedi. Kürtler diplomasi alanında yabana atılamayacak deneyimler edindi. Elbette bütün bunlar Rojava’nın önemli bir model, Kürtlerin de Ortadoğu’da artık yeni bir aktör olmasının önünü açsa da başlı başına yeterli değil. Ortadoğu’da oyun çok boyutlu; gelişmeler çok aktör ve çok faktöre bağlı. Türkiye ve Rojava ilişkilerinin nasıl seyredeceğini düşünüyorsunuz? Türkiye’nin düşmanca tavrı devam eder mi yoksa bir dengeye oturma ihtimali var mı? Türkiye’nin iki aşamalı bir hedefi vardı sanırım: Birincisi Kobani ile Afrin arasında coğrafi bir bağın kurulmasını önlemekti. Bunu Fırat Kalkanı ile şimdilik başardı. İkincisi Rojava’daki fiili özerkliğin çökertilmesidir. Esasen bunu Temmuz 2012’den beri desteklediği silahlı örgütler üzerinden yürüttüğü bir çeşit vekâlet savaşıyla yapmaya çalışıyor. Bu konuda çok defa hamleler oldu ama başarıya ulaşamadı. Sonunda bizzat kendi askerlerini sahaya sürdü. Fırat Kalkanı El Bab’ta saplanıp kalmasaydı bir çember hareketi ile Rojava’ya baskıyı artıracaklardı. Tabii bozucu faktörler de devreye girdi. İşte ABD, Türkiye’nin “YPG Fırat’ın doğusuna geçemez” diye çizdiği kırmızı çizgiye saygıyı garanti ederken, Fırat’ın batısını da Türkiye’nin önünde kırmızı çizgiye dönüştürdü. Türkiye Menbic üzerinden yürümek istedi ama Menbic bir Cerablus değil. Hem büyüklük olarak hem de
barındırdığı bileşenler olarak TSK’nin kolayca girebileceği bir yer değil. Bu tür planları yapanların sahadaki realiteyi anlamaları için Menbic’e bir turistik gezi yapması bile kâfi. YPG Menbic’i almak için Suriye Demokratik Güçleri bünyesindeki Arap, Çerkez ve Türkmen ortaklarıyla birlikte ABD’nin hava desteğiyle 73 gün savaştı. Menbic ölçek olarak kolay bir yer değil. Sonuç olarak Türkiye kendi elleriyle Kürtlerin direncini kıramaz. Suriye’de bu tür bir savaşa kalkışmak Türkiye’nin kendisini bitirebilir. O yüzden Ankara, Suriye siyasetini değiştirirken hiç olmazsa Kürtlerle ilgili bir sonuç almak istiyor. Rusya ve Suriye’nin birlikte yaptığı Halep Operasyonu Türkiye’de çok tartışıldı. Bir taraf, ‘‘Halep’te katliam var’’ derken, başka bir taraf, ‘‘Halep cihatçılardan kurtarılıyor’’ dedi. Siz Halep Operasyonu’nu nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden bu denli iç siyasete malzeme yapıldı? Halep Suriye’ye müdahale kurgusunda pivot noktaydı. Libya’da Bingazi’de yaptıkları gibi Suriye’de de Halep’i alıp sözde devrimin başkenti ilan edeceklerdi. Nasıl olsa Halep Sünni’ydi, devrimi kucaklaması gerekirdi. Ama Halep Erdoğan’ın adamlarına yüz vermedi. Halep Suriye ekonomisinin kalbi. Tarihsel olarak da çok önemli bir merkez. Halep yüzlerce tarihi binanın yanı sıra koridorları 13 kilometreyi bulan ve 22 çarşıdan mürekkep bir ticaret merkeziyle müstesnaydı. Talan edildi ve yıkıldı. Halep büyük bir yaradır. Hedef Halep’i düşürüp Suriye yönetimine en büyük darbeyi vurmak ve ardından Şam’a yürümekti. O yüzden Halep’i düşürmek de kurtarmak da önemli hedefti. Halep’te kontrolün orduya geçmesi cihatçı cephe ve destekçileri için filmin sonuna işaretti, o yüzden büyük gürültü koparıldı ve çok yalan üretildi.
61
Halep Operasyonu’ndan sonra Suriye’de IŞİD dışındaki cihatçı gruplar kendi içlerinde çatışmaya başladı. Bu çatışmada Fırat Kalkanı Operasyonu’nun payı da var. AKP ile oradaki cihatçı grupların şu andaki ilişkisi ne durumda? Erdoğan, kendi bekasını Putin’le kurduğu ortaklıkta gördüğünden beri, Suriye siyasetinde adım adım Rusya’nın dediği noktaya kayıyor. Erdoğan, Putin’e El Nusra’yı Halep’ten çıkarma sözünü verdi. Ama El Nusra, El Kaide’dir, Erdoğan’dan destek alır ama emir almaz. Yardım alan emir de alır kuralının geçerli olacağını sanmış olmalı ki Putin’e söz verdi. Bunu yaparak El Kaide ile olan bağını da açık etti. El Kaide ya da türevleri ile çalışan hiçbir lider bugüne kadar bu türden bir açık vermemişti. Önemli bir suç itirafıydı. Tabii Erdoğan El Nusra’ya söz geçiremeyince El Nusra’nın ortaklarını Halep’ten çekme yoluna gitti. El Nusra, Ahrar-u Şam ve diğerlerini Halep’te ihanet etmekle suçluyor. El Nusra’ya göre, Türkiye’nin yönlendirmesiyle Astana’ya gidenler de ihanet içinde. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, Putin’in oyun planına uygun olarak nüfuzunu kullanarak El Nusra’yı yalnızlaştırma yoluna gitti. Türkiye’nin Halep’te oynadığı rol, Halep’ten çıkanları Fırat Kalkanı’na asker yapma girişimleri, silahlı grupları Astana’ya taşıması İdlib’te temerküz eden cihatçılar arasındaki çatışmaları derinleştirdi. Cihatçının cihatçıyla savaşı şekilleniyor ve şu aşamada kazanan taraf El Nusra ve ortakları. İki tarafın birbirini bitirmesi Rusya’nın stratejisine de uygun. Halep’te ve Suriye’nin çeşitli yerlerinde yenilen cihatçılar, İdlib’e toplandı. İdlib’de toplanan cihatçılar bundan sonraki süreçte nasıl bir rol oynayacak. Eğer Suriye ve Rusya, operasyonu İdlib’e kaydırırsa Türkiye bundan nasıl etkilenir? Suriye’nin İdlib’i Türkiye’nin himayesindeki silahlı gruplara bırakacağını düşünenler yanılıyor. Oraya da sıra gelecek. Ancak bu konuda acele etmeyecekler. Çünkü Türkiye’yi belli bir çizgiye çekmeyi başardılar. İdlib’e yüklenmeleri Türkiye üzerindeki baskıyı artırabilir, bu da Türk - Rus ortaklığında istenmeyen bir gedik açabilir. O yüzden Halep etrafındaki temizliği genişletmek, El Bab’ı temizlemek, Deyr el Zor’daki IŞİD tehdidini küçültmek ve ABD’den önce Rakka’ya ulaşmak şu an Suriye ordusunun yoğunlaştığı ko-
ortadoğu’da kendini mayına dönüştüren siyaset nular. Tabii savaşta akşamın hesabı sabaha uymayabiliyor... Fırat Kalkanı Operasyonu, El Bab’ta takıldı kaldı. Erdoğan geçtiğimiz günlerde, ‘‘Çok da derinlere gitmemek gerek’’ dedi. Sizce Fırat Kalkanı Operasyonu amacına ulaşabildi mi? Fırat Kalkanı’nın asıl amacı Kürtleri bloke etmekti. Bu açıdan bakılınca Kürtlerin Rojava’daki modeli Fırat ile Afrin arasındaki bölgeye (Şehba) taşıma projesi önlenmiş oldu. Ama hedeflerden biri Menbic’ti. Orada YPG’nin görünür olmaktan çıkmasıyla Türkiye yelkenleri indirdi. Başka şansı da yoktu zaten. Erdoğan El Bab ve Rakka’yı hedefe koyarak el yükseltti. Burada amaç, ABD’nin Kürtlerle ortaklığı bırakıp Türkiye ile ortak operasyona yönelmesiydi. Ama anladığımız kadarıyla Erdoğan’ın ÖSO adı altında bir araya getirdiği güçlere Amerikalılar “Erdoğan’ın hayaletleri” diyerek burun kıvırmış. Fırat Kalkanı Kobani ile Afrin arasındaki köprünün kurulmasını önlemek dışında sonuç getirmedi. Üstelik TSK çok ağır kayıplar verdi. Çıkışı olmayan bir giriş. Bu, hesabı sorulması gereken bir sonuçtur. Fırat Kalkanı Operasyonu’nun akıbeti ne olur sizce? Abdülkadir Selvi, benzer bir operasyonun Irak’a yapılabileceğini yazdı. Ardından Irak topraklarına yönelik bir “Dicle Kalkanı” Operasyonu başlar mı? İştahın sınırı yok. Niyetleri var. Şengal’de PKK varlığını bahane ederek Dicle Kalkanı’nı başlatmak gibi fikirler vardı. Fırat Kalkanı yürüseydi Irak için daha cesur olabilirlerdi. Irak’ta merkezi iktidarla restleşmeler yaşanırken askeri bir maceraya kalkışmanın sonu kötü olabilir. Bunu görmüş olmalılar. Irak’ta İran’ın etkisini de hesaba katmak durumundalar.
Suriye’de Rusya’nın yeşil ışığı olmasaydı Fırat Kalkanı da olamazdı. Irak’ta da Tahran ve Bağdat’ın rızası olmadan Musul’a asker çıkarmanın öngörülemez sonuçları olabilir. Haşdu’l Şaabi’nin, Türkiye’nin Başika’da asker bulundurması karşısındaki tutumunu hatırlayın; Irak’ta Türkmenlerin bile Türkiye’nin müdahalesine sıcak bakmadığını biliyorum. Ankara bir ara Erbil’e bel bağladı. Barzani yönetimi, PKK’den çok rahatsız olmasına rağmen Türk müdahalesinin Güney Kürdistan’ın Musul hesaplarını zora sokacağını düşünüyor olmalı ki, Türkiye’nin müdahalesi için davetçi olmaları yönündeki daveti reddetti. Onların da Bağdat’la yürütmeye çalıştıkları hesapları var. Ankara ile minnet ilişkisi bir yere kadar.
Türkiye’de cihadi, selefi damar Suriye krizinin etkisiyle güçlendi. Hükümetin bakış açısı da bu insanların önünü açtı. Bundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerinin nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz? Rusya, İran ve Suriye üçlüsünün eşgüdümlü stratejisi Türkiye’nin silahlı gruplara desteğinin kesilmesini, sınırlardan geçişlerin durdurulmasını ve Suriye’de siyasi çözümün kolaylaştırıcı ortağı olmasını sağlamak. Türkiye bu minvalde gittiği takdirde Suriye’nin içindeki çatışma potansiyeli düşecektir. Bu tür bir işbirliği Ankara-Şam hattının düşük profilde açılmasını sağlayacaktır. Ama her şeyin eskisi gibi olması mümkün gözükmüyor. Kimse buna hazır değil. Bir süre daha Rusya ve İran üzerinden dolaylı diplomasi yürüyecek gibi gözüküyor. Erdoğan’ın öngörülebilir bir lider olmamasından dolayı kehanet bile yürütmek mümkün değil.
Öngörülür olmayanı öngörmek mümkün değil... Cihatçı grupların veya IŞİD’in Türkiye’ye önümüzdeki dönemde saldırma ihtimali var mı? Bazı analistler, Türkiye’ye büyük bir cihatçı saldırı dalgası olacağını yazıyor. Bir de IŞİD’in ve cihatçı grupların Türkiye’deki örgütlenme durumu ne düzeyde? IŞİD’in saldırı stratejisi birkaç boyutta gelişti. Küresel hücreler edinmek ve cihadi selefi safları kendine çekmek için farklı ülkelerde ses getiren saldırılar düzenledi. Bunun dışında yalandan da olsa Türkiye gibi kendisine karşı önlem almaya başlayan ya da IŞİD karşıtı koalisyona katılan ülkeleri hedef aldı. Bundan sonra da şu olabilir: Eğer Musul, Rakka ve Deyr El Zor’u kaybederse yani coğrafi hakimiyetini yitirirse, yeraltı yapılanması geri döner ve dünyayı cehenneme çevirir. Bütün ölümcül gücünü kullanabilir. Saha hakimiyeti kurduğu Irak ve Suriye dışında IŞİD’in en yakın olduğu ülke Türkiye. En kırılgan ve en çok ses getirecek hedef de maalesef Türkiye. Türkiye’de IŞİD’e karşı önlemler zayıf, gayriciddi ve ikiyüzlü. IŞİD’in hücresel yapılanmalarına göz yumuldu ya da ciddiye alınmadı. Sınır emirini birkaç yıl takip edip, telefonlarını dinleyip de hiçbir önlem almamak bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktü, bunu da yaptılar. Türkiye’de cihadi, selefi damar Suriye krizinin etkisiyle güçlendi. Hükümetin bakış açısı da bu insanların önünü açtı. Kimse tam olarak potansiyelini bilmiyor ama korkmak için ziyadesiyle fazla sebep olduğunu tahmin ediyorum. Anketlere yansıyan IŞİD sempatizanlığı bile alarm zillerini çaldırmadı. Ürkütücü olan onların potansiyeli kadar iktidarın laçkalığıdır. IŞİD ve El Kaide sempatizanlığı akademik kadrolarda ve bürokraside bile var. Rus elçisini öldüren polisin geçirdiği oryantasyon sürecini kesinlikle tekil vakıa olarak düşünmeyin. Son olarak, Türkiye önümüzdeki aylarda anayasa değişikliği referanduma gidiyor. Sizin referanduma dair görüşleriniz nelerdir? Türkiye uçuruma doğru gidiyor. Aşağısı da bataklık. Türkiye’de tek adam rejimi inşa ediliyor. Toplum ve sistem buna hazırlanıyor. Bunun bir ideolojisi de yok. Tek adamlık ve tek seferlik bir oyun. Siyaset Dergisi adına çok teşekkür ederim.
62
arap dünyasında kilitleri kıran kadınlar Hangi kadın, kilitleri asırlık geleneklerle taşlaşmış bu zindandan kaçabilir? Hangi kadın böyle bir bedeli göze alabilir? Hangi kadın bütün bir toplumu karşısına alacak özgürlük tutkusuna sahip olabilir? Arap dünyasında, ezici baskıya rağmen özgürlük ateşiyle yanan kadınlar geçmişte de vardı, şimdi de var, gelecekte de var olacak. (Neval el-Saddavi) *
Tülay HATİMOĞULLARI
Y
üzyıllardır Batı’nın sömürgesi olmuş, günümüzde de çeşitli biçimlerde devam eden sömürü ve işgaller altındaki Ortadoğu coğrafyasında kadın olmak… Otoriter ve totaliter rejimlerin kılıcı altında yaşamaya mahkûm kadınların kurtuluş mücadelesinde döşediği taşlar…İslam dininin kadın üzerindeki etkileriyle yüzleşme denemeleri…
Sömürge topraklarda kadın olmak
Kadın olmak her coğrafyada zordur. Ataerkil sistem toplumların sosyoekonomik, politik ve kültürel özelliklerine göre kısmi farklılıklar arz etse de en nihayetinde kadın üzerinde tahakkümünü sürdürmede son derece ısrarcı. Yüzyıllarca sömürge kalmış Doğu topraklarında yaşam kadın için daha da ağır. Sömürgeci Batı, Doğu topraklarına atfettiği anlamı kadın bedenine de atfediyor. İşgal edilen verimli topraklar; kendini yönetemeyen, aklı yetmeyen, edilgenleştirilmiş topluluklar… Yeraltı-yerüstü kaynakları ve tarihi zenginliği ile de bir o kadar gizemli… Kadın ise peçenin altında gizlenmiş, Nil’in derinliklerinde kaybolmuş, kum fırtınasıyla savrulmuş keşfedilmeyi bekleyen arzu nesnesi… Ve sömürgecilerin “Doğulu kadının bedeni toprak gibi işgal edilebilir” algısı… Doğu’nun kendi iç diziliminde Batı’nın etkisinin yanı sıra iç dinamiklere de bakmak mümkün. Bölge her açıdan
İslam’ın etkisi altındadır. İslam yasaları kadının toplumsal konumu ve bedeni üzerinde doğrudan hak sahibidir. Ülkelere göre kısmi farklılıklar gösterse de bu coğrafyada kadınlar hâlâ sünnet ediliyor, hareme kapatılıyor, dedeleriyle akran erkeklere satılıyor, evde herhangi bir eşya gibi muamele görüyor, kamusal alanda kendini yeterince ifade edemiyor, araba kullanamıyor, recm ediliyor. Çadorun ardında görünmez kılınan beden, mühürlenmiş dudaklar… O nedenle gözleri bu kadar anlam yüklüdür. Ve elbette bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen ağır bedeller ödeyerek var olmaya çalışmış kadınların hikâyeleri ve mücadeleleri…
sürecinde açığa çıkan toplumsal kabarışın içinde kadınlar eşitlik, eğitim hakkı, dernek kurma hakkı, erken yaşta evliliğin yasaklanması ve çokeşliliğin yasadan çıkarılması taleplerini yükseltiyorlar. Din adamlarının müdahalesi üzerine bu mücadele sadece eğitim hakkının kazanılmasıyla sonuçlanıyor. Ancak kadın örgütlenmesi açısından önemli bir deneyim olan bu süreç ileriki zamanlarda İran kadın hareketi için ön açıcı oluyor. 1930’larda Rıza Pehlevi bağımsız kadın derneklerini kapatıyor. Kız kardeşi Eşref Pehlevi’nin liderliğinde “KanonBanouvan” kuruluyor. “Hayır” işlerini temel alan bu oluşumun amacı aslında
Ortadoğu’da kadın mücadele deneyimlerinden bir kesit
Ortadoğu’da kadın mücadele tarihi üzerine Türkçe kaynak yeterince mevcut değil. Bu konu yakın zamana kadar araştırmacıların dikkatini çok çekmemiş olsa gerek. 2010’da başlayan “Arap İsyanları” ile beraber bölge akademisyenlerin gündemine daha çok girdi. Bölgede kadınlar 19. yüzyılın sonunda feminizmle tanışıyor. En yaygın kadın örgütlenmesine İran ve Mısır’da olduğunu görülüyor. İran’ın 19. yüzyılın sonunda modernizmin etkisi altına girmesiyle beraber kadınlar da bir farkındalık ve yaşamlarıyla ilgili gündemler oluşmaya başlıyor. İran’da devletin kurduğu kadın örgütlenmelerinin yanı sıra özellikle 1905-1911yılları arasında yeni Anayasa oluşum sürecinde muhalif kadınların güçlü bir çıkışı oluyor. Anayasa oluşum
63
Huda Haim Sha’arawi: “Gördün mü bak ‘anneciğim’ nasıl da koşturuyorum gösterilerde senin peşinden?” Safiyye Haim Zaglul: “Ne ‘anneciğim’i be! Senin çocuklarından bile daha gencim ben.”
arap dünyasında kilitleri kıran kadınlar
politikleşen kadın hareketinin önünü kesmek. Değişen siyasal konjonktüre rağmen kadınlar oy kullanma hakkı talebindeki ısrarcılıkları sonucu 1962’de bu hakkı elde ediyor. ABD’nin güdümünde olan Şah’a karşı İran’da her anlamıyla geniş kapsamlı bir mücadele yürütülüyor. Bu mücadelede komünistler ve kadınlar önemli rol oynuyor. Ancak 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi sonucunda, İslam hukuku ve Şii mezhebinin görüşlerini esas alarak bir İslam Cumhuriyeti kuruluyor. Humeyni’nin ilk icraatı 1979’da 8 Mart’ı yasaklamak oluyor. Humeyni yasaları kadınların birçok kazanımını tek tek elinden alıyor. Kısas yasasına göre taşlama, kırbaçlama, kadınlara kıyafet zorunluluğu getiriliyor ve kamusal alanda kısıtlamalara gidiliyor. Kadın hareketi Mısır’da da köklü bir harekettir. Özellikle 20. yüzyılın başlarında Huda Sha’arawi öncülüğünde kurulan Mısır Feminist Birliği, Ortadoğu’da ilk feminist harekettir. Bu dönemde Britanya’nın sömürgesi olan Mısır’da bağımsızlık talebinde bulunan örgütlenmelerin içinde kadınlar aktif olarak çalıştılar. Kadınlar bir yandan bağımsız Mısır için mücadele ediyor, bir yandan da kendi haklarını da talep ediyorlardı. 1953’te cumhuriyet ilan edilen Mısır’da bu dönemlerde kadın hareketi devlet tarafından “Batı’ya özenti” olarak görüldüğü için ağır baskılara maruz kaldı. Enver Sedat döneminde kısmi bir rahatlama görülse de muhalif kadınlara dönük baskılar devam etti. Hüsnü Mübarek döneminde ise baskılar yeniden yoğunlaştı. “Arap Baharı” döneminde Kahire Direnişi’nde Mısırlı kadınlar mücadele tarihlerini yeni dönemle birleştiren önemli bir deneyime imza attı.
Bölgede yaşanan şiddet ortamı kadınların savunma mekanizmaları oluşturmasının önünü açtı. Bölgede Iraklı kadınların deneyimi de önemlidir. 1950’li yıllarda Irak Komünist Partisi’ne yakınkadınların öncülüğünde Irak Kadın Birliği kuruldu. Bu birliğin içinde Müslüman, Musevi, Hıristiyan kadınlar ortak mücadele etti. Seküler yaşamı savunan kadınlar devlet tarafından yoğun baskılara, sürgünlere maruz kaldı. 1991’de yaklaşık 80 örgütün içinde yer aldığı Iraklı Kadınlar Ağı kuruldu. İslami örgütlerin tehditlerine rağmen varlıklarında ve mücadelelerinde ısrarı sürdürdüler. Son yıllarda pratik olarak varlığını daha çok hissettiren ve bölgenin birçok anlamda en güçlü kadın örgütlenmesini yaratan, bir yandan Kürt Halkının özgürlüğü için mücadele verirken öte yandan geleneklerin kadın üzerindeki baskısıyla oldukça cüretkâr bir şekilde yüzleşen/ yüzleştiren Kürt kadınlarının yazdığı tarih canlı olarak duruyor. Kürt kadınları 80’lerden itibaren yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) sürecini örmede aktif yer aldılar. Karşılıklı olarak KÖH ve Kürt kadınları birbirini besledi. Kitlesel bir dönüşüm yaşamakta olan Kürt kadını, ulusal kimliğini savunmanın yanı sıra, kadın olarak varoluşunun tarihini yazıyor. Ortadoğu’da kadın hareketlerinin sıkıştığı en önemli noktalardan birinin kadın ve ulusal kimlik ikilem olduğu vurgusunu hatırlayalım. Kürt kadınları bu temel çelişkiyi aşma
64
konusunda önemli yol kat ediyor. Örgütlenmelerinin her kademesinde kadın bileşimine önem verilmesi, siyaset ve askeri alanda eşbaşkanlık sistemi, ayrı askeri birlikler kurmaları önemli başarılardır. Bu gelişkinlik Ortadoğu toplumlarına model olma potansiyeli bakımından da çok değerlidir. Bölge, savaşın bütün vahşetini yaşadı/yaşıyor. Kadınlar 21. yüzyılda savaş ganimeti olarak muamele görüyor. Kaçırılan, “şanslıysa” fidye karşılığında ailesine verilen, yaşına/bekâretine göre fiyat biçilerek satılan, cihatçıların haremine mahkûm edilen, tecavüze uğrayan sayısız kadın öyküsü var. Çoğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu milyonlarca insan topraklarından göç etmek zorunda kaldı. Mülteci konumundaki kadınlar, beden ve emek sömürüsünün en yoğunlaşmış halini yaşıyor. Kelimelerin anlatmada yetersiz kaldığı bu hali bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Bu süreci bölgenin tüm kadınları (Arap, Kürt, Ezidi, Ermeni, Türkmen) yaşadı. Bölgede yaşanan şiddet ortamı kadınların savunma mekanizmaları oluşturmasının önünü açtı. Şengalli kadınlarda olduğu gibi. Kürt kadınların oluşturduğu askeri birimlerin cihatçı çetelerle yürüttüğü savaş tüm dünyada etkileyici bir rol oynadı. Kürt kadınlar, bölgede ve dünyada en örgütlü mücadele yürüten kadınlar. Bölgedeki Arap kadınlar onlardan beğeniyle bahsediyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadın cephesinin birikimi Rojava’da vücut buldu. Rojava Anayasası’nda da kadınların evlenme yaşının 18’e çıkarılması, miras hakkı konusundaki kadın-erkek eşitliği, her alanda eşbaşkanlık sisteminin uygulanması gibi
arap dünyasında kilitleri kıran kadınlar
Neval el-Saddavi
önemli kazanımların varlığı bölge için son derece önemli. Bu kazanımlar korundukça ve geliştirildikçe bölgedeki diğer halklardan kadınlar arasında da yankısını bulacaktır. Filistin kurtuluş cephesinde mücadele eden kadınların deneyimleri kendi dönemleri açısından (1960’lı yıllar) oldukça yeni ve bu nedenle de önemlidir. Şayda Ebu Ğazali, Leyla Halid’lerin sembolleşen pratikleri bölge kadınları için öğreticidir.
Ortadoğu’da kadın hareketinin yaşadığı kimi çelişkiler
Bölge ülkeleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı tarihlerde bağımsızlıklarını ilan etseler de hâlâ devam eden yoğun bir sömürü cenderesi içindeler. Kadınlar sömürgecilere karşı oluşan cephelerde bağımsız ulus için mücadelede yer aldılar. Özellikle İran ve Mısır’da siyasal tartışmalara aktif olarak katıldılar. Ulus devleti koruma refleksiyle kadın hareketi de diğer toplumsal hareketler gibi milliyetçi eğilimler gösterdi. “Milliyetçi ideolojiler milleti, aile ve akrabalık ilişkilerinin devamı gibi görünen cemaatçi damarı, kadının toplumdaki konumu ve işlevini ‘anne, bacı, eş’ olarak sembolize etti. Milletin bir aidiyet ve sadakat kaynağı olarak doğallaştırılması, kadının toplumsal varlığının doğallaştırılmasıyla iç içe girdi. Yeni ailenin kurulması ve kadının onun içinde konumlandırılması, milliyetçi ideolojinin bütün toplumsal yaşama nüfuz etmesini sağlayan koordinat sistemini oturtan stra-
tejik bir hamle olarak çıktı.” (Ortadoğu’da Kadın Hareketleri: Farklı Yollar, Farklı Stratejiler, Aksu Bora)Dolayısıyla milliyetçi elitlerin çabalarını özgürleştirme hamlesi değil, özgürlüğün sınırlarını çizen ve kendi iktidarını yeniden kurmak üzere bir hamle olarak okumak mümkün. Bölgede özellikle bağımsız kadın örgütlenmeleri hem devletin resmi kurumları hem de karma direniş cepheleri tarafından “Batı’ya öykünmecilik”le, zaman zaman da “ajanlık” la suçlanıyor. Kadın hareketi kendini Ortadoğu kültürünün parçası olarak görüyor ve aynı zamanda antiemperyalist olduğunu anlatmaya çalışıyor. Savunma pozisyonunda kalma hali ve “hain” ilan edilme korkusunun yoruculuğunu üzerinde taşıyor. Öyle ki içine girilen savunma hattı nedeniyle zaman zaman karma direniş cepheleri içinde kaybolup gidebiliyor. Öte yandan Batılı kadın hareketlerinin bir kesiminin Ortadoğu’da kadının nesnel koşullarını göz ardı ederek bölgenin kadın hareketlerine eleştirel yaklaşımı söz konusudur. “Batılı feminist yaklaşım Batılı olmayan kadını eşitlik, demokrasi ve insan hakları değerlerine ulaşmak için uğraş veren modern ve aydınlanmış kadın olmaktan çok uzakta, ‘tekil ve monolitik tebaa’ şeklinde algılamaktadır. Üçüncü Dünya feministlerine göre Batı’nın küresel hegemonyası Batılı olmayan kadınların farklı deneyimlerini göz önüne almadığından feminist düşüncenin özcüleşmesine yol açmaktadır.” (İran İslam Cumhuriyeti’nde Kadın
65
Meselesi ve İslami Feminist Hareket, P. Arıkan Sinkaya)Bölgede kadın hareketini özcü yaklaşımlarla değerlendirip eleştirmek kendi deneyimleriyle var olma mücadelelerini görmezden gelmek demektir. Bu anlaşılamama hali, bölgede kadın hareketini başka cepheden savunmaya itiyor. Siyasallaşan İslam’ın kadın yaşamına etkilerini ve İslam’ın patriyarka ile kutsal ittifakını çözümlemek, İslami feminist akımın doğuşu ve bölgenin kadın hareketleri açısından attığı önemli adımlardır.
Bölgede kazanımlar kadınlara aittir
Bölgede devlet yöneticileri ailelerindeki kadınları ön plana çıkararak (Rıza Pehlevi kız kardeşini, Mübarek eşini, Atatürk Makbule Hanım’ı vs.) kadın hareketinin kazanımlarını zayıflatmaya çalıştılar. İran ise birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ayetullahları öne çıkarıyor. İran kadın hareketini feminizmle buluşturan Shehla Sherkat, “İran’da kadın sosyal ve siyasal düzeyde aktifse bunu devlet vermedi, kadınlar aldı” der. Sherkat’ın bu yaklaşımı bölgenin tamamı için geçerlidir. Hangi kadın, kilitleri asırlık geleneklerle taşlaşmış bu zindandan kaçabilir? Hangi kadın böyle bir bedeli göze alabilir? Hangi kadın bütün bir toplumu karşısına alacak özgürlük tutkusuna sahip olabilir? Arap dünyasında, ezici baskıya rağmen özgürlük ateşiyle yanan kadınlar geçmişte de vardı, şimdi de var, gelecekte de var olacak. (Neval el-Saddavi)
süleymaniye günlükleri
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar Irak Kürdistanı “kazan, kazan” politikasının nasıl bir palavra olduğunun kanıtı. KBY pazarı Türkiye kapitalizmine bağımlı hale gelmiş durumda. Türkiye’de ismini duymadığınız gıda şirketlerinin ürünleri rafları istila etmiş. İstisnasız bütün ürünler kalitesiz ve çok pahalı. İnşaat sektörü de Türkiyeli şirketlerin elinde.
Erdal KARA
E
mperyalistlerin ellerini attığı yer iflah olmuyor. Irak halkları da aynı kaderi paylaştı. Baba Bush’un yarım bıraktığını, oğul Bush tamamladı. Kan, gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmedi emperyalist müdahale. Emperyalist müdahaleden 15 yıl sonra iyimser olmak için az neden var. IŞİD terörü bir yandan, iktisadi kriz diğer yandan ülke kaosa sürüklendi. Başur Kürdistanı da bundan nasibini alıyor. Savaşın ardından Başur Kürtleri yeni bir yönetim biçimine kavuştu. Saddam döneminde özerkti gerçi Irak Kürdistan’ı. Ama bu “özerklik”, Kürt’ü öldürme özgürlüğüydü aynı zamanda. Hasan El Mecid, nam-ı diğer Kimyasal Ali, Halepçe katliamının emrini veren general. Körfez Savaşı’nın ardından yargılandı, Halepçe katliamından sorumlu bulundu, idama mahkûm edilerek infaz edildi. Onun Süleymaniye’yi kuşbakışı gören malikânesinde şimdi,
uzun yıllarını Kürdistan dağlarında gerilla olarak geçirmiş eski Irak Devlet Başkanı Celal Talabani yaşıyor. Bu değişimin çarpıcı bir göstergesi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) savaş sonrası oluştu. 2005 yılında Irak Federal Hükümeti ile KBY petrol gelirleriyle ilgili anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre taraflar “mevcut petrol sahalarını” müştereken idare hakkına sahip olacak, KBY Irak’ın petrol gelirlerinin yüzde 17’sini alacaktı. 2011-2014 yılları arasında ham petrolün 110 dolar seviyelerinde seyretmesi KBY’nin gelirini önemli ölçüde arttırdı. Değişim gözle görünürdü. Başur Kürdistanı dev bir şantiye haline dönüştü. On binlerce konut, işyerlerinin konumlandığı binlerce büyük bina inşa edildi. Devasa AVM’ler açıldı. Halkın refahı da arttı. Her aile bir ev, araba sahibi oldu. Kürdistan’ın caddeleri lüks araçlardan geçilmez oldu. Kafeteryalar lebalep doluyor, restoranlarda rezervasyon yaptırmayan yer bulamıyordu. Diğer yüzü de var madalyonun. Petrol geliri yüksek olan Ortadoğu ülkele-
66
rinde kendine has bir paylaşım düzeni var. Petrol pastası, değişik oranlarda bölünüyor. Biri yol, su, elektrik vb altyapı yatırımlarına harcanıyor. İnşaat da bir parçası bunun. Diğeri yönetim aygıtında yer alan bürokratlara “imtiyaz” göstergesi olarak sunuluyor. Kalan da halka ihsan ediliyor. Üretimden söz etmek mümkün değil tabii. Tarım ürünleri bile ithal ediliyor. Marketlerde yerli ürün yok. Raflar Türkiye, İran, Fas’tan gelen ürünlerle dolu. Petrol ürünleri, tütün mamulleri ve içki nispeten ucuz. Türkiye’de 2 liraya satılan makarna burada 5-6 lira. Gerisini düşünün artık… Saddam döneminin paylaşım düzenini KBY de devam ettirmiş Kürdistan’da. Saddam altyapıya önem vermiş, KBY inşaat sektörüne. Saddam döneminin artısı varmış gibi görünüyor. Öğretmenevleri, kulüpler, lokaller, tiyatrolar, müzeler vb, sosyal ya da kültürel dayanışma mekânlarının çoğu Saddam döneminde yapılmış. Şimdi Kürdistan bir şantiye. Türkiyeli müteahhitler de işbaşında.
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar Saddam devrinde bürokratlar, yöneticiler pastanın kremasını yiyormuş, şimdi de değişen bir şey yok. Kiminle konuşsanız, “Tonla petrol satıyoruz, para nereye gidiyor?” diye soruyor. Devasa kamu çalışanı ordusu var Irak’ta. Petrol geliri yüksek. Ortadoğu, Kuzey Afrika ülkelerinin tipik özelliği bu. Bir nevi, halkın ağzına bal çalarak huzur içinde yönetme felsefesi. Irak’ta 5 milyon kamu çalışanı var. KBY’de 1 milyon 400 bin. Artık peşmerge de devlet memuru sayıldığı için sayı artmış. 4,5 milyon nüfusa 1,4 milyon “memur”. Her ailede devletten maaş alan üç kişi var neredeyse. Dağıt parayı, sürdür yönetimi felsefesi yani… Petrol 110 dolar seviyelerindeyken sorun olmamış bu model. Sonrası? Bir dokun, bin ah işit… Üç faktör rol oynamış görünüyor. Ham petrol fiyatlarının düşmesi, IŞİD’in tehdit haline gelmesi ve KBY’nin Türkiye üzerinden petrol satmaya yeltenmesi… Birlikte iktisadi krizin temellerini atmışlar.
Ham petrol fiyatının düşüşü
Irak’ın gelirinin yüzde 85’i petrol geliri. Vergiler ve diğer gelirler sadece yüzde 15. KBY bölgesinde de oran bu düzeyde. Belki daha da düşük. KBY’nin kamu çalışanlarının bir kısmının maaşını da Irak Federal Hükümeti ödüyor. KBY’nin giderlerini azaltan bir faktör bu. Petrol fiyatlarının düşüşü Irak’ın, dolayısıyla KBY’nin de gelirini düşürmüş. 2015 yılında bu belirgin. Bu dönemde KBY, 2005 Petrol Anlaşması nedeniyle Irak Federal Hükümeti’yle ihtilafa da düşmüş. KBY’nin Irak’ın petrol gelirinden aldığı payın ödenmesinde aksaklıklar yaşanmaya başlanmış. ABD, OPEC ülkeleriyle işbirliği içinde petrol fiyatıyla kedi fare oyunu oynuyor. ABD’de 2008’de başlayan ekonomik kriz, küresel finansal piyasaları ve ülke ekonomilerini derinden etkiledi. 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra yaşanan bu en büyük krizde toplam kayıp, finansal kuruluşların, sayısız şirketin ve bazı ulusal ekonomilerin çökmesi ile trilyonlarca doları buldu. Petrol fiyatları, Haziran 2008’de varil başına 147 dolarla zirvedeyken, Aralık 2009’da 36 dolara inerek tarihteki en hızlı düşüşünü yaşadı. 2008’deki küresel ekonomik krizin ardından yükselişe geçen ham petrolün fiyatı, 2012’de 128 dolara kadar yükseldi.
Ham petrol fiyatının son on beş yıllık seyri şöyle özetlenebilir: 2001 yılında 24 dolar olan ham petrol, 2002-2008 yılları arasında artarak 2008’de 97 dolara çıktı. 2009’da 62 dolara kadar düştü, ardından 2010’da 79, 2011’de 104 dolara ulaştı. 2014 yılı haziran ayına kadar 110 dolar seviyelerinde seyretti. Ardından tekrar düşüş yaşayarak 2015 başında 50 dolara geriledi. Kısa bir yükselişle 2015 Mayıs’ında 67 dolara çıksa da 2016 başında 30 doların altına indi. Bugün 50 dolar seviyelerinde. 2017 yılı için de tahminler bu kadar. Ham petrol, birkaç ay yükseliş yaşasa da iki yıldır 50 dolar civarında. Bu 2011-2014 yıllarının ortalamasının yarısından düşük. İktisadi krizde bu önemli bir faktör. Lakin Başur Kürdistanı’nda yaşanan iktisadi krizin esas nedeninin bu olduğu söylenemez. Irak Federal Hükümeti’nin birçok kez yapmış olduğu açıklamalar gösteriyor ki, KBY Türkiye ile gizli bir petrol anlaşması yapmaya yönelip, 2005 Anlaşması’nın hilafına Türkiye’yle petrol flörtüne girmeye yeltenmemiş olsaydı, petrol satışından kendine düşen merkezi payı almaya devam edecekti.
IŞİD’in rolü
İşgalin Irak’taki en önemli bakiyesi, mezhep kırılganlığını derinleştirmek olmuş. ABD Ordusu’nun büyük kısmı ülkeyi terketse de, Irak’ta intihar saldırıları gündelik hayatın bir parçası. Amaç mezhep savaşını körüklemek. IŞİD’in Irak’ta birçok bölgeyi, özellikle Musul’u ele geçirmesi, intihar saldırılarının gittikçe artması, bu fay hattını
67
tetiklemiş. Yine de, provokatif çabalara rağmen, halkın taraf olduğu bir mezhep savaşından söz etmek mümkün değil. Çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli bu coğrafyada tarihten bugüne taşınan güçlü bir birlikte yaşama kültürü var. Bu kültür provokatif çabaların panzehiri olmuş. Mezhepçiler amaçlarına ulaşamamış görünüyor. IŞİD’in 2014 yılında Musul’u ele geçirmesi Irak’ın petrol üretimini yüzde 40 düşürmüş. 2016 yılıyla birlikte petrol kuyuları IŞİD’in elinden alınmaya başlanmış. Geçtiğimiz Eylül ayında artık IŞİD’in elinde tuttuğu petrol kuyusu kalmamıştı. IŞİD iki yıl boyunca Irak’ın petrol gelirine büyük darbe vurmuş. Savaş nedeniyle KBY’ye 1 milyon 700 bin insan göç etmiş durumda. Petrol gelirlerinin artışıyla yükselen fiyat artışını bir de göç tetiklemiş. Başta konut kiraları olmak üzere herşeyin fiyatı yükselmiş. Birkaç yıl içinde birkaç misli artış göstermiş fiyatlar. KBY ciddi bir enflasyon sorunuyla yüz yüze kalmış. Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP) Türkiye’yle, AKP İktidarı’yla ilişkisinden bağımsız olarak Kürtler, Türkiye’nin IŞİD’i koruyup kolladığını, Ortadoğu’nun başına bela ettiğini düşünüyor. Birkaç yıl öncesinin Tayyip Erdoğan sevgisinden eser yok. Hatta Erdoğan artık bir nevi nefret figürü. Türkiyeli olduğumuzu öğrenen taksi şoförleri Erdoğan alerjilerini gizlemeye gerek duymuyorlar: “Erdoğan nexoş!”
Türkiye’yle petrol flörtü
Irak Federal Hükümeti ile KBY arasında 2005 yılında yapılan anlaşmadan
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar söz etmiştik. “Mevcut petrol sahaları” müştereken idare edilecek, karşılığında KBY Irak’ın petrol gelirinden yüzde 17 pay alacaktı. Irak Federal Hükümeti 2015 yılının Şubat ayına kadar anlaşmaya sadık kalmış. Bu tarih aynı zamanda petrol fiyatlarının 50 dolar seviyelerine düştüğü tarih. İlk bakışta, Irak Federal Hükümeti’nin petrolün fiyatı düştüğü için KBY’nin payını ödeyemediği düşünülebilir. Ancak hakikat böyle değil. Hikâyemizin “kahramanı” Tayyip Erdoğan…
Emperyalistlerin, bölge ülkelerinin ve uluslararası petrol şirketlerinin, enerji kaynaklarının denetimi için dolap çevirmedikleri düşünülemez elbette… Irak 2005 yılından itibaren petrolünü iki limandan uluslararası piyasalara ulaştırıyordu. Biri Basra, diğeri Ceyhan. 2005 Anlaşması’na göre sevkiyat da “müştereken idare ediliyordu”. Emperyalistlerin, bölge ülkelerinin ve uluslararası petrol şirketlerinin, enerji kaynaklarının denetimi için dolap çevirmedikleri düşünülemez elbette… Kürdistan petrolünü uluslararası piyasalara ulaştırmak için olası güzergâhlar var. Kürdistan-İran-Basra bunlardan biri. Kürdistan-Ceyhan diğeri. (2005 Anlaşması’na göre sadece Kerkük petrolü Ceyhan’a pompalanıyordu.) Son seçenek de Kürdistan-Suriye-Akdeniz hattı. Irak Federal Hükümeti’nin tercihi başından beri gerçekleşmekte olan: Kürdistan-Irak-Basra hattı ve “müşterek idareyle” Ceyhan hattı üzerinden sevkiyattı. İran, Kürdistan-İran-Basra seçeneğini tercih ediyor. Suriye, Kürdistan-Suriye-Akdeniz seçeneğini. Bu Rusya’nın da tercihi. Esad iktidarda kalmaya devam edecek ise İran için de makul bir seçenek bu. Türkiye, Irak Kürdistanı petrolünün tümüyle Ceyhan üzerinden uluslararası piyasalara ulaştırılmasını istiyor. İran ve Türkiye kendi seçeneklerini realize etmek için kıran kırana savaş veriyorlar. Bir parantez açmak gerekir. KDP Türkiye ile; Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Goran Hareketi İran ile iyi ilişkiler içinde. ABD’nin tutumu Irak Federal Hükümeti’nin terci-
hini desteklemek yönünde. ABD, Başur Kürdistanı’nın enerji kaynaklarının denetimi yoluyla İran ya da Türkiye’nin etki alanına girmesini istemiyor. Rusya’nın seçeneği öncelikle Kürdistan-Suriye-Akdeniz hattı. Rusya’nın Suriye savaşına boylu boyunca girmesinde bunun etkisi var. Ancak Rusya’nın KBY üzerindeki etkisinin sınırlı olduğunu unutmamak lazım. Türkiye, Irak Kürdistanı’nda henüz iktisadi kriz yokken KBY’yle 50 yıllık “gizli” bir petrol ve doğalgaz anlaşması imzaladı. “Gizli” diyoruz çünkü anlaşma TBMM’ye gelmedi. Uluslararası anlaşmalar TBMM’de onay gördüğünde geçerlilik kazanıyor. Bir başka nedenle de “gizli” anlaşma. AKP’nin derin kadrosu dışında kimse içeriği tam olarak bilmiyor. Ayrıntılar Tayyip Erdoğan ile Neçirvan Barzani arasında konuşuldu. Kamuoyuna sızan bilgilere göre, anlaşmada Başur Kürdistanı’ndan Ceyhan’a yeni bir petrol ve doğalgaz boru hattı inşa edilmesi yer alıyor. Türkiye’ye KBY bölgesinde 13 sahada petrol ve doğalgaz arama hakkı tanınıyor. Petrolün 2013 yılının sonlarından itibaren günde 400 bin varil, 2015 yılında 1 milyon varil, 2017 yılında da 2 milyon varil pompalanması planlanıyor. Doğalgaz için öngörülen akış, 2017 yılı için 10 milyar, sonraki yıllarda kademeli artarak 20-30 milyar metreküp. İddialara göre Türkiye 13 dolardan aldığı doğalgazın metreküpünü KBY’den 7 dolara satın alacak, petrolün sevkiyatından da yılda 3 milyar dolar kazanacak. Anlaşma yapıldığında Türkiye’nin
68
günlük petrol tüketimi 500 bin varil, yıllık doğalgaz tüketimi 49 milyar metreküptü. Türkiye’nin petrol ihtiyacının tümü, doğalgaz ihtiyacının ise yüzde 50’sinin karşılanması mümkün bu anlaşmayla. Petrol boru hattının inşası 2013 Ekim ayında tamamlandı. Kasım’da petrolün Ceyhan’a deneme sevkiyatı başladı. Irak Federal Hükümeti ve ABD buna tepki gösterdi. Irak 2005 Anlaşması’na sadık kalınmadığı iddiasındaydı. Sevkiyat “müştereken” gerçekleştirilmiyordu. KYB tek taraflı işlem yapıyordu. KBY ise, anlaşmada yer alan “mevcut petrol sahaları” ibaresinin 2005 yılından sonra açılan petrol sahalarını kapsamadığını, bu tarihten sonra açılan petrol sahalarından elde edilen petrolü satma hakkı olduğunu ileri sürüyordu. Kuşkusuz bu inandırıcı bir argüman değildi.
“Gizli” anlaşma ifşa oluyor
Kasım ayı sonunda “gizli” anlaşma ifşa oldu. KBY’de parlamentoya giren partiler oranları kadar hükümette yer alıyorlar. Bu demokratik bir işleyiş olsa da fiiliyat farklı. KDP hükümette nerede ise tek karar verici konumunda. Barzani’nin KBY Başkanı olması önemli bir faktör bu açıdan. KDP’li olmayan bakanlar alınan kararlardan haberdar olmamaktan yakınıyorlar. Oysa ki, geçtiğimiz aylarda ittifak yapmaya başlayan KYB ile Goran Hareketi’nin oy oranı yüzde 43, KDP’nin yüzde 37. Ocak 2014’de petrol Ceyhan’a ulaş-
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar tı. Irak Federal Hükümeti, yapılanın “kaçakçılık” olduğunu, yasadışı ticaret yapıldığını açıkladı. Türkiye dalga geçer gibi “Ceyhan’a ulaştırılan petrol Irak’ın petrolüdür” karşılığını verdi. Tansiyonu düşürecek laflar da edildi tabii: “Anlaşmazlıkta taraf olmayız, anlaşma sağlanıncaya kadar Ceyhan’a ulaşan petrolü pazara sevk etmeyecek, depolarda bekleteceğiz”. Irak Federal Hükümeti’nin Türkiye’yi ve BOTAŞ’ı Uluslararası Tahkim’e vereceğini açıklaması üzerine Türkiye bu kez de, petrolün parasının yüzde 17’sinin KBY adına, kalanının Irak Federal Hükümeti adına Halkbank’a yatırılarak bloke edileceğini, anlaşma sağlanana kadar ödeme yapılmayacağını söyledi. Irak ise, Başur Kürdistanı’nda üretim yapmaya başlayarak sürecin bir parçası olan uluslararası şirketlere dava açtı. Ceyhan’a ulaştırılan petrolü satın alacak uluslararası şirketleri de dava edeceğini açıkladı. “Depolarda bekleteceğiz” sözü unutuldu. Ceyhan Limanı’ndan ayrılarak Amerika’ya gidecek olan ilk tanker, dava tehdidi karşısında Akdeniz’in ortasına beklemeye başladı. Yükünü boşaltmak için Fas Limanı’na yanaştı. Fas Hükümeti, tankerin iki gün içinde kara sularını terk etmesini istedi. Hayalet tanker, ancak Irak’ta üretim yapmayan bir petrol şirketine petrolü satabildi. Bir de, IŞİD tehdidi nedeniyle Irak Ordusu’nun terk edip, peşmergenin yerleştiği Kerkük’te üretilen petrolün Ceyhan’a sevkiyat yapılan petrol boru hattına bağlanmasının gündeme gelme-
si bardağı taşıran son damla oldu. Irak petrolünün yüzde 28’i Kerkük’te üretiliyordu. Irak Federal Hükümeti Uluslararası Tahkim’e başvurdu. Yine aynı ay içinde Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarından IŞİD petrolünün sevkiyatını yaptığı iddiaları dünya basınında yer almaya, ABD bu tankerleri vurmayı düşündüğünü açıklamaya başladı. Bütün gerilimlere rağmen 2014’ün Eylül ayına kadar Ceyhan’dan 7 tanker kalkış yaptı. Türkiye bir tür haydut devlet olarak bildiğini okuyordu. Siyasal İslamcıların nasıl bir tıynete sahip olduğunu göstermesi açısından bir hususa daha değinelim. İsrail’in petrol ürünleri ihtiyacının yüzde 77’si KBY’den Ceyhan’a pompalanan petrolden karşılanıyor. İsrail’in savaş uçaklarının yakıtı da BOTAŞ’da rafine edilen ham petrolden elde ediliyor. “One minute” mi dediniz! Sonraki aylarda Irak ile KBY çözüm için görüşmeler yaptı. Anlaşma da sağlandı. Ancak taraflar karşılıklı olarak anlaşmanın şartlarına uyulmadığı iddiasıyla yükümlülüklerini yerine getirmediler. Sonunda Irak Federal Hükümeti, 2015 Şubat’ında KBY’nin merkezi bütçesini kesti. Irak Kürdistanı “kazan, kazan” politikasının nasıl bir palavra olduğunun kanıtı. Türkiye’nin kazandığı, Başur Kürdistanı’nın kaybettiği kirli bir oyun bu. Türkiye ve İran, Kürdistan petrolünün denetimi için mücadele yürütüyor demiştik. Türkiye’nin KBY ile anlaşma imzalamasının ardından İran ile KBY arasında da bir petrol ve doğalgaz anlaşmasının yapılacağı gündeme geldi. KYB ve Goran Hareketi, KBY’nin sadece Türkiye seçeneğine bağlı kalmasını sakıncalı bularak İran ile de bir anlaşma imzalanmasını istediler. Anlaşmanın imzalandığı bile iddia edildi. 2015 yılı sonunda Başika krizinden dolayı anlaşmanın ertelendiği ortaya çıktı. Kürdistan petrolünün denetiminde Tayyip Erdoğan ve ekibi bir adım öne geçmiş oldu. KDP’nin işbirliğiyle bu sonuca ulaşıldığını söylemek mümkün.
Türkiye’ye bağımlı Kürdistan pazarı
KBY pazarı Türkiye kapitalizmine bağımlı hale gelmiş durumda. Alışverişe gittiğinizde bu gerçeği görüyorsunuz. Türkiye’de ismini duymadığınız gıda şirketlerinin ürünleri rafları istila etmiş. Kürdistan’a ihracat yapmak için kurulmuş şirketler bunlar. İstisnasız
69
bütün ürünler kalitesiz. Üstelik Türkiye’deki kaliteli ürünlerden daha pahalılar. Türkiye’nin 2015’te KBY’ye ihracatı 11 milyar dolar. “Kazan, kazan” derken kastettikleri bu olsa gerek.
Irak Kürdistanı “kazan, kazan” politikasının nasıl bir palavra olduğunun kanıtı. Türkiye’nin kazandığı, Başur Kürdistanı’nın kaybettiği kirli bir oyun bu. Bağımlılık sadece ticaret ile sınırlı değil. İnşaat sektörü Türkiyeli şirketlerin elinde. Kalite yerlerde sürünüyor yine. Konutlar yapıldıktan 4-5 yıl sonra dökülüyor. 4’üncü, 5’nci sınıf malzeme kullanılmış. Sözleşmeler düşük kaliteli malzeme kullanılacak biçimde imzalanmış herhalde diye düşünüyorsunuz önce. Sonra, Başur Kürdistanı’nda küçük, büyük iş yapmış kiminle karşılaşırsanız karşılaşın, “Önceleri çok iyi paralar kazandık, çok!” lafını duyduğunuzda, Kürt’ün kazıklandığını anlıyorsunuz. Diğer yandan Türkiyeli inşaat şirketlerinin, Türkiye’nin büyük kentlerinin içine nasıl ettilerse, Dubai tarzı görmemişliği Kürdistan’a da bulaştırdığı görülüyor. Şaşaalı, ultra lüks devasa binalar… Ve adım başı aynı AVM saçmalığı… Türkiye sömürge muamelesi çekiyor Kürdistan’a, bu apaçık ortada. Merkezi Bütçe’nin kesilmesiyle ciddi bir iktisadi kriz içine sürüklendi Başur Kürdistanı. İktisadi kriz geçmiş yıllarda göze batmayan problemlerin toplumun geniş kesimleri tarafından tartışılması sonucunu da doğurdu.
Yolsuzluk iddiaları
Irak Kürdistan’ında deyim yerinde ise hayat partilerden soruluyor. BAAS rejimiyle mücadelede 150 bin peşmerge hayatını kaybetmiş. Şehirlerin girişindeki asayiş noktalarında, kentlerin büyük caddelerinde hayatını kaybetmiş peşmerge komutanlarının devasa resimlerini görüyorsunuz. Talabani ve Barzani’nin büyük boy resimleri her yerde karşınıza çıkıyor. Özellikle eski peşmergelerin itibarı çok yüksek Kürt toplumunda. Irak’ta Kürt gerçekliğinin tanınmasının mimarı olarak görüyor, bağrına basıyor halk peşmergeleri.
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar Peşmergenin itibarı devam ediyor olsa da, KBY kurulduktan sonra parti ve hükümet yetkililerinin hızla zenginleşmesi Kürdistan toplumunda soru işaretleri doğurmuş. Neredeyse bütün büyük şirketlerin sahipleri Barzani ya da Talabani ailesinin üyeleri ya da KDP ve KYB’nin üst düzey yöneticileri. İki büyük GSM şirketi var. Biri Talabani, diğeri Barzani ailesinin. İki büyük medya kuruluşu var. Biri Barzani, diğeri Talabani ailesinin. Birçok sektörde böyle bu. “Bölgesel Yönetim” adı verilmiş de olsa KBY aslında bir tür devlet. KDP ile KYB onun kurucu unsurları. Partilerden “bağımsız” ordu ve polis yok Kürdistan’da. Polis de, ordu da partilerin peşmergeleri ve asayiş kuvvetleri. Bu nedenle Barzani bölgesinde her şey KDP’den, Soran Bölgesi’nde her şey KYB’den soruluyor. Kürdistan’ın ikinci büyük kenti, Soran Bölgesi’nin merkezi Süleymaniye’de Goran Hareketi seçimlerden birinci parti olarak çıkmış ama bürokraside işinizi ancak KYB’li bir “dost” vasıtasıyla halledebilirsiniz. Siyasi, askeri ve idari kuvvetlerin temerküz ettiği bir yapılanma söz konusu olan. Böyle bir yapılanmanın “yolsuzluk” iddialarıyla yüz yüze gelmesi kaçınılmaz. Zaten alttan alta konuşulan “yolsuzluk” iddiaları iktisadi krizle birlikte ayyuka çıkmış. İddialar petrol ve doğalgaz gelirleri üzerine. Malum, KBY’nin gelirinin yüzde 85’den fazlasını bunlar oluşturuyor. KBY’de petrol ve doğalgaz geliri KDP’ye bağlı iki şirkete gidiyor. Ama Kürdistan’da ne kadar petrol ve doğalgaz çıkıp, ne kadarının satılıp, ne kadar gelir elde edildiğini bilene rastlamak zor dersek yalan olmaz. Bakanlar bile bundan ya-
kınıyorlar. Petrol ve doğalgaz gelirleriyle ilgili “yolsuzluk” iddiaları o düzeye ulaştı ki sonunda Deloitte Touche Tohmatsu adlı bir “muhasebe, denetim, vergi ve yönetim danışmanlığı” şirketiyle anlaşma yapılmak zorunda kalındı. Kürdistan’ın petrol ve doğalgaz üretimi, dağıtımı ve satışını bu firma denetleyecek.
“Hırsızlıklar arttı”
İktisadi krizin sonuçlarıyla ilişkilendirerek “hırsızlık” gibi bir alt başlık açmamızın nedeni Kürdistan toplumunu anlamak açısından önemli bir belirteç olması. Irak Kürdistanı’nda takside veya alışveriş esnasında “kazık” yemezsiniz. Yabancı olmanız, dil bilmemeniz bir şey değiştirmez. Belki 5 kuruş fazla olabilir söylenen. Adres sorsanız, sizi o adrese götürmeye yeltenirler. Yardım istediğinizde, sırtını dönüp gidene rastlamazsınız. Daha çarpıcı olanı, servetinizi sokağın ortasına bırakın, yarım saat sonra geldiğinizde ya yerinde durmaktadır ya da o servet gelip sizi bulur. Kürdistan’da dinar-dolar paritesi yıllardır 1200-1300 dinar aralığında. Her yerde dolarla alışveriş mümkün. Adım başı seyyar dövizciler var. Portatif, 40x50 cm ebadında küçük masaların üstüne gerilmiş lastik şeritler dinarları, euroları, dolarları çöl rüzgârı uçurmasın diye tutuyor. Dövizci, namaz zamanı, öğle yemeğinde ya da ihtiyaç vakti geldiğinde “sermayesi”ni bırakıp gönül rahatlığıyla gidiyor. Döndüğünde her şey yerli yerinde duruyor. Cinayet af nedeni, lakin hırsızlık değil Kürdistan’da. Bu nedenle iktisadi krizin yıkıcı sonuçlarını anlatmak için üstüne basarak şu söyleniyor: “Hırsızlıklar artıyor!” Komünal toplumdan devralınmış “başkasının malında gözü olmama” geleneğinin iktisadi krizle sarsıldığının göstergesi bu ve Kürt toplumunda bunun anlamı çok büyük.
70
İki ucu kesin bıçak
KDP uzun zamandır “bağımsızlık” ilanından söz ediyor. KYB ve Goran Hareketi’nin politikasının bu olduğunu söylemek mümkün değil. Yetkili ağızlar tarafından açıkça ilan edilmese de KDP, 2005 Anlaşması’nın hilafına, Irak Federal Hükümeti’yle çatışma pahasına Türkiye’yle petrol flörtü yapmayı “bağımsızlığa” giden yolda bir kilometre taşı olarak görüyor. “Bağımsızlık” yolunda ısınma hareketleri bir bakıma bunlar. Hatırlarsınız, Türkiye için bırakalım Kürdistan’ın bağımsızlığını, özerklik (şimdiki statü bundan çok daha ileri) bile kırmızı çizgilerin ihlali anlamına geliyordu. KBY ile petrol flörtünün “bağımsızlık” yolunda ısınma hareketleri olduğu biline biline teşvik edilmesi, bu doğrultuda gizli anlaşmalar yapılması, Türkiye’nin Kürtlerin bağımsızlığına yönelik aşkından değil, Irak Federal Hükümeti, İran ve ABD ile KBY arasındaki çelişkileri derinleştirerek bölgede etkili olmaya çalışma arzusundan kaynaklanıyor. Barışma cesareti gösteremediği “kendi Kürt”üyle çelişkisini derinleştirme riski taşıdığı için bir yanı; Irak, İran ve ABD’yle yarattığı sorunların Türkiye’nin başına ne işler açacağı bilinemeyeceği için diğer yanı keskin bir bıçak bu. Türkiye oyunu bu iki yanı keskin bıçakla oynamak istiyor. Muhtemelen sonu hüsran olacak. Bu çok bilinmeyenli denklem içinde, büyük faturayı Başur Kürtleri ödemeye başladılar bile… Türkiye’nin IŞİD’i Irak’ın başına bela ettiği muamma değil. Tayyip’le düşüp kalkmanın ödenmeye başlanan birinci faturası bu. İkincisi Irak Federal Hükümeti’nden alınan merkezi bütçenin iki yıldır kesilmiş olması. Bu iki faktör yan yana geldiğinde Başur Kürdistanı derin bir kriz içine sürüklenmiş bulunuyor Başta söylediğimiz doğrudur: Tayyip’le yatan, krizle kalkar!
başur kürdistan’ı izlenimleri: tayyip’le yatan, krizle kalkar
“petrol fiyatı düştü, maaşlar düştü” Öğretmenlerin boykotu yayıldıkça toplumun farklı kesimleri arka arkaya eyleme geçmeye başladı. Trafik memurları, emekli memurlar, emekli peşmergeler, şehit aileleri, Saddam döneminin siyasi tutsakları, işsiz üniversite mezunları da eyleme geçtiler. Öğretmenlerin boykotu
KYB’de 1 milyon 400 bin kamu çalışanı için ödenmesi gereken maaş tutarı 720 milyon dolar. 2014 yılında başlayan iktisadi krizle birlikte öğretmenler ve diğer kamu çalışanlarına maaşları ya ödenmiyor ya da eksik ödeniyor. 2015-2016 yıllarında Kürdistan Bölge Yönetimi’nin kararıyla maaşlardan kimi zaman yüzde 50’ye varan kesintiler yapıldı. Hükümet petrol fiyatlarının düşmesini gerekçe olarak gösteriyor. Çalışanlar bunu ikna edici bulmuyor. Söyledikleri şu: “Petrol fiyatı düştü, maaşlar düştü. Petrol üretimi arttı, maaşlar aynı kaldı.” İlk tepki Kürdistan Öğretmenler Birliği’nden geldi. Birlik, IŞİD tehdidi nedeniyle 2015 öğrenim yılında eyleme geçmedi. Ağustos 2016’da bir açıklama yaptılar ve sorunlarının çözülmesi için öğrenim yılının başlayacağı 17 Eylül’e kadar hükümete süre verdiler. Çözüm bulunmadığı takdirde boykota başlayacaklarını ilan ettiler. Birlik su, elektrik vb faturalarını da ödemeyeceklerini açıkladı. Diğer sivil toplum örgütleri de çözüm bulunamadığı takdirde sorunların katlanarak artacağını ileri sürdüler. Çözüm bulamayan hükümet, 17 Eylül’de başlayacak olan öğrenim yılının açılışını önce 10 gün, ardından da 1 Ekim’e kadar erteledi. Öğrenim yılının başlamasıyla birlikte Başur Kürdistanı’nın birçok kentinde boykot başladı. KYB’nin etkili olduğu Süleymaniye, Halepçe, Kerkük ve Diyala eyaletlerinde boykota katılım daha güçlü oldu.
KDP’nin etkili olduğu Hewler, Duhok ve Ninova eyaletlerinde istenilen düzeyde katılım gerçekleşmedi. Öğretmenlere göre bunun nedeni “particiliğin” mücadeleyi bölmesi. Boykot yayıldıkça toplumun farklı kesimleri arka arkaya eyleme geçmeye başladı. Trafik memurları, emekli memurlar, emekli peşmergeler, şehit aileleri, Saddam döneminin siyasi tutsakları, işsiz üniversite mezunları da eyleme geçtiler. Esnaf iktisadi krizden dolayı perişan olduğundan yakınmaya, din adamları da siyasal partilere tepki göstermeye başladı. Boykotun yayılması ve farklı toplumsal kesimlerin desteğinin artmasına paralel olarak baskılar da arttı. Öğretmenler, boykot eylemine katılanların işlerinden olduklarını, telefonla tehdit edildiklerini, Kasım ayında Süleymaniye’de boykota katılan 3 öğretmenin kimliği belirsiz kişilerce kaçırıldığını söylüyorlar. Öğretmenlerin boykota son vermek için dört talebi var. Maaş ertelemeleri dursun; maaşlardan en fazla yüzde 25 kesinti yapılsın; zamanında ödeme yapılsın ya da en fazla 30 gün gecikme olsun; öğretmen, öğrenci ve kamu çalışanlarının taleplerine saygı gösterilsin. Eğitim Bakanı Piştiwan Sadık boykotun sonlandırılmasını istese de boykot eylemi hız kesmedi. Toplumdan destek bulan öğretmenlerin eylemi yeni taleplerle sürdürülüyor. Bu ay içerisinde bir açıklama yapan öğretmenler, 8-9 ay maaş alamadıklarını, bir temsilcilerini
71
Bağdat’a yollayacaklarını, Irak Federal Hükümeti’nden maaşlarının Bağdat’a bağlı olarak ödenmesini talep edeceklerini, Kürdistan Bölge Yönetimi hakkında da Irak Federal Mahkemesi’nde dava açacaklarını söylediler.
Kalifiye işgücü göçü
Maaşların ödenmemesi KBY’de kalifiye işgücü göçüne neden olmuş durumda. Öğretim görevlileri daha fazla maaş ve olanak sağladığı için Irak üniversitelerine, yurtdışına ya da özel üniversitelere gidiyorlar. Geçtiğimiz aylarda Selahattin Üniversitesi yönetimi, “Öğretim görevlileri özel üniversitelerde ders verebilir” diye karar aldı. Geçtiğimiz bir yıl içerisinde sadece Süleymaniye’de 517 sağlık çalışanı işinden ayrıldı. Bir kısmı Irak’a, bir kısmı yurtdışına gitti. İşsizlik nedeniyle iş bulamayan fakülte, üniversite mezunları da işgücü göçünün bir parçasını oluşturuyor.
Öğrenciler de “boykot” dedi
Yüksek Öğrenim Bakanlığı iki yıldır öğrenci burslarını ödeyemediği gibi, bir de yurtlarda kalan öğrencilerden kent dışından gelenler için 100 bin, kent içinde yaşayanlar için 50 bin dinar yıllık kira bedeli ödenmesi zorunluluğu getirdi. Öğrenci burslarının ödenememesi ve kira bedeli zorunluluğu, iktisadi kriz nedeniyle ailelerinden destek alamayan öğrencilerin okulu bırakması sonucunu doğurdu. Geçtiğimiz yıllarda 30 bin öğrenci okulunu bırakmış durumda. 2017 yılında bu rakamın artmasından korkuluyor. Ekonomik krizin gündelik yaşamı etkilemesi o kadar gözle görünür durumda ki, öğretmenlerin taleplerine belediyeler bile hak vermek zorunda kalıyor, boykotu destekliyorlar. 200 bin çalışanı olan Germiyan’da Büyükşehir Belediyesi boykot kararı almış durumda. Hatta kimi yerlerde kaymakamlar bile çalışanların haklı olduğunu kabul etmek zorunda kalıyorlar. Geçenlerde Kelor Kaymakamı çalışanların taleplerinde haklı olduğunu açıkladı.
“anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali…” Sosyal Haklar Derneği (SHD), son yıllarda adından epey söz ettiren bir kurum. Gerek İstanbul’daki faaliyetleri gerek Soma’daki iş cinayetlerine karşı yürüttüğü ve madencilere yönelik çalışmaları. Soma’da ölen madencilerin çocuklarına yönelik yaz okulu çalışmasını da unutmamak lazım. Ve şimdi de İskenderun’da açılan SHD’den sonra Adana’da da bir Sosyal Haklar Derneği girişimi var. Adana SHD ile Aladağ’daki yurt yangını üzerine konuştuk.
Söyleşi: Ali Özgür ÖZKARCI İlk çalışmanız, Aladağ’daki yurt yangını sebebiyle, sosyal medyada epey yankı uyandırdı. Aladağ’da Süleymancılar’ın yurdunda çıkan yangın, 11’i çocuk 1’i yetişkin insanın göz göre göre öldüğü (öldürüldüğü) bir vakaydı. Aladağ’ı bir de sizden dinleyelim. Ömer Gökhan Çelik: SHD İskenderun Temsilciliği ile Adana Temsilciliği üzerinden yürütülen bir faaliyet. Olay günü akşam on buçukta durumdan haberim oldu. İskenderun SHD’den Mübarek Berkyürek arkadaşımız haber verdi. Bunun üzerine “Gidelim, yerinde görelim” dedik. Çünkü o süreçte televizyonda bakanların geleceği, ziyarette bulunacağı söylenmişti. Gece iki buçukta Aladağ’daydık. Orada CHP İlçe yönetiminden Zekeriya Bey bizi karşıladı. Bölgeyle ilgili kısa bir bilgi verdi. Yurt binasını gördük. Üç buçuğa kadar Aladağ’da kaldık. Sonra yaralıları ambulansla taşıdıklarına şahit olduk. Yaralıların nerede olduğunu, durumlarının ne olduğunu öğrenmek amacıyla, ilk önce yol üzerinde gördüğümüz İmamoğlu İlçesi’ne gittik. Aladağ’da bir hastane yok maalesef. Hastaneye
vardığımızda hastaneye gelen yaralıları dağıttıklarını söylediler. Bir kısmının doğrudan Adana’ya gönderildiğini, bir kısmının önce İmamoğlu’na getirilip ondan sonra Kozan’a sevk edildiğini öğrendik. İmamoğlu Devlet Hastanesi’nde hiç yaralı yoktu. Oradan Kozan’a gittik. Sabaha karşı beş gibi Kozan Devlet Hastanesi’nde yangından dolayı solunumla alakalı rahatsızlığı olan üç kişiyi ziyaret ettik. Aileleriyle görüştük. Tüm veliler telaş ve korku içerisindeydi. Yapabileceklerimizi sorduk. Tevazu içerisinde teşekkür ettiler. Adana’daki arkadaşlarımızla da görüşüyorduk zaten o süreç içinde, onlar Adana’daki hastanelerdeki yaralıları araştırıyorlardı. Aladağ’a sabah döndük sekiz-dokuz gibi. Fazla bir şeyin yapılamayacağını gözlemledikten sonra da Adana’ya geldik. Adana’daki arkadaşlarımızla fikir alışverişinde bulunduk. O günden bu yana, olayın üzerine düştük, ailelerle alakadar olduk… Hep şunu izah ettik, o ailelere; bir buğday tanesi kadar bir katkımız olabilirse, dayanışmadan hiç çekinmeyin dedik. Katkı derken neyi kastediyorsunuz? Ömer Gökhan: Sosyal Haklar Derneği olarak ailelere doğrudan mali bir
72
katkı sağlayamayacağımız aşikâr; ancak o insanlar terk edilmiş bir coğrafyada sürekli unutulmuş vaatler verilerek kandırılmış insanlar. Bu insanlarla diyalog kurmanın, bu insanların dertlerini dinlemenin, bunlara aracı olup şu an yaptığımız gibi kamuoyuyla paylaşabilecek bir aşamaya getirmenin ulvi bir şey olduğunu düşündük. Kastettiğiniz katkı içinde hukuki destek de var mı? Ömer Gökhan: Tabii ki. Bu ilk aşaması; ikinci aşaması SHD’de çalışan arkadaşlarımızdan avukat olanların hiçbir maddi beklenti olmaksızın; hukuki danışmanlık, mevcut davanın, ceza davasının yürütülmesi sürecinde ailelere avukatlık hizmeti verebileceği her bir aileye söylendi. Peki, ilk gözlemleriniz nelerdi? Yangın mahallinde halkın bir tepkisi var mıydı? İnsanların durumu neydi? Ömer Gökhan: Olayın olduğu gün meydandaki kahvehaneye gittik. Tabii, bilirsiniz bir yerde en net bilgiyi kahvehanelerden edinebilirsiniz. Yangının söndürülmesi faaliyetine katılmış vatandaşlarla birebir konuştum. Aladağ, Adana’nın ilçesi ama her va-
anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali... tandaştan aynen şu cümleyi duydum: “Güneydoğu’nun adı çıkmış, biz burada çok daha zor şartlar altında yaşıyoruz. Hem Aladağ ilçesi hem Aladağ’ın köyleri bakımından…” Çünkü çok kötü bir yol var Aladağ’a giden, tek gidiş tek geliş. Hatta çoğu yerde tek şeride düşen bir yol var. O yoldan hem Aladağ’da faaliyet gösteren maden ocağının ürünlerini taşıyan kamyonlar geçiyor hem de insanların ulaşım araçları geçiyor. Sürekli kaza olduğundan bahsettiler. Halk, Aladağ’a yol vaadinde bulunulduğundan ve yolların hiç yapılmadığından bahsetti. En son bir sene öncesinde Aladağ İlçesi’ndeki yollar düzeltilmiş. Unutulmuş bir kasabadan ve vaat edilen hiçbir şeyin de gerçekleştirilmediği metruklaştırılmış bir sosyal yaşam alanından bahsediyoruz. Kendi toprağında tecrit edilmek gibi… Ömer Gökhan: Aslında çok büyük zenginlikleri var. Öyle düşünüyorum ki idarenin oraya hastane yapmamasının nedeni on altı bin nüfuslu bir yerde fazla bir getirisi olmayacağını bilmesi. Bir fabrika sahası da değil oralar, aslında bir maden vardır herhalde… Ömer Gökhan: Maden var… Şundan bahsetti oranın halkı: Dünyanın en kaliteli krom madeninin orada olduğundan, işlenmeksizin doğrudan üretime katılabilecek krom madeninin çıkarıldığından. Büyük bir zenginlik… Bunun haricinde bölgedeki çam ağaçları… Çok kaliteli çam ağaçları bunlar, “Pos Çamı” olarak adlandırılıyor. Orada bir Orman Müdürlüğü var, bu çamların kesilmesini, satışını organize eden. Hatta bir vatandaş, “Hollanda’dan insanlar
geldi. Bu ağaçları gördüler. Sakın bunları kesmeyin” diye bilgi verdiler, demişti. Adana’daki arkadaşlarla buluşup birlikte gittiniz. Olay mahalline Bakanlar filan gelip gitti anladığım kadarıyla. O süreçte neler yaşandı? Bakanlara tepki oldu mu? Bakanlar ne gibi bir inceleme yaptı? Kaymakamlığa hiç gittiniz mi? Kaymakamlıkta herhangi bir tepkiyle karşılaştınız mı, “Sizin burada ne işiniz var” tarzında? Sonuçta siz buraya bir hak mücadelesi yapmaya gelmiş ve dışarından gelmiş kimselersiniz, onlar açısından yabancısınız ve hak mücadelesi ile uğraştığınız için de tehlikelisiniz bir bakıma… Ömer Gökhan: Devlet erkânından ilk ve temel tepki, Türkiye’de yaşadığımız her olayda hızlı şekilde olayın kamuoyuna duyurulmaması. Duyulmaması için yoğun bir çaba gösterildi yetkililerce. Tomayı yanan yurdun girişine koymuşlar. Etrafı polis çevirmiş. Yani bir şey yapmak istiyoruz ama karşımızda polis var. Uzaktan gözlemleyebildik ancak… Aslında bir engellemeden de bahsedebiliriz… Ömer Gökhan: Tabii ki… Avukat olmama rağmen bölgeye alınmadım. Şöyle komik bir şey oldu: Bölgeye girebildim ama bu kez de dönüş yolunda çıkmam engellendi. Bu, olay gerçekleştikten sonra ikiüç gün içinde olan şeylerdi değil mi? Sürekli gidip geliyorsunuz? Peki, bu süreçte ailelerle olan ilişkiler nasıl gitti? Hastane ziyaretleri yapıldı mı, neler oldu?
73
Özlem Dündar: Aslında meselenin başına dönecek olursak, niye Aladağ bizim meselemiz haline geldi? İlk geceden itibaren İskenderun’dan arkadaşlarla da müzakere ettik bu durumu. Yangın basit bir şey değildir, her yerde kötüdür de bu olayın arkasında çok başka şeyler vardı. Oranın bir tarikat yurdu olması, olayın bir şekilde örtülmeye çalışılması; işin eğitim, sosyal cinayet boyutu bizi oraya çekti. Olay gecesi de bir grup arkadaş Aladağ’dayken, biz de burada hastane ve adli tıp arasında gidip gelmeye başladık. İlk anda müthiş bir karmaşa vardı. Çocuklarının nerede olduğunu bile bilmiyordu insanlar. Hastane hastane çocuklarını arıyorlardı. Aladağ buraya yaklaşık dört saat mesafede, köyler de Aladağ’a yaklaşık iki saat mesafede. Çocuklar ölü mü; yaşıyor mu, neredeler, hangi hastanedeler; buna cevap aradık başlangıçta. Müthiş bir yoksulluktan bahsediyoruz bu arada. İşte “Öğretmenliği batsın”, “Çocuklarımızın cenazesini aldık” gibi tepkileriyle karşılaştık. Hastane ziyaretleri ancak yaralıların tespitiyle rutinlik kazandı. Cenazelere katıldınız mı hiç? Ömer Gökhan: Cenazelere katılamadık ama burada düzenli olarak ailelerle hastane ziyaretlerimiz oldu. Olayın detaylarını öğrendikçe, ailelerin ifadelerini duydukça -tam da düşündüğümüz gibi- devlet eliyle cemaatlere eğitimin havale edildiği, orada eğitimin de renginin değiştirilmeye çalışıldığı, artık Türkiye’de alışıldık bir hale bürünen bir izlenim edindik. Şehir merkezinde okullar nasıl imam hatipleştiriliyorsa, böyle yerlerde de insanların yoksulluğunun kullanılarak eğitimin cemaatlere havale edilmesine şahit olduk. Bir devlet yurdu var zaten ilçede. Ancak önce, yurdu yıkmaya karar vermişler. Böylece cemaat yurtlarına çocukları yazdırmanın gerekçesi oluşturulmuş. Hâlbuki çürük raporu verilen bina devlet yurdu değil, yurdun yanındaki lojmanmış. Ve bu bahaneyle de devlet yurdunu yıkıyorlar. Yıkabilirler bunda bir problem yok, ailelerin bununla ilgili de bir sıkıntısı yok fakat defalarca kendileri kapıları aşındırmışlar, ne yapacak bu çocuklar, nerede kalacak? Her seferinde aldıkları cevap şu: Cemaat yurtlarını işaret ederek, “İlçede özel yurtlar var, onlara yazdırın.” Muhtardan ilçe milli eğitim müdürüne kadar devlet görevlilerin-
anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali... den bahsediyoruz, orada yurt var, gitsin orada kalsınlar gibi açıktan yönlendirme var. Zaten şunu biliyoruz; orada da metropollerde de dershaneler veya yurtlar yoluyla eğitim cemaatlere tahvil edilmiş. Yeni rejimin, yeni milli eğitim müfredatının kendilerince tırnak içinde söylüyorum, “şekillendirmeyi tasarladıkları bir dimağ, bir gençlik ve bir nesil” oluşturma gailesi apaçık görünüyor. Devlet eliyle cemaatlere bırakılmış bir sosyal yaşam kompleksinden söz edebiliriz herhalde. Bu Süleymancıların dediğimiz yurt da bunun içinde bir yerde… Ömer Gökhan: Evet, aynen öyle… Onun yanında, çevresinde başka kompleksler var ve o komplekslere devlet yönlendiriyor. Yani kendi yapacağı eğitimi aslında onlara havale ediyor. Özlem: Aynen öyle. Yurt dediğiniz şey barınma ihtiyacını gideren bir yerdir, neden dini eğitim olur ki yurtta? Bu ciddi bir soru. Ve konuştuğumuz olayın geçtiği yurt tek değil, orada erkek yurtları da var. Ve daha fazla yurt var. Tek bir yurttan söz etmiyoruz. Orada bir helikopter pisti gibi bir şey de var. Ama önceden yapılmış değil, bu vakadan sonra galiba? Ömer Gökhan: Hayır. Varmış önceden. Ama kullanılır halde değilmiş. Bu yangından sonra alelacele helikopter pistini yapmışlar; çünkü Bakanlar gelecek malum. Hatta veliler, pisti bir iki günde yaptıysanız; bizim ulaşımımızı çok kolay yapabilirmişsiniz, diye söyleniyordu. Bir de şöyle absürt bir durum var, insanlar açısından bu helikopter pisti ile ilgili… Veliler çocuklarıyla ilgili haftada bir gün servis sağlayın dediklerinde, ilçe milli eğitim müdürlüğü “Gidin orada ev tutun” demiş. Görüştüğümüz ailelerden biri konteynırda yaşıyordu, yani koşulları bu. Durum oldukça vahim.
Halkın muhtaçlaştırılarak, devletin terk ettiği eğitim alanında cemaatin faaliyet göstermesiyle insanların bir şeylere mecbur bırakılması…
Vatandaşın hakkı olan bir şeyi, ona vermeden onu kendine (iktidarına) mahkûm kılan bir anlayış… Özlem: Evet. Bunu da bir lütuf gibi sunuyor üstelik. Ömer Gökhan: Evet, orada ev kiralayın fütursuzluğuyla yapıyor bunu. Sibel Turhal: Sonuç; halkın muhtaçlaştırılarak, devletin terk ettiği eğitim alanında cemaatin faaliyet göstermesiyle insanların bir şeylere mecbur bırakılması… Muhtaç olmanın mecburiyete dönüşmesi, dayatılması. Bu konu soruşturma dosyasında da vardır, aynı şekilde iddianameye de yansıyacaktır ki bunun da takipçisi olacağız. Yönlendirmelerin yapıldığını ilk ağızlardan duyduk, ifadelerde geçiyor. O yurda açık yönlendirmenin yapıldığı… Devlet neden özel bir kuruma vatandaşını yönlendirsin? Özlem: Burada çok çarpıcı bir şey var onu vurgulamak lazım. Mesela biz bir yurtta çocukların kalmasından, bu yurdun tarikat yurdu olmasından bahsediyoruz. Bence en önemli meselelerden biri yurdun kaçak çalışması, yasal olmaması… Tamam, yurt bir yere bağlı ama bizim bahsettiğimiz bu çocuklar on beş yaşından küçük çocuklar, ikinci kademede eğitim gören çocuklar yani altıncı, yedinci, sekizinci sınıf öğrencisi. Yasalara göre de bu yaş grubundaki çocukların bu yurtlarda kalması yasal değil. Ortada yasadışı bir durum var bu çok önemli, bunun altını çizmekte fayda var.
74
Ömer Gökhan: 2010 senesinde alınmış bir ruhsat var, konaklamayla ilgili belediyenin vermiş olduğu bir ruhsat. Yalnız o ruhsat kapsamında 10-14 yaş arası çocuklar o yurtta kalamazlar. Kesinlikle bunun altının çizilmesi gerekiyor. Zaten davada bunu ileri süreceğiz. Özlem: Burada bütün devlet görevlileri bu durumdan haberdar. Yani asgari bir denetim yapıldığında yurdun içi bir şekilde gezildiğinde; bu çocukların hangi yaş grubuna dahil olduğu çok rahat anlaşılabilir ve bu yurdun yasal bir biçimde faaliyet yürütmediği de kolay bir biçimde tespit edilebilir. Ailelerden bir ücret alınmış mı yurtlar tarafından? Özlem: Alınmamış. Ama ailelerin bir kısmı bu yurtları devlet yurdu zannediyor, daha doğrusu devlete bağlı yurtlar zannediyor. Bir kısmı “Biliyoruz Süleymancıların, tarikatın olduğunu ama mecburuz” diye ifade ediyor. Belki de dava sürecinde şöyle bir şey olacak; mesele yangın, ihmal, kapı kilidi üzerinden gidecek ama mesele öyle değil işte. Aslında servisle çok rahat halledilebilecek bir şey. Sibel: Servisle çözülebilir, taşımalı eğitimin kaldırılması zaten her yerde buna mecbur bırakılan bir şey. Yani bu, tarikatların ve o anlayışın okullara ve eğitim sistemine yerleşmesinin önünü açmak için yaptıkları bir şey.
anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali... Az önce bir helikopter pistinden söz etmiştiniz. Ömer Gökhan: Ben o duyumu birebir aldım. Kahvehanede yapılan sohbette Aladağ’da, Aladağ ahalisinden bir amcamız aynen bunu söyledi: Acil bir tıbbi müdahale gerektiren durum olduğunda Aladağ’a helikopterin geldiğinden fakat ancak partiye yakın isimlerin bu helikopter hizmetinden faydalandığından… Onun haricinde gariban insanlara böyle helikopterle sağlık hizmetinin verilmediğini birinci ağızdan dinledim. Aslında bir anlamıyla çok şaşırtıcı bir anlamıyla da değil. Bir Türkiye portresi. Küçücük bir kasabada dahi modern kast sisteminin nasıl işlediğini görebiliyoruz. Üstelik günümüzde bu durum, “partili cumhurbaşkanı” sistemiyle dayatılıyor. Sibel: Ben orada bir şey söylemek istiyorum, bizim SHD olarak bakışımız şu: Artık bu tip olaylarla, bu tip sosyal cinayetlerle esasında toplum bir şeye hazırlanıyor, staj görüyor şu anda… Çocuklar okuldayken yakılıyor, öldürülüyor veya tecavüze uğruyor. Sağ kalanların daha sonraki hayatlarında travmalar geçirerek yaşayan ölüler haline getirildiğine şahit oluyoruz. Sosyal haklarını istemeyen, böyle bir şeyin var olup olmadığını bile bilmeyen, bunu sorgulamayan bir itaat toplumu yaratılmak isteniyor. Bir öğreti oluşturuluyor. Özlem: Bir örnek vermek gerekirse bulaşık yıkarken sudan elektrik geldiğini ifade ediyorlar. Benim çocuğum niye bulaşık yıkıyor diye sorgulamıyorlar. Bir kabulleniş var, tam da bu noktada. Yani olması gereken zaten bu, “mecbur olmak” insanlara belletilmiş. Bu mecburiyeti ise lütuf gibi dayatıyorlar insanlara. Bu, çaresizliğin itaati gibi bir şey mi? Özlem: Aynen öyle, evet, yani onu düşünmemişler bile. Biz sorunca, “Evet, niye bu çocuklar temizlik yapıyor, niye bulaşık yıkıyor” diye sorgulamaya başlıyorlar. Sibel: Şöyle bir şey de var, Aladağ Merkez ile köyler arasında çok ciddi bir fark var. Yani köylere hiçbir biçimde bir ulaşım sağlanmamış. Aslında aileler bir şeylerin farkında ama bir mecbur bırakılma durumu var. Mesela ailelere dayatılmış, “Aladağ oraya iki saat uzaklıkta evet ama benim çocuğumu okutmam
için başka alternatifim yok, benim Süleymancılarla bir bağım yok ama devlet görevlileri bana buraları adres gösteriyor. Ben ne yapabilirim bu yoklukta?” diye düşünüyorlar. Cinayet göz göre göre gelmiş. Kırmızı Pazartesi adeta. Ömer Gökhan: Vatandaş kendisine bu hizmeti veren vakfı, derneği, tarikatı, cemaati yargılayamıyor çünkü devlet o alanı boş bırakmış. Şu çok açık, devlet içerisinde devlet yaratılıyor. Bir yandan ekonomi-politik koşulları da içeren büyük bir proje bu. Seçilen köylerden tarımsal ürünü olan köylere daha çok ağırlık veriyor bu tarikat. Bu insanların sürekli gelirleri yok. İyi ürün elde edenlerin, fazla tonajda buğday veya başka tarım ürünleri alanların çocuklarına sözüm ona hizmet götürüyorlar.
Sosyal haklarını istemeyen, böyle bir şeyin var olup olmadığını bile bilmeyen, bunu sorgulamayan bir itaat toplumu yaratılmak isteniyor. Prim sistemi gibi… Ömer Gökhan: Evet, oraya gidiyor hasat olduğu zaman, beşte birine bağış adı altında o insanlardan vergi alıyor. Karşılığında çocuğun benim yurdumda kalıyor diyor. Beyt-ül mal yani. Ganimetin beşte biri… Ömer Gökhan: Devlet içerisinde devlet yapılanmasıdır, bu. Hiçbir kaydı kuydu yok bunun. Hiçbir vergisi yok. Devlet orada zaten vatandaşından vergi alamıyor. Bu boşluğu o tarikata bırakmış. Aynı şekilde gariban köylü, tarıma elverişli olmayan coğrafyada yaşayan köylerdeki insanlar hayvancılık yapıyor. Gittiğimizde benim ilk tespitimdi; her tarafta keçi var o coğrafyada. Meracılık biçiminde yapılıyor hayvancılık. O keçilerin başında bir çoban yok, bir köpek yok; ama o keçilerin kurban bayramı geldiği zaman hane bazında kime ait olduğunu gayet iyi biliniyor. Cemaat burada da boş durmuyor, bu insanlara da yurt hizmeti veriyor ancak bu keçilerden kurban bayramı geldiğinde ya da belli dönemlerde beş tanesinden bir tanesini alıyor ve götürüyor.
75
Enteresan bir bilgi... Zaten şu var, tam da burada, aslında hak mücadelesinin olduğu yere geliyoruz zaten. Alternatif bir yapılanma adı altında, aynı zamanda karşılaştırdığımız şey bir sosyal yaşamın inşası da… Merkezi olarak laik eğitime de karşı bir taraftan… Az önce çaresizliğin itaati dedik; yol yapmıyor, çocuklar okula gidemiyor; yol yapmayınca ne oluyor, o zaman yurt var; devlet yurduna gidecek, yok devlet yurdu bu sefer bir takım tarikat yurtlarına, daha doğrusu o alternatif sistemin finans kapital olarak da nemalandığı yerlere yönlendiriyor. Böylece silsile halinde, iç içe, sırasıyla ulaşım-barınma- eğitim hakkı gasp edilmiş oluyor. Ömer Gökhan: Çocuklar küçük yaşta ailelerinin yanından alınıyor… Bu, başında da dedim aslında illa ki sürgünle gerçekleştirilmiyor; 21. yüzyıldaki modern bir biyopolitik alan gibi oluyor çünkü insanları siz mecbur bırakıyorsunuz bir şeye. Bu, bir mecbur bırakma şekli. Hem yaşam ihlali var hem tahakküm var bunun üzerinde. Şimdi tam da böyle bir yerde bu hak mücadelesinin mensupları olarak, bu anlamda Aladağ dışında yapmak istediğiniz şeyler neleredir? Bundan sonra nasıl ilerlemeyi düşünüyorsunuz? Sibel: Meseleye tabii ki sosyal haklar konusunda ısrarcı olmak noktasından bakıyoruz. Az önce senin de söylediğin gibi eğitim, barınma, ulaşım, çocukların yaşam alanlarından alıkonması gibi haklarda ısrarcı olmaktan bahsediyoruz, buradan bakıyoruz. Aladağ dışında da tabi ki bölgede başka birçok sorun var ve bunlara da sosyal hak mücadelesi açısından baktığımızda; santraller, Mersin’deki Akkuyu projesi, Adana’da yürütülmek istenen kentsel dönüşüm alanları, oradaki hak ihlalleri… Bunların hepsi bizim de meselemiz. Özlem: Ben bir şey eklemek istiyorum; hastaneleri gezerken Karahan, Kışlak ve Köprücük köylerine gittiğimizde ki, bunlar o ilçedeki en ücra yerler, Süleymancılarla karşılaştık. Köylerden birinde taziye için gittiğimiz evlerden birinde, kalabalık bir erkek grubu ile karşılaştık. Dua ediyorlardı, zaten genel olarak bunu yapıyorlarmış. Yani gidip ailelere bir şeyler söylemektense kalabalık o grup son model arabalarıyla ayakları çamura değmeden
anlayacağınız aladağ eşittir memleketin hali... evlere gidip çocuklar için dua edip, işte şehit güzellemeleri yaparak, eğitim şehidi diyerek mesajlarını verip buralardan ayrılıyorlar. Bu arada şunu belirtelim, biz o köylere gittiğimizde, Aladağ’dan arazi aracı kiraladık, yoksa o ücra köylere gitmek mümkün değildi. Ama Süleymancılar dediğimiz ekibin böyle bir problemleri yok. Mesela bu karşılaşmamızda bizden çok rahatsızlık duydukları için erken kalktılar. Daha sonra biz ailelerle görüştüğümüzde; bize aileler şunu ifade ettiler: “Bizim bunlarla bir alakamız yok, biz evimize gelen misafiri geri göndermeyiz, onlar da geliyorlar dualarını ediyorlar, gidiyorlar. Bizim çocuklarımızın bunların yurtlarında kalıyor olması bizim bunları desteklediğimiz anlamına gelmiyor”. Çok tuhaf olan bir şey var. Çocuğunu kaybetmiş bir aile, onların yurdundaysa eğer en azından tepki gösterir. Demek ki bu hayat sarmal bir şekilde onların ticari hayatlarını, emeklerini de tahakküm ettiklerini gösteriyor. Çünkü insanları reddetmiyorlar, onlar gelip dua edip gidiyorlar. Sibel: Çünkü erkek çocukları da var ve erkek çocukları da o yurtlarda kalmaya devam ediyor. Özlem: Daha sonra Süleymancılarla hastanelerde de karşılaştık. Bizim hastaneye sürekli gidip gelmelerimizden sonra, ailelere şu tekliflerle gitmeye başladılar: “Biz çocuklarınızı özel bir okula kaydedelim.” Okul ismi de vermişler. “Tedavilerini özel bir hastanede olsunlar, biz masraflarını karşılayalım” gibi şeyler söylemişler. Peki, bütün bu olanlardan sonra, ailelerin tepkileri ne yönde? Sibel: Göndermiyorlar, aileler her şeye rağmen çok kararlı. Bütün mecburiyetlerine rağmen, dava sürecinde de onlarla, cemaatle ilişki kurmamak konusunda çok kararlılar. Tufan Ünlüeser: Ben olayın biraz dışına çıkarak şunu gördüm: Hani Aladağ meselesinin içeriği anlatmayacağım ama şöyle bir şey de yapılıyor, bunu belki yıllar sonra göreceğiz. Cemaatlerin bölünmesi filan, ülke zaten hepimizin bildiği gibi bir cemaatler koalisyonu ülkesine dönüşmüş durumda. A cemaati,
Devletin boş bıraktığı alana tarikatın girdiği apaçık görünüyor.
B cemaati, C cemaati hepsi koalisyon biçimde yönetiyor ülkeyi. Cemaat konsensusu… Tufan: Evet, elbette bunların çıkarları da doğal olarak çakışacak birbiriyle. Benim tespitim şu: İleriki dönemlerde; Pakistan’da ve Hindistan’da olduğu gibi yakında cemaatlerin bir sokak savaşı söz konusu olabilir. Daha sonra toplumu, kendilerine muhtaç ettikleri bu insanları da taraf kılarak ülkeyi bir yere doğru çekeceklerini düşünüyorum. Bunun nüveleri de var, caminin cemaatini bile böldüler meselesi, yani normalde bizim gibi bir ülke için hani 100-150 yıl evvelde kalması gereken bir durumdu. Sibel: Bir konu daha var: Devletin boş bıraktığı alana tarikatın girdiği apaçık görünüyor. Burada mutabıkız mutabık olmasına da, bu olayda görünen diğer bir şey, toplumsal muhalefetin boş bıraktığı alanlar meselesidir. Kendi adıma hastanede ve diğer yerlerde bir sol-sosyalist siyasi parti görmedim. Olaydan sonra da hastanede cemaatçiler vardı, bir de biz vardık. Baş başaydık yani. Yani olayı bir sosyal medya öfkesi ve basın açıklaması üzerinden konuşup bitirmemek gerekir; solcuların, sosyalistlerin, toplumsal muhalefetin görevi bunlarla sınırlı kalmamalı. Toplumsal muhalefeti temsil eden güçlerin siyasal programlarına çok fazla sıkışıp, pek bir şey yapmadıklarını mı söylüyorsunuz? Sibel: Evet, yaşam alanlarından tamamen çekildiğini, hiçbir yerde maalesef olamadıklarını söylüyorum. Sokakları ve sosyal mücadeleyi terk ettiğimizi; sadece devletin boşluğunu değil bizim de boşluğumuzu cemaatlerin kapladığını düşünüyorum. Tufan: Bir de atladığımız bir şey var, köydeki velilerle görüştüğümüzde erkek öğrenci yurdunu unutuyoruz, erkek öğrenci yurdunda da sistematik bir biçimde işkence devam ediyormuş. Öyle bir duyum aldık. Sibel: Ailelerin bir kısmı şu noktaya gelmiş durumda: “Göndermeyelim o zaman çocuklarımızı”, olayın belki de yarattığı en büyük kırılma eşiği burası. Bir başka etki de, çocukları okutmama eğilimi. Dördüncü sınıftan sonrasında özellikle kız çocukları için okutmama eğilimi artıyor. Bazı ailelerde de bunu gözlemledik. Özlem: Aladağ eşittir memleket hali anlayacağınız.
76
Olayı bir sosyal medya öfkesi ve basın açıklaması üzerinden konuşup bitirmemek gerekir. Şimdi, son olarak, bu işin hukuki sürecine biraz dönelim. Ömer Gökhan: Olayın ardından ifadesi alınan aileler var, veliler ve sağ kurtulan çocuklar. Bu ifadelere Adana Barosu’nun Ceza Muhakemesi Kanunu kapsamında görevlendirdiği avukatlar dahil oldu. İlk aşamada şikâyetçi olmayan aileleri duyduk. Ancak bizim görüştüğümüz ailelerden “Hayır, ben şikâyetçi olmayacağım, sizle de işimiz olmaz” gibi bir tavır görmedik. Hepsi şikâyetçi olacaklarını, bu olayın bir daha yaşanmaması gerektiğini ısrarla vurguladılar. İfadesi alınmayan aileler var, kapsamlı bilirkişi raporu tamamlandı. Dosyaya dahil olmuştur diye tahmin ediyorum. Bu ay içerisinde de savcılığın iddianamesini hazırlayıp Kozan Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermesi gerekiyor. Aladağ’da ağır ceza mahkemesi yok, bu davadan Kozan’daki mahkeme görevli ve yetkili. Bizim yapacağımız; ceza davası kapsamında ailelerin şikâyetleri doğrultusunda olayın asli faillerini ortaya çıkarmak. Ayrıca, orada çalışanların hangi esasa göre çalıştığı, gönüllü mü oldukları yoksa para karşılığında mı çalıştıkları, soruşturma dosyasından pek anlaşılamıyor. Bu da meselenin diğer boyutu. Başından beri bahsettiğimiz gibi, devletin açıkça hizmet kusuru var. Bu konuda ilgili kamu görevlilerinin; bu yurt binalarına verilen ruhsat, onun denetimi, sonrasında bu insanların oraya yönlendirilmesi, yangın olduğunda itfaiyenin ihmali bunların hepsini yargılama sürecinde dile getireceğiz. Aileler de bunun söylenmesini istiyor; onların da ifadeleri ve beyanları bu şekilde olacaktır mahkemede. Savcılık tüm aileleri dinlemeyecek, bildiğim kadarıyla. Çünkü durumlarını biliyor, köylerden aileleri çağırıp “İfadelerinizi alacağız” demesinin o insanlara ne kadar büyük bir zulüm olduğunun savcılık da farkında. Mahkeme herkesin ifadesini, eksik ifadeler olmasına rağmen, yeterli görürse iddianamesini hazırlar ve mahkemeye bu ay içerisinde sunar. Çok teşekkür ederiz arkadaşlar, Siyaset Dergisi olarak…
birleşik metal-iş üye kimlik araştırması yaparsa… Araştırma, yandaş medya ve sarı sendika Türk Metal tarafından, ne yazık ki, bir fişleme faaliyeti olarak kara bir propagandanın aracı haline getirildi. Hükümete yakınlığı ile bilinen, emekten, barıştan ve demokrasiden yana kişi ve kurumları hedef alan yandaş bir gazete araştırmayı “DİSK’te bölücü kafa” başlığı ile manşetten verdi. F. Serkan ÖNGEL
T
ürkiye Cumhuriyeti açısından tarihsel bir kırılmaya doğru yol aldığımız, başkanlık dayatmasının bir meydan okuma ile nihai halini alacağı bir dönemde, işçi sınıfının güncel sorunları ve yaklaşımları üzerine bir çalışmanın ne anlama geldiği, üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Solun genel anlamda bilimsel veriler üzerinden değil tarihsel referanslar ve güncel pratikler üzerinden kurduğu dilin çoğunlukla bir çıkmaza işaret ettiği gerçeği ortada dururken, bu alanda yapılan çalışmaların da çok fazla dikkate alınmadığı gözlemlenebiliyor.
Sosyalist hareketle sınıf arasındaki mesafe açılıyor
Bilimsel sosyalizmin ortaya çıkışının, işçi sınıfının bir sınıf olarak oluşumuna ve onun eyleminin siyasallaşmasına dayandığı çok açık bir gerçek. Bugün genel anlamda sosyalist hareketin işçi sınıfının varoluşu ya da gerçekliği ile arasındaki mesafenin açıldığını görmek gerekiyor. Bu anlamda bu alanda yapılan çalışmaların önemi son derece fazla.
Sınıf gerçekliğini kavrayamayan, kendini emeğin talepleri ekseninde örgütleyemeyen sosyalistler için savrulma kaçınılmaz. Hele ki ideolojik anlamda “yeni sol” ekseninde geliştirilen söylem solun işçi sınıfı ile kurduğu bağı büyük oranda baltalamışken; bu, somut bir gerçeklik haline gelebiliyor. Buna karşın son dönemde sınıfı anlamaya ve onun somut gerçekliğini ortaya koymaya çalışan çok sayıda önemli çalışmanın var olduğunu görmek gerekiyor. Bu çalışmaların işçi sınıfının siyasal birikimini temsil eden sol yapılar açısından ne ölçüde ele alındığı, üzerine tartışılması gereken bir sorunsal. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın farklı dönemlerde gerçekleştirdiği saha çalışmaları, kurumsal anlamda bir sürekliliği olduğu için, bu alanda sağlanan katkılar arasında önemli bir yere sahip. 1994, 1999, 2008 yıllarında gerçekleştirilen üye profil araştırmalarının sonuçları sendika tarafından daha önce yayın haline getirilmişti. 2016 yılının aralık son haftası ile 2017 yılının ocak ayının ilk iki haftası için gerçekleştirilen yeni araştırmanın sonuçları ise hazırlık aşamasında. 2008 yılında gerçekleştirilen çalışma ile şu an uygulama süreci tamamlanan araştırmanın yürütücülüğü tarafımca yapıldı. Bu açıdan benim için de sonuçlarını merakla beklediğim bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Mevcutta uygulamasını yaptığımız araştırma ise toplusözleşmeden faydalanan 21 bin 217 üyeyi kapsamaktadır. Sistematik tesadüfî örnekleme yöntemi ile seçilmiş 1516 üye ile gerçekleştirilmiştir.
“Üye Kimlik Araştırması”nın amacı;
1) Birleşik Metal-İş üyelerinin ekonomik, kültürel ve sosyal olarak duru-
77
Sınıf gerçekliğini kavrayamayan, kendini emeğin talepleri ekseninde örgütleyemeyen sosyalistler için savrulma kaçınılmaz. Hele ki ideolojik anlamda “yeni sol” ekseninde geliştirilen söylem solun işçi sınıfı ile kurduğu bağı büyük oranda baltalamışken; bu, somut bir gerçeklik haline gelebiliyor. munu, sendikaya, toplusözleşmeye dair yaklaşımlarını, ekonomik ve toplumsal gelişmeler karşısındaki tutumunu tespit ederek, sendikanın kısa, orta ve uzun vadeli politikalarını belirlerken her kademeden yöneticisine ve üyelerine bilimsel veriler temelinde hazırlanmış bir rapor sunmak, 2) Akademik çalışmalara kaynak oluşturacak, akademik dünyanın emek alanındaki çalışmalarına katkı vermesini sağlayacak bilimsel bir zemin oluşturmak olarak belirlenmiştir. Araştırma, yandaş medya ve sarı sendika Türk Metal tarafından, ne yazık ki, bir “fişleme faaliyeti” olarak kara bir propagandanın aracı haline getirildi. Hükümete yakınlığı ile bilinen, emekten, barıştan ve demokrasiden yana kişi ve kurumları hedef alan yandaş bir gazete olan Yeni Akit araştırmayı “DİSK’te bölücü kafa” başlığı ile manşetten verdi. Bununla da yetinilmedi; CNN Türk’te bir ekonomi programında araştırma, sorulan sorular üzerinden, yalan bilgilerle karalanmaya çalışıldı. Aynı zamanda ekşi sözlük’te bir başlık açılarak, araştırma fişleme faaliyeti olarak tanımlanıp, karalama kam-
birleşik metal-iş üye kimlik araştırması yaparsa... panyası bu zeminde de sürdürülmek istendi. İşin ilginci, kimsenin ne sorularla, ne de araştırmanın yöntemi ile ilgilenmemesiydi. İçeriğin önemsizleştiği bir dönemde kişileri ve kurumları mesnetsiz iddialarla karalamak son derece kolay. Türk Metal Sendikası’nın bu araştırma üzerinden bir umutla Birleşik Metal-İş Sendikası’na karşı bir propaganda geliştirmesi anlaşılabilir bir şey. Ancak sermayenin ve yandaş medyanın bir araştırmayı fişleme faaliyeti olarak tanımlama çabası, nedenleri ile ele alınması gereken ilginç bir meseledir.
Araştırmanın kapsamı
Araştırma 100’ü aşkın soru ile metal işçisinin genel bir profilini belirleme amacındadır. Aynı zamanda dünden bugüne özellikle metal işçilerindeki eğilimler ortaya konulmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfındaki muhafazakârlaşma, siyasal eğilimlerindeki farklılaşma, siyasal davranışla sendikal yaklaşımlar arasındaki ilişki bu sorularla ölçülecektir. 1994, 1999, 2008 yıllarındaki araştırmalarda da sorulmuş olan bu ve benzeri soruların amacı metal işçileri içindeki tipolojileri, gelir, yaşam koşulları, beklentiler, borç durumu üzerinden ortaya koymaktır. Borçlu işçinin siyaset algısı diğerlerine göre farklı mıdır? Muhafazakârlık ile sendikal yaklaşımlar arasında nasıl bir ilişki söz konusudur? İşçi sınıfı tutuculaşmakta mıdır? Eğer böyleyse nedenleri nelerdir? Sendikanın bu alanda eksikleri var mıdır? Varsa nelerdir? Bunların sol cenahta bilinen bir sendika tarafından araştırılması, sanırım iktidar ve sermaye açısından hoş bulunmamış.
Araştırma, yandaş medya ve sarı sendika Türk Metal tarafından, ne yazık ki, bir “fişleme faaliyeti” olarak kara bir propagandanın aracı haline getirildi. Hükümete yakınlığı ile bilinen, emekten, barıştan ve demokrasiden yana kişi ve kurumları hedef alan yandaş bir gazete olan Yeni Akit araştırmayı “DİSK’te bölücü kafa” başlığı ile manşetten verdi. Bu araştırma sonuçlarının sendikanın stratejilerinin belirlenmesinde önemli bir kaynak olacağı açık. Birleşik Metal-İş Sendikası sadece mücadelesi ile değil, aynı zamanda bilimsel temelde yürüttüğü eğitim ve araştırma faaliyetleri ile de dikkat çekiyor. 20 Ocak 2017 tarihinde 2200 işçinin küresel sermayenin elektromekanik alanındaki devlerine meydan okuyan grevi, henüz işçiler greve çıktıktan iki saat sonra Bakanlar Kurulu kararı ile ertelenmişti. Bu erteleme fiili bir yasak anlamına geliyordu. Sendika bu süreç-
78
te Bakanlar Kurulu Kararı’nı tanımadığını açıkladı ve eyleme işyerlerinde devam etti. Sonuç, bu dönemin karanlıkla örülmüş duvarları arasında bir ışık olarak belirdi. İşçiler, bütün riskleri göze alarak aldıkları devam kararını kazanımla sonuçlandırdılar. Bu işçilerin kendi iradeleri kadar, işçilerin kalp atışlarını duyacak kadar onlarla içiçe geçmiş sendikanın da bir başarısıydı. Araştırmanın ön bulguları bize bu dönemde bu kadar önemli bir başarıya imza atan işçilerin büyük bir kesiminin kendini öncelikle dini kimliği ile tanımlayan milliyetçi ve muhafazakâr bir topluluk olduğunu gösteriyor. Kendini sınıfsal bir kimlik yerine dini referanslarla tanımlayanların oranındaki artış (2008-2016 dönemleri arasında) ise üzerine düşünülmesi gerek bir konu. Sendikal hareketin sınırları bellidir. Sendikalar emek örgütleridir. Onlardan işçiler adına bir siyasal dönüşümü yaratmalarını beklemek büyük bir eksikliktir. Sosyalist hareket sınıfın içinde, sınıfın siyasallaşması için bir mücadele vermedikçe, bugün Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Kavellerden bugünlere taşıdığı mücadele birikimi de, işçilerin kimlik temelinde şekillenen siyasallaşma biçimleri tarafından boğulacaktır.
ve, ülkem beni terk etti “Yitip Giden”lerin ve “Sıyrılıp Gelen”lerin şairidir ya, onunla sohbet ederken, sanki hep oradaymış gibi, bir şarkı yerleşiverir masaya. Koynumuzda bir resim çıkası gelir; belleğimizde “soluk soluğa” şiirler ve adressiz “serüvenciler”in hüznü umuda saran kafiyeleri “çocuksun sen” diyerek sarsar zamanı. Kendi deyimiyle “müdahil olan” şiirlerin kalemi Ahmet Telli’yle söyleştik; siyasetten, sanattan, dün, bugün ve gelecekten konuştuk; elbette şiirin refakatiyle...
Söyleşi: Göksel ILGIN , Gözde GÜRSOY
Önce edebiyat diyelim. Yakın bir tarihte Semih Gümüş, son dönemde sayıları bir hayli artan popüler edebiyat dergileri üzerine oldukça sert bir yazı kaleme aldı ve bu mecraları “vasat edebiyatı örgütlemek”le eleştirdi. Bu konuda başka eleştirilerin de varlığından haberdarız. Lakin başka bir görüş ise popüler kültür içerisinde edebiyatın varlık göstermesinin her halükarda topluma fayda sağlayabileceğini dile getiriyor? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Semih Gümüş’ün popüler edebiyat dergileri üzerine yazdıklarını okumadım. Semih yıllardır alanının önemli bir adı olarak düşündüklerini gerekçekleştirmiştir sanıyorum. Ben 2005’te yazdığım bir yazıyla bu konuya değinerek şunları söylemişim; “Popüler kavramının neyi içerdiğine dair tamı
tamına bir belirleme yapmak bugün için neredeyse olanaksız gibi görünüyor. Tanımlamadan yola çıkarak sorunu anlaşılır kılmayı alışılmış bir yol bulduğum için, kavramın tanımını gereksiz görüyorum. Popüler kültür kavramı, gündelik dilimize yerleşmiş olmasına karşın, amaçlananı büsbütün kucaklamıyor. Bunları şunun için söylüyorum; Magazin söylemi, kitle kültürü, popüler kültür, hatta arabesk kavramları gündelik yaşamda neredeyse iç içe girmiş gibidir. Birbirlerini çoğaltan, üreten bu pratikleri genellikle seçkinci bir bakışla eleştirirken, popüler kültür, eleştiri ile kendi arasına bir mesafe koyuyor zaten. Mesafe koymaktan da öte, neredeyse ayrı yarım kürelerde konumlanıyorlar. Şöyle söyleyebilirim; Popüler kültür için eleştiri, eleştirinin etik önermeleri beyhude yere nefes tüketmektir. Bu alanda “Beğendim, müthiş bir şey” yahut “Beğenmedim” gibi yaklaşımlar yetiyor da artıyor bile popüler alana.
79
Son yıllarda yazılarına rastlamıyorum, Zeki Coşkun yıllar önce “Edebiyat kendini tasfiye ediyor” diye yazmıştı. Belki yeniden hak vermek gerekiyor Zeki Coşkun’a. Ancak popülerlik bahsinde yadsınamaz bir başka yan daha var. Popüler edebiyat diye bir gerçeklik varsa biz gerçekliği nasıl kullanacağımıza da kafa yormalıyız. Kitle kültürünün altında ezilen devrimci düşünüş veya devrimci kavramlar, kitle kültürüne karşı onun kılcal damarlarından yararlanarak karşı tezlerini oluşturabilir. Bu arabesk için de geçerlidir. Bir arabesk karşıtlığının karşısında güçlü bir arabesk gerçekliği var. Bugünlerde “popüler” addettiğimiz şeylerin kaynağına indiğimiz zaman arabeski buluruz. Yaşayış biçimlerimizden siyasal kavramlarımıza varacak ölçüde etkili bir dokudan söz ediyoruz üstelik. Gündelik hayatta ağzımızdan çıkıveren bir aforizmada bile karşılaşabiliriz bu gerçeklikle. Kaldı ki bu tür edimler, aforizmaya başvurmak örneğin, popüler olandan
ve, ülkem beni terk etti yararlanma yollarıdır. Aforizma, siyasal alanda kitleler karşısında çok önemli bir silah halini alabilir; tabii ki yaygın olandan kurtarılıp düşündürücü düzlemlerde kurgulanabilmesi koşuluyla... Popüler edebiyat için de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum. Şöyle düşünülebilir; günümüzde öyle romanlar var ki yüz elli bin basılması romanın haysiyetini düşürüyor denebilir ama hayatımızda böyle de bir gerçeklik var. Bu romanlar alınıyor, okunuyor vs... Birlikte kafa yorarak bu tür mecralardaki imkânları değerlendirmek gerekliliği vasatı eleştirmek yükümlülüğümüze denktir. Aksi takdirde reçete yazar gibi keskin önermelerle işin içinden çıkamayız. Bu tip işlerin popülerliğini besleyen temel etmen elbette kapitalizmin telkin ettiği tüketme ahlakı değil midir? Al, kapağını aç, azıcık oku, bir kenara at. Buralarda klasik edebiyata dahil olacak eserler üretilmeyecektir; bunu görmek için kahin olmak gerekmez. Lakin, kapitalizm kitleye erişen tüm aygıtlarıyla diyor ki örneğin; Sait Faik okuyacağına bunları oku. Zira kapitalizm has edebiyatı kendisi için tehdit olarak algılar. Diğer yandan üretim ilişkilerinin eriştiği hızın gündelik hayata ve edebiyata yansımaları var. “Piyasa”ya senede 3-4 roman süren yazarlar var! Bu hızlılık dayatması doğrudan okuyucunun tüketim alışkanlıklarını da belirliyor. Bu dergilerden herhangi birine yazdınız mı daha önce? Bir tanesi üç seferdir ısrarla yazı istiyor, ama o dergiyi hiç okumadım dolayısıyla da yazmam şimdilik mümkün değil. Başka bir dergiden de talep gelmişti, orada sevdiğim iki kadın şair arkadaşım vardı. Onlara cevap yazdım;
yayının imlası o kadar bozuk ki ben bu imlayla yazı yazamam, kusura bakmayın dedim.
Şiirin geleceği ne olacaktır bilemem. Şunu söyleyebilirim: Sınırsız ve sınıfsız bir dünya ütopyası gerçekleştiğinde herkes şair olacaktır. 2016’da birçok şiir kitabı yayımlandı. Bu şiir adına oldukça umut verici görünse de bir kesim şiire yönelik ilgisizliğin yükselişinden kaygılı. Her şeyin kısa ve kolay anlaşılır olmasının geçer akçe olduğu, bu kıstasların sanata doğrudan veya dolaylı biçimlerde dayatıldığı bu dönemde, şiir gibi; diğer türlere kıyasla idrak bakımından görece daha yoğun bir mesai gereksinebilen bir edebi türün geleceği konusunda neler düşünüyorsunuz? Şiirin dille ilişkisi nedeniyle edebiyatın içinde bir tür olarak görülmesi sıkıntılıdır. Düzyazı yazarı dilin içinden hareket ederek, düşünce-mantık bağlamında devinir. Oysa şiir, dilden ödünç aldığı sözcüklerle “düşünce-mantık” olgusuna karşı durur. Bunun için olsa gerek ki, bazıları “Şiiri anlamıyorum” der. Anlamak düzyazının istediği bir şeydir, şiirse sezgilere seslenir; sezgileri devindirir. Buradan şiire bir üstünlük bağışladığımız anlaşılmamalı. Ama sözcüklerin özgürlük kazandığı alan şiirdir. Şiir için özgürleşme pratiği de denebilir. Onun derdi, herkesin kendisini anlaması, sevmesi de değildir. Kendini keşfetme isteği olana şiir yol arkadaşı olabilir sadece. Kitle sanatlarının dışında bir yerdedir şiir.
Hemen on yılda bir “Şiir ölüyor mu” yahut “şiir enflasyonu” gibi yakınmalar, yakıştırmalar ileri sürülür. Bunun nedeni, şiirin yaygın bir okur kitlesiyle barışmaması olmalı herhâlde. Şiirin kitapçı raflarında yer bulamadığı zaman dilimlerinde böylesi kaygılar çokça dillendirilir; eyvah şiir kıymet mi kaybediyor telaşının sesi yükselir. Oysa ben bu durumu şiirin metalaşmaya karşı direnişi olarak görüyorum. Örneğin, Filinta’yla sohbetlerimden aktarayım. Soruyorum bazen nasıl gidiyor yayın işleri diye, Ahmed Arif ’in kitabından söz ediyoruz. Diyor ki, “3 bin basıyorlar üç yıl” gidiyor. Ahmed Arif gibi birinin kitabının senede yüz bin basım gören işlerin karşısında 3-5 yılda bir baskısının yapılması Ahmed Arif şiirinin değerini, metalaşma karşısındaki direncini gösterir. Has şiiri metalaştırmayı beceremiyor kapitalizm. Şiirin geleceği ne olacaktır bilemem. Şunu söyleyebilirim: Sınırsız ve sınıfsız bir dünya ütopyası gerçekleştiğinde herkes şair olacaktır. Neden genel olarak edebiyat değil de şiir bu gücü sergiliyor? Şiir, örneğin romana göre, hazmedilmesi daha zor bir türdür. Şöyle anlatayım; genel bir anlam probleminden söz edebiliriz. İnsanlar çabucak anlamak ister, oysa şiir anlamaktan fazlasını gerektirir; bir yandan da kendini sezmekle ilgilidir. Sadece rasyonel aklın devrede olduğu hallerde sadece anlamaktan söz edebiliriz. Oysa sezgisel aklın yokluğunda fazlasıyla belirlenmiş anlamlar akıl evrenimizi istila eder. Kapitalizm elbette kendini sezmekten uzak, verili anlamlarla idare eden bireyler ister. Bu bağlamda, sezgisel aklın, şiirin yokluğunda akıl; erkek ve savaşçıdır. Görsel Algı’ya ilişkin bir yazınızda, “algıyı yaratan kişisel-toplumsal, edimsel olgusal” alanlara dair görüşlerinizi, Mihail Bahtin ve yakın zamanda kaybettiğimiz John Berger gibi düşünürlere atıflarla ifade ediyorsunuz. Görsellik tahakkümünün günbegün yükselişi, sosyal medya mecralarının “görme biçimleri”mize etkisi ve gündelik hayatlarımıza zerk edilen görsel baskısı gibi konuları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sözünü ettiğiniz yazılarda imgenin oluşumunda görsel öğenin başat oluşuna dair düşüncelerimi dile getirmiştim. Bunun için de alanın estetlerinin gö-
80
ve, ülkem beni terk etti rüşüne başvurmuştum. İmge olanağını sanatsal yaratıda temel alan görüşümde bir değişiklik yok. Öyleyken modanın, propagandanın, pazarlamanın görselliği kullanışındaki amaç bir manipülasyondur. Sanat bireysel farklılıkların albenisine, tüketim ideolojisi ise aynılaştırmaya dayanıyor. Bu bakımdan olguyu vulgarize etmeden yerli yerinde duyumsamak gerekiyor. Politika insani değerlere (adalet, özgürlük vb.) dayanırsa yerinde bir işlevi üstlenir; aksi halde politika bir iktidarın baskı aracı olur. Görsellik de öyledir. İmgesel düşünüş görselliği estetik bir tada dönüştürürken, kapitalizm onu tüketimin ve aynılaştırmanın hatta zevksizliğin bir aracı kılabilir. “Bakışın Senin” adlı kitabınızda “Ve, ülkem beni terk etti” gibi bir son dizeyle uğurlanıyoruz. Sanata/ sanatçılara da dahil olmak üzere tüm muhalif seslere yönelik baskıların günbegün daha da sertleştiği böylesi bir dönemde; hele ki her güne yeni bir ihraç listesi haberiyle uyandığımız düşünüldüğünde “Sanatçının/ Aydın”ın sorumluluğu nasıl okunmalıdır sizce? Tek mısralık bir şiiri aydın sorumluluğu bahsine bağlıyorsunuz; “Ülkem beni terk etti”. Altına belki 2016 yazmam gerekiyordu. Bu bile mısranın ifade ettiğinden azade kılmıyor yazarını. Mısra, gramatik okuyuşa uygun demek ki. Öyle olsun istememiştim oysa. Sorumluluk bağlamında “tanıklık”tan söz edenler olduğu gibi “sanık olmak”tan söz edenler de vardır. Ben “müdahil olmak”tan yanayım. O tek mısra, müdahil olma hâlidir. Bu şiirin yazıldığı tarih, 2016. Yazıldığı mekan, Türkiye ve yazan Ahmet Telli. Şairin ve şiirin dahil olduğu zaman-mekan çevrimi içinde düşünüldüğünde bu tek mısralık şiirin, kelimelerin şehvetine kapılarak yazılmadığı görülebilir. Aksi takdirde bu şiir bir tahayyülün sadece gramatik olarak var oluşuysa, boşuna yazılmış zavallı bir mısradır. Başka bir Türkiye’de, başka türlü yaşanmış bir tarihte bu şiir ve aynı kitapta yer alan başkaları yazılmayacaktı muhtemelen. Birçoğunu yazmamış olmayı isterdim elbette. Bertolt Brecht bir makalesinde “Keşke faşizm olmasaydı ve ben bunları yazmasaydım” der. Yani, yazdığını kutsamaz. “Kalıcı edebiyat” diye bir laf dolaşıp durur ya, kalmasın der Brecht;
günü gelsin yazdıklarımız unutulsun, yeter ki faşizm bitsin. Bu, son kitaptaki bazı şiirlerim de benim için böylesi şiirlerdir. Yani, bunları keşke yazmak zorunda olmasaydım dediğim şiirlerdir. Dolayısıyla müdahil olmaktan kastım şöyle anlaşılmalıdır; Nejat için yazdığım şiiri yazmamış olmamayı dilemekle, Nejat’ların ölmediği bir dünya dilemek, öyle bir dünya için mücadele etmek baş başadır. 2 0 1 6 ’d a yayımlanan, eleştiri yazılarınızın yer aldığı “Görsen” adlı kitabınızda; “Soyut mu soyut bir kavram olarak Vicdan’ın” somutlanması gereğinden söz ederken bunun “adaletsizliğin karşısında bedeni ortaya koymakla mümkün” olduğunu işaret ediyorsunuz. Başka bir yazınızda da Don Kişot’tan yola çıkarak günün devrimci görevinin “soğuk, karanlık ve ürkütücü gerçekliğe karşı çıkarak adaleti sağlamak” olduğunu ifade ediyorsunuz. Don Kişot’un hayal gücünü gerçekliğe karşı silah edinmesini anımsatırca “Hayal gücü iktidara” diyen Suphi Nejat Ağırnaslı için az önce söz ettiğiniz dizelerinizde de; “Galiba/Vicdanıydı/O tek damla/O denizin” diyorsunuz. Vicdan, Adalet, Gerçeğin karşısında Düş Gücü gibi sarmal halini alan kavramlar birbirinden farklı metinleri birbirine bağlıyor gibi görünüyor. Epeydir bir vicdan körlüğünden, formal hukukun yanı sıra daha imgesel düzeyde bir adalet duygusunun yoksunluğundan söz ediliyor. Bir şair, bir sanatçı olarak siz içinden geçtiğimiz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Birkaç yıldır sıkça karşılaşıyorum
81
“vicdan”a ilişkin sorularla. Dahası, hakkımda yazılanlarda da aynı temaya vurgu yapıldığını görüyorum. Yasakmeyve Dergisi’nin 2016’daki sayfalarında1 düşündüklerimi açıklamaya çalışmıştım. Öyleyken, yineleme de olsa şunları söyleyebilirim: Vicdan, soyut bir olgu olmasına karşın, kişinin eylemiyle somutlaşır. Ulus Baker, kendisiyle yaptığım bir söyleşide2 “Vicdan, ahlâktan farklı olarak bir ‘güç’ durumudur” demişti. Bir başlangıç hâli. Doğaya, tarihe, geçmişe, geleceğe duyulan bir ilk sorumluluktur diyordu. Doğrusu, tanımsal olarak ekleyeceğim bir şey kalmıyor buna. İçinden geçtiğimiz süreçte politikacıların dilinden düşmüyor “vicdan”. Oysa toplumsal vicdandan söz edildiğinde sizin de değindiğiniz gibi “vicdan körlüğü” beliriyor. Çünkü ekonomi, siyasi, politik tercihlerle malûldür toplum. Din ise “mahşeri vicdan”dan söz ederken bile adalet, hukuk, özgürlük gibi evrensel değerler yerine biat kültürünün ikamesine çalışır. Diyesim o ki; “vicdan” kavramı, adalet, özgürlük mücadelesi verenlerce geri alınmalı ve böylece yaşanılır kılınmalıdır. Aksi halde gerici ideolojilerin kullandığı bir silaha dönüşür vicdan. 1 2
Yasakmeyve, 2016, Temmuz, Sayı: 81 Ütopya Dergisi: 1999
ve, ülkem beni terk etti
Kimliğinizin birçok açılımının yanı sıra siz bir Ankara şairisiniz, Ankara insanısınız. Bilhassa dışarıdan gelenlerin dilinde sıkça rastlanan, “Gri, Karamsar, Beton Şehir” gibi teşbihlerle ifade edilen bir Ankara veryansını malumunuz. Ancak siz; bir şehre dahil olmanın yolu olarak şehrin imgelemini işaret ediyorsunuz ve Ankara’yı Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cemal Süreya, Ahmed Arif gibi ustaların imgelerinden “aramak gerektiği”ni ifade ediyorsunuz. Sözünü ettiğiniz imge dünyasından ve sizin Ankaranızdan söz eder misiniz? Bugün, neler eksildi o Ankara imgesinden? Genç yaşında yitirdiğimiz Ahmet Erhan’ın “Ankara-İstanbul Karatreni” kitabında, yazarların kent aidiyetine ilişkin ilginç saptamaları vardır. Biz Ankara’da yaşayanların da duygusunu dillendirir Erhan. Cemal Süreya’nın Ankara ile ilgili mısraları modernleşen Ankara’nın içyüzünü sergiler. Kaldı ki, kapitalizm ve rantçılık kentlerin ruhunu, kimliğini silip süpürdü. Aynılaştıkça kent olmaktan çıkıp kasabalaştı kentler. Sokaklarındaki kalabalıkla, yüksek binalarıyla, otomobillerinin çokluğuyla bir kent, kent olmaz. O sokaklarda sanatın rüzgârı esmiyorsa kent kültürü de olmaz. Ankara şairi olduğumu söylüyorsunuz ki, bu benim açımdan kabul edilebilir bir şey değil. Aidiyet duygusu benim açımdan tahayyül ufkunu daraltan bir olgudur.
“Yerleşik yabancı” diyordu ya Metin Altıok, kendimi öyle hissediyorum ben de. Şehir, bir alışkanlık haline dönüştüğü ölçüde insanını ezer, hapseder. Bir şehri keşfetmeyi sürdürdüğümüz sürece şehir bizimdir. Hiç Ankara Kalesine çıktınız mı bilmem. “Bir gün Kale’ye çıkarsanız sevdiğiniz yanınızda olmalı.” Üç mısralık bir şiirdir bu. Ankara kalesine baktığınızda, Roma döneminden kalma taşlardan birinin duvara ters yerleştirildiğini görürsünüz. Usta o taşı ters koymuştur çünkü muhtemelen okuma yazması yoktur. O taşa bakmak bana bir hikâye kurdurur; bu hikâyenin tarih belgelerinden çıkması gerekmez. Ya da kalede avluya açılan iki giriş kapısı vardır. Kapının birinde tokmağın vurduğu yer delinecek seviyede aşınmışken, diğer kapıda tokmağın altı sapasağlam durur. Birden düş gücünüz devreye girer az ve çok çalınan kapıların hikâyesine dair... Ankaralı olmak değil, daha ziyade Ankara’da hâlâ keşfedecek bir şey bulmak meselesi bu. Buluyor musun derseniz, bilmiyorum. Bulduğum zamanlar oldu.
Her türden iktidar ilişkisinin meşruiyetini reddeden bir zemindir hayatın devinimi. 70’li yıllardan 80’lerin ortasına kadar, Sivas’ta yitirdiğimiz Behçet Aysan, şimdi Bodrum’a yerleşen Akif Kurtuluş,
82
hatta Ece Ayhan, Zafer çarşısının kahvesinde buluşur çay, kahve içerdik, bira içerdik. Cemal Süreya Ankara’da olduğu zamanlarda Köşem Meyhanesine giderdik ya da Tavukçu Meyhanesine. Şimdi tanıştıkları ve aynı şehirde yaşadıkları halde iki yıldır birbirini görmeyen şairler, yazarlar var. Mekanın genişlemesi ve kapitalizmin gündelik yaşamlarımızı birbirini kesmeyen merkezlere dağıtmasının da bir sonucu bu. Sözgelimi, eskiden Tavukçu vardı ve birkaç yer daha belki, orada buluşulurdu. Şimdi birbirinin neredeyse aynısı olan yüzlerce mekan kendi sözde farklılığının reklamını yapıyor. Yani, gidilecek yerler artarken keşfedilecek şeyler azalıyor ve bu genişleme nedeniyle bir mekanın hatıra yaratma kabiliyeti, kültürel belleğe işleme kuvveti de zayıflıyor. İstanbul’da da keşfedilecek çok yer, çok hikaye vardır, elbette. Ama gözde bir yer olması nedeniyle kapitalizmin aynılaştıran, kentleri ruhtan yoksun bırakan darbelerinden nasibini en çok İstanbul aldı ne yazık ki. Bu arada İstanbul övgüsü yapanların birçoğunda turistik bir hâl seziyorum: Deniz, Boğaz, tarih… Oysa bir kentin kılcal damarlarında gezinen, emektir. Emek eksenli mücadeledir bir kentin dirimi. Kültür endüstrisinin İstanbul’a kayması, onu merkez yapabilir, merkez iktidar odağıdır. Her türden iktidar ilişkisinin meşruiyetini reddeden bir zemindir hayatın devinimi. Böyle düşünüyorum.
*
*
Yeniden doğuş
Ellerimi bahçeye dikiyorum, yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar. Küpeler takacağım kulaklarıma ikiz iki kirazdan ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
FÜRUĞ