Çağrı - 106

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

l HE

Aralık 2006/11 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X106

l l l

Metal işçisi bunların hesabını bir gün soracak!

l l

MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” 19 Aralık katliamını unutma, unutturma! “Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocuk olmak…

J

AR

SA

YI

M

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden...

Değerli Okuyucu, bu sayımız sizlerden de aldığımız çok sayıda yazı ile yine dolu dolu. Yeni İşçi Dünyası Çek-Al’ımızda işçi sınıfının güncel mücadelesine dair birçok yazı bulacaksınız. Geçtiğimiz ay içerisinde önemli gelişmelerden birisi metal sektöründe son ana kadar toqlusözleşmeye imza atmayan Birleşik Metal İş’in de en sonunda imza atarak bu süreci sonlandırmış olmasıydı. Bu konuya ilişkin ve asgari ücrete ilişkin yazılarımızı Çek-Al’de okuyabilirsiniz. Uluslararası alanda Meksikadaki seçimler ve Oaxaca direniş ve Kenya/Nairobi’deki İklim Zirvesi önemli birer gündem maddesi oluşturdular, bu konuları Panorama bölümünde değerlendirdik. “Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocukların ne durumda olduklarını Yeni Gençlik Dünyası sayfalarında irdeledik. Yeni Gençlik Dünyası sayfalarında tam da bizim

İçindekiler gençlik mücadelesinde en çok önemsediğimiz işçi gençliğin örgütlenmesi konusundaki iki önemli gelişmeye yer verdik: İşçi Gençlik Kurultayı ve Gençlik Sendikası. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Yaşama Temellerini Koruma Mücadelesi sayfalarında “Atom Öldürür” başlıklı kapsamlı araştırmanın son bölümünü yayınlıyoruz. Fosil yakıtlara ilişkin tartışma üzerine elimize geçen bir okur yazısına yer nedeniyle bu sayımızda yer veremiyoruz, ancak bir cevap ile birlikte önümüzdeki sayı yayınlamayı düşünüyoruz, değerli okurumuzun bunu anlayışla karşılayacağını düşünüyoruz. Yeni Kadın Dünyası’nda 25 Kasım etkinlikleri yer alıyor. Değerli okurlar, değerli işçiler... Aralık ayı aynı zamanda devrimcilere yönelik büyük bir saldırının, devrimcileri F Tiplerinde tecrit etmek amacıyla uygulanan 19 Aralık katliamının yıl dönümüdür. Bu konuya ilişkin değerlendirmemiz bu sayıda yer alıyor. Ayrıca bu konuya ilişkin pdf formatında bir özel sayıyı internet sitemize yerleştireceğiz, tüm okurlarımızı bu konuda gerekli duyarlılığı gösterip, işçi sınıfını ve emekçi halkı bu konuda bilgilendirmek ve duyarlı kılmak için çaba sarfetmeye çağırıyoruz. Yeni sayımzla yeni yılda görüşmek üzere... YDİ ÇAĞRI, 02 Aralık2006

GÜNDEM Haklı biziz, güçlü biziz… Bunu anlamalıyız! . . . . . . . . . . . . . . . 3 PANORAMA - MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… . . . . . . . . . . . . 5 - KENYA/ NAİROBİ - İklim felaketine çözümsüzlük arayışları… . . . . . . . 7 - BANGLADEŞ - Seçimler öncesi kriz…?. . . . . . . . . . . . . . . . . 9 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Türkiye’de azınlık mazınlık yok”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 GÜNDEM 19 Aralık katliamını unutma, unutturma! . . . . . . . . . . . . . . . . 12 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası. . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 1 Birleşik Metal İş’de MESS süreci . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 2 Metal işçisi bunların hesabını bir gün soracak! . . . . . . . . . . . . EK: 3 Trakya Sanayi A. Ş. fabrikası işçileri greve çıktılar! . . . . . . . . . . . EK: 4 Deri işçileri bilinçleniyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 5 Deri İş Tuzla Şubesi 28. Kongresi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . EK: 6 Tanatar Kalıp’da sendikalaşma mücadelesi sürüyor…. . . . . . . . . EK: 6 Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır!. . . . . . . . . . . . . . . . EK: 7 SCT’de grev 252. gününde!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 7 Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi.... . . . . . . . . . . . . . . . EK: 8 Kızılırmak çeltik üreticileri alanlara çıktılar. . . . . . . . . . . . . . EK: 8 YENİ KADIN DÜNYASI İstanbul’da 25 Kasım Paneli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Kadınlar şiddeti tartıştı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Kadın Platformundan 25 Kasım eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ GENÇLİK DÜNYASI “Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocuk olmak… . . . . . . . . . . . . 15 İşçi Gençlik Kurultayı yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Gençlik sendikası mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Atom öldürür - Doğa güldürür (3) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Küresel ısınmaya karşı miting yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 GÜNCEL İzmir’de Ekim Devrimi bir panel ile anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . 21 Sermaye sınıfı kan ve can üzerinden palazlanıyor... . . . . . . . . . . . 21 Vİ-KO’da zafer mücadele eden işçilerin olacak! . . . . . . . . . . . . . 22 Tez-Koop-İş sendikası Diyarbakır şubesinin 8. Olağan Kongresi yapıldı. . 23 “Barış İçin Akdeniz Girişimi Sonuç Bildirgesi” yayınlandı . . . . . . . . 23

v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 106 · ARALIK 2006 ISSN 1301-692X106 v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli


gündem

Haklı biziz, güçlü biziz… Bunu anlamalıyız! YOKSULLUK KADERİMİZ Mİ? GELECEK DE BİR GÜN GELECEK… AMA NASIL BİR GELECEK?

F

ra nsa K ra liçesi Ma riaAntoinette insanların yoksulluktan yiyecek ekmek bulamadığını duyunca tarihe geçen o ünlü sözünü söylemiş: “Öyleyse pasta yesinler!” Kraliçenin yoksulların durumlarına, sorunlarına ilgisizliğinin bir göstergesi olan bu söz aslında günümüz için de geçerli. Hakim sınıfların üyeleri, onların siyasetçileri, devletleri yoksulların durumunu, sıkıntılarını değil, kendi çıkarlarını düşünüyorlar. İşçinin, emekçinin ekmek derdi, geçim derdi onların derdi değil… Tam tersine onlar kendi iktidarlarının devam etmesi için, daha fazla birikim yaratmak için uğraşıyorlar. Bunun için de işçilerin, emekçilerin alınterini, emeğini daha fazla çalıyorlar… Bizim yoksulluğumuz onların daha fazla kazanması anlamına geliyor. Ve biz her geçen gün daha yoksullaşıyoruz. Onlar ise deveyi hamuduyla yutuyorlar. Onlar işçilerin, emekçilerin yoksulluğunu kadere bağlıyorlar. Onlar dinin öğretilerini de kullanarak diyorlar ki, “Herşey tanrı vergisi… İnsanın alınyazısı nasıl yazılmışsa o olur!” Onlar diyorlar ki, “Şükretmek, sabretmek gerekir!” Yani onlara göre yoksulluğumuz kader… Onlara göre açlığımız alınyazısı… Ve onlara göre açlığa, yokluğa, yoksulluğa şükretmemiz, sabır göstermemiz gerekir. Gerçekten öyle mi? Yoksulluğumuz, açlığımız, çekt iğ i mi z çi leler k aderi mi z mi? Şükretmemiz mi gerekir yokluğumuza, yoksulluğumuza, işsizliğimize, açlığımıza? Sabır mı? Daha ne kadar? Eğer birileri şatafat içinde yaşarken, biz açsak, çoluğumuz çocuğumuz sefil ve perişan ise bu nasıl kader olabilir? Birileri kendi kaderini değiştirirken, bir gecede milyarlarca doları kasalarına aktarırken bizim aynı geceyi açlık içinde geçirmemiz, sıkıntılarla boğuşmamız bizim kaderimizi değiştirme beceriksizliğimizin bir sonucu mu? Hayır, yoksulluk kader değil… Kaderimizden bahsedeceksek eğer egemenlerin bizim kaderimizi belir-

lediğini söylememiz gerekir. Öyle ya, herşeyi belirleyenler onlar. Emeğimizi çalanlar onlar! İşsizliği yaratanlar onlar! Vergilerle bizleri soyanlar onlar! Bizim nasıl ve hangi koşullarda yaşadığımızı belirleyenler onlar! Duruma karşı cılız da olsa sesimizi çıkardığımızda, hakkımızı aramaya kalktığımızda ölüm de dahil bize herşeyi reva görenler onlar… Kaderimiz onların elinde yani!

KAPİTALİZMDE GELECEK YOK! Bugün kaderimizi belirleyenler yarınımızı da belirliyorlar. Bize gelecek diye sundukları her alanda birer soru işareti… Her geçen gün alım gücümüz duşuyor. Ay sonunu borçla, harçla getiriyoruz. Ne olacak bu durumun sonu? Nasıl geçineceğiz? Bugünü atlattık, yarın karnımız doyacak mı? Başımızı soktuğumuz ev, öğünlerde kaynayan tencere, ısınma, giyinme… her geçen gün daha da pahalılaşıyor. İleride daha da kötü olacak… Ne yapacağız? Kışın ortasında soğuğa karşı kömürsüz dayanmaya çalışıyoruz. Çocuklarımızın en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyoruz… Kışı nasıl atlatacağız? Yaz gelse ne değişecek; çok mu daha iyi olacak yaşantımız? Çoluk çocuğumuz okuyabilecek mi? Okusa ne olacak, iş bulabilecekler mi? Hastalanmak, yaşlanmak insanlar için… Böyle bir şeyle karşılaşanların hali nasıl? Kim bakıyor, kim karşılıyor doktor, hastane masraflarını? Yoksa bunlar hiç olmuyor, hastanesiz, ilaçsız, bakımsız mı tamamlanıyor yaşam? Sorular… Sorunlar… Aylar, yıllar geçiyor… Ancak bu sorular, bu sorunlar ortadan kalkmıyor… Geleceğimiz garanti altında olmadığı için bu tür soruları sık sık soruyor, sorunlarla boğuşuyor, çıkış yolları aramaya çalışıyoruz. Kimileri kendi alternatifini kendisi yaratmak istiyor, “geleceğini garanti altına almaya” uğraşıyor. Örneğin, kimisi geleceğini kurtarmak için şans oyunla-

rına bel bağlıyor, kimisi fazla da bir getirisi olmayan ek işlerle gecesini gündüzüne katıyor… Kimisi çoluğunu çocuğunu “ya topçu, ya popçu” yaparak geleceği kurtarmaya bakıyor. Kimisi bedenini satıyor, kimisi uyuşturucu, hırsızlık vs. işlerine bulaşıyor. Bireysel çözüm arayışları çoğunlukla hüsranla sonuçlanıyor, “kurtarılmak” istenen gelecek daha da kararıyor. Geleceğimiz kara bulutlarla kaplı; karanlık… Geleceğimiz geleceksizlik! Bütün bunların sorumlusu, ve suçlusu bu sömürü ve baskı sistemi. Yani bir avuç kodamanın çıkarını koruyan, onların daha fazla kâr etmesine yol açan, bunu yaparken emeğimizden, alınterimizden daha çok çalan bu sistem… Yani kapitalizm! Kapitalizmin işçilere, emekçilere sunduğu, sunacağı bir gelecek yoktur! O, yani kapitalizm, bir avuç asalağın daha fazla kanımızı emmesinin adıdır! Kapitalizmin gelecek diye sunduğu, sunacağı şey kendi sömürü çarklarının, sömürü düzenlerinin devamıdır. Garantiye almaya çalıştıkları budur. Onların işçilerin, emekçilerin geleceğini düşünme diye bir dertleri de yoktur. Onlar için hep kâr, hep daha fazla kâr vardır. Biz, işçiler, emekçiler için bunun anlamı yoksulluk, daha fazla yoksulluk ve açlıktır. Geçmişte olan buydu sömürücü zorbalar için, gelecekte olacak da budur. Daha fazla kâr esas amaç olunca onlar sınır da tanımıyorlar. Bunun için örneğin doğayı katlediyor, yaşam temellerini ortadan kaldırıyorlar. Böylece geleceğimizi ipotek altına alıyorlar. Her geçen gün daha da bozulan doğal dengelerden, ortaya çıkan felaketlerden en fazla yoksullar etkileniyor. Yoksulluk, daha fazla yoksulluk… İşsizlik… Hak gaspları… “Ölmeye çok, yaşamaya az” ücretlerle köleliğin devamı… Yaşanamaz bir dünya… Savaşlar… Yıkımlar… Onların bize sundukları gelecek böyle bir gelecek!

GÜÇ KİMDE? İçinden geçtiğimiz dönemde tüm dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de ezenler ve ezilenler var. Sömürenler ve sömürülenler var. Şatafat içinde yaşayanlar ile aç yatanlar var… Ezenler üretim araçlarının, fabrikaların, işletmelerin, toprağın sahipleri…Bu sahipliği sürekli kılmak için koruyucu bir güçleri var. Devlet var. Onlar devletin sahipleri. Devlet onların sömürü sisteminin koruyucusu. Yeri geldiğinde, ihtiyaç duyduğunda vurucu güçleri var. Orduları, polis teşkilatleri, kontr-gerilla grupları var. Zor aracının sahipleri onlar. Buna ihtiyaç duyulmadığı yerde “mülkü koruyan” hukuk var, adalet var; onlar için… Medya denilen yalan makinası var, yoksulların, ezilmişlerin beyinlerini, bilinçlerini esir alan… Onlar “herşeyin sahipleri” olarak bizim yaşantımızı, bilincimizi belirleyebiliyorlar. Peki onlar bu gücü nereden alıyorlar? Onlar gücü en başta bizim gerçekleri görmememizden alıyorlar. Bu durum bizi örgütsüzlüğe götürüyor. Onlar gücü örgütsüzlüğümüzden alıyorlar. Onlar güçlerini bizim herşeye boyun eğmemizden, sesimizi çıkarmamamızdan alıyorlar. Onlar bu gücü bizim “şükretmemizden” alıyorlar, sabrımızdan alıyorlar; tevekkül göstermemizden alıyorlar. Onlar bu gücü korkaklığımızdan, sinmişliğimizden alıyorlar… vb. vb. Kısaca söylemek gerekirse onlara gücü biz veriyoruz. Fakat biz bu gücü verirken bu kadar gücü verdiğimizin bile farkında değiliz. Onların kaderlerinin bizim elimizde olduğunun farkında değiliz. Evet, onların kaderleri bizim elimizde… Öyle ki, onlar biliyorlar da bizim güçlü olduğumuzu, biz, işçiler, emekçiler bilmiyoruz.

ONLAR BİLİYOR: ONLARI GÜÇLÜ KILAN BİZİZ! Evet, onlar güçlerini bizden aldıklarını biliyorlar. Bunun örneklerini


gündem

çeşitli şekillerde ifade de ediyorlar. Kendi aralarında didişirlerken ya da seçim dönemlerinde bunun örneklerini görmek mümkün. Yakın döneme, örneğin geçen ayın öne çıkan gündem maddelerinden birisine bakalım. Bilindiği üzere Türkiye siyaseti şu anda iki parçaya bölünmüş durumda. Bir tarafta AKP hükümeti var. İşçilerin, emekçilerin 2002 seçimlerinde yüzde 35 civarında bir oy vererek tek başına hükümete getirdiği bir parti bu parti. Yani gücünü emekçilerden alan bir parti. Bu partinin çekirdek kadrosu esasta dinci Milli Selamet Partisi geleneğinden gelmekle birlikte liberal bir çizgi izliyor ve bu çizgi Türk büyük burjuvazisinin çıkarlarına uygun bir çizgi. Bu çizginin içinde Kemalistlerin hiç de işine gelmeyen devlet erkinin, devlet bürokrasisinin, yerel yönetimlerin vs. değiştirilmesi de var. Bu gerçekleşirse ordu etkisizleşecek, Kemalist bürokrasinin etki alanı daralacak, 80 küsur yıllık cumhuriyet tarihi boyunca iktidarın gerçek sahipleri olanlar iktidarlarını terketmek zorunda kalacaklar. vs. vb. Diğer yanda kendilerini “laik” görüp gösteren ordu eksenli Kemalist kesim var. Bu cenahın da partileri var. AKP’nin tek başına parlamentoda çoğunluğu ele geçirdiği seçimlerde işçilerin, emekçilerin geri kalan oylarının büyük çoğunluğu da Kemalist kesimin partilerine dağılmış. Bunlar kendi aralarında birlik olamadıkları için bunlardan sadece CHP parlamentoya girebildi. Bu partiler de güçlelerini işçilerden, emekçilerden aldılar; halktan aldılar. Onlar işçilerden, emekçilerden, halktan aldıkları güçlerle parlamentoda sermaye kesimine hizmet etmeye başladılar, kendinden önce yine işçilerin, emekçilerin oylarıyla oluşturulan parlamentolar gibi. Bu parlamentonun bir farkı, AKP ile sözümona “laik” Kemalist kesimin arasında dalaşın derinleşmesi döneminin parlamentosu olması. Bu dalaşın bir çok yönü var. Bu sıralar dalaşın cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeni genel seçimler yanı öne çıkarılıyor. Hakim sınıflar gelecek yıl seçim yapacaklar. Ama öncesinde yeni bir cumhurbaşkanı seçecekler. Cumhurbaşkanlığı seçimleri kendi aralarındaki dalaşta önemli. AKP hükümeti esasta cumhurbaşkanını seçebilecek güce sahip. Recep Tayyip Erdoğan da isterse cumhurbaşkanlığına seçilebilir. Olabilir mi? Normalde olabilir… Ama Türkiye siyasetinde, daha genel konuşursak burjuva siyasetinde ne “norm” aranmalıdır, ne de “normal”! Dananın kuyruğu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kopuyor. Kemalist kesimler Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına karşılar. Onlara göre, eşinin başı kapalı olan

birisi Çankaya’ya çıkamaz. Bunun yanında, Kemalistler için, dini siyasete alet ettiğini söyledikleri birisinin cumhurbaşkanı olması, Kemalist “laik” cumhuriyetin en temel kurumunun elden gitmesi anlamında sembolik öneme sahip. Bu yüzden vargüçleriyle bunu engellemenin yollarını arıyorlar.

“HALKIN TERCİHİ” BELİRLEYİCİ!

rıda da belirttiğimiz gibi bilinçsizlikten, bilmemekten kaynaklanıyor. Ama sömürücü zorbalar da ellerindeki çeşitli araçlarla işçilerin, emekçilerin gerçekleri görmesini engellemek için kullanılar. Örneğin medya üzerinden, örneğin eğitim sistemi üzerinden bunu gerçekleştirirler… Örneğin işçilerin, emekçilerin türlü farklılıklarını kullanarak birbirlerine düşman yaparak bunu gerçekleştirirler. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İslamGayrimüslim vb. vb. farklılıklarını kullanarak yoksullukta birleştirdikleri işçileri, emekçileri bölmeye, parçalamaya çalışırlar. Irkçılıkla, saldırgan milliyetçilikle, dinle, mezheple… milyonların bilinçlerini karartır, geniş yığınlar arasında onarılması güç çitlerin oluşmasına çabalarlar. Kaderleri bir ve aynı olanların bir araya gelmesi demek sömürücü zorbalar için istenen bir şey değildir. Sömürücü zorbalar bilirler ki, yoksullukta birleştirdikleri milyonların gücü örgütlü bir güce dönüştüğünde zorba iktidarları bu gücün karşısında tuz buz olur.

dürmekte, bu güçle işçilerin, emekçilerin geleceklerini de, kaderlerini de belirlemektedirler. Oysa döne döne vurguladığımız gibi, sömürücü zorbaların kaderleri işçilerin, emekçilerin ellerindedir. İşçiler, emekçiler eğer gerçekleri görebilseler; eğer örgütlenebilseler ve eğer kendilerini sömüren, baskı altında tutan sisteme karşı seslerini yükseltseler kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Ama bugün bu durumdan uzağız. Eksiklikler, yetmezlikler var. Öncelikle bilinçlerin esaretten kurtarılması gerekli. Bunun için sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin milyonlara gerçekleri anlatma diye bir görevleri var. İşçilerin, emekçilerin örgütlü bir güç olması gerekir. Ama bugün yeterli bir güçten bahsetmek mümkün değil. İşçi sınıfının güçleri ya dağınık ve örgütsüz ya da cılız örgütlenmelere sahip. Bu eksikliğin giderilmesi, için yine sınıf bilinçli işçilere, emekçileri görev düşüyor. Çağrımız sınıf bilinçli işçilere: Görevlerinize özverili bir şekilde sarılın! Çağrımız bilinçleri esir alınmış işçilere: Gerçekleri görün! Size anlatılan masallara inanmayın! Geleceğinizi kendi ellerinize alabilirsiniz, almalısınız. Yoksulluk kader değildir. Yoksulluğunuz sömürücü zorbaların iktidarlarının, sistemlerinin sonucudur. Sömürücü zorbaları başından defet! Kaderini kendi ellerine al! Çaresiz değilsin! Bunu anla… Sınıfının örgütlü gücüne güven… Örgütlen, mücadeleye atıl! Sınıf bilinçli işçileri dinle… Unutma ki; kaybedeceğin bir şey yok… Ama kazanacağın yeni bir dünya var!

Kemalistler örneğin Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için, bu partinin aldığı oy oranını gösteriyor ve seçime katılanların yuvarlak rakamla yüzde 35’lik oyunu almış bir partinin, yüzde 65’i hiçe sayarak istediği gibi cumhurbaşkanını seçemeyeceğini söylüyorlar. Yani onlar kendi işlerine gelmediği zaman halkı öne sürüyorlar. Kemalist kesimin siyasetçilerine göre halkın tercihi AKP’ye bu hakkı vermiyor! Ve Kemalist kesimin siyasetçileri olabilirse bir erken seçimin gerekli olduğunu, halka gidilmesi gerektiğini; erken seçim sonrasında oluşacak parlamentonun cumhurbaşkanını seçmesi SÖMÜRÜCÜ ZORBALARIN gerektiğini söyleyip duruyorlar. Yani KADERLERİ BİZİM ELİMİZDE! onların döne döne “halk” dedikleri; çoğunluğunu işçilerin, emekçilerin, Bunu biliyorlar. yoksulların gücü önemli hale geliveBu gerçeği bildikleri için milyonlarca riyor. işçinin, emekçinin gerçekleri görmeDiğer taraftan AKP de halkın kensini engellerler. Maalesef bunda da dilerine hükümet etme görevi verdibaşarılılar. Öyle ki, milyonlarca işçi, ğini, erken seçime gerek olmadığını, emekçi kendisine sunulan magazin halkın seçtiği bir parlamento olduprogramları üzerinden hangi şarkığunu, bu parlamentonun cumhurbaşcının hangi mankenle flört ettiğini kanını seçmesi gerektiğini, seçimlerin bilir de, hangi sendikacının kendisinormal süresinde yapılacağını, cumnin de içinde olduğu işçileri patrona hurbaşkanının da bu parlamento tasattığını düşünmez bile… rafından seçileceğini söylüyorlar. Bu Evet, 80 küsur yıllık bir çark vardır parti de yine “halktan”, yani işçilerortada ve bugün de bu çark işlemekden, emekçilerden aldığı gücü sonuna tedir. Sömürücü zorbalar işçilerden, kadar kullanmak istiyor. emekçilerden aldıkları güçle kendiTüm bu toz duman içinde her iki lerini var eden sistemin çarkını dönKasım 2006  kesim de “halkın tercihine”, yani işçilerden, emekçilerden aldıkları güce sığınıyorlar. 5 Seçimler önümüzdeki yıl yapılali 200 lık dirim a r n cak. Ancak daha şimdiden bir seçim A İ i s 40 te % at Lis atmosferi yaratma çalışmaları sürdüFiy rülüyor. ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ Örneğin son dönemde peşpeşe anketler yapılıyor, yayınlanıyor. • 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 Bununla yine “halkın andaki tercihi” • BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 tespit edilerek siyasi arenadaki •rakip• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 ler yıpratılmak isteniyor. • 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 “Halkın tercihi” bir kez • daha 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 • KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 “önemli” hale geliyor, getiriliyor. MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 Bunun önemi bizzat burjuva• politikacılar tarafından vurgulanıyor. GÜNCEL POLİTİKA • STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 Çünkü buna ihtiyaçları var. Çünkü • EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 onları, onların sistemlerini meşru• İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 laştıran, onları başa getiren, onlara • MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 sömürme “hakkını”, baskı •uygu• DOĞA lama “hakkını” verenler işçilerden, VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 emekçilerden başkası değil… Onlara • ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 • KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 “kaderini” teslim edenler de işçiler, • Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 emekçiler. İşçiler, emekçiler kendi “kaderleKADIN DİZİSİ • KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 rini” sömürücü zorbaların ellerine • SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ne diye bırakırlar? • KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Bunun en önemli nedeni •yukaKADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00

DÖNÜŞÜM N A L YAYINLARI İ

Bu kitapları isteyin, okuyun, okutun, tartışın...

• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00


panorama

PANOR AM A

Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… - MEKSİKA -

D

ergimizin 103. sayısında yayınlanan 17 Ağustos tarihli yazımızda Meksika’da 2 Temmuz 2006 tarihinde yapılan seçimlerde sahtekârlık yapıldığı ve Demokratik Devrim Partisi (PRD) adayı Obrador’un %0.58’lik bir oy oranıyla seçimi kaybettiği, Ulusal Hareket Partisi’nin (PAN) adayı Calderon’un seçimi kazandığı bilgilerini aktarmıştık. Seçim sahtekârlığı yapıldığı yönlü itirazlar, seçim sonucunun gözden geçirilmesi talepleriyle mahkemeye başvurulmasıyla, seçim sonucunun nasıl belirleneceği sözkonusu mahkemenin kararına bağlanmıştı. Tüm oyların tek tek yeniden sayılması talebi kabul edilmedi. Bunun yerine kullanılan oyların %9’u sayıldı. Bu oyların sayımı sonrasında Obrador lehine az da olsa bir değişiklik oldu. Ama yine de Mahkeme Calderon’un seçimi kazandığına karar verdi. Buna göre oylardaki değişiklik % 35.89’a %35.31 yerine, %35.71’e %35.15 olmuştu. Aradaki oy farkı on bin civarında değişmişti. Aslında seçimlerde sahtekârlık yapıldığı açıktı. Ve bu sahtekârlık medyaya da yansıdığı kadarıyla, iktidarı elinde tutanların bilinçli, planlı çabalarıyla seçimlerden önce örgütlenmişti. Bu sonuç Obrador tarafından kabul edilmedi ve mücadeleyi sürdüreceğini açıkladı. Meksika’nın kurtuluş günü olan 16 Eylül’de yüzbinlerce kitlenin katıldığı mitingte Obrador paralel hükümet kurduğunu ilan etti. “Meksika devriminin” yıldönümü olan 20 Kasım tarihinde ise Obrador, yine yüzbinlerce insanın katıldığı mitingte “Ulusal Demokratik Meclis” adına “meşru Başkan” olarak ilan edildi. 1 Aralık’ta Calderon Fox’tan Başkanlık görevini devralacak. Bu tarihte Calderon’un Başkanlığı devralma töreni engellenmeye çalışılacak. Seçim sonuçlarının dalaşı henüz sonuçlanmış değil. Başkanlık görevini devralması engellenmezse –ki engellenmesi zor gö-

rünüyor–, seçmenin %40’ının seçimlere katılmadığı ve seçime katılan %60’ının da sadece %35.71’lik oyunu alan Calderon Başkanlık koltuğuna oturacak. Chiapas ve Tabasco eyaletlerinde yapılan valilik seçimleri de ülke genelinde yürüyen seçim oyunu dalaşına tuz-biber oldu. Ülke genelindeki seçimler de, eyalet bazındaki seçimler de burjuva demokrasilerinde seçim oyununun nasıl oynandığını, seçimin gerçekte bir sahtekârlık sahası olduğunu çok açık biçimde gözler önüne serdi. Kuşkusuz ki Meksika tarihini yakından bilenler için bu sahtekârlık “olağan” bir şeydi. Gelinen yerde, farklı farklı yaklaşımlara sahip olunsa da, gidişata muhalefet edecek güçler ortaya çıkmaktadır. Kimi “light” sosyaldemokrat, kimi de Zapatista’lar gibi biraz radikal görünen ama yine de sistem içi hareket edenlerdir. Kitlesel mücadele içinde önemli rol oynayanlar arasında devrimci konumda olanlar yok. Böylesi bir durumda sınıf mücadelesinden çok, iktidar dalaşı öne çıkmaktadır. S e ç i m le rd e O br a d or y a d a Calderon’un galip ilan edilmesi, gerçekte Meksika halkının büyük bölümü için özde bir şey değiştirmiyor, değiştirmeyecekti de. Sorunun bu yönüyle ilgili gelişmelerin hangi yönde olacağını birlikte takip edip göreceğiz. Bu arada bu yazıyı okuduğunuzda, Calderon’un görevi devralmasında nelerin yaşandığı da ortaya çıkmış olacaktır.

OAXACA DİRENİŞİ Bu bölümde öncelikle bir düzeltme yapmak zorundayız. Dergimizin 103. sayısında, sayfa 9’da Oaxaca ile ilgili gelişmelere dikkat çekerken şunları söyledik: “Obrador seçimin sonuçlarıyla uğraşıp yüzbinlerce insanı sokaklara dökerken, Meksika’nın güneyindeki Oaxaca kentinde 80 günden uzun bir süre sıkıyönetim altında tutulan halk

demokratik koşulların oluşması için mücadele etti. Faşist siyaset yürüttüğünden Vali Ulises Ruiz’i görevinden aldırdı.” Burada yaptığımız tespitleri o dönem haber veren medyaya dayanarak yazdık. “Oaxaca Halk Meclisi”nin (APPO) Oaxaca’da denetimi ele geçirdiği ve bunun sonucunda Vali Ruiz’in Oaxaca’dan kaçmak zorunda kaldığı olgudur. Ama burada ifade edildiği gibi “Vali Ulises Ruiz’i görevinden aldırdı.” tespiti doğru bir tespit değildir. Vali Ruiz resmen hâlâ bu görevdedir ve Oaxaca halkının büyük bölümü istifa etmesi ya da görevden alınması için mücadele ediyor. Bilgi eksikliğinden, ya da medyadaki yanlış bilgiden dolayı yaptığımız bu tespiti böylece düzeltiyor ve okurlarımızdan özür diliyoruz. Obrador seçim sonuçlarıyla uğraşırken ve kamuoyu da esasta seçim sonuçlarını merak ederken, Meksika’nın Oa xaca eyaletinin Başkenti Oaxaca’daki gelişmeler giderek daha fazla gündemi işgal etmeye başladı. Kimileri tarafından “halk isyanı” olarak da tanımlanan olayların perde arkasında ne vardı ve gerçekte bu “halk isyanı” neyin nesiydi? Kendisine devrimci, komünist diyen kesimler Oaxaca’da “devrim ile karşıdevrimin boy ölçüştüğünü”, anlatmaya başladı. Kimi de Oaxaca halkının Vali Ruiz’in istifası için mücadelesini “devrimci direniş”, “tüm dünyada işçi sınıfı ve emekçilerin yolunu aydınla”tan bir mücadele olarak gösteriyordu. “Uzaktan davulun sesi hoş gelir” deyimi, Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerin Türkiye devrimci hareketine yansıması bağlamında, belki de gerçeği en iyi dile getiren deyimlerden biri durumundadır. Oaxaca halkının direnişi içinde devrimcilerin olabileceği ihtimalini dıştalamıyoruz. Kendisini böyle adlandıranların da olduğunun bilincindeyiz. Oaxaca halkının Ruiz gibi bir Vali’nin istifası için mücadele-

sini haklı bir mücadele olarak destekliyoruz da. Bunun yanısıra öğretmenlerin grevi ve halkın büyük bölümünün saldırılara rağmen direniş tavrına saygı da duyuyoruz, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi talepleri destekliyoruz. Fakat, buna rağmen Oaxaca’daki direnişin “devrim ile karşıdevrimin boy ölçüşmesi” (İşçi Mücadelesi) olarak gösterilmesini yanlış buluyoruz. Oaxaca Halk Meclisi (APPO), genel olarak devrimci bir güç olarak değerlendirilemez. Bu birliğin içinde yaklaşık 350 ayrı grup yer alıyor. APPO’nun esas talebi Vali Ruiz’in istifasıdır. Mücadelesi sisteme karşı değildir. Üstüne üstlük, devlet güçleri tüm saldırganlığı ile Oaxaca direnişi güçlerine saldırırken, Kasım ayı başlarına kadar 17 kişiyi katlederken; Oaxaca Halk Meclisi, devlet güçlerine karşı şiddet eylemlerine başvurma tavrını reddetme siyasetini sürdürmekte ısrar etmiştir. Kendi hedefini Vali’nin istifa etmesi ile sınırlayan ve devlet güçlerine karşı şiddet eylemlerini reddeden ve sistem değişikliği hedefine sahip olmayan bir hareketin nasıl devrimci bir hareket olarak gösterildiğini; bu durumda devrim ile karşıdevrimin boy ölçüştüğü tespitlerinin nasıl yapıldığını esefle izliyoruz. Tüm bunların esasta gerçeklerin çıkış noktası olarak alındığı değerlendirmeler yerine, kafalardaki isteklerin, ya da gerçeklerin yerine ikame edilen yaklaşımların sonucu olduğunu düşünüyoruz. “Latin Amerika devrimi”nden bahsedilmesi ve “Yaşasın Latin Amerika devrimi!” gibi şiarların atılmasını da bu ikameciliğin bir yansıması olarak değerlendiriyoruz. Kuşkusuz ki “yaşasın devrim” sloganı kendi başına ele alındığında her zaman doğrudur ve devrim yanlısı olanlara da hoş görünüyor. Fakat bugün Meksika / Oaxaca’da yaşananların, ya da Venezüella, Bolivya vb. ülkelerdeki gelişmelerin “Latin Amerika devrimi” gibi gös-


panorama

terilmesi, kitlelerin bilincini karartmaya hizmet eden ve kökten yanlış olan tespitlerdir. Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeleri tartıştığımız her yerde, bu gerçeği bilince çıkarmak, önemli görevlerden biri durumunda. Oaxaca’daki gelişmelerin gerçekte ne olduğunu anlatmak da, yaşananların bir “Latin Amerika devrimi” olmadığını göstermek açısından gerekiyor. Oaxaca’da bugünkü gelişmelerin kaynağı Mayıs ayı sonlarında öğretmenlerin gerçekleştirdiği grev ve devlet güçlerinin grevcilere saldırısıdır. Oaxaca, halkının büyük bölümünün Indigen ve yoksul olduğu Meksika’nın eyaletlerinden biridir. 2004 yılı Aralık ayında yapılan valilik seçiminde, yine seçim sahtekârlığı temelinde Ruiz valiliğe seçildi. Ruiz, Kurumsal Devrim Partisi’nin (PRI) adayı olarak vali oldu. PRI Meksika’yı onlarca sene tek parti olarak yöneten parti. Ve bu partinin adında “devrim” tanımı olması kimseyi aldatmasın. Ruiz’in valilik görevine başlamasıyla Oaxaca’da bir nevi ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulanmaya başlandı. İnsan hakları örgütlerinin verilerine göre Ruiz’in 19 aylık görev sürecinde 36 siyasi cinayet işlenmiştir ve bunların tümü de Ruiz’e muhalif kesimlerden oluşuyor. Eğitim sendikasına bağlı olan ve Oaxaca’daki “Öğretmenler Sendikası Seksiyon 22”nin üyeleri olan öğretmenler, 22 Mayıs’ta Oaxaca şehir merkezini işgal edip greve başladıklarında, temel talepleri ücretlerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve eğitim politikasında düzeltmelerin yapılmasıydı. Bunlara ek olarak sosyal ve sendikal harekete yönelik saldırılara son verilmesi, haklarında tutuklama emri verilen sendikacı ve sosyal hareketin ileri gelenleri hakkındaki tutuklama emirlerinin geri alınması ve siyasi tutukluların serbest bırakılması gibi talepler de dile getirildi. Bu talepler ama esas olarak ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine bağlı, tali bir konumdaydılar. Kimi verilere göre Oaxaca’da 70.000 öğretmen grevdeydi. Verilen bilgilere göre eylemin başlangıcında, öğretmen sendikasına üyelerin yanısıra, Indigen halkının sosyal ve köylü örgütlerine üyeler de katılmıştı ve toplam 40.000 insan eylemi gerçekleştirmişti. Vali Ruiz öğretmenlerin grevine ve taleplerine cevap olarak binlerce polisi eylemcilerin üzerine saldırtmak oldu. 14 Haziran sabahı gerçekleştirilen bu saldırıda gözyaşartıcı bombalar da kullanıldı. Yüzlerce insan –bir kesimi de ağır– yaralandı. Öğretmenlerin eylemine karşı gerçekleştirilen bu saldırı bardağı taşıran son damla oldu. Birkaç gün içinde insan hakları

savunucuları, sivil toplum örgütleri gibi örgütlerin ağırlıkta olduğu yaklaşık 350 örgüt, grup vb. bir araya gelerek Oaxaca Halk Meclisi’ni (APPO) oluşturdu ve Ruiz’in istifa etmesi talebi diğer taleplerin önüne geçti. APPO kimi devlet dairelerini, bankaları işgal etti, caddelere barikatlar kurdu ve Oaxaca’da denetimi ele geçirdi. Bu arada “mega marş” dedikleri yürüyüşler gerçekleştirildi ve 200 bin ile 800 bin arasında kitle katıldı bu yürüyüşlere. APPO Oaxaca’da denetimi ele geçirmesine ve Ruiz Oaxaca’dan kaçmış olmasına rağmen, temel talebini Ruiz’in istifa etmesi ile sınırlıyordu.

Bunu da öncelikle Meksika yönetiminden bekliyordu. Bunu dile getirmek için de Eylül ayı sonu Ekim ayı başlarında Oaxaca’dan Meksiko City’ye 19 gün süren yürüyüş gerçekleştirildi ve Meksika senatosu binasının önüne çadırlar kuruldu. 6000 civarında olduğu söylenen öğretmenlerin bu eylemde Senato’dan talebi Ruiz’in istifa etmesine yardımcı olmasıydı. Meksika yasalarına göre senatonun sözkonusu eyalette/ şehirde yasama-yürütme-yargı’nın işlemez halde olduğu değerlendirmesini yapması durumunda, valiyi görevden alma yetkisi de vardır. Fakat Senato, Ruiz’in anda yöneten durumunda olmadığını tespit etse de, Oaxaca’da genel olarak yasama-yürütme-yargı’nın işlemediği tespitini yapmadı ve böylece Ruiz’in görevden alınması talebini reddetti. Oaxaca halkının büyük bölümü Ruiz’in istifasını isterken ve aylarca süren bir direniş gösterirken, valinin devlet yönetimince görevden alınmaması veya istifaya zorlanmamasının

perde arkasında 2 Temmuz seçimlerinin sonuçları duruyor. Buna göre eğer merkezi yönetim halkın direnişine bakarak valiyi görevden alırsa, bu durum Obrador’un Calderon’un başkanlık görevini devralmasına karşı kitlesel eylemlerine örnek teşkil edebilir ve Calderon’un başkanlığı suya düşebilir. İkinci bir nokta da, Meksika yasalarına göre altı seneliğine seçilen valinin iki senelik görev süresini doldurması durumunda, yeniden seçim yapılmayacak ve sözkonusu vali hangi partiye mensupsa, o parti yeni valiyi belirleyecektir. Bunun için de Ruiz’in Aralık ayına kadar istifa etmemesi, görevden alınmaması gerekiyor. Gidişat esasta bu yönde görünüyor. M ay ı s ay ı sonlarında başlanan grev olayların teti kçisi olsa da, gelişmeler grevi arka pl a na it m i ş gibi göründü. Fa kat hem devlet yetkilileri ile görüşmeler, hem de sendikacıların kendi aralarındaki tartışmalar sürdü, sürüyor. Devlet güçleri eyleme son verdirmek içi n değ işi k yol ve yöntemlere başvurdu, v uruyor. Bu yol ve yöntemler tam mafya usulü yöntemler. Silahlı saldırılarla katletme, korkutma taktikleri, insanları kaçırıp kaybetmeler, tutuklamalar, ajanların kitle eylemi içine yerleştirilmesi vb. vb. edimler öne çıkıyor. Medyaya yansıdığı kadarıyla Mayıs ayından bu yana katledilenlerin sayısı 17, yüzlerce yaralı ve tutuklu, 61 kişi de kayıp. Tutuklananlara işkence yapılması da bir başka baskı aracı. Öğretmenlerin büyük bir kesimi, devlet yetkilileriyle yürütülen pazarlıklarda ücretlerin artırılacağı, çalışma koşullarının iyileştirileceği sözlerinin verilmesini; aylarca aylık almamanın sonucunda zor durumda kalınmasını ve 1.3 milyon olarak sayısı verilen öğrencilerin tüm ders yılını kaybetmemesi düşüncesini gözönüne alarak okullara geri dönülmesine karar verdi. Fakat bu kararın verildiği dönemde merkezi Meksika yönetiminin Oaxaca’ya 5000 civarında polis/asker kolluk gücü yollaması ve bu kolluk gücünün “barışçıl eylem” yapanlara saldırması ile ortaya çıkan durumda,

istedikleri tarihte okullara dönemediler. Bu kesim öğretmen, daha önce Ruiz istifa etmezse derslere girmeyeceğiz talebine uygun davranmasa da, Ruiz’in istifa etmesi talebini terketmemiştir. Diğer öğretmen kesimi ise Ruiz istifa etmeden derslere girmeme tavrını sürdürüyor. Bu bağlamda grev bitmemiştir. Fakat öğretmenler arasında bölünme yaşanmıştır. Ekim ayındaki ve Kasım ayı başlarındaki gelişmeler APPO’ya “bu böyle gitmez” dedirten gelişmeler oldu. Bugüne kadarki direnişin Ruiz’in istifasını sağlayamadığı, merkezi devletin Ekim ayı sonlarında Oaxaca’ya kolluk gücü göndererek Ruiz’e güç-destek verdiği; şehir merkezini “eylemcilerden kurtardık” dedikleri ve buna bağlı olarak Oaxaca’da Ruiz yanlılarının da Ruiz için eylemler yapmaya başladığı koşullarda, APPO’nun yeni yollar aramak zorunda kalması da doğaldı. APPO, gerçekte neyi hedef lediğini, siyasi taleplerini, tüzüğünü ortaya koymak “Kuruluş Kongresi” yapmak için 10-12 Kasım tarihlerinde toplandı. APPO’nun “Kuruluş Kongresi”ni yapma planı Ekim ayı başlarından beri vardı, fakat bu aradaki gelişmeler, esas olarak “Kuruluş Kongresi”ndeki tartışmaların yönünü değiştiriyordu. Verilen bilgilere göre 300’den fazla örgüt, grubun 600 kadar delegesinin katıldığı “Kuruluş Kongresi” Oaxaca Halkları Halk Konseyi’ni (CPPO) seçti. Ve bu konsey Ruiz’i istifaya zorlamak için aktif eylemler gerçekleştirilmesine karar verdi. Buna göre yeniden barikatların kurulması, devlet dairelerine gidiş yollarının kapatılması, kitlesel yürüyüşler, yapılması gerekenlerdi. Bu arada “Kuruluş Kongresi”ne Obrador’un partisi PRD de kimi yönetici kadrolarını gönderdi. 1 Aralık’ta Calderon’un başkanlık görevini devralmasına karşı 30 Kasım’da kitlesel eylemlerin yapılması planlanıyor. Böylece Calderon’un görevi devralması engellenmek isteniyor. Bu, aynı zamanda CPPO’nun Obrador’u destekleyen eylemlere çağrı yapmasıdır. APPO ya da CPPO’nun Obrador’u desteklediği ve Calderon ile Ruiz’in karşısında oldukları, “neoliberal” siyasete karşı olduklarını ilan etmeleri de, bu hareketin genel olarak “devrim ile karşıdevrimin hesaplaşması” olarak gösterilmesinin yanlış olduğunu gösteren tavırlardır. Sonuçta, ne Meksika’da süren seçim oyunu dalaşı ne de Oaxaca’daki direniş bitmiş değil. Mücadelenin giderek keskinleşmesi ve devrimci bir rotaya girmesi değişik etkenlere bağlıdır. Anda yürüyen mücadele Oaxaca halkının büyük bölümünün ve özellikle de öğretmenlerin haklı talepleri için verdikleri bir mücadeledir. Onların en basit demokratik hakları için mücadelesinin bile devletin baskısıyla, zulmüyle karşılanması sadece Meksika ve vali Ruiz so-


panorama mutunda da Oaxaca’daki yönetimin halk düşmanı yüzünü göstermektedir. Devlet güçlerinin ve Latin Amerika ülkelerinde sık sık görülen paramiliter güçlerin halka karşı saldırılarına direnmek de haklıdır, meşrudur. Aslında APPO veya CPPO’nun önderliğindeki hareketin “barışçıl” eylemlerini, sadece kendisine saldırıldığında kendisini savunmak için başvurduğu militan savunma taktiğini gözden geçirmesi gerekiyor. “Neoliberal” siyasete karşı mücadele etmek istiyorlarsa ve Meksika’nın emperyalist güçlerin elinden kurtarılmasını istiyorlarsa o zaman bu mücadelede başarılı olmak için, şiddete karşı şiddete başvurmak zorundalar. Kuşkusuz ki Vali Ruiz’in istifası talebinin gerçeğe dönüşmesi barışçıl eylemlerle de mümkündür. Fakat bu hareketin kendisini Ruiz’in istifa etme talebiyle sınırlaması, aynı zamanda bu hareketin de ufkunun sınırını belirliyor. Vali Ruiz istifa ettiğinde Oaxaca halklarının sorunları çözülecek mi? Genelde kırsal kesimde olan Indigen halkının üzerindeki baskılar son mu bulacak? Büyük bölümünün yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşadığı halkın açlık, yoksulluk, hastalık, susuzluk vb. vb. sorunları mı çözülecek? Sonuç olarak Oaxaca halklarının direnişi, andaki yönetime, sisteme karşı bir hoşnutsuzluğun açık ifadesidir. Devrimci güçlerin bu hoşnutsuzluğu devrim için mücadele mecrasına akıtma görevi vardır. APPO’nun somutta oynadığı rol ise, kitlenin bu hoşnutsuzluğunu sistem içinde sınırlamaktır. Hareketi Obrador gibi “light” sosyaldemokratların kuyruğuna takmaktır. Bu olguya bakıldığında devrimcilerin aslında Meksika haklarının kurtuluşu için mücadelede, Meksika halklarının APPO’ya da karşı mücadele etmesi gerektiği tavrını takınması ve buna uygun davranması gerekir. Türkiye’de kimi “sol” ve devrimci kesimlerin Oaxaca’daki direnişe sahip çıkmasını ve mücadeleye destek vermesini olumlu ve doğru bir tavır olarak görüyoruz. Biz de Oaxaca halklarının baskılara karşı mücadelesini, öğretmenlerin ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine sahip çıkıp destekliyoruz. Bu t av r ı m ı z a r a ğ men a ma , Oaxaca’daki direnişin, mücadelenin önderliğini yapan APPO’nun genel devrimci bir hareket olarak değerlendirilmesini yanlış buluyoruz. Bu yönlü değerlendirmelerin kitlelerin bilincini kararttığını düşünüyoruz. Kitlenin mücadelesini, direnişini sahiplenmek ile, o hareketi değerlendirmenin farklı şeyler olduğunu da bilince çıkarmak gerekiyor. Oaxaca’daki gelişmelerin hangi yönde ilerleyeceğini ise önümüzdeki süreç gösterecektir. 24 Kasım 2006 

İklim felaketine çözümsüzlük arayışları… - KENYA/ NAİROBİ -

İ

klim felaketinden bahsettiğimizde felaket tellallığı yapmıyoruz. Sadece, bilim insanlarının, ciddi önlemler alınmadığında kapımıza kadar gelen felaketin yaşanacağını bilince çıkarmak için, söylenenleri yineleyip soruna dikkat çekiyoruz. Çünkü iklim sorunu insanlığın geleceğini belirleyecek temel sorunlardan biri haline gelmiştir. Durumu olduğundan iyi gösteren burjuva bilim insanları bile, iklimdeki sıcaklığın artışının 2-3 dereceyi bulması durumunda altından kalkılamayacak kötü sonuçlara yol açacağı ve bunun hemen önlemler alınmaya başlanmazsa, önümüzdeki on ile yirmi yıl içinde gerçekleşebileceğini söylüyorlar. Yani durum tespitinde aradaki kimi detay farklılıkları olsa da büyük çoğunluğun tavrı açıktır. Önlem alınmazsa iklim felaketi kapıdadır. İklim değişikliğini önlemek için gecikilmiştir. Esas sorun iklim değişikliğinin dünyamızı yok edecek sonuçlara yol açmaması ve mümkün olduğunca az zararla iklim meselesini çözme sorunudur. Bu sorun ise, genelde doğayı ve çevreyi koruma sorununun bir parçası ve önemli bir parçasıdır. Kaynağı ise, hemen her çevrecinin de, hatta çevreyi koruma diye derdi olmayanların da kabul etmek zorunda kaldığı gerçeklik, atmosfere zehirli gazların salınmasıdır. Yani iklimi değiştiren insanların kendileridir… Tabii ki bu insanların kendileri dendiğinde “tür” olarak “insan” sözkonusudur. Gerçekte ise kapitalizmin gelişmesiyle, sanayi-

nin her zamankinden fazla yoğunlaşmasıyla gündeme gelen bir sorundur bu. Burada da esas mesele kapitalistlerin kârları uğruna doğayı hoyratça talan etmesi ve çevreyi zehirlemeye karşı ciddi önlemler almamış olmasıdır. Dünyayı ülkelere böldüğümüzde de gelişmiş sanayi ülkeleri denen ve çoğu emperyalist ülke olanlar iklim değişikliğinin esas sorumlularıdırlar. Afrika ülkeleri gibi kalkınmamış, sanayisi gelişmemiş ülkelerin büyük bölümü iklim değişikliğine hemen hemen katkıda bulunmayan ülkelerdir. Fakat iklim değişikliğinin andaki sonuçlarından da en çok etkilenen ülkeler, yine bu kalkınmamış ülkelerdir. Somut olarak iklim felaketini kapımıza dayayan zehirli gazların atmosfere salınmasında karbondioksit, metan ve ozon ya da azot gibi gazlar önemli rol oynuyor. Kimi verilere göre %50-60 arası oranla başrolü karbondioksit oynuyor. % 20 oran ile metan ikinci sırada ve azot, ozon vd. zehirli gazlar ise diğer kalan kesimi oluşturuyor. İşte bu iklim meselesi somut kimi sonuçlarıyla kendisini gündeme dayatmasıyla uluslararası düzeyde “çözümler” aranmaya başlandı. Bu arayışların bir sonucu BM tarafından 1992’de “İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması”nı n or taya konması oldu. Bu anlaşmadan sonra 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde gerçekleşen zirvede “Kyoto Anlaşması” ya da “Protokolü” kabul edildi. İlk kez uluslararası bir anlaşma ile atmosfere zehirli gazların salınmasına karşı ön-

lemler almaya çalışan bu anlaşma 2012 yılına kadar sürecek. 2012 yılına kadar anlaşmayı kabul eden sanayi ülkelerinin, 1990 yılı baz alınarak zehirli gaz emisyonunu ortalama %5.2 azaltmaları gerekiyor. İklim değişikliğine karşı önlemler alınması gerektiğini savunan bilim insanlarına göre bu oran, azaltılması gereken orandan çok düşüktür. Anlaşmayı ortaya koyanların teslim ettikleri gerçek de, bu oranın aslında tekellerin kârlarına dokunmaması mantığı ile tespit edildiğidir. Bunun somut sonucu, bu anlaşmanın atmosfere zehirli gazları salmada başı çeken ABD ve Avusturalya gibi ülkeler tarafından onaylanmamasıdır. Bu onaylama görüşmelerinin uzun sürmesi Kyoto Anlaşması’nın da uzun süre yürürlüğe girmesini engelledi. En son Rusya’nın onaylamasıyla Kyoto Anlaşması, yaklaşık sekiz sene sonra 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu anlaşmayı imzalayan ve onaylayan hiç bir ülke zehirli gaz emisyonunu öngörülen oranda azaltmış değildir. Kimi ülkelerin –Almanya, İngiltere vb.– 2012 yılına kadar hedefe ulaşabilme olasılıklarının olduğu söylense de, genelde Kyoto hedefine uygun adımlar bile atılmamıştır. Kimi çevrecilerin tespitlerine göre iklimi koruma hedefine bir santim bile yaklaşılamamıştır. Kyoto Anlaşması’na uygun davranılmadığı günümüz koşullarında, geçen sene Kanada’nın Montreal kentinde 11’cisi yapılan BM-İklim Konferansı –Kyoto Anlaşması’na onay veren ülkelerin de Birinci Konferansı– Kyoto Anlaşması’nın sona ereceği 2012 sonrası dönemde ne olacak sorununu tartıştı. Montreal’deki Konferansın aldığı kararlara göre, bu sene yapılacak konferansta “İkinci yükümlülük dönemi” olarak ele alınan 20132017 yılları dönemi için emisyon azaltma yükümlülüğü pazarlıkları yürütülecekti. Bunun için de “Adhoc-Working-Group” (AWG) adını verdikleri bir çalışma grubu oluşturuldu. Bu grup üzerinde pazarlıklar yürütüleceği önlemlerin neler olduğunu ve ne kadar emisyon azaltılması gerektiği üzerine taslak hazırlayacaktı. Montreal’de alınan bir karar da Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi ve iyileştirilmesiydi. Bir diğer karar da iklim değişikliğine yol açan zehirli gazların atmosfere salınımında pek rolleri olmayan, ama iklim değişikliğinden en çok etkilenen Afrika ülkeleri gibi geri kalmış ülkelere yardım için fon oluşturulmasıydı. Montreal’den sonra 17-25 Mayıs 2006 tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde toplanıldı ve 2012 yılında sona erecek Kyoto Anlaşması’nın devamının –arada boşluk bırakılmaması için– bir an önce sonlandırılıp onaya sunulması gerektiği konusunda uzlaşıldı.


panorama

İsviçre’nin Rüschlikon/ Zürich şehrinde 35 ülkenin temsilcileri ve yaklaşık 25 ülkenin çevre bakanlarının biraraya geldiği toplantıda ise, Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılacak olan 12. İklim Konferansı’na hazırlık yapıldı. İsviçre Kenya ile birlikte sözkonusu konferansı örgütleyen ülkeydi. Bu toplantıda aslında 12. Konferansın gündemi de belirlendi. Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi ve 2012 sonrasının pazarlıklarına başlanması ve Montreal’de oluşturulan AWG adlı çalışma grubunun emisyon azaltılmasıyla ilgili tavrı ve yardım fonu gibi meseleler üzerine tartışılacaktı. 2009 yılına kadar da “Kyoto sonrası dönemin” anlaşma taslağının sonuçlandırılması üzerine uzlaşıldı. Konferanstan k ısa süre önce BM’nin “Sera Gazı Emisyon Raporu” açıklandı. Buna göre sanayi ülkelerinin sera gazı salınımı Kyoto Anlaşması hedeflerinden çok uzaktı. Hatta, 2004-2005 yıllarında atmosferdeki zehirli gaz oranı büyük bir artış göstermişti. Buna ek olarak İngiltere’de hükümetin görevlendirdiği Sir Nicholas Stern’in 600 sayfalık araştırmasında ortaya koyduğu veriler, iklim değişikliği konusunda felaketin kapıda olduğunu bir kez daha orta yere seriyor ve ekonomik açıdan da düşünülmesi için tartışmalara yön vermeye başlıyordu. İklim Konferansı öncesindeki tüm bu ön hazırlıklar ve tartışmalar, sadece doğayı ve çevreyi korumak isteyenlere değil, ekonomik ve siyasi olarak sömürücülerin çıkarlarını savunanların da durumun çok kötü olduğunu teslim etmelerini beraberinde getiriyordu. Özellikle Stern’in ekonomik verileriyle, önlemlerin alınmasının daha ucuz, önlem alınmazsa bunun egemenlere daha pahalıya mal olacağını açıklaması; kapitalistlerin kârları için bu konuda da düşünmelerine yol açtı, açıyor. Buna göre örneğin dünya çapındaki Brüt İç Ürün/ gelirin yüzde biri, iklim felaketini önlemek için yeterlidir. Fakat kısa zaman içinde önlemler alınmazsa, bu yüzde birlik oran %20’ye çıkacaktır. Hem de iklimdeki değişikliklerin beraberinde getireceği sorunların büyük bölümünün artık düzeltilmesinin imkânı kalmayacaktır. Sadece zehirli gaz emisyonunun engellenmesi bile kapitalistlere uzun vadede büyük kârlar bırakacağı da şu örnekle verilmektedir. Anda atmosfere salınan her ton karbondioksit 65 Euroluk zarar vermektedir. Fakat emisyonun engellenmesi her ton karbondioksiti 20 Eurodan daha az bir nakite düşürebilmektedir vb vb. Sözkonusu araştırmanın kendisi ilginçtir, çünkü egemenlerin yine kendi çıkarları ve kârları için zehirli gazların atmosfere salınmasını azaltmaya çalışma olasılığını gündeme getirmektedir. İşte bu tartışmaların gölgesinde yapılan tespitlere göre dünya çapın-

daki zehirli gaz salınımının 2020 yılına kadar %30, 2050 yılına kadar %50 azaltılması gerekiyor. Bu, sanayi ülkeleri denen kimi ülkelerin %80 oranında zehirli gaz salınımını azaltması demektir. Bu adımlar atılmazsa, geri dönülmez biçimde iklim felaketi, felaketleriyle karşı karşıyayız. İşte bu bilgiler ve tartışmalar temelinde konferansa gidildi.

BM’NİN 12. DÜNYA İKLİM KONFERANSI… Konferans 6-17 Kasım 2006 tarihlerinde Kenya’nın Nairobi kentinde gerçekleşti. Konferansa, 189 ülkeden 6000 civarında temsilci, bilim insanı, Çevre Bakanı vb. katıldı. Yukarıda aktardığımız olgulara da baktığımızda konferans, iklimin korunması bağlamında ileriye dönük tek adım bile atmadan sona erdi. Montreal’de söylendiği gibi Kyoto Anlaşması gözden geçirilmedi, 2012 sonrası için pazarlıklara başlanmadı. Afrika ülkeleri gibi kalkınmamış ül-

kelere, iklim değişikliğinin sonuçlarından daha az etkilenmesi için kurulduğu söylenen ve kararlaştırılan fond ise, vitrin süslemenin bir aracıydı sadece. Buna göre 2008-2012 sürecinde fonda aktarılacak para miktarı 300 milyon Euro olacak. Kenyalı kimi çevrecilerin deyimiyle “kızgın taşa bir damla su” dökülüyordu. Kimi Alman gazetecilerinin buna tepkisini göstermede verdiği örnek ise, sadece Hamburg şehrinin yılda su arıtmak için 500 milyon euro harcadığıydı. Afrika kıtasının sayısız ülkeleri, iklim değişikliği sonuçlarına karşı, yani kuraklık, açlık, hastalık vb. sonuçlarla uğraşmak için 300 milyonu bozdurup bozdurup harcayacaktı… Emperyalistler o kadar sahtekâr ki… 2012 yılına kadar fonda aktarılacak 300 milyonun –ya da artık ne kadar artacaksa– verilip verilmeyeceği, ne zaman ve nasıl, ya da kime ne kadar verileceği bile belli değil. Ama bunu konferansın başarılarından biri olarak göstermeye kalkışıyorlar tabii ki… Emperyalistlerin “uyumlu kılma” planları da gerçekte bağımlı ülkeleri başka yol ve araçlarla talan etmenin planlarıdır. “Temiz kalkınma mekanizması” (CDM) adını verdikleri proje de gerçekte tekellerin kârları uğruna ortaya konan bir projedir. Tekellerin tekno-

loji transferi projesi olan CDM, çevreyi koruma standardını düzeltme adına sözkonusu bağımlı ülkelere teknoloji satmak, ucuza yatırım alanı kapmak ve böylece kârlarına kârlar katma projesidir. Bu projeyle zehirli gazların salınımının gerçekte azalmayacağı burjuva yazarlar tarafından bile tespit ediliyor. Kon f r a n s t a a l ı n a n k a r a rl arın başında, 2008 yılında Kyoto Anlaşması’nı gözden geçirme kararı vardır. 2007 yılında yapılacak konferansta ise 2008’in ve 2012 yılı sonrasının Anlaşma Taslağı’nın hazırlığına başlamak istenmektedir. Sonuçta konferansı değerlendirdiğimizde, başta söylediğimizi yenileme durumundayız: Konferans, iklimin korunması bağlamında ileriye dönük tek adım bile atmadan sona erdi. Bunu ifade etmek için de kimi batılı gazeteciler, ya da çevreciler konferansı “sümüklüböcekler zirvesi” olarak adlandırdılar. Afrikalı temsilciler ise, esasta “Konferanstan Afrika için beklentilerimiz bunlar değildi. Konferans Afrika için hiç bir şey getirmedi.” yönlü tespitler yaptı. Bu sonuçla 12. Konferans’ta, Montreal’de yapılan 11. Konferans’taki karara uygun davranılmadığı, alınması gereken önlemlerin neler olması gerektiği konusundaki tartışmayı başlatmada bile bir mutabakatın olmadığı ortadadır. İklim konferansı sürecinde birkaç bin insanın katıldığı yürüyüş ya da mitingler gerçekleştirildi. Özellikle Afrika ülkelerinin iklim değişikliğinin sonuçlarına maruz kaldığı ve bu sorunlara çözüm talepleri dile getirildi. Ama tüm bunlar konferansa katılanların dikkatini fazla çekmedi. Konferansta öne çıkan tartışmalar ise özetle şöyleydi: Kyoto Anlaşması esasta o dönem “sanayi ülkesi” olarak tanımlanan ülkeleri yükümlülük altına alıyordu. Buna göre ABD ve Avusturalya “sanayi ülkesi” olarak anlaşmayı onaylamayan ülkeler durumundadır. Özellikle konferans dönemine rastlayan ara seçimleri Bush karşıtlarının kazanması ve eski Başkan Yardımcısı Al Gore’nin hazırladığı dokümentar film ile ilgili tartışmaları, ABD’nin de bu konudaki tavrını gözden geçirip geçirmeyeceği yönlü sorular sorulmasına yol açtı. Eğilim ABD’nin tavrını değiştirme yönünde ama, bunun nasıl olacağı, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise açık değil. ABD’nin Kyoto Anlaşması’na karşı tavrının tartışılmasına bağlı olarak öne çıkan bir diğer tartışma, Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerin de Kyoto Anlaşması çerçevesine çekilmesiydi. Kyoto Anlaşması 1997’de kararlaştırıldığında, Çin, Hindistan gibi

ülkeler “sanayi ülkesi” tanımı çerçevesinde ele alınmıyordu. Bu tanım hâlâ yapılmış değil. Fakat özellikle Çin, tüm burjuva siyasetçilerin, ekonomistlerin de teslim ettiği gibi dünyanın dördüncü –kimi verilere göre üçüncü– ekonomik gücüdür. Ve Çin, ABD’den sonra atmosfere en fazla zehirli gaz salınımı gerçekleştiren ülke durumunda. ABD %21.82 oranla birinci sırada iken Çin %17.94 ile ikinci sırada. Rusya’nın %5.75 ve Japonya’nın %4.57’lik oranla devamındaki sırayı paylaştıkları görüldüğünde, ABD ve Çin’in yuvarlak hesapla atmosfere salınan zehirli gazların %40’ını gerçekleştirdiği ortadadır. Hindistan bu iki güç kadar zehirli gaz salınımı gerçekleştirmese de 2006 Kasım ayında yayınlanan listede Rusya ve Japonya’dan sonra beşinci sırada yer alıyor. Brezilya özellikle Amazon ormanları gibi, ormanların yok edilmesiyle dünyanın ciğerlerini yok etmekte ve atmosfere salınan zehirli gazların emilmesini engellemektedir. Bununla birlikte, hem Brezilya’nın hem de Güney Afrika’nın son yıllarda sanayileri gelişen ülkeler olduğu tespit edilmektedir. Bu tartışmalar temelinde, Çin, Hindista n, Brezi lya ve Güney Afrika’nın da iklim değişikliğine karşı önlemler alma durumunda olan ülkeler arasına katılması isteniyor. Kyoto Anlaşması’nı onaylayanlar iklim sorununun sadece bu anlaşmayı onaylayan “sanayi ülkeleri”nin sorunu olmadığını, bunun diğer ülkelerin de sorunu olduğunu söyleyerek bu ülkeleri ikna etmeye çalışıyor. Fakat, bunların kendilerinin de Kyoto Anlaşması’na, konan hedeflere uygun davranmaması özellikle Çin ve Hindistan tarafından kullanılmaktadır. Çin ve Hindistan “sanayi ülkesi” olarak tanımlanmadığından, Kyoto Anlaşması’nın yükümlülükleri altına girmekten kaçınmaktadırlar. Hem de “adil olma” adına! Kyoto Anlaşması’nı onaylayan emperyalist güçler ise, kendilerinin Kyoto Anlaşması hedef lerine uygun davranmadığı yerde, Çin ve Hindistan’a dayatmada bulunma durumları yok. Bu mesele esasta Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi sürecinde öne çıkacak en önemli meselelerden biridir. Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi meselesinde bilince çıkarılması gereken bir nokta da, ABD ve Avusturalya’nın anlaşmayı imzalamasını, onaylamasını sağlamak amacıyla anlaşma metninin esnekleştirilebileceği meselesidir. Örneğin her ülke somutunda, ne kadar emisyon azaltılacağı, o ülkenin somut tekellerinin kârları gözönüne alınarak ortaya konabilir vb. Fra nsa Ba şba k a n ı’n ı n Kyoto Anlaşması’nı onaylamayan ülkelerin ihraç ettikleri sanayi ürünlerine ve mallarına daha yüksek vergi getirme önerisi de; Uluslararası Atom


panorama Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) iklim değişikliğini önlemek için atom santrallerinin kurulması gerektiği yönlü propagandası da sömürücülerin, tekellerin kârlarına hizmet etmenin yollarıdır. Bir kez daha bilince çıkarılmalıdır ki, doğanın, çevrenin kâr aracı olarak görüldüğü bir toplumsal sistemde, kapitalizmde, toplumsal kalkınma, ihtiyaçlar ile doğanın uyumluluğu gerçekleştirilemez. Bu olgu bize, iklim felaketini önlemenin, üzerinde yaşanacak bir dünya yaratmanın ancak ve ancak kapitalist-emperyalist sistemi yıkmakla; sınıfsız, sömürüsüz bir toplumu, çıkış noktasının insanların ihtiyaçlarını azami ölçüde karşılamak ve doğa ile uyumlu yaşamak olan komünist toplumu kurmakla sağlanabileceğini göstermek-

tedir. BM’nin iklim konferanslarının her seferinde gösterdiği bir gerçek de, dünyanın işçilerinin, emekçilerinin doğayı, çevreyi koruma mücadelesini, doğayı talan eden, çevreyi zehirleyen, yaşanmaz kılan kapitalistlerin sömürücü sistemine karşı mücadelenin kopmaz bir parçası olarak kendi ellerine alması gerektiğidir. Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! sloganı günümüzün acil sloganlarından biridir ve her zamankinden günceldir. Barbarlık içinde çöküşü engellemek isteyen herkesin, devrim için, sosyalizm için kapitalist barbarlığa karşı mücadele vermesi, barbarlığa son vermenin olmazsa olmaz ön koşuludur. 22 Kasım 2006 

Seçimler öncesi kriz…? - BANGLADEŞ -

S

on dönemde Bangladeş, sık sık gündeme gelen greve ve işçi mücadeleleriyle dikkati çekiyordu. Kasım ayı başlarındaki gelişmeler, yeniden gözleri Bangladeş’e çevirdi. Bu sefer öne çıkan işçilerin asgari ücret, çalışma koşullarını ve güvenliğini iyileştirme mücadelesi değil, Ocak ayında yapılacağı söylenen seçimlerde yarışacak güçlerin birbiriyle mücadelesiydi. 27 Ekim’de beş yıllık görev süresi dolduğundan Başbakan Halide Ziya istifa etme durumunda kaldı. Hükümet dört partinin esas olarak da islamcı kesimin koalisyonundan oluşuyordu. Halide Ziya’nın partisi Bangladeş Milliyetçi Partisi (BMP). Başbakanın istifası ile birlikte gündeme, seçimlere kadar “tarafsız” olarak yönetime kimin gelmesi gerektiği sorunu geldi. Başbakanın önerisi emekli Başhakim K.M. Hasan’dı.

K.M. Hasan BMP’nin kurucusu olarak tanındığından muhalefet bu öneriye Hasan tarafsız olamaz diye itiraz etti. Bu çelişkinin yanısıra muhalefet seçim komisyonunun bileşimine de itiraz ediyor, seçim yasasında reform yapılması gibi, seçim komisyonunun da değiştirilmesini, tarafsızların atanmasını talep ediyordu. Muhalefet, 14 partiden, gruptan oluşan Avam Ligası. Avam Ligası esas olarak sosyaldemokrat eğilimli ve kimi “sol” örgütlerin birleştiği bir birlik. Hükümeti oluşturanlar islamcı, muhalefet de sosyaldemokratımsı bir muhalefet. Birkaç gün süren anlaşmazlık sürecinde sözkonusu partilerin taraftarları ile kolluk güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Polisin gözyaşartıcı bomba, plastik mermi, gerçek mermilerle “uyarı ateşi” yaptığı ve sopaları kullandığı çatışmalarda 28 kişi öldü

2000 civarında insan da yaralandı. Bu gelişmelerden sonra aday olarak gösterilen K.M. Hasan adaylığı reddettiğini açıkladı. Geçici hükümete kimin başbakanlık edeceği konusunda taraflar anlaşamayınca Başkan Ahmed devreye girdi. Bangladeş Başkanı Ahmed de BMP kökenli. Ahmed muhalefet ile görüşmede Ekim’in 29’una kadar geçici hükümeti atayacağı sözünü verdi, ama kendisini hükümet başkanı ilan edeceğini açıklamadı. Geçici hükümet ilan edildiğinde, Başkan Ahmed başbakanlık görevini kendisine vermişti. Bunun üzerine muhalefet bu keyfiyetçi adımı kabul etmeyeceğini ve Başkent Dakka’yı bloke etme ve sokak protestolarını sürdüreceğini ilan etti. Hem Başkan Ahmed’in BMP’li olmasına, hem de iki görevin bir kişiden toplanmasına itiraz eden muhalefet, böylesi bir durumda seçimlere hazırlığın ve seçimlerin tarafsız birince yönetilmeyeceğini, seçimlerin adil olmayacağını açıkladı. Somutta Başkan, Başhakim, Seçim Komisyonu ve Ordu’nun herbirinin ayrı telden çaldığı söyleniyor. Buna bir de BMP’nin ve Avam Ligası’nın (AL) liderlerinin birbirlerine karşı kinleri eklenince ülkede kaosun çıkması normal bir sonuç olarak görülüyor. Bu ortamda muhalefet 12 Kasım Pazar gününden itibaren genel grev başlattı. Bangladeş’te Pazar günü iş günüdür. Grev esas olarak Başkent Dakka’yı felce uğrattı. Tüm karademir-deniz yolları ulaşımı bloke edildi. Okullar, bürolar ve birçok işyeri kapandı. Grevin başlatılmasının startı için onbinlerce gösterici şehir merkezinde yürüdü. Muhalefet Başkan Ahmed’den “tarafsızlığını” ispat etmek istiyorsa öne sürdükleri çözüm önerilerine uygun adım atmasını talep ediyor. Bunun başında ise Seçim Komisyonunu değiştirme, komisyon başkanı olarak atanan M.A. Aziz’i azletme, Aziz önderliğinde seçim komisyonunun seçmen listesine eklediği ve onmilyon civarında olduğu söylenen sahte seçmenlerin listeden silinmesi gibi talepleri var. Başkan Ahmed komisyondaki kimi kişileri değiştirdi, ama Komisyon Başkanı Aziz’i görevden almadı. Andaki koşullar Ocak ayında yapılacak seçimlerde BMP’nin kazanmasına yardımcı olacak, ona avantaj sağlayan bir durumdur. Gerek BMP’nin islamcı bir parti olması ve gerekse de hükümetteyken aşırı islamcı olarak tanımlanan ve hatta şeriatın yönetim biçimi olmasını isteyenlere karşı hayırhah tavrı muhalefetin tavrını belirlemektedir. Bu yazıyı yazarken en son medyaya yansıyan haberlere göre grev ve protestolar sadece Başkent Dakka’da değil, birçok şehirde sürmekte, onbinlerce insan transport yollarını, sokak ve caddeleri kapatmakta, yürüyüşler

gerçekleştirmektedir. Kolluk güçlerinin eylemcilere saldırmasıyla kimi yeni ölüm vakaları da yaşanmaktadır. Bu krizin sonucunda ne çıkacağı tam belli değil. Fakat belli olan, Bangladeş’in sadece bu siyasi krize değil, işçilerin, emekçilerin, özellikle de tekstil işçilerinin mücadelesiyle süren çatışmalara da sahne olduğudur. Amacı ne olursa olsun 2006 yılı, Bangladeş açısından kelimenin gerçek anlamıyla bir grevler yılı olarak tanımlanabilir.

ASGARİ ÜCRETE AZAMİ ÖLÜM… Bu başlığı atmamıza yol açan olgular, Bangladeş’te asgari ücretin taşınamaz düşüklüğü ile, bu ücreti biraz da olsun yükseltmek için verilen mücadele ve bu mücadeleye karşı egemenlerin saldırılarıdır. Dergimizin panorama bölümünde anda öne çıkan önemli gelişmelere yer vermeye çalışıyoruz. Aylık dergi olmamızın beraberinde getirdiği dezavantajın varlığı gibi, dergimizin sayfalarının sınırlılığı sonucu da önemli gördüğümüz tüm gelişmeler hakkında tavır takınma durumunda değiliz. Fakat, burada teslim etmek zorundayız ki Bangladeş’te, özellikle 20 Mayıs-6 Haziran tarihlerindeki gelişmelere zamanında değinmememiz bizim eksiğimiz, yanlışımızdır. Bangladeş’te asgari ücret en son olarak 1994’te belirlenmiştir ve miktarı ise labournet’te aktarılan bilgilere göre 940 Taka’dır. Sakın keşke biz de 940 YTL asgari ücret alsaydık diye çıkışmayın! 940 Taka 12.40 Euro’ya eşittir. Kaba bir hesapla ve hem de fazlasıyla hesaplarsak, aylık asgari ücret 25 YTL’dir. Bangladeş’te sadece asgari ücretin dayanılmaz düşüklüğü meselesi yok işçiler, emekçiler için. İşyerlerinde uluslararası düzeyde öngörülen sağlık ve güvenlik standartlarına hemen hemen hiç uyulmamaktadır. Haftada bir gün bile izin yok. Günde 14-15 saate kadar çalışılmaktadır. Mesai yapılan çalışma saatlerinin paraları çoğunlukla ödenmemektedir. Kimilerinin aylıkları da zamanında ödenmemektedir. Verilen bilgilere, yapılan açıklamalara göre insanlıkdışı koşullarda çalışılmaktadır. Sadece 2005 yılı içinde güvenlik önlemleri alınmadığından 86 tekstil işçisi yaşamını yitirmiştir. Çıkan yangınlarda yaşamını yitirenlerin sayısı ise tam belli değil, ama kimi verilere göre birkaç bin. Bangladeş’in ekonomisinde tekstilkonfeksiyon belirleyici rol oynamaktadır. Tekstilde ise esasta kadınlar çalıştırılmaktadır. Bu sektörde 1.8 milyon işçi çalıştırıldığı bilgisi veriliyor ve bunun %90’ı kadın işçilerden oluşuyor. İş ve can güvenliğinin yokluğu, düşük ücretler, ücretsiz fazla mesai, kölece çalıştırma, küçük çocuk çalıştırma, yemekhane veya kantinlerin


halkların kardeşliği için olmaması gibi çalışma koşullarına bir de ustaların, yöneticilerin taciz ve tecavüzü eklenince, kadın işçilerin yaşamı kelimenin gerçek anlamında çekilmez oluyor. Yaşamın bu çekilmezliğine karşı ama kadın işçiler her zaman olmasa da isyan bayrağını çekiyorlar. Mücadele sadece ekonomik talepler için mücadele ile sınırlı kalmıyor. Doğrudan işverene ve kolluk güçlerine karşı eylemlere dönüşüyor. Binlerce kadın işçinin patronun ve devletin kolluk güçlerinin saldırılarına karşı otobahn işgali ve kolluk güçleriyle çatışması ve püskürtmesi, polisin bir kadın işçiyi katletmesi ve buna karşı kadın işçilerin daha da militanlaşması; egemenleri eylemin taleplerini kabul ettiği yönlü açıklama yapmak zorunda bıraktı. Tüm dezavantajlarına rağmen kadın işçilerin bu mücadelesi, kimi tespitlere göre Bangladeş işçi sınıfının tarihinde örnek bir tavır olmuştur. Tüm baskılara rağmen yaklaşık 20 gün canla-başla ve hayatını ortaya koyarak mücadele etmişti işçi kadınlar… Ve taleplerini kabul ettirmede, egemenleri en azından garanti vermeye zorlamışlardı. 20 Mayıs-6 Haziran tarihlerindeki mücadele sonucunda, –ki bu mücadeleyi başlatan ve sürdürenler konfeksiyonda çalışan kadınlar olmuştur– asgari ücretin artırılması, haftada bir gün izin günü olarak kabulü, güvenlik ve sağlık standartlarına uygun önlemlerin alınması gibi taleplerin kabul edildiğine dair garanti verildi ve grevle mücadele böylece durduruldu. Verilen garanti sözlerine uygun davranıldığını gösterme çabası içinde yönetim asgari ücret belirlenmesi için “üç taraflı” bir komisyon oluşturdu. Sözkonusu komisyon gelecek yıllar için üç basamaklı bir çözüm planı ortaya koydu. Bu plana göre de asgari ücret oranı işçilerin taleplerini karşılamaktan, geçimini sağlayabilmekten uzaktır. İşçiler yeniden asgari ücret için mücadeleye başlarken ve yeni grevlere başvururken, egemenler komisyon tarafından belirlenen asgari ücretin çok yüksek olduğunu söyleyip itiraz ediyorlar. Bu arada işverenlerin temsilcileri, 20 Mayıs-6 Haziran eylemlerine atıfta bulunarak sözkonusu anlaşmayı zaten ortaya çıkan “anarşik ortama” son vermek için imzaladıklarını itiraf ediyorlar. Gelinen yerde mücadele bitmiş değil ve Bangladeş’te hem işçilerin asgari ücretin yükseltilmesi ve diğer hakları için mücadelesinin, hem de seçim dalaşının süreceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Bangladeş’te başta işçi kadınların mücadelesi olmak üzere işçilerin, emekçilerin sömürüye, sömürücülere karşı mücadelesi hepimizin mücadelesidir. 10

22 Kasım 2006 

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

“Türkiye’de azınlık mazınlı

B

aşlığa çıkardığımız bu sözler CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a ait. Bunun söylendiği tarih 12 Ağustos 2006 ve Baykal efendi bunu Maraş’ta yaptığı bir konuşmada söyledi. Bunu söylerken tabii ki, “Hepimiz Türk milletinin birer parçasıyız. Bununla iftihar ediyoruz.” tespitini de yapıyordu. Eh, mademki “hepimiz Türk milletinin birer parçasıysak”(!) o zaman “azınlık mazınlık” da ne demekti? Tabii ki Baykal efendi söyleyince de her şey yerli yerine oturuyor ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde yaşayan onlarca ulusal azınlık gibi onların sorunları da yok oluveriyordu… Ve biz Türk milletinden olmayan onlarca milli azınlığın ve Kürt ulusunun mensupları da “Türk milletinin birer parçası olmaktan gurur duyuyorduk”… Kuşkusuz ki Baykal efendinin “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” tespitiyle ulusal azınlıkların varlığı ortadan kalkmıyordu. Baykal’ın tespiti, TC’nin devlet sınırları içindeki olguyu değil, Türk devletinin, Türk olmayan millet ve milliyetlere karşı inkâr siyasetini ifade ediyordu. Evet, 83 yıllık Cumhuriyet tarihinin gösterdiği gibi, Türk devletinin milli mesele konusundaki siyaseti, Türk olmayan millet ve milliyetlerin varlığının inkârı üzerine kuruludur. Şu ya da bu milli azınlığın ya da Kürt milletinin demokratik hakları sözkonusu olduğunda “Sevr paranoyasına” kapılanların ve Lozan savunucusu kesilenlerin, Lozan Antlaşması ile dini temelde varlığı kabul edilen “gayrimüslim azınlıkların” sahip olduğu hakların uygulanmasına karşı tavırları da, Türk şovenizminin, milli azınlıkları yok sayma siyasetine uygun bir tavırdır. Bunun en güncel örneği de, yine CHP’nin “Vakıflar Yasası” ya da “azınlık okulları” konusundaki yasal değişiklikle-

rin tartışılmasında mecliste takındığı tavırlardır. Türk şovenizmiyle beyinleri yıkananlar, hem de “Lozancı” ve “Sevre” karşı olma edalarıyla… gerçekte Lozan Antlaşması’nda “gayrimüslim azınlıklar”a verilen hakların uygulanmasına da karşı çıkıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, özellikle dini azınlık olarak kabul edilen azınlıkların hakları bağlamında Lozan Antlaşması’nın ayaklar altına alındığı bir tarihtir de aynı zamanda. “Gayrimüslim azınlık”lara tanınan hakların bir bölümü bugüne kadar uygulanmamıştır. Değişik tarihlerde alınan kararlarla sözkonusu “gayrimüslim azınlıklar”a karşı baskılar, yasalarla garantilenmiş ve TC’nin devlet olarak kabul ettiği yasalara bile ters uygulamalara başvurulmuştur. “Gayrimüslim azınlıklar” sözkonusu olunca vurgulamak zorunda olduğumuz bir gerçeklik ise, Süryanilerin, Keldanilerin, kısacası Asuri kökenli “gayrimüslim” azınlığın varlığının bile inkâr edildiği gerçeğidir. TC’nin tarihinde Lozan Antlaşması’na atıfta bulunulduğunda, “gayrimüslim” azınlıklar sözkonusu olunca hep Rum, Ermeni ve Musevi azınlıklar dile getirilmektedir. Süryaniler vd.nin varlığı dini azınlık olarak da inkâr edilmektedir. Türkiye’nin AB’ye üyelik adayı ve müzakereleri sürecinde uyum paketlerinin çıkarılmasında kimi değişiklikler yapıldı, yapılıyor. Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda şimdi “9. Uyum Paketi” adı altında kimi yeni vitrin değişiklikleri gündemde. Bu “9. Uyum Paketi” içinde “azınlıklarla” ilgili kimi yasal değişiklikler de sözkonusu.

“YABANCI” AZINLIKLARIMIZ… Baykal’ın “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” tespitini yaptığı dönemde

Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK) “Türkiye’de yabancıların taşınmaz edinmeleriyle ilgili raporda” cemaat vakıflarını yabancı tüzel kişiler arasında gösterdiği gerçeği kamuoyuna yansımış ve kimi tartışma ve haklı tepkilere yol açmıştı. S öz konu su r apord a Tü rk iye Cumhuriyeti vatandaşları olan Rum, Ermeni gibi azınlıklara mensup insanlar ve bunların vakıf ları “yabancı” insan ve vakıflar olarak görülüp gösteriliyordu. Kuşkusuz ki DDK’nin bu raporuna tepkiler haklıydı. Fakat, kendi devlet sınırları içinde yaşayan azınlıkları, bu azınlıklara mensup insanları “yabancı” kategorisinde görme yaklaşımı yeni bir yaklaşım değildi. DDK, 1974’te Yargıtay Genel Kurulu’nun aldığı bir kararı, yani kendi vatandaşı olan “gayrimüslim azınlıkları” “yabancı” görme kararını örnek almıştır, ona dayanmıştır. Aslında kendi azınlıklarını “yabancı” görme kararı, 11.12.1975 tarihinde E:975/11168K:975/ 12352 sayılı düzeltme kararı ile düzeltilse de, 1974’ten bu yana, bu düzeltme kararı esasta gözönüne alınmamıştır. Yani Lozan Antlaşması ile varlığı dini temelde kabul edilen ve TC vatandaşı olan “gayrimüslim azınlıkların” “yabancı” olarak kabul görülmesi en gecinden 1974 yılına dayanmaktadır. Bu kararla en başta Rum ve Ermeni azınlıklara ait vakıfların sahip olduğu taşınmaz mülklerin önemli bölümüne el konmuştur. 1974’ten sonra ise sözkonusu vakıflara taşınmaz mülk edinme yasaklanmıştır. DDK’nin sözkonusu raporu TC’nin milli azınlıklara karşı ırkçı tavrını göstermesine de hizmet etmiştir: Türkiye Cumhuriyeti devleti, “yurttaşını yabancı sayan bir devlet”tir. AB’ye üyelik müzakereleri süreci ve uyum paketlerinin çıkarılması, TC’nin bu tavrının gözden geçiril-


halkların kardeşliği için

ık yok”

mesini gerektiriyor. AB’nin sıkıştırmasıyla gündeme gelen “AB’ye 9. uyum paketi” ile yapılacak kimi yasal değişikliklerle Lozan’da tanınan ama uygulanmayan kimi hakların, 83 sene sonra da olsa sözkonusu azınlıklara verilmesi gündemde. Bu durumda bile, “Lozancıların” Lozan Antlaşması’nda öngörülen hakların verilmesine karşı çıkması ibret vericidir. Kuşkusuz ki azınlıklara karşı baskılar, sadece Lozan Antlaşması’nda öngörülen hakların verilmemesiyle sınırlı değildir. Genelde Türkiye’de yaşayanlara uygulanan baskıların dökümünü yapmak yazımızın kapsamını aşar. Kimi dönüm noktalarına işaret edersek, 1923’te zorunlu mübadele, 1934’te Trakya Yahudi olayları, 1942’de Varlık Vergisi, 1955’te 6-7 Eylül olayları, 1964’te Rumların mallarına blokaj uygulayan kararname ve 120 bin Rum’un Türkiye’den “sürgün” edilmesi, 1936 Beyannamesi’ne dayanarak 1974’te azınlık vakıflarıyla ilgili onların mallarına el koymak için çıkarılan yasa vb. edimler, TC’nin tarihinde “gayrimüslim” azınlıklara karşı uygulanan kimi baskılar, zulümlerdir. TC’nin yağız savunucularından Mehmet Ali Birand bile Vakıf lar Yasası ile ilgili tartışmalarda mecliste takınılan tavırlara karşı şunları söylemektedir: “‘Yabancıları en çok seven halk’ yalanını icat etmişiz, kendimizi aldatıyoruz. Evet, bir kaç günlüğüne gelen yabancı turiste karşı çok dostuzdur ama evlerine geri dönmeleri koşuluyla. İş bulmak, çalışmak için gelmiş Afrikalı, hatta Pakistanlı birkaç yüz işçiye bile nasıl kötü muamele ettiğimizi gazeteler yazmıştır. Benim en çok merak ettiğim, vatandaşımız olan gayrimüslimlere gizli düşmanlığımızdır. Tarihimizi bir okuyun göreceksiniz. Sürekli hoyratça davranmış, kötü muamele etmiş, ellerindeki parayı ve mallarını almaya çalışmışız.” (27 Eylül 2006 tarihli yazıdan) Bazen kimi burjuva kalemşorlar da gerçekleri teslim etmektedir. Birand’ın bu tavrı da buna bir örnek oluşturuyor. Gerçekten de Türkiye’nin tarihine bakıldığında, gayrimüslim vatandaşlara sürekli hoyratça davranılmış, kötü muamele edilmiş ve ellerindeki malları, mülkleri alınmıştır. Birand “Vakıf Yasası nedir?” sorusu başlığı altında “her şey” 1974’te “Yargıtay’ın birden bire azınlık vakıflarını ‘yabancı kuruluş’ sayması ve mal edinmelerini yasaklayan kararıyla değişti. Yargıtay, kendi vatandaşı olan gayrimüslimleri ‘yabancı’

sayıyor ve mal edinmelerini yasaklıyordu.” tespitini yaptıktan sonra şunları da teslim ediyor: “Aslında bu bir ilk adımdı. Hedefin, azınlık vakıflarının elindeki mallara el koymak olduğu kısa sürede anlaşıldı. Nitekim, Yargıtay’ın bu kararından sonra devlet vakıflara bir yazı yazıp ‘1936 beyanından bu yana elde edilmiş taşınmazların bildirilmesini istedi’ ve Yargıtay kararına dayanılarak ‘Sizler yabancı kuruluşsunuz, yeni taşınmaz alamazsınız’ dendi ve son 38 yılda edinilmiş tüm mallara el kondu.” (aynı yerden) Evet, yaşananların bir kesimi aynen böyledir. Gayrimüslim azınlıkların ellerindeki mallara el koymak için özel yasa çıkarılmıştır. Şimdi gündeme gelen “AB’ye 9. uyum paketi” tartışmalarında, vakıflarla ve azınlık okullarıyla ilgili, en azından azınlıklara karşı yapılan haksızlıkların bir bölümünün düzeltilmesi tartışmaları da var. Bu bağlamda CHP’lilerin takındıkları tavırların ırkçı tavırlar olduğu yine kimi burjuva kalemşorlar tarafından bile ortaya kondu. Türk şovenisti tavırlarını göstermek için CHP’lilerin tavırlarını uzun uzun anlatma yerine şu alıntıyı yapmak yeterlidir: “Tasarının yasalaşmasından sonra cemaat vakıflarının mal edinememeleri nedeniyle, tapuda nam-ı müstear ve nam-ı mevhumlar adına kayıtlı taşınmazlar, cemaat vakıfları adına tescil olunacak. Türkiye’deki yargı sürecinin son noktasının AİHM olduğu da dikkate alındığında, ülkemizdeki Ayasofya, Sümela Manastırı, Akdamar Kilisesi, Ani Harabeleri ve yüzlerce kilise ve kiliseye ait olduğu iddia edilecek arazinin cemaatlerle ilişkilendirmesinin önüne geçilemeyecektir. Böylece atalarımızın kanı ile kurtardığı vatan toprakları tartışılır duruma gelecek.” (Milliyet, 26 Eylül 2006) Vakıf Yasası ile ilgili CHP’liler Mecliste bunları sav undu. Ayasofya’nın, Sümela Manastırı’nın, A kdamar Kilisesi ve Ani Harabeleri’nin ne kadar da Türk ve Müslümanların tarihine ait olduğu kuşkusuz ki Türkçülükte ve ırkçılıkta “yüksek eğitim”(!) sahibi tarihçilerin bol bol tartışıp kitlelere anlatacağı hikayeler arasındadır. Fakat CHP’lilerin ifadesi ile, sözkonusu yerler: “atalarımızın kanı ile kurtardığı vatan toprakları” imiş. Kan döküldüğü doğrudur. Fakat herhangi bir vatan toprağı kurtarılmamıştır. Tersine, başkalarına ait yerlere, o yerlerin sahiplerinin kanı dökülerek el konulmuştur. CHP’lilerin Vakıflar Yasası’na bu yönlü itirazları, gerçekte Lozan Antlaşması ile tanınan kimi hakların verilmesine karşıdır. Sözkonusu kiliselerin, manastırın veya Ani Harabeleri’nin Türklere ve müslümanlara ait olmadığını ispatlamak için özel çabaya gerek yok. Fakat kanları dökülerek mal-mülk ve

topraklarına el konanların kimler olduğu gerçeği hâlâ Türk devleti tarafından gizlenmeye çalışılmaktadır. Bunun bir örneği MGK’nin Osmanlı Tapu Arşivleri’nin bilgisayar ortamına aktarılmasına karşı takındığı tavırdır. MGK, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda arşivlerin açılması bağlamında şu tavrı takınmaktadır: “Osmanlı Devleti dönemine ait sözkonusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi (asılsız soykırım, Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları ve benzeri) istismara malzeme olabileceği ve ülkemizin içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, kısmen ya da tamamen çoğaltılarak dağıtılmamalarının, genel arşiv çalışması yapılan merkezlere devredilmemelerinin, dolayısıyla bulundukları Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde muhafaza edilmelerinin ve kullanılmasının ülke menfaatleri açısından sınırlı tutulmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir.” (Hürriyet, 19 Eylül 2006) Evet, CHP Meclis’te çıkarılan yasalarla sözkonusu mülklerin gerçek sahiplerine verilmesini engellemeye çalışırken, devletin gerçek erkini elinde bulunduran MGK ise mülklerin gerçek sahiplerinin kim olduğunun ortaya çıkmasını engellemeye çalışmaktadır. Ne olur ne olmaz! Birileri de çıkıp el konulan mülklerin katledilen atalarına ait olduğunu belgelerse ne olacak? Hatta Türk milli burjuvazisinin üzerinde yükseldiği sermayenin, sürgün ve katledilip mal-mülküne zorla en konan Ermeni, Rum gibi azınlıkların malımülkü olmasın? Bu gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlar, korksunlar! Korkunun ecele faydası yokmuş. Gerçekler güçlüdür ve sonunda kendisini kabul ettirecektir. MGK’nin bu tavrına dikkat çektikten sonra, yine Meclis’teki tartışmalara dönelim. Meclis’te yürüyen tartışma sadece kimi taşınmaz mülklerin geri iade edilmesiyle ilgilidir. Örneğin Vakıflar Yasası çıkarılmaya çalışılırken, devletin el koyduğu mülklerin üçüncü şahıslara devredilmesi ile gerçekte gayrimüslim azınlıklara, onların vakıflarına geri iade edilmesi gereken çoğu taşınmaz mülk, geri iade edilmemektedir. Bu, sadece geçmişte üçüncü şahıslara devredilen, ya da satılan mülkler bağlamında böyle değil. 2006 yılı içinde de, gayrimüslim azınlıkların taşınmaz mülklerinin iade edilmemesi için başvurulan yollardan biri, sözkonusu mülkleri üçüncü şahıslara devretme yoludur. AB’ye 9. uyum paketi içinde yer alan Özel Öğretim Kurumları Yasa Tasarısı’na bağlı olarak “azınlık okulu” tanımının değiştirilmesi üzerine tartışmalar da CHP’nin gerçek yüzünü ortaya serdi. 21 Eylül tarihli gazetelerin haberlerine göre, sözkonusu tanımda “Rum, Ermeni ve Musevi azınlık” tanımları çıkarıla-

rak “Gayrimüslim azınlıkları” ifadesi kullanılmış ve sadece TC uyruklu azınlıkların değil, dini köken itibariyle sözkonusu azınlıklara mensup yabancıların da “azınlık okullarında” okumasına imkân sağlanmıştı… Bunu okuyan kimileri de doğal olarak yasada iyileştirme var diye sevinmişti. Bu sevinç, CHP’nin “Ruhban okulu açılacak”, “Lozan’daki mutekabiliyet ilkesi deliniyor”, “Sevr’e dönüyorsunuz” vb. biçimdeki yağız Türkçü muhalefetiyle kursaklarda kaldı. Kabul edilen tasarıda yine “azınlık okulu tanımı” “Rum, Ermeni ve Musevi azınlıklar tarafından kurulan, Lozan Anlaşması ile güvence altına alınan ve kendi azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu öğrencilerin devam ettiği okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim özel okulları” biçiminde ifade edildi. Hem vakıf lar yasası bağlamında, hem de azınlık okulu tanımı bağlamında AKP’lilerin CHP’lilerle ortak noktada buluşması, aslında her iki partinin de azınlıklara karşı tavırda özde farklı olmadıklarını göstermektedir. Türk şovenizmi ile yoğrulan parti sadece CHP değil. Açık faşist, ırkçı kesimler, her fırsatta Türk olmayan millet ve milli azınlıklara, özellikle de Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani gibi Müslüman olmayan azınlıklara karşı düşmanlıklarını sergilemektedirler. AKP de esasta hükümet olmanın getirdiği yükümlülükleri yerine getirme çabası içinde, Türkiye’yi AB’ye uydurmaya çalışıyor. Fakat, bunlar da CHP’nin milli meseledeki tavrının Türkiye Cumhuriyeti’nin bir aynası olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de gösterdiği gerçeklik, Baykal’ın ifade ettiği “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” tavrının, Türk devletinin de yaklaşımı olduğudur. Kısacası CHP de, açık ırkçı faşist kesimler de –kendi aralarındaki farklara rağmen–, özellikle milli meselede aynı hamurdan yoğrulmuşlardır. Ecevit’in MHP’liler tarafından “başbuğ” ilan edilmesi, ya da Baykal önderliğindeki CHP’nin MHP’den ya da DYP/ Ağar’dan daha ırkçı tavırlar takınması hiç de acayip görülecek tavır veya yaklaşımlar değildir. Türk olmayan millet ve milli azınlıklar ve onların hakları sözkonusu olunca hepsi birbirinden ırkçı, birbirinden şoven… Mecliste bu yasalarla ilgili tartışmalarda ortaya konan ırkçı, ayrımcı tavırlara karşı aralarında tanınmış gazeteci, yazar vb. olan 183 TC yurttaşı gayrimüslim, kamuoyuna yayınladıkları duyuruda şunları söylediler: “Biz aşağ ıda imzası bulunan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, ‘9. Uy um Paketi ’ adı altında Meclis’te görüşülen yasa tasarıları sırasında, biz gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına yönelik

11


halkların kardeşliği için

12

olarak Meclis kürsüsünden seslendirilen ayrımcı tutumu ibret verici buluyoruz. Yurttaşlık haklarımızı ve sorunlarımızın çözümüne ilişkin taleplerimizi bugüne değin dikkate almayan ve bunu ancak Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin bir gereği olarak ele almak mecburiyetinde kaldığını çekinmeden itiraf eden iktidar anlayışıyla; sorunlarımızın çözümüne en ufak bir katkıda bulunmadığı gibi, bu toplumun doğal ve tarihsel bir parçası olan farklılıklara bakışta asimilasyoncu yaklaşımın en doruk noktasını sergileyen muhalefet anlayışını aynı derecede kınıyoruz. Sorunlarımıza çözüm getirip getirmeyeceğinden dahi şüphe ettiğimiz yasa maddelerinin Meclis’te görüşülmesi vesilesiyle bizleri rehine olarak algıladığını itiraf eden ve ‘mütekabiliyet’ talep eden zihniyete hatırlatmak isteriz ki onların tasavvur ettiği düzen demokratik bir cumhuriyet değildir… Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim vatandaşları olarak altta imzası olan bizler, iktidarı da muhalefeti de demokratik bir cumhuriyet olmayı sindirmeye ve gereğini yapmaya davet ediyoruz…” (Bianet, 25 Eylül 2006) Bizim ne iktidardan ne de muhalefetten demokratik bir cumhuriyet olmayı sindirme beklentimiz yok. Ama gayrimüslim azınlıklara mensup TC yurttaşlarının bu açıklamasında dile gelen “Meclis kürsüsünde ayrımcılık” yapıldığı; azınlıkların hakları ve sorunlarının ancak “AB’ye giriş sürecinin bir gereği olarak ele” alındığı ve tartışmalarda ortaya konan tavırların asimilasyoncu yaklaşımı sergilediği vb. tespitlerine, olgu tespitleri olarak katıldığımızı ve TC’nin tarihinde sözkonusu azınlıklara yapılan haksızlıklara karşı, onların haklarını savunmada yanlarında olduğumuzu bir kez daha ilan ediyoruz. Ve şunu da vurgulamak istiyoruz: AB’ye uyum yasaları sürecinde çıkarılan yasalar, yasal düzeyde kimi demokratikleşme adımlarına yol açsa da ve bunlar, şimdiye kadarki TC tarihinde yaşananlardan daha iyi olsa da; bu değişiklikler de gerçekte Türk olmayan millet ve milli azınlıkların özgürlüğünü sağlamaya yetmiyor, yetmeyecek de. Türk hakim sınıfları AB’ye yönelik vitrin değişikliği yapmak zorunda kaldıkları durumda bile, milli meselede Kürt milletine ve milli azınlıklara karşı esas yaklaşımını, yani ırkçı, şoven ve inkâr siyasetini sürdürmektedir. Sonuçta bu inkâr siyaseti kendisini “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” yaklaşımında açıkça göstermektedir. Halkların kardeşliği için her türlü şoven, ırkçı, milliyetçi tavırlara karşı mücadele vermek, her gerçek demokratın, devrimcinin ve komünistin görevidir. 19 Kasım 2006 

19 Aralık katliamını unutma, unutturma!

Dönemin Başbakan’ı rahmetli Ecevit, “cezaevlerinde devlet kontrolünün kalmadığı, cezaevlerinin örgüt yuvaları, yasadışı örgütlerin karargahları haline geldiği, taraftar olarak içeri girenin militan olarak çıktığı” vb. iddialar ileri sürerek, “bu sorunların esas olarak koğuş tipi cezaevlerinden kaynaklandığını, çözümün ise F tipi, yani hücre tipi cezaevlerinde olduğunu, F tiplerinin en kısa zamanda hayata geçirileceğini” açıklamıştı. Devlet, dönem dönem gündeme getirdiği hücre tipi cezaevleri konusunda, devrimci tutsakların kararlı direnişi ve dışarıdan verilen destek sonucu geri adım atmak zorunda kalmış, F tipine geçişi ertelemek zorunda kalmıştı. 1996’da devrimci tutsaklar, zamanın Ada let Ba kanı Mehmet Ağar’ın yayınladığı ve Eskişehir ‘tabutluğu’nun faaliyete geçirilmesini ve hücre tipi cezaevlerinin yaygınlaştırılmasını öngören ‘6 Mayıs Genelgesi’ne karşı, Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu direnişi başlatmış ve bu direnişin temel konusu olan Eskişehir ‘tabutluğu’nun kapatılmasıyla direniş sona erdirilmişti. 69. gününde sona eren ölüm orucunda 12 devrimci yaşamını yitirmiş, çok sayıda devrimci sakat kalmıştı. Uzun süren planlı bir hazırlık sonucu, 19 Aralık 2000 tarihinde, devrimci tutsakların devletin hücre tipi cezaevleri saldırısına karşı yürüttükleri Ölüm Orucu ve Açlık Grevleri eylemine devlet güçleri ağır silahlarla ve gaz bombalarıyla yanıt verdi. 19 Aralık Salı sabahı bir dizi cezaevinde aynı anda başlatılan saldırı sonucu, 32 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Yüzlercesi yaralandı. Saldırıdan yaralı kurtulan yüzlerce devrimci tutsak F tipi zindanlara nakledildiler. 19 Aralık 2000’de devlet güçlerinin devrimci tutsaklara karşı giriştiği barbarca saldırı sonucu devletin yıllardır hazırladığı F tipi tecrit zindanlarına geçiş operasyonu gerçekleştirildi. Devlet adına “Hayata Dönüş Operasyonu” adını verdiği saldırı operasyonuyla, bir yandan F tipine geçiş konusunda somut adım atar-

ken, diğer yandan da F tipine karşı zindanlarda yürüyen açlık grevleri, ölüm oruçları eylemlerini kıracağını hesaplıyordu. Operasyon öncesi, operasyonda çok önemli bir rolü –yoğun bir yalan ve dezenformasyon faaliyeti- üzerlenen medya üzerinden sürekli olarak bir temel düşünce pompalandı: “Aslında ölüm orucu, açlık grevi eylemi içinde bulunanların büyük çoğunluğu, kendi istekleriyle değil, örgüt baskısıyla, zorlanarak bu eylem içine girmişlerdi. Bunların örgüt baskısından kurtulmaları halinde direniş kendiliğinden dağılırdı” vb. vb. Medyanın pompalamasına göre aslında örgüt baskısı altında oldukları için mücadeleye istemeyerek, zorla katıldıkları söylenen devrimci tutsaklar, üzerlerine bombalar yağdıran, kurşun sıkan, dişine tırnağına kadar silahlı saldırganlara karşı, çıplak bedenleriyle yiğitçe direndiler. “Eyleme istemeyerek katılma” balonu önce bu direnişle patladı. Ardından diğer arkadaşlarından soyutlanan, her biri tek başına bırakılan, her biri direniş içinde yaralanmış, 32 yoldaşını direniş içinde yitirmiş, önemli bir bölümü ölüm orucunda ölüm sınırına dayanmış vücutça iyice zayıflamış devrimci tutsaklar, F tipi cezaevlerinde devlet güçleri karşısında tek başlarına tecrit edilmiş, dış dünyayla ve 19 Aralık’a kadar koğuşlarda birlikte kaldıkları arkadaşlarıyla ilişkileri kesilmiş bir ortamda da, açlık grevi ve ölüm orucu eylemini sürdürdüklerini ve sürdüreceklerini egemen sınıfların zindan şeflerinin yüzlerine haykırdılar. Egemen sınıfların “örgüt zoruyla eylem” yalanı artık ayakta tutulamaz hale gelmişti. 19 Aralık katliamı, açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerini sonlamak bir yana, bu eylemlerin daha güçlü bir şekilde yürütülmesinin çıkış noktası oldu. 19 Aralık operasyonu öncesinde, üç örgüt tarafından yürütülen ölüm orucu eylemi, 4 Şubat’tan itibaren 10 örgütün ortak bir eylemi haline dönüştü. Devlet, bedenlerini tutsak aldığı, ama devrimci düşüncelerini asla teslim alamadığı, diz çöktüremediği devrimcileri, tecrit işkencesi ve hapis

içinde hapis anlamına gelen hücrelere sokarak teslim alma amacı gütmektedir. 19 Aralık saldırısına karşı devrimci tutsakların direnişi, F tiplerinde tecrite karşı yürüyen mücadele, devrimci tutsakların teslim alınamayacağını, devrimci iradenin her şart altında mücadele edeceğinin, direneceğinin kanıtıdır. Devrimcilerle devlet arasında zindanlarda yürüyen irade savaşında bugüne kadar onlarca devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı. 19 Aralık 2000 yılından bu yana, F tipi tecrit zindanlarına karşı yürütülen mücadele içinde 122 devrimci yaşamını yitirdi. Yüzlerce devrimci sakat kaldı. Sevgi Saymaz Uşak Cezaevinde, Avukat Behiç Aşçı İstanbul’da, Gülcan Görüroğlu Adana’da ölüm orucu eylemini sürdürüyorlar. F tipi tecrit zindanlarına karşı mücadele, ölüm orucu eylemi hakim sınıfların bilinçli suskunluk siyaseti sonucu olarak da, ne yazık ki halk yığınlarının büyük çoğunluğu açısından, gündemde olmayan bir eylem durumundadır. Destek devrimci örgütlerin –gelinen aşamada iki örgütün- kendi çevreleri, tutsak yakınlarının örgütlü kesimi ve kimi demokratik kitle kuruluşları, aydınlar vb. ile sınırlıdır. Hakim sınıflar desteğin bu kesimlerle sınırlı kalması ve hatta daha da geriletilmesi için ellerinden geleni yapmaktadır. Destek eylemleri medyada suskunlukla geçiştiriliyor. Çeşitli saldırı ve baskı siyasetiyle destekçiler ezilmeye çalışılıyor. Tecrite karşı mücadelede, tecritin kaldırılması talebi haklı olmasına rağmen, ölüm orucu eyleminin ilke haline getirilmesini doğru bulmuyoruz. Tecrite karşı mücadele, toplumsal mücadelenin bir parçası olarak yürütülmek zorundadır. İşçi ve emekçilerin görevi, faşist devletin devrimci tutsakları F tipi tecrit hanelerde yalnızlaştırma siyasetine karşı mücadele etmek olmalıdır. Yaratılan sessizliği bozmak olmalıdır. Devrimci tutsaklar üzerindeki tecrite son! Devrimci tutsaklara özgürlük! 19 Kasım 2006 


Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası Bu yasalardaki kimi değişiklikler ve olması gerekenler üzerine

Y

ıllardan beri“ILO normları”na uyma - uymama tartışması içerisinde yürütülen tartışmalar bugün de yürütülmektedir. ILO normları, uluslar arası alanda ülkelerimizde ESK denilen Ekonomik Sosyal Konseyin bir türüdür, ya da tersine bizimki onun bir türü durumunda. Bu anlamda bizim “kıble”miz neden ILO olmalıdır sorusunu sorup doğru cevaplar vermemiz gerekmektedir. Biz işçilerin özgürce örgütlenmelerini engelleyen her türlü girişimin, bu anlamda yasanın karşısındayız. Hangi hükümet olursa olsun işçilerin ve emekçilerin hakları ile ilgili çıkardıkları yasalarla sürekli olarak işverenlerin lehine yasalar çıkarmışlardır ve buna devam etmektedirler. Kapitalist sistemin işlevi de budur tabii ki! Ama problem bu sistemin içerisinde mücadele, sadece sistemin içerisinde kalan, bu anlamda ILO yasalarıyla da sınırlı kalan bir mücadele mi olacak, yoksa bunu aşmaya çalışan, bu sınırları zorlayan ve işçileri bu temelde eğiten bir mücadele mi olacak? İşte tam da bu noktada, işçileri bilinçlendirme ve örgütleme faaliyeti içerisinde onları yasallık lapasıyla mı eğiteceğiz, yoksa bu mücadele içerisinde çerçeveleri parçalayacağımızı onlara anlatacak mıyız noktasında ayrılıklar var. Reformistlerin yasal sınırlarla kendilerini sınırlaması kadar normal bir şey yoktur; çünkü bu zaten onların çizgisidir. Onlar sermaye düzeninin değiştirilmesine değil, onun pürüzlü görünen yönlerinin biraz düzeltilerek varlığını sürdürmesine çalışmaktadırlar. Çünkü aksi halde bu kölelik sistemine karşı ‘rahatsız’ edici gelişmeler, ayaklanmalar yaşanabilir ve bunlar ‘hoş’ olmayacaktır! Esas sorun devrimcilik ve sosyalistlik adına konuşan çevre ve yapılardadır. Bunların genel tavırları da pek farklı olmamaktadır. Dolayısıyla yeni çıkarılacak olan yasalar tartışması yürütülürken bu bakış açıları hep akılda tutularak mücadele verilmelidir. Son durum üzerine kısaca: Biz burada olumlu olarak yapılan değişimler üzerinde durmayacağız,

Reformist kesim de AB umutları ile bir şeyler değiştireceğini umuyor ama bu kadar oluyor yalvarmakla yakarmakla! AB’nin ‘sosyal’liğini AB ülkelerindeki son durumlardan biliyoruz… Her geçen gün daha fazla kazanılmış hak geri alınmaktadır ve sınıfa daha da vahşi bir şekilde saldırılmaktadır. daha çok yeterli bulmadığımız ve değişmesi gereken konular hakkında fikir belirteceğiz. - 2822 sayılı yasada Noter şartının üyelik sırasında kaldırılması bir olumluluk olacak, ama istifalarda Noter şartının korunması bir kısıtlamadır ve anti-demokratiktir. Çünkü üyenin kendi iradesini beyan etmesi günümüz koşullarında yaklaşık 60 YTL’dir. Asgari ücretin 380 YTL olduğu bir ülkede bu koşulun caydırıcı olduğu görülebilir. - Hak Grevi, Dayanışma Grevi gibi haklar yoktur. 12 Eylül sonrası getirilen yasaklamalar aynen korunmaktadır. Faşizanlıkta bu noktada geri adım yok. - İş saatleri içerisinde sendikal faaliyet işverenin iznine bağlanarak, demokratik bir hakkın ifası engellenmektedir. - İşkolu barajı yüzde 5’e düşürülmek isteniyor ama diğer taraftan iş kolları 28’den 18’e düşürülmek suretiyle yetki alınması daha da zorlaştırılıyor. - İşyeri ve işletme barajında da bir değişiklik yoktur. Bir işyerinde sendikal temsiliyeti yüzde 50 + 1’e bağlamak, yüzde 40 ya da daha az veya fazlasının demokratik hakkının çiğnenmesidir. Sendikalar kendilerini ne kadar işçi istiyorsa o kadar işçiyi temsil edebilmelidirler. - Barajların kaldırılması, her örgütlenen işyerinde işçilerin kendilerini temsil mekanizmalarını kurma hakları engellenmemelidir. - Grev erteleme hakkı devletten alınmalıdır. Grevi ancak işçi erteleyebilir hakka sahip olmalıdır. Yoksa grevin hak olarak işlevi iğdiş edilir. Yapılan da budur. - Grev çadırı, grev gözcüsü vb. ile ilgili yasaklar 12 Eylül faşizminden geldiği gibi korunmaktadır. Bunlar

kaldırılmalıdır. Sendika grev gözcülerini korumak için ne gerekiyorsa onu yapabilmelidir. - Grevle ilgili TİS prosedürü kaldırılmalıdır. Sendika Batı Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi istediği zaman grev uygulamasına girebilmelidir. İşveren tarafından 60 gün önceden başlayacağı bilinen grev caydırıcı olamaz; zaten patronlar o zamana kadar gerekli önlemleri alıyorlar. - Yasa hiçbir şekilde işçilerin ve memurların bir arada örgütlenmesinin önünde engelleyici madde içermemelidir. - 3. maddede işçi ve işveren sendikalarının ancak işkolu esasına göre kurulabileceği şart koşularak, günümüzde gelişmiş sanayi ülkelerinde artık aşılmış olan bir uygulama sürdürülmektedir. Bu konunun sendikaların kendisine bırakılması demokratik açıdan çok daha doğru olacağı bilinmelidir. Eğer beş ayrı iş kolunda sendika bir tek sendika içerisinde birleşmek istiyorlarsa, bu onla-

rın üyelerinin tercihi meselesi olmalıdır. Burada yine her şeye müdahale eden bir düşünce tarzı hakimdir. - Sendikalar yasası, sendikaların şube kongreleri için “sendikalı işçi sayısı 500’ü aştığı takdirde şube genel kurulu delege esasına göre yapılır” tespitini kaldırmalıdır. İki bin kişilik şubelerin genel kurullarını üyelerinin tümünün mü yoksa onların seçtiği delegelerle mi yapacağını yasanın sınırlama hakkı olmamalıdır. Buna bu sendika üyelerinin kendisi karar vermelidir. Burada amaç tabanın karar verme yetkisinin elinden alınmasıdır. Dolayısıyla delegeler üzerinden rahatça oyunlar oynanabilecektir. Sendika genel kurul delege sayısının yasaca sınırlandırılması da yanlıştır. Sendika üyeleri bu konuda kendileri karar vermelidir. Üyeler bu karar vermeyi hangi usul çerçevesinde yapacaklarına kendileri karar vermelidirler. - Madde 13’teki, “genel kurulun ilgili belgelerle birlikte en az 15 gün önce iki nüsha olarak o yer, seçim kurulu başkanı olan hakime ve mahalli mülki amire tevdi edilir” şeklindeki saptama kaldırılmalıdır. Bu sendikaların denetlenmesidir. Sendikaları sadece kendi üyeleri denetlemelidir. Çıkacak anlaşmazlıklarda ilgili mahkemeler görevli olmalıdır. - Seçim ile ilgili tüm süreci de sendikanın kendi üyeleri düzenlemelidir. Devletin ve kurumlarının sendikalardaki bu denetimi anti-demokratiktir; faşizandır! - 14. maddedeki yönetim, denet-

İÇİNDEKİLER Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Metal işçisi bunların hesabını bir gün soracak! . . . . . . . . . . . . . . . . 2 Birleşik Metal İş’de MESS süreci . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 Trakya Sanayi A. Ş. Fabrikası İşçileri Greve çıktılar! . . . . . . . . . . . . . 4 Deri işçileri bilinçleniyor!… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Deri İş Tuzla Kongresi: Kazanan kim, kaybeden kim? . . . . . . . . 6 Tanatar Kalıp’da sendikalaşma mücadelesi sürüyor… . . . . . . . . . 6 Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 SCT’de grev 252. gününde! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Kızılırmak çeltik üreticileri alanlara çıktılar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8


Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

EK:

leme ve disiplin kurulu üye sayılarına sendikalar kendileri karar vermelidir. - Üyeliğin kazanılması maddesinde “Birden çok sendikaya üye olunması halinde, sonraki üyelikler geçersizdir” hükmü tersine çevrilmelidir. Kendi rızasıyla herhangi bir sendikaya gidip üye olan bir işçinin son üyeliği geçerli olmalıdır. Çünkü bu o işçinin geldiği noktadaki kararıdır ve bu belirleyici olmalıdır. - Üyenin beş nüshalık üye kayıt fişini doldurması gerekli değildir. İşçinin bir nüshalık üye fişini doldurması ve sendikasının onun üyeliğini kabul etmesi yeterlidir. Diğer kurumlara bu üyeliğin bildirilmesi ‘zor’la yapılan bir yaptırımdır, demokratik değildir ve reddedilmelidir! - 18. maddede bir yıllık işsizlik süresi sonunda üyeliğin düşeceği hükmü yasa koyucunun vereceği bir karar olmamalıdır. Bunu sendika belirlemelidir. Batıda bir dizi sendika işsiz kalan üyelerine küçük bir aidat karşılığı hizmet verebilmektedir. Devletin müdahalesi yine anti-demokratik zihniyetin ürünüdür, reddedilmelidir. - 22. maddede birinci paragraf çıkarılmalıdır. Sendikalar uluslar arası kuruluşlara üye olup olmayacaklarına, hangilerine üye olacaklarına kendileri karar vermelidir. Üyelikler sonucu problemler ortaya çıkmışsa, devletin hukuk kurumları gerekli adımları atabilirler. Burada yine üye kitlesinin iradesinin yerine devletin yasakçı faşist zihniyeti ortaya çıkmaktadır. - 26. maddede sendika ve konfederasyonların “…nakit mevcutlarının yüzde 25’ini aşmamak kaydıyla ve yönetim kurulu kararı ile, ilgili bakanlıklara devretmek üzere eğitim, sağlık rehabilitasyon ve ya spor tesisleri kurabilir veya bu amaçla kamu kurum ve kuruluşlarına ayni ve nakdi yardımda bulunabilir.” tespiti kaldırılmalıdır. Bu amaçlarla bir çalışma yapacak konfederasyon ve ya sendikanın ilgili tesisleri ilgili bakanlıklara neden devretsin? Devletin yardım edeceği yerde sendikalardan ve konfederasyonlardan böyle talebin yolunu açması işbirlikçiliğin ötesinde bir şey değildir. - 27. maddede tespit edilen sendika temsilcisi sayısına devletin karışması reddedilmelidir. Bir sendika kendisi kaç temsilciyi ilgili işyerinde seçtireceğini kararlaştırmalıdır. İşyerinden işyerine bu değişebilir, ama genelde 25 kişiye bir temsilci olması gereken bir şeydir. Sınıf mücadelesi tarihi bu sayının ‘uygun’ bir sayı olduğu tecrübesini göstermiştir. İşyerlerinde temsilcilerin sendikaca atanmasını şart koşmak, üyelerin iradesini yok sayan anti-demokratik bir yaklaşımdır. Üye kendisi ne yapacağına karar vermelidir.

- 30. maddede, sendikaların yurtdışındaki kişi ve kurumlardan, kuruluşlardan ayni ve nakdi yardım alabilmelerinin bildirime bağlanması anti-demokratiktir. Sendikalar kendi çıkarlarına uygun gördüğü yardımı almalı ve bunun hesabını kendi denetleme kurullarına ve genel kurullarına vermelidirler. - Sendikaların denetimi yalnızca kendi denetim kurulları ve kongre üyeleri tarafından yapılır. Devletin denetçilerine gerek yoktur. Bu demokratik kurumlara müdahaledir. Anti-demokratiktir. Ancak sendika içinden itirazlar yargıya taşınırsa, o zaman ilgili yargı mercileri sorunu çözmelidir. - 39. maddedek i “ kay y um” hakkı devletin elinden alınmalıdır. Sendikaların üyeleri çıkan sorunları kendileri çözmelidirler. - Patronlara getirilen para cezaları caydırıcı nitelikte değil. Ödüllendirme gibi cezalar öngörülmektedir. Sonuç olarak; Yeni çıkarılan taslaklar sınıfın özgürce sendikalarında örgütlenmesine olanak tanımamaktadır. Ama zaten bunu beklememek gerekir. Sınıfın bugünkü örgütlü gücü ve sendikaların büyük bölümünün devletçi-sermayeci bakış açıları ancak bu yasaların çıkarılmasını sağlayabilmektedir. Sınıf içindeki açık hainlerin görevlerini yaptığı kuşkusuz açıktır. Reformist kesim de AB umutları ile bir şeyler değiştireceğini umuyor ama bu kadar oluyor yalvarmakla yakarmakla! AB’nin ‘sosyal’liğini AB ülkelerindeki son durumlardan biliyoruz… Her geçen gün daha fazla kazanılmış hak geri alınmaktadır ve sınıfa daha da vahşi bir şekilde saldırılmaktadır. Dolayısıyla devrimci ve sosyalist güçlerin omuzlarındadır köklü değişimler sağlamak! Bunun için artık laf olarak savunulagelen birliklerin, pratikte fabrika fabrika, bölge bölge örülmesi gerekir. Artık birbirini yeme zavallı politikası yerine “birlikte kazanacağız” politikası ile, dostça eleştiri ve öneriyi de içeren, düşman saflarına yüklenmemiz lazım. İşte o zaman görülecektir ki biz bugünkü gücümüzle bugünkünden daha fazla şey yapmaya ve değiştirmeye muktediriz. Ancak böylesi bir durumda bazı cılız duruşların dışında sadece eleştirmekten öte etkileyici ve değiştirici siyaset yapma, yaşama yön verme gücünde olduğumuzu görme ve gösterme durumunda olduğumuzu bir kez daha ortaya koyacağız. Haydi bu gücü göstermeye! Birlik, Mücadele, Zafer! Kasım sonu 2006 

Metal işçisi bu METAL İŞ KOLUNDA GELİNEN NOKTA VE GÖREVLERİMİZ

İşçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmenin etkin araçlarından birisi olan Toplu İş Sözleşmelerinin en önemlisi sayılabilecek olan Metal İş Kolundaki sözleşme Türk İş’e bağlı işbirlikçi Türk Metal sendikası tarafından Ramazan bayramına çok kısa süre kala imzalandı. Türk Metal’in bu tavrı yeni değil. Türk Metal yıllardan bu yana sermayenin istekleri çerçevesinde hareket etmiş ve her dönemde metal işçisinin ve dolaylı olarak da işçi sınıfımızın zararına tavırlar almıştır. Bu sözleşme de sonuncusu değil, ihanetçi tavrın bir yenisidir. Bilindiği gibi bu iş kolunda üç sendika yetkilidir. Bunlardan Hak İş’e bağlı Çelik İş Sendikası ile DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası halen sözleşmeyi imzalamış değildirler. Türk Metal’in bu “aceleci” tavrının bir anlamı vardır. Bayram öncesi imzalanan bu sözleşme ile özellikle bu iş kolunun mücadeleci sendikası Birleşik Metal İş’in önünü kesmektir. Daha doğrusu metal patronlarını Birleşik Metal İş’in muhtemel mücadeleci tutumu karşısında korumak, daha iyi bir

sözleşmenin yapılmasını engellemekti. Tabii ki aynı zamanda kendi tabanının Birleşik Metal İş’in etkisinde kalarak hesapta olmayan mücadelelere girmesinin de önünü kesmek istemiştir. Bunda önemli oranda da “başarılı” olmuştur.

TİS’de nelere imza atıldı? Türk Metal birinci 6 ay için yüzde 10 ücret artışını kabul etmiştir. Bu taşeron sendika kamuoyunda yoğun bir şekilde, “biz yüzde 12 ila 21 arasında zam aldık” diyerek böbürlenmektedir. Gerçekleri bilmeyen bazı memur sendikaları ve medyanın bir bölümü de bunu propaganda etmektedir. Gerçek durum bu değildir! Gerçekte olan şudur: Uzlaşmacı sendika iş yerlerinin çok büyük bir bölümü için yüzde 10’luk zamma imza atmıştır. Yalnızca 12 iş yeri için yüzde 10 zam yerine saat ücretlerine 50 kuruş zammı uygulamıştır. Bunun anlamı, bu 12 iş yerinde çalışan işçilerin bir bölümünün yüksek zam bir bölümünün ise düşük zam almasıdır. Saat ücretleri 3 milyon civarında olan işçiler için yaklaşık yüzde 1718 ücret artışı anlamına gelen bu zam, saat ücretleri yüksek olan

Birleşik Metal İş’de MESS süreci Aşağıda Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreteri Selçuk Göktaş ile yaptığımız MESS sürecini değerlendiren söyleşiyi yayınlıyoruz. 1. Birleşik Metal İş Sendikası olarak MESS sözleşmesini neden imzalamadınız? TİS hazırlık sürecinde üyelerimizle birlikte TİS taslağını hazırladık. Bu süreçte özellikle düşük ücretli çalışan işçi arkadaşlarımızın bir talebi vardı. Kendi ücretlerinin biraz yukarıya çekilmesi ile ilgili bir talepti bu. Henüz sendikadan bir imza eğilimi çıkmadığı için bu sürece kadar devam etti. Türk Metal İş’in imzaladığı TİS’in çok adil olmadığını düşünüyoruz. Bundan dolayı biz Birleşik Metil İş olarak daha iyi bir sözleşme için mücadelemizi sürdüreceğiz. 2. Türk Metal İş ile yapılan sözleşmede esnek çalışma olduğu gibi geçti mi? Hayır. Geri çekildi. Özellikle bizim TİS hazırlık sürecinde olsun, gelişme sürecinde olsun verdiğimiz mücadele ile esnek çalışmayı daha da esnekleştiren ikramiyelerin ücrete dahil edilmesi gibi maddeler geri çekildi. Birleşik Metal İş olarak komisyonlarımıza açıkladığımız gibi esnetme ile ilgili maddelerin TİS’e girmesi halinde imza atmayacağımızı deklere etmiştik zaten. Ancak bunlar geri çekildi. bu bizim açımızdan olumlu. Çünkü bu bizim çabalarımızın sonucu gerçekleşen bir şey olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda Birleşik Metal İş sendikası sürecin etkilenmesinde önemli bir rol oynadı. Türk Metal İş zaten esnek çalışmaya olumlu bakıyordu. Bu konuda mücadele anlamında hiçbir olumlu çaba sarfetmedi. Biz sendika olarak bu süreçte bölgelerde çalışmalar


unların hesabını bir gün soracak!

mesela 7 milyon ve üstü olan işçilere ise yaklaşık yüzde 4,5-5 arası zam demektir. Yani işçilere yüzde 12-21 zam aldık lafları büyük bir yalandır. Sosyal haklarda ise yüzde 20 civarında bir zam alınmıştır. Ama bu zaten işçinin cebine giren paranın küçücük bir bölümüdür. İşbirlikçi sendika gerçekleri gizlemektedir. Sözleşmede yer alan diğer maddelerin ne olduğu bugüne kadar gizli tutulmuştur. 2. 3. ve 4. altı ay-

lık zamların ne olduğu gizlenmektedir. Aldığımız duyumlara göre bu zamlar yalnızca enflasyon oranında tutulmuştur. Ama Metal işçisi bunun hesabını soracaktır işbirlikçi sendikaya. Metal patronlarının son yıllarda elde ettiği tatlı karların bir bölümünün de olsa geriye kalan bu 6 aylık zamlarda gözönüne alınmaması, verimlilikten işçiye pay verilmemesi işçiye yapılan büyük bir kötülüktür. Geçen yıllarda yapılan sözleşmelerde geçmiş olan esneklik uygula-

yaptık. Özellikle metal işçisinin dikkatini bu noktalara çektik. Sonuçta geri çekilmiş olası metal işçileri açısından sevindirici bir gelişme. 3. Türk Metal İş TİS’i imzaladı. Siz bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz? Biz, Türk Metal İş’in imzasından sonra komisyonlarımızı topladık. Komisyonlarımızdan çıkan eğilim, zammın fabrikalarda dağılımı ile ilgili idi. Bu noktada anlaşma şansımız olmadı. Biz sendika olarak %10 zammın düşük ücretlere daha farklı yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Ücret makasının sürekli açılması taraftarı değiliz. TİS taslağımız da bu çerçevedeydi. Bunu hayata geçirmek için şimdiye kadar çaba sarfettik.

Evet. Geçen hafta bir görüşme oldu. MESS’in TİS ile ilgili olumlu bir yaklaşımı olmadı. Bunun dışında MESS’in işyeri olarak bilinen 5 fabrikada örgütleme faaliyetlerimiz var. Bununla ilgili yaşanan sorunlar ve mahkeme süreci vardı. İtiraz süreçleri devam ediyor. Bu 5 fabrikada patronların itirazlarını geri çekmeleri işçilerin sendikalaşmasına engel çıkarmamaları ve yüksek ücretle düşük ücretler arasındaki farkın azaltılması ile ilgili maddelerde henüz anlaşma sağlanamadı Görüşmeler 29 Kasım Çarşamba gününe ertelendi. 5. TİS talepleriniz kabul edilmezse greve gitmeyi düşünüyor musunuz? Daha önce deklere etiğimiz ve grev nedeni saydığımız başta esnek çalışma olmak üzere diğer maddelerden ikramiyelerin ücrete dahil edilmesi isteğinde bulunan MESS bu dönem bunlardan vazgeçti. Fakat bu mücadele bitmiş değil. Patronlar işçi sınıfının lehine bir gelişmeyi engellemek istiyorlar. Bizim amacımız da bu konuda işçi sınıfının kazanımlarının gelişimini sağlamaktır.

Bunun için her sözleşme döneminde yeni düzenlemeler yaptık. Biz bu konuda sendika olarak çok duyarlıyız. Sendikamız esnek çalışma ile ilgili dayatmaları ne bugün nede yarın kabul etmeyecektir. 6. Bir süre önce sizde örgütlü olan ve greve geçen Trakya Sanayi işçilerinin son durumu ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Trakya Sanayi yaklaşık altı ay önce başlayan müzakerelerin sonuç vermemesi üzerine greve başladı. Özellikle ücret noktasında karşımızda bir muhatap bulamadık. Yani ücret konusunda işveren herhangi bir teklif vermedi. Bir muhatap bulamama sonucunda grevi uygulamaya geçirdik. İşletmenin idari yapısında problemler var. Bu problemlerin işçiye yansıması yada TİS masasına yansıması hoş değil. İşyerinin kendi iç işleyişi açısında da hoş değil. Sonuçta iş greve kadar geldi.10 Kasım’da başlattığımız grev bugüne kadar devam ediyor. İşçi sınıfı içerisinde genel olarak bilinç meselesinde bir gerilik var. Burada tabii ki sendikaların da payı olduğunu düşünüyorum. Fakat Birleşik Metal İş sendikası diğer sendikalarla kıyaslandığında bu konuda en duyarlı olan sendikalardan biridir. Yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Fakat geriye dönüp baktığımızda örneğin bu dönem içerisinde 3600 insanımızı eğitim sürecinden geçirmişiz. Grup eğitimlerimiz devam ediyor. Bu konuda sadece sendikaların eğitim vermesi yeterli değildir.Yaşanan süreçten insanlar olumsuz etkileniyor. İşçi sınıfı hareketinde bir yükseliş söz konusu değil. Siyasi harekette de bir yükseliş yaşanmıyor. Alabildiğine kötü bir süreçten geçiyoruz. bu durum çalışmalarımıza da ister istemez yansıyor. Trakya Sanayi somutunda grevden önce işçi arkadaşlara eğitimler verildi. Önümüzdeki süreçte bu daha da yoğunlaşacaktır.

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

4. Geçen hafta patronlarla bir görüşme olduğunu duyduk. Bu görüşmede neler oldu?

malarının geri alınmamış olması bu sarı sendikanın marifetidir. Birleşik Metal İşçileri Sendikasının TİS taslağında esnekliğin çıkarılması talep edilmiştir. Taşeron sendika bunun da önünü kesmeye çalışarak metal patronlarına arka çıkmıştır. Zaten yapılan ücret zammı da Birleşik Metal İş Sendikasının taslağındaki taleplere daha çok uygundur. Türk Metal ve Çelik İş Sendikası kendi taslaklarında böyle bir öneride bulunmamışlardır.

Onlar herkes için geçerli bir zam oranı talebinde bulunmuşlardır. Birleşik Metal İş Sendikası ise alt ücret gruplarının daha yüksek bir zam alarak, aynı işi yapan işçiler arasındaki ücret farklılığını azaltmak amacıyla alt ücret gruplarının saat ücretinin ücretlere zam uygulaması yapılmadan önce düşük ücretli işçilere mutlaka iblağ yolu ile alt ücret gruplarının saat ücretlerinin 2.8 YTL’ye çekilerek, ücretlerin görece dengelenmesini savunmuştur. Bu tespit iş yerlerindeki genç işçilerin talebi olmuştur. Bu talebi görmezden gelen sarı sendika, pratikte Birleşik Metal İş’in talebi çerçevesinde sözleşme imzalamış durumdadır. MESS – Metal patronlarının denkleştirme ve deneme süreleri konusundaki saldırılarını şimdilik geri çekmesi, işbirlikçi sendikanın yetkili olduğu iş yerlerinde bir değişikliğin yaşanacağına işaret etmemektedir. Çünkü MESS tam da işbirlikçi sendikanın iş yerlerindeki uygulamalardan hareketle bu önerilerini getirmiştir. İşe girişte deneme süresinin 4 ay olması ve fazla çalışmalarda denkleştirmenin 4 aya çıkarılması zaten Türk Metal’in bir çok yetkili iş yerinde uygulanmaktadır. Patronlar oralarda rahatça dilediklerini yapabi-

Söyleşi için teşekkür ederiz. 27 Kasım 2006  EK:


liyorlar.

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

NE YAPILMALI?

EK:

Bu aşamadan sonra yapılacak olan şey metal işçisinin daha da fazla bölünmesini engelleyecek bir sözleşmenin Birleşik Metal İş tarafından imzalanmasıdır. MESS Birleşi k Meta l İş Sendikasına (BMS) sadece yüzde 10 zam teklifinde bulunmuştur. Bu teklif Birleşik Metal İş Sendikasının örgütlü olduğu iş yerlerindeki rahatsızlıkları giderecek bir teklif değildir. BMS’nın teklifinde de olduğu gibi bu günün koşullarında çok kötü görünmeyen yüzde 10’luk zammın dağılımının iş yerlerinde alt ücret gruplarının lehine düzenlenmesi gerekmektedir. Eşit işe eşit ücretin sağlanmasının bir hedef olduğu çalışma yaşamında, bu hedefe varmak için böylesi bir sözleşme bir adım olacaktır. BMS’nın taslağına açıkça bu talebi getirmemiş olması yanlıştır. Sosyalist hareketin çıkışından bu yana savunduğu bu şiarın gelecekte savunulması bir görev olmalıdır. Aynı işi yapanlar aynı ücreti almalıdırlar. Ücretler arasındaki farklılıkların yaratılması sermaye sınıfının bir oyunudur ve bu oyun bozulmalıdır. Bu oyun işçiler arasında çatlakların, bölünmelerin üzerine kuruludur. Bu bölünme üzerinde işçilerin ortak çıkarlar için ortak mücadele etmesi engellenmeye çalışılmaktadır. BMS’nın yüzde 10’luk ücret dağılımını tüm iş yerlerindeki ücret farklılıklarını azaltmak için kullanabileceği bir sözleşmeyi imzalayabilmesi için kendi iş yerlerindeki işçileri harekete geçirerek bir mücadeleyi örgütlemesi gerekmektedir. MESS işçileri yeteri kadar bölmüştür, daha fazla bölünmeye tahammül edilmemelidir. Ama bunun için yeni eylemler gerekmektedir. İş yerlerindeki işçilerin duyarlı hale getirilmesi, işyeri komitelerinin aktifleştirilmesi, bugünden bazı eylem biçimlerinin gündeme getirilmesi, BMS’nin görüşme masasındaki gücünü artıracaktır. 2. ve 3., 4. altı aylık zamların enflasyon oranının üzerine çekilmesinin de muhtemel formülleri bulunmalıdır.

GELECEK KAVGAYA HAZIRLANILMALI Bu dönemdeki TİS mücadelesi ve elde edilen sonuçlar işçileri esas itibarıyla memnun edecek, onların bir dizi talebini karşılayacak bir seviyede olmamıştır. Bunun esas sorumlusu işbirlikçi sendika olan Türk Metal’dir. Çelik İş’in ondan farkı kalmamıştır. Hiçbir eylem, etkinlik yapmamışlardır bu sendi-

kalar. Birleşik Metal İş Sendikası bunların tersine kamuoyu çalışmaları ağırlıklı bir çalışma yapmış ve bunda belli bir başarı da sağlamıştır. Ama bu yetmez! Geleceğe hazırlanmak lazımdır. Bunun için sınıfın öncü güçleri sarı sendikanın kalelerini fethetmenin yollarını aramalıdırlar. MESS’i kalbinden vuracak örgütlenme formlarını bulup uygulamalıdırlar. MESS ve taşeron sendikanın çanına ot tıkamanın yolu onların nefes borularını kesmektir. BMS’nın bunu yapabilmesi için gelecek kongresinde başarılı bir bileşimi sağlaması gerekir. Bu yönetim, şubelerini daha aktif yapılandırmaya götürmelidir. Daha güçlü ve mücadeleci bir sendika kendi önüne yeni perspektifler koyan bir sendikadır. Tespit edilecek bu yeni politikalar çerçevesinde kendi örgütünü mücadeleye sokacak bir disipline de sahip olmalıdır. İradesini kullanabilecek bir merkezi önderlik ve bu iradeyi gönüllü bir şekilde kabul edip tespit edilen politikaları bölgelerinde uygulayacak yerel yönetimlerin oluşturulması gerekmektedir. Kendi başına buyruk, yalnızca doğru bulduğunu yapan, alınan kararlara kerhen uyan bir örgütsel yapı büyük hedeflere vuracak, büyük kazanımlar sağlayacak yapılanmalar olamazlar. Bunun için yetkili olunan işyerlerinin örgütlü duruma getirilmesi çok önemlidir. Kadroların sınıf bilinci ile donatılması, kendi sınıfsal çıkarını her şeyin üstünde gören ve ona uygun davranan bir metal işçileri örgütü gün geçirilmeden yeniden yaratılmalıdır. Sınıfsal perspektif leri olanlar, hiçbir zaman olanla yetinemezler ve hep daha fazlasını talep etme göreviyle karşı karşıyadırlar. Talepleri yaşama geçirecek uygun araçlar ise kaçınılmazdır. BMS’nın diğer sendikalardan çok daha iyi olması, bugün tümden istenen bir yapının varolduğu anlamına gelmemelidir. Tam tersine aksayan, yanlış yürüyen bir dizi yan vardır. Bunları tespit edip emin adımlarla ileri yürümek gerekmektedir. İşbirlikçi sendikacılardan hesap sorulacak günler gelecektir. Gelecek sınıf sendikalarının yaratılmasında, gelecek sosyalizmdedir! 30 Ekim 2006  NOT: Birleşik Metal İş tarafından 30 Kasım 2006’ da yapılan bir açıklamayla; 1 Eylül 2006 – 31 Ağustos 2008 tarihleri arasında geçerli olan grup toplu iş sözleşmesinin 29 Kasım günü imzalandığı duyuruldu.

Trakya Sanayi A fabrikası işçileri grev

İ

zmit’ in Uzunçif t li k semtinde kurulu Trakya A.Ş. esk i R ABAK fabrikasıdır. Özelleştirilerek Bezmenler’e satılan bu fabrika daha sonra 1996’da da banka hortumculuğu ile ün yapmış Hayyam Garipoğlu’nun eline geçmiştir. Şu an fabrika aynı patrona ait olan AL-CO Tencere fabrikası başta olmak üzere tencere fabrikalarına yarı işlenmiş alüminyum plakalar üreten bir fabrika. Verilen bilgilere göre uzun yıllardır RABAK döneminden beri sendikanın olduğu bu işyerinde 1996’dan bu yana işyerinde yetkili olan sendika DİSK/ Birleşik Metalİş Sendikası’dır. Sendikayı kendi işyerlerinde tasfiye etmede hayli sicili kabarık olan bu hortumcu patron Trakya Sanayi A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye yanaşmamış işçiler, Birleşik Metal-İş Sendikası önderliğinde 3 ay süren direniş ve grevi ile ancak haklarını koruyabilmişler. Sendika 10 Kasım 2006 günü işyerinde grev uygulamasına geçti. Sendika Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu burada yaptığı basın açıklamasında7 Haziran’da başlayan TİS görüşmelerine ciddi bir teklifle gelmeyen patron Hayyam Garipoğlu’nun uzlaşmaz tutumunun fabrikada çalışan 150 işçiden sendika üyesi 120 işçiye bir grev daveti olduğunu, sendika ve işçiler olarak bu daveti kabul ederek greve çıktıklarını, bu grevin “hak, ekmek ve onur “ için olduğunu belirtti. Başkan işçilerin sendikalarıyla disiplinli ve kararlı bir şekilde aileleri ve çocuklarının Kocaeli halkı ve DKÖ’lerinin, yerel yönetim ve basının desteği ile zafere ta-

şıyacağını açıkladı. Basın açıklamasının ardından açıklamaya katılan 60-70’e yakın işçi sendika aracında çalınan müzik eşliğinde kısa bir halay çektikten sonra grev gözcüsü işçilere grev gömlekleri giydirilerek greve başlandı. Ardından sendikanın İzmit Şube Sekreteri işçilere grevin düzenli ve disiplin içinde yürütülmesine ilişkin kısa bir açıklamada bulundu. İs t a nbu l ’ d a n Y Dİ Ç AĞR I Gazetesi’nden bir grup, işçileri ziyaret ederek dayanışmamızı göstermek için Basın Açıklamasına katıldık. İşçilere gazetemizin son sayısından verdik ve onlarla söyleştik. Trakya Sanayi A.Ş.’de 10 yıllık işçi ve İşyeri Grev Komitesi’nde olan Adem SUBAŞ greve çıkan sendika üyesi 120 işçiden 11’inin grev kapsamı dışında olduğu için içerde olduğunu, patronun uzlaşmaz tutumunun esas nedeninin12 yıllık sendika örgütlülüklerini tasfiye etmek olduğunu belirtti. Metal işkolunun işlerinin ağır olması nedeniyle fabrikada kadın işçi olmadığını, işçilerin çoğunun genç (ortalama 35 yaş) olduğunu, yeni işe başlayan bir işçinin brüt 570 YTL, en kıdemli işçinin ise ancak brüt 1200 YTL aldığını söyledi. Bölgede 7 işletmeden sadece kendi işyerleri ve SEKA Bakır diye 28-30 işçinin çalıştığı bir fabrika dışında hiçbirinde sendikal örgütlülüğün olmadığını, sendikalaşanların ise başına nelerin gelebileceğini son aylarda kendi patronlarının fabri-


A. Ş. ve çıktılar!

D

eri işçileri kendi yakıcı sorunlarını tartışarak çözüm yolları arıyorlar. Deri işçilerinin kendi sorunlarını tartışması, çözüm yolları üretilmesi için, Deri İşçileri Dayanışma Derneği Girişimi aktif üyeleri yoğun çaba gösteriyorlar. Bunun için deri işçilerine yönelik olarak sadece Kasım ayı içerisinde iki toplantı yapıldı. Birinci toplantıda; deri işçileri İş Yasaları konusunda bilgilendiler. Söyleşi havasında kendi sorunları ile bağ içerisinde, İş Yasalarının kimi yanlarını öğrendiler. İkinci toplantıda; Genel Sağlık Sigortası konusunda bilgi sahibi oldular. İk i toplantıya da Kundura Dayanışma Derneği’nden işçi arkadaşlar da katıldılar. Deri işçileri, kundura işçilerinin ezici çoğunluğu kayıt dışı çalışıyor. Yani sigortasız, düşük ücretler, sağlıksız koşullarda, çalışma sürelerinin uzun olduğu koşullarda çalışıyorlar. Kayıt dışı olmaları, bir kaç kişinin çalıştığı atölyelerde çalışıyor olmaları sendikalı olmalarını engelliyor. Çalışma koşullarını düzeltmek, daha iyi bir ücret, sigortalı olmak için, deri işçilerinin tek vücut halinde hareket etmeleri gerekiyor. Bunu gerçekleştirmek için de tartışarak çözüm yolları arıyorlar. Düşünülen yollardan biri, dernek kurmaktır. Kurulması düşünülen dernek, sendikanın alternatifi olarak düşünülmüyor. Dernek, işçilerin sorunlarını bilince çıkarması, tartışmalarını sağlamak, sendikal örgütlülük için gerekli zemini hazırlamak için düşünülüyor. Sendikalaşma imkanının olmadığı yerde, dernek kurulması aracılığıyla, deri işçilerinin sorunlarına yönelik olarak çalışılması doğru olacaktır. Kurulması düşünülen dernek en azından asgari olarak şunları yapabilir: * Deri işçilerini bilinçlendirme faaliyeti yürütür. Kendi sorunlarının bilince çıkmasını sağlar. Bunun için belli aralıklarla bülten çıkarılabilinir. * Parça başına tek bir ücretin belirlenmesini, birli k te ha reket edilmesini sağlamak için çaba gösterir. * Ç a l ı şma koşu l la r ı nı n dü z e lt i l me s i için bilinçlendirme faaliyeti sür-

dürür. * Sigortalı olma ve sosyal haklar için aydınlatma faaliyeti sürdürür. Dağınık olan binlerce deri işçisini bir araya getirmek, topluca hareket etmelerini sağlamak hayal değildir. Bu başarılabilinir. Önemli olan bu işi yapma kararlılığını göstermektir. Bu irade de öncü işçi arkadaşlarda vardır. Uzun da sürse bu hedefe mutlaka bir gün varılacaktır. Deri işçisi, kundura işçisi arkadaşlar yapılan toplantılarda kendi sorunları ile bağ içinde kimi önemli tespitler yapma yanında çözüm önerileri de getirdiler. Bunlardan bazıları şunlardır: * Atölyelerde bireysel davranmak yerine topluca hareket etmeliyiz. * Uzun vadeli düşünmeliyiz. Uzun vadede mücadele ile sendikal örgütlenme sağlayabiliriz. * İstanbul’a çalışmaya gittiğimiz zaman yabancı muamelesi görüyoruz. İzmirli olan arkadaşlara karşı bir antipati var. * Çin’den dolayı iki yıldır deri sektöründe bir durgunluk var. * Deri fabrikaları işçi ücretlerinin düşük olduğu ülkelere taşınıyor. Bangladeş, Pakistan, Hindistan. Mısır’a giden fabrika da var. * 12 Eylül öncesinde deri işçilerinin hepsi sendikalıydı. Bu yeniden olabilir. * Toplumun örgütsüz olmasının yansımasını yaşıyoruz. Örgütsüzlük deri işçilerine de yansıyor. * İşlerin en yoğun olduğu zamanda, belli talepler ileri sürerek iş bırakabiliriz. * Topluca SSK’ya giderek, işyerini söyleyerek sigortalı olma talebi iletebiliriz.

* Parça başı rekabete yol açıyor. Bu durum deri işçilerinin birleşmesini engelliyor. Parça başı, daha fazla yaparsam, daha fazla dikersem, daha çok kazanırım anlayışına yol açıyor. Bu durum yeni insanların çalışmasını engelliyor. Çalışma süreleri çok uzun oluyor. * Bir atölyede sendika olmadan da işçiler birleşirse patronla toplu sözleşme yapabilirler. * İzmir’de 60 bin deri ve kundura işçisi var. Bunlardan sadece 4,5 bini sigortalı. Mücadele eden yeni lebi lir. Mücadele her koşulda başarıya ulaşmayabilir. Mücadele etmeyen en başından itibaren kaybetmiştir! Değiştirmek ve dönüştürmek ancak mücadele ile olur. Deri işçisi arkadaşlar da mücadelelerinin kesintilere uğrasa bile bir gün mutlaka başarıya ulaşacağına inanıyorlar. Kapitalizmde işçi ücretli köledir. Ücretli köleliğin koşullarını düzeltme yanında ücretli köleliği ortadan kaldırma işi de işçi sınıfının omuzlarındadır. İşçi sınıfı Bolşevik tipte örgütlenmiş bir parti önderliğinde bu görevi de er ya da geç yerine getirecektir. 20 Kasım 2006 YDİ Çağrı/İzmir 

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

kası olan AL-CO Tencere’de çalışan işçi arkadaşlarının başına gelenlerin anlattığını söyledi. Kendi çalıştıkları Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan ALCO Tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi arkadaşlarına destek verdikleri için İşyeri Sendika Temsilcilik Odasında sendika şube başkanlarına ve kendilerine patron Hayyam Garipoğlu’nun fedailerine yaptırdığı saldırı ve linç girişimi sonucu iki işçi arkadaşlarının kollarının kırıldığını, yaralananlar olduğunu ve jandarmaca gözaltına alındıklarını, Şube Başkanlarını linç edilmekten zor kurtardıklarını anlattı. Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar için sömürü cenneti olan bu ülkede kendi düzenlerinin anayasa ve yasalarına uymayan patronların işçilerin yasalardaki hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla susturmaya çalıştığını gösteriyor. Onun için YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak, İzmit-Tütünçiftlik Akmeşe Sapağında kurulu Trakya Sanayi A.Ş. Fabrikasının 120 grevci işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini desteklemek, haklıdan yana olan tüm insanların görevidir diyoruz. Öyleyse görev başına! Birlikten kuvvet doğar! Yaşasın Trakya Sanayi İşçilerinin Mücadelesi! Kasım 2006 

Deri işçileri bilinçleniyor!

EK:


Deri İş Tuzla Şubesi 28. Kongresi yapıldı

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

D

EK:

Kazanan kim, kaybeden kim?

eri İş Tuzla Şubesi 28. Kongresi işçilerin yoğun katılımıyla 19 Kasım Pazar günü İçmeler Düğün Salonunda yapıldı. Saat 10.00’da başlayan kongre işçilerin yoğun katılımıyla gerçekleşti. Geçmişte Kazlıçeşme deri işçilerinin birliğini ve mücadelesini parçalamak için iyi bir fırsat olan deri fabrikalarının Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesine taşınması sonrasında yiğit işçi önderlerinin gecesini gündüzüne katan özverili çalışmaları sonucu patronların hevesleri kursağında kalmış, deri işçileri aşama aşama yaklaşık 3.500 kadar sayılarıyla mücadeleci bir anlayışla sendikal faaliyete katılmış, örgütlü mücadelenin önemini pratiğiyle göstermiştir. Süreç içerisinde grevlerle, direnişlerle süren mücadelede, işçi sınıfı kendi doğrudan sorunları dışında yer yer cezaevlerindeki sorunlara, ülke siyasal gündemindeki diğer sorunlara da direnişleriyle destek vermişlerdi. Tüm bu olumlu mücadele seyri içinde olumsuz olan işler de yapılmıştır, ancak bu olumsuz işler yukarıda belirttiğimiz gerçeklerin üzerini örtmez. Ancak 28. Şube kongresine kadar bu eksiklik ve hatalar özelde yönetim, genelde ise muhalif kesimler tarafından ortaya konulmaktan kaçınılmış, hep deri işçilerinin, sendikanın olumlu yönleri ortaya konmuştur. Deri işçilerinin tümünün bildiği 96’lardaki Kopuzlar direnişinde, işçiler kara, yağmura, soğuğa, jandarmanın grev çadırlarını parçalayıp sobalarını almasına rağmen, başarıyla sürdürdükleri direniş ne yazık ki sona gelindiğinde tüm öncü işçilerin işe alınmadığı, sadece patronun istediklerinin işyerinde kaldığı olumsuz bir anlaşmayla sonuçlandığında çoğu devrimcisosyalist gazeteler, sendika yönetimi muhalefet zafer olarak yazmışlardı. Bunun gibi onlarca anlaşma çoğu kez başarı olarak görülmüş, gösterilmiştir. Devrimci bir grubun sendikanın yönetiminde olduğu bugüne kadar, çok fedakar, yiğit, gelişmeye açık bir çok işçi bulunmasına rağmen, işçilerden bir bölümü devrimci sınıf sendikacı hatta proletaryanın uluslar arası deneyimleriyle yetiştirilmemiş eğitilmemiştir. Bu konuda durum nedir? 28. Kongre bunu ibretlik bir biçimde ortaya koymaktadır. Konuşmacılar sınıfın yerel, ulusal, küresel boyuttaki sorunlarını kongreye katılan o ka-

dar işçiye anlatmaktan, çözüm önerilerini, mücadele yöntemlerini sunmaktan çok uzaktı. Böyle bir sendikal önderliğin (hem geçmiş, hem yeni) reformizme, salt ekonomizme düşmeme garantisi yoktur – bunlar devrimci bir siyasetten gelseler bile. Sorun sadece işyerinden atılan işçinin mücadelesinin, grevinin başarısı, ekonomik durumunun düzelmesi için iyi bir toplusözleşme yapmak değildir. Sorun tüm bunlara kaynaklık eden sömürücü devletin yıkılıp işçi devleti kurulana kadar çektiğimiz cefanın bitmeyeceğini işçi sınıfına kavratmak, kendi somut taleplerimizle birlikte işsizlerin, çocuk işçilerinin, bedenini satarak yaşamak zorunda bırakılanların, dili-kültürüismi yasaklanan Kürt halkının, Lazların, Romanların, Çerkezlerin vb. tüm ezilenlerin taleplerini işçi sınıfının mücadele talepleri haline

getirmektir. Devrimci sınıf sendikacı anlayışın temel görevidir bu. Böyle olmayınca pratikte neler olmaktadır, yine 28. Kongreye bakalım. Kongre açılışında işçi sınıfının gerçek önderleri yerine, bırakalım işçi sınıfının çıkarlarını savunmayı onu sınıf olarak başından itibaren yok sayan Atatürk ve görev arkadaşları şahsında kongreye katılan deri işçilerinin saygı duruşuna kaldırılmalarını anlamak devrimcilik adına güç. Yine kongrede muhalif birçok işçi delegenin dile getirdiği üç yıllık işçilerin baskılarla adaylığını koyamadığı, 15 günlük işçilerin ise yönetim yanlısı diye delege seçtirildiği eleştirileri doğruysa, bunlar kabul edilebilecek bir yöntem değildir. Devrimciler tam tersine tabanın güvenini kazanmayı, kendi dışındaki devrimci-demokratik güçlerle sendika yönetimlerini

Tanatar Kalıp’da sendikalaşma mücadelesi sürüyor…

E

skişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Tanatar Kalıp Fabrikası’ndaki sendikalaşma mücadelesi üzerine, YDİ Çağrı’nın 103. sayısında bilgi vermiştik. Tanatar Kalıp işçileri DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlenmişlerdi. Tanatar Kalıp patronu sendikalaşan işçilerden 21 işçiyi işten çıkarmıştı. Birleşik Metal-İş, işten çıkarılan işçilerin işe iadesi için dava açmıştı. İşe iade davası için Kasım ayı içinde görülen mahkeme Aralık ayının 22’sine ertelendi. İşten çıkarılan işçiler 22 Aralık’ta mahkeme tarafından karar verilmesini istiyorlar. İşe dönme konusunda umutlarını sürdürüyorlar. 27 Kasım 2006 Eskişehir’den bir YDİ Çağrı okuru 

paylaşmayı, farklı fikirlerin sendikayı güçlendireceğini ilke edinmelidirler. Geçen dönemin sendika şube başkanlığını yapan Hasan Sonkaya 73 oyla bu kongreyi kaybetmiş, 121 oy alan Binali Tay şube başkanı seçilmiştir. 28. Kongrede söz alan konuk konuşmacılar sadece havzada değil Türkiye genelinde büyük üye kayıplarına uğradıklarını, 20 milyon işçinin sadece 700 bininin sendikalı olduğu, bu nedenle ya sendikaların tek çatı altında birleşip mücadele edeceği, ya da yok olacaklarını belirttiler. Hasan Sonkaya yeni toplu sözleşme dönemine, emper yalist Ortadoğu işgali ve Lübnan’a asker gönderilen koşullarda girdiklerini, bu sürece işçilerin birliği içinde girilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Gerek delegelerin gerekse işçilerin yaptıkları konuşmalarda sendikanın Dünya Deri ve Cevahir Deri’deki mücadeleyi hataları sonucu kaybettiğini, delege seçimlerinde kendi yandaşlarını dayattığını dile getirdiler. Bu eleştirilere verilen cevapta bu direnişlerde sendikanın elinden geleni yaptığını, tam tersine bu eleştirileri dile getiren temsilcilerin mesaiye kalmama kararına rağmen mesaiye kaldıkları vb. dile getirildi. Bu karşılıklı suçlamalar dışında işçi sınıfının nasıl bir mücadele hattı izleyeceğine, taşeronlaştırmaya, esnek üretime nasıl dur denilebileceğine, sınıf sendikacılığından, reformizmden, ekonomizmden ne anladıklarına dair ne muhalefetin ne de eski yönetimin tek kelime dahi etmemiş olmaları büyük bir olumsuzluktu. Bir delegenin konuşması esnasında salondaki işçilerin eski yönetimi yuhalaması, eski başkanın işçilerle sert tartışmalara girmesi kongreye gerginliğin yansımasına neden olmuştur. Sonuç olarak Tuzla işçilerine, onların eski ve yeni yöneticilerine düşen görev, sömürü düzenini ortadan kaldırma hedefine sahip bir sendikal anlayış temelinde birleşerek mücadele etmektir. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak her zaman mücadele eden deri işçilerinin yanında olduk ve bundan sonra da yanlarında olmaya devam edeceğiz. Yaşasın işçi sınıfının birliği! Kahrolsun sermaye iktidarı! Üreten biziz, yöneten de biz olacağız! 29 Kasım 2006 


Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır!

3

Asgari ücrette 4 kişilik ailenin temel alınması, asgari ücretten vergi kesilmemesi, asgari ücret toplantılarının halka açık yapılması, asgari ücretin yoksulluk sınırını temel alması gibi reform talepleri bizim de taleplerimizdir. Ancak bunlarla yetinilmesi tatlı su solcularının işidir. Düşünelim ki bir an bu talepleri kabul ettiler, ne olacak o zaman? Sorunlarımız çözülmüş olacak mı? Hayır! Ücretli emek sömürüsü devam edecektir. Çalışma koşulları çalışanların yaşamını zehir etmeye devam edecektir. İş kazaları, işçi sağlığı sorunlarından ortaya çıkan hastalıklar, milyonları bulan işsizlik vb. gibi temel sorunlarımızdan bir şey değişmeyecek. Dolayısıyla biz bir yandan bu reform talepleri için mücadele ederken diğer yandan bu mücadele içerisinde işçi ve emekçi yığınları iktidar hedefine yöneltmek için eğitmemiz gereklidir. Biz tabii ki asgari ücretin mümkün olduğunca üst sınıra taşınması için çalışmalıyız. Ama günümüz koşullarında, içinde bulunduğumuz örgütlülüğümüzle fazla bir değişikliği sağlayamayacağımızı açıkça söylemeliyiz. Değişiklik için örgütlenmemizin kalitesini yükseltmemiz gerekmektedir ve işçiler bu göreve sarılmadıkları sürece bu alanda da ciddi bir değişim olmayacaktır. Yaklaşık 5,5 milyon çalışanı, ki bunlar kayıt altında olan ve kayıtdışı olanları kapsamaktadır, ilgilendiren asgari ücret tespitinin daha yükseklere çekilmesi çalışmasının hedefi yoksulluk sınırının üstüne çekilmek olmalıdır kuşkusuz. Şu anda 16 yaş ve üstü çalışanları kapsayan 531 YTL Brüt asgari ücretin 380 YTL net bir paraya denk düştüğünü biliyoruz. Asgari ücretin bu düzeyde tespit edilmesinin sermayenin temsilcileri tarafından istendiğini biliyoruz. İşçi tarafı olarak tanımlanan Türk İş’in ise buna karşı tutarlı bir mücadele vermeyeceğini de biliyoruz. Türk İş’in adı Konfederasyon olarak sarı Amerikan sendikacılığını andırdığını da biliyoruz. Türk İş’in sahte kahramanlar gibi ilk başta boş peşrev çekeceğini de biliyoruz. Onların şimdiden asgari ücretin 605 YTL olan açlık sınırına çekilmesini talep etmeleri ne kadar işçileri düşündüklerini göstermiyor mu? Yarın diyecekler ki, biz talep ettik ama vermediler. Bunun gerçekçi bir yaklaşımla alakası olmadığını biz biliyoruz, ama bu yetmez, bunu işçi yığınlarına anlatmamız ve onları örgütleyerek mücadele alanlarına çekmemiz lazım. Yoksa sarı Türk İş ve sermaye kesiminin daha yıllarca bu oyuna de-

vam etmesini engelleyemeyiz. DİSK’in ve KESK’in de bu komisyona dahil edilmesi talep edilmelidir. Fakat bunların katılımı da fazla bir şey değiştirmeyecektir. Kapitalist devletin kapitalistlerin çıkarını korumak için her önlemi aldığı bilinmektedir. Ne KESK ne de DİSK bugünkü yapılarıyla kapitalist devlete geri adım attıracak durumda değildirler. Ayrıca öyle bir dertleri olduğu da meçhul. Böylesi bir ortamda sermayenin hükümetinin de ne vereceği aşağı yukarı bellidir. Memura verdikleri zammın üstüne çıkmaları beklenmemelidir. Bir koşulda görece bir

fazlalık olabilir. Bunun nedeni de yaklaşan seçimlerdir. Sonuç itibarıyla ne açlık, ne yoksulluk düzeyinde asgari ücret tespit edilmesini istiyoruz. Biz daha fazla istiyoruz. Biz insanca yaşamak için yeterli bir ücreti bugün için istiyoruz. Bunun sınırları da iki bin YTL’nin üstünde net ücrettir. Biz daha fazlasını da istiyoruz: Biz sermayenin iktidarına yerine kendi iktidarımızın kurulmasını istiyoruz. O zaman biz kendimiz belirleyeceğiz ücretimizi ve “kaderimizi”! YDİ Çağrı okuru 20.11.2006 

SCT’de grev 252. gününde!

S

CT işçisi her türlü baskı ve ekonomik zorluklara rağmen, patrona ve onun tüm destekçilerine karşı onurlu mücadelesini sürdürüyor. Sendikalı çalışma konusunda kararlılığını tekrar tekrar ispatlıyor. İşçiler Jandarmanın baskılarına, keyfi ve yasal olmayan işten atma oyunlarına, grevin bir dizi zorluğuna rağmen 252. gününde devam ediyor. Patronun keyfi uygulamalarına karşı açılan tüm davalar SCT işçisinin lehine bozuldu. Ancak patron hukuk tanımaz tutumunda ısrar ediyor. İlk atılan 21 işçinin işe iade davaları temyizde de olumlu olarak sonuçlandı. SCT patronu mahkemenin aldığı kararlara uymuyor, bu nedenle işçiler Birleşik Metal-İş Sendikasının önderliğinde buna karşı tekrar dava açmak zorunda kaldılar. Kısa süre önce fabrikayı kapatıp 150 işçinin işine son verdiğini ilan eden patronun bu saldırısına karşı açılan davada mahkeme; fabrikayı kapatmanın yasal olmadığını belirterek, işçiler lehine karar verdi. Bu karar SCT patronu tarafından temyize gönderildi. 1 Kasım’da görülen bu dava 29 Kasım tarihine ertelendi. Patron, yasaların da ona sağladığı kolaylıklar ile işçileri yıldırarak grevi kırmak ve fabrikayı sendikasız işçiler ile çalıştırmak amacını güdüyor. Patronun saldırıları bununla da sınırlı kalmıyor. İşyerini kapattığını ilan etmesiyle birlikte, Grev ve Lokavt dönemlerinde çalışmak zorunda olan işçi ve personeli de işten atan patron, mahkemenin fabrikanın kapatılmasının yasal olmadığına

hükmetmesine rağmen işten attığı personeli işe geri almamış, tazminatlarını vererek bu işçileri kapı dışarı etmiştir. Kendisi ile görüştüğümüz işyeri baş temsilcisi Erdinç Tümük “SCT işçisi tüm bu zorluklara rağmen sendikalı ve toplu sözleşmeli çalışma konusunda kararlı. SCT işçisi her zaman uzlaşmaktan da yana idi, yanadır. Bu konuda sendikamız da sürekli olarak olumlu bir tavır takınmıştır. Bugün de bu tavrımız devam ediyor. Biz işverenin kanun ve hukuk tanımaz tavrından vazgeçip masaya oturmasını bekliyoruz.” diyerek SCT işçisinin talebini dile getirdi. SCT fabrikasında yaşanan sendikalaşma mücadelesi bir kez daha 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı TİS, Grev ve Lokavt Kanunu’nun patronlar lehine olduğunu, işçilerin sendikalaşabilmek için çok ağır bedeller ödemek zorunda kaldıklarını göstermiştir. Bu nedenle grevin 252. gününü geride bırakan SCT işçileri tüm işçi sınıfı ile birlikte, bu kanunların işçiler lehine değiştirilmesi için de mücadele etmelidirler. SCT işçileri patronun tüm ayak oyunlarına karşı örgütlülüklerini sağlamlaştırmak zorundadırlar. SCT’de grevin başarısını SCT işçilerinin ve işçi sınıfının birliği, mücadelesi belirleyecektir. O halde tüm sınıf bilinçli işçiler bu mücadelenin zaferi için elinden geleni yapmalıdır!

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

0 Kasım’da asgari ücret tespit komisyonu ilk toplantısını yapacak. Asgari ücret tespit komisyonu 5 işçi, 5 işveren yani sermaye, 5’i hükümet temsilcisinden oluşan 15 kişiden oluşmaktadır. Öncelikle bu komisyonun yapısına itiraz etmek gerekir. İşçileri temsil ettiği söylenen 5 kişinin gerçekten işçileri ne kadar temsil ettiğinden bağımsız olarak, 5 patron temsilcisinin yanına 5 kişinin de hükümeti temsilen bu toplantılara katılması, başından itibaren sermaye kesiminin toplantıda üçte iki çoğunluğu sağladığını tespit etmek gerekir. Hükümeti temsil edenlerin de sermayenin temsilcisi olduğunu söylememiz gerçekçi bir tespittir. Çünkü hükümetlerin tarafsız değil, taraflı olduğunu, burjuva hükümetlerin burjuvazi de dediğimiz sermaye kesiminin işlerini düzenleme görevi gördüğünü biliyoruz. Bu yeni bir sav değil, daha Komünist Partisi Manifestosu’nda bu konu net bir şekilde ortaya konmuştu. Emekle sermaye arasındaki kavgada tarafsızlık olmaz. Ya sermayeye karşı sınıfın çıkarı savunulur ya da tersi, yani sermayenin çıkarı. İşçi sınıfı kendi iktidarını kurduğunda tabii ki o günün parlamentosu işçilerin çıkarını koruyacaktır. Burjuva kapitalist devletlerin olduğu ülkelerde de hep gördüğümüz gibi burjuva hükümetler burjuvazinin işlerini göreceklerdir. Zaten parlamentonun üyelerinin azımsanmayacak bir bölümü sermayedarlardır veya onların menajerliğinden gelmiş bürokratlardır. Bu gerçeklikten dolayı, burjuvazinin ve sarı sendikacıların, reformist sendikacıların gizledikleri, gizlemeye çalıştıkları bu gerçekliği açığa çıkarmak ve işçi sınıfının kandırılmasını engellemek lazımdır. AÜTK taraflıdır, oradan çalışan insanların taleplerine uygun kararlar çıkmaz! Bu komisyonun işçi temsilcileri sayısının arttırılması talepleri de sorunu çözemez. Sorun kapitalist devlette kapitalistlerin istediği bir asgari ücret tespiti çıkar. İşçilerin lehine bir asgari ücreti bugün tespit etmek mümkün değildir. Ancak sınıf mücadelesi güçlendiği oranda sınıfın örgütlü eylemleriyle daha yüksek düzeye ulaşan asgari ücret tespitleri mümkün olabilir. Ama işçi sınıfımızın temel derdi, bazı kırıntıları almakla yetinmek değil, biz tamamına talibiz, biz kendi iktidarımızı kurarak sermayenin çanına ot tıkamalıyız. Ücretli kölelik sisteminin, bu haksız düzenin ortadan kaldırılması ancak sorunlarımızı çözebilir.

Zafer grevci SCT işçisinin olacaktır! YDİ Çağrı/Mersin  EK:


Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi...

B

iz bu filmi daha öncede defalarca gördük. Bir fabrikada çalışan işçiler, yasal hakları olan herhangi bir sendikaya üye oluyorlar. Patron sendikalaşan işçileri işten atıyor. Sendikalaşma mücadelesi yasal prosedür nedeniyle uzun sürüyor. Yasalar işçileri değil, patronları koruyor. İşçiler bir dizi zorluğu –maddi zorluklar, sürecin uzun sürmesi, sendikaların yetersiz desteği gibi- yenebilirlerse, sendikalaşma mücadelesi başarıya ulaşıyor. Aksi durumda sendikal mücadele yarı yolda takılıp kalıyor. Tansaş depo işçileri, Graniser, Yüksel Seramik işçilerinin sendikalaşma mücadelesine yeni bir sendikalaşma halkası eklendi. Yorcam! İzmir Çiğli Organize Sanayi Bölgesi nde ku r u lu bu lu na n, Yorcam Yorgancılar Cam Sanayi ve Ticaret A.Ş fabrikasında sendikalaşan işçiler işten atıldı. 1989 yılında kurulan Yorcam’da, ısı cam, çift cam, cam ayna ve yan ürünleri üretimi yapılıyor. Yorcam

patronu Ender Yorgancıoğlu aynı zamanda Ege Bölgesi Sanayi Odası Yönetim Kurulu üyesi. Yorcam işçileri Ağustos ayı içinde DİSK’e bağlı Kristal-İş Sendikası’na üye oldular. 60 kişi üretim bölümünde, 30 kişi idari bölümde olmak üzere fabrikada 90 kişi çalışıyor. Üretim bölümünde çalışan 60 işçiden 53 işçi Kristal-İş Sendikası’na üye oldular. Kristal-İş yetk i tespiti için Çalışma Bakanlığı’na başvurdu. Eylül ayında işçilerin Kristal-İş üyesi olduğunu öğrenen patron, işçiler üzerinde baskı yapmaya başladı. Küfür, hakaret, zorla mesai yaptırma, çeşitli baskı yöntemleri ile işçileri sendikadan istifa etmeye çalıştı. Bütün bu yöntemlerin işe yaramadığını gören patron, 7 Kasım günü 30 sendika üyesi işçiyi işten attı. 8 Kasım tarihinden bu yana işten atılan işçiler, sabah 9, akşam 17:30 saatleri arasında Yorcam önünde bekleyişlerini sürdürüyorlar. 20 Kasım tarihinde direnişte bulunan Yorcam işçilerini ziya-

Kızılırmak çeltik üreticileri alanlara çıktılar

Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Ç

EK:

ankırı iline bağlı Kızılırmak ilçesinin çeltik üreticileri 28 Ekim 2006 günü sorunlarını hükümete duyurmak için kitlesel bir miting ve basın açıklaması yaptılar. Bu açıklamada üreticiler hükümetin kendilerine üvey evlat muamelesi yaptığını, bölgede çeltik alımı yapan TMO (Toprak Malzeme Ofisi) yöneticilerinin bir dizi entrika, rüşvet, ahbap- çavuş ilişkiler içinde bazı kişilerle işbirliği yaparak üreticileri zarara uğrattığını belirttiler. Bir kilo çeltiğin (Pirincin) üreticiye 270 Ykrş mal olmasına rağmen hükümetin taban fiyatını 270 Yeni Kuruşun da altında belirleyerek üreticiyi iflasa sürüklediğini

açıkladılar. Üreticiler, ürettik leri tarım ürünlerini maliyetinin altında bir fiyatla TMO ve aracılara vermek zorunda kaldıklarını, bölge çiftçilerinin ezici çoğunluğunun en önemli tarım aracı olan traktörlerini borçlanarak aldıklarını ve şu an bu borçlarını ödeyemedikleri traktörleri geri vermek zorunda kalacaklarını belirttiler. Çeltik üreticilerini TMO’nin bütün uygulamalarına boyun eğecek duruma getiren hükümetin ABD, Mısır, Kore gibi ülkelerin pirinç kotasına boyun eğerek ülkeyi ithal pirinç cennetine çevirdiğini ve bu politikanın ülkedeki yüzbinlerce çeltik üreticisinin durumunu hesaba katmayan bir politika oldu-

ret ettik. Direniş Komitesi’nden Ali Güler, Kristal-İş Ege Bölge Temsilcisi Zafer Çolak ve işten atılan işçi arkadaşlarla görüştük. Fabrikada çalışan sendika üyeleri, evde yemek yapıp işe birlikte getiriyorlar. Direnişte olan işçi arkadaşlar içeride çalışan işçi arkadaşların getirdiği yemeği yiyorlar. İçeride çalışan işçiler, hukuksal süreçteki olası masrafların karşılanması için kendi aralarında para toplayarak sendikaya teslim etmişler. Öğle arasında içeride çalışan işçiler, dışarıda bekleyen arkadaşları ile bir araya geliyorlar. Fabrikadan çıkışta ve girişte işçiler hep birlikte “yaşasın sendikal mücadelemiz!” sloganını atıyorlar. Çalışma Bakanlığı’ndan Kristal-

İş lehine çoğunluk tespiti gelmiş. Patron bu tespite itiraz etmiş. Fabrikada çalışan işçiler adına asgari ücret denilen, gerçekte sefalet ücreti olan ücreti alıyorlar. 7,5 yıldır Yorcam’da çalışan Ali Güler 430 YTL maaş alıyor. İşten atılan işçi arkadaşlar; mücadelelerinde kararlı olduklarını, Yorcam’a sendikalı işçi olarak geri döneceklerini, bunun için de sonuna kadar gitmeye kararlı olduklarını ifade ettiler. İşçi arkadaşlara YDİ Çağrı gazetemizin Kasım sayısını verdik. Mücadelelerinde başarı dileklerimizle, tekrar gelmek üzere yanlarından ayrıldık.

ğunu belirten çeltikçiler hükümeti böyle bir tutumdan vazgeçmeye çağırdılar. Hükümetten çiftçilerin bu alım fiyatlardan dolayı uğradığı zararı destekleme fiyatlarıyla gidermesini istediler. Hükümetten destek talep eden sadece çeltik üreticileri değildir. Durumları her geçen gün daha da kötüye giden fındık, kayısı, zeytin, buğday, mısır, ayçiçeği vb. üreten üreticilerin de talepleridir. Türkiye’de Dünyanın büyük sermaye holdingleriyle işbirliği yapan bir avuç büyük holdingin, küçük üreticilerin yararına bir politika izlemesini beklemek çok büyük bir saflık olur. Onlar temsil ettikleri sınıfın hükümeti devletidirler. Onların çıkarları için vardırlar. Cumhuriyetin kuruluşundan bu

güne kadar gelen geçen tüm hükümetler kapitalist düzenin bir gereği olarak milyonlarca işçiyi, emekçiyi ve köylüyü (“Memleketin efendisi köylüdür” dedikleri yıllarda da) soyup sömürmüşler emeğini gasp etmişlerdir. İnsan yaşamı için lazım olan her şeyi yaratan işçilerin emekçilerin ve köylülerin kendi ülkerinde gerçekten özgür mutlu insan olma anlamında “efendiler” olabilmesi ancak işçi sınıfının önderliğinde kendi devrim iktidarı olan işçi-köylü iktidarında ve sosyalizmde mümkündür. Tüm ezilen ve sömürülenler kendi emeklerini gasp edenlerden kurtulmayı sağlayacak devrim iktidarları uğruna verilen mücadeleyle birleştirerek vermeliler. Kasım 2006 

20 Kasım 2006 YDİ Çağrı/İzmir 

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 106’nın İşçi Eki · Aralık 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli


yeni kadın dünyası

B

İstanbul’da 25 Kasım Paneli

u sene 25 Kasım, sadece sosyalist, devrimci ve demokratların değil, burjuvazinin de gündemini işgal etti. 25 Kasım’a az bir süre kala burjuvazi ve onun medyası yeniden kadına yönelik şiddeti keşfederek çeşitli kampanyalara girişti. Bunlardan bir tanesi ise burjuvazinin kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir ikiyüzlülük içerisinde olduğunu gösteriyordu. Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun önderliğinde başlatılan kampanyaya göre, ünlü firmaların ürettiği, bilmem kaç yüz YTL’lik erkek ceketlerinin etiket kısmına “Kadına yönelik şiddete son” yazılacak ve böylece kadına yönelik şiddete karşı mücadele edilmiş olacaktı! Kadına yönelik şiddeti devletin kendi yasaları ile cesaretlendirdiği, burjuva medyanın kadına yönelik şiddeti her gün yeniden kışkırttığı bu ülkede bu tür kampanyalar, ezilen kadın yığınları ile dalga geçmekten başka bir şey ifade etmiyor. Bu kampanya kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmayı değil, olsa olsa işçi ve emekçi kadınların emeğini dizginsiz bir şekilde sömürerek karına kar katan, işçi ve emekçilerin böyle bir ceketi alabilmek için iki aylık maaşını gözden çıkarması gereken o “ünlü” sermaye tekellerini şirin göstermeye yarayan bir rol oynuyor. Kadına yönelik şiddet bir sistem sorunudur. Erkek egemen kapitalist sistem var oldukça kadına yönelik şiddet kaçınılmazdır. Kadın haklarının en gelişkin olduğu emperyalist ülkelerde yaşanan gelişmeler bunun en iyi örneğidir. Kadına yönelik şiddetin ortadan kalkmasının ön koşulu emperyalist-kapitalist sistemin ortadan kalkmasıdır. Bizler bu bilinçle, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Gününde bir kez daha kadına yönelik şiddetin kaynağı olan erkek egemen sistemi teşhir etmek ve işçi ve emekçi kadınları devrim ve sosyalizm mücadelesine katmak amacıyla çeşitli çalışmalar yaptık. 25 Kasım’a yönelik “Artık Yeter! Kurtuluş Kendi Ellerimizde!” başlıklı bir bildiri çıkararak, bu bildiriden katıldığımız çeşitli etkinliklerde dağıttık. 19 Kasım 2006’da Güney Kültür Merkezi ile birlikte yapacağımız or-

tak toplantı için çıkardığımız el ilanlarından çeşitli semtlerde yoğun olarak dağıttık. 19 Kasım saat 15.00’de YDİ Çağrı ve Güney Kültür Merkezi olarak ortaklaşa düzenlediğimiz 25 Kasım panelini Güney Kültür Merkezinde gerçekleştirdik. Saygı duruşu ile açılan panelde birinci konuşmacı kadın arkadaş; 25 Kasım’ın tarihsel gelişimini aktardıktan sonra Türkiye’de son dönemde yaşanan namus cinayetlerinden ve kadın katliamlarından örnekler verdi. Arkadaş konuşmasında hem Türkiye’de hem de dünyada erkek egemen toplumun kadınlar üzerindeki etkilerini dile getirdi. Diğer kadın arkadaş esas olarak Sovyetler Birliğinde kadına yönelik şiddete ve fuhuşa karşı nasıl mücadele edildiği konusunda bir sunum yaptı. Sınıflı toplumda bu iki konuda kadınların yaşadığı baskılarla karşılaştırmalı olarak yaptığı konuşmasında, Sovyetler Birliğinde bu alanda çok önemli gelişmelerin yaşandığına dikkat çekti. Sovyetlerde kadına yönelik şiddetin bir biçimi olarak fuhuşa karşı mücadele bağlamında sosyalist devletin ilk olarak yasal zeminde kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu düzenlemeleri devrimden hemen sonra gerçekleştirdiğini, daha sonraki yıllarda ev işi ve çocuk bakımının önemli oranda toplumsallaştırıldığını, tüm ülkede genel çalışma uygulaması ile kadın yığınların üretimin içine çekildiğini ve bütün bunların fuhuşa karşı yürütülen mücadelede çok önemli gelişmeler olduğunu vurguladı. 1930’lu yıllara gelindiğinde kadınlar arasında fuhuşun çok önemli

oranda (%90 oranında) azaldığı belirtildi. Sunumların ardından yaklaşık yarım saat süren bir belgesel gösterildi. Yapım ve Yönetmenliğini Özgür Fındık ”İklimsiz Kadınlar” adlı belgesel çalışma, yazar, gazeteci, avukat, çeşitli kadın derneklerinin yöneticileri ile yapılan röportajlardan ve namus cinayetleri sonucu katledilen kadınların aileleri ile yapılan söyleşilerden oluşan oldukça iyi hazırlanmış çarpıcı bir çalışma idi. Kadına yönelik her türlü şiddetin ele alınarak değerlendirildiği belgesel tüm katılımcıların beğenisini ve ilgisini topladı. Verilen yarım saatlik aradan sonra soru-cevap ve tartışma bölümüne geçildi. Kadın ve erkek arakadaşların katıldığı panelin bu bölümünde

özellikle kadın arkadaşların tartışmaya aktif olarak katılmaları ve görüşlerini dile getirmeleri çok sevindiriciydi. Panelde ağırlık kazanan esas tartışma noktaları şunlardı: Kadına yönelik şiddetin kaynağı nedir? Toplumda var olan genel şiddet kültürü ile bağı nedir? Fuhuşa karşı nasıl mücadele edilmelidir? Fuhuş yapan kadınları ve fahişelere giden erkekleri nasıl değerlendirmek gerekir? Kadına yönelik şiddet bağlamında devrimciler arasındaki durum nedir? İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir mücadele yürütülmelidir? Yukarıdaki başlıklar altında yaşanan yoğun tartışmaların ardından Güney Kültür Merkezi’nin hazırladığı bir tiyatro oyunu sergilendi. Doğuş Elden’e ait “Kadın Sığın-Ma Resort” adlı oyun, koca dayağından iş ilanlarındaki ayrımcılığa kadar kadınlara yönelik çeşitli şiddet biçimlerinin mizahi bir dille konu edildiği bir oyundu. Oyun tüm katılımcılar tarafından beğeni ile izlendi. Yaklaşık üç buçuk saat süren etkinliğin sonunda etkinliğe katılanlara 25 Kasım ile ilgili çıkardığımız bildirilerden dağıtılarak etkinlik sona erdirildi. Kasım 2006 ✓

25 Kasım; Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü! Kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz her yerde!

Artık Yeter! Kurtuluş Kendi Ellerimizde!

25

Kasım’ın kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele günü olarak kabul edilmesinin üzerinden 46 yıl geçmiş olmasına rağmen kadına yönelik şiddette değişen bir şey yok! Dünyanın her yerinde kadınlar çeşitli biçim ve boyutlarda şiddete maruz kalıyorlar. Koca dayağı; sokakta, işyerinde, evde, gözaltında, emperyalist savaşlarda şiddet, cinsel taciz ve tecavüz bize her gün, her saat erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bir sistemde yaşadığımızı hatırlatıyor. Kimi ülkelerde “bakireliği koruma” adı altında çocuk yaşta kızlar zorla evlendiriliyor, kimi ülkelerde evlilik öncesi ilişkiye girmelerini engellemek için 7-8 yaşında sünnet ediliyor ve cinsel organları evlenince açılmak üzere dikiliyor. Türkiye’de de yaygın olduğu gibi bir dizi ülkede erkeklere kayıtsız şartsız itaat etmeyen ve erkek egemen toplumun törelerine uymayan kadınlar namus ve töre cinayetlerine kurban gidiyor. Namus cinayetlerinin basına yansıyan son örneği Van’da yaşayan Naile Erdaş oldu. Erkek egemenliğinin bu en barbar yüzü olan töre ve namus cinayetleri, henüz 15 yaşında olan ve hiçbir suçu olmayan Naile’yi hayattan koparıp aldı. Van Kadın Derneğinin verilerine göre son bir yıl içerisinde sadece Van’da 52 kadın ya intihar etti yada katledildi. Gözaltında cinsel taciz ve tecavüz bir devlet politikası! Egemenler, kendilerine muhalif hareketlerin üzerine devlet terörüyle giderken, kadınlara yönelik cinsel şiddeti de daima özel bir bastırma-sindirme yöntemi olarak kullandılar. Bu ülkede gözaltında işkence, taciz ve tecavüz devlet güçlerince uygulanan yıldırma politikasının sistemli bir parçasıdır. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi’nin 1997-2006 yılları arasında hazırladığı raporda, kadınlara yönelik devlet şiddetinin tüm hızıyla devam ettiğini, bu alanda özde hiçbir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor. 1997 ile 2006 yılının Ekim ayına kadar, gözaltında cinsel işkence şikayeti ile başvuran kadınların sayısı 236 iken

bunların 206’sı siyasi nedenlerden dolayı işkenceye maruz kalan kadınlar. Kadınlara yönelik devlet kaynaklı cinsel şiddet en çok Kürt kadınlarına uygulanıyor. Projeye başvuran kadınların 184’ünü Kürt kadınları oluşturuyor. Bunun böyle olmasının esas nedeni Kürt kadınlarının ulusal ezilmişliklerine karşı mücadele içerisinde aktif bir şekilde yer alıyor olmalarından dolayıdır. Kadınlara cinsel taciz ve tecavüzde bulunanların başında polisler geliyor. Bu veriler kuşkusuz buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Özellikle bölgede jandarma, korucu vs.nin cinsel taciz ve tecavüzüne maruz kalan çok daha fazla sayıda kadın var. Cinsel saldırılara uğrayan kadınlar, bu saldırıları “utanç meselesi” olarak gördüklerinden yada korktuklarından, üzerinde konuşmaktan ve kişiliklerine yapılan bu saldırının hesabını yasal yollardan sorma yönünde adım atmaktan çekiniyorlar.Yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını hesaplayan ve cezalandırılma korkusu olmayanlar ise bunun verdiği rahatlıkla iğrenç saldırılarını sürdürüyorlar. Kadınlara karşı şiddet hâlâ toplum genelinde çok büyük bir sorun olarak görülmemekte, kanıksanmakta ve hatta doğrudan onaylanmaktadır. Son olarak çeşitli üniversitelerde 1449 öğrenci ile yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin %30.9’u “namus için cinayet işlenir” diye düşünüyor. 25 Kasım, kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele alanında daha alınacak çok mesafemizin olduğunu bilincimize çıkarıyor. Görevlerimiz büyük ve bu görev bizim omuzlarımızda. Ezilen, emekçi kadınların örgütlenerek kendi hakları ve çıkarları için mücadele etmesinden başka yol yok. Devlet terörüne, feodal ya da burjuva her türden erkek şiddetine karşı isyan etmek haklıdır! Kadına yönelik her türlü şiddetin ortadan kaldırılmasının önkoşullarının yaratılması, emperyalist-kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasından geçiyor. Kahrolsun erkek egemen sistem! Kadınlara yönelik her türlü şiddete son! Emekçi Kadınlar, Kurtuluşumuz İçin Örgütlü Mücadeleye!

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27; mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 148· Kasım’2006; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL); Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)

Kasım 2006✓

13


yeni kadın dünyası

Kadınlar şiddeti tartıştı…

25

Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü dolayısıyla Adana Tabip Odası salonunda bir etkinlik gerçekleştirildi. 26 Kasım Pazar günü saat 14’te gerçekleştirilen etkinliğe yaklaşık 40 kadın katıldı. Etkinliğe davet geçen yıl olduğu gibi 1 Ytl değerinde bilet karşılığı yapıldı.

İ

salonda bulunan kadınların büyük çoğunluğunu ev kadınları oluşturuyordu. Bu tabloyu işçi kadınların katıldığı etkinliklere dönüştürme zorunluluğu önümüzde duran en büyük görevlerden biridir. 26.11.2006 ✓ Adana/Ydi Çağrı

Kadın Platformundan 25 Kasım eylemi

stanbul’da değişik kadın örgütlerinin bir araya gelerek gerçekleştirdikleri 25 Kasım yürüyüşünün hazırlıkları haftalar öncesinden başladı. Bizim de içerisinde yer aldığımız platform, 25 Kasım Cumartesi günü saat 18.00’de, Taksim Tramvay Durağından Galatasaray Lisesinin önüne kadar bir gece yürüyüşü düzenledi. Yürüyüşe yaklaşık 150 kadın katıldı. Platform adına üzerinde “Kadına yönelik şiddete karşı birleşelim ve örgütlenelim” yazılı bir pankart hazırlanarak yürüyüşün en önünde taşındı. Bunun dışında Mirabel kardeşlerin resminin bulunduğu ve üzerinde “Las Mariposas: Kelebekler. 25 Kasım 1960 – 25 Kasım 2006. Mücadelemizde Yaşıyorlar” yazılı ikinci bir pankart taşındı. Taksim Tramvay durağından Galatasaray

14

Ayrıca etkinlikte bazı kadın arkadaşların evlerinde yaptıkları kek, kurabiye vb. satıldı. Sadece kadınların katıldığı etkinlikte 25 Kasım’ın tarihçesi anlatıldı, ardından kadına yönelik şiddetin çeşitli boyutları örneklerle açıklandı. Sunumun ardından canlı bir tartışma gerçekleşti. Katılımcılar yaşadıkları

çeşitli sorunları anlattılar. Bu sorunlar arasında en çok ayrılma sonucu kadınların yaşadıkları sorunlar, çocukların nasıl yetiştirildiği/nasıl yetiştirilmesi gerektiği, çalışan kadınların yaşadıkları sorunlar ve fuhuş öne çıktı. Birçok kadının sorununu anlattığı etkinlikte sorunun kaynağının erkek egemen sistem/devlet olduğu vurgulandı. Tartışma bölümünün ardından 15 dk. bir çay arası verildi. Bu arada salonda kadın resimlerinden oluşan küçük bir sergi gezildi. Etkinliğin devamında şiirler okundu, türküler/şarkılar söylendi. Ayrıca Doğuş Elden’e ait olan “Kadın Sığın-Ma Resort” adlı tiyatro oyunu sergilendi. Etkinlikte planlanan sinevizyon gösterimi yaşanan teknik aksaklıktan dolayı gerçekleştirilemedi. Etkinlik bir bütün olarak değerlendirildiğinde olumlu geçti. Ancak

Lisesinin önüne kadar yapılmak istenen yürüyüşe polis, yürüyüşte taşınmak üzere getirilen birkaç meşaleyi bahane ederek izin vermek istemedi. Uzun bir pazarlığın ardından meşaleleri söndürmek kaydıyla yürüyebileceğimiz bildirildikten sonra meşaleler söndürülerek yürüyüşe geçildi. Yürüyüş kadınlara yönelik şiddetin dile getirildiği, şiddete karşı mücadelenin vurgulandığı, alkış ve zılgıtların atıldığı çok coşkulu bir yürüyüş oldu. Kadın yürüyüşü İstiklal Caddesinde yoğun olarak bulunan insanların zaman zaman olumlu tepkilerine neden oldu. Yürüyüşte taşınan çok sayıda dövizin yanısıra, son dönemde kadınlara yönelik şiddetin en barbar biçimlerinden biri olan namus cinayetleri sonucu hayatını kaybeden kadınların resimleri taşındı. Bununla ilgili maalesef çok fazla resime ulaşılamadı.

Yaklaşık yarım saat süren yürüyüşün ardından Galatasaray Lisesi önünde Türkçe ve Kürtçe dillerinde bir basın açıklaması yapıldı. Basının eyleme ilgisi göze çarpıyordu. Yapılan basın açıklamasında 25 Kasım’ın çıkış tarihine kısaca değinildikten sonra 25 Kasım’ın üzerinden 46 yıl geçmiş olmasına rağmen kadına yönelik şiddet bağlamında bir gelişmenin olmadığı vurgulandı. Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası sözleşmelere imza atılmış olmasına rağmen devlet kurumlarına sığınan kadınların tekrar ailelerine teslim edildiği belirtilerek, kadınların can güvenliği sağlanmayarak kaderlerine terk edildikleri belirtildi. Kaynağını erkek egemen sistemden alan erkeklerin öldürmeye devam ettiği belirtilerek çeşitli istatistiki verilerle kadına yönelik şiddetin boyutları gözler önüne serildi. Kadınların halen güvenlik güçleri tarafından kaçırılarak taciz ve teca-

vüze maruz kalırken faillerinin adeta ödüllendirildiği, örneğin Mardin’de Ş.E.’ye tecavüzle yargılanan 404 askerin beraat ettiği belirtildi. Kadına yönelik şiddetin bunlarla sınırlı olmadığı, TMY’nin yarattığı terörden, bölgede yaşanan sel felaketi ve göç sonucu kadınların yaşadığı zorluklara, savaş sonucu kadınların yaşadığı şiddetten, Kürt kadınlarına yönelik yaşanan şiddete kadar bir çok alandaki şiddet dile getirilerek, kadınlara yönelik her türlü şiddete karşı mücadele ve dayanışmanın bütün yakıcılığı ile kendisini dayattığı dile getirildi. Basın açıklamasının sonunda şiddete karşı en güçlü silahın örgütlenme olduğu dile getirilerek, seslerin ve yüreklerin birleştirilmesi çağrısı yapıldı. Etkinlik, kadın dayanışmasını ve ö rgütlü mücadelesini vurgulayan sloganlarla sona erdi. 26 Kasım 2006 ✓


yeni gençlik dünyası

“Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocuk olmak…

Y

ılın 365 gününden birkaçını vermişler çocuklara… Kimine “Dünya Çocuk Günü” denmiş, kimine “Çocuk Emeğine Karşı Mücadele Günü”, kimine de “Dünya Çocuk Hakları Günü”… Buna bir de Türkiye’de 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı ekleyin ve orada durun! Sözkonusu günler gelince, çocuklara ne kadar değer ve önem verildiği, ya da verilmesi gerektiği üzerine nutuklar atılır, açıklamalar yayınlanır. Hâtta Türkiye’de bir günlüğüne değil ama fotoğraflar çekilip şovlara hazırlanıncaya kadar, birkaç dakikalığına çocuklar Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ya da değişik Bakanlıkların; Vali, Kaymakam, Komiserlerin koltuklarına oturtulur. O gün çocuklar ülkenin yöneticisi bile olur. Tıpkı 23 Nisan’da çocuk ların Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da hangi koltuğa oturursa otursun, yönetici konumuna bürünmesinin formelliği gibi, “Dünya Çocuk Günü” ya da “Dünya Çocuk Hakları Günü” gibi günlerde çocukların hatırlanması, onların toplumun geleceği için ne kadar önemli ve değerli olduğu üzerine nutuklar atılması ve vaatler verilmesi de gerçekte göstermeliktir. Medyada çocukların porno kurbanı olması gerçeği üzerine haberlerin yayınlandığı günlerde, Cumhurbaşkanı’nın çıkıp “yüreklerin sızlanmasından” bahsetmesi, gerçekte timsah gözyaşlarını andırıyor. Çocuk Vakfı’nın açıkladığı “2006 Çocuk Hakları Karnesi”ne göre 1 milyon 400 bin çocuğun kimsesiz olduğu ve yardıma muhtaç olduğu bir ülkede, sadece 17 bin çocuğun “koruma” altına alındığı koşullarda ve yerde, hangi devlet yöneticisi çıkıp konuşursa konuşsun, sadece o gün vesilesiyle çocuk haklarından bahsediyorsa, kitleleri aldatmaktan başka bir iş yapmıyordur. Burjuvazinin tüm kurum ve kuruluşları aslında kitlelerin bilincini karartmaktadır. Her biri farklı yol ve yöntemleri kullanmaktadır. Hepsinin temel amacı sömürü sisteminin pisliklerini mümkün olduğunca gözlerden uzak tutmak, gizlemektir. Bunun için de gerekli oldu-

ğunda sistemin sivri, açık haksızlığı, baskıyı göstermeye yarayan sivri uçlarını törpülemeye çalışırlar. Barbarlığın egemen olduğu, sömürü sistemi çerçevesinde sanki çocukların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayabilme imkanı varmış gibi, “Dünya Çocuk Hakları Günü” gibi günlerde de masallar anlatılır. Masallar iyi uydurulmuşsa dinlemesi güzel olur! İnsanlar uyutulur güzel güzel… Ve burjuvazinin çanak yalayıcıları kitleleri uyutacak masalları uydurmakta ustalaşmıştır. “Büyük insanlığın” geleceğini oluşturan çocukların böylesi masallarla uyutulamaması için, burjuvazinin sahtekârlıklarına karşı mücadele görevi kendisini dayatıyor. En başta vurgulanması gereken gerçeklik, kapitalist sistemin varlığını koruduğu şartlarda, “Dünya Çocukları” için gerçekte özgür, eşit ve kardeşçe bir yaşam sağlanması mümkün değildir. Egemen ve sa-

hip olmanın temel dürtü olduğu bir sistemde, fiziki olarak toplumun en güçsüzleri olan çocukların “mal” gibi görülmesi ve “sahipleri”nin istemlerine uygun davranılmadığında onlara karşı zorbalığa başvurulması da, bu sömürücü sistemin yol arka-

daşlarından biridir. Bu sömürü sisteminin kaçınılmaz yol arkadaşlarından biri haksız, gerici savaşlardır. Savaşların en büyük kurbanlarından biri yine çocuklardır. Milyonlarcası yaşamını yitirmekte, milyonlarcası ebeveynlerini kaybetmekte ve milyonlarcası sürgün yollarına düşmektedir. Bu sömürü sisteminin kaçınılmaz bir yol arkadaşı da ulusal baskıdır, zulümdür. Ezilen uluslara ve milliyetlere mensup çocukların, ezen ulusa mensup çocukların sahip olduğu haklara bile sahip olmadığı, Türkiye’nin somut gerçekliğiyle de belgelidir. Anadillerinde eğitimin bile yasak olduğu yerde, çocukların eşitliğinden bahsetmek sahtekârlıktan başka bir şey değildir. “Büyük insanlığın” yoksulluk, yokluk içinde yaşaması, temel yaşam ihtiyaçlarını giderememesi, yolsuzluktan, doktorsuzluktan ve de evet susuzluktan dolayı her gün onbinlerce insanın yaşamını yitirmesi de, bu sömürü sisteminin gerçeklerinden biridir. Tüm bu olumsuzluklardan en çok etkilenenlerin yine çocuklar olması da doğal bir sonuç olmaktadır. “Dünya Çocuk Hakları Günü”nde dünya çocuklarının büyük bölümünün –tabii ki ezilenlerin, yoksulların, yani “büyük insanlığın” çocuklarının– herhangi bir hakka sahip olmadığını görmek için, emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının ortaya koyduğu verilere bakmak bile yetiyor. “Dünya Çocuk Hakları Günü” Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ortaya konan “Çocuk Hakları Sözleşmesi” üzerinden yükselmektedir. Sözkonusu sözleşme 191 ülke tarafından kabul edilmiştir. Türkiye de sözleşmeyi kabul eden ülkeler arasındadır. Sözkonusu sözleşme 54 maddeden oluşuyor. Buna göre 18 yaşına kadar herkes çocuk sayılıyor. 2. Madde 1. noktada ise şunlar yazılı: “Taraf devletler, bu Sözleşmede yazılı olan hakları kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal vasilerinin sahip oldukları, ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle

hiçbir ayrım gözetmeksizin tanır ve taahhüt ederler.” Ne de güzel yazılmış! Aslında burada sayılan tüm noktalarda ayrımcılığın var olduğu teslim edilmektedir. Gerçekler de hep bunu yeniden gösteriyor. “Taraf devletlerin” “hiçbir ayrım” yapmamayı taahhüt etmesi kâğıt üzerinde güzel görünüyor. Ammaaa… burjuva sistemde kâğıt üzerinde güzel görünenler, pratik yaşamda çirkinleşmektedir… Bırakın ırkçılığın, ayrımcılığın çok daha açık olduğu ülkeleri, Türkiye’de yaşananlara bakalım. Bu sözleşmenin 2. maddesi’nde dile getirilip taahhüt edilen, kökeni, ırkı, ulusu, etniği ne olursa olsun “hiçbir ayrım” yapmama durumuna ne kadar uyulmaktadır? Gerçekte hiçbirine uyulmamaktadır. Zaten sınıflara bölünmüş bir toplumda, ezen, sömüren sınıfa mensup olanlar ile ezilen, sömürülen sınıflara mensup olanlar arasında ayrım sürekli vardır. Egemenlerin, sömürülenlerin “ayrım yapmama” düşüncesi, bu sömürü sisteminde gerçekte ezenlerle ezilenlerin varlığının üzerini örtmek, herkesi aynı “klas gemi”ye binen yolcular olarak göstermek için başvurduğu sahtekârlıklardan biridir. Türkiye’de örneğin, sözkonusu sözleşmenin 6. Maddesi’nin 2. noktasında yapılan “Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler.” biçimindeki tespite ne kadar uyulmaktadır? 12 yaşındaki çocuğun terörist ilan edilip 13 kurşunla katledilmesi, ya da 6-11 yaş arası çocukların katledilmesi bu maddeye ne kadar uygundur? Cevabı aslında açıktır! Türkiye’de sözkonusu sözleşmeye uyulmamaktadır. Bu olgu, dünyanın diğer ülkeleri için de –değişik oranlara ve farklılıklara rağmen– geçerlidir. Çünkü sorun sistem sorunudur ve bu sömürücü sistemde çocukların özgürlüğü, eşitliği ve kardeşçe yaşamasının olanakları ellerinden alınmıştır. UNICEF’in çocukların durumu ile ilgili yayınladığı raporlarda hemen her sene –durumu olduğundan iyi gösterme yönlü tüm çabalara rağmen–, çocukların durumunda

15


yeni gençlik dünyası

16

önemli iyileşmeler olmadığı yeniden teslim edilmek zorunda kalınıyor. Kimi cüzi iyileşmeleri ise Birleşmiş Milletler’in ve ona bağlı olarak BM’nin kararlarını onaylayan ülkelerin “çaba gösterdiği”ne örnek gösterip durumu kurtarmaya çalışıyorlar. UNICEF’in 2005 yılı sonunda yayınladığı 2006 yılı raporuna göre kimi rakamlar şöyledir: Gelişmekte olan ülkelerde yeni doğan çocukların %55’i kayıt edilmiyor. Bu yaklaşık 48 milyon insan ediyor. Bu çocuklar kimliksiz yaşıyor ve gerçekte varlıkları bile kabul edilmemiş olduğundan, UNICEF bile bunları “görünmez çocuklar” diye tanımlıyor. Kimliği olmayanların okula gitmesi ya da başka herhangi bir devlet hizmetinden yararlanması mümkün değildir. 2004 yılı sonu rakamlarına göre savaşlar nedeniyle mülteci olanların %48’i çocuktur. 2004 yılı rakamlarına göre o sene mültecilerin toplam sayısı 25 milyondu. Bunu kabaca toparlarsak 12 milyon çocuk mülteci konumundadır. Bunların çoğunun yetim olduğu, gittiği ülkelerde dışlandığı, o ülkenin dilini bilmediği vb. olgular da gözönüne alınırsa, eğitim, yaşama, barınma vb. haklarda eşitliğin bunlar için geçerliği olmadığı da görülebilir. Savaşlarda yaşamını yitirmek, yetim kalmak, sakat kalmak ve mülteci konumuna düşmek dışında, 300 bin civarında çocuk, asker olarak savaşların kurbanı olmaktadır. Bunların üçte biri de kız çocukları. Bunların büyük bölümünün zorla kaçırılıp askerlik yaptırıldığı, taciz ve tecavüze maruz kaldığı da bir başka gerçeklik. 2003 yılı sonunda 93 gelişmekte olan ülkede yapılan araştırmaya göre 18 yaş altı insanların –BM Sözleşmesi’ne göre çocukların– 143 milyonu anasız-babasızdır. Ve bu sayı her geçen sene artmaktadır. Sadece 2003 yılı içinde 5.2 milyon çocuk yetim kalmıştır. Bunların büyük bölümünün tarımda, sokakta, ev işlerinde çalıştırıldığı ve önemli kesiminin fuhuşa sürüklendiği yine acı gerçeklerden biridir. Dünyanın büyük kentlerinde sokak çocukları olarak tanımlanan 100 milyondan fazla çocuk, sokaklarda yaşıyor. Bunların kimi avlanıyor, dövülüyor, hapse atılıyor, kimi de “şehri temiz tutmak” için kendilerini “şerif” ilan eden çetelerin ve kolluk güçlerinin kurbanları oluyor. 2005 yılında 49 gelişmekte olan ülkede yapılan araştırmaya göre Güney Asya’da 20-24 yaş arası kadınların %48’i 18 yaşından önce evlendiğini belirtmiştir. Çocuk yaşta evlilikler çoğunlukla ömür boyu köleliğin başlangıcı olma durumunda. Bunların hamilelik, doğum vb. durumlardaki sağlıklarının tehdit altında olması gibi, hamilelik ve doğum sırasındaki hastalıklar, dünya çapında 15-19 yaş arası genç kadınların ölmesinin en temel nedenidir.

Dünya çapında tahminen 246 milyon çocuk çalışıyor. Gerçek sayının ama bundan yüksek olduğu da söyleniyor. 171 milyon çocuk gelişmelerini engelleyecek ve sağlıklarına zarar verecek koşullarda çalışıyor. Bunların 73 milyonu 10 yaşında bile değil. Tahminen 8.4 milyon çocuk en kötü çalışma koşulları altında çalışıyor. Özellikle kız çocukları ev işlerinde kimi zaman 24 saat işe hazır bekliyor, çalışıyor. Hem psikolojik, hem fiziki ve hemde cinsel şiddetle karşı karşıya kalıyor. Tahminlere göre her sene 1.2 milyon çocuk insan tacirlerinin kurbanı oluyor. Bir kere insan tacirlerinin eline düştü mü birçok kez satılabiliyor bu çocuklar. UNICEF’in tahminlerine göre 1 milyondan fazla çocuk da hapislerde yatıyor. Hem de yetişkin insanların yapması durumunda mahkemeye bile çıkarılmayacak “suçlar”dan dolayı kodese tıkılmış durumdalar. Tıpkı bizde, Türkiye’de

yani, banka hortumlayanların devlet bütçesiyle desteklenmesi, bir dilim baklava yemeye kalkışan çocuğun ise hapse tıkılması örneği gibi. Evet UNICEF’in raporunda kimi rakamlar bunları gösteriyor. Tüm bunlar, gerçekte 17 yıl önce kararlaştırılan “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne göre “Taraf Devletler”in taahhüt ettiklerine uygun davranmadıklarını da ortaya koymaktadır. UNICEF’in kendisi bile, böyle giderse “BM’nin milenyum hedeflerine” ulaşılamayacağını teslim ediyor. Çocukların sorunları saymakla bitmiyor… Sorunun özü ise, çocukların sorunlarının tümünün toplumun sorunu olduğu ve bunların da kaynağının bu sömürü sistemi olduğunun bilinmesi, bilince çıkarılmasıdır. Görev, çocukların gerçekte özgürce, kardeşçe ve eşit bir dünyada yaşaması için bu sistemin yıkılması için mücadeleyi yükseltmektir. Bu bilinçle Nâzım Hikmet’ten

“Çocuklarımıza öğüt”te bulunalım: “Hakkındır yaramazlık, Dik duvarlara tırman, yüksek ağaçlara çık… Usta bir kaptan gibi kullansın elin yerde yıldırım gibi giden bisikletini… Ve din dersleri hocasının resmini yapan kurşun kaleminle yık Mızraklı ilmihalin yeşil sarıklı iskeletini… Sen kendi cennetini kara toprağın üstünde kur. Coğrafya kitabıyla sustur, seni “Hilkati Ademle” aldatanı… Sen sade toprağı tanı, toprağa inan. Ayırdetme öz anandan toprak ananı. Toprağı sev anan kadar… 1928” 21 Kasım 2006 ✓

İşçi Gençlik Kurultayı yapıldı

A

şağıda Birleşik Metal İş Sendikasının 5 Kasım 2006 tarihinde yaptığı İşçi Gençlik Kurultayı ile ilgili Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar ile yaptığımız kısa söyleşiyi yayınlıyoruz. 1. Neden ayrı bir genç işçiler kurultayı yapma gereği duydunuz? Bu ihtiyaç nereden doğdu? Genç İşçiler Bürosu hem merkezi alanda hem de şube ve işyerlerimizde zaten var olan bir organımız. İşyeri komitelerimiz içerisinde ağırlıklı genç işçi arkadaşlarımız var. Bu genel kurul, merkezi Genç İşçiler Bürosu ile birlikte aldığımız kararlar ışığında 5 Kasım’da gerçekleştirildi. Gençlik her zaman, hem işçi sınıfının mücadelesi açısından hem de genel olarak toplumun ilerlemesi ve daha iyi noktalara gelmesi açısından son derece önemli bir kesim. Bu açıdan biz sendika olarak genç üyelerimize, genç metal işçilerimize çok önem veriyoruz. Hem onların sınıf mücadelesi içerisinde kendilerini geliştirebilmeleri hem de bilgi, birikim ve deneyime sahip olmaları açısından bu tip çalışmalar yapmak çok önemli. Onların enerjisinden ve aktivitelerinden yararlanmak gerekiyor. Tabii biz Gençlik Kurultayını sadece kendi üyelerimiz arasında, Türkiye’de örgütlü olduğumuz yaklaşık 100 civarında işyerinden genç arkadaşlarımızın temsili olarak katılımıyla gerçekleştirdik. Bunların içerisinde işyeri temsilcisi olan arkadaşlarımız ve sendikamızın farklı kurumlarında görev alan arkadaşlarımız var. Kurultaya katılan genç işlerin ağırlıklı kesimi daha önce sendikanın

eğitimlerine katılmış, sendikayı tanıyan bazı birikimleri olan arkadaşlarımızdı. Bu Gençlik Kurultayı, genç işçilerimizin diğer arkadaşları ile birlikte kendi sorunlarını tartışmış olmaları, sendikal mücadeleden beklentilerini ortaya koymaları, sendika yönetiminden taleplerini dile getirmiş olmaları bizim açımızdan çok yararlı oldu. Bu Kurultayın yapılmış olmasındaki diğer çok önemli nokta ise, genç işçi arkadaşlarımızı sendikal aktiviteleri içinde daha aktif bir noktada değerlendirebilmek, sendikal süreçlere ve sorumlulukları üstlenmeye çekebilmek. 2. Gençlik Kurultayının sonuç bildirgesinden çıkarabildiğimiz kadarıyla işçi gençliğin özel sorunlarından çok işçi sınıfının genel sorunları ele alanmış. Bu neden böyle? Genç işçilerin kendi özel sorunları diye bir şey olabilir mi? Aslında sınıfın genel sorunları gençliğin de temel sorunlarıdır. Bunları ayrı düşünmemiz çok doğru olmaz. Fakat şimdi işyerlerimizde emekliliğine birkaç yıl kalmış arkadaşlarımızın sendikal mücadeleden beklentileri farklı olabilir. Emekliliğine daha 20 yıl, 25 yıl olan bir üyemizin geleceğe ve mücadeleye bakışı daha farklıdır. Böyle bir ayrım olabilir. Bu somut bir durumdur. Özellikle son yıllarda sosyal güvenlik yasasında sürekli kazanılmış hakların geriye çekilmesi genç işçiler üzerinde çok olumsuz etkileri olacaktır. Bu yasaların zaten genel olarak toplum ve işçi sınıfı üzerinde olumsuz etkileri hissediliyor. Fakat ileriye yönelik gençlik bu sorunları daha fazla yaşayacak. Buralardan yola çıkınca daha özel bir durum söz konusu ola-

bilir. Bunun dışında Türkiye’de çalışma yaşamı içerisinde çok ciddi sorunlar var. Örgütlenmenin önündeki engeller, iş yerlerinde anti-demokratik uygulamalar, iş güvencesi açısından olumsuzluklar var. Tabii İşsizliğin çoğalması genç arkadaşlarımızı daha fazla ilgilendiriyor. Gençlik Kurultayı henüz bir ilkti. Gençlere yönelik eğitim çalışmaları, seminerler mutlaka oluyor. Ama biz biraz daha genç arkadaşlarımızın kendilerinin daha özgün sorunları üzerine tartışmalarını, birbirleriyle iletişimin daha ileri noktalara taşınmasını, olumlu anlamda birbirlerinden etkilenmelerini sağlamak amacıyla bu tür çalışmaların faydalı olduğunu düşünüyoruz. Bu tip çalışmalarımız ileriki aşamalarda daha düzenli olarak devam edicek. Kurultayın ardından aynı günün akşamı bir konser gerçekleşti. Tolga Çandar ve Ruhu Su Dostlar Korosundan bir grup arkadaşımızın katılımıyla gerçekleştirilen bir dayanışma konseri biçiminde idi. Gerek salon hazırlıkları, gerekse konserde verilecek mesajlar olsun, tümünü genç arkadaşlarımızın kendileri organize ettiler. Bu arkadaşlarımızı pratikte bir şeyler yapabilmek açısından olumlu bir şekilde etkiledi. Kendilerine olan güven daha da arttı diye düşünüyoruz. Gençlik Kurultayının, genç işçilerin sendikayı sahiplenmelerinin ve pratik işler içerisinde yer almalarının, aslında kendi haklarına ve kendi geleceklerine sahip çıkmalarının pratikteki yansımasıdır diye düşünüyoruz. Söyleşi için teşekkür ederiz. 23 Kasım 2006 ✓


yeni gençlik dünyası

Gençlik sendikası mı? Genç işçiler çalıştıkları fabrikalarda örgütlenmelidir. Kendi sınıf partilerini yaratma esas çalışmasına bağlı olarak, kendi sendikalarında örgütlenmelidirler.

B

u yakın zamanda bazı sol liberal gazeteler, DİSK’in “Gençlik Sendikası” kurmak için kolları sıvadığını yazdılar. Yazıların içeriğine bakıldığında aslında yapılmak istenenin gençlik sendikası değil, öğrenci sendikası olduğu anlaşılmaktadır. Ama bu konuda DİSK yöneticileri de herhalde tam ne yaptıklarını bilemiyorlar. Nasıl bilecekler ki kendilerinin 11. Genel Kurul Kararlarında alınan kararın kendisinde problemler var. Aslında kararın kendisi yanlış. Bunu birkaç açıdan ele almak lazım. Ama öncelikle DİSK’in kararının nasıl olduğuna bir göz atalım. Öyle ya “büyük” gürültü bunun üzerine kopmaktadır. DİSK’in 11. GK’da alınan kararlar içerisinde 12 ve sonuncu kararda şunlar söylenmektedir: “12. Genç İşçiler Dairesi’nin aktif hale getirilmesini ve bu dairenin önümüzdeki dönemde gençlerin (öğrenciler, işsizler, genç işçiler vb.) özel bir örgütlenmesinin (örneğin, gençlik sendikası) oluşturulması hedefiyle çalışmalar yapılmasını KARAR ALTINA ALIR.” (Bkz.: DİSK 11.Genel Kurul Kararları) Bu kararı nasıl anlamak lazım: 1. Bir DİSK “Genç İşçiler Dairesi” olduğu ve ama aktif hale getirilmesi gerektiği. Burada aktif olmayan ve kağıt üzerinde kalan bir genç işçiler dairesi olduğu ortaya çıkıyor. Doğrusu bu kararı okuyana kadar böylesi bir daireden bizim de haberimiz yoktu. 2. Aktifleştirilecek olan bu daire üzerinde öğrenciler, işsizler, genç işçiler vb’leri için özel bir örgütlenmenin yapılması gerektiği tespiti yapılmaktadır. Bu noktada ama gençlik için özel örgütlenme tespiti yapılırken ciddi bir muğlaklık görülmektedir. Burada bahsedilen işsizlerin genç işsizler olabileceği tahmin edilebilir. Çünkü “işsizler” kavramı genel kullanılmış ve bunlar ne öğrenciler içinde ne de genç işçiler içerisinde ele alınmaya gerek görülmüş. Halbuki genç işsizler de işçidir, ama işsiz işçilerdir. Öğrencinin işsizi olmaz, çünkü o öğrenme dönemi içerisindedir. Ama herhalükarda öğrenciler, işsiz gençler için özel örgütlenmeler olabilir. Bunun ne olduğu üzerinde anlaşıldıktan sonra sorun olmaz. Genç işçilerin özel örgütlenmesi de neyin nesi? DİSK Konfederasyonuna bağlı tek

tek sendikaların görevi değil mi gençlerin özel örgütlenmesi? İşçi gençleri kendi sınıf sendikalarından ayırma yönündeki bir kararın çıkış nedeni nedir? Bu şimdilik kararı alanların gizi. Çünkü bu konuda farklı görüş savunanlar, evet bu kararın saçmasapan bir karar olduğunu savunanlar da var kararı alanlar içerisinde. 3. Burası önemli, bu özel örgütlenmelerin ne olabileceğine verilen örneklerden birisi-ki başka örnek zaten verilmiyor- “gençlik sendikası”dır. İşte meselenin özü burada yatmaktadır. Düşünün ki bir işçi sendikası ve konfederasyonu, kendisinin örgütlemesi gereken genç işçileri, işsiz gençleri başka bir sendikaya havale edebilmektedir. Bir genç işçinin ya da bir grubun DİSK’in şu ya da bu sendikasına gelerek, “biz size üye olmak istiyoruz” talebine karşın, bu karardan hareket edilirse, sendikanın, “hayır bizim konfederasyonun gençlik sendikası var, adına da “genç-sen” diyoruz, lütfen orada örgütlenin” demesinin ne anlama geldiğini bir birlikte düşünelim bakalım. Şimdilik kararın böyle uygulanmasını savunanların bir bölümü sıkıştıklarında, “hayır canım tabii ki genç işçiler için bu karar alınmadı, alınmamıştır, bu karar öğrenci gençlik için alınmıştır” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Ama yok öyle! Ya alınan bu karar doğrudur ve o zaman gerekleri yapılmalıdır. Veya bu karar bu şekliyle sınıfsal bakmayan sınıfa ve onun yedeklerine “gençler” ve “yaşlılar” yanlış bakışıyla bakıyor, ki bizce öyledir, ve bu bakış yanlıştır. O zaman da özeleştirisi verilmeli ve bir daha ki DİSK kongresinde bu karar geri alınmalıdır. Daha doğrusu DİSK’in bir dahaki kongresi, böyle bir karar olmaz, biz gençliğin sendikalar şeklinde özel örgütlenmesinin beyhude bir girişim olduğunu düşünüyoruz ve böyle bir kararı yanlış buluyoruz der ve sorunu çözer. Öyle kararın sağından-solundan çekiştirmek olacak bir iş değildir. Bu karar soruna sınıfsal bakmamaktadır. Bu kararın esas yanlışlığı buradadır. Sınıf adına hareket eden küçük burjuva ideolojisinin etkisinde kalan, sınıfsal örgütlenmeyi esas alma ve gereklerini yerine getirme yerine, ne idüğü belli olan “toplumsal hareket sendikacılığı”nın bir başka görün-

tüsü olan bu zararlı görüşlerini anlaşılan DİSK’in 11. GK kararlarına da yansıtabilmişlerdir. Sınıf bilinçli işçilerin en temel görevi, işçilerin yaşına, cinsiyetine bakmadan onları kendi sendikalarında örgütlemektir. Evet sınıfın sendikalarda örgütlenmesi tek örgütlenme biçimi değildir elbette. Sı nı f ı n kendi sı nı f pa r t isini Bolşevizm temelinde örgütlemesi gerekmektedir. Sınıfın öncü unsurları bu çalışmalarını zaten yürütmektedirler. Bizim burada tartıştığımız, sınıfın sınıfsal temelde kendi sınıf sendikalarında örgütlenmesinin önüne engellerin çıkarılmasıdır. Bunun en temel nedeni de, sınıfı örgütleme becerisini gösteremeyen oportünistlerimizin sendikalara kendi yanlış görüşlerini taşıyarak zarar vermeleridir. İşçiler ve genç işçiler kendilerinin çalıştıkları fabrikalarda örgütlenmelidir. Kendi sınıf partilerini yaratma esas çalışmasına bağlı olarak, kendi sendikalarında da örgütlenmelidirler. Biz her iş kolunda bir işkolu sendikasında örgütlenilmesini doğru buluyoruz. Ama bu sendikalarda sınıf bilinçli işçiler kendilerinin sesini iyi duyurabilmeleri için, devrimci fraksiyonlarını yaratmalıdırlar. Sendikalardaki çürümeyi engellemenin temel araçlarından birisidir bu. İşçileri sınıfsal temelde eğitmenin, reformizmin ve oportünizmin işçiler üzerindeki etkisini kırmanın da aracıdır bu. Bu, sınıfı devrimci bir perspektifle eğitmenin, devrime hazırlamanın da aracıdır. Bu çalışmalar yapılırken kadın işçilerin, engelli işçilerin, göçmen işçilerin, baskı altında tutulan milletlerden işçilerin kendi özel örgütlenmelerinin yaratılması gibi genç işçilerin de kendilerini daha iyi ifade etmek için, kendi sorunlarını tartışıp taleplerini formüle etmeleri ve sendikanın kongrelerinde bu talepleri doğrultusunda kararlar aldırmak, kendilerine yönelik özel etkinliklerin vb. Yapılabilmesinin aracı olarak özel örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Bunun için de istisna da olsa bazı sendikalarda Genç İşçi Komisyonu vb’lerinin kurulmasının savunulduğunu biliyoruz. Ama bunların yönetmeliklerle değil, tüzük temelinde belirlenmesi arzulanan bir şeydir. Bu anlamda genç işçilerin ve işsiz gençlerin sendikalarda örgütlenmesinin olanakları yaratılmak zorundadır. Bunun için gerekli çalışmaları yapmayanların, bu konuda sorumsuz davrananların, sınıfın en genç dinamik kesimini “genç-sen” vb. Örgütlemelere doğru kaydırmaya çalışma şeklindeki çabalarının önüne geçilmelidir. Peki bu tezlerimiz öğrenci gençlik için özel örgütlenmelere ihtiyaç olmadığı anlamına mı gelir? Hayır! Öncelikle şunun altı çizilmelidir: Öğrencilik sınıfsal bir kategori de-

ğildir. Dolayısıyla sınıf örgütü olan sendikaların, sınıfsal bir karakteri olmayan öğrenciler için kullanılmaya çalışılması da bilinç çarpıtma girişimidir. Öğrenci emeğini sermayeye mi satıyor ki, kendi alınterinin pazarlığını yapacak bir örgütlenmeye ihtiyaç duysun? Öğrenciler emeğinin pazarlığını yapacak ve onlarla oturup pazarlık yapacak bir konuma mı sahiptirler? Hayır! Öğrenciler gerek devletin okullarında ve gerekse özel okullarda paralı-kısmi paralı okuyan değişik sınıf ve katmanlardan yetişkinlerin çocuklarıdır. Önemli bir bölümü anne ve/veya babasının yarattığı olanaklarla herhangi bir okulda okuma durumundadır. Öğrenciler bu okullarda okudukları süre içerisinde çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Okullarda alınan harçlar, katkı payı, YÖK ve daha bir dizi yönetmelik ve yasalardan olumsuz etkilenmektedirler. Gayet tabii ki öğrencilerimiz bu haksızlıklara karşı mücadele edeceklerdir. Bu mücadelenin içinde değişik öğrenci örgütlenmeleri, evet özel örgütlenmeler gündeme gelmektedir. Öğrenci dernekleri ve bunların üst örgütleri sürekli olarak gündeme gelmiştir. Bu gün de bir dizi öğrenci kuruluşu vardır. Bunlar olmak zorundadır. Öğrenci hareketinin en önemli sorunu, işçi sınıfının da karşı karşıya bulunduğu aynı sorun gibi, bölünmüş durumudur. Öğrencilerin farklı siyasi görüşler çerçevesinde kurulmuş özel örgütlenmeleri vardır. Dernekler ve Konfederasyonların sayısı hayli fazladır. Bu bölünmüşlük ortak talepler ve çıkarlar için ortak davranılmasının önünde çoğu kez engel olmaktadır. Dolayısıyla günün acil ihtiyacı, gençlik sendikasının kurulması değil, öğrencilerin özel örgütlerinin doğru bir perspektif temelinde birleştirilmesidir. Her siyasi yapının kendi derneğini, konfederasyonunu kurma zararlı anlayışına karşı mücadele vererek ortak paydalarda ortak örgütler yaratılmalıdır. Bu özel örgütlerde yöneticiler işe en uygun olanlar içerisinden seçilmeli, grup pazarlıkları reddedilmelidir. Her öğrencinin kendi görüşünü içerisinde demokratik tarzda tartışabileceği ve ama ortak yükümlülükler alabileceği bir çatı örgütü de yaratılmalıdır. Sosyalist bir perspektifle sömürüsüz sınıfsız bir toplum yaratma mücadelesi veren kavgadaşlar bu mücadelenin içerisinde üzerlerine düşen görevleri yerine getireceklerdir. Sınıf bilincini çarpıtmaya karşı mücadele et! Sınıf örgütlerinde aktif mücadele için fabrikalarda örgütlen! Gençlik gelecektir, gelecek sosyalizmde! Bir Ydi ÇAĞRI okuru 3 Kasım 2006 ✓

17


yaşam temellerini koruma mücadelesi

ATOM (NÜKLEER) ENERJİSİ TARAFTARLARI YALAN SÖYLÜYORLAR… SADECE SİNOP’A DEĞİL DÜNYANIN HİÇBİR YERİNE ATOM SANTRALI KURULMASIN! VAROLANLAR KAPANSIN!… YALANA KARŞI DOĞRUSU..

Atom öldürür - Doğa güldürür (3) Atom enerjisi ucuz mu?

Y

18

alnızca Çernobil “kazası” ertesinde, patlayan bloktaki doğrudan sızmayı önlemek için harcanan 14-20 milyar dolar arasındadır. Almanya 1956’dan bugüne Atom santralleri için tahminen 60 milyar Avro üzerinde harcama yapmıştır. Bugün bu santraller tek tek kapatılmaktadır. Tarihi olarak birkaç reaktörün maliyetine bakıldığında, 1992 kapatılana kadar 1.200 Megawattlık Fransız Superphoenic maliyeti 7 milyar Avro’dur. (Yaklaşık 9 milyar dolar) 300 Megawatt Japon santralinin maliyeti ise 5 milyar Avro (6,4 Milyar Dolar) olmuştur. (Die Zeit 29.07.2004 No: 32). Bu santrallerin sürekli problemler yarattığı da işin cabasıdır. Ayrıca binlerce yıllık tehlike arz edecek atom çöpünün gerçek maliyeti ise hesaplanabilmiş değildir. Almanya’da yapılan hesaplara göre Atom santralleri için ödenen sigorta primleri yıllık 20 milyar Avro’yu bulmaktadır. (Bilgi AG Energie & Umwelt Gymnasium Bad Essen internet sayfası) Ki bugün dünyada hiçbir sigorta şirketi böyle bir rizikoyu sigortalamaya yanaşmamaktadır. Yine Almanya’da haftalık bir ekonomi dergisinin yaptığı bir araştırmaya göre 1 Kilowatt saat Atom elektriği yaklaşık 2 Avro’ya mal olmaktadır. Gelecekte Atom enerjisinden vazgeçilmesinin zorunlu nedenleri vardır. Bunlar: - Soğutma işlemi için gerekli olan su miktarları (basınçlı su reaktörlerinde başka türlü olmaz- revaçta olan da bu tekniktir) dünyada azalmaktadır, iklim değişikliği su sorununu daha belalı bir şekilde insanlığın önüne koymaktadır. -Santrallerden enerjinin ulaşacağı kullanım noktasına kadarki hatlarbakımı ve bunların maliyeti, nakil sırasındaki kayıp vs. elde edilen enerjiyi hep daha pahalı hale getirecektir. - Atom güçleri arasındaki sürekli yarış-dalaş (bir anlamda atom terörü) daha korkutucu hal alacaktır. - Atom ekonomisi sürekli devlet ekonomisinin bir parçası olarak kalmak zorundadır. Bu anlamda da devlet bu enerjiyi satmak için diğer alternatifleri sürekli bloke etmek zorunda kalacaktır. Yani harcanan paralar ve girdiler sürekli saklanacaktır. Günümüzde yapılan kaba hesaplarla 1.200 MW’lık bir nükleer santralde elde edilen enerjinin Kilowatt saati 4- 8,5 Cent arasında değişmektedir,

yalnız bu hesaplara sigorta primleri dahil değildir. Santrallerdeki kazalar sıklaştığı oranda bu primler devamlı yükselmiştir. Santralin kurulduğu ülkenin jeolojik yapısındaki risk faktörü de bu primin yükselmesinin bir başka nedenidir. Almanya’daki bir santralin yıllık sigorta prim ücreti 13 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Bunun Türkiye için ise yılda 20 milyar doları bulması normaldir. Bu da elde edilen Kilowatt saat maliyetine eklenmek zorundadır. Sorun bununla da kalmamakta, atıkların depolanması masrafı da eklenince ortaya çıkan rakam Kilowatt saat 2 Avro/2,5 Dolar olmaktadır. Fosil kaynaklardan 4 cente elde edilen Kilowatt saat elbette daha ucuzdur. Tabii biz burada nakil sorunu ve hatlarını hiç değerlendirmeye katmadık. Türkiye gibi bir ülkede nakil sırasındaki %30 kaybı dikkate aldığımızda öncelikli görevin ne olduğu kendiliğinden ortadadır. Sonuçta atom enerjisi aldatıcı hesap ve rakamlardan arındırıldığında, bize atom enerjisinin ucuz olduğunu söyleyenler büyük yalan söylemektedirler. Öte yandan Uranyum fiyatları da sürekli yükselmiş, talep arz ilişkisi bağlamında gelinen yerde sınırlı olan uranyum madeni atom güçleri tarafından kontrol altına alınmıştır. Fiyatı belirleyenler yine santrali kurabilenlerdir. Kendin uranyuma sahip olsan da istediğin gibi kullanamazsın.

Türkiye’de dert nedir? Diyorlar ki enerji açığımız var. Temmuz 2006 başında AKP hükümeti Enerji bakanı Hilmi Güler Haber Türk TV’deki “Basın Klübü” isimli programda açıklıyor:

“2020 yılına kadar 128,5 milyar Dolar yatırım yapacağız, bunun 105 milyarı enerjiye.... Her yıl %7 artış oluyor.. Enerji sorunumuzu dışa bağımlılıktan kurtarmalıyız... Er ya da geç nükleer enerjiye geçeceğiz... Kendi 9.000 ton Uranyum rezervimiz bize yeter. Atık sorunumuz yok, olsa da 30 yıl sonra olacak. Belki yakıtı verenler (kimse çıkıp hani rezervin vardı demiyor- BN) kontrol için atıkları da alabilirler... Ben de bu ülkede yaşıyorum... Zararlı olsa neden karşı çıkmayayım. Fransa enerjisinin %78’ini nükleerden elde ediyor ve hatta satıyor.... Nükleer cahili bir ülkede değiliz..” Buraya aktardıklarımız 4 saati geçen geyik muhabbetinin öne çıkan bazı noktaları. Bu sohbet 13 ilde yaşanmış olan elektrik kesintisinin hemen akabinde yapılan bir sohbettir. Öncelikle bilinmesi gerekli olan şudur: Türkiye’nin enerji talebi yıllık büyümeyle orantılı olarak artmaktadır. 1980’lerden günümüze DİE istatistiklerine bakıldığında yıllık ortalama %3 civarında artış söz konusudur. Bugün mevcut imkanlarla üretilen enerji 246 milyar kilovat/saattir. 2010 yılında talebin 290 milyar kilovat/saat olacağı hesaplanmaktadır. Rakamlarla oynamak, önceden kamuoyu oluşturmak, bilinen oyunlardandır. Eğer bir ülkede üretilen enerjinin %30’u nakil sırasında heder oluyorsa, öncelikli görev bu nakil hatlarının gözden geçirilmesi ve bu kayıp durumunun asgariye çekilmesidir. Çünkü ülkenin herhangi bir yerinde yapılacak nükleer santralden elde edilecek enerji yine bu nakil hatları üzerinden yapılacaksa vay halimize. Bakan yukarıda bahsettiğimiz sohbet sırasında bu önemli sorunu es geçmiştir. “Gururla” kendilerinin

“anda dışarıya bağımlılığı %50’ye indirdiğini” büyük bir başarıymış gibi anlatmaktadır. Bu anlatım içinde öğreniyoruz ki, barajlar tam kapasite çalışmamakta, kömür havzaları kullanılmamakta, Uzanlar tipi haydutlara 2058’e kadar soyma imkanları tanınmakta vs. Doğal gaz ve petrol ile elde edilen enerji, barajlardan elde edilen enerjiden daha fazla durumdadır. Enerji bakanı siyasi propagandaya kendini o kadar kaptırmıştır ki, atom santralinin dışa bağımlılığın daniskası olduğunu hatırlatan gazetecilerin bu yönlü sorularını es geçerek demagojisini sürdürmede, halkın gözünün içine bakarak yalan söylemede sakınca görmemektedir. Enerji bakanı, geçmişteki Çernobil vakası sırasında “Karadeniz çayını” kameralar karşısında içen bakanlar gibi, “belki atom atığını, yakıtı bize satanlar alacaktır” diyerek o günden bugüne kafalarda fazla bir değişikliğin olmadığının ispatını sunmaktaydı. Bu kafalar bizde nükleer enerji santralleri yapma kararı alıyorlar. Vay halklarımızın, onların çocuklarının, torunlarının haline !

Nükleer enerjinin iklimi koruduğu palavrasına gelince: Nükleer enerji sektörünün 2050 yılına kadar fosil kökenli enerjinin %10’unu sağlasa bile, bu yaklaşık 1000 santral anlamına gelir ki, imkansızdır. Zaten bu kadar santral kurulsa uranyum biter. Bu durumda iklim değişikliğine hiçbir faydası olamaz. Zaten iklim değişikliği için bir an önce müdahale gerekli. Bunun için yüzlerce yıl beklenecek zaman yok. Bu ancak yenilenebilir enerjiyle mümkündür. Nükleer enerji aynı zamanda daha az istihdam da demektir. Örneğin Almanya’da 2002 yılında nükleer enerji sektöründe 30 bin insan çalışırken aynı yıl rüzgar enerjisi sektöründe çalışan insan sayısı 53 bindi. Tüm yenilenebilir enerji sektöründe çalışan insan sayısı bu dönemde 120 bindi. Bu sayı giderek artmaktadır. Nükleer enerjiye alternatifler güneş, su, rüzgar, termal ve organik atıklardan elde edilecek yenilenebilir enerji türleridir. Bunlar tüm ihtiyaçları karşılayacak düzeydedir. Türkiye yenilenebilir enerji cenneti olduğu halde neden atom santralleri yeniden gündeme oturtuldu? Şu dikkat çekicidir: komşularımızda atom santralleri yönünde bir hareket söz konusu olduğunda, Türk


yaşam temellerini koruma mücadelesi egemenleri de hemen kolları sıvamaktadırlar. Geçmişe kısa bir göz atarsak: Türkiye’de 1956’da atom enerji komisyonu kurulur. (ABD ile SSCB’nin “soğuk savaşın dipten dalga dalga yayıldığı yılllardır, Türk Ordusunun Kore’de rüştünü ispatladığı yıllaraynı zamanda 1954 yılında SSCB’de Obninske’de ilk nükleer reaktör faaliyete geçmiştir.) 1957’de UAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı)’na üye olunur, (bugün bu kurumdan önce komisyona katılmış olmakla övünmektedir Enerji Bakanı. Bu durum atom cahili olmadığımızın da kanıtıymış!) 1962’de İstanbul/ Çekmece’de Nükleer araştırma merkezi kurulur, 1 MW TR-1 havuz tipi deney reaktör yapılır. 1967-70 arasında nükleer santral etütleri yapılır, bu etütler sonucu Sinop- İnceburun/Mersin-Akkuyu ve Kırklareli-İğneada santral kurulabilir alanlar olarak tespit edilir. 1977’de 300-400 W’lık uranyum yakıtlı santral kurulması kararı alınır, ama uygulanamaz, (tam da bu dönemde Bulgaristan’da 1966 yılında planlanan 440 MW’lık Kozluca Atom Santralinin 1970’de inşaatı biter ve 1974/75’te faaliyete geçer, diğer yandan Ermenistan’da 1970’lerde planlanan Metsamor atom santralinin 1976 yılında l. Bloku ve 1980 yılında ikinci Bloku faaliyete geçer. İşin ilginç yanı bugün Bulgaristan için Kozluca’nın kapatılması AB’ye giriş ön şartıdır. 2002’de iki ünite kapatılmış, 2006 sonuna kadar diğer 4 ünite de devre dışı kalmak zorunda. Yoksa Bulgaristan’ın AB üyeliği söz konusu olmayacak. Ermenistan’daki Metsamor santralinin akibeti ise; 1988’deki çevrecilerin Çernobil’den etkilenerek verdikleri mücadele ve deprem korkusundan dolayı 1995 yılına kadar kapalı kalmış, enerji sıkıntısından dolayı yeniden devreye girmiştir ve ömrü 2016’da tükenmektedir.) 1983 yılında Kanada’lı AECL firması, Alman KWA ve ABD’li General Electric’e iyi niyet mektupları verilir, fakat deprem fay hattı incelemeleri yapılmadığı için bahsi geçen firmalar ihaleden vazgeçerler. 1984 yılında Özal döneminde finansman sıkıntısı yine planın gerçekleşmesinin önüne engel çıkarır, 1986 yılındaki Çernobil kazası tüm çalışmaların askıya alınmasına sebebiyet verir. 1989 yılında Arjantin ile yapılan ortak proje hukuki, mali ve teknolojik sorunlardan ötürü 1991 yılında gündemden çıkarılır, 1997’de Mersin Akkuyu için Fransız NPI’den alınan tekliflerden 2000 yılında vazgeçilir. (Bu arada Ermenistan’daki Metsamor tekrar faal duruma geçer.) 2004’te toplam 5000 MW’lık üç santral yapımı kararı alınır ve 43 kritere göre saha belirleme faaliyeti başlar. Nisan 2006’da ilk yer olarak Sinop-İnceburun belirlenir. (Iran’ın 29 yıllık santral kurma çalışmalarının 2006 yılı başlarında atom güçlerinin problemi olarak ka-

şındığı dönem olduğunu geçerken söyleyelim.) 24.05.2006’da Çevre Bakanı Pepe “Sinop’ta Nükleer Santral kurulması kesinleşmedi” diyebiliyor. (Yine neler oldu, kapalı kapılar ardında neler nasıl hal edilmekte bilmiyoruz. Bu onların sırrı.) (Buradaki kaynak bilgiler T. Atom Enerjisi Kurumu, günlük gazetelerden Hürriyet-Milliyet-Sabah gazetelerinden alındı. Bulgaristan ile ilgili bilgiler için www.kzpp.org’tan, Ermenistan’la ilgili bilgiler de Alman yeşillerinin internet sayfalarından yararlanılmıştır.) Görülmektedir ki ne zaman komşularımızda bir hareket var, bizimkiler (!) kolları sıvar, büyük bir heyecanla işe koyulurlar. Tam da sorunun bu noktada öne çıkan bir başka yanı ve bizce de en önemli yanı “Atom Gücü” olma sevdasıdır. Bizce dert enerji açığını kapama derdi değildir. Atom bombasına sahip olma hayalleridir. İran bunun peşindeyse bizde de olmalı yaklaşımıdır. Yani sonuçta askerlerin dayatması sonucu alınan siyasi bir karardır. Ama unutulan ve göz ardı edilen bir gerçek vardır: isteyen atom silahına sahip olabilir mi? Bu sorunun cevabını sorunun muhataplarından aktaralım: UAEA başkanı El Baradey yaptığı bir mülakatta şunları söylüyor: “Avusturya’daki Atom Enstitüsü’nün Başkanı Profesör Doktor Helmut Rauch: Nükleer santrali olan bir ülke atom bombası yapabilir mi? Bu soru, çok sık soruluyor. Aslında, şayet ülkenizde nükleer santraliniz varsa, o zaman bu nükleer enerjiyi askeri amaçlı kullanabileceğiniz bilgi birikimine de sahipsiniz demektir. Burada asıl önemli olan zenginleştirilmiş Uranyuma ya da Plütonyuma sahip olup olmadığınızdır. Eğer elinize bir yerden yeterli miktarda Plütonyum ya da zenginleştirilmiş Uranyum geçerse, o zaman bence bir atom bombası imal etmek o kadar da zor değildir. Yani, burada asıl önemli olan, gerekli yakıtı bulup bulmadığınızdır. İşte, bu yüzden bu nükleer yakıtların çok sıkı biçimde kontrol edilmesi gerekiyor. Baradey: Her şeyden önce, bir ülkenin nükleer silaha sahip olması o kadar da kolay birşey değil. Nükleer enerji santrali olan ve bu yoldan enerji üreten ülkenin otomatikman atom bombasına sahip olması gibi bir durum yok. Bunun için yüzde 90 hatta daha fazla oranda zenginleştirilmiş Uranyuma ya da Plütonyuma ihtiyaç var ki, bunları sağlamak da öyle kolay değil. Bunlar bir reaktörden elde edilemiyor. Bunun için özel zenginleştirme tesisleri gerekiyor. Ve bu tesisleri bizden saklamak pek öyle kolay değil. Ayrıca, diyelim ki, bir şekilde bu maddeler bulundu, ama bu maddeleri silah haline getirmek için başka teknolojiler devreye giriyor. Üstelik, bunlara bağlı olarak bir de atma sistemi; yani füze geliştirmeniz lazım. Biz bunların hepsini son derece gelişmiş aletler kullanan uzmanlarımız yardımıyla araş-

tırıyoruz. Bu iş biraz da banka müfettişliğine benziyor. Biz de birer hesap uzmanı gibi çalışıyoruz. Hesaplarda bir yanlışlık ya da hata var mı diye sürekli kontrol ediyoruz. Tabii bizim incelemelerimiz çok daha gelişmiş metotlarla oluyor. Nükleer tesisleri hem yerden hem de havadan uydularla izliyoruz. Peki, yüzde yüz başarılı mıyız? Hayır, bu işte yüzde yüz garanti sağlayacak hiçbir sistem yok. Ama, bir ülkeye daha çok gittikçe; daha çok yere baktıkça; kısacası o ülkeyi daha şeffaf hale getirdikçe, bu konuda daha çok başarı sağlayabiliyoruz”. Bugünkü UAEA’nın Mısırlı başkanı Baradey’in dediklerinden tek kelime ile çıkan sonuç şudur: Emperyalist atom güçleri, herhangi bir ülkenin atom silahı geliştirmesine izin vermezse, söz konusu ülkenin atom silahı üretmesi çok zordur. Bugünkü tartışmada öne çıkan İran açısından, eğer İran Uranyum zenginleştirme işini sürdürürse, 1980’lerde nasıl atom santral inşaatları bombalandıysa bu seferkiler de aynı akıbeti yaşayacaktır, veya bu sevdadan vazgeçilecektir. Durum böyle olunca da Türkiye bu emperyalist çemberden kurtulup kendisi atom gücü haline gelebilir mi? Bizce bu ancak bugün hizmet ettikleri emperyalist güçlerin verecekleri onayla ilgilidir. Bu aynı zamanda bir alış-veriş meselesidir. Bu alış verişte halklarımızın hiçbir çıkarı yoktur. Diğer taraftan bugün atom santralinin tekniğinin emperyalistlerinbüyük güçlerin elinde olduğunu sorunla biraz ilintisi olan herkes çok iyi bilmektedir. Emperyalistler kendileri atom enerjisinden vazgeçerken, ellerindeki bir zamanlar masraf ettikleri “kapital”den bir daha su çıkarma çabaları işin ayrı bir yanıdır. Kendileri için demode olmuş, kendi halklarının tepkisini çekmiş bir tekniği kim alabilir, ancak kendilerine bağlı ülkeler. Bunun için de önce işin alt yapısı hazırlanmalı, tepkiler ölçülmeli vs. Bugün ülkemizde olan da budur. Kayıtsız kalındığı oranda yenilecek kazık da o kadar büyük olacaktır. Bugün ABD’de hiçbir eyalet atom çöplerinin-atıklarının kendi eyaletlerinde depolanmasını istemiyor. Bu konuda ABD emperyalist yönetimi zor durumda, bundan dolayı sürekli reaktör kapanmakta ve yenisi yapılmamaktadır. Avrupa’da 5 devletin atom santralinden vazgeçtiğini yukarıda aktardık. Hele bir de ülkemizin 1. dereceden deprem bölgesi olduğu nasıl gözardı edilebilir. Bunun için Enerji Bakanı Hilmi Güler bize “masal” anlatmasın, “biz de bu ülkede yaşıyoruz” demagojisi ve palavralarına ancak kendini emperyalistlere peşkeş çekenler inanır ve yutar. Deprem bölgesi riski sigortacı bulmayı imkansız kılar. 2000 yılındaki Marmara depremi felaketinde acıyı halklarımız yaşadı. Çileyi halklarımız çekti. Yıllarca aynı şeyler yazılıp çizilmesine rağmen yaşa-

dık. Atom felaketi depremle yaşanan felaketle asla karşılaştırılamaz. Bugün bizden çok daha güçlü ekonomiye sahip olanlar bu korkuyu yaşıyorsa, bizimki bile bile lades demektir. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın bir başka özelliği daha var. O da her zaman sıcak çatışmaların, bölgesel savaşların yoğun yaşandığı coğrafya. Bu coğrafyada atom santrali çok daha büyük riskler gündeme getirecektir. İşte Nazım Hikmet’in “Vatan Hainliği” dediği, budur. Halk düşmanlığı böyle bir kararın altına imza atmaktır. Bu çılgınlığa karşı durmak bu ülkede yaşayan her ferdin görevidir. Şimdiye kadar atom ile yaşamadıysak bundan sonra da yaşamaya hiç ihtiyacımız yoktur. Türkiye’de enerji açığı nasıl karşılanır? Evet fosil enerjilerin ömrü 5060 yıl, Uranyumun ömrü en iyi ihtimalle 140 yıl. Bir de bizde son dönemde ortaya atılan bir “toryum” hikayesi var ki, evlere şenlik. Güya 230 milyarlık dış borcumuzu 500 kez ödeyebilirmişiz, “bir çuval toryumla bütün Türkiye ısıtılabilir”miş (Prof. Dr. Kaya, 10.11.2002, Akşam). Henüz teknik olarak işlenmesi gündemde olmayan bu maddenin Türkiye’de bol miktarda olmasını enerji sorununun çözümü imiş gibi göstermek, göle maya çalmaya benziyor. Enerji Bakanı ise gururla kömürü yeniden gündeme getirdik diyor. Biz ise halklarımızın çıkarı için diyoruz ki; ülkemiz yenilenebilir enerji cennetidir. Coğrafyamızın bize sunduğu bu nimetten niçin doğru dürüst yararlanmayalım? Fosil ve atom enerjisi maliyeti sürekli artmaktadır. Yenilenebilir enerjiye yapılacak her türlü yatırım çocuklarımızın, torunlarımızın yaşamını kolaylaştıracak ve onlara sağlıklı bir dünya sunacaktır. Nedir yenilenebilir enerji: “Doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı”dır. Bunun aksine fosil yakıtlar ise bugün yakılıp biten bir dahaki güne birşey kalmayan maddelerden oluşan petrol-doğal gaz-kömür vb.dir. Bugün ülkemizde enerji kaynakları kullanımı bize:

Kaynaklar

Enerji TeraŞattSaat

%

Akarsular

35,7

41,4

Kömür

28,1

32,6

Doğalgaz

16,6

19,3

Petrol

5,8

6,7

sayılarını sunmaktadır. Burada dikkati çeken en önemli nokta, yenilenebilir enerji kullanımının, ki akarsulardan elde edilen enerji böyledir, %41,4 olduğudur. Bu

19


yaşam temellerini koruma mücadelesi

20

oldukça yüksek bir orandır. Fakat yeterli değildir. Eğer insan ve ülke çıkarları göz önüne alınırsa, örneğin planlanan 1200 MW’lık atom santrali yerine pekala bu miktarda enerji sağlanacak kaynaklar mevcuttur. Hidrolik (Su) Baraj: Bu noktada söylenecek en önemli şey; büyük barajlar yapıp ekolojik dengelerin bozulmasına ön ayak olunacağına, küçük barajlar ile nakil problemine de yardımcı olacak yolu seçmek çok daha akılcıdır. Hidrolik santraller, her ne kadar yenilenebilir enerji kaynağı olan suya dayalı santraller olarak, fosil yakıt veya atom enerjisi kullanımından sağlıklı ise de, bu gibi santrallerin de, ülkedeki iklimi altüst edecek, uzun vadede akar suları kurutup tüketecek boyutlarda olmaması olağanüstü önemlidir. Güneş enerjisi: Bir başka deyişle Solar-Termal enerjidir. Bu enerji güneş ışığının ayna düzeneklerine vurdurulması sonucu elde edilen 130 dereceye varan yüksek sıcaklığın su buharı aracılığıyla jeneratörleri çalıştırmasıdır. Bugün Akdeniz kıyılarımıza günde ortalama 5 Kilovat-saat/m2 enerji düşmektedir. Tüm ülke ele alındığında hesabı teknikcilere bırakalım. Yani Sinop’ta kurulması düşünülen 1200 MW’lık Atom Santralinin sağlayacağı enerjiyi 20.000 dönümlük bir alana kurulacak solar-termal sistemiyle sağlamak mümkündür. ABD Kaliforniya’da 350 MW’lık tesisler mevcuttur. Mısır bu konuda 150 MW’lık tesislerini her yıl kurmayı planlamıştır ve uygulamaktadır. Yunanistan bu yolda önemli adımlar atmaktadır. Elbette 1200 MW’lık tesisi Atom santrali gibi bir noktada kurmaya gerek yoktur. Bu parça parça yapıldığında nakildeki kayıplar da aza indirgenmiş olur. Bugünkü Türkiye sanayisinin bu tesisleri kurmaya hem teknik hem de fikri-işgücü imkanları mevcuttur. Güneş bedava- atık sorunu yok. Yeni iş alanı ve seri imalata geçildiğinde ister istemez fiyatlar da düşecektir. Yani hergün petrol fiyatları ne olacak derdi de yoktur. Ama anda kapitalistlerin- emperyalistlerin çıkarına pek uymamakla birlikte ne gariptir ki bu işin teknik gelişimini ve patentini de elinde tutan yine Shell, BP gibi büyük petrol tekelleridir. Bugün 7 milyar dolar olarak hesaplanan 1200 MW’lık atom santralinin nerdeyse yarı fiyatına Solar Termal tesisler kurmak mümkündür. Enerji bakanı, yenilenebilir enerji için kararlar çıkardıklarını anlatıyor, ama 4 saatlik “geyik” muhabbetinde tek kelime Solar/Güneş enerjisi söz konusu bile edilmiyor. Hem ısınmak hem de ışık elde etmek için bu yenilenebilir enerji kaynağı bir kaç milyar yıl daha ömrü olan bir kaynaktır. Rüzgar enerjisi: Yenilenebilir enerji kaynaklarından olan bu enerji için Ege ve Trakya bölgelerimiz arayıp ta bulamayacağı-

mız imkanlar sunmaktadır. Bu bölgelerde yıllık ortalama rüzgar hızı 6 m/s dir. Ege’de yaz ortalaması 8 m/ s’dir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde artık rüzgar parkı olarak adlandırılan alanlara rastlamak mümkün. 500 KW’lık bir rüzgar pervanesinin her türlü masrafı da dahil olmak koşuluyla fiyatı 600.000 Dolar civarındadır. Seri imal edildiğinde bu fiyat ister istemez düşer. Bu fiyatlarla Sinop’ta kurulmak istenen Atom tesisinin karşılığı 1200 MW’lık tesisten elde edilecek enerjiyi sağlaması için gerekli masrafların toplamı 2,2 Milyar Dolardır. Rüzgar enerjisi elde etme tekniğinin belirli bölümlerinin Türkiye’de yapılması imkanı mevcuttur. Bu da aynı zamanda yeni iş alanları demektir. Yukarda açı k lamaya ça lıştı k, önemli sorunlardan biri de Türkiye şu anda mevcut olan %30 nakil kayıplarının normal olan %6-8’e indirgenmesi için plan ve program yapılıp çalışılmasıdır. Bu yapılmadığı oranda eklenecek her türlü yeni tesisle kayıplar daha da fazlalaşacak. Enerji akacak Türk bakacaktır. (Bu bölümdeki sayısal bilgiler www.netdoktor.de’den alınmıştır.) Bio-Dizel: Bu enerji türü özellikle son dönemde geliştirilen dizel motorların biyolojik-bitkisel yakıt kullanmasıdır, gelişmektedir ve kükürt oranı % 0,001’dir. Çıkardığı eksoz gazı %50 azdır. Çıkardığı CO₂ normal bitkilerin çıkardığı kadardır. Toprakla karışmasından toprağa ve suya zararı tehlikeli boyutlarda değildir. Sözün kısası mevcut dizele karşı çevreci bir özelliktedir. Jeotermal: Yeraltında magma tabakasında artan sıcaklıkla yeraltı sularıyla ısınıp yeryüzüne çıkar. Bu özellikle deprem bölgelerinde sıklıkla rastlanan doğa olayıdır. Sıcak termal sularından elde edilen buharla jeneratör çalıştırmak artık teknik olarak mümkün hale gelmiştir. Bu tür enerji elde etmeye Türkiye yabancı değildir. DenizliKütahya ve İzmir’de bu yolla ısıtma ve elektrik üretimi yapılmaktadır. Bugün bu kaynaklardan elde edilen elektrik enerjisi 20 MW’lıktır, planlanan 2010 yılında 500, 2020 yılında 1000 MW kapasitesine ulaşmaktır. Bunun da 1 milyon 250 konutu ısıtma anlamına geleceği hesaplanmıştır bile. Birinci dereceden deprem bölgesi olmanın pozitif yanı da budur. Tabi kullanmasını bilmek gerekli. Bir başka önemli unsur da tasarruf. Her birey günde Vı saatlik enerji tasarufu ile milyonlarca kilovat-saat enerji tasaruf edileceğinin bilinci yaygınlaştırılmak zorundadır. Öte yandan deniz dalgalarından, med-cezir (gel- git) olayından, çöpten sağlanan metan gazı ve de kanalizasyon ısısından da ısı ve elektrik enerjisi elde etmek mümkün hale gelmiştir. Sözün kısası Türkiye’nin Atom

santraline ihtiyacı olmadığı gibi atom bombasına da hiç ihtiyacı yok. Tüm enerji kaynakları içinde hem toplumsal hem de çevre açısından ve hem de ekonomik açıdan en maliyetli olan atom santrallerini kurmak kolaydır belki ama onlardan kurtulmak çok zor. Bugün bu santrallere sahip olanlar nasıl kurtulacağım diye kara kara düşünmektedirler. Bir kez daha üstüne basarak vurguluyoruz, Türkiye’nin jeolojik yapısına bakıldığında Nükleer Santral kurmak halk larımıza ihanettir. Doğmamış bebelerimizin kaderiyle oynamaktır. Bizde o kadar yenilenebilir enerji kaynağı söz konusu olduğu halde bunları harekete geçirmek yerine kömürü-petrolü doğal gazı gündemde tutanlar insanlığa karşı sorumsuz, gözünü aşırı kar hırsı bürümüş sömürücülerdir. Kapalı kapılar ardında halklarımızın kaderi ile oynama hakkınız yoktur. Bu konuda mahalle mahalle, köy köy, kasaba kasaba tartışmalar yürütülmeli, kitleler aydınlatılmalı ve bunun sonucunda halklarımız bir REFERANDUM ile kendisi karar vermelidir. Devlet böyle bir referanduma-oylamaya taraftar

olmaz ise, devrimciler, sendikalar ve tüm sivil toplum örgütleri harekete geçip kendileri bu referandumu yapmalıdır. Devletten bağımsız şehirlerde-mahallelerde-köylerde kasabalarda sandıklar kurulup oy talep edilmelidir. Referanduma gidilmeli!! Özel halk oylaması yapılmalı. Öyle bir aydınlanma kampanyası südürülmeli ki, katılan insanlarımız atom lanetinin ne olduğunu kendi çevresine aktaracak bilgiyi edinebilsin. Sorunun ciddiyeti herkese kavratılmalı. Bizi aptal yerine koyanlara torunlarımızın geleceğini savunarak cevap vermeliyiz. Sinop hakim sınıfların taraflı tavırlarına rağmen atoma karşı tavır aldı. Turistik Sinop, Radyoaktif Sinop’a karşı “Nükleer Santral değil, rüzgar çiftlikleri istiyoruz” diyerek dikildi. Nükleer enerji lobilerine mesaj olarak “Nükleer sizin olsun, Sinop bizim” dediler ve yenilenebilir enerji taraftarı olduklarını dosta düşmana açıktan ilan ettiler. Yapılması gereken yapılıyor! Tüm nükleer santraller kapatılsın! Atom Öldürür! Doğa Güldürür! 15.07.2006  (bitti)

Küresel ısınmaya karşı miting yapıldı

T

üm dünyada “Küresel Isınmaya Karşı Küresel Direniş Günü” ilan edilen 4 Kasım 2006 günü İstanbul- Kadıköy’de bir miting yapıldı. Mitinge, nükleer karşıtı ve çevreci gruplardan KESK üyelerinden nükleer karşıtı bir grup kamu emekçisi, Sinop’ta Nükleer Santrale Hayır Platformu, KEG (Küresel Eylem Grubu), Green Peace v.b gruplar döviz, pankartlar ve Dünyayı yok etmeyi anlatan kuklalarla katılmışlardı. 20 milyona yakın insanın yaşadığı İstanbul’da yapılan bu eyleme çok az sayıda insanın (250- 300 civarında.) katılımı sadece o gün havanın çok soğuk ve yağışlı olmasıyla açıklanamaz. Bu mitinge bir grup anarşist ve kendine “anti- kapitalist” diyen siyasi çevre dışında hiçbir siyasi çevre bu eylemde yoktu. Bu durum devrimci çevrelerin dünya egemenleri tarafından yaşanamaz duruma getirilen doğaya sahip çıkma konusundaki duyarsızlığını da gösteriyordu. İçeriğine esas olarak reformist anlayışın damgasını vurduğu bu eyleme biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bir grup arkadaş katıldık. Eylemcilerin çoğunluğunun sık sık attığı “Yeni Bir Dünya Mümkün!” sloganın peşinden bizler de “Yeni Bir Dünya Mümkün, Sosyalizmle!, Kapitalizm Öldürür!, Ya Barbarlık Ya Sosyalizm!” v.b. şeklinde sloganlar atarak bu konudaki devrimci düşüncelerimizin propagandasını yaptık.Toplanma yerinden miting alanına kadar yürüyüş bo-

yunca “Rüzgar, Güneş Bize yeter!” en çok atılan sloganlardandı. Genç arkadaşlarımız, “Yeni Dünya Gençliği” adına çıkarmış oldukları “Nükleer Enerjiye, Nükleer Santrale Hayır!” başlıklı bildiriden dağıttılar. Gerek bildiriye, gerekse Küresel Eylem Grubunun çevre ile ilgili çıkarmış olduğu özel broşüre ilgi oldukça iyiydi. Miting alanında Tertip Komitesi adına yapılan k ısa konuşmada ba şta A BD ol ma k ü z ere t ü m emperyalistlerin savaşları, atom santralleri, atom denemeleri v.b. ile doğanın dengesini bozduğunu, karları için doğayı kirlettiklerini ve bu yüzden yerkürenin hızla ısındığını, son yıllarda dünyada yaşanan ve binlerce insanın canına mal olan milyarlarca dolar maddi kayba yol açan tsunami, sel, kuraklık v.b. doğa felaketlerinin bu ısınmadan kaynaklandığı açıklandı. Hızla ısınan yerküremizde önümüzdeki yıllarda buzul dağlarının erimesi sonucu denizlerin ve nehirlerin taşacağı daha büyük tsunami ve sel felaketlerinin yaşanacağı belirtildi. 8 ülkede aynı anda eylemliliklerin gerçekleştiği belirtilen basın açılamasında,Türkiye’de de son günlerde yaşanan sel felaketlerinin temel nedeninin küresel ısınma olduğunu vurgulayan konuşmacı herkesi doğaya sahip çıkma mücadelesine katılmaya çağırdı. Bir müzik grubunun çevre ile ilgili kısa dinletisinden sonra miting sona erdi. Kasım 2006 ✓


İzmir’de Ekim Devrimi bir panel ile anıldı

1

2 Kasım günü İzmir’de, Ada Kü lt ü r Merke zi ’nde , İş ç i Mücadelesi, Proleter Devrimci Köz, Yeni Dünya İçin Çağrı dergileri tarafından, Ekim Devriminin 89. yıldönümünde, “Ekim Devrimi ve Öğrettikleri” konulu ortak bir panel gerçekleştirildi. Panel duyurusu için el ilanı ve afiş çıkarıldı. İzmir’de geniş bir şekilde panelin propagandası yapıldı. Panel, komünizm uğrunda toprağa düşenler için yapılan saygı duruşu ile açıldı. Saygı duruşu sırasında Enternasyonal marşının ilk kıtası okundu. İlk konuşmayı İşçi Mücadelesi yaptı. İşçi Mücadelesi adına konuşan arkadaş konuşmasında; “Troçki’nin Sürekli Devrim anlayışını” anlattı. “Troçki’nin Sürekli Devrim teorisi ile Lenin’i tamamladığını, Troçki’nin işçi iktidarı konusunda daha net olduğunu, Ekim devrimi ile işçi iktidarının gerçekleştiğini, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin bürokratik devlete dönüştüğünü, Stalin’in milliyetçi, Troçki’nin enternasyonalist olduğunu, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin olmadığını, çünkü sosyalizmde, meta üretimi, değer yasası ve devletin olmadığını” savundu. İ k i n c i k o nu ş m ay ı P r o l e t e r Dev r i mci Köz yapt ı. Proleter Devrimci Köz adına konuşan arkadaş konuşmasında; “Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi stratejisinin İki Taktik’te belirlenen strateji ile aynı olduğunu, Bolşevik Partinin devrim aşamaları bağlamında belirlediği siyasetin gerçekleştiğini, burjuva demokratik devrime burjuvazinin mi, proletaryanın mı önderlik etmesi gerektiği noktasında, Menşeviklerle yürütülen tartışmayı aktararak, bu tartışmanın Şubat Devriminden sonra Kamanev ile sürdürüldüğünü, Şubat Devriminden sonra Bolşevik Partinin yönünü tayin etmede yalpaladığını, bu yalpalamaya Lenin’in son verdiğini, Bolşevik Parti gibi devrimci bir parti olmadan Ekim Devriminin başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını” anlattı. Üçüncü konuşmayı Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi yaptı. Yeni Dünya için Çağrı adına konuşan arkadaş konuşmasında; “Ekim Devriminin genel geçerliliğe sahip olan kimi derslerini anlattı.Yoksul köylülüğün nüfusun önemli bir bölümünü oluşturduğu ülkelerde, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü ittifakı olmadan devrimin başarıya ulaşamayacağını, Lenin’in kesintisiz devrim teorisini savunduğunu, bu teorinin demokratik devrimde işçi sınıfının köylülükle birlikte demokratik devrimi yapacağı, işçilerin köylülerin devrimci demokratik iktidarı sırasında, sınıf mücadelesinin sürdürülerek, işçi sınıfının yoksul köylülükle, yarı-proletarya ile sosyalist devrime yürüye-

ceği, proletarya diktatörlüğünün kurulacağı anlamına geldiğini, Lenin’in Troçkist Sürekli Devrim anlayışını eleştirdiğini, Ekim Devrimi ile işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün iktidara geldiğini, iktidarın sadece işçi iktidarı olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu, emperyalizm döneminde

C

devrimin zayıf halkada gerçekleşeceğini, Ekim Devriminin bunu ispatladığını, Ekim Devriminin ulusal sorunun çözümünün işçi sınıfı önderliğinde bir devrim sorunu olduğunu gösterdiğini, proletaryanın sınıf olarak devrime önderlik edebilmesinin ancak Bolşevik tipte bir parti

ile mümkün olduğunu gösterdiğini” anlattı. Dinleyicilerin soru ve görüşlerini ifade etme bölümüne geçildi. Bu bölümde dinleyiciler panelistlere sorular sordular. Kendi görüşlerini ifade ettiler. Kimi dinleyiciler sorularını yazılı olarak panelistlere ilettiler. Yapılan aradan sonra, son sözler bölümüne geçildi. İlk konuşmayı Yeni Dünya İçin Çağrı yaptı. Yeni Dünya İçin Çağrı adına konuşan arkadaş; dinleyicilerin kendisine sorduğu sorulara, zaman dahilinde ancak bir bölümüne cevap verdi. “Demokratik devrimi savunanların, burjuvazinin önderliğini savunduğu eleştirisine karşı, olgunun bu olmadığını, demokratik devrimin işçi sınıfı önderliğinde olacağı, köylülükle ittifak kurulacağı, köylülüğün rolünün Troçkistler tarafından yadsındığı için bu iki şeyin birbirine karıştırıldığını aktardı. Şubat Devrimi

Sermaye sınıfı kan ve can üzerinden palazlanıyor...

oğrafyamızda olduğu gibi, dünyanın bir çok başka ülkesinde de çalışan insanların sermaye için pek fazla bir değeri yok. Sermaye sahipleri için tek hedef, ellerindeki sermayelerini işçilerin emeklerini mümkün olduğunca ucuza satın alarak karlarını en yüksek noktaya doğru taşımaktır. Bu süreçte işçinin sağlığı çok önemli değildir. Azami karı elde etmek için patron elinden geldiği kadar da işçi sağlığı ve iş güvenliğine para ayırmamaya ve işçinin en tehlikeli koşullarda çalışmasını zoraki de olsa sağlamaya çalışmaktadır. Sermaye sınıfı bunu en rahat bir şekilde işçi sınıfının örgütlü olmadığı işyerlerinde yapabilmektedir. Bu dünyanın her tarafında böyledir. Daha yakın zamanda Bursa’ya yakın bir yerde tam da bir yılbaşı akşamında çalışan kadınların çıkan yangın sonucu hayatlarını kaybetmesinde gördüğümüz acı tabloyu, başka ülkelerde de görmekteyiz. Çok fazla bilinmese de kısaca Bangladeş’te yakın zamanda yaşanan bazı acı olaylar hakkında bilgi vermek istiyoruz. 2006 yılının başlarında ardı ardına çıkan fabrika yangınlarında ve fabrika binasının çökmesinde çok sayıda işçi hayatını kaybetmiş, yüzlerce işçi de yaralanmıştır. Bazı örnekler: - Chittagon’da 23 Şubat’ta bir tekstil fabrikasında çıkan yangında 64 işçi ölmüş, 100’ün üzerinde işçi yaralanmış. Ölenler arasında çocuk yaşta işçiler de bulunmaktadır.

Patronun güvenlikçileri işçilerin yaşamını ürünlerin çalınmasını engellemeye tercih etmişlerdir. Bu kadar vahşet ancak sermaye sisteminin bir ürünü olabilir. - Dakka’da Phönix fabrikasında konfeksiyon ürünlerinin üretimi sırasında 26 Şubat’ta binanın çökmesi sonucu 20’nin üzerinde işçi hayatını kaybetmiş, 50’nin üzerinde de yaralı var. - Chittagong’da bir fabrikadaki patlama sonucu 60’a yakın işçi yaralanmıştır. - Yine bir dizi giyim fabrikasında meydana gelen kazalar sonucu 90 civarında işçi ölmüş ve 300’e yakın işçi de yaralanmıştır. Aslında bunlar kaza değil, sermayenin aşırı kar hırsıyla alması gereken zorunlu önlemleri almadığı için meydana gelen katliamlardır. 2500 civarındaki tekstil fabrikalarının olduğu bölge bir ucuz iş gücü cenneti olduğu kadar, her gün ortaya çıkan sorunlar karşısında binlerce işçinin eylemlerle sermayenin yüreğine korku saldığı için de bir umut kaynağıdır. 1, 8 m i lyon i şçi n i n ç a l ı şt ığ ı Bangladeş’te çalışanların önemli bir bölümü kadın işçiler (yaklaşık yüzde 80) ve bunların geneli de 30 yaş grubunun içerisinde. Yüksek çalışma temposu, günde 14-16 saat arasında çalışma ancak genç yaştaki insanların dayanabileceği bir çalışma ortamıdır. Genç işçilerin emek gücünü kısa zamanda en rasyonel şekilde kullanma ve bu genç insanların enerjilerini tüketerek çalışma hayatının dışına itme genel bir ahlaki yapıdır kapitalistlerde. Onlar için 30 yaşından sonra bu insanların

sokağa atılması sonucunda ne olacağı çok önemli olmamaktadır. 22-23 Mayıs tarihleri arasında işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi için talepler öne sürdüler. Bu talepler içerisinde ücretlerin arttırılması ve hafta sonu tatili öne çıkmaktadır. Bunun için yapılan eylemlere polisin saldırması sonucu bir işçi öldü. Bu olay sonucunda meydana gelen eylemlerde polisle çıkan çatışmalarda 100’ün üzerinde işçi yaralandı. Bu eylemler sırasında 300 civarında fabrika ve bir o kadar da araç ateşe verildi. Eylemler bir çok şehire yayıldı. Bangladeş’te yürütülen mücadele, sermayenin uluslararası alanda sürdürdüğü saldırıların sessiz sedasız bir şekilde sineye çekilmediğini, buna karşı can bedeli mücadelenin verildiğini de göstermektedir. Bu mücadele içerisinde gerçek sınıf partisinin yaratılması gündeme getirilecektir. Ancak o zaman daha koordineli, bilinçli bir mücadelenin öznesi yaratılmış olacaktır. Ancak sınıf partisi işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı doğru temelde yürütülen mücadelesini koordine edecek ve sınıfın iktidarı ele geçirmesi hedefine doğru emin adımlarla yaklaştıracaktır. Bangladeşli sınıf kardeşlerimizin mücadelesi bizim ortak mücadelemizdir. Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Birliği! YDİ Çağrı okuru 19.11.2006 

21


okuyucu mektubu ile değişenin ne olduğunu Lenin’den yaptığı bir alıntı ile aktardı. Şubat Devriminin sadece Çarlık iktidarını yıktığını, geri kalan burjuva devriminin görevlerini, Ekim Devrimin geçerken çözdüğünü anlattı. Sürekli Devrim teorisine neden karşı olunduğunu, Lenin’den yapılan iki alıntı ile birlikte anlattı. Troçki’nin köylülüğün demokratik devrimde oynayacağı devrimci rolü görmediğini, köylülüğün rolünün Troçki tarafından yadsındığını, Troçki için köylülük diye bir sınıfın olmadığı, bu tavrın demokratik devrimi imkansız kılma tavrı ile bir olduğunu, bir ülkede sosyalizmin olamayacağı, sosyalizmin olabilmesi için ileri emperyalist ülkelerde devrimin olması gerektiği düşüncesinin yanlış olduğunu, bu iki düşüncenin Sürekli Devrim teorisinin temel ayakları olduğunu, bu teorinin yanlış bir teori olduğunu” anlattı. İkinci konuşmayı Proleter Devrimci Köz yaptı. Proleter Devrimci Köz adına konuşan arkadaş yaptığı konuşmada; “Sosyo ekonomik bakış açısıyla devrim aşamasına yaklaşıldığını, İki Taktik’te, Nisan Tezleri’nde, olan devrim aşamasının gerçekleştiğini, devrim, devrim aşamaları konusunda kafa karışıklığı olduğunu, kendilerinin Sürekli Devrim anlayışını savunmadıklarını, eleştirdiklerini, Ekim Devriminin ulusal sorunu çözüm yönteminin bilince çıkarılması gerektiğini, Filistin, Kürdistan konusunda kısaca kendi düşüncelerini aktardı.” Üçüncü konuşmayı İşçi Mücadelesi yaptı. İşçi Mücadelesi adına kanuşan arkadaş yaptığı konuşmada; “Troçki’nin işçi-köylü ittifakını savunduğunu, Troçki’nin köylülüğün rolünü küçümsemediğini, tek ülkede sosyalizm teorisi ile bürokratizmin çıkarının savunulduğunu, Troçki’nin proleter dünya devrimini savunarak bürokrasiyi reddettiğini, Troçki’de parti kuramının olmadığını, Lenin’de parti kuramı olduğunu, tek ülkede devrimin olabileceğini, işçi iktidarı olabileceğini, sosyalizmin zaferi için dünya devriminin gerekli olduğunu” anlattı. Panele 55 kişi katıldı. İşçi Mücadelesi adına konuşan arkadaşın yaptığı konuşmalarda, Troçki ismini sık sık vurgulaması, Stalin’e yönelik kimi eleştiriler getirmesi, panel havasının olumsuz anlamda değişmesine zemin sundu. Bu eksikliğe, olumsuzluğa rağmen, panel planlandığı gibi genel olarak olumlu geçti. Pa nel; çı k ış nokta la rı fa rk lı olan, referansları farklı olan, Ekim Devriminden değişik dersler çıkaran, üç derginin yan yana gelerek, bir paneli ortak örgütleyerek, aynı ortam içerisinde, gayet olgun bir şekilde tartışmalarının mümkün olduğunu gösterdi. Gelecekte de bu tür panellerin yapılması yararlı olacaktır. 22

13 Kasım 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓

Baskı ve sömürü son bulacak!

Vİ-KO’da zafer mücadele eden işçilerin olacak!

B

izler Samandıra’da bulunan ve elektrik malzemeleri üreten Vİ-KO’dan bir süre önce atılan işçileriz. Atılma nedenimiz ise Vİ-KO’daki kölece çalışma koşullarına boyun eğmememiz, bu koşulları değiştirmek için birlik olmak, sendikalaşmak istememiz. Birçoğumuz daha çocuk denecek yaşlarda Vİ-KO’da çalışmaya başladık. İlk işe girdiğimizde bizlere “Vİ-KO’da çalışmak ayrıcalıktır!” demişlerdi ve bizler de inanmıştık. Dışarıdan bakıldığında her şey çok güzeldi. Ücretler düzenli ödeniyordu, sigortalar yatırılıyordu. Hele bir de birkaç ay önce taşındığımız fabrikaya dışarıdan bakanlar için, Vİ-KO bir cennetti. Ama çok geçmeden orasının bizim için nasıl bir cehennem olduğunu anlamış olduk. Dediğimiz gibi, birçoğumuz çocuk yaşlarda çalışmaya başladık. Anlaştıkları bir ilköğretim okulu var. Oradan mezun olan öğrencileri kalfalık belgesi vaatleri ile işe alıyor, çırak adı altında çalıştırıyorlar. Normal işçi ile aynı işi yapan çıraklar 225 YTL ücret ile çalışıyorlar. Üstelik sigorta primleri de daha düşük. Yasalarda çırak olarak çalışabilecek işçi sayısı gündüz vardiyasında çalışan işçi sayısının %10’u ile sınırlı iken, orada bunun çok üzerinde, 6065 civarında çırak çalışıyor. Böylece de kârlarına kâr katıyorlar. Üstelik çıraklara çok daha kolay hükmedebiliyor, onları çok daha kolay eziyorlar. Okul günlerinde izinli olmaları gerekirken okul müdürü ile anlaşarak öğretmeni getirmiyor, çalıştırmaya

devam ediyorlar. Birçoğumuz 18-20 yaş civarındayız. Erkek olanlarımız askere gidiyor, bayan olanlarımız evlenip işten çıkıyor. Çocuk yaşımızı fırsat bilip bizleri diledikleri gibi sömürüyorlar. En azından öyle yapmayı hedefliyorlar. Ücret ve sigorta dışında en ufak bir sosyal hakkımız yok. Verdikleri ücretler de asgari ücret. 8-10 yıllık bir işçi bile 400-450 YTL civarında bir ücret alıyor. Biz elimizdeki üç kuruşla geçinmeye çalışırken, onlar sırtımızdan kazandıkları trilyonlarla sefahat sürüyorlar. Belki bunlar her işyerinde olan şeyler diyeceksiniz. Ama biz böyle olmaması gerektiğini biliyoruz. Ve Vİ-KO’da daha da fazlası var. Çocukluğumuzu fırsat bilerek bizi ezmek için her türlü yolu kullanıyorlar. Baskılar, hakaretler, aşağılamalar birbirini izliyor. Takım şefleri, amirler, en ufak olayda verilen durum bildirim raporları ile sürekli baskı altında tutuluyoruz. İşyeri hekimi vizite vermekten kaçarken, iş kazalarında masraflar biz işçilerden kesilirken, işyerindeki sözde psikolog ile bizlere komuta etmeye çalışıyorlar. Psikolog bize yardımcı olmayı değil, patrona itaat etmemizi sağlamayı, rahatsızlıklarımızı ispiyon etmeyi düşünüyor. Sanki azılı birer katilmişiz gibi hepimizin dosyaları tutuluyor, parmak izlerimiz alınıyor, yer yer patronun adamları tarafından takip ediliyoruz. İşte tüm bunlara bir son vermek için, insanca yaşayabilmek ve çalışabilmek için birkaç ay öncesinde harekete geçtik. Biz birlik olamadığımız

için istedikleri gibi davranabiliyorlardı, bunu değiştirmenin tek yolu örgütlenmekti. İstediğimiz insanca bir yaşamdı. İstediğimiz onurumuzun ayaklar altına alınmasına engel olmaktı. Bunun için anayasal hakkımızı kullanmak, sendikalaşmak istedik. Çalışmanın belli bir evresinde patron çalışmadan haberdar oldu. Önce hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandı. “Aile birliğimizi bozmak isteyenler var. Aldanmayın!” dedi. Bu nasıl bir aile ise biz hep açtık, onlar istedikleri gibi yaşıyorlardı. İşin ciddiyetini anladıklarında azgınca bir saldırı başlattılar. Telafi çalışmasını yaptığımız bir gün hepimizi işe çağırarak sorgulamaya başladılar. Önce bant bant sorguladılar. Kimlerin bu işin içinde olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bazı arkadaşlarımızı teker teker odalara çekerek sorguladılar. Bir kısmımızın ise evlerine kadar geldiler, tehdit ettiler, gecenin bir yarısı fabrikaya götürüp sorguladılar. Baskılar, tehditler sökmeyince sendikaları kötülemeye başladılar. Çalışmayı yürüten arkadaşlarımızı karalamaya yeltendiler. Bizleri öylesine düşünüyorlardı ki böylesine “kötü” bir yola girmemize engel olmaya çalışıyorlardı. Aileye ihanet ettiğimizi söyleyerek duygu sömürüsü yaptılar. Dini duygularımızı istismar ederek Kuran’a el basmamızı istediler. Evlerimize kadar gelerek ailelerimizi baskı altına almaya, bizlere engel olmalarını sağlamaya çalıştılar. Bizleri işyerinin tuvaletine götürerek tuvalet kağıdı bile verdiklerini söyle-


diler, bir kez daha onlara ihanet ettiğimizi iddia ettiler. Cep telefonlarımıza el koydular, tuvaletleri kilitlediler. Söylediklerine göre ellerinde liste vardı, her şeyi biliyorlardı. Ama nedense her sorguda isimleri istediler, onlara ajanlık yapmamızı, arkadaşlarımıza ihanet etmemizi istediler. Tüm bu baskılar halen devam ediyor. Bunlar olurken bir kısmımız ise parça parça işten çıkartıldık. Güya performansımız düşüktü, güya işyerinde mutsuzduk. Türlü türlü bahaneler uydurdular. Ama her defasında gerçek nedeni gözler önüne seriyorlardı. Bizlerin birlik olmasından, örgütlenmesinden ölesiye korkuyorlardı. Bunun için gecenin 3’ünde ve bayram günlerinde pijamalarıyla işyerine geldiler. İşten çıkartırken bile baskılar ve hakaretler eksilmedi. Önlerimize önce istifa mektuplarını koydular, kabul etmeyince hep bir ağızdan hakaretlere başladılar. Fiziksel özelliklerimizi aşağıladılar, medeni cesaretimizi kırmaya çalıştılar. İstedikleri onlara boyun eğmemiz, teslim olmamızdı. Onları asıl delirten de bu. Sorguya çekilen arkadaşlarımız arkadaşlarına ihanet etmeyeceğini söyledikçe daha fazla delirdiler. Ve onlar da biliyorlar ki Vİ-KO’da bir tohum ekildi. Onlar her ne kadar dallarımızı kırmaya çalışsalar da başaramayacaklar. Onlar sömürmeye devam ettikçe biz başkaldırmaya devam edeceğiz. Ve bizler Vİ-KO’dan atılan işçiler olarak her zaman halen Vİ-KO’da çalışmakta olan arkadaşlarımızın, onların mücadelesinin yanında olacağız. İşten atılan Vİ-KO işçileri 

“Barış İçin Akdeniz Girişimi Sonuç Bildirgesi” yayınlandı PKK’nin en son ilan ettiği ateşkesten bu yana bölgede operasyonlar tüm hızıyla sürüyor. Devletin bu politikasına karşı burjuvazinin bir kesimi, özellikle liberal burjuvazi “bazı demokratik hakların verilerek” bu sorunun çözümü yönünde tavır takınmaktadır. Liberal burjuvazinin bu tavrı, Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu, ona saygı duyduğu için değil, tamamen kendi ekonomik ve siyasi kaygılarından dolayıdır. Bu bölgede savaşın sürmesi demek, burjuvazi açısından uluslar arası alanda daha fazla tecrit demektir. Onun için de bu sorun çözülmelidir. Bunun karşısında esas iktidar olan ordu eksenli Kemalist burjuvazi ise, önemli ölçüde sarsılan iktidarını bu kesime kaptırmamak için bu savaşı her ne pahasına olursa olsun yürütmekten yanadır. PKK’nin tek taraflı ateşkesine ve bazı aydınlar ile, sivil toplum örgütlerinin barış çağrılarına rağmen bölgede operasyonlar tüm hızıyla sürüyor. PKK’nin ateşkes ilanı sonrasında, bazı aydınların katılımı ile Kürt cephesinden barış çağrıları daha da yoğunlaşarak gelmeye başladı. Son olarak aralarında Şair Şükrü Erbaş, Adil Okay, Eğitim–Sen Adana Şube Başkanı Güven Boğa, Emep Mersin İl Başkanı Gürsel Sığınır, İHD Mersin Şube Başkanı Celal Savunur ve Mersin Akdeniz Belediye Eski Başkanı Fazıl Türk’ün de aralarında bulunduğu 42 aydının girişimi ile oluşturulan “BARIŞ İÇİN A K DEN İ Z Gİ R İŞİ M İ SON UÇ

Tez-Koop-İş Sendikası Diyarbakır Şubesinin 8. Olağan Kongresi yapıldı

T

ez-Koop-İş Diyarbakır Şubesi olağan 8. kongresini gerçekleştirdi. Malabadi Otel konferans salonunda gerçekleşen kongreye çok sayıda sendika temsilcisi, çoğunluğu Tez-Koop-İş üyesi olan şube ve genel merkez yöneticileri ve genel başkan Sadık Özben katıldı. Salonda “Herkese iş, parasız eğitim ve güvenli gelecek!”, “Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın!” vb. hak talepleri vardı. Tabii ki bu talepler belirli bir mücadeleyle kısmen de olsa alınabilecek taleplerdi. Divan seçiminde S. Özben ile birlikte 5 kişi önerildi ve kabul edildi. Divan seçiminden sonra gündem maddeleri sunuldu. Saygı duruşundan sonra şube başkanı M. Adem Can kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasına bölgede yaşanan sel felaketine değinerek ve hükümetin kayıtsız kalmasını eleştirerek başladı. ABD’deki 11 Eylül saldırısı ve sonrasındaki ABD işgallerini eleştirdi. Bölgede “ABD

jandarmalığını yapan İsrail’in gelinen noktada yıprandığı noktada Birleşmiş Milletler ve NATO üyesi ülkelere gelin siz de görev yapın. Bu noktada 1 Mart tezkeresinde sınıfta kalan hükümete de bu işi sorunsuz halledin, Ortadoğudaki çıkarlarımız için siz de yer alın” vb. eleştirilerle hükümeti eleştirdi. “1473 sayılı yasa ile kazanılmış haklarımız 4857 sayılı yasayla “iş güvencesi” kaldırılmış. Emeklilik hakkımız elimizden alınmakta ve elimizdeki en son hak olan kıdem tazminatı da mücadele etmez eski tavrımızı sürdürürsek elimizden alınacak. Bu yıldan sonra sigortalı olanlar artık emekli olmaları hayal olacak.” dedi. Tez-Koop-İş Başkanı Sadık Özben; “Bu yılın başında 300 milyar dolar olan dış borcumuz bugün 360 milyar dolar olmuştur. Özelleştirmeler sonunda elde edilen gelirler peşkeş çekilmiş, bu anlamda özelleştirilen bazı kurumlardan geri adım atılmak

BİLDİRGESİ” yayınlandı. Bildirgeyi yayınlayanlar, 1 Temmuz 2006 tarihinde Mersin Ticaret ve Sanayi Odasında bir araya gelerek bir basın açıklaması ile bildirgeyi duyurdular. Bu sonuç bildirgesinde “Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğu, bu soruna ilişkin kalıcı bir barışın sağlanması ve demokratik yöntemlerle çözülmesi” gerektiği noktasına vurgu yapıldı. “Çatışmanın, kanın ve gözyaşının Kürt sorununun çözümüne katkı sağlamayacağını” belirten girişimciler Kürt sorunun çözümünde kendi alternatiflerini de ortaya koyuyorlar. Ortaya konulan alternatifler şunlar; — Özgürce tartışma ortamının yaratılması, — Özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması, — Anadilde eğitim hakkı, — Koruculuk sisteminin kaldırılması ve göç ettirilenlerin geri dönüşünün sağlanması, — Devlet bu sorunun çözümüme yönelik proje geliştirmeli ve diyalog yöntemini esas almalıdır, — Ayrımsız siyasi genel af. Özetleyerek sunduğumuz bu öneriler ile girişimciler; “çalışmalarını; İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır, Samsun toplantılarında ortaya çıkan girişim ve inisiyatiflerle birleştirecek ve barış mücadelesini süreğen bir mücadeleye dönüştürecektir” diyerek barış için mücadeleyi “süreğen” kılmaya çalışacaklarını söylüyorlar. Biz önce özetleyerek ortaya koyduğumuz bu önerilerin yalnızca Kürt ulusal hareketi ile değil, aynı za-

manda Türkiye’de gelişecek olan ve Kürt ulusunun ulusal haklarına sahip çıkan güçlü bir sınıf mücadelesi ile mümkün olacağını düşünüyoruz. Bu temelde mücadele tüm komünistlerin, devrimcilerin görevi olmak zorundadır. Türk işçi ve emekçileri arasında Kürt ulusuna karşı yürütülen, ırkçı, şoven düşüncelere ve uygulamalara karşı sistemli bir mücadele yürütülmek zorundadır. Bu mücadele proleter enternasyonalizminin olmazsa olmaz ön şartıdır. Bizim yazımızda da ortaya koyduğumuz genel taleplerle bir sorunumuz yoktur. Tam tersine her devrimci demokratın savunması gereken taleplerdir bu talepler. Bizim sorunumuz “kalıcı bir barışın sağlanması”nın kapitalizmin doğasına aykırı olmasıdır. Kapitalizm ancak, milliyetçilik zehiri ile halkları bir birine düşman edip savaştırarak ayakta durabilir. Kapitalizm koşullarında “kalıcı bir barış”tan söz etmek, kapitalizmi ezilenlere barış içerisinde yaşanabilir bir sistem olarak göstermenin ötesinde bir şey değildir. Bu nedenle barış için mücadelede, belirttiğimiz ilkeler bilinçte tutulmak zorundadır. Sermayenin egemenliği koşullarında kalıcı barıştan bahsedilemez. Kalıcı barış ve Kürt ulusunun gerçek özgürlüğü ancak sermayenin egemenliğinin devrimle alaşağı edilmesiyle mümkündür.

suretiyle vazgeçmişlerdir. Örneğin et-balık kurumları. Bugünkü durum üç konfederasyonu kaldıracak bir durum değildir. Ben kendi adıma başkanlık da dahil olmak üzere fedakarlık yapmaya hazırım, yeter ki konfederasyonlar birleşsin. Bu durum memur sendikalarında da böyledir. Bu anlamda sınıfın mücadelesi parçalanmakta, hak almak ta zorlaşmakta.” dedi. Konuşmasının bir kısmını “laik ve laik olmayanlar” noktasında hükümete eleştiri yönelterek devam etti. Türk-İş adına özeleştiri veren Özben sendika olarak özelleştirmelere ve diğer sınıfın çıkarına olacak mücadelelerde “yeterli bir mücadele yürütmediğimiz bir gerçek”, bundan sonra bu konuda her türlü mücadeleyi vereceklerini belirtti. Bu sözlerini ne kadar tutacaklarını da zaman belirler.(bn) Sendika olarak işçilere yönelik eğitim hedeflerinden sapmayacaklarını belirtti. “Buraya gelmeden önce çalışma bakanıyla görüştüm, geçici işçiler sorununu bakanın bana dediği bu. Ama yarın kararlarını değiştirirlerse bilemem. Bizim çalışmamız şu an “tüm altı aylık süre içinde görev

alan işçilere kadro verilmesidir.” “Üç aylık çalışanların durumu üzerinde de durmaktayım, o konuda da hükümeti sıkıştırmak için elimizden geleni yapacağız.” dedi. Özben Avrupa Birliği konusunda “daha önce taraftık, şimdi ülkemizin çıkarı için bu birliğe karşı olduğumuzu (sendika içinde görüş ayrılığı olsa da) belirtmek istiyorum.” Türk-İş bölge temsilcisi aldığı söz hakkını; barış ve kardeşlik noktasına değinerek kullandı. Sendikalarına yönelttiği eleştiride “daha önce özelleştirmelerin şurasına burasına karşı olan sendikamız bu konuda net tavrını koymalı ve her türlü özelleştirmelerin karşısında mücadele vereceğini beyan etmelidir. Toplu sözleşmeler için daha aktif mücadele yürütmelidir, pratik böyle değil onun için gücümüzü önceden mücadele içine çekmeliyiz.” Başkan M. Adem Can tek liste olarak seçime girdi ve kazandı. Yaklaşık 250 kişinin katıldığı kongre beklendiği gibi sonuçlandı.

24 Kasım 2006 ✓

Bir YDİ Çağrı okuru, Diyarbakır 

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.