Siyaset sayı 1

Page 1

SİYASET İki Aylık Dergi Eylül-Ekim Sayı: 1 10 TL

adaletin bu mu dünya? AHMET YILDIRIM, ALİ RIZA TURA, ARMAN YILMAZ, AYŞE ACAR BAŞARAN, BERİVAN MUHAMMED, CEMİLE ŞEYH MUHAMMED, DENİZ ÖZGÜR, DEMİR KÜÇÜKAYDIN, EBRU YILDIRIM, ELİF YENİGÜN, EMİN BEKİR, ERDAL KARA, ERTUĞRUL KÜRKÇÜ, FIRAT SÖYLE, İSMAİL SAYMAZ, M. RAMAZAN, PERİHAN MEŞELİ, ROZERİN SEDA KİP, SELEN BİLGÖR, SEVİNÇ DOĞAN, SONER ÇALIŞ, YEŞİM DİNÇER, YILMAZ YÜCEL


İÇİNDEKİLER

adaletin bu mu dünya?

yılmaz yücel yeni bir devlet mi kuruldu?

3

erdal kara adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum

4 6

vicdan ve adalet nöbeti: bir işaret fişeği çakmak söyleşi: fırat can kalyon ayşe acar başaran nöbetler umudumuzu büyüttü ertuğrul kürkçü girdiğimiz gibi çıkmıyoruz gündoğdu’dan ahmet yıldırım yönetenlerin korkusu

14

perihan meşeli erkek adalete yapıbozumu

22

rozerin seda kip, fırat söyle adaletin “o” biçimi söyleşi: deniz tunçel, yavuz bulut

26

ebru yıldırım eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar

33

sevinç doğan “mahalledeki akp”den iktidardaki akp’ye söyleşi: belgin şahin

38

ismail saymaz 15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi söyleşi: ahmet saymadi

44

m. ramazan katar krizinin köşe taşları

51

barzani’nin referandumu söyleşi-çeviri: leyla uyar cemile şeyh muhammed referandum şartları oluşmadı berivan muhammed referandum erkek aklın kararıdır emin bekir meşru olmayan bir referandumdan 56 “bağımsızlık, hukuk, yasa, birlik” çıkmaz !

elif yenigün, soner çalış birlikte yaşayacağız söyleşi: hikmet sarıoğlu- mahir gecikligün

65

yeşim dinçer “damızlık kızın öyküsü gerçek oldu bile”

73

ali rıza tura yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek

76

deniz özgür, selen bilgör, arman yılmaz direnen tarih ve yaşam: sur söyleşi: yılmaz yücel

81

demir küçükaydın ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi ?

90

Katkıda Bulunanlar: Ahmet Saymadi Ali Özgür Özkarcı Belgin Şahin Ceren Uyan Deniz Tunçel Ekin Demir Fırat Can Kalyon Gökay Işık Göksel Ilgın Gülnihal Koç Hikmet Sarıoğlu Leyla Uyar Mahir Gecikligün Reha Keskin Yavuz Bulut Yılmaz Yücel Yiğit Yirmibeş

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye­rel Sü­re­li Ya­yın Siyaset Gazetesi 2017 Eylül-Ekim Sayısı Sa­hi­bi: Sevda Deniz Tunçel

Ya­zı İş­le­ri Mü­dü­rü: Sevda Deniz Tunçel Görsel Tasarım: Selin Kalkan Kapak Fotoğrafı: İsrafil’in Sur’u üflemesi (Ahval-i Kıyamet SK Hafid Efendi 139) Adres: Katip Mustafa Çelebi Mah. Küçük Parmakkapı Sok. 9/3 Beyoğlu-İstanbul E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Bas­kı: Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat 4NB - 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 0212 613 03 21


adaletin bu mu dünya? Toprak “seni” de basacak bağrına! Adaletin bu mu dünya?*

İsrafil’in Sur’u

İsrafil Sur’u üflüyor! Surun sesini duyuyor musunuz? Sur, birinci kez üflendiğinde ortaya çıkan beyaz bulut tepemizde… Yedi kat yer gök alt üst oluyor. Katrina’yı hatırlar mısınız? Houston’da Teksas’ta Harwey, Florida’da İrma… Türkiye’de başımıza yağan dolular… Sele kapılan hayatlar… Sıradan felaketler haline gelen, aslında bir “sosyal kıyamet” alameti… İsrafil Sur’u üflüyor! Ortadoğu’da süren savaş, Myanmar’da katliam, Kuzey Kore’de füze denemesi… Doğa, insan elinin değil ama euronun, doların, liranın müdahalesinin intikamını alıyor. İsrafil Sur’u üflüyor! Dünyanın suyu ısınıyor! Savaş tehditine karşı bir çare! İklim değişikliğine karşı bir çare! Kansere karşı bir çare! Diktatörlere karşı bir çare! Çare var mı? Var!

Sırat Köprüsü

12 Eylül Darbesi’nin otuz yedinci yılında Türkiye darbe ortamını yaşıyor. Eksiği yok, fazlası var. Darbe darbeye karşı… Darbe darbe içinde… Adaletsizliğin diz boyu yaşandığı günler, haftalar, yıllar geçiriyoruz. Bu adaletsizliklerin Amel Defter’lerini açmak için beklemeye gerek yok. Herkes günahının cezasını, günahı işlediği yerde vermeli! İsrafil Sur’u üflüyor ve Sırat Köprüsü burada. Açalım amel defterlerini… 10 Ekim’de patlayan bombaların günahını kime yazmalı? Hapishanede adaletsizliğe karşı mücadele edenlerin sevabını kime? Sırat Köprüsü’nün burada kurulması sizi ürpertiyor belki ama işte Sırat burada. Yarın, cennet olacak cehennem de burada!

lim alınamayan, sırasını bekleyen savunma… Cumhuriyet ve şık Ahmet… Hayır, daha bitmedi!

“Çok”un direnişi

Tek adamlığın resmi tescili için hazırlık yapanlar, hazırlık yapadursunlar, adaletsizlikle dişe diş bir direniş; sokakta, meydanda, karakolda, derste, sırada, “yaldızlı” imgede sürüyor… 2019’un resmi saatine sandık için hazırlıkla değil, sandığı da kazanacak direniş için hazırlıkla, direniş için beraberlikle girilebilir. Feshedilmiş parlamentoyu, kayyım atanmış yerel yönetimleri ayakları üzerine kaldırmak için halkın kuşatması ve bu kuşatma için etrafına kurulan demir kafesleri ablukaya alması şart. Bu şart, tek adama karşı çokluğun kendi ittifaklarını ve meclislerini kurduğunda, yaşattığında gerçekleşebilir.

Yüz yıllık hasret

Ekim Devrimi; 100 yıl önce “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” çağrısına Rusya topraklarında verilmiş bir başlangıç cevabıydı. Bu cevap, tüm dünya iş-

Vicdansız adalet

CHP’nin dört yüz kilometrelik Ankara’da başlayan İstanbul’da “duran” Adalet Yürüyüşü… Amed’de, İstanbul’da, Van’da, İzmir’de HDP’nin demirden bir kafes içine alınan “vicdan” ve adalet nöbeti… Çanakkale’de bira şişesine sıkıştırılan “kurultay”, Anayasa Mahkeme’sinde nöbet… NUSE… Mahkeme salonlarında tes-

3

çilerinin cevabıydı. Bizim cevabımızdı. Cevap; bizim olmakla birlikte, bugün daha iyi, daha yenilmez cevaplar için sorularımız var. Bu hasret bitsin diye!

Ve toprak

Dünyanın başka bir coğrafyasında “Cinsiyet de ırk gibi sınıf, rütbe ve kölelik demektir” diyen Kate Millet’i akışkan sonsuzluğa uğurlarken; “Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim” diyen Bülent Uluer de aynı akışkan sonsuzluğa karıştı… Sayısız işçi cinayetlerinde ve kadın cinayetlerinde ve Ortadoğu’da halkların düşmanlarına karşı mücadelede akışkan sonsuzluğa gidenler hâlâ bizimle… Toprak herkesin, toprak bizim… Cennet, bu ayak bastığımız topraklarda… “Tapusu” tüm işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların elinde… Türkiye’de, Kürdistan’da, Myanmar’da… İsrafil Sur’u üflüyor! Amed’de, Sur’un sesini duyuyor musunuz? Ali Ercan’ın “Adaletin Bu Mu Dünya” şiirinden alıntılanmıştır. *


ne yapmalı? nasıl yapmalı?

yeni bir “devlet” mi kuruldu?

Yılmaz YÜCEL

A

KP eski Merkez Karar ve Yürütme Kurulu (MKYK) üyesi Ayhan Oğan; CNN Türk’te katıldığı programda “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz; beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” dediğinde yeni bir tartışmanın fitilini ateşlemiş oldu. Kendisine düzeltme; AKP Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü Mahir Ünal’dan, Başbakan Binali Yıldırım’dan ve “yeni devletin kurucu lideri” olarak işaret ettiği Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi. Oğan’ın sözlerine bu üç devletlûdan ikisi, Mahir Ünal ve Binali Yıldırım, “Resmi görüşümüz değildir; konuşanın kendisini bağlar” minvalinde karşı açıklama yaparak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılına ve Mustafa Kemal’e atıfta bulunurlarken; Recep Tayyip Erdoğan, “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan düsturu bizim manifestomuzdur. Bir tek devletimiz vardır, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gerisi hikâyedir” diyerek cevap verdi. Bu açıklamalar yapıldıktan sonra Oğan, söylenen sözlere ilişkin

bir yanıt verme zorunluluğu duydu: “Bunu engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Siyasi tarih bunu şöyle yazacaktır: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, kurucu partisi CHP’dir. İkinci kurtuluş, Türkiye’nin tam bağımsız, halkın devleti olarak dizayn edildiği, kurumsal yapıya kavuştuğu sürecin lideri de Recep Tayyip Erdoğan ve onun yanında saf tutan siyasi liderlerdir. Ve o kurtuluşun partisi de AK Parti’dir.” Recep Tayyip Erdoğan’ın Oğan’a atıfla verdiği cevapta “kurucu lider kısmına” dair hiçbir itirazda bulunmamasının ve düzeltme yapmamasının nedenini bu açıklamanın kendisiyle ilgili kısmını benimsemiş olması gerçeğinde aramak gerekir. Henüz on altıncı (kimilerine göre on yedinci) devlet yıkılmadığına, istilaya uğramadığına göre “yeni devlet” lafı da nereden çıkmaktadır? Türkiye’de yeni bir rejimin inşasının, faşizmin kurumsallaşma sürecinin sürdüğünü, siyasi mülksüzleşmeye razı olmuş sermeyenin, iktisadi mülksüzleştirme tehditine ve çelişkili görünen hallerine karşın sürecin içinde, yanında, arkasında olduğunu ifade etmekte

4

bir beis yoktur. Artık; kendisi de özgün bir sermeye bloğu haline gelmiş AKP kurmaylarının ve AKP dışı sermaye bloğunun hiçbir çelişkisi yok anlamına gelecek bir söz söylemek yanılgı olur. Ancak gerçek yanılgı sermaye grupları arasındaki çatlaklardan anti-faşist blok çıkabileceği fikrindedir! Faşizmin kurumsallaşma sürecinin en güçlü ve zayıf karnı yarattığı lider kültü, karizmatik kişiliktir. “Kraldan çok kralcı” Oğan’ın ve benzerlerinin söylemleri bu lider kültünün oluşmasına ve biat etmeye hizmet eder. Kendi varlıkları tehdit altına girmiş olsa bile. “Lider kültü” bir taraftan kralcıları alaşağı ederek liderliğini büyütür. Kralcıların mayasında bu düsturu yayarken kendini tüketmek vardır. İsteyerek rıza göstermedikleri “kader” kralcıları yutup gider. Geriye “tek adamlık” kalır. Tek adamlık da faşizm gibi kurumsallaşan, inşa edilen bir olgudur. Faşizm ve lider kültü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Liderin devrilmesi ya da kaybı faşizmin gerilemesi için bir zemin sunabilir, yegâne ya da biricik zemin değildir. Tek adama karşı mücadele faşizmle mücadelenin bir etmenidir ve bugün


yeni bir “devlet” mi kuruldu? en büyük etmenidir. Bir “devlet” için, uluslararası ilişkiler ve çelişkiler, faşizmin kurumsallaşmasını hızlandırıcı ya da yavaşlatıcı faktörleri iç içe barındırabilir fakat burada devleti faşizme doğru götüren yapının kültürel-ideolojik formasyonu ve sosyolojisi devreye girer.

Hariciye çökerken

Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu” olarak nitelendirildiği andan itibaren 15 Temmuz, rejimin yeniden kuruluşunun miladı yapıldı. 16 Temmuz’da taşlar yerinden tamamen oynadı. Taşların yerine oturması, tüm çabaya rağmen hala sağlanamadı. Oynayan taşların yeri, derin güvensizlik ortamında doldurulmaya çalışılırken dışarıdaki taşlar da zangırdamaya başladı. Türkiye; sorunsuz bir dış politika hayali kurarken, her aşamada oyun kurucu bir misyonla davranırken kendini bir cadı kazanının içinde buluverdi. Bir zamanların “düşman” ilan edilmiş ülkelerine (İran-Suriye) karşı fırsatını bulduğunda hamle yaparken kendine güveni tamdı. Bu dönemin ittifak güçlerinden (özellikle ABDAlmanya) geleceğinin güvencesini aldığını zanneden Türkiye, dışa açılmacı bir politika izlemekte hiç sakınca görmedi. Bugün ise; dönemin stratejik ortaklarından ve diğer ittifak güçlerinden herhangi bir ülke yok ki Türkiye ile sorun yaşamamış olsun! Türkiye dış ve iç politikayı uyumlu ya da senkronize götürme olanaklarını giderek yitirirken nereyi dizayn edeceğine de karar vermekte zorlanıyor. Türkiye’de faşizmin kurumsallaşmasının, güncel olarak “dışarıdaki” gelişmelerden çok fazla etkileneceği hatta en fazla bu gelişmelerden etkileneceği ise çok açık… Tam da bu nedenle “yandaş medya”da, “iç” tartışmalarda, yeni dış politika rotası önerileri aldı başını gidiyor. İvedilikle ittifak politikalarının değişmesi gerektiği, bugün ortaya çıkan durumun tarihsel bir dönemeç olduğu, birilerinin bu tehlikeli gidişe dur demesi gerektiği üzerine feryat figan yazılar nakşediliyor: “Suriye ile ittifak hemen şimdi!” “İran ile ittifak hemen şimdi!” Ne için? Kürdistan tehdidi hiç bu kadar yakıcı hissedilmemişti. “Bu tarihsel felaket olasılığı karşısında özeleştiri vermek gerekirse özeleştiri verilmeli!” diyen bu akıl güncel tehdit karşısında ittifakları tazeleme teklifinde bulunuyor. Dönemin ittifak politikasının ise

pragmatik yanını öne çıkarıyor. Kiminle, nerede, nasıl ittifak yapılacağını da bu pragmatist politika ile açıklıyor: “İran’ın Şii yayılmacılığı ile ilgili kavgaya devam edilebilir ancak referandumun engellenmesi için birlikte davranılabilir. Esad’ın rejimini devirmek için yine plan yapılabilir ancak bu, yarına ertelenerek bugün Kürdistan tehdidine karşı birlikte mücadele edilebilir.” Bu yeni ittifak önerileri için çok geç olmadan harekete geçilmesi teklif ediliyor. Oysa bugün için, Barzani’nin olası referandum sonuçlarını (bağımsız Kürdistan kararı) hemen devreye sokması gibi bir durumun söz konusu olamadığının herkes farkında. Referandum, Kürtler arasında dahi ortak bir uzlaşının, ortak bir politikanın sonucu olarak ortaya çıkmış bir karar değil. Referandum, Barzani’nin el yükseltmesi, ön alması olarak görülüyor. Kendisine yapılan tüm tekliflere, erteleme önerilerine ihtiyatla yaklaşan Barzani, referandumdan vazgeçmek için çok geç olduğunu dile getirdi. Türkiye Devleti’nin ilişkilerini sürdürmekte hiç beis görmediği Barzani, kimilerinin gözünde yeni Esad olmayı çoktan hak etti bile. Yine de tüm bu gelişmelere ve Barzani’yi ikna etmeye yetmeyen diplomasiye rağmen köprüler tamamen atılmış durumda değil. Barzani’nin referandumunu neredeyse anlayışla karşılayacak bir tutum takınmak içten bile olmayabilirdi. Ancak bu referandumun sonuçlarının (bağımsız Kürdistan’ın onayı) Kürtler üzerinde yaratacağı domino etkisinin bugün için değilse bile gelecek için tarihsel bir dış tehdit oluşturacağına dair kanaat oldukça yaygın. Tehlikenin esası ise bağımsız Kürdistan’ın kurulması kadar ve ötesinde bölgedeki başka bir dizi gelişmenin ortaya çıkma olasılığı. Bu olasılık ise Suriye Demokratik Güçleri’nin demokratik özerk bölge ilanlarının yaygınlaşması ve hızlanması. Bu yaygınlaşmanın gerçekleşebilir olması Türkiye’nin güneydeki kara sınırının güvenliksiz hale gelmesine ve ticaret yollarının denetimini hepten kaybetmekle yüz yüze kalınmasına yol açacak. Akdeniz üzerindeki hâkimiyetin ve ticaret yollarındaki değişikliklerin ciddi bir egemenlik kaybına sebep olacağı muhakkak. Bölgedeki egemenlik tasavvurlarının, etnik-dinimezhebi tartışmayı tetiklememesi düşünülemezdi. Bu tartışma hızını artırarak sürüyor. Bu tartışmayla birlikte eski

5

defterlerin de yeniden aralandığı sır değil. Tarihten gelen hak ve egemenlik iddialarının yeniden tazeleneceğini göreceğiz. Türkiye açısından, Musul ve Kerkük tartışmaların tam ortasında yer alıyor. Bağımsız Kürdistan Referandumu, bugün iç politikada popülizmin ana malzemesi haline gelirken referandumun sonuçlarının, gelecekte “elde Kur’an, hedef turan” diskuruna dönme heveslisi bir topluluk yaratma ihtimali çok yüksek olacaktır. Bu diskurun bir devlet politikasına dönme ihtimali zayıf olmakla birlikte hiç yok değildir. Yeni Türkiye adım adım bu yolda ilerlemeye devam ederse Oğan’ın “yeni devlet kuruluşu” dediği ima geleceğin gerçeğine dönüşebilir. Oğan, o sözleri bu gelişmeleri de düşünerek mi söylemiştir, bilinmez. “Yeni bir devlet” kuruluşu faşizmin kurumsallaşmasının da aleni resmini verecektir. Uluslararası politik ilişkiler düzleminde ittifak devletlerinin (kimler olacaksa) “turan” için ok ve yay vereceklerine dair hiçbir işaret yoktur. “Kerkük’e petrole giderken eldeki mermerden olma” riski de vardır.

İçler dışlar çarpımı

2019’da başkanlık seçimine tam boy hazırlık yapmaya başlayan AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma sürecine “dışarıda gelişenlerin” de ışığında bakmak, demokratik bir Cumhuriyet için yan yana gelişlerimizde omurgamızı görünür kılacaktır. Bu yan yana gelişlerin amacı faşizmin kurumsallaşmasını önleyecek en geniş demokrasi cephesini yaratmaktır. Adı konulmamış bir demokrasi cephesinin sokakları hiç terk etmediğini; doğru mecrasını, kanalını, eylem biçimini bulduğunda Gezi, 7 Haziran ve 16 Nisan’da gördüğümüz üzere mücadelenin ve direnişin bir parçası haline gelebildiğini gördük. Toplumun adaletsizliğe ve tek adam rejimine karşı Adalet Yürüyüşü, Vicdan ve Adalet Nöbetleri’yle her türlü antipropagandaya, korku salmaya, yıldırmaya ve baskıya rağmen sokakları terk etmeyeceğine ve biat etmeyeceğine gözlerimizle şahit olduk. Türkiye’nin her yerinde uç veren direniş odaklarının bir ucundan tutma, içinde olma, ucu uca dokundurma görevimiz var. 2019’a, AKP’nin minderine, şartlarını, kurallarını, biçimini kendi koyduğu halde çıkamayız, çıkmayacağız. Uç uca dokunanlar faşizmi durdurulabilir! İçerde ve dışarıda…


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum

Fotoğraf: Mehmet KAÇMAZ / NarPhotos

CHP’nin Adalet Yürüyüşü ’nü ve Adalet Kurultayı’nı da, Meral Akşener’in kurmayı düşündüğü “merkez sağ” parti girişimini de AKP’ye alternatif bir iktidar seçeneğinin şekillendirilmesi çabası olarak ele almak gerekir. Koşullar olgunlaştığında Türkiye burjuvazisi bu iktidar seçeneğine destek olacaktır.

Erdal KARA

“A

dalet” yürüyüşü CHP’ye karşı takınılacak tutum ve devrimci siyaset sorununu tekrar güncelledi. İsteyen istediğini görüyor CHP’de. Sağlıklı bir CHP analizi bir arka plan kurmayıgerektiriyor.

Dünyada muhafazakârlaşma, sağcılaşma

‘70’li yılların ortalarında, Keynesçi kapitalist birikim modeli krize girdi. Uluslararası kapitalist merkezler, yeni bir birikim modeli ile krizden çıkma yoluna girdiler. Yeni birikim modeli, emek yoğun sanayilerin işgücünün ucuz olduğu azgelişmiş ülkelere transfer edilmesini gerektiriyordu. Transferin ihtiyaç duyduğu işgücünün temin edilebilmesi için kır-kent dengesinin kentler lehine değiştirilmesi gerekiyordu.

Kapitalizm zaten kırsal alanları istila edip geleneksel tarımı yıkıp köylüleri aç bırakarak şehre sürgün etmekteydi. Yeni birikim modeli buna ivme kazandırdı. ‘70’lerde yüzde 70’e yüzde 30 kırların lehine olan denge, ‘90’larda yüzde 70’e yüzde 30 kentlerin lehine değişti. Kentler kırlartarafından istila edildi. Kırın geleneksel değerlerinin kente taşınması dünyayı bir bütün olarak muhafazakârlaştırdı, sağcılaştırdı.

İşgücünün gözden düşürülmesi, insanların yaşayan bir ölü haline gelmesi

Krizin kaynağının kâr oranlarının düşüşüyle belirlenmesi, emek yoğun sanayilerin azgelişmiş ülkelere transferiyle yetinildiği takdirde, yeni birikim modelinin krize girmesi sonucunu doğuracaktı. Kapitalist merkezlerde de düşüşün kaynağı olan sonuçlara savaş açılması zorunluydu. Bu ihtiyaçtan da

6

doğan neo-liberal ideolojik saldırı yerleşik düşünüş biçimlerinialtüst etti ve bu nedenle ona “yenilikçi” payesi biçildi. Birkaç yıl önce işçi alnının teriyle para kazanan insan iken, artık sabahtan akşama işyerinde avarelik eden bir “asalak” olmuştu. Kırın kenti istilası, yedek işçi ordusunun büyümesiyle sınıfın iç rekabetinin sendikayı dışarı atması sonucunu doğurdu. Talep aynı kalırken işgücü arzı yükselince, işgücünün fiyatı da bir meta olarak düştü. Bu durumda sendika ne işe yarayacaktı? İşçi ne diye ücretinin düşmesine çare olamayan sendikaya bir de aidat ödeyip ücretini iyice düşürsündü ki? Bu gelişmeye neo-liberal ideolojik saldırı da eşlik etti. Sendikaların, kitle örgütlerinin, her türlü hak örgütünün itibarı azaldı. İşgücünün değerden düşürülmesi, işçinin bir “asalak” olarak resmedilmesi geniş yığınlar tarafından kabul görürken, sosyal demokrat partiler de


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum yaşayan ölüye, bir “zombiparti”ye dönüştüler. AKP bu tarihsel koşulların sonucu olarak, ‘70’lerin ortalarından ‘90’ların sonlarına kadar yaşanan göçle kente taşınan muhafazakâr değerlerin kuşatıcı atmosferi altında iktidar katına yükseldi. Zenginliğin yaratıcısı işgücünü değersizleştirirseniz ondan dolaylı/ dolaysız türeyen hangi değerin itibarı kalır ki? Eşitliğin mi, özgürlüğün mü, kardeşliğin mi, dayanışmanın mı, adaletin mi? Sahtekârlık, yalan, riyakârlık, dalavere, bütün pespaye vasıflarla malul olduğu halde AKP’nin yüzde 50 oy almasının nedeni bu.

Burjuva siyasetinin yeniden tanzimi

Keynesçi kapitalist birikim modeli, burjuva siyasetini esas olarak muhafazakâr ve sosyal demokrat iki ana eksende şekillendiriyordu. Yeni birikim modeli bu işleyişi değiştirdi. Muhafazakâr siyaset, neo-liberal ideolojik saldırıyla etkisini güçlendirmekle kalmadı, sosyal demokrat siyasetin basıncından kurtuldu, her türlü sosyal, iktisadi, siyasi hakkın azılı düşmanı olarak ortaya çıktı. Sosyal demokrasi ise liberal yörüngeye savruldu. 2008 krizine kadar iki on yıl muhafazakâr siyasetin mutlak üstünlüğüne tanık olduk. Var olan hakların biçilmesi için iki on yıl yetti de arttı bile.

Kriz ve neo-liberalizmin iflası

2010’ların ortalarından itibaren tanık olduğumuz, sosyal demokrat partilerin yeniden yapılanma çabası içine girmesi ya da solcu/ halkçı/sosyal demokrat siyaset biçiminde yeni parti ve formlar altında tarih sahnesine çıkıyor oluşudur. landı. Geç ‘90’lı yıllar ile erken 2000’li yıllarda yaygın, kitlesel neo-liberalizme karşı mücadeleler görüldü. Bütün bu gelişmeler, neo-liberalizmin krizinin habercisiydiler. 2010’ların ortalarından itibaren tanık olduğumuz, sosyal demokrat partilerin yeniden yapılanma çabası içine girmesi ya da solcu/halkçı/sosyal demokrat siyaset biçiminde yeni parti ve formlar altında tarih sahnesine çıkıyor oluşudur. Aynı yıllar neo-liberalizmin yıkıcı tahribatıyla, neo-faşist ya da farklı gerici radikal yönelimlerin de gübreliği olarak işlev görmeye başladığı bir dönemeçti. Bugün dünya siyasetinde kaotik bir tablo egemen ve yığınlar henüz kalıcı, istikrarlı siyasal çizgiler etrafında mobilize olmuş değiller. Birçok ülkede geleneksel burjuva siyasal partileri eriyor, neo-faşist partiler ciddi bir kuvvet olarak ortaya çıkıyor, Yunanistan, Por-

tekiz, İspanya’da gördüğümüz gibi halkçı seçenekler yükseliyor, Britanya’da İşçi Partisi kamuoyu yoklamalarında Muhafazakâr Parti’nin 15 puan gerisindeyken üç ay sonra seçimden başa baş çıkıyor. Bu panorama bize, neo-liberalizmin krizinin, burjuva siyasetini de krize sürüklediğini gösteriyor. Burjuva siyasetinin krizi sosyalist mücadeleye geniş olanaklar sunuyor. Lâkin sosyalist siyaset de kriz içinde, olanakları değerlendirme yeteneğinden yoksun. Sosyalist siyaset mi, burjuva siyaseti mi krizden daha önce çıkma becerisini gösterecek? Bu sorunun cevabını önümüzdeki birkaç on yıl içinde almış olacağız.

Devrimci siyaset, burjuva siyasetinin “sağ”ı ile “sol”una nasıl yaklaşır?

Sosyalist hareket burjuva siyasetinin “sol”u ile “sağ”ı karşısında aynı tutum içinde olmamıştır. Bu ayrım hangi gereklilikten doğar? Emperyalizm çağında faşizm tekelci kapitalizmin eğilimidir. Bu hakikat burjuva solunu anti-faşist cephenin potansiyel ittifakı yapar. Lâkin faşizm, burjuva iktidarının olağanüstü bir devlet biçimidir, bir anomalisidir. “Olağanüstü”lükten kalkılarak genel bir prensip saptanamaz. Sosyalist siyasetin, burjuva siyasetinin “sol”u ya da “sağ”ı karşısında farklı tutum takınmasının nedeni, belli ki onu faşist iktidar tehdidi olarak görmemesindendir. Fotoğraf: Çiğdem ÜÇÜNCÜ / NarPhotos

Ne zaman ki uluslararası kapitalist merkezler piyasanın sihirli elinin faziletlerinden söz etmeyi bırakıp, devleti batmakta olan kapitalist şirketleri kurtarması için yardıma çağırır oldular, işte o an emeğin değeri de yeniden itibar kazanmaya başladı. Yeni birikim modelinin ilk uygulama laboratuarı Latin Amerika’ydı. Orada kırların kentleri istilası ‘60’lı yıllarda başladı ve 1980’lerin ortalarına kadar otoriter yönetimler iktidar oldular. Neo-liberalizme muhalefetin önce Latin Amerika’da filizlenmesi rastlantı değildi. Yerleşik kent emekçileri haline gelen ve emekçi olarak sorunlarının kaynağında neo-liberal politikaların etkisini gören kır göçerleri toplumsal/siyasal hayatı dönüşüme uğrattılar. Böylece ‘90’larla birlikte Latin Amerika’da halkçı iktidarlara tanık olunmaya baş-

7


Kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişme yasası bütün toplumsal sınıfların içinde iktisaden eşitsiz sonuçlar ortaya çıkarmakla kalmaz, düşman sınıfların saflarında olduğu kadar, halk sınıflarının, işçi sınıfının saflarında daeşitsiz kültürel, entelektüel sonuçlar ortaya çıkarır. Bu hakikat işçi sınıfının küçük bir azınlığının kendi sınıfının çıkarlarının bilincine ulaşması sonucunu doğurur. Bu nedenle öncü parti fikri, öznel bir tercih değil, kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının tanınmasından doğan mantıki bir sonuçtur. Zenginliğin kaynağını emek ekseninde tanımlamıyorsanız, dünyayı değiştirme işlevine esas olarak işçi sınıfının sahip olduğu sonucuna ulaşamayacağınız gibi, öncü parti fikrini de anlamlı bulmaz, öznel bir tercih yani Lenin’in ( Marx da farklı bir şey söylemez) ihtirasının bir ürünü zannedersiniz. Burjuva solu, klasik biçimi ile sosyal demokrasiyi ve sınıf savaşımının varlığını kabul etse de, bu kabulü proletarya diktatörlüğü hedefine bağlamadığı için işçi sınıfının yaşamını iyileştirme mücadelesiyle kendini sınırlandırarak, işçi sınıfını reformlar yoluyla düzene bağlar. Böyle olsa bile sosyal demokrat partiler ya sınıf savaşının varlığını kabul eden işçileri örgütlerler ya da sosyal demokrat partiler içinde işçiler sınıf savaşının varlığını kabul ederler. Peki ya burjuva sağı? Onlar işçinin sefaletinin kaynağının tanrısal ya da başka milliyetten işçilerin varlığında olduğunu vaaz ederler. Saflarında da bu düşünceyi benimsemiş işçiler bulunur. Bu başlı başına bir fark oluşturur. Bir analoji yapacak olursak, burjuva solunun saflarında bulunan işçiler “yanlış sınıf bilincine” sahip işçilerdir. Sosyalist siyasetin burjuva solunun içinde cereyan eden gelişmeleri titizlikle ele almasının, bu partiler içinde cereyan eden gelişmelere müdahale etmek için her fırsatı değerlendirmesinin nedeni budur. Bu nedenle, burjuva solunun, sosyal demokrat partilerin iç sorunlarına kayıtsızlık, sosyalist hareketin tutumu olamaz.

CHP nasıl bir partidir?

Neo-liberalizm yaklaşık iki on yıl boyunca bütün partileri sağa doğru kaydırdı. Sosyal demokrasiyi neredeyse bitirdi. Bu dönemden henüz yeni çıkmaya başladığımız koşullar altında CHP’yi değerlendiriyoruz. CHP’nin ise sosyal demokrat bir parti olmadığı aşikâr.

Fotoğraf: Erhan ARIK / NarPhotos

adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum

Burjuva solu, klasik biçimi ile sosyal demokrasiyi ve sınıf savaşımının varlığını kabul etse de, bu kabulü proletarya diktatörlüğü hedefine bağlamadığı için işçi sınıfının yaşamını iyileştirme mücadelesiyle kendini sınırlandırarak, işçi sınıfını reformlar yoluyla düzene bağlar. Böyle olsa bile sosyal demokrat partiler ya sınıf savaşının varlığını kabul eden işçileri örgütlerler ya da sosyal demokrat partiler içinde işçiler sınıf savaşının varlığını kabul ederler. Bütün partiler tutumlarını, başka şeyler yanında diğer partilerin konumlarını da faktör olarak görüp belirlerler. CHP, İsmet İnönü zamanından beri solun gelişmesine karşı sola bariyer olmak üzere kendini konumlandırırken, solu temsil ediyormuş izlenimi veren ama aslen TC’nin en köklü sağ partisidir. Bu sola geçişi İnönü kendi ifadesiyle “TİP’in gelişiminin önünü kesmek” diye ifade etmişti. Ve bu işin miladı da TİP’in yüzde 3 oyla milli bakiye sisteminin sağladığı avantajla 15 milletvekilini parlamentoya soktuğu tarihe tekabül eder. İşte bu CHP o zamandan beri pusulasını sosyalist hareketin engellenmesi amacına yönelik olarak sosyalist harekete

8

göre ayarlamaktadır. Sınıf hareketinin yükseldiği zamanlarda daha çok sol politikalara yer vermekte, düştüğü zamanlarda neo-liberalizme kadar kapılarını en geniş biçimde sağa açmaktadır. CHP İnönü ile birlikte “ortanın solu” siyasetini benimsediğinde; sosyal demokrat olmasa bile, aslında bir reform partisi çizgisini benimsemiş oldu. Bu bir süre böyle devam etti. Ama ne zamanki Kürt Sorunu’nun kendini dayatmasıyla birlikte milliyetçiliğin yoğunlaşması ve solda ulusalcılık adı altından şoven dalganın yükselişi şoven milliyetçiliği tetiklemesi CHP’yi de etkisi altına aldı, CHP’nin reformculuğu sahiciliğini yitirdi. Çünkü özelde Kürt meselesinde takınılan karşı


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum

CHP’nin Adalet Yürüyüşü’nü ve Adalet Kurultayı’nı da, Meral Akşener’in kurmayı düşündüğü “merkez sağ” parti girişimini de AKP’ye alternatif bir iktidar seçeneğinin şekillendirilmesi çabası olarak ele almak gerekir. CHP ve Kılıçdaroğlu’nun rolü

Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin başına bir projenin uygulayıcısı olarak getirildi ve iktidara gelişinde Fetullah Gülen Cemaati aracılığıyla ABD’nin de bir yeri var gibi görünmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu iktidara geldiğinden beri üç şeyi temel alarak yürümektedir.

tutum, reformların da gerçekleşmesine olanak vermiyor. İşte CHP’nin bu iki özelliği; sosyalist hareketin önünü kesmek için sol argümanlara yaslanan bir “sol” parti olma nosyonu, milliyetçi-devletçi karakterinden dolayı sahip olduğu anti-Kürt tutumu ile birlikte onun iflah olmaz çelişkisini oluşturuyor. Yenikapı ruhundan söz eden CHP ile Adalet yürüyüşünü gerçekleştiren CHP arasındaki fark bu çelişkiden doğuyor. CHP’nin anti-faşist cephe çağrılarına kayıtsız kalmasının nedeni de bu çelişki. İki partili sistem konusunda yeterli güvenceleri almış bir CHP’yi bambaşka bir kompozisyon içinde görmek mümkün. RTE diktatörlüğü kendisini de vuracak göründüğü için CHP faşizme karşı bir tutum sergileme konumuna girmiş görünüyor.

• Alevilerin sosyalistlerden ve Kürt Hareketi’nden uzak tutulması, • Mücadeleye yönelen yığınların pasifize edilmesi, • Devletin bölünmezliği ilkesinin katı savunuculuğuyla Kürt Sorunu’ndaki her türlü reform girişiminin engelleyicisi olma. Bu misyonu sürdüren Kılıçdaroğlu parti saflarında yükselen muhalefetin gazını almak üzere Adalet Yürüyüşü üzerine açığa çıkan enerjiyle Adalet Kurultayı’nı gerçekleştirmeye girişti.

Burjuvazi siyaset alanını yeniden düzenlemek istiyor

ABD 2000’li yıllara 9/11 Eylül şokuyla girdi. Despotik Ortadoğu rejimlerinin İslami fundemantalizm için gübrelik fonksiyonu gördüğünün bilincine varmış olan ABD, artık kendisi için de tehlike arz ettiğini düşündüğü İslami fundemantalizmi dizginleyerek Ortadoğu’ya yeni bir nizam verebilmek için “ılımlı” siyasal İslamı temsil

Türkiye burjuvazisi için de AKP taşınması zor bir yük konumunda. Ancak onlar da etten önce kazana atlayarak AKP’nin hışmını üzerlerine çekmek istemiyor ve temkinli bir siyaset izlemeyi tercih ediyorlar. Böyle de olsa Türkiye burjuvazisi CHP’yi bir iktidar alternatifi olarak hazırlamaya çalışıyor.

9

ettiğini düşündüğü AKP’nin iktidara taşınmasından özel bir yarar umdu. AKP Türkiye’de iktidar katına taşınacak, Türkiye Ortadoğu halklarına benimsemeleri istenilen rol model ülke olarak sunularak Ortadoğu rejimleri birbiri ardına değiştirilecekti.2000’li yılların başlangıcında, Tayyip Erdoğan’ın henüz hiçbir vasfı yokken ABD Başkanı ile görüşebilmesinin nedeni buydu. Büyük Ortadoğu Projesi “Arap Baharı”nın kışa dönüşmesiyle birlikte iflas etti. Projenin iflası AKP’nin de kullanım tarihinin bitmesi sonucunu doğurdu. ABD’nin değişen önceliklerine kendini uyarlayamayan, Büyük Ortadoğu Projesi’nde kendisine verilmiş olan bölgenin lider ülkesi olma rolünü sürdürmek isteyen AKP, kısa zaman içerisinde başta ABD olmak üzere uluslararası kapitalist merkezlerle çatışma içerisine sürüklendi. 2010’lu yıllarla birlikte bu çatışma daha da şiddetlendi. AKP ile olan çatışmasının taşınamayacak noktaya gelmesi nedeniyle ABD Türkiye’de burjuva siyasetini yeniden tanzim etme çabası içerisine girmiş bulunuyor. AKP’nin yerine başka bir burjuva seçeneğinin iktidar katına taşınması ABD’nin önceliklerinden birini oluşturuyor. 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni bu açıdan da ele almak gerekiyor. Lakin bütün emperyalistler gibi tek bir seçeneğe bağlı kalmak istemeyen ABD, toplumsal desteğini henüz yitirmemiş AKP’yi iktidar katından indirebilmek için koşulların olgunlaşmasını bekliyor. Türkiye burjuvazisi için de AKP taşınması zor bir yük konumunda. Ancak onlar da etten önce kazana atlayarak AKP’nin hışmını üzerlerine çekmek istemiyor ve temkinli bir siyaset izlemeyi tercih ediyorlar. Böyle de olsa Türkiye burjuvazisi CHP’yi bir iktidar alternatifi olarak hazırlamaya çalışıyor. Meral Akşener’in kurmaya düşündüğü “merkez sağ” partiyle MHP oylarının büyük bir çoğunluğu ile AKP oylarının bir kısmı devşirilebilir ve CHP de toplumsal muhalefetin geniş kesimlerinin sözcüsü konumuna ulaşıp oylarını arttırabilirse AKP’nin parlamento çoğunluğu yitireceği hesabı yapılmaktadır. CHP’nin Adalet Yürüyüşü’nü ve Adalet Kurultayı’nı da, Meral Akşener’in kurmayı düşündüğü “merkez


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum sağ” parti girişimini de AKP’ye alternatif bir iktidar seçeneğinin şekillendirilmesi çabası olarak ele almak gerekir. Koşullar olgunlaştığında Türkiye burjuvazisi bu iktidar seçeneğine destek olacaktır.

CHP’ye karşı tutum ne olmalıdır?

CHP türü partiler, kendi iç dinamiklerinin etkisiyle tarihin hiçbir döneminde kararlı bir muhalefetin öncüsü ve sözcüsü olamazlar. İkircikli, sallantılı ve basiretsiz politika bu türden partilerin sınıf karakterinin gereğidir. CHP gibi partiler yükselen toplumsal dinamizm kendi kontrollerinden çıktığında, bürokratik parti aygıtları da sarsılır, partinin yeniden yapılanması zorunluluğu doğar. Doğası gereği, yükselen toplumsal dinamizmin dönüştürdüğü partiler genç, kadın ve işçi olmaya doğru evrilirler. İspanya, Portekiz, Yunanistan, Almanya, İngiltere’de tanık olduğumuz gelişmeler, bu söylediğimizi doğruluyor. CHP niteliği gereği başlatmış olduğu “adalet” yürüyüşünün kazandığı toplumsal dinamizmin kendi kontrolünden çıkmasından korktu, Türkiye’nin mevcut şartlarında toplumsal dinamizmin temel aktörü Kürt hareketi olduğu için ondan uzak duran bir tutum takındı. HDP’nin destek için Adalet Yürüyüşü’ne katılmasından bir gün önce yürüyüşte devasa T.C. bayrağının birden peydah olmasının nedeni buydu. Adalet Kurultayı’nın örgütlenme biçimine baktığımızda da aynı korkuları görmek mümkün. Ancak Kürt sorunu söz konusu olduğunda CHP içinde bir iç mücadelenin sürdüğünü de gözardı etmemek gerekir. Meclis aritmetiği açısından yaklaşık 20 CHP’li vekilin anayasa değişiklik taslağına destek vermesi dokunulmazlıkların referanduma gerek kalmaksızın kaldırılmasını olanaklı kılıyordu. Taslak da yaklaşık bu sayıda CHP’li vekilin desteği ile Meclis’ten geçti. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet oyu vermeyen CHP’li vekillerin, “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” tutumuna karşı kararlı bir duruş sergiledikleri iddia edilemese bile, Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımını desteklemediler. Kuşkusuz taslağa destek vermeyen vekillerin büyük bir çoğunluğunun tutumunun nedeni, Kürt sorununa ilişkin demokratik bir

Fotoğraf: Erhan ARIK/ NarPhotos

CHP’nin AKP karşısında kararlı bir muhalefet yürütememesinin en önemli nedeni, sol argümanlara yaslanan bir “sol” parti olması ile milliyetçi-devletçi karakterinden dolayı sahip olduğu anti-Kürt tutumu arasındaki iflah olmaz çelişkisinden kaynaklanmaktadır. yaklaşıma sahip olmaları değil, Enis Berberoğlu örneğinde de görüldüğü gibi daha sonra kendilerini de vuracak olan kürsü dokunulmazlığının ortadan kaldırılmak istenmesiydi. Taslağa evet oyu veren vekiller de, anayasal güvence altında olan kürsü dokunulmazlığını ortadan kaldıran taslağın savunulması mümkün olmayan içeriğini destekledikleri için değil, Kılıçdaroğlu’nun itibarını korumak için evet oyu verdiler. Sonuç olarak, taslağın Meclis’ten geçmesi için yaklaşık 20 CHP’li vekilin oy vermiş olmasına bakarak CHP’nin AKP ve MHP ile danışıklı dövüş içinde olduğundan söz etmek abartılı bir yorum olur.30 yıldan uzun zamandır Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununun CHP içinde yaklaşım farklılıklarına yol açmaması beklenemez. Nihayetinde yukarıdaki örnek Kürt

10

sorununda CHP içindeki yaklaşım farklılıklarının da bir göstergesidir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, CHP’nin AKP karşısında kararlı bir muhalefet yürütememesinin en önemli nedeni, sol argümanlara yaslanan bir “sol” parti olması ile milliyetçi-devletçi karakterinden dolayı sahip olduğu antiKürt tutumu arasındaki iflah olmaz çelişkisinden kaynaklanmaktadır. CHP bu çelişkiyi aşmadığı müddetçe, Türkiye’de toplumsal dinamizmin en önemli aktörü olan Kürt Hareketi’nin desteğini alamaz, dolayısıyla AKP karşısında güçlü bir iktidar alternatifi oluşturamaz.

Faşizme karşı cephenin olası ittifak gücü olarak CHP

Hemen herkes AKP eliyle inşa edilen faşizm yeltenişinden söz etse de tehlikenin ciddiye alındığından kuşku duymak için haklı nedenlerimiz var.


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum AKP’nin faşizmi kurumsallaştırması her gün hız kazanırken, Türkiye Sosyalist Hareketi ile Kürt Hareketi, dünya sosyalist hareketinin faşizme karşı tutumunu 1936 yılına kadar belirlemiş olan yanılgılar zincirini tekrar edenbir görünümsunuyor. CHP’yi AKP ve MHP gibi burjuva partileriyle aynı kategoride gören değerlendirmelerini ciddiye almak bile gerekmez. Bu türden değerlendirmeler bilimsellikten bütünüyle uzaktır. Bunları bir kenara koyalım… Dünya sosyalist hareketinin tarihinden biraz haberdar olan her sosyalist, sosyalist harekete 1936 yılına kadar egemen olan, faşizmin iktidar katına yükselmesine karşı kayıtsız bir tutum takınılmasına neden olan temel yanılgının sosyal demokrasiyi “sosyal faşizm” olarak niteleme hatası olduğunun farkında. Bu nedenle CHP’yi “sosyal faşizm” ile suçlama kabalığına ender olarak tanık oluyoruz. Ama yine de CHP’nin anti-faşist bir cephe içerisinde yer alacak kuvvetlerden biri olarak görülmesine karşı güçlü bir direnç var. Bu direnç, CHP’nin anti-faşist cephe çağrılarına kayıtsız kalan tutumundan da güç alıyor. Lâkin en belirgin yanılgı, CHP’den beklentiyi yüksek tutmaktan kaynakla-

Kararlı demokratik güçler bir kuvvet merkezi oluşturarak CHP üzerinde basınç oluşturmadıkları takdirde, CHP’nin kendi iç evrimiyle kararlı bir muhalefet partisi haline gelmesi, ciddi bir iktidar alternatifi olması beklenemez. CHP’nin sınıf karakteri ve bürokratik aygıtı buna izin vermez. nıyor. CHP’nin sınıfsal niteliği ve bürokratik yapısı gözardı edilerek ondan daha kararlı politikalar izlemesi talep ediliyor. Bu gerçekleşmeyince de CHP ile işbirliği yapma, ittifak ilişkisi kurma çabaları bin bir sıfatla (milliyetçilik, sosyal şovenizm, sınıf işbirlikçiliği, reformizm, kuyrukçuluk, vs.) nitelendirilerek suçlanıyor. Bu yaklaşım, hangi laf cebirine dayandırılırsa dayandırılsın, dünya sosyalist hareketine 1936 yılına kadar egemen olan “sosyal faşizm” tezinin farklı bir kılıkla kendisini dışa vurmasıdır. AKP faşizmini geriletebilmek için, karşı bütün toplumsal kuvvetlerle işbirliği yapmak, ittifak ilişkisi kurmak zorunludur. Bu toplumsal kuvvetlerin başında da CHP gelir. Sekter argümantasyonlarla CHP ile işbirliği yapmaktan, ittifak ilişkisi kurmaktan kaçınanlar olağanüstü bir devlet biçimi olan faşizmin tehlikelerinden ne kadar söz ederlerse etsinler, ona karşı mücadelenin

gerekliliklerini yerine getirme yeteneğinden yoksundurlar. Diğer uçta farklı bir yanılgının olduğundan da söz etmek gerekir. Bu yanılgı CHP’nin hatalarının eleştirisinden kaçınarak onun ile işbirliği yapma, ittifak kurma yolunun açılabileceği düşüncesindedir. CHP’ye yönelik eleştirinin onun içine kapanması, kararlı demokratik kuvvetlerle arasına mesafe koyması sonucunu doğurduğu düşüncesinden yola çıkılmakta, eleştiri bir yana bırakılmakta, bunun sonucu olarak da CHP’nin eyleminin basit bir uzantısı olma konumuna sürüklenmektedir. Niyet ne olursa olsun, bu tutum derinleştirildiği takdirde sosyalist hareketin tasfiyesinden başka bir sonuç vermez. Doğru tutum, CHP’yle işbirliği ve ittifak imkânlarını sonuna kadar zorlarken, eleştiriyi beklenti çıtasını gerçekçi bir yerden kurarak yapmaktır.

Bir kuvvet merkezi oluşturmak

Kararlı demokratik güçler bir kuvvet merkezi oluşturarak CHP üzerinde basınç oluşturmadıkları takdirde, CHP’nin kendi iç evrimiyle kararlı bir muhalefet partisi haline gelmesi, ciddi bir iktidar alternatifi olması beklenemez. CHP’nin sınıf karakteri ve bürokratik aygıtı buna izin vermez. Böyle bir kuvvet merkezi oluşturulmadığı için, Adalet Yürüyüşü, Adalet Kurultayı türü çıkışları yapsa bileCHP sallantılı, basiretsiz, ikircimli politikanın girdabında debelenmeye devam edecektir. CHP’nin daha kararlı bir hatta çekilmesi görevi sosyalistlerin sorumluluğundadır. Sınıf siyasetiyle/devrimci siyasetle, CHP türü “sol” partilerle ilişki diyalektiğinin doğası bunu gerektirir. Bütün demokratik toplumsal kuvvetlerin yan yana getirilmesi bu nedenle bugünün öncelikli görevidir. Böyle bir kuvvet merkezi eylemli bir biçimde yan yana gelme ve belli bir etki ortaya koyma becerisini gösterebilirse, CHP kendi tabanında uyanmış olan itirazı denetim altında tutabilmek için bu kuv-

11


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum

CHP eleştirisinden pozitif bir sonuç çıkmayacağını bilmek gerekir. CHP eleştirisinin dönüştürücü bir etki yaratmasının birinci şartı kararlı demokratik toplumsal kuvvetlerin bir kuvvet merkezi oluşturmalarından geçer. CHP gibi partiler lafla değil kuvvetle eğitilirler... Adalet Yürüyüşü karşısında tutum ne olmalıydı?

AKP’ye karşı zaten kararsız bir muhalefet yürüten CHP, 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle birlikte AKP’nin ba-

sıncını daha fazla üzerinde hissetmeye başladı. Bütün olgular, Tayyip Erdoğan’ın “Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğü darbe girişimini bir fırsata dönüştürerek faşizmi kurumsallaştırma yoluna gireceğini gösterdiği halde, Kılıçdaroğlu “sağduyulu muhalefet” icra ederse, Yenikapı ruhuna sarılırsa CHP üzerinde kurulabilecek baskıyı savuşturacağı yanılsaması içerisine sürüklendi. CHP’nin temel yanılgısını, içeride ve dışarıda gırtlağına kadar suça bulaştığı için iktidardan düştüğü an yargılanması kaçınılmaz olan Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının kurtuluşunu faşizmi kurumsallaştırmakta gördüğü gerçeğini ıskalaması oluşturuyor. Tayyip Erdoğan ipleri gevşetmesinin sonunun başlangıç noktasını oluşturacağını görüyor, bu nedenle kendi partisi içerisinde bile aykırı sese tahammül edemiyor. Bu yönelim uzun zamandır AKP’nin zorunluluğunu oluşturuyor. AKP’nin bu zorunluluğu onun hem avantajı hem de zayıf yanı. Avantajlı zira mezbahanın kapısında bekleyen muhtemel kurbanlar sıranın kendilerine gelmeyebileceği yanılsaması içinde nötralize olmakla kalmıyor, onları geniş bir cephe içinde birleştirmek de olanaklı değil. Geri durursam paçayı kurtarırım düşüncesinin muhalefet saflarında egemen olması AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma yeltenişini kolaylaştırıyor. Bu zorunluluk AKP’nin zayıf yanını da oluşturmakta. Eğer kararlı bir muhalefet tesis edilir, AKP’nin devrilebileceği umudu yaratılabilirse, AKP safları da ciddi bir çözülmeyle yüz yüze gelebilir. AKP iktidarının sürdürülmesinde Tayyip Erdoğan’ın parti üzerindeki mutlak hakimiyetinin belirleyici rolü, kararlı ve AKP’yi iktidar katından indirebilecek bir iktidar alternatifinin yaratılmasıyla birlikte AKP’nin sonunu getirebilecek negatif bir faktör olarak işlev görebilir. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından, AKP’yi geriletmek ve giderek iktidardan indirmek için ortaya çıkan fırsatları CHP’nin hovardaca harcadığını söylemek gerekir. CHP, 15 Temmuz’un ardından AKP’nin en zayıf anında Yenikapı’da arz-ı endam ederek ona hayat öpücüğü vermekle kalmadı, YSK’nın mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayarak seçimlere karıştırılan hileyi yasal bir kılıfa büründürme çabasına karşı sokağa taşan öfkeyi de önlemeye yöneldi. Güven verici olmasa da şimdi daha kararlı bir muhalefet rolüne soyunmuş

12

görünüyor CHP. Yenikapı ruhundan söz eden, Referandum ertesinde sokağa taşan öfkeyi gemlemeye çalışan CHP ile, “kontrollü darbe” söylemini öne çıkaran, Adalet Yürüyüşü’nün ardından Referandum sonuçlarını tanımadığını ilan eden CHP arasında büyük bir fark var. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından vefa gösterdiğini düşünen CHP’nin payına cefa düştüğünün göstergesi Enis Berberoğlu’nun tutuklanması oldu. Bunun üzerine CHP “vefa gösterdik cefa çekiyoruz, al sana muhalefet” tutumunu benimseyerek Adalet Yürüyüşü’nü başlattı. CHP’nin bu hamlesiyle Kılıçdaroğlu kısa vadede muhalefetin liderliğini ele geçirmekle kalmadı, CHP’de sürmekte olan başkanlık tartışmasına da son verdi. Baykal’ın hevesinin kursağında kaldığını söylemek gerekir. Kimileri belirsiz ve içeriksiz bulsa da, pek çok toplum kesiminin kendisini içinde bulabileceği bir üst başlık “adaFotoğraf: Tolga SEZGİN / NarPhotos

veti dikkate almak ve işbirliği yapmak zorunda kalacaktır. Kürt Hareketi de önümüzdeki süreçtehesabını iyi yapmalı, eyleminin iktidar için yıldırıcı bir saldırı noktası olarak kullanılmasına imkân vermeyecek bir tutum içinde olmalıdır. Kürt hareketi gerilla eylemini yükselterek müdahale etme yoluna giderse, silahların sesi yığınların sesinin örtülmesinde ve CHP önderliğinin kararlı demokratik kuvvetlerin kendi üzerinde oluşturduğu basıncı savuşturmada aradığı bahaneyi oluşturuverir ve Adalet Yürüyüşü’yle birlikte başlayan CHP’nin muhalefet girişimi de başladığı gibi son bulabilir. CHP dışındaki kararlı demokratik güçlerin bugüne kadar birleşik bir kuvvet/hareket oluşturamamalarının hiçbir anlamlı gerekçesi yoktur. Bu güçler arasında yaklaşım farklılıkları kuşkusuz vardır, ancak bu farklılıklar asgari bir demokratik program içerisinde telif edilebilirler. Bunun gerçekleşmemesinin öncelikli nedeni, demokrasi güçlerinin sekter, grupçu tutumudur. Şu ya da bu gerekçe, şu ya da bu politik farklılık, şu ya da bu ayrılığı bahane ederek kararlı demokratik güçleri bir kuvvet merkezi etrafında toplama gereğini yerine getirmeyenin CHP eleştirisinden pozitif bir sonuç çıkmayacağını bilmek gerekir. CHP eleştirisinin dönüştürücü bir etki yaratmasının birinci şartı kararlı demokratik toplumsal kuvvetlerin bir kuvvet merkezi oluşturmalarından geçer. CHP gibi partiler lafla değil kuvvetle eğitilirler...


adalet yürüyüşü ve chp’ye karşı tutum let”. Zaten bu özelliği nedeniyle çağırıcı bir kuvvete sahip olduğu, bir dizi mağduriyetin bu başlık altında ifade edilebileceği Adalet Yürüyüşü esnasında da görüldü. CHP’nin çelişkileri ne olursa olsun, CHP’nin “sol”dan muhalefetinin ister istemez yol açabileceği toplumsal mücadeleler söz konusu olabilir. Papaz Gapon 1905 Devrimi’ne yol açan olayların tetikleyicisi olmuş, olayların gelişimi karşısında ödü patlayan Kemal Türkler, 1516 Haziran’da radyoya çıkıp, ilan edilen sıkıyönetimi desteklemek üzere, işçileri provokatör Dev-Gençlilere uymamaya ve evlerine dönmeye davet ederken işçi sınıfının sınıf mücadelemiz tarihindeki en büyük eyleminin gerçekleşmesinin önüne geçememiştir. Yığınları iktidarın eylemine karşı haklı bir temelde sokağa çağıran her çağrıya kulak verilmeli ve bunun sistemin kendisini yenilemesine olanak sağlayan bir harekete dönüşme-

sini engellemek ve devrimci sonuçlar ortaya çıkarmak üzere harekete geçmek sosyalistlerin en temel görevidir. Burada başka hiçbir mülahazaya bakılmaz. Tek mülahaza devrimci sonuçların çıkmasını sağlayıcı müdahalede bulunma tutumu içinde olmaktır. Adalet Yürüyüşü karşısında reddederek değil, bu eylemin sürekliliğin sağlanması yoluna girilerek Kılıçdaroğlu’nun tutumu boşa düşürülebilirdi. Dışında kalıp yürüyüşün sahteliği üzerine yapılacak eleştiriler, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi toplumsal muhalefetin gazını alma işini başarıyla yürütmesine olanak sağlamaktan başka bir anlama gelmezdi. Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi oynamasına olanak tanımadan, bütün yerellerde paralel bir hareketin başlatılması ve İzmir yürüyüşü gibi ülkenin dört bir yanından benzer yürüyüşlerin örgütlenmesi Gezi gibi bir patlamanın potansiyelini içinde taşıyabilirdi.

HDP de içinde olmak üzere kararlı demokratik kuvvetlerin neredeyse bütünü Adalet Yürüyüşü’ne katılarak destek vermiş olsalar bile, bütün gövdeleriyle içinde yer alarak eylemden devrimci sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacak bir tutum sergilemediler. Tutuk, tereddütlü ve inisiyatiften yoksun bir pozisyon takındılar. Böylelikle eylemin politik yönelimi üzerinde etkide bulunma şanslarını kaybettiler. Böylelikle Kılıçdaroğlu toplumsal muhalefetin sözcülüğü konumunu elde etti. Sosyalist hareket ve HDP önümüzdeki dönemde bu hatasının sonuçlarıyla yüz yüze gelecektir.

Vicdan ve Adalet

HDP’nin, Adalet Yürüyüşü sonrasında Diyarbakır’da başlayan İstanbul, Van ve İzmir’de devam ederek sonlandırılan Vicdan ve Adalet nöbetleri devletin kafese alması sonucunda toplumsal muhalefetle kitlesel buluşma eylemlerine dönüşemedi… Buna rağmen toplumsal muhalefetin neredeyse tüm kesimlerinin temsilcileri düzeyinde nöbetleri ziyaret etmesi HDP’den bir beklentinin olduğunu açıkça gösteriyor. CHP’nin, nöbetin sürdüğü her ilde il başkanlarının ve parti yöneticilerinin ve kimi milletvekillerinin HDP’nin vicdan nöbetlerini ziyaret etmesi hem bu beklentinin, hem de kazanılan sözcülüğün rolüne uygun olarak politikayı devam ettirmesinin bir sonucu…

Adalet Kurultayı

CHP toplumsal muhalefetin sözcülüğünü sürdürme iradesine sahip olacağını bu eylemlerin üzerine Çanakkale’de düzenlediği Adalet Kurultayı ile bir kez daha gösterdi. Kurultay için yer seçiminden tutun da etkinliklerin düzenlenme biçimlerine kadar her şey CHP’nin sınırlarını bir kez daha açığa çıkarırken Adalet Yürüyüşü ile açığa çıkan dalganın yok olmadığını ancak yükselmediğini de göstermiş oldu… Adalet talebi ile devrimci sonuçların ortaya çıkmasının yegâne yolu dalgayı yükseltecek bir güç merkezinin ortaya çıkarılmasıdır. CHP’nin kendi görevini yaptığı bir süreçte mesele toplumsal muhalefetin, Kürt hareketinin, sosyalist hareketin açığa çıkan görevlere uygun hareket edip etmemesinde… Zaten herkes görevi üstlenmemenin sorumluluğunun ne kadar ağır olacağının ve tehlikenin farkında…

13


HDP’nin 25 Temmuz’da Diyarbakır’da başlattığı “Vicdan ve Adalet Nöbeti” İstanbul, Van’ın ardından 20 Ağustos’ta İzmir’de sona erdi. 80 milyonun vicdanına seslenen nöbetin son gününde Gündoğdu Meydan’ında HDP Batman Milletvekili Ayşe Acar Başaran, HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve HDP Grup Başkan Vekili Ahmet Yıldırım ile söyleştik.

Söyleşiler: Fırat Can KALYON

vicdan ve adalet nöbeti

bir işaret fişeği çakmak

14


bir işaret fişeği çakmak Ayşe Acar BAŞARAN HDP Batman Milletvekili

nöbetler umudumuzu büyüttü Vicdan ve Adalet Nöbetleri herkese birlikte durulması gerektiğini, başka çıkar yolun olmadığını hissettirdi. Kürsüyü kullananlar adalete olan ihtiyacını dillendirdi, kendi cephesinden vicdanlara seslendi. Vicdanlara seslenmek derken şu algılanmasın; Erdoğan ya da Bahçeli’nin etrafına ya da kendilerine bir sesleniş yok burada. Türkiye toplumunun tamamında bu uygulamalardan rahatsız olanlara bir sesleniş var. Ortak mücadeleye çağrı var. Vicdan ve Adalet Nöbeti neyi amaçlıyordu? Nöbetler, son durağı olan İzmir’de sona ererken amacına hizmet etmiş oldu mu? Ben Amed’deki nöbetin bir kısmına katılabildim, İstanbul’daki nöbetin tamamında vardım. Bu nöbetler çerçevesinde bir tek Van’da yoktum. Başlangıcı ve sonu arasındaki farkı da görmek açısından birebir gözlemlerimi aktarabilirim; sürecin başlama noktasını ve geldiği yeri. Aslında tüm illerin ortak noktaları ve bazı farklılıkları vardı. Ortak nokta, oluşturulan abluka idi. Bu da gösteriyor ki bu konuyla ilgili merkezi bir karar alınıyor. Normalde yapılan etkinliklerle ilgili merkezi karar verme yetkileri yok. Çünkü merkezi iradenin buraya müdahale gibi bir şansı yok. Normal koşullarda insanların, özellikle siyasi partilerin, özellikle vekillerin kendilerini ifade etme özgürlüğü için her dönem, her yerde alanların oluşturulması gerekirken, bunun tam tersini görüyoruz. Her yerde, nöbet yerleri alınan bu merkezi kararla abluka alanlarına dönüştürüldü. Bu abluka alanlarının metrekaresi bile hemen hemen aynı. O bile hesaplanmış. Hepsinin bir ortak noktası daha, bu nöbetleri zorlaştıracak koşulların oluşturulmaya çalışılmasaydı. Hep en sıcak noktaların nöbet alanı olarak ayrılması gibi. Normalde, devletin temel yaklaşımı hak ve özgürlüklerin önünü açmak olmalı. Türkiye’nin üçüncü büyük partisine, söylemlerini, eylemlerini gerçekleştirirken kolaylık sağlanması gerekirken, devlet ya da merkezi idare burada metrekareyi bile hesaplamış, güneşin en fazla etki edebileceği alanı tespit etmiş ve bizi oraya hapsetmeye çalışıyor. Buranın fiziki koşulları görülmeden buradaki atmosfer de çok anlaşılamıyor. Devlet bütün bu nöbetler boyunca sürekli aynı propagandayı yaptı; Halkın desteği yok, bir sahiplenme yok, halk HDP’ye sırtını döndü. Kürdistan’da, Diyarbakır’da halk artık HDP’yi desteklemiyor, insanlar yanlarına yaklaşmıyor, sadece vekiller kendi başlarına çıkıp açık-

lama, grup toplantısı yapmak zorunda kaldılar vs gibi bir propagandaları oldu. Bu ablukanın temel amaçlarından biri buydu. Özellikle halkın buraya gelişini engellemek ve ortaya çıkan durumla da toplumda başka algılar yaratma istekleri vardı. Burada bize uygulanan, AKP’nin son iki yıldır yoğunlaştırmış olduğu ve kendi cephesinden başarıyla sürdürdüğü operasyonlar sisteminin bir parçasıydı. Ses sistemi içeriye alınmıyor, cezaevi koşulları yaratılıyor. Kendilerine göre içeride olacak kişi sayısını belirliyorlar, eylemin içeriğine müdahale etmeye çalışıyorlar. Bu, eylem amacını aşıyor gibi söylemlerde bulunuyorlar. Bir eylemin amacının ne olduğunu belirleyecek olan eylemi yapan kişilerin kendileridir. Biz, buradaki nöbetçiler, nöbet eylemini sürdürenler olarak, bu eylemin neyi amaçladığını, sonuçlarının nereye vardırılmak istendiğini, buradaki saiki belirledik. Bu bizim inisiyatifimizde bir durumken, eylem içeriğini aşıyor diye burada insanları belli bir sayıda tuttular. Bütün illerde bu sayı 60 idi. Bu bir tesadüf değil. Van’da 60, Diyarbakır’da 60, İstanbul’da 60, burada 60. Bu altmış sayısı bizim de içerisinde olduğumuz bir sayı. Vekiller, danışmanlar, basın toplam sayı alınıyor, onun üstüne 10 kişi olacaksa, 10 kişi halktan getiriliyor buraya. Yani bu kadar planlı bir müdahale. Gelecek kişinin sayısının

15

hesaplandığı, hangi pankartların girip girmeyeceğinin belirlendiği, alanın kaç metrekare olacağı, alanda bizi nereye yerleştirecekleri vb. Bunları yaparken gerçekten büyük bir gayret sarf etmişler. Gelip burayı incelemişler, hesap yapmışlar, ince bir çalışmanın ardından bu noktaya gelmişler. Ama İzmir’de süreç boyunca benim en çok hoşuma giden şey, bu alanın yukardan bir görüntüsünün alınabilmiş olması. Ben diğer illerde de olsun çok isterdim. İlk defa her şey bu kadar net görünüyor. Yani nöbet yerinde ne var? İkili barikat var, bir barikat bizi halktan koparma, diğer barikat da onun üzerine katmerlenmiş bir barikat. Bizi bir tehlike olarak gösterme ve halktan koparma gibi bir sistem uyguluyorlar. Buna rağmen İzmir’de geçen beş günde gözlemlediğimiz çok sayıda ziyaretçi oldu özellikle sendikalardan, İzmir’in kent dinamiklerinden CHP’li vekillere, belediye başkanlarına kadar. Bu ziyaret yoğunluğunu havuz medyası “İşte şer ittifakı ortaya çıktı” şeklinde haberleştirdi. HDP’nin de, Türkiye’de en acil ihtiyacın bir demokrasi bloğu, bir barış ve özgürlük bloğu oluşturma olduğu yönünde tespitleri var. Buna hizmet etti diyebilir miyiz, bu final gününde, tam da İzmir’de bu şekilde geçmişken. Ben bunları anlatırken, oraya varmak için anlatıyordum. Bu ülkede faşiz-


min somut resmini çizin ya da fotoğrafını gösterin deseler, gelin Gündoğdu Meydanı’nda, ya da Diyarbakır’da Ekin Van Parkı’nda, Van’da Musa Anter Parkı’nda, İstanbul’da Yoğurtçu Parkı’ndaki resimlere bakın derim. İşte apaçık tek resim İzmir’de çıktı, buradaki resmi alın derim. Faşizm budur. Faşizm, tüm muhalifleri dışarıda tutan, tüm farklı sesleri kesen, herkesi tek tipleştiren, defalarca söylediğimiz gibi hepimize deli gömleği giydirmeye çalışan bir sistemdir aslında. Somut nedir deseniz böyle ifade edilir herhalde, terminolojik olarak açıklamaktan ziyade bunu söylüyorum. Bu kadar net bir saldırı varken, bunun karşısındaki tavır da çok iyi. Sadece İzmir açısından değil, yaptığımız her yerde ortak izlenim buydu. Her kesimden insan, emekçisi, kadını, genci, Alevisi, farklı siyasi partileriyle bir sürü farklı kesim gelip burada sözlerini söylediler. Yani Türkiye’deki bütün farklılıklar geldi, kürsüyü kullandı ve gördük ki mücadele ortak. Yani bir kadın mücadelesiyle, ekolojik mücadeleyi birbirinden ayırmak imkânsız, emek meselesini birbirinden ayırmak imkânsız. Kürt sorunu ya da Türkiye’nin içinde bulunduğu faşizm sorunu ile Türkiye’nin içinde bulunduğu diğer sorunları birbirinden bağımsız ele alamayız. Kayyumları, KHK’ları, vekillerin tutuklanmasını, tecridi, şu an konuşulmakta olan tek tip kıyafet meselesini

birbirinden ayrı tutamayız. Şu kürsüye çıkan herkesten, bir şekilde bunun ortak bir mücadele hattı olduğunu gördük. Çünkü herkesin talepleri ortak. Bu talepleri birleştirmiş mi oldu bu nöbet? Kesinlikle, bence sesleri birleştirmiş oldu. Herkes adaletin yanında bir de vicdanlara seslenme meselesinin önemini fark etti. Aslında nöbetler herkese birlikte durması gerektiğini, başka çıkar yolun olmadığını hissettirdi. Kürsüyü kullananlar adalete olan ihtiyacını dillendirdi, kendi cephesinden vicdanlara seslendi. Vicdanlara seslenmek derken şu algılanmasın; Erdoğan ya da Bahçeli’nin etrafına ya da kendilerine bir sesleniş yok burada. Türkiye toplumunun tamamında bu uygulamalardan rahatsız olanlara bir sesleniş var. Ortak mücadeleye çağrı var. Bu nöbetlerin bir tarafı da buydu, bu nöbetler aslında bitiş değil, küçük bir adım olarak ele alınmalı. Bundan sonraki süreç için bu nöbetler size de yol gösterici oldu mu? Tüm nöbetlerde ziyarete gelen insanların, kurumların talepleri ya da önerileri doğrultusunda HDP bundan sonraki süreci nasıl yönlendirmeyi düşünüyor? Ertuğrul Kürkçü’nün çok güzel bir tanımlaması var, bu “işaret fişeğidir,” dedi.

16

Bu nöbetleri bir “işaret fişeği” olarak görmek gerekir. Bu nöbetin sonucunda her şey değişecek, dönüşecek diye bir durum söz konusu değil. Bu yeni bir adımdı. Kurulmak istenen tekçi faşist anlayışın karşısında nasıl bir yol almamız gerekir sorusuna verilmiş bir cevaptı. Bundan sonrası da devam edecek. Nöbetler, İzmir itibariyle bitiyor. Zaten biz Türkiye’nin her dört tarafını kapsayacak, aslında Türkiye’nin fotoğrafını çekecek bir nöbet eylemi gerçekleştirdik. Van, Diyarbakır, İzmir, İstanbul. Fotoğraf çekilmiş oldu. Evet, ortaya bir fotoğraf çıktı. Bunun sonunda tabii ki durmayacağız, zaten bizim sloganımız da buydu. Biz biliyoruz ki ya biz duracağız, ya da faşist iktidarı durduracağız. Bizim durmamız, faşist iktidarı besleyecek ama onları durdurmaya çalışmamız, onları düşürecek. Bu sadece bizim tespitimiz değil. Hem şu andaki güncel örneklerde hem de tarihteki örneklerde bu böyle. Faşist iktidarları düşürmenin tek bir yolu var bir saniyelik bile olsa durdurmak, bir anlık durdurma onların anlık çöküşünü getirir. Çünkü durmamayı kendine hedef koymuş bir iktidardır. Erdoğan’ın her söylemine dikkat edin, her seferinde dozajı arttıran ve durmanın onları düşüreceğini söyleyen itiraflarla doludur. Acırsak, acınacak hale geliriz. Durama-


yız, durmamamız gerekiyor gibi sürekli böyle ifadeler kullanıyor. Bu ifadeler bence onun bilinçaltındaki gerçekliğin dışavurumu. O anlık duruş, onu çöküşe götürecek ama o an çok uzakta değil. Çünkü şu anda toplumun her kesimine saldırıyor yani şu anda bence AKP’nin içerisinde bile –sadece muhaliflerden söz etmiyorum- buraya gelmeyi, buraya gelme gücünü ya da cesaretini -her neyse ismi- kendinde bulamayan ama evinde oturup ya da şuradan geçerken “Gerçekten de bu kadar olmaz” diyen bir sürü insan var. Ya da vicdanı sızlayan, bu uygulamalardan bir şekilde etkilenen çok büyük bir çoğunluk var. Bu yüzde 50-50 ya da 51-49 meselesini aşan bir durum. AKP içerisinde gerçek Müslümanlar var, yani inançları doğrultusunda yaşayan ve o inançları çerçevesinde bu yapılanın zulüm olduğunu gören büyük bir kesim var. AKP’nin çevresinde ranta bulaşmış, kendini büyütenleri, saldırılarla koltuk kapmaya çalışanları dışarıda tutuyorum. Oy veren ama rahatsızlık duyan milyonlarca insan olduğunu düşünüyorum. Bu sayıda bizi farklı bir noktaya getiriyor.

Aslında referandum da bunun bir göstergesiydi. Bence referandum bile bunu tam olarak göstermez. Referandumda birçok insanda “Artık yeter, kurtulalım” hissi vardı ama bence bu bile yeterli değil. Adalet ve vicdan talebinden de daha geniş bir talep mi gerekir? Bence kesinlikle daha geniş bir talep gerekir. Şu anda Türkiye’deki insanların büyük bir çoğunluğu kendini özgür hissetmiyor, demokratik bir hukuk devletinde hissetmiyor, kendisini eşitler arasında eşit hissetmiyor. Kendini adilane bir sistemin içerisinde hissetmiyor. Sadece hukuk alanındaki adaletten söz etmiyorum, toplumsal adaletten, her alandaki adaletten söz ediyorum. Adil bir Türkiye’nin olmadığını görüyor ve vicdanı sızlıyor insanların. Bu vicdan sızlaması bir yerlere getirecek. Bu nöbetin bence bir olumlu tarafı daha vardı. Bize uygulanan basın ambargosunun bir yerden kırılmasını gördük. Basın bizi hiç vermeyebilir ama şu Gündoğdu Meydanı’nın etrafını turlayan bir

17

insan, bizim kriminalize edildiğimizi, terörize edildiğimizi, bu uygulamaların iktidarın kendini büyütme çabası olduğunu da gördü. Zaten vicdan ve bilmek meselesi birbirine çok yakın. Haksızlık, adaletsizlik olduğunu bildiğin ortamda vicdan meselesi devreye girer. Bence insanlar daha büyük bir çoğunluk halinde, onlara gösterilenin bir perde olduğunu ve hakikatin daha başka olduğunu biliyorlar. Bilme meselesi bence çok daha farklı noktalara götürecek Türkiye’yi. Bu dört nöbetten de büyük şevk aldık, insanlar buraya geldikçe bize güç kattılar. Bize umut verdiler, karşılıklı oldu tüm bunlar. Hâlâ Türkiye’de bir şeyleri değiştirmek isteyen milyonlarca insanın olduğu çok net ortaya çıktı. İlk başta da söylediğimiz gibi bütün demokrat, sosyalist, muhafazakâr demokrat kesimlerin, toplumdaki tüm adaletsizliğe uğrayan veya bu adaletsizliği hisseden kesimlerin birleştiği anda başarıya gideceğimiz hissini yakaladık. Önümüzdeki süreçte de Türkiye’yi farklı bir geleceğin beklediği umudu içimizde daha da büyüdü.


bir işaret fişeği çakmak Ertuğrul KÜRKÇÜ HDP İstanbul Milletvekili

girdiğimiz gibi çıkmıyoruz gündoğdu’dan! İleriye doğru bir adım attık, derinleştik ve faşizme karşı mücadele için yeni bir hareket noktası oluşturmayı başardık. “Vicdan ve Adalet Nöbetleri”ni kendi kapsamı içerisinde önemseyelim fakat bununla yeni bir dünya kurmuş olmayacağımızı da bilelim. Bu bir işaret fişeğiydi, yeni bir dünya kurma mücadelesine çağrının ilk adımıydı. Bundan sonraki adımlarla tamamlanmazsa hoş bir sâda olarak kalır. HDP’nin Amed’de başlatmış olduğu Vicdan ve Adalet Nöbeti bugün İzmir Gündoğdu Meydanı’nda sonlandırılıyor. İstanbul ve Van nöbetlerini de dahil ederek genel bir değerlendirme alabilir miyiz? Bugün 6. gün, akşam 17’de Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni sona erdireceğiz. İzmir’deki gerçekleşmeden hoşnutuz. Elbette karşı karşıya kaldığımız hukuksuz, kanunsuz, adaletsiz muamele canımızı sıktı ama burada bir hareket noktası oluşturmak için yaptığımız girişime karşılık bulduk. Esasen Vicdan ve Adalet Nöbetleri’yle erişmek istediğimiz hedef; Türkiye’deki faşist diktatörlüğün yürüyüşüne karşı konulabileceğine dair bir başlangıç noktası, bir hareket merkezi oluşturmaktı. Bu hem Diyarbakır, hem İstanbul, hem Van’daki etkinliklerle genel olarak kamuoyunun zihninde yer tuttu. İzmir’de de bu sürecin son adımında buna ulaştığımızı genel olarak söyleyebiliriz. Çünkü bu nöbet esasen bizim başlangıçta tam olarak öngörmemizin mümkün olmadığı, çok önemli bir imkân yarattı. Hükümetin, milletvekilleri eliyle yürüyen bu etkinliği şiddet yoluyla ezmesi kendisi için çok yüksek bir siyasi maliyet getirebilirdi; o yüzden nöbeti tecrit etmeyi, sınırlamayı ve etrafını bariyerlerle örmeyi seçti ve böylelikle aslında şehrin orta yerinde kalıcı bir vicdansızlık ve adaletsizlik merkezi oluşturmuş oldu. Bizim ne kadar uğraşsak, sözle tam olarak belki anlatamayacağımız bir durumu ifade imkânını, devlet kendi şiddetinin, kendi hak tanımazlığının peşine takılarak bize sağlamış oldu. O açıdan, hem yaygın medyaya kısmen, hem sosyal medyaya genel olarak yansıyan biçimiyle bu Vicdan ve Adalet Nöbetleri bizim istediğimizi, Türkiye’deki vicdansızlık ve adaletsizliğin sergilenmesini sağlamaya yardımcı oldu. Hem de öte yandan bununla ortaklaşmak için harekete geçilebileceğini binlerce insana göstermiş oldu. Şu ana kadar İzmir’de -ben tahmin ediyorum ki- 10 bine yakın insan buradan geldi geçti. Bu abartılı bir rakamsa

hemen yarıya böleyim, 5 bine yakın bir insan buradan geçti. Eğer biz 5 bin kişilik bir miting yapmaya kalksaydık, OHAL dolayısıyla bunu yapamayabilirdik. Fiilen gerçekleştirmeye kalkışsak insanlar gazlanabilirdi, miting baskı altına alınabilirdi. Oysa şimdi hem bütün İzmir hem de bu etkinlik için buraya gelen herkes bir adım atılabileceğini birlikte görmüş ve bir adım atmış oldular. Burada bizim buluşmak istediğimiz kesimlerden çok daha fazlasıyla buluştuk. Bizim öngörmediğimiz buluşmalar oldu onu kastetmek istiyorum. Tabii ki bütün İzmir nüfusu ile buluşmak isterdik fakat arkadaşlarımızın çağırmadıkları ya da çağırmayı akıllarına getirmedikleri ya da ihmal edilen çeşitli sivil inisiyatiflerden tutun da bugün Türkiye’nin en büyük dört emek örgütüne, CHP’li milletvekillerinden hiçbir partiye mensup olmayan gençlere, kadınlara, yurttaşlara kadar çok geniş bir spektrum burada aynı ihtiyacı paylaştığını hem ifade etti hem de buradaki itirazı paylaşmış oldu, bu çok önemliydi. İstanbul, Diyarbakır ve Van ile karşılaştırdığımızda ben İzmir’de bu nöbete katılan ve bu itirazı paylaşan insan topluluğunun, diğer kentlere göre çok daha geniş bir temsiliyet oluşturduğunu söyleyebilirim. Kastım şu; Diyarbakır’da sivil toplumdan ve yurttaşlardan katılım mutlak tecrit dolayısıyla neredeyse sıfır

18

düzeyindeydi. Van’da ancak örgütlü toplumun en üst kesimleri ve ilçe örgütlerimiz ulaşabilmişti. İstanbul’da daha yaygın bir katılım vardı fakat orada da merkezi örgütlerden sonra hızla hemşeri derneklerine doğru alan dağılıyordu. Burada, düşünce toplulukları, sanat ve edebiyat girişimleri, ekoloji direnişçileri, bireysel ziyaretler, kent inisiyatifler, akla gelebilecek her türlü itiraz dinamiğinin içinden gelen heyetler çok canlı olarak vardılar. Daha önemlisi, her ne kadar süre sınırlanıyor, insanlar 60 kişi sınırı içinde gelip gidiyorlarsa da, doğrusu ben pek çok insanla pek çok tartışma yapma fırsatı buldum. Bütün bu tartışmalarda, bugüne kadar kendi kendime düşünmediğim pek çok konuda sorularla karşılaştım, bunlara onlarla ortaklaşa cevaplar aradık. İnsanlar davetlerimizi ciddiye aldılar, herkese dedik ki; “Aklınıza, fikrinize muhtacız”. Öyle olunca da bir sonraki adımda neler yapılabileceğine dahil birçok görüş ve öneri geldi, yani burası bir tür açık hava forumuna dönüştü. O açıdan diyebileceğim, İzmir’de Vicdan ve Adalet Nöbeti’nden fazlası oldu. Zaten bütün mesele bu potansiyelleri görmekti. Ben bütün bu deneyimden sonra, bu tür etkinliklerin yerellerle danışılarak yeniden ve başka biçimlerde kurulması gerektiğini düşünüyorum. O zaman hem daha çok katkı ve katılım hem de daha çok akıl fikir olacak.


bir işaret fişeği çakmak Bir şey daha eklemek isterim; İzmir’de bu örgütlü toplum ve etkin muhalefet dinamikleri dışında çok fazla ilgi yokmuş gibi gözüküyor. Bu yanıltıcı da olabilir; Birincisi; İzmir için en kötü zaman, insanların evinden dışarı çıkamadığı, evinden dışarı çıkabilenlerin ya sayfiyelere ya da buraya göç ettikleri memleketlerine döndükleri bir zaman. Tarım işçileri tarladalar, öteki işçiler izindeler, okullar kapalı, buradaki öğrenci kitlesi memleketlerine dağılmış durumda. O yüzden İzmir’in politik toplumu zaten fiziken de daralmış durumda. İkincisi; buradaki kontrol, bariyerler, burayla temasın bir tür suç, ayıp, günah kategorisine indirgenmiş olması da daha az politik insanlarda çekingenliğe yol açmış olabilir. Fakat bu mevsimde İzmir genel olarak apolitik olur. Yine de biz bunun içerisinden böyle bir dinamizm çıktığına bakarak ümitlenebiliriz sonbahar için. Vicdan ve Adalet Nöbeti burada bitiyor ama HDP’nin de sözünü ettiği faşizme karşı gidişatı durdurmak için bir demokrasi birlikteliğine katkı sağlamış oldu mu sizce? Bence oldu. Başlarken birçok şey düşünüldü, hesap edildi ama tam olarak bunun özellikle örgütlü toplumun içerisinde bu kadar popüler hale gelebileceğini ben

şahsen öngörmemiştim. Bunun kaynağı şurada; nöbet, bir muhalif etkinliğe katılma arzusu varsa eğer, herkese katılabileceği bir etkinlik sunuyor. Bu da çok ulaşılabilir bir etkinlik. Birinci ana fikir: Bu tür ulaşılabilir etkinlikler yapmak çok önemli. Biz başından beri kararlı bir şekilde, taleplerimizin çoğu gerçekleşmese bile, bu etkinliğin arkasında bir çatışma silueti oluşmaması için çok özen gösterdik. Yoksa bu yapılanlar sineye çekilecek gibi değil fakat çatışma tablosu oluştuğu an, buradaki bariyeri kendi elimizle çekmiş olacağımıza dair bilinç bize yol gösterdi. Gözlemlediğimiz kadarıyla İzmir Emniyeti bunun için uğraştı. Emniyet bunu kastetti, oraya da girmedik. Kastı çok derin olsaydı aslında bizi buraya çekebilirdi, ama onlar da yeterli gerekçeyi ve motivasyonu bulamadılar buraya şiddeti bulaştırma konusunda. O yüzden hükümetin oyununu boşa çıkarttığımızı söyleyebilirim. Hükümet o zaman oyunu şöyle oynamaya çalıştı; psikolojik harp uzmanları burada bir tecrit ve yalnızlık havası yaratarak bunun fotoğrafından yararlanmaya çalıştılar, fakat katılımın çokluğu ve bunun sosyal medyadan anında yansıtılabilmesi sayesinde bu da büyük ölçüde boşa çıkarıldı. Eğer birileri bunlara kanmışsa zaten hiçbir zaman hükü-

19

metin sözünden çıkmayacak, doğrudan doğruya ona bağlı çekirdek AKP’liler açısından bir etkisi olmuştur. Onun dışında ciddiye alınmadı. İzmir’in satılmış yandaş basınının kampanyasına kulak asan da olmadı, o yüzden bence öngörülen eylem biçiminden maksimum fayda sağlandı. Emeği geçen arkadaşlara teşekkür etmek isterim. HDP’nin bundan sonra Vicdan ve Adalet çağrısını nasıl yürüteceği ile ilgili belli bir programı var mı? Ana hatları belli bir program var. Eylül ayı boyunca halk toplantıları, konferanslar, açık hava etkinlikleri, konserler, şenlikler, festivaller, Dünya Barış Günü haftası için yapılacak toplantılarla bunları sürdüreceğiz. 4 Kasım’a, HDP’ye dönük darbenin başladığı güne kadar bunları devam ettireceğiz ve tabii tempo hem gündem hem de bizim ihtiyaçlarımız dolayısıyla cezaevi meselesine doğru evrilecek. Tek tip dayatması gündeme gelecek, eşbaşkanlarımızın ve vekillerimizin serbest bırakılması talebini daha da yükseltmeye çalışacağız. Ancak bu Vicdan ve Adalet etkinliklerini kendi kapsamı içerisinde önemseyelim, fakat bununla yeni bir dünya kurmuş olmayacağımızı da bilelim. Bu, yeni bir dünya kurma mücadelesine çağrının ilk adımıydı. Bundan sonraki adımlarla tamamlanmazsa hoş bir sâda olarak kalır. Bu, bir işaret fişeği göndermekti. Türkiye’nin ve Kürdistan’ın dört yerinden işaret fişeği çakıldı ve “Burada bir şey oluyor” denildi. İnsanlar buna karşılık verdiler. Şimdi ortaya çıkan bu farkında olma halinin üzerinden ileriye doğru atılabilecek adımların muhasebesini PM ve MYK toplantılarında yapacağız ve yeni adımları planlayacağız. Araya bayram tatili giriyor, bu bir hazırlık için de kuluçka dönemi olacak. İzmir’deki bütün arkadaşlarımıza, çabaları, katkıları, bu tecridi kırma yönünde gösterdikleri yaratıcılık dolayısıyla saygılarımı, sevgilerimi iletmek isterim. Şöyle bağlayayım; bu Vicdan ve Adalet Nöbetleri sürecinde etrafımıza bir tel kafes çekildi ama bu tel kafes paradoksal biçimde HDP etrafında kurulmak istenen politik tecridin kırılmasında en önemli enstrüman oldu, “Artık bu kadarı olmaz” diyen her renkten ve düşünceden insanlarla birlikte yeni bir topluluk oluşturduk. Girdiğimiz gibi çıkmıyoruz Gündoğdu’dan, ileriye doğru bir adım attık, derinleştik ve faşizme karşı mücadele için yeni bir hareket noktası oluşturmayı başardık.


bir işaret fişeği çakmak Ahmet YILDIRIM HDP Grup Başkan Vekili

yönetenlerin korkusu Bizler, Vicdan ve Adalet Nöbeti’ne Diyarbakır’da başladığımızda, ülkedeki seksen milyon insanın iradesini teslim aldığını sanan ve buna göre anlamsız bir hayal içerisinde ülkeyi yönetmeye çalışan AKP gerçekliğinin aslında çok mütevazı bir direnişe bile hazırlıklı olmadığını gördük! Diyarbakır’ da İstanbul’da ve Van’da sürdürdüğünüz “Vicdan ve Adalet Nöbeti”ni İzmir’de sonlandırıyorsunuz. Beklediğiniz tepkiyi alabildiniz mi? Ülkenin topyekûn saldırı altında olduğu, despotik ve hegemonik sistemin ülkeye dayatıldığı, deyim yerindeyse Türkiye Halklarına deli gömleği giydirilmeye çalışıldığı günlerden geçiyoruz. Bunun ilk adımlarının ve provasının da yavaştan toplumsal yaşam içerisinde hissedilmeye başlandığı bir süreçte, bu kararı 19 Temmuz günü MYK toplantımızda aldık ve 20 Temmuz günü Abbasağa Parkı’nda deklare ettik. Dört ayrı ilin seçilmesi bilinçliydi. Marmara’ da, Ege’ de, Serhat kenti olan Van’da ve Amed’de bunu yapmış olmamız, artık Türkiye toplum yapısının, bölgesel, etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel inançsal ve sınıfsal bir fark göstermediği gerçeğine temas etmekti. Herhalde cumhuriyet tarihi boyunca, bu farklılıkların hiçbir zaman

olmadığı kadar kaderlerinin birbirine yakınlaştığı, aynı tehdit altında bulundukları, kurtuluşun ve çözüm reçetesinin de aynılaştığı ikinci bir dönem olmadı. Buradan hareketle biz, Türkiye’nin bütün toplumsal meselelerinin aynı nedenden, aynı membadan beslen-

20

diğini ve çözümünün de ortak mücadeleyle giderilebileceği gerçeğinden hareketle yola çıktık. İlk Diyarbakır nöbetiyle başladığımızda, ülkedeki seksen milyon insanın iradesini teslim aldığını sanan ve buna göre anlamsız bir hayal içerisinde ülkeyi yönetmeye çalışan AKP gerçekliğinin


bir işaret fişeği çakmak

aslında çok mütevazı bir direnişe bile hazırlıklı olmadığını gördük. İlk reaksiyonları anlamak yerine büyük bir şaşkınlık içerisinde aşırı güvenlikçi bir reaksiyon gösterdi. Bu demokrasiye, hukuka, millet iradesine ne kadar tahammülsüzleştiklerini ve bunları kendi ajandalarından çıkardıklarını ve unuttuklarını gösteriyor. Katı bir engelleme politikası ve baskıcı yöntemlerle, vekâletini aldığımız halkla buluşmamıza karşı bu kadar güvenlikçi bir yaklaşım aslında korkularından kaynaklanmaktadır. Artık hukukla, demokrasiyle, sandıkla, seçimle kendi iktidar varlığını yürütemeyeceğini anlamış, bunu bilince çıkarmış, bunun korkularıyla iktidarını sürdürmeye çalışan, bunun şuursuzluğuyla hareket eden bir iktidar gerçekliğiyle karşı karşıya olduğumuzu gördük. Bu güvenlikçi politikalar ve bütün illerde yaptığınızda bu nöbetin etrafının bariyerlerle çevrilmesi, emniyetin aşırı güvenlik tedbirleri bir şekilde halkla ve demokrasi güçleriyle buluşmanızı engelledi mi? Bize yakın olan, bizim partimize müzahir olan veya olmayan birçok kişi büyük bir şaşkınlık içerisinde geldi buraya. Özellikle farklı siyasi çevreler, partiler, sivil toplum örgütleri vs. Böyle bir şeyin olamayacağı, bunun

anlaşılabilir olmadığı, kabul edilebilir olmadığı söylemleriyle muhatap olduk. Zaten bu nöbetlerimizdeki amaçlarımızdan biri de, bu ülkede hukukun kalmadığı, demokratik siyaset kanallarının yasa dışılıkla siyasi iktidar tarafından kapatıldığını teşhir etmekti. Sağ olsun iktidar! Bizim bu teşhiri açığa çıkarmamızda, bu çok yönlü amacımıza ulaşmamızda işimizi çok kolaylaştırdı. Açık söylemek gerekirse bizi, “İktidarın hukuku askıya aldığını, yasa dışına çıktığını, demokratik siyaset kanallarını bizzat kapattığını’’ ispat etmek külfetinden kurtarmış oldu. Bu yönüyle, evet buluşmamız belki kitlesel olmadı ama mesela İzmir’de ziyaretten imtina eden hiçbir sivil toplum örgütü, sendika, meslek odası neredeyse kalmadı. Diyebilirim ki yüzde seksen doksan oranında kent dinamikleri ziyaret ettiler. Kadın platformları, gençlik örgütleri, çevre örgütleri, meslek odaları, işçi veya kamu emekçileri sendikaları yerel yöneticiler, siyasi partiler yani İzmir’i İzmir yapan ve onun kent vicdanında yerini bulmuş olan bütün kesimlerin bu ziyaretle buluştuğunu aslında en başta ifade ettiğim dertlerin de nedeninin de çözümün de ortak olduğu duygusunu bizimle paylaştılar. Bu nöbetler, mevcut faşizan gidişata karşı barış ve özgürlük için mü-

21

cadele eden bütün demokrasi güçleri yan yana olma amacına hizmet etti diyebilir miyiz? Bu buluşmayı daha da güçlendirmek için ne gibi adımlar atmayı düşünüyorsunuz? Bugün KESK’in, DİSK’in, TTB’nin ve TMMOB’un ziyaretinde de ifade ettiğim üzere halkımız bize bir mesaj verdi: “Biz güçlü bir toplumsal muhalefete susamışız.” Bunu sadece bir parti özgülünde değil, bütün toplumsal muhalefet dinamiklerinin bir araya gelmişliğine susamışlık olarak algıladık ve mesajımızı aldık. Buradan hareketle ortak sorunlarımızın çözümü için ortak paydalarda buluşabilme mesajını almış olduk ve bunu da muhataplarımıza iletmiş olduk. Buradan hareketle de özellikle ifade etmek isterim ki; gereğini yapabilmenin yollarını, toplumsal muhalefetin bütün dinamikleriyle parlamento içi, parlamento dışı, siyasi parti çevre veya sivil toplum fark etmeksizin platformlar biçiminde de olsa bir araya gelmenin koşullarını zorlayacağız. Zaten ben işimizin, daha önceki dönemlere göre bu iktidarın faşizmi sayesinde kolaylaştığını düşünüyorum. Çünkü insanlar “Bizi bu illetten, bu beladan demokratik ve sivil yöntemleri kullanarak kurtarın da nasıl kurtaracaksanız kurtarın ve bir an önce yan yana gelin” mesajını vermiştir.


erkek adalete yapıbozumu

Fotoğraf: Serra AKCAN / NarPhotos

Davalardaki kazanımlarımız adalet duygumuzu onarıyor mu? Birkaç günlüğüne evet ama sonrasında hayır. Çünkü egemen olan erkek adalet ve biliyoruz ki binlerce erkek şiddeti dosyasında cinsiyetçi uygulamalar devam ediyor.

Perihan MEŞELİ

B

u yazıyı müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi, evlilikle Türkiye vatandaşlığına geçmek için “genel ahlak” kriterinin getirildiği, sağlık personelinin takibi dışındaki doğumların sözlü beyanla yapılmasının yeterli görüldüğü Nüfus Hizmetleri Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikleri içerir tasarının tartışıldığı günlerde kaleme almak nasip oldu. Hukuk kuralları, matematiksel denklemler gibi kesinlik içermediğinden toplumun ve günün koşullarına göre elbette değişebilir. Bu değişikliklerin hep daha iyiye doğru gideceğine dair inanç ve yaklaşım safdillik olur. Yasa yapımı, doktrin ve uygulamasının toplumun politik atmosferinden etkilendiği bir gerçek olsa da yasal değişikliklerin Anayasa ve evrensel hukuk kuralları bağlamında sınırları vardır. Ne var ki sınırların da fiilen tanınmadığı, adalet duygumuzun

daha da zedelendiği bir politik gündemdeyiz. AKP, ilk yıllarında kadınların TCK Kampanyası ile ısrarla talep ettiği birçok değişikliği AB’ne uyum atmosferinde imzalamıştı. Ancak giderek sertleşen İslamcı-muhafazakâr politikalar nedeniyle, yine öncelikle kadınların hem yasal düzlemde hem de gündelik hayatında kazanımları tersyüz edilmeye çalışılıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısı olmakla övünen Türkiye, Sözleşme’ye aykırı yasal düzenlemeler ve siyasal söylemlerle doldu, taşıyor. Giydiğimiz şortun bir kumaş parçası olmaktan çıkıp politik kıyafet haline geldiği şu günlerde, feministlerin erkek adaletle mücadelesinde kolektif dava takibinin önemini anlatmaya çalışacağım.

Her davada kadınların hikâyesi aynı

Feministler olarak kolektif dava takip etmeye başlayalı henüz on yıl oldu. On yıl içerisinde erkek şiddetinin her tür-

22

lü boyutunun bir arada yaşandığı, tehdit, hakaret ve tokatla başlayıp nihayetinde aramızdan binlerce kadının bu dünyadan ayrılması ile sonuçlanan kadın cinayetlerinin politik olduğunu her alanda haykıran feministler kolektif dava takiplerini de kadın cinayetleri ile başlattılar. Cinayetle sonuçlanmayan, yaralanan, tecavüze-tacize uğrayan, intihar ettiği iddia edilen kadınların dava takiplerini üstlendik. Son birkaç yıldır hayatını savunan, canına tak eden kadınların davalarını takip ettik. Nerdeyse her davada kadınların hikâyelerinin hep aynı olduğunu gördük. Elbette on binlerce erkek şiddetine maruz kalan kadının davalarını kolektif olarak takip etmek gibi bir niyetimiz olmadı. Zira sistematik erkek şiddetinin görmezden gelindiği erkek devletin ve erkek yargının yasa yapımından yasanın pratiğine kadar cinsiyetçi uygulamalarını öne çıkarıp, erkek adaleti yapıbozumuna uğratarak gerçek adaleti talep ettik. Her davada öne çıkardığımız politik bir/birkaç odak noktamız oldu: Haksız tahrik-iyi hal indi-


erkek adalete yapıbozumu cinayetlerin kadının sadece kadın olmasından kaynaklı olarak, kadınların toplumsal rolleri ile bağlantılı nedenlerle erkekler tarafından öldürülmelerinin politik olduğunu feministler her alanda dile getirdiler, tartıştılar. Kadın cinayetlerinin münferit değil sistematik erkek şiddetinin bir sonucu olduğunu, özel alanın politik olduğunu vurgulayan politik perspektifle yaptıkları eylemler, basın açıklamaları, takip edilen davalarla 2010lu yıllara yaklaşırken medyada ve toplumda “kadın cinayeti” kavramı artık her kesim tarafından kabul edilmiş ve kullanılır olmuştu. 2010 yılında “Kadın Cinayetlerine İsyandayız” Kampanyası da erkek şiddetinin fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik, dijital vb. şiddet türleri ile bir arada cinayete giden yolun taşlarını dizdiğini gösterdi. Feministler, 22 Temmuz 2007 tarihinde eski eşi tarafından sokak ortasında kurşuna dizilerek öldürülen Sevim Zarif’in, dünya barışına dikkat çekmek için Tel Aviv’e gitmek üzere 8 Mart’ta Milano’dan yola çıkan ve 31 Mart 2008 günü Gebze’de öldürülen “Pippa Bacca”nın davalarını izleyip, açıklamalar yaparak müdahillik talepleri ile davaları takip etmeye başladılar. Bu cinayetler ve cinayete gelirken yaşanan erkek şiddeti tüm kadınlara yönelen sistematik şiddettir, bu davalarda tarafız, dediler ve de devam ediyorlar. 22 Şubat 2008’de Ayşe Yılbaş, 24 yaşında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken boşanmaya çalıştığı eşi Hüseyin Güneş Özmen tarafından hastanenin ortasında öldürüldü. Özmen, savunmasında aşkından öldürdüğünü, çocuğu

için yaptığını iddia etmiş ve haksız tahrik indirimi uygulanmasını istemişti. Bu davayı feministler hem taraf avukatlığı hem de aktivistler olarak takip ettiler. Erkeklerin kadınlara yönelik işlediği yaralama ve öldürme suçlarında neredeyse otomatik hale gelmiş haksız tahrik indiriminin cinsiyetçi uygulamalarını öne çıkardılar. O yıllarda meyve suyu getirmediği için, tuzu uzatmadığı için, beyaz tayt giyip “cilveli cilveli” saat sorduğu için, piercing taktığı için öldürülen kadın katillerine uygulanan haksız tahrik indirimleri haberleri okuyorduk. Kadınlar mahkeme salonunu doldurup davayı yakından izlediler, her duruşma çıkışında Sultanahmet Adliyesi önünde cinsiyetçi uygulamalara karşı basın açıklaması yaptılar. Bu dava ile birlikte haksız tahrik indirimini tartıştıran feministlerin mücadelesi davanın neticesini de etkiledi. “Haksız tahrik indirimi” nihayet uygulanmadı. Ayşe Yılbaş davası feministler olarak kolektif dava takip etmenin ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi. Bu davanın benim gibi o zaman stajyer ya da genç avukat olan ya da hukuk fakültesinde okuyan birçok kadını etkilendiğinden eminim. Yıllar içerisinde haksız tahrik indirimi en bariz cinsiyetçi yorumlardan uzaklaşsa da “aldatma” meselesi halen otomatik olarak haksız tahrik indirimi sebebi olabiliyor. Yıllar içerisinde erkeklerin birbirlerinden öldürme şekillerini öğrenmelerinden tutun da nasıl az ceza alacaklarını dahi hesapladıklarını gördük. Aralarında evlilik bağı kalmadığı için koruma kararı talebi reddedilen, hafızalarımızdan yüzündeki morluklarla kazınmayan Ayşe Paşalı’yı öldüren İstikbal Yetkin’in internet ara-

Fotoğraf: Sedef ÖZGE / NarPhotos

riminin cinsiyetçi uygulamaları, devletin erkek şiddetinde arabuluculuk yapması, devlet organlarının kadını koruyacak mekanizmaları etkili işletmemesi, ayrımcı ve kötü muameleye maruz kalan kâğıtsız göçmen kadınlar, erkek şiddetine karşı hayatını savunan kadınlar, taciz ve tecavüz davalarında kadının beyanının esas alınması gerektiği gibi… Bu yazıda her takip ettiğimiz müdahil olduğumuz davayı anlatabilmek mümkün değil, ancak hepsi erkek adalete çentik atmış türde… Bir davanın taraflarının olması davayı ister istemez öznel kılarken, kolektif dava takibinin nasıl politik olabildiği sorusu sorulabilir. Elbette feministlerin kolektif dava takip etmeleri salt avukatlığa indirgenebilecek, sıradan bir dava takip şekli değil. Öyle ki meslekten avukat olmayanlara fahri avukatlar diyoruz kendi aramızda. Çünkü erkek şiddetine ilişkin canımızı yakan bir dava dosyası ile karşılaştığımızda mutlaka birlikte konuşup bir yol haritası çiziyoruz. Yolda giderken kestirme görürsek veya yolu uzatacaksak yine beraber konuşuyoruz. Kolektif dava takip etmenin örgütlü hareket etmeyi, dayanışmayı, birlikte güçlenmeyi sağlayan yanı özellikle enerjimizi yüksekte tutuyor sanki. Mutfakta meslekten avukat olmayanların emeği çok büyük. Meslekten avukat olanlarımız da kadınların deneyimlerini, erkeklerin yaşamadığı korkuları, duyguları yansıtmaktan tutun da politik eylemleri, basın açıklamalarını, raporları, yazılı-görsel tüm materyalleri tekdüze, soğuk avukatlıktan farklı olarak sokaktaymış gibi ortaya koyan elçiler gibi. Çünkü hiçbir erkek şiddeti dosyası münferit değil, hepsi birbirine benzer, hepsini yaşamışız gibi... Erkek şiddetine ilişkin davalarda faillerin adlarının Ahmet veya Mehmet olması ile ilgilenmediğimiz gibi onların daha ağır ceza alması ile de uğraşmıyoruz. Derdimiz erkeklere uygulanan cezaların cinsiyetçi bakış açısıyla indirilmesinde, derdimiz kadınlara cinsiyetçi soruların sorulmasında, derdimiz erkek şiddetinin ciddiye alınmayarak kadınların hayatlarının son bulmasında ya da zindan olmasında…

Kadın cinayeti davalarında tarafız

Türkiye’de “kadın cinayetleri” kavramının tarihi bile oldukça yeni sayılır. 1990’lı yıllarda töre cinayeti, 2000’li yılların başında namus cinayetleri olarak adlandırılan, belli bir toplumsal kesime özgü, münferit imiş gibi kabul edilen

23


erkek adalete yapıbozumu ma motorunda “Öldürücü darbeler nasıl vurulur; TCK’da adam öldürmenin cezası” türünden aramalar yaptığı tespit edilmişti örneğin. O dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, “Olay karşısında yasalarımızda eksik yok, cinayet münferit” dediğini de söylemeden geçmeyelim. Neredeyse her davada “Beni aldattı” türünden bahaneleri duyar olduk. 2014 yılında son bir kez konuşmak istediğini söyleyerek dört çocuğunun önünde Hasret’i 43 tornavida darbesiyle yaralayan boşandığı eski kocası olan Yakup Kara da aynı savunmayı yaptı. Hasret, hayati tehlike geçirmiş hastanede yatarken Yakup Kara serbest bırakıldı. Yakup Kara serbest kalır kalmaz koşar adım Kanaltürk’te yayınlanan “Songül Karlı ile Yeniden” programına katılıp “eşine aşık baba”yı oynadı! Mağduru oynayan erkeğin televizyona çıkıp kamuoyu oluşturmaya çalışarak serbest kalmaya çalışmasını da sanırım ilk kez gördük. O günlerde Hasret’in mahallesinden kadınlar ve kadın örgütleri Hasret’in evinde nöbet tutup müthiş bir dayanışma gösterdiler. Yakup Kara’nın serbest bırakıldığını öğrenince Sosyalist Feminist Kolektif olarak her yıl düzenlediğimiz kampa giderken otobüsten inip geri döndük. Günlerce Kartal Adliyesi’nde uğraştıktan sonra olması gereken oldu ve Yakup Kara nihayet tutuklandı. Bitmedi, dava en başta hayati tehlike raporuna rağmen basit yaralama davası imiş gibi Asliye Ceza Mahkemesinde açıldı! Sonradan Ağır Ceza Mahkemesi’nde kasten öldürmeye teşebbüs suçuyla yargılanan Yakup Kara’ya hem haksız tahrik hem iyi hal indirimi uygulanarak 18 yıllık cezası 11 yıl 6 aya düşürüldü. Şu an dosyası Yargıtay’da. Kısacası erkeklerin en az ceza almanın yöntemini hem birbirlerinden öğrendikleri gibi, erkek yargının da yanlarında olduğunu bilerek cesaretlendiklerini söylemek yanlış olmaz. 2011 yılında Ümraniye’de dini nikâhlı eşinden ayrılmaya çalışan Arzu Yıldırım savcılığın işlem yapmayarak kendisini karakola yönlendirdiği zaman sokak ortasında öldürülmüş olması nedeniyle Savcılığı şikâyet etmiş, devletin kadınları erkek şiddetinden korumadığını ifşa etmiştik. Aynı yıl devletin arabuluculuğu ile sığınaktan eve getirildikten iki saat sonra öldürülen 14’ünde evlendirilen Şefika Etik’in davasını izlemiş, erkek şiddetinde arabuluculuğun kadınların ölümlerine sebebiyet verdiğini haykırmıştık.

Erkeklerin en az ceza almanın yöntemini birbirlerinden öğrendikleri gibi, erkek yargının da yan­larında olduğunu bilerek cesaretlendikle­rini söylemek yanlış olmaz. Çağlayan Adliyesi’nin ana kapısı önünde 11 Mart 2014 günü boşandığı ama tehditlerinden bir türlü kurtulamadığı Hızır Zehir’in yargılandığı duruşmadan çıkarken Hızır Zehir’in azmettirdiği oğlu Dursun Zehir tarafından öldürülen Hanime Aslan’ı anmadan geçmek olmaz. Hanime de her türlü şiddete maruz kalmış, defalarca eski kocasını şikâyet etmiş (ancak adli para cezalarıyla serbest kalıp Hanime’ye cehennem hayatı yaşatmaya devam etmiş), hatta nadiren verilen tedbirlerden olan yakın koruma tahsis edilmiş kadınlardan biriydi. Yanında koruma polisi olmasına rağmen hem kendisi hem polis öldürüldü. O gün Hanime’yi ana kapıdan değil de güvenlikli otopark katından çıkarmayı akıl etmemek iki insanın hayatına mal oldu. Devlet koruma tahsis etse de kadınların sözlerine ve korkularına inanmayarak onları gerçek anlamda korumuyor, korunmaları için etkin bir sistem yaratmıyor. O davada

24

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın da bu davanın faili olduğunu söyleyerek müdahilliklerini kabul etmediğimizi dile getirdik. Hızır Zehir olay sonrası üç gün kaybolmuş, bulunamamış buna rağmen tutuklanmamıştı. İlk duruşmaya hem basın hem feministler çok geniş bir katılım sağladılar, Hızır Zehir’in Hanime’ye tüm yaptıkları, sabıka kayıtları, olay günü ve sonrasındaki hareketlerini detaylıca anlattık ve o da tutuklanmış oldu. Nihayetinde azmettiricilikten değil öldürmeye yardım etmekten ceza aldı, cezaevindeyken o da öldü. 13 Mayıs 2013’te kocasının yıllardır her türlü şiddetine maruz kalan ve ondan boşanmaya çalışan Pınar İkiz dosyasında doğrudan karşılaştığımız hakim-savcı tepkisi, neredeyse her dosyada uğraşmak zorunda kaldığımız erkek bakış açısıyla yargılama usulünü net bir şekilde özetliyor: Bakırköy’de görülen davada feminist avukatlar tutuklu kocaya “Evliliğiniz boyunca eşinize şiddet uyguladınız mı?” sorusuna tutuklu koca daha cevap vermeden Mahkeme heyeti başkanı soruyu “davayla ilgisi olmadığı” gerekçesiyle reddetti. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın davaya katılma talebine itiraz eden savcı ise, “Bu dava ‘şiddet davası değil, cinayet davası’. Müdahillik talebi kabul edilirse bakanlık, mağduru kadın olan tüm davalara katılır” diyerek Bakanlığın müdahillik talebi de reddedildi.


Fotoğraf: Çiğdem ÜÇÜNCÜ / NarPhotos

erkek adalete yapıbozumu

Yaşama haklarını savunan kadınlar

“An” a odaklanan ve yıllardır devam eden şiddeti görmeyen/görmek istemeyen ancak hiçbir delili olmaksızın sözde “aldatma” beyanlarıyla haksız tahrik indiriminden yararlandırılan bir ceza adaleti sistemi ile mücadele ediyoruz. Anayasanın 138. maddesinin 1. fıkrasında “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler” denilmekte… Vicdani kanaatin oluşması içinse sadece olayın olduğu anı değil öncesini sonrasını derinlemesine öğrenmeye çalışmayı, akla, mantığa hukuka uygun delilleri toplamayı gerektirir. Olay anına odaklı yaklaşım hayatını savunduğu için en yakınlarındaki erkekleri öldürmek zorunda kalan kadınların yargılamalarında da sıklıkla karşımıza çıkıyor. Yaklaşık üç yıl tutuklu kaldıktan sonra hakkında “ceza verilmesine yer olmadığına” karar verilen Yasemin Çakal için Savcılık daha ikinci celseden yalnızca haksız tahrik indirimi uygulanarak ağırlaştırılmış müebbet cezası istemişti. Erkeklerin erkekliklerine bir çizik konulması cinayet sebebi haline gelebilirken, evde tuzu getirmedi diye haksız tahrik uygulayan sistem her gün ölümlerden dönen bir kadının koruma kararlarına, darp raporlarına, sığınakta kalmış olmasına, gidecek yeri olmamasına bakmaksızın aynı cezayı vermek istedi.

Benzer şekilde dokuz koruma kararı olan, başkalarıyla cinsel ilişkiye girip para kazanmasını isteyen ancak bu talepleri reddettiği için defalarca dövülen ve tehdit edilen Çilem’in canını kurtarabilmek için kocasının silahının bir an eline geçirip ateşlemesi gibi... Adaletin terazisi manav terazisi miydi ki ölümü kilogram bazında eşitleyip ölüme sebebiyet veren maddi gerçeği araştırmıyor/araştırmak istemiyordu? Yasemin o gün kahvaltı masasını dağıtıp bebeğini ve kendisini öldürmek üzere olan kocasını şans eseri yerden eline gelen kahvaltı bıçağını bulup can havliyle saplamasaydı bugün mezardaydı. Yasemin’le cezaevinde yaptığımız röportajda “Her gece düşünüyorum. Kafamda hakim oluyorum, savcı oluyorum, avukat oluyorum, “Nerede yanlış yaptım?” diyorum, “Başka ne yapabilirdim?” diyorum. Yok, en ufak bir çıkış yolu, başka çare olmadığını bir kez daha, bir kez daha görüyorum. Kim olsa can havliyle yerde bulduğu bıçağı saplardı. Bu yüzden vicdan azabı çekmiyorum, vicdanım rahat. O öldü kurtuldu, kimse ölüye hesap sormuyor. Bense cezaevine düştüm, oğlumun canını, kendi canımı kurtardım diye! Mahkemede gene hesap veren ben, hapishaneye düşen ben… Bu adalet mi, ne diyeyim ki?” demişti. Yasemin’in yaşadığı şiddet olaylarına tanık olanlar dinlenmemiş, deliller toplanmamış, Yasemin’in yaşadığı korkunç şiddet olaylarının vücudunda ve psikolojisinde yarattığı izler tespit edilmemişti, ama hemen cezalandırılması isteniyordu. Tüm eksiklikleri ısrarla dile getirdik, taleplerimiz geç de olsa kabul edildi ve deliller toplandı. İstanbul Feminist Kolektif, 2015 yılında kendini savunmak amacıyla şiddete maruz kaldıkları erkekleri öldüren, yaralayan, direniş gösteren kadınların haberlerine yer verdiği bir rapor hazırladı. Bu rapor, sonradan “Kirpiğiniz Yere Düşmesin” ismiyle kitaplaştırıldı. Yasemin’in davasında bu rapordaki direniş hikâyeleri savunmamızın önemli bir parçası oldu. Adaletin terazisi öldüren taraf kadın olunca hemen erkekliği savunur hale gelip haksız tahrik ve iyi hal indirimini tartmaz oluyor. Isparta’nın Yalvaç ilçesinde yaşayan Nevin Yıldırım kendisine silah zoruyla tecavüz eden ve tecavüz görüntülerini yayınlayacağını söyleyerek tehdit eden Nurettin Gider’i av tüfeğiyle vurduktan sonra başını kesip köy meydanına atarak şöyle demişti: “Arkamdan konuşmayın. Namusumla oynamayın. İşte namusumla oynayanın kellesi.”

25

İşte erkeklerin “namusumu temizledim” demesi haksız tahrik indirimi olabiliyorken Nevin’in “namusunu temizlemesi”, kararlı duruşu cezayı indirmekten ziyade bindirdi. Nevin’in müştekileri dinlerken duyduğu yalanlara karşı hafiften gülümsemesi bile iyi hal indirimine engel bir gerekçe olabildi! Nevin’in davası cezada uygulanan erkeklik indirimlerinin en doğrudan acı örneği… Nevin’le mektuplaşarak, onu cezaevinde ziyarete giderek, duruşmalarını izleyerek hep yanında olduk. 14 Eylül 2017’de Yargıtay’da görülecek duruşmasında ise hem feminist avukatlar hem aktivistler olarak bir arada gerçek adaleti yeniden isteyeceğiz.

Türkiye hiçbir zaman kadından yana bir ülke olmadı

Takip ettiğimiz taciz ve tecavüz dosyalarına sırayı getiremedim, bana ayrılan sayfa sayısı doldu. Ancak erkek yargının neredeyse kamera kaydı olmadan kadınlara inanmayacağı duygusu hep üzerimizde. Bu da başka bir yazının konusu olsun. Peki, davalardaki kazanımlarımız adalet duygumuzu onarıyor mu? Bir kaç günlüğüne evet ama sonrasında hayır. Çünkü egemen olan erkek adalet ve biliyoruz ki binlerce erkek şiddeti dosyasında cinsiyetçi uygulamalar devam ediyor. Çünkü ülkenin başbakanı şort giydiği için kadının tekmelenmesini sertçe eleştirmek yerine “mırıldanabilirsin” diyor, çünkü ülkenin Cumhurbaşkanı “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “Kadınla erkeği eşit konuma getirmek fıtrata terstir” diyor, çünkü ülkenin meclisinde çocuk yaşta evlendirmelerin, çocuk istismarına yelken açan yasa maddeleri tartışılabiliyor, çünkü bu ülkede hâlâ kadın aileden ayrıştırılarak düşünülmüyor, çünkü… Türkiye hiçbir zaman kadından yana bir ülke olmadı, biz şortumuz için, gece üçte dolaşabilmek için, haklarımız için gerçek adalet, gerçek eşitlik, gerçek özgürlük için her kanattan sokaktan, meydandan, basından, sosyal medyadan, adliyeden mücadeleye ve dayanışmaya devam edeceğiz. Yararlanılan kaynaklar: http://www.sosyalistfeministkolektif.org/kampanyalar/parcas-olduklarm-z/kadn-cinayetlerine-isyandayz/kadn-cinayetlerine-isyanday-z-kampanyas/ 1

http://www.sosyalistfeministkolektif.org/ wp-content/uploads/Feminist_Politika/ fp_sayi_28.pdf


türkiye’nin hukuku

adaletin “o” biçimi Türkiye’de 1990’lardan itibaren yurttaşlık ve tanınma mücadelesi yürüten Lgbti+’lar, Gezi İsyanı ve sonrasındaki süreçte kamusal görünürlük alanını genişletmiş, toplumsal muhalefet ile güçlü ilişkiler kurmuş olmasına rağmen neden hâlâ “eşit yurttaş” tanımının uzağında tutuluyor? 2015 ve sonrasında polis müdahaleleri ve saldırılarıyla karşılaşan Onur Yürüyüşü, “Dağılıyoruz” diyerek toplandı. Bütün müdahalelere rağmen örgütlenen Lgbti+’lar, hukuk konusunda nasıl bir mücadele veriyor? Tüm bunları avukat Rozerin Seda Kip ve Fırat Söyle ile konuştuk.

Söyleşi: Deniz TUNÇEL Yavuz BULUT Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ibarelerinin anayasada yer almasının lgbti+ özgürlük mücadelesi açısından önemi nedir? Fırat Söyle: Cinsiyet tanımından ne anlaşılması gerektiğini yargıçlar, savcılar hiçbir şekilde bilmiyor. Trans kimliğinin ya da başka cinsel yönelimlerin var olduğunu akıllarına bile getirmiyorlar. Onların kafasında sadece birer hetero kadın ve hetero erkek var ve kararlar oradan hareketle veriliyor. Bu kararlar verilirken, bu insanlar farklı cinsel yönelimlere sahip olmalarından dolayı mağduriyet yaşamaktadırlar. Bu bir nefret suçu olabilir. Öldürülmüştür, öldürülme sebebinin farklı cinsel yönelime sahip olması ya da trans kimliğinden kaynaklı olduğunu biz biliyoruz. Yargıçların savcıların nazarında bizim için olduğu

kadar önemli bir şey değil bu. Öldürülme nedeni farklı cinsel yönelime sahip olması, eşcinsel, biseksüel olması ya da başka bir durum söz konusu olduğunda yargı bunları göz ardı ettiği için temel yasa olan anayasada böyle bir tanımlamanın yapılması daha kucaklayıcı olacak, hakların korunmasını sağlamada önemli bir adım atılacak. Dolayısıyla karar verilirken, daha kapsayıcı olabilmesi adına böyle bir ekleme yapılmasını biz talep ettik ve etmeye devam edeceğiz. Rozerin Seda Kip: 2003’ten bu yana cinsiyet kimliği eşitliği tartışmaları sürüyor. Hatta bir dönem meclise de taşındı. Recep Tayyip Erdoğan o dönem başbakanken bunun aslında bir ayrımcılık olduğunu ve yasalara da bu anlamıyla girmesi gerektiğini kendisi söyledi. Bunlar evrensel çatı kavramlar zaten: cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği. Heteroseksüel kimlikler dışında başka cinsel kimliklerin olduğunu artık tüm dünya kanıksamış. Bunun var oluşunu

26

artık tartışmamalıyız dediğimiz için zaten yasalarla da korunması gerektiğini düşünüyoruz. Fırat’ın söylediği gibi anayasa temel yasa olduğu için, anayasaya giren her bir maddenin diğer bütün hukuk yasalarında temel üstünlüğü söz konusu. Dolayısıyla ceza hukukunda, hem ayrımcılık hem nefret suçları hem de başkaca insan öldürme suçlarından dolayı mağdur olan kişilerin dosyalarında öncelikle anayasayı üstün tutuyoruz. Cinsiyet kimliği, cinsel yönelim davalarında olduğu gibi, etnik köken ayrımcılığı, işyerinde ayrımcılık ya da yasadışı uygulama gibi hukuksal davalarda yine anayasadan yola çıkarak iş kanununa giriyoruz, o bakımdan tabi ki çok önemli. Anayasa’da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kavramları bu haliyle, açılmadan, yönelim ve kimlikler isim isim yazılmadan geçtiğinde; yoruma açık bir durum oluşur mu? Hakimin inisiyatifine bağlı sonuçlar doğabilir mi?


adaletin “o” biçimi Rozerin: Aslında cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim terimleri Türkçeye İngilizce’den çevrildiği gibi girdi: sextually orientation ve sextually identify. Aslında bu terimler uluslararası hukukta da korunan kavramlar. Bir insanın cinsiyet kimliğini ya da cinsel yönelimini tanımlayabilirsiniz. Ama onun cinsel yönelimi gey mi, eşcinsel mi, lezbiyen mi, biseksüel mi ya da cinsiyet kimliği açısından trans mı, genderqueer mi? bilemezsiniz. Çok fazla yönelim var, o yüzden lgbti+ hareketinde sürekli bir kavram mücadelesi söz konusu. Şu an lgbti+’lar diyoruz, herkes varlığını bulsun diye. O bakımdan bir yasaya sokarken cinsiyetin kendisini tartışabilirsiniz. “Cinsiyet ne demek?” diyebilir mesela yargıç. Aynı yargıç kanunda yazanı uygulamak zorundadır. Ama önüne gelen kavramın açılımını değerlendirebilmesi için bilmesi gerekir. Fırat: Esasında yargıçlar, şu anki anayasanın var olan haliyle bir ayrımcılık davasında bu maddeyi işletebilir. Ama bütün devlet kurumlarının tutucu-gerici niteliği göz önüne alınırsa, hiçbir yargıcın bu konuyla ilgili emsal olabilecek bir karar verme yetisine sahip olmadığını düşünüyorum. Bu konuda iyi söz söyleyebilecek üç, beş kişiden fazla değildir. Dolayısıyla maalesef yargıçların Türkiye’deki mevcut durumu şöyle; kitapta ne yazıyor, cinsiyet geçiş süreçleriyle ilgili kanun ne diyor, ona bakıyorlar. “Kanun zorunluluktur” diyor. Gelecek hastane raporunda “Bu şahsın ameliyat olması

zorunludur” ifadesi var mı, sadece o kelimeye takılıyor. Sen bir yargıçsın, Medeni Kanun “Sen bir kanun koyucu olsaydın, nasıl yorum yapardın?” hakkını sana veriyor. Harf eksikliğinden bile kafaları karışıyor. Cinsiyet kelimesi anayasada geçiyor ama bunu açamıyorlar. Çünkü kafalarında bugüne kadar farklı cinsel yönelimlerin var olduğuna dair bir şey yok. Dışarıda görebiliyorlar ama gördüklerini adlandıramıyorlar. Dolayısıyla gözlerine sokmak için cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin anayasada var olması gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin 4. Maddesi’nde “cinsiyet kimliği” yerine “cinsel kimliği” kavramı geçiyor. Bu bir tercüme hatası mı yoksa transların varlığını hukuken reddeden bir anlam taşıyor mu? Transların atfedilen kimliğine bakıp, “cinsel kimliği” diyerek, hukuken bir yok sayma meselesini içerir mi? Fırat: İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili uygulamada eşcinsel erkeğin korunmasıyla ilgili bir karar var. Translara yönelik bir durum bu; yargıç ya da savcının durumu nasıl okuyup, yorumladığıyla ilgili. Sözleşme’nin uygulanmasında çok büyük sıkıntılar olmadı; en azından kendisini bir kadın olarak tanımlayan herkesi koruyan bir sözleşme oldu. Fakat cinsiyet kimliği yerine cinsel kimliği kavramının geçmesi; mavi kimlikli birisi geldiği zaman, “Hayır sen mavi kimliklisin. Bu kanuni düzen-

İstanbul Sözleşmesi’nin 4. Maddesi’nde “cinsiyet kimliği” yerine “cinsel kimliği” kavramı geçiyor. Bu bir tercüme hatası mı yoksa transların varlığını hukuken reddeden bir anlam taşıyor mu? Transların atfedilen kimliğine bakıp, “cinsel kimliği” diyerek, hukuken bir yok sayma meselesini içerir mi? leme seni kapsamıyor” demelerine yol açıyor. Oysa o mavi kimlikli olmasına rağmen esasında kendini kadın olarak tanımlıyor. Dolayısıyla bu yasanın kapsamında olması gerekiyor. Yargıçların, savcıların gözüne sokmadıkça, kavramları bu şekilde okuyorlar çünkü işlerine öyle geliyor. Rozerin: İstanbul Sözleşmesi’nin yazılma aşamasında, kadın hareketi çok aktif bir biçimde çalıştı. Sözleşme’nin şu anki haline gelmesinde epeyce katkıları var. Tabi, kadın hareketi bunu yaparken lgbti+ hareketinden de azade çalışmadı. Aslında İstanbul Sözleşmesi’nin ilk madde başlığı “cinsel tercih” olarak yazılmıştı. Kapsayıcı bir sözleşme olması bakımından “cinsel yönelim” şeklinde düzelttik. Cinsel kimliği kavramı; kasti değil ama bilmemezlikle ve çok açık olmamayla alakalı diye düşünüyorum. Bunun kanunlara doğru ifadeyle geçmesi bile önemli değilmiş gibi bakılıyor. Buna rağmen ikiüç koruma kararı alındı, trans-eşcinsel erkekler için de birkaç kere başvurular alındı. İstanbul Sözleşmesi en rahat kullandığımız sözleşmelerden biri. Peki, cinsiyet değişikliği davalarında mahkemelerin ısrarla insanların sabıka kaydını görmek istediği yönünde bir bilgi var. Bu konu üzerine neler söyleyeceksiniz? Fırat: Yakın bir zamanda İstanbul 7. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde cinsiyet geçiş süreciyle ilgili bir dava oldu. Emniyetten sabıka kaydı istenmiş, emniyet de vermiş. Davada isimle ilgili bir sıkıntımız oldu; “A ismini değil yanında da B ismini istiyoruz” dedik. “O zaman tekrardan emniyete, arananlar listesin-

27


adaletin “o” biçimi de olup olmadığını sormamız lazım” dediler. Zaten yazısı gelmiş, aranmıyor. Velev ki aranıyor olsun, kimlik numarası var. Bu kimlik numarasıyla da sisteme girildiği zaman bütün bilgileri görebiliyorsunuz. Dolayısıyla böyle bir teknolojik kodlamaya sahipken, neden bir mahkeme kişinin sabıkasının olup olmadığını, arananlar dosyasında olup olmadığını sorup dursun? Ya da o kişinin sabıkası vardır diyelim; kanunda ya da gerekçesinde, yönetmelikle birlikte, “Sabıkası varsa davasının ret olması gerekir” diye bir şey yazmıyor. Rozerin: Bu bir hukuk davası, ceza davası değil, giderek bunu zorlaştırıyorlar. Kanunun gerekçesinde şu var: “Kişi cinsiyetini değiştirmek istiyorsa, bizzat kendisi mahkemeye başvurmalı. Ancak koşulları şudur; 18 yaşından büyük, transseksüel yapıda olacak. Evli olmayacak, üreme yeteneğinden yoksun olacak.” Bir de ikametgâhla ilgili bir şart var. Bu şartlara uygun olduğu takdirde cinsiyetini değiştirmek için mahkemeden izin alabilir, diye bir kanun bu. Gerekçesi kanunun kendisinden daha komik. Gerekçede cinsiyetini değiştirmek isteyen insanların askerlikten, suçtan kaçmak için, kötü kullanımını “engellemek için” özellikle transseksüel yapıda olması ve üreme yeteneğinden yoksun olması talep ediliyor, diye açıklanıyor. Şimdi faşist bir kanun var önümüzde, peki uygulaması neye dönüşüyor? Aktivistleri, insan hakları hukukçularını ya da profesyonel olarak bu işi yapmak isteyen avukatları da zor duruma sokan milyonlarca engel çıkıyor.

yabiliyorlar. Bu insanlar çoğunlukla dışarıdan geldikleri ve böyle davalarla karşılaşmamış oldukları için bu konuda tökezliyorlar.

Yargıç ve savcıların bu dava süreçlerinde transfobileri, homofobileri nasıl ortaya çıkıyor? Rozerin: Tabi ki transfobik/homofobik hakimler var. Ama gerçekten bilmeyenler de var. “Arkadaşım bu nedir?” diye bizi odalarına kilitleyen, “Ben ne yapmalıyım?” diyen yargıçlar var. Transfobi/homofobi varsa, dava kararından önce ortaya çıkıyor. Biz yargılamanın başladığı süreçle birlikte bu kişi bilmiyor mu, yoksa önyargıları mı var, zaten anlıyoruz. Fırat: Türkiye’de belki cinsiyet geçiş davalarının en fazla olduğu kent İstanbul. Eski adliyelerdeki, Beyoğlu’ndaki, Beşiktaş’taki yargıçlar konuya daha aşinaydı. Büyükçekmece’deki yargıçlar bu kadar bilgi sahibi olama-

Askerlikten muaf raporu almak isteyen birisi dava boyunca nasıl bir şiddete maruz kalıyor? Rozerin: Yakın zamanda trans bir erkek arkadaşım başvurdu. Başvuru usulleri değişmiş, 15 Temmuz’dan sonra GATA kalktığı için konuyla ilgisi olmayan aile hekimleri devreye giriyor. Nispeten, askerlerle muhatap olmamak açısından daha iyi bir şey. Ama yine de çok rencide edici bir süreç işliyor. O insana şunu söylemek zorunda kalıyorsunuz; “Oldukça kadınsı olman lazım.” O kadar korkunç geliyor ki bu laf. Topuklu ayakkabı, makyaj gerekiyor. Başvuran diyor ki, “Ben maskülenim. Görüyorsunuz kaslarım var. Nasıl olacak?” Askerlik cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklı olan insanlar açısından

28

bence çok daha fazla mücadele edilmesi gereken bir alan. Fırat: Anayasanın 72. Maddesi, sağlıklı olan her TC vatandaşının askerlik yapmasının hak ve ödev olduğunu söylüyor. Bu kabul edilebilecek bir şey değil. Militarizme zaten karşıyız. Askeri hastanelerle beraber devlet hastaneleri ve üniversite hastaneleri bu konuda yetkili kılınmış. Burada çalışan personel bu konuda yeterli donanıma sahip değil. Bir arkadaşım cinsiyet değişikliğinden sonra mavi kimlik aldı. Mavi kimlik alır almaz askerliğe çağırıldı, “Sende mavi kimlik var, sen erkeksin” denildi. Normatif tıp literatüründe “Hastalık mıdır, değil midir?” tartışmaları geçiyor. Hasta değiller ama hasta raporu alıyorlar. Bu konuda herhangi bir doktora dair açılan bir dava biliyor musunuz? Rozerin: Bir doktorun trans bir hastayı tedaviden kaçınması, “Sizin


adaletin “o” biçimi

Kabahatler Kanunu, yıllardır transseksüel insanlara karşı bir silah olarak korkunç biçimde uygulandı, uygulanmaya da devam ediyor. Örneğin kaldırım işgali dediğimiz şey; mesela seyyar satıcılar. Onlar kaldırımda dururlar, “Karpuz” diye bağırırlar. İki suç oluyor orada; çığırtkanlık ve kaldırım işgali. Zabıta “Git buradan, gitmezsen ceza keseceğim” der. Ama orada bir seks işçisi, bir transseksüel ya da “Muhakkak bu eşcinseldir” dediği bir insan varsa, ceza kesiyor. Bunun tutanağına kaldırım işgali olarak geçiriyor.

gibi insanlara bakmıyorum çünkü siz hastasınız ve bu durumu tasvip etmiyorum” dediği bir dava var. Ama o dava da doktorun yapmış olduğu hasta ayrımcılığı üzerinden açılabildi. “Hastalık mıdır, değil midir?”; Dünya Sağlık Örgütü bu açıklamayı çok eskiden yaptı. Birine hasta demek için hakikaten hasta olması gerekir ama insanları küçümsemek için bile bu deyim kullanılır. Türkiye’de bence bunun mücadelesini iyi veriyoruz; hareketin varlığının somut olarak her yerde olması, alanlarda, akademide, hukukta olması, her insanın kimliğiyle “Ben buradayım” demesi çok önemli. Anayasada geçen genel ahlak, kamu düzeni, adap gibi kavramlar, Kabahatler Kanunu öne sürülerek, transfobik/homofobik yaptırımlarla günlük hayatta nasıl karşımıza çıkıyor?

Rozerin: Anayasada geçen bu kavramlar, olması istenilen ütopyada özgürlükçü demokratik hukuk devletinin söylediği kavramlardır. Kamu düzeni dediği şey, kolluk kuvvetinin gelip de transseksüele “Sen düzeni bozdun” demesi değildir. Herkese yarayan, herkese faydalı olan nedir? Hukukun korunması. Dolayısıyla aslında hukuk eşittir kamu düzenidir. Kabahatler Kanunu da ismi itibariyle; kişi cezai yaptırımı düşük, küçük suç işlediyse buna kabahat denir. Devletler bunu küçük para cezalarıyla cezalandırıyor. Kanuna yazmışız ama uygulama korkunç. Kabahatler Kanunu, yıllardır transseksüel insanlara karşı bir silah olarak korkunç biçimde uygulandı, uygulanmaya da devam ediyor. Örneğin kaldırım işgali dediğimiz şey; mesela seyyar satıcılar. Onlar kaldırımda dururlar, “Karpuz” diye bağırırlar. İki suç oluyor orada; çığırtkanlık ve kaldırım işgali. Zabıta “Git buradan, gitmezsen ceza keseceğim” der. Ama orada bir seks işçisi, bir transseksüel ya da “Muhakkak bu eşcinseldir” dediği bir insan varsa, ceza kesiyor. Bunun tutanağına kaldırım işgali olarak geçiriyor. Para cezası 70 liraysa 800 liraya kadar yaza-

29

biliyor. Bunun örneklerini de yaşadık, Ankara’da davalar açıldı. Dolayısıyla bu aleyhe kullanılan bir kanundur. Fırat: Trans kadınlar kesilen bu cezaları ödemedikleri takdirde, borç katlanarak artıyor. Diyelim sizin borcunuz 3500 lira oldu ve sizin nüfus müdürlüğünde bir işiniz var. Nüfus müdürlüğüne gidip işleminizi yapamıyorsunuz. Vergi dairesine veya mal müdürlüğüne cezanızı ödedikten ve “Borcu kalmamıştır” yazısını aldıktan sonra işleminizi yaptırabiliyorsunuz. Ama trans insanlar caddelerde trafiği aksatmak kabahatinden bile ceza alabiliyor. Peki bir trans mahkûm, diğer tutuklulara kıyasla daha fazla nelere maruz kalıyor? İçerde nasıl bir hayat bekliyor? Fırat: Trans kimliklerinden dolayı zaten o insanları ayrı bir yerde tutuyorlar. Metris Cezaevi sadece erkeklere yönelik bir cezaevi. Kadınların cezaeviyse Bakırköy Kadın Cezaevi. Metris’te ayrı bir koğuşta tutuluyorlar ve ayrı bir koğuşta tutulmalarından dolayı da diğer tutuklu ya da hükümlülerin sosyal hakları kadar haklara sahip olmuyorlar. Dışarı çıkma, bilgisayar kursu, başka kurslara katılma gibi bir durum söz konusu olmuyor. Çünkü diğer erkeklerle bir araya gelmemeni sağlamaya çalışıyorlar. Çünkü bir araya gelirsen, şiddete maruz kalabilirsin. Herhangi bir tacize, tecavüze de maruz kalabilirsin. Trans kadınları Bakırköy’e göndermek gerekiyor, belki diğer kadınlarla beraber kalması gerekiyor. Ama burada ne sıkıntısı var; mavi kimlikleri var. Bunun çözümü sadece transların var olduğu bir cezaevi mi? O da tartışmalı. Kimi açılardan daha uygun görebilirsin ama kimi açılardan da birçok sakıncası var. Sadece transların ve dolayısıyla açık olmayan transların, eşcinsellerin ayrı bir “pembe cezaevi” diye bir nitelendirme vardı. Fakat o zaman da ailesi o cezaevinde olduğunu öğrenecek; çocuğunun cinsel yönelimini, özel hayatını öğrenmiş olacak. İfşa olmuş olacak. Ciddi anlamda sıkıntılar var. Cezaevlerindeki diğer bir sıkıntı; eğer yer yoksa, koğuş sistemi söz konusu değilse hücrelere konuluyorlar. Rozerin: Mesela insanlar saçlarını uzatmak istiyor ya da hormon ilaçlarını almak durumunda. Onlar verilmiyor, saçları kazıtılıyor. Ben cezaevleriyle ilgili bir tane iyi örnek anlatayım; mesela


adaletin “o” biçimi pilot cezaevi olarak Maltepe’yi verebilirim. Aslında bu son iki yıl öncesine kadar biz birlikte çok güzel çalışmalar yürütüyorduk. Ama müdürünüz iyiyse, savcınız da iyiyse iyi çalışmalar yürütebiliyorsunuz. İşte farkındalık eğitimleri dediğimiz eğitimler düzenledik. Maltepe Cezaevi kompleks bir cezaevidir; çocuk cezaevi kısmı da vardır, kadın da vardır, erkek de vardır. Translar için özel korunaklı bir koğuş yapılmıştır. Orası LGBTİ koğuşu olarak geçiyor. Eşcinsel kimliğini söyleyip, erkek koğuşuna geçmek isteyenleri erkek koğuşuna da alırlar. “Ben güvende hissetmiyorum” dediklerinde yine o LGBTİ koğuşuna dönerler. Ama aynı cezaevinde fobinin şiddete dönüşme hikâyelerini de biliyoruz. Lgbti+ dernekleri, açılış sürecinde “kanuna ve ahlaka aykırı olmama” ibaresiyle karşılaşıyorlar mı? Rozerin: Dernekleşmeyle alakalı şimdiye kadar bir problem yaşamadık. Dernek kapamayla ilgili problemler yaşandı. Kuruluş aşamasında “ahlaka aykırı” diye kurulması engellenmedi. Ama dernek faaliyetleri izlendi. 2005 yılında Kaos GL Dergisi’nin ilk çıktığı zaman “Siz ahlaka aykırı işler yapıyorsunuz, dernek amacından saptı” gibi bir meseleyle kapatma davası görüldü. Bu dava kazanıldı. Fırat: 2005’ya kadar lgbti örgütleri dernekleşmemişti, hukuksal bir statüye sahip değillerdi. Lambdaistanbul, bir sivil inisiyatifti. Ankara’da Kaos GL de aynı şekilde bir inisiyatifti. 2005 yılında biraz daha yasal bir statü kazanmak için dernekleşmeye başlanmıştı. 2006’ya gelindiğinde Avrupa Birliği Müktesebatı’yla ilgili gelişmeler söz konusuydu. Dolayısıyla o dönem daha savcılık aşamasında derneklerin feshiyle ilgili taleplerin reddedilmesine karar verildi. Valilikler de bunun peşine takılmadı. Lambdaistanbul dernekleşmek üzere 2006 yılında İstanbul’da valiliğe başvuruda bulundu. Valilik, Cumhuriyet Savcılığı’na bu derneğin feshiyle ilgili talepte bulundu. Savcılık bu talebi reddetti. İstanbul Valiliği, Ankara Valiliği gibi yerinde durmadı; bu kararı mahkemeyi götürdü, savcılığın kararına itiraz etti. Ağır ceza mahkemesi de bu talebi kabul etti ve dolayısıyla savcının dava açmasını zorunlu kıldı. Savcılık bunun üzerine dava açtı ve 2009’a kadar yürüyen bir dava söz konusuydu.

Dernekleşmeyle alakalı şimdiye kadar bir problem yaşamadık. Dernek kapamayla ilgili problemler yaşandı. Kuruluş aşamasında “ahlaka aykırı” diye kurulması engellenmedi. Ama dernek faaliyetleri izlendi. 2005 yılında Kaos GL Dergisi’nin ilk çıktığı zaman “Siz ahlaka aykırı işler yapıyorsunuz, dernek amacından saptı” gibi bir meseleyle kapatma davası görüldü. Bu dava kazanıldı. Lambda kelimesinin Türkçe olmadığı iddiasıyla derneğin feshine karar verdi. Biz o kararı temyize götürdük. Yargıtay bir nebze iyi bir karara, bir nebze de sıkıntı yaratabilecek bir karara vardı. Hatta o sıkıntı yaratabilecek kararla ilgili de ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yaptım. Üzerinden yıllar geçti, hâlâ AİHM’den bir cevap yok. Lambda’nın hemen akabinde Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği’nin yine feshiyle ilgili bir durum söz konusu oldu. Oradaki mahkemeye biz Lambdaistanbul için verilen kararı örnek göstererek davanın reddedilmesini sağladık. Sonrasında zaten lgbti+ örgütlerinin örgütlenmesiyle ilgili, derneklerin tüzüklerine yönelik bir sorun çıkmadı. Diyarbakır, Mersin, İstanbul, birçok yerde zaten şu an lgbti örgütleri faaliyet yürütüyor. OHAL’le birlikte lgbti+ derneklerine yönelik farklı bir baskı var mı? Rozerin: Doğrudan bir etkilenme söz konusu değil. Lgbti+ örgütlerinin eşzamanlı beraber çalıştığı birçok dernek kapandı. Bir yandan da “Biz sizin güvenliğinizi sağlayamayabiliriz” diyerek kapatma kararı alabilirler. Örneğin geçen yıl Kaos GL’nin yaşadığı IŞİD tehdidi meselesi. Lgbti+ örgütleri, insan hakları mücadelesinden bağımsız bir yerde çalışmalar yapmıyor. Her şeyin içinde varız. Dernek olarak

30

üretiyoruz. Bir acının biz de imzacısı, sözcüsü oluyoruz ve dolayısıyla “Biz de varız” dediğimiz için, biz de bu tehdidin ya da kapatılmanın öznesi olabiliriz. Bunu son zamanlarda çok düşünmeye başladık. Buna ilişkin biz de hem kapatılan derneklerle, hem de kapatılması muhtemel olan ve önlem almaya çalışan, hukuki haklarını korumaya çalışan derneklerle birlikte hareket ediyoruz. Şu anda yapabildiğimiz tek şey bu. OHAL döneminde 300 küsur tane dernek kapatıldı. Kapatılan derneklerin listesini incelediğimizde doğrudan Lgbti+ çalışması yürüten bir dernek kapatılmasa da, o derneklerle dirsek temasında olan, beraber çalışma yürüten dernekler kapatıldı. Doğrudan kapatılmasa da lgbti+’larla dirsek teması kuran bir dernek kapatıldığında aslında hem hukuki hem de fiili anlamda, doğal olarak bir daralma söz konusu oluyor. Fırat: Bu durum esasında OHAL’le alakalı bir durum değil. Oluşan konjonktür bunu gerektiriyor. Şu an OHAL kalksa AKP’nin hukuksuzluğu aynı şekilde devam etmeyecek mi?


adaletin “o” biçimi Yan yana geldiğiniz bir kurum ya da platformunuz var mı? Rozerin: Sayıca çok fazla değiliz. Başka şehirlerden avukat arkadaşlarla da çalışıyoruz. Biz Spod olarak iki sene boyunca avukat ağı eğitimi adı altında meslektaşlara, lgbti+ hak savunuculuğu üzerinden farkındalık eğitimleri, atölyeleri, çalışmaları düzenledik ve bunun çok güzel dönüşleri oldu. Bir ağımız var ama bu ağ sadece, “Ben lgbti+ hassasiyeti olan bir avukatım” üzerinden yürümüyor. Aslında tüm muhalif avukatlar birbirimize dayanışarak, destekleşerek hareket etmeye çalışıyoruz. Küçük bir çalışma grubu ağımız var. Sokakta maruz kalınan saldırılarda kişiyi ikinci kademe bir şiddetten korumak için olduğu yere yetişmek, yasa değişiklikleri için ne yapabilirizi araştırmak, akademik alanda neler yapılabilir diye araştırmak... Hak savunuculuğu bir bütündür. O yüzden bütün insan hakları dernekleriyle, İHD’den Af Örgütü’ne kadar hep birlikte çalışıyoruz.

“OHAL’i bugün kaldırıyoruz” dedikleri zaman, havuz medyasının bakış açısı değişmeyecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşü polisin iznine bağlı, polis “lütfederse” biz o yürüyüşü yapabiliyoruz. Polise gelene kadar ortada bir anayasa var. Eğer anayasayı ortadan kaldırdıysanız “Biz bu anayasayı ortadan kaldırdık” deyin, biz ona göre başımızın çaresine bakarız. Bütün bu hukuksuzluklardan bahsederken şöyle şeyler de oluyor; 2016 Pride Yürüyüşü’nde gözaltılar olmuştu, onların davaları bir yıl boyunca sürdü. O davalardan biri, bu yılki Pride’tan iki gün önce beraatla sonuçlandı. Bu da Pride için iyi bir motivasyon sağladı. Rozerin: Temel mesele şu; sokakları bırakmamak gerekir. Bıraktığınız anda zaten hakkı vermiş oluyorsunuz, o hak işgal ediliyor ve dolayısıyla da artık bir şey yapamaz hale geliyorsunuz. Ama önemli olan şey sokakları rahatsız etmek, bunu yapmaya çalışıyorsunuz. Bu bakımdan bu yıl insanlar gözaltına alındıkları anda, o sürecin zaten nereye kadar uzayacağını göze almış oluyorlar. Dış görünüşü nasıl olursa olsun, hangi

cezaevine gireceğini bilsin ya da bilmesin, sadece vermiş olduğu mücadelenin kıymetini bilerek, insanlar sokakları bırakmak istemiyor. Fırat: Son iki yıldır Ramazan hassasiyeti üzerinden bir propaganda yürütülüyor. Bu topraklarda Ramazan Ayı her yıl; cumhuriyet öncesi de, cumhuriyet sonrası da vardı ve ilk Onur Yürüyüşü 2003 yılında gerçekleşti. Bu zamana kadar herhangi bir sıkıntıya neden olmadı. Ama 2015’te Onur Yürüyüşü engellendi ve 2016’da polis saldırısı oldu. İnsanların var olan sorunlarına çözüm bulmak ve kamuoyu oluşturabilmek için insanların olduğu bir yerde yürümeleri gerekir. Ben gidip Yenikapı ya da Maltepe miting alanlarında derdimi martılara mı, ağaçlara mı anlatacağım? Dünyanın her yerinde, Uzak Doğu, Ortadoğu, Afrika fark etmeksizin bütün eylemler şehir merkezinde meydanlarda yapılır. Lgbti+ yürüyüşlerinde böyle toplanıyoruz, dağılmıyoruz. Lgbti+ hak savunucusu avukatların cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri odaklı bir dayanışma ağı var mı?

31

Peki, bu lgbti+ davalarına bakan avukatlara, sizlere nasıl bakılıyor? Siz herhangi bir ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz? Rozerin: İsmi lazım değil bir belediye başkanıyla görüşmeye gitmiştik. Bana “Sizin kadar güzel trans birini görmedim” demişti. O toplantıda şöyle bir iki saniye herkes dondu. Çünkü hiçbir şeyin farkında değil, sadece bir neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışıyor. Şunun gibi; “Kürtleri kim savunur, Kürt avukatlar savunur. Kadınları kim savunur, feminist avukatlar savunur. İbneleri kim savunur, ibne avukatlar savunur” Bu böyle bir kalıp yargıdır. Ve son sorumuz; hukuk mücadelesini güçlendirecek toplumsal muhalefet alanları için ne söyleyebilirsiniz? Adliyede verilen, savcı karşısında verilen mücadele hangi toplumsal mücadele alanlarından beslenir ve bunun yöntemleri nelerdir? Rozerin: Gerçekten ülkenin nereye evrildiğini göremiyoruz ve şunu belki söylemek gerekir; Türkiye’den başka ülkelere artık çok ciddi göçler söz konusu, maalesef lgbti+ göçleri de çok fazla. İnsanlar artık kendilerini ne


adaletin “o” biçimi

Ülkenin nereye evrildiğini göremiyoruz ve şunu belki söylemek gerekir; Türkiye’den başka ülkelere artık çok ciddi göçler söz konusu, maalesef lgbti+ göçleri de çok fazla. İnsanlar artık kendilerini ne güvende hissediyorlar, ne de üretebildiklerini düşünüyorlar. güvende hissediyorlar, ne de üretebildiklerini düşünüyorlar. O yüzden muhalefet alanının aynı zamanda üretim, kendini ifade etme alanının da etkilendiğini ve daraltıldığını, yok edilmeye çalışıldığını gözlemliyorum. Ben muhalefetin sokak hareketini, adalet arayışı içindeki mücadelesini ve dayanışmanın aslında özünü yani işte muhalif olmayla ilgili, hak aramayla ilgili özünü yeniden bulmasını dileyebilirim. Dayanışmanın kendisinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Şu anda dört kişiyiz, sokağa çıkıp dört kişi sadece bir hak için şöyle bir dakika dursak, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine, yasaya muhalefetten değil, örgüt üyeliğinden alınma ihtimali yüksek bir ülkede yaşıyoruz. Hangi örgüt onu

Şu an lütuf olarak gösterdikleri bir şeyleri esasında biz bu dayanışmayla sağladık. Onur Yürüyüşü 2003’ten bugüne kadar gelebildiyse bu sadece lgbti+ örgütlerinin değil aynı zamanda lgbti+ alanında çalışan, çalışmayan ama duyarlı olan herkesin bir araya gelmesiyle beraber gerçekleşen bir durum.

32

bilmiyoruz! Böyle bir durumdayız. O yüzden tabi ki umudumu yitirmemeye çalışıyorum ama nereyle nasıl dayanışacağım ve onu nasıl güçlendireceğim konusunda da herkesle bir fikir alışverişinin içerisine girebilirim. Fırat: Her şeyin başı ve sonu zaten dayanışmadır. Kadın mücadelesinin, ekolojist avukatların, bir böceğin hakkını arayan insanın, yaşam hakkını savunanların ya da emek hakkını arayanların, her alandaki insanların dayanışmasıyla biz bir şeyleri elde ederiz. Şu an lütuf olarak gösterdikleri bir şeyleri esasında biz bu dayanışmayla sağladık. Onur Yürüyüşü 2003’ten bugüne kadar gelebildiyse bu sadece lgbti+ örgütlerinin değil aynı zamanda lgbti+ alanında çalışan, çalışmayan ama duyarlı olan herkesin bir araya gelmesiyle beraber gerçekleşen bir durum. Lgbti+ hareketi aynı zamanda emek hareketiyle iç içe. Yıllar öncesindeki Tekel Direnişi ya da 1 Mayıs’ta ya da başka alanlarda sergilenen tutumlara bakıldığında böyle bir birliktelik söz konusu. Aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’yle de dayanışma içerisinde. Ne kadar büyük bir dayanışma içerisinde olunursa, o kadar büyük kazanım söz konusu olur. Ve biz bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bunu dayanışmayla sağlamaya çalışıyoruz. Aslında söylenecek şey en nihayetinde budur. Teşekkür ederiz.


eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar Bir ülkede toplum, hangi değerler ve düşünce sistemi üzerinden biçimlendirilecekse, eğitim politikaları başta olmak üzere idari yapılanma da ona uygun olarak oluşturulur. Türkiye’de de yapılan bundan farklı değildir. 4+4+4 modeliyle yaratılmak istenen budur: Baskıcı ve koşullandırıcı bir eğitim anlayışı, yani bugünkü iktidarın isteklerini karşılayan bir model.

Ebru YILDIRIM

2

012 yılında yürürlüğe sokulan, ilk ve ortaöğretim sistemini 4+4+4 olarak kademelendiren 6287 sayılı yasanın üzerinden beş yıl geçti. Bu beş yıl içerisinde “yeni” eğitim modeline dair pek çok farklı çevreden pek çok yazı, eleştiri kaleme alındı; kimi siyasi yapılarca modelin sorunlarını halka anlatmak adına kısıtlı kampanyalar düzenlendi. Türkiye tarihinin gördüğü en vahşi, pedagojiden ve evrensel değerlerden en uzak eğitim modeli kademeli olarak ve karşısında hakikatli bir muhalefet görmeksizin hayata geçti. Henüz kurumsallaşmamış faşizmin kitle tabanını kalıcılaştırmayı hedeflediği aşikâr olan eğitim modeli, geçen bu beş yıl içerisinde yaşanan her türlü hukuksuzluğun ve iktidarca yaratılan şiddet yüklü tehdidin de sayesinde insan yavrusuna en kısa zamanda müdahale etmenin aracı olarak karşımızda.

Eğitmek: peki nasıl?

Temel bir insan hakkı olarak ele alabileceğimiz eğitim hakkının özüne baktığımız zaman insanın özgür biçimde kendisini geliştirme düşüncesini görmek mümkün. Eğitimcinin görevi de, yetişme sürecindeki insanı eğip bükmek değil, bir insana kendini yetiştirmesi için gerekli koşulları ve ortamı sağlayarak onun kendini geliştirmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynamaktır. Eğip bükmeye odaklanmış bir eğitim/ eğitimci anlayışı çocuğa yarar sağlamaktan çok zarar verir. Bu nedenle eğitimin niceliği kadar niteliği de önemlidir. Öyleyse “Çocuğun eğitim hakkı ne tür bir eğitimle korunmuş olur?” sorusunun yanıtı “Kendi potansiyelini açığa çıkarmasını sağlayacak olan bir eğitim.” Çünkü çocuk bir insandır ve kimsenin malı, mülkü değildir. Ancak çocuğun özne olmasına izin veren bir eğitim, eğitim adını almaya layıktır. Eylemlerinin sorumluluğunu taşıyan özgür bir öznenin gelişme ortamını

33

hazırlamak, diğer öznelerle ortak olan, paylaşım ve uzlaşım alanları yaratmak üzere yürütülmesi gereken eğitim; iktidara kayıtsız şartsız bağlılığı ilkece benimsemiş olan siyasi ve sosyal sistemlerde özneye ihtiyaç duyulmadığı ve itaat edeni yönetmek kolay ve zahmetsiz olduğu için bu anlayışa uygun ideolojik bir hal alır. Bir ülkede toplum, hangi değerler ve düşünce sistemi üzerinden biçimlendirilecekse, eğitim politikaları başta olmak üzere idari yapılanma da ona uygun olarak oluşturulur. Türkiye’de de yapılan bundan farklı değildir. 4+4+4 modeliyle yaratılmak istenen budur: Baskıcı ve koşullandırıcı bir eğitim anlayışı, yani bugünkü iktidarın isteklerini karşılayan bir model.

Dayatılan modelin ekonomipolitiği

“Tüm toplumsal sınıfların çocuklarını anaokulundan başlayarak alır ve anaokulundan başlayarak, yeni ve eski yöntemler-


eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar le, yıllar boyunca, çocuğun “etkilere en açık” olduğu çağda, aile DİA’sı* ve öğretimsel DİA arasında sıkışmış olduğu yıllar boyunca, egemen ideojiyle kaplanmış “beceriler”i (dil öğrenme, hesap, tarihi bilimler, edebiyat) ya da sadece katıksız egemen ideolojiyi (ahlak, felsefe, yurttaşlık eğitimi) tekrarlaya tekrarlaya çocukların kafasına yerleştirir. On altıncı yıla doğru bir yerde, dev bir çocuk kitlesi üretimin içine düşer: Bunlar işçiler ve küçük köylülerdir. Öğrenim görebilecek gençliğin bir başka bölümü yoluna devam eder: Ve zar zor kısa bir yol daha aldıktan sonra bir kıyıya yıkılır kalır ve küçük ve orta teknisyenler, beyaz yakalı işçiler, küçük ve orta devlet memurları, her türlü küçük burjuva tabakaları oluşturur. Son bir bölümü zirveye ulaşır, ya aydınlara özgü yarı işsizliğe düşmek ya da “kolektif emekçinin aydınları” dışında sömürü görevlileri (kapitalistler, işletmeciler), baskı görevlileri (askerler, siyaset adamları, yöneticiler) ve profesyonel ideologlar (çoğu inanmış “laik” kimseler olan her türlü papaz) sağlamak üzere… Yolda düşüp kalan her kitle, sınıflı toplumda yerine getireceği göreve uygun ideolojiye pratik olarak sahip kılınır: Sömürülen olma görevi (son derece gelişmiş mesleki, ahlaki, medeni, milli ve apolitik vicdana sahip), sömürü görevlisi olma görevi (işçilere emretmeyi ve onlarla konuşmayı bilmek: insan ilişkileri), baskı görevlileri (emretmek ve tartışmaya yer bırakmadan itaat ettirmeyi bilmek.)” Louis Althusser (İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları- İletişim Yay. 4. Baskı) DİA * (Devletin ideolojik aygıtı) Althusser’in devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak imlediği “okul/ eğitim”; Türkiye bağlamında kamuoyunca 4+4+4 olarak bilinen yeni düzenlemelerle yeniden tesis edilmekte. Türkiye’de 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle ülkenin neoliberal dünyaya eklemlenme sürecinin daha da hızlandığı söylenebilir. 2004 yılından başlayarak okul öncesinden liseye kadar bütün eğitim programları değiştirilmiş yerine yeni programlar uygulamaya konulmuştur. Yeni programlarla birlikte eğitim sisteminin dayandığı felsefeden öğretim yöntem ve tekniklerine, ölçme değerlendirmeden ders kitaplarına birçok alanda radikal denilebilecek değişikliklere gidilmiştir. Bunun yanında programların dayandığı temel felsefenin büyük ölçekle liberal dünyanın görüşlerini yansıtması, bilimsel yönünün

AKP iktidarı, Cemaat’le yaşadığı gerilimin açtığı “meşru” zeminden de yararlanarak, kapatıldığı iddia edilen dershanelerin yerini “temel lise” adıyla çok daha pahalı dershanelere açmış oldu. Böylece dershanecilikte tekelleşmeye gidilerek, küçük ölçekli kurumlar kapatıldı, orta ve büyük ölçekli eğitim kurumları isim değişikliğiyle “apart liseler” açtı. sorunlu olması, bireyselliğin aşırı vurgulanması ve Sünni İslamcı anlayışın ön planda olması gibi noktalar karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu değişikliklerin iki temel nedeni vardır. Birincisi tıpkı sağlık gibi eğitim alanının da sermayenin yeni birikim alanı olarak tespit edilmesidir. Devlet okullarında kalitenin giderek düşürülmesi, okullara gönderilen ödeneklerin her geçen yıl azalması ve kâğıt üzerinde ilköğretimin parasız olmasına karşın yirmi civarında gerekçeyle para toplanmasıyla insanlar paralı eğitime alıştırılmaktadır. Bu arada devlet okullarına verilmeyen destek özel okullara akıtılmakta, bankaların verdiği eğitim kredileriyle artık alt düzey kamu çalışanları bile çocuklarını özel okullara gönderebilmektedirler. Ancak bütün bunlardan devlet okullarının günün birinde tamamen kapatılacağı yanılgısına düşülmemelidir. Çünkü burada değişiklikle-

34

rin ikinci temel nedenine geliyoruz. O da düşünme yeteneğini kaybetmiş, köle bilinci taşıyan, soru sormayan, merak etmeyen, dolayısıyla itiraz da etmeyenedemeyen nesiller yetiştirme ihtiyacıdır.

Neler yaşandı?

AKP iktidarı, Cemaat’le yaşadığı gerilimin açtığı “meşru” zeminden de yararlanarak, kapatıldığı iddia edilen dershanelerin yerini “temel lise” adıyla çok daha pahalı dershanelere açmış oldu. Böylece dershanecilikte tekelleşmeye gidilerek, küçük ölçekli kurumlar kapatıldı, orta ve büyük ölçekli eğitim kurumları isim değişikliğiyle “apart liseler” açtı. TEOG yerleştirme sisteminde yapılan değişiklikle veliler görece iyi anadolu/fen liselerine öğrenci kaydettirebilmek için rehberlik hizmetleri satın aldı. Meseleyi daha kolay kavramak için Türkiye’deki farklı türde eğitim veren liseleri kategorize etmekte yarar var:


eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar

AKP iktidarı sermayenin açtığı bu meslek liselerinin öğrencilerini özel okul teşvik bursuyla okutuyor, yani devletin parası sermayeye devrediliyor. Veliler ise, para ödemeksizin devlet bursuyla özel okulda öğrenci okutmaktan memnun. Sermaye sahipleri ise en memnun kesim elbet: Hayır işlemiş oluyor, devletin parasıyla okuyan öğrencilerin emeklerine henüz 16 yaşındayken “staj” adı altında çok ucuza el koymuş oluyor. a) Anadolu/fen liseleri: Bu liselere giriş merkezi sınavla yapılmakta. Aynen üniversite sınav sisteminde olduğu gibi öğrenciler aldıkları puanlara göre tercih yaparak bu liselerden birine kayıt yaptırabilmekte. AKP iktidarı bu türdeki liselerin de “proje okullar” adıyla içini boşaltmakta gecikmedi. İstanbul Erkek Lisesi, Cağaloğlu Anadolu Lisesi, Kabataş Lisesi… gibi pek çok köklü kurumu bu kapsamın içine alarak doğrudan öğretmen ve idareci atamalarını Milli Eğitim Bakanlığı’na bağladı. Bu okulların öğretmen ve idarecileri zorunlu tayin edildi, yerlerine AKP sendikasına kayıtlı, liyakatin yok sayıldığı atamalar yapıldı. İmam hatipleştirilemeyen, laik orta sınıf ailelerin tercih ettiği bu okulların dinselleştirilme sorunu da atanan öğretmenler ve yenilenen zorunlu dinsel müfredatla giderilmiş oldu. Dolayısıyla “proje okullar”da okuyarak dil eğitimi de dahil, görece iyi eğitim alınabilen parasız ve laik okulların da tercih edilebilirliği ortadan kaldırılarak, orta sınıfların çocukları için geriye kalan “özel okul” seçeneği yaratıldı. b) Meslek liseleri: Aynı merkezi sınavla girilen, anadolu/fen liselerine puanı yetmeyen öğrencilerin tercih edebildikleri okul tipleri. Akademik eğitim yerine mesleki eğitimin verildiği

okullar. Bu okulların puanları anadolu/fen liselerine göre çok daha düşük. Özel ders alamamış, dershaneye gidememiş, eşit koşullara sahip olmayan illerin öğrencileri genelde bu liselere kayıt yaptırabiliyor. Meslek liselerinin puanları da kendi içlerinde değişkenlik gösteriyor. Mesela piyasaya açılan sağlık sektörüyle paralel olarak bu içerikteki meslek liselerinin puanları diğerlerine göre daha yüksek. Bununla birlikte sanayi bölgelerinin içinde “özel” meslek liselerinin açılması hızlandı. Buna ilişkin en somut örneklerden biri sermaye gruplarından Koç’a ait: “Ford Otosan Genel Müdürü Nuri Otay: Amacımız; sürdürülebilir bir okul-işletme işbirliği modeli oluşturmak, teknik ve mesleki eğitime destek olurken sanayiye istihdam için nitelikli insan kaynağı yaratılmasına katkıda bulunmak ve müşteri memnuniyetini artırmak. Ford Otosan olarak ilk günden beri tüm olanaklarımızı seferber ederek desteklediğimiz Meslek Lisesi Memleket Meselesi Projesi kapsamında 36 meslek lisesi koçuyla 19 okula ulaşarak, 698 bursiyere katkı sağladık. Bugün de yine bizi gururlandıran bir eğitim merkezi açıyoruz. Merkezimiz, Eskişehir İnönü fabrikasına yakın olmanın getireceği hızlı oryantasyon ve teknik destek avantajına da sahip. Bu

35

projenin bayi teşkilatının nitelikli eleman ihtiyacını büyük ölçüde karşılayacağına inanıyorum. Merkezimizde yetiştirdiğimiz İnönü Endüstri Meslek Lisesi öğrencileri sektöre büyük katkı sağlarken ağır ticari araçlarda uygulanan teknolojik yeniliklere uyumlu ve yüksek vasıflı teknisyenlerimiz, servis hizmetlerimize değer kazandıracak. Şu anda Ford Otosan Gölcük tesislerinde 2 bin 500’den fazla endüstri meslek lisesi mezunu çalışıyor. Amerika Birleşik Devletleri dahil tüm dünyaya ihraç edilen üstün kaliteli ürünleriyle ülkemizin gurur kaynağı olan Ford Otosan’ın başarısında meslek liselerinde yetişmiş gençlerimizin katkısı çok büyüktür.” Bugün gelinen noktada AKP iktidarı sermayenin açtığı bu meslek liselerinin öğrencilerini özel okul teşvik bursuyla okutuyor, yani devletin parası sermayeye devrediliyor. Veliler ise, para ödemeksizin devlet bursuyla özel okulda öğrenci okutmaktan memnun. Sermaye sahipleri ise en memnun kesim elbet: Hayır işlemiş oluyor, devletin parasıyla okuyan öğrencilerin emeklerine henüz 16 yaşındayken “staj” adı altında çok ucuza el koymuş oluyor. c) İmam hatip liseleri: Yukarıda sayılan okullardan hiçbirine giremeyen öğrenciler sınavsız olarak imam hatip liselerini tercih edebiliyor. Hatta çoğu yoksul aile, büyük şehirlerdeki ulaşım pahalılığı nedeniyle evinin yakınındaki imam hatip lisesini doğrudan tercih etmeye mahkûm ediliyor. Bu türdeki liselerde verilen eğitim, kapitalist sistem içindeki paylaşımdan en aza razı olmak üzere yetiştirilen zihniyeti ürettiği gibi, mezun olanın pazarda satabileceği herhangi bir kültürel sermayeyi de içermiyor. d) Açık lise: Sınavla girilen anadolu/fen/meslek liselerini kazanamamış öğrenciler doğrudan ya imam hatip liselerine veya evinden eğitim alabildikleri açık liselere kayıt yaptırabiliyor. e) Özel liseler: Bu liselere giriş merkezi sınavla olsa da çok düşük puanlarla kayıt yaptırmak mümkün. Anadolu/fen liselerini hedefleyip kazanamamış ve parası olan öğrenciler için ideal. Çocuklarının akademik eğitim almasından yana olan veliler meslek liseleri ve imam-hatip liselerine çocuklarını göndermek yerine banka kredisi çekerek bu okullarda çocuklarını okutabiliyorlar. Elbet bu liselerin de kendi içinde kategorik farklar barındırdığını söylemek gerek. Özel liselerin büyük bir


eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar kısmı üniversite hazırlık merkezli. Eleştirel düşünmeyi, öğrencinin kendisinin farkına varabildiği ve dünya ölçeğinde bakma ve görme edimini içselleştirdiği bir eğitimin verildiğini söylemek zor. Hemen hepsi benzer ücret karşılığı LYS başarısı odaklı. Ortalama ücretin üzerinde para talep eden özel liseler ise Avrupa ve Amerika’da network ağı vadedenler. AKP iktidarı lise eğitimini yukarıda anlatılanlar çerçevesine oturttuktan sonra son üç yıldır ortaokulların da benzer biçimde özelleştirildiği, sınav merkezli eğitimin bu kademedeki okulları da ele geçirdiği görülmekte. “Apart liseler”den sonra “apart ortaokullar”ın da ülke eğitiminde orta sınıfların çocukları için tercih ettiği birer cahilleştirme merkezi olarak piyasaya sunuldu. Mesela bu okulların reklamlarında karşımıza çıkan en önemli nokta, TEOG sınavında kaç sorunun kaç öğrenci tarafından yapıldığı yönünde.

Kadının yeri ve görevi

Yeni eğitim modelinin, en yoksulları imam hatip liselerine veya açık liseye yönlendiren uygulamasında ilk gözden çıkarılacak olanların kız çocukları olacağı tahmin edilmesi zor bir gerçek değil. Açık lise seçeneğiyle çocuk evliliklerinin önünü de açan uygulamada, evde parça başı iş yapmak zorunda kalan veya tekstil atölyelerinde sigortasız çalışan annelerin ev yükünün de kız çocuklarına yükleneceğini görmek gerek. Bilimsel eğitime yaslanmak yerine değerler eğitimini merkeze koyan yeni eğitim düzenlemesi; muhafazakâr, Sünni bir dünya görüşünü sistematik olarak işlerken; müfredatın bütününde Sünni Türk aile yapısının değerleri olarak sunulan ve kadın emeğini, bedenini, kimliğini ikincileştiren bir anlayışı kalıcı kılmayı hedeflemektedir. Aileyi kurma ve yaşatma görevinin, ailenin kutsiyetinin, erkeğe (Allah’a,

babaya, kocaya) itaat etmenin bir kadın için en önemli görevler olduğuna dair normlar müfredat aracılığıyla hem erkek hem de kız öğrencilere enjekte edilmektedir. Anneliğin en kutsal görev olduğuna dair veriler ilkokuldan itibaren kitaplarla, drama ve benzeri canlandırma teknikleriyle derslerde işlenmekte; sosyoloji, felsefe gibi düşünmeyi öğreten dersler ailenin ve dinin insan hayatındaki önemini yeniden üreten araçlara dönüşmektedir. Kutlu Doğum Haftası adıyla anılan etkinliğin zorunlu kutlanmasını dayatan yeni uygulamayla da okullardaki mescit zorunluluğu farklı bir boyut kazanmıştır. Spor ve sanat derslerinin neredeyse kaldırıldığı yeni eğitim düzenlemesinde, var olan müzik ve resim dersleri de Osmanlı’ya atıfta bulunan programlarla reorganize edilerek ideolojik hegemonya desteklenmektedir. Ebru, tezhip, minyatür gibi sanatlar müfredat programına alınırken; Türk musikisi makamları, ilahiler de müzik derslerinin merkezine yerleştirilmiştir. Sanat derslerinin azaltılması, hatta tümünün kaldırılması doğrultusundaki eğilim, eğitim politikalarını “dindar nesil” yetiştirme anlayışına dayandıran bir eğitim algısının ürünüdür. Değerler eğitiminde yer alan kavramların işleniş biçimi, kavramların kendisi “iffet, namus, aile, vatan sevgisi, evlilik, çocuk…” sarmalında yine kadın kimliğinin nasıl inşa edilmesi gerektiğini belleten verileri içermektedir. İmam hatip okulları fiili olarak karma eğitimin kaldırıldığı okullardır. Kız ve erkek öğrenciler ayrı okullarda eğitim görmektedir. Eğitimin dini kurallara göre biçimlendirilmesi, öğrencileri inanan ya da inanmayan, dindar ya da dinsiz, ibadet eden ya da etmeyen gibi kategorilere ayırmaya başlamıştır. Toplumda giderek derinleşen ve tehlikeli boyutlara ulaşan ayrışmalar eğitimin, bilimden çok dini kurallara göre

Bilimsel eğitime yaslanmak yerine değerler eğitimini merkeze koyan yeni eğitim düzenlemesi; muhafazakâr, Sünni bir dünya görüşünü sistematik olarak işlerken; müfredatın bütününde Sünni Türk aile yapısının değerleri olarak sunulan ve kadın emeğini, bedenini, kimliğini ikincileştiren bir anlayışı kalıcı kılmayı hedeflemektedir.

36

düzenlenmesiyle daha da derinleşti. Bütün bu gelişmelerden cesaret alanlar, bilimsel, demokratik ve laik eğitimin en temel öğelerinden birisi olan karma eğitimin tümden kaldırılmasını önerecek kadar ileriye gitmişlerdir.

İtaat eden insan

Yukarıda değinilenlerin iki gerçekliğinden biri piyasaya açılan hizmet sektörünün semirmesi ve ucuz iş gücü yetiştirme politikaları ise, diğer gerçeklik de itaat eden, sorgulamayan, kendilik bilincinden yoksun insan yetiştirme yönelimidir. Ipsos Araştırma Şirketi’nin Türkiye ofisinin referandumdan sonra yaptığı araştırmanın da gösterdiği gibi, eğitim düzeyi yükseldikçe Erdoğan politikalarının kabul oranı düşmektedir. Araştırmaya göre 16 Nisan Referandumunda “Evet” oyu kullanan seçmenin eğitim durumu şöyle: Eğitimsiz ve ilkokul mezunu yüzde 70, ortaokul 57, lise 42, yüksekokul 39. “Evet” ve “Hayır”ın yaş gruplarına ve yerleşim


eğitim çiftliğinde çürük yumurtalar birimlerinin eğitime erişim olanağına göre dağılımı da eğitim düzeyinin tercih belirlemedeki etkisini doğrulamaktadır: Gençler ve kent kültürüyle tanışanlar demokrasiden yana tutum takınıyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe seçmen kaybeden AKP’nin, eğitimsiz seçmenlerin “evet”çi olduğunu gösteren anketten çıkaracağı ders modern eğitim lehine olamayacaktır/olmamaktadır. Yeni rejimde insanların, gerçekle karşılaştığında fikirlerini değiştireceği ihtimaline karşın, bireyi dönüştüren eğitimsel içeriklerin tümüyle temizlenmesine hız verildiği 2017-2018 müfredat açıklamasıyla vücut bulmuştur. 2017-2018 eğitim yılı için Milli Eğitim Bakanı’nın müfredat değişikliklerine ilişkin yaptığı basın toplantısı ve sonrasında AKP çevrelerinden gelen açıklamalara bakıldığında 4+4+4 ile başlatılan süreç daha tehlikeli bir döneme girmiş görünüyor. Örneğin milli eğitim komisyonundan biri “Ci-

hat eğitimi olmadan, matematiğin bir anlamı olmaz” diyebiliyor.

Başa dönersek

4+4+4 ile başlatılan ve beş yıl içerisinde cihat kavramının da müfredata dahil edildiği yeni eğitim modeli adım adım bugüne gelirken, siyasal ve sendikal alanda yer alan muhalif güçlerin meseleyi kendi ağırlığınca ele almamış olması önemli bir zafiyet. Laik, parasız, bilimsel, demokratik, ana dilde eğitim

En alttakilere reva görülen imam hatiplere gidecek olanlar en çok da “esmer yakalılar” olacaktır. Yokluğun dayattığı Kur’an Kursu pansiyonlarında yine en yoksulların çocukları yatılı kalacaktır.

37

talebinin bir slogandan öte sahiplenilmesi gerekirken, gerek 6287 sayılı yasanın geçiş aşamasında, gerekse de AKP iktidarınca yeni müdahalelerle gelinen bugünkü aşamada talebin her bir ayağı yerle yeksan olmuştur. Talebin öncelikle parasız eğitim kısmı toplum da dâhil alıştırılarak ortadan kaldırılırken, zaten hiç hayata geçirilememiş olan “ana dilde eğitimin” olmayışıyla yasa karşıtı eylemler bir avuç öğretmenin katılımıyla sonuçsuz kalmıştır. Evet, Türkiye’de eğitim, tam da Türkiye’deki siyasal alan gibi hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmamıştır. Kürt çocukları kendi dillerinde hiçbir zaman eğitim alamamıştır. Evet, Kabataş, İstanbul Erkek veya Kadıköy Anadolu Liseleri zaten orta sınıf şımarıklığına hizmet etmiştir. Evet, evrim teorisi zaten anlatılamamaktadır, bunu anlatabilecek biyoloji öğretmenleri yetiştirilmemiştir. Türkiye’de bugün bizlere dayatılan “yeni” fotoğrafı görmemek için yukarıda sayılan “Evet”ler çoğaltılabilir. Lakin devrimciler, sosyalistler aynı zamanda uzgörürlü olmak zorundadırlar. En alttakilere reva görülen imam hatiplere gidecek olanlar en çok da “esmer yakalılar” olacaktır. Yokluğun dayattığı Kur’an Kursu pansiyonlarında yine en yoksulların çocukları yatılı kalacaktır. Bu satırların yazarının da parasız okuyabildiği ve “yeni”siyle kıyaslandığında hem laik, hem bilimsel eğitimin nispeten verilebildiği, birkaç yabancı dilin ücretsiz öğrenilebildiği okullar yok olmaktayken “Zaten eskisi …” deme gafletine düşmek, halk düşmanlığıdır. Birey olma imkânı tanıyan bir eğitim modelinin çok gerisinde, henüz primitif meselelerin halledilemediği bir ülke gerçekliğiyle yüz yüze olduğumuzu kabul etmeliyiz. Eğitimin toplumsal ayağını yok sayarak, görmezden gelerek, kendini gerçekleştirme fırsatı olanlarca yapılan değerlendirmeler, AKP eliyle yapılanları azımsamak ülkenin kısa vadede nasıl çürüyebileceğine dair fikir sahibi olmamak anlamına gelmektedir. Sendikaların ve siyasal alandaki tüm muhalif yapıların ortak mücadeleyi makro politikalar düzeyinde yürütemiyor olması bir yana, eğitim gibi tüm toplumu ilgilendiren bir konuda kampanyalar, paneller organize etmek; okul boykotları düzenlemek gibi yapılabilecek hâlâ pek çok şey olduğunu unutmamak gerekir.


“mahalledeki akp’’den, iktidardaki akp’ye… Sosyolog Sevinç Doğan; Kâğıthane toplumsal tarihi, Türkiye’de parti örgütleri ve gençlik kolları, sosyal demokrat belediyecilik gibi konularda çalışmalar yaptı; Mahalledeki AKPParti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma adlı kitabı Haziran 2016’da İletişim Yayınları tarafından yayımladı. Kitaba konu olan araştırmasını bir işçi ve gecekondu mahallesi olan Sanayi Mahallesi’nde gerçekleştiren Sevinç Doğan ile “Mahalledeki AKP”den İktidardaki AKP’ye dönüşümü konuştuk.

Söyleşi: Belgin ŞAHİN Belgin Şahin: Kitaba başlama kararını nasıl verdiniz? Temel sorularınız, motivasyonunuz neydi? Sevinç Doğan: Geçtiğimiz birkaç yıla kadar AKP ile ilgili saha çalışmaları çok azdı. Genelde partinin seçmenlerine ya da parti liderlerine bakılıyordu. Fakat bu partiyi asıl oluşturan gövde ne? Partiye asıl güç verenler kimler? Parti örgütlenmesini sağlayanlar kimler? Elimizde bunlara dair çalışmalar pek yoktu. Varolanlar da genel olarak AKP ile ilgili hakim bakış ve söylemlerimizin izindeki çalışmalardı- indirgemeci ve toptancı-. Yeterli ve ikna edici cevaplar üretilemediğini sezinliyordum. “Bir şekilde on yıllardır iktidarda bulunan ve toplumun değişik kesimlerinden destek alan bir parti bunu nasıl sağlıyordu?” merak konusu buydu. Doğal olarak temel

sorularım, çelişkiler üzerinden şekillendi. Bu kadar insanı yaftalamak çözüm olamayacağına göre, bunun arkasındaki dinamikleri anlama motivasyonu ile yaklaştım. Neden Sanayi Mahallesi’ni tercih ettiniz? Başka birçok yeri örneklem olarak kullanabilirdiniz. Sanayi Mahallesi ilginçti çünkü burası eskiden SHP’nin, CHP’nin belediyecilik yaptığı mahallelerden birisi ve bugün de AKP’nin belediyecilik yürüttüğü bir mahalle. Adından da anlaşılacağı gibi, Sanayi Mahallesi eski bir işçi sınıfı havzasıdır. Oradaki kentsel ve sınıfsal dönüşüm ile birlikte, dönüşen siyasal yapıya bakmak ve aynı zamanda AKP’nin bu mahallede nasıl örgütlendiğini irdelemek ilginç gelmişti.

38

Kitabınızda, Sanayi Mahallesi’nde Refah Partisi (RP) döneminden AKP dönemine geçişte örgütlenme biçimlerinden bahsetmişsiniz? Karşılaştırma yapabilir miyiz? Sonuçta AKP, RP belediyeciliğine, RP tabanına yaslanan bir parti ama onu kat ve kat değiştiren bir yerde duruyor. RP’nin mahalle örgütlenmeleri, sokak örgütlenmeleri AKP’nin tabii ki temel aldığı ama bambaşka bir şekle dönüştürdüğü, mekanikleştirdiği, profesyonelleştirdiği, rasyonelleştirdiği bir örgütlenme modeli ortaya koyuyor. Bir de şöyle bir ayrım var: AKP, kurulma aşamasında RP döneminden gelen çevre çeperdeki tüm kadroları çekti. Bugünkü Türkiye sağının diğer kesimlerini de peyderpey kendisine çekti. ANAP, Has Parti, MHP, BBP... Merkez sağı bir dönem bayağı içinde barındı-


“mahalledeki akp”den, iktidardaki akp’ye... ran bir parti oldu. Ancak referandum süreci ile birlikte bu tablo da değişti. Gülen Cemaati ile AKP’nin Sanayi Mahallesi özelinde gözle görülür bir örgütlenme ilişkisi var mıydı? Parti örgütlenmesi, parti organizasyonu içerisinde cemaatin çok büyük bir görünürlüğü yoktu. Cemaatin, parti içerisinde üst düzeyde görevleri vardı ama cemaatin diğer İslami cemaatler gibi mahalle örgütlenmesi vardı. Abi, abla evleri gibi... Ama Sanayi Mahallesi’nde çok çarpıcı olarak herkesin söylediği bir şey var: Mahallenin eskileriyle, eski solcuları ile konuştuğunuzda ortaya çıkan çok net bir şey var: Sanayi Mahallesi’nde belirgin olarak cemaatlerin örgütlenmesi gibi bir durum var. İnanılmaz sayıda vakıf var, bunların hepsi camii örgütlenmesi iken, vakt-i zamanında illegal örgütlenmelerken, bugün birçoğu tabelasına kavuşan dernek, vakıf, kurs, eğitim kurumu altında örgütlenen yapılanmalar ve bugün gerçekten görünürler. Artan bir oranda görünürler. Hatta şöyle düşünmüştüm: Parti dağılsa bile o kadar çok dernek, STK var ki; bu örgütlenmeler üzerinden sürdürülebilecek bir sürü ilişki ağı var. Çarpıcı olan kısmı burası aslında. Bu kurumlar, AKP içerisinde örgütlü olmasalar bile bariz bir şekilde partiyi destekliyorlar. AKP, onlara büyük bir alan açıyor. HDP, CHP, özellikle HDP mahallede siyaset yürütemezken -ki bugün bu çok daha net görülüyor- bu gruplar rahatça varlık gösteriyor. “Kürt Açılımı”nın olduğu süreçte de HDP’ye siyaset yaptırılmıyordu. Solcular için zaten çok zordu. CHP, hitabet etme kabiliyetine ve potansiyeline sahip olmayan bir parti olduğundan, kitle çalışması gibi bir derdi de yok görünüyordu. Dolayısıyla alan bu yapılara kalmıştı ve AKP bunu destekliyordu. Benim çalışmayı yürüttüğüm zaman da cemaat ile ilgili bir soru sorduğumda; “Allah’a şükür bir sorunumuz yok, biz onlara selam veririz onlar da bize selam verir” demişlerdi. Şaşırmıştım çünkü çok yakın ilişkilerinin olduğunu düşünmüştüm. Bütün bunlar 17-25 Aralık sürecinden önceydi. Dolayısıyla mesafeli bir örgütlenme biçiminden bahsetmek mümkündü o zamanlar. Birbirlerini kötülemiyorlardı çünkü gençlik kollarında, Fettullah Gülen’in biyografisi okutuluyordu. “Biz Gülen’in biyografisini okuyoruz,

peygamberlerin biyografisini okuyoruz” diyorlardı ama mesafeli duruyorlardı. Son üç soruyu bağlarsak; ben, daha çok AKP’nin kitle siyasetine bakmak için yola çıkmıştım ama sonra fark ettim ki AKP’nin bir parti örgütü var ve ilk önce ona bakmamız gerekiyor. Çünkü AKP’nin kitleselleşmesini ve parti örgütlenmesini sağlaması bambaşka dinamiklere bakmamız gerektiğini ortaya çıkardı. Böylelikle bir iç işleyiş biçimine yönelmeye çalıştım. AKP, kitleselliğini bir boyutuyla parti örgütlenmesi ile sağlıyorsa, bu örgütlenmedeki bambaşka dinamiklerden de bahseder misiniz? Ben hâlâ şuna şaşırıyorum: Bütün o medya krallığına, bütün o simülasyona, parti liderliğine vs. rağmen bu işler tek başına öyle bir görsellik-reklam-mitler üzerinden sürdürülmüyor. Bu durumu özellikle İstanbul için rahatlıkla söyleyebilirim. İlçelere ve mahallelere yayılan ve süreklilik arz eden bir çalışma şekilleri var. Seçim dönemlerinde, özellikle 5-6 ay öncesinden başlayan hareketlilikler var. Bunu görmek bence çok önemliydi. Böyle bir hareketliliği, böyle bir çalışmayı yok saymamak gerekiyor çünkü “Televizyonda izledi, ardından hemen onun sözünü dinledi” gibi bir gerçeklik yok aslında. Evlerde, sokaklarda, derneklerde, belediyede karşılaştığınız bir sürü yüz var ve bu yüzler size partinin propagandasını yapıyor.

39

Peki bunu nasıl yapıyor? Gündelik hayatının içine alırken, parti örgütlenmesinin etkisi var mı? Ben bunun belki tek sebep değil ama yadsınmayacak bir sebep olduğunu düşünüyorum. Gençlik kolları örgütlenmesi, kadın kolları örgütlenmesi, ana kademe örgütlenmesi var. Sosyal politik alanda bir şey yaptıklarında, evinize gelip yaşlı bakımı ile ilgili maaş alacağınıza dair sizi bilgilendiriyorlar. Halk, bunu televizyondan izlemiyor ya da görmüyor; bunu evinize gelip bir kadın anlatıyor. Hatta komşusu anlatıyor. O yüzden yerelle bağında, kitleye siyaset taşıma noktasında bahsettiğim aracılar, yani parti aracıları etkili bir yerde duruyorlar. Öte yandan onların -bu aracıların- motivasyonları ne? Bu bambaşka bir konu. Parti aracılarının motivasyonu demişken; kitapta, partinin şirket gibi yönetilmesinden bahsediyorsunuz. Bir kişinin partiye katılımının sadece politik bir tercih olmadığını aynı zamanda başka nedenlerinin de olduğunu… Bunu biraz açabilir misiniz? Şirket gibi işlemesi bence çok şaşırtıcı bir şey. RP ile karşılaştırıldığında şirket gibi tarzı çok fazla belirginleşiyor. RP’de öyle ya da böyle bir dava motivasyonu vardı. Siz bir sürü şeyi Allah rızası için yapıyorsunuz çünkü iktidarda değilsiniz, iktidarın kazanımlarının ne olduğunu tam olarak bilmiyorsunuz. Ödediğiniz bedellerin nereye gidece-


“mahalledeki akp”den, iktidardaki akp’ye...

Herkes zengin olmaya çalışıyor, herkes sınıf atlamak istiyor. AKP’nin sınıf siyaseti “Siz de bunu yapabilirsiniz”, “Siz de bir gün buraya gelebilirsiniz” üzerine kurulu bir sınıf siyaseti. ğini de bilmiyorsunuz. AKP dönemine geldiğimizde ise bir sürü kazanım var ve dolayısıyla kaybedeceğiniz de bir sürü şey var. “Biz Türkiye’nin çıkarını düşünüyoruz” gibi bir söylemle birlikte çok pragmatik ve motivasyonu tamamen seçime veya seçimi kazanmaya odaklı, bunun uğruna her şeyi yapabilecek bir etik görüşle hareket ediliyor. Örneğin; ben mahalle başkanıyım, bir görevim var ve 3 ayda 300 parti üyesi yapmam gerekiyor. Ya da parti üyesi olmasa bile onlara gidip partiyi tanıtmam, önyargılarını yıkmam gerekiyor ki bunun karşılığında bir sonraki seçimlerde koltuğum değişebilsin, statü atlayabileyim. Bu seçim döneminde mahalle başkanısınız diğerinde ilçe başkanı olabilirsiniz. Belli bir sayıda ev ziyareti yapmanız gerek, yapmadığınızda sizi görevden alabiliyorlar. Enformel bir şirket işleyişi gibi düşünebiliriz. Performans ölçümleri, görev kontrolleri, raporlamalar sürekli yapılıyor ve bu raporlamalarla faaliyet yürütüyorsunuz. Bu raporlar merkeze gönderiliyor ve geri dönüşleri ödüllendirmelerle veya motive etmeyle sonuçlandırılıyor. Örneğin; bilgisayar hediye ediliyor. Bir şirkete benzerliği başka açıdan da şöyle ifade ediliyor: “Seçimleri kazanmak hepimizin çıkarına”, sadece bir partinin seçimleri kazanması algısı değil, “Biz, o seçimleri kazanabilelim ki ‘inşaat’ devam etsin”; “Ben ihaleler alabileyim, ilçe başkanlığını sürdürebileyim” Sonuçta parti ağlarına yatırım yapıyorsunuz. Aslında küçük hisse sahibisiniz

Siyaset, insanları özgürleştiren onların hem kendi hayatlarına hem de toplumun geneline hitap eden bir yerde değil. Gayet dar grup çıkarcılığına hitap eden bir yerde duruyor. Siyaset; o anlamda özgürleştirici bir pratik, öznellik katan bir pratik de değil.

bu şirkette, sizden daha büyük hisseleri olanların olduğu bir şirket ama sizin de küçük hisseleriniz var. Bu çok netti fakat bilinçli bir çıkarcılığa indirgenecek bir şeyde değil. Gerçekten oturup bu insanlarla konuştuğunuz zaman alternatif bir siyasal örgütlenme olmadığını görürsünüz. Neo-liberalizmin kendisi aynı zamanda AKP’yi besleyen bir yerde duruyor, şirket hayatı çok yıkıcı ve yakıcı, sosyal hayat yine aynı şekilde. Sizin karşınızda o insanların hayatını değiştirecek alternatif bir politika yok maalesef. Bu yüzden AKP’nin yaptığı şey çok da farklı ya da özel bir şey değildi aslında. Tam da böyle bir sistemin kendisini, o ilişkiler ağını, böylesine bir bakış açısını yani kendisini üreten bir şeye dönüşüyor. Evlilik tercihinizde de bu toplum size makul, rasyonel, çıkarcı olmayı dayatan bir yerden bakmayı öngörüyor. Bu sebeple AKP, neoliberal ilişkilerin de beslediği bir yerde duruyor diyebilirim. AKP’nin “Biz” duygusu, “Parti Habitusu” kişinin parti içerisinde kendisini tamamen var etmesiyle ilgili bir durum olabilir mi? Öyle bir birey habitusunun kendisi zaten AKP’yi yeniden besleyen bir şey. Bugünkü Neo-liberal birey anlayışının kendisi zaten tam olarak AKP içerisinde temsil ediliyor. Rekabet edeceksin, ayağını kaydıracaksın, yükselmeye çalışacaksın çünkü cemaat meselesinde gördüğümüz sürekli yan yana olan, yediği içtiği ayrı gitmeyen iki grubun, nasıl yıkıcı bir şekilde birbirini tasfiye ettiği, etik kuralların hepsini nasıl çiğneyebildiğiydi. Çünkü siyaset, güçlünün kazandığı, zayıfın geride kaldığı ve rekabetin olduğu bir ortam ve bu bakış açısı sürekli üretiliyor. Hayata da böyle bakılıyor bir yerde. Örgütlenme biçimi bir anlamda parti içerisinde sınıf atlamanın önünü açıyor. AKP’nin bir sınıf siyaseti var. RP’nin sınıf siyaseti neydi? Yoksulluk söylemi, zenginlik, fıtrat… Elbette ki RP de kapitalizme veya neo-liberalizme karşı durmuyordu. Elbette bir sürü sermaye grubu vardı. Örneğin; Yeşil Sermaye gibi ama zenginliğin kendisi

40

kültürel olarak hegemonik söylemde hâlâ yerilen, yadsınan bir şeydi. AKP’ye gelindiğinde zengin olmak, sınıf atlamak karalanan bir propaganda malzemesi değil tam tersine meşru bir şey artık ve herkesin varmak istediği bir yer, bu çok önemli. Herkes zengin olmaya çalışıyor, herkes sınıf atlamak istiyor. AKP’nin sınıf siyaseti “Siz de bunu yapabilirsiniz”, “Siz de bir gün buraya gelebilirsiniz” üzerine kurulu. Parti üyelerinin siyasal bir yabancılaşma içine girdiklerini belirtmişsiniz, açabilir misiniz? Marks’tan yola çıkarak yorumlamışsınız… Ben, bunu parti içerisinde örgütlenmiş insanlar için kurmuştum. Mahalle toplantılarından birine gitmiştim. Orta yaş grubunun olduğu insanlardı. Sohbet havasında, herkesin derdinin konuşulacağı bir toplantı olacağını düşünmüştüm. Oysa çok formeldi, gündemler üstten belirleniyordu, ilden ilçeye, ilçeden mahalleye şeklinde.. Haftalık olarak konuşulacak şeyler yukarıdan belirleniyordu. Mahalle başkanı gündemleri söylüyor, en son “Söz almak isteyen var mı?” diye soruyor. Mahalleye ilişkin somut sorunların dışında söz almanız, fikir belirtmeniz beklenmiyordu. Sizin o siyasete dahil olmanız beklenmiyordu, orada


“mahalledeki akp”den, iktidardaki akp’ye...

AKP’yi bir blok olarak, AKP seçmenini bir blok olarak görmemek gerekiyor. Eminim; OHAL sonrası sürmekte olan operasyonlardan rahatsız olan ve “Bize ne olacak?” diyen bir sürü kesim var.

15 Temmuz’da bence ilk defa AKP örgütlenme biçimi açısından bir siyasal özneleşme yaşandı ama iki üç gün içerisinde bu durum soğuruldu: “Milli İrade” denilen o uhrevi, o mistik şey tekrar gündeme geldi. Tekrardan, lider “Ben, ‘Milli İrade’ adına hareket ediyorum” dedi. O “Milli İrade” kitlelerden tekrar koptu. bir özne olmanız, oraya katılmanız, fikir beyan etmeniz, ne düşündüğünüz beklenmiyordu. Yukarıdan gelen gündemler var ve sınırlandırılmış bir çerçevede konuşuyorsunuz. Burada siyasal özneleşmeden daha çok, siyasi kanaatlerini, siyasi ürünlerini, bütün o yerel ağlarla kitleye ileten bir parti var. Ama 15 Temmuz’da yaşadığımız başka bir şeydi. Onu da burada ayırarak değerlendirmek gerekiyor. Burada siyaset, o insanları özgürleştiren, onların hem kendi hayatlarına hem de toplumun geneline hitap eden bir yerde değil; gayet dar, grup çıkarcılığına hitap eden bir yerde duruyor. Siyaset; o anlamda özgürleştirici bir pratik, öznellik katan bir pratik de değil. Burada o yabancılaşma meselesinde Marks’ın dediği gibi; fabrikada işçi, kendi ürettiği ürünün aslında kölesi olmuştur. Meta, onun ürettiği ürün değildir, bu bir metadır ve

piyasaya sürülür. İşçi artık ürettiği şeyin yabancısı olmuştur. Parti içindeki insanlarda da bu durum gibi bir aktivite, üretim, siyasallaşma biçimi var ama durumun dışında duruyor veya tutuluyor. Yabancılaşmış; karar vermiyor, etkili değil, özne değil, bir şeyi değiştirmeye hakkı yok, söz söylemeye hakkı yok. Bir yandan sen kendini orada var ediyorsun, “Biz Habitus”u ile birlikte sınıf atlıyorsun, görünür oluyorsun, bir kimlik sahibi olarak ilişkileniyorsun. Bir yandan da karar verme süreçlerinde bulunamıyorsun. Hiyerarşi; şöyle bir durum çıkıyor: Sen burada dursan da durmasan da bu parti işliyor. Mekanizması var, koltukları sağlam olanlar var. Sen sadece o odaya girip çıkıyorsun. O anlamda senin fiziksel öznelliğinde çok fazla önemli olmuyor. Hakikaten bu duruma çelişki-

41

li bir şey gibi bakmak gerekiyor. Mutlak partili olmak, çelişkilileri de barındıran bir şey aynı zamanda, böyle görmek gerekiyor. Oradaki siyaset onu özneleştiren, onun temsiliyeti dışında, onu var eden bir işleyişe sahip olsa bu durum bambaşka araçları gerektiren bir şey olurdu. Bu anlamıyla 15 Temmuz tam olarak bunu gösteren şeylerden bir tanesidir. 15 Temmuz’da bence ilk defa AKP örgütlenme biçimi açısından bir siyasal özneleşme yaşandı. Bugüne kadar ne deniyordu, “Siyasi söz söyleme hakkını bana ver. Ben senin yerine söylerim” Bir anlamda seni sandığa kilitliyordu çünkü siyaset senin söz üretebileceğin bir yer değil. Üstte bir yerde, yukarıda bir yerde. Komploların döndüğü bir yerde, “Sen bana oy ver, ben senin yerine karar veririm” söylemiydi ama darbe sürecinde ne oldu? “Hadi, sen siyasal özne ol! Siyasal gidişatın kendisini durdur!” ya da “Buna etkide bulun!” dendi. Fakat; iki üç gün içerisinde bu durum soğuruldu çünkü sloganlar belliydi, taşınacak dövizler belliydi. Kaç gün süreceği, kimin ne yapacağı, görevlendirmeler belliydi. Program dahilinde insanlar sokağa taşındı, bir anlamıyla organize edilmiş bir siyasal öznellik söz konusuydu. Dolayısıyla kendiliğinden bir süreç değildi ve oradaki “milli irade” tekrar tersine döndü. Ve oradaki insanların siyasal özneleşme potansiyelleri çok çabuk bir şekilde eritildi. “Milli İrade” denilen o uhrevi, o mistik şey tekrar gündeme geldi. Tekrardan, lider “Ben ‘Milli İrade’ adına hareket ediyorum” dedi. O “Milli İrade” kitlelerden tekrar koptu. Peki; bu durum kendi kitlesi, örgütlenme biçimi üzerinde bir kırılma yarattı mı? Referandum bunu bize gösterdi; 15 Temmuz’da bir sürü insan birbirini veya AKP’yi yüzde yüz desteklemese bile darbeye karşı bir duruş sergiledi.


“mahalledeki akp”den, iktidardaki akp’ye... MHP’lisi de İslami cemaat üyesi de AKP’ye oy vermeyen bir sürü insan da o süreçte “Biz darbeleri artık istemiyoruz” “Bu darbelere dur demek istiyoruz” dedi. 28 Şubat süreci, 1960 Darbesi sonuçta sağ İslamcı muhafazakâr kesim üzerinde travmatik etkisi olan şeylerdi. Bu anlamıyla 15 Temmuz’da “Biz darbeyi durdurduk” söylemi bir yerde onlar açısından gerçek... Ama o gerçekliğin sonrasında olanlar; OHAL ilanı, cemaat operasyonları ve bu süreçte çok yaygın bir şekilde yapılan absürtlükler, toplumun geniş kesimlerine yönelik baskı aygıtlarını kullanıyor olması, çok geniş bir kesimde huzursuzluk yarattı. Nitekim; Referandum sürecinde de bunu gördük. İktidar, toplumun geniş kesiminden desteği kaybetti. Kendi “mahallesi” olarak gördüğü yerlerden de kaybetti, büyük şehirlerde de kaybetti. AKP içerisinde bu süreçten kaynaklı olarak bir kırılma noktası olduğuna göre, bu kırılma noktası ya da noktaları üzerine içeriden bakarak neler söylenebilir? Bence burada çelişkileri konuşmak, çelişkiler üzerine siyaset yapmak daha önemli. Karşımızda katı örgütlenmiş, kemikleşmiş bir kadroyu görmekten ve ona seslenmekten öte; bugün, referandum sürecinde ve öncesinde gördüğümüz çelişkilere bakmak, siyasetin toplumsal anlamda çelişkilerini yakalamak çok daha önemli diye düşünüyorum. MHP içerisinde bariz bir şekilde çelişki vardı, cemaat içerisinde, AKP’nin belli bir kesiminde çelişkiler vardı ve biz bunların hepsini gördük. Sandığa gitmeyen, partisi ya da lideri “Evet” derken, ‘hayır’ oyu kullanan bir kesim vardı. Bunların hepsi ister istemez sonuca da yansıdı. O yüzden bir blok olarak AKP’ye oy veren kesimden daha çok çatlaklıkları, eksiklikleri ve çelişkileri görmek gerekiyor. “Evet” dedi ama aslında bir önceki seçimlere göre belki, o kadar da isteyerek veya vicdanı o kadar da rahat olmayarak oy verdi. Bu anlamıyla bu çelişkileri yok sayamayız çünkü siyaset sıfır toplamlı, sadece siyah ve beyazın olduğu bir şey değil. Bunları görmek ve tekrar etmek gerekiyor. Bugün genel siyasette belli yasaklanmış kavramlar ve konular var ama referandum sürecinde biz bu kavramları rahatlıkla ifade edebildik. Bence insanlar her şeyin çok farkındalar ve rahat bir şekilde konuşabiliyor-

lar. Siyasi tarih okumalarımda naçizane gördüğüm bir şey; biz her şeyin bu döneme ait olduğunu zannediyoruz. Bazı şeyler bu toplumun tarihsel değişiminde ortaya çıkan, kronikleşmiş şeyler halbuki. AKP bugün gitsin, yine de çözülemeyecek meseleler var. Mesela Kürtleri ya da Suriyelileri bu kadar “öcü” haline getirmek bu toplumun çok daha öncelerinde deneyimlediği bir yaklaşımın tekrarı. İstanbul’da bir zamanlar bir Ermeni veya Rum yerleşimi olan bir yerde yerinde, ilk kuşaklar ve onların çocukları bugün 50-60 yaşlarında olan kesimler, geçmişte yaşananları biliyor ve size bunu anlatıyor. Bu insanlar ya katledildi ya kovuldu ya saldırıya uğradı ya da gitmek zorunda kaldı. Şimdi bununla hesaplaşmamış, bunun vicdani muhakemesini yapmamış, bunu kafasında tartıp biçmemiş, geniş bir toplumsal kesim var. Kürt meselesinin bugün hâlâ sürüyor olmasında geçmişin de payı var. O yüzden bazı meseleleri sadece bugünün meselesiymiş gibi sorgulamak o kadar da kolay değil. Bu bizi en nihayetinde ulus-devlet paradigmasının kendisini sorgulamaya götürecek bir durum. Bu anlamıyla “Gayrimüslim” meselesini “gavur” meselesini açmak çok kolay bir şey değil. Bu sadece “Yapıldı, kabul edin”, “Sürgün edildi, kabul edin.” argümanı ile çözülecek bir durum değil; bu, o insanların kendi iç hesaplaşmasını yapması demek aslında. Bir sözlü tarih çalışmasında gördüğüm açıklama şöyleydi: “Pişman mısınız o dönem yaptıklarınızdan?” “Hayır

42

değilim çünkü mecburduk, onlar da bize yaptılar ama çok iyi insanlardı” Bu toplumda, kabul edilmemiş, olgunlaşmamış bir hesaplaşma süreci var. Ulus devletin kuruluşunda öyle ya da böyle, herkes bu işin bir tarafından tutmuş. O yüzden bazı şeyler AKP’yi aşıyor ve o yüzden kendi sınırlarından daha fazla bir kitleye hitap edebiliyor çünkü bu durum AKP ile sınırlı bir paradigma değil; siyasetle de ilgili değil bir anlamıyla. Başta sorduğun çelişkilere, kırılganlıklara değinmekten korkmamak gerekiyor. AKP’yi bir blok olarak, AKP seçmenini bir blok olarak görmemek gerekiyor. Eminim; OHAL sonrası sürmekte olan operasyonlardan rahatsız olan ve “Bize ne olacak?” diyen bir sürü kesim var. Bir anlamda mecbur hissediyorlar bunu sürdürmeye. Onlar için başka seçenek yok, kime oy verecek? CHP’ye zaten oy veremez. Bir alternatif de görünmüyor. Siyasal ve uluslararası konjonktürün kendisi de çok karmaşık, Ortadoğu karmakarışık... İnsanlar Suriyelileri görüyor ve hakikaten “Bir belirsizlik var” anlayışı hâkim oluyor. “Türkiye bölünecek mi?” “Parçalanacak mı?” Bu fobi gerçek, bir yerde gerçek. İnsanlar, beterin beteri de olsa buradayız, ne olacağı belli, en azından istikrar var diyor. Ortadoğu’daki savaşın, her gün önümüze düşen Suriyeli imgesinin, içeride de siyasi bir etkisi oluyor. Devlet paradigmasında özellikle güçlü devlet fikrini artıran etkisi oluyor. Bölünme fobisini artıran etkisi oluyor.


“mahalledeki akp”den, iktidardaki akp’ye... Bu kırılma noktaları ile AKP’nin başarısız bir süreç yönetmesine sebep olduğunu ve artık kendi içinde dahi “Rıza”ya ihtiyaç duymadığını düşünürsek; bugün nasıl bir durumun içindeyiz? Başka seçeneği kalmadı. “Metal yorgunluk” diyor, “seçim yorgunluğu” diyor, AKP’nin yeni kabinesinde eski isimlerin hiçbirisi yok. Hepsi tamamen tasfiye edildi. Bir iç tasfiye süreci. Tepeden inmeci, üstten bir yönetimin kendisi sizin artık demokratik olan herhangi bir kanalı kullanamayacağınızı gösteriyor. En küçük bir demokratik yöntem, sizin artık onaylanmadığınızın ifşası demek olacak çünkü. Bu yüzden sopa… Bu saatten sonra başka bir kart kalmadı gibi. Bu döneme kadar toplumun belli bir kesimine sopa gösteriyordu; belli bir kesiminden rıza devşiriyordu. Cemaat meselesi ile birlikte kendi içindeki rıza mekanizması da yetmiyor. Büyük bir ifşa kültürü, damgalama, ayak kaydırma kültürü gelişti. Orada da bu sistemin ne kadar daha gideceğine dair bir belirsizlik var. O kadar korkunç ki; İstanbul’a bakalım, her yer inşaat, her yer kazılıyor. Ne olacağı belirsiz bir durum. Sanki yıkılacak bir duvar var ve herkes oradaki tuğlaları kapma yarışına girmiş. Şu anda her yer işgal ediliyor. İstanbul’da toprak kalmadı, her yer inşaat. Bu sadece inşaat sektörü ile ilgili bir durum da değil. Her yerde tam bir kaos, irrasyonelite mevcut. Burada asıl olan, moral üstünlüğü kaybetmemek gibi duruyor. Bu süreç toplumsal alanda bir kutuplaşmaya gider mi? Bence her şeyi denendi bu kutuplaşmayı yaratmak için. Özellikle söylem düzeyinde ayrıştırmaya gidildi. Referandum sürecinde de gördük fakat her şeye rağmen bu kutuplaştırma tutmadı. Elbette ki toplumsal kesimler arasında birbirlerine karşı büyük bir güvensizlik var. Bu toplumsal kesimler arasında büyük farklar var. İdeolojik anlamda, paradigmatik anlamda, siyasi olayları yorumlayış anlamında… Ama her şeye rağmen çıkartılmak istenen düzeyde bir kutuplaşma görmedik. Artık elinde şiddet ve sopa kozu dışında başka bir şey olmayan bir iktidar var. Nitekim; Sedat Peker gibi karakterlerin üç haftada bir çıkıp “Kan banyosu yaptıracağım!” demesi, bunun gerçek olup olmamasından öte, şunu gösteri-

yor: Artık formel, legal yaptırımların kendisinin toplumsal muhalefet kesimleri üzerinde kullanılmayacağı, aynı zamanda başka araçların da kullanılacağı. AKP’nin iktidarı ile büyük kazanımları olan bir kesim var, onlar keskinleşebilir. “Mahalledeki AKP”den, iktidardaki AKP’ye kadar olan döneme ilişkin birçok çelişkiden bahsettiniz. Son olarak, genelde muhalif kesim, özelde ise referandum sürecinden önce ortaya çıkan “Hayır Meclisleri”, sizce bugün bu çelişkilerin neresinde duruyorlar? Referandum sürecinde ortaya çıkan çelişkilerin kendisi üzerine konuşmak ve bir şeyler yapmak gerekiyor. Bu anlamıyla “Hayır Meclisleri” bunun güzel bir örneği. İstanbul’da farklı semtlerde kurulmuş alternatif bir muhalefet modelinden bahsediyoruz. Meclisler üzerinden, bahsettiğimiz bu çelişkileri görebilir; bu çelişkilerden hareketle farklı toplumsal kesimlerle iletişim kurabiliriz. Bu iletişim birebir onların bütün desteğini almak anlamında da değil; varlığını göstermek ve buradayız demek açısından da önemli. İktidarın çizdiği o canavar imgesinin dışında bir imgeye sahip olduğunu göstermek, bu yanıyla çok önemli. Meclislerin büyük siyaset altında boğulmadan, taşıyamayacakları yükleri almadan; tam da o bahsettiğimiz çelişkilere seslenen bir yerde durması önemli. Bugün, örneğin; kentsel dönüşümden herkesin kazançlı çıkıp çıkmayacağı belli değil. Asgari ücretin yetersiz olmasından, bu sistemin böyle işlemesinden herkes rahatsız. Evine kapanmak, mutsuz olmak, uzun saatler çalışmak, iki saat trafikte kalmak… Herkes bunlardan huzursuz. Kadın meselesinden konu açıldığı zaman yaşam tarzı meselesi herkesi bağlayan bir yerde duruyor. Meclislerin, tam da bugün; yok sayılan, üstü kapatılan o çelişkilerin kendisini gören bir yerde durması gerekiyor. Öte yandan referandumdan çok kısa bir süre sonra sanki toplum yüzdesel olarak ikiye ayrılmış, topyekûn bir AKP bloğu varmış gibi görünüyor ama bu doğru değil; öncelikli olarak seçim sonuçları çok büyük bir şaibeye sahip. İstanbul’daki toplumsal kesimlerle iletişim kurabilmek için iyi bir araç. Bu anlamıyla referandumdan önceki dili tutturabilmek gerekiyor çünkü referandum sürecinde yaftalayan, sınırlayan bir dilden çok; herkese seslenen bir dil vardı. Bunu korumaktan ve sürdürmekten korkmamak gerekiyor.

43

Artık elinde şiddet ve sopa kozu dışında başka bir şey olmayan bir iktidar var ve her şeyi yapabilir. Nitekim; Sedat Peker gibi karakterlerin üç hafta bir çıkıp “Kan banyosu yaptıracağım!” demesi, bunun gerçek olup olmamasından öteye, şunu gösteriyor: Artık formel, legal yaptırımların kendisinin toplumsal muhalefet kesimleri üzerinde kullanılmayacağı; aynı zamanda başka araçların da kullanılacağı. Meclisler ‘Büyük Siyaset’in altında boğulmadan, var olan bu çelişkilere seslenebildi mi?Meclisler bu anlamda çok önemliydi, yerel siyasetin içinde kalmalıydı. Gündemlerini tek tipleştiren karar alma mekanizmalarını hiçe sayan klasik anlamda bir sol işleyişin içerisine kendisini hapsetmesi bir talihsizlik oldu. Öte yandan bizim Gezi’de öğrendiğimiz güzel şeylerden bir tanesi; yerelden demokrasi ve karar alma mekanizmasının aşağıdan olmasıydı. Şu çok doğru bir şey; bugün başkanlık dayatılıyorsa, temsili parlamenter demokrasiyi değil yerelden demokrasiyi savunmak gerekiyor. Artık parlamenter demokrasinin kendisi, -bu kadar seçim hilesi, bu kadar seçim harabesinden sonra- zor savunulacak bir şey. Toplumun geniş kesimlerinin seçim sistemine güveni sarsıldı. Oy vererek meclise gönderdiği milletvekilleri tutuklu. 90’larda da bu yapıldı. CHP kitlesinin çok büyük bir kesimi de bugünkü temsili demokrasiye inanmıyor, seçimleri şaibeli buluyor. Bu saatten sonra bu taleplerin gerisine düşmek değil; gerçek demokrasiyi, yerelden demokrasiyi savunmak gerekiyor. Meclisleri de böyle düşünmek gerekiyor. Bugün sol bir parti, sol bir merkez yok; HDP güç kaybetti. Meclislerin klasik bildiğimiz siyasal araçlarla, ezberle boğulmadan yerelden demokrasiyi savunması kendi işlevini yeterli kılar gibi duruyor. Teşekkür ederiz.


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi Mayıs 2002’de Radikal’de başladığı muhabirliği, Ocak 2016’dan itibaren Hürriyet gazetesinde sürdüren araştırmacı gazeteci İsmail Saymaz’la yakından takip ettiği 15 Temmuz Darbe Girişimini konuştuk. Saymaz’la yaptığımız röportajda, 15 Temmuz’un nasıl başladığına, AKP’nin darbe girişimini nasıl kullandığına, OHAL’e ve 694 sayılı KHK’ya, Fethullah Gülen Cemaati’nden boşalan yerleri diğer tarikatların nasıl doldurmaya çalıştığına ve önümüzdeki sürece dair birçok ayrıntıyı konuştuk.

Söyleşi: Ahmet SAYMADİ 15 Temmuz darbe girişimi halen birçok gizem barındırıyor. Bu darbeye ‘‘gerçek bir darbe’’ diyenler de var ‘‘kontrollü bir darbe’’ diyenler de var. Sizin için hangi tespit gerçeğe daha yakın. Kontrollü darbeyle şunu iddia ediyorlarsa, yani mantık şuysa; ‘‘AKP bu darbeye bilinçli bir biçimde; daha sonra kendi iktidarını biçimlendirmek üzere; izin verdi ve sonra yine bu darbeyi kendisini ayakta tutacak şekilde kullandı. Yani başından sonuna kadar biliyordu ve bizzat kendisi kurguladı.’’ şeklinde bir argümansa ben buna katılmıyorum. Bu bakımdan kontrollü darbe söyleminin doğru olduğunu düşünmüyorum. Ben; merkezinde, ordu içerisindeki Gülen Cemaati’nin motive ettiği, merkezinde Gülen Cemaati’ne bağlı subay kadrosu-

nun olduğu; ağırlıkla daha yoğun güç biriktirdiği hava kuvvetleri komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı Karargahı bünyesinde olmak üzere; TSK’da oluşturduğu subay birikiminin yüksek askeri şurada tasfiye edilmeden önce harekete geçtiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Gülen Cemaati’nin merkezinde olduğu, ama Tayyip Erdoğan karşıtlığını da harekete geçiren bir darbe girişimi bu. Bunlar arasında şu da var. Doğrudan ideolojik olarak Gülen Cemaati taraftarı olmayabilir. Ancak asker olmaktan kaynaklı, Fethullahçı amirlerinin emrine uyanlar, durumu fırsata çevirmek isteyenler, şu süreci bir görelim diyenler ya da siyasi iktidara öyle ya da böyle karşıtlık ilişkisi kuranların da bu darbe girişimi içerisinde hareket ettiklerini görüyoruz. Ama merkezinde cemaatin bulunduğunu, cemaatin ordu içinde bulunduğu her hücreyi 15 Temmuz akşamında bir yapbozun parçaları gibi bir

44

araya getirerek, darbeye teşebbüs ettiklerini düşünüyorum. O sebeple kontrollü darbe söylemine katılmıyorum. Bu Fethullah Gülen yapılanmasının merkezinde olduğu bir darbe girişimidir. Ama bir darbe girişimi olmakla birlikte; klasik, Türkiye’de bugüne dek uygulanan darbe girişimlerinden çok, kendi seyri içerisinde kitlesel bir terör eylemidir. Burada eski Mit Müsteşarı Emre Taner’in bir söylemi var; “Her ne kadar yapanlar Gülenci olsa da bu düzeyde bir hareketi yapmaya güçleri yetmez. Mutlaka bir dış servis desteği ya da yönlendirmesi vardır.’’ Siz bu söyleme katılıyor musun? Hatırlarsan ABD, darbe başladıktan sonra herhangi bir tepki vermedi. Gece 01.00 veya 02.00 gibi, darbenin seyri bastırılmaya döndüğü ya da Gülencilerin kaybettiklerinin işaretleri belirdiği


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi anda, darbe karşıtı bir açıklama yaptı. Bir süre beklediler. Darbe başarılı olsa darbeye destek verebilirlerdi. Bu bir yere yazıldı. Yani darbecilerin başarılı olmasından hoşnut olabilirdi. Ama organizasyonunda ne kadar yer alıyor çok emin değilim. Abdulkadir Selvi’nin çıkardığı Darbe Girişimi kitabında FETÖ’cülerin o akşam ABD Dışişleri Bakanlığı’nı ve ABD Genelkurmay Başkanlığı’nı aradıkları, önceden haber veremedikleri ancak destek istedikleri yazıyor. ABD’nin ise arayanları kendi Genelkurmay Başkanları’yla görüştürmedikleri ifade ediliyor. Dolayısıyla ABD’den veya CIA’dan ne kadar güç aldıklarına dair elimizde bir veri yok ama ABD, darbenin başarılı olmasından hoşnut olabilirdi, bunu söyleyebiliriz. Fakat şunu da ifade edebiliriz; iddianamelerde darbe 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra planlanmaya başlanıyor. 1 Kasım’da AKP’nin tek başına iktidar olmasından sonra, FETÖ’cülerin ordu içindeki birikiminin, darbeye karar verdiği Aralık ve Ocak ayından sonra darbe toplantılarının başladığı belirtiliyor. Bu iddianamelere göre sekiz veya on civarında darbe toplantısı yapılıyor. Adil Öksüz, bu toplantılar sonrası Amerika’ya gidiyor. Bunlardan sonuncusu şöyle; 11 Temmuz’da gidip 14 Temmuz’da dönüyor. Dolayısıyla bir gün önce Amerika’ya gidip geliyor. Yanında da Akıncılar Üssü’nde yakalanan Kemal Daş var. Bu bağlantılar bizi Amerika’ya götürüyor. Ama Pensilvanya’ya da götürüyor, başka bir ihtimale de götürüyor.... Kontrollü darbe derken şöyle bir şeyden bahsediliyor: Deniyor ki; “Ordu içerisindeki Gülenciler, YAŞ toplantısında tasfiye edileceklerini anladılar ve bir darbe girişimi içerisine girdiler. Devlet bu darbenin içine sızdı, darbecilerin hal ve hareketlerini belli bir noktadan sonra kontrol altına alıp, darbecilerin hata yapmasını sağladı. Darbe böylelikle, devlet içerisindeki Fethullah Gülen yapılanmasının tasfiye edilmesinin aracına dönüştürüldü.’’ bu söyleme katılıyor musun? Yok buna da katılmıyorum. Şimdi bu darbeyi AKP’nin önceden bildiğine dair bir veri yok. Sadece Türkiye gazetesinin tetikçi yazarlarından Fuat Uğur’un darbe girişiminden üç veya dört ay önce yazdığı iki yazı var: Birisi “Tavuk tarda

sayılır’’. Bu yazılarda ordu içerisindeki darbecilerin devlet tarafından bilindiğini ima eden ifadeler var. Bu yazılar zaten CHP’nin 15 Temmuz Raporu’na da girdi. Bu noktada Fuat Uğur’un o bilgileri yazmasına kaynaklık eden eski FETÖ’cünün dinlenmesi gerekiyor. Ancak bu iki yazı dışında elimizde Fethullahçıların, darbe yapacağının bilindiğine dair bir veri yok. Darbenin asıl gerekçesi YAŞ toplantısında tasfiye edilmek istenmeleri değil. Darbenin asıl gerekçesi, 1 Kasım seçimlerinden AKP’nin yüzde 49 civarında oy alması. Bu oy miktarından sonra, darbecilerin darbe yapmaya karar verdiği anlaşılıyor. Darbenin yapılmasının değilse de 15 Temmuz tarihine çekilmesinin, yani erkene alınmasının sebebi YAŞ toplantısı. Çünkü aslında daha ileri bir tarihte yapmayı planlıyorlar fakat bu tarihi geri çekiyorlar. Şimdi önceden bilindiğine dair sadece 15 Temmuz günü öğlen saatlerinde, darbeyi haber alan ve darbede kendisine de görev verilen bir binbaşının, MİT’e gidip, bunu haber verdiği bilgisi var. Zaten devlet içerisinde cumhurbaşkanının, hükümetin ve genelkurmay başkanının darbeden haberdar olduğunu; Fethullahçılar’ın bir kalkışma örgütlediğinin bilindiğini söyleyemiyoruz. Elimizde henüz buna dair somut veriler yok. Ama tahminler var. Yani ordu içerisinde Fethullahçılar hakkında bir temizlik yapılmadığı ve bunların bir kalkışma için zemin yoklayabilecekleri yönünde çeşitli iddialar söz konusuydu. Mesela neydi? Rasim Ozan Kütahyalı, Hava Kuvvetleri pilotlarının hepsinin FETÖ’cü olduğunu yazdı. Ertesi gün genelkurmaya çağrıldı, dönüşte “Öyle değilmiş’’ diye yazı yazdı. Dolaysıyla o çeşit iddialar var. Bunlar dışında da iddialar vardı. Mesela; Murat Aksoy, Halk TV’de katıldığı bir programda, “Ankara’da darbe yapılacağı konuşuluyor’’ diye bir iddia ortaya attı. Nitekim 13 Temmuz’da da tutuklandı. Böyle iddialar oluştu ancak önceden bu darbe girişiminin bilindiğine, istihbaratının alındığına, darbeye katılacak birimlerin öğrenildiğine dair bir veri yok. Burada Erdoğan’ın darbeyi ‘‘Allah’ın bir lütfu’’ olarak değerlendirmesi meselesi var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Aslında 15 Temmuz’a kontrollü darbe denilmesine tiyatro veya senaryo denilmesine gerekçe gösterilen

45

unsurlardan birisi hem bu söz hem de AKP’nin kamusal, siyasal ve sosyal alanda bir temizliğe kalkışması. Bilhassa, çıkarılan KHK’larla beraber bürokratik alanın Fethullahçılar’dan temizlenmesine dönük operasyonlara girişildi. Bu operasyonlar git gide bütün devlet aygıtının, partinin ihtiyaçları ölçüsünde konumlandırılması sonucunu ortaya çıkardı. Burada iki aşamalı yaklaşmak gerekiyor. Bence, 15 Temmuz öncesinde eve sonrasında; Fethullah Gülen yapılanmasının, kamudaki birikimi ve örgütlenmesi bir suç örgütüydü. Ve onun tasfiye edilmesi gerekiyordu. Hangi iktidar gelirse gelsin tasfiye edilecekti. Devlet içinde devlet olmayacağı çok aşikardı. Başta yargı olmak üzere orduda ve emniyette, devletin birçok kurumunda bu yapılanmaya suç ilişkisi etrafında dahil olmuş kim varsa tasfiye edilmeliydi, benim bu açıdan bu tasfiye sürecine bir itirazım yok.

Darbenin asıl gerekçesi YAŞ toplantısında tasfiye edilmek istenmeleri değil. Darbenin asıl gerekçesi, 1 Kasım seçimlerinden AKP’nin yüzde 49 civarında oy alması. Bu oy miktarından sonra, darbecilerin darbe yapmaya karar verdiği anlaşılıyor. Darbenin yapılmasının değilse de 15 Temmuz tarihine çekilmesinin, yani erkene alınmasının sebebi YAŞ toplantısı. Ancak FETÖ soruşturmaları, kamusal, siyasal ve sosyal alanın iktidarın ihtiyaçları doğrulusunda şekillendirmenin kaldıracı ve suçlama tahtası oldu. Zaten sıkıntı burada başlıyor. İnsanlar tam da bunun bir fırsat gibi görülmesi; devletin partiye göre şekillendirilmesi hatta parti-devlet formunun hayata geçirilmesindeki gayretler üzerinden 15 Temmuz’u değerlendiriyor. Dolayısıyla şu doğrudur: 15 Temmuz’a kadar AKP, devleti istediği biçimde şekillendirme fırsatı bulamıyordu; 15 Temmuz’da bu fırsatı bulmuş oldu.


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi 15 Temmuz’un karanlık noktalarını sizinle aynı gazetede olan Sedat Ergin de yazmaya devam ediyor. Bir sürü karanlık noktaya parmak basıyor. Sizin darbeye dair gördüğün karanlık noktalar neler? Bir kere bu darbenin siyasi ayağı belli değil. Bu darbede Yurtta Sulh Komitesi diye bir komite var; 38 subaydan oluşan bir komite. Fakat bunlar iktidara el koymayı başarsaydı, sabah 03.00’te darbe olsa ve hükümeti düşürmeyi başarsaydı, yerine ne koyacakları sorusunun cevabı yok. Bu sorunun askerlerde yanıtı mı yok biz mi bilmiyoruz? Bu sorunun cevabı da muallak. Bence askerler bunu düşünmüşlerdir. Eğer darbeyi başarsalardı, devlet aygıtının siyasi ayağının kim tarafından yönetileceğine dair bir planları vardır kafalarında. Ancak bu siyasi ayak meselesi karanlıktadır. İkincisi bu askerlerin planladığı bir darbe değil. Sivillerin planladığı, askerlerin rol aldığı bir darbe girişimi bu. Darbeye katılan Fethullahçıların anlattığı o ki; bir süre önce çeşitli evlerde toplantılara çağrılmışlar ve abileri tarafından darbedeki rolleri onlara bildirilmiş. Abi dediğimiz kim? Kasap, manav, ilahiyatçı, öğretmen, maliyeci vb. Aslında orduyla, askerlik göreviyle ilgisi olmayan, Fethullahçı hiyerarşide yer alan birileri, kendilerine abi diyen Fethullahçı askerlere, darbedeki görevlerini söyledi. Bu aynı zamanda 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin diğer darbelerden farkını da gösteriyor. Bir diğeri de tabii, Fethullah Gülen, Adil Öksüz, Kemal Batmaz, Harun Biniş ve diğer Akıncı Üssü’ndeki Fethullahçı siviller, öte yandan eski Fethullahçı polis amirlerinin Ankara’da toplanarak darbe girişiminde rol almış olmaları. Aynı anda İstanbul Vatan Caddesi’nde bir asker panzeri içerisinden bir Fethullahçı komiserin çıkmış olması, askerler dışında Fethullahçı sivillerin de bu organizasyona dahil edildiğini ve harekete geçirildiğini gösteriyor. Aynı anda düğmeye basılmış gibi harekete geçtiklerini gösteriyor. Bu mekanizma da tam olarak açığa çıkarılamadı. “O haberleşme ağı nasıl kuruldu?”, “Siviller ve askerler arasındaki hiyerarşi nasıl işledi?” gibi karanlık noktalar var. Dahası TSK’nın kendi içerisindeki bu yapıyı aydınlatması, bu yapıyı açığa çıkarması noktasında epeyce ihmal gösterdiğini anlıyoruz. Denilebilir ki, “2012 veya 2013’e kadar TSK’nın ko-

Fakat bunlar iktidara el koymayı başarsaydı, sabah 03.00’te darbe olsa ve hükümeti düşürmeyi başarsaydı, yerine ne koyacakları sorusunun cevabı yok. Bu sorunun askerlerde yanıtı mı yok biz mi bilmiyoruz? Bu sorunun cevabı da muallak. Bence askerler bunu düşünmüşlerdir. Eğer darbeyi başarsalardı, devlet aygıtının siyasi ayağının kim tarafından yönetileceğine dair bir planları vardır kafalarında. Ancak bu siyasi ayak meselesi karanlıktadır. muta kademesi hükümetten çekindiği için Fethullahçı yapılanmayı tasfiye edemiyordu.’’ Ama 2014 başından itibaren hükümetin Fettullahçı yapılanmaya açıktan cephe aldığı biliniyordu. Peki, dönemin genelkurmay başkanları özellikle Necdet Özel döneminde; neden Fethulahçı subaylar YAŞ toplantılarında terfi ettiler? Genelkurmay Personel Dairesi’ne kadar yayılabildiler? Genelkurmay nasıl olur da bu süreci görmez? Bu yapılanmanın olgunlaşmasını fark etmez? Bunun da affedilir bir tarafı yok. Bir başka karanlık nokta da şu: Darbe duyumu değil de MİT’e giden binbaşının MİT’te ve savcılıkta verdiği ifadelerde de çelişkiler var. MİT’te diyor ki; “MİT Müsteşarı kaçırılacaktı.’’ soruyorlar, “Başka ne olabilir?’’ cevaben şöyle diyor: “Efendim bu daha büyük bir planın parçası olabilir, daha kanlı bir şeyin parçası olabilir.’’ Savcıda verdiği

46

ifadede ise darbe ifadesini kullandığını belirtiyor. Hadi diyelim bu ifadede imzası yok. Bu mülakat gibi bir metin. Ama en azından MİT’teki ifadesinde, “Daha büyük bir planın parçası’’ ifadesinin kullanıldığı biliniyor. Şimdi, askerden birileri MİT Müsteşarı’nı neden kaçıracak ki? Fidye mi isteyecekler? Fidye olmayacağına göre daha büyük bir plan ne olabilir? Bu suikasttan darbeye kadar geniş bir yelpaze. O noktada tanımlanamayan açıklanamayan bir durum var. MİT Müsteşarı Hakan Fidan bu bilgiyi aldıktan sonra Cumhurbaşkanı’nın danışmanını, özel kalemini arıyor, “Bir saldırı olduğunda siz kendinizi koruyabilecek durumda mısınız?’’ diye soruyor. O esnada Cumhurbaşkanı, danışmanın yanında. Anlıyoruz ki, bir kaçırma meselesi değil, daha büyük bir harekatın beklendiği yönünde de kuşkular var. Dolayısıyla bu kuşkulara ve aramaya


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi rağmen Başbakan’a neden haber verilmediği de anlaşılamıyor. 15 Temmuz darbe girişimine dair tutuklananların yargılandığı duruşmalarda bazı ifadeler kamuoyuna yansıyor. Örneğin; ‘‘Ben darbenin içindeydim ama falanca subay da darbenin içindeydi. Ben içerdeyim, o görevde’’ gibi ifadeler var. Bu ifadelere dair ne düşünüyorsunuz? Şimdi burada birkaç ayrı grup var. Fethullahçı yapılanmaya organik olarak dahil olanlar var, emir komuta zinciri içerisinde darbeye karışanlar da var. Subaylar 12 yaşından itibaren harp okuluna girip askeri hiyerarşiye dahil olmuşlar. Bazı rütbeliler var ki astları tarafından efsane olarak değerlendiriliyor. Onlardan gelecek emirle harekete geçiyor. O emir komuta zincirine dahil oldukları için “Çık’’ denilince çıkmışlar, “Vur’’ denilince vurmuşlar. Darbe olduğunu bilseler de bilmeseler de bu işin içinde yer almışlar, askeri disiplin gereğince. Bir diğer grup da şu: Darbe gecesi o müdahalenin kimin lehine gelişeceğini bekleyenler. Yani 2. Ordu Komutanı’na atfedilen suç bu. Deniyor ki; “Sabaha kadar uzattı görüşmeleri, kimin kazanacağını kestiremediği için genelkurmayla haberleşerek, darbecilerle müzakere ederek görüşmeleri uzattı.’’, suçlaması bu. Bazı askerler o saatlerde telefonu kapatmış, kenara çekilmiş, bir de böyle grup var. 15 Temmuz’da darbecilerle mücadele etme görevini yerine getirmeyip, nötr olanlar var. Yani toplamda üç grup var. Ve tabi bu üç grubun atışmalarına da sahne oluyor mahkemeler. Mahkemelerde bir de şöyle bir durum var: Mağduriyet meselesi yargılamalarda çok öne çıktı. FETÖ propaganda makinesi de sıkı çalıştığı için, bu tip mağduriyetler daha öne çıkar hale geldi. Kuşkusuz burada AKP’nin, “Çıt’’ diyeni toplaması da etkili oldu, bunu da söylemek gerekir. Köprüdeki Harp Okulu öğrencileri gündem oluyor. Harp Okulu öğrencilerinin mağduriyeti gündem oluyor. Fakat köprüde 32 insan öldü. Peki bunları kim öldürdü? Sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin önünde 18 kişi öldü. Kim öldürdü bu insanları? Polis Özel Harekat’ta bir seferinde 7, diğer seferinde 42 özel hareketçi öldürüldü; bunların ikisi nişanlı çiftti. Kim öldürdü bu insanları? Meclis’e kim 3 defa bomba attı? Genelkurmayın etrafında

toplanmış insanları kim taradı? Dolayısıyla ciddi bir terör eylemi var aslında. Darbe teşebbüsünün başarıya ulaşmadığı görüldüğünde çok etkili bir terör eylemine dönüşmüş bir saldırı var ortada. Yine 15 Temmuz akşamı panzerin içinden çıkan polisin cebindeki telefondan whatsapp görüşmeleri çıktı. Yurtta Sulh Konseyi adıyla açılan hesapta görüşmeler var, “Ayrıntısız herkese ateş açılması’’ talimatları var. O talimatları yerine getirenler var, bazıları da öğrenci. Dolaysıyla bu hem bir darbe teşebbüsü hem de bir terör eylemi. O noktada sanki bu biraz ıskalanıyor. Bu yargılamalarda, insanlar, “Bana emir verildi, ben fark edemedim, ben tam olarak anlayamadım, komutanımın verdiği emri yerine getirdim.’’ cümleleri meseleyi çözmüyor, yargılamalarda sık sık bununla karşılaşılıyor. Darbenin, Yurtta Sulh Komitesi’nin altında imzası olan, sıkıyönetim emirlerinin altında imzası olan Mehmet Partigöç bile, “Benim darbeden haberim yoktu.’’ demeye getirdi lafı. Örneğin Cumhurbaşkanı’nı

FETÖ meselesi, Fethullahçı yapılanmanın devlet içerisindeki örgütlenme bahsi ve 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü hadisesi sadece AKP’nin meselesi değil; bu, Türkiye demokrasisinin meselesi olmalı. AKP’nin bunu bir fırsata çevirme arzusu ya da bu yöndeki soruşturmalarda işlediği hak ihlalleri, Fethullah Gülen Cemaati’yle ya da darbeyle hiç ilgisi olmayan yurttaşların ölmesi durumu var. Demokratik muhalefetin kıskaca alınması meselesi var kuşkusuz. Bunu da tespit ediyoruz. Ama öte yandan bu yapılanmanın da tasfiye edilmesi gerektiğine dikkat çekilmesi gerekir.

47

Marmaris’teki otelden almaya gidenler; neredeyse yarısı görevden haberdar olmadığını söyledi. Ama orada iki tane tanık asker var. Askerler diyor ki: “Helikoptere binince subay bize dedi ki, Ben hepinizin Hizmet hareketinden olduğunu biliyorum. Görevimiz şudur.” Bu ifade ortadayken, gittiğiniz otel odasında Cumhurbaşkanı’nı almaya gittiğiniz aşikarken ve onu bulamadığınızda iki polisi öldürmüşken, mahkemede dönüp, “Benim haberim yoktu” demenin ne anlamı var! Bunun bir ciddiyeti de yok. O mahkemelerdeki ifadeler, sanıkların kendisini kurtarmaya dönük. Ama şunu söyleyeyim; bu FETÖ meselesi, Fethullahçı yapılanmanın devlet içerisindeki örgütlenme bahsi ve 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü hadisesi sadece AKP’nin meselesi değil; bu, Türkiye demokrasisinin meselesi olmalı. AKP’nin bunu bir fırsata çevirme arzusu ya da bu yöndeki soruşturmalarda işlediği hak ihlalleri, Fethullah Gülen Cemaati’yle ya da darbeyle hiç ilgisi olmayan yurttaşların ölmesi durumu var. Demokratik muhalefetin kıskaca alınması meselesi var kuşkusuz. Bunu da tespit ediyoruz. Ama öte yandan bu yapılanmanın da tasfiye edilmesi gerektiğine dikkat çekilmesi gerekir. Bu darbe girişimine kalkışanlar mutlaka cezalandırılmalıdır. Hem köprüde hem de İBB’nin önünde ölen insanların belli bir bölümünün darbeciler dışındaki başka unsurlar tarafından öldürüldüğü belirtiliyor. SADAT gibi mekanizmaların devrede olduğu iddia ediliyor. “Darbeciler dışında SADAT da sokağa çıkarak ölü sayısını arttıracak işler yaptı” iddiası var. Bu iddiayı nasıl yorumluyorsunuz? Neye dayanarak söylüyorlar? Böyle bir ölüm gerçekleştiğine dair bir veri yok. Şu var: Boğaz Köprüsü’nde teslim olan erlerin, teslim olan Hava Kuvvetleri mensubu askeri öğrencilerin, üç ya da dört tanesinin öldürüldüğü iddiası var. İkisinin linç edilerek, ikisinin de ateşli silahla öldürüldüğü iddia ediliyor. Bunlar dışında ölümlerin bu sebeple arttırılmasına yönelik bir şey olduğuna dair veri yok. SADAT için de şunu söyleyebiliriz: Darbe teşebbüsü karşısında silahlarını yanına alan AKP’lilerden bazıları askere ateş ettiler. Öyleyse ‘Evet’ bu anlaşılabilir. Ama SADAT bir gücü harekete geçirdi diyorsak bunun delili yok. AKP, o gece İstanbul’daki ve Ankara’daki ilçe


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi örgütlerine “Sokağa çıkın” diyor. Zaten emniyet de haber veriyor, “Biz bunlarla başa çıkamayacağız, halk sokağa çıksın” diyor. O aşamada emniyetin sosyal medya hesaplarından çağrılar yapıldı, “Halk sokağa çıksın’’ diye ben hatırlıyorum. Şimdi Kazan’da, AKP’li Belediye Başkanı’nın ve İlçe Başkanı’nın yönlendirmesiyle halk sokağa çıktı ve Akıncı Üssü’ne doğru koştu. Sadece Kazan’da on civarında insan yaşamını yitirdi. SADAT gibi silahlı bir grubun sokağa çıkması sonucunda hayatını kaybetmiş elli ya da yüz tane asker yok ki ortada. Bildiğimiz, köprüde Hava Harp’te okuyan dört öğrenci var, o kadar. Bu darbe girişiminin ardından yaşanan tasfiye dalgasının sadece darbeye karışan asker, polis ve yargı gibi kurumların dışına taşmasına ne diyorsunuz? Cemaate değen herkes; Milli Eğitim, Sağlık Bakanlığı gibi kurumlardakiler de dahil olmak üzere tasfiye edildi. Cemaate değmiş, Bank Asya’ya para yatırmış, dershaneye gitmiş herkese uzadı bu tasfiye dalgası. Şimdi 15 Temmuz’dan sonra hükümet, devlet aygıtından bu Fethullahçıları temizlemeye girişti. Bu amaçla 110 bin civarında kamu görevlisi görevinden ihraç edildi. Anladığımız kadarıyla ihraç edilenlerin onda dokuzu Fethullahçı yapılanmayla ilişkili. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Birinci grup Fethullahçı yapılanmanın içinde yer almış; emir almış, emir vermiş; soru almış, soru vermiş. Bunların kamudan ihracı gerekiyordu. 15 Temmuz olsa da olmasa da ihraçları gerekiyordu. Çünkü orada örgütlü bir faaliyet yürütüyorlardı. Yargı mensubu kılığına bürünerek, asker, polis veya MİT’çi kılığına bürünerek örgüt faaliyeti yürütüyorlardı. Dolayısıyla bunun sonlandırılması gerekiyordu. İkinci grup ise AKP’nin Pensilvanya’ya milletvekili gönderdiği, Fethullahçı yardım derneklerine bağış yaptığı dönemde Fethullahçı yapıya sempati besleyen; sıradan vatandaş yani Adana’daki zabıta, Manisa’daki öğretmen, Ankara’daki doktor vb. bunun ceremesini çekmemeli. Bunlar devletin kendisinin Fethullah’ın önüne yattığı bir dönemde, kimi vekillerin gidip Pensilvanya’da Fethullah’a yüzünü sürdüğü, yemek yediği, fotoğraf çektirdiği, Fethullah’ın arkasında namaz kıldığı bir dönemde; Fethullah’a sempati besleyen

üç öğretmene beş hemşireye bunun faturası kesilmemeli. Burada adil ve demokratik davranmak gerekir. Ancak; toplu bir kıyıma gidildi. Bunun altını çizmek gerekir. Üçüncü kategoride ise hazır yol açılmışken, çeşitli sebeplerle devlette yer alması istenmeyen başta sosyalistler olmak üzere muhalif kimliğe sahip insanların facebook’ta şunu yazdın, twitter’da şunu yazdın, şu eyleme gittin, şu greve katıldın, şu tavrı aldın gibi gerekçelerle tasfiyesine başlandı. Bu açıkça gelecekteki bir tek adam iktidarının ve parti devleti aygıtının köşe taşlarının döşenmesidir. Yani bu aslında; “Barış İmzacısı” akademisyenleri, KESK üyesi öğretmenleri kapsayan, Prof. İbrahim Kaboğlu’ndan Prof. Cem Terzi’ye, Semih Özakça’dan Nuriye Gülmen’e kadar uzanan, muhalif kesimin kamudan uzaklaştırılması anlamına geliyor bir yandan. Şöyle; devlet içerisindeki bütün muhalifleri değil ama önemli ölçüde sol sosyalist kimlikteki sendikalara üye olanları ya da bu tip mesajları veya görüşleri sosyal medyada açıkça ifade edenleri kapsıyor. Yani bütün muhalifleri kapsıyor diyemeyiz. Özellikle öğretmenler arasında bilhassa Eğitim-Sen üyesi olan ve sol-sosyalist fikirleri sahiplenen kesimleri kapsıyor.

soruşturmalarda somut anlamda iktidar nezdinde ve katında muhatap bulunabilirse bir çözüm bulunabiliyor. Ama diğerleri açısından uzun ve çileli bir bekleyiş olacak. Yani bu soruşturmalarda açığa alınmış, ihraç edilmiş ya da tutuklu olan veya yargılanan varsa çileli bir süreç onları bekliyor.

Parlamento bünyesinde bir OHAL Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun bazı mağduriyetleri ortadan kaldırması ihtimali var mı sizce? Kısmen yaratabilir. Fethullahçılık meselesini kast ediyorsan; bu, artık kimsenin dokunmak istemediği bir konu. Hakim bile, “Tahliye edersem görevden alınırım’’ korkusu yaşıyor. Fethullahçılarla ilgili bu komisyonun karar alması güç. Ama burada takdir edersin ki adamını bulanın işini yoluna koyduğu örnekler var. Konyaspor Başkan Yardımcısı, adına kayıtlı telefonlarda Bylock çıktığı halde tutuksuz yargılanabiliyor. İlk defa adı Bylock’la anılan birisi tutuksuz yargılanıyor. Konyaspor’un Başkan Yardımcısı’nın aynı zamanda Konya Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kayınbiraderi olmasının burada çok etkisi var diye düşünüyorum. Öte taraftan Bülent Arınç’ın damadından Kadir Topbaş’ın damadına varıncaya kadar bir imtiyazlılar topluluğunun olduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla; burada, bu

Uluslararası camiada 15 Temmuz Darbe Girişimi nasıl değerlendiriliyor. Yani 15 Temmuz’un gerçek bir darbe olduğu mu düşünülüyor yoksa Erdoğan’ın kendi iktidarını güçlendirmek amacıyla kullandığı bir iş gibi mi görülüyor? 15 Temmuz’a dair algı ilk başlarda hükümet lehineydi. Ama geçen bir yıllık süreç içerisinde biraz daha cemaat lehine döndü diye düşünüyorum. Başta ABD olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinde Fethullahçıların da yoğun propagandası sonucunda 15 Temmuz’un bir senaryo olduğuna dair algı güç kazandı. Bu, biraz da AKP’nin ve AKP adına konuşanların yarattığı algı sonucunda oldu. 16 Temmuz’dan itibaren; ülkeyi demokratikleştirmek için, çoğulculaştırmak için, devlet içerisinde bir daha hiçbir çetenin, hele dini referanslı hiçbir çetenin birikmeyeceği daha demokratik bir Türkiye için adım atmış olsalardı, şu an Fethullah Gülen hâlâ ABD’de oturmuyor olurdu. Ama 16 Temmuz’dan

48


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi

AKP, git gide tarikatların yayıldığı alanı ele geçiriyor. Eskiden bunlar devletten kurban derisi kaçırırlardı, esnaftan bağış toplarlardı Kur’an kursu açacağız diye. Ondan sonra bazı küçük şirketler kurarlardı, o şirketlerden tarikata gelir sağlarlardı, bina yaparlardı, hisse sahibi olurlardı. O eski, geleneksel tarikatlar tarihe karıştı. O tarikatların yerini şirketler aldı. Mürşitlerin yerini de CEO’lar aldı. Cübbeli Ahmet artık bir mürşit değildir bir CEO’dur. İsmailağa ana şirketinin CEO’sudur. itibaren AKP’nin uyguladığı Fethullahçılığı bütün bir muhalefet alanına genişletme eğilimi, meseleyi bu aşamaya getirdi. Hükümet artık FETÖ meselesinde, 15 Temmuz meselesinde derdini anlatamaz hale gelip, inandırıcılığını kaybetti diyebiliriz. 15 Temmuz’da Fethullah Gülen örgütlenmesi devlet içerisinden tasfiye edildi ama başka tarikatların devlet içerisinde örgütlendiğine dair iddialar dolaşıyor ortalıkta. Mesela Sağlık Bakanlığı’nda Menzil Tarikatı’nın örgütlendiğine dair bir güçlü bir iddia var. Bu iddiaların haklılık payı nedir sizce? Gülen Cemaati üyeleri başta ordudan ve devlet aygıtından tamamen temizlenebildi mi?

Menzil’in örgütlenmesi yeni değil. Sağlık Bakanlığı’nda Recep Akdağ’la başlayan ve giderek artan bir ivmesi var Menzil Tarikatı’nın. Recep Akdağ’ın da bu yapılanmayla ilgisi olduğu söyleniyor. Menzil, en çok altı çizilen yapılanma olarak öne çıkıyor. Ancak şunu da söyleyeyim. Bu ikili bir geçişkenlik. Sakarya Valisi’nin İsmailağa Cemaati’ne üye olduğu iddia edildi. Hatta makamına geçişi cemaatin gövde gösterisine dönüştü, diye haberler çıktı. Evet, onun abisi İsmailağa Cemaati’nin liderlerinden Metin Balkanlıoğlu. O kimlik eskiden de bilinirdi. Şimdi biraz daha açığa çıktı. İsmailağa’nın devlette yer alışı Mezil’e göre çok daha za-

49

yıf. Tarikat olgusunda AKP ile tarikat ilişkisi şöyle bir seyir izliyor: Bir kere AKP, git gide tarikatların yayıldığı alanı ele geçiriyor. Eskiden bunlar devletten kurban derisi kaçırırlardı, esnaftan bağış toplarlardı Kur’an kursu açacağız diye. Ondan sonra bazı küçük şirketler kurarlardı, o şirketlerden tarikata gelir sağlarlardı, bina yaparlardı, hisse sahibi olurlardı. O eski, geleneksel tarikatlar tarihe karıştı. O tarikatların yerini şirketler aldı. Mürşitlerin yerini de CEO’lar aldı. Cübbeli Ahmet artık bir mürşit değildir bir CEO’dur. İsmailağa ana şirketinin CEO’sudur. AKP, bir siyasal özne olarak tarikatların kapladığı bütün alanları kuşattı. Şu an AKP’yle cephe cepheye gelmiş hiçbir tarikatın bu ülkede rahatlıkla faaliyet yürütmesinin imkânı yoktur. Örneklerini söyleyebilirim; mesela, Yeni Asyacılar tarihlerinin en radikalleşmiş noktasına savruldular ya da Alparslan Kurtul, her ne kadar geleneksel kongrelerini yapsalar da, arada polis müdahalesiyle karşılaşıyorlar. Süleymancılar yurt faaliyetlerine devam etseler de eskisi kadar güçlü ve rahat değiller. Dolayısıyla AKP, bu alanı kuşattı. AKP, bu alanı kuşatırken AKP’nin siyasi iradesine tabi olmanın karşılığında tarikatlar da devlette Gülen Cemaati’nden boşalan yerlere peyderpey yerleştiler. Şu anda herkesin gözü Gülen Cemaati’nin boşalttığı yerlerde. AKP, böylesi bir kamusal alanda oluşmuş boşluğu doldurabilecek yetişmiş elemana sahip değil. AKP’nin milyonlarca üyesi olabilir ama devleti yönetecek bu kadar elemana sahip değil. Eskiden de sahip değildi, şimdi de değil. Bunun yerine bir yerlerden istihdam edebileceği kadrolar var, cemaatler de bu kadro havuzunu sunuyor ona. Bu ikili bir süreçtir. AKP ve devlet giderek tarikatların içerdiği alanı kapsarken; tarikatlar da bir rıza ilişkisi çerçevesinde AKP’nin yeniden ürettiği devlet alanında yer bulmaya çalışıyor. Bunun bir sonraki aşaması şu olacak: Eskiden Tekke ve Zaviyeler kanunu görmezden gelinirdi, şimdi artık göz önünde olacaklar. Ama bu bir aşama sonra denetlenmelerini mecbur kılacak. Çünkü tarikatlar AKP’nin iktidarına, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine tabi olmaları koşuluyla devlette var olabilirler ancak. Fethullahçılık meselesi onlar için bir teyakkuzda olma meselesi olacak. Dolayısıyla bu tabiiyet ilişkisini görmeyen, buna uygun hareket etmeyen tarikatlar rahat nefes alamayabilir bu saatten sonra.


15 temmuz: gerçek bir darbe ve kanlı bir terör eylemi Bir de bu tarikatların hiçbirisi Gülen Cemaati kadar organize bir akla sahip değil. Yani o denli hükümet içinde hükümet; devlet içinde devlet olabilecek kapasiteye sahip değil. Ancak ‘‘Şurada bir müdürümüz olsun, şurada bir daire başkanımız olsun selamımız gitsin.’’ noktasında olabilirler, daha da ötesine gidemezler. Tablo böyleyse bu tarikatlar için pek de tercih edilebilir bir durum değil. Çünkü bu tarz bir ilişki bir süre sonra bu tarikatları eritir. Devlet ve AKP tarikatlardan çok daha güçlü, tarikatlar böylesi bir ilişkiyi kabul eder mi? Bir süre sonra şunu tartışabiliriz: Tekke ve zaviyeler kanunun kaldırılmasını ve tarikatların birer vakıf olarak tanınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak faaliyet yürütmesini tartışabiliriz. Bu neye yol açacak? Vakıflar, vakıf senedinde tanımlanmış alanlarda faaliyet yürütebilirler, başka bir alanda faaliyet yürütemezler. Nakit akışı kontrol altına alınır. Eskisi gibi, ‘‘Şuraya kumbara koyayım, kurban derilerini bana ver ben satayım.’’ gibi bir ekonomik döngüye giremeyebilirler. Artık bütün hesapları, banka kayıtları devlet kontrolüne girebilir. Bir süre sonra bu ilişki, tarikatların varlığının kabulü anlamına gelir ama devlet tarafından denetimi anlamına da gelir. AKP’nin cemaatlerle ve tarikatlarla bu kadar haşır neşir olması, sizin dediğiniz gibi bu tarikatların kayıt altına alınmasını ve kontrol altına alınmasını sağlarsa şayet; toplumda

oluşan muhafazakârlaşma da geriler. Çünkü kendini birer holdinge dönüştüren yapılar genişleme ve örgütlenme zorluğu çeker. Sizce de böyle mi? Bu, toplumun muhafazakârlaşmasını azaltmaz mı? Bu tarikatlar ve cemaatler açısından çağın getirdiği ve ihtiyaçların da zorladığı bir durum. Tarikatlar 80’lerde ne yapardı? Kurban derisi toplardı. Şimdi yatırım yapan bir şirkete dönüşmüş, uydudan yayın yapan televizyon kanalı var. Eskisi gibi kurban derisi toplayan tarikatlar yok ortada. Şimdi çok daha fazla imkânları var. Televizyonları var, radyoları var, dernekleri, öğrenci yurtları, vakıfları var. Türkiye’de 3500 yurt var bunun 2500 tanesi Süleymancılar cemaatine ait. Yani tarikatlar aynı zamanda kamusal alanda görünür olurken, propagandalarını da daha açık bir biçimde yapacaklar. Bu bakımdan toplumun muhafazakârlaşmasını hızlandıracaklar. AKP, tarikatların toplumu muhafazakârlaştırmasını istiyor ama tek şartla; kendi iktidarının ayakta tutulması kaydıyla. Yani AKP, kendi iktidarına eleştiri yönelten bir dini yoruma müsamaha göstermez, göstermiyor da zaten. Bu şöyle tanımlanabilir: Eskiden marjinal İslamcılar’ın oturduğu Sultanbeyli’nin giderek daha merkeze gelmesi, Sultanbeyli’nin İstanbul’un kenarında olması değil de daha merkezine gelmesi anlamına gelir. Onun gündelik davranışlarının daha merkezi bir yerde görünür olması anlamına gelir. Bu bakımdan bu durum toplumu muhafazakârlaştırır, toplumun İslamlaşma sürecini hızlandırır. Ama artık bu merdiven altı olmaz,

devletin açtığı ve tanıdığı bir alanda olur. AKP iktidarına bağlımı bir genişlemeden söz edilebilir. Son olarak şunu sorayım, 694 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Son KHK değil, 2019’daki Başkanlık Seçimi’ne kadar KHK’larla yönetileceğiz. Bildiğin gibi KHK’lar OHAL’in gerekçesi doğrultusunda çıkarılabilirdi. Yani ancak ve ancak Fethullahçılık ve terör tehdidine karşı düzenlemeler yapılabilirdi. AKP, şimdi milletvekili dokunulmazlığından tut da çivinin boyuna kadar her şeyle ilgili kanun hükmünde kararname çıkarıyor. KHK’nın özelliği ne? 16 Nisan Referandumu’yla beraber kabul edilen Anayasa değişikliği Başkanlık’a geçişi 2019 olarak belirlemiş durumda. Seçilecek Başkan kararnamelerle ülkeyi yönetecek. O tarihe kadar bir buçuk yıllık bir boşluk oluşuyor. Bu süreçte Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi yönetmesinin tek yolu ne? KHK. OHAL’in verdiği yetkiyle KHK’larla ülke yönetiliyor. Belki OHAL’in ilk üç ayında OHAL’lik bir durum vardı ama şu anda ülkede OHAL’lik bir durum yok. OHAL’in uzatılmasının sebebi, Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi yönetmesinin sağlanması. KHK’larla kendi iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik adımlar atıyor. Bu son KHK’da milletvekilinin soruşturulabilmesi demek, milletvekili dokunulmazlığının yarı yarıya kaldırılması demek. Dolayısıyla git gide milletin de işlevsiz hale geldiğini, bir aşama sonra meclisin ve hatta AKP’nin de sembolik bir anlamı olacağını gösteriyor bu durum. Artık Çankaya yok Beştepe var. Cumhurbaşkanı’nın ihtiyaçlarına, arzularına göre konumlandırılmış bir meclis var. Buna göre hareket eden bir parti var, hatta iki parti var... Cumhurbaşkanı’na göre karar veren bir yargı var. Bundan sonra her şeyin Cumhurbaşkanı’nın ihtiyaçlarına, arzularına göre düzenleneceği bir sistem var. Ama şunu da ekleyeyim: Bu sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürdüğü müddetçe devam edebilecek bir sistem. Cumhurbaşkanı bir seçimde iktidarını kaybettiği anda bu sistem; ertesi günden itibaren lağvolacak. O gittiği anda başta o sistemi getirenler olmak üzere herkes bu modeli reddedecek. Teşekkür ederiz.

50


Katar krizinin köşe taşları Arap isyan dalgasına nüfuz ederek savaşları derinleştiren, bölgeyi küresel cihat hareketinin adeta komuta merkezine çeviren Körfez ülkeleri bugün ciddi bir sistem kriziyle sarsılıyor. Yaşanan kriz kendini Katar olarak cisimleştirse de onunla sınırlı bir okuma yapmak imkânsızlaşıyor.

M. Ramazan

K

üresel hegemonya mücadelesinde irtifa kaybeden ABD, Ortadoğu’daki konumunu re- organize etme doğrultusunda bir dizi hamle yapıyor. Bunun için izlediği strateji ise dost düşman tüm bölgesel güçleri hizaya sokacak cinsten. Öyle ki Katar’ın son birkaç aydır yaşadıkları, ABD ile 1991 yılından beri bölgede devam eden stratejik ittifaklarını göz önüne getirdiğimizde, “kırk yıllık dost olur mu post” cinsinden bir kıssadan hisse gibi. Arap isyan dalgasına nüfuz ederek savaşları derinleştiren, bölgeyi küresel cihat hareketinin adeta komuta merkezine çeviren Körfez ülkeleri bugün ciddi bir sistem kriziyle sarsılıyor. Yeni bir sistem ihtiyacının fay hatları tüm kırılganlığı ve tehditkâr duruşuyla karşılarında duruyor. Yaşanan kriz kendini Katar olarak cisimleştirse de onunla sınırlı bir okuma yapmak imkânsızlaşıyor. Kaotik, iç içe geçmiş bir dizi etkenin ve bu bir dizi etkeni kendi mecrasına taşımaya çalışan irili ufaklı pek çok gücün bu sürece sirayet etmeye çalıştığını/irade ortaya koyduğunu görmek gerekiyor.

Katar, Katar dedikleri…

Katar, 11.500 kilometrekare yüzölçümüne sahip körfezin en küçük ikinci ülkesi konumunda. 1971 yılına kadar İngiltere’nin bir sömürgesi olarak varlık göstermiş sonrasında bağımsız(!) bir ülke olarak devletler arenasında yerini almıştır. Katar 1991’den bu yana ABD’nin yakın askeri müttefiki. Öyle ki Ortadoğu’daki en büyük ABD askeri üssü ve ABD’nin 11.000 kişilik askeri birliğine Katar ev sahipliği yapıyor. 2011’de Libya’ya yapılan NATO müdahalesinde yer aldığı gibi, Suriye’de bulunan Koalisyon Güçleri’nde de Katar birlikleri bulunuyor. Silah ticareti başta olmak üzere iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de son derece aktif. Ancak kısa bir süre önce tüm bu süreçlere paralel gitmeyen bir gelişme yaşandı. 21 Mayıs’ta 55 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen ABD – Arap ve İslam Ülkeleri Zirvesi’nde verilen sözde güçlü bir terörle mücadele mesajının ardından Suudilerin ve güdümündeki bir grup devlet tarafından Katar bir anda topun ağzına konuldu. Yaşanan bu gelişmeler Körfezde bomba etkisi yaratırken AB ülkeleri de bundan azade değildi. Yüzölçümü ve nüfusuna nazaran Katar’ın Avrupa için anlamı büyük. İngiltere ve İtalya

51

başta olmak üzere birçok devletin bir numaralı doğalgaz sağlayıcısı, Katar. Bunun yanı sıra Türkiye’den de tanıdık olunduğu gibi Katar sermayesi pek çok Avrupa ülkesinde dolaşımda. 2008 krizinin ardından Katar sermayesiyle hayata dönen çok sayıda Avrupa bankası arasında Almanya’nın Deutsche Bank’ı da var. Yine Almanya’nın büyük şirketleri Volkswagen ve Siemens’te de Katarlı yatırımcılar önemli oranlarda hissedar konumunda. Bu nedenle İngiltere’nin, krizin arabuluculuğuna soyunan Kuveyt üzerinden, Almanya’nın ise doğrudan Katar’ı desteklediğini açıklaması şaşırtıcı değil. Sahip olduğu enerji kaynakları özelliklede doğalgaz Katar’ı kolay kolay izole edilemeyecek bir ülke haline getiriyor. Küresel sermayenin mevcut bu kaynaklara ihtiyacı var, en azından şimdilik. Katar’ın sahip olduğu bu zenginlik sadece 1939’dan itibaren ülkede keşfedilmeye başlanan zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine bağlanır. Oysa zenginleşme hesaplarında her daim görmezden gelinen köle emeğinin Katar ekonomisine katkısı fazla. Nitekim 2,5 milyonluk ülke nüfusunun iki milyondan fazlasını Hindistan, Nepal ve Filipinler gibi ülkelerden enerji, inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışmaya gelen yoksul iş-


katar krizinin köşe taşları çiler oluşturuyor. Bu işçilerin ülkeye giriş çıkışı ve Katar’da bulundukları sürede çalışma ve ikamet koşulları bir çeşit kefillik sistemiyle düzenlenmekte. Gelen İşçiler kefilin daveti olmadan Katar’a giremedikleri gibi iş değiştirmek ve ülkesine geri dönmek gibi en temel hakların kullanımı da kefilin tasarrufuna tâbi. Bu sistem nerdeyse tüm körfez ülkelerinde benzer bir biçimde uygulanıyor. Körfezde yükselen sırça köşklerin ve şaşalı zenginliğin arkasında bu artı değer sömürüsü yatıyor.

Ortadoğu sofrasında Suudi-Katar çekişmesi

Ortadoğu’da kurulan şölen sofrasında en yakın müttefikler arkadan hançerlenir. İşte 21 Mayıs’ta kurulan şölen sofrasının talihlisi Katar oldu. Aslında Körfezde herkesin bildiği yıllardır devam eden bir işbirliği olmasına rağmen, bir Suudi-Katar çekişmesi her daim olageldi. İki Körfez ülkesi arasındaki kavga, esasında ABD’nin bölgedeki politikalarına kim en layıkıyla hizmet edebilir kavgasıdır. İki ülkenin de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 2006’da dillendirdiği “Yaratıcı Kaos” politikasına hizmet etmede ellerine kimse su dökemez. Enteresan olan şu ki; S. Arabistan’ın elinde tuttuğu Vahabi ideolojisiyle ElKaide vb. örgütler üzerinden aşırılıcılığı dünyanın başına bela edip onların finansmanını üstlenirken, Katar’ı terörü desteklemekle suçlaması. Oysa Yemen’de Şii Husilere destek vermekle suçlanan Katar, Yemen’i yerle bir eden savaşta Suudilerle omuz omuzaydı. Yada Arap isyan dalgasının yayıldığı Bahreyn’de terörü desteklemekle suçlanan Katar, bu ülkede yapılan barışçıl gösterileri bastıran müdahaleye 500 polisini göndermişti. Suriye’de bulunan radikal İslamcı selefi örgütlerin tamamının silahlandırılıp palazlandırılmasında da S. Arabistan ile Katar birlikteydiler. Peki diplomatik savaşa dönüşen bölgesel krizin sebebi ne? Aslında her şey Suriye’de ortaya çıkan yeni denge ve dizilişler üzerinden şekil alıyor. Suudi Arabistan, kaos planlarını devreye sokan ve bölgede kaybeden devletler grubunda yer alıyor. Ne Irak’ta ne de Suriye’de hiçbir hedefine ulaşamadı. Öyle ki öncülüğünü üstlendiği Yemen savaşında bile bozguna uğramış durumda. Katar ise kendi durumunu ve konumunu değiştirmek adına rotayı Suudi Arabistan’dan İran’a doğru kırdı. Böylece kaybedenler kampından sıyrılma ve mümkünse Arabistan’a rağmen Sünni İslam liderli-

Her şey Suriye’de ortaya çıkan yeni denge ve dizilişler üzerinden şekil alıyor. Suudi Arabistan, kaos planlarını devreye sokan ve bölgede kaybeden devletler grubunda yer alıyor. Ne Irak’ta ne de Suriye’de hiçbir hedefine ulaşamadı. Öyle ki öncülüğünü üstlendiği Yemen savaşında bile bozguna uğramış durumda. Katar ise kendi durumunu ve konumunu değiştirmek adına rotayı Suudi Arabistan’dan İran’a doğru kırdı. Böylece kaybedenler kampından sıyrılma ve mümkünse Arabistan’a rağmen Sünni İslam liderliğini üstlenme hesapları yapmaya başladı. ğini üstlenme hesapları yapmaya başladı. Öteden beri Suudi-Katar arasında işbirliğine rağmen rekabete varan belirgin farklılıklar vardı. 1996’da ABD/Suudilerin parmağının olduğu bir saray darbesiyle Şeyh Tamim, babasını devirip Katar Emiri olduktan sonra İslam dünyasında stratejik hamlelerle kendine nüfuz alanı açmaya ve Suudi’lerin etki alanına sızmaya başladı. Bunun için de El Cezire kanalını kurup körfez kamuoyunda ciddi bir etki yarattı. Suudiler El Arabiya ile bu etkiyi dengelemeye çalıştı ama başaramadı. Tamim çizgisindeki Katar İhvancı örgütlere desteği artırmıştı. İlginç olan şu ki Katar sonuna kadar desteklediği İhvan’ın kendi ülkesinde örgütlenmesine asla izin vermedi. Katar’ın İhvan’a verdiği bu destek 2013-2014 yılları arasında

52

körfezde bir kriz doğurmuştu. Tamim, Filistin’de Suudi destekli El Fetih’e karşı Hamas’la ilişkilerini sürdürmeye devam etti. Mısır’da Suudiler Mübarek sonrası iktidara gelen İhvancı Mursi’ye karşı darbe yapan Sisi’yi doğrudan destekledi. Katar ise Mursi’den taraftı ve İhvan’la ittifak kurmuştu. Lübnan’da da iki ülke arasındaki durum farklı değildi. Suudiler, Lübnan’da Hariri ailesi üzerinden bir nüfuz alanı yaratmaya çalışırken, Katar Şii Hizbullah’la bağları sıklaştırmaya başladı. Katar bu ilişkinin ilk meyvelerini 2008 yılında Hizbullah’la Hariri’nin partisi Müstakbel arasında yaşanan krizi Doha Anlaşması’yla çözerek aldı ve bu arabuluculuğuyla ön plana çıktı. Pentagon kendi çıkarları ve stratejik hamlelerine uygun olarak Ortadoğu’da her zaman birden fazla ata oynamıştır.


katar krizinin köşe taşları

Suudiler ile Katar arasında ortaya çıkan farklı yönelimlerin de perde arkasında bu yatıyor. ABD’nin bölgede bulunan güçlerle konuşabileceği iletişim kanalları olmak zorunda ve Katar bu görevi yerine getirdi/getiriyor. Suudi Arabistan merkezli gelişen kriz beraberinde çok açık bir saflaşmayı dayattı. Sünni Kampın politik lideri olarak görülen Mısır ve ekonominin merkezi sayılan Suudi Arabistan başta olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Bahreyn, Libya gibi güdümlü ülkeler, şimdilerde biraz esnemesine rağmen, ilk etapta Katar ile diplomatik ilişkilerini bütünüyle kesme kararı aldılar. Bu durum Katar -Suudi işbirliğiyle yürütülen Suriye, Irak ve Yemen’deki pek çok kaos hamlesini sekteye uğratmış oldu. Körfez krizinin etkisinin bu ülkelerde devam eden savaşın boyutları üzerinde önemli etkiler yaratması kaçınılmaz görünüyor.

Katar krizinde S. Arabistan – İran rekabeti

Katar krizi esasen, başını İran’ın çektiği Direniş eksenine bir gözdağı niteliğinde. Herkesin bildiği üzere Ortadoğu’da güç çatışması daha çok Körfez ülkeleri adına Suudi Arabistan ile İran arasında devam ediyor. İran’ın Irak ve Suriye’de artan etkinliğine karşılık Arabistan, Yemen’e askeri müdahalenin öncülüğünü üstlenerek bir denge oluşturmak istedi. BMGK ve Almanya ile İran arasında yapılan nükleer anlaşma Tahran’ın uluslararası

ilişkilerdeki yalıtık pozisyondan sıyrılmasına ve rolünün yeniden tanımlanmasına yol açtı. İran özellikle petrol ve doğalgaz rezervleriyle uluslararası ilişkilerin odağı haline gelirken, Suudi Arabistan merkezli körfez ülkelerinde tersine bir süreç yaşandı. Trump’ın, Obama’nın aksine İran’la yeniden gerilim siyasetine dönme sinyalleri vermesi, S. Arabistan’ı cesaretlendiren ve bölgede kaybettiği inisiyatifi yeniden tesis edebileceği düşüncesine kapılmasına sebebiyet veren bir etki yarattı. Aslında Katar ve İran Suriye’de yürütülen vekâlet savaşında düşman kamplarda yer aldılar. Ancak S. Arabistan ve Katar’ın İran’la mücadelede izledikleri yöntemler her zaman farklıydı. Katar S. Arabistan’ın Şii düşmanlığına rağmen daha temkinli bir tutum takındı. Bunun birinci nedeni İran’la doğalgaz havzasını paylaşıyor olması, diğeri ise dış politikada kendi çizgisini oluşturma çabasıdır. Öyle ki Katar tüm hamlelerinde İran’la doğrudan karşı karşıya gelmemeye özen göstermiştir. ABD’nin Ortadoğu’da ki en büyük üssünü inşa ederken bile İran’a üssün kendilerine karşı kullanılmayacağının sözünü vermişti. Oysa Suudiler, 1979 İran devriminden bu yana, ellerine geçen her fırsatta İran’a darbe indirmekten geri durmamıştır. İran-Irak savaşında, Saddam’ın İran’a karşı başlattığı savaşın finansörlüğünü yapan Suudiler, 2000’lerin başından itibaren Tahran’ın nükleer programı karşısında çare olarak Amerikan-İsrail ortak müdahalesini görmeye başladı. Aynı Suudiler ABD’nin bölgeye yaptığı her müdahalenin sınırlarını, İran’ı içine alacak biçimde genişletilmesi için yoğun mesai harcamıştır. Öyle ki; 1991 Birinci Körfez Savaşı, 2001’de Afganistan’a müdahale, 2003’te Irak’ın işgali ve 2011’de Suriye’de yürütülen vekâlet savaşında hedefte İran’ın yeralması en büyük gaye idi. Ama Suudiler Amerikalıları doğrudan İran’ı vurmaya bir türlü ikna edemediler. Ama bu sefer Trump Suudileri bir hayli umutlandırdı. Öyle ki başkan olduğu günden bu yana histerik düzeyde İran karşıtlığı söylemini ağzından eksik etmeyen Trump’ın ağzına 380 milyar dolarlık bal da çalınınca, Suudiler şimdiden kutlamalara başladı bile. Suudiler, ABD ile silah anlaşmasına imza attıktan sonra 40 bin kişilik İslam NATO’su kurma fikrine kapıldılar. Yani Suudiler, Şii İran’a karşı Sünni bir ordu kurma rüyasına kapıldılar. Muhtemelen Trump silah anlaşması imzalandıktan sonra gelişmelere bıyık altından gülmüştür.

53

Katar krizi esasen, başını İran’ın çektiği Direniş eksenine bir gözdağı niteliğinde. Herkesin bildiği üzere Ortadoğu’da güç çatışması daha çok Körfez ülkeleri adına Suudi Arabistan ile İran arasında devam ediyor. İran’ın Irak ve Suriye’de artan etkinliğine karşılık Arabistan, Yemen’e askeri müdahalenin öncülüğünü üstlenerek bir denge oluşturmak istedi. Yaşanan bu gelişmelerden bir gün sonra Katar Resmi Haber Ajansının geçtiği şeyh Tamim’in İran’a övgü dolu sözleri tüm hassasiyetleri ortalığa döktü. Tamim’in 28 Mayıs’ta İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile telefonla görüşmesiyle de bardak bir kez daha taştı. Suudi Arabistan’ın İran düşmanlığı ya da rekabeti yeni bir şey değil. İran olası bir savaş durumunda yakın tarihte potansiyelini ortaya seren bir hamlede bulundu. 800 km öteden DeyrZor’a Zülfikar füzelerini gönderen İran,aslında ABD-Suudiİsrail eksenine “Bana karşı hazırlanan savaşa hazırım” mesajı veriyordu. Nitekim Tel Aviv bunu gördü ve “O Zülfikar füzeleri IŞİD’e olduğu kadar bize de bir mesaj” şeklinde yorumladı. Peki, Suudilerin İran’la Katar’ın yakınlaşmasını bahane ederek ortaya çıkan krizi fırsata çevirme hesapları olabilir mi? Birincisi Suudiler, “İran’a karşı kullanılamaz” şerhi konulmuş olan Katar’daki Ebu Ubeyd Üssü’nün Riyad’a taşınmasını istiyorlar. ABD, Hava Operasyonlar Merkezi’ni 2003’te El Harc’daki Prens Sultan Hava Üssü’nden Katar’a taşımıştı. Suudiler epey zamandır üssün eski adresine iadesini istiyor. Ancak bu konuda ABD’nin henüz böyle bir gerekçesi oluşmuş değil. İkincisi ekonomisi çok büyük açık vermiş olan Suudiler yeni yapılan silah anlaşmasıyla birlikte iyice darboğaza girdi. Trump’tan,“Katar’ın işgali için göz yumma” sözü almış olabilir mi sorusu akıllarda dolaşabilir. Gerçi böyle bir söz olsa bile Saddam’ın düştüğü durum ortada. Ancak işgal şimdilik uzak bir olasılık


katar krizinin köşe taşları olarak güncelliğini yitirdi. Ya da Katar’dan tam anlamıyla bir teslimiyet istenmektedir. Öyle ki 13 maddelik ortaya atılan uzlaşma şartları Katar’ın siyasi varlığını sonlandıran nitelikte. Katar’da bunu bilerek şartları reddetti.

Katar yoksa kaya gazına mı tosladı

Katar, Basra Körfezi’nde zengin doğal gaz ve petrol rezervlerine sahip bir ülke. OPEC’in verilerine göre 25 milyar varil kanıtlanmış petrol rezerviyle 14 ülke arasında 9. sıraya oturuyor. Doğalgazda ise, Katar yaklaşık 25 trilyon metreküp (tcm) rezervle Rusya ve İran’dan sonra en fazla doğal gaza sahip üçüncü ülke. Yani küresel üretimin yüzde 15’ini kontrol ediyor. Sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) alanında açık ara lider konumunda. Küresel LNG üretiminin yüzde 32’si Katar tarafından üretiliyor. Katar krizinin ortaya çıkmasında İran’la yakınlaşma vurgusunun enerji açısından da bir karşılığı var. Basra Körfezi’nde dünyanın en büyük doğal gaz havzasını (51 tcm) North Dome (Katar)/ Güney Pars (İran) ile bu iki ülke paylaşıyor. Katar 2005’te tek taraflı bir açıklama yaparak doğal gaz havzasının kontrol ettiği bölümünü tek başına geliştireceğini ilan etti. Krizden kısa bir süre önce 3 Nisan 2017’de Katar bu konuda yeni bir açıklama yaparak eski tavrından vazgeçtiğini ve işbirliğine açık olduğunu

Katar krizinin ortaya çıkmasında İran’la yakınlaşma vurgusunun enerji açısından da bir karşılığı var. Basra Körfezi’nde dünyanın en büyük doğal gaz havzasını (51 tcm) North Dome (Katar)/ Güney Pars (İran) ile bu iki ülke paylaşıyor. Katar 2005’te tek taraflı bir açıklama yaparak doğal gaz havzasının kontrol ettiği bölümünü tek başına geliştireceğini ilan etti. duyurdu. Bu Katar için kriz çanları demekti. Trump Katar’ın bu hamlesini 21 Mayısta fırsata çevirmiş olabilir mi? Tıpkı Katar gibi ABD’de LNG sektöründe küresel bir oyuncuya dönüşmek üzere. ABD sahip olduğu kaya gazı üretme teknolojisiyle gaz ithal eden bir ülke konumundan bir anda gaz ihraç eden ülkeler arasında 5. sıraya yerleşti. Nitekim Trump iktidara gelmeden önce “hidro-karbon sektörünün önünü açacağım, küresel ısınma bir masal” demişti. Öyle de yaptı, Paris Anlaşması’ndan çekildi. Gaz, iki şekilde taşınabiliyor: Birincisi doğrudan gaz halinde ve boru döşenerek yapılan taşıma. Diğeri gazın soğutularak yoğunlaştırılması ve sıvı hale getirilerek(LNG) tanker gemilerle taşınması şeklinde oluyor. Bunun için uygun tesisin kurulması gerekir. Alıcının da benzer şekilde limanına sıvı

54

halde gelen gazı önce depolayacak ve sonra gaz haline dönüştürerek basacak tesislere sahip olması gerekir. LNG ihracına geçen yıl başlayan ABD, yeni tesislerle potansiyelini artırmaya çalışıyor. Halen devam eden beş inşa halindeki terminale 30 yeni terminal eklenerek 2024’te ABD LNG kapasitesini 300 milyon tona çıkarmaya çalışıyor. LNG’de Katar, Uluslararası Doğalgaz Birliği 2016 raporuna göre 77.8 milyon ton LNG ihracıyla lider oldu. Katar’ın bu alandaki en büyük rakipleri ise ABD, Avusturalya ve Rusya. Çin, Japonya, Tayvan, Latin Amerika ve Avrupa’ya LNG satan ABD’nin kapasitesi şimdilik 330 bin ton dolayında. ABD bunu iki aktif terminalle yapıyor. Katar’ın ise yedi aktif terminali ve 78 milyon ton kapasitesi var. ABD elini çabuk tutmuş durumda. Sadece üretim kapasitesini artırmıyor, pazar için de kollarını sıvamış. Geçen


katar krizinin köşe taşları

Mayıs ayında ABD ile Çin arasında hayata geçirilen eylem planı doğrultusunda, Çinli şirketlerin ABD LNG sektörüne yatırım yapmaları teşvik edilmiş. Ayrıca 2030’a kadar şu anda LNG ihracı yapılan Çin pazarında ABD’nin payının artırılması için anlaşmalar hazır. Benzer görüşmelerin Japonya, Güney Kore, Tayvan, Avrupa Birliği, Latin Amerika ülkeleriyle yapıldığını söylemeye bile gerek yok. Elbette burada karşısına çıkan en güçlü rakip Katar. ABD’nin yaşanan Katar kriziyle bağının hiç olmadığını düşünsek bile, LNG satışı için “krizi fırsata çeviren” temel aktör olduğu da not edilmeli. Elbette birde rekabetin yanında yaşanan krizin maliyet artışı yarattığı gerçeğiyle katar yüzleşmek zorunda. Çünkü gemilerle taşınan LNG için boğazlar, kanallar, yani güzergâh çok kritik. Mesafeyle fiyat arasında doğru orantı var. Körfez ülkelerinin ambargo uygulaması ve geçiş yollarını kapatması Katar menşeli LNG fiyatının artışına zemin oluşturmaktadır. Bu durum elbette LNG’yi daha ucuza üretecek kapasiteye sahip olan ABD ve Avustralya’nın ellerini oldukça güçlendirdi. İran 1980 yılından beri Pakistan’a doğru döşenmesi planlanan bir boru hattı projesi üzerinde çalışıyor. Hattın Hindistan ve Çin’e doğru uzatılması da planlanmış. Ancak uzun süre boyunca İran’a uygulanan ambargo nedeniyle bir türlü tamamlanamadı. Bu nedenle deyim yerindeyse yılan hikâyesine dönen bir boru hattı projesi var. Hattın yaşanan Katar krizinden önce Pakistan’a

kadar olan bölümünün 2017 sonunda bitirilmesi planlanıyordu. Kriz bu beklentiyi boşa çıkaracak şekilde gelişebilir. Katar’ın İran’a eklenerek bu hattı beslemesi riski ABD’yi de korkutmuş olmalı ki; ABD, LNG terminal limanı yapmak için kredi verme karşılığında Pakistan hükümetlerinden bu projeyi rafa kaldırmalarını istemiş. Katar, varlığını deniz yoluyla LNG ihraç edebilmesine borçlu. Batı’ya doğru bütün yolların kapalı olduğu bugünkü gibi bir durumda, Katar gazını satmak için İran’a muhtaç. Hele ki İran’ın Doğu’ya doğru yapılmakta olan boru hattının devreye girmesi düşüncesi bile Katar’ı uçurur. Ayrıca Batıda Katar artık sadece Rusya ile değil ABD ile mücadele etmek zorunda. AB, Ukrayna krizinden sonra Rus gazı kuşatmasından kurtulmak için tedarikçilerini çeşitlendirmeye çalışıyor. Yakın zamana kadar tek alternatifi Katar’dı. Şimdi ise, ABD’nin kaya gazı teknolojsi, Rusya’ya en büyük alternatif haline geldi.

Katar krizi Erdoğan için bir fırsat mı? Yoksa bir tuzak mı ?

Erdoğan Katar krizinde açıktan taraf olduğunu açıkladı. Bunu körfez ülkelerini özellikle de Arabistan’ı karşısına alma pahasına yaptı.(durumu toparlamak adına çıkılan körfez turuda yeterli gelmeyecektir.) Erdoğan tıpkı Katar gibi Suriye’de ortaya çıkan sonuçtan memnun değil. Özellikle bölgede girilen kaotik ilişkilerin önümüzdeki dönemde ağır bir fatura çıkaracağını görüyor. Müm-

55

künse bundan sıyrılmak ve etkili bir bölgesel güç olma hesapları masadaki yerini koruyor. Bu işin bir boyutu. Diğer boyutuysa uzun bir süredir Erdoğan/AKP’yi ayakta tutan Katar Sermayesi. Son birkaç ayda 600 milyon dolarlık Katar sermayesi varlık fonu üzerinden ülkeye giriş yapmış. Resmi verilere göre Katar ne dış ticarette ne de yatırımda var. Ekonomi Bakanlığı’nın yatırım verilerine göre Katar, ilk 20 uluslararası yatırımcı sıralamasında 2002-Mart 2017 tarihleri arasında toplam 1,5 milyar dolar yatırımla 19’uncu sırada. Ancak Katar İş Forumu ve AKP kaynaklarına göre ise doğrudan yatırımda Katar, 7’nci sırada ve yatırım miktarı çok daha yüksek. Ekonomi Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye, geçen yıl Katar’a 439 milyon dolar ihracat, Katar’dan 271 milyon dolarlık ithalat yapıldı. Toplam dış ticaret hacmi ise 710 milyon dolar olarak gerçekleşti. Ancak iş galiba bununla sınırlı değil. Nabucco projesine hayat verilmesi gündemde. Katar gazını İran üzerinden Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bu projenin Türkiye Sermayesinin ağzını sulandırdığı ortada. Hali hazırda Katar’ın Çin ve Akdeniz Avrupa’sına LNG ihracatı, Erdoğan’ın Katar’la özel ilişkileri sayesinde Türkiye’ye bu ticaretin aslan payını aktarırken, bu saadet zinciri aynı zamanda ABD’nin yeni küresel ekonomik hegemonya projesinin önünde kaldırılması gereken bir engele dönüşüyor. Erdoğan’ın hem siyasi hem ekonomik hesapları şaşabilir. Çünkü bu aslan payına gözünü diken pek çok bölgesel güç sahaya inmiş durumda.

Sonuç yerine

ABD bu krizle bir taşla birden çok kuş vurmuş oldu. Her şeyden önce yüz milyarlarca dolarlık silah sattı. Nükleer müzakere anlaşması sonrasında biraz rahatlayan, Suriye’de kazandığı inisiyatifle bölgesel bir güce dönüşen İran’a yeniden kendini hatırlattı. Küresel hegemonya mücadelesinde hemen herkesin harcanabileceği mesajını dost düşman herkese iletmiş oldu. Her şeyden önemlisi ABD kaya gazını AB ülkelerine pazarlamaya başladı. Yaşanan krizle Katar’ın enerji alanında İran’a yaklaşması hem siyasi hem de ekonomik olarak Sünni blokta bir kırılmanın önünü açabilir. Düşük düzeyde de olsa bölgede savaş riski halen devam ediyor.


süleymaniye günlükleri

barzani referandumu Haziran ayının başında Başur’un gündeminde hiç yokken, Mesut Barzani ve ekibi ani bir toplantı yaparak 25 Eylül’e Bağımsızlık Referandumu kararı aldıklarını duyurdu. Başur Halkı özellikle son iki yılda ayyuka çıkan ekonomik, siyasi, askeri sorunlara demokratik bir zeminde çözüm beklerken “Bağımsızlık Referandumu” bir yandan gönüllerini okşadı, diğer yandan da “bağımsızlık ama nasıl” ikilemi ile karşı karşıya kaldı. Ve şu konularda sorular yüksek sesle sorulmaya başlandı. 1- Bölge Yönetimi’nin parlamentosu kapalı, 2- Parlamento Başkanı Hewler’e giremiyor, 3-Memur maaşları ödenmiyor, 4-Her gün bir kadın öldürülüyor, 5-Referandum kararı yasadışı, 6- Mesut Barzani’nin başkanlık süresi bitti, 7-Yönetim birbiriyle anlaşamıyor, 8-Sorunlu Bölgeler meselesi çözüm bekliyor… Siyaset Dergisi olarak Bağımsızlık Referandumu kararına yönelik tepkileri Süleymaniye’de iktidar ortağı Kürdistan Yurtseverler Birliği üyesi Cemile Şeyh Muhammed, ana muhalefet partisi Goran Hareketi Parlamenteri Emin Bekir ve Kürdistan Özgür Toplum Hareketi Yönetim Kurulu üyesi Berivan Muhammed’le konuştuk. Söyleşi-Çeviri: Leyla UYAR CEMİLE ŞEYH MUHAMMED Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Üyesi, Siyaset ve Demokratik Düşünce Akademisi Kültür Dergisi Başyazar Yardımcısı

referandum şartları oluşmadı

Sorunlu bölgelerin statü kazanması, Irak Kürdistan Bölgesel Parlamentosu’nun yeniden açılması. Bu iki önemli mesele çözülmeden, biz KYB olarak Mesut Barzani’nin kişisel ve yasadışı almış olduğu bu kararı desteklemeyeceğiz. Bağımsızlık Referandumu kararı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bana göre Başur (Güney) Kürdistan’da bağımsızlık referandumu yapma koşulları uygun değildir. Birincisi ekonomik koşulları nedeniyle uygun değil, ikincisi diplomasisi iyi değil. Başur Kürdistan’da bu iki tavrı güçlendirecek yönetim anlayışı ne yazık ki gelişmedi, ne iktisadi ne de diplomasi açısından. Ancak bu iki alan gelişkin olunca ya da bu yolda ilerleyince gelişmeden

bahsedebiliriz. Bu iki sorunlu alana dair çözüm yolu aramak yerine Mesut Barzani ve ailesinin almış olduğu “Bağımsızlık Referandumu” kararı getirildi ve bir toplantıyla açıklandı. Bu karar kabul edilebilir bir karar değildir. KYB olarak bu kararı kabul etmemiz mümkün değil. Gerek bölgeden, gerek komşu ülkelerden ve uluslararası devletlerden bu durumun önlenmesi için tepkiler geldi. Fakat Mesut Barzani hem halktan ve siyasetçilerden ge-

56

len tepkileri, hem de dışarıdan gelen tepkileri görmezden gelerek kararını sürdüreceğini hem burada hem yurt dışı gezilerinde yaptığı açıklamalarda belirtti. Bütün bu gelişmelere rağmen, referandum kararı alınacaksa bile öncelikle demokratik bir yöntem ve iç hukukla yapılmalıydı. Hem koşulların uygun olmayışı hem de kararın alınma biçimi KDP dışında kalan bütün kesimlerin haklı tepkisine neden oldu. En önemlisi de kararın alınması gereken yer olan Irak Kürdistan Bölge Hükümeti Parlamentosu kapalı. Kaldı ki, parlamentonun işlevsiz ve kapalı olmasının sebebi de Mesut Barzani’nin bu dikta anlayışı. 1994’lerde Bölgesel Yönetim’de yaşanan iç çekişmeler yeniden yaşanmasın, kardeşkanı dökülmesin diye siyasi sorumluluk taşıyanlar parlamentonun yeniden açılması için iki yıldır demokratik yollarla çözüm arıyorlar. Fakat ne yazık ki, çözüm yerine KDP ve Barzani Hewler’e (Erbil) giriş çıkışlara kadar varan yaptırımlar uyguladı. Buna kimsenin hakkı yoktur ve olmamalı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi acilen iç işlerini düzenlemek zorunda. Ben inanıyorum ki bu biçimiyle dayatılan referanduma halk itibar etmeyecektir. Mesut Barzani Bağımsızlık Referandumu değil, kendisine ve ailesine referandum istiyor Kasım seçimlerine hazırlık yapmak için. Bu haliyle bunun başka bir anlamı yoktur. Gerçek bir bağımsızlık referandumundan ancak;


barzani referandumu

lir,

• İçerde ekonomik koşullar düzelti-

• Bağdat’la 140. madde gereği iller statüye kavuşturulur, • Parlamento işlevli hale getirilirse, • Komşu ülkelerle diplomasi ve ekonomik ilişkiler şeffaf kurulur ve gümrük giriş çıkışları kontrollü yapılırsa o zaman bahsedebiliriz. Şimdi alınan bu karar dört parça Kürdistan Halkları için de doğru bir karar değil. İran razı değil, Türkiye razı değil, Irak razı değil. Mesele de tek başına bu ülkelerin ikna olup olmaması değil. Orada yaşayan Kürtler. Bağımsızlıktan bahsetmek için Bağdat Hükümeti’yle Kürdistani toprakların bir statü kazanması için görüşmeler yapılması ve anlaşmayla çıkılması gerekiyor. Bölgesel Hükümetin ticareti dört kapıdan yapılıyor. İran, Türkiye, Suriye ve Irak. İran ve Türkiye Başur’un bağımsız yönetim kurmasını kabul etmiyor ve ticaret kapılarını tehdit açısından kullanabilir. Irak Anayasası’nda Irak Kürdistan Bölgesel tanımı var. Bağdat’la sorunlu bölgeler meselesi çözüldüğünde konu diplomatik iyi ilişkiler kurulmasına bakıyor. Zaten ekonomik çıkmazda olan Bölge, Bağımsızlık Referandumu kararıyla ikinci bir ekonomik krizle viran olacak demektir. Barzani çok sekter bir tarzla karar aldı. Bu kararın ne kendisine ne de bölgeye hiçbir faydası yoktur. Yukarda saydığımız olumsuzlukların yanında bölge henüz IŞİD tehdidi altında. Sonuç olarak içerde biriken ekonomik krize bağlı halkın haklı tepkisine cevap üretilmeli, Bağdat Hükümeti’yle Kürt Hükümeti diplomasi geliştirip sorunları çözmeli ve hem komşu ülkelerle hem de uluslararası düzeyde şeffaf diplomasi geliştirilmelidir. Bütün bunlar gerçekleştiğinde elbette bağımsızlık referandumu parlamento kararıyla halkın gündemine gelir. Ve halk sandığa gider oyunu yansıtır. KYB olarak tavrınız ne olacak? KDP ve Mesut Barzani’nin Başur Kürdistan’a uyguladığı yanlış ekonomik politikalar sonucu bu hale gelindi. Ne yazık ki yönetemedi. Ve esasında KDP yenilmiştir. Bağımsızlık Referandumu’nu kendisine ve partisine balans ayarı olarak kullanmak istiyor. Halkın ve Bölge’nin çıkarı söz konusu değildir. Biz KYB olarak Bağımsızlık Referandumu’nu desteklemek isteriz elbette. Ama şartlarımız var:

sı,

1. Sorunlu bölgelerin statü kazanma-

2. Irak Kürdistan Bölgesel Parlamentosu’nun yeniden açılması. Bu iki önemli mesele çözülmeden, biz KYB olarak Mesut Barzani’nin kişisel ve yasadışı almış olduğu bu kararı desteklemeyeceğiz. KYB olarak bizler özellikle iki maddenin gerçekleşmesi için demokrasi ve hukuk çerçevesinde mücadelemize devam edeceğiz. Barzani referandum kararını kendisi için aldı dediniz, biraz açar mısınız? Ben öyle düşünüyorum ki, Barzani referandum kararında ciddi değil. Neden ciddi değil? Tekrarlamış olacağım ama birincisi Başur’un ekonomik alt yapısı kurulmamış, ikincisi Başur Halkı böyle bir bağımsızlık referandumuna hazır değil. Üçüncüsü parlamento kapalı. Dördüncüsü komşu ülkelerin itirazı var. Bu referandum Bağdat yönetimine “tehdit kartından” başka bir şey değildir. Çünkü bağımsızlık referandumu 2005 yılında koşullar bu kadar karmaşık değilken yapıldı. Ve yüzde 97 evet oyu aldı. Neden o zaman bu kararın arkasında durmadı. Neden o zaman Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlığını ilan etmedi. Mesut Barzani’nin amacı bağımsızlık referandumu falan değil. Amacı kendisine ve ailesine referandum yapmak. Başur Kürtlerine bağımsızlık getirmek değil. Özetlersem eğer, referandum bu haliyle hukuk dışı ve sonuç olarak başarısız olur. Ne zaman Bölge’nin biriken sorunları parlamentoya taşınır ve çözüm üretilirse, o zaman parlamentodan çıkan bağımsızlık referandumu başarıya ulaşır. Mesut Barzani Bağdat’la ilgili öngördüğü “Musul’un reorganizasyondan sonra Bağdat’ın yüzü bize dönecek” açıklamasından ne anlamalıyız? Mesut Barzani referandum kararı alındığı günden bugüne kadar çeşitli beyanatlar verdi. Burada amaç kişisel olarak almış olduğu referandum kararını gerekçelendirmek. Fakat Barzani konuştukça kaybediyor farkında değil. Çünkü gerçekçi değil. Mesut Barzani diyor ki; Musul IŞİD işgalinden sonra şimdi değişikliğe gidecek. Bağdat Musul’u organize ettikten sonra yüzünü

57

bölgeye çevirecek bu “özerklik” için bir tehlike, bu nedenle bağımsızlık referandumu şart oldu, diyor. Elbette ki durum böyle değildir. Bunun bir varsayım olduğunu kabul etsek bile Bölge bunca sorunla boğuşurken yapılacak referandumdan “bağımsızlık” çıkar mı? Mesut Barzani ve KDP esas itibariyle kendilerinden kaynaklı yaşanan ekonomik, askeri ve siyasi krizi örtmek istiyor. Bunun anlamı budur. Bağdat’ın tepkisi ne oldu? Bağımsızlık Referandumu kararından sonra Irak Başbakanı Haydar İbadi 19 Temmuz’da bir açıklama yaptı. Barzani’nin bu kararını doğru bulmadığını ve yasadışı olduğunu belirtti. İbadi; IŞİD daha Telafer ve Havice’de iken ve 140. madde henüz çözülmemişken ve komşu ülkeler itiraz ederken bu kararın uygulanamayacağını belirtti. Mesut Barzani’nin cevabı ise “Bu karardan asla vazgeçmeyeceğiz” oldu. “Bağdat’ın bizi tehdit etme dönemi bitmiştir, tehditlerden korkmuyoruz” dedi. Sorunlu bölgelerin çözümü için İbadi Kürt siyasi partilerine çağrı yapmış basından öğrendiğimiz kadarıyla. Umarım öyle bir çağrı vardır. Ve bu 140. madde meselesi Kürtler açısında olumlu çözülür. Kadınlar olarak referanduma tavrınız ne olacak? Hazırlıklarınız var mı? Kürt kadınları Kürdistan bağımsızlık tarihi boyunca sayısız şehit vermiştir. Ve bağımsızlık mücadelesi için kadınlar hâlâ mücadelenin en ön saflarında. Buna rağmen Başur’da hâlâ kadın birliği kurma ve yasalarda haklarımızla yer alma meselesinde ne yazık ki başarılı değiliz. Çünkü Kürdistan Bölgesel Yönetimi bile hâlâ Irak’ın eski yasalarıyla yönetiliyor. Ne kadına yönelik yasal teminat altına aldığımız bir hukukumuz var, esasında ne de Kürt Halkının var. Buna bağlı olarak kadına yönelik şiddeti ne yazık ki önemli çabalarımıza rağmen önleyemiyoruz. Referanduma dönecek olursak kadınlar açısından kabul edilebilir bir tarafı yok zaten. Çünkü yasadışı. Kadınlar olarak birçok kuşatmayla karşı karşıyayız. Kadınlar en çok yasadışı uygulanan kurallarla katlediliyor. Aşiretçilik, mezhepçilik, din, namus bunların hepsi yasadışı. Ortadoğu’da kadın olmak bu erkek yasalarında zaten


barzani referandumu başlı başına bir başlık. Kürdistan Yurtsever Birliği kadınları olarak yukarıda sıraladığımız gerekçelerle birlikte bir de kadınların iradesi yok sayıldığı için destek vermeyeceğiz. Umarım ki bir biçimiyle gündeme gelen Bağımsızlık Referandumu kararı geri çekilir ve sorunların çözümüne dönük diyalog yolları açar. Bu koşullarda Bağımsızlık Referandumu’nu kesinlikle desteklemeyeceğiz. Türkiye ve Bakur (Kuzey) Kürtleri meselesi nasıl çözülür? Türkiye Hükümeti ne yazık ki Kürtlerle ekonomik talan dışında diplomatik ilişki kuramadı. Türkiye hükümetleri tarih boyunca korku duvarları yükseltti. Oysa sorun kolay bir diyalog yoluyla çözülebilir. Bakur Kürtlerinin bütün koşulları varken bağımsızlık için referandum bile önermedi. Türkiye Halklarıyla eşit, özgür koşullarda yaşamak istedi sadece. Kaldı ki Bakur Halkı yapılan ne yerel ne de genel seçimleri

demokratik bir ortamda geçirmedi. Hükümetin silahlı gücü gölgesinde yapıldı. Buna rağmen hep sağduyulu davranarak her seçimden başarıyla çıktı. Bakur Halkı binlerce bedel ödedi siyaseti demokratik zeminde yapmak için. Peki, şimdi ne oldu? Türkiye Hükümeti Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapma zeminini ortadan kaldırmak için Bakur’ u talan etti. Şimdi Kürt Halkı mücadelesinden mi vazgeçti? Saddam Başur’da kimyasal katliam yaptı. Ama Kürtler burada kendi topraklarında yaşamaya devam ediyor. Saddam’ın nasıl gittiğini hepiniz gördünüz. Bu zulüm cenderesi bir yere kadar. Bakur’daki Kürtlerin kazanımlarına antidemokratik, insanlık dışı yöntemlerle saldırmak, talan etmekle sorun çözülmez. Olsa olsa sonunu getirir Erdoğan ve hükümetinin. Ve ayrıca Türkiye’nin Başur’daki referanduma karşı çıkma gerekçesi kendi sınırlarındaki Kürtlerin ve Bölge’nin ulusal düzeyde haklarının olmaması yönündedir. Bugüne kadar Başur’un

BERİVAN MUHAMMED Tevgera Azadi Yönetim Kurulu Üyesi

referandum erkek aklın kararıdır

Yaşanan ekonomik krize ve halkın yoksulluk taleplerine çözüm üretmeyen bir parlamento ve aralarında anlaşamayan partiler gerçekliği var. Bu sorunlar ortada çözüm beklerken referandum tam da bunları saptırma gündemidir esasında. Referandum Başur Kürdistan açısından ne anlama geliyor? Referandum Kürt Halkı açısından Başur’da hangi süreçlerle birlikte geldi öncelikle buradan bakmamız lazım. Şüphesiz kendimize soruyoruz, Başur Kürdistan’da referandum süreci için sosyal, siyasal ve ekonomik koşullar nasıldır ki bugün referandum sürecini konuşuyoruz.

Hepimiz biliyoruz ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi 26 yıldır iktidarda. Başur Kürdistan Halkı 26 yıl boyunca ve bugüne kadar özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi vermeye devam ediyor. Bugüne kadar sorunların artarak devam ediyor olması da bu iktidar aklının gelişmeye engel olmasından kaynaklıdır. İktidar tercihini ailecilik ve aşiretçilik üzerine kurmuş çünkü. Üzerinden 26 yıl geçme-

58

ekonomik çıkmazda olmasının sebeplerinden biridir. KDP’nin Türkiye’yle yaptığı 50 yıllık ekonomik anlaşmanın hâlâ ne içerdiğini bilmiyoruz. Dolayısıyla içerde yaşadığımız krizden dolayı itiraz etmiyor. Kürtlerin ulusal düzeyde statü kazanmasını istemiyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir “cumhuriyet” anayasası değildir. Adı cumhuriyettir sadece. Ciddi bir değişime ihtiyacı var, ülkede yaşanan bütün sorunların çözülebilmesi için. Kürt meselesi de bunlardan biridir. Yani 6 milyon insanın temsiliyetini meclis dışına iteceksin, eş başkanlarını, parlamenterlerini ve yerel yöneticilerinin binlercesini cezaevlerinde rehin tutacaksın bütün dünyanın gözü önünde, sonra ben demokrasi ülkesiyim diyeceksin! Türkiye ne yazık ki diktatörler ülkesine dönüştü. Bana göre çözüm demokratik bir anayasa. Yoksa bizim cebelleştiğimiz “mezhepçilik ve din” adı altında Türkiye’de yaşayan bütün farklılıklar kurban edilecektir.

sine rağmen halkların talebi olan özgürlük ve bağımsızlık ne yazık ki gerçekleşmedi. Şimdi halkın ve parlamentonun talebi olmamasına rağmen referandum gündemi bir partinin dayatmasıyla karşı karşıya. Bizler biliyoruz ki oluşturulan bu referandum gündeminin arkasında başka planlar var. Bu plan esasen şudur; Başur Kürdistan’da yaşanan ekonomik ve askeri krizin görünür olmasını engellemek için referandum gündem yapılıyor, bir ihtiyaçtan dolayı değil. KDP ve Mesut Barzani iktidarı süresince ne yazık ki halkların çıkarlarını esas alan bir siyaset izlemedi. Nasıl çözülür peki? Uzun süredir burada yaşanan ekonomik krize ve halkın yoksulluk taleplerine çözüm üretmeyen bir parlamento ve aralarında anlaşamayan partiler gerçekliği var. Bu sorunlar ortada çözüm beklerken, aslında gündemde olmayan referandum tam da bunları saptırma gündemidir esasında. Çünkü var olan sorunların çözümü bağımsızlık referandumundan geçmez, sorunlar çözülerek halkın yaşam düzeyi iyileştirilerek referanduma gidilir. Dolayısıyla üzeri örtülmeye çalışılan bu sorunlara karşılık KDP ve Mesut Barzani kendileri için, bugüne kadar yap(a) madıklarına bir çıkış ve oyalama yolu


barzani referandumu

olarak referandum gündemi öneriyor ve bu kararı dayatıyor. Bu bir çözüm yolu asla değildir. Halk olarak şunu soruyoruz? Sorunlara çözüm üretmek için parlamentoya gönderdiğimiz vekiller neden parlamentoda çalışamıyor? Şu an gerekli olan parlamentonun aktifleştirilmesi ve sorunlara çözüm üretmesidir. Bu tarz referandum önerileri gelir geçer. Asıl olan ekonomik, askeri, siyasi sorunların çözülmesi ve halkın iradesinin yansıdığı bir referandum oluşumuna gitmektir. Demokratik olan budur. Sonuç olarak yaşanan bunca sorun ne yazık ki hâlâ güncelliğini koruyor ve ne yazık ki referandum bu haliyle çözüm değil. Tevgera Azadi olarak öneriniz nedir? Tevgera Azadi olarak öngördüğümüz üç temel sorun var: 1- Güney Kürdistan’da yaşanan yolsuzluklara bağlı yaşanan bir kriz, 2- Mesut Barzani’nin başkanlık sürecinin bitmiş olması ve yeniden kendisini gündemde tutmak için referandum dayatması, 3- Referandum yolunda daha sonra yapılacak olan Kasım seçimine kendini daha güçlü hazırlamak. Yoksa halkın ve siyasi partilerin gündeminde referandum zaten yoktu. Bu

KDP’nin önerisidir. Referandum meselesini Güney Kürdistan Parlamentosu ve Irak Parlamentosu’yla görüşmesi gerekirken, Mesut Barzani Norveç’le istişaresini yapıyor. Herkes biliyor ki referandum kararı bireysel bir karardır ve yasal değildir. Dolayısıyla başarı şansı yoktur. KDP ve Mesut Barzani halkın talebi olmamasına rağmen referandumu kendi bireysel menfaatlerinin siyasetine alet etmektedir. KDP’nin bir reklamı gibidir. Eğer referandum süreci başlayacaksa sorunları zaten çözülmemiş olan Başur Kürdistan’ın durumu daha da kötüye gidecektir. Güney Kürdistan kendi içinde siyasi bir karmaşa yaşayacak ve bu karmaşa Irak ve dış ülkelerle de devam edecektir. Bu anlayış Güney Kürdistan için tehlikelidir. Çünkü referandumun arka planında neler var bilmiyoruz. Biz şunu iyi biliyoruz ki Kürt Halkı kendi kaderini belirlemeli ve özellikle Kürtler bu parçalı durumdan bir an önce çıkmalıdır. Bizim onurlu ve demokratik bir birliğe çok ihtiyacımız var. Mücadelemiz bu yöndedir. Bu referandum bir tünelin başının görünüp diğer ucunun belirsizliği gibidir. Bu nedenle Tevgera Azadi olarak, halkın iradesini esas alan bir mücadele hattını savunuyoruz ve geliştirmek için mücadele ediyoruz. Kişisel alınan karar-

59

ların karşısındayız. Zaten bağımsızlık ve demokratik konfederalizm çerçevesinde bir programımız var ve bu çerçevede ortaklaşmayı hedefliyoruz. Ortak kurtuluşun demokratik ulusal bir kongreyle gerçekleşeceğine inanıyoruz. Bu yönlü bir çalışma var zaten bizimde içinde yer aldığımız. Tarihsel olarak Kürt Halkı binlerce şehit verdi ulusal kurtuluş mücadelesi yolunda. Dolayısıyla halkın onayı olmayan kararların arkasında durmayacağız. Kişisel çıkarlar için alınan kararlara verecek tek bir canımız bile yok. 26 yıllık iktidarın henüz bir anayasası yok. Anayasası olmayan bir iktidarın referandumu da, seçimi de halkın yararına olmaz. Demokratik değildir. Şeffaf değildir. Öncelikli ihtiyacımız ortak bir anayasa. Ve bu oluşacak anayasa çerçevesinde halkların iradesiyle referandum ya da seçim kararı alınması. Ekonomide bağımsız olmaya çok ihtiyacımız var. Güney Kürdistan’da yaşanan ekonomik krizin ana nedeni dış ülkelere bağımlılık ve KDP ve Barzani’nin halkçı olmayan yanlış ekonomik politikasıdır. Başur Kürdistan’ın bağımsızlığı, birlikte yaşamı örgütlemekten geçer. Var olan bütün farklılıklar korunarak ortak bir anayasa kararıyla sağlanır. Güney Kürdistan birliğinin sağlanması, Kürdistan’ın diğer parçalarıyla ilişkilerin


barzani referandumu sürdürülmesi, Irak Hükümetiyle kurulacak sağlıklı bir diyalogla Kerkük ve diğer sorunlu illerin çözüme kavuşması. Esas sorun bunlardır, çözüm bekleyen referandum bu haliyle çözüm değildir. Güney’de kadın meselesi ve referandum konusuna gelirsek… Güney Kürdistan’daki erkek yasalarında ne yazık ki kadınlar yok. Ve birlikte kurtulma mücadele yeteneği henüz gelişmediği için bu erkek yasalarını da değiştiremiyoruz. Güney açısından bu durum çok ciddi bir sorun. Partilerin kadın yüzü sadece görüntü de var ne yazık ki… Kadının dönüştürücü gücü sayısal çoğunluğa rağmen ne yazık ki yok. Genel olarak Kürtlerin kendi kaderini belirleme ihtiyacı ne kadar önemliyse kadınların bağımsızlığa o kadar ihtiyacı var. Güneyde siyasi düşüncesi, inancı her ne olursa olsun, kadınların bir araya gelmesi ve siyasetin yüzünü kadından yana değiştirmesi gerekiyor. Her gün bu erkek yasalarında bir kadın kurban veriyoruz. Referandum gündemi kararı yine erkek aklı kararıdır. Hiçbir kadının kararı değildir. Güneyde kadın mücadelesini doğru zeminde irademizle örgütlersek esasında demokratik toplum inşasının temelini de atmış oluruz. Çünkü iktidar alabildiğine cinsiyetçi. Kadınlar olarak biz bu cinsiyetçi sistemin tam karşısında örgütlü durmazsak erkeklerin aldığı kararlarda gün be gün yok olup gideceğiz.

Türkiye KDP ilişkisi? Başur Kürdistan bağımsızlık referandumuna giderken, öncelikle bu sınırların gerçek anlamda özgür ve bağımsız olması gerekiyor. Türk askerinin bu toprakları işgal etme girişimleri altında hangi bağımsızlık referandumundan bahsedebiliriz ki? Bağımsızlık referandumundan gerçek anlamda bahsedebilmemiz için Türk işgal güçlerinin ve destekçilerinin bu topraklardan çıkması- çıkarılması gerekiyor. Bir diğer konu ise 50 yıllık ekonomik sözleşme var hâlâ nasıl yapıldığını ve ne içerdiğini bilmediğimiz. Yapılan bu ekonomik sözleşme halkın yararına değil, iki aile şirketinin yararına. Bu ekonomik işgalin de bir an önce halka açıklanması ve bitirilmesi gerekiyor ki bir referandum sürecinden bahsedelim. KDP Başkanı Mesut Barzani referandum sürecini Ankara’yla değil kendi halkıyla istişare edip karar almalıdır. Kendisinin de yaşadığı toprakları işgal eden bir ülkeyle nasıl aynı masada karar alma görüşmeleri yapıyor. Bütün bunlar referandumun şaibeli ve yasadışı olduğunu gösteriyor zaten. Üzülerek belirtmek isterim ki Barzani Güney Kürdistan’a dair bütün kararları Ankara’yla alıyor. Ve bu zaten siyasal bir işgaldir. Dolayısıyla Türkiye’nin Güney Kürdistan’da işgalci güçlerini konumlandırması ve Kürt kazanımlarına saldırmasının yolunu KDP yoluyla kuruyor. Erdoğan’ın Güney Kürdistan’da KDP üzerinden kurduğu “dostluk” ilişkisi ekonomik, askeri ve siyasi işgal ilişkisi-

60

dir. Zaten Kürtlerle dostluk ilişkisinde samimi olsaydı bunu Bakur’da sağlardı. Sadece son dönemden bahsedersek bile yüzlerce seçilmiş Kürt siyasetçisi ve Türkiye özgürlük mücadelecisi bugün cezaevinde olmazdı. Erdoğan bu işgalci ve yıkıcı siyasetinden derhal vazgeçmelidir. Erdoğan’ın bu işgalci siyaseti hem Türkiye halklarına hem Ortadoğu’ya ve özel olarak Güney Kürdistan’ a felaketten başka bir şey değildir. Erdoğan bu işgalci siyasi aklıyla kendi ülkesinin koşullarını da tehlikeye sokuyor. Bu gidişat durdurulmazsa Türkiye bölge açısından yeni tahribat alanları tehlikesinin önünü açacak demektir. KDP ve özellikle Barzani’nin şunu görmesi gerekiyor. Türkiye’nin buraya dair aldığı kararların hiç birisi Kürt Halkının yararına değildir. Türkiye Başur Halklarıyla ilişki kurmak istiyorsa bunu Bakur ve Türkiye demokrasi ve özgürlük mücadelesi güçleri kanalıyla kurmalıdır ki bu da genel olarak halkların yararına olsun. Kapalı kapılar ardında alınan kararlar meşru değildir ve halkların yararına hiç değildir. Zaten burada bu kararların bir karşılığı olmaz. Olsa olsa kriz ve baskı ortamını arttıran bir durum olur. Bugünden baktığımızda onurlu bir yaşam ve Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı hakkında karar almak için ancak Kürtlerin ayrımsız birliğinden geçer. Bu da bugün kurulmazsa er ya da geç kurulur.


barzani referandumu EMİN BEKİR Goran Hareketi Başkan Yardımcısı, Irak Temsilciler Meclisi Parlamenteri (Süleymaniye’den)

meşru olmayan bir referandumdan “bağımsızlık, hukuk, yasa, birlik” çıkmaz!

Karara karşı çıkan Goran Hareketi ve bütün kesimler “bağımsızlık” karşıtı asla değildir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki çözüm bekleyen sorunların çaresi bu referandum değildir. Saddam devrilmeden önce altı yıllık, devrildikten sonra 20 yıllık Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim iktidarını özetlemek gerekirse ne söylersiniz? Başlangıçta 1991 yılında Baas zulmüne karşı ayaklanma ve yürüyüşler yapıldı. Çünkü Baas rejimi Kürtlerin yaşadığı bütün il ve ilçelere, Kürtlerin bütün kurumlarına askeri gücüyle saldırıyordu. Kaldı ki o dönemde 162 bin insan katledildi. Dolayısıyla Kürt Halkının bu zulüm karşısında ayaklanma ve yürüyüşler dışında bir seçeneği yoktu. Hepinizin bildiği üzere İran-Irak savaşı sonuna doğru 1988’de sadece Halepçe katliamında kimyasal silahlarla 5 bin Kürt katledildi. Tabi 1991’e gelinceye kadar Kürtlere yapılan zulüm ve yok etme politikası, Kürtlerin dört parçaya ayrılma sürecine kadar gider. Kürt Halkının Saddam’ın bu zulmüne karşı kendini savunma mevzilerini oluşturması kaçınılmazdı. İkinci bir soykırım Baas’ın gündemindeydi. Ayaklanmadan sonra Kürt Halkı şunu anladı ki kendini savunması ve yönetmesi için kurumlara ihtiyaç var. Ve bu doğal hakkıydı. Yani kendi kendini yönetmek istiyordu. Bunu da uluslararası devletlere duyurmak istiyordu. Bu süreçte siyasi iktidar olan KDP ve KYB Kürt Halkının yeniden temsilini oluşturuyordu. Siyasi güçler birinci dönemde Kürt Yönetimi Cephesi’ni kurdu. Ayaklanmadan kısa bir süre kurulmuş fakat ayaklanmada uygulamada olan ku-

rumları yeniden inşa etme ve yönetmeyi başaramadı. Eski yasalarla devam eden yeni bir hükümet kurmuş oldu. Dolayısıyla Bölgesel Yönetim olarak devam etmesi, yönetimin yasal statü kazanması için bir seçime ihtiyacı vardı. Seçim işgalden yeni çıkmış Irak ortamında yapılıyordu. Seçim, başarmak ya da altında kalmak gibi riskli ve kısa bir sürede yapıldı. O koşullarda eski kurumlarla yeni hükümet kurulması bakımından değerlendirdiğimizde başarılı bir yönetim anlayışı oluşturamadı. Hükümet henüz kurulmuşken aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle karmaşa yaşandı. Bu karmaşa içinde zaten hiçbir parti tek başına iktidar olamazdı. Kaldı ki mezhepçilik ve din adına silahlı güçlerin yarattığı ciddi bir kargaşa vardı. Ve bu kargaşa dibimizdeydi. O dönem kurulan hükümet halka iyi bir hizmet sunmayı başaramadı. Bu tecrübeyle, sadece toplumsal gücü kurmayı başarmak yetmiyordu. Çünkü darbelerle yönetilmiş bir Irak tarihinde demokratik zemin çok yabancı bir kavram olarak kaybolmak üzereydi. Baas rejimi 40 yıllık tarihi boyunca Kürtlerin kazanımlarını berhava etmek için tüm gücünü kullandı. Her zaman Kürtlerin kendi kaderini tayin etme mücadelesinin karşısındaydı. KYB Başur Kürdistan’da Süleymaniye ili kadar Hewler’de de güçlüydü. Bağdat yönetimi KYB’nin Hewler’de gücünü zayıflatmak

61

ve hatta bitirmek için KDP’ye askeri güç takviyesi gönderdi. Türkiye’de KDP’ ye talebi üzerine havadan destek vermişti. Barzani zaten Hewler ve civarında egemenliğini kurmuştu ve ulusal birlik olabilmenin koşullarını yaratmaktan imtina ediyordu. Siyaseti kendisi için değiştirme hazırlıkları yapıyordu. Kürdistan esas itibariyle bölge olamadı. Kürdistani toprakları kapsayarak bölge olabilme gücüne ulaşabilirdi. O dönem sorunları karşılayabilecek güçlü bir hükümet kurulabilseydi; KYB’nin İran’la çeşitli ortak çalışmaları, KDP’nin Türkiye’yle neredeyse bölgenin kaderini belirleyecek kararları alma süreci oluşmazdı. Zayıf kurulan hükümet, sorunları karşılayabilecek güce ve birikime sahip bireyleri barındıran partilere rağmen, ulusal çıkarları gözetmeyen işler yaptı. Özellikle Barzani’nin Kürt kazanımlarını heba edecek kadar bölgeyi peşkeş çekmesi ne yazık ki sorunların kaynağıdır. Bu tarih henüz tamamlanmamıştır. 1994’te başlayan ve 1998 ‘e kadar KDP ve KYB arasında yaşanan çatışma, ABD yetkililerinin dâhiliyle Washington’da iki parti arasında yapılan anlaşmayla son buldu. Dolayısıyla iç çekişmelere bağlı olarak güçlü bir Kürt yönetimi söylemi kuramadılar. Bu durum 2003’e kadar sürdü. 2003’te yapılan bir seçimle Kürt yönetimi kuruldu. Lakin bu temsiliyet eski yasalara dayanıyordu. Partiler arası güven konusunda şeffaflık yoktu. Hükümet olabilmesi için ulusal kurum ve kuruluşlar yoktu. Düzenli bir ordusu yoktu. Siyasi partiler açısında yurtseverlik “birlik” değildi. Özelikle KDP ve KYB ulusal güç birliği kuramadı. Neden ulusal güç birliği kuramadı çünkü KDP ulusal meselede birlik değil, birliği kendi iktidarı için kullanıyordu. Ve bu durum bana göre değişmedi hâlâ aynıdır. Ne zaman gerçek anlamda halkın çıkarlarını gözeten ulusal birlik Başur’da tesis edilirse, o zaman tek vücut haline gelinir. 2003 yılında Saddam’ın uluslararası güçler ve özel olarak ABD’nin müdahalesiyle devrilmesi sürecinde zaten KDP ve KYB pratikte (defacto) bölgeyi yönetiyordu. Fakat yönetmede özellikle halkın yaşamı konusunda başarılı değildiler. Ne tecrübeli bir idare şekli kurabildiler ne de Başur Kürdistan’a ait ekonomik alt yapı inşa edebildiler. 2003’ten sonra yaşanan ekonomik krizden kaynaklı Bağdat Hükümeti denetiminde genel alt


barzani referandumu yapı sorunları ve geçimlik olmak üzere illere iki ödenek gönderiliyordu. Bu 2013 yılına kadar sürdü. Velhasıl her iki güç yeraltı kaynaklarını kullanarak bağımsız bir ekonomi oluşturmaya çalıştılar. Ancak var olan birikimi fabrika ve üretim alanlarına dönüştüremediler. Türkiye, Suriye, Ürdün, İran’la uluslararası ticaret antlaşması gereği mevcut ticaretin Kürt Halkına fayda getirmediği zaten ortada. Şimdi bölgeye gerekli olan hem üretici hem de tüketici ilişkisinin içerde yapılacak olan yatırımlarla sağlanması. Dışa bağımlılık ilişkisi ancak bu şekilde sınırlanır. Üretim fazlası ihracatı da ciddi bir denetimle yapılmalı ki geliri açıklanabilir ve toplum yararına kullanılabilir olsun. Şu an gümrük kapıları o kadar denetimsiz ki. Gümrük kapılarının ciddi anlamda yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. Mesele günlük 300-500 varil ham petrol ihraç etmek değil sadece. Gelirler toplumsal yapıyı güçlendirmede kullanılıyor mu kullanılmıyor mu? Buna bakmak lazım. Burada ne yazık ki ekonomik girdiler bir aşiretin elinde ve toplumsal alana kullanmadığı da ortada. Yolsuzluklara bağlı olarak ekonomik kriz var. Cezayir önümüzde bir örnek. Ham petrol satışından ekonomik gelirleri iyi durumdayken, üretim fazlası nedeniyle fiyat indirimine gitmesi ülkeyi ekonomik krizle karşı karşıya bıraktı. Goran Hareketi 2009’dan sonra yeni bir tarz önerdi sivil ve siyasi bir hareket olarak. Askeri bir güç olmaya gelmedik. İki partinin yani KYB ve KDP’nin peşmerge güçlerini birleştirme önerisini yaptık. Bu öneriyi de dağınık olan askeri güçleri düzenli bir ordu haline getirmek için yaptık. Kısmen Peşmerge Bakanlığına bağlansa da hâlâ önemli bir KDP ve KYB Peşmergesi bakanlık dışında faaliyetini sürdürüyor. Ne yazık ki düzenli ulusal bir güç kurulamadı. Dolayısıyla gerçek bir demokrasiye ulaşılamadı. Toplumsal ulusal, kurum ve kuruluşlar inşa edilemedi. Sivil toplum kuruluşlarını oluşturmada yetersiz kalındı. Mevcut kurumlar ülkemiz ve toplumumuza hizmet etmiyordu. Çok başarısız bir yönetimimiz var. KDP ve KYB vatan sevdalısı değil demiyorum. Şimdi bağımsızlık referandumuna doğru giderken de bu durum devam ediyor. Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi için Başur Kürtleri için bir şey yapmadılar diyemem. Kuşkusuz Kürtler

için bir yönetim oluşturdular. Burada KYB’nin çabası çok büyük. Topluma hizmet edecek yasalar da düzenlediler. Bazı yasalar toplumsal ve ulusal düzeydedir. KDP’nin kendi örgütsel çıkarları toplumsal çıkarların önüne çoktan geçti. Mesele o ki Kürdistani bir yüzle ilerleyebilirlerdi, olmadı. 2005 yılında Bağımsızlık Hareketi referandumu % 97 evet oyu almıştı. Bu oran Başur Kürdistan’ın bağımsızlık ilanına yetmedi mi? Neden? Birincisi, evet o zaman siyasi koşullar vardı. Bağımsızlık referandumu, özerklik talebini yasaya yansıtmak için yapıldı. Fakat Bağdat Hükümeti zaten federal yapı, anayasasında olduğu için özerklik– bağımsızlık gündeminde hiç değildi. İkincisi 2005 yılında yapılan bağımsızlık referandumu iktidar tarafından itiraf edilmedi. Ne anlama geliyor bu; ne parlamento ne de Irak anayasası arkasında değildi. İş bağımsızlık hareketinin özel sandıklar tahsis edip yapmasıyla kaldı. O zaman halk doğrudan oy kullandı. Ve sandıktan yüzde 97 Evet oyu çıktı. Bu Kürdistan Halkının yararına olsun diye. Fakat bu referandum sonucunun arkasında duracak yasa yoktu. Ve o zaman Bölgesel Yönetim ve özellikle KDP bu işin sonucunu tanımadı, görmezden geldi. Şimdiki referandumu da halk değil, KDP istiyor.

62

Irak Kürdistan Parlamentosu iki yıldır çalışmıyor. Parlamento Başkanı’nın Hewler’e girmesi neden engelleniyor? 2015 yılında yasal olarak Mesut Barzani’nin başkanlık süresi bitti. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi o süreçten beri çözüme kavuşturmak istedi. Fakat KDP istiyor ki Mesut Barzani başkanlığa devam etsin. Çeşitli projeler sunulmasına rağmen bu ısrarlarından dolayı bugüne kadar çözülmedi. Esasında 2013’te görev süresi bitmişti. O zaman parlamento kararıyla 2015’e uzatılmıştı zaten. Henüz başkanlık kriz durumundayken ve parlamento iki yıldır çalıştırılmazken bir bağımsızlık referandumu yutturmacısıyla karşı karşıyayız. Üstelik yasal bir dayanağı yokken. Ve üstelik sadece KDP’nin kararı iken. Adına da “bağımsızlık referandumu” denildi ki belki kendilerine meşruluk sağlar toplum gözünde. Bölgesel Yönetim’in yanlış politikaları sonucu yaşanan ekonomik krize karşı halkın geliştirdiği tepkiler ve eylemsellik sürecinden, KDP Goran Hareketi’ni sorumlu tutuyor. Esas gerilim oradan başladı. Ve parlamento başkanının Hewler’e girmesini engellemeye kadar devam etti. Çünkü Goran Hareketi olarak bizler yolsuzluk konusunda şeffaflık talep ediyoruz. Açıklayın diyoruz. Bu kriz halkın omuzlarına yıkılsın istemiyoruz. KDP’nin geliştirdiği tutum esasında bu yüzdendir. Bu çatışma ortamından en çok halk zarar


barzani referandumu görür ve biz böylesi ortamların oluşmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Mesut Barzani diktatör olmak istiyorsa bile bunu yasal çerçevede ve parlamento onayıyla yapmalıdır. Ortadoğu ve özellikle Irak bu yasadışı tutumlardan çok çekti. Başur Kürdistan’da ekonomik askeri ve siyasal kriz devam ederken referandumla ne amaçlanıyor? Referandum üzerine kapsamlı konuşmak gerekiyor. Çünkü referandum birlikte yaşam için anayasal bir haktır. Yeni düzenlemeler ya da kararlarda bütün kesimleri anlamaya çalışmak ve ihtiyaçlarına cevap üretmesi açısından. Hatta gerektiğinde diplomatik ilişkilerin güçlü olduğu devletlerle bile bunu konuşabilirsiniz. Burada sorun yok. Örneğin; Bölge yönetiminin sınırlarında birçok farklı etnik kimlik ve kültür yaşıyor. Nasıl yaşamak istediklerine dair referandum yapalım. Anayasada var olan 140. madde olan “statüsüz iller” için referandum yapalım. Ve daha birçok konuda yapabiliriz. Biz bunların anayasal hak olduğunu biliyoruz. Ve parlamentonun bu çerçevede karar mekanizması olduğunu da biliyoruz. Çünkü burası halkların meclisi. Burada söz konusu bu talepler haktır ve çözülmelidir. Burada sorun; Mesut Barzani ve ailesi “bağımsızlık referandumunu” kendileri için meta haline getirmeleridir. Mesut Barzani bu referandumu kendisi için amaç haline getirdi, Varlıkla yokluk gibi. Diyelim ki durum öyledir. Bütün işleyen kurumları (parlamento vb) işlevsiz kılacaksın, sonra kendine göre gerekçelerle karar alacaksın! Sonra bu kararı dayatacaksın. Bunun adı ne yazık ki faşizmdir. Buraya bir not düşeyim; yapılacak referandumun arka planı ortaya çıkmadan, halka anlatılmadan asla demokratik olmayacak. KDP ve ailesinin faydalandığı, Kürt Halkının bir kez daha yoksullaştığı bir sonuç olacak bu referandum, böyle bilinsin. Kürdistan Halkının bugün de yarın da hesap sorma hakkı vardır ve meşrudur. Lakin KDP hâlâ bu kararın meşru olduğunda ısrar ediyor. KDP tarihi boyunca her zaman sloganı- hedefi küçüktü. Büyük bir slogan- hedef kurmayı başaramadı. Bu yüzden KDP’in programı Kürdistan coğrafyasının altında kaldı. İkincisi KDP bir parti bir başkanlık gibi milli kaynaklarını halkın yararına

kullanmadı. Nasıl kullanmadı? Geçmiş süreçte var olan olanakları savaştan ve yoksulluktan çıkmış bir halka kullanamadı. Örneğin ulusal bir güç olmayı gerektiren kurumları inşa edemedi. Ekonomik altyapıyı doğru kurmayı başaramadı. Dolayısıyla bu sorunlarla bugüne gelen KDP, halkı ciddi bir ekonomik krizle yüz yüze bıraktı. En önemlisi siyaseti krize sokarak tek başına iktidar olma, tek başına yönetme hırsıyla, arzusunu gerçekleştirmek istiyor şimdi. Bağımsızlık referandumunu dayatması bu yüzden. Eğer Mesut Barzani yoksa kimse yoktur. Eğer kendisi başkan değilse, kimse olamaz gibi yaklaşımlar sergileniyor. Oysa devletlerle yapılan ticari anlaşmalar bugüne kadar özellikle KDP ve Barzani başkanlığında yapılan anlaşmalar, Kürt Halkının mallarının yağmalanması ve ucuz pazar haline gelmesi anlamına geldi ne yazık ki. Nasıl mı? Örneğin Türkiye’yle yapılan 50 yıllık ticari anlaşmanın içeriğini şimdiye kadar kimse bilmiyor. Petrol ticareti anlaşmaları aynı durumda. Ciddi imtiyazlar tanındığını onların verdiği bilgilerden tahmin edebiliyoruz. Petrol ihracatı yapanlar parayı katlarken Başur Kürdistan ekonomik krizle mücadele ediyor. 2 milyar 87 milyon dolar, petrolden gelen bu gelirin nasıl kullanıldığını bilmiyoruz. Sonuç olarak; önümüzde gördüğümüz tablo bu kadar vahimken ve çözümüne dair ortaklaşmamışken, KDP ve Barzani’nin halkın gözünde meşru olmayan bu referandumundan “bağımsızlık, hukuk, yasa, birlik” çıkar mı? Elbette çıkmaz. Toplumsal çıkarlar için biz Goran Hareketi olarak sözümüzü söylemeye devam edeceğiz durum bunu gösteriyor. Referandum kararı açıklandıktan sonra yükselen itirazlara rağmen Mesut Barzani ForeignPolicy.com’a demeç verdi. “Kürtler olarak baskı altında yaşamaktansa ölmeyi tercih ederiz” dedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Ben böyle düşünmüyorum. Şöyle ki; doğrudur. Fakat Mesut Barzani kendisi ve ailesi adına konuşuyor. Bağdat yönetimiyle çözülmemiş 140. maddeye bağlı olarak sorunlu iller varken, Başur Halkı ekonomik krizle boğuşurken, verilen bu demeç genel bir sorumluluk düzeyini kapsamaz ve gerçekçi değildir. Referandum eğer çare ise buna Me-

63

sut Barzani ve ailesi değil Başur Halkı karar vermelidir. Demokrasi, hukuk, adalet bunu gerektirir. Yoksa şimdi ki haliyle onlarca Kürt ailesi ekonomik krizden kaynaklı göçle karşı karşıya. Mesut Barzani ve ailesi yoksullukla mücadele etmediği için bu kadar rahat slogan atabilir. Gerçekte durum böyle değildir. Şimdi kararı alınmış olan bu referandum uygulanırsa Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi yerini diktatörlüğe bırakacak demektir. Yasadışı ve parlamentoya rağmen alınan karar başka bir anlam taşımaz. Biriken sorunların çözümü anayasal çerçevede, şeffaf çözülmediği sürece referandum meşru değildir. Sağlam bir ekonomik altyapı ve anayasayla korunmazsa ve bu anlayış öyle devam ederse kurulacak her hükümet diktatörlüktür. Demeçler tok bir mideyle veriliyor! Bir de aç bir mideyle konuşmayı denese bu haliyle bağımsızlık çıkmayacağını bilir. Goran Hareketi olarak referandum kararının alınış biçimine karşı önerileriniz var mı? Goran Hareketi olarak şu ana kadar referandum kararının alınış biçiminin doğru olmadığını savunuyoruz. Ve bu kararın düzeltilmesi için görüşmeler yapıyoruz. Bu kararın alınış şekli Başur açısından kesinlikle doğru değildir. Karara karşı çıkan Goran Hareketi ve bütün kesimler “bağımsızlık” karşıtı asla değildir. Özellikle bunu belirtmek isterim. Çünkü hepimiz biliyoruz ki çözüm bekleyen sorunların çaresi bu referandum değildir. Bu süreçte referandum gündemi koymak sorunları çözmekten kaçış anlamı taşır. Halk neden açlıkla mücadele ediyor? Çünkü yönetim idaresinde sorun var. Zaten halk eğer bu krizden çıkarılırsa isteyeceği ilk şey Başur’da bağımsızlıktır. Referandum bugün yapılırsa gerçek bağımsızlık isteyenlere de haksızlıktır, yenilgiye uğratmaktır esasında. Kararın düzeltilmesi için görüşmelerimiz var siyasi sahada. Kararın çekilmesini istiyoruz. Eğer referandum dayatılırsa sıraladığımız gerekçelerle kabul etmeyeceğiz. Eğer önce seçim ardından referandum kabul görürse, o zaman kabul ederiz. Tabi ki parlamento kararıyla. Ortadoğu’da mezhepçilik, aşiretçilik meselesi nasıl çözülür sizce? Bu meseleler uzun vadede demokrasi, hukuk ve adalet temelinde çözülür.


barzani referandumu Ortadoğu mezhepçilik meselesinden çok çektiği için bu çelişkiye kısa vadede çözüm bulmak pek mümkün görünmüyor. Mezhepçilikten arınabilmenin temel koşulu birlikte ve demokratik çerçevede çözülmesidir. Esasen mesele şu ki; demokrasinin bir alet çantası gibi taşınıyor olması. Biliyoruz ve görüyoruz ki, birçok ülke benim demokrasim var diyor. Bunu söyleyen ülkelere bakalım, hepsinin sistemlerinde sorun var bizde olduğu gibi. Çünkü demokrasi, sorunların ve çözümlerin fikirsel olarak yaşamın her alanına pratik olarak yansıması demektir. Demokrasi alet çantasına dönüştüğünde iktidar olanın elinde kullanılıyor. En zayıf halka nedir peki? Dincilik ve mezhepçilik. İşte Ortadoğu’da ve özellikte bizde en temel sorunlardan biri budur. İslamiyet’in fikirsel olarak bu diktatörlerin elinden alınıp demokratik bir zemine oturtulması gerekiyor. Mesela Türkiye, İran, Körfez Arap ülkelerinin anlayışlarına bakalım. Din hepsinde alet çantasına dönüşmüş: demokrasi iktidar için. Din de öyle. Birincisi demokrasi fikrini toplumun her alanına yaymalıyız ki mezhepçilik tabularını yıkalım. İkincisi adalet. Hiçbir zaman dağıtıcı rol üstlenmez. Hep birleştirici, yapıcı etkisi vardır. Bu meseleye dair Ortadoğu’da bir reforma ihtiyaç var. Yoksa işgalci güçlerin elinde önemli bir silah olarak kalacaktır. IŞİD vb terör örgütlerinin en kolay örgütlendikleri alanlar mezhepçilik ve din baskısının en çok olduğu alanlar değil mi? Ortadoğu’da ve Irak’ta demokrasinin ruhu olan adaleti yaygınlaştırmazsak ve siyasi iktidarları bu yönde değişime zorlamazsak irade olma şansımız her zaman zayıf kalır. Ülke anayasasında demokratik değişimin bir yolu teminat altına alınmalı ki anarşi, terör, yağma ve talanın önü kesilsin. Diğer şekilde siyasi iktidarların ve işgalci güçlerin elinde ajanda olarak kalır ve kendileri açısından gerektiği yerde karşımıza çıkarırlar. Ortadoğu’daki siyasi rejimlerin en büyük sorunu din ve mezhepçilik konusunda; 1. İdari reform 2. Ekonomik reform 3. Toplumsal reform yapmayı başaramıyorlar. Ortak ulusal bir akıl inşa edilirse ancak o zaman sorunlar çözülür. Tarihte Bağdat yönetiminin bu mezhepçi anlayışından dolayı değil

miydi ki Kürtler bağımsızlık istiyor diye katliamlara kıyımlara uğradı. Şimdi inançların ve kültürlerin ortak yaşam alanı olan Ortadoğu’da tek bir anlayış üzerinden iktidar olmak kavgası var. Bu anlayış ayrıştırır. Kürt ulusu; tıpkı coğrafyası gibi hep birlikte inançları, kültürleri ve kendi haklarıyla, özellikle Hıristiyanlar, Ezidiler ve Türkmenlerle bir arada yaşamalı. Bunların hepsi kendi hukuklarında ve haklarında nasıl yaşayacaklarına karar vermek istiyorlar. Ve bu zaten uluslararası hukuk kurallarında var. Kendi haklarıyla yaşamaları en doğal haklarıdır. Sorunların çözümünün önünde en temel sorun din ve mezhepçiliktir. Öncelikli olarak bunun çözülmesi gerekiyor ki bütün farklılıklarla konuşulup nasıl yaşayacaklarına karar verilebilsin. Goran Hareketi ve diğer siyasi partiler olarak Irak Devleti’nin Kürdistan’ında halkların bu haklarına ses olmalıyız. Zaten yukarda sıraladığım reformlar gerçekleşmezse, gerçekleştiremezsek darbeler tarihiyle anılır dururuz. Bunu da en çok mezhepçilik ve din üzerinden konuşuyor oluruz. 15- 16 Temmuz’da Süleymaniye’de, “Ulusal Birlik Danışma Konferansı” dört parça Kürdistan’dan 60 kurumun katılımıyla gerçekleşti. Referandum mu, ulusal kongre mi Kürtlerin birliğini sağlar. Bana göre farklılık arz eden durumlar var. Burada yani Başur’da bağımsızlık için koşullar mevcut. Rojava’da bu durum gerçekleşebilir. Fakat İran ve Türkiye rejimlerinde ne yazık ki durumlar aynı değil. Şu an için ne İran ne de Türkiye Kürt meselesini çözmüş değil. Ulusal birlik hayalimiz olsa da bana göre şu anlama gelmemeli. İlla dört parça özgürleşmeden bağımsızlık ilan edilmez. Ve Kürt toplumu bunun basit bir şey olmadığını biliyor. Belki de bir parçanın özgürleşmesi Kürt Ulusal Birliği’nin önünü de açabilir. Ama her parça kendi siyasi koşulları ve konjonktürel durumuna göre ne yapacağına dair kendi kararını vermelidir. Ulusal Birlik Danışma Konferansı değerli bir çalışmadır. Ve biz parti olarak zaten oradaydık. Başur için bağımsızlık referandumunu, var olan bütün toplumsal sorunlar parlamento aktifleştirilerek çözüme kavuşturulursa yapma zemini vardır. “Ulusal Birlik” dört parça Kürdistan hayalimizdir!

64

Türkiye’yi buradan nasıl görüyorsunuz? Bundan önceki dönemde, Bakur Kürdistan’da Kürtlerin kazanımı olan demokratik açılımı HDP’nin kısa bir sürede iyi bir noktaya taşımasıyla Türkiye’nin sorunlarını kucaklayabilecek duruma gelmesi çok umut vericiydi. Hem yerel politikada hem de genel politikada ihtiyaçlara cevap verir nitelikteydi. Ve bu ılımlı iklim açıkçası hepimizi olumlu yönde etkiledi. Demokrasinin fikir olarak hayata geçmesi ve olumlu etkiler yaratması, esasında savaş politikasında ısrar eden Türkiye iktidarını zorluyordu. Genelde Türkiye, özelde Bakur’da barış iklimi ve HDP’nin bunu kararlı ve demokratik zeminde yapması Kürtlere ve Türkiye Halklarına yansıdı. Ve HDP önemli bir parlamenter sayısıyla meclise girdi. Bu aslında “Kürtler silahlı mücadeleden başka bir şey bilmez” algısını ciddi oranda kırdı. Ve başka bir yol mümkün kılındığında toplumsal çıkarlar çerçevesinde, sadece kendine değil, herkesle birlikte özgürlük yolunu açabileceğini gösterdi. Kürtlerin aslında hem bugün hem de gelecek için sunacağı derya kadar amaçları var. Yeter ki demokratik zemin olsun. Türkiye’de ne yazık ki Kürtler ve demokrasi güçleri açısından demokratik siyaset yapma zemini her geçen gün zorlaştırılıyor siyasi iktidar tarafından. HDP gibi parlamentonun üçüncü partisinin eş başkanları ve parlamenterleri cezaevinde, yerel siyaset yapan yüzlerce belediye eş başkanı ve meclis üyeleri cezaevinde. Kaldı ki demokratik alanda siyasetin önünü açmak için ciddi bedeller ödendi. Buna rağmen ne yazık ki Türkiye’de savaş siyaseti Türk’ü de, Hıristiyan’ı da, Arap’ı da, Ermeni’yi de, Kürt’ü de öldürüyor. Türkiye siyasi iktidarının yürüttüğü bu savaş ve işgalci siyaset nedeniyle, hem ülkesindeki demokratik kazanımları kaybetti hem de bölgedeki kazanımları kaybetti. Kürtlerin kazanımlarına Türkiye sadece Bakur’da saldırmıyor. Rojava’ya da Başura’da da saldırıyor. Burada KDP’nin ne yazık ki rolü büyük. Bence, yürütülen bu kirli savaştan, Kürtler ve genel olarak Türkiye Halkları çok zarar görmüş olabilir ama Kürtlerin mücadelesi haklı bir mücadeledir. Haklı bir mücadelenin adaleti, hukuku ve yasası vardır. Bu haklı mücadeleye saldıranların hırsızlık, yolsuzlukla elde ettiği parası vardır. Kim kazanır sizce…


türkiye’nin ruhu

birlikte yaşayacağız Suriye’de 2011’de başlayan savaşla beraber yaklaşık 3,5 milyon Suriyeli Türkiye’ye geldi. Gelen Suriyelilerin çok azı kendileri için kurulan kamplarda yaşıyor. Büyük çoğunluğu kentlere yerleşen Suriyeli mülteciler kentin yeni yoksulları, yeni ucuz işgücü olarak komşularımız oldu. TC yasaları onlara “misafirimiz” diyor uluslararası hukuk ise mülteci. Suriyeliler ise bu arafta hayatta kalmaya çalışıyor. Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı’ndan Soner Çalış ve mülteciler alanında çalışan Elif Yenigün bu sayımızın konukları.

Söyleşi: Hikmet SARIOĞLU Mahir GECİKLİGÜN Göçmen, mülteci, sığınmacı… Hangi tanım doğru? Soner Çalış: Evet, herkes bir şey söylüyor ama uluslararası hukukta durumları itibariyle Türkiye’de olan Suriyeli grupların ve diğer grupların hukuki statüleri mülteci. Çünkü kendi ülkelerindeki çeşitli baskılardan, ideolojik duruşlarından, inançlarından ve etnik kimliklerinden dolayı ya da malum savaş koşullarından dolayı Türkiye’deler ya da dünyanın başka bir yerindeler. Elif Yenigün: Tanım olarak öyleler demek istedin galiba, çünkü hukuki

açıdan Türkiye’de sadece Batı’dan gelenler mülteci statüsündeler. Batı ülkelerinden olmayanlar Türkiye’ye iltica ediyorlar ancak hukuki anlamda statüleri mülteci statüsünde değil. Soner: Evet uluslararası hukuka göre mülteciler ama Türkiye’deki hukuka göre mülteci değiller. Bizim uluslararası kurumlara anlatmakta zorlandığımız şey tam da bu: bir kişi mülteci statüsüne başvurduğunda ya kabul edilir ya reddedilir. Kabul edilirse mülteci olur ve o statünün sağladığı haklara erişir. Türkiye’deki hukuk sistemi sığınma başvurusu yapan kişi ya da sığınmacı diye iki kategori ekliyor. Dolayısıyla Türkiye’deki hukuka göre aslında sığınmacılar. Ama biz politik olarak mülteci demeyi tercih ediyo-

65

ruz. Zaten referans noktamız temel insan hakları bildirgeleri ve uluslararası hukuk. Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmeler itibariyle, iç hukukun da üzerinde bu tanımlama. Elif: Buna katılıyorum çünkü Cenevre Anlaşması’nın güncellenmiş halinin imzalanmamış olmasıyla ilişkili bu durum. Bir coğrafya kısıtlaması var, o coğrafya kısıtlamasına göre de sadece Avrupa Komisyonu ülkeleri arasından, 42 ülkeden gelenler bu şekilde kabul ediliyor. Ancak referans noktasını, güncellenmiş Cenevre Sözleşmesi ve o insanların kendi ülkelerinde yaşadıkları sebebiyle öteki ülkeye iltica etmesi olarak alırsak, onlar mülteciler. Biz de mülteci diyoruz ancak hukuki anlamda ne yazık ki diyemiyoruz.


birlikte yaşayacağız

Soner: Aslında Türkiye’deki bu insan hareketi meselesi sadece 2011 yılında başlayan Suriye’deki çatışmalara dayanmıyor. Evet, 2011’de çok fazla insan Türkiye’ye giriş yaptı Suriye’den. 2013 itibariyle yaklaşık 50 bin Ezidi giriş yaptı, Irak’tan hâlâ gelenler var ancak 2011 ile başlamıyor bizim göç meselesiyle tanışıklığımız. Mesela muhacirlik mübadillik meselesi… Ama o cenah daha Türksoylu olmak üzerinden devlet olanaklarından o veya bu şekilde daha fazla faydalandı. Ayrıca zaten Türkiye’nin kendi içinde de bir insan hareketi var. Hem ekonomik hem de Kürt köylerinin yakılması ile göçe zorlanma hikâyeleri var. İşin bugünkü mülteci boyutuna gelirsek, aslında elimizde bir mevzuat vardı, 94 genelgesi. Bu 94 genelgesiyle; sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, sığınma prosedürünü uygulama ve sınır dışı edilmelerinin engellenmesi konularında bütün mültecilerin insan hakları savunusunu yapmaya çalışıyorduk. 2013 yılına kadar İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi yoktu, bu birim emniyet içinde bir müdürlüktü. Yanlış hatırlamıyorsam 2013’te Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kuruldu, yasa ve yasaya bağlı yönetmelikler çıktı. Yasada da iki tane statü var; geçici koruma altında olan ve uluslararası koruma altında olan diye. Elif: Birisi Suriyeliler için diğeri Suriyeli olmayanlar için. Soner: Evet, iki prosedür var, biz Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı olarak uzun süredir Suriyelilere odaklandığımız için, Suriyeli olmayanlar ile ilgili prosedür ne söylüyor ona çok hakim değilim ama en nihayetinde eskiye oranla elimizde bir tane yasal zemin var. Bir Göç İdaresi var, yani muhatap belli. İşler bu kurum üzerinden yürüyor. Suriyeli olmayanlar ve Suriyeliler açısından değerlendirdiğimizde, bu yasal düzenleme Suriyelilerin temel hizmetlere erişimini bir miktar kolaylaştırıyor, tabii kayıtları varsa. Ama bu, bütün bu hikâyenin yasal kısmı. Bu yasa türlü eksiklerine rağmen Cenevre Sözleşmesi’ne dayanıyor değil mi? Soner: Temelde bütün bu düzenlemeler referanslarını temel insan hakları

Fotoğraf: Bryan Denton

Mülteci konusu gündemimize 2011 yılında Suriye’de başlayan savaş nedeniyle girdi. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin temel insan haklarına erişimi açısından durumları nedir?

Bir kampta, belirlenmiş sınırlar içerisinde kalmak, izole edilmek, tecrit edilmiş olmak, insan sağlığını bozan bir şey. belgelerinden almak zorunda. Aslında meselenin kendisi uluslararası bir mesele ama Türkiye’nin burada yaptığı şey amiyane tabirle şark kurnazlığı. Sığınmacı diyor, misafir diyor, ensar diyor. Sadece kişiyi tanımlarken değil mekânı tanımlarken de yaptığı şeyler var, misafirhane demek gibi. Çünkü mülteci denmeye başlandığında kişinin eğitimi, istihdamı, yaşam standardının belli bir düzeyin üstünde olması; bütün bunların devlet eliyle sağlanması gerekiyor. Elif: Evet, STK eliyle değil de devlet eliyle sağlanması gerekiyor. Misafirhaneleri bize biraz anlatır mısınız, mekânsal olarak gerçekten mültecilerin rahatça yaşayabildikleri yerler mi? Soner: Ben Mardin Midyat’taki, Nusaybin yıkılmadan evvel orada olan kampı, Urfa Ceylanpınar’daki kampı

66

gördüm. Ama hepsini uzaktan görebildim çünkü yaklaşamıyorsunuz. Kamp bomboş bir arazinin ortasında kurulmuş. Anayola çıkabilmeniz için üç saat falan yürümeniz lazım. Foucault’un o panoptik gözetleme hikâyesi gibi; kulelerden gözetleniyorsunuz ve istediğiniz zaman girip çıkamıyorsunuz. Ring seferler vardır şehre gidip gelen. Onlara binmek ve onlarla geri gelmek zorundasınız. Gelemezseniz zaten sıkıntı yaşarsınız, ceza alırsınız. Türkiye’de şu anda 26 kamp var, Türkiye’deki mülteci nüfusun çoğunluğu bu kamplarda mı yaşıyor? Elif: Aslında üç küsur milyon insandan sadece 250 bin tanesi o kamplarda yaşıyor ve insani yaşam adına “onur kitlerinin” dağıtıldığı kamplar bunlar. Çünkü insani olarak bir ihtiyacım olduğunda, birileri bana yiyecek vermezse,


birlikte yaşayacağız

kıyafet vermezse yaşayamam ve ironik şekilde o kitlerin adına “onur” demişler ama gerçekte insanın onurlu yaşamasının mümkün olmadığı koşullarda yaşıyorlar. Bu kampların kapatılacağına dair bir şey duymadım. Açıkçası o 250 bin kişi niçin orada bekletiliyor onu da bilmiyorum. Soner: Benim edindiğim bilgiye göre kamplarda gündelik hayat kendisini kuruyor ama insanın bedensel ve ruhsal sağlığı açısından, bir kampta, belirlenmiş sınırlar içerisinde kalmak, izole edilmek, tecrit edilmiş olmak, insan sağlığını bozan bir şey. Bu insanlar tutsak değiller. Maksimum bir yıldır bunun süresi ve bir şekilde kent ile ilişkiniz olması gerekir bu bir yıllık süre içerisinde. Orada kalırsınız, gezersiniz, çalışırsınız, bir kafede oturursunuz ama bu insanların çoğu kapalı kalıyorlar. Orası kaç yüz metrekare ise, oradalar. Bunu cinsiyet ve yaş üzerinden değerlendirirsek, çoğunlukla kapalı kalanlar kadınlar ve çocuklar diyebilir miyiz?

Elif: Diyebiliriz ayrıca cinsel istismarların yaşandığına dair bilgiler de var, akrabalardan tutun yabancılara kadar. Soner: Urfa’da çalışmıştım 2013 yılında, kış çok sertti, hem kamplardan hem de kent içindeki ailelerden çocuklarının donarak öldüğü haberleri geliyordu. Biz de 30-35 çalışan işimizi gücümüzü bıraktık, araçlarla sokaklara çıktık ve metruk mekânlarda, inşaatlarda kalan Suriyeli aileleri topladık AFAD ile koordinasyon halinde. Bir aile ile karşılaştık, bir inşaatın bir odasını kapatmışlar ve evdeki baba kapının önünde yatıyor, çocuklar ve kadınlar odada yatıyor, aslında bir yanıyla bekçilik yapıyor baba, Kürt bir aileydi, Viranşehir’deki kampa göndermek istedik. Adam tamam, dedi ama orada yaşlı bir kadın vardı, “Ben burada ölürüm, paramparça olurum ama yine de kampa gitmem, oraya gittiğimde zaten başıma nelerin geleceğini biliyorum, kampa gitmektense burada donarak ölmeyi tercih ediyorum,” diye reddetmişti mesela. Ben de merakla o kamplarda ne olduğunu deşmiştim, orada Nusra’nın ve IŞİD’in çok güçlü olduğunu duymuştum. Kamplarda kalan ve sonrasında oradan çıkmış mültecilerden duyduğumuz şeyler de bu yönde. Ama kendimiz gidip gördük mü, öyle bir tespitim, oldu mu, hayır. Ülkemizdeki Suriyeli mültecilerle ilgili AKP’nin uygulamalarından kaynaklı bir algı yaratıldı. AKP Suriyelilere maddi destek sağlıyor, nüfus politikasını değiştiriyor, IŞİD ülke içinde yaygınlaşıyor vb… İPSOS’un yayınladığı araştırma sonuçlarına göre bankada hesabı olan Suriyeli oranı yüzde 4. Büyük kentlerde çalışan Suriyeli mültecilerin tamamına yakını yasal finansal sistemin dışında. Çünkü kayıt dışı çalışıyorlar. Avrupa ülkelerine gidemeyenler, her daim umutları olsa bile, Türkiye’de kalıcılaşıyorlar. Suriyeli mülteciler çalışma hayatına hangi yollardan dahil oluyorlar? Kayıt dışı çalışma Türk ve Kürt işçilerden mülteci işçilere doğru yer değiştirdi diyebilir miyiz? Elif: Suriyelilerin teknik olarak Suriyeli olmayan sığınmacılara oranla daha fazla hakları var, en azından çalışma izni

67

alabiliyorlar. “99” ile başlayan kimliğini alan bir Suriyeli, herhangi bir iş kurumuna gidip -İŞKUR da olabilir bu, kendi özel ağları da olabilir- orada iş bulup çalışmaya başlıyor fakat işverenin sigorta primlerini yatırması gerekiyor. Zaten güvencesiz çalıştırma TC vatandaşı için bile büyük sorunken, Suriyelilerin sigorta primlerinin yatırılmasını düşünmek hayal oluyor. İşveren Suriyelileri daha ucuza çalıştırmak için işe alıyor. Hiç ödeme yapmadan çalıştırma vakaları çok. Mümkünse hiç parasını ödemeyelim zaten avukata gidemez, zaten haklarını arayamaz, zaten dil bariyeri var, diyerek insanları ucuza bile değil, neredeyse bedavaya çalıştırıyorlar. Soner: Ağırlıkla çocuk ve kadınların dahil olduğu parça başı iş ağına baktığımızda bu işlerin mülteci nüfusa kaydığını görüyoruz. Şehircilik alanında çok da kullanılan bir kavram var, nöbetleşe yoksulluk. Göç eden kuşaklar arasında o yoksulluğun mekânsal ve sektörel olarak nasıl devrettiğini serimleyen bir kavram. Somutlaştırmak gerekirse; Bağcılar’daki merdiven altı atölyelerde ağırlıkla mülteci çocuklar çalışıyor. Bu işleri mültecilere veren bir Kürt, bir Afgan, bazen Afrikalı çünkü daha önce bu “pis işler” bunların elindeydi. Şimdi Suriyeliler gelince onlar bir seviye yükseldi. Patrona bakıyorsunuz, Mardinli bir Kürt, niye geldin Mardin’den, diye soruyoruz. Köyümü yaktılar öyle geldim, diyor. “Yıllarca tekstil atölyesinde çalıştım şimdi ufak tefek bir atölye kurduk yolumuza bakıyoruz,” diyor. Bu örnekleri mevsimlik tarım işçiliği ve inşaat sektörü üzerinden genişletebiliriz. AKP Hükümeti mültecilere milyonlarca lira harcadığını iddia etse de araştırmalar mültecilerin yüzde 97’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını gösteriyor. Soner: Marmara Bölgesi Hazır Giyimciler Derneği Başkanı bir açıklamasında şöyle diyordu: “Allah cumhurbaşkanımızdan razı olsun, iyi ki Suriyelileri buraya aldı. Biz tekstil sektörü olarak 2011 krizinden hiç etkilenmeden çıktık.” Bir arkadaşım oturmuş hesaplamış ve 15 Suriyeli çalıştıran bir işveren bir yılda yaklaşık 237 bin lira kar ediyor


birlikte yaşayacağız ekstradan. Çünkü hiçbirinin sigortasını, devlete ödemesi gereken vergileri ödemiyor. Yasa; yabancı çalıştıracaksan bir miktar daha fazla para alırım senden, diyor, ama işverenin çalıştırdığı işçiyle ilgili hiçbir denetim yapmıyor. Üstelik Vakko, H&M gibi markaların fason şirketlerinden bahsediyoruz. Neşe Özgen’in çok doğru bir sözü vardı; “Sınır iktisadi bir şeydir ve sınırdan geçen her şey kazandırır.” Göçmenler de sınırın bu tarafına geçtiler ve burada bir iktisadi alana dönüştüler, özellikle Suriyeli nüfusun emeği üzerinden üst ve orta sınıf ciddi anlamda zenginleşti. Günlük hayata dahil olurken neler yaşıyorlar? Örneğin “devletten para alıyorlar” algısı nelerle karşılaşmalarına yol açıyor? Elif: Ben bir sosyal çalışmacı olarak özellikle Suriyelilerin hakları olan şeyleri talep etmeleri üzerine çalışıyorum. Suriyeliler çok para kazanıyor, Suriyeliler devletten para alıyor, Suriyelilere hükümet bakıyor, çok zenginler gibi dezenformasyonlar ortalıkta geziyor. Türkiye toplumu bu dezenformasyonları çok ciddiye almış olacak ki, TC vatandaşından istediklerinin 2-3 katı kira istiyorlar iş yerleri ve kaldıkları yerler için. Keyfi olarak zam yapıyorlar. Türkiye’de kira sözleşmesi nasıl yapılır, kontrat nedir, ne kadar süreyle kira değiştirilir, sözleşmeler ne kadar süreliğine ayarlanır vb. konularda bilgi broşürleri dağıtıyoruz. Şunu net olarak görüyoruz; Suriyeliler söz konusu olunca çok keyfi bir fiyatlandırma politikası uygulanıyor. “Zaten devlet onlara bakıyor, paraları var ki bu kadar çocuk yapmışlar” vb. dezenformasyonlarının da önemli bir etkisi bu tabi. Sosyal olarak yaşadıklarından hiç bahsetmiyoruz, geçtiğimiz ay Sakarya’da Emani’nin başına gelen; kendi özel mülkünde saldırıya uğrayıp öldürülmesi, çok doğalmış, normalmiş gibi algılanıyor. Suriyeli işçiler artık iş cinayetleri istatistiklerine de girmeye başladı. Bu konuda yapılan farklı çalışmalar var mı? Soner: Geçen yıl Bir Umut Derneği’nin çıkardığı İş Cinayetleri Almanağı’na biz bir mülteci dosyası

hazırlamıştık ve bir de röportaj vardı. Halkların Köprüsü Derneği’nin 2015 için hazırladığı bir mülteci almanağı var. Önümüzdeki yıl birlikte bir mülteci almanağı yapalım dedik. Bahsettiğimiz bütün bu sınırlarda ölümler, geçişlerde ölümler, kentlerdeki-kamplardaki durum, haklara erişim, ev içi emek, intiharlar, saldırılar, lgbti’lere nefret saldırıları vd. böyle ne varsa derleyip toparlayacağımız bir almanağı konuşuyoruz şimdi. Aslında hem Ege hem Marmara hattından, biraz da Güneydoğu hattından bilgi toplamaya çalışacağız. Ama derli toplu, iş cinayetlerine değinen iki çalışma var: bizim hazırladığımız dosya ve Halkların Köprüsü Derneği’nin hazırladığı almanak. Bizim takip etmeye çalıştığımız dosyalar vardı, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş ya da iş kazasında uzvunu kaybetmiş başvurucular vardı. Bir umut Derneği ve hukukçular ile desteklemeye çalıştık fakat hukuki prosedür mülteciler açısından çok zor. Vekâlet veremiyorlar mesela. Pasaportlarının olması lazım, tercüme edilmiş olması lazım. Birçok avukat da gönüllü olarak yapıyor bu işleri. Ama emek güvencesi, sağlık koşulları vs. açısından işler Suriyeliler için hiç iyi gitmiyor, yani durum fena. Elif: Biz de çocuk işçiliği ile mücadele üzerine çalışıyoruz. Her yılın sonunda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne, İçişleri Bakanlığı ile paylaşılması amacıyla, BM yoluyla bazı raporlar yollanıyor. Suriyelilere dönük hak ihlalleri üzerine; kadınlara yönelik tacizler, çocuk işçiliği, çocukların erken yaşta evlendirilmesi vd. Belki de Avrupa’dan çok fazla fonun gelmesi ile ilgili sanırım, belli yardım programları uygulanabiliyor. O yardım programlarına ödenen paralar İstanbul gerçekliği ile örtüşmediğinden biraz dalga geçer gibi oluyor. Bir ailenin içindeki çocuk işçiliğini ortadan kaldırmak için böyle bir proje yazılmış, böyle bir fon alınmış ama teklif edilen rakamlar öyle komik ki. İnsanlar, benim çocuğum/ eşim -o berbat yerlerde onca tacize rağmen- bundan daha fazla kazanıyor, biz zaten kirayı anca ödeyebiliyoruz, diyerek buna devam ediyorlar mecburen. Siz de bu yardım programlarının işe yaramadığını gördükçe insanlarla dalga geçiliyor gibi hissediyorsunuz.

Suriyelilere hükümet bakıyor, çok zenginler gibi dezenformasyonlar ortalıkta geziyor.

68

“Sınır iktisadi bir şeydir ve sınırdan geçen her şey kazandırır.” Göçmenler de sınırın bu tarafına geçtiler ve burada bir iktisadi alana dönüştüler Devlet, mülteciler sermayeye ucuz iş gücü olarak sunulurken bir yandan da fon almaya, ödenek almaya devam edebilmek için örneğin çocuk işçiliği ile mücadele ediyormuş gibi görünüyor. Ama teklif edilen ödeneğin azlığı çocuk işçiliğinin sürmesine hizmet ediyor. Elif: Programın ismi de çocuk işçiliğiyle mücadele...


birlikte yaşayacağız Soner: Memlekette bu meseleye dair en dürüst(!) açıklama, bir bakan mı, müsteşar mı, ondan geldi. Bu linç olayları yaşanınca, “Linç etmeyin, misafirlerimiz olmazsa fabrikalarımız durur, onların yaptıkları işleri kim yapacak,” dedi. Mültecilerin egemen sınıf için ne ifade ettiğine dair en iyi açıklamaydı. Bakan Fatma Şahin’in de böyle demeçleri var, “Onlar olmasa isotları kim toplayacak, baklavayı kim yapacak,” diye. Mülteciler konusunda çalışma yapan çok fazla kuruluş var. Bunların bir kısmı yarı resmi, devlet ile birlikte hareket ediyor, bir kısmı Avrupa Birliği fonları ile yaşıyor, diğerleri kendi olanakları ile. Elif: 2011’den sonra bu alanda çok sayıda proje yazarı ve fon başvurucusu var. 2011 öncesinde farklı kaygılarla

kurulmuş, örneğin ekolojik kaygılarla, kadına yönelik cinsel saldırılar vb. ancak göçmenlik gündeminin gelip çatması ve sayılarının da 3,5 milyonu bulmasıyla bu alana yönelmiş kuruluşlar var. Büyüyen bir sektör diyebilir miyiz? Elif: Bu bir sektör diyebiliriz ama tüm fonlardan faydalanan insan ve kurumların yararsız işler yaptığını söylemek haksızlık olur. Ama bu son 5-6 sene-

“Linç etmeyin, misafirlerimiz olmazsa fabrikalarımız durur, onların yaptıkları işleri kim yapacak.”

69

de öyle bir yere geldi ki, denetlenemiyor. Öte yandan devletin daha rahat kontrol ettiği kuruluşlara doğru bir devretme, bir tekelleşme gerçekleşiyor. Sınırda özellikle medikal hizmet veren kuruluşların lisansının uzatılmamamsı ya da iptali gibi şeyler oldu geçtiğimiz yazdan beri. Ardından Batı’da da göçmen ya da sığınmacılara hizmet veren yabancı temelli kuruluşların lisans iptalleri ortaya çıktı. Yerellerde MEB’nın eğitim yükümlülüğü bizim üzerimizdedir demesiyle beraber birçok kuruluş işlevsiz hale geldi. Ancak kapatılacaklar mı, işlevleri sürecek mi bilmiyorum ama eski denetimsizlik durumu yok, daha fazla bir denetim ön plana çıkmış durumda. Peki, sizce böyle bir denetim olmalı mı? Soner: Tam da sivil toplum dediğimiz noktada, meseleye daha çok devlete müdahale eden bir sivil toplum anlayışı üzerinden bakmamız gerekiyor bence. Sadece Antep’te STK’larda çalışan kişi sayısı 14 bin. Bu aynı zamanda bir istihdam alanı. Hem Suriyeliler açısından hem de Türkiye’de işinden memnun olmayan veya yeni mezun arkadaşların çokça yöneldiği bir alan. Tahminen Antep, Urfa, Hatay, Kilis, Osmaniye, Adana; bu güney kuşağına baktığımızda sektörleşmiş bir sivil toplum meselesi görüyoruz ve çalışan sayısı, İstanbul’u da katarsak nereden baksanız 70-80 bini bulur. Ama bunun gerçekten ihtiyaç olduğu ortada. Özellikle akut müdahale noktasında, insanlar sınırdan buraya geçtiklerinde gerçekten hiçbir şeyleri yok. Siz de o insanların sağlık, barınma, gıda, giyim vb. ihtiyaçlarına yönelik hazırlık yaparsınız ve destek sağlarsınız. Bu mekanizma çok iyi çalıştı diyebilirim. Şimdi Türkiye Mülteci Konseyi kurma gibi bir eğilim var. Bu aslında bütün bu mülteci çalışmalarını kendi çatısı altında toplayan ve ortak tutum belirleyen -benim beklentim o yönde- bir yer olur. Ancak devlet çok fazla işin içinde, Göç İdaresi çok belirleyici. 10 çalışanından 7’si polis kökenli. Dolayısıyla o alışkanlıklarını taşıyorlar. Kötü bir şey midir? Bu tartışmalı ama en nihayetinde daha güvenlikçi ve bürokratik tutumları Göç İdaresi’nde daha fazla görüyoruz. Göç İdaresi kendi kurumsallaşmasını taşralarda henüz gerçekleştiremediği için mültecilerin ilk kaydı hâlâ karakollarda yapılıyor. Aslında hâlâ sivilleşememiş ve personelinin önemli bir kısmı polis


birlikte yaşayacağız kökenli olan bir yapı olması, mülteciler açısından, sosyal yaşamı birlikte geliştirme, entegrasyon meselelerinde bir set oluşturuyor. Ama önemli bir konu daha var. Türkiye sol hareketi, muhalifler, özellikle işçi sınıfı üzerinden söylem üreten yapılar bu mülteci akışını çok iyi karşılayamadılar. Bu insan akışının ortaya çıkardığı sosyal, ekonomik meseleleri bir mücadele alanı olarak görmediler. Söz söyleyenler var ama çok güdük kalıyor. İki yıl boyunca Tuzla Tersane Bölgesi’nde sendikalarla toplantılar yaptık, işçiler olarak bu dayanışmayı nasıl kurabiliriz diye. Gerçekten benimle dalga geçtiler ve ben pılımı pırtımı toplayıp ayrıldım oradan. Tersanede, deri sanayinde makineye kaptırılan koldan, prese sıkışmaktan bahsediyoruz, lağıma sokulan insanlardan bahsediyoruz. Şimdi bu işleri göçmenler yapıyorlar, dolayısıyla burada bir ortak mücadele geliştirmek gerekiyordu. CHP’den Fikri Sağlar’ın; “Suriyeliler Mersin’e geldikten sonra HİV pozitif oranları arttı” açıklaması gibi açıklamalar akıllara zarardır. Suriyelilere dönük nefret söylemini beslemektedir. Bence muhalefetin tutumunun özetidir o söz. Halklar rahat bırakılsa, kendi dayanışmalarını daha iyi örecekler. Adınız Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı. Mültecilik ve Hemşerilik birbiriyle çatışan iki kavram. Neden bu isim? Soner: Bu belki, işin biraz daha politik olan kısmı. Eşitlenmeyi istiyoruz çünkü. Bütün mahalledeki herkesin eşitlenmesini ve tartışabilmesini istiyoruz aslında çünkü o zaman eşitlerarası bir şeyden bahsedebiliriz. Belediyeler kanununun bir maddesinde, bir yerel yönetim mahalle sınırı içinde yaşayan herkesi hemşerisi olarak kabul eder ve hizmet üretmek zorundadır, diyor. Burada TC vatandaşı olması, kimliği olması vs. önem taşımıyor; o mahalli sınırın içindeki herkese hizmet götürmek, politika üretmek zorundadır. Neden yerel yönetimlerden başlatıyoruz bu meseleyi? Çünkü memleketteki birçok meselede olduğu gibi mültecilik de merkezi politikadan, üst politikadan değil; mahalle-

deki, yereldeki gündelik insan ilişkileri içerisinde kendisini yaratan bir şey. Üst politika ne söylerse söylesin, gündelik hayat kendisini kuruyor ve yeni bir ilişki yaratıyor mahallede. Bir yanıyla da yerel yönetimlerin müdahilliğiyle, onların sorumluluk almalarıyla ve yasalarıyla da bunu gündemine alması gerektiğini düşünüyoruz. Bir tek Şişli Belediyesi’nin göç meselesi ile ilgili çalışması var. Birçok belediye insani yardım yapsa da stratejik planlamasında böyle bir başlık yok. Sultanbeyli Belediyesi mesela, çok örnek gösterilen bir belediye ama onların stratejik planında göç, mülteci meselesi yok. Bir dernek kurmuşlar, o dernek üzerinden fon alıp bütün çalışmayı o fonlarla yürütüyorlar ama belediye yaptı oluyor. Bütünlüklü bir yerel yönetim stratejisi yok ortada. Biz bu konuda, Türkiyeli mahallelilerin kurduğu dernekler üzerinden yerel yönetimlere baskı yapılması ile bir politika geliştirilmesini arzu ediyoruz. Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı ne zaman kuruldu? Faaliyetlerinizi nasıl yürütüyorsunuz?

Türkiye sol hareketi, muhalifler, özellikle işçi sınıfı üzerinden söylem üreten yapılar bu mülteci akışını çok iyi karşılayamadılar.

70

Soner: Üç ay sonra iki yılımızı dolduracağız. Bizim gönüllü bir destek grubumuz var. İşin desteğini bulmaya çalışan, planını yapan bir yapı ama temel ayağı mahalle dernekleri. Bu mahalle dernekleri, kentsel dönüşüm karşıtı mücadele üzerinden yan yana gelmiş, ideolojik ayrılıkları bir kenara bırakmış, mahalleye yasal ya da dozerle bir saldırı olduğunda onun karşısında duran dernekler. Şöyle başladık biz meseleye; İstanbul’da 42 mahalle derneği var. Onlara “Yeni komşularınız var, mülteciler. Bir şey yapmayı düşünüyor musunuz ya da birlikte ne yapabiliriz?” diye sorduk. Onlar da bütün mahallelerden bilgi alalım, dediler. Bütün bu bilgiler doğrultusunda mahallelerin de talebiyle üç bölgede yoğunlaştırdık çalışmalarımızı: Okmeydanı, Küçükçekmece Gölü havzası ve Bağcılar’da bir mahalle. Göl havzası çok büyük, beş mahalle var ve dolayısıyla bizi zorlayan bir yer. Mülteciler, Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı’nı bilmiyorlar. Ama mahalle derneğini biliyorlar. Mahalle derneğini, Türkiyeli ya da Suriyeli komşularıyla yaşayabilecekleri problemlerin çözüm adresi olarak görmeleri gerektiğini biliyorlar ve oraları aktif bir şekilde kullanıyorlar. Ne dertleri olursa olsun geliyorlar. O sistem oturdu, buradaki gönüllü destek ekibinde bir sirkülâsyon var, fakat aktif çalışan 8-10 arkadaşız. Orada farklı akti-


birlikte yaşayacağız

Kadınlar kentsel dönüşüme karşı mücadele için bir sürü riski göze alarak gidip Cevahir’in önünde, Okmeydanı halkının yanında yer aldılar. Gözaltına alınırlarsa sınır dışı edilebileceklerini biliyorlardı. viteler yapıyoruz. Kadın Kadına Mülteci Mutfağı çıkışı itibariyle bizim destek verdiğimiz bir yer. Çocuk aktiviteleri, çocukların okul kayıtları, sağlık hizmetlerine erişimleri… Üniversite toplulukları, Herkes İçin Mimarlık, İnsan Hakları Derneği Çocuk Hakları Komisyonu gibi birçok platformla dayanışma içindeyiz. İnsani yardım konusunda desteğe ihtiyaç oluyor, gıdası olmayan insanlar oluyor. O durumda sosyal medya grupları üzerinden dayanışma çağrıları yapıyoruz. Bulabildiğimiz 3-5 kuruş ne varsa, işte sağdan soldan destek geliyor, Ramazan ayı mesela bir vesile oluyor, zekât geliyor. Yardımları mahalle dernekleri aracılığıyla kabul ediyoruz. Neden siz kabul edip dağıtmak yerine mahalle dernekleri aracılığıyla yapıyorsunuz? Soner: Çünkü şöyle bir şey var, ben Üsküdar’da oturuyorum, arkadaşım Beyoğlu’nda biz bu mahallelerde yaşamıyoruz. Temel noktamız mahallelerdeki o hemşeriliğin, kent yurttaşlığının kurulması. Odağına mahalledeki ihtiyacı alan ve o ihtiyaç etrafında herkesi yan yana getirip, derneği ve mahallede kullanabildiğimiz tüm alanları kolektif alana ve kamusal alana çevirmeye çalışıyoruz. Aslında bunu biz yapmıyoruz, mahalle sakinlerinin kendisi yapıyor, biz sadece buna destek olmaya çalışıyoruz. Tüm bu faaliyetleriniz içerisinde sizi en çok etkileyen olay ne oldu? Elif: Bu alanda sadece üç aydır çalışıyorum, ondan önce kadın dayanışma ağlarındaydım. Bu alanda çalışmak beni zorlamaya başladı galiba zihinsel anlamda. Bir şekilde kendimi dışsallaştırarak ama tam da dışsallaştıramadan, kişilerin bana aktardığı sorunları çözebilecek kadar neler yapabileceğimi araştırarak geçiriyorum günlerimi. Örneğin akşam yatmadan önce aklımda, şu kapıyı da denemiş miydim, şöyle bir ihtiyacı vardı ama bunu denemedim, yarın ilk işim onu aramak olsun gibi şeyler geçiyor. “En vurucu şey” i söylemek için sanırım benim için henüz erken fakat çocuklu

kadınların bana gelip “Evlatlarımın ve kendimin can ve mal güvenliğimiz için, hiçbir yerde olmadığım kadar güvensiz hissediyorum” demesi, benim de Ortadoğu coğrafyasında yaşayan bir kadın olmamla ilgili olarak bende çok şey çağrıştırıyor. Henüz çocuklarım yok, çocuklar için nasıl kaygılanılır bilmiyorum ama kız çocuklarının başına gelen bu taciz tecavüz olayları, erken evlilikler, geleceği kurgulayamamaları, nerede öleceklerini bilmemeleri… Sanırım en çok mutsuz olduğum konular bunlar. Soner: Benim belleğimde her zaman çok taze olan iki şey var. Şırnak’ta Ezidileri getiren kamyonları karşılıyorduk. Bir akşamüzeri haber geldi, üç tane kamyon gelecek diye. Kamyonlar geldi, alana girdiler. Bir kamyonunun kasanın sol tarafında 70 yaşlarında bir kadın, bembeyaz giyinmiş. Herkes simsiyah bu kadın beyaz giyinmiş. İki kadına yaslanmış doğrulmaya çalışırken göz göze geldik ve kadın gülümsedi bana. Gözlerim doldu ve o an kendimi tutamadım, haftalardır oradaydık zaten, gidip bir kayanın arkasında ağladım. Sonra kadının hikâyesini dinledim. IŞİD köye saldırdığı vakit giyiyor o beyaz kıyafetleri, IŞİD’in geldiği yöne doğru zafer işareti yapıp, “katil çeteler” diye bağıra bağıra üstlerine doğru gidiyor. Bir kadın gerilla gelip onu çatışma hattının dışına çekiyor. Anne niye yaptın böyle bir şeyi, dedim. Dedi ki; “Oğlum benim Kürdistan’ı savunmak için bedenimden başka bir şeyim yoktu, ben de öyle üstlerine gittim”

Bu savaşın ne zaman biteceği çok belli değil. İnsanlar da artık bunu umut ederek günlerini geçirmek istemiyorlar. Bir de, Kadın Kadına Mülteci Mutfağı beni çok etkileyen bir şey. Kadınların birbirleriyle reçel yaparak geçirdikleri zamanda, hem mülteci olarak hem de kadın olarak başka bir özneye dönüşerek kendilerini örgütlemiş olmaları beni çok

71

etkileyen bir şey. Mesela o kadınlar kentsel dönüşüme karşı mücadele için bir sürü riski göze alarak gidip Cevahir’in önünde, Okmeydanı halkının yanında yer aldılar. Gözaltına alınırlarsa sınır dışı edilebileceklerini biliyorlardı. Mahallede kurdukları komisyonlar var, o komisyon üzerinden okul aile birliğine bir kadın üye verdiler, Suriyeli bir kadın oradaki Suriyeli toplumu temsil ediyor. Mültecilikten hemşeriliğe bir yol yürünmesi lazım, bu yol yürünürken devlet, yerel yönetimler, mahalle örgütleri, platformlar bunun tarafları olmalı. Ama Suriyelilerin de bu taraflardan biri olması gerekiyor. Suriyeliler taraflardan biri olmadığı sürece hep adına konuşulanlar, kurtarılanlar olarak kalacaklar. Elif: Bazı nesnel şeyler var örneğin dil engeli gibi. Devlet merciinde onlar misafir olarak algılanırken ve TC vatandaşları da onları misafir olarak algılarken, bir yandan anlaşılıyor ki onlar da kendilerini misafir olarak algılıyorlardı. Daha önce Türkçe öğrenmeyi, uyum sürecine katılımı hiç bu kadar talep etmiyorlardı. En azından izlenim bu yöndeydi, kurslara katılımların azlığını düşünürsek. Ama şimdi gerçeklik var, bu savaşın ne zaman biteceği çok belli değil. İnsanlar da artık bunu umut ederek günlerini geçirmek istemiyorlar. Artık içinde yaşadıkları toplulukla kaynaşmanın en önemli kısmı dil öğrenmek, kendilerini ifade edebilmek. Bence bu iki tarafın bakış açısını değiştirip ortak yaşam koşullarının aranması için bir ilk adım. Ama bu insanlar bir araya nasıl getirilir, ortak yaşamı sürdürmek için hangi dilde nasıl konuşuruz, hem mecaz anlamda hem de gerçekten dil anlamında. Mahalle derneklerini ve Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nı dinlerken olabiliyormuş dedim ama kitleselliğe, genele yansıtmak gibi bir sorun var ve devletin bazı yükümlülüklerini yerine getirme kararı alması gerekiyor. Böylelikle bu tarz minimal örnekler genele yayılsın ve insanlar yaşadıkları yerlerde misafir gibi hissetmeyi bırakıp buradaki hayatlarını kurabilsinler. İnsanlara verilen statünün ismi bile “Geçici Koruma.” Serbest ulaşım Hakkıları yok, teker teker STK’leri gezip, ben başka bir ülkeye yerleştirilmek istiyorum, diyerek yıllarını böyle geçiriyorlar. … “Geçicilik” duygusu o kişilerin mevcut uygulamalar sonucu kendilerini geçici hissetmeleriyle ilgili. Ancak bunu


birlikte yaşayacağız aşmak, bizlerin iyi niyeti ve bizlerin de buna katkı sağlamasının da ötesindeymiş gibi geliyor. Soner: Şöyle, üstün ahlak, genellikle üstün olanın ahlakıdır dendiği gibi. Bu birlikte yaşam hikâyesinin kendisi de bir kimlik yaratmaya çalışıyor, bir aynılaşma, birlik olma hali üzerinden bu yapılıyor. Birlik dediğimiz şey aslında çok tehlikeli. Kültürel, inançsal, dilsel olarak farklı olanı aynılaştırmaya, içermeye çalışan bir şey. Kültürel misyonerlik denen, asimilasyon diyebileceğimiz şey üzerinden biz bunu defalarca gördük. Gündelik hayatta kendini tekrar eden kolektif yaşam halinin demir atacağı kamusallıklar, mekânlar yaratmak gerekiyor. Biz bunu mahallede kuralım, devlet buna karışmasın demiyoruz. Bu sorunun çözüm ortağı kamu otoriteleri olmak zorundadır ve birlikte yaşamı güçlendirici politikalar oluşturmak zorundadır. En başından beri söylediğimiz budur ve 10 sene sonra da aynı şeyi söyleyeceğiz bunu çok iyi biliyorum. Orta sınıfın ekonomik kaygıları var, bir diğerinin ekonomik kaygılarıyla çarpıştığı anda ortaya çıkan şey faşizm oluyor, linç oluyor. Yoksullar melektir demiyorum, onlar da bu lincin parçası ama en nihayetinde gündelik hayatın kendisini kurduğu bir mecra var. Onu kurumsallaştırmak, o dilin, yaşam biçiminin kendisini yeniden kurmak gerekiyor. Kendi bilincimizi, kendi durduğumuz yeri, kendi bakış açımızı onlara dayatmadan yapmak gerekiyor. Birlikte yaşayacağız, 3,5 milyon veya 35 milyon hiç fark etmiyor, birlikte yaşayacağız. Diyarbakır’da Sur yıkıldı, oraya Suriyeliler yerleştirilecek gibi söylemler oldu, ben olsam bir tepsi baklava alır giderim, hoş geldiniz derim. Mesela Maraş’ta yapılan şey, iki bin kişilik Alevi köyünün yanına 35 bin kişilik kamp yapmak, insanları çok tedirgin eden bir şey oldu, bu zaten akıllara zarar bir şey. Bu mülteci kamplarının askeri eğitim alanlarına dönüştüğüne dair bir sürü söylenti dolaşıyor. Tabii ki bütün bu kaygılar var, o zaman başka bir yerden başka bir dil kurmanın yoluna bakmak lazım. Ben o köy-

Mahalle meclislerinde, belediyelerin kent konseylerinde, nerede sözün üretildiği bir kamusal alan varsa mültecileri buralara dahil etmek zorundayız. de olsam, bir tepsi baklava ile giderdim yanlarına. Çünkü o savunmanın kendisi düşmanlaştıran bir şey aynı zamanda ve iletişimi kapatıyor. Kaldı ki Suriye’de savaştan önce 17 farklı inanç grubu ve etnik kimlik birlikte yaşıyordu. Halep’te Ermeni Mahallesi, Kürt Mahallesi, Süryani Mahallesi, Arap Mahallesi var mesela. Çatışmalar da olsa, gerginlikler de olsa İşin kendisi bu gündelik hayattaki yeniden kuruluş öyle değil mi? Devlet yapması gerekenleri yapsın ama KHK’larla, sivil örgütlenmeleri taraflaştırarak, ayrımcılık yaparak değil. Daha fazla görev yerel yönetimlere, sendikalara, sivil örgütlere, siyasi partilere düşüyor, daha önce de bahsettiğimiz gibi Suriyelilerin de taraflardan biri olmasına… Soner: Suriyeliler taraf olamıyorlar, çünkü biz özne olarak tanımıyoruz Suriyelileri. Yakın zamanda bir kurumun konferansına davet edilmiştik, “Mülteci olmanın genç hali” diye. Arkadaşlar sen git konuş, dediler ama konuşacak kişi ben değilim. Mahallemizde Suriyeli gençler var, aralarından biri gelsin o konuşsun, genç olan o, mülteci olan o, anlatacak olan da o. O arkadaş bir mülteci genç olarak gelip neler yaşadığını, kendi

Birlikte yaşayacağız, 3,5 milyon veya 35 milyon hiç fark etmiyor, birlikte yaşayacağız.

72

hayatından neleri yitirdiğini anlatmaya başlayınca bütün o benim kurduğum cümleler boşa düştü. Çünkü oradaki gerçeklik bütün oradaki kurguyu darmaduman eden bir şeye dönüşüyor. O yüzden tam da mahalle meclislerinde, belediyelerin kent konseylerinde, nerede sözün üretildiği bir kamusal alan varsa mültecileri buralara dahil etmek zorundayız. Bugün yapmasak yarın yapacağız, bunu bugünden yapmak, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesine dair başka konuları da tartışmayı beraberinde getiriyor. Örneğin anadilinde eğitim meselesi Türkiye’de çözülmüş olsaydı, biz bugün Suriyeli çocukların eğitiminin nasıl olacağını konuşmayacaktık. Çünkü Türkiye’de yaşayan Araplar zaten var. Bütün her şeyin “milli” olduğu bir düzende, milli Suriyelimiz mi diyeceğiz, ne diyeceğiz. Bütün bu ayrıştırıcı sözlerin, yaklaşımların bir tarafa bırakılması gerekiyor. Çünkü şu çok gerçek: bir fabrikada eşya taşıyan kişi Suriyeli, evsahibi aynı fabrikada güvenlik görevlisi. Birbirleriyle kader ortaklığı yapıyorlar, dertlerini sıkıntılarını paylaşıyorlar yapabildikleri kadarıyla. Bunu güçlendirmek lazım. Ötesi yüksek siyaset ve ötesi önemli değil. Teşekkür ederiz.


“damızlık kızın öyküsü burada gerçek oldu bile!” “Gilead rejiminin içki ve sigarayı kadınlara yasaklamış olması önemli bir ayrıntı. Bunu da bir yere yazayım” diye düşündüğüm sırada, ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman “göstere göstere sigara içen” başörtülü kadınları kınadı.

Yeşim DİNÇER

Y

asal kürtaj süresini kısaltmaya hazırlanan Ohio Eyalet Meclisi, geçtiğimiz Haziran ayında son derece ilginç bir protestoya sahne oldu. Bedenlerinin tamamını kapatacak şekilde, bir örnek kırmızı pelerin giymiş kadınlar, ikişerli sıra halinde yürüyerek salona girdi ve oturumu başları önünde sessizce izlediler. Ne bir slogan atıldı ne de kürtaj kararının yalnızca kadınlara ait olduğunu hatırlatan bir pankart açıldı. Başlarına taktıkları beyaz bonenin geniş siperliği saçlarının tamamını örtmekle kalmıyor yüzlerinin seçilmesini de engelliyordu. Huffington Post eylemi “Offred gurur duyardı” spotuyla haberleştirdi.1

Offred kimdi ve bu tuhaf giysilerin kodladığı mesaj neyi ima etmekteydi? Damızlık Kızın Öyküsü’nü okumuş ya da bu romandan uyarlanan diziyi izlemiş olanlar çözümlemekte zorluk çekmediler elbette… Eylemciler, kadın bedeninin ve doğurganlığının zor yoluyla tamamen kontrol altına alındığı totaliter bir rejime doğru gidip gitmediğimizi sorgulamamızı istiyorlardı. Ya da Margaret Atwood’un çok daha incelikli bir biçimde ifade ettiği gibi, üzerinde durduğumuz buz tabakasının ne kadar ince olduğunu, bizi sonsuza dek taşıyıp taşıyamayacağını gözden geçirmemizi… Damızlık Kızın Öyküsü (1985), Kanadalı yazar Margaret Atwood’un altıncı romanı.2 En iyi bilim kurgu yapıtına her yıl verilen Arthur C. Clark ödülünü ka-

73

zanmış; 1990 yılında da Alman yönetmen Volker Schlöndorff tarafından sinemaya uyarlanmış. Yani, romanın belli bir ilgi ve hayran kitlesi yarattığını, gölgede kalmadığını söyleyebiliriz. Bugün feminist edebiyat ya da distopyalar üzerine yazılmış hangi akademik makaleye baksanız Damızlık Kızın Öyküsü’nden bahsedildiğini görebilirsiniz. Fakat pek az yapıtın başına gelebilecek şekilde, yayınlandıktan otuz iki yıl sonra çok daha geniş bir okur kitlesine ulaşmayı başar1

http://catlakzemin.com/handmaids-taledeki-gibi-giyinen-kadinlar-kurtaj-karsiti-yasayiprotesto-etmek-icin-ohio-eyalet-meclisinibastı/ 2 Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü, Doğan Kitap, 2017


“damızlık kızın öyküsü burada gerçek oldu bile!” masının, kadın eylemlerine ilham kaynağı olmasının ardında politik nedenler var. Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından, Damızlık Kızın Öyküsü -deyim yerindeyse- yeniden keşfedildi. Önce Amazon’un çok satan kitaplar listesine girdiğini okuduk gazetelerde. Peşi sıra 12 milyon aboneli bir kanal (Hulu) için çekilen on bölümlük dizi uyarlaması geldi. Anlaşılan, Trump’ın temsil ettiği otoriteryanizmin yükselişi kimi korkuları tetiklemişti. Atwood’un yıllar önce dile getirmiş olduğu, o günden bu yana sadece feministler ve sınırlı sayıda entelektüel erkek tarafından önemsenen sorulara şimdi cevap aranıyordu.

Yürüyen rahimler

Damızlık Kızın Öyküsü, “ABD’de totaliter bir darbe yapılsaydı bu nasıl gerçekleşirdi ve sonrasında neler olurdu?”

sorusundan yola çıkarak kurgulanmış bir distopya. Bütün distopyaların yaptığı gibi ihtimallerden söz ediyor ve bir uyarı içeriyor: Bu durum böyle devam eder ve biz hiçbir şey yapmazsak başımıza bu hikâyede olanlara benzer bir şey gelebilir; yeni gelişecek toplumsal durum mevcut gerçekliğimizden bin beter olur. Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nde sözünü ettiği ihtimal, çevresel felaketler sonucu kadınların ve -açıkça kabul edilmese de erkeklerin- kısırlaştığı yakın bir gelecekte vuku buluyor. Nükleer kazaların, denetimsiz kullanılan kimyasalların, toksik atıkların yol açtığı üreme problemi nedeniyle çok az sayıda sağlıklı bebek geliyor dünyaya… Romanın açılışında doğurganlık çağındaki kadınların zorla kapatıldığı bir tür toplama kampıyla karşılaşıyor ve neler olup bittiğini geriye dönüşlerle kavrıyoruz. Toplumun yaşadığı şok ve karamsarlığı fırsat bilen faşist bir teşki-

lat (Yakup’un Oğulları) yönetime el koyarak Kongre’yi lağvetmiş, Anayasa’yı askıya almış ve ABD topraklarının bir bölümünde Gilead adını verdiği teokratik-patriyarkal bir rejim kurmuştur. Gilead, tamamı erkeklerden oluşan Komutanlar tarafından dini referanslarla yönetilmekte, herhangi bir itiraz idamla cezalandırılmaktadır. Rejim kadınların çalışmasını yasaklar; tüm haklarını ellerinden alarak mevcut varlıklarını ve banka hesaplarını kocalarına ve yakın akrabalarına devreder. Anlaşıldığı kadarıyla bu ilk adım, erkekler tarafından büyük bir reaksiyonla karşılanmaz. Fakat kadınların toplumsal statüsünü düzenleyen ikinci adım, ailelerin parçalanmasına ve ülke dışına doğru bir göç dalgasına neden olur. Gilead kadınları, görevleri bakımından birkaç “kast”a bölerek aralarında belli bir hiyerarşi tesis etmiştir. Piramidin en tepesinde Komutanların eşleri yer alır, fakat konumları erkeklerle eşit oldukları anlamına zinhar gelmez. Çalışamazlar, kamusal bir görev üstlenemezler sözgelimi… Damızlıkların ikna ve şiddet yoluyla eğitiminden, gözetiminden Teyzeler grubu sorumludur. Tamamen köleleştirilmiş olan Damızlıklar ise üreme fonksiyonlarını henüz korumakta olan “yürüyen rahimler”dir. Çocuklarını doğurmak üzere sadece Komutanlara tahsis edilir ve onların isimlerini taşırlar: Offred (Fred’inki) ya da Ofglen (Glen’inki). Romanı henüz okumamış olanların tadını kaçırmamak için fazlaca detaya girmeden, Damızlıkların tek bir erkeğin mülkünde olmadığını, tıpkı bir eşya gibi kamulaştırıldıklarını, aylık çiftleşme seremonileri dışında Komutanla bile cinsel temas kurmalarının yasaklandığını ve -belki söylemeye bile gerek yok- doğurdukları çocuklar üzerinde hak sahibi olamadıklarını belirtmekle yetinelim.

Rejime karşı direniş

Distopyalar ile ütopyaların birbirini tamamen dışlamadığını düşünen Margaret Atwood, “her ütopyanın içinde bir distopya, her distopyanın içinde, kötü adamlar gelmeden dünyanın hali buydu şeklinde bile olsa, bir ütopya olduğu”nu ifade ediyor.3 Bütün kasvetine rağmen Damızlık Kızın Öyküsü’nde de bir umut ışığı var… Yaygınlığı ve gücü hakkında çok şey bilemesek de bir direniş/dayanışma örgütünün yaygınlığı romanda alttan alta sezdiriliyor. Dizide ise hem

74


Fotoğraf: Alexsandre Meneghini

“damızlık kızın öyküsü burada gerçek oldu bile!”

bu direniş teması, hem de Kanada sınırını aşarak Gilead rejiminden kurtuluş ihtimali -aksiyonu yükseltmek için olsa gerek- daha belirgin. Yeri gelmişken küçük bir parantez açarak, danışman kadrosunda yer alan Atwood’un diziye katkıda bulunduğunu, uyarlamanın aslına epey sadık kaldığını da söyleyelim. Elbette hikâye yan karakterlerle ve geriye dönüşlerle beslenmiş, kimi olguların altı daha çok çizilmiş, fazladan heyecan katılmış ama romanın ruhu yerli yerinde duruyor. Atwood romana başladığı sırada hikâyenin ikna ediciliği konusunda kimi tereddütler yaşadığını, buna rağmen yazmayı sürdürdüğünü belirtiyor. Nitekim Damızlık Kızın Öyküsü 1985’te ilk yayımlandığında, kitabı hayal gücünden yoksun bulanlar, laik toplumlarda benzer bir senaryonun asla gerçekleşemeyeceğini yazanlar olmuş. Fakat son otuz yılda dünya öyle bir yere geldi ki aklı başında hiç kimse, kadınların sadece “azgelişmiş” Doğu toplumlarında ya da Müslüman coğrafyada ezildiğini, hak ve özgürlüklerin Batı’da emniyette olduğunu söyleyebilecek durumda değil. Atwood, şöyle bir duvar yazısı gördüğünü aktarıyor: “Damızlık Kızın Öyküsü burada gerçek oldu bile!”

Distopyalar ve toplumun ruh hali

19. yüzyıl en mükemmel toplumu tasvir eden edebi ütopyaların altın çağı olarak kabul edilmekte. İlk distopyalar ise, art arda iki dünya savaşının yaşandığı 20. yüzyılın ilk yarısında, kapitalizmin “felaket çağı” (1914-1945) olarak nitelenen evresinde üretilmiş. Zamyatin’in (1921’de Rusça kaleme aldığı, ilk basımı 1924’te İngilizce olarak gerçekleşen) Biz adlı romanı, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı (1932), George Orwell’ın 1949’da yayımlanan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, geleceğe dair kötümser öngörüler ve geçmiş ütopyaların varsayımları hakkında kuşkularla dolu yapıtlar. Kritik dönemlerin kötümserliği, endişe dolu ruh hali sanata da yansıyor doğal olarak. Son yıllarda distopyaya, gerek dünyada gerekse Türkiye’de artan bir ilgi söz konusu. Bir yandan klasik distopyaların yeni baskıları yapılırken bir yandan da yenileri üretiliyor. Nedeni oldukça açık değil mi? Ütopyalar ve distopyalar, ister yüzlerce yıl sonrasını anlatıyor olsunlar, isterse yüzlerce ışık yılı uzaktaki bir gezegenden söz etsinler; aslında kendi çağlarını ve kendi toplumlarını anlatırlar. Başarılı olanlar ise okurların/toplumun -belki de onlar farkına varmaksızın- bir süredir ağrımakta

75

olan yerini bulup ona dokunabilenlerdir. Damızlık Kızın Öyküsü’nde toplumsal statülerine uygun renklerde üniforma benzeri giysilere bürünmüş kadınları görünce, Tanzimat’tan bu yana bu topraklarda kadınların nasıl giyinmeleri/nasıl giyinmemeleri gerektiği üzerine yapılan tartışmaları hatırlamadan edemiyoruz. Bu yazıyı yazmaya başladığım gün Maçka parkının güvenlik görevlisi,“Burada bu kıyafetle dolaşamazsın” diyerek bir kadına müdahale etti. “Gilead rejiminin içki ve sigarayı kadınlara yasaklamış olması önemli bir ayrıntı. Bunu da bir yere yazayım” diye düşündüğüm sırada, ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman “göstere göstere sigara içen” başörtülü kadınları kınadı. Sırada ne var? Kürtajın yasaklanması, kimin kiminle nerede -müftülükte mi yoksa belediyede mi- evlenebileceğinin karara bağlanması, boşanmanın zorlaştırılması, velayet ve nafaka haklarının yeniden düzenlenmesi, zinanın suç kapsamına alınması… Sadece şort giyenlerin değil, başörtüsü takanların da hizaya getirilmesi gerekiyor -ki işleri zor hakikaten! 3

Margaret Atwood, Başka Dünyalar, Kolektif Kitap, 2014, s.96-102


yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek Türkiye, bütün fertlerini şu ya da bu düzeyde kuşatan bir Kimlik Dağılması Sendromunun içinden geçiyor. Etik ve dolaylı olarak estetik, bu hercümerç içinde yeni bir olgu olarak toplum, İslami/milliyetçi faşizan temellerde yeniden kuruluş sürecinden payını alıyor. Ali Rıza TURA

T

ürkiye, hiç de uzak bir ihtimal olmayan bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın öncelikle yaşanacağı siyasal coğrafyanın merkezinde; çok yönlü, çok boyutlu bir bölünmeler, çatışmalar ve kutuplaşmalar sürecinden geçiyor. Ama bütün bu kutuplaşma ve bölünmelere rağmen toplumun en karşıt kesimlerinin bile paylaştığı tek bir ortak ve şiddetli duygu var: Kaygı1 Nedeni ne olursa olsun yoğun, şiddetli kaygının bireylerde yarattığı sonuç, ruh içi (intrapsişik) gerilemeye2 bağlı olarak ortaya çıkan Kimlik Dağılması Sendromu3 olarak tanımlanıyor psikoterapide. Bu sendrom arka planda süreğen bir boşluk duygusunun eşliğinde kişinin kendisi ve ötekiler ile ilgili duygu, düşünce, algı ve yorumlama tarzlarının hızla kutuplaştığı, ilkel dürtülerin “ben”in (ego) denetim bariyerini hızla aşabildiği bir durumu betimler (mesela “Biz adam olmayız” ile “Bir Türk Dünya’ya Bedeldir”; “Avrupa Avrupa duy sesimizi” ile “Bizi bölmek isteyen Hıristiyan kulübü” betimlemeleri arasındaki gelgitlerin dramatik biçimde sıklaşması). Nesne İlişkileri Kuramı bakımından iki temel görüngüyle karakterize edilir: 1) İlkel (sınır durum) savunma mekanizmalarına gerilemek (regresyon) ya da oraya saplanma (fiksasyon) / durma (arest). 2) Bireyin bilinçli, içselleştirilmiş ahlaki değerlerinin şekillendiği oidipal dönem sonrası oluşan gelişmiş üstben hâkimiyetinde örgütlenen ilkel üstben öncüllerinin çözülmesi, yani yine gerileme (regresyon) ya da ileri üstben öncüsüne hiç geçememiş olmak (yani yine saplanma ve durma). Daha basit bir ifadeyle kişinin duygu, düşünce ve davranışlarının gelişkin vicdan, merhamet, empati gibi içselleştirilmiş değerlerin denetiminden çıkıp katı sadistik üstben öncülü

ile ego(ben) ideali öncülüne göre şekillenme eğilimine girmesi ya da hep orada kalakalmış olması (gerileme ile saplanma/durma süreçleri arasındaki farkın siyasal önemini aşağıda belirtmeye çalışacağım). Başta da belirttiğim gibi Türkiye bütün fertlerini şu ya da bu düzeyde kuşatan bir Kimlik Dağılması Sendromunun içinden geçiyor. Etik ve dolaylı olarak (duyular ve duygular alanını kapsadığından) estetik, bu hercümerç içinde yeni bir olgu olarak toplum, İslami/milliyetçi faşizan temellerde yeniden kuruluş sürecinden

76

payını alıyor. Bu sürece karşı yeni bir etik/estetik direniş hattını oluşturmak hayati bir önem taşıyor. Bu yazıda amacım böyle bir hattın oluşturulması için gerekli kuramsal zemini psikanalizden ödünç aldığım kavramlarla oluşturmaya çalışmak. Yukarıda andığım kavramları mümkün olduğunca anlaşılır biçimde özetlemeye çalışmadan Endişe, anxiety. Regretion 3 İdentity diffusion syndrome 1 2


yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek önce somut, güncel bir örneği, ileride detaylı olarak tanımlamaya çalışacağım kavramlarla yorumlayarak devam etmeye çalışacağım.

Günahtı, ayıptı, yazıktı: Artık değil

İkili, üçlü yan yana da kullanabilirdik bu sıradan sözcükleri, hatta birbirlerinin yerine de. Biri diğerlerini de temsil ederdi nasıl olsa. Artık değil. Tüm toplumu boydan boya kuşatan yoğun, şiddetli kaygı duygusunun getirdiği psişik gerileme ve kimlik dağılması sürecinden onlar da aldı paylarını. Artık günah, diğer ikisinin yanına öylesine iliştirilebilecek naif bir kavram değil. Diğerleri üzerinde bir iktidarı var. En azından “süpervizör” olarak: Ayıbın ve yazığın (yani acımanın) ne olduğunu/olması gerektiğini, ne olmadığını o tayin ediyor. Uygun bulmadıklarını ya sürgüne gönderiyor ya da yok sayıyor. Başka deyişle günah; ayıp ve yazık kavramlarının yerine de kayyum olarak atanmakta. Güncel bir örnek: “Tecavüz Yasası” olarak gündeme gelen yasa tasarısını savunan AKP’nin ulema taifesi gerekçelerini tasarının dinen caiz olmasıyla gerekçelendiriyorlardı. Diyelim 13 yaşında bir kız çocuğunun 60 yaşında bir adamla dini usullere uygun olarak gerdeğe sokulması günah kapsamına girmediği için caizdi. Eğer günah değil-

se, yani caiz ise ayıp da değildi: Ortada 60 yaşındaki adamın da kızın ailesinin de utanmasını gerektirecek bir şey yoktu. Kıza yazık da değildi. Yüzyıllardır İslam topraklarında kadınların yaşadığı kaderi paylaşıyor diye kıza acımanın da bir anlamı yoktu. Cihatçı Sünni bir siyasal İslam’ın söyleminin çekirdek kavramsal çifti günah ve caiz, sadistik üstben öncülünü model alır: temel duyguları cezalandırılma korkusu/tehdidi, yüceltmeden geçmemiş saldırgan dürtülerin türevi olarak öfke, nefret ve hasettir. Cinsel dürtüler dahil libidinal arzular da yüceltmeden geçmemiş ilkel, anında tüketici, ertelenemez (yani fırsatını bulduğunda tecavüzü mubah gören) bir iştahtan ibarettir. Topluma dayatılan “yeni ahlak”ın kurucu örüntüsü ve dolayısıyla duyguları da sonuç olarak katı sadistik üstben öncülü çerçevesine denk düşüyor. İleride, “savunma mekanizmaları” babında biraz daha açmaya çalışacağım. Ayıp, ayıplanma, utanç gibi olumsuz duygular ise tıpkı gurur, onur vb. olumlu duygularla birlikte, sadistik üstben öncülünün bir üst gelişmiş aşaması olan ego (ben) ideali çerçevesinde değerlendirilir. Utanç, olmak istediğimiz ya da olmaktan gurur duyduğumuz bir konumun berisine “düştüğümüz”4 zaman ötekinin gözündeki değerimizi kaybetme (ayıplanma) kaygısından

77

kaynaklanır. Gelişimin bu aşamasında öteki, ötekiler bizim kendilik değerimiz (yani bizim için önemli olan yakın kişilerin bize verdiklerini umduğumuz değer) için hesaba dahildirler ancak (Heinz Kohut’un “kendilik nesnesi” kavramı): Öteki için üzülebilmek, ötekine acımak, empati kurmak gelişmemiştir henüz. Gene de temel saldırgan ve libidinal dürtüler bir ölçüde yüceltmeden geçmeye başlamış5, estetik bir ton kazanmaya yüz tutmuştur: Güzel mevhumu (“benim güzel annem”), daha sonra, beden estetiğini de içeren sportif yarışmalara dönüşecek olan “savaşçılık oyunları” bu evrede oluşur. Siyasal ideolojide ülküleştirilen “milli değerler” (“Ne Mutlu Türküm Diyene” vb.) ve/ya idealize edilen hedefler (“muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” vb.) de ego ideali çerçevesinde değerlendirilebilir. Düşme mecazı da pek mecaz değildir aslında, gerçekten düştüğümüzde de utanırız, zira ego ideali yürümeyi, koşmayı başardığımız gelişim evresi olan 2,5- 4 yaş arasındaki primer (birincil) narsisistik dönemin kalıntısıdır. 5 Bu arada not: idealizasyon nesneye, yani ötekine, ötekilere ilişkin bir kavramken, yüceltme dürtüye, demek ki bizim itkilerimizin estetik alanda kullanılmak üzere dönüşümüne ilişkin bir kavramdır psikanalizde. 4


yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek “Yazık” ise; öteki için üzülebilme, merhamet duyma, başkasının acısını hissedebilme, sonuç olarak gidermeye çalışma (onarma) çabası aşamasına gelmiş üst-benle ilişkilendirebileceğimiz bir sözcük. Kazasız belasız geçilen Oidipus evresinin kazanımı olarak, diğer ilkel üst-ben öncüllerinin; yansızlaştırmış, yüceltmeden geçe-bilmiş dürtülerin, istikrar kazanmış kendilik ve nesne imgelerini bütünleştirebilmiş ben kimliğinin büyük ölçüde denetiminde, sosyal ilişkiler çerçevesinde ahlaki değerlere yatırıldığı bir evreyi imler. Diğer üstben öncülleri, bireyin tekil gelişim öyküsüne göre farklı matrisler çerçevesinde gelişmiş etik/estetik değerlerin psişik temelini oluşturan bu üst-benle, onun hâkimiyeti altında bütünleşir (bütünleşmediğinde ya da şiddetli kaygı ortamlarında çözüldüğünde; terapistler “Kimlik Dağılması Sendromu”ndan ve sınırdurum kişilik bozukluklarından bahsederler zaten).

Savunma mekanizmaları ve üstben ilişkileri

Umarım içinden geçtiğimiz en ağır toplumsal /etik/estetik kriz döneminde gündelik dilde birbirinin yerine de kullana geldiğimiz günah, ayıp, yazık (acıma) kavramlarının ayrışmasını üst-ben gelişimi/patolojileriyle ilişkileri çerçevesinde bir nebze betimleyebilmişimdir. Bundan sonra Kimlik Dağılması Sendromu’nun tanısında ikinci ölçüte, “savunma mekanizmaları” konusuna kısaca değinmek istiyorum. Freud’un kendisinde sistematikleştirilmiş bir “savunma mekanizmaları” kategorisine rastlamak mümkün değil. Yapıtlarının bütününe serpiştirilmiş kimi kavramlardan (direnç, bastırma, zıt tepki oluşturma, inkâr vb.) “ben’in savunma mekanizmaları” kavramını derleyip geliştirmek kızı ve meslektaşı Anna Freud’a nasip olmuştur. Ben burada Melanie Klein’in metinlerinden hareketle Nesne İlişkileri Kuramını klinik tecrübeleriyle geliştirmiş olan Otto Kernberg’in savunma mekanizmaları arasında yaptığı yüksek ve ilkel savunma mekanizmaları ayrımını temel alacağım.

Yüksek ve İlkel Savunma Mekanizmaları

Kliniğin terminolojisinde “normal” ya da “üst düzey nevrotik” kişilikler, benin (ego), id’den iyice ayrıştığı, kısmi

kendilik ve nesne temsilcilerinin tutarlı biçimde bir ben kimliğinde bütünleştiği, sadistik üst-ben öncülüyle ego ideali öncülünün oidipus evresi sonrasında oluşan çoğu bilinçli olarak deneyimlenen vicdan, empati, suçluluk duygusu, merhamet gibi içselleştirilmiş ahlaki değerlere zemin oluşturan gelişmiş üstbenin denetiminde bütünleştiği kişilikler olarak tanımlanır kabaca. Bu kişilik örgütlenmelerinde benin ruh içi çatışmalarda ve dış gerçeklik karşısında kullandığı savunma mekanizmaları yüksek savunmalar olarak tanımlanır. Esas olarak bastırma ve bunu tamamlayan(zıt tepki oluşturma, entelektüalizasyon, rasyonalizasyon, gelişmiş yansıtma, yalıtma vb.) yardımcı mekanizmalarından oluşur. Kimlik Dağılması Sendromu çerçevesinde değerlendirilen sınır durum kişilik örgütlenmelerinde ise; ben ile id tam ayrışamamış, ben zayıflığıyla karakterize olan ortak bir id/ben matriksi oluşmuştur. Saldırgan ve libidinal dürtüler yüceltme süzgecinden geçememiştir; ilkel duygu tonlarıyla yaşanır. Kendilik temsilleriyle nesne (esas olarak da ebeveyn) temsilleri ayrışmış olmakla birlikte kendi

78

içlerinde bütünleştirilememiştir. Yani yoğun kaygı duygu tonuyla yaşanan kötü kendilik ile ilkel idealizasyona tabi kılınan aşırı iyi kendilik iç dünyada iki ayrı deneyim olarak yaşanır. Nesne içinde benzer bir durum söz konusudur: İyi nesne (doyuran, kucaklayan, sevecen anne) ile kötü nesne (kaygı dolu anlarında çocuğun yanında olmayan, sanki zalimce yokluğuyla çocuğu cezalandıran anne) iki ayrı varlık olarak deneyimlenir. İyinin içindeki kötüye tahammül yoktur, kötünün içindeki iyi görülmez. İlk üst ben öncülü böylece kaygı ve öfke duygularının sadistik kötü nesneye yansıtılmasıyla oluşur, sonra sadistik üst-ben temsilcisi olarak tekrar içe alınır (ilkel özdeşleşme). Bu kişilik örgütlenmesinde kalmış ya da bu örgütlenmeye yoğun, süreğen bir kaygı ortamında gerilemiş kişilikler ilkel savunma mekanizmaları kullanma eğilimi gösterirler. Başlıca savunma, bastırma değil, bölmedir; ama o da yardımcı savunma (inkâr, ilkel yansıtma ve yansıtmalı özdeşleşme vb.) mekanizmalarıyla birlikte etkin bir işlev kazanır. Başka bir değişle bastırma (yani dürtülerin ve bu dürtülerin yatırıldığı zihinsel temsilcilerin bilinçdışında tutulması)


yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek

söz konusu değildir. Bütünleşmemiş iyi ve kötü kendilik temsilcilerinin intrapsişik ortama farklı zamanlarda hâkim olmasına bağlı olarak nesne yani anne ve giderek önemsenen diğer kişiler bir bölmeye maruz kalırlar: Ya abartılı biçimde aşırı olarak “çok iyi”dirler (ilkel idealizasyon) ya da zulüm edecek kadar “çok kötü”dürler. Hatta aynı gün içinde aynı kişi zaman farkıyla idealizasyona tabi tutulup kısa süre sonra saldırganca aşağılanabilir. Bastırma mekanizması gelişmediğinden bütün bu süreçlerin farkındadır kişi. Ama yüzleştirildiğinde bir önceki durumu hatırladığını kabul etse bile sanki yaşamamışçasına önemsemez görünür ( inkâr, kabaca bu). Gene de tanımlanması en zor mekanizma bölmeye eşlik eden yansıtmalı özdeşleşmedir. Bu savunmada kişinin kendi içinde baş edemediği saldırgan, tahripkâr duygular ötekine yansıtılır (mal edilir); ötekinden gelecek zulmedici tehditler olarak algılanır. Bu paranoid tutumun devamı olarak saldırgan duyguların yansıtıldığı kişi sürekli bir denetime tabi tutulmaya çalışılır. Hatta uç örneklerde kendisine neredeyse kötülük yapması için kışkırtılır. Saldırgan

dürtülerin yansıtıldığı kişi kendi sabır bariyerini aşıp gerçekten de kötü davranmaya başlayabilir. Bu durumda sınır kişilik kendini, gadre uğramış, mağduriyet yaşayan iyi kendilik olarak deneyimleyecek, haklı bir mağdur olarak geçici bir mutluluk yaşayabilecektir. (Türkiye’de siyasal İslami çevrelerin bitmek bilmeyen, ama nefretlerini de meşrulaştıran “mağduriyet” edebiyatını, hatta spekülatif olacak ama belki de iktidarın hasımlarını 15 Temmuz darbe girişimine adeta zorlamasını bu mekanizma çevresinde de düşünmek mümkün. Kuşkusuz bu savunma mekanizması AKP iktidarının Bonapartist manevralarını açıklamaz. Bu manevraların geniş kitleler nezdinde nasıl manipüle edilebildiğini anlamamızı kolaylaştırır.) Bu bölümle ilgili olarak son bir noktaya değinmekte yarar var. Yukarıda “gerileme” (regresyon) ile “saplanma” (fiksasyon) / “durma” (arest) arasında belli belirsiz bir ayrıma gittim. Sınır durum spektrumu içinde yapılanmış kişilikler gelişimin belli bir evresinde saplandıkları/durdukları için kararlı bir kişilik örgütlenmesi olarak sınır durum kişilik bozukluğu tanısı alırlar. Toplumun çoğunluğunun yoğun kaygı baskısıyla bir kimlik dağılması sendromuna bağlı bir sınır durum patolojisine savrulmadığı zamanlarda bu kişilikler genellikle toplumun marjında kalırlar. Ama toplumun kendisi tüm fertlerini şu ya da bu ölçüde kuşatan şiddetli kaygı duygusu sonucunda bir psişik gerilemeye uğrar ve sınır durum patolojisinden payını alırsa, daha önceki zamanlarda toplumsal/ siyasal yaşamın marjında kalan bu kişilikler hızla gericileşen/faşistleşen bir kitle nezdinde liderlik rolüne yükselebilirler. Son 15 yılda Türkiye’de giderek artan kutuplaşma çerçevesinde yaşananlar bu açıdan da değerlendirilebilir.

Üst-ben öncüllerinin çözülmesi ve etik/estetik kutuplaşmalar

Kimlik Dağınıklığı Sendromu ve Sınır Durum Kişilik Örgütlenmelerinin tanımlanması amacıyla klinik tecrübeler ve esas olarak bireysel psikoterapiler içinde büyük ölçüde Kernberg tarafından geliştirilmiş haliyle Nesne İlişkileri Kuramını analojik olarak toplumsal ilişkiler alanına taşırsak: Türkiye’ye AKP/MHP ittifakıyla dayatılan İslami/ Milliyetçi faşist modelin psikanalitik çekirdeği esas olarak sadistik üst-ben pato-

79

lojisi çerçevesinde sınır durum savunma mekanizmaları bağlamında şekillendirilmektedir. Bölme mekanizması Türk/ Kürt, Terörist Kürt/Müslüman Kürt, Alevi/Sünni, İslamcı/Laik silsilesini takip etmekte. Ne var ki bölme mekanizması sadece sabit iyi ile sabit bir kötü arasında stabilize olmaz, aynı nesne de tekrar bölünür: İdealize edilen “Hoca Efendi Cemaati” bir süre sonra FETÖ adıyla yerin dibine batırılır. Yüzleştirmek pek işe yaramaz. Çünkü bölmenin tamamlatıcısı inkâr mekanizması geçmişteki idealizasyonu bilse de önemsizleştirecektir. (Aynı mekanizma bilindiği gibi barış görüşmelerinin hızla kesilmesinden sonra hoyratça Öcalan ve KÖH Hareketine de uygulandı. Önümüzdeki dönemde benzer bir bölme/inkâr işleyişinin AKP içinde bir bölümüne yönelik olarak “FETÖ’nün siyasal kanadı” adı altında işlemeye konması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır). Kuşkusuz büyük ölçüde korku/ öfke duygu tonlarıyla karakterize olan sadistik üst-ben öncülü ve sınır durum savunma mekanizmaları, kendi başına toplumu kutuplaştırıp bir kesimi sindirebilse de, yeni bir toplumun kuruluşunda yeterli olamaz. Bunun için bir miktar daha gelişmiş üst-ben öncülüne, yani toplumsallaştırılmış ego idealine başvurmak gerekir. Yukarıda da belirttiğim gibi ego ideali çocukluğun primer (birincil) narsistik evresinin kalıntısıdır. Çocuğun kendinde olduğuna inandığı mükemmellik ve güçlülük yanılsamasıyla zaman içindeki irili ufaklı örselenmeler ve düş kırıklıkları sayesinde yüzleşmesiyle, benin bir bölümü ben çekirdeğinden ayrışıp gelecekte ulaşmak istediği ideal hedefler olarak üst-benin parçası haline gelir. Ama gene de “geçmişteki ideal ben yanılsaması”yla da bağını tam olarak koparamaz. Başka değişle ego ideali, esas olarak geleceğe yönelik ideal arayışlarını kapsasa da hep bir nostalji boyutunu içerir. AKP’nin İslamcı/Milliyetçi faşist söylemindeki şanlı “geçmiş özlemiyle” eklemlenmiş “Yeni Osmanlıcılık”, topluma estetik bir dayatma biçimi olarak yerleştirilmeye çalışılan toplumsal ego ideali olarak da tanımlanabilir. Kuşkusuz sadistik üst-ben öncülüğünün denetiminde örgütlendiğinden saldırganlığı, “fetihçiliği” ile övünen emperyal bir “Yeni Osmanlıcılık” bu. Geçmişte Kemalizm’in topluma sunduğu “Muasır Medeniyetler Seviyesine Ulaşmak”


yeni bir etik/estetik direniş hattını çizmek gibi görece yüksek ben idealinin de arkasında şekillendirilmiş Güneş/Dil Teorisi,“Orta Asya’dan gelip tüm medeniyetleri kuran kadim Türk atalarımız” vb. mitlerde de ego idealinin yitik şanlı bir geçmişten güç alan boyutuna şahit oluruz.6

Sonuç yerine

Buraya kadar anlatılanlardan yoğun bir gelecek kaygısına bağlı olarak ortaya çıkan Kimlik Dağılması Sendromuna gerilemenin sonuç olarak daha geri savunmalara ve ilkel üst-ben öncüllerine gerilemek anlamını taşıdığı açık olsa gerek. Böyle bir atmosferde vicdan, merhamet, empati gibi gelişmiş duygulara dayandığı ölçüde adil, eşitlikçi bir etiğin zeminini oluşturan oidipus sonrası üst-

ben öğelerinin toplumdaki karşılığı azalacaktır. Oysa toplumun hızla kutuplaştığı, iç savaş dinamiklerinin belirdiği bu konjonktürde, “toplumun vicdanı” olan biz aydın ve sosyalistlere kalanlar esas olarak bunlar. Ama yüceltilmiş dürtü türevlerinden damıtılmış duygular olarak kendi başına iktidardan yoksunlar. Bu yüksek üstben öğelerini toplumun büyük bölümüne sunacağımız bir toplumsal ego idealiyle birleştiremediğimiz ölçüde birbirimize acımanın ötesine geçemeyeceğimiz açık. Toplumsal ortak yaşamın geçmişindeki dayanışmacı, Pir Sultan gibi adil, mücadeleci, barışsever birikimlerden, Köy Enstitüleri, Fatsa deneyimleri vb. olumlu örneklerden hareketle Büyük İnsanlık temelinde yeni bir ortak toplumsal

gelecek idealini, toplumu geriletecek ölçüde saran yoğun kaygı duygusunu dindirecek biçimde gelişmiş üst-benin; vicdan, empati, merhamet gibi öğeleriyle yeniden harmanlamak gerekli. Psikanalizin kavramlarıyla söylemek gerekirse; ahlaki/duygusal alt yapısını güçlü bir sadistik üst-ben öncülüyle eklemlenmiş şahadet/hamaset estetiğiyle karakterize eden bir ego idealinin ortak matrisine karşı, gelişmiş oidipus sonrası üst-benin empati, vicdan, merhamet nosyonları ile barışçıl, dayanışmacı, emeği ve kardeşliği temel alan bir toplumsal ego idealini birleştirmeliyiz. Bunu başarabildiğimiz ölçüde, tüm estetik bileşkeleriyle oluşturabilecek bir etik/estetik direniş hattını en geniş çevrelerle yaratabiliriz.

Yararlanılan Kaynaklar:

Freud. S.: Métapsychologie, Gallimard, 1968, Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, Metis,1998, Haz İlkesinin Ötesinde / Ben ve İd, Metis, 2001, Totem ve Tabu, Kabalcı, 2015 Kernberg, O.: Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, Metis, 1999, Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık, Metis, 2000, Aşk İlişkileri, Ayrıntı, 1995 Klein, M.: La Psychanalyse des Enfants, P.U.F, 1972 Kohut, H.: Kendiliğin Çözümlenmesi, Metis, 1998 Mahler M.S., Pine F., Bergman A.: İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu, Metis, 2003 Smirgel, J. C.: Ben İdeali, Metis, 2005 Tura, S. M: Günümüzde Psikoterapi, Metis, 2000 Winnicott. D. W: La Nature Humaine, Gallimard, 1990 Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Muhtemelen hem idealize edilen geçmiş, hem idealize edilmiş (geleceğe gönderilmiş/ertelenmiş) “mış gibi kişilik”(as if personality), yani birleşik bir id/ben matriksi üzerine kurulu bir “Türklük”, aslında bu coğrafyada yüzlenilmesi gereken en büyük “kimlik” sorunu. Kırmadan, dökmeden (zira en ciddi narsisistik kırılmanın açığa çıkaracağı öfke bu “fay hattında birikmiş “ olabilir) ama aslında emperyal hedeflerin hep en kolay kullanılmış, manipüle edilmiş nesnesi olageldiği gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmadan Türk olmayı nasıl başarabiliriz? Belki de en yaman kimlik çatışması bu soruyu sorma cesaretinden sonra yaşanacak. 6

80


direnen tarih ve yaşam: sur Sur… Amed’in, Diyarbakır’ın, tarihi dokusu, kültürel değeri ve direngen insanlarıyla en önemli yerleşim yerlerinden… Sur’suz bir Amed artık eski Amed olmaktan çıkar. Bunun içindir ki Sur yaşayabilmek için çok ayak diredi… Ayaklarına kurşun sıkıldı. Sendeledi… Ama hâlâ düşmedi! İstanbul Kent Savunması’ndan (İKS) Deniz Özgür, Selen Bilgör ve Arman Yılmaz’la siyasi bir kararla yıkılan ve bu yıkıma direnen Sur hakkında konuştuk.

Söyleşi: Yılmaz YÜCEL Yakın zamanda bir heyet oluşturarak Sur’a gittiniz. Heyetiniz kimlerden oluşuyordu? İstanbul Kent Savunması (İKS), Sur’a bir heyet olarak ilk kez mi gitti ? Deniz Özgür: Daha önce çeşitli nedenlerle örneğin dava takip süreçleri ile ilgili olarak Sur’a gidişlerimiz oldu. Ancak İKS olarak son ziyaretimiz aynı zamanda ilk resmi ziyaretimiz oldu. Arman Yılmaz: Ben, gerek çatışmalar devam ederken gerekse daha sonrasında Sur’a gittim. Çatışma devam ederken kent açısından baktığımızda yıkım aşikardı ama içeriyi göremediğimiz için yaşananların boyutlarını çok da göremedik. Acele kamulaştırma kararı sonrasında avukatlar olarak İstanbul’dan gittik. Bu duruma karşı mücadele etmek isteyen sivil toplum kuruluşları ile ortak

bir masa kurup davaları değerlendirmek için yan yana geldik. Selen Bilgör: Ben, Sur’a bu vesileyle ilk kez gitmiş oldum. Diyarbakır’a da ilk kez gitmiş oldum. Diğer arkadaşlarıma göre daha farklı şeyler görüp hissettim. Bir karşılaştırma yapma durumum olmadı ama… Biz, İstanbul Kent Savunması’ndan dört kişilik bir heyet olarak gittik… Orada bizi, Sur’un Yıkımına Hayır Platformu karşıladı. İnsan Hakları Derneği ve meslek örgütleri ile görüşmelerimiz oldu. Ziyaretinizin amacı hakkında neler söylemek istersiniz? Selen: Aslında, Sur’un Yıkımına Hayır Platformu’nun kuruluşu bizim bu ziyareti planlamamızın ateşleyicisi oldu. Zaten konut hakkı meselesi üzerinden takip ettiğimiz bir süreçti. İstanbul’da mücadelesini verdiğimiz bir hak alanı… Ziyaretimiz bu çerçevede gerçekleşti.

81

Ramazan ayında elektriğin ve suyun kesilmiş olması, oradaki durumun giderek daha fazla halk sağlığını tehdit eder duruma gelmesiyle acilleşmesi bu durumla ters orantılı olarak insanların giderek daha da suskun kalması bizim için daha acil ve ateşleyici bir durum yarattı. Deniz: Sur meselesi başından beri takip ettiğimiz bir süreçti. Savaş döneminden önce de yaşananlar var. Uzun bir süreçten, aşama aşama bildiğimiz, takip ettiğimiz bir süreçten bahsedebiliriz. Ama özellikle “savaş” başladıktan sonra daha fazla takip etmeye başladık ve daha “savaş” bitmeden, rant politikaları dillendirilmeye başlandığı andan itibaren biz oraya yönelik duyurular, açıklamalar yaptık. Şubat ya da Mart aylarıydı; yandaş basın tarafından “Sur’da TOKİ göreve” çağrısı yapıldığında biz bu duruma tepki göstererek bir karşı açıklama yayımladık. Mart’ta “acele kamulaştırma” kararı çıktı karşımıza ve bu


direnen tarih ve yaşam: sur süreci yakından takip ettik. Yaptığımız açıklamalar ve takibin dışında ziyaret, somut bir dayanışma örneği gösterme isteğinden kaynaklandı. Selen’in dediği gibi bizim gittiğimiz mahalleler savaş sürecinin dışında, kıyısında kenarında kalan mahallelerdi ama bu mahallelerde elbette savaş sürecinin yarattığı belirleyiciliğin ve pervasızlığın sonuçları yaşanıyor. Yeryüzü sofraları kurulduktan; insanların elektrikleri, suları kesildikten; insan hakkı ihlalleri çoğaldıktan sonra, özellikle de Ramazan ayı gibi bir ayda böyle sert bir tutum sergilendikten sonra böyle bir dayanışma sergilenmesi gerektiğini kendi aramızda konuştuk ve hızla Sur’a gitmek için bir ziyaret planladık. Oradaki platform üyeleriyle temasa geçtik ve Sur’a gelme isteğimizi paylaştık. Ne olup bittiğini yerinde görmek ve bu duruma karşı bizim İstanbul’a neler taşıyabileceğimizi konuşmak için gittik. Selen: Biz, Sur için ne yapabiliriz? Sur’a ne götürebiliriz? Burada temel amacımız uluslararası bir basıncı ortaya çıkarma isteğimiz oldu. Sur, yukarıdan bakıldığında bir kalkan balığına benzer. Bu kalkan balığının bir ucu tamamen gitmiş durumda. Bizim dolaştığımız Ali Paşa ve Lale Bey Mahalleleri, Sur’un kuyruğu gibi kalıyor. Aslında bu alanın tamamı uluslararası sözleşmelerle Birleşmiş Milletler tarafından kültürel miras olarak tescillenmiş. Sur, Türkiye’nin de tarafı olduğu bu sözleşmelerle aslında koruma altında fakat bu “acele kamulaştırma” hadisesiyle birlikte sürecin gerektiği gibi işletilmediğini fark ettik ve bu konuda mümkünse sene başına yetiştirmek istediğimiz bir çalışma da hazırlamak istedik. İstediğiniz her şeyi yerinde görme şansına erişebildiniz mi? Çatışma sürecinden geriye ne kalmış? Devletin niyetinin ötesinde orada gelişen hukuki ve politik mücadele ne aşamada? Deniz: Özellikle kurmak istediğimiz bağlantılara erişebildik. Meslek örgütleriyle temas kurmak istiyorduk. Zaten Sur Platformu’nun yürütücülüğünü sağlıyorlar. Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası başta olmak üzere, bütün diğer meslek örgütleriyle bir toplantı yaptık. Mahallelerin durumuna ne oranda hakim olunduğunu öğrenmek istiyorduk. Şehir Plancıları Odası’nın bir çalışma içinde olduğunu ve bilgileri sürekli güncellediğini gör-

Sur’un, sadece Surlu’nun ya da Diyarbakırlı’nın problemi olmadığı açık. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren Sur’un toplamda aldığı göçe baktığında esasında sürülenlerin bir şekilde yaşam mücadelesi verdikleri, tutunmaya çalıştıkları bir yer olduğunu görebilirsiniz. Şimdi bir kez daha aynı şey başlarına geliyor ve bir kez daha sürülüyorlar. Bu sefer ki daha kötü… dük. Bir gün sonra Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) Sur ve Hasankeyf üzerine bir çalıştayı oldu. Çalıştaya da katılma fırsatı bulduk. Şehir Plancıları Odası bir sunum yaptı ve güncel verileri paylaştı. Aslında korunabilecek ne kadar bina olduğundan tutun da aslında bunların ne kadar zarar gördüğüne, kalan ailelerin sayısına, demografik yapıya kadar ellerinde olan bilgiler paylaşıldı. Bu bilgiler bizim için önemliydi.

82

23 Mayıs’ta başlayan bir yıkım süreci var. Bu süreç başladığında hemen bir açıklama yaptık. Zorla yerinden etmelere karşı tepkimizi dile getirdik. İnsanların tepkilerinden ve biraz da Ramazan ayının gelmesinden kaynaklı yıkımlar durduruldu; bayram sonrasına bırakıldı. Orada iki gün boyunca sokakları gezdik, insanlarla röportajlar yaptık. Bunlar bir video haline getirildi. Bir taraftan özellikle 90’lı yılların savaş konseptiyle yakılan köylerin ardından köylerinden göç ederek bu mahallelere yerleşenler var. Bunlar, kentin en yoksul kesimleri ve ortadan kaldırılmak istenen yerleşim yerleri de onlara ait. Bu bölgenin kendine özgü bir ilişki ağı ve dayanışma ekonomisi var. Yaşadığı yere dair bu insanların bir mecburiyeti var. Bir taraftan da yaşadığı yerle kültürel, sosyal, ekonomik bir bağı olan bir toplamdan bahsediyoruz. Sadece bir mecburiyet sözü ile de açıklayamayız durumu… Bu anlamda insanların bölgeye sahip çıkma, bölgeden gitmek istememe durumu söz konusu. Orada konuştuğumuz hemen her insanda bu durumu görüp hissettik. Selen: En çok da çocuklarda hissettik. Çok ciddi ve olgun çocuklar vardı. Hali hazırda yıkıma uğramış evlerden demirler topluyorlar, topladıklarını daha sonra satıyorlar. Zaten göç üstüne göç yaşayan ailelerden bahsediyoruz.


direnen tarih ve yaşam: sur

Burada acele kamulaştırma kararı ve bu kararla birlikte belirsiz bir şekilde ifade edilen, kamu güvenliğini sağlama adına bütün süreç meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Acele kamulaştırma ve afet yasasının çok net bir şekilde, devletin bölgeye yönelik sopası olduğunu söyleyebiliriz. Hukuki bir araçtan, yasadan ziyade bir sopa işlevi görüyor.

Şimdi yeni bir göçle yüz yüze, karşı karşıya bırakılıyorlar ve gidecek hiçbir yerleri yok. Giden de şöyle şeylerle tanışıyor: Mesela; aidat diye, yakıt ücreti diye bir şeyle tanışıyor. Daha önce Sur’un yaşam kültüründe olmayan şeylerle karşılaşıyor. Sur’un ortak ocaklarında yemek pişirirken, sular ortak çeşmelerden edinilirken bambaşka bir yaşam kültürüyle karşılaşıyor. Gitmeme isteği bu yüzden. İnadı, direnci sadece evi terk etmeme, alanı terk etmeme meselesi değil. Burada topyekûn bir yaşam kültürünün değiştirilmesi amacı var. Yıkılanlar da sadece evler değil. Bu şekilde Sur’un sokak dokusu, yaşam dokusu bütün o kendine has dokusu aslında yok oluyor. Bir teyzeyle konuştuk: “Evimi yıkacaklar, yarın öbür gün, şuraya bir çadır kurmak istedim, polis çadıra da izin vermeyeceğiz söylüyor. Gidecek yerim de yok” diyor. İnsanlara evlerinin ederinin çok altında bir para teklif ediyor. Bu parayla zaten tasını tarağını ancak toplayıp kamyona yükleyip belki yan mahalleye ancak gidebilir. Yeni bir yaşam kurmak başka bir yerde bir kâbus gibi… Devletin bölgeye dönük çok kapsamlı bir politika izlediğini görüyoruz. “Kentsel dönüşüm” de bu politikaların bir parçası olarak devreye sokuluyor. Devletin buradaki

planlarına baktığımızda hem “kentsel dönüşüm politikaları” hem de niyet olarak ortaya koyduğu politikalar için neler söyleyebilirsiniz? Yerel yönetimin tutumu buna karşı nasıl şekillendi? Geçmiş ve bugünü karşılaştırmak mümkün müdür? Arman: Sur’un, sadece Surlu’nun ya da Diyarbakırlı’nın problemi olmadığı açık. Özellikle; 90’lı yıllardan itibaren Sur’un toplamda aldığı göçe baktığında esasında sürülenlerin bir şekilde yaşam mücadelesi verdikleri, tutunmaya çalıştıkları bir yer olduğunu görebilirsiniz. Şimdi bir kez daha aynı şey başlarına geliyor ve bir kez daha sürülüyorlar. Bu sefer ki daha kötü… Köyden sürüldüklerinde Sur, hem ekonomisiyle hem o dayanışma ruhuyla insanların birbirlerine sahip çıkabilmesine olanak tanıyordu. Bu da ortadan kalktığında insanlar ne yapacak? Devlet, bu insanlara tek şey söylüyor: Buradan git! Bunun sonuçlarını daha önce gördük. Devlet elbette bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Ça-

Sur halkının direnmek konusunda çok ciddi bir kararlılığı var. Şu anda gitmeyerek, orada kalarak direniyorlar. Yeryüzü sofraları bittikten sonra nöbetler başladı. Sur bizimdir, Sur aşktır, direncini ve inadını da duyurmaya çalışıyorlar. Bizim verebileceğimiz en büyük destek, bu sesin daha çok duyurulmasını, insanların zihninde ve vicdanında bu konuyla ilgili bir fikir oluşmasını sağlamaktır.

83

tışmaların bittiği gün daha sonrasında dümdüz edilmiş alanın o günkü fotoğraflarına baktığımızda odaların ve bu konudaki uzmanların katkısıyla Sur’un eski haline döndürülebilmesinin olanağının olduğunu ifade edebiliriz. Devlet bunu istemedi. Bölgeyi bildiğin tarlaya çevirdi. Bu korumaya dönük bir bakış açısı değil. Sonraki söylemleriyle de çelişen bir durum var ortada. Bir taraftan diyor ki; “Sur çok değerli bir yer ve Sur’u korumak istiyoruz. Korumak istediğimiz için şu anda acele kamulaştırma yapıyoruz.” Bu nasıl bir koruma mantığı ya da nasıl bir koruma bakış açısı? Sur değerli bir yerleşim yeri. Sur’un, hem Diyarbakır’ın merkezi olması hem ekonominin kalbi olması sadece Diyarbakır için de değil bölgenin tamamı için önemli aslında. Tarihiyle de çok önemli bir yerleşim. Diyarbakırlı olduğum için biliyorum. Ekonomi dediğin şey Sur’da dönüyor. Şu anda bu durum da ortadan kalkıyor. Biz, Sur’da barınanı konuşurken Sur’da iş yapan için de durumun aynı olduğunu ifade edebiliriz. Sur’da çalışan, ticaret yapan da bu durumdan ciddi olarak etkilenmiş durumda. Sur; yerel belediyenin yıllardır gündeminde olan, bir koruma planı olan bir yer. Bu koruma planına dayalı olarak 2012 yılında bir revizyon yapıldı. O revizyon sırasında da mesela vatandaşın bir kısmı gerçekten yine kalkıp TOKİ’ye gidiyordu ama bakıldığında genel olarak bir koruma mantığı vardı o planda. Sonrasında ise “Bunu en kolay nasıl yaparız?” diye düşünerek bir formül geliştirdiler. “Bunu 6306 sayılı kanuna dayandırarak yapabiliriz” diye düşündüler. Ve o dönemde maalesef yerel yönetimle ortak bir kararla bu 6306’yı çıkardılar. 6306 sayılı karar nedir? Arman: Riskli alan kararı… Afet yasası… Afet yasasına dayalı olarak bölgenin tamamında deniliyor ki; burası riskli alan ve riskli alan olarak ilan ediliyor. Burada kanununun şartlarına göre de ye-


direnen tarih ve yaşam: sur

Tahir Elçi orada o açıklamayı yaparken diyor ki; “Biz burada çatışma istemiyoruz.” Bu vurgu çok değerli. Çünkü gerçekten Sur’da yaşayan, Diyarbakır’da yaşayan insan bu çatışmayı istemiyor. Tahir Elçi’nin yaşadıkları ise olacakların bir ön habercisiydi. Çünkü onun öldürülmesi ile süreç bambaşka bir yere gitti. Yani artık hukukun hiçbir şekilde işleyemediği, yapılan herhangi bir şeyin hesabının sorulamadığı bir yere geldik. nileme yapılıyor. 2012 yılında, çatışma süreci henüz yokken devlet ile yerel yönetim burada korumaya dayalı bir yenileme konusunda uzlaşmaya gidiyor. Bu, geçici bir dönem oluyor. Ama özellikle çatışmalar sonrasında, 6306’yı gerekçe göstererek devlet “acele kamulaştırma” ilan etti. Devlet, kanundaki en istisnai kamulaştırma biçimini gelip Sur’a uyguladı. Hükümetin çatışma dönemi öncesi yerel yönetimle yaptığı “uzlaşının” bugüne yansımaları var mı? Bugün bambaşka bir süreç mi işliyor? Arman: Kendilerine dayanak olarak o dönemki uzlaşmayı gösteriyorlar. “O günkü belediye de buna evet demişti” diyorlar. “Evet denilen şey” tam olarak ne? Arman: 6306’nın uygulanması…. Bu uygulamaya karşı dava açılmaması… Yani “Riskli alan kararı var ve bu karara karşı dava açılmamış” diyorlar. Tamam, ama diğer taraftan baktığında burada 6306’yı da uygulayamazsınız. Burası her şeyden önce kentsel sit alanı, buranın tamamının koruması var. Dolayısıyla kentsel sit alanı olan bir yerde uygulayabileceğiniz kanun 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu olabilir. Yapacağınız kamulaştırma işlemlerini de buna dayanarak yapabilirsiniz. Oysa şimdi bunların hepsi rafa kalktı. Zaten; “6306 sayılı karar var denildiği için de biz buradan yürürüz” diyorlar. Yürürken de yine onun şartlarına ve koşullarına uymuyorlar. Yani sonuçta siz devlet olarak her 6306 olan yerde “acele kamulaştırma” mı yapıyorsunuz? Hayır! Burada özel bir niyet mi var demek istiyorsunuz? Arman: Tabii… Her yerde bunu uyguluyor olsaydı, benzer uygulamala-

rı var olsaydı, o zaman diyebilirdiniz ki evet daha önce böyle bir uygulama olmuş. Ama hayır! Bu uygulama Sur için yapılıyor. Sur için hukuk rafa kalkmış durumda. Açılan davalardaki kararları da görüyoruz. Gelen kararlarda da şunu açıklayamıyor: Neden 2863’e dayalı olarak bu işlemlerin yürütülemediğini açıklayamıyor. Halbuki; kendisi de kabul ediyor. Burada yaklaşık 470-480 tane tescilli eser var zaten. Bir de kendisinin kentsel sit koruması var. Burada kanunla ilgili hiç şüphe yok. Kendisi de karar içerikleri de bunu kabul ediyor zaten. Peki, hukukla uygulama arasında eşgüdüm var mı? Arman: Uygulamayla hukuk arasında hiç bir eşgüdüm yok. Süreç ve uygulamalar durdurulmadan sürdürülüyor, hukuk arkadan gelerek; maalesef herhangi bir şekilde hukuki dayanağı olmaksızın gerekçeler yaratılmaya çalışılıyor. Deniz: Aslında burada “acele kamulaştırma kararı” ve bu kararla birlikte belirsiz bir şekilde ifade edilen “kamu güvenliğini sağlama” adına bütün süreç meşrulaştırılmaya çalışılıyor. “Acele kamulaştırma” ve afet yasasının çok net bir şekilde, devletin bölgeye yönelik sopası olduğunu söyleyebiliriz. Hukuki bir araçtan, yasadan filan ziyade bir sopa işlevi görüyor. Fakat burada şunu söylemek lazım; 2009 yılında şu an yıkılmakta olan mahalleleri de kapsayan bir süreç başladı. 2009 yılında Valilik, TOKİ ve Belediye ortak imzasıyla bu bölge bir cazibe merkezi haline getirilmek istendi. O dönemden itibaren Sur’un kenarına yerleşmiş olan yoksulların, bölgeden sökülüp atılabileceğine dair söylem yani şu an bizim karşı durduğumuz söylem, dönemin belediyesi tarafından da sahiplenildi. Bu devlet adına söylemsel bir meşruiyet yaratıyor. İkinci olarak da 2012’nin

84

Aralık ayında ilan edilen riskli alan kararına hiçbir kurumun dava açmaması bugünkü sürecin hukuki olarak da meşrulaşmasına yol açıyor. Aslında ortada 2015’ten bu yana yaşanan koca bir savaş süreci olsa da bu iki mesele bir meşruiyet sağlamış durumda. Bu durum, yapılacak mücadele için eli zayıflatıyor. Ayrıca insanların belediyeye olan güvensizliği de yabana atılır bir şey değil. Bunu muhtarların konuşmalarından anlayabiliyoruz. Bir diğer mesele de 2013 yılında Sur’la ilgili Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı. Aslında kötü bir plan, eleştirilen bir plandı. Zaten o plan neticesinde o evler boşaltıldı. Bütün bu yaşam alanına tek başına kültürel miras muamelesi yapıldı. Ancak; kültürel miras denilen şey bir yandan da orada yaşayanlarla birlikte korunması gereken bir anlayışı gerektiriyor. Sur’un dibindeki boşaltmaların bir kısmı o plan çerçevesinde oldu fakat şimdi bu planı hazırlayan akademisyenler, hocalar, o plana dahi sahip çıkmıyor şu an. Ses de çıkarmıyorlar. Bu planı yaptınız, yaptığınız plana sahip çıkın, şu an ihtiyaç var bunu da dile getirmek gerekiyor.


direnen tarih ve yaşam: sur Bu yasaya dayanarak sadece Sur’da ve bölgede değil başka yerleşim alanlarında da uygulamalar yapılıyor. Bu uygulamalarla karşılaştırıldığında Batı’daki uygulamalarla Sur’daki ve

Sur’un kültürel miras olarak kategorize edilmesinin nedeni sadece içinde bulundurduğu binalar değil; o tarihi binaların içinde binlerce yıldır bir yaşam kültürü sürüyor oluşu ve o yaşam kültürünün bizatihi kendisi olmasıdır. O yaşam kültürünün kendisini oluşturan insanları çıkartırsanız artık orası o kültürel miras olma özelliğini de yitirecektir. Esas tehlike zaten buradadır.

bölgedeki uygulamalar arasında hukuken ve uygulama düzeyinde bir fark var mı? Deniz: Bence çok net bir fark var. Arman biraz önce söyledi. Ciddi bir siyasi irade var ve bu siyasi irade hukuk uygulamalarını burada sopa olarak kullanıyor. Mesela; biz, orada bu son iki mahallenin güncel durumunu konuşurken arkadaşlara ne gibi hazırlıklar yaptıklarını sorduk. Bizim İstanbul’dan neler taşıyabileceğimizi sorduk. Biz bayramdan sonra nöbet başlatmayı düşünüyoruz demişlerdi. Nöbet başladı. Her gün bir kurumun üstleneceği nöbet süreci olacaktı. Mümkün olduğunca bağımsız, sivil bir hareket yaratmaya çalışıyorlardı. Devletin daha en baştan engellemesinin önünü de kesebilmek adına böyle bir taktik süreç izliyorlardı. Bizim de desteklediğimiz bir süreçti bu fakat şunu biliyorlar: Yarın öbür gün bölgenin tamamında sokağa çıkma yasağı ilan edilebilir. Bu iki mahalle için söylüyorum. Şu an ilan edilmeyen mahalleler için söylüyorum. Devlet, oraya kimseyi sokmayabilir. Ne nöbetin bir anlamı kalır ne dayanışmanın bir anlamı kalır; ne uluslararası kurumların ne

de basının…. Dolayısıyla buradan Batı ile olan farkını çok net ortaya koyabiliyoruz. Devletin planı var ve uyguluyor. Devletin planına karşı halkın da bir planı var mı? Selen: Bizim kısacık gezimizde gözlemlediğimiz şu oldu: Her şey doruklarında, zirvesinde yaşanıyor gerçekten büyük bir baskı var. Sadece Sur’da değil tüm kentte bir baskı var zaten. Burada alışık olduğumuz yöntemlerle direnmek çok mümkün görünmüyor. Sur halkının direnmek konusunda çok ciddi bir kararlılığı var. Şu anda gitmeyerek, orada kalarak direniyor. Yeryüzü sofraları bittikten sonra nöbetler başladı. Sur bizimdir, Sur aşktır, direncini ve inadını da duyurmaya çalışıyorlar. Bizim verebileceğimiz en büyük destek; bu sesin daha çok duyurulmasını, insanların zihninde ve vicdanında bu konuyla ilgili bir fikir oluşmasını sağlamak diye düşünüyorum. Ama dediğim gibi kentte halka yaşatılan baskı çok gözle görülür, elle tutulabilir bir biçimde. Zaten bir kent düşünün, orada yaşadığınız halde giremediğiniz bölgeler, ziyaret edemediğiniz mahalleler var. Buralar zaten bütün dokusunu, yapısını yitirmiş, dümdüz edilmiş. Arman’ın dediği gibi tarla haline dönüşmüş yerler. Seyahat hakkınızın bile engellendiği bir kentte nasıl bir direniş planı yapabilirsiniz? İşleri bu anlamda da çok zorlaştırılmış halkın. Deniz: Diyarbakır’dan döndükten sonra Nevin Soyukaya ile karşılaştık. Nevin Soykaya, oradaki bütün kültürel miras sürecini takip eden belediyede çalışan bir koruma uzmanıydı. O, bir alternatif planın varlığını paylaştı. Oranın korunmasına dönük bir projeksiyonlarının ve teknik hazırlıklarının, planlarının olduğunu zaten söyledi. Fakat bunları sağlayabilecek, kamuoyuyla paylaşabilecek, hayata geçirebilecek bir ortam söz konusu bile olamadı. Savaş siyasetiyle beraber bu zaten tamamen rafa kalktı. Buna rağmen hazırlıklarını sürdürdüklerini söylediler fakat kayyımla beraber bütün ilişki kesildi. Kayyım halkla nasıl ilişki kuruyor? Deniz: AKP, özellikle bu ilçelerde, küçük yerleşim yerlerindeki kayyımlar üzerinden “HDP hizmet yapmıyordu, hizmet esas şimdi buralara gelecek” propagandası yapıyor.

85


direnen tarih ve yaşam: sur resmi yollarla da hakkını savunabileceği bir ortam yok. Kültür mirası kavramından birtakım binaları, mimari yapıyı anlıyorlar sadece. Halbuki; kültür mirası dediğimiz kavram çok geniş bir yelpazede pek çok öğeyi içinde barındırır. Kültür mirasının içine bir bölgede kolektif üretim sonucu ortaya çıkan ürün de girebilir; Hacivat ve Karagöz gibi bir motif de girebilir; bir dil de girebilir ve tabii ki mimari yapı da girebilir. O yaşam kültürünün kendisini oluşturan insanları buranın içinden çıkartırsanız artık orası o kültürel miras olma özelliğini de yitirecektir. Esas tehlike zaten buradadır. Mesela, bu duruma İstanbul’dan Sulukule örneğini verebiliriz. Sulukule’yi Sulukule yapan sadece binaları değildir. Orayı Sulukule yapan içinde yaşayan insanlardır. Sur için de bu durum geçerli.

lir?

Ne tür hizmetlerden bahsedilebi-

Deniz: Yol yapıyor, asfalt çalışması… O yüzden propagandası dedim. Aslında görünen yüzeysel bir hizmet propagandasına dönüşmüş durumda. Bir kayyım olarak belediyeye geldiniz, ondan sonra siz ne ara o belediyenin ihtiyaçlarının çalışmasını yaptınız teknik hazırlıklarını yaptınız? Böyle bir hazırlık yok. Sıradan insanlarda belediye çalışıyor algısı yaratmak istiyorlar. Bu propaganda biçiminin nasıl etkileri olmuş? Deniz: Sokakta etkili olduğunu söyleyebiliriz. Mesela; Dersim’de böyle bir etkiyi biz duyduk. Bu anlamda tabii ki HDP’li belediyelerin de kendi içinde bir özeleştiri verme süreci illa ki yaşanacaktır ama bu kayyım atanmasının siyasi iradeye el konmasının muadili değildir. Buradaki meseleyi propaganda savaşı olarak görmek gerekir. Bu ne kadar hizmettir? Ne kadar karşılığı vardır? Bunu göreceğiz. İnsanlar sadece asfalt yapıldığı için herhalde siyasi fikirlerini değiştirmeyeceklerdir. AKP, burada muazzam bir propaganda savaşına girmiş durumda. Buranın ihtiyacı alternatif bir plan hazırlamak, bunu uygulamaya yönelik adımlar atmak. Mesela; finansal kaynak arayışına girmek değil. Burada çok ciddi

politik, ideolojik, askeri bir mesele var. Bir güvenlik meselesi var. Bu mesele çok temelden çözülmeyince o siyasi iradeyle aslında o kavga verilmedikçe oraya dair istediğiniz kurguyu yapabilirsiniz, istediğiniz planı hazırlayabilirsiniz; siz o planı uygulayacağınız caddeden geçemiyorsunuz daha... Arman: Burada ana soru şu: Devlet Sur’u yıkıyor ama Sur’u yeniden kimin için yapıyor? İçeridekini dışarıya atıyor ve bu insanların normal koşullarda hayatlarını devam ettirebilecekleri herhangi bir düzene geçmeleri mümkün değil. Çok komik, çok cüzi paralar veriliyor. Ve bununla mülkiyet devri devlete geçiyor. Peki, o zaman devlet bunu kimin için yapıyor? Devletin bu konuda iyi niyetli olmadığı ortada. İyi niyetten de kastım şu: Koruma dediğimiz şey binayı korumak değildir. Aynı zamanda korunan orada birlikte yaşayan insanların, sokağın birlikte oluşturduğu kültürdür. Devlet de açıkçası bu kültürü yok etmeye oynuyor. Selen: Demografik yapı değiştirilmek isteniyor. Amaç, ayan beyan göz önünde. Halka, devlet kurumlarının kapısı kapalı. Sorularınıza cevap alabileceğiniz resmi bir mercii yok. Devlet kurumlarının önüne yirmi-otuz metreden fazla yaklaşamayacağınız şekilde barikatlar, bariyerler var. Halkın gidip

86

Bahsedilen kültürel miras için, kentin dokusunun korunması ve çatışma ortamının ortadan kaldırılması için açıklama yaparken bu kültürel mirasın içinde kaybettiğimiz bir hukuk insanı, bir barış insanı oldu. Buradaki karmaşıklıkları, çatışma noktalarını anlamak için aynı zamanda kendisini anarak Tahir Elçi’ye dönebilir miyiz? Arman: Tahir Elçi, orada o açıklamayı yaparken diyor ki “Biz burada çatışma istemiyoruz.” Bu vurgu çok değerli. Çünkü gerçekten Sur’da yaşayan Diyarbakır’da yaşayan insanlar bu çatışmayı istemiyor. Tahir Elçi’nin yaşadıkları ise olacakların bir ön habercisiydi. Çünkü onun öldürülmesi ile süreç bambaşka bir yere gitti. Yani artık hukukun hiçbir şekilde işleyemediği, yapılanların hesabının sorulamadığı bir yere geldik. Hukuk burada artık arkadan da gelmiyor. Hukuk, Sur’daki uygulamaların her birine bir şey söylemek zorunda. Hukuk, Sur’da bunu nasıl söylüyor? Kendince gerekçeler üreterek… Diyor ki; bütün altyapı çökmüştür. Bütün binalar terörden zarar görmüştür. Bütün binalar risklidir. Diyor da diyor… Ve size “Bu gerekçelerden dolayı biz bu uygulamayı yapmak zorundayız”ı söylüyor. Ama diğer taraftan yine kendilerinin yani Danıştay’ın kültür varlığı olarak verdiği bir Ankara Kalesi kararı örneği var. Riskli alan uygulaması ile ilgili bu kalenin kendine ilişkin sit koruması var. Ankara Kalesi’nin kültür varlığı olarak koruması var. Danıştay yapılan işleme dönük olarak diyor ki; “Bir saniye sen, Kültür


direnen tarih ve yaşam: sur Bakanlığı’na sordun mu burada bu işlemi yaparken?” Biz de burada soruyoruz; ısrarla soruyoruz… Sur için soruyoruz. Ankara Kalesi’ne dönük uygulama nasıl sonuçlandı? Arman: İptal oldu. Sur’a döndüğümüzde ise orada barınan dört yüze yakın kişi, şahıs olarak dava açtı. Bu davalar gerektiği için mi yoksa uygulamaların durdurabileceğine dair bir inanç korunduğu için mi açılıyor? Arman: Şöyle bir duyguyla bu davaları açıyorlar: Yapılan uygulamayı haksız buluyorlar. Devlete, “Sen, bana bu uygulamayı neden yapıyorsun?” diye vatandaş olarak sormak istiyorlar.

Hem halk açısından hem de hukukçular açısından böyle bir durumda hukuk mücadelesi sürdürmek anlamını yitirmiyor mu? Arman: Hayır, hukuk mücadelesi vermek her zaman anlamlı. “Hukuksal mücadele çoğu zaman başarıya ulaşmıyor, bir şey elde edemiyoruz” gibi düşünceleri doğru bulmuyorum. Tarihin iki gün olduğunu düşünenler çok yanılıyorlar. Bu yapılanların hepsi, bu açılan davaların hepsi, insanların buradaki adalet taleplerinin hepsi tarihe not olarak düşüyor. Hukuksal mücadele bir teşhir mekanizmasına mı dönüştü? Arman: Gerçekten hukuk mücadelesi artık bir teşhir mücadelesi.

Burada doğrudan bu siyasi iradeye karşı mücadele vermeden adım atma şansımız yoktur. Ama bunun kendisi minimal alanlarımızı ya da minör mücadele alanlarımızda hareket etmemizi engellememeli. Sur’da siyasi idareye karşı mücadele vereceksin; bu, senin projeksiyonun olacak ama aynı zamanda o kentsel mesele ile de bağını kuracaksın. Bu da aynı zamanda sana; o boğulan ortamda bir hareket imkânı yaratabilir.

Sur’da yapılan tüm işlemlerin Koruma Kurulu’ndan izin alınarak yapılması gerekiyor. Şu anda Koruma Kurulu’nun toplantılarına Mimarlar Odası ve konuyu takip eden diğer odalar giremiyor. Bu hukuksuz bir sürecin en önemli kanıtı… Ben, Sur’da bu uygulamayı yapamayacaklarını biliyorum çünkü başlattıkları ve yapmaya çalıştıkları projeyi kendileri de bilmiyor. “Diyarbakır evi” diye bir şey yapıyorlar. Herhangi bir Diyarbakırlı’nın bu evi Diyarbakır evi gibi tanımlaması mümkün değil. Bunu kim çizmiş? Nasıl yapmış? Kime sormuş? Acaba hiç Diyarbakır evi görmüş mü? Yani daha işin başlangıcında, işin sonunu getiremeyecekleri görülüyor. Sur’da insanlar şöyle yaşıyordu: Mesela; Sur’un o araç giremeyen sokakları… Aracın girmesini gerektirecek bir durum da yoktu. Her evin avlusunda kuyu vardı, kuyusundan suyunu çekerdi; onunla avlusunu, kapısının önünü yıkardı. İnsanlar birlikte yaşıyordu. Bu tamamen ortadan kalkıyor. Koruma dediğimiz şey oradaki ilişkinin bu şekliyle korunabilmesidir. Peki ne yapılması gerekiyor? Ben, kendi fikrimi söyleyeyim. Burada, Sur’a ilişkin bir masanın kurulması gerekmektedir. 6306’ya dayandırarak yaptıkları “acele kamulaştırma”ya ilişkin olarak hızla uygulamaya koydukları tüm bu içtihatların bu masada yeniden değerlendirilmesi gerekir. İlgili bu masanın tekrar kurulması, bu masa etrafında oturulabilinmesi lazım. Bu şekliyle, “Ben yaptım, oldu” anlayışı çok sayıda insanın canını yaktı ve bunun sonrasında da yakmaya devam edecek. Burada bir şey konuşulacaksa yine bir masa etrafında konuşulması gerekiyor. Bu masa kurulabilir mi? Arman: Öncelikle devletin böyle bir yaklaşımı yok. Bilgi alma taleplerini bile şu anda kabul etmiyor. Kimse henüz böyle bir çağrı yapmış da değil. Haksızlık da etmek istemem ama bence burada olması gereken şey: Bu yıkımı da öngörerek söylüyorum; hem odaların hem burayı bilenlerin, tarafı olan, etkilenen halkın hem de kamu otoritesinin ortak şekilde oluşturabileceği, konuşabileceği bir masayı yaratmaktan geçiyor. Bunun dışında kamu otoritesi kendi başına devam etmeye çalışırsa, buradaki projeyi yapabilmeleri çok zor. Yapsalar da kime yapacaklar? Söyledikleri cazibe merkezleri böyle yapılarla olmuyor. O cazibe

87


direnen tarih ve yaşam: sur merkezleri insanların o yaşamlarının görülebileceği yerlerle oluyor. Deniz: Gayrı hukukiliğe dair bir hatırlatma yapayım. Örneğin; 2012’nin Aralık ayında ilan edilen “Afet Yasası” herhangi bir rapora dayandırılarak alınmış bir karar değil. Tam tersine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ya da Kültür Bakanlığı’nın oradaki binaların durumuna dair raporları var ve yüzde altılık bir kısım riskli alan olarak görünüyor. Yüzde altısı riskli alan olarak tespit edilen bir yere sen, yüzde seksen dörtlük bir riskli alan kararı çıkartıyorsun. Bu durum zaten işin gayri hukuki olduğunu gösteriyor. Bunu not edip geçeyim. Bizim de katıldığımız çalıştayın sonuç bölümünde bir forum yapıldı. Forumda dile getirdiğim şeyleri burada da söyleyeyim. Mücadelenin bu aşamasında bizim yapabileceklerimizin sınırları belli. Buna dair izleyeceğimiz yolu şöyle belirledik: Hukuku bir kenara koymak, reddetmek gibi bir lüksümüz yok. Tam tersine herhangi bir hukuki boşluk bırakmamamız gerekiyor. Koruma Kurulu’nun toplantılarına giremiyoruz ama sınırlarını zorlamak zorundayız. Oradaki insanlar üzerinden mi dava açıyoruz, kurumlar üzerinden mi dava açıyoruz ne yapılıyorsa şu an Armanların orada takip ettikleri gibi bu süreç, hukuki anlamda hiçbir boşluk bırakmadan devam etmeli. Bu çok önemli. İkincisi uluslararası ayak; özellikle adım atmayan Unesco’yu zorlamaya devam etmek, Ocak 2018’deki toplantısına kadar Unesco’yu sıkıştırabilecek bir süreç işletmek. Uluslararası süreç açısından ikinci mesele de zorla tahliyeler raportörünü Sur’a getirtebilmek için ya da buraya dönük açıklamalar yapmasını sağlayabilmek için onlarla temasa geçmek. Şu an yazışmalar yapılıyor. Onlar zaten aslında kayyım atanmadan önce Diyarbakır’a gelecekti. Bunlar, nispeten BM içindeki en etkili kurumlardan bir tanesi. Unesco’dan daha etkili… Fakat kayyımdan sonra bu ziyaret askıya alındı şimdi tekrardan bunun canlandırılması gerekiyor. Gelmeleri sağlanamazsa bile bir açıklama yapmalarının sağlanması… Üçüncü mesele de dayanışma ayağı ve basın, yani kamuoyu ayağı… Mümkün olduğu kadar sivil ve bağımsız bir örgütlenme… Bir hareket kurulmaya, böyle bir süreç işletilmeye çalışılıyor. Sur’un taşıdığı özelliklerden dolayı çok farklı mecralardan insanların Sur’la bağ

kurmasının sağlanabilmesi açısından bu önemli. Örneğin İKS’nin Sur’la ilgili sosyal medya paylaşımlarına nerdeyse hiç olumsuz yorum alınmadığını oysa bölgeye dair yapılan diğer politik paylaşımların çokça olumsuz yorumla karşılandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Sur’a dönük bir duyarlılığın ve ilginin olduğunu görüyoruz. Bu ayakları saydıktan sonra şöyle bir denklem kuracağım: Kent meselesi, mücadelesi, Batı yakası için konuşalım, bu bölgenin Gezi dönemiyle biraz parlayan daha bir makro alana sıçrayan ama esas olarak gövdesi, mekanizması ve mevcudiyetiyle çok daha minimal bir alandı. Bu alan, diktatörlük koşulları altında ezilen bir noktaya gelmiş durumda. Kürt coğrafyasına gelelim, aynı diktatölüğü orası da yaşıyor. Bundan birkaç yıl öncesine baktığımızda bölgede gücünü artırmış, özellikle son üç dört yılda kurumsal açıdan muazzam bir noktaya gelmiş bir hareket var. Kürt siyasi hareketinin oradaki gücünden, büyükşehir ve diğer belediyelerin varlığından vb. kurumlardan bahsediyorum. Demokratik halkçı bir anlayış egemendi. Kentsel açıdan ise tezat bir durum vardı. Yine bizim burada mü-

88

cadele ettiğimiz bakış açısı orada da kendini sürdürüyordu. Sur’a yönelik, Diyarbakır’ın diğer bölgelerine yönelik; Kırklar Dağı, Hewsel Bahçeleri… Bu anlamda ciddi hatalar barındırıyordu. Aynı şekilde Nusaybin’de yine Diyarbakır’da Dicle Kent’in var olmasına yol açan tarım arazilerinin imara açılması gibi bir süreç yaşandı. Bunlar, beş on yıl sonrasının ciddi çıkmazları olacaktır. Orada da böyle bir çelişki var ama şimdi başka bir şey yaşanıyor orada. Evet, diktatörlük öyle tamamen oraya bir sömürge muamelesi yapıyor. Burada doğrudan bu siyasi iradeye karşı mücadele vermeden adım atma şansımız yoktur. Ama bunun kendisi minimal alanlarımızı ya da minör mücadele alanlarımızda hareket etmemizi engellememeli. Sur’da siyasi idareye karşı mücadele vereceksin; bu, senin projeksiyonun olacak ama aynı zamanda o kentsel mesele ile de bağını kuracaksın. Bu da aynı zamanda sana; o boğulan ortamda bir hareket imkânı yaratabilir. Bunu da değerlendirmek lazım. Selen: Ben meseleye çok daha basit bakıyorum. Bir kere yıkım hemen bugün, şu an, şu saniye durmalıdır. Bunu bir şekilde başarmamız gerekiyor. Burada


direnen tarih ve yaşam: sur bi de çok basit çünkü gidecek başka yer yok, bildikleri başka bir yaşam yok. Benim gördüğüm kadarıyla kızgınlar hatta Diyarbakır’daki aktivistlere bile üç gün gelmeseler kızıyorlar. “Bizimle ilgilenmiyorsunuz, bizi görmüyorsunuz, unuttunuz!” diyorlar. Öyle bir baskı altındalar ki kimse de oraya gitmiyor gelmiyor gibi bir hissiyatla aslında kırgın ve kızgınlar da.

devletin, halkı daha da yoksullaştırarak yönettiği bu zorunlu göç politikasına karşı kent mücadelesi verenleri, kültür konusunda okuyan, yazan, çizen herkesi; Sur’a bakmaya, Sur’u dinlemeye, Sur hakkında düşünmeye, yazmaya, çizmeye davet ediyorum. Bu yıkımı ancak bu şekilde durdurabileceğimizi düşünüyorum. Bu mikro mücadele alanlarının faşizmin kurumsallaşmasının önünde de bariyer olacağını mı ifade ediyorsunuz? Deniz: Evet, tabii bu mikro mücadeleler hiç hareket edilemeyen alanlarda bazen nefes almayı sağlayabilen zeminler haline gelebilir. Buralarda elde edilebilecek birkaç başarı da… Deniz: Şöyle; Kürdistan’da herhangi bir mevzuda polisin, jandarmanın, devletin geri çekildiği olmamıştır ama mesela orada elektrikler, sular kesildi ve buna karşı kamuoyu baskısıyla ramazan ayının da gelmesiyle devletin bir miktar geri çekilmesi sağlandı. Bu, insanlara moral vermiştir ve hareket imkânı sağlanmıştır. O bir ay boyunca insanlar oraya gidip geldiler, temas kurdular.

Devlet geri çekildi yani… Deniz: Tabii, insanlar orada kalabilmenin olanaklarını yarattılar ama sonrasında sokağa çıkma yasağı ilan edilebilir ve hiçbir şey yapamayabilirsin. Dolayısıyla aynı zamanda mevzunun makro politik bir yönünün de olması gerekir. Bu anlamda o bağlantının iyi kullanılması gerekiyor. Peki; sosyal, siyasal, kültürel bir dizi yıkım yaşamış Sur halkının halet-i ruhiyesini ve yapılması gerekenleri de anlattınız bunlarla da birleştirerek son olarak neler söylemek istersiniz? Selen: Sur halkı göç nedir çok iyi bilen buna çok defa maruz kalmış ve bunun getirdiği olumsuzlukları yaşamı boyunca tecrübe etmiş bir halk. Tüm yaşananlara rağmen hayatlarını oldukları yerde sürdürme çabaları devam ediyor. Ama tabii, öte yandan ciddi bir hüzün ve yanı sıra inat da hakim. Benim gördüğüm kadarıyla Sur’da insanlar evlerini terk etmeyecekler. Şöyle cümleler kuranlar bile var: “Ben gerekirse bu evin enkazında kalırım ama yine de gitmem, çocuklarımı da göndermem, buradayım, burada kalacağım.” Gitmemesinin sebe-

89

Hüzün, inat, kızgınlık ve kırgınlığa ne eklemek istersin? Arman: Sur halkı kızgın ve haklı çünkü onların da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan kaynaklı Anayasa’da garanti altına alınmış olan barınma haklarına, konut haklarına şu anda devlet doğrudan müdahale ediyor. Bunun dışında oradaki mevcut siyasal hareket de şu an içinde bulunduğu durumdan kaynaklı bu konuda çözüm üretemiyor. Dolayısıyla bu kişiler esasında her şeye ve herkese kızgın. Çok da haksız göremiyorum çünkü hikâyeleri biliyorum. Bu insan hikâyeleri maalesef buradan görüldüğü gibi değil yani gerçekten çok yakıcı, çok zor. Gün geldi çoluğuyla çocuğuyla kapının önüne konuldun. Ne yapacaksın? Bu sorunun cevabı Sur’un hikâyesidir. Bunun siyasal olduğunu hepimiz biliyoruz ama diğer taraftan yaşanan da insan hikâyesidir. Bu insan hikâyesine dair söylediğimiz, söyleyebileceğimiz her şey de bu anlamıyla değerli. Deniz Özgür: Bir Sur açıklamamız vardı bizim; Sur ziyaretimizden önce gerçekleştirdiğimiz. Orada da söylediğimiz gibi aslında bütün meselenin dayandığı o “acele kamulaştırma” gelip sadece Sur’u ya da devletin kendi ideolojisini dayatmaya çalıştığı bölgeleri değil diğer kent merkezlerini de vurmaya başladı. Üsküdar’a dönüp bakarsanız bunu göreceksinizdir ve bu bizim hayatlarımızın içine de girecek. Dolayısıyla; OHAL uygulamalarıyla ilgili de acil önlemler almamız gerekiyor. Sur’un hikayesi bir nevi Üsküdar’ın da mı hikayesi? Selen: Tabii ki; bütün kent merkezlerinin yani Ankara’da da İzmir’de de “acele kamulaştırma” kendini bu kadar pervasızca var edebildiği müddetçe aslında hepimizin yaşam alanları tehdit altında! Teşekkür ederiz.


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? D

EKİM

yüzünü görmeyeli, aklının aydınlığına sorular sormayalı

INDA AŞ

“ Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu RİMİ 100 değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile EV HASRET Y üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” Yüz yıl oldu

N. HİKMET

Demir KÜÇÜKAYDIN

Ekim Devrimi bir darbe değildi

O, tarihte benzerleri çok az görülen, ezilen insanların; tüm zenginlikleri ve değerleri yaratan ve her zaman yoksulluk ve aşağılanma içinde yaşayan insanların; aktif olarak katıldığı ve baş aktörü olduğu son derece nadir olaylardan biri, belki de birincisiydi. Bolşevikler ise, sadece o ezilenlerin eğilimlerini dile getirdikleri veya ona uygun davrandıkları için, bu dalganın üste çıkardığı ince bir aydınlar ve öncü işçiler katmanıydı. Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğunu söylemek, yaptığı değişiklikler göz önüne alındığında; (toprakların kamulaştırılması ve dağıtılmasından fabrikaların kamulaştırılmasına; burjuva devrimlerinin tüm eşitlik ideallerinin bir vuruşta bir yan ürün olarak

gerçekleştirilmelerine kadar, dünyada hâlâ hiçbir ülkede bir sürü “devrim”lerle ulaşılamayan değişikliklerdi bunlar) Bolşeviklere, tarih ve toplum üstü bir güç bahşetmek; onları tarihin ve toplumun gidiş yönünü değiştiren bir tanrı olarak tanımlamaktan başka bir anlama gelmez. Ekim’i darbe olarak tanımlamanın varabileceği tek saçma sonuç budur. Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması nedeniyle, sosyalist bir devrim olamayacağı; sosyalist bir devrime dönüşmesinin yanlış olduğu; bunun belli bir gelişmişlik ve kültür seviyesini gerektirdiği yönündeki Menşevik görüşlere de katılmıyoruz. Bu da başka bir biçimde, Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç atfeder. Küçük bir partinin, hem de kitlelerin en aktif olarak gelişmeleri belirlediği bir dönemde, bir devrimin karakterini değiştirebileceği gibi bir sonuca yol açar.

90

Ekim’in sosyalist bir devrime dönüşmesi, Bolşevikler istediği için değildi; devrim sosyalist devrime dönüşme eğilimi gösterdiği, Bolşevikler de bu eğilimi önceden görüp ona uygun davrandıkları için devrimin öncüsü olmuşlardı. Diğer yandan, tarihin nasıl bir yol izleyeceği önceden bilinemez. Lenin’in son zamanlarında Sukanov’a karşı yazdığı yazılarında belirttiği gibi, Avrupa Proletaryasının yardıma gelemeyeceği; Rus Devrimi’ni bir Alman Devrimi’nin izlemeyeceğini kimse garanti edemezdi. Ekim Devrimi, bunu zorlaştıran değil, aksine ona itilim veren bir girişimdi. Rus işçi ve köylülerinin savaşmayı reddetmesi ve silahlarını ülkelerindeki egemenlere yöneltmesi; siperlerin karşı tarafındaki işçilerin ve köylülerin de aynı şeyleri yapmaları için onlara ilham ve cesaret veriyordu. Yani “cesaret etmeye değer”di, Rosa Luxemburg’un dediği gibi.


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? Anarşistlerin Ekim Devrimi’ni olumlayan ama onu Kronştad veya Makno’nun ezilmesiyle bitmiş ve ezilmiş gören yaklaşımları da, Ekim sonrasının yozlaşmasını; nesnel koşullarda, (yani Batı Avrupa proletaryasının yardıma gelmemesi ve Rusya’nın geriliği ve bu geri ülkenin savaş ve iç savaş nedeniyle yoksulluğu ve bitmişliği; neredeyse yamyamlığa dön-müşlüğünde; işçi sınıfının fiilen yok olmuşluğunda arayacak yerde) Troçki veya Lenin’in hatalarında veya örgüt anlayışlarında görmek de yine aynı şekilde, onlara tarih ve toplum üstü bir güç atfetmekten başka bir anlama gelmez. Eğer dedikleri gibiyse, “Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu harekette bile küçük bir örgütün veya onun yöneticilerinin görüş ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?” sorusunu sormaları gerekir. Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz olduğundan, bu akıbetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir. Onların araması gereken cevap ve tartışması gereken soru, devrimin ne zaman tasfiye edildiği değil, birkaç teorisyen ve küçük bir partinin nasıl olup da; hangi toplumsal gidiş yasalarına dayanarak, tarihin en büyük ayaklanmalarından birini, adeta tarih ve toplum üstü denebilecek bir güçle yolundan çıkarıp tasfiye edebildiğidir. Bu anlayış daha sonra da var oldu. Örneğin Kruçefin iktidarıyla birlikte, Sovyetler’de Kapitalizm’e dönüldüğünü söyleyenler de, bir partinin politikası ve kadrosunun değişimiyle bir üretim biçiminden diğerine geçilebildiğini söylemiş oluyorlar ve ona tarih ve toplum üstü bir güç atfediyorlardı. Hemen görüleceği gibi bütün bu açıklamalar; aslında bir parti, bir kişi, bir görüş veya bir anlayışa, tarih ve toplum üstü bir güç yüklerken; Marksizm’in daha doğarken söylediği; bilimsel bir sosyolojinin ilk önermesi olan; “insanların varlıklarının düşüncelerinin değil; düşüncelerini varlıklarının belirlediği” önermesini ters yüz etmiş olurlar ve daha başlangıçta çok temel bir metodolojik hatayla malldürler.. Bütün bu tezlerde, bir devrimin ve toplumun kaderini, bir partinin veya bir teorisyenin veya

bir hükümetin düşünceleri belirlemektedir. Marksizm’in kapıdan kovduğu idealizmin, yani insanların düşüncelerinin kendi varlıklarını belirlediği anlayışının, “devrimci” bir söylem olduğu zannına kapılıp bacadan girdiğine şahit oluruz.

Devrim kavramı, Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden çıkar. Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış1 sistematik koyuluşu ve açıklaması, 2, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazılmış olan, Önsöz’dedir. Bütün bu sorunlar açısından biz Klasik Devrimci Marksist görüşleri savunuyoruz. Tıpkı maddenin insanda kendi bilincine varması gibi, Ekim Devrimi ve onun sonraki kaderini en iyi ve doğru anlayan ve açıklayanlar yine bizzat Marksistler olagelmiştir. Tam da öyle olduğu içindir ki, yine bu devrimi izleyen karşı devrimin en büyük kurbanları da onlar olmuşlardır. Sorun buralarda değil, biz Ekim Devrimi’nin ne olduğunu bambaşka bir bağlamda tartışmak istiyoruz. Bütün bu zıt ve tartışan anlayışların hepsinin üzerinde yükseldiği ve anlaştıkları devrim kavramının kendisinin çok dar ve sınırlı olduğunu ve Marksist bir devrim kavramı olmadığını göstermeyi deneyeceğiz. Böyle bir tartışma içinde, Tarihsel Maddecilik (Diyalektik Sosyoloji) ve onun en temel kavramlarının gözden geçirilmesi, eleştirilmesi ve geliştirilmesi söz konusu olur. Devrim kavramı, Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden çıkar. Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış1 sistematik koyuluşu ve açıklaması2, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazılmış olan, Önsöz’dedir. Tarih ve Toplum Bilimini, İbn-i Haldun’dan sonra, ondan bağımsızca ve ikinci defa kuran ve yine kendisi de İbn-i Haldun’unki gibi bir “Mukaddime”de (Önsöz) ifade edilen Devrim Teorisini aktaralım.

91

“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir— hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri; kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski

Teorinin gün yüzüne çıkamamış ve “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmış ilk açıklaması Alman İdeolojisi’dir. 2 Burada “Açıklama” sözcüğünün altını çiziyoruz. Bir teoriyi açıklamak başkadır, uygulamak başka. Teorinin ilk genel uygulaması Komünist Manifesto’da görülebilir örneğin. 1


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Marksizm’in bütün teorik temeli, aktarılan bu satırlardadır. Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olup olmadığı; dolayısıyla devrim konusundaki tartışmamız ister istemez bu satırlar üzerinde yoğunlaşmak zorundadır. Bizim tartışmak istediğimiz Ekim devrimi veya sonrasındaki olgular değil; bu olguların bambaşka bir ışık altında görülmesidir. Devrim denen “şey”in ne olduğudur sorun. Öncelikle şunu belirtelim, Marks’ın bu satırları öylesine dâhiyanedir ki, bizzat kendi sınırlılığını da açıklamakta; kendi eleştirisinin temellerini ve hareket noktalarını da sunmaktadır. Bu Marksizm’in bizzat kendi niteliğinden doğar. Marksizm, tarihin ve toplumun gidiş yasalarını anlamaya; toplumu anlamaya çalışır. Ama bu gidiş yasalarını anlama çabasının kendisi de bizzat toplumsal bir olgudur; dolayısıyla bu gidiş yasalarında ifade edilen yasalara tabidir. Fizik biliminin evrimi fizik yasalarına tabi değildir ve fiziksel bir olay değildir; dolayısıyla fizik biliminin konusu değildir. Ama Marksizm’in evrimi bizzat sosyolojik bir olaydır. Yani Marksizm’in kendisi aynı zamanda kendisinin konusudur da… Açıklamaları doğruysa kendi kaderini de açıklamak zorundadır. O halde, onun kendi kaderi de bizzat o ifade ettiği yasalarla açıklanabilir. Bir bakıma doğa nasıl insanda kendi bilincine vardıysa, toplum da Marksizm’de kendi bilincine varmıştır denilebilir. Açıkladığı süreçler ve bulduğu yasalar bizzat onun kaderidir de. İfade ettiği önermeler doğruysa, kendisi de o önermenin kapsamında olur. Bu ise bizzat o önermenin sınırlılığının da bir ifadesidir. Bunu somut olarak göstermeyi deneyelim. Şu önermeye bakalım: “Nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir alt üst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz.”

Bu satırlar yine bizzat bu satırların içinde yer aldığı metin, yani “Önsöz” için de geçerli değil midir? Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi kendini değerlendirme”, kendi zaafının da anahtarını vermektedir. İfade ettiğinin bizzat kurbanıdır, ama aynı zamanda kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır (yani kendisi de kendi hakkındaki yargıyla yargılanamaz). Zaten Marksizm’in muazzam gücü ve trajedisi buradadır. O, toplumun ve tarihin yasalarını açıklarken; kendisi de toplumsal ve tarihsel bir fenomen olduğundan; kendi kaderini ve zaaflarını da açıklar ve bize bunun anahtarlarını (metodolojisini) sunar ve kendisi de bir kurban olarak doğruluğunu kanıtlamış olur. Budur, Marksizm’in trajedisi; Marksizm açıkladığı ve gelişini gördüğü süreçlerin kurbanıdır; ancak kurbanı olarak doğruluğunu da kanıtlar. Tanrının İsa’nın şahsında kendini kurban ederek kurtuluşu sağlamasına benzetilebilir. Belki de İsa’nın hikâyesi, bu toplumsal yasanın sezilip; çocuksu, imgelerle ve mesellerle anlatılmasından başka bir şey değildir… Marksizm de ifade ettiği yasaların, toplumun kaderiyle birlikte kendi kaderini nereye sürüklediğini görür ve bu gidişe karşı her girişimi ve davranışı da onun gerçekleşmesinden başka bir anlama gelmez. Modern çağda, bir trajediyi ancak Marksistler ve Marksizm yaşayabilir. Şimdi Marks’ın Önsöz’ünde, kurbanı olarak doğruluğunu kanıtladığının ne olduğunu somut olarak göstermeyi deneyelim. Her yeni öz eski biçimler içinde ortaya çıkar. Marks’ın Önsözü, tarihin gidiş yasalarını açıklarken ve buna bağlı olarak bir Toplum, Tarih ve Devrim teorisi ve anlayışının temel taşlarını koyarken, farkına varmadan, bilinçsizce, aydınlanmanın; burjuva uygarlığının tarihe ve topluma yaklaşımını da bir kuyruk sokumu veya kör bağırsak gibi; geçmişin bir kalıntısı olarak içinde taşımaktadır. Bu da onun devrim ve tarihe ilişkin bakışını etkilemektedir. Önsözde bu yepyeni öz, yani Burjuva Uygarlığının eleştirisinin elemanları, burjuva uygarlığının ve aydınlanmasının ifadeleri ve biçimleri altında ortaya çıkmaktadır.

92

Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi kendini değerlendirme”, kendi zaafının da anahtarını vermektedir. İfade ettiğinin bizzat kurbanıdır, ama aynı zamanda kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır . Dolayısıyla bu metin kendi içinde çelişkili, yeni olana ve özüne uymayan; geçmişin kalıntısını ve biçimleri de barındırmaktadır. Marksizm’in bunlardan arınması gerekir; aksi takdirde, bu kalıntılar, bu eski biçimler, yeni olan özü kendilerine uydururlar ve onu yok ederler. Marksizm, kendi özüne uygun bir tarih, toplum ve devrim anlayışına ancak bu kalıntılardan arınarak ulaşabilir. Ama bu yapıldığında da; bizlerin politika, devrim ve program gibi sorunlara


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi?

ilişkin görüşlerimizi baştan sona değiştirmeyi gerektirir. Burada bir parantez açarak, şu “geçmişin kalıntısı olmak” diye değindiğimiz soruna kısaca bir değinelim. Çünkü bu karıştırılmakta ve Marksizm’e ait olmayan düşünceler Marksizm’in organik bir bileşeni gibi ele alınmaktadır. Burada “kör bağırsak” veya “kuyruk sokumu” metaforlarını bilinçli olarak kullanıyoruz. Herhangi bir organizma, daima geçmişin kalıntılarını da içinde taşır. Marks’ın dediği gibi, “geçmiş kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöker”. Burada kurban olarak kanıtlama yine geçerlidir. Yani Marksizm’de ve yukarıda aktarılan satırlarda da aynısı geçerlidir. Önemli olan, neyin o organizmanın ayırıcı, onun o yapan özelliği olduğu; neyin geçmişin kalıntısı olarak var olduğudur. İnsanın bitkisel gıdaları pişir-meden aldığı; dolayısıyla selülozu parçalayarak, yediklerinin çok daha büyük bölümünü değerlendirmek gibi bir sorununun olduğu dönemin bir kalıntısı olarak

vardır kör bağırsak. Homo Sapiens ise, yiyeceğini pişirdiği ve zaten kendisi de ateşin bir çocuğu olduğu için ve sadece bitkiyle değil, aynı zamanda hayvansal gıdalarla da beslenen bir canlı olduğu için; kör bağırsak onun için olmazsa olmaz; onu o yapan özellikleri taşıyan, organik bir bileşen değildir. O bir “geçmişin kalıntısı”dır. Bir insanın “Kör Bağırsağı” olmadan doğduğunda veya Apandisit ameliyatlarında bu alındığında, onun var oluşu bundan etkilenmez; hatta apandisit olma tehlikesi ortadan kalktığından belki daha sağlıklı ve daha az tehlikeli bir yaşam bile sürebilir. Evrim sonucu İnsan kör bağırsağı olmayan bir insan olduğunda daha az insan olmazdı; aksine yemeklerini pişiren bir canlı olarak bu günkü yaşamına daha uyun bir biyolojik yapısı olurdu. Homo Sapiens’de “Kör Bağırsak” var diye, biz Homo Sapiens’in bitkiyle beslenen bir hayvan olduğunu; onun önemli veya asli karakterinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Böyle davranan bir biyolog veya doktora gülünür.

93

Ama toplum bilimleri veya Marksizm söz konusu olduğunda, yapılan tam da budur. Marksizm’in organik bir bileşeni olmayan; geçmişin kalıntısı olarak onda bulunan özellikler; onun asli bir unsuru gibi ele alınmaktadır. Örneğin Marksizm’in, “Eurosentrik”; “Pozitivist” vs. olduğu söylenmektedir. Dikkat edilsin, Marksizm’de Eurosentrizmin; Aydınlanmanın güçlü etkileri vardır demek başkadır; bunları onun ayrılmaz ve organik bir bileşeni; asli özelliği olarak almak başkadır. Bunların onun asli bir bileşen değil; ayıklanması ve arındırılması gereken geçmişin kalıntıları olduğunu düşünen biri; yani bir Marksist, Marksizm’i bu kalıntılardan arındırmaya çalışır. Diğeri ise, bu kalıntılara Marksizm diyerek Marksizm’i tahrif ederek ona karşı savaşmış. Bu kısa not şunun için de önemli. Biz burada Marks’ı, Lenin’i, Troçki’yi veya Kıvılcımlı’yı, dolayısıyla onların dayandığı tarih, toplum ve devrim kavramlarını eleştirirken; bunu bir Marksist olarak; Marksizm içindeki Marksizm’e ait olmayanı atmak; geçmişin kalıntısı olanlardan onu arındırmak için eleştiriyoruz; Ancak böyle bir arınma ateşinden geçtiğinde Marksizm’in yeniden eski tazeliğine ve entelektüel gücüne kavuşacağını düşünüyoruz. Yani bir bakıma; Marks’a, Lenin’e; Troçki’ye veya Kıvılcımlı’ya karşı; yine onların mirası ile onları savunuyoruz. Yani “Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. yaşasalardı, yeni bilgiler ve yaşanmış tarihsel deneyler ışığında; genellemelerinde ne gibi düzeltmeler yaparlardı?” sorusuna cevap denemesidir bu satırlar. Yanlış anlamalara karşı bunu kısaca belirtelim. Marks, Önsöz’de tarihin temel gidiş yasalarını açıklarken, nerede, geçmişin kalıntısını ya da bizzat eleştirdiği burjuva uygarlığının etkilerini farkına varmadan ifade etmektedir; nerede bu uygarlığın ufkuna hapsolmaktadır? Bunu daha önce, Marksizm’in dini bir “inanç”; bir “bilinç biçimi” olarak tanımlayarak; yani Aydınlanmanın din tanımını alarak, sosyalist hareketin nasıl burjuva uygarlığının bir yayıcısına dönüştüğünü Tersinden Kemalizm adlı kitapta göstermiştik. Dini sosyolojik olarak böyle tanımlamanın, aslında burjuva hukuk ve ideolojisinin din


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? kavramını sosyolojik bir kavram ve kategori haline yükseltmek olduğunu; (çünkü inanç ya epistemolojik bir kategoridir ya da burjuva hukukunun; “politik olmayan”, “özele ilişkin” anlamında, hukuki bir kategorisidir). Yani bu din tanımı sosyolojik değil, epistemolojik veya hukuki bir tanımdır. Tamı tamına Aydınlanmanın tanımıdır. Dinin sosyolojik, Marksizm’in kendi özüne uygun bir tanımı yoktur. Geçmişin kalıntısı, Aydınlanmanın kalıntısı budur Önsözde. Yani Marksizm, Dini inanç olarak tanımlayarak, Aydınlanmanın din kavramını kabullenmiş oluyor; o uygarlığın ufku içine hapsoluyordu. Aydınlanma ise, bizzat din kavramının tanımlanmasıyla kendini tanımlamış bir dindir. Yani dini inanç olarak tanımlamanın kendisi toplumu açıklama değil; düzenlemedir. Sosyolojik olarak dinler de tamı tamına bunu yaparlar tüm toplumsal ilişkileri düzenlerler. Aydınlanmanın bir din olduğunu anlamanın zorluğu buradadır. İşte Marks, toplumu düzenleyen Aydınlanmanın bu “Normatif Din” kavramını olduğu gibi alıp, toplumu açıklayan bir analitik kavram gibi Önsöz’de kullanmaktadır. Sosyolojik olarak, Din inanç değildir. Din tüm üstyapıyı kapsar; üstyapının somut görünümüdür. Ve bu nedenle; Dine din (inanç) denmesi de bizzat, modern toplumun dini, yani modern toplumun tüm üst yapısının somut bir görünümüdür. Din tüm üstyapı olarak ele alındığında, dinin anatomisini, yani yapısını veya o yapının işlevlerini incelerken, ideoloji, sanat, hukuk, politika, ahlak vs. dini oluşturan yapıyı analizin araçları olabilir ve böyle kullanılabilir. Bu anlamda, bu kavramlar sosyolojik analizin kavramları olabilir. Ama böyle olmaları için, her şeyden önce, dinin içinde; dinin analizinin araçları olmaları ya da dini oluşturan öğeler olmaları gerekir. Ama din, bir “inanç”, bir “ideoloji”, bir “bilinç biçimi” olarak tanımlandığı an, bu kavramların hepsi; dinin yanı sıra; tıpkı din gibi, modern toplumun örgütlenmesinin araçları olan, hukuki ve ideolojik kavramlar haline dönüşürler. Artık o andan itibaren açıklamanın araçları değil, bu yeni anlamlarıyla bizzat açıklanması

gereken fenomeni oluştururlar. Niçin bu kavramların “dinin yanı sıra” diye özellikle belirtilerek anlamlandırıldığı, açıklanması gereken fenomendir; tıpkı dinin niçin inanç olarak tanımlandığı gibi. Ama dini inanç olarak, sanatın veya estetiğin yanı sıra, bir üstyapı kurumu; bir bilinç biçimi vs. olarak aldığınız an, sadece din kavramını değişmiş olmaz, sanat ve estetik kavramı da; o dinin içinden; onu analizin bir aracı olmaktan çıkar; dinin yanı sıra üstyapıyı oluşturduğu söylenen bir ideolojik kavram haline; burjuva toplumunun örgütlenmesini sağlayan bir kavram haline dönüşür. Ama bu haliyle artık, somut toplumda aslında din dışında bir sanat olmadığından; ne modernliği, ne antikiteyi, ne arkaik sanatları, ne de dini anlamak mümkündür. Ya da bunu daha açık görmek için hukuku ele alalım. Tarihte bütün hukuk sistemleri din içinde var olur. İster “Alevinin Darı”, ister “İslam’ın Kadısı”, ister “Modern toplumun Hakimi”, hepsi üstyapının yani dinin yapılanışının bir aracıdır. Dinin dışında bir hukuk yoktur. Bizzat din dışı olduğunu söyleyen modern hukukun kendisi, dini inanç olarak tanımlayan ve hukukun din dışında olduğunu söyleyen hukukun içindedir. Bu nedenle, hukuku dinin dışında anlamak mümkün değildir. Ama dini bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı kurumu olarak; “hukukun yanı sıra” diye dini

94

tanımladığınız an, sadece dini inanç olarak tanımladığınız için değil; din dışı bir hukuk varmış gibi koyduğunuz için, ki bu tam da modern toplumun dinidir, hukuk kavramını da ideolojik bir kavram haline dönüştürmüş olursunuz. Bu anlam kayması politikadan ahlaka her alanda görülebilir. Din dışı bir politika mümkün olmamasına rağmen, politik, dinin yanı sıra bir üstyapı kurumu gibi tanımlandığında; üstyapının (dinin) bir öğesi olmaktan; bir analiz aracı olmaktan çıkar, örneğin özel olmayan bir anlam kazanır. Modern toplum ise, bütünüyle bu özel ve politik ayrımına dayanmaktadır. Modern toplumun dininin özü, özel ve politik ayrımının kendisidir. İşte, Tarihsel maddeciliği açıklamasının daha ilk satırında, burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracı olan bir kavramı, sosyolojik bir kavram gibi ele alan Marks, din sosyolojik olarak tümüyle üstyapı olduğundan, diğer kavramlarda da aynı yanlışı yapar. Dolayısıyla, onunla birlikte Ahlak, Hukuk, Politika vs. hepsi burjuva toplumunun örgütlenmesinin aracı olan kavramlar haline dönüşür. Sonra da bu kavramları, sanki artık bu yeni anlamlarıyla sosyolojik analizin kavramlarıymış gibi, Tarihsel Maddeciliği kavramlarıymışçasına kullanmaya kalkar. Artık oradan itibaren Marksizm bir sosyoloji değil; burjuva toplumunun ideolojisi olur. Tarihsel Maddecilik, Tarihsel Maddecilik olmaktan çıkar.


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi?

Tekrar alıntıyla görelim. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilirhukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir Görüldüğü gibi, Marks, tam da dini; bir inanç, bir bilinç biçimi olarak ele alarak, onun siyasal, hukuki, artistik, felsefinin yanına koymaktadır. Ama o andan itibaren, aslında onlar da, modern toplumun dininin kavramları haline; ideolojik ve hukuki kavramlar haline gelmiş olmaktadırlar. Ve Marks onları, sosyolojinin kavramlarıymış gibi kullanmaktadır. Marksizm’in bir üstyapılar teorisinin yokluğunun, metodolojik kökleri de tam buradadır. Din dışında bütün bunların hiçbiri olamayacağı için, bir üst yapılar teorisi de bulunmamaktadır. Bir üstyapılar teorisi bulunmadığı için, bu kavramların burjuva toplumunun üstyapısının araçları olduğunu görememektedir. Bunu göremediği için de, bu kavramları sosyolojik analizin araçlarıymışlar gibi kullandığından bir üstyapılar teorisi kuramamakta ve bu kavramlarla kuramayacağını görememektedir. “Kendi kuyruğunu yakalayamayan kedi” metaforlarıyla anlatmak istediğimiz; Marksizm’in burjuva toplumunun kavramlarını kullandığı

Marks, tam da dini; bir inanç, bir bilinç biçimi olarak ele alarak, onun siyasal, hukuki, artistik, felsefinin yanına koymaktadır. Ama o andan itibaren, aslında onlar da, modern toplumun dininin kavramları haline; ideolojik ve hukuki kavramlar haline gelmiş olmaktadırlar. Ve Marks onları, sosyolojinin kavramlarıymış gibi kullanmaktadır. Marksizm’in bir üstyapılar teorisinin yokluğunun, metodolojik kökleri de tam buradadır. için burjuva toplumunun kavramlarını kullandığını görememesidir. Peki, bu dini bir “inanç”, bir “bilinç biçimi”, üstyapının bir öğesi olarak tanımlama ve tüm diğer üstyapı öğelerini de birer ideolojik kavrama dönüştürmek ve sonra da bunları sosyolojik kavramlar olarak kullanmak, Tarih ve Devrim kavramında nasıl bir çarpılmaya yol açmaktadır

95

Marks, Devrim Teorisini şöyle kuruyor: “Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı büyük ya da az bir hızla altüst eder.” Peki üstyapı, din denen şeyin karşılığı olduğuna göre; o zaman yukarıdaki satırları, Burjuvazinin Dine inanç diyen ideolojisinin kavramıyla değil de, bizzat Marksizm’in, Tarihsel maddeciliğin kavramlarıyla Marks’ın satırlarını şöyle okumak ya da yazmak gerekir: “İktisadi temeldeki değişme, üstyapı denen dini büyük ya da az bir hızla alt üst eder.” Böyle okunduğu an, devrim anlayışındaki bu değişme; hem tarihin kavranışında, hem de programda değişme anlamına gelir. Böylece hem tarihi hem de dinleri (yani toplumların üstyapılarını) anlama olanağı doğar. Örneğin, bu bize Tarihsel Maddecilik kitaplarının hepsindeki çok temel bir eksiği açıklama ve giderme imkânı verir. Bilindiği gibi, Marksizm’e göre bu tarihsel gidişin devrimlerle olması gerekiyor. Ama Marksist el kitaplarında, Modern burjuva devrimlerinden başka bir devrimden söz edildiğini bulamayız. Örneğin, (bu kavramların yanlışlığı da ayrı bir konu olmakla birlikte) “köleci toplum”a veya “feodal toplum”a hangi devrimle geçilmiştir? Eğer Marks’ın yukarıdaki ifadeleri doğruysa, hızlı ya da yavaş devrimler biçiminde olmuş olması


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? gerekir. Ama bu yönde bir gönderme yoktur. (Kıvılcımlı’da bu eksiği gidermeye, devrimlerin kapitalizm öncesi uygarlıklarda da olduğunu göstermeye ve açıklamaya yönelik “Tarihsel Devrim” kavramı vardır ama o da Marks’ın hatasıyla malul olduğundan, dikkati çektiği devrimleri, “Üretici Güçler” kavramının içeriğini değiştirerek açıklamaya çalışır. Yani uygarlıkların ve uygarlık rönesanslarının aslanda dinsel, yani toplumun üstyapısına ilişkin değişimler olduğunu söyleyemez.) Yani mülkiyet ilişkilerini ve hukuku, dinden bağımsız ve onun yanı sıra var olan bir şey olarak görünce, tarihteki devrimler de tanımlanamamaktadır; Tarih devrimsiz bir tarihe dönüşmektedir. Hâlbuki mülkiyet ve hukuki ilişkilerin değişiminin, bunlar din dışında var olamayacağından, dinlerin değişimi anlamına geldiğini bilirsek hemen bu sorun çözülmektedir. Peygamberler; tek tanrılı dinlere geçişler veya efsanelerin tanrılaşmış yeni dinler kuran kahramanlarının aslında hep devrimler yaptıkları; toplumların üstyapısının yeni bir örgütlenmesine öncülük ettikleri ortaya çıkar. İslam veya Muhammed bir devrim ve devrimci olarak ortaya çıkar. İsa ya da Hıristiyanlık da aynı şekilde. Böylece, tarih kavrayışı da, o “ilkel”, “köleci”, “feodal” tarzındaki mülkiyet ilişkisini dinden koparan, metafizik bağlamından ve deli gömleğinden kurtulur. İnsanlık tarihi Komün, Uygarlık ve Modern Kapitalizm biçiminde çok net ve her birinden diğerine geçiş bir dinden diğer dine geçişe tekabül eden bir anlaşılırlık kazanır. Bundan sonra, o dinlerin, yani üretim ilişkilerinin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkaracağı çeşitli varyasyonları anlamak ve çözmek çocuk oyuncağı haline gelir (Bunun örneklerini, Beşikçi Eleştirisi adlı kitapta, Alevilik, Şafilik, İslam, Budizm, Şamanizm bağlamında ana hatlarıyla göstermeye çalıştık.) Böylece bütün önemli din kitaplarının, destanların; peygamberler tarihinin ve bütün felsefe tarihlerinin devrimlerin tarihini anlattıkları veya bu devrimlerle ortaya çıkacak üst yapının temellerini attıkları ortaya çıkar. Bu bakış aynı zamanda, Aydınlanmacıya saçma görülen ve aslında açıklanamayan dinlerin ve din kitaplarının, dinin temeli olan tapınakların niçin böyle merkezi, tüm toplumsal hayatı kapsayan

bir yeri olduğunu; o saçma gibi görünen kitapların nasıl bu kadar etkili olabildiğini de açıklar. Zaten dini inanç olarak ele alan burjuva sosyolojisi, bizzat onun açıklama olanağını da yitirir. Bütün insanlık tarihi, hurafelere inanışın tarihi olarak görülür. O halde, bizlerin bütün tarih bilgisi, bütün tarih kitapları da modern burjuva toplumunun kavramlarıyla çarpılmış olarak tarihe baktığından ve onu öyle aktardığından, baştan aşağı bilim dışıdır; ideolojiktir ve burjuva toplumunun örgütlenmesinin araçlarıdır. Onlar da Modern Toplumun “Kıssas-ı Enbiya”larıdır. O halde tüm tarihin yeniden görülmesi ve yazılması gerekmektedir. Ama bu kavrayış, daha da önemli olarak, bizlerin geleceğe ilişkin programında ve devrim tasavvurlarında müthiş bir alt üstlük yaratır ve şimdiki program ve tasavvurların, burjuva uygarlığının kavramlarına sıkışmış olduğun gösterir.

96

Bir çocuğun bile yapabileceği ilk çıkarsama şudur: O halde, Ekim Devrimi ve onun kurduğu düzen, modern toplumun dini içinde farklı bir mezhep gibi kavranabilir. O, burjuva ya da modern uygarlığı ve dini sorgulamamış; o uygarlık ve din çerçevesinde, ezilenlere daha elverişli yaşam koşulları sunacak, mülkiyet ilişkileri sağlamayı hedeflemiştir. (Bunu da tamamıyla başardığı söylenemez.) Yani bir bakıma, Marksizm, buraya kadar gösterdiklerimizle, bizzat kendisi, burjuva uygarlığının ufkunda kaldığından, o uygarlığın içinde heretik bir muhalefet (zındıklık) olarak kalmıştır. Başka bir uygarlığı programlaştıramamıştır. Dolayısıyla Ekim Devrimi, tıpkı İslamiyet’in Göçebe Oğuzlar veya Berberiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması gibi; burjuva uygarlığının işçiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması gibi algılanmasına neden


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? olabilir. Onun üstyapısını sorgulamaz ve dokunmaz, aksine yayar. Başka bir üstyapı yani din kurmak zorunda olan işçi ve sosyalist hareketin programı, kendisini, sadece mülkiyet ilişkileri ve politik ilişkilerle sınırlayamaz. Şimdiye kadar bütün programlar böyle oldu işçi hareketinde. Ama böyle bir durum mümkün değildir, bizzat bu program anlayışı; dinin yanı sıra, hukuk ekonomi, politika tarzındaki burjuva toplum örgütlenmesinin temeliyle damgalıdır. Program tüm üstyapıyı kapsamak zorundadır. Kendisini, sadece, ekonomik, hukuki ve politik tekliflerle sınırlayan ve bundan ötesini bilinmeze bırakan bir program, burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamadığı için, o uygarlığın karşısında bir alternatif de oluşturamaz. Program, ayrı bir din, yani tümüyle üstyapı olmak zorundadır. Bu, bugünkü üstyapının temelini havaya uçurmak olarak anlaşılmalıdır; tüm ayrıntıların

belirtilmesi, geleceğin toplumu için “Mutfak reçeteleri” hazırlamak olarak değil. Yani, örneğin, özel, politik, ekonomik ayrımına son vermek; onun kendisini sorgulamak zorundadır. Ama bunu yapabilmek için, kendisinin öncelikle, burjuva uygarlığının kategorilerinin sosyolojik kategoriler değil; burjuva uygarlığının kategorileri olduğunu göstermek zorundadır. Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur. Böylece, “başka bir uygarlığı programlaştırmak” veya “ahlaki bir boyut eksikliği” gibi birçok Marksistin sözünü ettiği sorunlar da bir kılıç darbesiyle çözülmektedir. Dinin tümüyle üstyapı olduğu önermesi, Gordiyon düğümünü kesen İskender’in kılıcı gibidir. Marksizm’in ve sosyalist hareketin ve işçi hareketinin kör düğüm olmuş bütün sorunları, birbiri ardından bir kılıç darbesiyle çözülmektedir. Yeter ki bu kılıcı kullanmayı bilelim. Bizzat Marksizm’in ve sosyalist hareketin ve işçi hareketinin tarihine bu ışık altında baktığımızda, o da başka bir anlam kazanmaktadır. Henüz böyle bir program anlayışına ve bu anlayışın teorik temeli olan Tarihsel Maddeciliğe varamaması, Marksizm’in ve işçi sınıfının, onun henüz tarihsel olarak burjuva uygarlığını aşacak olgunluğa varmadığını; hatta o toplumun olanaklarını henüz tüketemediğini de gösterir. Marks bizzat Önsöz’deki satırlarında kendisinin bu zaafını da açıklayan anahtarı sunmaktadır. “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar” İşçi hareketi, bir bakıma, çürümüş imparatorluk veya uygarlıkları yıkan, ele geçiren, ona ilk zamanlarının dinamizmini veren ama onu başka bir kaliteye, daha üstün bir uygarlığa geçiremeyen göçebe fatihlerin durumuna benzemiştir.

97

Her devrim henüz yayılırken, aynı zamanda çürümeye hatta gerilemeye de başlar. İster Hıristiyanlık, İster İslam olsun bu görülebilir. Bu çürüyen uygarlığın dini ile dinlenmiş göçebe fatihler onu yıkarken aynı zamanda yayarlar. Oğuzların, Bizans ve Abbasi İmparatorluklarını yıkışı göz önüne getirilsin. Ama bu yayış, bizzat kendisi de aynı o dini çürüten güçlerin etkisi altındadır. Yani Selçuklular örneğin, Abbasileri daha yıkarken, kendileri de İslamiyet’i çürüten toplumsal güçlerin etkisi altına girerler. Diğer yandan, yıktıklarını orijinal biçimiyle de kuramazlar, onun yozlaşmış biçimlerine bir dinamizm verirler. Örneğin, İslam’ın ilk yıllarında Halifeler seçilirken, bu seçim işleyişine (içtihatına) bir dönüş olmaz artık. Yeni Fatihler de çökkün dönemin soydan gelen Sultanları olurlar. İlk fetih günlerinin, eşitler arasında birinci olan askeri önderi, kendisine taze bir soluk verdiği dinin hızlı çöküşünden de hızlı bir şekilde, daha zaferinin kanı kılıcında kurumadan, eşit yoldaşlarını, kardeşlerini öldürmeye başlar. Diyelim ki Selçuklu ve Osmanlı yayılışları; göçebeler eliyle yapılmış İslam devrimi; ya da bu devrimin yayılması idiyse; Endülüs, Berberiler eliyle yapılmış İslam devrimi yayılışı idiyse; Ekim Devrimi de; burjuva devriminin, modern dinin, işçiler eliyle yapılması ve yayılmasıdır. (Aslında bu burjuva devrimi kavramı da yanlıştır. Burjuvazi hiçbir zaman devrimci olmamıştır. Fransız devrimini Paris’in baldırı çıplakları taşımıştır. Ama bu ayrı konu. Dağıtmamak için dokunmakla yetinelim.) İşçiler, Ekim Devrimi’nde, bizzat ayrı bir din olmayan; sadece mülkiyet ve devlet ilişkilerini düzenleyen programlarıyla, başka bir din kuracak kapasitede olmadıklarını ama o uygarlığın dinine ilk dönemlerinin canlılığını verebilecek kapasitede olduklarını bir şekilde ifade etmiş oluyorlardı. Tam da işçi hareketi ve sosyalizm, burjuvazinin dininin ötesine geçemediği için, krize girmiş bulunmaktadır. Yani sosyalizmin ve işçi hareketinin krizi, bu nedenle, burjuva uygarlığının krizinin bir görünümüdür. Burjuva uygarlığı ve dini, olanaklarını tükettiği için, işçi hareketi ve sosyalist hareket, o dinin kabulleri içinde bir program oluşturamamaktadır. Bir dinin gericileşmesi, yozlaşması başkadır, olanaklarını yitirmesi başkadır. İslam daha Halifeler döneminde


ekim devrimi sosyalist bir devrim miydi? yozlaşmaya başlar; ama bu yozlaşmış biçimiyle bile hâlâ yayılmasını sürdürür çünkü olanaklarını tüketmemiştir. Burjuvazinin dini, daha Thermidor günlerinde, gericileşmeye başlamıştı; tıpkı Emevilerin egemenliği ile halifelerin seçiminin ve silahlı Müslümanlardan oluşan orduların tasfiyesi ile halifeliğin soydan geçişini geçirmeleri gibi, Napolyon’un kendini İmparator ilan etmesiyle İslam Devrimiyle aynı akıbeti paylaşmaya başlamıştı. Ama bu burjuvazinin dininin, olanaklarını tükettiği anlamına gelmiyordu. İşçi hareketi ve sosyalist hareket esas olarak, tıpkı Komün yaşamından yeni çıkan Oğuzlar veya Berberiler gibi, bu dinin ilk devrimci döneminin hayallerinin ve üst yapısının peşindeydi. Buna eklemek istediği ayrı bir uygarlık değil; o uygarlığın eşitsizliklerine ve aşırı sömürüsüne son vermekti. Yani o uygarlıkta bir reformdu. Bunu mülkiyet ilişkilerini değiştirerek elde edebileceğini düşünüyordu. Ama iktidarı ele geçirdiğinde; yani Ekim’de, bu uygarlığın gerici biçimlerinin de yayıcısı oldu tıpkı göçebe fatihlerin fethettikleri uygarlığın gerici biçimlerinin yayıcısı olmaları gibi. Burjuva uygarlığının dini, ilk başlardaki “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen ilk ideallerini terk etmiş ve politik olanı, dile, dine veya belli bir toprak parçasına göre tanımlayan gerici bir biçime geçmişti.

İşçi hareketi, bir yandan “Demokratik Cumhuriyet” programıyla bu dinin henüz devrimci döneminin ideallerini savunurken, diğer yandan, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” parolası altında, bizzat kendisi, modern toplumun dininin bu gerici biçimin yayıcısı oldu. Ve bizzat kendi uğradığı, gençlik aşısı yaptığı dinden, (özel savaş koşulları, sınıfın yok olması; tecrit olması vs. gibi nedenlerle), hiç de daha yavaş olmayan kendi çürümesi (Stalinizm) sonunda, burjuva uygarlığının dininin, en gerici biçiminin bir yayıcısına dönüştü. Bu modern toplumun dininin demokratik kökenlerine bile karşı çıkar oldu. Tıpkı Oğuzların, henüz Sünnîliğin veya soydan halifeliğin olmadığı ilk İslamiyet’in değil de, Sünnîliğin yayılmasının araçları olmaları gibi. Ekim Devrimi’ne bu tarz yaklaşım Troçki ve Leninlerin yaklaşımları ile çelişmemekte, onları da içermekte ve daha geniş bir perspektiften onları yeni bir ışık altında görmektedir. Örneğin, ABD’nin niye içindeki cumhuriyetleri coğrafi parçalar ve bir dünyayı kapsıyormuş gibi görünen birleşik devletinin parçaları gibi adlandırırken; işçilerin devrim yaptığı Sovyetlerin; cumhuriyetleri, dile, dine göre tanımlanmış uluslar halinde tanımladığı; niye günümüz milliyetçiliğinin en gerici biçiminin yayıldığını; hatta kendi çöküşünü bile açıklamaktadır.

98

O halde, Ekim Devrimi, işçiler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi veya burjuva uygarlığı yayılmasıdır. Burjuva uygarlığının üstyapısını yaymış, ama ilk zamanlar onun devrimci dönemine belli bir dönüşü içerirken, kendi hızlı yozlaşmasıyla, onun en gerici biçiminin de yayıcısı olmuştur. Elbette Leninler, Troçkiler sosyalisttiler. Milyonlarca işçi ve sosyalist, sosyalist bir devrim yaptığını düşünüyordu. Ama yaptıkları, özünde işçiler ve sosyalistler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi, daha doğrusu bu devrimin, burjuva uygarlığının bir yayılışıydı. Bunun daha eşitlikçi bir versiyonu amaçlanıyordu. Kaldı ki ona bile ulaşılamadı. Tarihte de benzerlerdi vardır: Karmıtalar gibi. Onların sosyalist inançlarından zerrece şüphe etmiyoruz ve kendimizin onların mücadelelerinin sürdürücüsü görüyoruz. Ama Marks’ın dediği gibi, “Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.


EDMUND WHITE

ADA ÖYKÜLERİ Roza Hakmen’in Türkçesiyle Ada Öyküleri, ünlü Amerikalı yazar Edmund White’ın Türkçe’de yayımlanan ilk kitabı. Öyküler Girit’te ve yazarın üç yaz geçirdiği Büyükada’da geçiyor. Edmund White, kitaptaki dört öyküyü Türkiye okuru için özel olarak bir araya getirdi ve kitaba özel bir önsöz yazdı. Edmund White, son 40 yıldır yaygınlaşan eşcinsel edebiyatın kurucularından olduğu kadar çağdaş dünya edebiyatının da çok önemli isimlerinden biri. Hem yaşadığı eşcinsel hayatı - iyi ya da fena, meleksi ya da şeytani, onarıcı ya da kırıcı - bütün yönleri, duyguları, duyarlıkları, kimsenin yakalayamadığı şaşırtıcı ayrıntılarıyla korkusuzca gözleyen ve anlatan bir yazar - hatta kitapları bu korkusuz üslubuyla yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın bir çok ülkesinde eşcinseller için rehberlik görevi yapıyor. Hem de (Amerika ile sınırlı olmayan) edebiyat bilgisi, beğenisi ile gücü Henry James’in hizasında değerlendirilen bir yazar. Kendi deyimiyle şeffaf bir dili amaçlayan ama her büyük romancı gibi çağının insanlık manzarasının bütün derinliğini taşıyan bir dil zenginliğine sahip.

EDMUND WHITE

RIMBAUD

BİR ÂSİNİN ÇİFTE YAŞAMI Çeviren Cem Uzungüneş Şair ve dâhi Arthur Rimbaud şaşırtıcı derecede kısa bir hayat sürdü, yine de macera dolu ve başarıyla tamamlanmış bir hayat. Uzun şiiri Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations şiirler toplamı modern kanonun merkezinde yer almaktadır. Yirmi bir yaşında yazmayı kesin olarak bırakan Rimbaud dünyada ülkeden ülkeye sürüklendi, sonunda da Afrika’da silah ticareti yaparken yakalandığı bir enfeksiyondan öldü. Otuz yedi yaşındaydı. Seçkin biyografici, romancı ve hatırat yazarı Edmund White, genç şairin ailesiyle ve öğretmenleriyle ilişkilerini, ayrıca kendisinden yaşça büyük ve daha tanınmış bir şair olan Paul Verlaine ile dile düşmüş ilişkisini kapsamlı bir biçimde araştırıyor. White, Rimbaud’nun şiirlerinde sık sık dert edindiği cinsel tabuları ve geleceğin Ütopik yaşamına özlemini, şiirlere getirdiği isabetli yorumlarıyla, ustalıklı çevirileriyle gözler önüne seriyor ve bizi, bu büyük ve ele avuca sığmaz şaire biraz daha yaklaştırıyor.

“Bu harika bir biyografi, enerji ve hayat dolu, sanki bir şimşek parlaması bu kitaba kılavuzluk ediyor.” PETER ACKROYD, THE TIMES


Kate Millett

Fotoğraf: Linda Wolf

“Cinsel devrim, patriyarkanın başlıca kurbanı olan kadınların kurtuluşu ve eşcinsellerin maruz kaldığı zulmün son bulmasıyla başlayacaktır.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.