AYLIK S‹YAS‹ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tifltekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kad›n ve erkek iflçiler! Zincirlerinizden baflka kaybedecek birfleyiniz yok! Kazanaca¤›n›z yeni bir dünya var!
Ocak 2006/1 • F‹YATI 2 YTL (KDV DAH‹L) • ISSN 1302-692X96
✘
içindekiler - editörden
Editörden... Değerli Okuyucu, yeni bir yıla girerken yeni bir sayımızla yine sizlerleyiz. Geçen yılın sonlarında dergimize adeta ceza yağdı. Ermeni Soykırımına ilişkin yazımız nedeniyle yazarımız Erkan Akay'a 1 yıl hapis cezası verildi, cezası para cezasına çevrilmedi. Sorumlu yazıişleri müdürümüze dört ayrı yazıdan 1 yıl hapis cezası ve 9.000 YTL para cezası verildi. Daha önce 159. maddeden verilen cezalar şimdi yeni TCK'ya göre 301. maddeden veriliyor. Yani "düşünce suçu" olarak tanımlanan cezalar bunlar. AB'ne girmek için can atan, bunun için de üstüste demokratikleşme paketlerini jet hızıyla çıkaran bir Türkiye'de, devleti ve hükümeti eleştirmek ağır para cezalarıyla ve evet hapis cezasıyla cezalandırılmaya devam ediyor! Kuşkusuz bu tür cezalar sadece bizim dergimize verilmiyor, düzene muhalif olan veya düzene bir eleştirisi olan tüm kesimler, kurumlar ve kişiler bu cezadan nasibini alıyor. Serbest düşüncenin üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor 301. madde. Amaçları düzenlerinde en küçük bir değişikliğe yol açabilecek her türlü düşünceyi susturmak, sindirmek. Bunun anlamı: Ya bu düzeni seveceksin, ya da terkedeceksin! Bu faşist sistemden en çok zarar gören muhalif kesim kuşkusuz devrimci basın ve kurumlardır. Devrimcilere bir yandan yasal cezalandırmalar uygulanırken, yasalarda yer almayan cezalandırmalar da uygulanabiliyor. Güpegündüz
İçindekiler kaçırmalar, tecavüzler vb. bunun bazı örnekleridir. Veya Kürt halkına reva görülen Şemdinli benzeri "derin devlet" terörü buna örnektir. Devrimci ve demokrat kesime uygulanan bu saldırılara ister "çirkin", ister "kirli" diyelim, ne ad verirsek verelim, ancak şunu bilmemiz gerekiyor ki kapitalist sömürü çarkı üzerine kurulu bir sistemde bunlar her zaman "olağan" olacaktır. Kapitalizme ve onun baskılarına karşı mücadelenin geliştiği her yerde egemenler bu mücadeleyi ezmek için her türlü araca başvurmaktan çekinmeyeceklerdir.
GÜNDEM Uyuyan dev uyan! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 2005’in izleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Bir elin nesi var? Avrupa Birliği’nin sesi var! . . . . . . . . . . . . . . . 7
***
YENİ KADIN DÜNYASI Kadın hakları bahane, erkeklerin iktidar dalaşına kadınlar malzeme… . . 13 S. A.’ya saldırı devrimci mücadelemize saldırıdır! . . . . . . . . . . . . 14 Kadına Yönelik Şiddete Karşı etkinlik…. . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Bu sayımızda yine çok sayıda işçi yazılarına yer verdik. Başyazımızda yeni yıla girerken "uyuyan deve" seslendik. Yine yeni yıla girerken "eski" yılın kimi öne çıkan gelişmelerinin bir dökümünü yaptık. Avrupa Birliği yazımızda AB'nin nasıl bir birlik olduğunu ele aldık. Panorama bölümünde Afganistan'daki "sınırsız özgürlüğün" nasıl bir özgürlük olduğunu irdeledik, Venezuela'daki gelişmelerin devrim ve sosyalizm olarak değerlendirilmesini tartıştık ve Kıbrıs'lı arkadaşlarımızın ABD'nin işkenceci yüzünü teşhir eden yazısını yayınladık. Dünya Komünist Hareketinin Tarihinden bölümünde büyük bir ilgiyle okuyacağınız "Spartaküs Ayaklanması" yazılarını bulacaksınız. Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle! Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 29 Aralık 2005
YENİ İŞÇİ DÜNYASI 17 Aralık Ankara Mitingi . . . . . . . . . . . . . . . Serna-Seral Tekstil Fabrikası İşçilerinin Grevi Sürüyor! . Asgari ücrette danışıklı dövüşe devam (mı?) . . . . . Bir öneri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Cevahir Deri’de işçiler direniyor... . . . . . . . . . . . ÇİMSATAŞ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
. . . . . .
9 9 10 11 12 12
PANORAMA AFGANİSTAN: “Sınırsız özgürlük” harekâtının süresiz savaşı… . . . . . . 15 VENEZUELA: Seçimleri kazanan kim? . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 ABD: ABD’nin İşkence Tarihi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Alt-üst kimlik” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİNİN TARİHİNDEN Spartakus Ayaklanması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Herşeye rağmen! KARL LIEBKNECHT . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Berlin’de düzen hüküm sürüyor… ROSA LUXEMBURG . . . . . . . . . 24 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Ulusal sorun üzerine Lenin’den güncel bir yorum! . . . . . . . . . . . 24 YAŞAM TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ BM-İklim Konferansı yapıldı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 OKUYUCU MEKTUPLARI Derin Devlet Antalya’da Protesto Edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . 26 19 Aralık katliamının hesabı faşist devletten devrimle sorulacak . . . . . 26 Mersin Demokrasi Platformu’nun Basın Açıklaması . . . . . . . . . . . 26 BASINA Gazetemizin sorumlu yazıişleri müdürü Aziz Özer’e 301.maddeden 9.000 YTL para cezası ve 1 yıl hapis cezası verildi!. . . . . . . . . . . . . . . 26 İBRETLİK VE KARİKATÜRLÜ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine karşı çık, hesap sor!
2
gündem
YENİ BİR MÜCADELE YILINDA…
Uyuyan dev uyan! Yeni bir mücadele yılına girerken işçiler, emekçiler uykudan uyanmalı, bilinçlerini esaretten kurtarmalı ve mücadeleyi yükseltmelidirler. Gerçek kurtuluş, hakim sınıf ların şu ya da bu kesiminin kuyruğunda hareket etmekle, onların kendi gündemleri temelinde hareket etmekle kazanılamaz!
Y
eni bir yıla girerken Türk hakim sınıf ları siyasette belirleyici rolünü koruyor, gündemi belirliyorlar. İktidar da laşı anda gündemin ana konu la rından bi risi. Tekelci devlet kapita lizmi nin savu nucusu Kema list bur juva zi ve on la rın siyasal planda ki sözcü leri ile; piyasa ekonomisinin ha kim kılınmasını isteyen, bunun için Kemalistlerin iktidar tekelini or tadan kaldırmak tan ya na olan, yeri ne bur juva demok rasisi ne geçişi öngören kesim lerin desteklediği anda ki hükümet arasında ki iktidar da laşı sürüyor. Ha kim sınıf ların iki kesi mi nin ik tidar da la şı bir di zi konuyu kendi leri ne mal zeme yaparak ik tidar da laşında siyasi ra kiplerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar.
GÜNDEME DÜŞENLER…
İşte bunlardan birisi: “Kürt sorunu” ve alt kimlik-üst kimlik tartışması… İlk ön ce, Baş ba kan Er do ğan’ın Ağustos ayında Diyarba kır’a yaptığı ziya ret önce sinde “Türk aydın la rının” kimi temsilci leriyle yaptığı görüşmede dile getirdiği, Diyarba kır’da da yaptığı konuşmada söylediği “Kürt sorunu var” konusunda yürüyen tartışma lar, Türkiye’nin gündemini işgal etti. Bu tartışma lar esas olarak Ağustos
ayı son la rı na doğ ru yapı lan MGK toplantı sında ki “ba lans aya rı”ndan sonra gündemden çı ka rıl maya ça lışıldı. Ağustos’ta ki konuşma la rında da Erdoğan “alt kim lik-üst kim lik” üzerine tespit ler yaptı. Fa kat öne çıkarılan konu bu değildi. Ka sım ayı son la rı na doğ ru Erdoğan bir AKP Meclis Grubu toplantısında yaptığı konuşmada bu konuyu yeniden gündeme getirdi. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” temelinde bir “üst kimlik” önerdi. AKP hü kü meti ka nadı “üst kimlik” tar tışması nı bu şekilde formü le ederken Kemalist kesim, Anayasanın 66. madde sinde de ifade si ni bu lan –“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağ lı olan herkes Türk tür”– “Türklük” üst kim liği ni öne çı ka rıyordu. Örneğin anamuhalefetin lideri Deniz Baykal, kimlik tartışmasına katılarak “Eğer hepimiz alt kimlik ler sa hibiysek, milli kimliğimiz yoksa, o zaman çok uluslu bir toplumuz demektir. Bir tek milletten söz etmek imkânı yoktur. Türkiye Başba kan düzeyinde bu bi linçsizliği devam et tirecek olursa, o gü zelim Türkiyemi zin Yugoslavya laş ma, Lübnan laş ma, Irak laş ma tehdidine maruz kalacağını herkesin görmesi gerekir.” klasik Kemalist bakış açısı nı sergi ledi. Bu kesimler bir
yanda klasik Kemalist bakış açısıyla soruna yaklaşırken, diğer yanda Recep Tay yip Erdoğan’ı ve Erdoğan şahsında AKP hü kü meti ni Anaya sa’ya aykırı davrandığı suçlamasıyla yıpratmaya çalışıyorlar. Gündeme getirilen tartışma bağlamında aylar sonra PKK Genel Başka nı Ab dul lah Öca lan’la ya pı lan görüşmede Öcalan’ın “Türkiye Cumhu riyeti vatandaşlığı üst kim liği ne onay” vererek katıl ması ile tar tışma boyutlandı. Baş latı lan kim lik tar tış ma sı da, esa sında Türkiye’nin temel sorunla rından bi risi olan “Kürt soru nu” karşısında anda burjuvazinin çözümsüzlüğünün bir yansıması olarak gündeme geliyor. Evet Türk ha kim sı nıf la rı söz konusu sorun karşısında belirli bir çözümsüz lük içinde. Yir mi yı lı aşkın bir sü redir ül ke gündemi nin temel sorun la rından birisi ola rak kendi ni dayatan sorun askeri ola rak çözü lemedi. “Kürt soru nunun varlığı”nın “ifade” edilmesi, AB üyeliği için müza kere tari hini alma sürecinde kimi kül tü rel hak la rın ta nın ma sı gi bi kimi atılan adımlar da sorunun burjuva çerçevede bi le çözü münden ne ka dar uzak olundu ğu nu gös terdi. Son olarak batılı ülkelerden, özellik le
Fransa ve ABD politik ya şa mından ödünç alınmak istenen “anayasal vatandaşlık” kavramı ve bunun alt kimlik lerin “ta nın ma sı” ile ta mam lanması konusu nun gündeme gel mesi, “üst kimlik”in içeriğinin nasıl doldurulacağı bağlamında yürüyen tar tışma lar esasında –anda tar tışma la rın se viye si ele alındı ğında– soru nun çözümünden ne kadar uzak olunduğunu gösteriyor. Ha kim sı nıf lar arasında ki ik tidar da la şı nın baş ka un surla rı da var. Eğitim ve hu kuk ala nında yü rüyen tar tışma bun lardan birisi. AKP hükümetinin YÖK’ün üniversitelerdeki ha kimiyetini kırma, imam hatip liseli lerin du ru munda dü zelt me isteği, türban soru nu nu gündemde tut ma; hu kuk alanında kadrolaşma yoluyla Kema list bü rok rat bur juva zi nin bu alanda da ha kimiyetini kırma çabaları vs. vb. sürüyor. Buna karşı Kemalist bürok rat burjuvazinin direnişi de ar tıyor. Bir yandan ordu üzerinden AKP hü kü meti ne “ba lans ayarla rı” yapılmaya ça lışı lırken diğer yandan AKP hü kü meti nin müm kün olduğunca yıpratıl ma sı, yeni bir erken seçim hesapla rı ve bu nun için AKP hü kümetinin yerine olası yeni alternatif lerin ha zırlan ma sı ça lışma la rı da yapılıyor.
3
gündem Hat ta da ha ileri gidil mek isteniyor: Kürt sorunu da laşın unsurlarından birisi ola rak daha fazla dev reye sokul maya ça lı şı lı yor. Kürt ulu sal sava şı nın yeniden tır mandı rıl ma sı için Şemdinli ve Yüksekova örnek lerinde olduğu gibi provokasyonlar tezgâhlanıyor. “Derin devlet”in elemanla rı nın Şemdin li’de bir kitabe vi ni bomba la ma ey leminde bölge hal kı ta ra fından suçüstü ya ka lan ma sı ve suç lu la rın Türk “ada le ti ne” teslim edil me leri, Kürt kit le leri nin suç lu ve suç lu la rın arka sında ki güç lerin or taya çı ka rıl ması ta lebi ile yaptıkları protesto eylem leri nin devlet terörüy le kar şı laş ma sı son gün le rin gündeminde kendisine bir yer buldu. Kürt halkının devlet terörüyle karşılaşan kitlesel protesto eylemleri ıssızlığın or tasında bir ses ola rak yan kı bulduysa da yu ka rıda ki ik tidar dala şı nın gü rültü-patır tısı içinde kısa sürede gündemden düştü. Bu arada Şemdinli’de suçüstü ya ka lanan “derin devlet”in suçüstü ya ka lanan “iyi çocuk la rı nı” yem ederek Şemdin li olayını –Susurluk örneğinde olduğu gibi– kapatma isteği yönünde adımlar atı lıyor. Şemdin li olayı nın er tesin de AKP hü kü me ti nin “ola yın üze ri ne sonu na ka dar gidi le ce ği” yön lü çı kışla rı nın da anda fazla bir kıy meti harbiyesi olmadığı görüldü, görülüyor. Suçun bir-iki kişiye yıkılarak yargıya inti ka li olayın üzeri nin kapatıl ma sı oyu nu na hü kü met de bir çeşit katılmış durumda. Ara larında ki tüm da la şa rağ men son Türk devleti ni ayak ta tut ma, sa hiplen me ve koru ma her iki kesimin de or tak paydası. Sonuçta tüm dalaşa rağmen iktidar çarkı dönüyor.
gündemde yer almıyor… Uygulanan ekonomik politikanın sonuçlarından alabildiğine etkilenen işçilerin, emekçilerin neler çektiği, nasıl geçindiği… gün de me gel mi yor, ge ti ril mi yor. Köylü nün, esna fın, “bord rolu köle” dev let memu ru nun du ru mu tar tışıl mıyor. İş siz ler yığı nı nın her gün yeni insanların katılımıyla büyümesi yok gündemde. Yok sul larla zenginler arasında gelir dağılımında ki adalet siz liğin büyü me si, geniş emekçi
“Başlatılan kimlik tartışması da, esasında Türkiye’nin temel sorunlarından birisi olan “Kürt sorunu” karşısında anda burjuvazinin çözümsüzlüğünün bir yansıması olarak gündeme geliyor. Evet Türk hakim sınıf ları sözkonusu sorun karşısında belirli bir çözümsüzlük içinde. Yirmi yılı aşkın bir süredir ülke gündeminin temel
GÜNDEME DÜŞMEYENLER…
4
Ha kim sı nıf la rın her iki ka nadı nın ik tidar da la şı başta kendi bora zanları medya üzerinden kitlelere taşınıyor; kit leler ha kim sınıf ların iktidar da laşla rında saf tut maya, ta raf la rın kuy ruğuna ta kılmaya ça lışı lıyor. Bu arada ik tidar da la şı nın bir unsu ru olarak daha fazla kullanılmaya çalışılan “Kürt soru nu” ile bağıntı içinde kit leler arasında ırkçı lık ve mil liyetçi lik kışkır tıl maya ça lı şı lıyor. Türk mil liyetçi li ği nin kış kır tıl ma sı için futbol, özellik le milli maçlar kullanılmaya çalışılıyor. Süper Lig ve Avrupa kupa la rı maçla rı; maga zin olayla rı, televiz yon dizi leri/film leri/yarışmaları/şovları… üzerinden geniş yığınlar gerçek sorunlardan uzak laştırı lıyor/uyutu luyor, sistemin uysal köleleri haline getirilmek isteniyorlar. Tüm bu olaylar/gelişmeler yığı nı içinde, unutu lan, unutturu lan başka şeyler de var. Kit lelerin kendi çı kar ve ta lepleri
bir ücrete talim etmek zorunda kalan başta kadın işçi ler olmak üzere eşitsizlik denizinde daha fazla eşitsizliğe tabi tutulanların durumları da yankı bulmuyor vb. vb. Hayır; tüm sistemi ayak ta tutan, zengin liğin esas ya ratıcısı olan işçilerin, emekçilerin kendi sorunları ve talepleri gündeme taşınmıyor, taşınamıyor. Ta şı na mı yor, çün kü ege men ler bu nu istemiyorlar, kit leleri kendi le-
sorunlarından birisi olarak kendini dayatan sorun askeri olarak çözülemedi.”
kit lelerin alım güçleri nin düşmesi, enf lasyonun çok altında tutu lan işçi ücret leri gündeme ta şınmıyor. Burjuvazi kendi ölçü lerine göre bi le çok düşük olduğunu kabul ettiği, milyonlarca işçi ve emekçiyi et kileyen açlık sınırı düzeyindeki asgari ücretin duru mu tar tışma konu su yapıl mıyor, gündeme bu getirilmiyor. Gündemde YÖK’ün baskısı altında “öğ renim gören” öğ renci nin, hiçbir hak kı hu ku ku ol mayan ev kadı nının, eşit işi yaptığı halde eşit olmayan
rine, kendi sorunlarına yabancılaştırıyorlar. Kit lelerin uyuması, uyutulması çeşitli yol ve yöntemlerle, örneğin dinle, tevek külle, medya marifetiyle vb. vb. sağ la nıyor. Esas ola rak sömü rücü sistemin çarkı na çomak sokacak olan, bu sistemi değiştirecek yeteneğe ve güce sahip olan dev uyuyor, uyutuluyor!!! Devin uyuması egemenlerin dönen sömürücü sisteminin sigorta larından birisidir. Toplumda ki bütün zengin liği ya-
ratan ve ancak ya rat mış olduğu bu zengin lik ten en azı al mak zorunda bıra kılan, azla kanaat getirmeye alıştırılmış geniş işçi ve emekçi yığınlar uykudan uyanmadığı sürece egemenlerin sömürü çarkı dönmeye devam edecek. Ta ki dev uyanana kadar! Dev uyanıp kendi gerçek liğini gördüğünde, kendi istem ve ta lepleri ni haykırdığında ve bu ta lepler uğ runa mücadeleye yöneldiğinde… ancak o zaman gündeme kendisini, kendi taleplerini taşıyabilecektir. Bu olmayacak bir şey değildir; tam tersine normal olan, olması gereken budur. İş çi lerin, emekçi lerin; ya ni zengin liğin esas üretici leri nin, ya ni milyon larca çoğun luğun, ya ni anda bilinçleri esir alınmışların, uykuya yatı rıl mış olan la rın… gündemi kendi istem ve talepleri temelinde belirleme yeteneği ve gücü vardır. Çözüm işçilerin, emekçilerin kendi güçlerinin farkına varmalarında; hakim sınıf ların şu ya da bu kesiminin kuy ruğunda ha reket et mek ten kurtulma larındadır. Çözüm bilinçlerin esaretten kurtarılmasındadır. Çözüm uyuyan devin uyanmasındadır! Dev bir kez uyandığında neleri başarabildiğini, egemenlerin döndürdükleri sömürü çarkına nasıl çomak soktuklarını, bu çarkı nasıl kırıp parçalayıp bir kenara attıklarını dünya ve ülkelerimiz işçi ve emekçi hareketi deneyimlerinden bilmektedir. Yeni bir mücadele yı lı na gi rerken işçiler, emekçiler uykudan uyanmalı, bi linçleri ni esa ret ten kur tar ma lı ve mücadeleyi yük selt melidirler. Gerçek kur tu luş, ha kim sınıf ların şu ya da bu kesiminin kuyruğunda hareket et mek le, on la rın kendi gündem leri temelinde hareket etmek le kazanı lamaz! İşçi sınıfının ve emekçilerin gerçek kur tu luşu, kendi gücü ne güvenerek sınıf dayanışması, sınıf örgütlenmesi ve sı nıf mücadelesiyle ka za nı labi lir; kazanılacaktır. Bu nun için yeni bir mücadele yılında işçi sınıfından ta lebimiz oynanan oyunun farkına varmaları, kendi sorunlarına, taleplerine sahip çıkmalarıdır. Sı nıf bi linçli iş çi lerden ta lebi miz uyu yan de vi uyandır ma ça ba sı na daha fazla ağırlık vermeleridir. Yeni mücadele yı lının devin uyandığı, kendi ta lep ve istek leri temelinde mücadeleyi yükselttiği bir yıl olması bek lentimizdir! Yeni mücadele yılının üreten işçilerin yöneten olma yönünde kazanımlarla dolu geçmesi dileğimizdir! 10 Aralık 2005 ▲
gündem
2005’in izleri Sermaye saldırıyor!
SEKA Sermayenin işçilere ve emekçilere saldırıları 2005 yılında da sürdü. Özelleştirme, taşeronlaştırma saldırısıyla yüzbinlerce işçi işsizler kervanına katıldı. Sermayenin tüm saldırılarına rağmen 2005’te büyük kitlesel eylemler olmadı. Ancak küçük çaplı direnişler, grevler de yıl boyu eksik olmadı. SEKA’nın kapatılmak istenmesi ve buna karşı çıkış geçtiğimiz yıl öne çıkan işçi hareketlerinden birisiydi. Sonuçta hükümet-sendika işbirliğiyle SEKA direnişi sona erdirildi. Hilton, Telekom, Coca-Cola gibi işyerlerinde işçilerin grev ve direnişleri 2005’in iz bırakan eylemleri arasında yerlerini aldılar.
özellikle de ordunun tepkisiyle karşılaştı. Böyle durumlarda hükümet zamanın kendi lehline geliştiğini bildiği için tepkiyi sineye çekme yönlü tavırlar takındı, deyim yerindeyse mehter bölüğü gibi iki ileri bir geri gitti. Onların amacı 2006 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hükümette kalmak. Zamanın daraldığını gören ordu merkezli Kemalist kesim ise AKP’yi hükümetten uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor. 2005 yılı hakim sınıfların iki kanadı arasında yürüyen dalaşı kendinden sonraki yıla devrediyor. 2006 bu alanda çok daha hareketli geçecektir. ***
1915 – 2005: Ermeni soykırımının 90. yıldönümü…
Kışkırtılan şovenizm…
Türk hakim sınıf ları –kendi aralarındaki iktidar dalaşının bir sonucu olarak da– 2005 yılında da ırkçılığı ve şovenizmi kışkırtmaya, kitleleri Türk milliyetçiliği ağusu ile zehirlemeye çalıştılar. Mersin’de bayrak provokasyonunun arkasından Trabzon’da TAYAD’lı gençlere yönelik linç girişimi yaşandı. Linç girişimleri bununla sınırlı kalmadı. Maçka, Adapazarı, Sivas, Mudanya gibi yerlerde de linç girişimleri yaşandı. Bunlar Türk hakim sınıflarının bilinçli kışkırtmalarının ürünleri olarak 2005’in izlerinden birisi oldu. ***
Dersim’de devrimci katliamı…
***
nun bu değerlendirmelerin çok ötesinde bir yanı vardır: Onlar “Türk devletinin Öcalan’ı yargılama hakkı yoktur” düşüncesinin savunuculuğunu yaptılar, yapıyorlar. Yine onlar bu düşünceyi “demokrasicilik oyununa hayır” düşüncesiyle birleştirdiler, güçleri oranında yaygınlaştırdılar. ***
İktidar dalaşı…
Hakim sınıfların iktidarı elinde bulunduran Kemalist kanadı ile Kemalistlerin iktidar tekeline son vermek isteyen, liberal burjuvazinin anda desteğini kazanmış bulunan siyasal İslamın savunucusu AKP hükümeti arasındaki iktidar dalaşı 2005 yılında kızışarak sürdü. YÖK ve üniversiteler, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay gibi kurumlar ile türban yasağı, içki yasakları… vb. bu dalaşta kullanılan araçlardan bazıları olarak öne çıktılar. AKP hükümeti Kemalistlerin hakim olduğu devlet bürokrasisini ele geçirme yönünde attığı adımlar kimi zaman Kemalistlerin,
yargılanmamış”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin kimi maddeleri ihlal edilmişti, Öcalan’a yeterli savunma hakkı verilmemişti, gözaltı süresi uzun tutulmuştu vs. vb. AİHM’in bu kararı gerek Türk hakim sınıf larının çeşitli kanatlarının siyasetçileri tarafından, gerekse de Kürt ulusal hareketi tarafından çeşitli yönleriyle tartışıldı. AB’ci hakim sınıf temsilcileri AİHM kararlarına uymanın Türkiye’nin işine geleceğini söylediler. Kemalist kesimin sözcüleri AİHM kararını içişlerine karışmak olarak değerlendirdiler. Kongra-Gel Öcalan’ın yeniden yargılanması için eylemler düzenledi. Sorun “Öcalan yeniden yargılanmalı mı, yargılanmamalı mı” ikilemine bağlandı. Sınıf bilinçli işçiler açısından soru-
8 Mart 2005 2005 24 Nisan’ı Ermeni soykırımının 90. yıldönümüydü. Türk hakim sınıf ları resmi tarihin “Ermenilerin Türklere soykırım uyguladığı” söylemini yıl boyu tekrarladılar, yıl boyu düzenledikleri toplantılarda, konferanslarda dile getirdiler. Yine Ermeni soykırımı sorununu kullanarak Türk şovenizmini kışkırttılar. ABD’den getirttikleri sözümona uzmanları parlamentoda konuşturarak kendi tezlerini kanıtlamaya uğraştılar. “Tarihle yüzleşmekten” bahsetti siyasetin ileri gelenleri. Ancak tüm “yüzleşme” söylemlerine rağmen inkârcılığın, tarih çarpıtıcılığının sürdüğü bir kez daha görüldü. Yılın sonlarına doğru Orhan Pamuk’un “bir milyon Ermeniyi, 30 bin Kürdü öldürdük” sözlerinden dolayı yargılanması öncesi ve sonrasında yaşananlar konunun dile getirilmesinde bile nasıl bir hezeyan içinde olunduğunu gösterdi. ***
16 Haziran 2005 tarihinde 17 Maoist Komünist Partisi kadro ve savaşçısı Dersim kırsalında devletin kolluk güçleri tarafından sarılarak bombardımanla hunharca katledildiler. Bölgede bulunan devrimcilerin hunharca katledilmeleri tepkiyle karşılandı. Yapılan eylemlerle devlete lanet yağdırılarak hesabın devrimle sorulacağı düşüncesi yaygınlaştırılmaya çalışıldı. ***
Öcalan ve AİHM…
AİHM’nin PKK lideri Abdulla h Öcalan davası ile ilgili kararını açıklaması 2005’in izleri arasındaydı. Sözkonusu karara göre Öcalan “adil
Devrimci/sol hareket içinde en çok tartışılan sorunlardan biri olarak erkeklerin katılmadığı bir kadın eylemi (8 Mart yürüyüşü) ne kadar doğrudur tartışması bu yıl da gündemdeydi. Bu yıl bu bağlamda bir ayrışma yaşandı ve ML adına, sosyalizm adına konuşan bir bölüm örgüt ‘8 Mart’ta mutlaka kadın-erkek birlikte yürünür’ anlayışıyla ayrı eylem yaptılar. Bütün bu tartışmalara biz devrimci ve komünist kadınlar müdahale etmeye çalıştık, bugünkü şartlarda güçlü 8 Mart kadın eylemlerinin yapılmasının doğruluğu görüşümüzle hareket ettik. Görevimizi bu eylemler içine devrimci bakış açısının
5
gündem taşınması olarak kavradık. İstanbul’da ve daha bir dizi illerde geniş katılımlı 8 Mart eylemlikleri, yürüyüş ve mitingleri gerçekleştirildi. Kadın hareketinin gündeminde, kadına yönelik şiddet, töre cinayetleri, gözaltında tecavüz, Kürt kadınlarının üzerindeki baskılara karşı mücadele vardı. Bu eylemlikler içerisinde biz, sermayenin saldırıları ve işçi ve emekçi kadınların yaşam koşullarının kötüleştirilmesine karşı mücadelenin gerekliliği ve talepleri taşımaya özel önem verdik. ***
Doğal felaketlerle dolu bir yıl…
“Papa öldü… Yaşasın yeni Papa!”
Hastalığı, yaşlılığı ile gündemi uzun süre işgal eden Papa II. Jean Paul 2 Nisan’da öldü. Ancak gerek Papa’nın ölümü, gerekse yeni Papa seçimi medyayı usta biçimde kullanan Vatikan tarafından genelde dinin, özelde de Katolik kilisesinin propagandası olarak kullanıldı. Yeni seçilen Papa Ratzinger’in ardından yeni Papa’nın yaşlılığı, kaç yıl bu görevde kalabileceği, misyonu vs. tartışıldı. Sonuçta bu tartışmaların bir önemi yoktu: Çünkü hangisi gelirse gelsin, ne kadar yaşarsa yaşasın; yaşayan da, yaşatılan da Papalık kurumu ve tabii ki dinci gericilikti. ***
Kıbrıs: Bir devrin sonu…
2005 kendinden önceki yıldan Güney Asya’da deprem ve tsunaminin acılarını devralmıştı. 26 Aralık 2004’te meydana gelen ve Hint Okyanusu’na kıyısı olan bir çok ülkeyi etkisi altına alan deprem ve ardından onun tetiklediği tsunami sonucunda onbinlerce insan yaşamını yitirmişti. Deprem ve tsunami Güney Asya yoksullarını vurmuştu. 2005 yılında da doğal felaketler sürdü. Özellikle Karibiklerde ve ABD’nin doğu kesiminde etkisini gösteren Rita, Katrina gibi isimlerle adlandırılan kasırgalar yoksul emekçileri vurdu. Yüzbinlerce yoksul evini, yurdunu terketmek zorunda kaldı. Bir başka felaket haberi de HindistanPa k ist a n sı n ı r ı nd a k i bölgeden, Keşmir’den geldi. Keşmir’de yaşanan deprem felaketinde de onbinlerce insan yaşamını yitirdi, yüzbinlerce insan aç susuz, evsiz barksız kaldı. Doğal felaketleri önlemek mümkün değil. Ancak bu felaketlerin yıkıcı etkisini aza indirmek mümkün. Fakat kapitalist sömürücü sistem bunu yapmadı, yapmıyor. Çünkü onlar merkeze insanı değil, kârı, daha fazla kârı koyuyorlar. Sömürü, baskı, talan yoluyla insanın ve doğanın yokedilmesi üzerine kurulmuş olan sistemden de başkası beklenemez.
6
***
Kuzey Kıbrıs’ta Denktaş devrinin sona ermesi 2005’in önemli izlerinden birisiydi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bugüne kadar Kuzey Kıbrıs siyasetinde önemli ve belirleyici bir ağırlığı olan Rauf Denktaş’ın katılmadığı bir seçim sonucunda CTP lideri Mehmet Ali Talat yeni Cumhurbaşkanı seçildi. Talat görevi Denktaş’tan devraldı. Bu seçimin ardından Denktaş’ın siyaset sahnesinden “çekildiği” yorumları yapıldı. Ancak gerek Türkiye’deki iktidar dalaşı ve gerekse de bunun adadaki yansımaları
bir sömürücü grubun iktidarını bir başka sömürücü grubun devirmesi ve yerine kendi iktidarını kurmasından başka bir şey değil. Emperyalistlerin çıkarlarıyla, dünyayı yeniden paylaşma dalaşıyla da örtüşen bu tür iktidar değişiklikleri onlar tarafından “devrim” olarak adlandırılıyor. Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen bu tür iktidar değişiklikleri 2005’te
iz bırakan olaylardandı ve bu iktidar değişikliklerinin ortak özelliği emperyalistlerin ve onların ülke içindeki uzantılarının çıkar dalaşının siyasi plandaki yansımasıydı. Siyasi sömürücülerin iktidarının yıkılması ve yerine sömürünün ortadan kaldırıldığı bir sistemin kurulması demek olan “kızıl devrim”, sömürücü gücün yerine bir başka sömürücü grubun iktidarına bırakması demek olan “turuncu devrimlerle” değiştiriliyor. Görev turuncuyla, pembeyle adlandırılan iktidar değişikliklerinin arkasına takılmak değil, devrimde, kızıl devrimde ısrar etmektir.
***
“Devrimin” renkleri…
Yandaki resim bir başkaldırı resmi… Nereden olduğu fazla önemli değil bir anlamda. Bu resim Kırgızistan’dan da Ukrayna’dan da olabilir. Evet bu resim emperyalist dünyanın deyimiyle “turuncu”, “kestane”, “kadife” olarak adlandırdıkları bir “devrim”den. “Devrim” dediğimize bakmayın, bu egemenlerin söylemi… Aslında olan
***
Irak’ta işgal sürüyor…
***
Fransa banliyöleri yanıyor…
dikkate alındığında bu yorumların pek de doğru olmadığı görüldü. Denktaş koltuktan uzaklaşmıştı, ancak siyasetten değil… Bu onun hemen her fırsatta hamiliğini yapan “anavatandaki” bürokrat burjuvazinin iktidarının istekleri doğrultusunda konuşmalarıyla, tavrıyla görüldü.
yölerde yaşayanların sorunlarına karşı değil, ora larda ya şayan la ra karşı önlemler aldılar. Sözkonusu banliyölerde yaşayanların büyük çoğunluğu ise göçmen. Göçmen köken li ol mayan lar ise yok sul Fransız hal kı. Egemen ler için hepsi de “ayakta kımı”… Fran sız em per ya liz mi nin Fransa’da ki göçmenlere, göçmenlerin artık Fransız olan çocuk larına ve evet ikinci sı nıf Fransız ola rak gördüğü yok sulla ra kar şı ırkçı siya seti bir kez daha kendi gerçek yüzünü –Fransız şovenizmini, ırkçı lığını, “beyaz”ların egemenliğini– ortaya koydu. Fransa’da ki gelişmeler bir kez da ha, çağımızda burjuva demok rasisinin faşist ön lem lere baş vur madan, uygu lamadan yaşayamayacağını gözler önüne ser mek tedir. Evet, bur juva zi nin ik tidar biçim lerinden ikisi olan bur juva demok ra si si ile fa şizm ara sında çok önemli fark lı lık lar olsa da, bu gerçeklik, bur juva demok ra sisi ile fa şizmin içiçe geçmesini, ara larında ki sınırların giderek incelmesini dışta lamıyor.
Ka sım ayı baş la rından beri Av rupa medyasının gündemini işgal eden olaylardan biri de Fransa’da yaşanan olaylardı. İki gencin polisten kaçıp gizlendiği trafoda cereyana çarpılıp ölmesiyle patlak veren ve araç kun dak la ma, yak ma, iş yerleri veya okul, kreş gibi yerleri ya kıp-yık ma vb. biçiminde kendisini gösteren eylemler sonrasında 12 gün lük Ola ğa nüstü Hal, sı kıyönetim ilan edildi, ardından da 3 ay lık bir sü re için 1955’te Cezayir’deki savaşta gündeme getirilen yasa, yeniden uygulanmaya kondu, OHAL üç ay uzatıldı. Egemen ler yok sul lu ğa karşı mücadele yeri ne na sıl ki yok sul la ra kar şı mücadele ediyorlarsa, sözkonusu banli-
2003 yılında başlayan Irak işgali sürüyor. ABD-İngiliz emperyalistlerinin önderliğinde yapılan ve bir dizi başka gerici-emperyalist gücün destek verdiği işgalin ikinci yılında ABD’nin “Irak’ta demokrasiye geçme planı” uygulanıyor. 28 Ağustos’ta mecliste okunup onaylanan Anayasa taslağı 15 Ekim’de referanduma sunuldu. Katılımın % 60 civarında olduğu referandum sonucuna göre Anayasa kabul edildi. Seçimler 15 Aralık’ta yapıldı. Bir yandan işgal ve ABD destekli eylemler sürerken Saddam da mahkeme karşısına çıkarıldı. Yargılama sürüyor. Bu arada süren bir başka şey de direniş… Çoğu İslamcı Iraklı grupların işgalci güçlere yönelik çoğunluğu intihar eylemi biçiminde gerçekleşen saldırılarında gerek işgal güçlerine mensup, gerekse işgalci güçlerin denetiminde bulunan Irak’ın yeni güvenlik güçlerine mensup birçok insan öldürüldü. Bu eylemler sonrası bir dizi Iraklı yoksul işçi, emekçi de yaşamını yitirdi. Emperyalistlerin Irak işgali sonrasında gelişen olaylar 2005 yılında da emperyalist barbarlığın kimi görüntülerini sundu insanlığa. ▲
gündem
A
Bir elin nesi var? Avrupa Birliği’nin sesi var!
vrupa Birliği (AB) üzerine çok şey ya zıldı çi zildi. Özel lik le TC’nin AB’ye aday üye olarak kabul edilmesi ile ilgili görüşmeler sürecinde birbiriyle yer yer karşı karşıya du ran de ğer len dir me ler, ön gö rü ler yapıldı; yapıl maya da devam edi liyor. Sermaye kesi mi nin çeşit li temsilci leri ve grupları sorunu bu açık lıkta koy masa lar da, gerçekte, “ül ke çı karları” vb. adına tartışmayı ve pozisyonlarını koyduk ları zaman “ül ke çı karı”ndan kastet tik lerinin kendi sı nıf çı karı olduğu sınıf bilinçli işçiler tarafından çok berrak olarak bilinmektedir. Bu ma ka lede yeniden bu tar tışmaya girmekten daha çok biraz da şu AB’nin yapısı hak kında bazı olgu ları ve bilgileri or taya koy mak, AB üzeri ne ba zı genel bilgi leri özet le yerek ak tar mak istiyoruz.
AVRUPA BİRLİĞİ KURUMLARI AB bir dizi kurumdan oluşan ve yer yer bu birliğin içinde bulunanlar açısından da bu ku rum la rın geleceği hak kında açık bir görüşe sa hip ol madığı bir siya si yapı lan madır. AB’nin ku rum larında yak laşık 30 bin üzerinde memur, hizmet li ve işçi ça lışmak tadır. AB’ye üye her devletin dili AB içerisinde eşit hak la ra sa hip ola rak kabul edildiğinden, özel lik le çok sayıda kaba rık bir tercüman kadrosu görev yapmaktadır. 2.500 civarında tercüman sürek li olarak yapı lan konuşma la rı, yayın la nan belgeleri tercü me et mek le meşguldür. Resmen AB için Almanca, İngilizce ve Fransızca kurum ana dilleri olarak benimsense de her ülke vatandaşının AB hak kında ki tüm önemli kararlara ulaşabilmesi için, her üye ülkenin dilinde tercüme yapılmaktadır. AB’nin yönetim organ la rı AB Konse yi, Av ru pa Ko mis yo nu, Av ru pa Parlamentosu, Ada let Divanı ve Sayıştay’dır. 1. AB Konseyi: AB kurumları içerisinde pratikte en büyük et kiye ve yetkiye sahip olan organ AB Konseyi’dir. AB Konseyi, üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının toplanmasından oluşan, AB’nin genel siyasi amaçlarını belirleyen bir kurumdur. 1992’de imza lanan (1993’te yürürlüğe giren) Maast richt AB an laşması ile ilk defa AB Konseyi resmi bir statüye kavuşturulmuştur. AB’nin gerçek iktidar organı işte bu Avrupa Konseyi’dir. Bu iktidar organı-
nın en önemli özel liği, bu orga nın bileşiminin seçimle değil, atama yoluyla sağlanmasıdır. AB Konseyi düzenli ara lık larla biraraya gelen üye ül kelerin ba kan la rı nın top lantı la rın dan oluş mak ta dır. AB Konseyi başkanlığı nı her altı ayda bir başka bir üye ülke devra lır. AB Konseyi AB’nin yasa ları nı çı karır. Konsey toplantı la rı na katı lan bakanlar, görüşme konusuna göre değişir: Örneğin konu ma liye ise AB’nin ma liye ba kan la rı (Ma liye Konseyi) topla nır. Eğer sanayi politikası ele alınacaksa, sanayi ba kanları (Sanayi Konseyi), tarım fiyat ları ele alınacaksa tarım ba kanları (Tarım Konseyi) toplanır. AB Konseyi içerisinde ka rarlar, kanunlar fark lı çoğunluk bileşimi ile alınabilir. Örneğin vergiler, sosyal hak lar, ortak dış ve güvenlik politikası hak kında ki ka rarla rın oy birliği ile alın ma sı sözkonusudur. Ki mi gündem maddeleri nin kabul edil me si sorun la rında basit çoğun luk gerek li iken, geniş bir konuya yayıl mış nok ta larda nitelik li çoğunluk (3/2 ya da 4/3 çoğunluk) gerek lidir. Ancak, Konsey’de “ağırlık lı oy usulü”nün geçerli oldu ğu bi linç te tutulma lıdır. Buna göre, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere 10’ar; İspanya 8; Belçi ka, Yu na nistan, Hol landa, Por tekiz 5’er; Avustur ya, İsveç 4’er; Danimarka, Finlandiya, İrlanda 3’er; Lüksemburg 2 oy sahibidir. AB Konseyi yılda (en az iki en fazla 4 defa) üye devlet lerin başba kan la rı nın biraraya geldiği bir bi leşimle toplanır. (Avrupa Zir vesi) Şu an ka rar al ma meka nizması alanında AB’nin kendi içinde bir dizi sıkıntısı sözkonusudur ve karar alma meka nizması tümüyle AB’nin devlerinin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir biçimde çözülememiştir. Bu konuda ki tartışmalar, özel lik le yeni üyelerin alınmasıyla da alevlenerek sürmektedir. 2. Av rupa Komisyonu: Av rupa Komisyonu, AB’nin yü rüt me orga nıdır. AB politi ka la rı na iliş kin ilk adı mı
at ma yet kisine sa hip olan tek kurumdur. Yeni politi ka öneri leri ha zırlar. Mev zu at öneri lerinde bu lu nur. Konsey’in aldığı kararları ve kararlaştırılmış politi ka la rı uygu lar. AB hu ku kunun doğ ru ola rak uygu lanması nı gözetir. AB an laşma la rı nı ve bun lardan do ğan ya sal dü zen leme le ri uy gu lar. Genel yönergelerin tek tek ül kelerin ulusal yasa larına aktarılmasını denetler. AB sı nırla rı içinde AB hu ku nu nu çiğ ne di ği ne inandı ğı üye dev let ler, hat ta kişi ve şirket ler hak kında yasal işlemler başlatır. Her ül ke Av rupa Komisyonu’na komiser atar ve bu komiserlerin bileşiminden AB Hükümeti oluşur. Ama nüfusu fazla olan beş ül ke (Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya) Komisyona ikişer komiser atama hak kına sahiptir; diğer üye ülkeler ise birer komiser atar. Av rupa Komisyonu kendi üyeleri arasından başka nı nı seçer. En önem li ve anahtar komiserlik ler de yi ne AB’nin “büyük leri”nin denetimindedir. Komis yonun merke zi Brük sel’dir. Üyeler haf tada bir kez topla nır. Toplantı kapa lı oturum olarak gerçek leşir. Kararlar oy çok luğuyla alınır. 2004-2009 yıl la rı ara sında AB Komis yonu na Jose Ma nuel Du rao Barroso Başkan lık yapacak tır. Komisyon bir başkan ve 24 komiserden (toplam 25 üye) oluşmaktadır. (İlk defa bu çalışma döneminde komisyona 7 kadın üye seçilebilmiş ve böylelik le üçte bire ya kın bir oran sağ la nabil miş tir. AB ku rum la rında erkek egemen liği çok barizdir.) 3. Av rupa Parla mentosu: Av rupa Parla mentosu seçim le olu şan tek organdır. Ancak, yasa çı karma yet kisine sa hip değildir ve esa sen denetim orga nı ol ma özel liği ne sa hiptir. Eği lim Av rupa Parla mentosu nu giderek güçlendir me yönündedir, fa kat bugün kü du rumda Av rupa Parla mento su nun yasama gücü üye ülkelerin ulusal parlamentolarınkinden da ha az olma durumunu korumaktadır. Av rupa Parla mentosu, yasal dü zen-
leme tasarı larını inceler, güncel konula rı tar tı şır ve Av rupa Komisyonu ve Konseyini denet ler. AB’nin yıl lık bütçesine onay verir. Yeni üye kabulü gibi önemli anlaşmalarda Avrupa Parlamentosunun onayı alınmak zorundadır. Av rupa Parla mentosu AB çapında yapı lan tek dereceli seçim lerle oluşur. Av ru pa Par la men to su 20 Tem muz 2004’de yapı lan seçimlerle toplam 450 milyon insa nı temsil eden 732 mil letveki li sayı sıy la 5 yıl lık bir sü re için oluştu. Her ülkeye belirli sayıda üyelik ay rılmıştır. Parlamento başkanı 2,5 yıllık bir dönem için seçi lir. Parla mento ayda bir kez Strasburg’da topla nır ve oturumlar bir haf ta sürer. Yü rürlük te olan AB an laşma la rı na göre kağıt üzerinde AB’nin en üst orga nı AB Parla mentosudur. Fa kat pratik te uy gu la nan yet ki ler açı sın dan Avrupa Konseyi gerçekte en yüksek organ işlevi ni sürdür mek tedir. Bur juva parla menta riz mi ne göre en azından şekilsel olarak parlamentonun en yüksek kanun koyucu organ olduğu kabul edilmiştir. Fa kat AB Parlamentosu konusunda üye devlet ler bilinçli ola rak AB Parlamentosunun yasa koyucu yetki leri ni bi le öy le sı nırla mış lardır ki, gerçekte AB Parlamentosu hukuki açıdan da yet kisiz yet ki li bir ku rumdur. Sınırlı kanun koyucu yet kisini bile ancak AB Konseyi’nin onayı ile yerine getirebilmektedir. AB Parla mentosunun ka nun taslağı hazırlama yet kisi de yoktur. AB Parlamentosu bunu ancak başka bir kurumdan, Av rupa Komis yonu’ndan ta lep edebilir. AB bütçesi alanında Avrupa Konseyi ile birlikte AB Parlamentosunun karar ver me yet ki si vardır ve bütçe ancak parla mentonun onayından geç tik ten sonra yü rürlüğe gi rebil mek tedir. Kabul edi len bir bütçenin kont rol hak kı da AB Parlementosunun yet kileri arasındadır. Her bütçe yı lı sonunda Parlamento yürütme organının bütçe harcama larını tar tışır ve bu raporu onaylar ya da reddedebi lir. Yi ne Parla mento, araştır ma komisyon la rı kurdu rup şu ya da bu konuda ki bir soru nun araştı rıl ması na ka rar verebi lir. Güvenoyu aracı ile şu ya da bu komisyonun görevden alınmasını da sağlayabilir. Dış ilişkiler alanında, AB’yi uluslarararası hukuk açısından başlayan anlaşma la rın AB Parla mentosu onayından geç me si gerek mek te dir ve ancak bu onay sonrasında bu türden anlaşma lar
7
gündem AB’yi bağ layan resmi an laşma lar haline gelebilir. AB Parla mento sunda her ül kenin resmen belirlen miş sayıda parla menterleri görev yaparlar. Bu parla menter sayı sında ül kenin nü fus büyük lü ğü ile tabii ki –resmen bu açık lık ta söylenmese de– her bir ül kenin AB içerisindeki ekonomik ve siyasi ağırlığı da belirle yicidir. Ör ne ğin Al manya’nın 99, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın 87, İspanya’nın 64, Hol landa’nın 31, Belçi ka, Yu na nistan ve Por tekiz’in 25’er, en küçük ül kelerden Lük semburg’un 6 mil let veki li gönderme hak kı vardır. Av rupa Parla mentosunda ki par ti ler hem ül keleri ni hem de siyasi çizgi leri ne göre çe şit li frak siyon la rı temsil ederler. Örneğin ‘Hristiyan Demok ratlar’ın, ‘Sosyaldemok rat lar’ın, ‘Sosya listler’in, ‘Yeşil ler’in vb. güçlü frak siyon grupları vardır. 4. Avrupa Mahkemesi: Avrupa Yüksek Mah kemesi ya da “Ada let Diva nı” ola rak da ad lan dı rı la bi lir. Av ru pa Mah kemesinin kuru luş amacı ve esas fonksiyonu, üye ülkeler arasında ki (ve tabii ki, bunlar içindeki sermaye gruplarının, tekellerin yaşadık ları) “kanuni zorluk ları ve haksızlık ları” ele alıp karar ver mek tir. Bu nun ya nısı ra sosyal ve si ya sal hak lar konu la rında gündeme gelen sorun larla da uğ raşmak durumundadır. Av rupa Mah kemesi Lük semburg’da toplanır ve üye ül kelerin anlaşmasıyla atanmış 15 ha kimden oluşur. Her üye ülke divana bir ha kim gönderir. Mahkemenin ka rarla rı bağ layıcıdır ve oy çok luğuyla alı nır. Av rupa Mah kemesi’nin karar gücü ulusal mahkemelerinkinden üstündür. Anda ki uygulamada devlet ler ve kişi leri pa ra cezasıyla ceza landır ma yet ki siy le donatıl mış tır. Av rupa Mah keme si ne üye dev let ler, Birlik organları, şirket ler, özel ve tüzel kişiler başvurabilir. 5. Av rupa Sayıştayı: AB kurum la rı içeri sinde en genç lerinden bi ri sidir. 1993’te Av rupa Sayıştayının kurulmasına ilk defa karar verilmiştir. AB kurum la rı nın yaptığı harca ma la rın yürü rlük teki ka nun ve tü zük lere uygun olup olmadığını kontrol eder ve raporunu sunar.
8
Bun la rın dı şın da sü rek li fa ali yet yü rüten çe şit li komis yon lar, ör neğin Ekonomi ve Sosyal Komisyonu, Bi lim ve Tek nik Komisyonu, Bölgeler Komisyonu gibi komisyonlar bulunur. AB, merke zi Frank furt’ta bu lu nan bir Merkez Bankasına sahiptir. AB Merkez Bankası pratik olarak tüm üye ülkelerin para, bütçe, vergi vb. politikasını, yani ülke ekonomilerini bir merkezden yönlendirmeyi hedef lemektedir.
AB’NİN BİRLEŞME VE GENİŞLEME SÜRECİ… AB’nin ilk öncülünü 1951 yı lında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) oluştu rur. Bu an laşmayla bira raya gelen Al manya, Fransa, İtalya, Hol lan da, Bel çi ka ve Lük sem burg AB’nin çe kir de ği ni de oluş tur muş du rumdaydı. Da ha son ra la rı (1957) Av rupa Ekonomik Toplu lu ğu (AET) kuruldu. Birleşme ve genişleme süreci daha sonra ki yıllarda da devam etti ve 1993 yı lında Maast rich An laşması ile Avrupa Topluluk ları (AT), Avrupa Birliği (AB) adını aldı. AB ku rum la rı ve yönetim tar zı ve politi ka la rıyla kendisi ni ha la olu şum içinde olan bir yapı olarak kabul etmektedir. Bu birliğin bugüne kadar yürürlüğe girmiş bir Anayasası yoktur. 2004 yı lında Roma’da üye ülkelerin üzerinde birleştiği Avrupa Anayasası henüz üye devlet lerin her birinin onayından geçmiş değildir. AB’nin tak vi mi ne göre Anayasanın tek tek üye devlet lerin onayından geçmesi ve sonuç ta yü rürlüğe gir me si 2006 yı lında ta mam lan mış olması gerek mektedir. “İnşa ha lindeki oluşum” ola rak AB Anayasası nın üye devlet lerce kabul edi lerek yü rürlü ğe girmesi önemli bir aşama olarak kabul edilmektedir. Gerçek olan şudur ki, Avrupa Anaya sa sı diye or taya çı ka rı lan belge, birliğe üye devlet lerin birçoğunun ulusal anayasasından çok daha geride, gerici bir öze sa hiptir. Ve AB’nin gerçek demok rasiye ne kadar uzak oldu ğu nun belgesidir. AB Anaya sa sı nı inceleyip bunu or taya koyduğumuzda (Çağrı Sayı 84, Ara lık 2004) bazı okurlarımızdan hak lı olarak “Bunu Kopenhag kriterleri ile nasıl birleştiriyorlar?” “Bunlar nasıl yanyana olabi liyor?” soru ları da gelmişti. Kısaca buna da yanıt vermeye ça lışa lım... AB’nin birleşme sü reci, birliğe her yeni üye alım la rıyla yeniden önem li tar tışma la ra yolaçmak ta ve “nasıl bir AB” konusu nu gündeme getir mek tedir. Bütün ku rum ve yönetim organla rıy la AB’nin na sıl iş le ye ce ği, na sıl bir yapıya sa hip olacağı, hangi ölçüde merkezi leşmeye izin veri leceği, vs. vs. hep yeniden tartışılmaktadır. Bir taraftan geçmişte veri len söz ler nedeniyle gündeme gelen AB’nin yeni üyelerle genişlemesi çizgisi ve diğer ta raf tan AB içindeki söz sahibi “büyük devlet lerin” kendi çı karla rı nı koruma kaygı la rıyla gündeme sok tuk la rı “çekirdek AB ve çeperi” model tar tışma la rı yü rü mektedir. Tartışma ların şiddet lendiği nokta lardan biri de Türkiye’nin üyeliği konusudur. AB üyeleri içinde Türkiye’nin üye ola rak alın ma sı na karşı di renen önem li bir kesim hâ lâ mevcut tur. Bu kesim Türkiye’nin üye olarak alınmasını engel lemek için ha len elinden geleni yapmaya ça lışmaktadır.
Kopen hag kriterleri ola rak bi li nen kriterler, 1992 yı lında Kopen hag Zirvesi’nde, tam üye olmak isteyen adaylar için belirlenen yeni kriterlerdir. Bu kriterler, Mayıs 2004’te alınan on yeni üye ye (Es tonya, Le tonya, Lit vanya, Polonya, Çek Cum hu riyeti, Slovak ya, Slovenya, Macaristan, Malta ve Güney Kıbrıs) ve hâ lâ üyelik müracaatı görüşülen Türkiye’ye (ve diğer adaylara) dayatı lan kriterlerdir. Kopenhag kriterleri üç ana başlık altında toplanmıştır: Siyasi kriteri: Demok rasi, hu ku kun üstünlüğü, insan hak ları ve azınlık lara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı; Ekonomik kriteri: İşleyen bir pa zar ekonomisi nin varlığı nın ya nısı ra birlik içindeki piya sa güçleri ve rekabet baskısına karşı koy ma kapasitesine sahip olunması; Toplu luk mev zu atı nın be nim senmesi: Siyasi, ekonomik ve parasal birli ğin amaç la rı na uy ma da hil ol mak üze re üye lik yü küm lü lük le ri ni üstlenme kabiliyetine sahip olunması. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu kriterler yeni üye alımında üyelik için müracaat eden devlet lere dayatı lan kriterlerdir. AB’nin eski üyeleri kendi leri ni hiç de bu kriterlerle ölçmemektedirler. Burada gayet açık olarak çif te standart vardır. Özellik le “demok rasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ları ve azınlık lara saygı” nokta larında üye adaylarına en yük sek standardı dayatan ve on la ra “ev ödevi” üzerine “ev ödevi” yük leyen AB, ‘eski üyeleri’ni ay nı kriterler çerçevesinde ölçmeye hiç de gereksinim duymamaktadır. Tam tersine, AB içinde bugün sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, yoğun bir biçimde sosyal hak larda kısıt lama, işçi ve emekçi hak larına saldırı sözkonusudur. “Demok ra si”leriyle övü nen Al manya, Fransa, İngiltere, Hol landa vs. vs. de iç faşist leşme ilerlemektedir. AB’li emper ya list dev let ler baş ka larından insan hak la rı na saygı azın lık hak larına saygı ta lep ederken (Kopenhag kriterleri) “kendi ülkelerinde” “teröriz me kar şı mücadele” adı altında faşist uygulama lara başvuruyor, emekçileri birbirlerine düşman eden böl-yönet politi ka la rı nı gündeme geti riyor, bu ülkelerde yaşayan göçmenlere karşı ırkçı lığı kışkırtıyorlar. Bu anlamda TC ye dayatı lan “Demok ratik leş!” em ri (süreci), eski AB üyelerinde tersten işliyor. AB’ye yeni alı nan üyeler açısından da ay nı şey geçerli. Bu üyeler, kendilerine dayatı lan kriterler temelinde sı kı bir denet lemeye tabi tutulduk ları için, birçok nok tada ‘es ki üye lerden’ çok da ha ileri, “demok ratik” ya sa la ra ve uygulama lara sahipler.
VE İŞÇİ HAKLARI… AB’nin ça lışan la rın hak la rı konusunda ki politi kası nın ürün leri öyle azdır ki, sa man yığı nı içinde iğ ne arar gibi ara mak ge rek mek te dir. Bu alan da alı nan en “önem li” ka rarlar 1987’de alınan ‘İşyeri Güvenliği ve Sağlık Hakkında ki Yönetmelik’ ve 1989’da kabul edilen ‘Sosyal Hak lar Çartası’dır (adalet li ücret lendirme, işyerinde ça lışanların bilgi lendi ril mesi hak kı, iş yerinde kadın ve erkek eşit liği). Ams terdam zir ve si ile birlik te bu hak lara bir yenisi ek lenmiş ve en az iki ül kede faaliyette bu lunan ve 1000’den fazla işçi ça lıştıran holdinglere sadece danışma fonksiyonuna sahip olan ‘Avrupa İşyeri İşçi Konseyi’ kararı çık mıştır. Bu karara uy mak zorunda olan AB içerisinde yak la şık 1200 tekel bu lunmaktadır. Grev hak kı gi bi iş çi sı nı fı nın en temel hak la rı AB sosyal hak la rı içerisinde bile sayılmamaktadır. İş çi sı nı fı nın ve diğer emekçi lerin hak ları açısından AB anlaşma ve yasalarının zorunlu olarak üye ülkelere dayattığı hak lar tek tek ülkelerde uygulanan hak ların asgarisinin çok gerisindedir. Bu tavırla AB çok açık bir biçimde işçi sınıfının ve diğer emekçilerin haklarını değil, patronların hak larını koru maya yönelik bir oluşum olduğu nu göstermektedir. Buna rağmen AB üyesi ülkelerin çoğun lu ğunda, özel lik le Batı Av rupa lı üye ül kelerde uygu la nan bir mev zuat vardır ve bu mevzuat şu an için AB içerisinde genel kabul gören yasal düzeydir. Bu noktada da Türkiye’deki yasa lar ve mev zuat AB’nin çok gerisindedir. TC AB’ye tam üye olma çaba ları içinde kısmen de olsa AB’de genel kabul gören mev zuata yak laşmak zorundadır. Bu ister istemez var olan iş yasa larının ve örgüt lenme hak larının ve bu alanda ki mevzuatın reforme edil mesi ni getirecek tir. İşçi ve sendi ka ha reketi içerisindeki AB şak şakcı la rı nın dayandığı “güvence” de budur. “Kötü nün iyisi” biçi miyle, tabii ki işçi hak la rı nın her genişlemesi sınıfın yararınadır. Ancak bu konuda boş hayallerin yayılması kötüdür. Ve bi zim bu na karşı mücadele etme görevimiz vardır. Sınıf bi linçli işçi lerin bu tar tışmada daya nacak la rı tek temel işçi sı nı fı nın sı nıf mü ca de le si nin bi linç len me si, örgüt len mesi ve onun enter nas yonal daya nışma sı nın gelişme sidir. Bu gün AB’nin en zenginleri olan Almanya’da, Fran sa’da mil yon larca iş çi iş siz li ğe mahkum ediliyor; yoksulluk artıyor. AB ne gerçek demok ra sidir, ne de işçi-emekçi cenneti! Av rupa devlet lerindeki gelişmeler bu nu ar tık giderek daha açık gösteriyor.
15 Aralık 2005 ▲
yeni işçi dünyası
17 Aralık Ankara Mitingi
D
İSK, K ESK, TMMOB ve TTB’nin Ankara’da birlikte düzenledikleri mitinge onbinlerce emekçi katıldı. Değişik kentlerden otobüslerle ve trenlerle gelen yaklaşık 25 bin kişi önce Hipodrom meydanında toplandı ve oradan bitiş mitinginin yapıldığı Sıhhiye meydanına yürüdü. Ankara mitingine Türk İş ve Hak İş konfederasyonları katılmayı reddettiler. Yürüyüşün en önünde yer alan DİSK’in katılımı çok düşük olurken, en yüksek katılımı ise 27 Kasım’da basın açıklaması coplarla ve tanklarla engellenen Eğitim Sen oluşturdu, ardı arkası gelmeyen Eğitim Sen kortejinde Türkiye’nin dört bir tarafından gelen 10 binin üzerinde eğitim emekçisi yer aldı. Doğu illerinden gelen eğitim emekçileri ağırlıklı olarak Şemdinli konusunu öne çıkarmışlardı. Miting alanına gelindiğinde güneşli güzel havanın da etkisiyle coşkulu bir miting gerçekleşti. Ancak coşkuyu yaratan kitlenin katılımı idi, sendika konfederasyonlarının başkanları tarafından yapılan konuşmaların içeriği değildi. Mücadelede düşenler için yapılan bir dakikalık saygı duruşunun ardından sırasıyla DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı ve TTB 2. Başkanı birer konuşma yaptılar. Konuşmalarda emekçilerin sorunlarının yanı sıra, Irak ’taki savaşa ve Şemdinli’deki
bombalama olaylarına da yer verildi. Konuşmaların ortak noktası sorunları tartışırken çözümlerini kapitalist düzenin sınırları içerisinde aramaları idi, zaten başkası da beklenemezdi. Mitingde öne çıkan bazı sloganlar şunlardı: “Savaşa değil, eğitime bütçe”, “IMF defol, bu ülke, bu halk satılık değil”, “İnsanca yaşamak istiyoruz”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır”, “Çeteler halka hesap verecek”, “Dün Susurluk, bugün Şemdinli, çete-
ler halka hesap vermeli”, “Direne direne kazanacağız”, “Yaşasın iş ekmek özgürlük mücadelemiz” vb. Ankara’ya Yeni Dünya İçin Çağrı olarak İstanbul, Adana ve Mersin’den katıldık. Taşıdığımız dövizlerimizde ve attığımız sloganlarda ve yaptığımız kuşlamada şu sloganlar yer aldı: “Demokratik Türkiye ve Halk için Bütçe, bu düzende olmaz”, “Yeni bir dünya bizim ellerimizde”, “Halkların kardeşliği ve gerçek barış için tek yol
devrim”, “Ya barbarlık, ya sosyalizm”, “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Kahrolsun sendika ağaları”, “Savaş açlık yoksulluk kader değil”, “Fabrikalar kalemiz, yaşasın Bolşevik mücadelemiz”, “Demokratik Türkiye için tek yol devrim”, “Halk için bütçe – sosyalizmde”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Zafer direnen emekçinin olacak” vb. 20 Aralık 2005 ▲
Serna- Seral Tekstil Fabrikası İşçilerinin Grevi Sürüyor!
G
revleri üç ayı geçen SERNASERAL Tekstil Fabrikası işçileri grevlerini kışın soğuğuna rağmen kurdukları grev çadırlarında kararlılıkla sürdürüyorlar. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak Kasım ve Aralık ayları içinde birçok kez ziyaret ettiğimiz bu grevci işçi arkadaşlar kavga ederek kazandıkları grev çadırlarında bizi her zamanki gibi çok sıcak karşıladılar. Patron işçileri haklı mücadelelerinden vazgeçirmek için işçilere yönelik bir dizi saldırıda bulunuyor. Ekim ayının ortalarında, patron yanına Çevik Kuvveti de alarak fabrikadan makineleri çıkarttırdı. Buna müdahale etmek isteyen işçiler polis tarafından tartaklandılar. Yine işçilerin yağmurdan ve soğuktan korunmak için kurdukları grev çadırı, yasak ol-
duğu gerekçesiyle işçiler dövülerek ve bazıları gözaltına alınarak birçok kez yıkılmıştı. Fakat işçiler her seferinde yıkılan çadırlarını yeniden kurdular. Patron ve polis bu duruma şimdilik göz yummuş gibi görünüyor. Hatta bir işçi “en son saldırıdan ve ona karşı direnmeden önce polisler, bizlerin grev çadırı için bu bedelleri göze alamayacağımızı düşünüyorlardı ki kurduğumuz çadırı hemen yıkıyorlardı. Fakat şimdi haklarımız için hiçbir bedelden çekinmeyeceğimizi onlara da gösterdik. Onlar bizi, biz de onları daha iyi tanıdık” diyerek, grev okulunun işçileri nasıl eğittiğini bu cümlelerle dile getirmiş oluyordu. İşçileri 10 Aralık’taki Güney Kültür Merkezi’nin düzenlemiş olduğu 3. yıl etkinliğine çağırdık. Bu çağrımızı se-
vinçle karşılayan işçiler 10 Aralık’taki etkinliğe katılarak geceye coşku kattılar. İşçiler gecede bir konuşma yaptılar ve bir şiir okudular. Serna-Seral işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım. Tüm okurlarımızı kışın zor koşullarında odun sobalarının başında grevlerini kararlılıkla sürdüren, patrona hiç bir taviz vermeyen Serna-Seral işçilerine her türlü destekte bulunmaya çağırıyoruz. Ekim 2005 ▲
9
yeni işçi dünyası
Asgari ücrette danışıklı dövüşe devam (mı?)
O
10
cak 2006 tarihinden itibaren geçerli olacak asgari ücretin belirlenmesi amacıyla Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) 29 Kasım 2005’te ilk toplantısını gerçekleştirdi. Bilindiği gibi AÜTK, her biri beşer üye ile temsil edilen Türk-İş, Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK) ve hükümet (hükümet adına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı başta olmak üzere Hazine Müsteşarlığı, DİE ve DPT toplantılara katılmaktadır) yetkililerinden oluşmaktadır. AÜTK’nın yapısı ve aldığı kararların niteliği yasa tarafından belirlenmiştir. Yasaya göre, AÜTK’yı oluşturan temsilci sayısında başından itibaren sermaye kesimine kesin bir çoğunluk verilmiştir. Gerçekte sermaye kesiminin temsilcileri yalnızca en büyük sermaye örgütü olan TİSK temsilcilerinden değil, aynı zamanda, lafta kendilerini ne kadar “tarafsız” ya da “bağımsız” adlandırırlarsa adlandırsınlar, sermaye kesiminin siyasi sözcüleri olan hükümet temsilcilerinden de oluşmaktadırlar. Bu durumda sermaye kesimi AÜTK’da kesin bir çoğunluğa sahip ve istediği yönde ve düzeyde asgari ücreti belirleme imkânına sahip. Bu nedenle asgari ücret –yer yer hükümet temsilcilerinin “bağımsızlık” şovları yapıp, sermaye kesiminin talep ettiğinin biraz üstünde asgari ücrete imza atsalar da– sürekli sermaye kesiminin talepleri düzeyinde hep düşük tespit edilmektedir. Bu nedenle asgari ücretli milyonlarca işçi, bırakalım yoksulluk sınırının altını, açlık sınırının altında inim inim inletilmektedir. Türk-İş Araştırma Merkezi’nin düzenli olarak yaptığı araştırmaya göre dört kişilik bir işçi ailesinin Kasım 2005’te açlık sınırı 525,71 YTL, yoksulluk sınırı ise 1610,30 YTL. Bugünkü net asgari ücret ise 350,15 YTL’dir. Asgari ücret bir işçi ailesi için yoksulluk sınırı olarak bilinen gelirinin üçte birinden bile daha az. Üstelik bir işçi ailesinin yalnızca beslenebilmesi için asgari gider tutarı olan açlık sınırının bile altında. İşte AÜTK’da üzerinde pazarlık konusu yapılan asgari ücretin gerçek boyutu bu. İşçilerin açlığı, açlığının derecesi üzerine pazarlık yapılıyor! İşçi sınıfı geniş kesimleri açısından açlık sınırının altında olan asgari ücret bile halen elde edilememiş bir hedef. Sendikalarda örgütlü olan bir milyona yakın işçi kesiminin dışındaki örgütsüz işçilerin yarısından fazlası asgari
ücretin altında bir gelirle çalışma ve yaşama durumunda. Bu sebeple üzerinde pazarlık yapılan asgari ücret seviyesi bile geniş işçi kitlesinin gerçek minimal gelir düzeyini, içinde yaşadığı sosyal gerçekliği, kendisinin ve ailesinin çektiği sıkıntıların, acıların derinliğini –yaklaşık olarak bile– yansıtmaktan çok uzak. Sermaye kesimi için her ücret düzeyi, her asgari ücret düzeyi her zaman yüksektir. Sömürücülerin ve onların hükümette olan temsilcileri açısından milyonlarca işçinin ve aile fertlerinin içinde yaşadığı sosyal şartlar çıkış noktası değildir. Çıkış noktası sermayedarların kârlarının içinde bulunulan her anda nasıl en yüksek düzeye çıkartılabileceği ve bu yüzden ücretlerin nasıl mümkün olan en düşük düzeyde tutulabileceğidir. Bu amaçlarına tabii her zaman bir “genel çıkar” maskesi takarlar. Kimi zaman “milli ekonominin çıkarları”, kimi zaman “istihdamın talepleri”, kimi zaman “Türk ekonomisinin rekabet edilebilirliği” vb. vd. gerekçeleri öne sürülür. Fakat bu tür kavramların arkasındaki gerçek amaç hep aynıdır: Azami kâr, sömürücülerin zenginliğinin daha hızlı artması. Sermaye temsilcilerinin ve onun güya “tarafsız” destekçisi hükümet temsilcilerinin bu niteliği belli de, işçi temsilcisi olarak AÜTK içinde yer alan Türk-İş’in niteliği ve konumu ne? Türkİş temsilcileri biçimsel açıdan bir işçi örgütünün temsilcileri. Hatta köken olarak bunların çoğunluğu gerçekten de işçilikten gelmekte. Fakat farklı sınıfların uzlaşmaz çıkarlarının çatıştığı bir sosyal olayda, kimin hangi sınıfın çıkarı için tavır takındığını ve mücadele ettiğini belirleyen onun biçimsel olarak hangi ad ve mevkiyi temsilen
katıldığı değil, gerçekten hangi sınıfın çıkarlarını dile getirdiği, hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiğidir. Türk-İş’in asgari ücret politikası ve pratiği, temsil ettiğini iddia ettiği işçi sınıfının değil, tümüyle sermaye kesiminin çıkarlarına uyum üzerine oturmuştur. Asgari ücretin halen, bırakalım yoksulluk sınırının altında olmasını, açlık sınırının bile altında olmasındaki büyük başarı payı(!) aynı ölçüde Türk-İş’e aittir. Gündemdeki asgari ücret tartışmaları konusundaki tavrı da aynı siyasetinin somut bir örneğidir. Türk-İş ağaları, bizzat kendi kurumunun temsil ettiği açlık sınırını gösteren rakamı bile asgari ücretin asgari düzeyi olarak AÜTK’ya talep olarak getirmemektedir. Bunun yerine her zaman olduğu gibi sermaye ve hükümet temsilcileri ile kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerle iş bitirilmekte, ondan sonra büyük bir pişkinlikle AÜTK’nın tespit ettiği rakamın “düşüklüğü” üzerine açıklamalar yapmaktadırlar. Aynı oyunu hepimiz yeniden yaşayacağız. Sorunun gelip dayandığı nokta ise, bu oyunda işçilerin figüran rolüne razı olup olmayacakları, daha doğrusu bu oyunu bozup bozmayacaklarıdır! Sermaye kesimi kendisi açısından asgari ücret görüşmelerini gayet ciddiye almakta ve kendi çıkarları açısından yapılması gerekeni yapmaktadır. Daha AÜTK toplanmadan sermaye kesimi taleplerini hiçbir yanlışa meydan vermeyecek bir biçimde sıralamıştır: “Asgari ücret, ulusal hedeflerle çelişmeyecek; istihdam artışı engellenmeyecek ve kayıt dışı istihdam artırmayacak düzeyde olmalıdır. SSK prim yükü aşamalı ve takvimli bir program uygulanarak azaltılmalı, özel indirim yeniden yürürlüğe
konmalı, asgari ücret seviyesindeki gelir üzerindeki vergi yükü aşamalı şekilde hafifletilmeli… Genç işçi yaşı 16’dan 20’ye yükseltilmeli… Yan ödemeler de asgari ücret içinde hesaplanmalı…” (Bkz. Tisk-org.tr). Sermaye kesimi asgari ücreti üzerinde bir yük olarak görüyor ve bu “yük”ün hafifletilmesi için “şu talepler yerine getirilsin” diye taleplerini sıralıyor. Bu yaklaşımın amacı açık: Reel asgari ücret seviyesinin yükselmesini kesinlikle engellemek, hatta reel asgari ücreti düşürmek. Sermaye kesiminden brüt asgari ücret içerisinde alınan ve son yıllarda –“özel indirimlerle” de– indirilen primleri daha da alta çekmek. Yan ödemeleri asgari ücret hesabının içine alınmasını sağlayarak yan ödeme yükümlülüğünden kurtulmak. Sermaye kesimi taleplerini açık ve ısrarla ortaya koyarken, AÜTK’daki işçi temsilcisi Türk-İş’te aynı “tutarlılığı” görmek mümkün değil. Türk-İş ek talepte bulunma cesaretini bile göstermiyor ve bilinçli ve planlı olarak görüşmelerdeki inisiyatifi sermaye kesimine bırakıyor. Komisyon tarafından asgari ücret yine düşük olarak tespit edidiğinde, “asgari ücret istediğimiz düzeyde olmadı ama işveren kesiminin taleplerinin tümüyle geçmesini engelledik” diye oyun oynayabilmek için şimdilik susmayı tercih ediyorlar. Türk-İş’in uslu çocuk oyunu oynamasının kanuni bir dayanağı da var. Ağustos 2004’te yürürlüğe giren Asgari Ücret Yönetmeliği’ne göre, “Komisyondaki görüşmeler ve komisyonun çalışmaları gizlidir. Başkan, üyeler ve raportörler ile bu maddenin kapsamına giren kişi ve kuruluşlar bu görevleri dolayısıyla öğrendikleri her türlü bilgi ve belgeleri gizlemekle yükümlüdürler.” Milyonlarca işçiyi igilendiren can alıcı bir sorun ve bu sorun hakkındaki görüşmeler kanunen bir gizlilik perdesinin arkasına itiliyor ve bu perdenin arkasında danışıklı oyun oynayanlara “gizlilik kuralına uymazsan kulağını çekerim” deniyor. Türk-İş bu gizlilik ilkesini o kadar benimsemiş ki, sermaye kesiminin çok açıktan ve ısrarla yaptığı taleplerini ortaya koyma işini bile bir tür “gizlilik” içinde yürütüyor. Ne diyelim? “Kılavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmazmış”…
12 Aralık 2005 ▲
yeni işçi dünyası
MİGROS’TA VE TEZ KOOP-İŞ’TE YAPILMASI GEREKENLER
Bir öneri Tez Koop İş’te anda iki anlayış arasında -merkezin temsil ettiği uzlaşmacıreformist anlayış ile Mecidiyeköy’de bulunan İstanbul 2 No’lu Şube’nin temsil ettiği mücadeleci anlayış arasında- bir mücadele yürümektedir. Bu mücadelede biz YDİ Çağrı dergisi olarak hep sınıf mücadelecisi anlayışın yanında olduk, bu somutta Mecidiyeköy 2 Nolu Şube’yi destekledik. Ancak çözümsüzlüğün zamana yayılması ile gelinen yerde bu durumdan en çok sendikalı işçiler mağdur oluyorlar. Bizim görüştüğümüz 2 No’lu Şubeye bağlı işçiler hoşnutsuzluklarını dile getirerek haklarını arayabilmeleri için bir çözümün gerekli olduğunu savundular. Aşağıda elimize posta yolu ile ulaşan, Tez Koop İş’teki sorunların çözülmesi için “bir öneri”de bulunan -bizce çok doğru bir öneride bulunan- bir yazıyı olduğu gibi okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. YDİ Çağrı
Migros’ta çalışan tüm işçilere çağrı: Migros’ta patron başlamadan biten bir grev eylemiyle ilgili olarak, Tez Koop-İş 4. Şubenin yaptığı basın açık la ması na katı lan ve pat ron la Tez Koop-İş arasında grevin başla ma sı na sa at ler ka la gece ya rı sı yaptık la rı an laşmayı protesto eden dört işçi arkadaşı mı zı işten çı kardı. Bu patronun bu arkadaşlarımızın şahsında bütün Mig ros ça lı şan ları na bir saldı rısı, tüm ça lışan la ra açık savaş ilanıdır. Patron bu işten atma eylemiyle hepimize açık bir mesaj veriyor: Ya benim belirlediğim şart larda sesinizi çı karmadan ça lışırsınız, ya da eğer herhangi bir şekilde haksızlığa karşı sesinizi çı karmaya kalkarsanız, kendinizi kapı dışında bulursunuz! Bu açık savaş ila nı karşısında sessiz kal mak, aslında Mig ros’ta yıl lardan beri gayet kötü olan ücret li kölelik şartlarının, önümüzdeki dönemde daha da kötüleşmesini en başından kabul etmek anlamına gelecektir. Ya patronun dayattığı her şe yi ba şı mı zı öne eğip kabul edeceğiz, ça lışma ve hayat şart la rı mızın giderek kötü leşmesi ne göz yu macağız, ya da hak la rı mız için mücadele edeceğiz. Mücadelede evet yenilmek de vardır. Fa kat mücadele etmeyen en baştan yenilmiştir. Şimdi or tada açık bir hak sızlık vardır. Bir TİS’e tepkisi ni di le getir mek, her işçi nin en doğal demok ratik hakkıdır. Hele hele bu işçi lere TİS imzalanmadan birkaç saat önce, TİS’e imza koyan sendi kacı lar ta ra fından gre ve çı kı lacağı sözü veril mişse, on la rın bu TİS hak kında görüş leri ni di le ge tirmeleri milyon kere hak la rıdır. Mig ros pat ronu bu işçi leri “disiplinsizlik” vb. ba ha nelerle işten at ma sı, demok ratik
bir hak kın kullanılmasına saldırıdır. O iş çi kardeşleri miz şahsında hepi mi ze “susun, sizin düşünme, fi kir belirt me, protesto etme” vb. hak kınız yoktur denmektedir. Buna karşı direnmek, susmamak, sesimizi yükseltmek hepimizin görevidir. Mig ros pat ron la rı na bu hak sızlığı kabul etmediğimizi göstermek için çeşit li eylem lerle ha rekete geçmeli, işten atılan dört kardeşimizin işe geri alınması ta lebini gerçek leştirene kadar eylemler yapma lıyız. Susarsak, sıranın bize de geleceğini bilmeliyiz. Bütün Migroslarda bu durum üzerine tartışa lım. Atı lacak eylem adımları konu sunda tar tı şa lım. Mig ros’ta TİS’i imza layan Tez Koop-İş’in harekete geçmesi için alttan baskı yapa lım. Eylem biçimi bağlamında Tez Koopİş 2 Nolu Şubeden işçi arkadaşların yaptığı bir eylem çağ rısı vardır. Bunu tartışma içine çekelim. Bilelim ki “Susma sustukça sıra sana gelecek!” Migros somutunda bugün hepimiz için her zamankinden fazla günceldir.
Tez Koop-İş yönetimine, Tez Koop-İş’te sendikacılık yapanlara açık çağrı: Migros’ta başlamadan biten grev er tesinde dört işçi patron ta ra fından işten atıldı. Bu dört işçi arkadaşımız şahsında saldı rı lan Mig ros işyer le rinde ça lışan bütün işçi ler, işçi lerin örgüt lü mücadelesi, bu arada sendikal örgüt lülük, bizzat Tez Koop-İş’tir de. Bu işçi arkadaşların, Tez Koop-İş yönetiminin imza ladığı TİS ertesinde yönetimi protesto et mesi, grevin sendi ka yöneti mi ta ra fından satıl mış olduğunu tes pit etmeleri, bunu hainlik olarak değerlendirmeleri vb. bu arkadaşların patron ta-
rafından işten atılmasının, objektif olarak işyerinde sendi kal örgüt lü lüğe de yönelmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu işçi arkadaşlar Tez Koop-İş üyesi işçiler olarak, işyerlerinde öne çı kan öncü işçiler olarak işten atılmıştır. Patronun yaptığı işçilere, işçilerin örgüt lülüğüne karşı açık savaş ilanıdır. Bu savaş ilanı karşısında, ses siz lik, sus kun luk bir sendi ka açısından kendi işlevi nin bittiğinin ilanıdır. Sendi ka eğer böyle bir durumda sessiz ka lırsa, onun gereği nedir, ne işe yarar?! Bu bağlamda yöneticilerin “Bize hain dediler! Bize satılmış dediler! Bize işbirlikçi dediler! Şimdi başlarının çaresine bak sın lar!” deme hak kı ve lük sü yoktur, ola maz. Bu rada sözkonu su olan kişisel ya ra lan mışlığın vb. öte sinde, çok daha önemli, işçi sınıfının genel çıkarlarıdır. Burada bir yanda kapita listler sı nı fı diğer yanda işçi sı nı fı vardır. Sendi ka yöneti mi bu somut ta ki tav rı ile barikatın hangi yanında durduğunu gösterecektir. Kaldı ki işçilerin ne dediğinden önce, on la ra bu nu söy le tenin ne olduğunu sendika yönetimi ve ça lışanları düşünmek zorundadır. İşçiler neden satıştan, hainlikten vb. söz ediyor? TİS’i imza layan sendika yönetimi, bu geceyarısı imzasından çok değil birkaç saat önce dört nolu şubede, işçileri greve gidilmemesi konusunda ik na et meye ça lışıp bunda başarı lı ola madığında, greve gidi lecek sözüyle ay rıldı mı işçi lerden? Olgu bu mu? Eğer olgu bu ise, greve gidilecek sözü ne güvenen işçi lerin, TİS imza landı ha be ri ne ve re cek le ri tep ki bun dan başka ne olabilir? Şimdi sendika yönetiminin ve ça lışanlarının önünde, yönetim hak kında yapı lan ve bir bölü mü nün çok ra hat sız olduğu görü nen işbirlikçi-ha in- vb. sıfat larına layık olmadığını ispat lamak için fırsat vardır. Şimdi bütün kişisel yara lan mışlıkları, hesapları vb. bı ra kıp, Mig ros pat ronu na karşı “Bu bi zim le ol maz” demek za ma nıdır. Şimdi Migros’tan atı lan dört işçinin işe alınması için bir kampanya başlat mak za ma nıdır.
Tez Koop-İş içindeki iktidar mücadelesinin taraflarına açık çağrı: Mig ros pat ron la rı ter biye siz ce, perva sız ca saldı rıyor. On la rın bu kadar per va sız ol ma la rında karşıla rında ki sendi kal örgütün za afı büyük rol oynuyor. Pat ronun hesabı bel li. Sendi ka içinde bundan önceki genel ku ruldan bu yana açık yürüyen bir iktidar mücadelesi var. Bu iktidar mücadelesinin bir yanında bugünkü yönetimin “sosyal diya log”çu, uz laşmacı sendi kal an layışı, diğer yanda yönetimin Tez Koop-İş’ten
bütünüyle uzak laştırmak istediği, sınıf mücadelecisi bir çizgiyi savunan bir muha lefet var. İçerik olarak doğru olan bu ikinci çizgi nin savu nucu la rı da fa kat kimi önemli yöntemsel ve taktiksel hata lar yapıyorlar. İşçi lere yansıyan, iki ya nın başını çeken ler ara sında adeta bir kan davası ha line gelen bir çatışma. Yer yer işçi lerin birbiri ne düşman haline gelmesi, getirilmesi yaşanıyor. Tez Koop-İş’teki bu fiili bölünme durumu, gerçekte bir bütün olarak Tez Koop-İş’i zayıf latıyor. Patronlar bunun bilincinde davranıyorlar. Migros patronları per vasızca saldırırken, kendilerine yönetimden, onun uzlaşmacı çizgisi sonucu olarak ve fa kat ay nı zamanda attığı işçiler mu ha lefet ten olduğu için bir tepki ve zarar gelmeyeceğini hesaplıyor. Bunun yanında sol muha lefetin de, sendikanın anda ki yöneti mi nin destek ver me yeceği, tersine sabote edeceği bir eylemle işçileri geri aldıracak güce sahip olmadığını hesaplıyor. Eğer hesaplar bu ise, bunları boşa çı karmak mümkündür.
Yapılacak iş aslında basittir: Tez Koop-İş’te ik tidar mücadelesi, görüşlerin çatışması, hangi sendikal anlayışın doğru olduğu tar tışması tabii ki olacak tır, ol ma lıdır. Fa kat bu çatışma hiç bir şekilde anda yü rüyen işçi lerin sendikal örgüt lenmesini ilerletme, hakla rı için mücadeleyi örgüt leme konusunda birlik te mücadelenin, ha reketin önü ne geç me me li, ge çi ril me me lidir. Sendika içi demok rasi temelinde sendikanın birliği yeniden sağlanma lıdır. Bunun için sendi ka yönetimi, İkinci Şube ’yi ne pa ha sı na olur sa ol sun dışlama siyasetinden vazgeçmeli, İkinci Şube’nin mücadeleci sendikacı larını ve işçi lerini Tez Koop-İş için de vazgeçilmez bir güç olarak kavrama lıdır. İkinci Şube’yi tasfiye için de oluşturulan kurumların işlevleri değiştirilmeli, bun lar yeni bir şube oluştur mak için kullanılma lıdır. Gerek yönetim, gerek se İkinci Şube karşılık lı ola rak birbirleri hak la rında açtık ları dava ları geri çek melidir. Tez Koop-İş patronun karşısı na, Tez Koop-İş içindeki tüm güçlerin birliği olarak çık ma lıdır. Bu yapıldığında, Mig ros pat ronu na attığı adımı geri attırmak mümkün olacaktır. Bu ol maz demeyin. Olur. İşçi sı nı fının çı karla rı çı kış nok tası alındığında olur. Bir de tabanda ki işçi ler bu yönde dayattık larında olur. Şu anda işçilerin böyle bir dayatması ol madığını bildiğim için çağrım bu bağlamda çatışmada öne çıkan taraflaradır. Selamlarla…
11
yeni işçi dünyası
Cevahir Deri’de işçiler direniyor...
İ
12
stanbul Deri Organize Sanayii’de çalışan binlerce işçi yıllardır en kötü koşullarda çalışıyor. Ne doğru dürüst iş güvenliğinden ne de sendikal haklarından yararlanabiliyorlar. Deri sanayi, işçilerin sömürüsünün en yoğunlaşmış alanlarından birisi.. Bu sömürüye daha fazla dayanamayarak direnişe geçen ve sendikal haklarını talep eden işçiler, işverenin gözüne batıyor, işçiler işten çıkarılıyor. Deri patronları yarattıkları bu kölelik ortamını kaybetmek istemiyorlar, çünkü bu dizginsiz sömürüden elde ettikleri muazzam karlar sözkonusu. Bu dizginsiz sömürünün yaşandığı yerlerden birisi de Tuzla’daki İstanbul Deri Organize Sanayi bölgesinde bulunan Cevahir Deri fabrikası. Cevahir Deri’de çalışan işçilerin bir bölümü Tuzla Deri-İş sendikasında örgütlenmek istedikleri için işten atıldılar.. İşten atılan yirmisekiz işçi, bir ayı aşkın bir süredir fabrika önündeki bekleyişlerini sürdürüyorlar. 9 Aralık’ta, Tuzla Deri-İş sendikasının çağrısı üzerine İstanbul Deri Organize Sanayi Bölgesinde yaklaşık 500 işçiyle Cevahir Deri’de yaşanan işten atmalara ve hak gasplarına karşı bir basın açıklaması yapıldı. Öğle saatlerinde yapılan eyleme deri sanayinde çalışan işçiler katılmışlardı. İşçilerin yıpranmış ve yağlanmış işçi tulumları ile eyleme katılmaları ve coşkulu bir şekilde sloganlara eşlik etmeleri görülmeye değerdi. Cevahir Deri fabrikasına yüz metrelik bir mesafede işçiler pankart, döviz ve sloganlarla yürüyüşe geçtiler. İşçilerin en çok attıkları sloganlar şunlardı: “Sermayenin itleri yıldıramaz bizleri”, “Birlik, mücadele, zafer”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Çeteler halka hesap verecek”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Cevahir şaşırma, sabrımızı taşırma”, “Zafer direnen emekçinin olacak”. Fabrikanın önünde toplanan işçilere
i l k konu şmay ı Der i-İş Şube Başkanı Hasan Sonkaya yaptı. Sonkaya basın açıklamasına geçmeden önce eyleme destek verenlerin isimlerini okuyarak bu kurumlara teşekkür etti. Eyleme destek veren kurumlar şunlardı: Genelİş 3 nolu ve 1 nolu şube başkanları, Türk-İş İstanbul 1. Bölge temsilcisi, İzmir Deri-İş şube temsilcileri, Gönen Deri-İş temsilcileri, Tohum, Partizan, DDSB,Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, ILPS, EMEP, Ulusal Kanal. Sonkaya kısa tuttuğu konuşmasında; sendikalı olmak istedikleri için işçilerin işten atıldığını, buna karşı işçilerin direnişe geçtiğini belirtti. Direnişi kırmak isteyen taşeron Özalp şirketinin silahlı çetelerini işçilerin üzerine sürerek, Jandarmanın göz yummasıyla direnişi bitirmek ve Tuzla havzasını köle kampına çevirmek istediklerini söyledi. Sonkaya, bu tür saldırıların hiç bir faydasının olmayacağını, bunun ancak işçilerin mücadele azmini daha da güçlendirdiğini vurguladı. Artık ortaçağ yöntemlerinin geride kaldığını ve patronun sendikayı kabul etmek zorunda olduğunu vurguladı. Ayrıca sendikalı olmak istedikleri için işçileri işten atan patronun yasalara göre 1 ila 3 yıl arasında hapis cezası olduğunu, fakat bu konuda devletin herhangi bir işlem yapmadığını ve yasaların sermaye patronları sözkonusu olduğunda kağıt üzerinde kaldığını belirtti. İkinci konuşmayı Türk-İş 1. Bölge temsilcisi Faruk Büyükkucak yaptı. Büyükkucak konuşmasında; atılan işçilerin tekrar işe alınmasını talep ederken, kendilerinin üretimin verimliliğinden yana olduklarını, sosyal diyalogdan yana olduklarını, bu nedenle patronun eğer iş barışını sağlamak istiyorsa, işi daha fazla uzatmadan masaya oturması gerektiğini vurguladı. Büyükkucak’ın bu konuşması
son tahlilde işçilerin haklarının savunusundan çok patronun kazancını ön plana çıkaran bir konuşma oldu. Son konuşmayı Deri-İş Genel Başkanı Yener Kaya yaptı. Onun da konuşması işverene birlikte çalışma talebinde bulunan, işvereni sağduyuya çağıran bir konuşma idi. Konuşmalar sık sık atılan sloganlarla kesiliyordu. Her şeyden önce yaklaşık 500 işçinin biraraya gelerek işçi arkadaşlarıyla dayanışmada bulunmaları, sınıf dayanışması açısından güzel bir örnekti. İşçilerin bizzat sömürüldükleri alan-
larda, yani sanayi bölgesi içerisindeki eylemlerinin, çalıştıkları alanlar dışında herhangi bir yerde yapmış olmalarından çok daha etkiliydi. Böyle olması işçilerin mücadele azmini ve coşkusunu daha da pekiştirirken, deri patronlarını da korkutuyordu. Deri işçilerinin mücadelesi, bizim de mücadelemizdir. Bu nedenle tüm okurlarımızı deri işçileri ile dayanışmaya ve onlara maddi ve manevi her türlü katkıyı sağlamaya çağırıyoruz. 9 Aralık 2005 ▲
ÇİMSATAŞ
M
ersin’in Kazanlı beldesinde kurulu bulunan, Mehmet Emin Karamehmet’lere ait Cimsataş’ta çalışan bir işçi arkadaşla bu işyerindeki çalışma koşulları üzerine konuştuk. Yaklaşık 450 işçinin çalıştığı bu fabrikada Ekskavatör (kazı makinesi) ve araba yedek parçası üretiliyor. Bu iş yerinde büroda çalışan bir iki kadın dışında kadın işçi çalışmıyor. Dörtlü vardiya biçiminde çalışan işçiler 30 dakika yemek molası ile birlikte 8 saat çalışıyor. Bu iş yerindeki çalışma koşulları 2001 şubat krizi ve sonrasına göre bugün daha iyi. Yeni teknoloji ile birlikte ağır çalışma koşulları bugün daha da iyileşmiş. Haftanın 6 günü çalışılmakta, bir gün tatil - bu gün hafta içinde bir gün de olabiliyor. Üretimin %30-40 arası ihraç ediliyor. Bu işkolunda işçiler bütün ikramiyeleri ile birlikte ortalama 600 ile 700 YTL arasında para alabiliyor. Yani açlık sınırında çalışmak zorundalar. Birleşik Metal İş Sendikası bu iş kolunda örgütlü. İşçilerin hemen hepsi sendikalı durumda. Bu işkolunda 50 kişiden oluşan bir işyeri komitesi var. Bu komite ihtiyaca göre toplanıyor. Toplu sözleşme dönemlerinde sendika komitenin talepleri doğrultusunda işverenle masaya oturuyor, komitenin onayı olmadan sendika sözleşmelerin
altına imza atmıyor. İstedikleri her an sendika yöneticileri ile görüşebildiklerini ve sendikanın kendilerine sahip çıktığını belirten işçiler sendikalarından memnun. İşveren kriz döneminde işçileri sendikadan istifaya zorlamış ve fakat bunda işçilerin kararlılığı sonucu başarılı olamamış. Bugün sendikasızlaştırma konusunda işveren tarafından herhangi bir baskı yoktur. Bu iş kolunda aynı işi yapıp da farklı ücret alan işçiler var. İşçiler sendikaları ile birlikte bu farkı ortadan kaldırmak için mücadele ediyor. YDİ ÇAĞRI okurları bu işverene ait olan Çukurova tekstilden atılan ve hakları verilmeyen işçiler ile ilgili haberleri hatırlar. Çukurova’da işçiler Teksif gibi işçi düşmanı patron yanlısı bir sendikada örgütlüydü. Bu sendikanın bırakalım işçilere sahip çıkmayı, işçileri sendikaya dahi almıyordu. Çimsataş’ta olduğu gibi, işçilerin Birleşik Metalİş gibi bir sendikada örgütlü olmaları işçilere çok şey kazandıracaktır. Bu kazanım tabanda sınıfın bu işyerinde olduğu gibi, işyeri komitesi temelinde örgütlenerek örgütlü bulunduğu sendikayı sürekli denetlemesi ile daha da güçlenecektir. Bu temelde sınıf uzlaşmacılığı değil, sınıf sendikacılığı gelişerek güçlenecektir. YDİ Çağrı/Mersin, 20.12.2005 ▲
yeni kadın dünyası
Kadın hak ları bahane, erkek lerin iktidar dalaşına kadınlar malzeme…
U
laştırma Ba kanı’nın eşini tek başına yemek yerken gösteren fotoğraf la medya kıyameti kopardı. Özelde Hürriyet gazetesinin başlattığı “skandal fotoğraf” tartışmasıyla or ta lık kadın hak la rı savu nucu la rıyla doldu! Neler söylenmedi neler…. – Sözümona ba kan eşiyle dayanışma tavrı içine girenler: “O fotoğraf ta kahredici bir hüzün var. Yalnız bıra kılmış, san ki terk edil miş bir kadın yal nızlığı…” (Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök) – Görüntüyü “Atatürk Türkiyesi”ne
yanı yok. Şair Nazım Hikmet’in “Yeri soframızda öküzden sonra gelen” dizelerini aklımıza getiren sıradan bir görüntü. Bunun elbette teşhir edilmesi, eleştirilmesi gerekir. Sorun burada değil. Sorun bunu teşhir için birbirleriyle yarışanların –sofrada eşlerine yer verseler de, hatta “centilmence” manto tutup popolarının altına sandalye sürseler de– bugünkü erkek egemen sistemle özde uyum içinde ve onun savunucusu olmalarındadır. Bu anlamda da aralarında özde bir fark yoktur. İşin özü, ik tidar da la şında bir kez da ha erkek lerin kadın lar üzerinden
Kadın-erkek eşit liğini savunduk la rı konusunda yayga ra kopa ran kema list ke sim, Cum hu riye tin ku ru lu şundan bu yana TC devletinde iktidardır. Bu iktidar her zaman erkek egemen iktidar olmuştur ve olmakta da devam etmektedir. Kadın erkek eşit liğine dair yasalar hep kâğıt üzerinde kalmış, toplumsal gerçek likte kadınlar sınıfsal, cinsel ve ulusal baskı lar altında ezilmiştir. Bu dün olduğu gibi bugün de böyledir. Laf ta kadın hak kı savunmak kolay, ama emek çi ka dı na bu nun fayda sı yok! Bu iktidar da laşında kadınlar üzerin-
kopa rı lı yor ama, emekçi kadın la rın gerçek sorun la rı hep es geçi liyor. İşçi ve emekçi kadınların eline geçen ücretin erkek ücretinden çok da ha dü şük oldu ğu niye skandal haber ol muyor? Emek çi ka dın la rın hem mad di ve hem de toplum sal güç süz lük leri nin on la rı kağıt üzerinde olan hak lardan fayda lanmak tan bi le alı koyduğu niye skandal olmuyor? Evin efendisi erkek, kölesi kadın zihniyetinin yansı ması nı hayatın her alanında kendisini göstermesi neden sorgulanmıyor? Bun ların yanıtı gayet açıktır: Bu beylerin (ve de onlar gibi düşünen bayanların) emekçi
siyaset yapmasıdır. Bu ik tidar da la şının bir ta ra fı nı siyasal islam ve diğer ta ra fı nı kema list ke sim oluş tur maktadır. Siya sal isla mın ik tidar ol maya doğ ru ilerleyişinin önü nü al mak isteyen kema list ke sim, eli ne gelen tüm fırsat la rı kul lan maya ça lışmak tadır. Bu çerçe ve de ka dın lar da mal ze me ola rak kul la nıl mak tadır. Bu neden le her fırsatta türban, kı lık-kıyafet vs. sorunu gündeme gelmektedir. Kema listler, kendilerini modern ve kadın-erkek eşit likçisi, siya sal isla mı ise gerici ve kadınları köle gören zihniyetin savunucusu olarak göstermeye özel önem göstermek tedir. Bu bağ lamda işte Ba kan eşi nin fotoğ ra fı skandal haber ola rak kul la nılmaya elverişli malzeme sağ lamıştır. Lafa ba kılmaz, iştir kişinin aynası: Kadın la rın toplumsal eşit liğinin sağ lan ma sı ilişkisinde her iki kesim arasında özde hiçbir fark yoktur.
den siyaset yapmaya ça lışan taraf ların kadınların toplumsal eşit liği ve özgürlü ğü diye bir kaygı sı ol madı ğı gayet açıktır. Nedir? Ba kan eşi erkek lerden ay rı, yal nız ye mek zo run da bı ra kıl mışmış… Bu na ah vah eden ler 82 yıl lık “Ata türk Cum hu ri ye ti”nde emek çi kadın yığın la rı nın hâlâ erkeğin eli ne ba kan ‘kölelik’ du rum la rı nı, hiç de tar tışma konusu et miyorlar… Emekçi kadın kit lelerinin ekonomik bağım lılık la rı nın sürdüğü nü, hat ta işsizliğin da ha da art masıyla kadın la rın birçok du rumda yeniden eve, kocaya ve aileye bağım lı du ru ma sü rük lenmesi ni tar tışma konusu et miyorlar… Ba kan eşinin yalnız yemek yemesi göze batıyor, ama milyon larca emekçi kadı nın çocuk la rıyla birlik te açlık ve sefa let içinde yüz meleri göze görün müyor! Kadın-erkek eşit liği üzeri ne yayga ra
kadın ların hak ları ve özgürlük leriyle ilgileri falan yoktur. Bu anlamda böylesi sahte tartışmalar emekçi kadınlar açısından fazla bir şey ifade etmemektedir. Şunu da ek leyelim: Yukarda adı geçen burjuva medya yazarlarının sicilleri oldukça kalabalıktır. Bunların bir dizisi, kadın hareketinin hak larını savunma ya da er kek egemen uy gulamaları protesto etme çabalarına çeşit li kez saldırmış, karalamış ya da burun kıvırarak kaale bile almamış erkek şovenisti, burjuva kalemşörlerdir. Bizim böylesi kadın hak ları savunucularına ihtiyacımız yok! Bu sistemde emekçi kadınlara biçilen rol köleliktir. Türban lı mı türbansız mı farket mez, biz her türden köleliğe karşıyız. Biz erkek egemen sisteme karşıyız!
“Kadın-erkek eşitliğini savunduk ları konusunda yaygara koparan kemalist kesim, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana TC devletinde iktidardır. Bu iktidar her zaman erkek egemen iktidar olmuştur ve olmakta da devam etmektedir.” ya kıştıramayanlar: “Bu hanım gerektiğinde, Türkiye Cum hu riyeti ni Ba kan eşi kimliğiyle temsil edecek. Ay nen ötekiler gibi! Vay benim ülkem vay” (Hürriyet gazetesinden Emin Çölaşan) – “Böyle yaparsanız, biz AB’ye giremeyiz” tekerlemesiyle hep ay nı azarlamayı ve horla mayı adet edinmiş “modern Türkiye” savunucu ları: “Haremselamlık uygu lama ları, gerçekten modern, AB üyesi ol maya ka rarlı Türkiye’ye ya kışmıyor. (Sabah gazetesinden Mehmet Barlas) vesaire… vesaire… Bu ül kede yaşanan gerçek lik leri bilmesek, bu kadar çok kadın hak ları savunuculuğu bizi coşkulandıracak, gözleri mi zi ya şa rtacak doğ ru su! Ancak hepsi boş, hepsi sahtekârlık! Tabii ki ilgili fotoğraf rezil bir görüntü sergiliyor. Bakan eşinin dışlanmışlığını, aşağılanmışlığını sergiliyor… Ve bunun savunulacak hiçbir
11 Aralık 2005 ▲
13
yeni kadın dünyası
S. A.’ya saldırı devrimci mücadelemize saldırıdır!
E
14
kin Kültür Sanat Merkezi çalışanı S. A. 12 Aralık tarihinde Aksaray Yusufpaşa durağından polis olduğu şüphelenilen kişilerce gündüz gözü ile kaçırılıyor. Yaklaşık beş saatlik alıkonulmadan sonra saat 21:30 civarında Yenibosna Çobançeşme semtinde “şimdi yapabiliyorsan yap bakalım devrimci sanatını” denilerek arabadan atılıyor. S. A. tutulduğu süre içerisinde kaçıran kişilerin kaba dayağına ve tecavüzüne maruz kalıyor. S. A.’yı kaçırıp ona tecavüz ederek genelde devrimciler ve özelde de kadın devrimciler yürüttükleri devrim ve sosyalizm mücadelesinden bu yolla alıkonulmaya çalışılıyor. Çünkü sözüm ona “namusu kirlenmiş bir kadın ve onun şahsında namusu kirletilmiş devrimciler” yaratarak, devrimcileri psikolojik olarak çökertmek ve devrimci kadınları mücadeleden vazgeçirmeyi umuyorlar. Bu yöntemle sadece kaçırılan kadınlar değil aynı zamanda devrimci mücadele içerisinde olan tüm kadınlara gözdağı verilerek, haklı mücadelelerinden geri durmaları hesaplanıyor. Fakat bu hesapları çarşıya uymuyor! Son dönemde de benzeri biçimde kaçırıp işkence ve tacize maruz kalan diğer devrimci kadınlar gibi S. A. da yaptığı açıklamada bu olayın kendisini devrimci mücadelesinden alıkoymayacağını belirterek, tam tersine mücadeleye daha bilinçli ve daha güçlü bir şekilde katılacağını haykırıyor! S. A. ile dayanışmak amacıyla, içinde Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisinden kadınların da yer aldığı çeşitli kadın kurumları bir araya gelerek, S. A.’nın kaçırıldığı Aksaray- Yusufpaşa durağında bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Açıklamaya katılım maalesef oldukça düşüktü. Buna karşın polisin olağanüstü bir güç yığdığı gözlemleniyordu. Basın açıklamasını, daha önce defalarca kaçırılarak, işkenceye
ve cinsel tacize maruz kalmış olan T. G. yaptı. T. yaptığı açıklamada, baskılara, işkencelere ve tecavüzlere rağmen hiçbir gücün kadınları mücadelelerinden alıkoyamayacağını belirtti. Tüm kadınları S. A. ile dayanışmaya
çağırarak, ayrıca faillerin bir an önce açığa çıkarılıp yargılanması talebinde bulundu. Basın açıklaması sırasında sık sık şu sloganlar atıldı: “S. A. yalnız değildir”, “Tecavüzcü devlet hesap verecek”, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Tecavüzcü polisler hesap verecek”. Gözaltında, işkencede ya da kaçırılarak tecavüz, kadın devrimcileri yıldırmak ve mücadeleden koparmak için hemen hemen bütün faşist devletlerin başvurdukları bilinçli politikalardan biri olageldi. Özellikle feodalizmin hala belli ölçülerde varlığını koruduğu ve feodal namus anlayışına olağanüstü değer biçildiği toplumlarda bu yöntemlere daha sık başvuruluyor. Bu maalesef yer yer etkili de olabiliyor. Devrimci çevrelerde de bu namus anlayışlarından kaynaklı olarak tecavüze yaklaşım ya da tecavüze uğramış bir kadına yaklaşım çok rahatlıkla “namus meselesi” vs. haline getirilebiliyor. Yapılan propagandada vs. bu çok açık bir şekilde göze çarpıyor. Devrimci hareket içerisindeki bu anlayışa karşı da
mücadele etmek gerekiyor. Evet, tecavüz, işkence yöntemleri içinde psikolojik etkileri açısından da belki de en kötülerinden biri, en vahşice olanıdır. Fakat sonuçta bu da işkence yöntemlerinden biridir. Tecavüze feodal namus anlayışı ile yaklaşmak devrimcilerin işi değildir. Bu anlayış tecavüzcülerin ekmeğine yağ süren bir anlayış olur. Kadın devrimciler de meseleye böyle yaklaşmalıdır. S. A.’ya saldırı, bütün devrimci kadınlara yönelik saldırıdır. Onları devrimci mücadelelerinden alıkoyma çabasıdır. Tüm okurlarımızı S. A. ile her türlü dayanışmayı göstermeye çağırıyoruz. Bu dayanışmanın en güzel örneği bizzat mücadele içerisinde yer almakla olacaktır. Bir kez daha şunu belirtelim ki: Hiçbir işkence yöntemi devrimci kadınları haklı mücadelelerinden alıkoyamayacaktır. Düşmanın her türlü saldırılarına karşın, devrimciler devrimci mücadelelerini devam ettireceklerdir! Aralık 2005 ▲
Kadına Yönelik Şiddete Karşı etkinlik…
YDİ
Çağrı Gazetesi olarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslar arası Mücadele ve Dayanışma Günü dolayısı ile 4 Aralık Pazar günü Adana Tabipler Odası’nda bir panel düzenledik. Panelin sadece kadınların katılımıyla gerçekleşmesini kararlaştırdık. Daha önce sadece kadınların katıldığı bir etkinlik yapmamıştık ve bu bizim için bir ilk olacaktı. Çünkü kadınlar erkeklerin bulunduğu ortamda geri duruyorlardı, rahat konuşamıyorlardı. Biz de kadınların rahatlıkla tartışıp konuşabilmeleri açısından etkinliğin sadece kadın katılımlı olmasına karar verdik. Etkinliği baştan sona her şeyiyle kadınlar olarak hazırladık. Etkinlikten iki ay önce kadın sorununa dair eğitim çalışması yaptık. Sonunda yedi kadın
olarak, seksen kişinin katıldığı bir etkinlik gerçekleştirdik. Bu çalışma bize kadınların devrimci çalışma içerisinde ne kadar güzel işler yapabileceklerini gösterdi. Kendi gücümüzü açığa çıkarma şansımız oldu. Seksen kişinin katıldığı etkinlik saat 14.00’te başladı. Salon elli kişilik olmasına rağmen seksen kişi takviye sandalyelerle salonu doldurduk. Panel bölümü iki arkadaşımızın sunumu ile gerçekleşti. İlk bölümde kadının eski çağlardan beri yetiştirilme tarzı, kadınlık rolü anlatıldı. Kadının üretimdeki yerinden dolayı erkeğin egemenliğinde olduğuna işaret edildi ve uluslar arası alanda kadının durumu tek tek ülkeler açısından ele alındı. Dini faşizmin egemen olduğu ülkelerde, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde kadının toplumsal konumu ve maruz kaldığı şiddet anla-
tıldıktan sonra gelişmiş ve ileri emperyalist ülkelerdeki durum anlatıldı. AB’nin kurtuluş olmadığı, burjuva demokrasisinin kadına reva gördüğü tek şeyin erkek egemenliği ve sömürü olduğu vurgulandı. İkinci bölümde kadının Türkiye’deki durumu somut örneklerle anlatıldı. Tartışma bölümünde daha çok kadının yetiştirilme tarzı ve kurtuluşunun mücadeleyle gerçekleşeceği üzerine duruldu. Kadınlar kendi yaşadıkları ve şahit oldukları olayları paylaştılar. Panel bölümünden sonra bir skeç gösterimi gerçekleşti. Skeçte on, on beş, yirmi ve otuz beş yaşlarında dört kadının yaşları itibariyle yaşadıkları şiddet ve erkek egemenliği anlatılıyordu ve kadınlar mücadeleye çağrılıyordu. Skeçten sonra şiirler okundu ve etkinlik müzikle sona erdi. YDİ Çağrı/Adana ▲
panorama
PANORAMA
“Sınırsız özgürlük” harekâtının süresiz savaşı… - AFGANİSTAN -
T
aliban rejiminin devrilmesinin ve Afganistan’ın işgal edilmesinin üzerinden dört sene geçti. ABD emperyalizminin ve tüm ortaklarının Afganistan’a yönelik başlattığı savaşa “sınırsız özgürlük” adı verilmişti. Bu emperyalistlerin kendi yürüttükleri savaşların gerçek barbar yüzünü gizlemek için başvurdukları sahtekârlıklardan sadece birisiydi. İşgalci emperyalist güçlerin “sınırsız özgürlük” anlayışı, gerçekte onların ezilen halklara, emekçilere karşı sınırsız saldırısı, sınırsız savaşından başka bir şey değil. Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, ezilenler için sınırsız eziyet, baskı, işkence ve ölümdür. Yaşama temellerinin ortadan kaldırılması, nefes borularının tıkanmasıdır. Kadınlar için erkek egemenliğinin sınırsız barbarlığıdır… Afganistan’da da yaşananlar bunu ortaya koymaktadır.
DÖRT YILIN KISA BİLANÇOSU… Afganistan’a yönelik savaşın başlatılmasının üzerinden dört yıldan fazla bir süre geçti. Yaklaşık üç ay süren “sıcak savaş” döneminde Taliban rejimi devrildi… 2001 Kasım ayı sonu-Aralık ayı başından beri resmen bir savaş yürümese de, gerçekte alt düzeyde de olsa, savaş devam ediyor. 2 0 01 K a sı m s onu-A r a l ı k başında Almanya’nın Bonn şehrine bağlı Petersberg’te yapılan “Birinci Afganistan Konferansı” ile emperyalistler, Taliban sonrası Afganistan’ın biçimlendirilmesi, sözümona “demokrasiye” geçilmesi bağlamında planlarını ortaya koydular. Buna göre yapılması gerekenler şunlardı: 22 Aralık 2001 tarihinde emperyalistler tarafından Başkanlığa atanan Hamid Karzai önderliğinde kurulacak hükümet işbaşı yapacak ve geçici olarak 6 ay çalışacaktı. Bunun ardından Kurucu Meclis (Loya Jirga) toplanıp 1.5 yıllığına bir başka geçici hükümet
kuracaktı. Bu hükümet 2003 yılı sonuna kadar yeni anayasayı kabul edecekti ve 2004 yılı ortalarında ise genel seçimler yapılacaktı. Böylece işgal altındaki Afganistan’da Taliban sonrası döneminin yönetimi oluşturulmuş ve “demokrasiye” geçilmiş olacaktı. Karzai önderliğindeki hükümetin kurulması, ardından Kurucu Meclis’in toplanıp hem yeni hükümeti hem de başkanı –tabii ki yine Karzai seçildi– seçmesi adımları plana göre zorluk çekilmeden gerçekleştirildi. 2003 yılı sonuna kadar kabul edilmesi gereken yeni anayasa bağlamındaki tartışmalar ise esas olarak işgalci güçlerin isteklerine uygun değildi. ABD emperyalizmi önderliğindeki işgalci güçlerin Afganistan’a “demokrasi” götürme iddiaları gibi, Afganistan’ın laik bir ülke olmasını sağlayacakları iddiası da vardı… En gecinden anayasa üzerine yürütülen tartışmalarda, “ülkenin durumuna uygun değil” vb. gerekçelerle, bu iddialarından pratik olarak vazgeçmiş, laik bir Afganistan hedefi en iyi ihtimalle geleceğe terkedilmişti. 13 Aralık 2003 tarihinde başlayan ve görüş farklılıkları nedeniyle 4 Ocak
2004’e kadar uzanan anayasaya son biçimini verme tartışmalarından çıkan sonuç, emperyalist güçlerin dinci gericilere açık taviz vermesi sonucuydu. Afganistan açıkça, anayasal olarak “İslam Cumhuriyeti” ilan edildi. Bush’un 11 Eylül saldırılarından sonra İslam dünyasına, müslümanlara karşı haçlı seferinin Afganistan’daki görüntüsü böyleydi. Emperyalistlerin islamcı gerici güçlerle birleşme noktası bulunmuş ve bu temelde Anayasa kabul edilmişti. Sırada Başkanlık seçimleriyle genel seçimlerin yapılması vardı. 2004 yılı ortalarında yapılması planlanan seçimler birçok kez ertelendi. Ertelemelerin hemen hemen her zamanki gerekçesi ise “güvenliğin” olmamasıydı. Hem ertelenme, hem de bir ara iki seçimin de birlikte yapılması düşünceleri, kararları gerçekte ülkedeki durumun bir yansımasıydı. Sonuçta, Karzai’nin başkanlığının “meşru”luğunun korunması için –önceki karara göre Karzai’nin başkanlık görevi süresi Haziran 2004 sonunda yapılması gereken seçimlere kadardı– iki seçimin ayrı ayrı yapılmasına karar verildi. Ekim 2004 başında yapılan başkanlık seçimlerinde oyların
%55’ini alan Karzai yeniden başkanlık koltuğuna oturdu. Siz bunu onun yeniden başkanlık koltuğuna oturtulduğu biçiminde de okuyabilirsiniz. “Birinci Afganistan Konferansı”nda ve daha sonra yapılan konferanslarda da ortaya konan “geçiş planı”nın genel seçimler ayağı hâlâ havadaydı. Başkanlık seçimlerinin Ekim 2004’te yapılmasına bağlı olarak parlamento seçimlerinin de 2005 ilkbaharında yapılması kararı alındı. 2005 ilkbaharına gelindiğinde, bizzat işgalci güçlerin başını çeken ABD emperyalizminin yetkilileri seçimleri yeniden erteletti… Bir çok kez ertelenen seçimler, sonunda 18 Eylül 2005 tarihinde gerçekleştirildi. Böylece, 2001 yılı sonunda ortaya konan plan, gecikmeli olarak 2005 yılı Eylül ayında tamamlanmıştı… Plan tamamlanmıştı ama Afganistan’a ne demokrasi, ne laiklik, ne özgürlük ve ne de refah gelmişti. Taliban rejiminin devrilmesi dışındaki sorunlar varlığını korurken, işgalle birlikte birçok yeni sorun ortaya çıktı.
SEÇİMLERE KISA BİR BAKIŞ… Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken temel sorun, seçimlerin işgal ve savaşın gölgesinde, işgalciler tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde gerçekleştiğidir. Gerek emperyalist işgalci güçlerin, gerekse de işbirlikçisi Karzai ve yönetiminin propaganda ettiği gibi seçimler ne “özgür” olmuştur, ne “adil” ve ne de “eşit”. Seçimler BM tarafından düzenlenmiş, NATO güçleri başta olmak üzere ABD ve ISAF işgal güçleri (30.000 civarında işgal gücü) tarafından da “koruma” altına alınmıştır. Seçimi belirleyenler açıkça işgalci güçlerdir. Afganistan’daki seçimlere katılımın azlığını değerlendiren kimi uzmanlar, şu tavrı takınmaktadır: “Sonuçlar sürpriz değil. ABD’nin, yasama, yargı ve yürütme konusunda
15
panorama
16
tüm yetkileri elinde bulundurduğu ülkede, genel seçimlerin hiçbir anlamı yok.” (Evrensel, 22 Eylül 2005) Bu değerlendirme, Afganistan’da gerçek iktidar sahibinin kim olduğunu doğru olarak ortaya koyan bir değerlendirmedir. Sadece ülkedeki yönetimi değil, seçimleri, seçimlere kimin katılacağını da işgalci güçler belirlemektedir. Bu seçimlerde aday olanların adaylığının belirleneceği organ normal şartlara göre Seçim Komisyonu’ydu. Seçim Komisyonu 208 kişinin, savaş suçları, tecavüz, işkence ve cinayet suçları nedeniyle seçimlere katılamayacağına karar verdi. Ama, işgalci güçlerin savaş ağalarıyla, hanlarla, uyuşturucu kralları/ baronlarıyla işbirliği yapmaya yönelik siyaseti sonucu, Seçim Komisyonu’nun bu kararı hiçe sayıldı… Sonuçta 208 kişiden sadece 11’nin seçimlere aday olamayacağına karar verildi. Kısacası seçime aday olanların kimlikleri bilindiğinde, parlamentoya seçileceklerin esas olarak kim olacağı da belliydi. Savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu tüccarları gibi birbiriyle içiçe, birbirinden kopmaz bağlara sahip olanlar ve tüm bunlara ek olarak islamcı gericiliğin de savunucuları olma gibi özelliklere sahip olanlar parlamentoyu işgal edeceklerdi. Seçimler Alt Meclis (Wolesi Jirga) ve 34 bölgenin yerel meclislerine üyeleri seçmek içindi. Parlamento olarak görülen Alt Meclis’e 249, yerel meclislere ise 420 olmak üzere toplam 669 kişinin seçimi sözkonusuydu. Bu seçimlerin esas özelliklerinden biri 1969 yılından beri ilk kez parlamento seçimlerinin yapılması durumuydu. 12.5 milyon civarında kayıtlı seçmenin, 26 bin seçim merkezinde kullanacağı oyları almaya aday olanların sayısı ise 5800 civarındaydı. Afganistan’daki seçimlere şu ya da bu parti, ya da grup temelinde bir katılım olmadı, buna izin de yoktu… Seçimler 5800 civarında tek tek adaylar arasında yapıldı. Seçim propagandası ise her adayın kendi gücüne göre belirleniyordu. Bu da esas olarak savaş ağalarının, hanların, uyuşturucu baronlarının daha yoğun ve fazla propaganda yapmasına yol açıyordu. Özellikle kadın adaylar ise sürekli tehditlerle adaylıklarını geri çekmeye zorlanıyordu. 600 civarında kadın adayının 50 kadarı yapılan tehditler nedeniyle adaylığını geri çekmek zorunda kaldı. Geri çekilmeyenler ise, tehditlere göğüs germe cesaretine sahip olanlarla, sırtını başka “dayılara” dayayanlardı. Afganistan’a “demokrasi” götürme görevini kendinde bulanların demago-
jilerinin başında, kadınların durumu geliyordu. Afganistanlı kadınların Talibandan kurtarılması gerekiyordu onlara göre… Şimdi de “demokrasi”yi ve “kadınların kurtuluşunu” göstermek için kota uygulamasına ihtiyaç vardı… Kota kondu da! Parlamentoda kadınlara ayrılan sandalye sayısı 68’di. Bu, 34 bölge ve her bölgede iki kadın temsilci hesabına
ilan edildi. Seçimlerde parlamentoya seçilenlerin önemli bölümünün savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu baronları olduğu, seçimin esas kazanan kesiminin islamcı kesim olduğu açıktır. Savaş ağalarının seçimine itirazlar yükselince, emperyalistlerin atanmış memuru Karzai “demokrasi” dersi vermeye kalkışarak şunları savundu:
mak için iktidar pastasından savaş ağalarına, hanlara, uyuşturucu baronlarına daha fazla pay verme siyasetini seçmişlerdir. Demokrasi, laiklik ve refah da neymiş? Bırakın onları kenara… Seçimler yapıldı ve Alt Meclis milletvekilleri ve yerel meclis üyeleri belirlendi. Ama Alt Meclis’in toplanacağı bina bile hâlâ belli değil. Afganistan’da yapılan seçimler işte böylesi seçimler…
SORUNLAR VARLIĞINI KORUYOR!
İşgalin üzerinden dört sene geçti. Taliban rejimi devrildi ama yerine halk için, onların sorunlarını çözecek bir yönetim gelmedi. İşgal, kendisiyle birlikte Afganistan’a yeni sorunlar getirdi. göre belirlenmişti. Buna göre parlamentoda kadınların oranı %27.3’tü ve bu oran belirlenen %25 kotasından fazlaydı. Yerel meclisler bağlamında ise konan kota %30 idi. 18 Eylül’deki seçimlere katılım oranının 6.8 milyon ile %54 civarında olduğu açıklandı. Oy sayımı iki aydan fazla sürdü. Seçim sahtekârlıkları yapıldığı yönlü itirazlar, daha ilk geçici sonuçlar açıklandığında yükselmeye başladı. Fakat sonuçta, 700 civarında seçim merkezinde seçim sahtekârlığı yapıldığı resmen kabul edilse de ve bu seçim merkezleri oy sayımından çıkarılsa da, seçimlerin sonuçları geçerli
“Eğer onlar Afganistan halkı tarafından özgür, adil ve gizli seçimle seçilmişse, o zaman onlar halkın temsilcileridir ve parlamentodaki sandalyeleri onlara verilmek zorundadır.” (14 Kasım 2005 tarihli basından) Bu tavırla Karzai, hiçbir yanlış anlamaya yol bırakmadan savaş ağalarını, hanları, uyuşturucu tüccarlarını… katilleri, tecavüzcüleri, savaş suçlularını, işkencecileri “halkın temsilcisi” olarak kabul ettiğini ilan etti. Bu tavrın arkasında açıktır ki ABD emperyalizmi başta olmak üzere işgalci güçlerin tavrı vardır. Onlar gelinen yerde Afganistan’da amaçlarına ulaş-
İşgalin üzerinden dört sene geçti. Taliban rejimi devrildi ama yerine halk için, onların sorunlarını çözecek bir yönetim gelmedi. İşgal, kendisiyle birlikte Afganistan’a yeni sorunlar getirdi. 2001 yılı Kasım ayı sonunda, Aralık ayı başında yapılan “Birinci Afganistan Konferansı” ve daha sonra yapılan birkaç konferansta daha ortaya konanlar, ezilenler için, onların sorunlarını çözmek için değil, işgalci güçlerin ve onların istediği bir yönetimin Afganistan çapında gerçekleştirilmesi içindir. İşgalin üzerinden dört sene geçse de, işgalciler gerçekte tüm Afganistan’da yönetimi ellerinde tutmuyor. Savaş ağalarıyla, hanlarla, uyuşturucu baronlarıyla işbirliği, bir bağlamda bunun doğrudan bir sonucudur. Taliban güçleri giderek güçlenmektedir. Mart-Eylül 2005 dönemi işgalden kısa süre sonrası dışta tutulursa, çatışmaların en yoğun olduğu ve 1200 civarında insanın öldüğü bir dönem oldu. İşkence, fuhuş, uyuşturucu üretimi ve ticareti, çocuk ticareti, organ ticareti ve mafyası sorunları gibi, Afganistan’ın önde gelen temel sorunları da varlığını koruyor. Afganistan’ın bağımsızlığı bağlamında anda temel mesele işgaldir. İşgal, Afganistan halklarının da güvenliğinin önde gelen tehdit unsurudur. İşgal, Afganistan halkları için güvensizliğin, güven ortamının ortadan kaldırılışının ta kendisidir. Toplumsal önemli sorunları da kısaca aktarırsak, karşımıza şu sorunlar çıkmaktadır: Emperyalizme bağımlılık sorunu; toprak / tarım reformu sorunu; ulusal sorun; kadın sorunu; feodalizme karşı mücadele sorunu vb. vb. Tüm bu sorunlar, ne işgalci güçlerin, ne de onların çanak yalayıcılarının çözebileceği sorunlardır. Anda Afganistan’a da çok uzak görünen, ama tüm bu sorunları kökten değiştirecek ve ezilenlerin iktidarını sağlayacak olan demokratik devrimle ancak bu sorunlar çözülebilir. Afganistan’da da gerçek kurtuluşu için mücadele, devrim için mücadele olmak zorundadır. 14 Aralık 2005 ▲
panorama
Seçimleri kazanan kim? - VENEZUELA -
Türkiyeli kimi “sol”, devrimci örgütler, dergiler tarafından ve çoğunu internetten okuyabileceğiniz kişisel açıklamalarda, Venezuela’da bir devrim yaşandığı, hatta sosyalizm deneyimi yaşandığı gibi tespitler yapılmaktadır. 4 Aralık’ta yapılan seçimleri değerlendirirlerken de, seçimleri halkın kazandığını yüksek sesle ilan ediyorlar. Gerek seçimleri halkın kazandığını savunanlar, gerek Venezuela’da “sosyalizm deneyimi”nin yaşandığını öne sürenler, gerekse de
hâlâ sosyalist devrimin gerçekleşmediğini kabul ederek ama oraya giden yolda bir demokratik devrimin yaşandığını savunanlar; gerçekte devrim konusunda yanlış anlayışlara sahiptirler. Onlar Marksizm-Leninizm biliminin ışığında sorunlara yaklaşmamaktadırlar. Chavez’in şahsında Venezuela’da iktidarda olanın “YOKSULLARIN İRADESİ” olduğunu savunmak da tarihi gerçekleri tersyüz etmektir.
A
ralık ayı başında Venezuela’da parlamento seçimleri gerçekleşti. 4 Aralık’taki seçimlere az bir süre kala Chavez’e muhalif olan kesimin değişik partileri seçimleri boykot edeceklerini açıkladılar. Boykot tavırlarının açıklaması ya da gerekçesi ise seçim sürecinin “yetersiz şeffaflığı” ve seçimde “olası usulsüzlükler” idi. Sözkonusu partilerin boykot tavrına ve kimi partilerin seçimleri erteleme talebine rağmen, Seçim Komisyonu seçimi ertelemeyi reddetti. Seçimlerde aday olanların büyük çoğunluğunun seçime katılacağı gerekçesi de bu reddetmenin bir açıklamasıydı. Seçimlerden önce yapılan tahminlere göre, seçime katılım oranı %70 civarındaydı. Seçmen sayısı ise 14.5 milyondu. Takınılan boykot tavrıyla 5116 adaydan 566’sı adaylığını geri çekmişti. Seçim sandığına çağrılan 14.5 milyon seçmen için 9200 civarında seçim merkezi hazırlanmıştı. Parlamentoya 167 milletvekili seçilecekti. Seçimlere katılım beklenenin çok altında gerçekleşti. Seçimlere katılım oranı %25 idi. Bunu kesin rakam olarak aldığımızda, 14.5 milyon seçmenin sadece 3.625.000’i seçimlere katılmıştı. 10.875.000’i ise şu ya da bu gerekçeyle seçimlere katılmamıştı. Seçimlere katılımın böyle olduğu yerde, Chavez’in partisi olan “Bolivarcı Beşinci Cumhuriyet Hareketi”nin (MVR) oyların çoğunluğunu alması, önceden beklenen bir sonuçtu. MVR’nin parlamentoda k i sandalye sayısı 114 olarak açıklandı. Fakat MVR’nin de içinde yer aldığı ve “Değişim İçin Blok” adı verilen seçim blokunun sahip olduğu sandalye sayısı ise 162. Yani esas olarak Chavez’e muhalefet olan kesim bu dönem parlamentoda yok. Seçimler öncesinde bu
Hugo Chavez, Fidel Castro muhalefetin sahip olduğu sandalye sayısı 45 idi. Venezuela’da da kimi ülkeler gibi esas olarak belirleyici olan seçimler, başkanlık seçimleridir. MVR’nin 114 sandalye ile parlamentoda %68 oranında çoğunluğa sahip olması esas olarak Chavez’in üçte iki çoğunlukla bir kez daha başkan olarak seçilmesinin önündeki engelleri temizlemeye yaramaktadır. Chavez de gelecek sene Aralık ayında yapılacak başkanlık seçimlerine aday olacağını ve 10 milyon oyla zaferi kazanacağını şimdiden ilan etmiş durumdadır. Muhalefetin, bunların önemli bö-
lümü esas olarak Chavez karşıtı ve ABD emperyalizminin açık yanlıları olarak temsil ettikleri kesimlerin çıkarları temelinde hareket ettiği açıktır. Chavez’in de bunlara karşı “sol” görünümlü “halkçı” demagojiyle iktidarını sağlamlaştırma mücadelesi verdiği de açıktır. Gerek Latin-Amerika ülkelerinde, gerekse de Türkiye gibi ülkelerde Chavez’e biçilen kaftan, onun gerçekte hak ettiği bir ödül değil. Türkiyeli kimi “sol”, devrimci örgütler, dergiler tarafından ve çoğunu internetten okuyabileceğiniz kişisel açıklamalarda, Venezuela’da bir devrim
yaşandığı, hatta sosyalizm deneyimi yaşandığı gibi tespitler yapılmaktadır. 4 Aralık’ta yapılan seçimleri değerlendirirlerken de, seçimleri halkın kazandığını yüksek sesle ilan ediyorlar. Gerek seçimleri halkın kazandığını savunanlar, gerek Venezuela’da “sosyalizm deneyimi”nin yaşandığını öne sürenler, gerekse de hâlâ sosyalist devrimin gerçekleşmediğini kabul ederek ama oraya giden yolda bir demokratik devrimin yaşandığını savunanlar; gerçekte devrim konusunda yanlış anlayışlara sahiptirler. Onlar MarksizmLeninizm biliminin ışığında sorunlara yaklaşmamaktadırlar. Chavez’in şahsında Venezuela’da iktidarda olanın “YOKSULLARIN İRADESİ” olduğunu savunmak da tarihi gerçekleri tersyüz etmektir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, şu ya da bu burjuva kesimin kendi çıkarları gereği birazcık olsun “sosyal” takılması bile “devrimci” bir tavır olarak gösterilebiliyor. Chavez’e “devrimcilik ”, “devrim önderi” gibi payeler verenlerin tavırlarının kökten yanlış olduğu biz sınıf bilinçli işçiler, emekçiler için açıktır. Fakat, bu tür yanlış düşünceler ne yazık ki işçi, emekçi kitlelerin; en baştan da devrimcilerin önemli bölümünün beyinlerini işgal etmektedir. Öyle ki, yer yer Chavez Che’den de daha ileri, devrimci biri olarak gösterilebilmektedir.
VENEZUELA VE KİMİ GERÇEKLER… 20 0 4 y ı l ı ver i ler i ne ve Fischer Almanach’a göre Venezuela’da işsizlik oranı %16.8, enflasyon oranı %19.2’dir. 2002 yılında kişi başı hesaplanan brüt sosyal ürün 4080 dolar iken, bu oran 2003 yılında 3490 dolara düşmüştür.
17
panorama
18
Yani 600 dolar civarında bir düşüş yaşanmıştır. Kuşkusuz ki bu hesaplar da emekçi kitlelerin gerçek durumunu ortaya koymaktan çok uzaktır. Açlık sınırı altında yaşayan kitlelerin sayısı, nüfus oranına göre %18 civarındadır. Yoksulluk sınırı altındakiler ise bu hesaba dahil değildir. Chavez’i özellikle Latin Amerika ülkelerinde sevdiren bir yanı, onun ABD emperyalizmine karşı takındığı kimi tavırlardır. Chavez, esas olarak “neoliberalizme” ve ABD emperyalizminin Latin Amerikayı kendi “arka bahçesi” haline getirmesine karşı çıkarken, onun bu tavrı çoğu kesim tarafından “antiemperyalist” bir tavır olarak gösterilmektedir. ABD emper ya lizmi bug ün de, Chavez’in de başkanlığını yaptığı Venezuela’nın, hem ithalatta, hem de ihracatta birinci ticaret partneridir. Venezuela’nın ithalatının %30’u, ihracatının ise %41’i ABD iledir. ABD’den sonra gelenlerin ithalat ve ihracattaki oranları, örneğin 2006 yılı Fischer Almanach’ın verilerine göre, ithalatta Brezilya %8 ile ABD’den sonra ikinci sıradadır. İhracatta ise Kolombiya %11 ile ikinci sıradadır. Bu gerçeklik gözönüne alındığında, aslında Venezuela ile ABD emperyalizminin karşılıklı ticarette birbirlerine ihtiyaçları olduğu ortaya çıkmaktadır. ABD emperyalizminin özellikle petrol ve doğalgaz ihtiyaçlarının %15’ini Venezuela’dan sağladığı da bilindiğinde, Chavez’in ne kadar anti ABD’ci olduğu da görülebilir. Gerçekte Chavez, “neoliberalizmin” ABD emperyalizminin tavırları somutunda Venezuela’nın ulusal çıkarlarını tehdit etmesine karşıdır. ABD emperyalizmi saldırgan tavrı yerine, Venezuela egemenlerine biraz daha fazla pay verme tavrı temelinde ilişkilere yanaşsa, yani Venezuela ulusal burjuvazisinin çıkarlarına olsa bu tavır, ABD’yi övecek ilk kişilerden biri Chavez olacaktır. Chavez yer yer “devrim”den sözetmektedir. Hatta Porto-Allegre’de yapılan sosyal forumda yaptığı konuşmada “sosyalist devrim”den de bahsetti. Chavez “devrimci” retorikle halkı peşine takabilen biri. Fakat Chavez gerçekte sistem içi hareket eden, kapitalizmin sivri uçlarını törpülemeye çalışan, bunları halk için biraz daha “sosyal” kılmaya çalışan ve bu temelde de kitle tabanını genişleten biridir. Chavez, anti-ABD ve evet “antikapitalist” söylemleriyle emekçi halkı peşine takarken, sonuçta onları gerçekte sistem içi mücadeleye hapsetmektedir. Evet, Chavez ulusal burjuvazinin neoliberalizme, küreselleşmenin kendi
aleyhlerine olan yanlarına karşı çıkan “solcu”, gerçekten sosyaldemokrat biridir. Sosyaldemokrasinin özünü kavrayanlar, Chavez’in gerçekte kapitalizmin “sosyalleştirilmesi” düşüncesinin savunucusu olduğunu da görebilirler. Chavez’in kendisi de, konuşmalarında “devrim”, “sosyalizm” vb. kavramları kullansa da, esas olarak Birleşmiş Milletlerin Mayıs 1974’te 3201 nolu BM Kararı’nda savunulan düşünceye sahip çıkan ve savunan bir konumdadır. Sözkonusu karar, özü itibariyle kapitalizme dokunmadan, yani sömürü sistemini koruyarak “eşit, adil, karşılıklı bağımlılık, ortak çıkarlar ve birliktelik” vb. temelde “yeni bir uluslararası düzen”den yanadır. (Bkz. 15 Eylül 2005 tarihinde Chavez’in BM toplantısında yaptığı konuşma) Venezuela’da yapılmakta olanlar da esasta bu anlayış temelinde gerçekleştirilmektedir. Bu anlayışın bir benzeri de, küreselleşmenin uç noktalarına karşı çıkan ve sistemi soru işareti haline getirmeyen “attac” vb. örgütlerin savunduğu anlayışlardır. Chavez’in “devrimci” olduğunu, Venezuela’da devrim yaşandığını savunanların her şeyden önce şu noktaları bilince çıkarması gerekir: Venezuela’da kapitalizm hüküm sürüyor. Sömürü de! Devlet iktidarı burjuvazinin elinde. Oligarşi, komprador burjuvazi siyasi olarak yönetimde olmasa da, ekonomide hâlâ onlar egemen! Chavez şahsında ulusal burjuvazi de devlet iktidarında pay almaya çalışmaktadır. İktidar dalaşı esas olarak ezenlerle ezilenler arasında değil, oligarşi, emperyalizmle işbirlikçi burjuvazi ile ulusal burjuvazi arasında yürümektedir. Chavez de emperyalist devletlerle ilişkilerde, sistem çerçevesinde mümkün olabilecek göreceli “bağımsız” bir devlet olmaya çalışma çabası ile ulusal burjuvazinin temsilciliğini yapmaktadır. Bunu yaparken de büyük burjuvazinin, oligarşinin kimi çıkarlarına saldırmak zorunda kalmaktadır. Devletleştirme eşittir sosyalizm değildir. Bu mantıkla hareket edenlerin, Çiller’in KİT’lerin durumuna atıfta bulunarak Türkiye’yi “son komünist kale” olarak göstermesi tavrına düşmenin önünde hiçbir engel yoktur. Venezuela’da özellikle petrol ve doğal gaz kaynaklarının devletleştirilmesi, esas olarak ulusal burjuvazinin siyasetidir ve onun çıkarınadır. Chavez de esas olarak ulusal burjuvazinin temsilciliğini yapmaktadır. O bunu yaparken, genelde alışılmışın biraz dışına çıkıp “solculuk” da yapmaktadır. Onu kitlelerin gözünde şirin kılan da, bu “solculuk”la birleştirilen kimi halkın çıkarına olan uygulamalardır.
İktidar dalaşında Chavez, kitlesel tabanını güçlendirmediği koşullarda başarıya ulaşamayacağını iyi bilmektedir. O bunu, yani kitle tabanını genişletme, sağlamlaştırma hedefini, ulusal burjuvazinin ülkedeki ekonomiye egemen olma hedefiyle birleştirmeye çalışmaktadır. Bunu fena da yapmamaktadır. Ulusal burjuvazinin çıkarları gereği düşünülen işler, aynı zamanda halkın çıkarına olan işler olarak da kitlelere satılabilmektedir. Kitlelerin bunu satın alabilmesi için de, yani kitlelerin yapılanların kendilerinin çıkarı için olduğuna inandırılması için de, gerçekten kitlelerin çıkarına olan kimi iyileştirmelerin de yapılması gerekiyor. Chavez de bunu yapmaya çalışıyor. Çokça “onore” edildiği gibi Chavez gerçekte antiemperyalist biri değildir, böylesi bir siyasete sahip de değildir. AntiABD’ciliği bile, esas olarak sisteme karşı olma temelinde değil, anda ABD egemenlerinin emperyalist saldırgan siyasette sınır tanımaması tavrına karşı olma temelinde yükselmektedir. Bu da, onun antiABD’ci olduğunu ama gerçekte ABD emperyalizmi somutunda da antiemperyalist olmadığı gerçeğini gösteren bir tavırdır. Parasız eğitim ve sağlık hizmetleri alanında yapılanlar, ucuz gıda sağlama programları vb. uygulamalar Chavez’i kitleler nezdinde sevilen bir başkan kılmıştır. Venezuela’da okur-yazar olmayanların oranı büyük ölçüde azaltılmıştır. Üniversitelere gitmede yoksulların okuma imkânları daha da çoğaltılmıştır. Sağlık alanında nüfusun %70’i ilk kez parasız muayene ve ilaç elde etme durumunda. 12 milyon insana piyasa değerinden düşük, ucuz gıda sunulmaktadır. Tüm bunlar kuşkusuz halk için olumlu şeyler. Fa kat, bunlar da Chavez’in “yoksulların iradesi”ni temsil ettiği yönlü iddiaların haklı olduğunu göstermiyor. Örneğin, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulmasını alalım. Yeni Anayasa’ya göre, hem toprak bağlamında hem de fabrikalarla, işletmelerle ilgili devletin el koyması gündeme getirilmiştir. Fakat bu öyle bir el koyma ki… Ancak sözkonusu topraklar işletilmezse ve fabrikalar, işletmeler çalıştırılmazsa devletin el koyması gündeme gelmektedir. Bu önlem aslında ulusal burjuvazinin ulusal ekonomiyi güçlendirmesinin önlemlerinden biridir. Fakat bu el koyma meselesi, çoğu tarafından yaşananın bir “devrim” olduğunu, işçilerin yönetime geçtiğini anlatmak için malzeme oluyor. Toprak reformu adı altında yapılanlar, topraklara elkoymaların gerçek
yüzü de böyledir. El konulan topraklar anda işletilmeyen topraklardır. Birkaç büyük çiftliğin topraklarına el konulması ve işlenmesi için köylülere dağıtılması da gerçekte Chavez’in ulusal burjuvazinin çıkarlarına çalıştığı gerçeğinin üzerini örtmeye hizmet etmektedir. Gerçek olan şey, bu önlemlerin gerçekte ulusal burjuvazinin çıkarlarına alınan önlemler olduğudur. İşçiler, emekçiler “ katılımcı demokrasi ” adına, “işbirliği yönetimi” adı verilerek ulusal burjuvazinin güçlenmesine hizmete sürülüyor… Venezuela ve Chavez’in durumu hakkında kuşkusuz ki çok şey yazılabilir. Fakat bugün devrimciler, “sol”cular arasında öne çıkan esas mesele, Chavez’in “devrimcilikle” payelenmesi, devrimcilik adına savunulması ve evet yer yer de Venezuela’da “sosyalizm deneyimi”nin yaşandığının savunulması gibi düşüncelerdir. Devrimcilerin, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin görevlerinden biri de, bu tür yanlış düşüncelerin, devrime, devrimci mücadeleye zarar veren düşüncelerin devrim cephesinden dışlanması, silinip atılması için mücadeledir. Chavez yönetimi, Venezuela’nın ne ekonomik ne de siyasi sistemini değiştirmiştir. “Bolivar Devrimi” adına ortaya konan yeni anayasa da, toplumsal sistemi, kapitalizmi, kapitalist sistemin kurumlarını ve siyasi normlarını korumuştur. Yani Venezuela’da karşımızda duran sistem kapitalizm, devlet ise bu kapitalist sistemin devleti. Ulusal burjuvazinin çıkarlarının savunuculuğu, bu yönetimin başka ülkelere göre daha çok “halkçı” olmasını beraberinde getirmesi gerçeği de, sistemin ve devletin özünde bir değişiklik olduğu, iktidarın burjuvazinin elinden alındığı anlamına gelmiyor. Venezuela işçi ve emekçilerinin kurtuluşunu isteyenler bu gerçekler temelinde davranmak ve mücadelelerini buna göre belirlemek durumundadırlar. Chavez’i sık sık Che ile karşılaştıranlar ve benzetenler, fokoculuktan kopamayanlar, ezilenlerin kurtuluşunun yine ezilenlerin kendi ellerinde olduğu gerçeğini de kavramaktan uzaktırlar. Bunların anlayışına göre Chavez Venezuela halkını kurtaracak “güç”tür… Devrimcilere ve halka düşen görev ise onu desteklemektir… Bir kez daha vurgulamak gerekirse, devrimcilerin, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin görevlerinden biri de, kitlelerin kurtuluşunun kendi eseri olacağı doğru görüşünü yaygınlaştırarak bu tür yanlış anlayışlara karşı mücadele yürütmektir. 15 Aralık 2005 ▲
panorama
ABD’nin İşkence Tarihi - ABD -
Aşağıdaki yazı Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek adlı Kıbrıslı devrimci yayın organının 185. sayısından alınmıştır. — Yeni Dünya İçin Çağrı
A
BD emper ya lizminin ‘terörle savaş’ ayak ları altında şüphelendik leri herke si giz lice ya da açık tan açığa kaçı ra rak dünya nın birçok yerlerinde oluşturduk ları hapisha nelere ve işkence merkezlerine taşıdığı artık gün ışığı gibi orta.... “Sonuç için herşey mubah” an layışı ile hareket eden ABD ve onun felsefesi ni uygu layan rejim ler uzun za mandır iş kence yi kendi leri ne bir meslek ha line getirdiler. Panama şehrinde kurulan ve School of Americas (SOA- Amerika lar Okulu) ola rak bi li nen merkez 1946 yı lından 1984 yı lı na kadar tüm dünya için işkenceci ler yetiştirdi. Bu merkez da ha son ra ABD’nin Ge or gia eya le tin de Fort Benning’e taşınarak işkence eğitimini sürdürdü. Uzun za mandır gi zli tutu lan bu işkence eğitim merkezi ele geçirilen bazı işkence kı lavuz kitapla rı ile gündeme geldi. SOA öğ renci le ri ne eğitim le ri sırasında veri len kı lavuzlar orada eğitim gören polislere ’baskıcı sorgulama’ tek nik lerini anlatıyor. Bu işkence teknik lerinin geç tiği miz 4 yılda Av rupa, Avustralya ve dünyanın birçok yerlerinden gizlice kaçırı lan ve uzun zaman tutuk lu kaldıktan sonra yargı lanmadan serbest bıra kı lan Arap kökenlilere uygulandığı da basına yansıdı. Bu işkence el kitapla rında neler var neler: Saba hın erken saat lerinde baskın yapıp tutuk lama ile azami şok yaratma, tutuk lanır tutuk lanmaz başına torba giydir me ve göz leri ni bağ la ma, zorla anadan doğ ma ha le ge tir mek, tutuk lu nun duyu la rı nı dar ma da ğın et me, uyku ve yiyecek düzenini altüst et me, aşırı sıcak ya da aşırı soğuk ortamda tutma, baş aşağı asma, elektrik şoku verme ve da ha nice insanlık dışı uygulama lar... Abu Gharib hapishanesinde tutuk lu lara yapı lan işkencelerin nerelerde tezgahlandığı açıkça görülebilir. 1990’larda ka muoyu na yansıyan bu bilgiler karşısında Bill Clinton başkan olduğu dönemde açık lama yaparak bö-
"Pa na ma şeh rin de ku ru lan ve Scho ol of Ame ri cas (SOA- Ame rikalar Okulu) olarak bilinen merkez 1946 yılından 1984 yılına kadar tüm dünya için işkenceciler yetiştirdi. Bu merkez daha sonra ABD’nin Georgia eyaletinde Fort Benning’e ta şınarak işkence eğitimini sürdürdü." ... "İşkence ve işkenceciler tekelci kapitalizmden ayrılamazlar. Emperyalizm ona gelen saldırıları işkencesiz ve işkencecisiz göğüsleyecek durumda olamadığından bu işkenceye başvurmaktadır. Amaç muhalif leri üzerinde üstünlüğünü kurma..." yle eğitim lerin varlığı nı iti raf et mek zorunda kaldı. Ancak Clinton’un gizlediği, SOA me zun la rı nın dünya nın birçok yerinde, özellik le de Orta ve Güney Ameri ka’da son 50 yılda insan lık düşmanı suçlar işledik leri... SOA’nın yetiştirdiği işkence ve ölüm manga la rı 1970’lerde Şi li’de Al lende hükümetini askeri darbe ile devirip birçok kişiyi işkencede öldürenlerdir. Vietnam savaşı sırasında onbinlerce kişiyi işkenceden geçirenlerdir. Kuzey İrlanda’da süresiz ola rak gözaltı na alı nanla ra iş kence yapan lardır. 1980’lerde El Salvador’da köylülerin toprak ve demok rasi mücadelesini kat liamlarla yok etmeye girişenlerdir. Türkiye’de 12 Eylül darbecilerinin son 25 yılda ki uygu-
lama ları hayata geçirenlerdir. SOA’nın yetiştirdiği işkenceciler sayesinde ülkelerin birçok yerinde ölüm manga la rı oluşturulmuştur. Medyada son dönemde CIA işkencelerinin gündeme gelmesi ve bazı politikacı la rın timsah göz yaşla rı dök mesi, ABD emper ya liz mi nin son 50 yılda oluşturduğu sistemli işkence siyasetini örtbas etmesine yöneliktir. CIA eğitim kı lavuz la rı, mah ke me tuta nak la rı ve ABD devlet arşivleri ni araştırarak ABD’nin işkenceye daya lı siyasetini anlatan Alfred McCoy CIA’in 1950’lerden beri psi kiyat rist hasta lar üzerinde yapı lan denemeleri de ele alıyor. ‘Dokunmadan işkence’ olarak bilinen uygu la ma lar aslında Türkiye’de
yaygın ola rak bi linen bir durum. Alfred McCoy bu uygulama ların Phoenix prog ra mı çerçevesinde 1960’larda Vietnam’da geniş kit leler üzerinde denenen ve uygu la maya konan işkenceler olduğunu ve daha sonra da Latin Ameri ka, Asya ve dünya nın birçok yeri ne ‘polis eğiti mi’ ör tü sü ile ta şındı ğı nı belgelerle ka nıt lı yor. McCoy CIA’in Güney Vietnam’da 40 merkezde 20 binden fazla kişinin işkenceden öldürüldüğünü de belgeliyor. 11 Ey lül 2001 saldı rı la rı ile ’sonuç için her şey mubah’ an layı şı nın yaygın olarak kul la nılmasını Bush rejimi Dick Cheney ve Donald Rumsfeld ekibiyle savunmak tan geri durmuyorlar. Tekellerin azami kârları için onlar açısından her şey mubahtır. Onlar için insanlık dışı uygulama lar ‘zaruri’dir. Bu amaçla gerek Avrupa’da, gerek Afganistan’da gerek se de kendi hazırladık ları uluslararası hu ku ku uygu la mayan ülkelerde tutuk lu lara işkence yapma ları emper ya liz min ca navar yü zü nü bir kez daha gösteriyor. Ve ABD ile Avrupa’da o ‘insan sever’ burjuva medyası CIA’in ve kendi rejimlerinin son 50 yıllık geçmişlerini araştı rıp açığa vura rak işkencenin yer yüzünden si lin mesi ni sağ la mak yeri ne, birkaç CIA uçu şu ile popü list yayın yaparak kısa dönemli kazanımlar elde ediyorlar. İşkence ve işkenceci ler tekelci kapita lizmden ay rı la mazlar. Emper ya lizm ona gelen saldırı ları işkencesiz ve işkencecisiz göğüsleyecek durumda ola madığından işkenceye baş vur mak tadır. Amaç mu ha lif leri üzerinde üstün lüğünü kurma... Ve Kıbrıs soru nu ile didinirken, bizim burjuva lar ve de ’solcu’larımız emper ya lizmin ve özel lik le de ABD emper ya lizmi nin ca navar bir ya ratık olduğunu görmezlikten gelerek Kıbrıs sorununun çözülmesi için bize yardımcı olmasını istiyorlar! Oysa Kıbrıs’ın solcu ları olarak bizler bu canavarı besleyen kan damarlarını tı kamak ve yok etmek için mücadelemizi yük selt memiz gerektiğini iyi kavrama lıyız. Kıbrıs’ta uzun za mandır duyul mayan bir sloganı bir kez da ha gündeme getiriyoruz: Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek! ▲
19
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Alt-üst kimlik”
S
20
on bir aylık dönemde medyanın öne çı kardığı tartışma lardan biri de, “alt kimlik”, “üst kimlik” tartışmasıydı. Genelde “alt-üst kim lik” tar tışması aslında yeni bir tartışma değildir. Sözko nu su bu tar tış ma “Tür ki ye li lik” kav ra mı bağ la mında ya kın geçmişte de yürü müştü. “Üst kim lik” veya “alt kim lik” de değişik dönem lerde, şu ya da bu kesim, şu ya da bu siyasetçi tarafından dile getirilmişti. Hatta “Başbakanlık İnsan Hak ları Danışma Kurulu”nun hazırladığı “azınlık hak ları”yla ilgili raporda da “alt-üst kimlik” meselesi tartışılmış, buna karşı yükselen tepkiler sonucu, sözkonusu rapora Başba kan lık sa hip çık ma mıştı. Sa hip çık mamanın da ötesinde, Başba kanlık sözkonusu komisyon çalışanlarına gönderdiği bir ya zıyla, görev sü releri nin 5 Şubat 2005’te dolacağı nı bildir miş, “postmodern” bir çıkış vermişti… Sa de ce bu nun la da ka lın ma mış tı, söz konu su raporu ha zırlayan Baskın Oran ile İbra him Kaboğ lu hak kında soruşturma da açılmıştı. Bu tar tışmalar 6 Ekim 2004 ta ri hinde sözkonusu raporun ka muoyu na yayın lanmasıyla yoğunlaşmış ve bu yı lın ilk aylarına kadar sürmüştü. Bu seferki tartışma lar ise esas olarak Başba kan Erdoğan’ın 22 Ka sım ta rihinde AKP’nin Meclis grubunda yaptığı konuşma sonrasında başladı. Oysa Erdoğan son birkaç aylık sü reç te, gerek “Kürt sorunu var” tespitini yaptığı Ağustos ayında, gerek se de Şemdin li olaylarının hemen ardından yaptığı ko-
nuşma larda bu sorunu birkaç kez di le getirmişti. Ör neğin Ağustos ayında Başba kan Erdoğan, gazeteci lerin soru larına verdiği yanıt larda, “Kürt vatandaşı benim vatandaşımdır. Bunlar birer alt kimliktir. Bu alt kimliği biz üst kimlik le karıştırmayacağız. Ben ne dedim? Tek millet, tek bay rak, tek vatan dedim. Bunu bir defa payla şaca ğız.” (Hür riyet, 23 Ağustos 2005) tavrını ta kınmıştı. O dönemde medyanın öne çı karıp tartıştığı konu Başba kanın “Kürt sorunu var” tespiti konusuydu. MGK Ağustos ayı sonlarına doğru bu meseleyi “ince ayar” ile halledip “Kürt sorunu yoktur, terör soru nu vardır” tespiti ni bir kez da ha ka muoyu na dayat tık tan son ra, Başba kanın da “Kürt sorunu var” tespitini “unutuvermesiyle” dik kat ler başka sorunlara çevrildi. Bu arada Şemdin li’de meyda na gelen olaylar Türkiye’nin de gündemini belirlemeye başladı. Egemenler arasında ki iktidar da laşının kızışmasının bir görüntü sü olan bu gelişmelere bağ lı ola rak, Baş ba kan Erdoğan da, sorunun “hu kuk çerçevesinde” çözül mesi yönünde tavır ta kındı. Baş ba kan, ik tidar da la şında ki mi güçlerin, “derin devletin” provokasyonlara başvurduğunu düşünerek, “Kimse hu kuk dı şı yol la ra te vessül et mesin” diyerek “Gelin, sü kunet le, ak lıselimle, itidalle meselelerimizin çözümüne katkıda buluna lım. Tahrik lere, provokasyon la ra ilti fat et meyelim.” (Hür riyet, 23 Kasım 2005) tavrını ta kındı. Bu tav rı ta kı nırken, –ki yaptığı ko-
nuşma AKP’nin Meclis grubunda 22 Kasım’da yaptığı konuşmaydı– şunları da savundu: “Bunlara karşı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, 73 milyon için sigortadır. Bizi; Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Türk’ü, doğulusu, batı lısı, güneylisi, kuzeylisi ile, inana nı inanmaya nı ile birleştiren bu üst kim lik tir. Bu ifademden ra hat sız olanlar da var. Onlara, bilimsel bazı çalışma lar yapma larını tavsiye ederim. Biz bir mozaiğiz, bu mozaiğin bütününü oluşturan fark lı fark lı unsurları vardır. Bu mozaiğin birinin kenara atılması durumunda, o zenginlik ya ka lana maz. Bu ül kenin ayak la rı nı sağ lam tuta cak denge, za afa uğ ratı lmış tır.” (Hürriyet, 23 Kasım 2005) Yukarıda da tespit ettiğimiz gibi Erdoğan’ın bu tavrı yeni bir tavır değildir. Ama egemen lerin kendi ara la rında ki iktidar da laşında gündem yaratılması gerekiyor ve yaratı lıyor da! Bu tavı ra kar şı baş layan polemik, Türkiye medyasında bir “alt-üst kimlik” tar tışmasını ön plana çı kardı. Erdoğan’ın tav rı na karşı lık CHP Genel Başka nı Baykal gecik meden şu tav rı ta kındı: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, Türk mil le ti yeri ne ika me edil mez. Türk mil leti kav ra mı nı ka fa nın içine sindirecek sin. Türk mil leti demek ten kork ma ya cak sın, utan ma ya cak sın, mahcup ol mayacak sın. Türk mil le ti demenin kimsenin etnik kimliğine tecavüz olmadığını bileceksin. Diyarbakır’a gittiğinde suçlu suçlu ‘tek millet, tek devlet’ dedin. Neymiş bu millet, aç anayasaya, bak. Aç tarihe bak, gör ne milleti olduğunu.” (Milliyet, 23 Kasım 2005) Anda ki tar tışma nın başlangıcı esas ola rak bu tespit ler temelinde oldu ve bu iki yak la şım temelinde de gelişti. Arada ki fark lı lık neydi? Erdoğan’ın ve Baykal’ın söyledik lerini özet lersek, Erdoğan ta ra fından söylenen şey şudur: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bir üst kimliktir”, “Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Türk’ü” vd. ise bu “üst kimlik” altında birleşen “alt kimlik” lerdir. Bu na karşı Baykal’ın ve onun görüşü ne destek çı kan la rın tav rı ise, “üst kimliğin” “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” değil, “Türk lük” oldu ğudur. Bu nun için de dayandık la rı kay nak TC Anaya sa sı’dır. Anaya sa’ya atıf ta bulunarak savunduk ları da esas olarak şöyledir:
Anaya sa nın 66. Mad de si’ne gö re “Türk Devleti ne vatandaşlık ba ğı ile bağ lı olan herkes Türktür.” Buna göre “üst kim lik” de Türk lük tür, Türk olmaktır. “Üst kimlik” olarak “Türkiye Cum hu riye ti vatandaş lı ğı”nı gös termek, “ihanettir”, “bölücülüktür”, “Türkiye’nin birliğini ve bütünlüğünü dinamit lemektir”… Tartışmaların temel ekseni “üst kimliğin” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” mı, “Türk lük” mü olduğu eksenidir. Bu ek sene ba ka rak cevap veril mesi gereken iki soru vardır aslında. 1) Bu tar tışma ların kay nağı nedir, perde arkasında ne var? 2) Taraf ların ta kındıkları tavırlar neyi gösteriyor?
PERDE ARKASINDA NE VAR? Sorulardan birincisine verilecek cevap, aslında kısa ve nettir: Tartışmanın kaynağı ve perde arkasında yatan şey, egemenler arasında ki iktidar da laşıdır. Tür ki ye’de ki ge liş me le re ba kıldığında, medya tara fından da gündeme getirilen hemen hemen her gelişmenin, çelişkinin perde arkasında sözkonusu iktidar da laşı; tar tışanlar ise esasta bu iktidar da laşında şu ya da bu ya nı tutan kesimler var. İk tidar da la şı nın bir ya nında, 82 yıl lık cum hu riyet ta ri hinde ik tida rı elinde tutan devlet bü rok rat bur juvazisi ve esas olarak da onun iktidarının koruyucusu ordu duruyor. Bir yanıyla bu ik tidar sa hipleri, Türkiye’de faşizmin uygulayıcı larıdır da. İktidarlarını “demir yumruk”la korumaya ça lışan, koruyan kesim. İk tidar da laşı nın diğer ya nında ise, esas olarak özel sermayeli büyük burjuvazi, onun siyasi alanda ki temsilcileri, liberal burjuva kesim var. AKP hü kümeti ise hem bu kesimin temsilciliğini yapmaya ça lışmakta, hem de “demokra tik leş me yi” ik ti da ra yü rü me nin aracı olarak kullanmaktadır. Bunların kendi ara la rında fark lı hesapla rı olsa da, bunlar Türkiye’de faşizmin çözülüşünü zorlayan, burjuva demok rasisine doğru gelişmekten yana olan kesim. Bu kesim gelinen yerde çok açık biçimde devlet bü rok rat bur juva zisi nin iktidarını tehdit ediyor, ayak ları altında ki toprağı giderek daha çok kaydırıyor. İktidar sahipleri ise, ellerindeki iktidarı kaptırma mak için çır pı nıyor ve evet elinden geldiğince saldı rıyor da! Bu saldırının değişik görüntüleri gün-
halkların kardeşliği için deme geliyor. Başba ka nın “Kürt soru nu var” tespiti ne karşı “ba lans aya rı” yapıl ması, genelde Kürt lere karşı savaşın kızıştırılması ve bunun bir parçası olarak da Şemdin li’de yaşa nan lar ve son ola rak “alt-üst kimlik” tar tışma ları, esas olarak Türkiye’deki ulusal sorun bağ lamında gündeme gelenler. “Alt-üst kimlik” tar tışma ları bir yanıyla Şemdin li’de ya şa nan olay la rın üzerini kapatmanın; suçluların üzerine yürümemenin; devletin, devlet güçlerinin doğrudan işin içinde olduğu gerçeği nin üzeri nin ör tül mesi için de kulla nıl mak tadır. Türk mil liyetçi liği nin, şovenizmin kışkırtılması da bu amaca varma nın temel araçla rından biri durumunda… Tek rar vurgu larsak: Yaşanan tar tışma la rın perde arka sında egemen ler arasında ki iktidar da laşı var. Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde de –Irak-Güney Kürdistan somutunda ör ne ğin ABD ile iliş ki lerinde– gündemde olan “Kürt soru nu”na yönelik yeni bir siyaset belirlemesi gerekiyor. “Alt-üst kimlik” bağlamında taraf ların ta kındık ları tavırlar, bir yanıyla da, bu konuda anda ki devlet siyasetinin değiştirilmesi, “kırmızı çizgi lerin” yeniden çizilmesi ya da varolanın korunmasına yönelik tavırlardır. Geli nen yerde, 82 yıl lık Cumhuriyet tarihinde ta kını lan tavırla rın değişmesi nin Türk devletinin kendi çı karları açısından da kaçınılmaz görünüyor.
TARTIŞANLAR NEYİ SAVUNUYOR?
Erdoğan’ın “üst kimlik” “Türkiye Cumhu riyeti vatandaşlığı” ol ma lı tav rı na kar şı olan la rın savundu ğu dü şünce, esas olarak hâ lâ Anayasa’da olan ırkçı, Türk çü lük dü şün ce si dir. Bun la rın esas tav rı statü koyu koru ma tav rıdır. Açıkça Türk ırkçı lığı nı savun mak tır. Hem de “demok rasi” adı na, “kardeşlik” adına, “eşit lik” adına! Ne sahtekârlık! Türkiye Cumhuriyeti devleti, kurulduğundan bu ya na, hem de Anayasal düzeyde, Türk milleti dışında ki millet ve mil li azın lık la rın ulusal kim liği ni red ve inkâr etmiştir. Anaya sa nın değişti ri lemez maddelerinden biri olan 3. Madde, “mil letin bölün mez bütün lüğü nü” de ya sa haline getirmiş ve bu milletin Türk milleti olduğu da Anayasada açıkça ortaya konmuştur. Anayasa’nın 42. Maddesi Türkçe dışında hiçbir di lin eğitim ve öğ retim ku rum la rında “Türk vatandaşla rı na” kendi anadi li di li ola rak öğ reti lemeyeceği ni or taya koyarken; 66. Madde “Türk devle ti ne vatandaş lık ba ğı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür”
düşüncesini ortaya koy maktadır. Bu yak laşı mın ırkçı temelde yük selen bir yak la şım oldu ğu, Türkçü lük yak laşımı olduğu açıktır. Bunun “Atatürk mil liyetçi liği” olduğu da açık tır. “Atatürk milliyetçiliği” denen milliyetçilik, gerçekte Türk şovenizmidir. Baykal’ın tav rı nı “Atatürk mil liyetçi liği” ola rak savu nan lar –ki Baykal ’ın tav rı ay nen böyledir–, bu nun ırkçı bir düşünce ol madığı nı da kit lelere yut turmaya ça lışıyorlar. Ne büyük bir sahtekârlık! Bizzat Erdoğan’a karşı savunduk ları Anayasa’nın 66. Maddesi, Türk devletinden, Türk’ten bahset mek tedir. Bu maddeye göre evet Türkiye Cumhuriyeti devleti Türk devleti ola rak kabul edilmekte, savunulmaktadır. Bu devletin tüm vatandaşları ise ay rımsız Türk olarak ilan edilmektedir. Gay rimüs lim toplu luk la rın, da ha doğ ru su azın lık la rın Lozan Ant laşması nedeniyle dini azınlık olarak kabul görül me si, bir an lamda on la rın “Türk” olarak ilan edilmesini engellemektedir. Fa kat, Rum, Ermeni ve Museviler dışında kiler –Sür yaniler tümden inkâr ediliyor–, esas olarak müslüman dinine sahip olan millet veya milli azınlık lar olma durumundadır. Aslında Lozan Ant laşması ve Anaya sa ile Türkiye Cum hu riyeti devleti tüm müslüman halk ları Türk say maktadır. Bu bağlamda din unsuru bu halkla rı birleştirici bir unsur ola rak kabul edilmektedir. Erdoğan’ın, nüfusun %99’unun müslü man oldu ğu Türkiye Cum hu riyeti’nde “etnik unsurları birbirine bağlayan, ay rıca önemli bir din bağı vardır” tespiti ni yapma sı na karşı ise yi ne bu statü kocu, ırkçı kema list kesim “Biz üm met miyiz?!” vb. çı ğırt kan lı ğıy la karşı çık makta, sahtekârlık larına yenilerini katmaktadırlar. Bu kesimin tav rı statü koyu koruma tav rıdır. Bunlar, 82 yıl lık Cumhuriyet tarihinde yaşanan Türk olmayan millet ve milli azınlık ların ulusal varlığını red ve inkâr eden, ırkçı, Türk şovenisti tav rı nın sürdü rücü leridir. Bun la rın “üst kim liği” de, “alt kim liği” de birdir: Türk lük! Bu ırkçı lardan kimi leri, şimdi “mozaik” olmaya da karşıdır. Şimdiye kadar devletin resmi ideolojisi, Kürt leri, ya da başka halk la rı Türk mil leti nin moza iği diye an lat tı durdu… Fa kat, AB’ye üyelik için müza kere tarihi alma çabası içinde çı ka rı lan uyum yasa la rı tar tışma la rında, açık ırkçı kesimden mozaik düşüncesine karşı çık ma temelinde bir “kopuş” baş ladı. “Moza ik” parça la nabi lirdi… Ne olur ne ol maz “vatanın ve milletin bölünmez bütünlü ğü” mozayiğe ben ze ti lerek, parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya getirilmemeliydi. Bu dü şünceyi savu nan lar
esas olarak sadece ve sadece “Türk lük” tanımını vurgulamaya yöneldiler. Bun lardan ki mi leri de yeni ta nımlarla bu dü şünceyi an lat maya ça lıştı. “Biz mozaik değiliz, Ebru’yuz” diyordu, açık ırkçı ka lemşorlardan biri… Erkan Mumcu’nun yeni kat kısı ise, “Biz şerbetiz” biçiminde oldu… Mozaik, ebru, şerbet! Ar tık ne ise… hepsi de Türk şovenizminin, mil liyetçi liği nin değişik var yasyon la rı. Türk mil leti dışında ki mil let ve mil li azınlık la rın varlığı nı reddet menin fark lı yolları… Başba kan Erdoğan’ın di le getirdiği “Tür ki ye Cum hu ri ye ti va tan daş lığı”nın “üst kimlik” olması düşüncesini savu nan lar ise, esas ola rak statü koyu değiştirmeye yönelik bir tavır içindedirler. Bu cephe, genel olarak ele alındığında AB’ci lerin tü mü nü kapsa ma du ru mundadır. Bu na Kürt lerin ki mi demok ratik hak larını savunan kesimlerin önemli bölümü de dahildir. Bu tavır, AB’ye üyelik için müza kere tarihi alma sürecinde yapı lan kimi yasal değişik lik lerle açı lan yolda ilerlemeye yönelik tir. Bu tavır esas ola rak AB’ye üyelik için, AB’nin Türkiye’ye biç ti ği kaf tan lardan bi ridir. Türkiye’nin “azın lık la rın” hak la rı nı koruma sı, da ha doğ rusu ver mesi için, ilk önce onların varlığını kabul etmesi ve onlara uygun bir kimlik tanıması gerekiyor… Bunun için de yürütülen tartışma larda, Fransa ya da benzeri örnek ler gündeme getirilmişti. Sorunun “vatandaşlık” hak larının verilmesi temelinde çözümü önerilmişti. Bu ke si min tav rı Türki ye’de hâ lâ Anaya sal dü zeyde de ege men olan ırkçı yak la şım la karşı laştı rıldığında, burjuva demok rasisine da ha ya kın bir tavırdır. Bir bağlamda varolan tabulardan birini daha yık maya yöneliktir. Fa kat bu olgu, bu ke si min Türkiye’de sözkonusu olan ulusal kimlik sorununa çözüm getirecek leri anla mına gel miyor. Bu, yine, bun la rın şovenist, mil liyetçi ya da ırkçı ol madığı an lamına da gelmiyor. Da laş esas olarak Türk milliyetçiliğinin açık ırkçı kesimiyle, Türk şovenizmi nin inceltil miş biçi mi ni savu nan liberal siya set savu nucu la rı ara sında yürü mek tedir. Ta raf la rın temel birlik noktası, hâ lâ, Türk milliyetçiliğidir. “Üst kimlik” olarak “Türkiye Cumhu ri ye ti vatandaş lı ğı”nı savu nan lar da, “üst kimlik”in “Türk lük” olmasını savunanlar da, Türk mil leti dışında ki mil let ve mil li azın lık la rın varlı ğı nı reddet me, inkâr et me konumundadır. En iyi halde, etnik kökenlerini dile getirebilmeleri isteniyor. Başba kan Erdoğan’ın “Kürt soru nu var” de me si ne pa ra lel, bu soru nun “Tek mil let, tek bay rak, tek vatan” prensibi temelinde çözüleceğini savun-
ması yak laşımı ile, “üst kimlik” “Türklüktür” diyenlerin yak laşı mı arasında özde bir fark yoktur. Erdoğan’ın da savunduğu “üst kimlik” “TC vatandaşlığı” ol ma lı düşüncesi, “üst kimlik” “Türk lüktür” düşüncesinden daha az kötü olan bir düşüncedir. Fa kat sınıf bilinçli işçi ve emekçi lerin kötü ler arasında da ha az kötü ola nı seçme zorun lu luğu veya görevi yoktur. Tüm tartışma lar, bir kez daha burjuvazinin değişik kanat larının ve temsilcilerinin Türkiye’de ulusal soruna yaklaşımlarını sergiliyor. Bu tar tışma nın da özel lik le “Kürt sorunu” tartışma ları temelinde yükseldiği açıktır. Türk ler, kendi ara larında özelde Kürt lere, genelde de tüm mil li azınlık lara hangi kimliği bahşedecekleri üzerine tartışıyor. Kürt lerin ya da milli azınlık ların kendi leri nin ne istediği ni ise soran yok! On la ra eğer bir kim lik ve ri le cek se, onu da 82 yıldır egemen olan ezen milletin, Türk milletinin egemenleri verecek ti… Türkiye ta ri hinde “Bu ül keye komünizm gelecek se, onu da biz getire ce ğiz” den memiş miydi? Şimdi de benzeri yak laşımla “alt”ta kilere kimlik verilmeye ça lışı lıyor. “Alt”ta ki le re de sa de ce ve sa de ce “üst”tekilerin onlara reva gördüğü kimlik le yaşama seçeneği bıra kı lıyor… Bu yak la şı ma göre de yi ne Kürt ler, Lazlar, Gürcüler, Araplar, Romanlar… vd. alt’ta kalıyor. Bu yak laşımın, burjuva demok rasisi çerçevesinde ele alınsa bi le eşitsiz liği savunan bir yak laşım olduğu en başından açıktır. Biri leri “üst”te, biri leri “alt”ta… Sömürü sisteminin kaçınılmaz doğal bir sonucu bu… Ne faşizmin yönetim biçi mi olduğu ül kelerde, ne de bur juva demok rasisinin yönetim biçimi olduğu ülkelerde, ezenlerle-ezilenler arasında, sömü ren lerle-sömü rü len ler ara sında, ezen ulus-ezilen ulus ve milliyetler arasında eşit lik mümkün değildir. Milliyetçilik, şovenizm, ırkçı lık da kapita list sistemin yol arkadaşlarıdır. Milliyetçi liğe, şovenizme, ırkçı lığa karşı olanların, sömürü sistemine karşı devrim için mücadele et mesinden başka bir seçeneği yoktur. Bu mücadelede, “alt-üst” değil, herke se kendi kim li ği! Herke sin kendi anadi linde eğitim ve öğ retim hak kı! Tüm millet ve milli azınlık ların ulusal varlığının kabulü! Tam hak eşit liğinin sağ lan ma sı vb. ta lepler, sı nıf bi linçli işçi lerin, emekçi lerin savunması gereken kimi ta leplerdir. Kah rol sun Türk şoveniz mi! Halkla rın kardeş liği için tek yol dev rim! Yaşasın proletar ya enternasyonalizmi! 13 Aralık 2005 ▲
21
dünya komünist hareketinin tarihinden
DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİNİN TARİHİNDEN
87. YILINDA
Spartakus Ayaklanması
O
cak 1919, Berlin… Kadın ve erkek işçiler Rosa Lu xemburg ve Karl Liebk necht önderliğinde, Ara lık 1918’de ku rul muş olan Almanya Komünist Par tisi (KPD) önderliğinde 1918’de başlatılmış olan burjuva demok ratik devrimi ilerletmek ve sos ya list dev ri me geçmek için si la ha sa rıldı lar. Ta ri he Spar ta kus Ayak lanma sı ola rak ge çen bu ayak lan ma 4 Ocak’ta karşıdev rimin dev rimci mevzi lere saldırması nedeniyle hazırlık sız bir şekilde başlatıldı. Almanya’da devrim için objek tif şart lar olgun ol masına rağmen Alman işçileri, emekçileri ha zırlık sız dı; onlar Rus ya’da oldu ğu gibi bol şe vik tarz da örgüt len miş bir par tiden yok sundu. Al man Sosyaldemok rat la rı (SPD) 1914’te resmen iltihak et tiği burjuvazinin cel ladı rolünü gönül lü ola rak üzerlen miş lerdi; iş çi sınıfına, onun anda güçsüz olan komünist önderliğine karşı saldırı larla olası dev rimi engellemeye ça lışıyorlardı. Ya saldırı lar karşısında mücadele edilmeden teslim olunacak, ya da onurlu bir şekilde mücadele edilecekti. Anda alternatif ler bunlardı. Spar ta kist ler onurlu mücadele yolunu seçtiler.
KISACA SPARTAKUS AYAKLANMASI…
22
3 Ka sım’da Ki ev’de bah ri ye li le rin ayak lan ma sı nın bir gün son ra sında ilk işçi ve asker sov yet leri ku ruldu. 9 Kasım’da Sparta kus grubu ve devrimci işçi temsilcileri genel grev çağrısı yaptı lar. Ay nı gün imparator II. Wil helm impa ratorluk tan çekildiği ni açık ladı, başba kan istifa etti. Başba kanlık görevini Alman Sosyaldemok ratı Friedrich Ebert üzerlendi. Bu arada işçiler hapishanelere silahlı saldırı larda bulunarak siyasi tutuk luları serbest bıraktı lar. 10 Ka sım’da Ebert önderli ğindeki hü kümet karşıdev rimin merkezi ordu üst yöne ti mi ile an laş tı. Bundan bir gün sonra Almanya savaştan çıktığını açık ladı. 23 Kasım tarihinde Sosyaldemok rat hükümet önderliğinde hareket etmeyen bağımsız İşçi ve Asker Sov yetleri yönetim kademesi hü kü mete yürütme konusunda tam yet ki tanıdığını açık ladı.
Onlar yenildiler… Ancak onlar onurluca mücadelenin ne olduğunu gösterdiler. Ka sım ve Ara lık ay la rında ül ke de büyük çaplı grevler yaşandı. Sparta kus grubu İşçi Köylü Sov yet lerinde çoğunluğu ka zan mak için ça lışma yü rüt tü bu süreç te. Ancak gerek Spar ta kist lerin ça lışma la rı nın yoğun laşma sı gerekse ülkede yürüyen grevlerin bastırılması için hü kümet ve ordu saldırı lara başladı. 6 Ara lık’ta Kızıl Bay rak redaksiyon binası basıldı. Binada bulunan Liebk necht tutuk lanmak istendi. Ancak binayı saran devrimci işçiler bunu engel lemek le kal madı lar, ay nı za manda bi nayı sa ran askerleri ça lışma lar sonucu saf değiştirmeye ik na et ti ler. 12 Ara lık’ta Berlin’in Reinickendorf semtinde 6000 işçi “Bütün iktidar Sov yetlere!” sloganı altında bir gösteri düzenledi. 14 Ara lık’ta “Sparta kus Birliği Ne İstiyor” başlık lı bir progra matik belge Kızıl Bay rak dergisinde yayınlandı. 1621 Ara lık tarihinde Berlin’de İşçi ve Asker Sov yet leri Delegeleri 1. Kongresi yapıldı. Delegelerin çoğu SPD yanlısıydı. Bağımsız SPD (USPD)’nin içindeki sağ kanat da uzlaşmaya hazırdı. Kongrede esas tar tışma konu su “Bütün ik tidar Sov yet lere mi yoksa ‘Milli Meclis’ için yani parlamenter burjuva demok rasisi için seçim ler mi” soru nuydu. Kong re çoğun luk la ikinci alter natif yönünde karar aldı. Bu arada 19 Ara lık ta ri hi ne kadar
USPD içinde faaliyet gösteren Spar takus grubu temsilci leri genel toplantısı baş ladı. Top lantı KPD’nin ku ru luş kongresine dönüştü. 30-31 Ara lık 1918 tarihlerinde KPD Kuruluş Kongresi yapıldı. Sol içinde bu gelişmeler ya şa nırken burjuvazi de Ara lık 1918 – Ocak 1919 ayları arasında devrime saldırmak için güç topladı. Terhis edi len askerlerden “gönüllü birlik ler” oluşturuldu. Bunların başına Sosyaldemok rat Noske getirildi. 4 Ocak 1919 tarihinde Berlin polis şef liğini yapan USPD’nin sol kanadından Emil Eichorn görevden alındı. Bu olayı protesto etmek için Berlin’de yüzbinlerce işçi 5 Ocak 1919’da sokaklara döküldü. Gösteri lerde Eichorn’un azlinin geri alınması ta lebi yükseltildi, karşıdev rimin si lahsızlandırılması talebi getirildi. Bu arada işçi ler bur juva yayın organ la rı nın, yi ne SPD’nin yayın organı “İleri” dergisinin bina larını bastı. Dergilerin çı karılmasını engellediler. 6 Ocak 1919 ta ri hin de USPD ve KPD’li devrimci işçi temsilcileri bir durum değerlendirmesi yapa rak “EbertSche ide mann hü kü me ti nin dev rilmesi, dev rimci proletar ya nın ik tida rı ele geçir mesi için ayak lan ma çağ rı sı yapma” ka ra rı aldı lar. Ayak lanma nın yöne ti mi için 33 ki şi lik bir Dev rim
Komitesi seçti ler. Berlin’de genel grev başladı. 6 – 13 Ocak 1919 tarihleri arasında dev rim ile karşıdev rim güçleri silahlı olarak çatıştılar. Diğer bölgelerden umu lan yardım, askerlerden beklenen iltihak lar gerçek leşmedi. Yenildiler. 12 Ocak 1919’da Noske’nin si lah lı güç leri tüm Berlin’i iş gal ve kont rol altına aldı lar. 15 Ocak 1919’da Karl Liebk necht ile Rosa Lu xemburg karşıdevrimin para lı askerlerince tutuk lanarak hunharca kat ledildiler. Katledilişlerinin 87. yıldönümünde Karl Liebk necht ile Rosa Lu xemburg’u saygıyla anıyoruz. Dev rim 1919’da yenildi, ancak bir dizi ders bıraktı. Burjuvazinin iktidarına karşı silahlı devrimin tek kurtuluş yolu olduğu güçlü komünist bir par tinin dev rimde ol maz sa ol maz lığı düşüncesi, onurlu bir yenilginin onursuz bir tesli miyet ten da ha iyi olduğu düşüncesi, söz ve eylemin uyum lu luğu, işçi sınıfı içinde işçi sınıfı adına hareket eden par ti lerin et kisi kı rıl madan devrimin yenilgiye mahkum olduğu… bu derslerin en başında gelenleri. Sparta kus ayak lan ma sı kit lelerin bir kez ayak landığında nelere kadir olduğunu gösterme açısından da önemli bir ayaklanma olarak tarihte yerini aldı. Onlar yenildiler… Ancak onlar onurluca mücadelenin ne olduğunu gösterdi ler. On la rın mücadelesi bugün Almanya işçilerinin, emekçilerinin burjuvaziye karşı mücadelesinde, dünya işçileri nin, emekçi leri nin mücadelesinde yaşıyor. Ek te katledilmelerinin yıldönümünde Spar ta kus Ayak lan ma sı nın önderlerinden Karl Liebk necht’in bir yazısı ve Rosa Lu xemburg’un bir yazısından bölümler yayınlıyoruz. Yazı lar ayak lanmanın yenilgiye uğradığı günlerde ka leme alın mış ya zı lar. Ancak yenilgi günlerinde yazılsalar da yazılarda dev ri me olan bağ lı lık, dev rimci iyimserlik ve yenilgiden yılmama, tam ter si ne onda dev ri min tohum la rı nı görme tavırları dik kat çekiyor. Bu yanıyla ya zı lar Karl Liebk necht ve Rosa Lu xemburg’un ne den li büyük birer devrimci olduk la rı konusunda oku ra ipuçları verecektir. 10 Ara lık 2005 ▲
dünya komünist hareketinin tarihinden
S
parta küs’e karşı genel saldırı! “Kahrol sun Spar ta kist ler” ulu ma la rı yan kı la nıyor sokak larda. “Tutun on la rı; kamçı layın, bıçak layın, kurşu na dizin; hançerleyin, ayak lar altında ezin, parça parça edin!” Al man askerleri nin Belçi ka’da yaptık la rı meza lime, rahmet okutacak meza lim uygulanıyor. “Post”tan “Vor waerts”e kadar sevinç çığ lık la rı kaplıyor et ra fı; “Spar ta küs alt edildi”. “Spar ta küs alt edildi” ve yeniden kurulan eski cermen polisinin kı lıç, tabanca ve tüfek leri ve dev rimci işçilerin silahsızlandırılması, onun yenilgisini perçinleyecektir. “Spar ta küs alt edildi!” Albay Reinhardt’ın süngüleri ve General Lütt witz’in ma kina lı tüfek ve topla rı nın gölgesinde Mil li Meclis seçim leri ya ni NapolyonEbert için referandum yapı lacak. “Spar ta küs alt edildi.” Evet! Berlin’in dev rimci işçi leri yenildi ler! Evet! On la rın en iyi leri nin yü ze ya kı nı kı lıç tan geçi rildi! Evet! Davaya en sadık la rından yüzlercesi zindan la ra tıkıldı! Evet! Yenildiler. Çünkü onlar yardımlarını kesinlik le umduk ları deniz erleri, askerler, güven lik güçleri, halk mi lisleri ta ra fından yal nız bı ra kıldı lar. Ve on ların gücü, önderlik leri nin ka rar sız lı ğı ve zayıf lığı ile felç edildi. Mülk sa hibi sınıf ların ve geri kalmış halk yığınlarının korkunç karşı-dev rimci ça mur der ya sı içinde boğuldular. Evet, yenildi ler. Ve on la rın yenilgi si ta rih sel bir zorun lu luk tu. Çün kü henüz da ha zaman olgunlaşmamıştı. Ama bu na rağ men, mücadele kaçı nıl maz dı. Çün kü polis merke zi ni, dev ri min bir ka lesini Eugen Ernst ve Hirsch’e mücadelesiz teslim etmek, onursuz bir yenilgi olurdu. Mücadele, Ebert çetesi ta ra fından proletar yaya dayatıldı. Ve o, Berlinli kit le le rin içinden kar şı konul maz bir biçimde –tüm kuşku la rı ve tereddüt leri ezip geçerek– pat ladı. Evet! Berlin’in dev rimci işçi leri yenildiler! Ve Ebert-Scheidemann-Noske’ler yendi ler. On lar yendi ler, çün kü Jun kerler, papazlar, general ler, bürok rasi, para baba ları ve ufuk ları sınırlı, gerici, dar kafa lı kim varsa onların yanında idi. Ve onlar, onlar için gaz bomba ları, mayın atıcı ları, el bomba ları ile zafer kazandı lar. Ama zafer olan yenilgiler vardır; ve yenilgiden kötü zaferler vardır! Kan lı Ocak ayı nın mağ lupleri, büyük onur ka zandı lar. On lar büyük bir dava için, acı çeken insanlığın en soylu hedefi için, ezi len-sömü rü len kit lelerin maddi ve ma ne vi kur tu lu şu için savaş tı lar; kan la rı kutsandı. Ve bugünün za fer kazanmışlarını yiyecek canavar tohumları olan bu kanın her damlasından, şehit lerin hesabını soracak inti kamcı lar doğacaktır. Parça lanmış her lif ten gök kubbe gibi sonsuz, yüce dava nın yeni savaşçı-
Herşeye rağmen! KARL LIEBKNECHT
ları çı kacaktır. Bugünün mağlupleri, yarının zafer kazanmışları olacaktır. Çünkü yenilgi, onla rın öğ ret menidir. Al man proletar yası henüz dev rimci deneyim ve geçmiş derslerinden yoksundur. Ve o, gelecekteki başarısının garantisi olacak pratik eğitimi el yordamı ile yapı lan denemeler; gençlik hata ları, acı veren yenilgi ve başarısızlıklar dışında bir yolla elde edemez. Durduru la maz gelişmeleri, toplumsal gelişmenin doğal yasası olan toplumsal dev ri min ya şayan güç leri için yenilgi kamçı lanmaktadır. Yol yenilgiler üzerinden geçerek zafere götürür. Ama ya bugünün ga lipleri? On lar şerefsiz bir dava için, şerefsiz kan dökücü görevlerini yaptı lar. Geçmişin güçleri nin, proletar ya nın can düşmanlarının işini yaptı lar. Ve on lar da ha bugünden yenil miştir. Çün kü, on lar da ha bu günden, on la rı kendi aletleri olarak kullanmayı düşünen ve kullananların tutsağı durumundadır. Fir maya ismi ni henüz kendi leri vermektedir. Ama önlerinde yalnızca darağacı na çı ka rıl mış idam mah ku mu nun önündeki zaman kadar zaman vardır. On lar, da ha şimdiden ta ri hin teşhir direği ne bağ lanmıştır. Dünya, yal nızca kendi leri ne en kut sal olan şe ye iha net et mek le yetinmeyip, ay nı za manda onu çarmı ha geren çivileri kendi elleri ile çakan böyle Judas’la rı gör memiştir da ha. Al man sosyal-demok rasisi 1914’te nasıl ki diğerlerinden da ha fazla yerin dibine girdi ise; şimdi de sosyal dev rimin şafağında en fazla iğ reni lecek bir görü nüm sergiliyor. Fran sız bur ju va zi si 1848 Ha zi ran ka sapla rı nı ve 1871 Mayıs ka sapla rı nı kendi saf ları içinden çı karmak zorunda kal mış tı. Al man bur ju va zi si nin bu iş için zah met et mesi ne gerek yok tur. Bu
iğ renç-pis işi; bu ha ince-kan lı işi “sosyal-demok rat”lar yapmaktadır. Onların Cava ig nacı’nın, on la rın Gal li fe ti’sinin ismi, “Alman işçisi Noske”dir. Ki li se çan la rı, ka saplı ğa çağ rı yapıyordu. Şimdi “Bolşevik korku”dan kurtulmuş kapita list lerin zafer kut lama ları; mü zik ve bay rak sal la ma larla kur ta rıcı pa ra lı askerleri kut luyor. Henüz ba rut kokusu geçmedi. Henüz işçi kat li yangını nın du man la rı tütüyor. Henüz proleterlerin ölü leri yol larda yatıyor. Henüz ya ra lı proleterlerin in lemeleri dinmedi. Ama Ebert, Scheidemann, Noske’ler muzaf fer kumandan pozlarında kat liam ordu larını resmi geçit lerle kut luyor. Canavar tohumları! Dünya proletar yası da ha şimdiden, Alman işçilerinin kanına bu lanmış ellerini Enternasyonal’e uzat ma cü reti ni gösterenlere tiksinerek sır tını dönüyor! Onlar hatta dünya savaşı sırasında bizzat kendileri sosya lizmin yü kümlü lük lerini unutmuş olanlar tarafından, tiksinti ve aşağılanma ile geri çev riliyor. Onlar namuslu insanlığın saf larından, surat larına tü kürü lerek atılmış; Enternasyonal’den kovalanmış; her dev rimci proleter tarafından nef ret le ve la net le anı lır ol muşlardır: İşte, onların dünyada ki durumu budur. Bütün Al manya, bun lar ta ra fından korkunç bir utanç içine itilmiştir. Kardeş hainleri, kardeş katilleri! Alman halkına hü kümet edenler bunlardır! “Verin kara tahtayı. Bunu yazmaya lım.” Ama onların hük mü uzun sürmeyecektir. Da rağacında ki idam mah kû mu nun zamanı gelecek, onların ipi çekilecektir. Nef re tin ateş top la rı; mil yon lar ca kalbe tezlerini dağlıyor. Kan içinde boğmayı düşündük leri proletar ya nın dev ri mi, bir dev gibi aya ğa kal kacak, onların üzerine yürüyecektir.
Onun ilk sözü şu olacak tır: Kah rolsun işçi katilleri Ebert-Scheidemann-Noske! Bugü nün mağ lupleri öğ rendi ler. Onlar, kur tu lu şu, ne yapaca ğı nı bi lemez manga yığın la rı nın yardı mından bekleme çılgın lığından kur tuldu lar. On lar, zayıf ve yetenek siz önderlere güven me çılgınlığından kur tuldular. Onlar, kendilerini alçakça yalnız bıra kan “bağımsız” sosyal demok rasiye inanma çılgın lığından kur tuldu lar. Bundan sonra ki meydan savaşlarına yalnızca kendi güçlerine güvenerek gi recek ler. Ve gelecek za ferleri böyle ka za nacak lar. “İş çi sı nı fı nın kur tuluşunun, yalnızca kendi eseri olabileceği” sözleri, onlar için bu haf tanın acı dersleri ile, yeni, da ha derin bir an lam kazandı. Ve kandı rıl mış askerler de ya kında, kendileri ile hangi oyunun oy nandığını – yeniden kurulan militarizmin çizmesini yeniden üzerlerinde hissettik lerinde– görecek lerdir. Onlar da şu anda kendilerini sarmış coşkudan uyanacak lardır. “Spar ta küs alt edildi.” Sı kı du run! Biz kaçmadık, biz yenilmedik. Ve onlar bizi prangaya bile vursa –biz burdayız ve burda ka lacağız! Ve zafer bizim olacaktır. Çünkü Spar ta küs, proletar yanın dev riminin ateş ve ak lı demektir; o, proletarya nın dev riminin yüreği ve ru hu; irade ve eylemi demek tir. Ve Spar ta küs, sı nıf bi linçli proletar ya nın tüm kararlı lığı ve mut luluk özlemi demektir. Çünkü Sparta küs, sosya lizm ve dünya dev ri mi demektir. Al man pro le tar ya sı nın zu lüm yolu henüz bitmedi, ama kur tu luş günü yakla şı yor. Ebert-Sche ide mann-Nos ke ve bugün onların ardına gizlenen kapita list iktidar sa hipleri için son hesap günü yakla şıyor. Olayla rın dalga la rı göğe kadar yük seliyor ve biz zir velerden derin liklere atılmaya alışığız. Ama gemimiz kesin rotasında sağlam bir şekilde ilerliyor ve gururla hedefe varana dek rotasını izleyecektir. Ve biz o hedefe va rıldığında ya şa sak da, ya şa ma sak da; bi zim prog ra mı mız yaşayacaktır; ve o, kur tulmuş insanlığın dünya sı na egemen olacak tır. Her şe ye rağmen! Büyük gü rültü lerle gelen ekonomik yı kı mın fır tı na sı içinde, proletar ya nın henüz uyuyan yığınları da, israfil boruları ile uyandırılmış gibi uyanacak, katledilmiş savaşçı ların ölü leri diri lecek ve la net li lerden he sap soracak tır. Vol kan bugün henüz yer altında için için kay nıyor –yarın o pat layacak ve (lanet li lerin/ ÇN) hepsi ni lav yığın la rı ve ateş içinde gömecektir. ▲ Kızıl Bay rak, 15 Ocak 1919 (Sayı 15, Berlin) Karl Liebk necht, Toplu Eserler, Almanca, Cilt 9, say fa 709-713. (Eserleri ve Mücadelesiyle Rosa Lu xemburg, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, say fa 147-151)
23
dünya komünist hareketinin tarihinden / klasiklerimizden öğrenelim
Berlin’de düzen hüküm sürüyor… ROSA LUXEMBURG
M
odern devrimlerin ve sosyalizmin tüm tarihi bize neyi gösteriyor? Av rupa’da sınıf mücadelesinin ilk parlaması, Lyon’da ki ipek dokumacı la rı nın 1831’deki ayaklanması ağır bir yenilgiyle sonuçlandı; İngiltere’deki çartist hareket de bir yenilgi ile sonuçlandı. Pa ris iş çi leri nin 1848 Ha zi ran gün lerindeki ayak lanması ezici bir yenilgiyle sonuçlandı. Bütün sosya lizmin yolu –eğer dev rimci mücadeleleri dik kate alırsak– bir sürü yenilgi ile doludur. Ama yine ay nı tarih, bizi kaçınılmaz ola rak adım adım za fere götürmek tedir! Bu “yenilgi ler”; kendi lerinden tari hi deneyimi, bilgiyi, gücü, idealizmi kazandığımız, bu yenilgiler olmasa idi bugün nerede olurduk? Bugün proleter sınıf mücadelesinin dolaysız olarak en son kavga sı nın eşiğinde bu lundu ğumuz şu anda, tam da bu yenilgilere dayanıyoruz. Her biri bizim gücümüzün ve amaç berrak lığı mızın birer parçası olan, bu “yenilgilerin” hiç birini bile yitirmek istemeyiz. Bu bağ lamda dev rim mücadeleleri, parla menter mücadelelerin tam karşı tı dır. Biz Al manya’da dört onyıl içinde bir sü rü “parla menter” “za fer” ka zandık; nerde ise za ferden za fere
koştuk diyebiliriz. Ama sonuç, 4 Ağustos 1914’teki büyük ta rihsel provada yı kıcı bir siyasi ve ah la ki yenilgi, duyul ma mış bir yı kım, eşi ol mayan bir if las oldu. Devrimler bize şimdiye dek yalnızca yenilgiler getirdi; ama bu kaçınılmaz yenilgi lerle gelecekteki nihai za ferimizin ga rantisi üzerine ga rantiler birikiyor. Ama bir ko şul la! Söz konu su olan yenilgi nin hangi du rum larda or taya çık tığı sorgu lanma lı: Bu yenilgi, ileri atı lan kit lelerin dev rimci ener jisi nin tarihi önşart larının yeterince olgunlaşmamış olmasının engeline çarpması sonucu mu; yoksa devrimci eylemin kendisi nin ka rarsız lığı, güdük lüğü, ya ni kendi iç zaaf ları sonucu felce uğramasından dolayı mı ortaya çık mıştır? Her iki durum için klasik örnek ler; bi rincisi için Fransız Şubat Dev ri mi, ikincisi için Alman Mart Devrimi’dir. 1848 yı lında Paris proletar yasının kahra manca eylemi bütün enternasyonal proletar ya için sı nıf ener jisi nin can lı kay nağı olmuştur. Alman Mart Devrimi’nin sefil lik leri ise, modern Al man ge liş me si nin aya ğı na vu rul muş bir pranga olmuştur. Bunlar, resmi Alman sosyal demok rasisinin özgül tarihinde, Alman Dev rimi’nin en son olaylarına dek, henüz yaşamış olduğumuz dramatik buna lıma dek, et kisini sürdüregelmiştir. Yu karda ki ta ri hi soru nun ışığında, “Spar ta küs haf tası” adı veri len yenilgi na sıl görül mek te dir? Bu ileri atı lan dev rimci ener ji ile, du ru mun yetersiz olgun lu ğu (ara sında ki çelişme /ÇN) sonucu mu, yok sa eylemin zaaf la rı ve tutarsızlık ları sonucu mu (olan bir yenilgidir /ÇN)? İkisi de. Krizin iki li ka rak teri; ya ni Berlin li kit lelerin güçlü, ka rarlı, saldırgan tavırları ile, Berlinli önderliğin
verecektir. “Berlin’de dü zen hü küm sü rüyor”. Siz buda la zaptiyeler! Si zin “dü zeniniz” kum üzerine kuru ludur. Dev rim, da ha ya rın “zincir şa kırdı la rı içinde” ayağa kalkacak, ve boru sesleri ile, size dehşet salacak şu mesajı verecektir: “Vardım, varım, var olacağım!” ▲ Kızıl Bay rak, sayı 14, 14 Ocak 1919 Rosa Luxemburg (Eserleri ve Mücadelesiyle Rosa Luxemburg, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, say fa 159-160)
Ulusal sorun üzerine Lenin’den güncel bir yorum!
“Bir kartal da bazen bir tavuktan daha alçakta uçabilir, ama bir tavuk hiç bir zaman bir kartalın uçabildiği yükseklere çıkamaz. Rosa Luxemburg Polonya’nın bağımsızlığı sorununda yanıldı; 1903’de Menşevizmin değerlendirilmesinde yanıldı; sermaye birikimi teorisinde yanıldı; 1914’te Plehanov, Vandervalde, Kautsky vd.’nin yanısıra Bolşeviklerin Menşeviklerle birleşmesini savunduğunda yanıldı; 1918 hapishane mektuplarında yanıldı (hapisten çıktıktan sonra 1918 sonunda 1919 başında büyük ölçüde hatalarını gözden geçirdi). Fakat tüm bu hatalara rağmen O bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır.”
“…Ezen ül kelerde işçi lerin enternasyona list eğiti mi nin ağırlık merkezi, mutla ka, ezi len ül kelerin ay rılma özgürlüğünü propaganda et mek ve savunmak olmak zorundadır. Bu olmadan enternasyona lizm olmaz. Bu propagandayı yapmayan her ezen ulustan sosyal-demok rata emper ya list ve alçak muamelesi yapmak, görevimiz ve yükümlülüğümüzdür. Sosya lizm kurulmadan önce ay rılma durumu binde bir olanak lı ve “uygulanabilir” olsa da, bu mut lak bir ta leptir. İşçileri, ulusal fark lı lık lara karşı “kayıtsızlık” doğrultusunda eğitmek le yükümlüyüz. Bu tar tışma götürmez. Fa kat il hakçı lara kayıtsızlık doğ rultusunda değil. Ezen ulustan biri için, küçük ulusların istek lerine göre kendi devletine mi, komşu devlete mi, ya da kendi kendilerine mi ait olduk ları “önemsiz” olmak zorundadır: bu “kayıtsızlık” olmadan o sosyal-demok rat değildir. Enternasyona list bir sosyaldemok rat olmak için, sadece kendi ulusunu düşünmemek, bila kis bütün ulusların çı karlarını, onların genel özgürlük ve hak eşit liğini ondan üstün tutmak gerekir. “Teori”de herkes bununla hemfikir, pratikte ise tam da ilhakçı bir kayıtsızlık gösteriliyor. Kötülüğün kökü budur. Ve tersine, küçük bir ulusun sosyal-demok ratı, ajitasyonunun ağırlık merkezini, genel formü lü mü zün ikinci sözcüğü ne vermek zorundadır: Ulusla rın “gönül lü birliği”. O, enternasyona list olarak yü kümlü lük lerini ihlal etmeden, gerek kendi ulusunun politik bağımsızlığından, gerek se de X, Y, Z gibi komşu ül kelerle birleşmesinden ya na olabi lir. Fa kat bütün durum larda o, ulusal darka fa lı lık, içine kapanık lık ve tecrit edilmişliğe karşı, bütünün ve genelin dik kate alınması için, parçanın çı karlarının bütünün çı karlarına tabi kı lınması için mücadele etmek zorundadır. Bu sorunu iyice düşünmemiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratlarının “ayrılma özgürlüğü”nde, buna karşılık ezilen ulusların sosyal-demok ratlarının “birleşme özgürlüğü”nde ısrar etmelerini “çelişkili” buluyorlar. Fakat birazcık düşünmek, enternasyonalizm ve ulusların kaynaşması için başka bir yolun, verili durumdan bu hedefe giden başka bir yolun olmadığını ve olamayacağını gösterir.” ▲
(Eserleri ve Mücadelesiyle Rosa Lu xemburg, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, say fa 116)
(Lenin, Ulusal Politika ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, İnter Yayınları, say fa 178-179)
Rosa hakkında Lenin der ki:
24
kararsızlığı, korkak lığı, tutarsızlığı, henüz yaşanmış olayın temel özelliğidir. Önderlik üzeri ne düşeni yapa madı. Ama önderlik kit leler tarafından ve kitleler içinden yeniden yaratı labilir. Kit lelerdir belirleyici olan. Onlar, üzerinde dev ri min ni hai za feri nin ku ru laca ğı kaya gibidir. Kit leler üzerlerine düşeni yaptı lar. On lar bu son “yenilgiyi” enternasyonal sosya lizmin güç ve onuru olan ta ri hi ye nil gi ler zinci ri nin bir hal ka sı ha li ne getirdi ler. Bu yüz den, bu “yenilgiden” geleceğin za feri çiçek
yaşam temellerini koruma mücadelesi
BM-İk lim Konferansı yapıldı…
BM-İk lim Konferansı, bu sefer Ka nada’nın Mont real kentinde gerçek leşti. Plana göre 28 Kasım-9 Ara lık tarihleri arasında yapı lacak tı. 28 Kasım’da zama nında başlayan konferans, bir gün uzatmayla 10 Ara lık’ta son buldu. Konferansa BM’ye üye ülkelerin temsilcileri –çevre ba kanları, hükümet delegeleri, devlet başkanları, başba kanlar vb. vb.– katıldı. Montreal’e giden çevre ve doğayı koru mak tan ya na olan doğaseverlerin sayısının 40 bin civarında olduğu açık landı. Konferansın adından da anlaşı lacağı üzere, gündemde dünya mı zın ik lim meseleleri vardı. 1980’li yılların ikinci ya rısından itiba ren giderek da ha çok tar tışılsa da, ik lim değişik liğine karşı ön lem ler BM somutunda 1992’de ortaya konan “BM-İk lim Değişik liği Çerçeve An laşması” ile resmen alınmaya başlandı. Konferansta üzerine tar tışma yürütü len sorun la rın ba şında bu çerçe ve anlaşmanın nasıl geliştirileceği, genişletileceği sorunu vardı. Bu nun la birlik te en önem li sorun ola rak ise, Kyo to-Pro to ko lü de nen an laş ma nın gerek li lik leri nin yer ine getirilmesi, bu gerek lilik leri yerine getirmeyenlere karşı yaptırımlar ve 2012 yı lından sonra Kyoto-Protokolü benzeri yeni bir anlaşmanın şimdiden ele alınması meselesiydi. Kyoto-Protokolü BM’nin “İk lim Değişik liği Çerçeve An laşma sı” üzerinden yükselen ve 1997’de kabul edi len, söz konu su kon fe ran sın Japonya’nın Kyoto şeh rinde gerçek leşme si ne deniyle de bu ismi alan bir an laşmadır. Söz ko nu su an laş ma nın en önem li düşüncesi, kararı, 1990 yı lı baz alı narak at mosfere sa lınan sera gazlarının, bu nun ba şından da karbondiok sitin (CO2 ) at mosfere sa lı nı mı nın azaltılması ile ilgi li karardır. Sözkonusu kara ra göre Kyoto-Protokolü nü imza layan ve onaylayan ülkelerin 2012 yı lına kadar atmosfere saldık ları karbondioksit oranını %5.2 azaltma ları gerekiyor. At mosfere sa lı nan gaz emis yonu nun %5.2 azaltılması hedefi, gerçekte bilim insan la rı nın ik lim değişik liğine karşı alınması gereken önlemler ta leplerinin oranından çok düşük bir oran. İk lim değişik liği, esas olarak ik limin ısınması ve bu ısınmanın sonuçlarının dünyayı çöküşe götürmesinin ön işaretleridir. Eğer ön lem ler gerçek ten alınmaz veya ön lem lerin alınmasında gecikilirse, dünyayı kimse kurtaramaz… İçinde bu lunduğu muz koşul larda iklim veya doğayı koruma bağlamında ki
tehlike, fela ket tellallığı değil, sorunun ciddiyetini kav ra ma ma ve bundan da önemlisi önlem alması gereken güçlerin, alınması gereken önlemleri çı karları gereği almaktan kaçınmasıdır. Rosa Lu xemburg’un bundan yak laşık yüzyıl önce dile getirdiği “Ya sosyalizm, ya barbarlık içinde çöküş” düşünce si nin barbarlık içinde çöküş ya nı, bugün artık bizden pek uzak değil. Ve kapita lizm, barbarlık olduğunu doğayı ta landa, çevreyi kirletmede, ik limi değiştirmede çok açık gösteriyor. Son yıllar hep daha fazla fela keti, en yük sek se viye ye ula şan sel leri, sıcak dalga la rı yaşat mak tadır bize. İk li min ısınması düzeyi, ölçümlerin yapılmaya başlandığı 1861’den bu yana en üst seviyeye varmıştır. 1996 yı lını dışta bırakırsak, 1995-2004 yıl la rı ölçü mlerin yapılmaya başlamasından beri en sıcak yıllar olmuştur. 2004 yı lı ise bu sürecin en sıcak dördüncü yılı oldu. En son yaşanan bir sürü kasırga, felaket de somut ola rak insan la rın ik limi bozmasının sonuçlarındandır. Son ikiyüz yı lın ölçümlerine göre daha önceki karbondioksit oranına göre ikiyüz kat daha hızlı bir artış yaşanmıştır. Eğer ciddi ön lem ler alın maz sa iklim sıcak lığı nın isten meyenden da ha yük sek derecede ısınması nın önünde hiçbir engel yoktur, bila kis bunu mümkün kı lacak her şey mevcuttur. Burada iklimin ısınmasının başka hangi sonuçlara yol açacağını ise tartışmıyoruz bile. Evet, Kyoto-Protokolü’ne göre sözkonusu devlet lerin sadece %5.2 oranda bir karbondioksit ya da metan vb. sera ga zı efek ti olan gaz la rı azalt ma sı gerekiyor. Bi lim insan la rı nın ta lebi ise, eğer gerçek ten ik li min stabi li ze edilmesi isteniyorsa, bu ora nın 1990 yılı baz alınarak %80 civarında olması gerektiğidir. Anda atmosfere sa lınan zehirli gazların %60’nın karbondiok sit, %20’si nin metan ve diğer %20’sinin de azot, ozon vb. gazlar olduğu belirtiliyor. Özellik le karbondiok sit, doğ rudan in san la rın sorum lu luğunda gerçek leşen, kömür, doğalgaz, petrol vb. maddelerin ya kılma sın dan, or man la rın ta la nın dan, ağaç kesme ve yak madan kay nak lanmaktadır. Bunu bütünüyle or tadan kaldırmak müm kün de ğil, ama za rarı en azı na indir mek müm kün. Çı kış nok ta sı en fazla kâr olan kapitalist sömürü sisteminde, doğa nın ta la nı na kar şı ciddi bir önlem almayı bek lemek abestir. Bi lim in san la rı nın açık la ma la rı nı
cid di ye alan lar, du ru mun ne ka dar kötü oldu ğu nu da gör me du ru mundadırlar. Aslında ik li mi, doğayı, çevreyi… insan la rın ya şa ma temel leri ni or tadan kaldırmakta olanlar bilim insanlarının ortaya koyduğu gerçek lerin bilincindedir. Onlar durumu bilmediğinden değil, hayır, onlar kendi çı karla rı nı dünya nın ve in san lı ğın genel çı karla rından da ha üstün ve de ğerli gördük leri için, insanlığın çöküşü veya dünya mı zın çöküşü şimdi lik umurlarında değil. Onların anda ki amaçları, hep da ha fazla kâr, hep da ha fazla talan, soygun… Kyoto-Protokolü’nün 8 yıl lık hi kayesi, kapita lizmin bu barbar yüzünü ortaya koyan somut bir örnektir. 1997’de ka bul edi len an laş ma nın yü rür lü ğe girmesi için, 1990 yı lı baz alınarak atmosfere sa lınan gazların %55’ini sa lan ülkelerin, protokolü imza lamış ve onaylamış olması gerekiyordu. Onaylaması gereken ülkelerin sayısı da 55 idi. Fa kat başta ABD emper ya lizmi olmak üzere Rusya gibi atmosfere zehirli gazlar sa lan ül keler arasında önde gelenler, KyotoProtokolü’nü onayla madık la rı için bu anlaşma bu yı lın başlarına kadar yürürlüğe girmedi. Evet, Kyoto protokolünü imzalayan 150’den fazla ülkeden 55’i anlaşmayı onaylamış olmasına rağmen, Rusya’nın onaylamasından önce atmosfere salınanların %55’ini temsil etmedikleri için, anlaşma yürürlüğe girmedi. Anlaşma ancak, Rus ya’nın da 18 Kasım 2004 tarihinde anlaşmayı onayla ması sonucunda 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girebildi. ABD emper ya liz mi at mosfere sa lı nan zehirli gaz la rın (emis yonun) %25’ini sa lan ülke olarak Kyoto-Protokolü’nü onaylamayan ülkelerin başında geliyor. Türkiye ve Avust ralya da bu an laşmayı onaylamamış ülkeler arasındadır. Türkiye Enerji Bakanı’nın 2012 yılında son bulacak Kyoto-Protokolü’nü, 2015 yılında imzalayacaklarını açıklaması ise bir kara-mizah örneğidir… İk lim meselesi üzerine yürüyen tartışma lar, alınmak istenen önlemler gerçek te emper ya list ler ara sı da la şın da bir alanı olma durumunda. 1997’den 2005 yı lı sonuna kadar geçen zaman süreci, ik limi en çok kirleten, ısıyı yük seltenlerin ciddi biçimde önlem alma tavırlarına sahip olmadıkla rı nı da gösterdi. Ör neğin 15 ül keli AB’nin 2012 yı lına kadar azaltmak istediği zehirli gaz / karbondioksit oranı %8 iken, bu nun ancak %1.4’ü gerçekleş ti ril miş du rumdadır. Rus ya, Çin, Hindistan gibi ülkeler ise atmosfere sal-
dık la rı gazla rın ora nı nı ciddi biçimde azalt ma ça lışma la rı na başla ma mıştır bile. Yukarıda belirtildiği gibi ABD ise Clinton döneminde Kyoto-Protokolünü imza la mış ol ması na rağ men, Bush’un 2001 yı lında yaptığı açık lamayla, bunu onaylamayı açıkça reddetmiştir. İşte bu du rumda ki bir an laşma nın du ru mu ve konu mu üzeri ne yü rüyen tar tışma ların da fazla bir şey değiştirmeyeceği önceden açıktı. Kon ferans, yi ne her za man oldu ğu gibi birçok ka rar aldı. Fa kat genelde yorumcu la rın üze rinde an laş tı ğı ve başarı olarak kabul ettiği konu, KyotoProtokolü’nün sona ereceği 2012 yı lından sonrası için neler yapı lacağı konusunda varı lan anlaşmadır.. Kyoto-Protokolü’ne göre bu sene sözkonusu görüşmelere başlanması gerekiyordu. 16-17 Mayıs 2005 ta rih lerinde Almanya’nın Bonn kentinde gerçek leşen toplantıda somut bir sonuca varı lamamıştı. Ama görüşmelerin sürdürülmesi, görüş alış-veri şi ne devam tav rı çık mıştı. Bu konferansın da esas tav rı, 2012 yı lı sonrası Kyoto-Protokolü’nün nasıl sürdürüleceği ve daha sı kı önlemlerin nasıl alınacağı üzerine görüşmelerin sürdürülmesine karar vermek oldu. Bu ka rar ABD emper ya lizmi nin tüm sorum lu luk la rı reddet me tavırla rı na rağ men alındı. Ge li nen yerde ar tık ABD’siz bir ik lim siyaseti belirlemeye doğ ru bir yöneliş var ve bu yetersiz de olsa iyi bir gelişmedir. Görüş me le re de vam et me ye ka rar vermeyi ise ba şa rı ola rak sat maya çalış mak, gerçek le ri ters yüz et me nin; böylece, gerçekte alınması gereken önlemlerin alınmadığı ve kimsenin de gerçekte ciddi önlem almaya yanaşmadığı gerçeğinin üzerini örtmenin çabasıdır. Bu tavır, emper ya list güçlerin temsilcilerinin, dünya emekçi kit lelerine şirin gösterilmesinin bir aracıdır sadece. Aslında yapı lan bu konferans da bir kez da ha or taya koydu ki, ik lim veya doğayı koru ma meselesi de kapita list sisteme karşı mücadelenin bir meselesi olmuştur. Ve bu mesele, dünya nüfusunun çok büyük bölümünü oluşturan işçi lerin, emekçi lerin kendi kur tu luşları için mücadelesinin bir parçasıdır. Soru nun özü, bu gerçeği kav ra mak, kav rat mak ve mücadeleyi bu bi linçle yü rüt mek tir. “Ya sos ya lizm, ya barbarlık içinde çöküş!” şiarı, bugün her zamankinden daha günceldir. Barbarlık içinde çöküşü engel lemek isteyenlerin, sosyalizm için mücadele yürütmesi zorunludur. 16 Aralık 2005 ▲
25
basına / okuyucu mektubu
BASINA VE KAMUOYUNA
Gazetemizin sorumlu yazıişleri müdürü Aziz Özer’e 301.maddeden 9.000 YTL para cezası ve 1 yıl hapis cezası verildi!
19 Aralık katliamının hesabı faşist devletten devrimle sorulacak
G
azetemizin sorumlu yazıişleri müdürü Aziz Özer’in 22 Aralık 2005 tarihinde yargılandığı davada, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI’nın 71. sayısında yayınlanan “80 yıl Türkiye Cumhuriyeti... 80 yıl faşizm!” yazısı ve 72. sayısında yayınlanan “Irak’ta işgal ortaklığına hayır!” başlıklı yazı nedeniyle, hem Türkiye Cumhuriyeti Devletini, hem de hükümeti aşağılamaktan üç defa 6 ay hapis cezası verildi. Hapis cezaları önce 5’er aya indirildi ve sonra da her biri için 3.000 YTL (toplam 9.000 YTL) para cezasına çevrildi. Bundan bir gün sonra, 23 Aralık 2005’te tebliğ edilen bir başka kararda ise gazetemizde yayınlanan iki başka yazı nedeniye, “AKP’nin ampulü kimin için yanıyor?” ve “19 aralık katliamını unutmadık, unutturmayacağız! Katliamın sorumlusu ve suçlusu devletten hesap devrimle sorulacaktır!” başlıklı yazılar nedeniyle yazıişleri müdürümüz yine 5237 sayılı kanunun 301/1-2 maddeleri uyarınca her birisi için 6 ay olmak üzere, toplam bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu hapis cezası para cezasına çevrilmedi. Suç olarak “1- Hükümetin Manevi Şahsiyetini tahkir ve tezyif etmek. 2Cumhuriyeti (Devleti) tahkir ve tezyif etmek.” belirtilmiş. Daha önce de Gülbahar G.’nin kaçırılıp tecavüz edilmesini kınayan 2 yazımız nedeniyle (“Gülbahar’ a Saldırı Hepimizedir” (Sayı 69) ve “Tecavüzü yapana değil, yazana dava“(Sayı 70)) toplam 11 milyar TL para cezası ve Ermeni Soykırımını eleştiren “Tarihle Yüzleşme Zamanı: Unutma mı? İnkar mı?” (Sayı 88) yazısı nedeniyle de bir yıl hapis cezası almıştık. Her ne kadar AB ve demokratikleşme konusunda önemli adımlar atılmasıyla övünülse de, düşünceyi cezalandıran bu kararlarla Türkiye’de hala demokrasinin batı tipinin bile olmadığı açıkça görülmektedir. Devleti ve hükümeti eleştirmenin sınırları vardır, bu sınırları aşarsanız size “ya sev ya terk et” mantığıyla cezalar yağdırılır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu kararları üstelik dünyanın ve yerli basının gözünün Orhan Pamuk davası nedeniyle 301. madde üzerinde olduğu bir dönemde veriyor. İyileştirme olarak gösterilen yeni TCK’nın düşünce özgürlüğü konusunda hiç te iyileşmediği görülüyor. Yani eski tas eski hamam. Bu uygulamalar Türkiye’ye bırakalım işçi ve emekçiler lehine bir demokrasiyi, Avrupa tipi burjuva demokrasinin bile kolay kolay gelmeyeceğini gösteriyor. Bu kararların özü her türlü muhalefeti, özgür basını, özgür düşünceyi susturmaya yöneliktir. Biz Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi olarak devrim ve sosyalizm yolundaki yayın siyasetimize ödün vermeden devam edeceğiz. Devletin bu antidemokratik uygulamalarını kınıyoruz ve düşüncenin suç olmaktan çıkarılmasını talep ediyoruz. Özgür Basın Susturulamaz! Yeni Dünya İçin Çağrı, 23 Aralık 2005 ▲
Derin Devlet Antalya’da Protesto Edildi
Ş
26
emdinli’de yaşanan olayları protesto etmek amacıyla 04.12.2005 tarihinde Antalya’da yaklaşık 60 kişinin katılımıyla bir basın açıklaması yapıldı. Eylem, başında meşaleli bir yürüyüş olarak planlanmasına rağmen, polisin müdahalesi ile yürüyüş durduruldu. Daha sonra basın metni okunarak eyleme devam edildi. Basın metninde; Şemdinli’de yaşanan olaylarda derin devletin kirli yüzünün ortaya çıkışı ve bütün demokratik hareketlerin bu mücadeleye destek vermesi gerektiği anlatıldı. Eylemde sık sık ‘’Katil
Devlet Hesap Verecek’’, ‘’Baskılar Bizi Yıldıramaz’’, ‘’Bıji Bratiya Gelan’’, ‘’Halka Değil Çetelere Barikat’’ sloganları atıldı. Eylem olaysız bir şekilde son buldu. Türkiye’li işçi ve emekçilere çağrımız; Şemdinli’de yaşanan olaylarda saldırılar sadece Kürt halkına değil, bütün demokratik güçleredir. Görev; bulunduğumuz her yerde, okulda, mahallede, fabrikada devlet çetesine karşı mücadeleyi yükseltmek ve Şemdinli olayının suçlularının cezalandırılması için kitlesel eylemler yapmaktır. İş Başına! Antalya’dan YDİ ÇAĞRI okuru ▲
D
evletin 19 Aralık 2000 tarihinde ceza evlerine düzenlediği katliamın yıldönümü nedeniyle 18 Aralık pazar günü bir miting gerçekleştirildi. Devrimci, demokrat yaklaşık 300 kişi saat 13:00’de Büyük Şehir Belediyesi önünde buluşup Atatürk Caddesi güzergahından sloganlar eşliğinde yürüyerek Uğur Mumcu Meydanına geldi. Burada, devletin gerçekleştirdiği katliamı protesto eden bir basın metni okundu. Daha sonra söz alan üç konuşmacı tarafından da katliam kınanıp üç kapı üç kilit uygulaması istenildi. Eylem öncesi ve süresince hiç durmayan yoğun yağmur nedeniyle, katılım
beklenilenin altında oldu. Atılan sloganlar ise şunlardı: Yaşasın devrimci dayanışma, Kahrolsun faşist diktatörlük, Faşist devlet halka hesap verecek, Devrimci tutsaklar onurumuzdur, Faşizmi döktüğü kanda boğacağız. Bizler de; Susma haykır, durma örgütlen, mücadele et, Devrimci tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır, Katliamın hesabı devrimle sorulacak, Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine karşı çık, hesap sor - yazılı dövizlerimizle katıldık. Tertip komitesi ve katılımcılar şunlardı; Alınteri, Barikat, BDSP, YDİ Çağrı, DHP, ESP, İşçi Mücadelesi, Partizan, SDP, TKP, TUHAY-DER. ▲
Mersin Demokrasi Platformu’nun Basın Açıklaması
M
ersin Demokrasi Platformu bileşenleri ve Mersin 78’liler Derneği 10 Aralık cumartesi günü insan hakları haftası dolayısı ile Şemdinli’de düzenlenecek bir kitlesel basın açıklaması ile dayanışmak için platform bileşenlerinin de içinde yer aldığı 40 kişilik bir grup bir otobüsle Şemdinli’ye hareket etmek için Otogar’ın arkasında bir araya geldi. Saat 13.00’de hareket etmeden önce platform adına İHD Mersin Şube Başkanı Mustafa Yıldız “BASINA VE KAMUOYUNA” başlıklı bir açıklama ile “Bir ayın ardından başta Şemdinli, Yüksekova ve Hakkari halkı olmak üzere, emekçi halkımızın kararlı tepkilerinin sonucunda rejim kendi suçunu örtbas etmek amacıyla iki astsubayı daha yakaladı. Ama halen bombacılara emir verenler yakalanmadı….” “KÜRT S O RU N U N DA D E M O K R AT İ K ÇÖZÜM”, “LAF DEĞİL ADALET İSTİYORUZ, EMİR VERENLER DE
TUTUKLANSIN!” taleplerini iletmesi sonrasında normal olarak otobüse binip gidileceğini düşündük ki iş düşündüğümüz gibi olmadı. Çevrede yoğun önlem alan polisler devreye girdi. Otobüsün her şeyi tamamdı ve fakat otobüsün ön camı çatlaktı. Bu otobüs “tehlike arz ettiği için” sefere çıkamazdı. Amaç bu dayanışma eylemini engellemekti. Tüm pazarlıklar sonuç vermeyince bir başka otobüs kiralanarak platform üyeleri iki saat gecikmeyle hareket edebildiler. Yoldaki engellemeler ve Şemdinli’ye dışardan gelenlerin sokulmaması ile devlet gerçek amacının ne olduğunu göstermiş oldu. Bunların “demokratikleşiyoruz” laflarının sorun “Kürt sorunu” olduğunda nasıl rafa kaldırıldığı bu eylemle bir kez daha görülmüştür. Kürt sorununun demokratik çözümü de devrimle olacaktır! YDİ Çağrı/ Mersin, 20.12.2005 ▲
ibretlik haberler
Folklor elbisesiyle “bölücülük”!
H
aber tam ibretlik… Hakkâri’nin Yüksekova ‹lçesi’nde ilçede 29 Ekim kutlamalar› yap›lm›fl. Kutlamalar çerçevesinde bir ilkö¤retim okulunun folklor grubu da gösteri yapm›fl. Ancak erkek folklorcular›n k›yafetleri sorun ç›karm›fl. Tugay Komutan› erkek folklorcular›n giydi¤i k›yafetlerin PKK’lilerin giydi¤i k›yafetlerle ayn› oldu¤unu belirterek okul yönetimi ile folklor e¤itmeni hakk›nda suç duyurusunda bulunmufl. Savc›l›k da bu kiflilerin ifadesini alm›fl… ‹yi yapm›fllar! Ancak eksik… Örne¤in PKK’liler da¤da iç çamafl›rs›z dolaflm›yorlar herhalde… Mesela iç çamafl›r› giyenler hakk›nda da soruflturma aç›lmal›! Öyle ya folklor k›yafeti ya da da¤daki insan›n k›yafeti k›yafet de, iç çamafl›r› k›yafet de¤il mi?! Bizce bu ifle el at›lmal›, iç çamafl›r› giyen yurdum insanlar› hakk›nda tez elden dava aç›lmal›, bölücü örgütün bu tür propagandas›na da son verilmelidir. Yok öyle, iç çamafl›r› giyerek “bölücü örgüt propagandas› yapmak!” Yetmez… Mesele iç çamafl›r› ile bitmez! Çorap, kazak, gömlek gibi bilumum giyecekler de bölücü propagandaya alet ediliyor! Tez elden meselenin üzerine gidilmeli, gidiflata dur denilmelidir!!! Yoksa memleket bölünecek, bizden söylemesi! Bu ülkenin komutanlar›, savc›lar›, hakimleri… ve bilumum “bölücülü¤e” karfl› duyarl› insanlar›; uyuyor musunuz?!!! ●
En güzel Partizan kim?
E
gemenler aç›s›ndan içinden geçti¤imiz dönemin modalar›ndan birisi devrimci de¤erlere, devrimi/sosyalizmi an›msatan fleylere sald›rmak. Egemenler devrimci, sosyalist olarak gördü¤ü, de¤erlendirdi¤i fleyleri nostaljiyi yaflatmak ad›na ç›karlar› için tepe tepe kullan›yor, de¤erlerin içeri¤ini boflalt›yorlar. Ve bunlar “günün haberi” olarak medyada yer buluyor. Bunun bir örne¤i geçti¤imiz günlerde S›rbistan-Karaba¤’da yaflanm›fl… Gazetedeki “günün haberine” göre S›rbistan-Karaba¤’da Tito an›s›na bir güzellik yar›flmas› düzenlenmifl; “En güzel Partizan”› seçmifller! Yar›flmaya kat›lanlar ‹kinci Dünya Savafl›’n›n gerilla – Partizan– üniformalar›yla jüri önünde “ter dökmüfller!” “Günün haberi”nin özeti bu. Gazete, haberi, “En güzel Partizan” bafll›¤› ile “sunuyor” okuyucuya. Asker elbisesi desenli bikini giymifl bir yar›flmac›n›n koca bir foto¤raf› ile haber tamamlan›yor. Asl›nda sunulan “güzel bir fley” yok ortada. “Güzel” denilen güzel de¤il; ç›plak! Hay›r, belki kafl›, gözü, fizi¤i vs. “standart” güzellik anlay›fl› çerçevesinde olabilir. Ama yine de güzel de¤iller… Partizan hiç de¤iller!
Ama “malzeme” bir çeflit “kullan›lmal›”! Bunun da ötesinde Nazilere karfl› mücadele edenleri anma ad›na yap›lacak baflka fley kalmam›fl da güzellik yar›flmas›yla Nazileri, onlara karfl› mücadeleyi gündeme getiriyor S›rbistan-Karaba¤l›lar… Bizim medyada atl›yor habere! Öyle ya, ç›kar ortak: Sosyalizme sald›r› devam etmeli! Hofl Yugoslavya’daki sosyalizm sosyalizm olmasa da adlar› sosyalistti ya! Zaten kitlelerin oradaki “sosyalizm” hakk›nda ne düflündü¤ü de fazla önemli de¤il! Sosyalizm karalanmal› bir çeflit… Yap›lan da buna hizmet ediyor. Ne yapm›fllar? “En güzel Partizan”› seçmifller… Ama hay›r, “güzellik yar›flmas›na” kat›lanlar güzel de¤iller! En güzel Partizan, dün oldu¤u gibi bugün de faflizme karfl› mücadele eden Partizand›r! Bunlar›n da öyle güzelli¤ini tescil ettirmeye ihtiyaçlar› yoktur! ●
karika [türlü]
“ERDO⁄AN: HERKES ALT K‹ML‹⁄‹YLE ÖVÜNSÜN” DED‹ – GAZETELER YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜREL‹ ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti Ad›na Sahibi ve Yaz› iflleri Müdürü: Aziz Özer º Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut fievket Pafla Mahallesi ‹mranl› Sokak, No: 8 Okmeydan› / fiiflli – ‹stanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com www.ydicagri.com º Banka Hesap No: Türkiye ‹fl Bankas› Galatasaray-‹stanbul Hesap No: 1022 0 738654 º Yurtd›fl› Temsilcili¤i: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845 º SAYI: 96 · Ocak’2006 ISSN 1301-692X96 º Türkiye: 2 YTL (KDV DAH‹L) 2,50 Euro º Bask›: Maya Matbaas› (501 22 99)
27