Türk Heykel San’atında
Zeker Problemi Şanı dünyaya yayılmış koca pehlivanların, paşaların beylerin heykellerinde zeker niçin yok acaba? Sayfa 14
zete
kil Ga
üsta iyasî M
Aylık S
Sayı: 4 • Mayıs 2013 • Fiyatı: 2 Lira
Her emir özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır. Bakunin
Hayat çalışarak kazanılmaz, harcanır!
Niçin Çalışıyoruz?
Disiplin ve üretim kavramları yüceltilerek, emekçiler pohpohlanarak zorunlu çalışma teşvik edileceğine, miskinlik ve tembellik hakkı üzerinde durularak zorunlu çalışmanın mantıksızlığı deşifre edilmeli. Anarşistler, bu içerikte ses, söz ve görüntülerle 1 Mayıs’ta boy gösterirse hayırlı bir tartışmaya vesile olabilirler. Sayfa 2
Hay Atam Olasan Eylisli Azerbaycanlı yazar Ekrem Eylisli, yazdığı bir öyküde Ermenileri düşman görmediği için nerdeyse linç edilecekti. Çok tanıdık bir manzara değil mi? Gösterilen tepkilere karşı yazar Eylisli tavrını şöyle açıklıyordu: “Yaşadığımız bölgede, bizim vatandaşlarımızın bir kısmı da Dağlık Karabağ Ermenileridir. Biz Ermenilere sövmekle, onlara en kötü lafları söylemekle, birlikte yaşamayı beceremeyiz. İşlediğimiz suçları itiraf etmeliyiz. Bu aynı zamanda benim Ermenilere de bir mesajımdır. Henüz geç değil, beraber barışa giden yollar açmalıyız.” Sayfa 10
Anarşist Öğretmenlerden Çağrı Ey ahali, duyduk duymadık demeyin, biz Anarşist Öğretmenler Kolektifi adıyla bir araya gelen öğretmenler olarak ilan ediyoruz ki, meslek gruplarından sendikalara, sivil inisiyatiflerden çeşitli yerellerde ahalinin kendiliğinden gelişen tepkiselliklerine varıncaya değin geniş bir yelpazede anarşinin sesini insan adına, tüm canlılar ve yeryüzü adına yükselteceğiz. Sayfa 12
Savaşmak Barışmak
Sayfa 3
B. Eraslan
Barış Süreci ve Handikapları
Gazi Bertal
Liderlik Sultası ve Barış
Sayfa 5
Temel Kebapçıoğlu Sayfa 6
Şükrü Erbaş’ı Öldürmesek de Olur
Mehmet İşten
Özgürlüğe Açılan Kapı
Sayfa 7
Temel Kebapçıoğlu
Kaczynski Yanılıyor
Sayfa 8-9
B. Eraslan
Beni Hasta Eden Kavramlar
Sayfa 11
Gazi Bertal
İç Savaştan Devrim Çıkar mı? Suriye’de iktidar ile muhalefet, iki yıldır süren iç savaşta âdeta bir kısır döngü içinde birbirlerini yeniden üretiyorlar. Çatışan güçlerin, birbirinden ayırt edici hiçbir nitelikleri maalesef yok. Tüyler ürpertici katliamlara, insana, doğaya ve her türlü canlıya kast eden imha eylemlerine iktidar da muhalefet de aynı şekilde imzasını atabiliyor. Suriye iç savaşından özgürlük doğmaz. Sayfa 11
Sayfa 4
Sayfa 13
Hülya
Orta Sınıfın Çevre Sorunu
Sayfa 16
Belgin
2
1 Mayıs’ın Yeni Anlamı Gazi Bertal Hem yoğun emek sömürüsü hem de ağır çalışma koşulları bakımından 19. yüzyıl kapitalizmi, pek çok iktisatçı, düşünür ve sosyal tarihçi tarafından vahşi kapitalizm olarak nitelenir. Vahşi sözcüğündeki haksız, aşağılayıcı anlam kaymasını bir tarafa bırakırsak, “vahşi kapitalizm” koşullarının artık çağdaş uygarlık ve günümüz modernitesi olarak ikâme edildiğini söylemek mümkün. Bu nedenle, 1 Mayıs gibi, kapitalizme karşı sembolleşmiş işçi mücadelelerinin anlam ve amacı üzerine düşünürken bu olgunun tarihsel çıkış noktalarını göz ardı etmemekte yarar var. 19. yüzyılın başından itibaren hızla artan sanayileşme aynı zamanda korkunç bir sefalet de doğuruyordu. Özellikle İngiltere ve Fransa’nın sanayileşme tarihinde insanın karşı karşıya kaldığı sefaletin trajik ilk örnekleri bugün sinema ve edebiyatın zengin kaynakları arasında da yer alır. Geriye dönüp bakıldığında çıkış noktası “vahşi kapitalizm” koşullarına dayanan 8 saatlik işgünü mücadelesi gibi hedeflerin veya “zorunlu çalışma” gibi kavramların o gün sorgulanmamış olması anlaşılabilir belki. O nedenle, genel işçi hareketi içinde yer alan 19. yüzyıl anarşistleri de çoğu kez yaşamlarına mal olan bu hedefler uğruna mücadele ettiler. O günlerde işçi sınıfının içinde bulunduğu sefaletin minimize edilmesi, çoğu zaman 14 saate varan işgününün 8 saat ile sınırlandırılması gibi talepler, dönemin koşulları hatırlandığında doğru ve haklı taleplerdi. Çünkü 19. yüzyıl boyunca kapitalizmin sürdürdüğü dizginsiz sermaye birikimi işçi sınıfını acımasız emek sömürüsüne maruz bıraktığı kadar amansız bir sefalete de mahkûm ediyordu. Avrupa ve Amerika’nın sanayi kentlerinde neredeyse hiçbir sağlık tedbirinin olmadığı şartlar altında atölye ve fabrikalarda her gün 12 saatten fazla çalışan işçiler buna rağmen açlıkla pençeleşiyordu. Sanayi kentlerinin kırsal nüfusu yutup hızla büyüdüğü bu dönemde barınma sorunu, açlık, sefalet ve toplumsal baskı da aynı oranda artarak yayılıyordu. Haliyle, işçi sendikalarının dile getirdiği talepler de bu koşullarda şekilleniyordu. Basit ve anlaşılır şeyler talep ediyordu sendikalar: Çalışma saatlerinin azaltılması; çalışma şartlarının
Eğer 1 Mayıs’a yeni bir bakış açısıyla bakmak veya yeni bir anlam yüklemek gerekiyorsa, bu anlam, ücretli-ücretsiz kölelik sisteminin sona ermesini istemek olmalıdır. sağlığa uygun hale getirilmesi ve ücretlerin arttırılması. Ne ki, bugün pek makul görünen bu talepler yüzlerce direniş, genel grev ve yer yer toplu ayaklanmalardan, kanlı bastırma operasyonlarından geçilerek yüz yıllık mücadeleyle ve nice insanın hayatına mal olduktan sonra ancak yasal düzeyde kabul edilebildi. Elbette bugün bile dünyanın her yerinde 8 saatlik işgününe riayet edildiği söylenemez. Birçok ülkede çocuk emeğinin sömürüsü had safhada, keza, sağlık açısından olumsuz çalışma koşulları fiilen devam ediyor. Yaşam standartları ve düşük ücretler hâlâ can yakıcı bir problem olarak mücadele gündemindeki yerini koruyor. Ancak, ben daha çok, Şikago işçilerinin yüz elli yıl önce dile getirdikleri taleplerin dünya burjuvazisi tarafından en azından yasal çerçevede gördüğü kabulden söz ediyorum. Birleşmiş Milletler’in sözleşmeleriyle tescil edilen taleplerin birer hak olarak kabul gördüğü aşikâr. İşte bu tarihsel arka plan dikkate alınarak bakıldığında 1 Mayıs’ın sembolize ettiği 8 saatlik işgünü ile bir buçuk asır önceki iş koşullarına karşı sürdürülen mücadelenin amacına ulaştığı söylenebilir. Tabii bu süre zarfında “işçi sınıfının iktidar mücadelesi” olarak nitelenen daha uzun erimli bir hedef de 1 Mayıs’ın sembolik anlamına eklemlendi. İşçi sınıfı partileri bu hedefi devrim ve iktidar programı halinde benimseyip şekillendirdikçe 1 Mayıs da çalışma süresinin kısaltılmasından ziyade kapitalizme ve burjuva düzenine karşı evrensel bir mücadele karakterine büründü. İşte bugün anarşistlerin üzerinde
durup tartışmaları gereken şey, 1 Mayıs’a çıkış noktasından farklı bir anlam ve içerik kazandıran günümüzde taşıdığı bu karakteridir. Şimdi meselenin ta başına dönerek, birçok anarşistin de aklını çelen Marx’ın temel yanılgılarından birini hatırlatayım: Marx “üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerinin değişimine yol açar” demişti. Üzerine sınıf mücadelesinin teorisi bina edilen bu öngörü yüz elli yıldır gerçekleşmedi. Bugün aklı başında hiçbir Marksist, üretici güçlerin yeterince gelişmediğini iddia edemez. Aksine, üretici güçlerin mevcut gelişimi insanlığı büyük bir felakete sürüklemekte. Emek-sermaye gelişiminin yarattığı sanayileşme, büyük çevresel sorunlara yol açmakla kalmadı ekolojik sistemde yarattığı tahribatla tüm gezegenin varlığını tehdit eden boyutlara ulaştı. Herkesin malumu olan bu gerçek, “üretici güçlerin” ya da başka bir ifadeyle sanayi toplumunun ortaya koyduğu bir tablodur. Şimdi birileri işin kolayına kaçıp “bu vebal kapitalist sisteme ait, işçi sınıfının böyle bir hedefi yok” derse gerçeğin yalnızca bir boyutunu ifade etmiş olurlar. Doğru, işçi sınıfının kendi başına herhangi bir hedefi yok. O, emek gücü olarak sermayeye eklemlendiği oranda endüstriyel gelişmenin dinamiğini oluşturur. Aynı şekilde siyasal öncülerinin –adına kurulan partilerin– tercihine iştirak ettiği oranda da iktidar mücadelesi hedefine yönelir. Ama, her iki durumda da işçi sınıfı bu vebalden azade değildir. Çünkü emeğin kendi başına varolamayacağı, sermayesiz emeğin eşyanın tabiatına aykırı olduğu
gerçeği hep gözden kaçırıldığı için emekçi sınıfa böyle bir masumiyet atfedilir. Haliyle, sanayileşmenin birkaç yüzyıldır yeryüzünde sebep olduğu musibetlerden yalnızca sermayenin sorumlu tutulması ideolojik bir bakıştan ibarettir. Halbuki hem sanayi sisteminin hem de güç sisteminin bekâsı az çok emeğin ve emekçi sınıfın kategorik varlığına ve işlevine dayalıdır. Her kim ki bu handikaba işaret etmeden işçi sınıfının kurtuluşundan söz ederse, işçi sınıfı adına yeni bir güç sistemi ikâme edip tepesine oturmaya talip olmaktan başka bir şey ifade etmiş olmaz. O halde, her türlü iktidarı reddeden anarşistler neden “işçi sınıfının iktidar mücadelesi” perspektifine indirgenen 1 Mayıs’ı sorgulamayıp “birlik mücadele zafer” kalıpları içine hapsolurlar? Ne zaferidir bu; iktidar içermeyen bir zafer olabilir mi? Çünkü günümüzde –özellikle de Türkiye’de– 1 Mayıs’ın sadece iki anlamı var, biri sendikal çevrelerin dillendirdiği müreffeh bir hayat için emeğin adil ölçüler içinde karşılığını alması, başka bir deyişle refahın hakça bölüşümü talebi; diğeri ise, sosyalist partilerin dillendirdiği sınıf iktidarı talebi. Sendikal çevreler için 1 Mayıs emekçilerin birlik ve dayanışma bayramıdır; Sol örgütler için ise, birlik ve mücadele günüdür. Açık ki anarşistler için her iki perspektifin de savunulacak yanı yok. Ne refahın çoğaltılıp –hakça da olsa– bölüşümü gibi sistemi besleyen bir perspektif ne de sınıf adına yeni tahakküm odağının hedeflenmesi gibi karşı bir perspektif anarşistleri ilgilendirebilir. Dolayısıyla, 1 Mayıs artık ne emek bayramdır ne de iktidar için kavga günüdür. Eğer 1 Mayıs’a yeni bir bakış açısıyla bakmak veya yeni bir anlam yüklemek gerekiyorsa, bu anlam, ücretli-ücretsiz kölelik sisteminin sona ermesini istemek olmalıdır. Bunun da en kestirme ve doğru yollarından biri zorunlu çalışma ve her türlü üretim sistemine karşı çıkmaktır. Disiplin ve üretim kavramları yüceltilerek, emekçiler pohpohlanarak zorunlu çalışma teşvik edileceğine, miskinlik ve tembellik hakkı üzerinde durularak zorunlu çalışmanın mantıksızlığı deşifre edilmeli. Anarşistler, bu içerikte ses, söz ve görüntülerle 1 Mayıs’ta boy gösterirse hayırlı bir tartışmaya vesile olabilirler.
aylık siyasî müstakil gazete sayı 4, Mayıs 2013, istanbul yerel süreli yayın issn: 2147-0871 sahibi ve yazı işleri sorumlusu: ahmet kurt dağıtım: elden
idarî adresi: taksim cad. yoğurtçu faik sk. no: 20/1 taksim - istanbul iletişim adresi: feridiye cad. no: 21/1 taksim - istanbul tel: 0212 297 38 75 info@anarsistgazete.org baskı: sena ofset, matbaacılık sanayi tic. ltd. şti. litros yolu 2. matbaacılar sitesi B blok kat 6 no: 4nb 7-9-11 topkapı - istanbul
bulunduğu kitabevleri ankara: dost kitabevi, imge kitabevi, bilim sanat kitabevi eskişehir: insancıl kitabevi, aşiyan sahaf, ada kitabevi istanbul: mephisto, pandora, robinson kitabevi, kadıköy mephisto izmir: kitapsan kıbrıs şehitleri, kitapsan konak
3
SAVAŞ-MAKinesinden BARIŞ-MAKinesine B. Eraslan 21 Mart günü Diyarbakır’da Newroz kutlamaları nedeniyle toplanan yüzbinlerin önünde okunan Öcalan’ın mesajıyla Türkiye’de Türk-Kürt sorunu açısından yeni bir sürecin başladığı “resmen” ilan edilmiş oldu. Buna göre öncelikle süresiz ateşkes ilan edilerek çatışmasızlık süreci başlatılacak, ardından gerillalar mümkün olduğunca kısa bir sürede Türkiye sınırlarının ötesine çekilecekler ve yine mümkün olduğu kadar kısa bir sürede silahlar bırakılarak siyasi mücadelenin önü açılacak. Ardından “Akil insanlar” toplanacak, faili meçhul cinayetleri aydınlatmak amacıyla “Hakikatleri araştırma komisyonu” kurulacak, TMK ve TCK yeniden gözden geçirilerek halen KCK davalarından tutuklu bulunan on bine yakın insanın salıverilmesinin önü açılacak, mevcut anayasadaki Türklüğe atıfta bulunan maddeler kaldırılacak, KCK/ PKK militanları için eve dönüş yasası çıkarılacak, lider kadro için ise üçüncü ülkelere geçiş imkânı tanınacak ve muhtemelen eyaletleşmeyi de içeren bölgesel yönetimleri güçlendirecek bir başkanlık sistemine destek karşılığında siyasi partiler yasası ve seçim sistemi yeniden ele alınacak, ülke seçilme barajı “makul” seviyelere çekilecek vb. Bu tarihi gelişmeler tüm hesaplarını savaş üzerine yapmış sağcısından solcusuna, Türk-Kürt milliyetçisinden “demokrat” aydınlarına kadar tüm çevrelerde bir ezber bozumu yaratmış görünüyor. Bu meselenin gerçekten çözülüp çözülemeyeceğini hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Başta devlet olmak üzere tarafların bunu ne kadar samimiyetle istediklerini tamamen bilebilme olanağına sahip değiliz. Şu an en fazla yapabileceğimiz olan bitene dair tüm bileşenleri bir araya getirerek sağlam bir analiz oluşturmaya ve bunun üzerinden tahminlerde bulunmaya çalışmaktır. Konuyla ilgili olarak 30 yıllık savaşı haklı savaş - haksız savaş, kirli savaş - özgürlük savaşı, devlet terörü - devrimci halk savaşı /direnişi diye tanımlayan Türk-Kürt sol, demokrat (hatta bazı anarşistler dahil) çevrelerin Kürt hareketi ile devletin uzlaşması karşısında bir zamanlar kıblesini Moskova’ya çevirmiş sosyalistlerin düştüklerine benzer ideolojik politik bir boşluğa düştükleri çok açık. Çok değil 4-5 ay öncesinde barışı sadece bir propaganda argümanı olarak tasarlayan, devrimci bir savaş romantizmi yayan çevreler bugün “barış için ajitasyon göreviyle” karşı karşıya kalmış durumdalar. Bu ezber bozumu doğal olarak yeni duruma uyum güçlüğü ve mevcut bünyede bir hazım sorunu yaratmış görünmekte. Ece Temelkuran gibi Kemalist sol bir pozisyondan silahlı Kürt hareketini antiAKP bir enstrüman olarak görenlerin boğazlarında acı bir tat bırakan barış
Bu tarihi gelişmeler tüm hesaplarını savaş üzerine yapmış sağcısından solcusuna, Türk-Kürt milliyetçisinden “demokrat” aydınlarına kadar tüm çevrelerde bir ezber bozumu yaratmış görünüyor.
süreci bir hazımsızlığa yol açmakta. Silahlı Kürt hareketinin organik medyasında kendilerine ayrılmış köşelerde yıllarca “haklı savaş” ideologluğu yaparak silahlı Kürt hareketini ve otoriter yöntemlerini “politik doğruculuk yapmamak” adına eleştiriden muaf tutan kendisini hiçbir zaman Kürt olarak tanımlamamış demokrat aydınların üzerinde varoldukları politik zemin ortadan kalkınca barış sürecini sahiplenmekte epeyce zorlandıkları görülmekte. Bu konuya kendi açısından yaklaşan Etyen Mahçupyan önemli bir noktanın altını çizmiş ve şöyle demiş;
“Kürt meselesinin siyaseti belirleyen önemi Türkiye’nin aydınları için entelektüel açıdan epeyce zararlı oldu. Ortada açık bir hak ihlali vardı ve Kürtlerin haklarını savunmak kişiyi kolay yoldan ‘demokrat’ kılabiliyordu. Böylece ‘despotik’ devletin ceberut tavrından şikâyetçi olan liberallerle, kapitalist devletle tarihsel güç kavgası içinde olduklarını farz eden sosyalistler ortak bir noktada buluştular. Ne var ki bu kolaycılık giderek bazılarını soru sormaktan ve analiz yapmaktan uzaklaştırdı. Normatif olanın peşinden gitmenin cazibesi, gerçekliği anlamaya çalışmanın önüne geçti. Kürt meselesi çözülmediği sürece, ülkeye demokrasi gelmeyecekti ve bu meselenin çözümü de çok uzaklardaydı. Bu yaklaşımın nasıl bir psikolojik tuzak olduğu pek anlaşılamadı. Aydınlar son otuz yılda sürekli olarak ‘barış’ ve ‘çözüm’ talep ettiler ama yine sürekli olarak niye barış ve çözümün olamayacağını sergileyen delillerin peşinde oldular. Kürt meselesinin çözümünün demokrasi için gerekli bir koşul olarak tasavvur edilmesi her türlü demokratikleşme adımının küçümsenmesine neden oldu çünkü asıl mesele çözülmeden durmaktaydı. Buna karşılık son on yılda hükümetin bu meseleyi çözme gayretleri de aynı şekilde küçümsendi, çünkü böylesine antidemokratik bir yönetim ve hukuk yapısı içinde Kürt sorunu çözülemezdi…” 1 Etyen Mahçupyan’ın kimleri kastettiğini anlamak için birkaç alıntıyla konuyu somutlamaya çalışalım; 1) “Türk halkı gerçekten barış istiyor mu?”... 2) “Yargı adaletin değil devletin yargısı olmaya devam ediyor.”...
“Hürriyet’in logosunda hala “Türkiye Türklerindir” yazıyor. 3) “İslam kardeşliği altında yaşamıştır ve yaşayacaktır” cümlesini hatırladıkça. Biz geç öğrendik ama, bu toprakların Hıristiyan halkları ve Aleviler, Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Madımak’ta İslam kardeşliğinin ne demek olduğunu çok iyi bilir.”…2 Denilerek yıllarca bir ajitasyon malzemesi yapılan barış için şimdi yeni bir eleştiri hattı çizilmektedir. Burada sorulması
gereken sorular şudur; “İslam kardeşliği” denen argümanın korkunçluğu Türklerin uluslaşması (Türk ulus devletinin kuruluşu) süreçlerinde gayri-müslimlerin (özellikle de Hıristiyanların) etnik temizliğe tabi tutulması ve bu etnik temizliğe Kürtlerin de dahlinin olmasından duyulan vicdanî yükten midir? Yoksa klasik Kemalist “laik duyarlılığı” ile bugüne kadar Alevilere yapılan yok sayma, asimilasyon, sindirme ve kontrgerilla politikalarını laik T.C. devletinin Türk-İslam sentezcisi politik stratejisinin hanesine yazmak yerine gizli gündemi olan “AKP gericiliğinin” yobazlığından duyulan yapay “korkulardan” mı kaynaklanmaktadır? Post modern dünyada demokrasi sadece bir illüzyondan ibarettir. Hiçbir ulusal sorunun çözümü ya da barış “gerçek demokrasiyi” getirmez. Çünkü “savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.” Barış ise savaşın bittiği anda taraflarca bir mutabakata göre çizilen politik-stratejik yol haritası içeren bir tür sözleşmedir. Yani başka bir deyişle; barış savaşın ve politikanın başka araçlarla devamıdır. Yani barışın ille de “adil” olması gerekmez, barış savaşın bitişini gösterir politik ve hukuki bir metindir o kadar. Önemli olan barışın savaşan tarafları tatmin etmesi, savaşın nedenlerini maddi ve psikolojik olarak ortadan kaldırmasıdır.
“Ama şaşkınlıkla tiksinti arası bu tuhaf ve kırgın duyguyu hissetmeye hakkımız var, değil mi? Daha düne kadar “Tek bayrak tek millet” sloganı altında toplananların bugün iktidarın bir emriyle, bir folklorik hoşluk olarak barış işareti yapmasını, Kürtlerin de konjonktür gereği hoş tuttuğu yeni “vicdan prenslerini/prenseslerini”, Yıldırım Türker’e, Nuray Mert’e ve bana “Kandil muhibi” deyip hakkımızda operasyon başlatanların bugün en coşkulu Kürt-dostları olmasını, olayların Nihat Doğan eksenine kaymasını, bir tane bile işkenceden geçmiş Kürt çocuğu görmemiş olanların bugün Kürt çocuklarının gözlerinden bahsetmesini, gönderilen manidar selamları, “Elhamdülillah barışı getiriyoruz” ambiansını, kurulmakta olan ittifakları, bu yeni ittifakların fabrikasyon barış söylemlerini, bölgesel değişim planı çerçevesinde imal edilen barışı, hasılı bu “hayhuyu” izlerken, hiç değilse sessizce tiksinme hakkımız var değil mi?” 3 Bu sığlığın karşısında neyse ki yukarıdaki alıntıda değindiğimiz Etyen Mahçupyan’ın
yakaladığı halkayı başka açıdan okuyabilenler de var.
“Kürt sorununun barışçı tarzda çözümü, akan kanın durması gibi ana çizgileri kaybettiğimiz zaman, buna yönelik eleştirileri pervasızca sıralamak çok mümkün. Soldan gelen, emperyalizmin etkisi, şeriatçı bir diktatörlüğe gidişte Kürtlerin payanda olarak kullanılması gibi eleştiriler, bence sürecin asıl karakterini anlamaktan uzak, buna katkıda bulunmaktan geri durmayı amaçlayan eleştirilerdir. Yani ciddi devrimci endişelerle yapılacak bir eleştiri olarak görmüyorum. Mesela söylenenlerden bence en komik olanı “Silah bırakmak teslimiyettir” yaklaşımı. Savaşan sen değilsin, ne olduğundan haberin yok, “Savaş devam etsin” dediğin zaman sen zaten orada olmayacaksın. Böyle bir öneriyle hareket etmek doğrudan doğruya sol lafazanlık, keskinlik. “Silahlar susmasın!” Sen zaten sıkmıyorsun ki, adam sıkıyor, o susturacak.” 4 Konuya saf politik olarak bakanların Öcalan ya da Türk ulusalcıları kadar bile küresel ve bölgesel politik dengeleri okuyamadığı görülmektedir. Oysa Öcalan’ın “Misaki Milliye saygılı”, “İslam kardeşliği” soslu ve “Ermeni diasporası” eleştirisi dolgusu içeren açıklamasının hemen ardından Obama’nın İsrail ziyareti ve İsrail tarafından Türkiye devletinden dilenen resmi özür, Suriye’deki Kürt hareketinin (PYD) ulusal muhalefet cephesine dahli, Barzani’nin ve Irak Başbakanı Maliki’nin açıklamaları ulus devlet ötesi başka stratejilerin işaretlerini de vermekte. Olan bitene dair en rasyonel açıklamayı PKK’nin yaşayan üç kurucusundan biri olan Ali Haydar Kaytan Nûçe TV’ye “Düne kadar Devrimci Halk Savaşını geliştirerek yaygınlaştırmak noktasındayken barış noktasına nasıl geldik” meâlli bir soru üzerine şöyle yapmakta;
“Bunları söyleyenler bu hareketin özünü bilmeyenlerdir. PKK hareketi bir önder hareketidir. Önder ne diyorsa odur. Mücadele yöntemini önder belirler. Silahsız diyorsa silahsız olur.” 5 (1) Etyen Mahçupyan, Zaman, 7 Nisan 2013 (2) Ayşe Günaysu, Özgür Gündem, 26 Mart 2013 (3) Ece Temelkuran, Birgün, 25/Mart 2013 (4) Aydın Çubukçu, Evrensel, 8 Nisan 2013 (5) Ali Haydar Kaytan, Nûçe TV, 4 Nisan 2013
4
Barış Süreci ve Handikapları Gazi Bertal Türkiye’de siyasî gündem yeni bir mecraya girdi. Barış sürecinin startı davulla zurnayla verildi. Elliye yakın AK Partili milletvekili Kürt vilayetlerinde davul-zurna eşliğinde halaylarla karşılandı. Milletvekilleri, garnizon komutanlarıyla kol kola halay çekerek barış sürecinin başlatıldığını resmen duyurdular. Diyarbakır’daki newroz kutlamasının hemen ardından PKK de ateşkes ilan ederek barış sürecini aktif şekilde destekleyeceğini açıkladı. Her şeyden önce şunu belirtmeliyim; tarafların her türlü politik hesaplarına rağmen barış sürecinin konuşuluyor olması bile şimdiden ılımlı bir hava yaratmaya başladı. Bu süreç, arka planında hangi hesaplar, hangi oyunlar, hangi kurgular olursa olsun, ölümleri ve akan kanı durdurduğu sürece sevinilecek bir gelişme, bence olumlu karşılanması gereken bir adımdır. Elbette politik çevrelerin barış süreci gibi bir olguya siyasî hesaplardan uzak bir yaklaşımla eğilmeleri beklenemez. Zaten kıyamet de bu hesapların türlü türlü ayrıntısında kopmakta. Ben ise, bu süreci olumlu görürken bunun barış, demokrasi ve özgürlük getireceğini, toplumun hem kendi içinde hem de devletle arasındaki her türlü sorunu çözeceğini falan söylemiyorum. Gerçek anlamda barış ve özgürlüğe bu süreçle varılabileceğine elbette inanmıyorum. Ancak, meseleye ideolojik değil de ahlâkî boyutundan baktığımda rahatlıkla söyleyebilirim ki bir tek insanın ölümü bile herkes için vicdanî bir sorumluluk doğurmaktadır. Savaşın durdurulması süreyle sınırlı olsa bile birilerinin öldürülmeyeceğini bilmek, vicdanen ve ahlâken bana hem doğru hem iyi gelir. Yalnızca insanın değil, öteki canlıların ve bir bütün olarak doğanın hayat hakkı hiçbir siyasal tezimizden, felsefi veya ideolojik görüşümüzden daha az değerli değildir. İşte bu nedenle barış süreci denilince öncelikle akan kanı, yitip giden insan hayatını, savaşın yol açtığı yıkım ve onulmaz tahribatı gözümün önüne getirerek düşüncelerimi ortaya koyuyorum. Yoksa bu sürecin siyasal arka planında dönen hesapları az çok tahmin ediyorum. Ve şöyle bir ihtimal de elbette mümkün: Bu süreçle başlayan gelişmeler üç-beş yıl içinde belki bugünkünden çok daha fazla sayıda ölüm ve yıkıma yol açabilir. Ama, unutmayalım ki genellikle niyet okumalarından kaynaklanan varsayımlar, şimdi, şu anda öldürülmekte ve yok edilmekte olan hayatların yerine ikâme edilemez. Kaldı ki, savaşın fiilen seyircisi konumunda olan bizler, ideallerimiz ve öngörülerimizden bakarak “inadına mücadele” sürsün ya da hükümet hedeflerine ulaşamasın
diye başka insanların hayatları pahasına kurgulanan savaş stratejilerini nasıl destekleyebiliriz? Tam da bu noktada iki şekilde tavır takınmakla karşı karşıyayız: Birincisi “AKP karşıtı mücadele” adı altında süren ama, aslında söz konusu savaş stratejisini destekleme tavrıdır. Bunun için fiilen harekete geçerek yani, barış sürecine sesle, sözle, yazı-çizi ve görüntüyle karşı çıkarak mevcut statüyü desteklemiş oluruz. İkincisinde ise, barış sürecine eylem ve etkinlikle karşı çıkmamak, yani hiçbir şey yapmamak, sessiz kalmak suretiyle barış sürecini desteklemektir. Ben bu ikinci seçeneği tercih ediyorum; hiçbir şey yapmamakla, bir anlamda köstek olmamakla destek oluyorum. Nedenini yukarıda açıkladım: Hiçbir insanın ölümü, Öcalan’ın, Erdoğan’ın, PKK’nin, AKP’nin siyasî hesap ve çıkarlarından daha değersiz değildir. Unutmamalı ki, türlü nedenlerle sürdürülmek istenen bu savaş, kendi gerekçelerini yıllar önce kendisi geçersiz kılmıştır. Hal böyleyken başka insanların ölmelerini/öldürmelerini teşvik etmeme; ve “kanı durduracağız” diyenlere de siyasî tezlerimiz icabı kalkıp “hayır, siz sınıfsal, kültürel, estek-köstek sebepleriniz gereği bu kanı zaten durdurmak istemezsiniz” dememe sessizliğinden söz ediyorum ben. Gelelim sürece ilişkin eleştirilere: Her şeyden önce, barış süreci ya da Kürt sorununun çözümüne dair bugüne dek söylenmedik söz kaldı mı acaba? Bence hayır. Her görüşten, her gruptan, her siyasi camiadan fikir ve kalem erbabı insanlar, konu üzerine yıllardır yazıp çiziyor. Sadece yazıp çizmek mi? Eleştiriler, öneriler, reddiyeler, fikrî saldırı ve savunmaların bin bir türü sergilendi, sergileniyor. Kısacası hem Kürt sorunu hem “PKK sorunu” hakkında çok şey söylendi. Yığınla gazete, dergi, hatta ciltlerce kitap yazıldı-çizildi. Dolayısıyla bugün gelinen noktada tarafların bilgi veya veri eksikliğinden söz etmek yersiz kaygılara kapılmak anlamına gelir. Artık söz konusu olan tercihlerdir. Taraflar attıkları adımı bilerek, hesaplayarak atmaktalar. Onun için, niyetleri ne olursa olsun muhaliflerin bu saatten sonra kalkıp müzakere veya barış süreci konusunda PKK’ye nasihat ve önerilerde bulunmasının ne anlamı ne de gereği var.
Ana gövde ve komuta merkezinin militer bir mantıkla daha da güçlendirildiği bir hareketten komünalist hayat tarzı bekleme mucizesi, cevapsız bir soru olarak karşımızda duruyor.
Çünkü PKK, liderinin tutuklanıp yargılanmasıyla başlayan ve ucu gelip bugüne dayanan “İmralı Süreci” konusunda, kendi içinden veya dışından gelen tüm eleştiri ve önerileri görmezden geldi -ya da açıkça reddetti. Öcalan’ın en azından tutukluluk koşulları nedeniyle içinde yer aldığı Genel Kurmay angajmanı, herkesten önce PKK, BDP yöneticilerinin malumuydu. Devletin, Öcalan’la sürdürdüğü ilişki ve manipülasyonun boyutunu herkesten önce onlar görüyor ve tanık oluyorlardı. “Halk kitleleri” denilen insan selinin, “irademiz İmralı” beyanını anlamak bir ölçüde mümkün. Ancak, yıllarca hapis yatıp çıktıktan sonra, bugün örgütlerinin başında, birinci dereceden söz ve karar sahibi olan onca kişinin Öcalan’ın bu konumunu kabullenip iradelerini ona teslim etmeleri, bilgisizlikle açıklanacak bir olgu değildir. Kendi içinden gelen eleştiri ve önerileri -bölünme pahasına da olsa- elinin tersiyle iten PKK yönetimi, farklı siyasî yelpazelerde yer alan başka muhaliflerin bu konudaki uyarı veya telkinlerini hayda hayda dinlemezdi. PKK, liderinin iradesiyle başlattığı savaşı şimdi yine onun iradesiyle bitiriyorsa buna ilişkin söylenecek söz, yapılacak uyarı yoktur artık. Diyarbakır’daki newroz şenliğinin de işaret ettiği gibi, yüz binlerce insan iradelerini hapis yatmakta olan bir insana teslim ediyorsa orada sözün sonuna gelinmiş demektir. Bu durumda yeni mecranın varacağı yeri hep beraber izleyip göreceğiz. Öyle görünüyor ki PKK’nin otuz yıllık silahlı direnişi yeni bir mecrada, yeni bir menzile doğru yol alacak. PKK, Newroz’da açıklanan seyri izlerse eğer, “silahlar değil siyaset konuşacak” talimatı uyarınca artık “sivil siyaset” tarzına uygun bir dönüşümü hedefleyecek. Türkiye sınırları dışına çekilse de Güney Kürdistan dağlarındaki silahlı varlığı ile “sivil siyaset tarzı”nın ne ölçüde uyuşacağı konusu bu sürecin kuşkusuz en önemli handikaplarından biridir. Açık ki, askerî bir hareket olan PKK, bütünüyle sivil toplumsal bir harekete dönüşmeye henüz kesin karar vermiş değil. Kırk yıla yaklaşan geçmişi ve doğuşundan beri silahlı mücadeleyi belirleyici, stratejik bir tarz olarak benimsemiş olması bugün öngörülen dönüşümü önünde hayatî riskler oluşturduğu gibi, ciddi engeller de teşkil etmektedir. Tam da barış söylemini yükselttiği, hatta pratik adımlar atmaya başladığı bir dönemde Suriye’de kendiliğinden oluşan sürpriz “PYD iktidarı” PKK lehine yeni bir güç dengesi yarattı. Bu yeni denklem PKK’yi, içinden çıkılması güç bir muhasebe yapmaya zorlayacaktır. Basına yansıyan İmralı tutanaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye sınırları içinde sivil bir PKK hedeflenirken Suriye’den İran’a kadar uzanan şeritte de gerilla sayısını yüz bine
çıkararak daha da güçlenmiş bir PKK’den söz edilmekte. Ana gövde ve komuta merkezinin militer bir mantıkla daha da güçlendirildiği bir hareketten komünalist hayat tarzı bekleme mucizesi, cevapsız bir soru olarak karşımızda duruyor. Öte yandan PKK’nin basın yayın organlarında yer alan fikirlere baktığımızda, yerinden yönetilen, çoğulcu, demokratik komünalist toplumsal yaşamı hevesle inşa etme gayreti içinde bir hareketle karşılaşıyoruz. Ancak bütün bu söylenenlerin, mevcut askerî yapının, dahası giderek güçlenip pekişecek militer yapının vesayeti altında nasıl gerçekleşeceği tam anlamıyla bir muammadır. Çünkü niyetlenmekle olacak iş değil bu. PKK’nin hedeflediği özgür toplumsal yaşamın önündeki en büyük engellerden biri, bizzat sahip olduğu askerî yapı ve onun zihniyetidir. Bu noktada da iş gelip silahların gömülmesine, daha doğrusu bir araç olan silahın yanı sıra esas olarak militarizmin reddine dayanır. PKK, şu son yıllarda dillendirdiği hedeflere varmak istiyorsa eğer, gerçek anlamda sivil bir hareket olmak durumundadır. Şüphesiz ki bunun yolu öncelikle samimi bir anti-militarist pratikten geçer. Oysa karşı karşıya olduğumuz manzara ne böyle bir görüntü sunuyor ne de böyle bir umut taşıyor. Mevcut durum onu daha çok Suriye-İran şeridinde yeni roller, yeni görevler üstlenmeye zorlayacak gibi görünüyor. Şu halde PKK, iradesini teslim ettiği liderine rağmen bu dayatmayı reddedebilecek mi? Eldeki verilere bakılırsa bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değil. Çok açık ki PKK, sadece örgütsel yapısıyla değil, bilinci ve hedefleriyle de ancak Öcalan eliyle dizayn edilebilir. Bu dizayn çalışmalarının nerede ve hangi koşullarda yapıldığı ise artık herkesin malumu. Ve benim kanaatim odur ki PKK bizzat kendi liderinin esaretinden kurtulmadığı sürece ne sivilleşebilir ne de gerçek anlamda bağımsız bir güç olabilir. Son yıllardaki siyasal patinajı da bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. O nedenle, kimi zaman dillendirdiği antiotoriter özgürlükçü çıkışlar, uygulamaya koyduğu itaatsizlik eylemleri hem bu dizayn merkezindeki frenlemelere takılmakta hem de aynı zamanda oradaki filtre sisteminden süzülüp pratiğe dökülmekte. Bu kaderi değiştirecek bir mucize ne yazık ki ufukta görünmüyor. Fakat her şeye rağmen, PKK olağanüstü güç ve imkânlara sahip bir harekettir. Toplumsal yaşamın özgürlükçü dönüşümü yönünde isterse çok daha sahici şeyler yapabilir. Ama, yukarıda sözünü ettiğim fren ve filtreleme cenderesinden kurtulabilirse tabii.
5
Liderlik Sultasında Barış Mümkün mü? Temel Kebapçıoğlu Cevabı net bir soruyla başlıyoruz: Kalıcı bir barış bekliyorsak, hayır mümkün değil. İnceleyelim biraz liderlik olgusunu öncelikle. Yönetimde etki ve yetkisi bulunan önder, şef olarak tanımlanıyor sözlüklerde. Daha detaylı tanımına bakarsak bir parti ya da örgütün en üst düzeyde yönetimiyle görevli kimse. Tanımı okur okumaz bir piramit yapısı canlanıyor gözümüzde. Piramidin aşağısında bir topluluk mevcut. En alt küme olarak nitelendirebileceğimiz bu topluluğun bir üst katmanında ise ara katman yöneticiler söz konusu. En alt katmanın istek ve arzularını değerlendiren bu ara katman yöneticilerin üstünde ise ana bir liderden bahsediyoruz. Tüm gücü ve yönetimi elinde tutan bir kişidir bahsedilen. Tarih boyunca, liderler sultası nasıl ki savaş başlatmışsa aynı şekilde barış da yapmıştır. Bizim tanımladığımız barış, yeniden savaşları başlatacak “barış molaları” değil gerçek anlamda sağlanacak bir barış ve özgürlük ortamından bahsediyoruz. Liderler sultasında bu ortam sağlanabilir mi ? Biraz geriye gidelim. Kurgumuzu insanlık gelişim evreleri üstüne oturtalım. Bundan 60 bin yıl önce insanlar bugünkü anlamda konuşarak birbirleriyle iletişime geçmeye başlıyor. Aradan 54 bin yıl kadar geçiyor ve 6 bin yıl önce, insanlar birbirleriyle konuşmanın yanı sıra yazı yoluyla haberleşmeyi de keşfediyorlar. 600 sene önce de yazdığını çoğaltmaya başlıyor insan. Baskı yöntemiyle elde edilen taşınabilir yazılar üstünde tartışmaya başlıyor. 540 sene de bu birikimini ivmelendirerek devam ediyor bu gelişimine. 60 sene önce de çok farklı bir şeyi keşfediyor. Sayısal ortamda saklamayı ve kolayca çoğaltmayı, paylaşmayı öğreniyor tüm bu yazıları ve fikirleri, zaman, uzaklık ve ulaşabilirlik sınırlarını kaldırıyor. Bilgisayarı keşfediyor. Düşüncelerin gelişimi, paylaşım, saklanım ve etkileşimle inanılmaz bir hızla artmaya başlıyor. Yaklaşık 10 sene önce de ortaya çıkan telefonların akıllı bir hale gelmesi ile basılı yazılara ulaşabilme hızı bulunduğu yer ve zamandan bağımsız olarak katlanarak artıyor. Yazının başında belirttiğim, yönetilebilir toplulukların en tepede bir liderin hiyerarşik erki topladığı yapının geleceğini tahmin etmek için biraz daha rakamlarla irdelemeye devam edelim. 1950 yılında dünyadaki toplam bilgisayar miktarı 60 adet olarak geçiyor kayıtlara. Bu rakam, 1975 yılında 500 bin, 1985 yılında 30 milyon , 1995 yılında 200 milyon , 2005 yılında da 1.5 milyar adet oluyor. Dünya düşünce tarihimizdeki 1950-2005 yılları arasındaki baş döndürücü gelişimi, mevcut 20.yy başındaki düşünce doktrinleri ile anlatmakta zorluk çekmemizin temelinde ise bu rakamlar bulunuyor.
Yeni çağın adı ne olur bilemiyorum, ama bildiğim bir şey varsa o da artık ulusal liderlik kavramı karşıtına dönüşecek şekilde oksimoronlaşıyor. Öldürücü bir lider şefkatiyle yüz yüze geliyor insan. Kabul edilmesi mümkün olmayan bir şefkat bu artık.
Bilgisayarlar başta bazı üniversitelerde ve toplu çalışma alanlarında bulunurken daha sonra herkesin kullanabileceği bir noktaya erişiyor. Piramidimizin artık geçerliliğini yitirmeye başlayacağı öngörümüzü inşa etmeye davam edeyim. 1985 yılında devreye giren ilk cep telefonlarına dünya yüzeyinde yaklaşık 750 bin kişi sahipken bu rakam 2005 yılında iki milyarı aşıyor. Dünyanın yaklaşık üçte birlik bölümü birbiriyle bulundukları yerden ve zamandan bağımsız etkileşime geçmeye başlıyor. Cep telefonlarıyla en fazla ikili görüşme/etkileşme yapılabileceğini düşünelim. Entelektüel birikimin ulaşabileceği toplu etkileşimi gözler önüne sermek bakımından son olarak da piramidi yerle bir edecek internet kullanımından bahsedeyim çok kısaca : 1985 yılında internet kullanıcı sayısı ikiyüz bin dolaylarında kayıtlara geçerken bu rakam 2005 yılında 1 milyara ulaşıyor. Piramit yapımıza dönersek, 19.yy endüstri çağı ile 20.yy başlangıcının en büyük buluşlarından biri olan ulus-devletler bu piramit çerçevesinde oluşuyor. En tepede de her ulus-devletin kurucusu, tanımlayıcısı, yöneticisi bir lider bulunuyor. Hiyerarşi, toplumların bir nevi mecbur olduğu Endüstri Çağı’nın sonucu olarak yerini buluyor. Piramitlerin oluşturduğu bu yapıyı korumak için aynı hiyerarşik yapı içindeki koruyucu ordular kuruluyor. Liderlerin diğer piramitlerdeki liderliklere ve ekonomik birikimlere göz koymasıyla kıyasıya bir savaş dönemine giriyor insanlık. Dünya savaşlarının sonu olarak kayıtlara geçen 1950 yılıyla yukarıdaki rakamların başlangıcının aynı tarihe gelmesi insanlık düşünce tarihinde saf bir rastlantı olarak görülmemesi gerekiyor. Hatırlatmakta fayda var. 60 bin sene önce konuşmaya başlayan , 6 bin sene önce yazmayı, 600 sene önce de yazdığını istediği miktarda çoğaltmayı öğrenen insanın değişiminde de son 60 senenin itici gücünü yavaş bulmamak lazım. Bu gelişimi rakamlarla ortaya koyarken amacım, teknoloji güzellemesi yapmak ya
da teknolojinin geldiği noktayı belirtmek değil sadece, bir dönemin sonlanacak olmasının nedenini de vurgulamaktır. 60 bin yıl öncesinden başlama sebebim de bu. 60 bin yıl önce konuşabilen insanın son 60 yıla sıkıştırdığı bir birikimin patlamasına dikkat çekmek istiyorum. Bahsedilen teknolojik gelişim ise bu patlamaya neden olan, adeta balona değdirilmiş bir iğne sadece. Ulus-devlet kavramı yukarıdaki rakam ve birikimlerin sonucunda istesek de, fark etmesek de tarihin içinde anakronizmleşiyor. Açarsak; yanlış bir zamanlamaya dönüşüyor, piramit tabanını kaybetmeye başlıyor fark etmeden. Depreme benzetebiliriz; ilk olduğu andaki paniği yaşamakta insanlık. Şu ana kadar kurduğu yapı sallanmaya başlıyor. Piramitlerden oluşan toplulukların birleştirdiği ulus-devletler ilk başlarda kimlik, güvenlik, eğitim ve bir ekonomik güç olarak piramidin altındaki bireylerin ihtiyaçlarını gideriyor. Değişimin durdurulamaz yükselişi ve hızıyla eski tanımlarla başa çıkmamız maalesef mümkün gözükmüyor. Ulus-devletler de artık piramidi oluşturan bireylerin yer, zaman ve ait oldukları piramitten bağımsız yaşayabilmeleri sebebiyle tarihin tozlu yapraklarına doğru hızla yol alırken bizler de eski tanımlarla yaşadığımız sancıların nedenlerini bulmaya ve barışa giden yolun hâlâ liderlerin iki dudağı arasında olduğunu sanmaya uğraşıyoruz. Yeni çağın adı ne olur bilemiyorum, ama bildiğim bir şey varsa o da artık ulusal liderlik kavramı karşıtına dönüşecek şekilde oksimoronlaşıyor. Öldürücü bir lider şefkatiyle yüz yüze geliyor insan. Kabul edilmesi mümkün olmayan bir şefkat bu artık. İnsanlık bu yeni çağdan büyüyerek çıkıyor. Her türlü hiyerarşiden arınmış bir yaşam biçimi ihtiyacı tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor. Temelini ulus-devletin oluşturduğu piramitsel yapısından kurtulan düşünce, insan beyninin konuşma ve yazışmanın ardından tarihinin en büyük değişimini tecrübe ediyor.
Gözden kaçırmamız gereken bir nokta da, tek başına teknolojik gelişmelerin iktidarı sonlandırabileceği Polyana seviyesinde bir iyimserliğe denk geldiğidir. Teknoloji kabul etmek gerekir ki toplumdaki asimetriyi de arttırmaktadır. Hatta yer yer teknoloji egemen iktidarın ve liderlik piramidinin etkisini pekiştirmesinde de kullanılabilir. Buna rağmen , teknolojinin ulaştığı sonuç, herkesin yer , zaman ve uzaklık parametrelerine bağlı kalmadan etkileşmesi için çok önemli bir araç haline geldiğidir. Artık gizli hiç bir şeyin kalamayacak olması bile kendi başına yepyeni bir dönemin habercisidir. Katalizör görevi görecektir piramit yapı üstünde bu yeni durum. Kalıcı barışa giden yol bu değişimi görmekten geçiyor. Yazının başına dönersek liderlik sultasının gölgesinde kalıcı bir barıştan bahsetmek mümkün değildir. Şişmiş liderlik egoları bugün barışa esen rüzgarları bu egoların gölgesinde tekrar aynı hızla savaşa yönlendirecektir. Gerçek barış, piramitlerin yok edilmesi ve artık insanın girdiği yeni çağdaki düşünce ve yaratma hızına erişebileceği doktrinlerin ortaya çıkmasıyla sağlanacaktır. Bir önceki çağın temel taşı olan piramitsel hiyerarşiler yok edilip birey, zaman ve yerden bağımsız üretimini gerçekleştirebileceği sınırlardan arınmış yapıya kavuşmadan gerçek barış sağlanamayacaktır. Liderlerin ağzından çıkması beklenen mektuplar, bu yola baş koymalar değildir gerekli olan. Liderlere ihtiyaç duyulmayan matrikslerden oluşmuş, hiyerarşinin kıyısından geçmeyen, birbirleriyle etkileşimli toplulukların oluşmasıyla barış gelebilir ancak. Unutmamak gerekir ki matriks yapılardan da iktidarlar doğabilir . İktidarın sadece monark / oligark piramitsel yapıda varlığını sürdürmesi beklenmemelidir. Önce şu piramitlerden bir kurtulalım, bir tadalım birey olmanın özgürlüğünü ve gücünü. Üstümüzdeki hiyerarşi giysilerinden hiç değilse birini çıkaralım. Liderlerin suntasını atalım üstümüzden. Matriks yapılardaki iktidarı da yok etmeye başlayacak insanlığın birikimi. İstesek de istemesek de başlangıcına şahit olduğumuz yeni dönemde, eskimiş bir çağın tanımlarıyla kalıcı bir barışa ulaşmamız mümkün değildir. Yeni tanımlarla oluşan barışı kurmanın vakti gelmiştir artık. İstesek bile kaçamayacağımız bir noktadayız artık. Körlüğün rahatlatıcı gölgesinden çıkıp ışığa kavuşacak birikime sahibiz artık. Uyanmakta ve yeni güne başlamakta hepimiz için büyük fayda olacaktır. Rüyalar dönemini geride bırakarak yaşamın canlı özgürlüğünü tadacağımız günlere olan inancımız tamdır. İnsanlığın son altı bin yıllık gelişimi bu ümidimizi canlı tutmaktadır.
6
Şükrü Erbaş’ı Öldürmesek de Olur Mehmet İşten Avrupalı ilerlemecilik, modernleşmecilik hiçbir şeyin olduğu gibi kalmasına tahammül edemez. Her şey için belli prototipler vardır. Şehir planları gibi hayat planları, insan planları yapılmıştır. Çocuk şöyle olmalı, işçi böyle olmalı, papatyalar şöyle, evcil hayvan böyle vb. Yığınla model vardır hazırladığı ve her şeyi buna uygun ister, dışında kalanlar bazen güzellikle bazen zorla ama yeterli sürede mutlaka yok olurlar. Köylüler için de böyle bir modellemesi vardır elbet. Köylü dediğin, makineleşmiş tarıma geçmiş olmalı, tavuklarını ve ineklerini belli ilaçlarla hastalıklara karşı korumalı, ineklerin semirmelerine ve tavukların gerektiği kadar yumurtlamasına çalışmalıdır, verimlilik hesabı yapmayı bilmeli; geliştirilmiş, iyileştirilmiş tohumlar kullanmalı; öte yandan kültürel olarak şehirliler gibi yaşamalı, akşamları roman okumalı, çocuklarının eğitimiyle yakından ilgilenmeli, nezaket kurallarına uymalı ve çağdaş olmalıdır; hiçbir şeyin olduğu gibi olmasına tahammülü yoktur sistemin. Bir ara, bir yerlerde okumuştum sanırım, “köylüleri niçin öldürmeliyiz” dizesinin aslı Avrupalı bir şaire aitmiş. Araştırdım biraz, ama bulamadım. Ziyanı yok. Köylüleri niçin öldürmeliyiz sorusu esasen ezeli bir sorudur. Türk şiirinde de “köylüleri niçin öldürmeliyiz” hikmeti vardır. Önce hangisinde bilmem ama Şükrü Erbaş’ın ve İsmet Özel’in birer şiirinde geçer: Köylüleri niçin öldürmeliyiz / Bu sorunun karşılığını bulamıyorum / İçinden çıkılmaz bir olay ama önemsiz / Köylüleri öldürmesek de olur / Hatta onların kalın suratlarını / Görmezlikten gelebiliriz der İsmet Özel, “Akla Karşı Tezler” şiirinde. Sonra Şükrü Erbaş, “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” adlı şiirinin tekrar eden dizesi olarak kullanır aynı soruyu. Şükrü Erbaş’ın şiiri İsmet Özel’in şiirine göre daha açıktır; köylüleri öldürmeliyiz; şundan şundan dolayı gibi genel bir sebep sonuç ilişkisine dayanır dizeler. İsmet Özel konuyu muğlak bırakır. İçinden çıkılmaz bir olay der; bu sorunun karşılığını bulamıyorum der. Oysa Şükrü Erbaş, kendinden emin bir ses tonuyla gelişen şiirinde zaten verilmiş olan “köylüleri öldürme kararı”nın nedenlerini açıklamaya koyulur. İsmet Özel’inki bir belirsizliktir. Şükrü Erbaş ise bize neredeyse madde madde bu idam kararının sebeplerini açıklar; bizim “hakkaten ya öldürelim şu köylüleri” cümlesini söylememizi sağlamak ister. En sonunda da “köylüleri nasıl kurtaralım”ı büyük harflerle yazarak bitirir şiiri. Bir nedamet midir bu acaba, acımış mıdır? Görünüşe göre değil, burada köylüleri değiştirmek bütün bu sıralanan olumsuz özelliklerini gidermek yani köylüleri “köylü” olmaktan çıkarmak manasındadır ki, bu da başka türlü bir biçimde öldürmektir köylüleri.
Şiir, esas olarak aydınlanmış, ileri Avrupalı’nın cahil, kaba, geri olana bütün nefretini yansıtmaktadır. Çağdaş Avrupalı şairimiz ile geri köylülerin bütün değerleri, yaşama şekilleri birbirine taban tabana zıttır. Ancak şairimiz ve onun zihniyeti var olan düzenin sahibidir, hâkimidir. Kendisi gibi olmayanları öldürmek gerektiğine karar verdiğine göre... Köylüleri niçin öldürmeliyiz diye soran kişi belli ki medeniyet sonrasından söz almaktadır. Çünkü köylü sınıfı vardır, bu aynı zamanda ekonominin, endüstrinin, yerleşik hayatın var oluşu demektir. Öte yandan adamımız, onları öldürmeyi önerdiğine göre, köylü değildir. Demek ki, birincisi adamımız köylü değildir, ikincisi şehirlidir, üçüncüsü medenidir ve şiir geliştikçe anladığımız kadarıyla naziktir, düşüncelidir, kültürlüdür, çağdaştır, aydındır... Şiir içinde sergilenenlere bakılırsa köylülerin temel kabahati ekonomide var oluş biçimleri değil, onların bir kültürel özne, bir kültür durumu olarak var oluş tarzları ve adamımızın değerlerine sahip olmamaları, kaba olmaları, hijyeni bilmemeleri, eğitimsiz olmaları vb.dir. Bütün bunlar medeni dünyanın kanıksanmış değerleridir. Gün odur ki bu ve benzeri değerleri reddetmeniz durumunda köylü olmasanız da sizi öldüreceklerdir. Köylüler, varlıkları ile ne onun yiyeceğini azaltmakta ne yaşama alanını daraltmakta ama yine de onu tiksindirmektedir. Şiir köylülere atfedilen davranışların kötülüğünü sergilerken asıl olarak şu mesajı verir: Medeni insan böyle yapmaz! Bu yönüyle propagandif bir şiirdir aynı zamanda. İlerlemeci, aydınlanmacı, akılcı bir dünya görüşünün net progandasıdır yapılan. Köylüleri niçin öldürmeliyiz / Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır / Değişen bir dünyaya karşı / Kerpiç duvarlar gibi katı / Çakır dikenleri gibi susuz / Kayıtsızca direnerek yaşarlar. Değişen dünyaya direnmeleri nedeniyle “ağırkanlı” diyor şairimiz onlara. Oysa acele etmeleri gerekir, direnmek ağırkanlılıktandır. Değişim zaten kaçınılmazdır anlaşılan, sadece birileri değişime erken adapte olacak, direnenler ise geç katılacaklardır kervana -ağırkanlılıktan. Herhalde teknolojinin en son köye girmesini düşleyerek yazıyor Şükrü Erbaş bunu. Değişen dünyaya direnmek! Acayiptir gerçekten. Çağdışı! Geri! Köylü! Bunlar değişen dünyada herkesin bucak bucak kaçtığı, olmaktan hoşlanmayacağı şeylerdir. Hatta bu gibi suçlamalarla yetinilmez, kendi halinde yaşayagiden Afrikalılar işin içine karıştırılır, şöyle de denir: Kardeşim, böyle şeyler Afrika’da bile kalmadı artık! Değişen dünyaya direnmemek gerekiyor demek ki medeni olmak için. Değişen dünya dediği de şu anda içinde olduğumuz şey!
Aptal, kaba ve kurnazdırlar / İnanarak ve kolayca yalan söylerler / Paraları olsa da / Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır / Her şeyi hafife alır ve herkese söverler Şükrü, bizim köylüleri yalancılıkla, kabalıkla, kurnazlıkla, ciddiyetsizlikle, küfürbazlıkla, eziklikle suçlar. (Şehirlilerde ve şairimizde hiç olmayan şeyler!) Yoksul görünmeyi sevmez bizim ilerici şair Şükrü. Kılıf kıyafet, mostra düzgün olmalı. İyi görünmek, uygar Avrupalının barbarlara, vahşilere ilk öğrettiği şeydir gerçekten. Tıraş olacaksın, düzgün görüneceksin. Baktın adamlar tıraş olmuyor ve düzgün giyinmiyor, yasa çıkaracaksın. Var bizde mesela, kılık kıyafet yönetmeliği, şapka kanunu! te Allahım... İlk ekonomik suçlaması onların tüm dünyayı kendi ekonomik gerçeklikleri ile
Köylüleri niçin öldürmeliyiz / Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler / Kendilerinden olanlarla alay edip / Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar / Devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir / Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar Şükrü, istiyor ki kıymeti bilinsin, istiyor ki yanlış partilere oy vermesinler, istiyor ki her şeyi halka rağmen, halk için yaptıklarını anlasınlar, velhasıl Şükrü istiyor ki medeni, çağdaş, ileri bir ülkesi ve halkı olsun.
Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir. Yalnızca o kadar da değil Şükrü! Devlet askerliktir, vergidir, insanlara kendi dillerinin, kültürlerinin yasaklanmasıdır, devlet mahkemedir, cezaevidir, cezaevinde öldürülmektir, işkencedir, inancını yaşayamamaktır, alçak sesle konuşmaktır,
Köylüleri niçin öldürmeliyiz diye soran kişi belli ki medeniyet sonrasından söz almaktadır. Çünkü köylü sınıfı vardır, bu aynı zamanda ekonominin, endüstrinin, yerleşik hayatın var oluşu demektir. algıladıklarına dairdir: Yağmuru, rüzgârı ve güneşi / Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden / Düşünmezler Şairimizin burada durduğu yer nasıl bir yerdir acaba? İlerlemeci ve medeni olduğunu anladık. Ama ilerlemeci ve medeni bakışlar da türlü türlüdür. Kapitalizmi var, liberalizmi var, sosyalizmi var, oryantalizmi var. Diyor ki Şükrü, gözünü sevdiğimin köylüsü, bir kez olsun bencil olma, ötekileri de düşün. Bu, ilerlemeciliklerden hangisine yakışır? Elbette solcu ve toplumcu olana. Kapitalist ilerlemecilik, gemisini yürüten kaptan der, her koyun kendi bacağından asılır der; sosyalist ilerlemecilik ise hep birlikte ilerleyeceğiz, hep birlikte refah toplumunu kuracağız, bu yüzden bencil olma! Ama nihayetinde kardeştir bunlar, çünkü dünyayı ve insanı ekonomi üzerinden algılarlar, öyle algılanması gerektiğini vazederler. Öyle değil mi Şükrü, alt yapı ilişkisi “ekonomi” belirlemez mi bütün diğer üst yapıları. Zavallı köylü ne yapsın? Parayı kaldırdınız da ona mı direndi garip. Hem ayrıca şehirliler, hatta şairler öyle değiller mi, öyle olmadan kalınabiliyor mu bu düzende. Köylüleri bu nedenle öldürüyorsun da, asıl sahibi köylü müdür bu paraya, mülkiyete, rekabete dayalı sistemin? Köylü nedir biliyor musun Şükrü, gerçekten de asıl felaketi yaratan adamdır! O ki göçebeliği bırakıp yerleşmiştir, o ki tarımı başlatmıştır, o ki mülkiyeti ortaya çıkarmıştır, o ki medeniyeti kurmuştur, yani bu adam burjuvayı da entelektüeli de sosyalizmi de faşizmi de kapitalizmi de çıkaran adamdır, öldürsek yeridir Şükrü. Fakat sen amma tuhaf bir yerden saldırıyorsun; kültürden, senin kadar elit, kültürlü, eğitimli olmamasından.
konuşamamaktır; devlet adamının olmasıdır; dürüst, yalansız yaşayamamaktır; korkmayalım da ne yapalım Şükrü, Allahını seversen? Şiirin devamında şunları söylüyor ilerici şair Şükrü Erbaş: Evlerinde kitap müzik ve resim yoktur / Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz / Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar Ne güzel değil mi? Sanırsınız Paris’in lüks semtlerinde oturan şairimiz yazmış. Babası, hadi en çok dedesi sanırsın köyden gelmemiş. Köylülerin evinde sanat yokmuş, dişlerini fırçalamıyorlarmış da pijama giymeyi unutuyorlarmış. Vay anasını! Geçen belgesel izliyorum Şükrü, Avustralya’ya ilk yerleşenler kimlermiş biliyor musun, bir yarbay ve emrindeki 20-30 kişilik bir birlik. İdam cezası kalkınca suçluları idam edemeyen İngilizler başlarına bu birliği verip suçluları Avustralya’ya göndermiş. Tabii orada yaşayan sakinler de var, bu yeni kıta’nın keşfi(!) sırasında, yani Aborjinler de var. Bu isim de onlara misyoner rahipler tarafından verilmiş zaten, elin vahşisi nereden bilecek kendini adlandırmayı! Belki de kendilerine bir şey diyorlardır ama bizim rahipler beğenmemişlerdir. Ab-orjin! Benim adım Avrupalı, bundan sonra senin adın da Ab-orjin olsun demişlerdir :) Böyle şeylere çok gülüyorum Şükrü, neyse dolaştırmayım. Orada birkaç yüz bin kelle, biraz katliam, koloni falan. Bilirsin bu işleri, nasıldır… Yarbay iyi kalpli biriymiş. Belgeselde öyle diyor, bir de sahneyi canlandırmışlar belgeselde. Bu Aborjinleri medenileştirmeye karar veriyor yarbay ve kendi halinde gayet de mutlu yaşayan bu Aborjinler’den birini kaçırıyor, kim bilir medeni bir hayat yaşayamadığı
7 için ne kadar meyustur diye düşünerekten.
musun? Vefasızlığın böylesi. Bunlar olurken
İşte ona medeniyet öğretiyor falan. Şöyle bir
başka şeyler de oluyor oralarda elbette,
sahne; deniz kenarında Noel yemeği yiyor
nüfusu 300 bin civarında olduğu düşünülen
yarbay, karşısında yalnızca o kaçırdığı ve
Aborjinler’in 265 binini katlediyorlar.
üstüne başına medeni kıyafetler giydirdiği
Geriye kalanlar da topraklarını kaybediyor,
yerli var masada. İşte biliyorsun, şu çatal,
yaşam tarzlarını kaybediyor. Şu anda 20
şu bıçak diyor, şerefe demeyi öğretiyor falan.
bin kadar Aborjin kendi kültürünü devam
Adamı medenileştirmeye çalışıyor, ama
ettiriyor. Diyeceğim o ki , senin o yarbaydan
Allahın yerlisi ne bilsin mutsuz olduğunu,
ne farkın var Şükrü? Hatta sen bu kanlı
medeniyetsiz kalınca. Bir türlü yarbayın
medenileştirme operasyonunu kendi halkının
dediği noktaya gelemiyor ve kaçıyor bir gün.
üzerinde uygulamak istiyorsun. Avrupalı’nın,
Yarbayımız can sıkıntısını gidermeye arkadaş
medeninin kibri, geri kalmışlıktan tiksinmesi,
ararmış meğer, o gidince kederleniyor falan.
kendisi gibi olmayanları aşağılaması, onlara
Adamcağızın işi zormuş yani, vahşi’yi önce
tepeden bakması neyse de; ama azıcık ele
kendisiyle arkadaş olabilecek bir adama
geçirilmiş, mektep medrese görmüş, kravat
dönüştürmesi lazım. Sonra bir gün geri
takmış, yemeği masada yemeye başlamış
dönüyor yerli, yanında iki arkadaşıyla,
Hintlinin diğer Hintlilerden, üniversite
yarbay çok mutlu oluyor, “pişman oldu”
görmüş Cezayirlinin diğer Cezayirlilerden,
diye düşünüyor, medeniyetin daha iyi bir
iki kitap okumuş şairin Anadolu köylüsünden
şey olduğunu anladı! Ama o yerli ne yapıyor
utanması ne acayip bir şey Şükrü! Evet,
dersin? Onu mızraklıyor Şükrü, düşünebiliyor
aslında bir tiksinme değil bu, geri ülkelerin
Özgürlüğe Açılan Kapı
Cumartesi Geceleri Temel Kebapçıoğlu Cumartesi geceleri: Gecelerin kralı, yarınların umudu, ortada kalmış ruhların toplanma yeri, özgürlüğe açılan kapısıdır günümüz modern hayat insanının. Haftanın beklentisini biriktirirken, saatleri gecelerinde çoğaltır cumartesiler. Geceyarısına yaklaşırken, gelecek tutsaklığa açılan pazara inat uykuyla oynaşmaktan çekinir bedenler. Hafta boyunca beklenmiş yanılgının gerçekle karşılaşmama çabalarının tuhaf enerjisi dolar bitmeye yakın gecede. Bir çeşit füzyon; özgürlükle esaretin, kabullenişle reddedişin birleşip parçalanmasından oluşan bir patlama yaşar modern hayat insanımız. Kitapların en az okunduğu, eğlenilmesi ve rahatalanılması yönünde artık genetik bir sorun haline dönüşen itkinin insanları kuşattığı bir gecedir. Hep gelecek prensin hayaliyle yaşamını geçiren prensesin
durumuna benzer Cumartesi geceleri.
entelektüelinde, okumuş etmişinde her zaman rastladığımız “Beni utandırıyorsunuz!” duygusu. Onlar için istemiyor iyi olduğunu düşündüğü bütün bu medeni hayatı, öyle bir toplumun içinde yaşamayı düşlediği, kendini ona layık gördüğü için istiyor. Adım başı pınar olsa da köylerinde / Temiz giyinmez ve her zaman / Bir karış sakalla gezerler diyorsun ya, aklıma daha medeni bir yaşam uğruna kesilen ormanlar, kurutulan dereler geliyor. Sen bu şiiri yazdığında kirli sakal diye bir şey yoktu tabii, sakal yalnızca irticacılara özgüydü. Oysa biliyor musun Şükrü, senin kültürel atan Şinasi’yi meclisten atmışlardı sakalsız diye, şimdi sen de onları sakalı var diye öldürmek istiyorsun. İstiyorsun ki herkes kılık kıyafet yönetmeliğine göre yaşasın, temiz elbiseleri olsun, akşamları elbiselerini çıkarıp pijamalarını giysinler, biraz medeni olsunlar yahu, bunda ne kötülük var!
geceler de olsa tatil öncesi kutsamayla tatile girme benzerliği geçirilmiştir aklın oyunundan. Cumartesinin böylesine bir kutsallık aralığı ile “günlük yaşam” denilen başkalarına ait olan yaşamımızı kurtaracağı varsayılmıştır. Kutsallık ile
Haftanın günlerini çıkmazları
kurtarıcılık, esaretle özgürlük, sıkıntı ile
doğrultusunda yerleştirir insanoğlu.
eğlence arasına sıkışmıştır bu gün.
Çıkmazlarından en tuhafını yarattığı bir
Üstümüzden sıyırıp atmamız gereken en
darboğazdan geçer bu gün. İnsanoğlunun çözmesi gereklidir haftanın günleriyle olan ortak duygularının kökenini, ulaşmak istiyorsa o bahar günlerinin aydınlığına, temiz kokusuna. Bilmelidir ki günlerin bir karaketeri yoktur aslında doğada. Milyar yılları aşkın süredir sürdürdüğü
önemli giysilerimizden birisi de günlerin isimleridir. Zaman içinde kaybolma korkusuyla yerleştirilen bu isimlendirme, amacından uzaklaşmış, isim babalarını esretmiştir. Cumartesi ise bu esaretin iyi polis rolünü oynayanıdır. En kötüsüdür. Diğer günlerin kısırlanmasında önemli
“hergün” inadını büyük bir sakinlikle
rolü vardır. Özgürlüğünüzü haftanın
yineleyen güneşin bir alt fonksiyonudur.
günlerinde çoğaltarak sağlayabilmek
Son derece basit bir tekrarın, Doğanın
varken, Cumartesilere odaklanmak
inadıyla birleşmesidir günlerin güneş
Cumartesi’yi bu özgürlüğün baş düşmanı
öncülüğündeki tekrarı.
haline getirmektedir.
İsimsizdir onlar doğduğunda. Eksikliğini
Kurtuluş hiç de kolay olmayacaktır
gizlemeyi seven insanın ilk gün tanımı
Cumartesi isminden ve beklentilerinden.
Tanrı’yı kullanarak olmuştıur. Tanrı’nın 6
Zamanın sonsuzluğunu nefes alıp
günde yarattığı ve bir gün de dinlenmesi
verişin ritmine çevirerek özgürleşmesi
gerektiği yönünde çıkmıştır ilk ismi
gereken insan için, ilk adımlardan biridir
günlerin. Çeşitli topluluklarda farklı
Cumartesi gecelerinden kurtulmak.
Şiiri satır satır ele alsak olur Şükrü, şiir değil adeta bir medeniyet dersi. Ama çabuk sıkılıyoruz, bildiğin gibi, bir dersi bile sonuna kadar dinleyemiyoruz dışarıda gürül gürül bir hayat varken. Şaka bir yana; bu, Batıcı, kalkınmacı, muasır medeniyet seviyeci şiir, Anadolu’nun ücra köylerinden birinden çıkıp üniversite okumaya gitmiş, orada şiirle, sanatla, ideolojiyle hemhal olmuş kaç delikanlının ve genç kızın şiir defterinde yer almıştır kim bilir! İnsanları böyle böyle zehirliyorlar, böyle böyle bir örnek yapıyorlar. Bu şiiri gözlerden kaçıralım derim ben. Çünkü şiirin yanlışlığına ikna etmek kolay değil insanları. Şükrü Erbaş’a gelince; Onu öldürmesek de olur! Hatta onun kalın suratını görmezden gelebiliriz.
Ruhunuzu bölen, yapacaklarınızı erteleten, diğer günleri zayıf düşüren, vaadeden ama bir türlü gerçekleştirmeyen, sahip olduğunuz sonsuz neşeyi içinde toplamaya çalışan tüm yanılgıları, Cumartesi adıyla birleşen tortunuzu bir nefeste dışarı atın -ki bu yükten kurtulan Cumartesi diğer günlerle birleşip cennete sürükleyecek ışığın gerçek habercisi olsun. Özgürlüğe ve uyanışa giden yolda en zor adımın Cumartesi’nin yok edilmesi olduğunu bilerek, tüm günlerin eşitliği sağlanmadan ulaşılamayacak aydınlığın özlemiyle hareket edin. Sakin olun. Zor bir dönemeçten geçiyorsunuz. İlk denemenizde başarısız olup gene o Cumartesilerin özlemi içinizi sardığında, her anın aslında geçmiş-gelecek içindeki tüm anlardan oluştuğunu aklınıza getirin. Yavaşça yıkın artık zamanın üstünüzde oynadığı esaret oyunlarını. Bağlı olduğunuz tüm hiyerarşileri, korkularınızla kurduğunuz sistemleri, yaşamınızı sizin yerinize yaşayan güçleri Cumartesi’yi yıkacağınız gibi yıkın kaldırın atın hayatınızdan. Unutmayın, kurduğunuz hiyerarşilerin yılmaz bekçisi Cumartesileri siz yarattınız, yıkmak ta size kalıyor.
8
Kaczynski Yanılıyor Çünkü “Şiddetsizlik sadece sizi koruyan polis olduğunda işe yarar. Polis korumasının yokluğunda, şiddetsizlik intihara çok yakındır.” “Fakat, gerçeğe uygun olarak, eğer teknoendüstriyel sistem yıkıldığında veya yıkıldığı zaman bu koşullar yürürlükte olacak koşullar değiller. Dışarıda bir çok tehlikeli adam olacak: Naziler, Cehennemin Melekleri, Ku Klux Klanları herhangi bir gruba ait olmayan birçokları. Sistem çöktüğü vakit ince sisin içinde kaybolmayacaklar. Hala etraflarda bir yerlerde olacaklar.” (Teodor Kaczynski) Kaczynski çok doğru olarak sistem çöktüğünde olabilecekleri şimdiden öngörüyor. Aynen günümüz sisteminde kendi meşruiyetini üreten devletin yasaların ve polisin biran için olmamasının herkes için felaket anlamına gelmesi gibi. Ancak genellikle yanlış anlaşılan bir durum var ki Kaczynski de bu yanlış anlamaya katılmış. Şiddeti kaçınılması imkansız bir insanlık durumu haline getirmiş. Şiddetin tahakküm ile bağını gözden kaçırarak şiddeti kavramanın etik boyutunu es geçmiş. Şiddeti mekanik bir metodolojiye indirgemiş. Kaczynski’nin örneğinde de sözünü ettiği gibi bahçede yetiştirdiğim patatesleri elimden almaya gelen tüfekli adamın uyguladığı şiddettir. Amacı emek vermeden başkasının emeğinin üstüne konmak ve bunu fiziki zor ve şiddet araçları ile yapmaktır. Yani aranızda herhangi bir hukuk yoktur fiziki gücün iktidarı üzerinden senin patateslerini alma hakkını kendinde görmektedir. Böyle bir adama yaptığının yanlış olduğunu anlatamazsın. Çünkü aranızda ortak bir hukuk ortak bir algı zemini kalmamıştır. Buna o anda elimdeki tüm imkanlarımla karşılık verebilirim ve vermeliyim de. Peki bu durumda bu karşılığı şiddet ya da “haklı şiddet” olarak değerlendirmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü meşru müdafaa evrensel bir etik ilke olarak geniş bir yelpaze içindeki inanç sistemlerinde etik ilkelerinde, geleneklerde yeri olan ve kendi adıyla müsemma olan meşru olan bir eylem biçimidir. Meşru müdafaa (öz savunma)’yı “devrimci şiddet” “haklı şiddet” vb. zorlamalarla şiddet sepetinin içine atarsanız şiddeti “haklı-haksız” diye sınıflandırmakla kalmaz, tersine şiddet için “haklı şiddet” bahanesi üzerinden önemli bir meşruiyet ve istismar alanı açmış, sonuç itibarıyla şiddeti şiddetin müsebbipleri açısından meşrulaştırmış olursunuz. Zira hiçbir zalim, şiddet uygularken ben haksız yere şiddet uyguluyorum demez. Çünkü şiddet başında (önyargı olarak) ve sonunda (sonuçları itibarıyla) tahakküm içeren bir eylem biçimidir. Şiddeti sadece kullanılan araçlara bakarak değil önyargısına (niyetine), metodolojisine ve sonuçlarına bakarak tanımlamak gerekir. Şiddetsizlik, şiddete maruz kalınca saldırgana teslim olmak ya da öpücük göndermek değil, bir önyargı olarak şiddete başvurmamayı taahhüt etmek bunun toplumsal alandaki tüm muhataplarına açıkça duyurmak ve aynı duyarlılığı tüm bireylerden vicdanen bekleme kararlılığıdır. Şiddetsizlik ahlâkını baştan deklare etmemiş birey şiddet tapıcıları
tarafından tecavüze uğradığında onlara karşı samimi bir meşru müdafaa hakkına sahip olamaz. Mülkiyet hukuku bile bu temel doğal hukuk ilkesini kabul eder ve meşru müdafaa hakkına özel bir statü tanır.* Şiddet nedir, hayatın neresindedir? Şiddet tartışması şu sıralar pek revaçta (ki olmasında da sakınca yok). Ancak bu konuya son dönemlerde oldukça kafa yoran biri olarak şiddet ve şiddet karşıtlığı üzerine yerleşik önyargıları okudukça içimden gel de sus diye “şiddetle” haykırmak geliyor. Kaczynski’nin de kendi örneğinde belirttiği gibi uygarlık ve şiddet iç içe geçmiş durumdadır. Siz önyargı olarak şiddete karşı olsanız bile şiddetsiz bir dünyada yaşamadığınız için şiddet gelip sizi bir biçimde bulacaktır. Şiddet gelip kapınıza dayandığı anda terbiyeli ve barışçı insanlar olarak hiçbir etik, yasa, mutabakat tanımayan insanları yaptıklarından vazgeçirmek için “iyi ve güzel sözler” yetmeyecektir. Örnekse “şiddete maruz kalan birinin ailesi yakını katledilen birinin (mağdurun) tepkisini nasıl bir yere koymamız gerektiği”, “mağdurlar öldürülür, tecavüze, şiddete uğrarken şiddete başvurmamak için sinirlerini mi aldırmalılar” vb. çokça sorulan sorular hakkında şiddet karşıtlığına dair mantıklı açıklamalar yapmak kaçınılmaz olmakta. Her ne kadar bu gibi örnekler tartışmayı ayrıntılara yayarak anlaşılamaz kılma riski içerse de kafalara sıklıkla takılan böylesi sorulara cevap vererek tartışmanın önünü açmak da pekala mümkün. Konuya öncelikle “şiddetin sadece silah ya da fiziki araçlarla bir başkasına zarar vermek olarak tanımlanacak bir insanlık durumu olmadığını” söyleyerek başlamak gerekiyor. Fiziki saldırıya uğrayan (eğer saldırgan ile aralarında çok özel bir hukuk yoksa) herkes doğal bir refleksle (hayatta kalma içgüdüsü ile) kendisini eline o an geçirdiği her şeyle savunmaya çalışır. Saldırganlığa şiddet, buna karşı savunma durumunda olanın eylemine de “ezilenin şiddeti” gibi bir saçmalığı yakıştıramazsınız. Burada söz konusu olan meşru müdafaadır. Meşru müdafaayı şiddet sorunsalının içine yerleştirir şiddeti haklı ve haksız şiddet olarak tasnif ederseniz varılacak sonuç da baştan bellidir şiddetten kaçılamaz şiddet haklı olduğunda iyidir ama haksızsa kötüdür vs. Şiddet karşıtlığı denen şey bir çatışmada kullanılan araçlara bakarak hayatın dışına itilecek bir duruş değildir. Şiddetin kendisi (araçları ne olursa olsun) başında ve sonunda tahakküm ve zulüm yaratan bir eylem olduğu için vicdanlarda meşruiyet bulamayan bir şeydir. Beni öldürmeye geldiniz, silahı sıktınız öldüremediniz, ben sizi öldürdüm bu meşru müdafaadır. Ama beni öldürmeye geldiniz öldüremediniz ve kaçtınız ben sizi ertesi gün tenhada kıstırdım bu daha farklı bir şeydir. Kimilerince adildir, meşrudur, hak edilmiş bir tepkidir, kimilerince intikamdır, kan davasıdır. Ama şiddet konusunda bunun ne kadar şiddet kapsamına girip girmeyeceği eylemin konuya taraf ya da tanık olanlarca vicdanlarda bulduğu karşılık üstünden belirlenir ve veya belirlenmesi gerekir.
Ancak tartışmamızda söz konusu olan birisin birisini öldürmesiyle sınırlı değildir. Konu bundan çok daha geniş bir kapsama alanına sahiptir. Sadece öldürmeyi değil yaralamayı, zarar vermeyi, hatta korkutmayı dahi içererek sonuçları itibarıyla birilerinin birileri üzerinde tahakküm üretmesine neden olan eylemler silsilesinden yani şiddetten söz etmekteyiz burada. Başka deyişle bireyin kendiliğinden reaksiyonundan yıkıcılığından değil sınıfların, grupların, örgütlenmiş ya da silahlanmış kişilerin ya da kurumların tahakküme (sindirmeye boyun eğdirmeye korkutmaya, itaat ettirmeye) matuf olarak örgütlenmiş, planlanmış, üretilmiş yıkıcı eylemlerinden söz ediyoruz burada. Şiddet vicdanen reddedilip ahlâken tanımlanması gereken bir eylemdir. Etik denen yaşama düsturu sosyal bir varlık olarak kendimizi merkeze koymadan başkaları ile uyumlu ve dayanışma içinde yaşama bilinci içinde olmamızı gerektiriyorsa “kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına yapmamamız” gerekir. Bu yüzden anti otoriterlik, özgürlükçülük ve şiddet karşıtlığı zaten birarada olması gereken değerlerdir. Beni elde silah öldürmeye gelirseniz ve ben sizi öldürmek zorunda kalırsam da böyledir, gelmeseniz de böyledir. Ancak bu ekstrem durumları ideolojik bir iktidar paradigmasının asli unsuru haline getirerek “ezilenlerin şiddeti ile zalimlerin şiddeti eşit değildir” hamaseti yaratırsak ürettiğimiz ve üreteceğimiz, örgütlediğimiz ve örgütleyeceğimiz şiddet mekanizmasını rasyonalize etmiş oluruz. Böylece işleyeceğimiz olası cinayetleri özgürlük savaşının gereği olarak görür, bu amaçla savaşırken ölenlerin canlarını da kutsal amaç için ölen şehitler olarak selamlarız. Sonuçta cinayetlere politik gerekçelerle güzelleme yapıldığı, yaşamın ve ölmenin araçsallaştırıldığı yerde vicdanlar körelir. Tüm bunlar bizi daha “güçlü” (iktidarlı) yapabilir ama daha ahlâklı ve daha meşru yapmaz. Özetlersek; şiddet taraflar arasında herhangi bir ortak yasa, etik, kural, algı olmadığı durumlarda taraflardan birinin diğerine salt gücüne ve onu güçlü kılan araçlara dayanarak öldürme, yaralama, zarar verme, korkutma, içerecek güç, yöntemler ve araçlar ile sindirme, boyun eğdirme, itaat ettirme, vazgeçirme vb. sonuçları da öngörerek birilerinin birileri üzerinde üstünlük sağlamasına (tahakküm kurmasına) neden olan eylem ya da eylemler silsilesinin adıdır. Kullanılan araçlara ve yöntemlere bağlı olarak fiziki şiddetten psikolojik şiddete kadar geniş bir yelpazeden söz etmekteyiz burada. Başka deyişle bireyin kendiliğinden reaksiyonundan yıkıcılığından değil sınıfların, grupların, örgütlenmiş ya da silahlanmış kişilerin ya da kurumların tahakküme (sindirmeye boyun eğdirmeye korkutmaya, itaat ettirmeye) matuf olarak örgütlenmiş, planlanmış, üretilmiş yıkıcı eylemlerinden söz ediyoruz. Yani şiddet başlangıçta (öngörüldüğü andan) eylemin uygulandığı ve sonrasında ürettiği sonuçların ortaya çıkması dahil uygulayan tarafın galibiyetine, iktidarını pekiştirmeye odaklı bir eylem ya da eylemler dizisidir. Bu hedefe matuf olamayan ya da rastlantısal
olaylar sonucunda birilerinin zarar görmesine korkmasına yol açabilecek olan eylemler şiddet olarak değerlendirilemezler. Yani anlık eylemde ortaya çıkan şiddet anlık bir iktidar aracı iken sistemleştirilerek sürekli kılındığında tahakküme ve zulme dönüşür. Şiddet tahakkümün ebesidir tahakküm ise şiddetin anası. Nerede şiddet varsa orada tahakkümden ya da tahakküme yönelişten söz edebiliriz.
Devlet ve Devrim Devletler öldürmek için her zaman gerekçe bulurlar. Şiddet tekelini elinde bulunduran devlete karşı elde silah savaşsanız da savaşmasanız da devlet kendisi için tehdit oluşturanları kurduğu biyo iktidar üzerinden “etkisizleştirmeye” (öldürmeye) devam edecektir. Devletin şiddet tekelini meşruiyeti kendinden menkul bir anlayışla taklit ederek şiddetle karşılık vermek o şiddet tekelini kırmaz tersine ona meşrulaştırıcı gerekçeler üretir, devletin “her devlet kendi varlığını savunmak zorundadır” türünden algı bozukluklarının önünü açar. Bu olmadı sürgit bir savaş süresince fiilen iki kutuplu bir şiddet tekeli oluşmasına neden olur. Bir tarafta devletin yasal şiddet tekeli karşısında muhalif örgütün kendi yasasının şiddet tekeli. Devletin askeri, polisi, mahkemeleri, hapishaneleri çalışırken devleti taklit ederek proto-devlet olma yoluna giren muhalif örgütler de kendi ordularını, hiyerarşilerini, yasalarını, vergi dairelerini, mahkemelerini hatta hapishanelerini kurarlar. İspanya’da devrim bu yola girmek zorunda bırakıldığı için bitti. Bu anlamda ünlü “ya devrimler savaşı önler ya da savaşlar devrime yol açar” sözünü “devrimler savaşı önleyemezse savaşan devrimler savaşın içinde boğulur” şeklinde tersten okursak daha doğrudur. İspanya’da devrim savaşı engelleyemediği için yenildi. Bugün sürmekte olan (T.C. tarafından da tamamen bitmesi istenmeyen ancak minimize edilmek istenen) savaş Kürdistan’da devrimin çoktan boğulmuş olduğunu göstermektedir. Yine aynı perspektif üzerinden giderek; muhalif örgütün (şiddet metodolojisi ile yürüttüğü mücadeleyi) savaşı kazandığı ve belirli bir bölgeyi kendi kontrolü altına aldığını, iktidarını kurduğunu düşünelim. Bu durumda da savaşla kazanılmış bir “devrim”in kazanımları “iki üç baldırı çıplağın”, ya da entelektüelin fantezilerine kurban edilemeyecek “devrim” kendi iktidarını şiddetle savunmaya devam edecektir. Aynen geçmiş sosyalist devlet ya da Güney Kürdistan deneyimlerinde görüldüğü gibi.
Terör ve Şiddet İlkesel planda terör ve şiddeti savunan jakoben devrimciler, Blanquistler, narodnikler, nihilist devrimciler ile şiddet karşıtı antiotoriter düşünce arasındaki fark birincilerin siyasal iktidarı ele geçirmeyi mutlak bir hedef olarak görmeleri ve amaca giden bu yolda terör, şiddet vs. gibi araçları ahlâki bir sorgulamaya tabi tutamayacak kadar önemsiz bir ayrıntı olarak görmeleri; ikincilerin ise siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedef olarak önüne koymak bir yana buna ilkesel olarak karşı çıkıyor olmalarıdır. Birincilere göre
9 kristalize edilmiş siyasal iktidar bir şiddet ve terör aygıtı olarak ele geçirilmelidir (ki bu durumda şiddet metodolojisi kullanmanın rasyonelitesi kaçınılmaz olarak kendini gündeme getirir). “Yani oyunun kurallarını biz koymadıysak bize kurşun sıkana biz de kurşun sıkar, bize savaş açanla biz de savaşırız”. Bu hareketin “başarı”ya ulaşma ihtimali reel politik açısından daha yüksek olsa da başarılı her devrimin neden kendi evlatlarını yemek zorunda olduğu yasasını da pek güzel anlatır. İkincilere göreyse kristalize edilmiş siyasal iktidarı ele geçirmekle herhangi bir şeyi değiştirmiş olmazsınız, kitleler yine iktidarsızlaştırılmış, eski yöneticilerin yerini yeni yöneticiler almış olur. Sistem temelde değişmeden devam eder. Bu yüzden asıl amaç iktidarsız bireylerin iktidarlılaşarak sosyal ve ekonomik sistemin siyasal iktidar ile birlikte el değiştirmesi değil tamamen parçalanması devletin ve hiyerarşik kültürün kendini bir daha diriltemeyecek biçimde ortadan kalkmasıdır. Bu her ne kadar birincisine göre “başarı şansı” daha düşük olsa da daha gerçekçi ve ahlâkidir. En önemlisi burada devrimin kendi evlatlarını yemesi ihtimali de ortadan kalkmaktadır.
Sonuç Şiddeti örneklerle tanımlamaya çalıştığımıza göre artık en başa, Kaczynski’nin sorularına tekrar dönebiliriz. Şiddete başvurmak istemesek bile şiddet kapımıza geldiğinde ne yapmalıyız? Burada yapılması gereken şey bellidir; meşru müdafaa. Meşru müdafaa şiddet karşıtlığı etiği ile çelişmez. Savunma amaçlı olduğundan ve herhangi bir tahakküm niyeti içermediğinden vicdanlarda kabul görür sonuçları itibarıyla da herhangi bir tahakküm üretmez. Kaczynski yanılıyor çünkü; bir gün şiddetle karşılaşabiliriz diye kendimizi fiilen ve ahlâki bakımdan şiddete göre hazırlamak şiddeti içselleştirmek anlamına gelecektir. Şiddeti içselleştirdiğinizde artık kimin haklı kimin haksız olduğunun önemi yoktur. Şiddet tahakküm tarafından kodlanmış olduğu için her adımda tahakkümü yeniden üreten bir eylemdir. Sorun şiddete karşı koyabilmektir, şiddete şiddetle karşı koyamazsınız onu bu biçimde ancak yeniden üretirsiniz. Kaczynski’nin önerisi şiddeti içselleştirmektir. Şiddeti içselleştirmekle şiddet sarmalının içine girersiniz. Şiddetin yenilgisi ancak şiddeti var eden koşullara toptan bir karşı reddiye ile mümkün olabilir. Bu da ahlâken şiddet karşıtlığı ile mümkündür. Gerçek hayatta olaylar kendi seyri içinde gelişir ama bu gerçekliğin bize dayattığı çözümlere boyun eğerek kaderci bir çizgi izlememiz anlamına gelmez. Şiddet karşıtlığı çokça “size bir tokat atana öbür yanağınızı mı döneceksiniz” metaforuyla çarpıtılır. Aslına bakılırsa bir tokat atana öbür yanağını dönme metaforu şiddeti topyekûn reddetme, şiddet sarmalına boyun eğmeme anlamında esaslı bir başkaldırıdır. Ama yine de şiddete karşı durmanın tek yöntemi tokat atana öbür yanağını uzatmak değildir. Önyargı olarak şiddeti reddetmek fiziki öz savunmayı engelleyebilecek bir şey değildir. Şiddetsizlik etiği ile hayatın gerçeği birbirinden kopuk, sırça köşklerde yaşayanlar için geçerli bir masal konusu hiç değildir. (*) Burada anti otoriter şiddet karşıtlığı ile bu duruş
arasındaki tayin edici ayırım anti otoriterlerin devletin şiddet tekelini hiçbir koşul ve bahaneyle meşru görmemeleridir.
Barış Soydan
Türkiye’de Anarşizm Yüz Yıllık Gecikme İletişim Yayınları Kökleri iki asır öncesine uzanan anarşizm, Türkiye’de ancak 1986’da yayımlanan Kara dergisiyle ve peşi sıra şekillenen anarşist hareketle varlık kazanabildi. Neden? Anarşizm Türkiye’de neden bu kadar geç tanındı, yayıldı? Cumhuriyet tarihi boyunca, nasıl oldu da bir tane bile anarşist aydın çıkmadı? Bu gecikmenin Türkiye solu için anlamı nedir? Anarşizm neden 1916’da, ‘76’da değil de, ‘86’da doğdu? Bu noktada bir soru daha beliriyor: Türkiye’de muhalif sol söylemin değişip zenginleşmesine büyük katkılar yapan anarşizm, aradan geçen çeyrek yüzyılda neden yaygın bir siyasal harekete dönüşemedi? Gazeteci Barış Soydan’ın sorularını yanıtlayan isimler, verdikleri cevaplarla Türkiye’de sol siyasetin dününe ve bugününe dair çok çarpıcı bir tablo ortaya koyuyorlar. Defne Sandalcı
Ah! Metis Yayınları Defne Sandalcı’nın uzun bir zaman aralığında yazdığı bu metinler, çocukluk, ana-baba, kapatılma, sevilenler, kaybedilenler ve bedenimizdeki izler üzerinden bütün bir hayata dair... şiir değil -ama belki de şiir, kim bilebilir?
“ne iş yapıyorsunuz?” “ne yazıyorsunuz?” voltalıyorum, voltalıyorum kelimeler içimdeki öfkeyle yan yana tırısa kalkacaklar az kaldı tırısa kalkıp kırılacaklar az kaldı… Ana Dil’imi kopartacağım az kaldı, piç piç heceler ağzımdan çitalar gibi fırlayacaklar da bir böğürtü dili konuşturacağım az kaldı.
Dilaver Demirağ
Anarşizm
Unutulmuş Olanı Hatırlamak Okur Kitaplığı Türkiye’de bu kapsamda ilk çalışma olan bu kitap, Anarşist canlanmaya selam niteliğinde, Kitap, bir yandan Anarşizmin tarihi içinde özellikle telif çalışmalarda hiç değinilmemiş Tek tanrılı dinlerdeki Anarşi ırmağının yatağının izini sürerken, diğer yanda bir karabasan ayini gibi ortaya çıkan pan-kapitalist, yahut tekno-kapitalist toplumlardaki totaliter cehennemi ele alıyor. Batı ülkelerinde içe çöken bireycilik nedeni ile Anarşist canlanmanın zorluklarına dikkat çekerken, diğer yandan da İslam’la Anarşi Irmağının bileşiminden çıkan yerli bir anarşizmin imkânlarını araştırıyor.
John Zerzan
Makinelerin Alacakaranlığı Kaos Yayınları
Makinelerin Alacakaranlığı, uygarlığın krizini ve bu krizden çıkış yollarını ele alan çeşitli makalelerden oluşmaktadır. Gelecekteki İlkel adlı kitabından aşina olduğumuz John Zerzan, bu çalışmasında savaş, toplumsal cinsiyet, kent, gürültü, sembolik kültür gibi uygarlığın hem varlığını hem de krizini borçlu olduğu temelleri tek tek ele alıyor. Böylece bizi, çağdaş yaşamın vazgeçilmez bileşenleri olarak kabul edilen bu olgulara yeniden bakmaya, ve bu alacakaranlıktan çıkışın imkânları üzerine düşünmeye sevk ediyor; önsözde de dediği gibi, “varsayımlar sorgulansın, sohbetler çoğalsın” diye...
Theodore John Kaczynski
Sanayi Toplumu Ve Geleceği Yeni Baskı Kaos Yayınları Endüstriyel teknolojik sisteme cepheden bir reddiye niteliği taşıyan bu Manifesto, gezegenimizi felakete sürükleyen teknolojik uygarlığın insan üzerindeki tahribatını da bütün boyutlarıyla ortaya koymaktadır. Yaygın ve ciddî psikolojik sorunlar üreten endüstriyel teknolojik sistemin, kişinin özgüveni için vazgeçilmez olan “güç sürecinden” geçişi önündeki engelleri de bir bir gösterir. Teknolojinin entegre bir sistem olduğunu söyleyen Ted Kaczynski, onun iyi yanı ile kötü yanının birbirinden ayrılamayacağını önemle vurgular.
10
Anarşist Öğretmenlerden Çağrı!
Nerede zulüm varsa orada anarşist bir ses yükselecektir! Müptezel hayatlarımız, arasına karbon kâğıdı konulmuşçasına çocuklarımızda kendini tekrar etmektedir. Çocuklar okullara gitmekte, sonra olabilirlerse birer meslek sahibi olmakta, sonra ev ve araba hayali kurmakta, sonra aynı şeyleri onların çocukları yaşamaktadır. Aileler için en büyük mutluluk çocuklarının bir meslek sahibi olduğunu görmek olmuştur. İnsanın bir canlı olarak özünü yok eden ve onu yaşamın güzelliklerinden uzaklaşıp şehirlerde, binalarda yaşamaya mecbur eden bu zulüm düzeni değişecektir. Bu yaşama formunun yanlışlığı bugün insanların çoğu tarafından bilinmekte, hissedilmekte ama herkes paraya, mülkiyete, hiyerarşiye ve köleliğe dayalı kapitalist düzenin değişmeyeceğine inandırıldığı için kendi hayatında bir şey yapma gücünü kendinde bulamamaktadır. Hepimizin öyle ya da böyle içinde bulunduğu eğitim sistemi içinden söz alan öğretmenleriz. Kendimizi anarşist ve anti-otoriter olarak tanımlıyoruz. Şimdiye değin şahsi bir etik içinde yapageldiğimiz gibi, bundan böyle de toplu ve daha güçlü olarak, olabildiğince birbirimizden haberli ve birbirimizle dayanışma içinde, bulunduğumuz ortamlarda özgürlüğün savunucusu olacağız, otoriter tutumların karşısına dikileceğiz, öğretim ortamlarının daha insani ölçülerde oluşması için gayret sarf edeceğiz. Maalesef, şimdiye değin, anarşistler örgütlü bir yapının içinde bulunmazlar gibi genel bir anlayışla gündelik yaşamın her alanı “ümidin ve hayatın ve meyva çağında ağacın düşmanı” olanlara terk edilmiştir. Anarşistler, genellikle 1 Mayıs’larda yaptıkları eylemlerle gündeme gelmişlerdir. Biz bunun değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Anarşistler, herkes gibi gündelik hayat pratikleri içinde bulunduklarına göre bu alanlarda seslerini yükseltmeliler ve bu alanlarda bir özgürlük etiği geliştirmeye çaba göstermeliler ve göstereceklerdir. Ey ahali, duyduk duymadık demeyin, biz Anarşist Öğretmenler Kolektifi adıyla bir araya gelen öğretmenler olarak ilan ediyoruz
ki, meslek gruplarından sendikalara, sivil inisiyatiflerden çeşitli yerellerde ahalinin kendiliğinden gelişen tepkiselliklerine varıncaya değin geniş bir yelpazede anarşinin sesini insan adına, tüm canlılar ve yeryüzü adına yükselteceğiz. Bizim içinde bulunduğumuz ortam eğitim sistemi olduğu için öncelikle bu alana müdahiliz, ancak yeryüzü ile ilgili, toplumla, insanla, canlılarla ilgili her alanda varlığımızı ve anarşist coşkumuzu hissettireceğiz. Anarşist öğretmenler, mevcut durumda çoğunlukla Eğitim-Sen içinde bulunmaktadırlar. Ancak her fikri yapı şu ya da bu ölçüde sendikanın genel çizgisinde belli etkiler yaratırken, anarşistler biraz da anarşizmin bu gibi işlere cevaz vermeyeceği kabulü ile sendikada sadece kâğıt üzerinde var olmuşlardır. Sendika ise tümüyle solcu-laik bir eksende gündelik politikanın kirli manevraları içinde davranmaktadır. Eylemlerde atılacak sloganlar genel merkez tarafından belirlenmekte ve üyelerin tümünün solcu-laik olduğu varsayımından yola çıkılmaktadır. Sendika içindeki bütün diğer çizgiler için büyük ölçüde doğru olabilecek solcu-laik eksen anarşist öğretmenleri tanımlayamaz. Öte yandan yine de, anarşist öğretmenlerin var olan sendikalar içinde üye olabilecekleri tek sendika EğitimSen’dir. İçinde bulunduğumuz bu sendikal yapının politikalarını yıllardır belirleyen tek şey AKP karşıtlığıdır. AKP ile aynı yere düşmemek adına her türlü ilke bir kenara konabilmektedir. Bunun en iyi örneği yakınlarda tartışılmaya başlanan “serbest kıyafet” meselesi olmuştur. Sendikanın kuruluş tüzüğünde dahi yer alan “serbest kıyafet”ten yana olma ilkesi hükümet bu uygulamaya geçeceğini duyurunca politik niyet okumaları iyi bilenler tarafından “türban serbestisi” olarak okunmuş ve sendika bu konuda tavırsız kalmayı seçmiştir. Tavrını ilkelerine göre değil “düşmanına göre” belirleyen bir anlayışın dün “8 yıllık zorunlu eğitim”i memleketin bekası için tek kurtuluş yolu olarak görürken karşı taraftan “12 yıllık zorunlu
eğitim” önerisi gelince bocalaması, elinin ayağının dolaşması şaşırtıcı değildir.
5- Öğretim ortamlarındaki herkesin temel hak ve özgürlüklerini tartışmasız savunur.
Anarşist Öğretmenler Kolektifi hiyerarşik bir yapı değildir ve olmayacaktır. Yatay örgütlenme anlayışı ile herkesin istediği zaman, istediği kadar katılacağı ve yorumlarını, önerilerini önkoşulsuz dile getirebileceği bir yapı olacaktır. Şimdilik, günümüzde iletişimin en pratik ve kolay yolu olan sosyal medya üzerinde var olacak olan Kolektif, anarşist öğretmenlerin ihtiyaç duyması halinde önerilecek başka biçimlerde de varlığını belirginleştirme kararındadır. Anarşist Öğretmenler Kolektifi Facebook Grup Sayfası, tüm Türkiye’deki anarşist ve anti-otoriter öğretmenlere ulaşabilmek ve sanal iletişim ağları üzerinden bilgi, fikir paylaşımında bulunup, eylem ve etkinlik kararları alarak hızla uygulamaya koymak amacıyla kurulmuştur. Grup üyelerinin özellikle sendikal yapı içinde aktif olmaları, donuk, durağan, pasifizasyona açık internet ortamından sıyrılarak gündelik hayat içinde somut eylem ve etkinliklerle yap-örnekle ilkesi çerçevesinde harekete geçmeleri asıl arzu edilendir.
6- Öğretmenlerin ve idarecilerin otoriter tutumlarına ve onlara yasaların verdiği yetkilerin asli kabul edilmesine karşıdır.
Kolektif başta kendi katılımcılarının yaşadığı sorunlar olmak üzere tüm öğretmenlerin, öğrencilerin, eğitim mağdurlarının sorunlarına duyarlı olacak, gereken tepkiyi gösterecektir. Ayrıca bilmeyenler için söyleyelim, anarşist düşünce şahsi iradeyi başka hiçbir iradeye feda etmediği için bu kolektifteki herkes şahsi eylemler gerçekleştirebilecek, tavırlar alabilecek; şahsi eyleminin desteklenmesini isteyebilecektir. Aşağıya, Anarşist Öğretmenler Kolektifi’nin hareket noktaları olabileceğini düşündüğümüz bazı maddeler çıkardık, bunlar değiştirilmeye, düzeltilmeye, tartışılmaya açıktır. Anarşist Öğretmenler Kolektifi; 1- “Zorunlu eğitim”e karşıdır 2- “Eğitim”in okulda yapılmasını yanlış bulur, eğitim sosyal ortamlarda, kişinin kendisinin ve ailesinin açtığı yollarla, arayışlarla gerçekleşir. Ancak bir sosyal ortam olmanın getirdiği özelliği nedeniyle okulun da eğitimsel bir rolü vardır, bu rol planlanamaz, programa bağlanamaz. 3- Günümüz koşullarında öğretimin gerekliliği bir hakikat olarak görünmektedir. Anarşist Öğretmenler Kolektifi, öğretim ortamlarının özgürleşmesi ve özgür öğretim yöntemlerinin uygulanması için çalışma yürütür. Bunun önündeki engellerle mücadele eder. 4- Öğretim ortamlarında her türlü tahakküme ve tahakküm oluşturacak uygulamalara karşıdır.
7- Kişilere belli bir dünya görüşünün (cinsiyetçi, erkek egemen, ırkçı, totaliter, muhafazakâr, ulusalcı/ milliyetçi, homofobik, türcü vb. bir algının), ahlâkın, inanç sisteminin, tutumun, kültürün empoze edilmesine, dayatılmasına, bunların dışında kalanların ötekileştirilmesine karşıdır. 8- Öğretim ortamlarında tam bir kıyafet özgürlüğünü savunur. Kişi özgür iradesi ile görüntüsüne karar vermelidir. 9- Bütün disiplin yönetmelikleri faşizandır, üstelik işlevsizdir. Anarşist Öğretmenler Kolektifi okullarda uygulanan disiplin yönetmeliğinin kaldırılmasını savunur. Ödül’ün ve ceza’nın birey üzerindeki yıkıcı etkileri bilinmektedir. Bu nedenle insan onuruna aykırı, kişiliği zedeleyici cezalar başta olmak üzere her türlü cezanın karşısındadır. Ayrıca, ödülün ödüllendirilmeyenler üzerindeki olumsuz etkilerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini ve ancak başkalarına zarar vermiyorsa ödüllendirmeye yer verilebileceğini savunur. Anarşist Öğretmenler Kolektifi kişinin öz-yönetimini savunur. Bu doğrultuda öğretmenin öğrenciye öz-yönetim ortamı oluşturmasını hedefleyen düzenlemeler önerir, çalışmalar yürütür. 10- Mevcut müfredat içeriğine karşıdır. Tüm derslerin seçmeli olması, öğrencinin ilgisi ve ihtiyacı doğrultusunda almak istediği bilgiye ve beceriye göre ders seçmesini savunur. 11- Öğretim kademeleri arasında sınav ve elemeye dayalı geçiş sistemine, sınava odaklı bir öğretim anlayışına, sınav ve notla yapılan ölçmeye karşıdır. 12- İnanç özgürlüğü gereği, öğretim ortamında dini eğitime ve öğretime karşıdır. Kişi ailesinden özgürce inanç öğretimini almalıdır. Ancak din olgusunun insanlık tarihindeki yeri göz önüne alındığında dinin ortaya çıkışı ve gelişimi ile ilgili bilgilerin yansız bir biçimde ve temel düzeyde verilmesinin yanındadır. 13- Bu metin var olan maddelerinin düzeltilmesine, geliştirilmesine ve yeni maddeler eklenmesine açıktır. Anarşizmin temel belirleyici ilkesi olan “tahakküm ve hiyerarşi karşıtlığı”na aykırı olmayan tüm öneri ve fikirlerle yeni maddeler oluşturulabilir. Anarşist Öğretmenler Kolektifi http://www.facebook.com/groups/ anarsistogretmenler/
11
[Beni Hasta Eden Kavramlar]
Bedel Ödemek Artık sadece politik dilde değil, sıradan gündelik dilde de sıkça rastladığımız bir kavram haline geldi, bedel ödemek. Yerli yersiz kullanılan bu kavram yalnızca anlam bakımından değil, özgürlük etiğiyle bağdaşmayan içeriği bakımından da sorunlu.
İç Savaştan Devrim Çıkar mı? Gazi Bertal Yakınımızda hatta yanı başımızda yer alan birçok ülkede yıllar yılıdır süren iç savaşlar var. Amerika’nın Afganistan ve ardından da Irak işgaliyle birlikte savunma veya karşı saldırı şeklinde başlayan direnişler de kısa zamanda sosyal gruplar, mezhep ve inançlar arası bir iç mücadeleye dönüştü. Ortadoğu ve yakın Asya toplumları neredeyse hiçbir kapıya çıkmayan bu çatışmalar içindeyken, sosyal ve siyasal bakımdan daha tutarlı ve daha sahici taleplerle –hiç de beklenmeyen bir anda– Arap Baharı geldi. Tunus’ta şöyle bir görünüp geçen bahar, Libya, Mısır ve Yemen’de filizkıran fırtınasına dönüştü. Suriye’de olup bitenlere ise fırtına demek artık hafif kalır, orada belki tufandan söz etmek daha doğru. Libya’daki iç çatışmalar birkaç ay içinde, kazananı da yenileni de olmayan stabil bir dengeye oturmuştu. Ancak, Fransa’nın fişeklemesiyle başlayan dış müdahale muhaliflerin önünü açarak sekiz ay gibi kısa sürede Kaddafi’nin nev-i şahsına münhasır sosyalist halk cemahiriyesini yerle bir etti. Nato ve özellikle Fransa destekli dış müdahale olmasa herhalde Libya’da da çatışmalar Suriye’deki gibi bütün hızıyla sürüyor olacaktı. Aynen bizler gibi, bulundukları ülkelerden Libya’daki iç savaşı izleyen devrim beklentisindeki muhalifler de siyasi analizlerini dayandıracak, birbirinden sağlam argüman aramakla meşgul olurdu herhalde. Sonuçta on binlerce insanın hayatına mal olan Libya iç savaşından devrim çıkmadı. Ne kabile güçlerinin böyle bir talebi vardı ne de Arap baharı atmosferinde kendiliğinden yeşerdiyse bile serpilip boy vermesine müsaade edildi. Libya’da eski rejimin enkazı üzerinde yükselen yeni yapılaşma maalesef özgürlüğe dair bir umut vermiyor. Arap Baharı’nın sosyal tezlere konu teşkil edecek ölçüde etkili olduğu biricik alan bence Mısır’dı. Hem kan kaybının görece daha az olması hem de harekete geçirdiği ve ayaklanma süreci boyunca yol açtığı sosyal/kültürel yenilenme bakımından Mısır iyi bir örnek olabilir. Aşağıdan başlayan sosyal dalgalanma siyasal erki zorlamaya başladığında yarım asırdan fazladır harlanıp küllenen Müslüman Kardeşler hareketiyle öteki muhalefet örgütleri ancak meseleye ayabildi. Uluslararası diplomasi de açıkça Mübarek iktidarını gözden çıkarınca siyasî hareketlerin inisiyatifi hızla genişledi. Zaten o noktadan sonra da rejim değişikliği talebi yerini demokrasi talebine bıraktı. Sonuç olarak Mısır’da sular durulmuş değil, milyonlarca insanı etkileyen ayaklanma, zihniyet ve kültürel dönüşüm yönünde derin izler bıraktı. Ötekilerden ayırıcı bir farklılık olarak da Mısır’daki ayaklanma zaman zaman baş gösteren HıristiyanMüslüman gerilimine rağmen iç savaşa dönüşmedi.
Ama iki yıllık tarihiyle Mısır devrimi, Müslüman Kardeşler’in iktidarına yol açtı. Yine de başlangıç ve gelişimi bakımından Nil Devrimi türünden tanımlamaları hak eden bir niteliğe sahip. Arap Baharı’nın Suriye’de yol açtığı kasırga ise içler acısı bir trajedi eşliğinde her gün daha da büyüyor. Ülkenin tamamına yayılmış, çok-taraflı bu korkunç iç savaş, muhalefetinin ve iktidarının ayırt edilemez derecede benzeştiği kanlı bir boğazlaşma halinde devam ediyor. Suriye’deki mevcut iktidarı meşru gören kimi Sol çevreler ile Kemalist/ulusalcı düşünürler, tıpkı Suriye hükümeti gibi, isyancıları emperyalist işbirlikçisi ve terörist olarak gördüklerinden onların muhtemel zaferini de karşı devrim olarak göreceklerdir. Aynı bakışın bir yansıması olarak isyancılar ve destekçileri de Suriye’de diktatörlüğe karşı özgürlük ve demokrasiyi hedeflediklerini sık sık beyan etmekteler. Yani her halükârda iç savaştan beklenen, devrim ya da karşı-devrimdir. Apaçık ki Suriye iç savaşının yol açtığı en önemli şey katliam ve yıkımdır: İnsan ve öteki canlıların yaşamını hedefleyen büyük bir yıkım, onulmaz bir dram! Hangi devrim, hangi özgürlük bunca ölüm, katliam ve yıkımla gelebilir? Hangi devrimde iktidar ve muhalefet güçleri, zihniyet, amaç ve araçları açısından birbiriyle bu denli benzeşir, örtüşür? Hangi devrim, ayaklandığı rejime karşı bu çapta yok edici bir ölüm makinesine dönüş? Suriye’de iktidar ile muhalefet, iki yıldır süren iç savaşta âdeta bir kısır döngü içinde birbirlerini yeniden üretiyorlar. Çatışan güçlerin, birbirinden ayırt edici hiçbir nitelikleri maalesef yok. Tüyler ürpertici katliamlara, insana, doğaya ve her türlü canlıya kast eden imha eylemlerine iktidar da muhalefet de aynı şekilde imzasını atabiliyor. Suriye iç savaşından –terim yerindeyse– ne devrim ne de karşı devrim çıkar. Zira, mücadeleye damgasını vuran fenomen ölüm ve trajedidir, Suriye’de sergilenen trajediden özgürlük doğmaz. Bu yazıda bolca geçen “iç savaş ve devrim” sözcükleri bu arada eski bir tartışmayı hatırlattı bana. 80’lerin sonunda Kara dergisi, Önyargımız Özgürlük adlı bir broşür yayımlamıştı. Broşürün yazarı Ali Kürek, devrimlerin yapısal özellikleri üzerine fikir yürütürken, iç savaştan devrim çıkmayacağını söylemişti. Fakat, o yıllarda aynen benim gibi, toplumsal devrimi enkaz-ı kâinat üzerinde dalgalanan bir bayrak olarak gören ve o broşürü okuyan birçok kişi, “iç savaştan devrim bal gibi çıkar” diyordu(k). Çeyrek asır geçmesine rağmen maalesef bal tadını anıştıracak ne bir iç savaş ne de bir devrim gördüm. Doğu Almanya, Romanya, Polonya, hatta bir ölçüde SSCB gibi sosyalist diktatörlüklerin yıkılışına devrim denecekse eğer o da yine iç savaşsız gerçekleşen bir rejim değişikliğiydi. Darısı Suriye ve tüm komşularının başına.
Kullanımı yaygınlaştıkça her kültürel düzeyden insanın, her yetişkinin ağzında adeta pelesenk olan bu terim genellikle hesapçı bir zihniyeti çağrıştırır. İktisat yahut ticaret konulu bir sohbette bu terimin telaffuz edilmesi anlaşılabilir belki, ancak, konu ideallerle hatta duygularla da ilgili olsa, aşktan, sevdadan, tutkulardan da söz edilse lafın dolaştırılıp getirildiği yer bu terimle ifade edilen maddi bağlam oluyor. İnsanlar en derin manevî dünyalarına dair duygularından söz ederken de bedel ödediklerini dile getirirler. Kişi, isteyerek, arzulayarak yaşadığı tüm mutlulukları bir bedel karşılığında yaşamıştır. Çektiği acıları, çileleri, katlandığı zorlukları bedel diye bir karşılıkla adlandırmaktadır. Böylece, karşılaşılan güçlükler hayatın genel anlamından koparılıp bir kefaret olarak algılanır. *** Bir de sözcüğün fedakârlık çağrışımları için sıkça kullanımına rastlarız. - Ben bedel ödedim, dolayısıyla buna hakkım var. Hele de bu bedel sosyal sorumluluklar, toplumsal veya siyasal davalar uğruna katlanılan zorlukların karşılığı olarak sayılıp hak talep edildikçe deyimin neden bu kadar revaç bulduğu daha iyi anlaşılıyor. Bu tür durumlarda aslında söylenmek istenen şey şudur: İstesem şimdi bu koşullarda olmaz, bambaşka mertebelerde olurdum; bunca çile çektim, bedel ödedim bunun hesaba katılması gerekir. Ya da şöyle: Ben bu halk için, bu dava için şu kadar bedel ödedim, şimdi bunun sefasını sürmeye hakkım var. Oysa, ister aşk, sevda ve kişisel tutkular olsun, ister toplumsal eşitlik, özgürlük ve hakikât arayışları olsun, kişinin inanarak isteyerek yaptığı tercihlerdir bunlar. Haliyle, karşılaşılacak zorluklar, çekilecek cefalar öngörülmüş olmalı. Böyle bir tercihin mükâfatı, karşılığı, ödülü olamaz. Tabii bütün bu çileler halk için, sınıf için, ezilenler, baskıya uğrayanlar, mağdurlar için çekildiğinden karşılığı da misliyle beklenecektir. Bu kefareti ödeyip refahı veya özgürlüğü hak edenler haliyle bunu bir bedel karşılığında satın almışlardır. İsa’nın havarilerinden Matta ne demişti? “Hepiniz bir bedel karşılığında satın alındınız, öyleyse Tanrı’yı bedeninizde yüceltin”. Acıların bedele tahvil edilmesi, bedelin ise dava, kavga veya mücadele diye idealize edilip yüceltilmesi elbette çok eskilere dayanır. İsa’nın çilesi insanoğlunun tüm günahlarının yerine geçen bir bedeldi –o bedel ödendi ve Rab yüceltildi. Burada fedakârlık ile iradilik arasındaki farka geliyoruz; aynı zamanda militan ile anarşist arasındaki farktır bu. Militan; özgürlük için, insanlığın kurtuluşu için, şu veya bu dava için kendini adar, feda eder. Bir bakıma, dava denilen o sonsuz ulviyet tarafından sahiplenilir. Kendi davası yoktur, dava adamıdır, davanın militanıdır. Ve elbette bu dava adamlığının, bu fedakârlığının karşılığında hiç değilse ölümsüzler abidesine isminin kazınmasını bekler. Çünkü dava uğruna bir bedel ödemiştir. Benim anladığım veya anlamlandırdığım anarşist ise şu veya bu davanın adamı değildir. Kendisinden soyut, aşkın bir insanlık davası gütmez; kendi davası vardır. Yeryüzünde zulmün yok edilmesini, özgürlüğü öncelikle kendisi için ister. Fedakârlık değil, iradi bir aksiyondur davayı sahiplenmesi. Mücadeleyi bir kefaret olarak görmez, ödediği bir bedel yok. O yüzden bir mükâfat beklentisi de yok. Unutmayalım ki bedel ödeyen bedel ödetir; birilerinin sizin için bedel ödemesine izin verirseniz size bunun bedelini ödetirler.
12
Milliyetçilik Karşıtı Bir Kolaj Denemesi görmek ve bazı suçların da üstünü örterek, kendi ulusunun çıkarını her şeyden üstün tutmaktır. Bu doğru değildir, ahlaklı değildir. Biz devlet temsilcileri değiliz. Biz bireyleriz, insanlarız, kendi vicdanımızla baş başayız. Devletler elbetteki çıkar duygusuyla hareket ederler ama insanlar öncelikle vicdan ve insan olmak noktasından hareket ederek; kimi zaman kendi milletinden olanı da mahkum etmekle yükümlüdür”.
B. Eraslan Adım Abede Jones, Tanzanya’da doğdum ben. Beyaz bir babadan ve siyah bir anneden dünyaya gelmiş melez biriyim. Çok küçük yaşta Britanya’ya göçtüm, orada çocukluğumun önemli bir bölümü geçti temel eğitimlerimi burada geçirdim ve bir yandan da çeşitli işlerde çalışarak okul harçlığımı çıkardım. Mezuniyetimin hemen ardından staj için Hindistan’a gittim. Orada dünyayı daha yakından tanımaya başladım diyebilirim. Hatta bir ara işim ile ilgili olarak Çin’e gitmiş Çinlileri de tanıma fırsatı bile bulmuştum. Ama hayatımın en ilginç rastlantısı Arjantin’de gerçekleşti orada Alman asıllı bir kıza aşık oldum. Tanzanya’da iken öğrenmiş olduğum yarım yamalak Almanca hayatımın kadını Erica ile işlerin yolunda gitmesi için bana bayağı yardımcı olmuştu. Ne iş yaptığımın hiç bir önemi yok konuyu dağıtmayalım (hadi bir kuruluşta İngilizce dersleri veriyorum diyelim)... Hayatımın en ilginç kısmı Türkiye’ye geldiğim andan itibaren başladı ama son 10 yıldır bir ülkede çakılmış gibi kalmaktan memnun olduğum da sanılmasın. Bilemiyorum belki de bu topraklarda hayatın benden istediği olan bitene tanıklık etmemdi. Günlük gazeteleri ilgiyle takip eden biriyim, çünkü bu ülkede yarın ne olacağını bilmek ya da öngörmek istiyorsanız muhbir ya da muhabir olmak istemiyorsanız haberdar olmak zorundasınız. Evet iyi bir okuyucuyum ama bir kusurum var; okuduğumu asla unutmuyorum. Özelikle 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı ve Cumhuriyet tarihi ilgi alanıma giriyor. Bir kitap kurdu olduğumdan olsa gerek okuduğum tarih kitapları, gazete kupürleri benden intikam almak ister gibi kafamın içinde çınlayıp durmakta. Uzatmadan konuya gireyim; son zamanlarda geceleri rüyama “büyük kurtarıcı” Mustafa Kemal Atatürk girmekte. Hatta Selanikli kargaları bile birlikte kovalıyoruz onunla, o derece yani. Bir bakıyorsunuz o bir çocuk olmuş haylazlık yapıyor bir bakıyorsunuz kafasında Kuvvacı kalpağı parlatılmış deri çizmeleriyle muzaffer bir kumandan olarak arzı endam ediyor. Geçen gece rüyamda çok net idi; Yıl 1923’müş Gazi hazretlerinin Adana da Türk Ocağını ziyareti esnası akşamı, zengin bir sofra kurulmuş mezeler, rakılar gırla gidiyor. Endişeli gençler soruyorlar; “bu Ermeniler memleketimizde hak iddia ediyorlar şimdi nasıl olacak ne yapacağız ey atam” deyu. Diyor ki; “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.” Rüya ama yine de düşünüyorsunuz biran ve şaşırıyorsunuz; “Atatürk böyle şeyler söylemiş olabilir mi” diye. Neticede “yurtta sulh cihanda sulh” demiş biri. “Tam olarak öyle demek istememiştir, belki de ben yanlış anlamışımdır bir de sözün oturduğu bağlama bakmak lazım” diye kendini avutmaya çalışırken birden karşıdan atletik adımlarla gelen Mahmut Esat Bozkurt’u görüyorum. Tamam diyorum; “ben bu konuyu ona danışayım daha iyi olur”, “Atatürk’e hem daha yakındır hem de
İşte dedim kendi kendime aklı başında biri nihayet! Gazetelere bir göz gezdirmek için yanımdan ayırmadığım labtop’ımı açtım. Türkiye’de arabeskin ikonu durumunda olan Müslüm Gürses’in ölümünün ardından yazılmış ilginç bir yazı gözüme takıldı.
okumuş adamdır” diye düşünürsün. Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği sözlerin alt ve üst anlamlarını sana açıklamasını istersin ondan. O da gülümseyerek “anlatayım” der. Beni iyi dinle dostum; “Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” der. Evin başına yıkılmıştır birden “bu mudur muasır medeniyet” diyerek ilk şaşkınlığımı yenmeye çalışıyorum. İçimden ise “budur o muasır medeniyet” diyen susturamadığım bir ses giderek büyüyor. Bu kötü rüyaların yavaş yavaş peşimi bıraktığı günlerden bir gün Azerbaycan’a bir kaç haftalığına bir eğitim programı için gitmem gerekti. Eh yeni bir ülke, yeni bir kültür, yeni yeni insanlar, yeni maceralar demektir neticede bu, diyerek yola koyuldum. Uçaktan inip işyerimin de bulunduğu şehrin merkezindeki ünlü Azatlık meydanını geçerken nümayiş yapan bir güruhla karşılaştım. Polisin de bu gruba müdahale etmeye pek istekli olmadığı her hallerinden belliydi. Birkaç yüz kişilik bu kalabalık “Biz Eylisli’nin kulağını isterik” diye hep bir ağızdan bağırmaktaydılar. Olayın ne olduğunu araştırınca Azerbaycanlı ünlü yazar Ekrem Eylisli’nin son romanında Ermenileri düşman olarak göstermemesine kızan Milliyetçi Müsavat Partili bir grup olduğunu öğrendim. Adının sonradan Hafız Hacıyev olduğunu öğrendiğim eksantrik liderleri yüksek bir yerden tükürüklerini saçarak şöyle diyordu; “Doktorlarla da istişare ettik, bizim gençler cebinde iyot da taşıyorlar ki, kulağını kestiklerinde ilk tıbbi yardımı yapabilsinler, kanama olmasın. Kulağı, dayısının oğlu Andranik’in kulağı gibi kesilecek. Kulak kesmek tehlikeli değildir. Bugüne kadar kulağı kesilen kimse ölmemiştir”. Bu sözleri dinlerken insanlığımdan utandım. Elimden ne gelir diye düşündüm akıl gücümü zorladım ama o an aklıma hiçbir şey gelmedi. Peki ama kimdi bu kulağı kesilmek istenen
Ekrem Eylisli? Onun neden kulağının kesilmek istendiğini merak ettim otelime gelir gelmez internette kısa bir araştırma yaptım. Ekrem Eylisli’nin hayatı eserleri hakkında epey geniş bilgi vardı ancak bu linç durumuna neden olan sözler nelerdi net bir bilgi yoktu. Bir edebi eserde yazılanlardan dolayı biri “nasıl öldürülmek ya da sakat bırakılmak istenebilirdi” bunu bir türlü anlayamadım. Bu konuda ulaşabildiğim tek bilgi Ekrem Eylisli’nin kendi sözleriydi. Bakın ne diyordu Ekrem Eylisli: “Taştan Rüyalar’da şöyle bir hikâye anlatıyorum; ünlü bir Azeri sanatçı ihtiyar bir Ermeni’nin dövülerek öldürüleceğini görüyor ve bu Ermeni’yi savunuyor. Azerbaycan’da Ermenileri döven insanlarsa Ermenistan’dan 80’lerin sonunda kovulmuş olan Azeriler. Bu hikâyeyi anlattığım için bana diyorlar ki; sen burada Azerbaycan halkına hakaret ediyorsun. Burada halka hakaret mi var? Halkımın temsilcisi bir Azeri bir Ermeni’ye yardım ediyor ve ben de bunu yazıyorum. Bu bir edebi metin, burada bir insanın kaderi, hafızalara kazınmış acı dolu günler, acılı makamlar var. Burada ne bir devlet, ne de toprak için yapılan bir savaşın hikâyesi var. Ben burada bir insanın hikâyesini yazdım. İnsanın insana karşı zulmüne bir son verilmesinden söz ediyorum. Yaşadığımız bölgede, bizim vatandaşlarımızın bir kısmı da Dağlık Karabağ Ermenileridir. Biz Ermenilere sövmekle, onlara en kötü lafları söylemekle, birlikte yaşamayı beceremeyiz. İşlediğimiz suçları itiraf etmeliyiz. Bu aynı zamanda benim Ermenilere bir mesajımdır. Henüz geç değil, beraber barışa giden yollar açmalıyız.” Biraz yorgunluğumu alır diye ılık bir duş alıp yatağa uzandım. Televizyonun kumandasıyla amaçsızca zap yaparken bir haber kanalında program yöneticisinin sorduğu aykırı soruları açıklıkla yanıtlayan adının Rober Koptaş olduğunu öğrendiğim genç bir ermeni gazeteci gazetecinin adeta yüreğime işleyen sözleri ilgimi çekti. Şöyle diyordu; ‘Kültürünü, dilini, yaşadığı ülkeyi, yaşadığı yeri, kendi insanını sevmek milliyetçilik değildir. Milliyetçilik birini diğerinden üstün
“Müslüm Gürses, Kürdistanlı bir Ermeni ve ailesi Ermenilik‘ten dönmek zorunda bırakılmış. Kimliğini yitirerek, yani Ermeniliği’ni inkar ederek yaşama tutunmak zorunda kalan bir ailenin çocuğu… Ailesi ile birlikte geçim derdi nedeni ile küçük yaşta Urfa Halfeti’den Adana’ya göç etmek zorunda kalıyor. Küçücük bir çocukken toprağından göçmesi, kimliksiz ve aidiyetsiz büyümesi onu çocuk yaşta ötekileştiren faktörler arasında ilk yarası oluyor… Gittikleri yerde annesi, babasının “namus” cinnetinin kurbanı oluyor. Annesi mezara, babası mahpusa gidiyor. O günden sonra babası ile görüşmüyor. Kardeşi, 12 Eylül döneminde sokakta askerlerce katlediliyor… Yirmili yaşların sonlarında trafik kazası geçiriyor. “Öldü” diye morga kaldırılıyor, kendi çabası ile morgdan çıkıyor. O kazada ona miras kalan, bir kulağının duymaması ve bir gözünün çok az görmesi oluyor… Kimliğini ve vatanını yitirmesi ardından annesini, kardeşini ve sağlığını da yitirmesi onun yüzüne ve sesine iflah olmaz bir hüzün buğusu ve haritası işliyor. Onun kişisel öyküsü kişisel yaşamında benzerleri ile buluşmasına neden oluyor. Müslüm artık acıların, acı çekenlerin babasıdır!” (Esra Çiftçi). İlginç bir tespit diyorum kendi kendime. İnternette gezintiye devam ediyorum. Derken gözüm başka bir habere takılıyor. Dağlık Karabağ savaşı esnasında Ermeni milislerin yaptığı Hocalı katliamından söz ediyor. Ermenistan’ın şimdiki Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyandı bu. Ne diyordu? “Hocalı’dan önce Azeriler bizimle dalga geçtiklerine inanıyorlardı. Biz Ermenilerin sivil halka karşı el kaldıramayacağımızı düşünüyorlardı. O sabit bakış açısını kırmayı başardık. Olan da buydu. Tabii orada Bakü ve Sumgait’ten kaçan gençlerin olduğunu da hesaba katmak lazım.” (Eski asker yeni Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan) Bu kadar ideolojik şok ve duygusal bombardıman yeter de artardı bana daha fazla dayanamazdım dayanamadım da nitekim bilgisayarımı bile kapatamadan öylece uyumuşum.
13
Hülya
Hani Benim Kerevizim Nerde? Sabah uyandık. Günaydın Türkiye. Gazeteler, televizyon kanalları biz uyurken çalışmışlar. Haberler haberler. Çeşit çeşit konular, manşetler, röportajlar; İmralı tutanaklarını kim ortama yaydı, Suriye’de neler oluyor, Çamlıca’da cami yapılıyor, Taksim yıkılıyor. Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli ne dedi, o dedi, bu dedi. Sevgililer Günü satış yaptı, kim kimden gül kaptı. Bir manken bir mankene kaçtı. Popülarite ve güncel politika kazanları kaynıyor. Her tartışmayı önemsiz buluyor değilim, ama hangi gazetede “küresel ısınma”ya dair bir manşet gördünüz? 10 puanlık sorunun cevabı; hiçbirinde! Küresel ısınma konusunda beni en çok şaşırtan şey bütün resmi görmeye, göstermeye kimse yanaşmıyor, algılar kapalı ve medya da bunun böyle olması için elinden geleni yapıyor. Konu yok sayılarak durum idare ediliyor. Bu konuya “takmış” belli çevreler var, bilim insanları, çevreciler, aktivistler. Onlar iğneyle kuyu kazar gibi “bakın aslında dünya ısınıyor ve şunlar oluyor” diye anlatmaya çalışıyorlar, boğazlarını patlatıyorlar, başka kimsenin gündeminde değil konu. Küresel ısınma “out” ekonomik büyüme “in”. Amaan petrol canııım petrol. Artık sana sana muhtacız petrol. Senelerdir işe giderken yolda Açık Radyo dinlerim. Ömer Madra sabırla her gün küresel ısınma anlatır, eylemlerden haber verir, istatistikleri okur. Onun kadar bu konuya adanmış birisini görmedim desem yalan olmaz. Çok şey öğreniyorum dinlerken. İlginç olan şu ki, politize çevrelerde bile küresel ısınma gündemde olmuyor pek. Sanki bütünü algılamayı, bilgileri birleştirmeyi reddediyor beynimiz. Dünyanın insan eliyle zarar görmesi, gelecek tehlikesi belki insanın taşıyabileceğinden daha ağır bir konu. Belki
de korkusu o kadar büyük ki algılamamayı seçiyoruz, geçiştiriyoruz. Neden herkesi ilgilendiren bu sorun çok az insan için kaygı konusu oluyor? Yani bazı durumlarda “ateş düştüğü yeri yakar” hesabı insanlar ötekinin derdine duyarsız olabiliyor. Burada ateş her yere düşmüş durumda, öteki falan da yok. Öyleyse sokakta olması gereken milyonlarca insan nerede? Sabah yolculuğu ve radyo dinleme faslı bitiyor, ofise varıyorum. Aaa ofiste küresel ısınma falan yok. Yazın soğuk, kışın sıcak, ne de güzel ofisimizsin sen bizim. Korkulacak bir şey yok, güven içindeyim. Zamandan, sorunlardan bağımsız oluyor iş yerleri. İşgücü kaybı olmaması açısından küresel ısınmaydı, savaştı, açlıktı bu tür konular zaten işe gidemiyor. Dün gece oynayan diziler gelmiş işe, küresel ısınma evde kalmış. İşyerinde güven içinde işimizi yapıyoruz. İşgücü kaybı zinhar olmuyor. Kuraklık ve savaş olursa onu o zaman düşünürüz. Bazen internetten şehir efsaneleri geliyor su olmayacakmış saçsız kalacakmışız falan, “off çalışırken beni meşgul etmeyin”. İşyerlerinin dünyadan kopukluğu başlı başına yazılası bir konu ama şimdi sırası değil. Bütün bu uyuşmalar/uyuşturmalar bir tarafa, durum şudur: Küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor. Kışın sıcaklıklar artıyor, ilkbahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor. İklimler değişiyor. Biz fosil yakıt kullanmaya devam ettikçe, ormansızlaşmaya neden oldukça, yaşam ve tüketim alışkanlıklarımızla küresel
ısınmanın hızını arttırıyoruz. Devletler ekonomilerini büyütmek, güç kazanmak, fosil yakıt şirketleri ise daha çok para kazanmak istiyor. Eriyen buzulların altından çıkan petrol ve balıkçılık alanları paylaşılıyor. Kuraklık, kıtlık bunlara bağlı savaşların çıkması gibi tehlikeler var. Ama bunları önlemek için ciddi tedbirler alınmıyor. Geri dönülmez noktaya gelmek için çok az zaman kaldı. Şimdilerde 2 yıl telaffuz ediliyor. Sel haberlerini izlediniz mi hiç televizyonda? Şu kadar kişi kayıp, şu kadar ev kullanılamaz hale geldi. Nokta. İyi ama bu kadar çok yağmur, her şeyin en fazlasının olması iklim değişikliğine bağlı, bunu bir cümle ile söyleyemez miyiz ? Elbette hayır. Sonra petrol şirketlerinin kapısına yığılan insan sayısı artar ve “hoş” olmaz. Her şeyin bir tesadüf gibi yaşanması lazım. İklim değişikliklerini o seneye, o aya, hatta o güne özel bir şey gibi yaşıyoruz ve bize de böyle sunuluyor. Genelleme yapmak, sorular, kaygılar çoğunluk için hâlâ gündemde değil. Mevsim değişikliklerini, “bu sene havalar sıcak gidiyor” gibi yaparak yaşıyoruz. O güne özel durum olarak tanımlamak sorulması gereken soruları ve hareket etmeyi engelliyor. Uyanıyorum, “aaa o ne, güneş var ve hava sıcak” Bir sabah daha aynı şey, bir sabah daha. Bitmek bilmeyen tesadüfler. Bugün de hava sıcak, yürüyüşe çıkalım. Bugün de hava sıcak, balkonda oturalım. Şüphelenmiyoruz. İçimiz rahat, birbirini takip eden bu olayları bağlamak bütünü kavramak istemiyoruz. Küresel ısınma denilen uzaktaki toz ve gaz bulutundan söz edince hatırı sayılır çoğunlukta insan yüzü boşalarak bakıyor yüzüme. Sorun yoktu
nerden çıkardın bakışı bunlar. Paranoyak mısın, deli misin, şimdi can sıkma, insanı boş yere korkutma. Pazara çıkıyorsun etraf yaz sebzesi dolu. Kış gelmiş, nar gibi kızarmış domatesler hâlâ bitmemiş. Oysa kışın kereviz şart. Anna M. Clark’dan beni çok etkileyen bir alıntı yapayım: “İnsanlar, tarihte varolmuş malların tümünden fazlasını yalnızca 1950’den bu yana ürettiler. Bu malları tüketmemizin çevre üzerindeki sonuçları upuzun bir liste oluşturur: Akıllara durgunluk veren bir orman tahribatı – işaretleyin. Hep artan sera gazı salımları – işaretleyin. Sıcaklıkların, deniz seviyelerinin, aşırı hava olaylarının artması – işaretleyin, işaretleyin, işaretleyin.” Tükettik tükettik, dünyayı yorduk. Bizler nasıl yaşamalıyız sorusunu kendimize soruyoruz, artık zaman sadece soru sorma zamanı değil, gerçekten yaşama biçimlerimizi değiştirmenin zamanı. Fosil yakıt şirketlerine dünyayı dar etmemiz, devletlerin para peşinde geleceğimizi yok etmelerini engellememiz, her zamankinden çok sokaklara çıkmamız ve az kalan zamanı iyi değerlendirmemiz lazım. Fosil yakıtçıları ağlatmayana kış çorbası yok.
Kış Çorbası Bu çorba için keskin ölçüler vermeyeceğim. Biraz göz kararı denilen, duyduğumda beni bunalıma sokan ölçüyle, damak zevkinize göre yapmanızı öneriyorum. Evde ne kadar sebze varsa onları kullanarak yapıyorum ben, hatta hamaratlığım tutarsa bir sebze yemeği yaparken çorbamda çeşit olsun diye sebzenin bir parçasını ayırıyorum. Kullandığım sebze çeşitleri şunlar: Patates, havuç, bir bütün soğan (çorba piştiğinde çıkarıp atıyorum), biraz ıspanak, karnabahar, kereviz, kereviz yaprağı (kerevizler çok dominant görece az koymak lazım –yoksa çorbanın tadında baskın olabilir kereviz tadı), pırasa. Bütün bu sebzeler soğan hariç minik minik doğranacak.
Biraz yağ ile sebzeler 5-6 dakika sotelenebilir, sotelemek zor gelirse sebzelerin üzerine su konacak ve çorba kaynatılacak. Sebzeler piştiği zaman biraz şehriye (isteyen pirinç veya bulgur ile de deneyebilir) çorbaya eklenecek. Şehriyeler piştiğinde, bir yumurta sarısı, yarım limon, 2 kaşık yoğurt, bir çorba kaşığı un ile terbiye hazırlanacak. Kaynayan çorbadan bir kepçe çorba suyu alıp sos ile karıştırılacak ve sosun ılınması sağlanacak. Daha sonra sos çorbaya eklenecek ve bir taşım kaynatılacak. Bu çorbaya isteyen yağ kızdırabilir ama yağsız da gayet güzel oluyor, ekstra yağın da pek yararı yok sanırım kimseye. Neyin yararlı neyin yararsız olduğu da son derece tartışmalı konu aslında. İsteyenler bu çorbaya sos yapmayıp rendelenmiş parmesan veya kaşar peyniri ile de içebilir. O zaman İtalyan Minestrone (sebze) çorbasının benzerini yapmış oluruz. Çorbamıza tuz, biber koymayı unutmayalım. Küre ısınmasın, çorba kaynasın. Yakışanı budur. Afiyet olsun.
14
Türk Heykel San’atında Zeker Problemi Remzi Gürkan edilmesini, ben de onun arkadaşı olduğum için benim ve memleketimin adı asker arasında kötüye çıkmışdır. arkadaşımın adı ve memleketinin kötüye çıkdığı gibi!!! Türkiye cumhuriyetinde cinsiyet yukarıdaki şekilde bakıldığı için. Son zamanlarda Atatürke GAY denilmesinin nedeni de aşağıda yazdığım Olay yüzündendir. Atatürkün Yurt Genelinde Meydanlarda bulunan heykellerinde cinsiyet organı olmadığı için Türkiye cumhuriyetinde ve dünyada cinsiyet tayini cinsel organa bakılarak doktorların onayı ile yapıldığı için. Atatürkün Meydanlarda bulunan Tüm heykellerinde cinsel organ olmadığı görülmüş ve bu durum GAY denmesine NONOŞ denmesine kadar varmışdır. Heykelleri yapanlar Bu duruma sebep oldukları için Tüm heykeltraşcılardan ve ülke genelinde bu cinsiyetsiz heykelllere onay veren Tüm yetkililer hakkında anayasada ki yasa gereği Atatürke alenen hakaretten yargılanmalarını arz ederim..... Atatürk Tüm dünyaya cinsiyetsiz olarak Lanse edilmişdir.Bu durum da yukarda ki GAY ,NONOŞ gibi olumsuz sözlere ahlak dışı sözlere kadar gelmişdir....lütfen gereğini yapınız...saygılarımla.
1 Ulus Baker: Heykel taşı kandırmaktır. 2 Rodin: Taşı elime alıyorum, fazlalıklarını atıyorum, heykel çıkıyor ortaya. Mehmet İşten: Taşın fazlalığı yoktur. 3 Ben: Heykeltraşlar düşüncesiz insanlar. Üç kıta’da at koşturmuş kahraman atalarımızı içine düşürdükleri durumu görünce üzülmekten başka bir şey
pos, endam her şey besbelli özene bezene yapılmış. Gerçeğe uygun bir biçimde(!) devasa bir heykel, kollar, bacaklar, pazular… Fakat iş oraya gelince yok. Yani ne demek bu şimdi? Koskoca Kurtdereli Mehmet Pehlivanın zekeri yok muydu? Tabii bu durum halk arasında söylentilere sebep oluyor. Bazı kötü niyetli zevat da kıs kıs gülüyor. Bir çok duyarlı yurttaşımız gerekli yerlere müracaat etmişlerse de yetkililer hep ilgisiz kalmışlardır. İşte –noktasına virgülüne dokunmadanbir şikayetname:
gelmiyor insanın elinden. Şöyle bir atasözü vardır: Ne Şam’ın şekeri ne Arabın zekeri. Yani yüce gönüllü atalarımız Arabın zekerine varıncaya kadar düşünen ince görüşlü insanlarmış. Üstelik şekerle zekeri yan yana düşünen hayal gücü de cabası. Şimdi bazıları şekerle, Arabın zekerinden bahseden atalarımızın erkekliğini sorgulayacaktır. Öyle olsa sen nereden doğacaktın a cibiliyetsiz! Ferdinand Saussure, konuyu yaratan bakış açısıdır der. Bu heykeltraşlar yüzünden -hangi akla hizmettir bilinmezatalarımız Arabın şekeri, zekeri derken kendileri zekersiz kalmışlardır. Mesela bir heykeltraş koskoca Kurtdereli Mehmet Pehlivanın heykelini yapıyor, kaş göz, boy
TC ANKARA VALİLİĞİ ANKARA EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ MUHABERE ELEKTRONİK ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ MUHABERE SİSTEMLERİ İŞLETME BÜRO AMİRLİĞİ E-MAİL İHBAR TUTANAĞI Gönderen : MEHMET EMİN Y. Konu : Atatürke meydanlarda hakaret Ip No : 78.164.9.X Tarih : 21-08-2011 03:15:26 Mesaj no:15511082108 Mesaj :Sayın Cumhurbaşkanım ve Başbakanım bakanlarım... Askerde arkadaşımın cinsel organlarına bakıp, cinsiyet tayin eden bu ülke.. asker arkadaşımın bölük içinde rencide
Mehmet Emin Y. - Fatih Mah.z. sok No; X Trabzon DAĞITIM: GEREĞİ: KOM Şube Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğü Ben: Öbür yandan eski yunan heykelleri müzelerimizde dal taşak, gururla sergilenmektedir. Bir Barbaros’a, şanı büyük Osman Paşa’ya gareziniz nedir? Öbür ben: Barbarlarda heykel yoktu. Heykel şehir işi. Eski Yunan şehirlerinden kalan heykellerde erkeklik organı söz konusuyken iş kadına gelince değişir. Bu ise aslında uygarlığın erkek temelini gösterir.
Başka ben: Niye acaba koca koca paşa heykellerinde zeker yok? Belki de zekerin bu yüce insanları sıradanlaştırabileceği düşünülmüş. Bu, büyük fikir ve mücadeleleri temsil eden insanların biz fanîler gibi düşen, kalkan, yatan, sıçan insanlar olarak resmedilmesinde mahzur görülmüş. Bir başka ben:Yüce Türk milleti hiç şüphesiz erkek bir millettir,heykeli yapılan Türk büyüklerinin de muhakkak ki erkekliğinden sual olunamaz.Öyleyse zekersiz yapılan bu heykelleri;’erkekliğin’ cinsi fiziki bir şey olmaktan öte aslında tarihsel,sosyal,kültürel ve ideolojik bir olgu olduğundan hareketle bağlamına oturtabiliriz.Öyle ya ‘erkeklik’ cinsel bir çerçeve içinde dursaydı bir millet büyüğü ‘erkek’in heykelinde zeker ille göze sokulmak istenen bir şey olurdu. Dolayısıyla bu heykeller zekersiz de erkektirler.Daha doğru bir deyişle kendilerini bir memeli hayvan türü olarak insan’laştıran zekerden de kurtuldukları oranda erkektirler. Öteki ben: Günümüzde şehir meydanlarındaki heykeller ya bir anlam ortaya koyarlar ya bir şeyi anlatırlar: Özgürlük, bağımsızlık, mücadele, sevgi, birlik vb. Biri, hiçbir anlamı olmayan, hiçbir şey anlatmayan bir heykel yapsa kuşkusuz gerçeğe çok uygun bir heykel olurdu. Buna karşılık çoğu insan böyle bir heykeli hayret ve şaşkınlıkla karşılardı. Böyle bir heykel olsa ona şöyle bir baktıktan sonra onu belki de yan yatırıp üzerine oturur çay kahve içip sigara tüttürürdük. Çocuklar bu heykele uygun bir oyunu mutlaka bulur, üzerinde oynayıp zıplarlardı. 4 Enis Batur: Belki, belki diye bir şey de yoktur.
15
Her Devrimin Temel Sorunu İktidar Sorunudur. LENİN Kesen, kopyalayan, silen, yazan: ak
16
Orta Sınıfın Çevre Sorunsalı
Canlıya, yaşama değer vermedik, bunlar hiçbir zaman önceliğimiz olmadı. Yaşam hakkını sadece kendi türümüzle ve neo-liberal düzenin dayattığı değer yargılarıyla sınırladık. Doymak bilmez mal-mülk, para hırsımızla tüm doğayı mahvettik.
Belgin
İnsan doğanın en yaramaz çocuğu ve doğaya en aykırı varlığı. Yok etmeye kodlanmış ama yok etme kodu sadece kendi varlığını sürdürmek amacı gütmüyor -ki öyle olsa zaten doğaya aykırı olmazdı. Onun kodlaması kendi kendine saçma sapan sanal canavarlar yaratıp, onlarla mücadele etmek ve bu uğurda da önüne geleni yok etmeye dayalı. Bir insan doğar, büyür. Eğer biraz şanslıysa (!), bir orta sınıf ailesinde doğar. Bu da saçmadır, orta sınıf olgusunu da kendi ataları yaratmıştır aslında ve bunun biraz şans olduğuna da yine ataları karar vermiştir. Çevresindeki aile koruma kalkanı ile, bir peri masalı kıvamında, 4-5 yıl yaşar. Kızsa illaki pembe, erkekse illaki mavi bir dünya yaratılır ona. sonra bir başka saçmalık dönemi başlar; okul! ve bu dönem anne-babaların çocuklarını karşılarına alıp sık sık; “bak çocuuumm” diye başlayan, sıkıcı ve saçma konuşmalar yaptıkları uzuun bir dönemin de başlangıcıdır. Zaten bu “bak çocukum” sinyali aslında “dinlemesem de olur” uyarısıdır ve genellikle suya yazılır gider (mi?) Kodlama sürecinin önemli bir parçası da budur belki, çünkü nesiller boyu sürer gider. Okul, aile çevre filan derken genellikle bu insanımız olur sana bir beyaz yakalı. Bu çiçeği burnunda beyaz yakalı insanımız genellikle toplum hayatında, kağıt Starbucks bardağında kahve içmesi ve elinde çok satan bir gazeteyle dolaşması ile tanınır. Kadın olanlarının burunları genellikle estetikli, erkeklerinin saçları jöle veya köpüklüdür. Ama çoğunlukla unisex giyinirler; pantalon-ceket illaki koyu renk. Beyaz/mavi gömlek. En son model cep telefonu. Gazetelerin ekonomi sayfalarına pek bir meraklıdır! Borsayı filan takip eder ya da öyle görünür. “Büyüme” ve “fırsat
yaratma/kullanma” konularında büyük fikirleri ve vizyonları vardır ve bunları her ortamda yabancı sözcüklerle süsleyerek anlatmaya bayılır. Büyüme! Bu kutsal bir olgudur; neo-liberal düzende varolma ve varlığını sürdürmenin altın anahtarı. Düzen fırsatlar yaratır gibi görünür, bu görüntü peri masalı gibidir. Üstelik karşılığında ondan istenen sadece “büyüme”dir; hem de dijital büyüme. Büyük rakamlar, daha büyük rakamlar, daha da büyük rakamlar. Sistem kurallarını açıkça ortaya koyar; ne kadar köfte o kadar ekmek. Hattı zatında bu şahane sistemi de beyaz yakalımızın insan ataları bulmamış mıdır? Yani çok da insanidir! Beyaz yakalı, bu düzenin gereklerini yerine getirmek için canla başla çalışır: Gece-gündüz, özel hayat demez çalışır; işyerindekilere karşı naziktir, asla “hayır” demez; çocuk yapmayı durgunluk dönemlerine denk getirir; izin kullanmaz; asla itiraz etmez; çevresindeki haksızlıklara karşı duyarsızdır; -çünkü bu haksızlıklar sadece arıza çıkaran kendini bilmezlerin başına gelir, asla onun başına gelmez; sosyal yaşamı ile iş yaşamı iç içedir. vb.
Bu kendi yakın çevresine son derece duyarsız ve tepkisiz beyaz yakalı nasılsa ve nedense ekolojik sorunlara pek bir duyarlıdır! Her fırsatta daha yeni daha konforlu ve daha teknolojik bir yaşama zıplama amacı ile her fırsatı kullanır, ama bunların ekolojik maliyetlerini hiç düşünmez. gürül gürül fosil yakıt harcayan lüks arabalar, ormanlar feda edilerek yapılan lüks siteler, su kaynaklarını pervasızca kullanan havuzlu villalar, her yıl modası geçtikçe çöpe atılan elektronik aletler (telefonlar, bilgisayarlar, tabletler, piller ve daha niceleri) bir beyaz yakalının olmazsa olmaz temel ihtiyaç maddeleridir. Ama o, yeşil söylemler yapmaktan geri kalmaz. Düzenin dayattığı saçma sapan değerler uğruna savaşlar yaparlar; barış için filan savaşanları da vardır bunların. Yaşama dair planları hep 5 veya en baba 10 yılla sınırlıdır. 5-10 yıllık kalkınma planı; 5-10 yıllık satış planı; 5-10 yıllık büyüme planı. sistemin dayattığı bu 5-10 yıllıklar onun da yaşama dair planlarının üst sınırını oluşturur. Yaşamı sadece 5-10 yıllık dilimlerde sürdürürken, kendi ömrü ve çocuklarının ve hatta torunlarının yaşamlarını düşünerek yaptığı tek şey mal almaktır;
yaşamın mal-para ile varolabileceğine kodlanmıştır. Hava, su onun bitmez tükenmez doğal kaynaklardır. Tatil köylerindeki masum açgözlü açık büfeler, doruğa çıkmış çılgın tüketim kalıpları nasıl kıtlık habercisi olabilir ki. Bu dünya düzeninde, her tür haksızlığa karşı açık hedefiz; kendimizi koruyacak adalet ve hukuk sistemlerini geliştiremedik, var olanları da yok ettik. buna karşın kendi kendimize düşmanlar yarattık. Canlıya, yaşama değer vermedik, bunlar hiçbir zaman önceliğimiz olmadı. Yaşam hakkını sadece kendi türümüzle ve neoliberal düzenin dayattığı değer yargılarıyla sınırladık. Doymak bilmez mal-mülk, para hırsımızla tüm doğayı mahvettik. Kişisel ihtiraslarımızla çelişen her şeyi yakıp yıkıp kül ettik. Yaşam kalitesini güzel okullar, güzel evler, güzel arabalar, güzel giysiler, tumturaklı tatiller sandık. Kasım ayının ortasında 19-20 derecelik havaları mevsim normali gibi yutturanlara inandık, “ayy bu sene havalar ne güzel gidiyor” diye sevinerek ve doğal gazdan ne kadar kırpılabileceğini hesaplayarak budalalık ve aymazlıkta tavan yaptık. Çocuklarımıza Hansel-Gretel masalı okurken bile, kendimizin aslında kötü kalpli cadının, pasta evin içindeki akşam yemeği olduğunu algılayamadık. Aklı başına gelip evin dışına çıkmak isteyenleri öteki sayıp duyarsız kaldık ya da yönetimle işbirliği yapıp “bozguncu” olarak damgaladık, itibarsızlaştırdık. Hayatı öyle üstünkörü yaşadık ki, sürekli bir hafıza erozyonu içinde çalkalandık durduk -hiç ders almadık. E artık bence biz her tür felaketi hakettik. Beni en çok düşündüren ve gerçekten en çok üzen şey, öbür türler ve gelecek kuşaklar. Onların bunun hesabını sorabilecekleri bir fırsatları olmalı.