Çağrı - 133

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SAY

E I l H JM AR

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

Mayıs 2009/05 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X133

Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası...

Ç 133 kapaks.indd 3

07.05.2009 14:36:09


editörden - içindekiler

Editörden...

İçindekiler

Değerli okuyucu, yeni sayımızla yine sizlerle beraberiz. Bu sayımızın Yeni İşçi Dünyası sayfalarında ağırlıklı olarak 1 Mayıs'a yer verdik. Ayrıca krize rağmen hala suskun olan işçi sınıfının kimi direnişlerinin ve grevlerinin haberlerine yer verdik. Mayıs ayı işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesi açısından çok özel bir yere sahiptir. İşçi sınıfının uluslararası "Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" 1 Mayıs bu aydadır, Deniz'lerin idamının yıldönümü 6 Mayıs bu aydadır, işçi sınıfının ve Türkiye halklarının kurtuluşunun ölümsüz önderi İbrahim Kaypakkaya'nın

katledilişinin yıldönümü 18 Mayıs bu aydadır vb. Türkiye'nin (ve dünyanın) içinden geçmekte olduğu ekonomik kriz, kapitalizmin en iyi toplum olduğu yalanlarının ne kadar büyük bir kandırmaca olduğunu ayan beyan gözler önüne serdi. Şimdi de bunun kimi yanlış politikalardan kaynaklı olduğu yalanını işlemeye başladılar. Hayır, buna izin vermemeliyiz! İşçi sınıfını ve ezilenleri daha fazla kapitalizm cehenneminde uyutmalarına izin vermemeliyiz. Bu nedenle her zamankinden daha fazla, krizden, işsizlikten, ulusal baskıdan, kadınlar üzerindeki baskılardan, çevre talanından kurtuluşun biricik yolunun, bu sistemi orasından burasından yamamak olmadığını, bir bütün olarak sistemi değiştirmek gerektiğini, büyük bir sabırla işçi ve emekçi arkadaşlarımıza anlatmamız gerekiyor. Yeni sayıda buluşmak üzere... Yeni Dünya İçin Çağrı, 7 Mayıs 2009 ❧

ÖZÜR Geçen sayımızda Yeni İşçi sayfalarında EK:3'de yayınlanan “Zavallı milyarderler!” başlıklı yazıdaki ikinci tabloda, '2008 kaybı' ile 'andaki kişisel serveti' başlıkları yanlışlıkla yer değiştirmiştir. Düzeltir okurlarımızdan özür dileriz.

Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı - kitapçılarda -

GÜNDEM Kriz ve işçi sınıfı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Bir seçim tantanası daha bitti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 Türkiye’den Obama geçti…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Obama protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 NATO İzmir’de protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 İbrahim Kaypakkaya 60 yaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Ergenekon'da ikinci iddianame kabul edildi . . . . . . . . . . . . . . . 8 Ergenekon’da 12. dalga . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Kayıplar için oturma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Sen neymişsin Muhsin Bey!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 GÜNCEL DTP'ye yönelik yapılan operasyonu kınıyoruz. . . . . . . . . . . . . . 10 Bugün 23 Nisan! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Tayland’da çoğunluk partisi şefinden “devrim” çağrısı… . . . . . . . . . 12 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı... . . . . . . . . . . . . . . . . . . Akansel işçilerine uluslararası destek. . . . . . . . . . . . . . . . . Asil Çelik işçisi direnişi yükselteceğini duyurdu... . . . . . . . . . . . IBM işçilerinin mücadelesi sürüyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . DESA direnişinin 1. yılında Deri İş’ten açıklama. . . . . . . . . . . . Bilinçli bir işçi anlatıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Deri İşçileri Derneği 1 yaşında! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Toros Gübre'de 6. grev. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yükselen değerimiz: Açlık ve yoksulluk sınırı. . . . . . . . . . . . . Türk Metal üyesi bir işçi yazıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . Teğet geçme buysa…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:1 EK:2 EK:4 EK:4 EK:5 EK:5 EK:6 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8 EK:8

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Kıble”den gelen seda:“Meds Yeghern”. . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Çatışmasız bir bahar mümkün mü?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ KADIN DÜNYASI 1 Mayıs bizim de mücadele günümüz!. . . . . . . . . . . . . . . . . 15 PANORAMA G20 zirvesinden de krize çözüm yok! - LONDRA / İNGİLTERE -. . . . . . 16 Savaş örgütü NATO’nun 60. yıldönümü kutlandı!- FRANSALMANYA - . . . 17 NATO zirvesi protesto edildi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 G20 toplantısına karşı protestolar… . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 OKUR MEKTUBU Bir hukuk mücadelesi üzerine notlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Yeraltı barajları üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 46 yeni termik santral yolda!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Türkiye’de genç olmak mı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 133 · Mayıs 2009 • ISSN 1301-692X133 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.org www.ydicagri.org

2


gündem

1 Mayıs yine resmi tatil…

Kriz ve işçi sınıfı

İşçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs 1980’den sonra tekrar resmi tatil ilan edildi. Bu konuda öncelikle 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi-

tatil edilmesi taleplerine karşı aynı hükümet bir günün tatil edilmesi ile

ülkenin uğrayacağı ekonomik zararı hesaplamıştı. Bugünkü ekonomik kriz koşullarında ne oldu da bir günün maliyeti unutuldu. Ve son olarak Bakanlar Kurulunda yapılan değişik-

Mayıs 1960 darbesini Somali ordusu mu yaptı? 12 Mart 1970 muhtırasını Nikaragua ordusu mu verdi? 28 Şubat muhtırası, 27 Nisan e-muhtırası Endonezya’da mı verildi? 12 Eylül 1980’de gözaltına alınan, katledilen, idam edilen, işkencelerden geçirilen, fişlenen insanlar Papua Yeni Gine’nin insanları mıydı? Toplumun vicdanını hala yakan, 1980 faşist askeri darbesini kim yaptı? KİM YAPTI? Bugün hala Anayasa ile korunan darbeciler, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1980’deki Orgenerali ve diğer kuvvet komutanları değil miydi? Biz başka bir ülkenin vatandaşları mıyız? Yaşadığımız o karanlık günler hiç yaşanmadı, insanlar katledilmedi mi? İlker Başbuğ aynı toplantıda toprak altından çıkan silahların TSK’nin envanterinde olmadığını, yani bu silahlarla TSK’nin bir ilgisinin bulunmadığını söyledi. Bu açıklama da inandırıcılıktan çok uzak. Çünkü silahlar emekli askerlerin ve onlarla ilişkili kişilerin krokilerinden ve arazilerinden çıktı, çıkıyor. Ayrıca bu silahların birçoğunun ordunun ve polisin kullandığı silahlarla aynı olması

rülmesine ve buna karşı koyuşların oldukça az ve sınırlı olmasına bakarsak ekonomik krizin faturasının çoktan işçilere ödetildiğini söyleyebiliriz. İşçilerin 1 Mayıs eylemlerine katılımını da göz önüne alırsak, birkaç sonuca varabiliriz. Birincisi işçi sınıfı örgütsüzlüğü, bilinçsizliği ve biraz da korkusu nedeniyle saldırılara karşı koyamıyor. İkincisi varolan sendikalara, sınıf örgütlerine güvenmiyor. Üçüncüsü kaderine boyun eğmiş bir şekilde her şeyin düzeleceğini düşünüyor. Bütün bu sonuçlar sınıf bilinçli işçilere, devrimcilere ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Çünkü eğer yukarıda yaptığımız tespitler doğru ise bu tablonun oluşmasında bizlerin de payı var demektir. Çünkü bizlerin, kendine devrimci diyenlerin işçi sınıfını sendikalarda, siyasi partilerde örgütlemek ve bilinçlendirmek görevi vardı. Bu görev yeteri kadar gerçekleştirilememiştir. İşçi sınıfının sendikalara duydukları güvensizliğin esas nedenini sermaye taraftarı sarı sendikacılık siyaseti oluştursa da sendikalı işçilerin sendikalara

tesadüf mü sadece?

olan güvenlerinin azalmasında sınıf bilinçli işçi önderlerinin yaptığı hatalar, yetersiz müdahaleler de önemli rol oynamıştır.

Somali ordusu darbe yapar, Kenya ordusu darbe yapar, Türk ordusu darbe yapmaz. Orgeneral İlker Başbuğ Ergenekon davasında TSK’nın adının çok fazla geçmesi, kazılan her yerden silahların, bombaların çıkması üzerine basın toplantısı yaptı. Başbuğ 2,5 saat süren basın toplantısında çok “samimi” bir havada “Arkadaşlar, ordu darbe yapmaz” dedi. Aslında bu sözü bir komedyen sahneden söyleseydi 70 milyon katıla katıla gülerdik. nin işçi sınıfının mücadelesinin bir kazanımı olduğunu, devletin bir lütfu olmadığını belirtmek gerek. Ancak diğer taraftan bu kararın hükümet tarafından yerel seçimlerden alınan başarısızlığı gelecek genel seçimlerde gidermek için alındığını da söyleyebiliriz. AKP iktidar yürüyüşünü sürdürebilmek için Hükümette kalmak zorunda olduğunu biliyor. Yerel seçimlerde alınan sonuçlar ise AKP açısından genel seçimlerde yeterli oy alamayacağının sinyallerini verdi. Bu nedenle AKP hükümeti önümüzdeki iki yıl boyunca toplumun tüm kesimlerinden, her bölgeden eski oyları yeniden alabilmek için her şeyi yapacaktır. 1 Mayıs’ın tatil edilmesi ancak buna rağmen Taksim yasağını sürmesi, yine de “makul bir sayının” girişine izin verilmesi böyle anlaşılmalıdır. Kaldı ki geçen yıl 1 Mayıs’ın

likler hükümetin gelecek seçimlere hazırlığı ile ilgili söylediklerimizin bir kanıttır.

“Arkadaşlar, ordu darbe yapmaz” Somali ordusu darbe yapar, Kenya ordusu darbe yapar, Türk ordusu darbe yapmaz. Orgeneral İlker Başbuğ Ergenekon davasında TSK’nın adının çok fazla geçmesi, kazılan her yerden silahların, bombaların çıkması üzerine basın toplantısı yaptı. Başbuğ 2,5 saat süren basın toplantısında çok “samimi” bir havada “Arkadaşlar, ordu darbe yapmaz” dedi. Aslında bu sözü bir komedyen sahneden söyleseydi 70 milyon katıla katıla gülerdik. Ama Orgeneral İlker Başbuğ söyleyince üzerinde biraz düşünmek gerek. TSK darbe yapmazda, 27

Kapitalizmin krizi sürüyor… Ekonomik kriz tüm şiddeti ve etkileri ile sürüyor. İşçiler işten çıkarılıyor, çıkarılmayanların ücretleri düşürülüyor, kazanılmış hakları gasp ediliyor. Bu konudaki son hak gaspı Türk Metal Sendikasına üye Ereğli Demir Çelik işçilerinin ücretlerinin %35 oranında düşürülmesi oldu. İşçilerin ücretleri Türk Metal Sendikasının patronlarla anlaşması sonucu düşürüldü. Ayrıca Adana Numune Hastanesinde çalışan 155 işçinin işine hiçbir açıklama yapılmadan son verildi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşten çıkarmalara, ücretlerin düşü-

İşçi sınıfının örgütlenmesinin, bilinçlendirilmesinin, mücadelesinin arttırılmasının olanaklarını yaratmış olan ekonomik kriz bir fırsata dönüştürülememiştir. Bu konuda öncelikli görev devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerindir. Sınıf bilinçli işçiler işyerlerinde, fabrikalarında diğer işçileri etkilemek, bilinçlendirmek için tüm araçlarla, var güçleriyle çalışmak zorundadırlar. Bu karanlık tablodan çıkmanın başka bir yolu yoktur. 02.05.2009 √

3


gündem

G

4

Bir seçim tantanası daha bitti

ürültülü bir seçim kampanyası ertesinde 29 Mart’ta nihayet yerel seçimler yapıldı. Son iki-üç ay gündemi işgal eden, sonuçta emekçi yığınların hayatı açısından hiçbir şey değiştirmeyecek olan seçimler bitti. Seçmen kullandığı ve kullanmadığı oyuyla konuştu. Seçimler yerel seçimler olmasına rağmen hem iktidar partisi hem de muhalefet partileri tarafından adeta bir referanduma dönüştürüldü. Seçimler Türkiye’nin geneli açısından bir yanda AKP, diğer yanda tüm partiler; Kürt coğrafyasında ise bir yanda AKP öbür yanda DTP arasında bir yarış olarak sahnelendi. AKP’nin başı Erdoğan daha 27 Temmuz 2007 seçimlerinin ertesi günü DTP’nin elindeki Amed/Diyarbakır belediyesi, Dersim/Tunceli belediyesi; CHP’nin elindeki İzmir belediyesini ele geçirmeyi hedef olarak koydu. Buna karşı DTP Diyarbakır kalesini daha da güçlendirme hedefi yanında AKP’nin elindeki belediyeleri de alma hedefini koydu. CHP’nin iddiası ise Ankara’da Melih Gökçek’i devirmek, İstanbul’u da ele geçirmekti. Kampanyada Doğan Medya ile hükümet arasında da önemli sürtüşmeler yaşandı. Doğan Medya genel çizgi itibarı ile açıkça AKP karşısındaki tavrıyla AKP’nin düşmanlığını kazandı. AKP kampanyanın özellikle son bölümünde seçimlerde adeta Doğan Medya ile yarıştı. Acayip gürültülü, bol bayrak pislikli, bol demagojili, bol palavralı ve oldukça yüklü rüşvetli bir kampanya yaşadık. Seçim sonucunda şimdi tabi her parti, her zaman olduğu gibi kazananın kendisi, kaybedenin rakibi/ rakipleri olduğu konusunda bizleri inandırmaya çalışacaktır. Daha ilk sandıklar açılıp, ilk sonuçlar gelmeye başladığı andan itibaren bu çalışma başlamış, yarışın oldukça çekişmeli geçtiği kimi illerde (örneğin Adana’da, örneğin İstanbul’da) ilginç olaylar yaşanmıştır. İstanbul’da CHP yarışı Kılıçdaroğlu’nun kazandığını ilan etmiş, Doğan Medya gazeteleri erken Anadolu baskılarında İstanbul’da başa baş (Milliyet) bir yarış başlıkları ile yayınlanmış, sonuçta nerde ise 8 puanlık bir farkla Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği ortaya çıkmıştır. Adana’da sırası ile MHP, CHP, AKP belediye başkanlığını kazandığını ilan etmiş, sonuçta yarışı eski AKP, aday gösterilmeyince MHP’li Aytaç Durak’ın 2000’e yakın oy farkı ile kazandığı ortaya çıkmıştır. Muhalefet en başından itibaren seçimlerin şaibeli olacağı temasını işlemiş, seçim akşamı ise elektrik kesilmeleri vb.’ni bu şaibenin tanıkları olarak ileri sürmüştür. Her seçim ertesinde olduğu gibi bu seçim ertesinde de çöpten çıkan oylar vb.

belgelenmiştir. Seçim sonuçlardan sonuçlarımız şöyle: * 2009 Mart Yerel Seçimlerinin devrimciler açısından gösterdiği en önemli gerçek, emekçi yığınların parlamenter düzenden hala büyük beklentiler içinde olduğudur. % 84’e yakın bir katılım çok büyük bir orandır. 900 000’e yakın geçersiz oy vardır. Birçok yerde beş ayrı sandıkta oy kullanıldığı bilindiğinde bunların büyük bir bölümünün yanlışlık sonucu geçersiz olduğu var sayılmalıdır. Aynı şekilde seçimlere katılmayan % 16’lık bölümün de, gerçekte küçük bir bölümünün bilinçli protesto tavrı içinde olduklarından yola çıkmak gerekir. Çıkan sonuç emekçi kitlele-

DTP’dir. Onun da gücünün temeli Kürt ulusal kimliğinin esas temsilcisi olmasından gelmektedir ve esas olarak Kürt partisi konumundadır. Yani düzen dışı olduğunu iddia eden sol’un kitle desteği olağanüstü sınırlıdır. Bunun bilincinde olunmalı, bu sorgulanmalı, çıkış yolları aranmalıdır. Burada Komünistler gerçek durumun bilincinde inatla, sabırla, azimle işçi sınıfı içinde örgütlenmeye yoğunlaşma doğru siyasetinde ısrarlı olmalıdırlar. Tek çözüm budur. * Seçimlerin gösterdiği ve devrimciler açısından önemli olan bir gerçek, Kürt coğrafyasındaki iddialı referandumda hükümet partisinin beklentilerine kavuşamamış olması, DTP’nin seçimlerden güçlenerek

AKP’nin bu seçimdeki kayıpları Türk milliyetçiliğini ondan daha iyi yapan MHP’ye; dinciliği ondan daha inandırıcı yapan Saadet Partisi’ne giden kayıplar; bunun yanda bir de 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin diğer egemen sınıf partilerinden daha iyi olduğu, belki Kürt sorununu çözebileceği umudu ile -DTP’nin de parti olarak katılmadığı şartlarda- AKP’ye yönelen oyların, AKP’ye de duyulan hayal kırıklığı sonucu DTP’ye dönmesi biçiminde oluşan kayıplardır. rin büyük çoğunluğu açısından her şeye rağmen seçimlerin, parlamenter sistemin hala umut olarak görüldüğü sonucudur. * Devrimciler açısından en önemli ikinci sonuç, düzen dışı olduğunu, bu düzeni değiştirmek istediğini söyleyen sol’un seçimlere katılan kesiminin (ki katılmayan kesim kitle desteği bakımından, katılan kesime göre daha geridir) durumudur. Seçime katılan kesimin tümünün (EMEP, ÖDP, TKP, bağımsız kimi adaylar) oy oranları toplandığında yüzde bir partisi bile olamamakta, bindelerdeki (tek tek onbindelerdeki) oranlarda dolaşmaktadırlar. “Sol”da kitle partisi niteliğindeki tek parti

çıkmış olmasıdır. Bağımsız adaylarla girdiği 22 Temmuz seçiminde yaklaşık yüzde 4 oranında oy aldığı tahmin edilen DTP, Türkiye çapında % 5,5 oranında oy aldı. DTP AKP’nin bu seçimlerde alma iddiasında olduğu Diyarbakır ve Batman’da açık farkla kazanırken, geçen dönemde AKP'nin yönettiği Iğdır, Siirt ve Van’ı da aldı. DTP sahip olduğu belediyeleri kaybetmedi ve yenilerini kazandı… Bir kez daha Kürt yığınları açısından Kürt kimliğinin, ulusal hakların siyasi tavır belirlemede diğer her şeyin önünde geldiği bu seçimlerle görüldü. Seçimler, Kürt yığınlarının PKK’siz çözüm olmayacağı konusunda mesaj verdiği –Newroz ertesinde- bu kez

sandıkta- ikinci barışçıl kitlesel eylemi oldu. Anlayana! Egemen sınıfların partileri açısından da seçimlerin gösterdiği bir dizi gerçek var: *AKP egemen sınıf partileri içinde Türkiye’nin/Kuzey Kürdistan’ın her yanında var olan ve oy alan tek egemen sınıf partisi olduğunu bu seçimle de kanıtladı. Bunun yanında 7 yıldan beri iktidarda olmasına, bütün diğer parti ve güçlerin kendisi karşısında adeta bir cephe oluşturmuş olmasına, Türkiye’nin -bütün kapitalist dünya ile birlikte en derin ekonomik krizlerinden biri içinde bulunmasına, bazı kentlerde (örneğin Urfa’da, örneğin Adana’da) belediye başkanı adayı belirlemede kendi içinden yeni rakipler çıkarmasına rağmen, açık arayla (en yakın rakibinden % 15 fazla oy alarak) birinci parti olarak çıktı bu seçimlerden. Bu seçimin de açık ara galibi AKP’dir. Eğer bu seçin bir genel seçim olsa idi, AKP yine tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu kazanmış olacaktı. Bu olgu olduğu kadar fakat şunlar da olgudur: AKP kurulduğundan bu yana girdiği tüm seçimlerden oyunu arttırarak çıkmıştır. Bu seçimlerde AKP oyları hem 2004 yerel seçimlerinde aldığı oya göre, hem de 2007 22 Temmuz Genel Seçimlerine göre düşmüştür. Kayıp yerel seçimlerle karşılaştırmada % 2,3 iken, genel seçimlerle karşılaştırılabilir veri olan İl Genel Meclisi oylarında, 22 Temmuz 2007 oylarına göre % 8 civarındadır. Her iki halde önemli bir gerileme söz konusudur. Ve AKP’nin sürekli yükselen seçim grafiğinde ilk kez bir düşüş söz konusudur. AKP bunun yanında önüne almayı hedef olarak koyduğu illerin belediye başkanlıklarını kazanamadığı gibi elinde bulundurduğu 16 şehir belediyesini de muhalefete kaptırmıştır. Eğer seçim genel seçim olsa idi, AKP bu seçimde kazanmış olduğu oyla yine tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa sahip olacaktı (280/285 milletvekili) ve fakat 60’a yakın milletvekilliğini kaybetmiş olacaktı. Yani AKP’nin seçim zaferi, AKP’de bir gerilemenin başlangıç noktası olan acılı bir seçim zaferidir. AKP’nin bu seçimdeki kayıpları Türk milliyetçiliğini ondan daha iyi yapan MHP’ye; dinciliği ondan daha inandırıcı yapan Saadet Partisi’ne giden kayıplar; bunun yanda bir de 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin diğer egemen sınıf partilerinden daha iyi olduğu, belki Kürt sorununu çözebileceği umudu ile -DTP’nin de parti olarak katılmadığı şartlarda- AKP’ye yönelen oyların, AKP’ye de duyulan hayal kırıklığı sonucu DTP’ye


gündem dönmesi biçiminde oluşan kayıplardır. CHP’nin oy artışında AKP’den CHP’ye fazla bir yönelme olduğunu düşünmüyoruz. CHP’nin oy artışı daha çok geçen dönemlerde sandığa gitmeyen bir bölümün bu kez sandığa gidip, CHP’yi seçmesi sonucu oluştuğunu düşünüyoruz. AKP’den MHP, Saadet Partisi ve DTP „ödünç oylarının“ çekilip, kendi partilerinde toplanmaları (mesela bu Ankara’da çok net yaşandı. MHP’nin oyu % 4’den, yüzde 24’e çıktı; buna karşı Melih Gökçek’in oyları düştü; Kürdistan’da açık yaşandı; Saadet’in oyunu ikiden fazlaya katlamasında yaşandı) AKP’ye daha çok bir merkez partisi görüntüsü veriyor, verecek. Görünen AKP’nin 2007’deki % 47’lik seçim zaferinin konjonktürel olduğu ve AKP’nin normal şartlarda % 35-40 bantı arasında bir yerlerde seçmen desteğine sahip olduğudur. *AKP’nin oylarında azalma yaşanırken bu seçimlerde, 22 Temmuz 2007 seçimlerine göre CHP oylarını % 2,4 oranında; MHP % 1,7 oranında; Saadet Partisi % 3 oranında (oylarını iki mislinden fazla arttırdı!) DTP ise tahminen % 1,5 civarında arttırdı. CHP’nin kazandığı yerler Ege ve Akdeniz’de kıyı şeridi kentleri; MHP onun hemen gerisindeki yerlerde güçlü, AKP her yerden oy alıyor, fakat esas olarak Kuzey Kürdistan’ın bir bölümü dışında Anadolu’da güçlü, bunun dışında İstanbul -ki Türkiye’nin 5’te biri- AKP’nin. CHP’nin belediye başkanlığı seçimlerinde aldığı oy ile (% 28,5); il genel meclisi seçiminde parti olarak aldığı oy (% 23,3) % 5,2’lik fark var. Yani CHP’ye yerel yönetimde gösterdiği adaylara oy veren seçmenlerin küçümsenmeyecek bir bölümü CHP’ye parti olarak oy vermemiş; yereldeki adaylara oy vermiş. CHP’nin il genel meclisi seçimleri bazında % 2,4’lük oy artışında Genç Parti’nin seçimlere katılmadığı (2007 seçimlerinde % 3), SHP’nin seçimlere CHP saflarında katıldığı da dikkate alınmalıdır. Yani CHP oyunu arttırmıştır, fakat başarısı hiç de abartılacak, CHP’nin AKP’ye alternatif yapacak bir artış değildir. Belediye seçimlerinde alınan oyla, il genel meclisi seçimlerinde alınan oy arasındaki büyük fark aslında CHP açısından hem yönetimde ve hem de siyasette bir değişiklik çağrısıdır. Yine anlayana. *Seçimlerden en karlı çıkan partilerden biri kuşkusuz MHP. Yerel seçimlerle karşılaştırıldığında MHP oylarını % 6,48 ile en fazla arttıran parti! 2007 genel seçimine göre artış % 1,7’ye düşüyor düşmesine, fakat her halükarda MHP 2004’den bu yana büyüyen parti görünümünde. MHP’nin büyümesi azgın kafatasçı “sivil” Türk faşizminin büyümesi demek. Fakat bu büyümenin de tabii bir sınırı var. MHP’nin en fazla büyüyeceği bant % 15-20 bantıdır. *Bu seçimlerde oylarını en fazla arttıran parti, genel seçimlerdeki

% 2,6’lık oy oranını, % 5,3 çıkaran Saadet Partisi oldu. Bu bu partinin oy oranını ikiye katladığını gösteriyor. Yüzde yüzü aşan bir oy artışı. (Bu ikiye katlama % 0,5’lik oyunu % 1’e çıkaran BBP’de söz konusu, fakat bu bu partinin başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun seçimlere kısa süre kala bir helikopter kazasında ölmesi belirleyici rol oynadı. Sivas’ta da Belediye başkanlığını BBP kazandı.) Bu bu partinin başkan değiştirmesinin bu partiye kattığı canlılıkla; AKP’nin hırsızlık/yolsuzluk dosyalarının ve türban sorununu çözememesinin, batıyla iyi ilişkilerinin dinci tabanda yarattığı hoşnutsuzlukla bağıntılı bir gelişme. Önümüzdeki dönemde de bu partinin biraz daha gelişmesi, AKP’den biraz daha oy çekmesi olasıdır; fakat bu parti % 5-10 bantı arasında kalır. Sonucun sonucu: Halk için özde değişen bir şey yok. Egemenlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşı açısından, AKP’nin oylarının biraz gerilemesi, CHP ve MHP’nin toplam oylarının hatta AKP oylarını bir kaç bin de olsa geçmesi, Kemalist elitteki “AKP’yi seçimlerle götürmek mümkün değil“ umutsuzluğunu biraz da olsa kırdığı için, önümüzdeki dönemde biraz daha meşru zeminlerde -tabii faulsüz değil- siyasi yarışın şartlarını yarattı. Şimdi değil, fakat ekonomik krizin etkilerinin çok daha ağır yaşanacağı, AKP’nin krizin siyasi sorumlusu olarak daha da güç kaybedeceği 2009 yılı sonrasında, CHP ve MHP’nin AKP’yi erken seçime zorlamaya çalışması olası gelişmedir. AKP’nin ise bu dönemin tümünü iktidar olarak kapamaya çalışması, bu arada 2010 yılında dünya çapında iktisadi krizden çıkış için dua etmesi, krizden çıkış, yeniden canlanma evresinde seçime gitmek istemesi normal olandır. Tabii bunun ön şartı, uluslararası alandaki krizin 2010 ortalarında filan sonlanması, 2010 ikinci yarısında canlanma belirtilerinin net olarak görülmesidir. Ki bu gerçekten bugünkü perspektifle „allahlık“ bir iştir. AKP’yi önümüzdeki dönemde derinleşen ekonomik kriz beklemektedir. İşi çok zordur. O ekonomi alanındaki başarı eksikliğini, bir yandan sadaka ekonomisi ile, diğer yandan ise bugüne kadar olduğundan daha çok demokrasinin savunucusu görünümünde, uluslararası alanda aktif politika vb. adımları ile kapatmaya çalışabilir. Seçim sonuçları, onu merkeze daha çok çekip yerleştiren sonuçlardır. Bu merkeze yerleşme işini fakat o, iktidar dalaşı yürüttüğü bürokrat elit kesimle daha fazla uzlaşma çağrısı olarak da kavrayıp uygulayabilir. O zaman sonu ANAP’ın sonu gibi olur. Gelişmenin ne yönde olacağını birlikte yaşayacağız. 31 Mart 2009 √

Türkiye’den Obama geçti…

A

BD Devlet Başkanı Barack Hüseyin Obama ilk resmi ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Bu ziyaret Türkiye’nin bugünkü ABD yönetimi ve siyaseti açısından, ABD’nin en önem verdiği müttefiklerden biri olduğunu gösteren bir işaret, bir mesajdır. Bu duruma egemenlerin bir bölümü sevinmedi değil. İki gün Obama ile yatıp, Obama ile kalktık. “Umut ve değişim” sloganı ile işbaşına gelen Obama, Bush döneminde dünyada bozulan ABD imajını düzeltecek. Sert ve saldırgan siyaset yumuşatılarak sürdürülecek. Nitekim Obama Türkiye ziyareti sırasında gelecekte yürütülecek siyasetin yumuşatılmış biçiminin nasıl olacağının işaretlerini verdi. Başkan Bush döneminde ADB Türkiye ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşandı. Çuval olayı ilişkileri gerginleştirdi. Kürt sorununda, İran ve Suriye’ye karşı alınacak tavırda, Irak işgali vb. sorunlarda çeşitli sorunlar yaşandı. Türkiye’de dünyada olduğu gibi Anti-Amerikancılık tavan yaptı. Oba ma Cumhurbaşkanı Gü l, Başbakan RTE ile görüştü. Mecliste 25 dakika süren bir konuşma yaptı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. İstanbul’da tarihi ve turistik yerleri gezdi. Çeşitli üniversitelerden seçilmiş öğrencilerle yan yana geldi vs. vs. Kapalı kapılar arkasında Obama’nın Erdoğan ve Gül ile neler konuştuğunu bilmemiz elbette mümkün değil. Ancak görüşmelerde, “PKK’nın si la hsı z la nd ı r ı l ma sı, Tü rk iyeErmenistan ilişkileri, Irak, İran, enerji sorunu vb.nin konuşulduğu sır değil. Ortadoğu ve Kafkaslarda karşılıklı çıkarlar doğrultusunda beklentilerin, istemlerin neler olduğu ortaya konulmuş olsa gerek. Obama Meclis’te yaptığı konuşmada satır aralarında deyim yerindeyse her kesime boncuk dağıttı.

Beklenen mesajını konuşmasının başında verdi: “Bana Ankara ve İstanbul’u kapsayan bu ziyaretimle bir mesaj vermeye çalışıp çalışmadığımı soranlar oldu. Onlara cevabım çok net: Evet. Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan, güçlü bir demokratik ve laik ülke olarak 21. Yüzyıl için model oluşturmaktadır. Türkiye ABD’nin önemli bir müttefikidir.” Bu mesaj, “ABD, İslam ile savaşmıyor”, “Benim ailemde de Müslüman var” sözleri ile birlikte ele alındığında mesajın kime verildiği açıktır. Nüfusunun çoğunluğu ya da tamamı Müslüman olan, şeriatçı örgütlenmelerin güçlü olduğu, şeriat kuralları ile yönetilen ülkelere Türkiye model olarak sunuluyor. Hükümet olan, iktidarı ele geçirme mücadelesi veren, özel sermayeli büyük burjuvazinin siyasi çıkarlarını savunmayı üstlenen, “ılımlı İslam” siyasetine sahip AKP ile birlikte “Demokratik ve laik Türkiye” 21. yüzyılda, ABD’nin Müslüman ülkelere sunduğu modeldir. Bu model içinde şeriat hedefinden vazgeçme vardır. Model olarak sunulmasının temelinde de bu gerçek yatıyor. Bu modelin demokrasi ile laiklikle bir ilgisi gerçekte yoktur. “Üyelik konusunda önemli bir ilerleme kaydettiniz. Ama şunu da biliyorum, Türkiye zor siyasi reformları sadece Avrupa için iyi olduğundan değil, Türkiye için doğru olduğundan gerçekleştirmeye çalıştı. Son birkaç yılda, devlet güvenlik mahkemelerini kaldırıp, kendini savunma hakkını genişlettiniz. Ceza yasasında reform yapıp, basın özgürlüğü ve toplanma ve gösteri hakkını düzenleyen yasaları güçlendirdiniz. Kürtçe eğitim ve yayın konusundaki yasakları kaldırdınız ve dünya, yeni bir Kürtçe devlet televizyonu kanalıyla verdiğiniz önemli mesajı saygı duyarak izledi.” Obama Türkiye’nin AB’ne üyeliğinin İslam dünyasına verilecek önemli bir mesaj olacağı düşüncesini tekrar-

5


gündem

6

layarak, Türkiye’nin AB üyeliğini bütün gücüyle desteklediğini açıkladı. AB yolunda yapılan yasal düzenlemelerden övgüyle bahsetti. TRT Şeş’e atıfta bulunan Obama, “Kürtçe eğitim ve yayın konusundaki yasakları kaldırdınız” demekle, olmayan bir şeyi olmuş gibi gösteriyor. Belki de danışmanları yanlış bilgi vermiştir!! Ya da boncuk dağıtmada ölçü kaçırılmış olabilir!! Kürtçe eğitim bu ülkede yok. Eğitim dili Türkçedir. Kürtçe yayın ve konuşma konusunda bir dizi yasak hala varlığını sürdürüyor. Kürtçe konuşma yaptığı gerekçesiyle hala insanlar hakkında soruşturma açılıyor, insanlar mahkemelerde yargılanıyor. X, Q, W yasaklı harfler. Kürtçe isim parklara verilemiyor. Kürtçe afiş, davetiye soruşturmalık, mahkemelik vb. oluyor. Obama, Türkiye’nin önemli bir müttefik olduğunu vurguladığı konuşmasında, PKK’yi terörist örgüt olarak değerlendirip, ortak mücadeleden söz etti. Türkiye’de demokratikleşme konusunda atılan adımları desteklediğini açıkladı ve fakat yapılacak epey iş olduğunu da belirtti. Bunun yanında ABD’nin şu andaki Türkiye siyasetinden beklentilerini de belirtti: * Türkiye demokratik dönüşümler çerçevesinde örneğin Heybeliada’daki Ruhban okulunu açmalıdır. * Türkiye tarihiyle yüzleşmeli, 1915’dek i “ kötü olayları” tarihiyle yüzleşerek sorun olmaktan çıkarmalıdır. * Türkiye Kürtler için eğitim ve diğer imkanlar yaratmalıdır. * Türkiye Ermenistan’la olan sorunlarını aşmalı, bu bağlamda Ermenistan sınırını açmalıdır. * Türkiye Dağlık Karabağ sor u nu nu n ç ö z ü mü n e k a t k ı d a bulunmalıdır. * Doğu Akdeniz’deki sorunların, bu arada Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunmalıdır. * Türkiye Filistin sorununun ik i devlet li çözümüne kat k ıda bulunmalıdır. * Türkiye Irak sorununun, Irak’ın devlet/toprak birliği temelinde, ABD askerlerinin de çekileceğinin bilincinde, çözümüne katkıda bulunmalıdır. * Türkiye İran’ın atom silahı geliştirmemesi için ABD tavrına destek vermelidir. Obama bütün bu konularda, bu arada çok genel global sorunlarda da (iktisadi kriz, çevre kirliliği, iklim felaketi, dünya üzerinde açlık vb.) iki “stratejik müttefik” olarak Türkiye’nin işbirliği yaptığını ve yapması gerektiğini vurguladı. Obama başkan olmadan önce, seçim kampanyası sırasında Ermeni soykırımını tanıma sözü verdi. ABD’nin Ermeni soykırımını tanıması, Türkiye ABD ilişkilerini bozabilir. Bunun bilincinde olan Obama, kendisine sorulan “Ermeni

soykırımını tanıyacak mısınız?” sorusuna verdiği cevapta, her ne kadar söylediklerinin arkasında olduğunu söylese de ve Meclis’te yaptığı konuşmada 24 Nisan’da takınacağı tavrın işaretlerini verdi. Normalleşmesi planlanan Türkiye Ermenistan ilişkilerinin bozulmaması için büyük olasılıkla Obama soykırım lafını kullanmayacak. Meclisteki konuşmasında kullandığı gibi trajik ya da başka bir kavram kullanacak. Türk hakim sınıf larını esas olarak ürküten, zıvanadan çıkaran soykırım lafıdır. Soykırım lafını kullanmadan istediğiniz kadar Ermenilere yapılan zulümden bahsedebilirsiniz! Bu egemenleri soykırım lafı kadar ürkütmüyor!! ABD’nin bütün bu talepleri, hem özel sermayeli büyük burjuvazinin talepleri, hem AKP’nin siyasi çizgisi ile örtüşüyor. Obama’nın konuşmasında yaptığı “Müslüman ülkeler için örnek” olabilecek ülke vurgulamaları da, ABD’nin bugünkü Türkiye yönetiminden hoşnut olduğunu gösteriyor. Bu Obama ziyareti belli bir anlamda ABD’nin Türkiye’deki iç iktidar mücadelesinde AKP’ye desteğinin de bir ifadesi. ABD’nin Türkiye’den taleplerinin bir bölümü, Türkiye’nin burjuva demokrasisi yönünde atması gereken kimi kaçınılmaz adımları (örneğin tarihle yüzleşmek, örneğin Kürtlere eğitim imkanı -ki bundan anlaşılan ana dilde eğitim dışında bir şey değildir-, Heybeliada’da ruhban okulunun açılması) içeriyor. Diğer bölümü ise, ABD’nin uluslararası stratejisine uygun olarak Türkiye’ye de bu stratejiye uygun adımlar atma çağrısıdır ki bunlar Türk burjuvazisinin de önemli bölümünün çıkarlarına uygun adımlardır. Ancak ABD’nin bu isteklerinin önemli bölümü Türkiye’nin egemen bürokratik Kemalist eliti için kabul edilemez taleplerdir. (Örneğin Kıbrıs sorunu, tarihle yüzleşme, ana dilde eğitim, şimdi Ermenistan sınırını açma). Bu yüzden Obama’nın ziyareti bütün olarak değerlendirildiğinde, iç iktidar mücadelesi açısından AKP siyasetine destek veren bir ziyarettir. Emperyalizmde belirleyici olan çıkarlardır. Çıkarların gerektirdiği siyaset belirlenir ve uygulanır. Bu sadece ABD açısından değil, Türkiye açısından da böyledir. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir. Kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermektedir. Türkiye Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bölgesel güç olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ortadoğu’da emperyalistlerin sağlam dayanağı olan Türk devletini yıkacak güç, sosyalizmin yolunu açacak olan işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir. 8 Nisan 2009 √

Obama protesto edildi

A

BD emperyalizminin Bush ile bozulan imajını düzeltmek için “umut” olarak sunulan Barack Obama resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldi. Obama’nın Türkiye ziyareti, diğer illerde olduğu gibi İzmir’de de protesto edildi. Öğleden önce Konak Saat Kulesi’ne kendilerini zincirleyen 4 Dev-Gençli genç ve onlara destek verdiği iddia edilen 2 kişi gözaltına alındı. Öğleden sonra, KESK İzmir Şubeler Platformu Konak Eski Sümerbank önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını KESK İzmir Şubeler Platformu Dönem Yürütmesi adına Ergun Demir okudu. Basın açıklamasında; “ABD emperyalizmine karşı çıkmak, ırkçılığa, gericiliğe, sömürü politikalarına, bölgedeki savaş ve işgal politikalarına karşı çıkmaktır. ABD emperyalizmine karşı, bağımsızlık, özgürlük, barış için dünyanın tüm ezilen, sömürülen halkları ile birlikte antiemperyalist mücadele bayrağını yükseltme günüdür. Çünkü biz, eşit, özgür, bağımsız ve demokratik bir ülkenin ancak bu toprakların öz gücü ile yaratılabi-

2

leceğine inanıyor, emperyalistlerin Ortadoğu’da oynamak istedikleri oyunlara karşı, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten, emek ve demokrasiden yana olan herkesi birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.” Denildi. Emperyalizme karşı mücadele, özellikle de ABD emperyalizmine karşı mücadele; ABD emperyalizminin Ortadoğu’da sağlam müttefiki olan Türk devletini işçi sınıfı önderliğinde devrim ile yıkma mücadelesinden bağımsız ele alınamaz. Antiemperyalist mücadele, Türk hakim sınıflarının devlet iktidarını yıkma mücadelesidir. Emperyalizme karşı mücadelenin merkezine, devlet iktidarını yıkma mücadelesi koymayanların antiemperyalistliği boştur! Basın açıklaması sırasında; “Katil ABD Ortadoğu’dan defol!, ABD defol, bu memleket bizim!, Gün gelecek, devran dönecek, ABD halklara hesap verecek!, NATO’dan çıkılsın, üsler kapatılsın!, Katil ABD, işbirlikçi AKP!, Emperyalizme, kapitalizme, faşizme karşı omuz omuza!” vb. sloganları atıldı. 6 Nisan 2009 YDİ Çağrı/İzmir √

NATO İzmir’de protesto edildi

. Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyalist Sovyetler Birliği önderliğinde kurulan sosyalist kampa karşı, 1949 yılında emperyalistler de saldırı ve savaş örgütü NATO’yu kurdular. 60 yıl içinde NATO dünyanın çeşitli ülkelerinde ezilen halklara karşı savaş yürüttü, yürütüyor. Kore, Somali, Yugoslavya, Afganistan vs. savaş yürütülen ülkelerden bazılarıdır. NATO üyesi ülkelerin devlet başkanları Fransa’nın Strasburg, Almanya’nın Baden-Baden ve Kehl şehirlerinde kuruluş yıldönümünü kutlarken, dünyanın çeşitli yerlerinde NATO’yu protesto eylemleri yapıldı. İzmir’de Birlikte Başaracağız Platformu, (BDP, DTP, DSİP, EMEP, EHP, ÖDP, SDP, DİP, ESP, MESOP, Yeşiller Partisi, SEH, DHF, KÖZ, TÖP, Türkiye gerçeği Gazetesi, Ürün dergisi) KESK Şubeler Platformu ve TKP, Buca’da bulunan NATO Orgeneral Vecihi Akın Kışlası önünde protesto eylemi yaptı. Buca Şirinyer’de bulunan Tansaş önünde toplanan Platform bileşenleri, NATO kışlası önüne yürüyerek burada basın açıklaması yaptılar.

Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında, “Katil NATO Ortadoğu’dan defol!, Katil ABD, işbirlikçi AKP!, Kahrolsun ABD emperyalizmi!, Su sm a h ay k ı r, NATO’y a h ayır!, Kahrolsun MGK, MİT, CİA, Kontrgerilla!, NATO’dan çıkılsın, üsler kapatılsın!, Emperyalistler, işbirlikçiler 6. Filoyu unutmayın!, Yaşasın devrimci dayanışma!” vb. sloganları atıldı. Basın açıklamasında, “NATO’nun dağıtılması”, “üslerin kapatılması”, “NATO’nun defolması” talep edildi. NATO savaş örgütünü kuranlardan, “NATO’nun dağıtılması”nı talep etmek olmayacak duaya amin demeye benziyor! Emperyalizm var oldukça, savaşlar, NATO gibi savaş örgütleri de var olacaktır. Savaşlara son vermenin, NATO gibi savaş örgütlerini yok etmenin, “barış, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve adalet”i gerçekleştirmenin yolu, emperyalist dünya sistemini proleter dünya devrimi ile mezara gömmekten geçmektedir. 4 Nisan 2009 YDİ Çağrı/İzmir √


gündem

M

İbrahim Kaypakkaya 60 yaşında!

ayıs ayı mücadele ile olduğu kadar, acılarla da dolu bir aydır. Mayıs ayı içinde onlarca komünist ve devrimci hunharca katledilerek bedenen aramızdan alınmıştır. Mayıs ayı Kocadağlar, Ohannes Bakırcıyanlar gibi komünist savaşçıların katledildiği; Denizler, Yusuflar, Hüseyinlerin idam sehpalarında faşizmi lanetleyip, devrimi haykırdığı, Sinanlar, Alpaslanlar, Kadir Mangalar gibi nice yiğitlerin devrim kavgasında tohum olup toprağa düştüğü ve 1977'de önce kızıl bayraklarla kızıla boyanan Taksim/1 Mayıs alanının, yüreğine korku düşüp kuduran hakim sınıflar tarafından kana boyandığı aydır. Fa kat May ıs ay ında yitirdiklerimizden biri vardır ki, onun yeri başkadır. O, Komünizmin, Marksizm-Leninizm'in şanlı kızıl bayrağını 1972'de yeniden göndere çekmeye önderlik eden İBRAHİM KAYPAKKAYA'dır. Bundan 36 yıl önce proletarya en büyük önderlerinden birini, İbrahim Kaypakkaya'yı yitirdi. 1973 yılının Ocak ayı sonunda henüz 24 yaşındaki bu genç komünist önderi bir ihbar üzerine Dersim'de tutsak alan devlet güçleri, 4 ay süren işkencelerde

şunları vurgulamak istiyoruz: *İbrahim Kay pa k kaya'nın temel özelliği, onu dönemin bütün devrimcilerinden ayıran özelliği, onun komünist niteliğidir. İbrahim Kaypakkaya, yalnızca "ser verip, sır vermeme" tavrı öne çıkarılarak ve bu onun en belirleyici özelliği imiş gibi gösterilerek savunulamaz. Benzer tavırları takınan bir dizi başka devrimci vardır. Fakat bu onların komünist olmasına yetmiyor. *İbrahim Kaypakkaya 1972'de Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi mücadelesinde MarksistLeninist safta yer tutup, modern revizyonizme karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim Kaypakkaya bu tavrı takındığı sırada, Türkiye'de kendi dışında Mao Zedung Düşüncesini savunduğu iddiasında olan tek akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin Mao Zedung Düşüncesi savunusu ise gerçekte, Kemalist-milliyetçireformist-legalist bir çizginin "Halk Savaşı" palavraları ile süslenerek savunulmasından başka bir şey değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan Rus sosyal-emperyalizminin ve re-

Bundan 36 yıl önce proletarya en büyük önderlerinden birini, İbrahim Kaypakkaya'yı yitirdi. 1973 yılının Ocak ayı sonunda henüz 24 yaşındaki bu genç komünist önderi bir ihbar üzerine Dersim'de tutsak alan devlet güçleri, 4 ay süren işkencelerde ağzından örgüte ait tek sır alamadıkları İbo'dan hınçlarını onu kurşunlayıp, katlederek çıkardılar. ağzından örgüte ait tek sır alamadıkları İbo'dan hınçlarını onu kurşunlayıp, katlederek çıkardılar. Onlar İbrahim'in vücudunu genç yaşında aramızdan söküp aldılar. Fakat onun düşüncelerini ve davasını yok edemediler, onun mücadelesini yok edemediler. O bugün de yaşıyor ve proletaryanın ve ezilenlerin mücadelesinde, "büyük insanlığın" Yeni Dünya mücadelesinde her zaman yaşayacak. Onu katledenler ise daha sağlıklarında ölü olan, batan, çöken, kokuşan bir davanın onursuz savunucuları olan "yaşayan ölülerdir". Ve onlar eğer tarihte anılacaklarsa, ancak İbo'nun katilleri olarak lanetlenerek anılacaklardır. Bu yıl yaşasaydı 60 yaşında olacak olan, İbrahim Kaypakkaya ile dönemin devrimci önderleri olan Denizler, Mahirler arasındaki ideolojik kimi farklılıklar hakkında kısaca

vizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da Mahirler, Denizler gibi "orta yolcu"luk yapmakta, Sovyetler Birliği'ni de sosyalist olarak savuna gelmektedir. *İbrahim Kaypakkaya, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak MarksistLeninist görüşleri savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o sosyalizm adına hareket edenler içinde yine tek önderdir. Mahirler, Denizler ve Şafak revizyonistleri Kemalizmin etkisinden kurtulamadıkları için, proletarya diktatörlüğünü teorik düzeyde bile savunacak durumda değillerdir. *O, ulusal sorunda MarksistLeninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi ülkelerimizin somutuyla ustaca

birleştirmeyi başarmıştır. O büyük Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir dönemde, ulusal sorunu Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972'de İbrahim Kaypakkaya "Kürt ulusunun ayrılma hakkı"nı kayıtsız koşulsuz savunurken, devrimci sol henüz "Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu sorunu"nu tartışma aşamasında idi! İbrahim bölünme hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri "bölücü"lerin hakim sınıflar olduğunu ispat çabası içinde idi, vs. O bu noktada Türkiye Sol'unda hakim olan şovenizm aysbergine ilk darbeyi vuran komünisttir. *O, mevcut devletinin faşist niteliğini Kemalist diktatörlük şahsında dosta düşmana gösteren tek komünist önderdir. "Kemalizm küçükburjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır" (Mahir Çayan), "Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur" (Mihri Belli) gibi görüşlerin hakim olduğu, Kemalizmin ilericilik, antiemperyalistlik ve evet devrimcilik görüldüğü bir ortamda, İbrahim Kaypakkaya, Kemalizmin faşizm demek olduğunu cesaretle savunan, bu alanda da buzu kıran komünist önderdir. *İbrahim Kaypakkaya yoldaşa yapılabilecek en büyük hakaret ve haksızlıklardan biri, onun bir dizi küçükburjuva devrimcisi ile birlikte "Türk Solu" kabı içinde ele alınmasıdır. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi'nin gelişmesine bağlı olarak, Kürt milliyetçisi örgütler tarafından "Türk Solu"/"Kürt Solu" ayrımı yapılması moda haline gelmiş, ve tüm "Türk

Solu" - bu arada onun içinde ele alınan İbrahim Kaypakkaya da "Kemalizmden kopmama", "Misak-ı Milli savunuculuğu yapma", "Ezen ulus şovenisti pozisyonlarda olma" ile suçlanmıştır. Kemalizme en ağır ve bilimsel eleştirileri yönelten, bugün Kürt milliyetçiliğinin savunucusu örgütler daha ortada yokken Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını savunan, hakim sınıfların yüzüne "bölücü" olduğunu bar bar bağıran İbrahim Kaypakkaya'nın, gerçekten Kemalizm savunuculuğu yapan, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmayan Denizlerle, Mahirlerle aynı kefeye konması, korkunç bir tarih çarpıtmasıdır. *İbrahim Kaypakkaya kuşkusuz genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci, Marksist, komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış düşünceleri de vardı. Onun yanlışları siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve örgütün aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı. Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim Kaypakkaya bir bütün olarak değerlendirildiğinde MarksistLeninist bir önderdir. Onun çizgisi üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak ilerleyenler Bolşevizme varmıştır. İbrahim Kaypakkaya’yı anmak demek, onun hatalarını aşmak, onun Marksist-Leninist görüşlerini temel alıp daha da geliştirmek demektir. Onun hatalarını sistemleştirme yolunda ilerleyenler, İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun kurduğu partinin ismi arkasına gizlenerek, onun nasıl anılamayacağının örneklerini sergiliyorlar! İbrahim Kaypakkaya yoldaş Yeni Dünya mücadelemizde yaşıyor, yaşıyacak! 22 Nisan 2009 √

7


gündem

Ergenekon'da ikinci iddianame kabul edildi

İkinci iddianame de birincisinde olduğu gibi doğrudan ordunun askeri darbe girişimlerini dava konusu eden bir iddianame değil. Daha çok bir “terör örgütü” davası iddianamesi.

İ

8

kinci Ergenekon iddianamesi kabul edildi ve dava açıldı. Daha önce kimi bölümleri internet sitelerine düşen, 'Ergenekon'' soruşturmasına ilişkin 19'u tutuklu, 37'si tutuksuz 56 sanık hakkında hazırlanan, 1909 sayfadan oluşan ikinci iddianame İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 25 Mart’ta kabul edildi. 13. Ağır Ceza Mahkemesi, her iki davanın birleştirilmesi yönünde karar vermedi, ikinci iddianameye ilişkin ilk duruşma tarihini 20 Temmuz 2009 olarak belirledi. Davanın açıldığı açıklandıktan sonra, iddianame resmen ortaya çıktı. Şimdi hemen bütün gazetelerin internet sitelerinde var. Daha önce de yazdığımız gibi herkesin zahmet edip okuması gerekli olan bir belge bu iddianame. Türkiye’de egemen sınıfların kendi içlerindeki iktidar mücadelesinin boyutlarını, kullanılan yöntemleri, devlet içindeki çeteleşmeyi, kendilerine aydın sıfatı yakıştıran kimilerinin burjuva anlamda bile demokrasiden ne kadar bihaber ve uzak olduklarını, darbeciliğin Kemalizmin genetik kodu olduğunu vb. anlamak açısından çok önemli bir belge. İkinci iddianamenin tamamlanmasına ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığından yapılan yazılı açıklamada, iddianamede 21 tutuklu, 35 tutuksuz olmak üzere 56 şüpheli olduğu, yakın tarihlerde soruşturmaya dahil edilen 48 tutuklu, 29 tutuksuz olmak üzere 77 şüpheli hakkındaki soruşturma evrakının tefrik edil-

diği ve bunlar hakkındaki soruşturmanın devam ettiği belirtiliyor. Bu Ergenekon davasında henüz soruşturmanın tamamlanmamış olduğu, en az 77 şüpheli hakkında üçüncü bir iddianamenin de hazırlanma aşamasında olduğu anlamına geliyor. 5 bölümden oluşan iddianamenin birinci bölümünde, ''Ergenekon'' soruşturmasının ilk aşamasıyla birinci iddianamenin özeti yapılıyor. İkinci bölümde soruşturmanın sonraki aşamaları ve ''Ergenekon'' örgütü anlatılıyor. Üçüncü bölümde örgütün işlediği suçlar genel olarak ve topluca ortaya konuyor. Dördüncü bölümde örgütün diğer faaliyetleri, başka örgütlerle sivil toplum ve medya kuruluşlarıyla ilişkileri yer alıyor. Beşinci ve son bölümde ise iddianamede yazılı ''şüphelilerin bireysel eylemleri ve bu eylemlerin oluşturduğu suçlar ve sevk maddeleri ile hukuki durumları“ işleniyor. 12 şüpheli hakkında ''örgüt yöneticisi olmak'' suçlaması yer alıyor. GATA izinlisi Şener Eruygur vb. paşa eskileri bu davanın 1 ve 2 nolu sanıkları. ''Ergenekon''da açılan ikinci davada sanıklar arasında emekli Orgeneraller Hurşit Tolon, Şener Eruygur ile Adil Serdar Saçan, Mustafa Balbay, Arif Doğan, Ferda Paksüt, Tuncay Özkan, Sinan Aygün de yer alıyor. İsta nbu l 13. Ağ ı r Cez a Mahkemesince kabul edilen ikinci iddianameyle birlikte açılan ''2009/85'' numaralı ceza davası dosyasında, sanıklar hakkında isnat edilen suçlar şöyle:

''2863 Sayılı Kanun'a aykırılık, askerleri itaatsizliğe teşvik etme, açıklanması yasaklanan gizli bilgileri açıklama, açıklanması yasaklanan gizli bilgileri temin etme bir adet ateşli silah ve mutat sayıdaki mermileri bulundurma, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri tahrip etme, amacı dışında kullanma hile ile alma çalma, devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etme, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek, pek az sayıda mermi bulundurma veya taşıma, resmi belgede sahtecilik, ruhsatsız ateşli silahlarla mermileri satın alma veya taşıma veya bulundurma, sayı ve nitelik bakımından vahim olan silah veya mermilerin satın alınması, taşınması, bulundurulması, silahlı terör örgütü kurma veya yönetme, silahlı terör örgütüne üye olma, tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma veya el değiştirme, Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyana tahrik etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, uyuşturucu veya uyarıcı madde ticareti yapma veya sağlama, yargıç üzerinde nüfuz kullanmak, örgüte bilerek isteyerek yardım etme, özel hayatın gizliliğini ihlal etmek'' İkinci iddianamede yer alan 19’u tutuklu toplam 56 sanığın listesi şöyle: ''Levent Temiz, Hakan Şanlı, Adnan Türkkan, Süleyman Solmaz, Hatice Bahtiyar, Emcet Olcaytu, Adil Serdar Saçan, Hamza Demir, Fatma Sibel Yüksek, Erol Mütercimler, Mahir Akkar, Mesut Özcan, Sinan Aydın Aygün, Mustafa Ali Balbay, Emin Şirin, Osman Gürbüz, Ufuk Mehmet Büyükçelebi, Ercüment Ovalı, Muhammed Murat Avar, A h me t Tu nc ay Ö z k a n, Bi rol Başaran, Adnan Bulut, Selim Utku Gümrükçü, Ertaç Giray, Mehmet Ali Çelebi, Merdan Yanardağ, İlker Güven, Siyami Yalçın, Halis Yavuz Işıklar, Kemal Aydın, Murat Ağırel, Tunç Akkoç, Arif Doğan, Gürbüz Çapan, Neriman Aydın, Hasan Atilla Uğur, Barbaros Hayrettin Altıntaş, Ahmet Hurşit Tolon, Mehmet Şener Eruyg ur, Durmuş A li Özoğ lu, İbra him Özcan, Levent Ersöz, Turhan Çömez, Doğukan Yorulmaz, Muzaffer Öztürk, Tanju Güvendiren, Eren Mumcu, Hasan Hüseyin Uçar, Noyan Çalıkuşu, Yaşar Tozkoparan, Evrim Baykara, Önder Koç, Hüseyin Nazlıkul, Yüksel Dilsiz, Hüseyin

Keskin, Ferda Paksüt.'' İkinci iddianame de birincisinde olduğu gibi doğrudan ordunun askeri darbe girişimlerini dava konusu eden bir iddianame değil. Daha çok bir “terör örgütü” davası iddianamesi. Fakat birinci iddianamenin tersine ikinci iddianamede şimdi daha önce medyaya yansımış olan ve Ergenekon davasında yargılanan emekli paşaların muvazzaflık döneminde giriştikleri darbe girişimlerinin kimi belgeleri de doğrudan yer alıyor. Daha önce kamuoyuna yansımış olan “Sarıkız”, “Ayışığı”, “Yakamoz” ve “Eldiven” adı verilen ve darbe planları olduğu belirtilen dokümanlar da iddianameye girmiş durumda. Bunun anlamı şu: Sivil yargının muvazzaf askerler hakkında muvazzaf lıkları döneminde yaptıkları askeri eylemlere (darbe hazırlığı askeri eylem midir?) ilgili olarak dava açma yetkisi yok! 1982 Anayasası darbecilerin yaptırdığı ve darbecileri koruyan bir anayasa. Bu durumda esasında askeri yargının devreye girip, darbe teşebbüsü hakkında dava açması gerekir. Fakat bu Türkiye’de olmaz! Olsa bile bir şey çıkmaz! İkinci alternatif tabii üçüncü iddianame için bugünkü savcıların soruşturmayı derinleştirme aşamasında yeni kimi paşa eskilerini tanık ve sanık durumuna getirip, Ergenekon’a dahil eylemesi, bu soruşturma sırasında kirli çamaşırların biraz daha ortaya saçılması; darbe davası açılmadan da, darbecilerin ve darbenin teşhir edilmesidir, ki görünürde olacak olan budur. Burada sivil yargının darbe girişimini yargı konusu yapması mümkün olmayacaktır. Fakat bu darbe girişiminin varlığının belgelenmesi, bunun teşhir edilmesinin engeli değildir. Her halükarda Ergenekon “daha çok su kaldırır bir pilav”. Önümüzdeki dönemde i k inci iddia na meden bazı ilginç bölümleri okurlarımızla paylaşacağız. Bu iddianame her ha lükarda Ergenekon’u ciddi olmayan bir dava olarak tanıtmaya çalışanların, sanıklar hakkında “neyle suçlandıklarını bile bilmiyor”lar yaygarasını biraz da olsa ortadan kaldıracaktır. Tabii aynı birinci iddianamede olduğu gibi bu iddianame de yayınlandıktan sonra Ergenekon savunucuları bu iddianamenin ne kadar ciddiyetsiz olduğunu ispat için ellerinden geleni yapacaktır. Önümüzdeki günler iddianamenin detayları ortaya döküldüğünde bu konuda yeni bir kampanya yaşayacağımız kesindir. 10 Nisan 2009 √


gündem

E

Ergenekon’da 12. dalga

rgenekon soruşturmasında arama ve gözaltılarla yeni delillere ulaşma dalgaları kesilmiyor. 13 Nisan’da bu çerçevede bir 12. dalga yaşandı. Bu kez soruşturma dalgası öncelikle öne çıkan kimi öğretim üyelerine ve kimi Sivil Toplum Kuruluşlarına yöneldi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere 18 ilde 120 adrese yapılan baskınlarda, toplam 40 kişi “örgüte üyelik ile yardım ve yataklık” suçlamasıyla gözaltına alındı. Gözaltına alınan profesörlerin 2’si anda aktif olan rektörler, üçü eski rektör, biri (Erol Manisalı) Cumhuriyet Gazetesi yazarı. Başkent Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal sabah saatlerinde Ankara'da, İnönü Üniversitesi'nin eski rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu Malatya'da gözaltına alındı. Eski Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, eski 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ferit Bernay ile Giresun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman Metin Öztürk ise evlerinde yapılan aramanın ardından gözaltına alındı. Kimi rektör ve eski rektörlere yönelik arama ve gözaltına alma dışında, Haberal’ın sahibi bulunduğu Kanal B Televizyonu, Başkent Üniversitesi rektörlüğü, üniversite vakfına ait Gölbaşı'ndaki Patalya Otel, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı ve Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kimi şubelerinde arama yapıldı, çok sayıda bilgisayar ve dokümana el konuldu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Türkan Saylan'ın ise evi arandı. Ergenekon soruşturma ve davasında her arama/gözaltına alma dalgasında olduğu gibi, bu dalgada da Atatürkçüler “Atatürkçülük cezalandırılıyor”, “korku imparatorluğu yaratılıyor”, “memleketimizin saygın bilim adamları, aydınları saldırıya uğruyor”, “hukuk siyasallaşmış, bu gerici dinci hükümetin laik cumhuriyetten intikam alma girişimidir”, “sivil darbedir” vb. yaygaraları kopardı, koparıyor, koparacaklar. Bu yaygaralardan etkilenmemek de oldukça zor. Çünkü Ergenekon soruşturması gittikçe daha geniş haleleri içine alarak genişliyor; bu arada toplumun bugüne kadar çok saygın olarak tanıdığı kimi kişileri de kapsamına alıyor. Böylece demagojik bir biçimde medyanın bir kesiminin yaydığı Ergenekon herkesi kapsayabilir demagojisi taban bulabiliyor. Esasında şimdi yayınlanmış olan Ergenekon davası ikinci iddianamesini okumuş olanlar için bu yeni dalga hiç sürpriz değil. Şimdi tutuklanan bütün kişiler, aranan tüm kurumlar hakkında hem birinci ve hem de öncelikle ikinci iddianamede bunların

askeri bir darbeyi kışkırtma yönünde faaliyetleri olduğu konusunda verilmiş somut ifadeler, bunların isimlerinin ve eylemlerinin geçtiği deliller var. Ve savcılığın haklarında çeşitli iddialar olan bu kişileri sorguya çekmesi, evlerini araması, delil toplamaya çalışması vb. şaşırtıcı değil, “Atatürkçülere”, “Atatürkçülüğe” vb. saldırı değil. T.C. yasalarına göre suç olan bir şeyin, mevcut hükümeti yıkmak, parlamentoyu dağıtmak için terörcü faaliyetlere yönelme suçlamasının soruşturulmasıdır. II. İddianame okunduğunda görülen şudur: Şimdi “örgüte üyelik ve yardımyataklık” suçlamasıyla soruşturmaya dahil edilen rektör ve akademisyenlerin, 2003-2004 yıllarında dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'la darbe toplantıları yaptıkları, 'darbeye zemin hazırlayacak faaliyetler’de aktif olarak yer aldıkları, örneğin 'Ordu Göreve' pankartının taşındığı 'Cumhuriyet'e Saygı' mitingine önayak oldukları II. iddianamede var. Ayrıca Sarıkız darbe planını hayata geçirmek için Şener Eruygur tarafından kurulduğu iddia edilen “Cumhuriyet Çalışma Grubu'nun”, söz konusu rektörlerle irtibatlı olduğu da değişik ifade ve dinleme sonucu elde edilen delillerde var. Şimdi Demirel’in havaalanına kadar gidip sahip çıktığı, Mehmet Haberal’ın sahibi olduğu Kanal B, Kanal Türk ile darbe çağrıcılığı konusunda yarışan bir kanaldı. Merkez binası ve değişik şubeleri aranan, kimi yöneticileri gözaltına alınan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin ve arama yapılan kimi STK’lerin kimi yöneticilerinin de isimleri, somut kimi ifadelerde geçiyor; bu kuruluşların Ergenekon örgütlenmesi ile bazı ilişkileri olduğu konusunda araştırılıp, soruşturulması gereken iddialar var. vs. Yani kopartılan yaygara sonuç olarak iddianamelere girmiş çok somut kimi suçlamaların araştırılıp, soruşturulmasına karşı yönelen bir yaygara. Ergenekon davasında temel sorun, davanın çok genişlemesinde, uzamasında, çok kişiyi kapsamasında vb. değil, davanın yeterince derine inmeden bitirilip kapatılması tehlikesindedir. Ve görünen odur ki, sonunda yeterince ilerlenmesi herhalde engellenecek, dava suçlarını yüzüne gözüne bulaştıran bir kaç darbe kışkırtıcısının göstermelik cezalandırılmaları, diğerlerinin aklanması ile hal olacaktır. Yüksek Yargının kendisinin Ergenekon’un parçası olduğu yerde, Ergenekon’un sivil ayağındakilerin bir bölümünün parlamento çatışı altında olduğu yerde, bu kadar güçlü bir Ergenekon sulandırma medya gücünün olduğu yerde, ordu-

nun bugünkü yönetim kademesinin fazla ilerlenmesinden rahatsızlığını açıkça dile getirdiği yerde, kendini ilerici, aydın vb. sayan kamuoyunun önemli bir bölümünün Ergenekon’u “çağdaşlığa karşı çağdışıların saldırısı” olarak gördüğü yerde, bir askeri darbe Anayasasının hüküm sürdüğü bir toplumda ve askeri darbelerin toplumun küçümsenmeyecek bir bölümünde gayet normal görüldüğü bir toplumsal atmosferde daha fazlası da zaten mümkün değildir. Bu yeni dalga ve bunu izlemesi olası yeni dalgaların, her halükarda II. iddianame sonrasında üçüncü bir iddianamenin de yolda olduğunun yeni bir habercisidir. Medyanın ağırlıklı bölümü, ki en başta Doğan Medya olmak üzere, Ergenekon soruşturmasının genişlemesinden rahatsız. Bir bölümü darbe yanlılığını öne çıkaran bir tavır içerisinde. Anlamadıkları Ergenekon

İ

soruşturmasının hala gerçekte darbe ve darbecilik soruşturması olmadığı, bu gidişle de olamayacağı. Anlamadıkları darbeciliğin, toplumda egemen olan darbecilik zihniyeti küçük bir azınlığın işi haline gelmedikçe, bu gibi sorgulamalarla, davalarla ortadan kaldırılamayacağı. Olan kuşkusuz hiç yoktan iyidir. Fakat o kadar. Fazlası değil. Bu arada Ergenekon bağlamında beklenen bir gelişme de, Kuzey Kıbrıs’ta şimdi Ergenekon’un Kuzey K ıbrıs ayağ ının sorg u la nmaya başlanması oldu. Burada da tabii “anavatan”daki Ergenekon’cular, “yavruvatan”daki, vatansever!! kahraman!! dava arkadaşlarına hemen sahip çıktılar. “Yavruvatan”da bilindiği gibi işgalci ordu esas söz sahibi olan iktidar odağı. O yüzden burada Ergenekon’da ilerlemek “anavatan”dakinden de zor! 15 Nisan 2009 √

Kayıplar için oturma eylemi

HD İzmir Şubesi tarafından, “Kayıpların bulunması, faillerin yargılanması” için her Cumartesi Eski Sümerbank önünde basın açıklaması ve oturma eylemi yapılıyor. 11 Nisan Cumartesi yapılan basın açıklaması ve oturma eylemi, 18 Mayıs 1994 günü gece yarısı evinden gözaltına alınan ve bir daha kendisinden haber alınamayan Kasım Alpsoy’a adandı. Basın açıklamasında, Kasım Alpsoy’ın kızı Gülbahar’ın babasına yazdığı mektup okundu. “Her hafta aynı yere gidip seni ve sesime ses verecek birilerini aramaya devam ettim. Zaman aktı. Çok şeyler aldı. Ve çok şeyler bıraktı ardı sıra. Bugün demir kapı, beton duvarlar arasındayım baba. İçimin bir yanı seni bekliyor hala büyümedi hiç, hala çocuk. Diğer yanım kavgada. Şairin dediği gibi ‘Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…’ Bugün demir kapı beton duvar her yanım. Ve ben yine mektuplar yazıyorum sana. Okumayacağını bilsem de… Gittiğinde seni ararken bir fotoğrafını taşırdım elimde. Soğuk sıcak demeden sımsıkı kucaklardım o fotoğrafını. Geçen gün gazetede gördüm o fotoğrafı, gülen güzel yüzünü. Küçük bir çocuğun elindeydi. Benim yıllar önce bıkmadan usanmadan durduğum yerdeydi o çocuk. Yağan yağmura aldırmadan

minik parmaklarıyla kavramıştı seni, sımsıkı. ‘Kayıp’ diyordu. … Bir ömre çok vedalar sığdırılıyor baba. Uğurladıklarımızın hepsi ayrı bir özlem. Yüreğimizde en dayanılmaz ayrılığı senle yaşadım ben. Vedalaşamadık seninle baba. Veda edemeyince, kaybolunca babalar hep geri döner diye bekliyor çocuklar. Kayıplar senden sonra da devam etti. Baba bugün benim gibi, torunun gibi kayıplarını arayanlar o kadar çok ki. Çiçek koyacak bir mezarı olmayanlar. Her gün yeniden yeniden yaraları kanayanlar. Kayıpsın baba. Ve ben adressiz mektuplar yazıyorum hala. Kavgadayım ‘kayıplar’ olmasın diye. Ve seni bekliyorum baba. Gülbahar ile birlikte. Elimizde senin fotoğrafın. ‘Babam kayıp’, ‘Kayıp’ diyorlar, gördünüz mü?” Basın açı k laması sırasında; “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın!, Anaların öf kesi katilleri boğacak!, Susma sustukça sıra sana gelecek! Yaşasın halkların kardeşliği!” vb. sloganları atıldı. Basın açıklamasının ardından oturma eylemi yapıldı. Kaybedenlerin kaybetmesi için, devrim mücadelesini yükseltmeye! 11 Nisan 2009 YDİ Çağrı/İzmir √

9


gündem

Sen neymişsin Muhsin Bey!

Ö

lenlerin arkasından onlara yaşamlarında hiç sahip olmadıkları nitelikler atfetme geleneğimizi çok iyi anlatan bir halk deyimi var: Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü olur. Nedense ölenlerin arkasından kötü söz etmek olmaz bir iş olarak görülür

dar “ilkeli”, “dik duran”, “vatansever”, “değerli” bir siyasetçi ve insan olduğunu anlatıp durdular. Medya onun yazdığı, okuduğu şiirler, hayat öyküsü vb. ile doldu. Şimdi herhalde Salı günü MM önünde yapılacak bir devlet töreni ertesi yapılacak cenaze töreni ertesine kadar bu güzellemeler sürecek. İnsan bütün bu medya bombardımanı karşısında “Yahu bu Muhsin Yazıcıoğlu ne muhterem, ne kıymetli bir adammış, ne kadar çok seveni varmış, Türkiye nasıl bir değeri kaybetmiş” demekten alamıyor kendini. Fakat balık bellekli olmayan insanlar için şimdi bu çok değerli “adam gibi adam”ın gerçekte Türkiye’de sivil faşizmin önemli adamlarından biri olduğu unutulacak bir şey değil. Ölüm de şu gerçekleri unutturamaz: Yazıcıoğlu MHP’nin vurucu yarı

Yazıcıoğlu MHP’nin vurucu yarı askeri örgütü Ülkü Ocakları’nın Genel Başkanı idi. Daha sonra Ülkü Ocakları kapatıldıktan sonra, 1978’de Ülkücü Gençlik Derneği’ni kurdu ve Genel Başkanlığını yaptı. Bu örgütler onlarca yurtsever, demokrat, devrimci ve sosyalistin katili olan örgütlerdir. kültürümüzde. Cenaze namazında imamın sorduğu “Merhumu nasıl bilirsiniz?” sorusuna, ölünün hayattaki en can düşmanları bile, tabii eğer cenaze merasimine katıldılarsa, hep bir ağızdan “İyi biliriz!” cevabını verirler. Bu gelenek aslında sahtekarlık geleneğidir. Bir kişi öldüğünde onunla ilgili bütün kötülükleri -varsa tabii- unutma, unutturma geleneğidir. Bizim birçok şeyden olduğu gibi bu gelenekten de kopmamız, ölenlerin arkasından onların sağlığında ne deyip, düşündü isek; ölümü ertesinde de bunu savunmalıyız.

Bunları neden söylüyoruz?

10

Günlerdir bütün medyada temel bir haber var: BBP başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun geçirdiği helikopter kazası. Bu kaza sonucu yanındaki 5 kişi ile birlikte ölmesi. Hangi TV kanalını açsanız, hangi gazeteyi okusanız ilk ve en önemli haber Muhsin Yazıcıoğlu. Sağlığında medya için en iyi halde geçerken “diğer haberler” için iki satır, iki cümle anılan Muhsin Yazıcıoğlu, ölümü ile birlikte günlerdir evlerimizin başmisafiri yapıldı medya tarafından. Onunla kanlı bıçaklı olan siyasetçiler BBP merkezinin kapısını aşındırıp, ölene güzellemeler dizdiler. Onun ne ka-

askeri örgütü Ülkü Ocakları’nın Genel Başkanı idi. Daha sonra Ülkü Ocakları kapatıldıktan sonra, 1978’de Ülkücü Gençlik Derneği’ni kurdu ve Genel Başkanlığını yaptı. Bu örgütler onlarca yurtsever, demokrat, devrimci ve sosyalistin katili olan örgütlerdir. Muhsin Yazıcıoğlu bu örgütlerin tüm cinayetlerinin siyasi sorumluları arasındadır. Son dönemde, kendilerinin o dönemde yaptıklarının askeri darbeye zemin hazırlamış olduğu, “kullanılmış” oldukları yönündeki “öz eleştirel!” tespitleri o dönemdeki cinayetleri ortadan kaldırmadığı gibi, o bugün de Türk-İslam Sentez’li sivil faşizminin önemli temsilcilerinden biri olmaya devam ediyordu. Faşizm konusunda ilkeli bir faşistti yani! BBP’nin gençlik örgütü konumundaki Alperen Ocakları’nın ismi hem Hrant Dink’in katli ile ilgili davada, hem Trabzon’daki Rahip Santaro cinayetinde anıldı. Yani örgütü bugün de ilginç cürüm/cinai eylemlerde adı geçen bir örgüttü. Bunlar şimdi günlerdir ardından ağıtlar ve güzellemeler dizilen Muhsin Yazıcıoğlu’nun kişiliğinin unutulmaması gereken bazı yönleri. Kısaca hatırlatalım dedik. 28 Mart 2009 √

DTP'ye yönelik yapılan operasyonu kınıyoruz DTP'ye yapılan operasyon ve son dönemde Kürt coğrafyasında operasyonların artması, PKK'nin çatışmasızlık kararına verilen bir cevaptır. Çatışmalı ortam, savaşın tırmanması, şehit cenazeleri, yÜkseltilen milliyetçilik vb. esas olarak bürokratik, militarist Kemalist kanadın işine geliyor.

G

özaltına alınanlar derhal serbest bırakılsın! Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının talimatıyla, Emniyet Genel MÜdÜrlÜğÜ tarafından 13 ilde DTP'ye yönelik 90 adrese eşzamanlı olarak gerçekleştirilen operasyonda, 70'i aşkın kişi gözaltına alındı. Göza ltına a lınanlar arasında DTP genel başkan yardımcıları Bayram Altun, Kamuran Yüksek'de bulunuyor. GÜn TV, GAP Belediyeler Birliği, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Konuk Evi, Batman Belediyesi, Batman Belediyesi Konuk Evi, Asrın Hukuk Bürosu basılan kurumlar. Birçok evi basan polis, kapıları kırdı. Gün TVnin bütün araçlarına el koydu. Bu operasyonu n PK K’nin "1 Ha zi ra n'a k ada r çat ışması zl ı k kararı"nı ilan etmesinin arkasından

Obama ve Kürdistan Bölgesel Kürt Yönetimi'nin yaptığı açıklamalar vb. birlikte ele alındığında kapalı kapılar ardında "Kürt sorunu"nun çözümü yönünde pazarlıklar yapıldığı sır değil. 29 Mart yerel seçimlerinde DTP'nin oylarını artırarak çıkması, belediye sayısını artırması ile "Kürt sorununun çözümü" konusunda yapılan tartışmalar birlikte ele alındığında, PKK "ilk defa çözüme gidilebileceği umudu yaşandığına" dikkat çekerek çatışmasızlık kararını uzattı. DTP'ye yapılan operasyon ve son dönemde Kürt coğrafyasında operasyonların artması, PKK'nin çatışmasızlık kararına verilen bir cevaptır. Çatışmalı ortam, savaşın tırmanması, şehit cenazeleri, yÜkseltilen milliyetçilik vb. esas olarak bürokratik, militarist Kemalist kanadın işine geliyor. Kemalist kanadın bir bölümü Kürt

yapılması anlamlıdır. PKK, 29 Mart'a kadar ilan ettiği çatışmasızlık kararını, "ilk defa Kürt sorununun çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine girebileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır." gerekçesiyle 1 Haziran'a kadar uzatmıştır. Bilindiği üzere "PKK'nın silahsızlandırılması" planı üzerine kamuoyunda tartışmalar yürüyor. Erbil'de yapılacak Kürt Konferansı, Talabani,

sorununun sistem içinde çözülmesini istemiyor. Çatışmalı ortamdan nemalanan kesim, çatışmalı ortamın sürmesini istiyor. Tüm baskılara, inkar ve imha siyasetine rağmen ulusal kurtuluş mücadelesi engellenemedi, engellenemeyecek! Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edeceği özgür ortam mutlaka bir gün yaratılacaktır. 15 Nisan 2009 √


gündem

Bugün 23 Nisan!

Bu polis, ne çeşit bir insan ki, 14 yaşındaki bir çocuğa sadece Kürt olduğu için bunu yapabiliyor. Bu neyin düşmanlığı? Bu nasıl bir kin ve düşmanlıktır ki, 14 yaşındaki bir çocuk vahşice dövülüyor.

H

akkâri’de 23 Nisan günü, DPT’ye yönelik operasyonları ve tutuklamaları protesto etmek amacıyla eylem yapıldı. Bağlar Mahallesinde yola barikat kurarak lastik yakıp, yolu trafiğe kapatan yaklaşık 50 kişiden oluşan 2 gruba, çevik kuvvet ve özel harekât polisi saldırdı. Çevik Kuvvet ekipleri göz yaşartıcı bomba ve basınçlı su kullanarak grubu dağıtmaya çalıştı. Göstericiler de polise taş atarak karşılık verdi. Polisin saldırısı ile göstericilerden 3’ü yaralandı, 4 kişi de gözaltına alındı. Yaralılardan 14 yaşındaki Seyfi Turan bir özel harekât polisinin saldırısına maruz kaldı. Polis, Turan’a hem elindeki tüfekle hem de tekmeyle vurdu. Ağır yaralanan Turan’ın yardımına gazeteciler koştu. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne sevk edilen Turan’ın durumu ağır. Bu polis, ne çeşit bir insan ki, 14 yaşındaki bir çocuğa sadece Kürt olduğu için bunu yapabiliyor. Bu neyin düşmanlığı? Bu nasıl bir kin ve düşmanlıktır ki, 14 yaşındaki bir çocuk vahşice dövülüyor. İnsanın kanı donuyor izlerken; Polis arkadan gizlice gelerek çocuğu yakalayıp elindeki makineli tüfeğin dipçiğiyle kafasına defalarca vuruyor. O da yetmiyor, yere yığılan çocuğu bir de tekmelemeye başlıyor. Ve çocuk hareketsiz kalınca bırakıyor. Bir başka polis gelip kanlar içinde kalan çocuğun kolundan tutup sarsıyor, fakat çocuk hareket etmeyince hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyorlar. Ölüme terkediyorlar. Eğer oradaki gazeteciler tarafından görülüp ambulansla has-

taneye götürülmese, ağır yaralı çocuk beklide yaşamını yitirecek. Seyfi Turan, bilinci yerine geldikten sonra şunları ifade ediyor: “Olaylar çıkınca ben de merak edip arkadaşlarımla birlikte bakmaya gittim. Öylece duruyordum. Birden dünyam karardı, yere yığıldım, hiç bir şey hatırlamıyorum. Sonradan polisin başıma dipçikle vurduğunu söylediler” dedi. Hakkâri Valisi Muammer Türker, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı coşkusunun yaşandığı bir günde, kentin Bağlar Mahallesinde çıkan olayların kendilerini üzdüğünü söyledi. Vali Türker, olaylarda 1 kişinin kafasından yaralandığını, 1 kişinin gazdan etkilendiğini, 1 kişinin de polisten kaçarken suya düşerek yaralandığını belirterek, “Bu olaylar tüm Hakkâri halkını da rahatsız ediyor. Ümit ediyoruz ki bir daha bu tür olaylar yaşanmasın. Hakkâri’de ilk defa bu yıl 23 Nisan’da bu kadar güzel bir etkinlik düzenlendi. Bu tür güzelliklerin yansıtılmasını istiyoruz” dedi. Vali Türker ayrıca, yaptığı açıklamada, çocuğa orantısız güç kullanarak şiddet uygulayan güvenlik görevlisinin açığa alındığını ve işlenen suçun cezası neyse verileceğini ifade etti. Hakkâri valisi, saldırıyı yapan polisin bu yaptığının ödülünü, pardon cezasının ne ise verileceğini söylüyor. Tabi ya, bundan önce nasıl verdilerse bundan sonrada vereceklerdir! Vali beyin ne kadar samimi olduğunu göstermek için hala hafızalardan silinmeyen birkaç örnek verelim. Çok değil, birazcık geriye gidelim; 21 Kasım'da 2004’te Mardin Kızıltepe'de, 'yasadışı

örgüt üyelerine operasyon' gerekçesiyle, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz acımasızca öldürülmüştü. Ayrıca anne Makbule Kaymaz hakkında da, yasadışı örgüt üyesi ve yöneticisi olduğu gerekçesiyle, 15 yıla kadar hapis istenmişti. Sanık polisleri ise idari soruşturma, olay yerinde bulunduğu iddia edilen bir başka kişiyi kaçırdıkları için kusurlu buldu. Göreve iade edildiler. 'Burada can güvenliğimiz yok' dediler, başka illere atandılar. İfadelerini bulundukları illerde savcılıklarına vermek istediklerini belirttiler. Bu arada Kızıltepe Savcısı da, başka yere tayin oldu! Bir başka örnek; 7 Ekim 2007’de Bahçelievler’de Yürüyüş dergisi satarken polisin açtığı ateş sonucu 17 yaşındaki Ferhat Gerçek felç kaldı. Sakat bırakan polisler görevden alınmamış ve bu yetmezmiş gibi, sakat kalan Gerçek’e 15 yıl dört ay, bu saldırıyı yapan polislere ise dokuz yıl hapis istenmişti. Bu olayı protesto etmek amacıyla, Temel Haklar Federasyonu üyeleri Engin Çeber ve dört arkadaşına polis, asker ve cezaevi görevlileri tarafından işkence edildi. Engin Çeber dövülerek katledildi. Dava hala sürüyor. En son yaşanan olay Mart 2009'da Bursa’da, bir polisi vurduğu iddiası ile gözaltına alınan Ender Bulhaz Aktürk adlı devrimci, çok yoğun işkenceye maruz kaldı vb. Bu suçları işlemiş polisler hala ceza almış değiller. Zaten alsalar ne olur ki; ödül gibi ceza alıyorlar. Bunun yanında, bir çok dava da zaman aşımına uğruyor. Bunun gibi birçok örnek verebiliriz fakat buna gerek yok. Bu kadar yaşanmış örnek dahi polisin, devlet tarafından korunup kollandığının açık ispatıdır.

Asker ve Polisten ‘şefkat’ Özel harekâtçı tarafından dövülen Seyfi Turan’a, asker ve polisin “şefkat” eli uzandı. Emniyet Genel Müdürlüğü dayakçı polisi açığa aldı, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Yurdaer Olcan, Turan’ı hastanede ziyaret edip, “geçmiş olsun” dedi. Acaba bu ziyaretlerin sebebi gerçekten bu saldırıyı kınamaları mı? Yoksa burjuva medyanın da kameralarına takılan bu olayı duymayanın kalmamasından mı? Ve bu saldırının 23 Nisan kutlamalarına denk gelmesinin de etkisi olabilir mi? Bir tarafta rengarenk süslenmiş stadyumlar ve onların içini dolduran on binlerce çocuk Atalarının kendilerine armağan ettiği bayramı büyük bir coşkuyla kutluyorlar (bu arada bu bayramdan başka hiçbir ülkede yok çünkü bizim ülkemizde devlet çocuklara o kadar kıymet veriyor ki, onların adına bayram yapılıyor.). Bir ülkenin işçi-emekçilerini ve onların çocuklarını işsizlik ve bunun

getirdiği açlık, yoksulluk, sefalet , zam, zulüm altında inleteceksin, diğer taraftan kutlamalar yapıp, ülkede çocuklara ne kadar değer verildiği pozuna bürüneceksin. Bu iki yüzlülüktür. Devletin resmi rakamlarına göre, Türkiye’deki çocukların yüzde on sekizi yoksul. Tabi bu sayı gerçeği yansıtmıyor. Eğer bu sayıyı iki, ya da üçle çarparsak, gerçeğe yaklaşmış oluruz. Devlet gerçeği saklayıp pembe bir tablo çizmeye çalışıyor ama nafile. Diğer tarafta ise aynı gün öldüresiye dayak yiyen 14 yaşında bir çocuk. On binler eğlenirken o dayak yiyor? Elbetteki emekçi bir aileye ve Kürt halkına mensup olduğu için tüm bunlara maruz kalıyor. Kürt düşmanlığı devlet tarafından o kadar azdırılmış ki, internetteki bu vahşi saldırının videosunu yapılan yorumlardan anlayabiliriz. Şiddete maruz kalan çocuğa hem küfürler yağdırıyorlar, hem de az bile olmuş, bunların hepsi öldürülmeli, deniliyor ve polise de övgüler diziliyor. Halkların barış ve huzur içinde kardeşçe yaşaması bu sistemde mümkün değil. Burjuvazi, kendi asalak sistemini sürdürebilmesi için bizleri birbirimize her anlamda düşman edip bölmek ve bu aşağılık sömürü sistemine karşı örgütlenmemizin olanaklarını ortadan kaldırmak istiyor. Bu bir futbol takımı, din, mezhep, ya da milli köken olsun, hepsine başvuracaktır bizleri bölmek için. Devletin bu politikasına karşı halklar arasındaki düşmanlıklara karşı savaşmalı, kardeşçe duyguları yeşertmeliyiz. Kapitalist-emperyalist sistem ve bu düzenin sahibi egemenlerin devletinden bunları beklemek ham hayaldir. Halkların kardeşliğinin olanaklarını yaratmak isterken kendimize kılavuz edeceğimiz şey ise, sosyalizm bilimi olmalıdır. Halkların kardeşçe bir arada yaşamasının imkanı, ancak ve ancak sosyalist bir sistemle mümkündür. Bolşeviklerin önderliğinde 1917’de gerçekleştirilmiş olan Sovyet devrimi bu yolda yolumuzu aydınlatmaktadır. Halkların kardeşçe ve huzur içinde bir arada yaşamasını engelleyecek tüm olumsuzluklarla savaşılmış ve halkların kardeşçe yaşamasının olanağı yaratılmıştır. Bolşevik devrim sonrası, Çarlık Rusya’sı egemenliği altında hiçbir hakkı olmayan, yok sayılan tüm halklara eşit mesafede yaklaşılmış, hiçbir ulusa ayrıcalık tanınmadığı gibi kendi dilleri ve kültürlerini geliştirebilmeleri için olanaklar yaratılmış ve bu haklar yasa altına alınmıştır. Seyfi Turan’a yapılan bu saldırı ne ilktir, nede son olacaktır. Faşist saldırılara son vermenin yolu örgütlenmek ve kokuşmuş bu düzeni yerle bir edip, hak ettiği yer olan tarihin çöplüğüne göndermektir. Başka da bir yol ve çıkış noktası yok! Adana’dan bir YDİ Çağrı okuru. 25.04.09 √

11


halkların kardeşliği için

12

ayland’da egemen sınıf lar arasında Türkiye’dekine benzer bir iktidar dalaşı sürüyor. Bir yanda “ulusalcı” takılan, kendilerine “ilerici”, “aydın” vb. diyen, bürokratik devlet eliti var. Yüksek yargı, ordunun esası, yüksek devlet bürokrasisi bağlı oldukları ve 1946’dan bu yana Tayland Kralı olan Bumipol’un saflarında iktidarlarını korumak için mücadele ediyor. Bu takım birazcık demokratik kurallar içinde yapılacak bir seçimle çoğunluğun oyunu alarak iktidarlarını sürdürme şansına sahip değiller. O yüzden yer yer bizde olduğu gibi “bir çobanla bir profesörün oyu eşit ağırlıkta olabilir mi” yollu tartışmalar yürütüyorlar. Şimdilik buldukları çözüm parlamentonun seçimlerle değil, atama ile, Kral tarafından atanacak kişilerle kurulması! Bunu aleni savunuyorlar. Bu kesimin rengi sarı! Bu kesim sivil eylemlerde taraftarlarını sarı renkte tişörtlerle, sarı bayraklarla döküyor sokağa. Geçen yıl seçimlerle işbaşına gelmiş hükümeti düşürmek için yapılan sarı renkli kitle gösterilerinin ideolojisi ulusalcılık ve kralcılık, siyaseti darbecilikti. Nitekim bu kitle gösterilerinin ertesinde başbakan hakkında alınan Anayasa Mahkemesi kararıyla -yani yargı darbesiyle- hükümet devrildi. Yerine 12 Mart’ta olduğu gibi parlamentoda seçilmiş bir çoğunluğun temsilcisi olmayan, ulusalcılardan oluşan bir teknokratlar hükümeti kuruldu. Diğer yanda demokratik takılan, globalleşmeci, gelişen özel sermayeli büyük burjuvazinin temsilciliğini yapan, halk yığınlarının desteğini almada -halk yığınlarının çıkarına bir takım tedbirler alarak- başarılı olan kesim var. Bunlar devlet bürokratlarının iktidarı yerine, kendi iktidarlarını kurmak istiyorlar. Mücadelelerini açıkça Kraliyete karşı bir mücadele olarak yürütmemelerine rağmen, parlamentoya seçimle gelenlerin devlet iktidarının esas sahipleri olmasını savundukları noktada kraliyetle de karşı karşıya geliyorlar. Bu kesimin rengi kırmızı. Bu kesim tabanını kırmızı tişörtlerle ve kırmızı bayraklar altında mobilize ediyor. Bu kesimin kitle tabanı “sarı”larinkine göre çok daha geniş ve bu kesimin tabanı esasta ülkenin çoğunluğunu oluşturan yoksul ve en yoksullardan oluşuyor. Bu kesim 2000’li yıllarda yapılan bütün seçimleri açık ara farkla kazandı. Bu kesimin başını çeken ve kendisi Tayland’ın dolar milyarderlerinden biri olan Thaksin Shinawatra başbakan oldu. 2006’da

Tayland’da egemen sınıflar arasında Türkiye’dekine benzer bir iktidar dalaşı sürüyor. Bir yanda “ulusalcı” takılan, kendilerine “ilerici”, “aydın” vb. diyen, bürokratik devlet eliti var. Yüksek yargı, ordunun esası, yüksek devlet bürokrasisi bağlı oldukları ve 1946’dan bu yana Tayland Kralı olan Bumipol’un saflarında iktidarlarını korumak için mücadele ediyor. ordu Kralın da desteklediği doğrudan bir askeri darbe ile Shinawatra’yı devirdi. Shinawatra Tayland’ı terk ederek, Londra’da yaşamaya başladı. Fakat onun partisi darbe ertesi yapılan seçimlerde yine açık ara birinci oldu. Ve Thaksin’in en güvendiği adamlarından biri başbakan oldu. 2007’deki sarı ayaklanma işte bu emanetçi başbakanın devrilmesi için yapılmış ve ardından gelen yargı darbesi ile hedefine ulaşmış, seçilmiş hükümet devrilmiş, yerine Abhisit Vejajiva başbakanlığında Kralın/ordunun/yüksek devlet bürokrasisinin hükümeti atanmıştı. “Kırmızı”lar bu darbeye karşı en başından itibaren direndiler, fakat doğrudan sokak çatışmalarından vb. kaçındılar. Zamanın kendi lehlerine çalıştığının bilincinde, barışçıl eylemlerle ve parlamentodaki güçleri üzerinden de, yeni seçimleri zorlama ve seçimler üzerinden demokratik yoldan iktidarı yeniden ele geçirme yolunu tuttular. Bu yıl Tayland başkenti Bangkok’ta yapılan ASEAN zirve toplantısı, bu kesimin bütün dünyaya sesini duyurması ve gücünü göstermesi açısından iyi bir fırsat sunuyordu. ASEAN zirvesi öncesinde “Abhisit hükümeti derhal istifa etmeli”, “Derhal parlamento seçimleri yapılmalı” talepleri temelinde ülkenin her yanında “kırmızı” kitle gösterileri gelişti. Bu gösteriler ASEAN zirvesinin başlayacağı gün yüz binlerin

Bangkok’ta toplandığı bir kitle gösterisinde zirvesine ulaştı. Yüz binlerin ASEAN zirvesinin yapıldığı Kongre salonuna barışçıl yürüyüşünü durduracak güç yoktu. Kitleler ASEAN zirvesinin yapılacağı salonu basıp, ASEAN zirvesini başlamadan bitirip, kendi demokrasi talepli zirvelerini yaptılar. ASEAN zirvesini kendi yeni hükümetleri için bir prestij gösterisi olarak planlayan Tayland bürokrat burjuvazisi için zirve tam bir fiyasko olmuş, dünyanın gözü önünde bunların aslında Tayland toplumunu temsil etmedik leri görülmüştü.

Bu broşürleri isteyin, okuyun...

T

Tayland’da çoğunluk partisi şefinden “devrim” çağrısı…

Bürokrat egemenlerin bu fiyaskoya cevabı sıkıyönetim ilan etmek, orduyu devreye sokmak, kırmızıların gösterilerini tank paletleriyle ezmeyi denemek oldu. Bu deneme şimdilik başarılı değil. Kırmızılar tanklara rağmen sokak gösterilerini sürdürüyor. Demokrasi ve seçim taleplerini haykırmaya devam ediyor. Çıkan çatışmalarda verilen ölüler de şimdilik hareketin hızını kesmiş değil. Bu arada yeni bir gelişme var: Bugüne dek kitle eylemlerinde şiddetten kaçınma çağrısı yapan Shinawatra ilk kez “devrim” sözcüğünü ağzına aldı. Yaptığı bir açıklamada, hükümet sarayının önünde toplanan kitleye yaptığı telefon konuşmasında “Eğer üzerimize tanklar sürülüyorsa, o zaman devrim zamanı gelmiş demektir.” dedi. Tabii bir milyarderin ağzından toplumun en yoksullarına yönelen devrim çağrısı, iktidara bizi getirin dışında bir çağrı değil. Fakat gelinen yerde egemenler arasındaki iktidar dalaşında safların artık iyice ayrışıp belirginleştiğinin, dönüşü olmayan yola girildiğinin ifadesi. Artık ok yaydan çıkmıştır. Tayland’daki bürokrat elitin iktidarının sonu görülmüştür. Tabii silahların gücüyle kitlelerin ayaklanması kanla bir kere daha bastırılabilir, fakat bu sonu geciktirmek, ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bugünkü iktidarın yerine gelecek olan da işçiler ve emekçiler açısından tabii ki gerçek demokrasi, kurtuluş vb. olmayacaktır, fakat bu mücadeleler içinde kitleler kendilerinin neler yapabileceğini gördükleri noktada onlara ileriki kendi mücadeleleri için paha biçilmez deneyim kazandıracaktır. 17 Nisan 2009√


Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…

Taksim’de 1 Mayıs’ta yine işçilere saldırı vardı…

İşçi sınıfının mücadele tarihinde özel bir yere sahip olan bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Geçen yılki yaşananlardan sonra uluslar arası alandan ve ülkeden bir dizi gözlemcinin ve medya kuruluşunun gözlerinin üzerinde olduğu Taksim’de bu sene devlet yine aynı rezil duruma düşmemek için kolay kolay saldırmaz diyenler bir kez daha ne kadar yanılabileceklerini, buranın Türkiye olduğunu görmüş oldular. Her ne kadar -doğrudan sendika liderlerine saldırılmamış olması nedeniyle olsa gerek- medya bu yıl 1 Mayıs’ın Taksim’de olaysız veya önemli olay olmadan geçtiğini k-endi verdikleri görüntülerle çelişmesini de hiç umursamadan- iddia etmiş olsa da, önceki yıldan neredeyse farksız bir biçimde devlet güçleri yine pervasızca 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere saldırdı. Bunun zemini ise zaten bir gün önceden valinin yaptığı “makul sayıyı geçip de, güvenlik güçlerimizi saldırmak zorunda bırakmayın” çağrısında atılmıştı. Makul sayının ne olduğunu ise küçük bir matematik işlemle çıkarmak zor değildi: Türk-İş makul sayısını 500 kişi, Hak-İş ise 1000 kişi olarak vermişti, DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve 70’e yakın kitle örgütünün makul sayısı da bu sayıların toplamının iki katı olsundu, yani 3.000 civarında. Bu rakam açıkça telafuz edilmese de valiliğin yaklaşık bu kadarını “makul” gördüğü açıktı. Sendika konfederasyonlarının da vali ile mutabık kaldıkları bu karar ile, on binlerce insan içinden 3.000 kişinin hangi kriterlere göre seçileceği ve geriye kalanların ne olacağına açıklık getirilmemişti. Bu belirsiz kalan sorunun cevabı 1 Mayıs günü verildi. Bayramını 1 Mayıs alanında, yani Taksim’de kutlamaya gelen kafalarında sendika şapkaları ve ellerinde sendika bayrakları olan binlerce insan pervasız polis vahşetiyle karşılaştı. Şişli’den Taksim’e çıkan Halaskargazi Caddesi boyunca neredeyse her yüz adımda bir, sanki düşmanla cephe savaşına gidiyormuş gibi hazırlanmış olan Çevik Kuvvet polisi barikatlar kurarak deyim yerindeyse sinek uçurtmuyorlardı. Grup halinde gelen ve barikatı geçmek isteyen kitle anında tazyikli su ve gaz bombalarıyla dağıtılıyordu. Düzeni korumakla görevli “emekçiler” -polisler-, haklarını aramak

ve bayramlarını kutlamak isteyen emekçilere tanklarla ve silahlarla düşmanca saldırıyorlardı.

Taksim’in işçi sınıfı açısından önemi/önemsizliği… Nası l k i Tü rk iye’ni n sosyoekonomik ve kültürel yaşamının kalbi İstanbul olarak kabul ediliyorsa, sınıf mücadelesinin de kalbi İstanbul’dur dersek yanlış olmaz. Bunun içindir ki 1 Mayıs’ta da tüm gözler İstanbul’a çevrilir, burada yaşananlar bir anlamda tüm Türkiye’nin aynasıdır. İstanbul’da 1 Mayıs açısından da Taksim Meydanı çok özel bir yere sahip. Taksim Meydanı işçi sınıfı tarihi açısından en görkemli, en kalabalık 1 Mayıs’ların yaşandığı alan olarak ve 37 işçinin 1977’de hunharca katledilmesinin belleklere kazındığı alan olarak önemlidir. Bunun içindir ki işçi sınıfı açısından bu alanın 1 Mayıs’a açılması özel bir önem arzetmektedir. Egemen sınıfları temsil eden devlet güçleri de bunun bilincinde olarak ne pahasına olursa olsun Taksim’i işçilere, 1 Mayıs’a açmamakta inatla direniyorlar. Devlet işçilerle inatlaşmayı o kadar saplantı haline getirmiştir ki, vahşetini tüm dünya önünde sergilemekten ve İstanbul’un 2010’da Kültür Başkenti olmasına gölge düşürmekten çekinmemektedir. Taksim’i sınıf mücadelesi açısından simge haline getiren yukarıda saydığımız etmenlere rağmen, yapılması gereken doğru şey Taksim’i adeta fetiş haline getirmek değildi. Evet, sonuna kadar ve her türlü araçla Taksim’in 1 Mayıs’a açılması için mücadele etmek doğruydu (Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi olarak “Devrimci 1 Mayıs

Platformu”nun da bileşeni olarak çeşitli etkinliklerle bunun mücadelesini verdik) fakat işçi sınıfının bölünmesi, onbinlerin kendi bayramlarında ve mücadele günlerinde bir araya gelmesinin engellenmesi pahasına bunun yapılması doğru değildi. Bu konuda 1 Mayıs’ta esas hedeflenmesi gerekenin sınıfın “birlik, mücadele ve dayanışması” olduğunun nasıl unutulduğuna ve bir alanın nasıl esas hedef haline getirildiğine DİSK Genel Başkanının “önemli olan sayı değil, Taksim’de olmamız” ifadesi tipik bir örnektir. Bu yıl onyıllardan sonra en kitlesel bir 1 Mayıs’ın kutlanması fırsatı kaçırılmıştır.

İşçi sınıfının gündeminde olması gereken: Kriz, işsizlik… Esas tartışmalar 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na kilitlenince işçi sınıfının asıl gündemi de güme gitti. Devletin 1 Mayıs’ı bayram etmesinin ardından bazıları “sıra devrimde” diyerek, devrimi gündeme almalarına karşın, hayatın gerçekliği işçi sınıfının bırakalım devrimi, henüz kendi acil ekonomik çıkarlarının bile yeterince bilincinde olmadığını gösteriyor. İşçi sınıfının bilinçsizliğinin ve isyan etmezliğinin tek sorumlusu olarak bizzat işçi sınıfının kendisini görmek ama işçi sınıfının uyanmasını önlemek için elinden geleni yapan sendika bürokrasisi ile işçi sınıfının gerçek durumundan bihaber kendi hayal dünyalarını gerçek yerine koyan kimi “sol” grupların bunda payını görmemek son derece yanlış olur. Gerçek sınıf öncülerinin sınıftan kopukluğu bir türlü aşmayı başaramamaları da önemli bir başka neden.

1 Mayıs 2009 için çıkardığımız bildiride, sınıfın gündeminde olması gereken kriz ve krizden kurtulmanın yolu hakkında şunları yazmıştık; “İşçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde, sorumlusu kapitalistlerin olduğu ekonomik kriz giderek derinleşiyor. … Kriz işçiler, emekçiler açısından işsizlik demektir. Kriz yoksulluk, yokluk demektir. Kriz işçilerin, emekçilerin yaşam standartlarının daha da düşmesi demektir. Kriz açlık demektir. Kapitalist sistemin aşırı üretim krizleri, emekçiler için yetersiz tüketim demektir. … 1 Mayıs, kapitalizme karşı mücadele günüdür! 1 Mayıs, sömürüsüz yeni bir dünya yaratmak için kavga günüdür! 1 Mayıs, işçi sınıfının gücünü gösterme günüdür! 1 Mayıs, sınıfın mücadelesinin gelişmesinin önünde engel olan sendika bürokrasisini aşma günüdür! 1 Mayıs’ta, sermaye düzenine karşı kinimizi haykırmak, krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için alanlarda olalım. … Krizleri üreten kapitalist sistemdir. Mücadelemizi sadece AKP hükümetine karşı değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı vermeliyiz. Kapitalizm krizdir. Sömürüdür. Çevre talanıdır. Ulusal baskıdır. Milliyetçiliktir. Erkek egemenliğidir. Faşizmdir. Haksız savaşlardır vb. Kurtuluş, işçi sınıfının köylüler, emekçilerle birlikte sosyalizmin yolunu açacak olan demokratik halk devrimidir. Kurtuluş işçilerin, emekçilerin kendi iktidarlarındadır. Kurtuluş işçilerin, emekçilerin geleceği kendi ellerine almalarındadır. Yaşasın devrimci 1 Mayıs!” 07 Mayıs 2009 ✓

EK:1


1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı...

İstanbul Taksim...

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Devlet güçleri bu yıl da geçen yıl olduğu gibi 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen işçilere saldırdı. Sabah saatlerinde Türk-İş ve Hak-İş’in göstermelik makul sayıdaki katılımla gerçekleştirdikleri çelenk bırakma eyleminden sonra, DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve diğer gruplar Taksim’e yürümek için Pangaltında toplanmaya başladı. Ancak daha sabahın erken saatlerinde Pangaltına gitmek isteyen işçiler, sendika üyeleri ve diğer katılımcılar polisin Halaskargazi Caddesi üzerinde nerdeyse yüz metrede bir kurmuş olduğu barikatlarla karşılaştılar. Barikatları zorlayarak buluşma alanına gitmek isteyenler gaz bombalarıyla ve tazyikli suyla anında dağıtıldılar. Bu olaylar daha sonra hem valinin açıklamalarında, hem de egemen medyada çarpıtılarak “marjinal grupların olay çıkarmak amacıyla polise saldırısı ve polisin de izinsiz gösteri yapmak isteyen illegal grupları dağıtması” biçiminde lanse edildi. İlk açıklamalara göre sokak arası çatışmalarda 108 kişi gözal-

tına alındı ve 21’i polis 41 kişi yaralandı. Daha sonra Pangaltında bir araya gelen yaklaşık bin-iki bin kişilik kitle Taksim’e doğru yürüyüşe geçti, Taksim’de katılım 5 bini buldu. Taksim’e çıkanlar büyük coşku yaşadılar. Hep bir ağızdan “İşte Taksim, İşte 1 Mayıs!” sloganı haykırıldı. Taksim Anıtı bayraklar ve f lamalar ile kuşatıldı. Kazancı yokuşunda DİSK ve KESK başkanları Süleyman Çelebi ve Sami Evren birer konuşma yaptılar. 1977’de katledilenler saygı duruşuyla anıldıktan sonra yapılan konuşmalarda günün önemine vurgu yapmakla birlikte devletin baskıcı tutumunu eleştirdiler. 32 yıl aradan sonra ilk kez böyle bir katılımla Taksim’e çıkıldığı söylendi. YDİ Çağrı gazetesi olarak ve “Devrimci 1 Mayıs Platformu” bileşeni olarak f lamalarımızla, dövizlerimizle ve bildirilerimizle Taksim’e yürümek için toplanma alanına girmek istememiz polisin barikatı ve saldırısı nedeniyle mümkün olmadı. Değişik yollardan Taksim’e girmek için uğraşan okurlarımız başarılı olamadılar.

İÇİNDEKİLER Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…. . . . . . . . . . . . . EK:1 1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı... . . . . . . . . . . . . . EK:2 Akansel işçilerine uluslararası destek. . . . . . . . . . . . EK:4 Asil Çelik işçisi direnişi yükselteceğini duyurdu... . . . . . . EK:4 IBM işçilerinin mücadelesi sürüyor. . . . . . . . . . . . . EK:5 DESA direnişinin 1. yılında Deri İş’ten açıklama. . . . . . . EK:5 Bilinçli bir işçi anlatıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Deri İşçileri Derneği 1 yaşında! . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Toros Gübre'de 6. grev. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Yükselen değerimiz: Açlık ve yoksulluk sınırı. . . . . . . . EK:7 Türk Metal üyesi bir işçi yazıyor.... . . . . . . . . . . . . . EK:8 Teğet geçme buysa…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8

EK:2

Bir bütün olara k değerlendirdiğ imizde i ş ç i sı n ı f ı n ı n uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü 1 Mayıs anlamına uygun kutlanamamıştır. Egemenler bir kez daha işçilere azgınca saldırarak, işçilerin bayramlarını kutlamalarından bile ne kadar korktuklarını açıkça göstermiş oldular. Onlar polisleriyle, gazlarıyla, tanklarıyla ve coplarıyla işçilere saldırarak işçilerin hak arama mücadelelerine karşı duydukları kinlerini kustular bir kez daha.

Kadıköy'de 1 Mayıs Taksim'de ısrarcı olmayan, olursa orada kutlarız olmazsa başka yerde kutlarız tavrını başından beri takınan Türk-İş Valiliğin Taksim'e izin vermemesiyle birlikte 1 Mayıs'ı diğer konfederasyonlardan ayrı olarak Kadıköy'de kutlama kararı almıştı. Bu karara uygun olarak, 1 Mayıs günü saat 10 gibi de Kadıköy’de Numune Hastanesi önünde toplanılmaya başlandı. 11.30 gibi de yürünmeye başlandı. Alanda başka sloganların yanı sıra şu sloganlar atıldı: “Yaşasın halkların kardeşliği”,”1 Mayıs alanı Taksim Meydanı”, “Direne direne kazanacağız”, “İşten atmalar yasaklansın” vs. Taşınan dövizlerde şunlar yazılıydı: “Krizin faturasını ödemeyeceğim”, “Sözleşmelerde hak gasplarına hayır”, “İşten atmalar yasaklansın” vb. Direnişte olan DESA, ATV ve SABAH işçileri de eylemde yerini almıştı. Alana giriş tamamlandıktan sonra İstiklal Marşı okundu büyük çoğunluk tarafından. Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu kürsüye geldiğinde bir grup katılımcı tarafından yuhalandı. Bunun üzerine Türk-Metal'ciler “Türk-İş nereye, biz oraya” sloganını attı. DESA direnişçisi Emine Aslan ve ATV ve SABAH çalışanları da k ısa konuşmalar yaptılar. Yine Uluslararası Dayanışma Derneğinden Almanya’dan gelen temsilciler de birer konuşma yaptılar. (40 kişi gelmişti) Bunlar konuşmalarında özel olarak Taksim yasağına dikkat çektiler. Mitingde tiyatro ve sinema sanatçısı Gülsen Tuncer bir şiir okudu. Biz de ÇAĞRI çalışanları olarak “Haydi 1 Mayıs’a ..." adlı bildiri-

lerimizden dağıttık. Bunun yanı sıra kuşlamalarımızla alanı süsledik (bizden başka kuşlama yapan yoktu). Gençlerin yoğun katılımıyla geçen mitingte katılım 8-10 bin civarındaydı.

Adana’da 1 Mayıs... İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs Adana’da büyük bir coşkuyla kutlandı. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı mitinge Taksim ve kriz sloganları damgasını vurdu. Hemen hemen tüm kortejlerde “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı atıldı. Saat 13’ten itibaren Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde toplanan işçi ve emekçiler, saat 14’te iki ayrı koldan Uğur Mumcu Meydanına doğru yürüyüşe geçtiler. Bir kolda Türk-İş’e bağlı sendikalar, grevde olan Toros Tarım işçileri, ardından KESK’e bağlı sendikalar ve sonrasında demokratik kitle kurumları ve sol partiler yer aldı. Diğer yürüyüş kolunda DİSK pa n kar t ı arkasında Genel-İş Emekli-Sen, Dev Sağlık-İş yer aldı. Genel-İş korteji içerisinde ise işten atılan Makyal-Erka işçileri yer aldı. Daha sonra TMMOB, E ğ it i m-İ ş , A DD, E ğ it-D e r, Sosyalist Feminist Kollektif, İHD, İşçi Filmleri Kollektifi, Adana Eczacılar Odası, Halkevi kortejleri yürüdü. Sonrasında içerisinde YDİ Çağrı’nın da yer aldığı Devrimci 1 May ıs Platformu kortejleri “Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yêk Gûlan” ortak pankartı arkasında yer aldı. Bu platform içerisinde Güney Sanat Topluluğu kendi pankartı ile yürüdü. YDİ Çağrı okurları flamaları ile ayrı bir blok oluşturdular. Devrimci 1 Mayıs Platformunun ardından sol partiler ve kurumlar yerlerini aldılar. Güney Sanat Topluluğu alana girdikten sonra “Umut Kimde?” oyunundan kısa bir bölüm sundu. Oyunda çalışan işçiler ile işçilerin daha hızlı çalışmasını emreden bir patron ve bu tempoya dayanamayıp ölen bir işçi gösterildi. Ölen


işçi daha sonra diğer işçiler tarafından omuzlarda taşındı. Oyuncular daha sonra tek tek insanlara giderek “Umut Kimde?” diye sorarak oyunu sonlandırdılar. Oyun izleyenler tarafından ilgiyle karşılandı ve sık sık alkışlandı. Tüm kortejlerin alana girmesi beklenmeden miting programı başlatıldı. Enternasyonal marşı eşliğinde saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşunun ardından Tertip Komitesi adına Eğitim-Sen Şube Başkanı Güven Boğa ortak metni okudu. Metinde krizini faturasının emekçilere ödetildiği, AKP Hükümetinin çıkardığı ekonomik paketler ile sermayeye 54 milyar lira aktarıldığı, buna rağmen işsizliğin artmaya devam ettiği vurgulandı ve somut işten atmalar, baskılar ve bunlara karşı mücadelelerden örnekler verildi. Yapılan konuşmanın ardından Eğitim-Sen üyesi olan Ferhat Başbağ ve eşi Duygu Başbağ’dan oluşan Grup Rüzgar ve MKM bünyesinde yer alan Koma Pel sahne aldı. Miting Koma Pel’in coşkulu şarkıları eşliğinde çekilen halaylar ile son buldu. 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesine rağmen bu yıl ki 1 Mayıs mitingine katılım beklendiği gibi çok fazla değildi. Mitinge çok daha fazla insanın katılması bekleniyordu. Ayrıca işçi ve memur sendikalarının katılımı (bazı sendikalar dışında) çok fazla değildi. Kitlenin önemli bir bölümü siyasi partiler ve demokratik kitle örgütleri içerisinde yürüdü. Burada da ağırlık lise ve üniversite öğrencilerindeydi. Alana girdikten sonra işçilerin çoğunluğu da ayrılmaya başladı. Katılımın çok fazla artmamasının önemli nedenlerinden biri 1 Mayıs’ın tatil edilmesine rağmen bunun birçok işyerinde, fabrikada uygulanmamış olmasıdır. Diğer bir neden de devletin 1 Mayıs öncesi tüm toplumu terörize etmeye çalışmasıdır. Özellikle İstanbul’da düzenlenen operasyonlar ile medya aracılığı ile 1 Mayıs’a katılacak olanlara mesaj verilmeye çalışılmıştır. Oysa her yıl olduğu gibi bu yıl da kolluk güçlerinin müdahalesi olmadığı durumlarda eylemler coşkulu bir şekilde yapılmıştır.

Eskişehir'de 1 Mayıs Eskişehir’de 1 Mayıs saat 16’da Anadolu Üniversitesi tramvay durağında toplanan sendika ve demokratik kitle örgütlerinin mitingin yapılacağı Sıhhiye Meydanı’na kortejler halinde yürümesiyle başladı. DİSK, KESK ve Türk-İş’e bağlı sendikalar, TMMOB, TTB, meslek odaları ÖDP, EMEP, DTP, DSP, CHP gibi siyasi partiler ve demokratik kitle örgütleri katıldı. Geçen yılki katılıma yakın ama coşkusuz bir 1 Mayıs kutlandı. Özellikle Türk-İş’e bağlı gerici sendikaların (Türk Metal, Çimse-İş) geçen yılkı gibi bu sene de DTP’nin alana girmesiyle milliyetçi, faşizan tavırla slogan atıp DTP’yi yuhaladılar. DİSK’e

bağlı Birleşik-Metal-İş alana girerken ismi tertip komitesi tarafından anons edilmedi. DİSK’i tertip komitesine almayan Türk-İş bu bağlamda da kimin yanında, kimin dostu, kimin çıkarlarını savunduğunu gösterdi. Adı anons edilmeyen Birleşik-Metal-İş alanı terk etti. Ardından bazı siyasi parti ve demokratik kitle örgütleri de alanı terk ettiler. 1 Mayıs’a DTP kitlesel katılımıyla dikkat çekenlerdendi. Kürsüden yapılan konuşmalarsa dostlar alışverişte görsün mantığıyla ruhsuz, işçi sınıfının çıkarlarından ve sorunlarından uzak konuşmalardı. 1 Mayıs’ın içini boşaltarak karnaval havasında geçirmeye çalışıp milliyetçi, şoven tavırlarla kutlamak isteyenlerden elbette işçi sınıfı bir gün hesap soracaktır. Halkların kardeşliği şiarının yükseltildiği, sömürücülere ve egemenlere karşı ekonomik ve siyasi taleplerin milyonlar tarafından sahiplenildiği günler gelecektir. Nice bedellerle

ödenen bu kavga ruhuna yakışır bir şekilde kavganın kızıllığıyla alanlarda kutlanacaktır. Sömürü çarkının dişlerini sürekli yağlayan sarı gerici sendikalar da bunun hesabını vereceklerdir.

ları için işten atılan Dev-Sağlık-İş üyesi işçiler, Mersin Hilton Otelinde Oleyis-İş sendikasına üye oldukları için atılan işçiler de yürüdüler. Bu yılki 1 Mayıs yürüyüşüne ilk defa Roma-Sintiler da katıldı. DTP korteji miting alanına girerken eline Türk bayrağını alan bir kişi, bayrağı DTP’lilere sallayarak, “Hepiniz bu bayrağın altında ezileceksiniz" şeklinde bağırdı. Yürüyüşe katılanların Metropol miting alanında toplanmasının ardından 1977 yılında İstanbul Taksim'deki 1 Mayıs kutlamalarında hayatını kaybedenler anısına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşunun ardından konuşan; Tertip Komitesi Başkanı ve Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu, bugün dünyanın dört bir yanında emeğin bayramının kutlandığını belirterek, İstanbul'da meydana gelen olaylara tepki gösterdi. Alaybeyoğlu, Türkiye'de işsizliğin had safhada olduğunu ancak bu durumun global krizle birlikte tırmanışa geçtiğini ifade etti. 1 Mayıs’ın yasal olmasının hükümetin bir lütfu olmadığını, mücadele sonucu kazanıldığını ve yasal olmasını selamladıklarını belirtti. Daha sonra KESK MYK üyesi Hüseyin Gürpınar kısa bir konuşma yaptı. TÜMTİS Genel sekreteri Gürel Yılmaz da bir konuşma yaparak liman

Mersin’de 1 Mayıs Mersin son yılların en kalabalık ve coşkulu 1 Mayıs’ını kutladı. İşçiler sendikalarının önünde toplanarak Hastane caddesini trafiğe kapatarak yürüyüşün başlayacağı yer olan devlet hastanesine doğru sloganlar atarak yürüdüler. Akansel işçileri liman önünde bir araya gelerek ve yürüyüş alanına sloganlar atarak yürüdüler. İşçi sendikalarının katılımı oldukça yoğundu. Devlet hastanesi önünde bir araya gelen binlerce işçi ve emekçi Metropol miting alanına doğru, “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!.. Yaşasın 1 Mayıs” pankartının arkasında yürüyüşe geçti. “Yaşasın 1 Mayıs, iş ekmek yoksa barışta yok, yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla işçiler taleplerini dile getirdiler. 117 gündür direnişte olan AKANSEL işçileri “Duydunuz mu! 117 Gündür İşimiz İçin, Onurumuz İçin, Anayasal Haklarımız İçin Direniyoruz” pankartı arkasında, “Direne direne kazanacağız”, “Limana sendika girecek, başka yolu yok!”, “Yaşasın 1 Mayıs” sloganları ile yürüdüler. 24 gündür grevde olan Toros Tarım işçileri de “Toros Tarım Grevci İşçileri” pankartı ile yürüdüler. Toros Devlet hastanesinde 40 yaşını doldurduk-

işçilerinin duruma dikkat çekti.

Bursa'da 1 Mayıs 1 Mayıs İşçi Bayramı Bursa’da uzun zamandan bu yana ilk defa bu kadar yoğun bir katılımla kutlandı. Demirtaşpaşa Mahallesinde başlayan ve Fomara Meydanında biten yürüyüşe çeşitli sendika, kitle örgütleri, partiler ve sol sosyalist dergiler katıldılar. Yürüyüş güzergâhı kitlelerin yoğun olmadığı bölge olduğu için isabetli bir tercih değildi. Polislerin yoğun güvenlik önlemleri nedeniyle katılımcıların miting alanına gelmeleri uzun sürdü. Kürsüde sunuculardan biri “Bu topraklarda Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Abaza, Gürcü, Alevi, Sünni, Hıristiyan hangi etnik kökenden ve hangi dini inançtan olursa olsun halkların beraber yaşamasında hiçbir engel yoktur. Ama şovenizm bu topraklarda kışkırtılmakta halklar vs. birbirine düşürülmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen bizlerin yan yana yaşamamızda bir problemimiz yoktur. Onun için hep bera-

ber birlikte yaşasın halkların kardeşliği birlikte haykıracağız.” dendi ve kitle hep birlikte “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganını attı. (Ama bir şey çok dikkat çekti. Bu topraklarda en önemli sorun geniş emekçi kitlelerin Ermeni soykırımı konusunda şoven tavırlara sahip olması ve bu halkların kardeşliği için aşılması gereken en büyük engeldir. Konuşmacının bilerek ya da bilmeyerek bu sorunu atlaması sadece sorunun büyüklüğünü göstermeye yeter). Bütün kitle yerini aldıktan sonra 1 Mayıs 1977’de ve diğer katledilen işçilerin anısına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşu sırasında 1 Mayıs marşı eşliğinde şehit olan işçilere şiir okundu. Ardından platform temsilcileri Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi Mehmet Kanca, KESK Bursa Şubeler Platformu adına Candan Coşkun ve Birleşik Metal İş Sendikası Marmara Bölge Temsilcisi Ayhan Ekinci sırasıyla konuşma yaptılar. Türk-İş adına konuşan Kanca “Krize karşı direndiğimizi, sermaye tarafından krizin yükünü işçilere emekçilere yüklemesini kabul edemeyeceğimizi krizin sorumlusunun bizler olmadığımızı...” şeklindeki bilinen şeyleri tekrarladı. Bu arada Kanca, konuşması sırasında devrimci sol gruplar tarafından ıslıklarla ve sloganlarla protesto edildi. Protestoları engellemek için KESK temsilcisi müdahale etmek istedi fakat pek sonuç vermedi. Ne kadar krize karşı direnme palavrasını söyleseler de direnişi hiçbir zaman eyleme dönüştürmediklerini herkes biliyor. Daha sonra Ayhan Ekinci “1 Mayıs 1977’de katledilen işçilerin önünde saygıyla eğildiğini ve Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamanın uzlaşma yolu ile değil, büyük bir mücadele sonucu kazanıldığını” belirtti. “Yarınları kazanmanın sadece mücadele ile gerçekleşeceğini” söyledi. Konuşmasının devamında “Asemat’ta 123, Asilçelik’te 93 gündür grevde olduklarını, işverenin “0” zam dayatmasına rağmen sonuna kadar direneceklerini bu onurlu mücadeleden geri adım atmayacaklarını ve her ne pahasına olursa olsun her türlü engelleme ve girişimlere rağmen onurla direnmeye devam edeceklerini…” vurguladı. Yürüyüş ve miting sırasında işçiler ve devrimciler yoğun olarak şu sloganları attılar: “Direne direne kazanacağız.”, “Sermayeye karşı omuz omuza.”, “İş ekmek yoksa barışta yok.”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek.”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz.” Yürüyüşe katılım yaklaşık 8000 k işiydi. Mitinge; BMİS, KESK, TÜRK-İŞ, BATİS, BAMİS, SP, DTP, BDSP, Partizan, ESP, DHF, Halk Evleri, DEV-LİS, DEV-GENÇ, ÖDP, EMEP, Dernekler Platformu ve İşçi Hakları Derneği katılım gösterdi. Miting müzik dinletisi eşliğinde halaylar çekilerek son buldu. ✓

EK:3


Akansel işçilerine uluslararası destek

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

A

EK:4

kansel işçilerine destek büyüyerek sürüyor. 29 Nisan 2009'da Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın işçileri ziyaret ederek destek verdi. Öztaşkın, bugün gelinen noktada Türkiye'de sendikalaşma önünde yasal ve gayri yasal engellerin olduğunu söyleyerek, "Biz örgütlenmek, sendikalaşmak istiyoruz ama önümüze bin bir türlü engel çıkarılıyor. İşçilerin örgütlenmesinin önüne çok katı engeller konuluyor. Bu engeller 12 Eylül askeri yönetimince konmuştur ve bugün halen mevcut 'Sendikalar Yasası' ile 'Toplu İş Sözleşmesi Yasası', 12 Eylül'ün izlerini en fazla taşıyan yasaların başında geliyor" dedi. 30 Nisan 2009'da Uluslararası Taşıma İşçileri Federasyonu (ITF) Kara Taşımacılığı Bölüm Başkanı Mac Urata, Mersin Limanı'nda işten çıkartıldıkları için 116 gündür eylem yapan işçileri ziyaret ederek destek verdi. Urata, Mersin Limanı'nda yaşananları rapor edip, ITF Genel Sekreterliği'ne sunacağını söyledi. Saat 12.30'da yapılan basın açıklamasına işçi aileleri, çocukları ve limanda çalışan işçiler de katıldı. Sık sık "direne direne kazanacağız, yaşasın işçilerin birliği" sloganları atıldı. Urata konuşmasında, gerek limanın ana işletmecisi Mersin International Port (MIP) ile gerekse de alt işveren olan Akan-Sel yetkilileriyle görüşmelerde bulunduğunu söyleyerek sözkonusu görüşmelerde her iki firma temsilcilerinin de suçu birbirine attığını ve bu durumda mağdur olanın liman işçileri olduğunu belirtti. Urata; "Mersin Limanında yaşanan gelişmeleri yakından takip ediyoruz. 2 yıllık özelleştirme sürecinden sonra tek gördüğümüz, sadece kar peşinde koşulduğudur. Sizlerin bu

şekilde mağdur edilmenizin tek nedeni de kar hırsıdır. Onlar, işçilerin refahı ve güvenliğiyle ilgilenmiyorlar, bunu düşünmüyorlar" dedi. Urata, ülkesine döndüğünde konu hakkında bir rapor hazırlayıp ITF Genel Sekreterliği'ne sunacağını da belirterek, konunun takipçisi olacaklarını dile getirdi. İşten atılan işçilerin yeniden işlerinin başına dönmesini talep ettiklerini ve işçilerin sendika çatısı altında örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılmasını istediklerini kaydeden Urata, söz konusu talepler kabul edilinceye kadar eylemin devam edeceğini açıkladı. Limandaki bazı işlerin Akan-Sel firmasından alınarak yeni kurulan MPO adlı firmaya devredildiğini ve bu firmayla ilgili kuşkulu olduklarını ifade eden Urata, bu noktada liman yönetiminden açıklama beklediklerini söyledi. Liman işleticisi veya alt işverenin her kim olursa olsun limanda çalışanların iş güvenliğinin, işten atılmama garantilerinin her zaman sağlanması gerektiğini vurguladı. Urata, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bu sorun çözülene kadar ITF ve dünyadaki 500 ortağı, bu mücadelenizi destekleyecek. Eğer birkaç gün daha bu mücadelenizi sürdürürseniz, zafer kazanacağımıza inanıyorum." TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk ise, Mersin Limanında 116 gündür hukuksuzluk yaşandığını ileri sürerek, liman işçilerinin haklarına saygı gösterileceği yerde baskı kurulmaya ve yeni paravan şirketler devreye konularak işçilerin mücadelesinin kesilmeye, işe geri dönüşlerinin engellenmeye çalışıldığını söyledi. YDİ -Çağrı / Mersin 02.05.2009 √

Asil Çelik işçisi direnişi yükselteceğini duyurdu...

20

08-2010 Tis görüşmeleri, ücretsiz izinlere çıkarmalar ve işverenin “0” zam dayattığı Asil Çelik işçisi bilindiği gibi 30 Ocak’tan beri grevini sürdürüyor. 65 günü dolduran greve rağmen işveren krizi fırsat bilerek,”0” zamdan geri adım atmıyor. Ocak’tan beri defalarca yapılan görüşmeler bu güne kadar bir sonuç vermedi. Asil Çelik işçisi çok ağır koşullarda bu grevi yürütüyor. Ücretsiz izinlere çıkarmalarda sendikanın yaptığı taktik hatalar ve bu grev sürecinde yer yer pasif davranmaları işçileri huzursuz ederek sendikaya karşı tepkinin gelişmesine neden oluyor. İşveren de bu ortamı elinden geldiği kadar iyi kullanıyor. Grev kavgasını diri tutmak, moral üs-

tajı gerekmektedir. Sendika şubesi bir grup işçiyle birlikte fabrika kapısında toplanır. Burada da yatırımın montajının ''yasal'' olduğu işçilere bildirilir. Ancak işçilerin büyük çoğunluğunun tepkisi ile karşılaşılır. Bunun üzerine şube, tüm çalışanlarını ayın altısında Asil Çelik önünde toplanmaya çağırdı. O gün şube sekreteri E.Bektaş kısa bir açıklama yaptı: “Yatırım malzemelerinin montajı için gelecek olanlar hiçbir şekilde içeri alınmayacak” dedi. Bunun üzerine Asil Çelik işçisi “sonuna kadar direneceğiz. Birazdan Selçuk başkan gelecektir o gerekli açıklamayı yapacaktır.” dedi. Daha sonra Selçuk başkan “dışardan hiçbir şey içeri bırakılma-

tünlüğünü elde tutmak, daha aktif eylemlikler, dayanışma geceleri aileleri ve esnafı dahil etmek için çok çeşitli eylemlikler yapılmalıydı, yapılmalıdır. Bu öneriler işçiler tarafından getirilmesine rağmen ne sendika şubesi ne de sendika merkezi dikkate alıyor. Doğal olarak sendikaya olan güven tartışılır duruma geliyor. Şube yönetiminde olan kimi sorumluların, uzlaşmacı ve pasif tavırlar takınmaları eylemin diriliğini kırıyor. Kısa zaman önce işveren tarafından yatırım malzemesi içeri alınmak isteniyor. İşçiler haberdar olduklarında bunu engellemek gerektiğini belirttiler. Ama sendika şube yönetimi yatırım malzemelerinin içeri alınmasının yasal olduğu açıklamasını yapıyor. İşçilerin tepkisine karşılık 'yasalara göre hareket edersek bir şey yapamayız' deniyor. Bu gelişme üzerine işçiler bu tavrın yanlış olduğunu söylerler. İşveren açısından artık bu yatırım malzemelerinin mon-

yacaktır. Bu süreç kavgalı bir süreç olacaktır. Jandarma önümüze dikilse de direneceğiz. Yatırım yasal olsa da, biz yasalara karşı değiliz ve saygılıyız. ( Sayın başkana o zaman sormak gerekir Disk ve BMİS’in 12 Eylül yasalarına karşı olduğu; ve en önemlisi sendikalara getirilen anti demokratik yasalara karşı olduklarını nasıl anlamak gerekir? Ama bu reformist, sınıf uzlaşmacı tavrı iyi anlıyoruz. Yeni de değildir. “ne şiş, ne kebap” misalidir). Ama bu süreç kavgalı süreçtir bunu sonuna kadar götüreceğiz. İşveren boşuna bizi zorlamasın, bunların üstesinden geliriz ve sonuna kadar direneceğiz. Yatırım için taşeron alımlarına fırsat vermeyeceğiz. Hepimiz buna hazırlıklı olmalıyız. Gerekirse Ankara’ya kadar yürüyeceğiz. Yönetimle konuşacağız bir eylem planı çıkaracağız.” diye duyurdu. 6.04.2009 Bursa Bir YDİ Çağrı okuru √


IBM işçilerinin mücadelesi sürüyor

B

İşçiler ayrıca başından beri sendikaları Tez Koop – İş’in beyaz yakalıların örgütlenmesine önem verdiğini bunun somut bir adımı olarak da İstanbul 2 No’lu Şube binasında Bilişim Örgütleme Bürosu’nu faaliyete geçirdiğini ve 17 Nisan Cuma günü saat 12:30’da bu büronun yapılacak açılışa tüm dostları davet ettiklerini belirttiler. Tüm beyaz yakalıları uyanmaya ve örgütlenmeye çağırdılar. Kriz bahane edilerek çeşitli işkollarında ve işyerlerinde toplu işten çıkartmaların ve hak gasplarının yaşandığını, her geçen gün işçi çıkaran işyerlerinin arttığını buna karşı şu an yürüyen başta ATV- Sabah grevi olmak üzere tüm direnişleri selamladıklarını dile getirdiler. Açıklamada bu grev ve direnişlere tüm sendika ve konfedarasyonların sahip çıkması, mücadeleye öncülük yapmaları istendi. Ocak ayından beri süren ve kamuda çalışan 320 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamadığı belirtilen açıklamada Hava – İş ve Tek Gıda –İş Sendikalarına işkolu itirazlarıyla, Deri – İş Sendikası’nı soyarak, bilgisayar harddisklerini çalarak Ergenekonla ilşkilendirmeye çalışılmasının ibret verici olduğunu ve tüm bunların amacının muhalif sesleri bastırmaya yönelik olduğu vurgulanarak bu karalama ve baskılara son verilmesi istendi. Açıklama boyunca “direne direne kazanacağız!, IBM işçisi yalnız değildir, işçiyiz haklıyız kazanacağız, yaşasın örgütlü mücadelemiz, zafer direnen emekçinin olacak, işçilerin birliği sermeyeyi yenecek, kurtuluş yok tekbaşına, ya hep beraber ya hiç birimiz, söz bitti sıra eylemde!” vb. sloganlar sık sık atıldı. Eyleme getirilen Tek Gıda – İş’in ses aracında çalınan türkülerle coşkulu geçen açıklamanın sonunda Tez Koop – İş sendikası İstanbul 2 No’lu Şube olarak İstanbul’da bu yıl kutlanacak 1 Mayıs ile ilgili de tavır belirttiler: Birleşik, kitlesel ve görkemli bir 1 Mayıs kutlaması yapılmasını istediklerini 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi ve Taksim’in 1 Mayıs alanı olarak işçilere açılmasını istediklerini, fakat 1 Mayıs öncesi gündemin merkezinde sadece alan değil taleplerin yükseltildiği, kitlesellik ve mücadele coşkusunu yaratma hedefinin de yer alması gerektiğini belirttiler. Nisan 2009 √

N

isan 2008’de Düzce ve İ s t a nbu l ’ d a bu lu n a n DESA deri fabrikasında çalışan işçiler, sendikal haklarını kullanarak Deri İş Sendikası’na üye oldu la r. DE SA pat ronu Düzce’de sendika üyesi olan 41 işçiyi, İstanbul Sefaköy’de 1 işçiyi işten çıkardı. 1 yıldan bu yana işten atılan işçilerin işlerine sendikalı olarak dönme mücadelesi sürüyor. İstanbul Sefaköy’de Emine Arslan tek başına bütün saldırılara rağmen, DESA önünde direnişini sürdürüyor. Emine Arslan DESA direnişinin sembolü haline geldi. Deri-İş Sendikası İzmir Şubesi, DESA direnişinin birinci yılında Konak Eski Sümerbank önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına TÜMTİS İzmir Şubesi kendi pankartı ve üye işçilerle katılırken, diğer sendikalardan Tek Gıda İş, Tez Koop İş vs. katılım temsilci düzeyinde idi. Basın açıklamasına Deri İşçileri Derneği üyeleri de katıldı. Basın açı k lamasını Deri-İş Sendikası İzmir Şube Başkanı Makum Alagöz okudu. “Direnişlerini sürdüren üyelerimize yönelik para ve iş teklifleri ile başlayan gözaltılar, açık tehditler ve gözdağı vermelerle süren manevralar geçtiğimiz günlerde yeni bir boyut kazanmıştır. Hükümete yakınlığı ile bilinen Samanyolu TV eliyle Sendikamıza yönelik çirkin ve düzmece bir iftira kampanyası başlatılmıştır. Adı geçen televizyon, Sendikamızca DESA işyerlerinde yürütülen yasal ve haklı örgütlenme mücadelesini “Ergenekon tertibi” olarak nitelemiş, Sendikamızı kamuoyunca Ergenekon” olarak bilinen yasa dışı oluşumla bağlantılı imiş gibi

göstermeye çalışmıştır. Aynı yayın içerisinde sözlerine yer verilen, üyelerimize yönelik eylemlerinin yasa dışılığı mahkeme kararlarıyla da tespit edilmiş bulunan DESA işvereni ise, tüm işverenleri kendilerinin yasa tanımaz tavrına ortak olmaya çağırmıştır. Bu çirkin kampanyayı takiben önce Sendikamızın web sitesi çökertilmiş, 30 Mart gecesi ise İstanbul’da bulunan genel merkezimize girilerek yazılı ve görsel arşivimizin bulunduğu bilgisayarlar ve kameralar çalınmıştır. Birbirini izleyen saldırıların tesadüf olmadığı açıktır. Ancak tüm bu saldırılar, Türkiye Deri-İş Sendikası’nı, kuruluşundan bu yana en zor koşullarda bile ısrarla koruduğu mücadele geleneğinden bir adım bile saptırmayacaktır. Bugüne dek işverenler ve yandaşlarının her türlü baskı ve oyununa, her türden yasa dışı uygulamasına kararlılıkla karşı koymuş olan Deri-İş, deri işçilerinin yasal ve meşru temsilcisi olarak bundan sonra da üyelerinin ve tüm işçi sınıfının hakları uğruna mücadelesini aynı azimle sürdürecektir.” Basın açık laması sırasında; “DESA işçisi yalnız değildir!, İş, ekmek yoksa, barış da yok!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Satılmış medya istemiyoruz!, DESA şaşırma, sabrımızı taşırma!, Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Direne direne kazanacağız!, Yaşasın onurlu mücadelemiz!” sloganları atıldı. Yaşasın sınıf dayanışması! İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i yenecek! 11 Nisan 2009 YDİ Çağrı/İzmir √

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

ir bilişim sektörü olan IBM’de çalışanlar bir yıldan fazladır sendikalaşma mücadelesi veriyor. Hatırlanacağı gibi çalışanlar, şimdiye kadar üyesi oldukları Tez Koop – İş Sendikası’nın İstanbul 4 No’lu Şubesi’nin Levent’teki IBM Genel Merkezi önünde yaptığı basın açıklamaları ile gelişmeler hakkında kamuoyunu bilgilendiriyor ve tüm emek dostlarını mücadelelerine destek olmaya çağırıyorlardı. Çalışanlar yine bu amaçlarla aynı yerde böyle bir basın açıklamasını 9 Nisan 2009 günü bu kez Tez Koop – İş Sendikası İstanbul 2 No’lu Şube ile birlikte yaptılar. Sendikanın büro çalışanları ve örgütlenme uzmanlarının yanısıra IBM ile ilgili yapılan tüm eylem ve etkinliklere destek veren EMO İstanbul Şubesi yöneticileri ile Tek Gıda – İş Sendikası Genel Merkez ve Şube yöneticilerinin de katıldığı açıklamada “IBM’de sendikal haklara saygı istiyoruz!” Tez Koop – İş Sendikası imzalı pankart açıldı. “IBM’de sendika düşmanlığına son!, Direne direne kazanacağız!, IBM işçisi yalnız değildir!, IBM’de işten atılan temsilciler geri alınsın!, IBM’de mühendis, üniversitede şoför, Migros’ta kasiyer işçiyiz Tez Koop – İş’liyiz!”, vb. dövizler taşındı. Açıklamada işçiler 2008’in başından bu yana sendikal mücadele verdiklerini, patronun o günden bu yana işkoluna, çoğunluğa itiraz ederek ve sudan gerekçelerle üç temsilciyi işten atarak sendikalaşmayı engellemeye çalıştığını belirttiler. Diğer açıklamalarında olduğu gibi patronu bir kez daha kınadılar. Bu hafta hem işkolu, hem çoğunluk ve hem de işten atılmalarla ilgili görülen davaların duruşmasının yapıldığını, işkolu itirazı ve çoğunluk davası ile ilgili bilirkişi raporlarının gerçeği içermesi ve patronun kanıtsız suçlamalarıyla gülünç duruma düşmesinin kendilerinin kazanacağının somut delilleri olduğunu belirten işçiler, önümüzdeki ayda karar alınacağını ve bu kararın TİS yolunu açacağını belirttiler. Bu itirazları ile çalışanların bir yılını çalan patronu, şimdiye kadar yaptığı gibi süreci uzatmaya yönelik tavırlarından vazgeçmeye çağıran işçiler şimdiye kadar hiçbir yerde haklı çıkmayan patronu boşuna davayı temyize göndermemesi yönünde de uyardılar.

DESA direnişinin 1. yılında Deri İş’ten açıklama

EK:5


Bilinçli bir işçi anlatıyor....

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

M

EK:6

erhaba, yaklaşık üç yıldır bir ecza deposunda çalışmaktayım. Bu üç yıl zarfında yöneticilerin biz çalışanların çalışma koşullarını, her geçen gün nasıl çekilmez hale getirdiklerinin öyküsünü, elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Bu ecza deposu kooperatif bir işletme. İşe ilk başladığımda çalışma koşullarının diğer özel depolara göre biraz daha rahat olacağı kanısındaydım. İlk başlarda öyle de oldu. Fakat gün geçtikçe, var olan yönetici kademesi değiştikçe, üzerimizdeki baskılar ağırlaşmaya ve çalışma koşullarımız çekilmez hale gelmeye başladı. Ecza depoları, eczanelere bağlı olarak mesai saatlerini belirlemekteler. Yani eczaneler ne zaman açıksa, ecza depoları hizmet vermek durumundalar. Bölge ve şehirlere göre eczane mesai saatleri farklı olabiliyor. Bir şehirde Cumartesi öğleye kadar açıksa, bir başka şehirde kapalı olabiliyor. Benim çalıştığım şehirde eczaneler Cumartesi kapalı, fakat bizler Cumartesi çalışıyoruz. Yaptıracak mutlaka bir iş buluyorlar ve hiçbir iş bulamasalar, temizlik yaptırıyorlar. Nasıl olsa daha fazla çalıştırınca yanlarına kar kalacak, neden çalıştırmasınlar ki! Günlük mesai saati 8 saat olarak gösteriliyor fakat bizler, en az on buçuk saat çalıştırılıyoruz. Ve gün boyu yalnızca otuz dakikalık öğle yemeği molası var. (Bu arada öğle tatillerimizle ilgili bir olayı anlatmak istiyorum. İlk başlarda öğle tatili bir saatti. Fakat işlerin çok yoğun olması bahanesiyle öğle tatilini kırk dakikaya düşürdüler. Bu yetmezmiş gibi, işletme müdürü bizi denetlemek için geldiği bir sırada hiç utanmadan, yemek saatinin uzun olduğunu, yarım saatin bize yetebileceğini buyurdular. Ve artık tüm ihtiyaçlarımızı bu yarım saate sığdırıyoruz.) Ellerinden gelse onu da kaldıracaklar ama yemek yemeyince çalışamayacağımız için, maalesef buna göz yummak zorunda kalıyorlar. Bizler daha önce aylık ortalama yüz lira fazla mesai ücreti alıyorduk. Fakat bu ücreti vermemek için çalışma saatlerini değiştirip vardiya sistemine geçiyoruz dediler. Bu uygulamayla ücretlerimiz en az yüz lira düşmüş olacaktı ve bizler doğal olarak buna itiraz ettik. Yöneticiler dediler ki, bu uygulamayla ailenizle daha fazla zaman geçireceksiniz, daha fazla dinleneceksiniz. Sonrasında buna mecburen razı olundu. (Zaten hiçbir örgütlülüğü olmayan ve sürekli bir biriyle çekişen ve aynı kaderi paylaştığı çalışma arkadaşının kuyusunu kazanların başka yapabileceği bir şeyi de yoktu.) Fakat ben ve bir arkadaşım, çalışma saatlerimizi hesapladığımızda, eskisine göre daha fazla çalıştığımızı gördük. Ve bunu mesai arkadaşlarımıza aktardık. Zaten bu vardiya sisteminde

çalışanların hemen hepsi memnun değildi. O zaman dedik ki, topluca gidip bu uygulamayı istemiyoruz diyelim. Ve sonra topluca işletme şefinin karşısına çıktık. Sorunumuzun ne olduğunu sorduğunda, kimse konuşmayınca konuşmak zorunda kaldım ve sorunları tek başıma aktardım. Ve tüm arkadaşlar olarak da bu düşüncede olduğumuzu ifade ettim. Şef diğer işçilere dönüp, “Bu arkadaşınızın anlattıklarına katılıyor musunuz, başka konuşmak isteyen var mı?” dediğinde, bir kişi dışında hiç kimse konuşmadı. Şef’e, “Sizin karşınıza çıkmadan önce benim saydığım tüm sorunlardan şikâyetçilerdi fakat sizin karşınızda konuşmuyorlar”, dedim. Şef dedi ki, “O zaman arkadaşınızın anlattığı bu sorunlara katılıyorsanız el kaldırın.” Fakat birkaç kişinin dışında elini kaldıran olmadı. Ve şef bu durumu işletme müdürüne aktaracağını söyledi. Ertesi gün işletme müdürü ile beraber şef, beni odalarına çağırıp sorguya aldılar. Müdür bana, “Arkadaşların bu sorunları bize topluca aktarmaları için senin onları yönlendirdiğini söylediler. Seni kovarım. Bir daha ağzını açmayacaksın. Eğer bir sorunun varsa beni arayıp ilet. Topluca gelmekte ne, kesinlikle topluca gelmeyeceksiniz. Dışarıda binlerce üniversite mezunu, yerini alacak sayısız insan var. İşinin kıymetini bil ağzını açma.” Yaklaşık yarım saat boyunca işimi kaybetmemek pahasına beni aşağılayan bakışlara ve sözlere katlandım. Bu olay, bu kadar kötü sonlanmasına rağmen bir takım iyileşmeler oldu çalışma koşullarımızda. Yani bu kadar örgütsüz ve kişiliksiz bir karşı duruş bile, bunları korkutmaya yetiyor. Örgütlenmemizden ödleri kopuyor. Bu burjuva uşakları, işletmede çalışan işçilerden daha iyi biliyor işçiler örgütlenirse onların güçleri karşısında hiçbir şeyin duramayacağını. Ama maalesef işçilerin bundan haberi bile yok. Elbette bu habersizlikte biz sınıf bilinçli işçi ve devrimcilerin de sorumluluk payı var. Daha sonra süreç içerisinde bu birazcık iyileşmenin yerine adım adım daha ağır koşullar getirildi. Gece vardiyasında olmasanız dahi, işlerin yoğun olduğunu söyleyip artı hiçbir ücret ödemeksizin bizleri günde bir saat, kimi zaman daha fazla çalıştırmaya başladılar. İş yoğunluğu artıp, bizim omuzlarımıza daha fazla yük bindikçe, yani işletme daha fazla kazandıkça, bizim ücretler yerinde saymaya devam etti. Herhangi bir aksaklıkta, sizin bundan sorumluluğunuz olsun ya da olmasın, yönetici tarafından hesap sorulur ve size cevap hakkı yoktur. Size düşen sadece dinlemek, itaat etmek ve söyleneni kabul etmektir. Yaşanan herhangi bir sorunda, yönetici sizden hesap sorar ve siz durumun farklı olduğunu anlatmaya çalışırsınız fa-

kat siz, hemen yönetici tarafından “sus sana cevap vermemeyi bir türlü öğretemedim”, şeklinde azarlanarak susturulursunuz. Yani kendinizi savunma hakkınız dahi yoktur. Tam bir despotizm yaşanmaktadır. Kendine insanım diyen ama insani değer ve yargılardan bihaber olan, yalnızca ve yalnızca kariyeri ve dolgun maaşını düşünen, kendilerine sağlanmış olan ayrıcalıkların artması ve devam etmesi için her şeyi yapan insanların emrinde çalışmak ve kaderimin bu insancıkların iki dudağı arasında olması, var olan bu aşağılık sömürü sistemine karşı nefretimi taze tutuyor ve mücadele hırsımı biliyor. Biz işçilere, işveren ya da onların çanak yalayıcı yöneticileri tarafından yapılan saldırılara karşı, gerçek bir karşı duruş sergilememiz için örgütlenmek durumundayız. Çünkü bizim gücümüz örgütlenip birlikte hareket etmemizden gelir. Fakat şu ya da bu patron, şu ya da bu yönetici hedefimizde olmamalıdır. Mücadele hedefimiz, bizleri ölmeye çok, yaşamaya az bir ücrete mahkum eden, (tabi çalışacak bir işiniz varsa, eğer yoksa vay halinize) her gün geleceksizlik endişesiyle güne başlarken, acaba işten atılırsam ne yaparım, yaşamımı nasıl sürdürebilirim, diye düşünmek zorunda bırakan kapitalizme olmalıdır. Bütün bir ay gerçek birer köle gibi çalışıyor fakat aldığımız ücret yal-

1

nızca bizi (yetersiz) doyurmaya yetiyor. Sinema, tiyatro ya da her hangi bir yere gidip eğlenmek, yılda bir her hangi bir yere ya da şehre gidip tatil yapmak olanağını çok zor buluyoruz. Zamanı ve parayı denkleştirdiğimiz çok ender oluyor ya da hiç olmuyor. Bunlardan herhangi birini yaptığımızda ise birçok şeyden ödün veriyoruz. Yapamadığımız, mahrum olduğumuz ve maruz kaldığımız birçok şeyi daha sıralamak mümkün. Ama bu kadarı bile yeter bu sömürü düzenin ne kadar kokuşmuş ve zamanını doldurmuş olduğunu göstermeye. Bunların böyle sürmesi de, sürmemesi de biz üretenlerin elinde. Biz üreteniz! Biz halkız! Biz milyonlarız! Sömürücüler ise bir avuç. Bizim örgütlü gücümüz karşısında bu parazitlerin yaşama şansı yoktur dediğimizde, büyük insanlık hak ettiği gibi yaşama şansına erişebilecektir. Fakat doğru temelde bir örgütlenmeyle anca k zafere u laşabiliriz; Lenin’in ve önderliğindeki Bolşeviklerin yöntem ve metotlarını doğru temelde kavrayıp, Bolşevik bir mücadele anlayışı kazandığımızda ve bunu uyguladığımızda, barbar kapitalist sömürü sistemini tarihin çöplüğüne atacağız. Ve büyük insanlığın, barış ve huzur içinde yaşayabildiği, ezenin ve ezilenin olmadığı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı kuracağız. Adana’dan sınıf bilinçli bir işçi. 05.04.09 √

Deri İşçileri Derneği 1 yaşında!

2 Nisan 2008’de Deri İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği kuruldu. Deri-Der, deri işçileri arasında birliği ve dayanışmayı örgütlemek, esnek üretime, taşeronlaştırmaya ve parça başı üretime karşı işçilerin haklarını savunmak, sendikal örgütlülüğü geliştirmek, sağlıksız, sigortasız çalışma koşullarına karşı mücadele etmek, işçileri iş hukuku konusunda bilgilendirmek için yola çıktı. 1 yıl içinde iş hukuku ve işçi hakları seminerleri yapıldı. İşçilerin haklarını gasp eden patronlara karşı davalar açıldı. İşçilerin sosyal ve ekonomik sorunları ile ilgili söyleşiler yapıldı, broşürler çıkarıldı. Güncel ve tarihsel mücadeleler ilgili eylemlere katılındı, çeşitli direnişlere destek sunuldu vs. Deri-Der birinci yılını, deri işçileri havzası olan Basmane Kapılar’da yaptığı bir etkinlikle kutladı. Et k in li k Deri-Der Başka nı Süleyman Aslan’ın yaptığı konuşma ile başladı. Süleyman Aslan

konuşmasında, bir yıl içinde DeriDer’in yaptığı faaliyetler hakkında bilgi verdi. Deri-Der’in bir yıllık faaliyetlerini konu alan slayt gösterisi yapıldı. Serbest kürsü bölümünde konuşan deri işçileri, işyerlerinde yaşadıkları sorunları, deri işçilerinin ortak sorunlarını anlatarak, deri işçilerinin birlikte mücadele ederek, örgütlenerek sorunlarının üstesinden gelebileceklerini, DeriDer’in önemli bir araç olduğunu vurguladılar. Etkinliğe Deri-İş Sendikası İzmir Şube Başkanı Makum Alagöz, İstanbul Zeytinburnu Deri İşçileri Derneği Başkanı da katılarak birer konuşma yaptılar. Etkinlikte, “Yaşasın DESA direnişimiz!, Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganları atıldı. Et k i n l i k g r up Yapıc ı la r ı n Türküsü’nün söylediği türküler eşliğinde çekilen halaylarla son buldu. 11 Nisan 2009 YDİ Çağrı/İzmir √ √


Toros Gübre'de 6. grev

T

Öztaşkın daha sonra toplu iş görüşmelerinden olumlu sonuç alamadıkları için 7 Nisan 2009 tarihinde greve başlayan Toros Tarım işçilerini de ziyaret etti. Saat 13.00’e doğru Toros Gübre önüne gelen Öztaşkın konuşmasını; “ Bugün grevimizin 23. günündeyiz. Eski adıyla Akdeniz Gübre yeni adıyla Toros tarım işçileri olarak 23 gündür emek ve onur mücadelemizi sürdürüyoruz. Bu grev Türkiye’deki krizin bir iş yerine yansıması ve bu krizin etkileri sonucunda çıkılan bir grevdir. Çünkü kriz Türkiye ekonomisini vurmuştur ve derinden etkilemiştir. Üretim düşmüştür, kapasite kullanımları % 60’lara kadar gerilemiştir. İşsizlikte rakamlar patlamıştır. Kriz başladığından bugüne geçen 6 aylık süre içerisinde 850 bin işçi işini kaybetmiştir. Krizin sonuçları itibariyle işsizlik her geçen gün artmaktadır. Krize neden biz değiliz, çalışanlar değil. krize karşı kaynak aktarılması ve korunması gereken insanlar biziz. Öncelikle işimizin, ekmeğimizin ve krize karşı sosyal koruma adı altında paketlerin hükümet tarafından açıklanıp, devletin elindeki bütün kaynakların krize karşı emekçileri koruyan bir sosyal pakete dönüştürülmesi gerekiyor. ” şeklinde sürdürdü. Petrol – İş Sendikası Başkanı Mustafa Öztaşkın konuşmasının devamında ise; “ Bu iş yerinde hiçbir talebimiz olmamasına rağmen ne yazık ki 23 gündür grevdeyiz. Biz burada bütün idari ve sosyal maddelerdeki teklif lerimizi geri çektik. Sadece gerçekleşmiş enflasyon oranında ücretlerimizin arttırılmasını istedik. Durumumuzda bir iyileşme, bir refah artışı istemedik. Var olan durumumuzu korumak istediğimizi, ücretlerimizin geçen yıl gerçekleşen enflasyon oranında arttırılıp, reel kayba uğramamasını talep ettik. Tek istediğimiz geçen yıl % 10.06 oranındaki enflasyon rakamının birinci yıl ücret zammı olarak uy-

umutsuzluk yoktur. Aksine mücadele kararlılığı, kazanma isteği, kazanıncaya kadar bu mücadeleyi sürdürme inancı vardır. Grevi kırmaya yönelik yapılan girişimlerin hiçbir anlamı yoktur. Biz buradayız. Sendikanın en yetkili kişileri buradadır. Uzlaşmak istiyorsanız buradayız. Talebimizde ortadadır. ” dedi. Akan-sel işçileri, sendikalar ve sivil toplum örgütleri de grevdeki Toros Gübre işçilerine destek verdiler. Açıklamadan sonra Mustafa Öztaşkın Petrol - İş Sendikası Mer si n Şub e B a ş k a n ı Ad i l Alaybeyoğlu ve Toros Tarım İşçileri, Ceyhan Toros Tarım’da grev yapan işçileri ziyarete gitti. YDİ Çağrı Mersin 02.05.2009 √

Yükselen değerimiz: Açlık ve yoksulluk sınırı

T

ürk İş, belli aralık larla uluslararası kabul gören istatistiki normlar temelinde Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırı ile ilgili araştırma yapıp, sonuçlarını yayınlıyor. Uluslararası istatistik normları açlık sınırı olarak, günde kişi başına 1 dolar ve daha az geliri sayıyor. Bununla kişinin ölmemek için gerekli gıda maddelerine ulaşacağı var sayılıyor. Tü rk İş a r a şt ı r ma la r ı nd a , Türkiye’de ortalama aile büyüklüğü olan dört kişilik bir aileyi baz alarak hesap yapıyor. Açlık sınırı hesaplamasında 4 kişilik bir ailenin aylık çıplak gıda masraf ları hesaplanıyor. Yoksulluk sınırı hesaplarında ise buna yaşamak için gerekli diğer zorunlu harcamalar (konut, giyim, ulaşım, haberleşme, eğitim, sağlık vb. masraf ları) ekleniyor. Türk İş’ in açı k lanan Mar t 2009’a ait araştırma sonuçlarında Türkiye’de Açlık Sınırı yükseliyor. Araştırma sonuçlarına göre dört kişilik bir ailenin sadece sağlıklı beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 744,65 TL. Gıdanın yanı sıra yapılması zorunlu konut, ulaşım, giyim, eğitim, haberleşme ve benzeri harcamalar da dikkate alındığında, gerekli tutar, yani yoksulluk sınırı ise 2 bin 425,55 TL. Bu Türkiye’de bir ailenin yoksulluk sınırında yaşaması için o eve en az 4,6 kez asgari ücret tutarında gelir gerektiği anlamına geliyor. Türk-İş’in çalışmasına göre dört kişilik ailenin bir önceki yıla

göre yapması gereken ek harcama tutarı, gıda için 48 lira, toplam harcamalar için 156 liraya ulaşıyor. Yani açlık ve yoksulluk sınırı yükseliyor! Şimdi bir de ekonomik kriz yaşanıyor. Yoksul emekçiler daha da yoksullaşırken, fiyatlar artıyor. Yoksullar açlık sınırına doğru itiliyor. Milyonlarca emekçi bugün çıplak canını sürdürebilmek için yiyeceğinden, gıdasından kesinti yapmak durumunda. Kriz en çok en yoksulları vuruyor. Bu duruma egemenlerin bulduğu “çare”, emekçilerden alınan devlet ve belediye gelirlerinin bir bölümünü yoksulların en yoksullarına sadaka olarak dağıtmak! Böylece bir yandan emekçilerin parasını emekçilere dağıtırken “hayırlı bir iş” yapmış hayırseverler olarak tanıtıyorlar kendilerini, diğer yandan milyonlarca emekçiyi kendilerine bağlı dilenci durumuna düşürüyorlar. Bu yolla toplumsal bir patlamanın önüne de geçmiş olduklarını düşünüyorlar. Bunda şimdilik haksız da değiller. Ama şimdilik! Her uykunun bir sonu vardır. Emekçilerin de egemenlerin yutturduğu uyku ilaçlarının etkisinden kurtulup, uyanacakları, kendi davalarına sahip çıkacakları, hesap soracakları günler gelecektir. Emekçilerin yarattığı toplumsal zenginliğin emekçiler tarafından, emekçiler lehine dağıtıldığı bir toplumda açlık ve yoksulluk sınırları da kalmayacak; bugünün Türkiye’sinin yükselen bu değerleri tarihe gömülecektir. 28 Mart 2009 √

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

ekfen Holding'e ait Toros Tarım İşletmeleri'ne bağlı Mersin ve Ceyhan fabrikalarında, işveren ile Türk-İş arasında 8 Ocak tarihinden 7 Nisan’a kadar yürütülen toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinden patronun sıfır zam önerisinde diretmesi sonucu sonuç alınamayınca, her iki iş yerinde de işçiler 7 Nisan’da greve gitti. Bu işyerinde 5 grev yaşayan işçiler, “BU İŞ YERİNDE GREV VAR” yazısını işyerinin önüne asarak, 6. grevlerinde davul zurna ile halaylar çekip “Direne direne kazanacağız” sloganını attılar. Grevin 23. günü Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın işçileri ziyaret etti. Öztaşkın önce sabah saat 10.00 da Liman A kapısı önünde 115 gündür direnen Akan-Sel işçilerini ziyaret ederek burada işçilerle sohbet etti. Burada bir konuşma yapan Öztaşkın şunları söyledi; “Biz örgütlenmek, sendikalaşmak istiyoruz ama önümüze bin bir türlü engel çıkarılıyor. İşçilerin örgütlenmesinin önüne çok katı engeller konuluyor. Türkiye’de ne yazık ki sendikalaşma hakkı engelleniyor, hem de yasalarla engelleniyor. Çünkü gerek Sendikalar Yasası gerek GrevToplu İş Sözleşmesi Yasası neredeyse sendikalaşmamanın ve neredeyse toplu iş sözleşmeleri yapmamanın yasası haline getirildi. Biz işçilerin özgürce örgütlenmelerini istiyoruz. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin demok ratik leşmesinin önünü açacağını düşünüyoruz. Örgütlü bir toplumun yaratılacağını ve Türkiye’nin en temel sorunlarının ancak örgütlü bir toplumla çözülebileceğine inanmaktayız.” Burada bir konuşma yapan; Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri S end i k a sı (T Ü M T İS) G enel Başkanı Kenan Öztürk ise, “115 gündür eylemde olduklarını ve talepleri kabul edilinceye kadar da söz konusu eylemi sürdürmekte kararlı olduklarına” dikkat çekti. Alkışlarla limandan ayrılan Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa

gulanmasını istedik. Buna rağmen ne yazık ki kendimizi grevde bulduk. Burada işveren iki yıl için % 0 zammı teklif etmiştir. 2 yıllık % 0 zam karşısında sendikanın ve işçilerin yapacağı hiçbir şey yoktu. Biz bir şey istemiyoruz. Bizimde talebimiz 0 anlamına gelebilecek bir taleptir. Biz yatay bir düzlemde ücretlerimizin korunmasını istiyoruz. Biz bu grevi başarıyla sürdürmeye devam edeceğiz. Bu insanların sırtından miyarlarca liralık karlar elde edilirken karı paylaşmayan bir işverenin, bugün zararı paylaşalım mantığıyla 0 zammı bize dayatması kabul edilemez. Biz bu durumu kabul etmediğimiz için bu greve başladık. Bizim taleplerimiz dikkate alınıncaya kadar bu grevi sürdürmeye kararlıyız. Bir tek arkadaşımızda kafasında soru işareti yoktur ve

EK:7


Türk Metal üyesi bir işçi yazıyor... Türk Metal Sendikasına üye bir işçi olarak bu hırsızları bizlerin aidatlarıyla darbe, mafya, gayrı menkuller, lüks yaşam vs. sürmeleri nedeniyle utanç duyuyorum. Ama Nazım’ ın deyimiyle “demeğe de dilim varmıyor ama kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”.

Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

B

EK:8

ilindiği gibi Ergenekon soruşturmasının 11. dalga operasyonunda Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek de çetenin finansmanı suçu ile tutuklanmıştı. Ne kadar faili meçhul cinayet ve darbe girişimi varsa altından bu Ergenekon çetesinin çıktığını hep birlikte gördük. İşçi düşmanı Mustafa Özbek haininin evinde ve kendisine bağlı bulunan ART (Avrasya TV)’de yapılan araştırmalarda ele geçirilen belgeler yine Ergenekon çetesinin kasasının Mustafa Özbek olduğu nu gösteriyor. Sendika üyesi işçilerin, emekçilerin aylıklarından kesilen birer yevmiye sendika aidatlarını farklı amaçlar için kullanan Özbek, kamuoyu önünde belgelerle beraber suçüstü yakalanmasına rağmen Türk Metal Sendikasının Ocak 2009 114. sayılı aylık dergisi şahsen Türk Metal Sendikasına bağlı bir işçi olarak benim onuruma dokundu. Suçüstü yakalanmasına rağmen hala böyle bir kişiliği sanki bu güne kadar işçileri savunmuş biriymiş gibi üzüntüsünü belli eden kara kaplı bir dergi basıp sonra da derginin ön kabından arka kabına kadar ondan bahsetmeleri beni daha da öfkelendirdi…! Toplu sözleşmelerde 'şu kadarın altına imza atarsam şerefsizim' diyerek haykıran bu sendika ağası bir yandan kendi koltuğunu garantiye almış sefasını sürüyor, diğer yandan yaklaşık 34 bin işçiden kesilen sendika aidatları (aylık eskiye göre 12 trilyon yeniye göre 12 milyon TL geliri vardır…) ile karanlık işlere yelken açıyor. Sadece kendisini düşünen bu sendika ağasına ben Türk Metal işçisi

olarak (Türk Metal işçisi diyorum çünkü onlara çalışmışız!) bütün Türk Metal işçilerinin bu korkunç soygunculuğu görüp uyanmasını ve buna isyan etmelerini umuyorum... Çıkarılan dergide yorumları alınanlar arasında dikkat çeken kişilerin başında CHP patronu Baykal ve eski Türk-İş başkanı Bayram Meral gibileri dayanışmasını eksik etmiyorlar. Bazı sendika temsilcilerinin de yorumu bulunan dergide internetten ve basından yayınlanan haberlere yer veriliyor. Türk Metal Sendikasına üye bir işçi olarak bu hırsızları bizlerin aidatlarıyla darbe, mafya, gayrı menkuller, lüks yaşam vs. sürmeleri nedeniyle utanç duyuyorum. Ama Nazım’ ın deyimiyle “demeğe de dilim varmıyor ama kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”. Bu rezaleti aşmanın yolu sınıf öncülerinin işletmelerde örgütleme, sınıfa karşı sınıf bilincini işçilere taşımakla olur. Ancak o zaman bu rezaletlerin üstesinden gelebiliriz. Çünkü bu tam bir kara lekedir…
Bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim: 1 Mayıs işçi bayramı Bursa’ da Türk Metal’ e bağlı 25 binin üzerinde sendika üyesi olmasına rağmen böylesi emek mücadele gününde Türk Metal Sendikasının eseri dahi ortada olmaması bir yönü ile çok iyi (ne kadar işçi sınıfı düşmanı olduklarını gösteriyor) diğer yanıyla çok kötü (lafta da olsa işçileri böyle anlamlı bir günde diğer sınıf kardeşleri ile mücadeleye katmamaları) bir durumdur. Bursa’dan Türk Metal üyesi bir işçisi √

Teğet geçme buysa… Programa göre işsizlik oranının 2009'da yüzde 13,5 olması bekleniyor. İşsizlik oranı Aralık sonu itibarıyla yüzde 13,6'yla rekor düzeyde idi.

1

3 Nisan’da “Yeni Ekonomik Hedefler ve Katılım Öncesi Ekonomik Program” (KEP) Devlet Ba k a nı ve Ba şba k a n Yardımcısı Nazım Ekren, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın katıldığı toplantıda açıklandı. KEP'e göre Türkiye ekonomisinin 2009'da yüzde 3,6 küçülmesi bekleniyor. Hükümet yılbaşındaki bütçede büyümenin yüzde 4 olacağını öngörmüştü. 2010'da ise ekonominin yüzde 3,3, 2011'de yüzde 4,5 oranında büyümesi öngörülüyor. Programa göre işsizlik oranının 2009'da yüzde 13,5 olması bekleniyor. İşsizlik oranı Aralık sonu itibarıyla yüzde 13,6'yla rekor dü zeyde idi. Kriz nedeniyle düşüşe geçen cari açığın yıl sonunda 11 milyar dolara kadar inmesi öngörülüyor. Toparlanmanın etkisiyle cari açığın 2010'da 18,6 milyar dolara, 2011'de de 26,4 milyar dolara çıkacağı tahmin ediliyor. İhracatın bu yıl 104 milyar dolar, 2010'da 111 milyar dolar ve 2011 yılında da 120 milyar dolar olması bekleniyor. Geçen yıl yüzde 1,5 olan genel devlet açığının GSYH'ye oranının 2009'da yüzde 4,6'ya yükselmesi bekleniyor. Geçen yıl yüzde 1,7 olan IMF tanımlı devlet FDF/GSYH oranı 2009'da yüzde -0,6; toplam kamu FDF/GSYH oranı ise yüzde -0,3 olarak tahmin ediliyor. Devlet brüt borç stokunun G S Y H 'ye or a n ı n ı n 2 0 0 9 ' d a yüzde 43,1'e yükselmesi bekleniyor. Genel devlet bütçe açığının GSYH'ye oranının 2010'da yüzde 3,2, 2011'de yüzde 2,8 olması öngörülüyor. Mali kurala ilişkin düzenleme 2009'da Meclis'e sevk edilecek ve mali kurul 2011 yılı bütçe süreci içinde bütünüyle uygulamaya girecek. Yeni bütçe dışı fonlar oluşturulmayacak, mahalli idarelerin borçlanma limitlerine ilişkin istisnalar gözden geçirilerek daraltılacak. Program kapsamında GAP eylem planına 2008-2012 döneminde toplam 12,2 milyar Euro kaynak aktarılacak. Vergi ve kamu maaş politikalarıyla KİT fiyatları kamu hedefleriyle uyumlu şekilde ayarlanacak. Maktu vergi ve harç-

lar, genel ekonomik koşullar göz önüne alınarak güncellenecek ve gelir kaybına yol açacak düzenlemeye gidilmeyecek. 2010 içinde otomatik vergi tahsilat sisteminin hayata geçirilmesi için eylem planı oluşturulacak. Gelir vergisi sisteminin yeniden şekillendirilmesine ilişkin çalışmaların 2009'da sonuçlandırılması öngörülüyor. Nazım Ekren, kısa sürede tamamlanacak bir diğer paketin kredi garanti fonunu güçlendirecek adım olacağını söyledi. Ekren, paketlerden bir diğerinin de istihdamla ilgili olacağını ifade etti. Hükümetin ekonomi yönetiminin bu açıklamaları en başta bundan çok değil kısa bir zaman önce bütçe 2009 yılı için öngörülen ve RTE’ın “büyüme hedefimizden asla taviz vermeyeceğiz” diye dayılandığı % 4’lük büyüme hedefinden, şimdi % 3,6’lık bir ekonomik küçülme öngörüsüne geçildiğini gösteriyor. Yani % 7,6’lık bir hedef sapması söz konusu. Kuşkusuz bu hedef sapmasında şimdiki öngörü, % 4’lük büyüme öngörüsüne göre daha gerçekçi bir öngörü, fakat şimdiki verilere göre yine de hala iyimser bir öngörü. Küçülmenin öngörülen bu büyüklükten daha büyük olacağı kesin gibidir. İlk ayların verileri bunu gösteriyor ve düzelme belirtisi de yok. 2010, 2011 için öngörülen büyüme hedef leri de iyimser. Bunların temelinde 2010 yılında dünya ekonomisinin düzlüğe çıkacağı, yeni bir canlanma dönemine gireceği beklentisi yatıyor. Ki bu beklenti bugün bir umut dışında bir şeyi ifade etmiyor. IMF AKP hükümeti kadar iyimser değil. IMF Türkiye ekonomisinin 2009 yılında % 5.1 oranında küçüleceği, 2010 yılında ise % 1.5 oranında büyüyeceği tahminini yaptı. Derinleşen ekonomik kriz, hükümetleri, IMF ve Dünya bankası gibi emperyalist kuruluşların öngörülerini yaz-boz tahtasına çevirdi. İşçilerin, emekçilerin sınıf mücadelesinin de emperyalistleri şaşırtacağı günlerde gelecektir! 22 Nisan 2009 √

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 133’ün İşçi Eki ·Mayıs 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için

“Kıble”den gelen seda:

D

ergimizin 132. sayısında da dikkat çektiğimiz gibi Ermenilere yönelik yapılan soyıkırımı inkar eden Türk şovenlerinin dikkati, her 24 Nisan tarihinde “‘kıble’ye dönmüş gibi ABD Başkanı’nın ağzından çıkacak kelimelere kilitlenmektedir.” Bu sefer de böyle oldu. Gerçi Obama Türkiye’ye geldiğinde Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeleri ve karşılıklı pazarlıkları engelleyecek herhangi bir adım atmayacağını söylemişti, ama yine de, o tarihi konuşma yapılıp neler söylendiği belli olmadan hiç bir şeyin garantisi yoktu… Ne de olsa burjuva siyasetin temelinde, egemenlerin çıkarları var ve bu çıkarlar takınılacak tavırlarda belirleyicidir. 24 Nisan’a yaklaşırken medyaya yansıtılan haberler, kimilerinde Türkiye’nin Ermenistan ile kara sınırını açabileceği umudunu doğuruyordu. Hürriyet gazetesi gibi gazeteler Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın ağzından “sona yaklaştık sınır açılabilir” manşetli haberler yayınlıyor ve tarafların anlaşma sağlamasının an meselesi olduğu biçiminde resim çiziliyordu. 24 Nisan’da kara sınır yolu açılmadı ama, sınırın açılmasına götürebilecek bir “yol haritası” konusunda mutabık kalındığı kamuoyuna bildirildi. Sözkonusu açıklamanın zamanı ya da biçimi üzerine tartışmalar sürse de, sonuçta İsviçre’nin arabuluculuğuyla yapılan görüşmelerin ürünü olarak taraflar ortak açıklama yapmıştı. Türk Dışişleri’nin ilk açıklamada sözkonusu olanın “Ortak Açıklama” olduğunu gizlemesi ise, tepkilerin önlenmesi amacıyla yapılmış olduğu yönlü yorumlara neden oldu. Yani sözkonusu edilen konu o kadar “çetrefilli” ki bunlar için, bu devletin hükümeti ve temsilcileri yapılan açıklamanın “Ortak Açıklama” olduğunu bile gizleme durumunda kalıyor. Hem de “yol haritası”nın tarafların uzlaşması açısından önemli bir ilk adım olarak kitlelere sunulduğu bir durumda yapılıyor bu. 24 Nisan’a gelindiğinde gündemimize “yol haritası” sunuldu. Böylece taraf lar kendi aralarındaki görüşmelerde belli bir aşama katettiklerini dünya aleme duyurdu. Medyadan yansıyan görüntülere bakıldığında komşumuz Ermenistan ile “sıcak” bir atmosfer yakalanmış gibiydi. Fakat yine de işin sırrı Obama’nın ağzından çıkacak kelimeler, cümleler arasında saklıydı! Zaman durmadığına göre Obama’nın konuşmasının

“Meds Yeghern”

saati de gelip çattı. “Aman ha sakın ya, o sözde kavramı kullanırsa” korkusu ve “inşallah kullanmaz…” duasıyla yönleri “kıbleye” çevrilmişti. Sonunda olması beklenen oldu! Obama açıklamasını yaptı. Kulaklar “genocide” kavramına takılmıştı, ama böyle bir kavram Obama’nın ağzından çıkmadı. Çıkmadı da şu “Meds Yeghern” de neyin nesiydi? Antenler Amerikancaya ayarlı olduğundan Obama’nın kullandığı “Meds Yeghern” ifadesinin Ermenice “Büyük Felaket” anlamına geldi-

“Türk ve Ermeni halklarının, bu acılı tarih üzerinde dürüst, açık ve yapıcı bir biçimde çalışılması çabalarını kuvvetle destekliyorum. Ermeniler ve Türkler arasında ve Türkiye içinde cesur ve önemli diyaloglar gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda Türkiye ile Ermenistan’ın ikili ilişkilerini normalleştirme çabalarını kuvvetle destekliyorum.” “Hiçbir şey, ‘büyük felaket’ ile kaybedilenleri geri getiremez.” “Bugün, dostluk, dayanışma ve derin saygı duygularıyla her yerdeki

Obama bu konuda açıkça tarafını belirlemiştir. Başkan olarak konuşmasında soykırım kavramını kullanmaması kimi Ermenileri kızdırırken, aynı biçimde söylediklerinin içeriği de Türk tarafını kızdırmıştır. Sonuçta Obama iki tarafa da “tatmin edici” bir konuşma yapmamıştır. Bu da esasında Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeleri olumsuz etkilememek içindir. ğini ancak tercüme edildikten sonra öğrendiler. Obama’nın soykırım kavramını kullanmadığına sevinip rahat mı edeceklerdi, yoksa yahu bu “Büyük Felaket” de nereden çıktı diyerek yeni bir “derde” mi düşeceklerdi… Bu arada tabii ki “yol haritası” meselesi geri plana düşmüştü bile. 25 Nisan’dan itibaren başta devlet yetkililerinin açıklamaları ve tartışmalar Obama’nın konuşmasına yoğunlaştı.

Obama ne dedi? Gerçek nedir? Gazetelerden çıkan haberler ve yorumlar arasında aktarılanlara baktığımızda Obama şunları söylemiş: “94 yıl önce, 20. yüzyılın en büyük katliamlarından biri başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi veya ölüme yürümesini anıyoruz. ‘Büyük Felaket’ (Meds Yeghern) sadece Ermeni halkının kalbinde değil anılarımızda da yaşamalıdır.” “1915’te olanlar hakkında fikrimi defalarca söyledim ve tarihin o dönemi hakkında düşüncem değişmedi. O dönemin gerçeklerinin dürüst ve tam olarak kabul edilmesini istiyorum.”

Ermeniler’in yanında duruyorum.” Oba ma bunları söylemiş. Obama’nın kendisi Ermenilere yönelik yapılan vahşetin soykırım olduğunu savunuyor ve bu konuda görüşünün değişmediğini de açıkça ifade ediyor. Fakat ABD emperyalizminin temsilcisi olması Obama’ya soykırım kavramını kullanmamasını gerekli gördürüyor. Bu durum emperyalistlerin, kapitalistlerin çıkarlarına göre davrandığını, davranacağını gözönüne aldığımızda normaldir. Fakat Obama ABD emperyalizminin çıkarlarını savunan, temsil eden biri olduğu için söylediklerinin otomatikman yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Soykırım kavramına takılıp kalınmadığında 94 sene önce 20. yüzyılın en büyük “katliam”larından (siz bunu soykırım diye okuyun) biri başlamıştır ve evet ABD’de de her sene “1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi, ölüme yürümesi” anılıyor. Bunlar olgudur, gerçeğin dile getirilmesidir. Obama bu konuda açıkça tarafını belirlemiştir. Başkan olarak konuşmasında soykırım kavramını kullanmaması kimi Ermenileri kızdırırken,

aynı biçimde söylediklerinin içeriği de Türk tarafını kızdırmıştır. Sonuçta Obama iki tarafa da “tatmin edici” bir konuşma yapmamıştır. Bu da esasında Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeleri olumsuz etkilememek içindir. “Meds Yeghern” tanımı, gerçekten de çoğu Ermeninin de kullandığı bir tanımdır ve Ermenice soykırım tanımı için kullanılan kavramın ‘tseghaspanutyun” kavramı olması da Ermeniler için “Meds Yeghern” tanımının soykırımı ifade etmek için kullanılmasını dıştalamıyor. Türkiye kamuoyunun hafızasının zayıf lığından mı, yoksa medyanın her gün yeni gündem oluşturup yakın zaman gündemini unutturduğundan mı, yaşananlar erken unutuluyor. Daha 2008 yılı Aralık ayı ortalarında internet üzerinde başlatılan “Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum” kampanyasında “Büyük Felaket” tanımı kullanıldığından dolayı da tepkiler, baskılar, tehditler yapılmamış mıydı? Sonuçta yaşanan gerçekten de büyük bir felakettir. Sorun, bu büyük felaketle Ermeni milletinin, şimdi Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları olan coğrafyada, öncelikle de Batı Ermenistan’da planlı, örgütlü yok edilmeye çalışılması sorunudur. Bu tarihi gerçeklik Türk devleti inkâr ediyor diye ortadan kalkmıyor, kalkmaz da. O b a m a ’n ı n k o n u ş m a s ı n d a bir şeye dikkat edin: “Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi…” Aslında bu sorunun geleceği açısında püf noktası burada yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti ne kadar geciktirirse geciktirsin, gidişat –tabii ki devrim yapıp bu işi hemen çözme durumunda olmazsak– Ermenilere yönelik soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğu ve bunun da Osmanlı İmparatorluğu’nun “son günlerinde”, yani çöküşü sürecinde yaşandığı; Türkiye Cumhuriyeti devletinin ise soykırımdan sonraki süreçte kurulduğu ve bu devletin Osmanlı/ Türk devletinin devamı olmadığı vb. temelde kabul edilmesine yöneliktir. Bu yöndeki gelişmelerin temeli çoktan atılmış ve TürkiyeErmenistan arasındaki görüşmeler de bu çerçevedeki gelişmelerdendir. Obama’nın konuşmasına Türkiye cephesinden, en üst yetkililerden muhalefet partilerine kadar hepsinin gösterdiği tepki, Türk şovenizminin kendisini sürekli gösteren örnekleriyle doludur. Ama bunlarla uğraşmaya yer kalmadı… 27 Nisan 2009 √

13


halkların kardeşliği için

Çatışmasız bir bahar mümkün mü?

S

14

eçimler görece olarak sakin -büyük çatışmalar yaşanmaksızıngeçti. Bunda kuşkusuz şimdi önemli ölçüde Güney Kürdistan’da hazırlanan Kürt Konferansı’nda bir biçimde temsil edilmeye kilitlenmiş olan, bundan sonraki tavrı için bu konferansın sonucunu görmek isteyen PKK’nin barışçıl tavrının rolü büyük. Abdullah Öcalan son konuşmalarında sürekli olarak Kürt Konferansı’nın barış için bir fırsat olduğunu, bunun için PKK’nin temsiliyetinin belirleyici olduğunu vurguluyor ve çatışmasızlık durumunun sürdürülmesinden yana tavır takınıyor. KCK adına yapılan son açıklamada da (Koma Civaken Kürdistan) daha önce seçimlere kadar ilan edilen “çatışmasızlık” kararının 1 Haziran’a kadar uzatıldığı duyuruldu. Gündem Online’de yayınlanan haberde bu konuda şöyle deniyor: “KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, yapılan son yerel seçimlere dikkat çekerek “Türkiye'de tüm kesimlerin genel seçim kampanyası biçiminde yürüttükleri bir yerel yönetimler seçimi yapılmıştır. Herkes tarafından dikkatle izlenen ve sonuçları merak edilen Kürdistan'daki seçimleri yurtsever demokratik çizgi kazanmıştır. İç ve dış dünyadaki taraflı-tarafsız tüm siyasi ve basın çevreleri Kürt halkının devletin ve AKP hükümetinin Kürt politikasını reddettiğini belirtmiştir. Önder Apo'nun, PKK'nin ve DTP'nin dikkate alınmadan bu sorunun çözülemeyeceği ilk defa bu düzey ve kapsamda dile getirilmiştir. … KCK seçimlerde halkın DTP'nin programını onaylamasının kendilerine de sorumluluk yüklediğini ifade ederek, “Seçimlerden Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözülmesi gerektiği sonucu çok açık bir biçimde açığa çıkmıştır. Türkiye halkları başta AKP hükümeti olmak üzere siyasi karar alıcılarının önüne böyle bir görev koymuştur. Kürt halkı Özgür Kimlik, Özgür Önderlik ve Demokratik Özerklik sloganıyla Newroz'u kutladı. DTP de başta demokratik özerklik olmak üzere bu sloganları kendi seçim programında formülleştirdi. Kürdistan halkının DTP'nin bu programını onaylaması, hareketimize de önemli sorumluluklar yüklemektedir. … KCK, ilk defa çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine gidilebileceği düşüncesinin ortaya çıktığını belirterek '29 Mart seçimlerine kadar bir eylemsizlik ve çatışmasızlığın yaşanması hareketimizin bu tutumu sonucu olmuştur. Türk ordusunun da önemli oranda bizim bu tutumumuza uyması sonucunda, Türkiye'de herkesin hissettiği ve dillendirdiği bir çatışmasızlık ortamı yaşanmıştır. İlk defa

Kürt sorununun çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine girebileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır” değerlendirmesini yaptı. 'Hareketimiz, 29 Mart'tan sonra halkın seçimde siyasi güçlere ve taraflara yüklediği diyalog ve demokratik çözüm politikasına fırsat vermek için bir süredir Türkiye'ye nefes aldıran bu çatışmasızlık ortamının 1 Haziran’a kadar sürdürülmesi tutumunu uygun

25 yıldan bu yana devam eden askeri operasyon ve çatışmalarla, baskı ve şiddet politikalarıyla sorunun bastırılamayacağı ve çözülemeyeceği anlaşılmıştır. Kürt sorununda çözümsüzlük siyasetinin Türkiye dahil hiçbir güce yararı yoktur. Kaldı ki uluslararası ve bölgesel durum bu sorunun çözümünün çağdaş yöntemlerle sağlanmasını dayatmış bulunmaktadır. Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin çıkarı da Kürt so-

PKK’nin “çatışmasızlık ortamında çözüm umudu”na devletin bir bölümünün verdiği cevap çatışmayı körüklemektir. Bunu yapan kesim savaşın doğrudan rantını yiyen, çatışmasızlıktan ve barıştan öcüden korkar gibi korkan kesimdir. Savaşın son bulması bu kesimin rantının ve iktidarının da sonu demek. görmüştür. Bu kararı tek kişilik İmralı cezaevinde Demokratik Çözüm ve barış için büyük bir kararlılıkla çaba gösteren Önderliğimiz de desteklemiştir. Böylece Demokratik Çözüm için Demokratik Siyasetin devreye gireceği yeni bir sürecin önü açılmış bulunmaktadır. … Seçim sonrasında devlet güvenlik kuvvetlerinin sertleşen tutumu, Halfeti'de iki Kürt gencinin sebepsiz yere katledilmesi, yoğunlaşan tutuklamalar ve ardından gelişen askeri operasyonlar sorunun çözümünü zorlaştırdığı gibi, halen uluslararası zeminlerde tasfiye projeleri üzerinde durulması sorunun çözümüne hizmet etmemektedir. Kim dile getirirse getirsin, PKK'yi terörist olarak damgalamalar çözümsüzlükte ısrar eden güçleri cesaretlendirmektedir.

rununun diyaloga dayalı demokratik siyasi çözümünden geçmektedir. Bu açıdan Türkiye'nin de bölge ülkelerinin de bölgeyle ve Kürt sorunuyla ilgili tüm çevrelerin de hareketimizin tercihini ve tutumunu ortaya koyduğu demokratik çözüm çabalarına destek olmaları gerekmektedir. Türk ordusu da olumlu yaklaşarak çatışmasızlık sürecinin derinleşmesine katkı sunar ve siyasi karar alıcılar da sorunun çözümü için diyalog ve çözüm iradesi ortaya koyarsa, Kürt sorununun çözümü kısa sürede imkan dahiline girecektir. … Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözüm sürecine yapılması düşünülen Kürdistan Ulusal Konferansı’nın da katkı sunabileceğini düşünmekteyiz. Böyle bir konferans çatışmasızlık koşullarını ortaya koyarak soru-

nun çözümü için ortam sağlayabilir. Soruna taraf olanların çatışmasızlık ortamında kalıcı çözüm için neler yapması gerektiği konusunda kolaylaştırıcı rol üstlenebilir. … Başta Türk devleti olmak üzere tüm güçleri, barıştan yana olan demokratik çevreleri de bu sürecin devamı için sorumlu davranmaya ve sorunun çözümü için katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Tüm Kürdistani güçleri ve Kürt demokratik kamuoyunu, sürecin tasfiyeye değil, demokratik çözüm sürecine dönüşmesi için ilkeli davranmaya ve çaba göstermeye çağırıyoruz. Başta ABD olmak üzere tüm uluslararası güçleri ve bölge güçlerini Kürt sorununda barışçıl yöntemlerle çözümün gelişmesi için sorumluluklarına sahip çıkmaya ve katkı sunmaya çağırıyoruz.” Görüldüğü gibi PKK (KCK) en azından bir Haziran’a kadar çatışmasızlıktan yana tavrını açıklıyor. Buna devletin bir bölümünün cevabı önce Halfeti’de geldi. Silahsız ve doğum günü kutlamak için yola çıkan topluluğa ordu hunharca saldırdı. İki Kürt emekçisi öldü. Onlarcası yaralandı. Ardından değişik yerlerden askeri operasyon, çatışma haberleri ve şehit cenazeleri gelmeye başladı. Son olarak da 14/15 Nisan’da DTP’ye karşı geniş bir polis operasyonu gündeme geldi. “Diyarba k ır Cumhuriyet Başsavcılığı”nın talimatıyla 12 ilde eş zamanlı baskın operasyonları düzenlendi. Yalnızca Diyarbakır'da polis ekipleri 27 ayrı noktaya baskın düzenlediler. Operasyon kapsamında DTP'li başkan yardımcılarının da aralarında bulunduğu onlarca kişi gözaltına alındı, tutuklandı. PKK’nin “çatışmasızlık ortamında çözüm umudu”na devletin bir bölümünün verdiği cevap çatışmayı körüklemektir. Bunu yapan kesim savaşın doğrudan rantını yiyen, çatışmasızlıktan ve barıştan öcüden korkar gibi korkan kesimdir. Savaşın son bulması bu kesimin rantının ve iktidarının da sonu demek. Burada tabii özellikle çatışma alanı dışındaki toplumun tepkisi belirleyici olacak. Barış yönünde ciddi bir kitlesel hareket geliştirilebilirse ve PKK bugünkü bu iddia ve çizgisinde durabilirse görece olarak çatışmasız bir bahar yaşanması mümkündür. Bu Kürt ve Türk halklarının çıkarınadır. Tüm baskılara, inkar ve imha siyasetine rağmen ulusal kurtuluş mücadelesi engellenemedi, engellenemeyecek! Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edeceği özgür ortam, demokratik halk devrimi ile yaratılacaktır. Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı! 17 Nisan 2009 √


yeni kadın dünyası

1 Mayıs bizim de mücadele günümüz!

İ

şçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı karşılamaya hazırlanıyoruz. 1 Mayıs sadece genel olarak işçi sınıfının değil aynı zamanda işçi ve emekçi kadınların da mücadele günüdür. 1 Mayıs’lar işçi kadınların taleplerinin öne çıktığı, bu taleplere sahip çıkarak kapitalist sisteme karşı mücadelenin yükseltildiği bir gündür aynı zamanda! Güçlünün zayıfı ezip geçtiği bir dünyada yaşıyoruz! Egemenler her geçen gün biraz daha pervasızlaşıyor. İşçi ve emekçi kitleler ise her geçen gün biraz daha yoksullaşıyor! Ve bütün bu gidişattan en çok etkilenenler biz işçi ve emekçi kadınlar oluyoruz. Tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin bütün ağırlığını omuzlarında hissediyor yoksul, emekçi kadınlar...

İşsizlik kadınları vuruyor! Türkiye, 30 ülkenin üyesi olduğu OECD'nin (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) 2007 yılı istihdam raporu verilerine göre, kadın işsizliğinin en yüksek olduğu ülkeler arasında 12 yılda 17. sıradan 6'ncı sıraya yükseldi. Türkiye'nin 1994 yılında yüzde 8.3 seviyesi ile kadın işsizliği oranında yüzde 8.4 olan OECD ortalamasının altında ve OECD ülkeleri arasında 17. sırada yer alırken, 12 yıllık sürede basamakları hızla tırmanarak, 2006 yılında yüzde 10.6 ile kadın işsizliğinin en yüksek olduğu 6. ülke konumuna geldiği belirtiliyor. Geçen yıl kadın işsizliği oranının, Avrupa Birliği'nin (AB) 15 üyesinde yüzde 8.8, OECD ortalamasında ise yüzde 6.6'ya kadar gerilediği belirtilirken, 1995-2006 döneminde kadın işsizliği oranının 19 OECD ülkesinde azaldığı kaydediliyor.

Yine OECD verilerine göre Türkiye OECD ülkeleri içinde kadın işsizliği oranının en hızlı yükseldiği 2. ülke durumuna geldi. Kadın işsizliği Türkiye’de 2.3 puan artarken, OECD'de 1.9 puan, AB'de 3.9 puan azaldı. 
Ekonomik krizden en fazla etkilenenlerin kadınlar olduğu her geçen gün biraz daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Türkiye'de kadın işsizliği giderek artıyor. Çalışabilir durumda olan kadınların neredeyse yarısı işsiz. Bunlar içerisinde de önemli bir çoğunluk çalışan fakat geliri olmayan ücretsiz aile işçisi konumunda. Yetersiz mesleki eğitim, çocukların bakımı sorunu, iş mesaisinin çok uzun olması ve genellikle işyerinin eve uzak olması, kadınların çalışma hayatına katılmasının önündeki engellerin bazıları. Kadınların en fazla iş bulma şansı olan tekstil sektöründe dahi belirli engeller var. İşverenler sorumluluğu olan evli ve çocuklu

Çünkü kadınlar 9-10 saat ev dışında çalıştıktan sonra bir de evdeki işleri sırtlanmak zorunda. Onlar işteyken çocuklara örneğin anneleri bakmış olsa da, ayaklarını evin eşiğinden içeri atar atmaz çocukların bakımı onların görevi sayılıyor. Evin temizliği, alış-veriş, yemek pişirilmesi ve göze görünmeyen binbir küçük ayrıntısıyla, kadını evde "ikinci işgünü" bekliyor.
 kadınları işe almıyor, tercih genç ve bekâr kızlar yönünde oluyor. Çünkü işveren açısından bunları işe almak kadar, işten atmak da kolay. 
İşçi çıkartmalarda "ev geçindirme yükümlülükleri olmadığı" gerekçesiyle genç kızlar ilk işten çıkarılanlar oluyor. Yaş faktörü de iş ararken oldukça önemli. 30 yaşını geçmiş bir kadının, hele hele çalışma tecrübesi yoksa, iş bulabilmesi oldukça zor. Aynı şekilde, çocuklarını büyütmek için çalışma hayatına ara veren kadınların yeniden çalışma hayatına girmeleri de oldukça güçleşiyor.

Kadınların çalışma
koşulları ağır! 
Sanayi ve hizmet sektöründe çalışan emekçi kadınlar oldukça ağır çalışma koşullarına tabidir. Uzun çalışma saatleri bunun başında geliyor. Çalışma saatlerinin uzunluğuna bir de işyerinin uzak oluşu eklendiğinde bu daha da çekilmez oluyor. Çünkü kadınlar 9-10 saat ev dışında çalıştıktan sonra bir de evdeki işleri sırtlanmak zorunda. Onlar işteyken çocuklara örneğin anneleri bakmış olsa da, ayaklarını evin eşiğinden içeri atar atmaz çocukların bakımı onların görevi sayılıyor. Evin temizliği, alış-veriş, yemek pişirilmesi ve göze görünmeyen

binbir küçük ayrıntısıyla, kadını evde "ikinci işgünü" bekliyor.
Bütün bunlara karşın çoğunlukla vasıfsız işlerde çalışan kadınların ellerine geçen ücret son derece düşük. Eğitimsizlik ve örgütsüzlük bu konuda belirleyici bir rol oynuyor. Örneğin İstanbul'da konfeksiyon sanayiinde çalışan genç kızların üçte ikisi ilkokul mezunudur. Daha yüksek bir okula gidememiş, bilgisayar, yabancı dil vb. gibi bir beceri elde edememiş bu genç kızlar için konfeksiyon sanayiinden başka kapı yok gibidir. Onlar, fason dikiş gibi son derece tekdüze, fakat büyük dikkat isteyen ağır işleri en düşük ücretlerle yapmak zorunda kalıyorlar. Konfeksiyon sanayiinde çalışan kadınlar zaten çok düşük olan asgari ücretin de altında ücret alıyorlar. Ancak çok deneyimli olduklarında ve büyük firmalarda çalıştıklarında görece daha yüksek ücret alma şansını yakalayabiliyorlar. Özellikle konfeksiyon gibi iş alanlarnda çalışan kadınların büyük bir çoğunluğu herhangi bir işgüvencesinden yoksun bir şekilde çalışıyor.

Sendikalar 
işçi kadınların taleplerine 
sağır! 
İşçi ve emekçi kadınların çalışma koşullarının son derece ağır ol-

duğu bilinirken mevcut sendikaların kadınların çalışma koşullarını iyileştirmeye yönelik hiçbir gayreti yok. 
Sendikalarda örgütlü kadın sayısı son derece düşük. Kesin olmayan verilere göre sendika üyesi işçiler arasında kadın oranı yüzde onları geçmiyor. Bu çalışan kadınların çok küçük bir azınlığının sendikalı olduğu anlamına geliyor. Üyelik oranları düşük olan kadınların sendikaların karar organlarındaki temsili ise iyice vahimdir. Kadınlar daha çok şubelerin alt kurullarında üye olarak yer alıyor veya işçi temsilcisi olarak amatör biçimde görev yapıyor. Aslında bu duruma fazla şaşırmaya gerek yok çünkü sarı sendikaların sınıf uzlaşmacı karakteri erkek egemen yapıları ve konumlarıyla tamamen örtüşüyor. Kadınların temsil edilmediği bu sendikalardan kadınların çalışma koşullarını düzeltme yönünde herhangi ciddi bir girişim beklemek boşuna bir beklemedir. Tam tersine! Mevcut sarı sendikaların işçi ve kadın düşmanı tutumu, katmerli baskı ve sömürüye maruz işçi ve emekçi kadınların sendikalarda örgütlenmesi yönünde teşvik edici olmaması bir yana caydırıcı rol oynamaktadır. Onlar salt, vitrin süslemek için göstermelik olarak kadınların yönetimde yeralmasından yana olmak zorunda kalıyorlar. Fakat kadınlar kendilerine lütfedilen yer ve rolle yetinmeyip kendi bağımsız çizgilerini ortaya koymaya başladıkları anda ayaklarının kaydırılmasına çalışılıyorlar. Kadınların sendikal mücadelede aktif olarak yer almalarında sınıf bilinçli kadın işçilere önemli görevler düşüyor. 
Sınıf bilinçli kadın işçiler, kadın işçilerin çıkarlarını ve taleplerini gözeten bir faaliyet yürütmek zorundadırlar. Bu faaliyet içinde sendikaların erkek egemen yapılarının, işçi ve kadın düşmanı konumlarının somut teşhiri büyük önem kazanıyor. Sendikal mücadelede hedef, kadın işçileri kendi davalarına sahip çıkmaları yönünde eğitmek, kadınların sendikal faaliyete katılımının önündeki engellerin kaldırılması için mücadele etmektir. Hedef kadın işçilerin haklarını gözeten devrimci sınıf sendikacılığıdır. Yoksa her ne pahasına olursa sendika yönetimine kadınların da katılması değil! İşçi ve emekçi kadılnlar! Bu düzen böyle sürüp gidemez! İnsanca yaşamak için her türden kölelik zincirlerini parçalamak ve yaşanılası bir dünya yaratmak bizim elimizde. Örgütlenelim ve dünyayı değiştirelim! 
Emperyalizme ve erkek egemenliğine karşı öfkemizle haydi alanlara!
 1 May ıs bizim de mücadele günümüz! Mayıs 2009 √

15


panorama

PANOR AM A

G20 zirvesinden de krize çözüm yok! - LONDRA / İNGİLTERE -

M

16

ali kriz, ekonomik kriz vb. tartışmalarında egemenler, krizi, kimi aç gözlülerin raydan çıkmış hırslarının, borsayı ve tekelleri kötü yöneten menejerlerin varlığına bağlıyor ve krize çözümün de bu tür yaklaşımların kontrol altına alınmasıyla sağlanabileceğini değişik biçimleriyle anlatıp duruyorlar. Krizin –ister mali ister ekonomik kriz olsun– doğrudan kapitalist sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı, ürünü olduğu gerçeğinin üzerini örtmek istiyorlar. Sömürücülerin krizi kimi insanların yanlış yönetimine, aç gözlülüğüne bağlamaları türündeki propagandalara ne yazık ki inananlar çok. Çünkü kapitalizmin nasıl işlediğinin farkında değiller. Böyle olunca da, dünyanın büyük talancılarının, devletin müdahalesiyle, “canlandırma paketleriyle” ya da yeni kurallarla mali pazarları denetlemeyle krize önlem alınacağı yönlü kitleleri aldatma çabaları, önemli ölçüde başarılı da oluyor. Kuşkusuz ki egemenler daha büyük bir çöküş yaşamamak için önlemlerini almaya çalışıyor. Fakat bu önlemlerin “büyük insanlık” için olmadığı, tersine alınmakta olan ve alınacak önlemlerin de “büyük insanlığa” karşı olan önlemler olduğu, olacağı gerçeği hep bilinçte tutulmak zorundadır. En basitinde özellikle de ekonomik kriz dönemlerinde işsizlik, yoksulluk, açlık gibi “büyük insanlığın” sorunlarında katmerleşme durumu yaşanmaktadır. Bir avuç haydut milyarlarca dolarını kurtarmaktayken, milyarlarca yoksul insan yaşadığı gün nasıl ekmek, yemek bulacağının derdindedir. Kriz bile zenginlerle fakirleri çarpmada “sınıfsal” davranıyor! Ne de olsa kapitalizmin ürünü, yol arkadaşı… 2008 yılı Kasım ayında yapılan G20 toplantısında krize karşı önlemleri konuşmak ve kararlar almak için 1-2 Nisan 2009 tarihinde Londra’da

toplanmaya karar verdiler. 2009 yılı Ocak sonu- Şubat başı Davos’ta yapılan ve daha geniş katılımlı olan zirvede ise Nisan ayı başında yapılacak toplantıya bir nevi hazırlık yapıldı. “Kriz Sonrası Dünyasının Biçimlendirilmesi” hakkında bağlayıcı bir karar çıkmasa da tartıştılar. 2 Nisan’a doğru yaklaşılırken, BM, IMF ve G20 toplantısına katılacak kesimlerin talepleri, görüşleri de medyaya yansımaya başladı. Bunlar arasında öne çıkan üç nokta şöyleydi: a) IMF Başkanı ve BM Genel Sekreteri’nin de dile getirdiği talep ve sorunlar. Bu ikisi de G20 liderlerine çağrıda bulunarak küresel krize çözüm için birlik olunmasını ve önlemler alınmasını talep ettiler. IMF Başkanı Strauss-Khan diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledi: “…Kriz milyonlarca insanı yoksulluğa mahkum ederken sosyal huzuru da tehdit ediyor. İç savaşları ve ayaklanmaları bile tetikleyebilir. Demokratik rejimleri de zora sokar. Çünkü bazı ülkeler mali anlamda kırılıyorlar. Krizde risk nedeniyle gelişmekte olan ülkelerden çıkışlar artıyor.” (Hürriyet, 25 Mart 2009) BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon ise G20 liderlerinden 1 trilyon dolarlık teşvik paketi talep ederken IMF Başkanı’na benzer şu görüşü savundu: “Eğer halen yaşanan krizi kararlılık, güçlü bir siyasi liderlikle doğru biçimde ele alıp önlem oluşturmazsak, korkarım ki bu sadece bir ekonomik kriz olmakla kalmayıp, bütün dünyada bir siyasi istikrarsızlığa da yol açabilecektir.” (Hürriyet, 27 Mart 2009) Emperyalist kurum ve kuruluşların başında gelen bu iki kurumun başları G20 liderlerine böylesi uyarılarda ve çağrılarda bulunuyorlar. Gerçekten de ekonomik krizin siyasi krizlere ve ayaklanmalara dönüşmesinden korkuyorlar. Bu korkuları, anda genelde

Kuşkusuz ki egemenler daha büyük bir çöküş yaşamamak için önlemlerini almaya çalışıyor. Fakat bu önlemlerin “büyük insanlık” için olmadığı, tersine alınmakta olan ve alınacak önlemlerin de “büyük insanlığa” karşı olan önlemler olduğu, olacağı gerçeği hep bilinçte tutulmak zorundadır. işçi sınıfının düzene karşı tehdit oluşturmaması olgusuna rağmen vardır. Egemenleri işçilere, emekçilere karşı birlikte hareket etmeye zorlayan temellerden biri de budur. Fakat bu birlik nereye kadar sürecek? b) G20 toplantısından önce medyaya yansıyan önemli noktalardan biri de, burjuva ekonomistlerin de içinde olduğu yorumcuların –burada “sol”, Marksist-Leninist kesimi saymıyoruz bile–, G20 toplantısından krize karşı ciddi herhangi bir kararın çıkmayacağına yönelik genel kanısıydı. c) Öne çıkan üçüncü nokta da tüm birlik görünme, krize çözüm arama propagandalarına rağmen, yapılan tahminlerin en iyisine, en olumlusuna göre bile, andaki durumun kötü olduğu, bu kötü durumdan ne zaman çıkılacağı konusunda kesin bir şey söylenemeyeceği noktasıydı. Peki buna rağmen neden G20 toplantısı yapıldı diye de sorulabilir. En azından krizin yıkıntılarının boyutlarını küçültmeye, her şeyden de önemlisi sistemin kendisini ayakta tutmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Sadece bunun için de olsa toplanmaları, onlar için değerdir. Sadece bu da değil tabii ki, bu toplantıda ortak çözüm ya da kararlar alınamazsa da, önümüzdeki süreçte başka ne gibi adımlar atılabileceği konusunda bir ön hazırlık yapılmış olacaktı. Zirveye mümkün olduğunca “birlik” görüntüsü verilmeye çalışıldı. Fakat aralarında gerçek bir birliğin olmadığı, daha zirvenin başlamasından önce ortaya çıktı. Diğer zirvelerde de olduğu gibi sonuç bildirisi

taslağı önceden hazırlandı, fakat bu sefer katılımcılar arasında görüş birliği olmadığından taslağa son hali ancak zirvedeki tartışmalar sonrasında, uzlaşmayla verildi. Üstüne üstlük G20’nin toplantılarında alınan kararlar da bağlayıcı değil, ya da alınan kararlara uyulup uyulmadığını denetleyecek bir mekanizması yok. Örneğin 2008 yılı Kasım ayında yapılan G20 toplantısında üye ülkelerin “korumacılığa” karşı tavır geliştirmesi ve uygulaması gerekiyordu. Şimdi yapılan tespitlere göre en az 17 üye ülke bu karara uymamış, “korumacılık” siyasetini uygulamıştır. Aslında G20 zirvesinde ortak olunan esas nokta, devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği, Keynesci bir politikaya geçilmesidir. Buna bağlı olarak da piyasaya bol miktarda para sunup banka ve tekellere milyarlarca dolarlık destek paketleri açmaktır. Şimdiye kadar açılan paketler bağlamında hemfikir olanlar arasında, bundan sonraki süreç için yeni paketlerin gündeme getirilip getirilmemesinde de yine görüş ayrılıkları gündeme gelmiştir. Örneğin ABD ve İngiltere zirvede de yeni “ekonomik canlandırma paketleri”nin açılmasından yana tavır takınırken, Almanya ve Fransa buna karşı çıkmışlardır. Bu görüşlerini de 1 Nisan’da, daha Kraliçe’nin verdiği yemeği yemeden medyaya açıkladılar. Bunların talepleri mali sektörün disiplin altına alınması için yeni kuralların ve düzenlemelerin yapılmasıdır. Krize bunların çözümü böyle… Bunun yanısıra bu ikilinin ağırlık verdiği bir mesele de “vergi cenneti”, daha doğrusu vergi ödememek için zenginlerin parasını kaçırıp


panorama yatırdığı ülkelerin listesinin açıklanması meselesiydi. Sözkonusu bu noktalarda, özellikle yeni paket açma meselesinde herhangi bir karar alınmadı. Yeni kurallar koyma, mali sektörü disipline etme meselesinde de esasında sorun geleceğe ertelendi. Bu sorun aynı zamanda IMF’nin reforme edilmesi tartışmalarıyla da bağıntılı ele alınmaktadır. Buna rağmen katılımcı devletler kendilerini mali sektörü daha sıkı kontrol etme, regüle etme konusunda yükümlü kıldılar. Aslında bu “herkes bildiğini yapsın” demekten başka bir şey değil. Örneğin kontrol altına alınması istenen mali kurumların “sistemde önemli mali kurumlar” olması önkoşulu getiriliyor. Hangi kurumun buna uyduğu ya da uymadığı ise herkesin kendi yorumuna, değerlendirmesine bağlıdır. G2 0 z i r ve si n i n “e v s a h ibi ” İngiltere’nin Başbakanı Brown’un Sarkozy’ye vergi kaçırılan ülkelerin “kara listesi”nin G20 Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde değil, OECD tarafından yayınlanacağı açıklamasının ardından, sonuç bildirgesine eklenen “G20 üyeleri OECD’nin listeyi açıklamasını selamlar” biçimindeki açıklamayla bu sorun da sonuçlandırıldı. Böylece sonuç bildirisi, en azından dışarıya karşı birlik görüntüsü verecek biçimde onaylandı. Sözkonusu “kara liste”de OECD standardını tanımayan Costa Rica, Filipinler, Malezya ve Uruguay’ın adı geçmektedir. OECD’nin standardını tanıyan ama uygulamada sorun görülen ülkeler ise Belçika, Lüksemburg, Avusturya, İsviçre ve Liechtenstein’dır. Konjunktür programları önlemleri bağlamında 2010 yılının sonuna kadar 5000 milyar dolar öngörülmektedir. Mali yardım bağlamında ise zirvede, IMF’ye 1100 milyar dolarlık bir kaynak (yardım paketi) sunuldu. Bu adımı, dünya ticaretini ve ekonomisini yeniden rayına sokmak için attıklarını anlatıyorlar emekçilere. Bu arada ama IMF içinde de kimin daha fazla söz sahibi olacağı konusunda rekabet yaşanıyor. “Parayı veren düdüğü çalar” misali, Çin, Rusya veya Brezilya gibi ülkeler de IMF’ye yatırdıkları, ya da aktardıkları para kadar “düdüğü” çalmaya uğraşıyorlar. Bu G20 zirvesinin en kârlısı IMF iken, Çin de IMF’de daha fazla söz sahibi olmak için fırsatı değerlendirerek kârlı çıkan güçlerden biri oldu. IMF’de daha fazla söz sahibi olma konusundaki asıl pazarlıklar ama, önümüzdeki süreçte sürdürülmek istenen IMF’yi reforme etmede yaşanacaktır. Özetle söylenmesi gereken şey, G20 zirvesinin krize gerçek bir çözüm önerisi bile getiremediğidir. Getirmesini beklemek de aslında abesle iştigaldir. Egemenlerin kendileri bile önlemlerden bahsederken “canlandırma önlemleri” gibi tanımlamalar kullanmaktadırlar. Yani yeni bir şey aramıyorlar, canı çıkmaya

doğru yol alan, komaya giren bir şeyi nefeslendirmeye çalışıyorlar. Kısacası: Eğer işçiler, emekçiler kendi sınıflarının gereğini yapabilecek bilinç ve örgütlenme düzeyine sahip olsa ve sömürücü egemenlerin canlandırmaya çalıştığı sisteme öl-

dürücü darbeyi vursa, dünyanın ezilenlerinin bu barbar sistemden kurtuluşu, anda göründüğünden çok daha kolay olacaktır. Kapitalizm, sadece işçiler, emekçiler onu yıkabilecek durumda olmadığından dolayı ayakta duruyor, yıkılamaz olduğun-

dan değil. Biz vurmazsak onlar yıkılmaz! Görev, işçilerin, emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmeye çalışmaktır. 24 Nisan 2009 √

Savaş örgütü NATO’nun 60. yıldönümü kutlandı! - FRANSALMANYA -

N

ATO’nun 60. yıldönümü kutlamalarının 3-4 Nisan 2009 tarihinde ve Fransa’nın Strasbourg ve Almanya’nın Kehl ile Baden Baden kentlerinde yapılacağını, dergimizin 131. sayısında belirtmiştik Fransa-Almanya ortaklığında örgütlenen NATO’nun 60. yıldönümü kutlamalarına, hem egemenler hem de NATO’ya karşı olan kesim yoğun biçimde hazırlandı. Egemenlerin sözkonusu kutlamalarda yerleştirmek istedikleri temel düşüncelerden –bu aynı zamanda şovlu görüntülerle desteklendi– biri NATO’nun “dünyada barışı, güvenliği sağlayan” bir “barış” örgütü olduğu yönlü görüştü. Bu görüşün NATO karşıtlarının tavırlarındaki yansıması ise kendisini, NATO’nun “kuruluşunda bir savunma örgütü” olduğu biçiminde gösteriyordu. Yani NATO’ya karşı olanlar arasında da, NATO’nun kuruluşundan özellikle 1989-90’a kadarki tarihi değerlendirmede yanlış görüşler vardı, vardır. Zirvede neler yapıldı konusuna geçmeden önce, NATO’nun kuruluşunda da bir savaş örgütü olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak, bilince çıkarmak gerekiyor. NATO’nun “savunma örgütü” olduğu tezinin arkasında yatan gerçeklik, o dönem ABD emperyalizmi önderliğinde yaygınlaştırılan, Sovyetler Birliği (SB) ve onun önderliğindeki Halk Demokrasisi ülkelerin (Doğu Bloku genel olarak) saldırgan ve yayılmacı olduğu yalanının gerçekmiş gibi kabul edilmesidir. Hem tarih, hem de olgular, saldırgan olanın emperyalist güçler olduğunu; NATO’nun hem sosyalizme karşı savaş, hem de ezilen halkları köleleştirme aracı olarak kurulduğunu göstermektedir. İçinde bulunduğumuz tarihi süreçte ise, aslında NATO’nun bir savaş örgütü olmadığını söyleyebilmek

için ya gerçekte siyasi cehalet içinde olmak ya da büyük bir sahtekâr olmak gerekir. Emperyalistler, egemenler sahtekârdırlar. Onlar savaş yürütürken bile “barış”tan bahsederler. Kitlelerin gerçekleri görmesini istemezler, istemiyorlar…

ZİRVENİN KONULARI… NATO’nun 60. yıldönümü kutlamalarının şov bölümünü bir kenara bırakırsak karşımıza savaş hesap ve planları çıkmaktadır. Görünürde sadece eğleneceklerdi, birbirlerini boğazlama yerine kucaklayacak ve etrafa gülücükler dağıtılacaktı. Şovun sıcaklığına herhangi birisinin soğuk su dökmesini özellikle de 60. yıldönümünde istemiyorlardı. Ama, savaş örgütünün toplantısında her şeyin üzeri örtülemiyor. Dışa karşı birlik görüntüsü verilmeye çalışılırken bile ne kadar tehditkâr olduklarını görmek için fazla bir çabaya gerek kalmıyor. Tartışılması istenen konuların başında NATO’nun yeni stratejisiydi. Fakat bu konuda görüş farklılıklarının çok olduğu göz önüne alınarak –kimi yorumcular bu tartışmada NATO’nun dağılabileceğini bile söylüyor– ve şovlarına soğuk su katma-

mak için bu tartışmayı, “bilir kişilerin” bir taslak hazırlaması için geleceğe ertelediler. Toplantının Fransa-Almanya ortaklığında yapılmasının en önemli gerekçelerinden biri Fransa’nın resmen yeniden NATO’nun komuta kademesine, askeri kanadına dönmesiydi. Bunun sembolü olarak da, Fransa Başkanı Sarkozy dışındaki yetkililer Almanya tarafında buluşup “İki Kıyı Köprüsü” üzerinden Fransa tarafına yürüdü ve Sarkozy de karşı taraftan gelip köprünün ortasında birleştiler. İtalya Başbakanı Berlusconi’nin Erdoğan ile telefon görüşmesi yapması nedeniyle aile fotoğrafında yer almaması tartışmalara yol açsa da, köprü üzerindeki şov tam bir komediydi. NATO’nun 60. yıldönümünde üye sayısı resmen 28’e yükseldi. Toplantı öncesinde tüm üye ülkelerin onayıyla Hırvatistan ve Arnavutluk NATO’ya tam üye statüsüne kavuştu. NATO’nun, artık “kaderini belirleyecek” savaş olarak düşünülen Afganistan’daki savaş sorunu, zirvenin gündeminde öne çıkan sorunlardan biriydi. Çiçeği burnunda ABD Başkanı Obama toplantıya gelmeden önce ABD’nin Afganistan’a yönelik pla-

17


panorama

18

nını, –kimi bunu yeni strateji diye kitlelere satmaya çalışıyor– kamuoyuna aktardı. Buna göre Afganistan’daki ABD işgal gücüne 21.000 asker daha katılacaktır. Bunun 4000’i Afganistanlıların askeri eğitimi ve harekât danışmanı olarak planlanıyor. Öyle ya da böyle Afganistan’da ABD askerinin sayısının 60.000’e yükseltilmesi sözkonusudur. Buna bir de anda Afganistan’da bulunan diğer ülkelerin 30.000 civarında askeri eklenince işgal gücü 90.000’e ulaşıyor. Kuşkusuz ki sayı bununla kalmayacaktır. Daha şimdiden kimi NATO üyesi ülkeler yazın yapılacak Başkanlık seçiminin güvenliğini sağlama adına da ek askeri güç göndereceği sözü vermiş durumdadır. Taliban iktidardayken başlatılan savaşta ordu gücü sayısı 5-10 bin civarında veriliyordu. İşgal gücü sayısının giderek katlandığı açıktır. Afganistan’da ABD askerinin sayısının yükseltilmesi kuşkusuz ki savaş giderlerinin de yükseltilmesi demektir. Mart 2009 itibariyle verilen kimi rakamlara göre sadece ABD’nin Afganistan’daki askeri-savaş giderleri ayda 2 milyar dolardır. Ayrıca bir de “askeri olmayan” giderlerin ne kadar olduğu da belirtilmiyor. Yeni diye kitlelere satılmaya çalışılsa da, sorunun sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği meselesi, yeniden dillendiriliyor. Asker ve polisin eğitilmesi dışında planlarında yer alan konulardan biri de, –daha önceki yazılarımızda da dikkat çekmiştik– Taliban güçleriyle işbirliğidir. Bu işbirliğini nasıl ve hangi temelde sağlayacakları net değil, ama Irak’taki deneyimlerden yararlanmaya çalışıyorlar. Vurgulanması gereken bir nokta da artık Afganistan’daki savaşın sözkonusu olduğu yerde, Pakistan da sözkonusudur. Bu nedenle de kimileri NATO’nun savaşını Af Pak savaşı olarak da adlandırıyor. NATO zirvesinin sonucu başından belliydi: Obama’nın planı NATO’nun planı olarak kabul gördü. Zirvede sözkonusu edilen bir konu da NATO-Rusya-Konseyi çalışmalarının yaza kadar yeniden başlatılmasıydı. Sözkonusu çalışma, ya da toplantılar Rusya-Gürcistan savaşı nedeniyle dondurulmuştu. 60. yıldönümü toplantısında Rusya’nın NATO için önemli bir partner ve komşu olduğu vurgulanırken bile, Rusya’ya Güney Osetya ve Abhazya’yı tanıma kararını geri çekmesi ve Gürcistan’daki askerlerini çekme işini bitirmesi uyarısında bulundular. NATO’nun savaş örgütü olduğu gerçeğini gözler önüne seren noktalardan biri de “yeni strateji” içinde ele almak istedikleri, ama daha şimdiden kararlı oldukları uygulamadan biri, “nükleer ve konvansiyonel yetenekli” dedikleri silahların kullanımıdır. Korkutma, ya da vaz geçirme adına şu ya da bu ülkeye nükleer saldırının köşe taşları dizilmiştir.

Buraya kadar değindiğimiz tüm noktalar, hem toplantı öncesindeki görüşmelerde üzerine anlaşılan, hem de kutlama şovu nedeniyle de mutlaka 3-4 Nisan 2009 tarihlerinde sonuçlandırılması hedef lenmeyen noktalardı. Birlik görüntüsünü bozmayacak, sıcak suya soğuk su katmayacak biçimde bunları hallettiler. Fakat, 31 Temmuz 2009 tarihinde görev süresi bitecek olan NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in yerine yenisinin seçilmesi isteniyordu, büyük güçlerce… Üzerinde anlaştıkları aday ise Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen idi. NATO üyesi ülkelerin gücüne, büyüklüğüne ya da küçüklüğüne bakılmadan bir oy ve veto hakkı var. NATO’nun reforme edilmesi sürecinde değiştirmek istedikleri noktalardan biri de, alınacak kararların oy birliğiyle değil, çoğunlukla alınmasıdır. Fakat anda geçerli olan kural oybirliği olmasıdır. Türkiye toplantı öncesinde Rasmussen’in seçimine sıcak bakmadığını belirtmişti. Başbakan biraz sert Cumhurbaşkanı ise yumuşak biçimde bu görüşü dile getirmişlerdi. Toplantıda Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Gül temsil etti. 3 Nisan’da –özellikle akşam yemeğinde ve sonrası süreçte– yürütülen pazarlıklar, yapılan görüşmeler, Türkiye’nin kolay ikna olmayacağını göstermişti. Türk iye Cumhuriyeti devleti temsilcileri, Rasmussen’in hem Danimarka’da bir günlük gazetenin Muhammed karikatürlerini yayınlaması ve buna karşı tepkilere; hem de ROJ-TV’nin kapatılması taleplerine “bizde basın özgürlüğü var” biçiminde tavır takınmasını içlerine sindirememişlerdi. Ellerine geçen fırsatı güçlerince kullanmaya, Rasmussen’in seçimini önlemeye çalıştılar. Veto hakkını kullanarak böylesi bir durumu yaratmalarının kendilerinin fazla işine gelmeyeceğini gördükleri yerde, karşılığında alabilecekleri kadar taviz almaya çalıştılar. Neler elde ettikleri tam açık değil. Ama sonuçta Obama’nın Gül ve Rasmussen ile görüşmesi ve tarafların isteklerinin yerine getirileceği konusunda kefil olması sonucunda, Türk tarafı Rasmussen’e olurunu verdi. Böylece, gecikmeli de olsa dışa karşı birlik görüntüsü vermenin koşulu oluşturulmuş, basın açıklaması aşamasına gelinmişti. Basın açıklaması yapılarak ve yeni NATO Genel Sekreteri takdim edilerek zirve sonuçlandırıldı. NATO’nun 60. yıldönümünde bir de, Strasbourg/Kehl-Zir veAçıklaması yayınlandı. Sözkonusu açıklama 62 maddeden oluşuyor. Kuşkusuz ki elinize geçirirseniz, dünyanın savaş kurmaylarının ne düşündükleri konusunda bilgilenmek için sözkonusu açıklamayı okumak yararlı olacaktır. Şimdiden bilince çıkarılması gereken noktalardan biri, NATO üyesi

ülkelerin bu çatı altında gerçekte sağlam bir birliğe sahip olmadıklarıdır. Üye sayısı çoğalsa da, NATO üyesi ülkeler içinde özellikle ABD, Almanya, Fransa gibi büyük emperyalist güçlerin çıkarlarının çatışması –kuşkusuz ki diğer tüm üye ülkelerin diğerleriyle çatışan çıkarları sözkonusudur–, aynı zamanda bu birliğin uzun vadedeki geleceğini soru işareti haline getirmektedir. AB’nin militarizminin geliştirilmesi –şimdilik NATO ile ittifak halinde davranılıyor–, güçlendirilmesi, NATO’nun en azından ikiye bölünmesinin ihtima-

lini de içeriyor. Bu ihtimalin ya da başka tahminlerin gerçekleşmesi daha birçok sene sürebilir. Fakat, NATO üyesi ülkelerin tümünün ortak çıkarlarını bir arada tutup, hepsinin taleplerine cevap vermesi uzun vadede mümkün değildir. Emperyalistler arası çelişkilerin şiddeti, bu süreci de belirleyecektir. Dünyanın işçilerinin, emekçilerinin ve ezilen halklarının görevi, emperyalist sistemi de, onun savaş örgütlerini de tarihin çöplüğüne atmaktır! 25 Nisan 2009 √

NATO zirvesi protesto edildi…

“N

ATO’ya hayır! Savaşa hay ı r!” sloga n la r ı, NATO’nun 60. yıldönümü zirvesine karşı, protesto eylemlerinin baş sloganlarıydı. Bu sloganların içeriğini herkes aynı biçimde doldurmuyorsa da, hatta “savaşa hayır” sloganı hem pasifist hem de haklı haksız savaşı ayırmadığı için yanlış görülse de; bu sloganlar NATO ile savaşın aynı şey olduğunu dile getirmek için kullanıldı. Gerçekten de NATO, emperyalistlerin, egemenlerin savaş örgütüdür. Bu anlamda NATO’ya hayır demek, onların savaşlarına da hayır demektir. NATO’nun emperyalistlerin savaş örgütü olduğu ve buna karşı mücadelenin sisteme karşı mücadeleye bağlı olması gerektiği düşüncemizi kuşkusuz ki her seferinde dile getirip buna uygun mücadelemizi geliştirmeye çalışıyoruz. İçinde bulunduğumuz tarihi koşullarda, genelde devrimci, komünist hareketin zayıflığı, işçi sınıfının bilinç seviyesinin ve örgütlülük düzeyinin düşüklüğü, sisteme ve sistemin kurum ve kuruluşlarına karşı mücadeleye de yansımaktadır. Örneğin NATO’ya karşı eylemler gibi etkinlikler -biz komünistlerin, devrimcilerin eylemleri de–, esasta tepki eylemleri olma durumunda-

dır. Egemenler toplantı ya da zirveler yapmaktadır, bizler de onlara karşı olduğumuzu göstermek, sesimizi yükseltmek için, onların toplantı veya zirvelerinin tarihlerinde harekete geçiyoruz. Kuşkusuz ki tepkimizi göstermek, sömürücüleri ve onların kurum ve kuruluşlarını istemediğimizi haykırmak hem doğrudur, hem de gereklidir. Fakat yine de “devrimci sol” kesimin mücadelesinin esasının ya da ağırlığının tepki eylemleri olması durumu komünistler tarafından istenen bir durum değildir. Bizlerin kendi eylemlerimizi, işçi sınıfının eylemlerini geliştirip güçlendirmemiz gerekir. 3-4 Nisan 2009 tarihlerinde FransaAlmanya’da yapılan NATO Zirvesi’ne karşı protesto eylemlerinin gösterdiği en temel gerçeklik, işçi sınıfının devrim için mücadele edecek bilinç ve örgütlülük düzeyine kavuşmadığı sürece; NATO’yu protesto etme eylemleri gibi eylemleri de devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele alıp önderlik etmedikçe; biz ezilenlerin ezenlere karşı zaferi elde etme imkânımızın olmadığı gerçeğidir. Hoppala! Bu da nereden çıktı? diye sorarsanız, NATO’ya karşı protesto eylemlerine katılan birinden şu cevabı alacaksınız: Fransa’da işçi sınıfı


panorama reformist sendika önderliğinde hareket ettiği halde, hükümeti protesto için, ya da istemediği herhangi bir yasayı engellemek için greve gittiğinde milyonlarca işçi harekete geçiyor ve hükümete geri adımlar attırıyor. En son iki grevde bir milyon ile üç milyon arası işçi greve gitti ve kelimenin gerçek anlamında Fransa’da hayatı durdurdu. 4 Nisan’da Strasbourg’ta planlanan NATO’ya karşı eylemleri, –bloke etme ve yürüyüş– bu işçi sınıfı sahip çıksaydı, egemenlerin zirvelerini bu kadar rahat gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktı, hatta zirvenin Strasbourg bölümü iptal bile edilebilirdi. Olmadı! Bırakın işçi sınıfını, Elsaslı, Fransalı protestocuların sayısı bile başka ülkelerden Strasbourg’a gidenlerin sayısından daha azdı. Neysene, işçi sınıfının rolünün önemine dikkat çekerek NATO zirvesi bağlamında kimi bilgileri aktaralım. Hepimizin bildiği gibi egemenler kitleleri kandırmanın bir aracı olarak sürekli “demokrasi”den bahsederler, gerçekte savaş sürdürseler de… Geçmişte yaşanan kimi olayları sosyalizme saldırılarını yaygınlaştırmak için kullanırlar ve sosyalizmin ne kadar “totaliter”, “baskıcı” bir sistem olduğunu biz emekçilere empoze ederler. Bu arada tabii ki beynimize kapitalizmin ne kadar “özgürlükçü”, ne kadar “demokratik” olduğunu şırıngalamaya çalışırlar. Dünya üzerinde anda yaşanan tüm barbarlıkların kapitalizmin ürünü, sonucu olduğu gerçeği karşısında ise üç maymunu oynarlar! NATO’nun 60. yıldönümünü kutlama şovuna hazırlık ve önlemlerin kısa bir dökümü bile, bu sahtekârların “demokrasi” maskesini yırtmaya yeterlidir. NATO zirvesi 3-4 Nisan’da yapıldı ve esas olarak önlemler bu iki güne yoğunlaşmıştı. Fakat toplantının yapılacağı bölgede, geniş çaplı bir coğrafyada kelimenin gerçek anlamında olağanüstü bir hal yaşatıldı. Hem Almanya kesiminde hem de Fransa kesiminde toplantının yapılacağı alanlar çok önceden denetime alınarak istedikleri önlemleri almanın yanısıra, olasılıklar hesaplanarak gerek duydukları kimi işler de yaptılar. Örneğin Baden Baden kentinde baş haydutları taşıyan Helikopterlerin güvenliği için birçok ağaç kesildi. Kanalizasyon sisteminin kapakları özel yapıştırıcıyla yapıştırıldı, kaynatıldı. Kimi özel yollar döşendi vb. vb. Toplantı bölgeleri kırmızı ve sarı bölgelere bölündü ve sözkonusu yerlerde ikamet edenler, ya da çalışanlar ancak kendilerine verilen kırmızı ya da sarı renkli kartlarla, tabii ki her seferinde kontrolden geçirildikten sonra evlerine, işyerlerine gidebildiler. Özellikle kırmızı bölgede oturanların pencerelerini açmasını bırakın, pencerelerine yanaşmaları bile yasaklandı. Strasbourg’ta ise NATO’ya

Hem Almanya kesiminde hem de Fransa kesiminde toplantının yapılacağı alanlar çok önceden denetime alınarak istedikleri önlemleri almanın yanısıra, olasılıklar hesaplanarak gerek duydukları kimi işler de yaptılar. Örneğin Baden Baden kentinde baş haydutları taşıyan Helikopterlerin güvenliği için birçok ağaç kesildi. Kanalizasyon sisteminin kapakları özel yapıştırıcıyla yapıştırıldı, kaynatıldı. Kimi özel yollar döşendi vb. vb. hayır diyen protesto gösterisi içerikli, hatta “Barış” yazılı pankart ya da bezlerin asılmasına bile izin verilmedi. Yine de evlerinin duvarlarına, pencerelerine böylesi pankartlar, yazılar asanlar polisin gözetimiyle karşı karşıyaydı. 1-5 Nisan tarihlerinde Kehl ile Strassbourg arasındaki tren ulaşımı iptal edilmiş, özellikle 3-4 Nisan tarihlerinde Baden Baden ve Kehl’de ikamet edenlerin büyük bölümü ancak polis refakatinde gitmek istediği yere, örneğin alışverişe gidebiliyordu. Sayısı belli olmayan sayıda insana Alman polisi sözkonusu tarihlerde evlerini terketmeleri yönünde mektup gönderiyor, kimi işyerlerinde zorunlu olarak işi durduruyordu. Basına yansıdığına göre 40’tan fazla bilgi toplama merkezi, yani ajan merkezi oluşturuldu. Hastahaneler, hapishaneler boşaltıldı, yaralanacak ya da tutuklanacak olanlara çok önceden yer hazırlandı. Örneğin çocuğunun doğumu için 3 Nisan’da hastahaneye yatması gereken kadın, bir hafta önce ameliyat ediliyor ve çocuk da bir hafta önce suni olarak dünyaya gözlerini açıyordu… Fransa NATO toplantısının güvenliğini sağlama adına 20 Mart ile 5 Nisan arası dönemde Şengen Anlaşması’nı donduruyor, hemen hemen tüm Almanya ile olan sınırlarda, farklı düzeyde de olsa sınır kontrolleri yeniden uygulanıyordu. Kuşkusuz ki tüm bunlar içinde doğrudan savaş güçleri de vardı. AWACS uçakları gibi erken uyarı uçaklarından savaş uçaklarına, helikopterlere, Almanya ile Fransa sınırı olan Ren Nehri üzerinde sürekli turlanan polis botları vb. yani karadan, havadan, sudan… her taraftan önlemlerini almışlardı. Kesin rakam verilmemesine rağmen Almanya en az 15.000 polis ve ek olarak yüzlerce asker, Fransa ise en azından 10.000 kolluk gücü ile NATO’nun gerçek yüzünü, savaş örgütü olduğunu gözler önüne seriyordu. Kuşkusuz ki alınan önlemler listesi çok daha uzundur. Ama iki günlük toplantı için kelimenin gerçek anlamında sıkıyönetim uygulanması gerçeği bile burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü göstermektedir: Ezenlere demokrasi, ezilenlere baskı, zulüm, terör! Aslında bu iki gün içinde yaşananlar bile, burjuvazinin demokrasisinin cilasının söküldüğünde, cilanın altında faşizmin çirkin yüzünün or-

taya çıktığını yeniden gösterdi. Baden Baden ve Kehl’de yapılan protesto eylemleri –stand açma, miting yapma ya da yürüyüş gibi değişik eylemler yapıldı– esasta herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı, bu açıdan “barışçıl” eylemlerdi. Baden Baden’de protesto eylemine katılımın azlığı gibi, katılanların da esas olarak pasifist kesimden olması polisin işini kolaylaştırdı. 4 Nisan’da Kehl’deki yürüyüşe ise tüm engellemelere rağmen 6000 civarında insan katıldı. Bu yürüyüşe biz YDİ Çağrı okurları Herşeye Rağmen dergisi okurlarıyla birlikte katıldık. Kehl’deki yürüyüş de esasta pasifist kesimin damgasını vurduğu bir yürüyüştü. Avrupa Köprüsü’nü geçip Strasbourg’tan gelen yürüyüş kolu ile birleşmeye çalışma çabası da –bir ara polisin saldırıya hazırlanmasıyla hava biraz ısınsa da– sonuna kadar sürdürülmedi. Strasbourg bölümünde yaşananları özetleyerek anlatalım. 1-4 Nisan tarihleri arasında hem kampa katıldık, hem de ayın 4’ünde sabah saat 4’ten akşama kadar sokaklarda önce küçük gruplar ve sonra yürüyüş kolu halinde NATO zirvesini rahatsız etmeye, protestomuzu güçlü biçimde göstermeye çalıştık. Kehl ve Strasbourg’taki protestocuların toplam sayısı 30.000 civarında idi. Fakat Strasbourg’takilerin de hepsi aynı anda bir arada değildi. Kampın örgütlenmiş olması iyiydi ama kampta yapılacak eylemler için merkezi bir örgütlenme yoktu. Tam bir kaos yaşandı. Sürekli üzerimizde helikopterler dolandı, yapılan kimi küçük çaplı yürüyüşler ve askeri binaların camlarının kırılması gibi, fırsatı bulanların sözkonusu bölgede arabalara, otobüs duraklarına saldırıları da yaşandı. Bu çatışmalarda kimi bilgilere göre üçyüzelli civarında insan gözaltına alındı. Polis bir nevi “yorma” taktiği kullanıyordu. Kampta kimi bilgilere göre 5000 kadar insan vardı, ama bu rakamın abartılı olduğu da söylenebilir. Kampta, ya da toplantı çadırlarında sivil polislerin –özellikle Almanca konuşanların– sayısı hiç de az değildi. Esasında Fransız polisinin yapılması planlanan eylemlerden haberleri vardı. Bunun pratiğini 4 Nisan’da, şehir merkezinde değişik yerlerde bloke etme eylemlerini gerçekleştirme amacıyla saat 4’te ortalama 200’er ki-

şilik gruplar halinde yürüyüşe başlamamızdan kısa süre sonra –yaklaşık 35 dakika sonra– gaz bombalarıyla, ses bombalarıyla bize saldırılmasıyla ve üzerimizde durmadan dönen ve ışığıyla bizi kameraya alan helikopterlerle karşı karşı gelmeyle yaşadık. Bize tıkanan bir yoldan ve atılan gazlardan sonra geri çekilip başka yol arama ve yeniden aynı biçimde gaz, ses bombası ve yer yer de plastik kurşunlarla karşılaşma oyunumuz, –onlar kedi biz fare gibi bizimle oynadılar kelimenin gerçek anlamıyla– saat 10’a kadar sürdü. Fakat gazlanma, ya da saldırılar bitmedi tabii ki. Şehir merkezine gitmek, bu halimizle mümkün değildi. Kendi aramızda şakalaşarak, moralimizi üstün tutarak ve tabii ki kendi kendimizle alay da ederek, cesaretli ve cüretkar olmayı sürdürdük sonuna kadar. Fransız polisi, bakın biz NATO’ya aitiz, NATO’ya geri döndük dercesine havai fişekler gibi bize gaz, ses bombası yağdırıyordu. Yürüyüş alanına doğru bizi yönlendirdiler. Daha önce yolu açıp ilerlediğimiz ve çoğumuzun zafer nidalarıyla kutladığı yürüyüşümüzün yönünün, bilinçli olarak şehir merkezinden dışa doğru açıldığını farkettik. Sonuçta, bize verilen yürüyüş rotasını yürümedik, Kehl’den gelecek yürüyüş koluyla birleşmek için Avrupa Köprüsü’ne yürüdük. Köprünün tam yanıbaşında pankartımızı açıp, bildirileri dağıttık. Bu arada yaklaşık bir-birbuçuk saat polis saldırısı yoktu. Kimi anarşistler eski gümrük binasını ateşe verdiler. Daha sonra bir otelin ve başka binanın yandığını gördük. Yürüyüş kolu köprüden geri çekildiğinde bu sefer daha yoğun bir saldırıya uğradık. Miting yapılmadı, yürüyüş kolu izin verilen rotaya doğru ilerledi. Güç dengesinin açıkça bizim aleyhimize olduğu bir durumda “göğü fethetmeye cüret edenler” olarak gün boyunca cesaret ve sükunetimizi koruduk. En büyük çabamız da polisin saldırılarından kaçanların paniğini engellemeye çalışmaktı. Ne yazık ki her zaman başaramadık. Önemli bir noktayı bilince çıkararak yazıyı bitirelim. Fransa tarafından polisle çatışmaların, ya da kimi yerlerin yakılmasının tersine Almanya kesiminde herhangi bir çatışmanın yaşanmaması, egemenler tarafından daha fazla silahlanmanın, sıkı önlem almanın hazırlığı için kullanılmaktadır. Bunu yapmakta olanlara göre Fransız polisi Alman polisini örnek almalıdır. Yani anlayacağınız, burjuva demokrasisinin cilası hep daha fazla dökülüyor, döktürülüyor… Bu deneylerden öğrenilmesi gereken en temel noktalardan biri de, gücün ne kadar az olursa olsun, hareketin kuyruğuna takılmayacaksın! Doğru olan ne ise ona bakacaksın! 25 Nisan 2009 Almanya’dan bir okur √

19


panorama

G20 toplantısına karşı protestolar…

E

20

gemenlerin krize karşı önlemler alma ve kendilerini kurtarma çabaları sürerken, “dünya ekonomisini kurtarma” adına zirveler gerçekleştirirken, bu zirvelere karşı protesto eylemleri de gerçekleştirilmektedir. G20’nin 1-2 Nisan tarihlerinde Londra’da yapılan zirvesine karşı protesto eylemleri aylar önceden planlanmıştı. “Krize ve savaşa karşı eylem haftası” olarak düşünülen ve 28 Mart’ta başlayıp 4 Nisan’da bitirilecek olan eylemlerle protestolar gerçekleştirildi. Doğrudan krize ve G20 zirvesine karşı olan eylemler ise 28 Mart’ta Avrupa’nın değişik merkezlerinde yapılan, “Sizin Krizinizin Bedelini Biz Ödemeyeceğiz” sloganı altında onbinlerce insanın katıldığı eylemlerle başladı. Sözkonusu eylemler 1 ve 2 Nisan tarihlerinde Londra’da onbinlerce insanın katılımıyla sürdürüldü. Londra’da zirveye karşı protesto eylemlerine katılan onbinlerce kişiye karşı polisin aldığı önlemler, burjuva medya da bile “yoğun önlemler” olarak adlandırıldı. Polisin engelleme çabalarına karşı protestocular direnince, burjuva demokrasisinin gerçek, çirkin yüzü de ortaya çıkıyor. En barışçıl ve şiddeti ilkesel olarak reddeden göstericilere karşı bile yoğun şiddet uygulandı. Göstericiler finanz merkezi olarak bilinen City bölgesinde Merkez Bankası önünde toplanırken, polisin saldırısına karşı direnen kimi göstericiler ise Royal Bank of Scotland’ın camlarını kırdı. Kitlelerin attığı sloganlar arasında öne çıkanlar, “Bankalardan nefret ediyoruz”, “İnsanlar kârdan önce gelir” ya da “Irak ve Afganistan’dan çekilin” gibi sloganlardı. Kimileri de “parayı yok edin” diye sesini yükseltiyordu. Protestocular arasında bu tür sloganlar atılırken, bu iki günlük zirvenin “güvenlik önlemleri” için 10 milyon sterlinin harcandığı bilgisi medyaya yansıyordu. Kuşkusuz ki protestocuların paranın yok edilmesinden anladığı şey bu değildi. Bu protestolar arasında medyaya yansıyan haberlerin başında, “bir kişinin ölü bulunduğu” biçimindeki haber geliyordu. Bu habere göre polis Bank of England yakınlarında, göstericiler arasında bir kişiyi ölü olarak buluyor! Ne esrarengiz bir haber ama! Sanki birisi kaybolmuş ve polis de o kişiyi ararken, onu ölü olarak bulmuş… Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış! Tekniğin gelişmesi yer yer egemenlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya da hizmet ediyor. Ölen kişi bir gazete satıcısı, bayii, adı Ian Tomlinson yaşı 47. The Guardian tarafından sitesinde yayın-

lanan video, bir görgü tanığı tarafından çekilmiştir. Tomlinson işinden evine giderken protesto eylemlerinin olduğu yerden geçmekte ve polisin saldırısına uğramaktadır. Tomlinson yere düşer, görgü tanıklarına göre kafasını yere çarpar. Eylemciler Tomlinson’un kalkmasına yardım eder, ama Tomlinson birkaç metre sonra bir daha kalkmamak üzere yeniden yere düşer. Ölü bulunduğu açıklanan kişi Tomlinson’dur. Polis açıkça katlettiği halde, gerçeğin üzerini örtmeye kalkışmıştır. Olayın görgü tanığının videosu sayesinde ortaya çıkması kuşkusuz ki polise karşı protestoların da yükselmesini beraberinde getirdi. Fakat bu cinayetin sorumlusunun İngiltere devleti ve polis kurumu olduğu gerçeğinin üzeri de daha başından itibaren örtülmeye çalışılıyor. Soruşturmanın sonucunun ne olacağını birlikte göreceğiz. Şimdiden açık olan şey, göstericilerin 1 Nisan’ı “Mali aptallar günü” olarak gösterdiği şakacılığı karşısında polisin gayet ciddi olduğudur. Londra’daki protestolar 2 Nisan’da da sürdü, fakat 2 Nisan tarihinde en yüksek katılımlı protesto eylemi, Yunanistan’da gerçekleştirildi. Yu n a n i s t a n G e n e l E m e k Konfederasyonu (GSEE), 2 Nisan’daki G20 zirvesini protesto etmek için ülke çapında bir günlük genel grev eylemi gerçekleştirdi. Grevin yanısıra binlerce insanın katıldığı yürüyüşler de yapıldı. GSEE genel olarak ETUC, ITUC ve Küresel Emek Federasyonu’nun sendikal mücadeledeki yaklaşımını destekleyen reformist bir sendika konfederasyonudur. G20 zirvesine karşı eylemde öne sürdüğü talepler de sistem içi taleplerdir. Fakat buna rağmen, en azından bizim bilgimiz dahilinde olan Avrupa Birliği üyesi ülkeler içinde, G20 zirvesine karşı 2 Nisan tarihinde genel greve çağrı ya-

pan ve bu çağrısını da önemli ölçüde gerçekleştiren tek konfederasyondur. Bu örnek aslında reformist sendikalar içinde de farklılıkların olduğunu göstermektedir. Mücadeleci reformistlerle teslimiyetçi reformistler… Teslimiyetçi reformistler arasında örneğin Alman Sendikalar Birliği’ni (DGB) ya da Türk-İş’i sayabiliriz. GSEE Yunanistan’da bir günlük genel gereve giderken, DGB Başkanı Sommer G20 zirvesinin kararlarını “onurlandırmış” ve AB ile Alman hükümetinin sözkonusu kararları bir an önce uygulamasını talep etmiştir. Sommer ayrıca, kitlelerin dünya çapında küresel ekonomi ve mali sisteme güvenebilmesi için sendikaların da pazarlık masasında yer alması gerektiğini salık vermektedir. Bunu da Uluslararası Sendikal Birlik (IGB) adına öne sürmektedir. IGB’nin (ITUC, CSI, IGB, TUAC, Global Unions vb. kısaltılmış isimlerle, bunlar farklı dillerden olduğu için) “Global Unions’un Londra G20-Açıklaması” ise 34 maddeden oluşuyor ve devlet ve hükümet başkanlarına sendikalarla nasıl çalışılabileceği, daha doğrusu işbirliği yapılabileceği; tabii ki daha kötü durumlara düşmemek için çalışanların ya da işsizlerin de durumlarının gözönüne alınması gerektiği söylenerek, akılbabalığı yapılıyor. G20 zirvesinden önce Londra’da 31 Mart-1 Nisan tarihlerinde “G20 Sendika Liderler Toplantısı” adı altında bir sendika toplantısı gerçekleştirildi. Sözkonusu toplantıya Türkiye’den Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu ile Türk-İş Uluslararası İlişkiler Uzmanı Uğraş Gök’ün katıldığı yönlü bilgi basına yansıdı. Yukarıda adı geçen 34 maddelik sendika açıklaması, ayrı bir açıklama yapılmadığı sürece Türkİş’in de tavrıdır. Kumlu, çalışan kesimin beklentileri hakkında şu açık-

lamayı yaptı: “Hâlâ artma eğiliminde olan yüksek işsizlik, sosyal ve siyasi bir krize dönüşmeden önce uluslararası ve bütünsel önlemler alınması gerekiyor. Bu çerçevede G20 Zirvesi büyük önem taşıyor. Biz sendikal hareket olarak, G20 Zirvesi’nde öncelikle istihdamı artıracak, gelir eşitsizliğindeki adaletsizliği giderecek, ücretlilerin satın alma güçlerini artıracak ve insan onuruna yakışır, daha adil bir ekonomik düzen oluşturacak kararlar alınmasını istiyoruz. Zirvede, sendikaların uluslararası kuruluşlarda daha fazla temsil edilmesini sağlayacak, ILO’nun dünya üzerindeki etkinliğini artıracak, çevreye saygılı, iklim değişikliği konularına duyarlı bir küresel ekonominin tesis edilmesini sağlayacak kararlar alınmasını istiyoruz. İstihdam yaratmak amacıyla kamu yatırımlarının artırılmasını, kaliteli kamu hizmetleri sunmak için inisiyatif alınmasını istiyoruz. Ayrıca, ücretli kesimin kredi kullanımına borç alma güvenliği getirilmesi gibi yine insanı temel alan başka taleplerimiz var.” (AA, 1 Nisan 2009, internetten) Türk-İş Genel Başkanı’nın bu tavrı sözkonusu açıklamayla uyumludur. Bu tavrın herhangi bir tekelin, ya da lobinin temsilcisinin tavrından farkı olmadığı da açıktır. Sendika ağaları bu tür tavırlarla işçileri, emekçileri dünyanın egemenlerine satmaktadırlar! Bunların Londra’daki toplantıda IMF ve Dünya Ticaret Örgütü temsilcileriyle yürüttüğü görüşmelerde neler savunduğu ise öğrenilmeye değerdir. Görev işçilerin, emekçilerin kapitalizme karşı mücadele gibi böylesi işçi sınıfı düşmanı sendika ağalarına karşı mücadeleyi de kendi ellerine almaları için mücadeledir. G20’ye karşı mücadele sendika ağalarına karşı mücadele ile birleştirilmek zorundadır. 26 Nisan 2009 √ NOT: G20 tanımı genelde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında en gelişmiş ülkeler, yani G8 ve artı 12 haydut grubu için kullanılmaktadır. G20, 19 ülke ve 1 devletler grubundan (AB) oluşmaktadır. Fakat Londra’daki zirveye toplam 23 devlet ve AB temsilcisi katılmıştır. Aslında G20’nin adının değişmesi gerekiyor. Bunlar şunlardır: ABD, Japonya, Almanya, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Kanada, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika, Güney Afrika, Arjantin, Avusturalya, Endonezya, Suudi Arabistan, Güney Kore, Türkiye ve Avrupa Birliği ile İspanya, Hollanda Tayland ve Etopya.


okuyucu mektubu

G

Bir hukuk mücadelesi üzerine notlar...

erçek anlamda hukukun olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Kağıt üzerinde hukuk var, yasalar var. Ama pratikte andaki mevcut yasalar değil, kafalardaki yasalar uygulanıyor. Hukukun üstünlüğ ya da hukuk devletinden söz edebilmek için, hukukun ne olduğu sorusuna doğru yanıt vermek gerekir. Hukuk adil olmalı ve adil bir yargılama yapmalıdır. Hukuk, bir ülkenin demokrasi ve özgürlük alanının en önemli ölçütlerinden biridir. Adil ve gerçek anlamda bağımsız yargı, demokratikleşmenin temelidir. Hukukun son ayağı da sorumluluktur. Eğer bir ülkede sorumluluk kurallarını işletemezseniz ya da önünü tıkarsanız, sorumlulardan hesap sormazsanız, o ülkede hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden sözedilemez. İlginç bir hukuk mcadelesini ve Danıştay 5. Dairesi’nin verdiği bir kararı anlatmak istiyorum. Daha önce yaptığım açıklamalarda, yargılama sürecini, yargılamanın nasıl yapıldığını ve verilen hukuk dışı kararları anlatmıştım. Bu hukuk dışı kararları veren İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında, 23.08.2005 tarihinde Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü nezdinde suç duyurusunda bulundum. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, 24.01.2006 tarihli bir yazı ile dilekçeme cevap verdi. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, 23.08.2005 tarihli dilekçemde ifade ettiğim taleplerimin yerinde olmadığını, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkan ve üyelerinin “yargı yetkisi ve takdir hakkı” sınırlarını aşmadığını, bu hak ve yetkilerini herhangi bir şekilde kötüye kullanmadıklarını ya da taraflı davrandıklarına dair bir delil elde edilemediğinden, mahkeme üyeleri hakkında işlem yapılmasına gerek görülmediğini belirtiyordu. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, bu işleme karşı yazının tebliğinden itibaren 60 günlük süre içerisinde Ankara İdare Mahkemesine müracaat edebileceğimi söylüyordu. Bir anlamda bakanlık bana yol gösteriyordu. Ben de süresi içerisinde, Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdum. Ankara 6. İdare Mahkemesi, 14.04.2006 gün ve 2006/903 E. 2006/736 K. Sayılı kararı ile “İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi başkan ve üyeleri hakkında ileri sürülen iddialarla ilgili yapılan inceleme sonucu soruşturma izni verilmemesi işleminin ceza yargılamasına yönelik hazırlık işlemlerinden olduğu, bu işlemlerin idari davaya konu olabilecek nitelikte kesin icrai mahiyetlerinin bulunmadığı, idari davaya konu edilemeyecekleri sonucuna...” varmak suretiyle davanın incelenmeksizin reddine karar verdi. O ysa , davaya konu et t iğ i m,

Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 24.01.2006 tarihli kararında, 8. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında soruşturma talebinin reddi gerekçesi açıklandıktan sonra, bu karara karşı yazının tebliğinden itibaren 60 günlük süre içerisinde Ankara İdare Mahkemesine müracaat edebileceğim belirtiliyordu. Bakanlık bana ne yapmam gerektiği konusunda yol gösteriyordu. Ankara 6. İdare Mahkemesi’de, bakanlığın bu kararının idari dava konusu olmadığını söylüyordu. İdare Mahkemesi aynı zamanda, bakanlığın soruşturma izni vermemesinin, ceza yargılamasına yönelik hazırlık işlemlerinden biri olduğunu, bu işleminde idari dava konusu olmadığını belirtiyordu. Ankara 6. Bölge İdare Mahkemesi’nin kararını temyiz ettim. Bu davayı açma hakkım vardı ve davayı zamanın da açtım. Davalı idarenin aldığı karar idari bir karar olup, kesin ve yürütülen bir işlemdir. Şöyle ki, soruşturma izninin verilmemesi hakkımda yürüyen ceza davasında şikayete konu ettiğim durum devam etti, hakkımda yanlış bir ölçüde taraflı, yutdışına çıkışımı engelleyen, işimden olmamı, ailemden uzakta kalmamı sağlayan hakimler görevlerine devam ettiler. Bu anlamda benim yönümden kesin ve icrai sonuçlar doğuran bir idari işlem sözkonusu idi. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü yeterli ve etkin bir soruşturma yapmadı. Yürütülen soruşturma şekli olmaktan öteye gidemedi. Yargılandığım 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2005/419 E. sayılı dosyası iyi incelenmiş olsa idi, ne kadar keyfi ve taraflı davranıldığı anlaşılacaktı. Yargılama süreci boyunca, zorunlu olmamasına rağmen Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ndeki duruşmada dahil bütün duruşmalara katıldım. Kaçmadım. Bilakis, neticede alabileceğim ceza bir yana, benim için artık büyük ve apayrı bir cezaya dönüşmüş bu yargılama sürecinin hızlı yürümesi ve biran evvel sonuçlanması için üzerime ne düşüyorsa yaptım. Gözaltında işkence görmem sebebiyle ciddi sağlık sorunlarım oluştu. Yargılanma sürecinin uzun süre devam etmesi sebebiyle, yeterli tedavi imkanı bulamadım. Mahkemeye bu yönde sağlık sorunlarımı da belirtir doktor raporlarını sunmuş olamama rağmen, durumum sürekli olarak görmezden gelindi. Kimi başvurularıma ise hiç cevap verilmedi. Danıştay’a verdiğim temyiz dilekçesinde, verilen hukuk dışı kararları bir bir anlattım. Danıştay 5. Dairesi nihayet temyiz başvurusundan 30 ay sonra, yani 2,5 yıl sonra bir karar verdi. Danıştay 5. Dairesi, temyiz başvurumu kabul etti ve Ankara 6. Bölge İdare Mahkemesi’nin kararını

esastan bozdu. Türkiye’de hakim ve savcıları yargılayabilecek bir mekanizma yoktur. Adalet Bakanlığı’nın izin vermesi durumunda, hakim ve savcılar hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılabilmektedir. İzin verilmemesi durumunda ise, ilgililer hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmamaktadır. Bu durum ise, kamu davası açılmasının yolunu kapamaktadır. Danıştay 5. Dairesi tamda bu soruna dikkat çekmekte, anayasanın 36 ve 125 maddelerine atıfta bulunarak, “buna göre tarafsızlığı ve bağımsızlığından kuşku duyulmayacak şekilde oluşturulmuş bir mahkemeye başvuru olanağının tanınmadığı bir idari rejimin adil yargılanma ilkesine uygun olmayacağı kuşkusuzdur” tespitleri yapılmaktadır. Dairenin yaptığı ve benimde doğru gördüğüm sonuç bölümünü olduğu gibi alıntılıyorum. “İdari işlem, idari makamların kamu gücü ve kudreti ile hareket ederek, kamu hukuku alanında yaptığı tek yanlı ve kesin, doğrudan uygulanabilir işlemdir. İdari işlemin en belirgin özelliği, ilgilinin isteğine bağlı olmaksızın, idarenin tek yanlı idaresi ile ilgilinin hukuksal durumuna etki yapabilmesidir. İdarenin, kişilerle olan ilişkilerinde sahip olduğu kamu gücü ve kudretini yanına alarak hareket etme üstünlük ve ayrıcalığı karşısında, kişilerin sahip olduğu tek güvence ‘etkin bir yargısal denetimin varlığı’dır. Davacının şikayeti üzerine bazı yargı mensupları hakkında yapılan inceleme sonucunda işlem yapılmasına gerek görülmediğine ilişkin olarak kurulan işlemin; davalı idarece kamu gücü kullanılarak takdir yetkisi içinde kurulması ve hukuksal sonuç doğurması nedeniyle tüm unsurları ile idari işlem olduğuna, incelenebileceği başka bir idari birim veya yargı mercii kalmadığına ve bu nitelikte bir işleme yargı yolunu kapayan bir yasa hükmü bulunmadığına göre, Anayasanın 36. Maddesinde öngörülen ‘hak arama özgürlüğü’ ve 125. Maddesinde öngörülen ‘idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu’ ilkeleri uyarınca davaya konu edilebileceği tabiidir.” ... “Bu bakımdan, davacının şikayeti üzerine ilgili yargı mensupları hakkında işlem yapılmasına gerek görülmediğine ilişkin idari işleme karşı açılan davada, işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerekirken, sözü edilen işlemin idari davaya konu olamayacağı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz işleminin kabulüyle, Ankara

6. İdare Mahkemesi’nin 14.4.2006 günlü, E.2006/903, K.2006/736 sayılı kararının 2577 sayılı idari Yargılama Usulü Kanunun 49. Maddesinin 1/b fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı maddenin 3622 sayılı Kanunla değişik 3. Fıkrası gereğince ve yukarda belirtilen hususlar gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, 1.12.2008 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.” Danıştay 5. Dairesi’nin yaptığı bu tespitler doğrudur. İdare bir anlamda kamu gücünü ve otoritesini kullanmaktadır. Suş işleyenler, hukuk dışı karar verenler bir anlamda sistem tarafından korunmaktadır. 8. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında soruşturma izninin verilmemesi, Danıştay 5. Dairesi’nin 30 ay sonra karar vermesi, hukuksal durumuma etki yapmıştır. Şimdi ne olacaktır? Dosya Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne geri gönderilmiştir. Ankara 6. İdare Mahkemesi’nin önünde iki yol vardır. Ya 2006 yılında verdiği kararın aynısını verecek ya da Danıştay 5. Dairesi’nin verdiği karara uyacaktır. İdare Mahkemesi, daha önce verdiği kararın aynısını verirse, dosya Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu’na gidecektir. Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu’nun vereceği karar, bağlayıcı karar olacaktır. İdare mahkemesi, Danıştay 5. Dairesi’nin kararına uyarsa, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında soruşturma yolu açılacaktır. Her halükarda bekleyip göreceğiz! Benim açımdan bir şey açık ve nettir. Sonuna kadar davayı götüreceğim. İç hukukta bir sonuç alamazsam, davayı AİHM’e taşıyacağım. Turkiye’de yaşanan hak ihlalleri ve mahkemelerin verdiği hukuk dışı kararları, hergün yaşıyor ve görüyoruz. Ne yazık ki hak arama mücadelesi yürüten insanların sayısı çok azdır. Bir çok insan, nasıl olsa bir sonuç çıkmaz düşüncesinden yola çıkarak, hakkını yasal düzlemde aramamaktadır. Tüm zorluklarına rağmen her bireyin, uğradığı haksızlıkları dile getirmesi ve mücadele etmesi gerekir. En başında hak arama mücadelesi yürütülürken, sonuç düşünülerek hereket edilmemelidir. Öncelikle sonuçtan bağımsız olarak, hak arama mücadelesinin gerekliliğini kavramak gerekir. Hak arama mücadelesinin yükseltilmesi, hukuksuzluğun, haksız uygulamaların, insanlık dışı uygulamaların geriletilmesi anlamına gelir. Özgürlükler alanının genişletilmesi, bireylerin, örgütlü yapıların yürüteceği mücadeleye bağlıdır. Mücadele yürütülmeden, demokratik kazanımlar elde edilemez. Görev, her alanda mücadeleyi yükseltmektir. Nisan 2008 Mehmet Desde √

21


yaşam temellerini koruma mücadelesi

G

Yeraltı barajları üzerine

ünümüzde yüzyıllardır sulama, içme suyu ve enerji üretimi alanında kullanılan barajlar üzerine kamuoyunda yoğun olarak tartışılıyor. Barajların doğaya verdiği zararlardan yola çıkarak, barajları genel olarak reddetmek gerektiğini savunan bir kesim var. Ben bu yazıda genel olarak barajların zararları üzerine tartışmayacağım. Sadece sulama ve içme suyu barajlarına alternatif olarak geliştirilen yer altı barajları hakkında okuyucuyu bilgilendirmekle kendimi sınırlandıracağım.

Geleceği düşünmeden açılan kaçak su kuyularıyla yeraltı suları tarıma aktarıldığı için göller ve diğer sulak alanlar beslenemiyor. Belli dönemler kuraklık yaşanıyor ama sulak zamanlarda bile artık kaynaklarımız gölleri, sulak alanları beslemeye yetmiyor.

Türkiye’de su

22

DSİ Planlama Mühendisi Ahmet Tomar şu bilgiye veriyor: “Ülkemizde teknik ve ekonomik anlamda tüketilebilecek yerüstü ve yeraltı suyu miktarı 110 milyar metreküp. Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, yaşam standartları, su potansiyelleri gibi kriterler dikkate alınarak yapılan çalışmalarda bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına 10 bin metreküp su potansiyeline sahip olması gerekiyor. Ülkemizde kişi başına su potansiyeli 3 bin 625 metreküp. Nüfus esas alınırsa kişi başına düşen su miktarı 1.621 metreküp. Kullanılan su miktarı dikkate alındığında ise bu rakam 648 metreküp. Oysa bir kişinin gereksinim duyduğu en düşük yıllık su gereksinimi toplamı bin metreküptür.” (Ahmet Tomar, Referans Gazetesi, 18. 10. 2007) “Türkiye’de suyun %72’si tarımda, %18’i evsel ve %10’u da endüstride kullanılıyor. Tarımsal sulamanın %88’i salma sulama. Kentlerdeki kayıp kaçak oranı %40’lara ulaşıyor. Belediyelerin yalnızca %8’inde arıtma tesisi var. OSB’lerde atık suyun %25’i arıtılmadan çevreye salınıyor. 1 litre atık kirli su, 8 litre tatlı suyu kirletiyor.” (Dünden yarına su politikaları, Tahir Öngür) Bu bilgilerden yola çıkıldığında, bilinenin aksine Türkiye’nin su zengini değil, su fakiri olduğu ortadadır. “Türkiye'de 50 yılda sulak alanların yarısı yok oldu. 50 yıl önce yaklaşık 2,5 milyon hektar sulak alana sahip olan Türkiye'nin 1 milyon 300 bin hektarlık sulak alanını kaybettiği söyleniyor. Bu ya, tarımsal toprak kazanma hırsıyla; ya, sulak alanları besleyen akarsuların sulama ya da başka amaçlarla aşırı ketlenmesi ve tüketimiyle; ya, aşırı yeraltı suyu çekimi nedeni ile su düzeylerinin düşmesiyle; ya, sıtma vb durgun sularla beslenen canlıların yaydığı hastalıklara karşı bilerek; ya da başka nedenlerle yapıldı. Ama sonuçta Türkiye’nin 3 Van Gölü büyüklüğündeki sulak alanı artık yok.

Ve bunun olumsuz, yer yer de yıkıcı etkilerini yaşamaya başladık. 200 bine yakın kaçak kuyu açılarak sulama yapılan İç Anadolu'da, Eşmekaya ve Ereğli sazlıkları kurudu, Akşehir Gölü neredeyse çöl oldu, Beyşehir, Meke ve Tuz Gölü ile Sultan Sazlığı da kuruma tehlikesiyle karşı karşıya... Akşehir'de 15 yıl önce 350 bin dönümün üzerinde sulak alana sahip olan göl, bugün tam bir çölü andırıyor. Geleceği düşünmeden açılan kaçak su kuyularıyla yeraltı suları tarıma aktarıldığı için göller ve diğer sulak alanlar beslenemiyor. Belli dönemler kuraklık yaşanıyor ama sulak zamanlarda bile artık kaynaklarımız gölleri, sulak alanları beslemeye yetmiyor. Kapalı ya da dışa açık havzalarda aşırı su çekimi nedeniyle en önemli yeraltı suyu akiferlerinde su düzeyleri düzenli olarak düştü, geri dönülmez bir tükenme ile karşılaşıldı. Ülkenin her yerinde yaşanan bu sorundan ötürü İstanbul’un yeraltı suyu akiferleri de artık yok. Çerkezköy’de yeraltı suyu düzeyindeki yıllık ek düşümler 4,50 m’ye ulaştı. Konya kapalı havzasında bu süreç yıkım düzeyine ulaşınca şimdi bu havzanın dışından buraya tünellerle su getirmeyi “asrın projesi” olarak muştuluyorlar.” (Dünden yarına su politikaları, Tahir Öngür)

Tahir Öngür su alanında yapılanları ve sonuçlarını böyle ortaya koyuyor. Aktardıklarımıza eklenecek tek şey şudur: Bu duruma gelinmesinin nedeni merkezinde daha fazla karın durduğu kapitalist sistemdir.

Dünyada yeraltı barajları Sulama ve içme suyu barajları artık tüm dünyada ya çok az inşa ediliyor ya da hiç yapılmıyor. Bunların yerine yeraltı sularını daha fazla besleme teknikleri geliştiriliyor veya yeraltı barajları yapılıyor. Sulama ve içme suyu barajları çok yer tutarlar ve kısa ömürlüdürler. Ekonomik ömürleri 40-50 yıl arasındadır. Yaz aylarında sular önemli ölçüde buharlaşır ve geri kalan suda tuz oranı önemli ölçüde artar. Bu tuzlu su ile tarım alanları salma (vahşi) sulama ile sulanır ve topraktaki su bir kez daha buharlaşarak daha da tuzlanır. Baraj suyu ile sulamanın sonucu toprağın tuzlanmasıdır. Tuzlanmaya karşı bulunan çözüm ise en az iki yıl toprağın bekletilerek yeni yağmurlarla yıkanması sağlanmaktadır. Ancak bu yöntem ile de yeraltına aşırı tuz gönderilmesi engellenememektedir. Yeraltı barajları, Brezilya ve Japonya ile bazı Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her bölgesinde yeraltı suyunu depolamak veya depolanan yeraltı suyunu arttırmak üzere başvurulan bir yöntem. Brezilya dün-

yada yeraltı barajları bakımından en zengin ülkelerin başında geliyor. Brezilya’nın Pernambuco eyaletinde 1990’lı yıllarda 500 adet küçük ölçekli yeraltı barajı inşa edildi.

Türkiye’de yeraltı barajları Devlet Su İşleri (DSİ), 20 yıl önce Antalya’da ilk yeraltı barajı yapan kuruluşlardan biri. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, özellikle yağışların yetersiz olduğu iç bölgelerde yaşanan kuraklık sorununun çözümü için yeraltı barajları projesi geliştirdi. DSİ uzmanları, tüm dünyada bulunan yeraltı barajlarını da inceledikleri proje ile Çankırı, Çorum, Kırıkkale ve Ankara’da yeraltı barajlarının yapılması için çalışmalara başladı. Yeraltı baraj sistemi çok uzun süre devam eden ve çok düşük maliyetli bir sistem olarak adlandırılıyor. Bu sistemde ihtiyacınız olduğu kadar kaynağı kullanıyorsunuz su israf olmuyor. Üstelik su hiçbir işleme tabi tutulmadan kaynağından sağlıklı bir şekilde direk içime sunulabiliyor. Kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Konya, İzmir, Bursa, Trakya, Aydın, Manisa ve Erzurum gibi bölgeleri susuz bırakmamak için, yeraltındaki kapalı akiferlere su pompalanması planlanıyor. Doğal depo olarak da tanımlanabilecek akifer; yeraltı suyunu tutan ve ileten kayaç ortamına (aquifer) deniyor. Akiferler içlerine suyun serbestçe girebileceği veya hareket edebileceği boyutta ve miktarda birbiriyle bağlantılı boşluk içeren kayaçlardan oluşmuş geçirimli kesimlerdir. Yeraltı suyu seviyesi kurak mevsimlerde ve son yıllarda aşırı çekimler nedeniyle düşmüştür. Sadece İzmir’de içme ve tarımsal sulama suyunun yüzde 60’ı yeraltı suyundan sağlanıyor. Aşırı kullanım nedeniyle yeraltı suları giderek azalıyor. Konya’da yaşanılan kuraklık, yeraltı suyunun aşırı çekimine, yer yer toprağın çökmesine, obrukların oluşmasına yol açmaktadır. Şehirlerde aşırı betonlaşma şehir merkezlerinde yeraltı sularının beslenememesine neden oluyor. Yeraltı barajları, suyun önünü keserek oluşturulan, çeşitli zararları neden olan barajlara karşı alternatiftir. Yeraltında doğal olarak bulunan barajların çevre üzerinde zararlı bir etkisi yoktur. Tarım alanlarının salma (vahşi) sulama yerine, damlama ve yağmurlama yöntemi ile sulanması, % 70 oranında daha az suyun kullanılması sağlanmakta, toprağın tuzlanması önlenmekte, topraktan daha fazla verim alınması sağlanmaktadır. Bir YDİ Çağrı okuru Nisan 2009 √ √


yeni dünya gençliği

T

46 yeni termik santral yolda!

ürkiye’nin üç tarafının termik santrallerle örülmesi planlanıyor! Evet, yanlış duymadınız! Türkiye’de bulunan 15 adet termik santral yetmemiş olacak ki, 46 adet yeni termik santral daha yapılması

Kurulu) son yıllarda ithal ve yerli kömürle çalışacak irili ufaklı çok sayıda termik santral için başvuruda bulunuldu. İçlerinde 46’sı 100 megavatın üzerinde yani orta veya büyük güçte termik santrallerdi. 46 santralin bir

Türkiye’de genç olmak mı!

Gençlerin, çocukların sağlıklı bireyler olarak onurlu bir yaşam sürmeleri kapitalist sistemde mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistem çocuk kadın demeden tüm insanlığın kanını emmektedir. Çocukların ve gençlerin de tek kurtuluşu sosyalist sistemdedir.

S planlanıyor. Yatağan, Afşin-Elbistan termik santralleri şahsında, termik santrallerin doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribatlar kamuoyu tarafından yakından biliniyor. Kurulu bulundukları alanlarda başta tarım olmak

kısmına EPDK’dan lisans verildiği, diğerlerinin ise işlemlerinin sürdüğü belirtiliyor. Termik santrallerin yapılması planlanan iller şunlar: Şırnak 1, Hatay 5, Adana 7, Mersin 1, İzmir 4, Balıkesir 1, Manisa 1,

TC 86 yaşında olmasına rağmen, cumhuriyetin kuruluşunun 10 yılında bestelenen “10. yıl marşı” hala günümüzde övünülerek söyleniliyor. Bu marşın içinde geçen “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan “ dizesinin yerini “Termik santrallerle ördük Anayurdu dört baştan” dizesi alacak gibi!! üzere, bitki örtüsünü yok eden, çeşitli hastalıklara neden olan termik santraller, küresel ısınmanın nedenlerinden biri olan karbondioksit gazı atmosfere salıyorlar. Türkiye’de işletmede olan termik santrallerden ikisi oldukça meşhur!! 1976 yılında açılan Yatağan Termik santrali, 30 yıl sonra baca gazı arıtma tesisine kavuştu. Hakkında bine yakın dava açılan santral bir ara Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı gizli kararname ile çalıştırıldı. Afşin-Elbistan Termik Santrali 20 yıl boyunca baca gazı arıtma tesisi olmadan çalıştırıldı. Kül tutma filtreleri 10 yıl boyunca arızalı olan santralin bacasından yılda 15 milyon ton katı, sıvı, gaz ve radyoaktif madde doğanın üzerine yağdı. Bölgede tarım bitti. Yer altı suları kirlendi. EPDK’ya (Enerji Piyasası Denetleme

Kütahya 1, Bursa 1, Sakarya 2, Bolu 1, Çankırı 2, Çanakkale 5, Kocaeli 1, Tekirdağ 1, Edirne 1, Zonguldak 6, Bartın 1, Sinop 4. TC 86 yaşında olmasına rağmen, cumhuriyetin kuruluşunun 10 yılında bestelenen “10. yıl marşı” hala günümüzde övünülerek söyleniliyor. Bu marşın içinde geçen “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan “ dizesinin yerini “Termik santrallerle ördük Anayurdu dört baştan” dizesi alacak gibi!! Bir fosil yakıt olan kömürle çalışan termik santraller doğa ve insan sağlığına zararlıdır. Buna rağmen hala 46 termik santral yapılması planlanıyorsa, bu sermayenin dininin ve imanının hep daha fazla kar olduğu gerçeğini bir kez daha gösteriyor. Termik santrallere hayır! 22 Nisan 2009 √

on dönemlerde özellikle krizle birlikte suç oranındaki artış dikkat edilecek seviyeye ulaşmaya başladı. Ancak daha da ürkütücü olan gençlik suçlarındaki muazzam artış oldu. Bunun dışında çocuklara ve gençlere karşı işlenen suçlar da her geçen gün artış yaşanmaktadır. Gençlik suçların da ki artışın başlıca sebepleri sıralanacak olursa gençleri suça iten nedenler çocuk yaşta, aileden ve çevreden yeterince ilgi görememe, sevgi yoksunluğu, otoriter aile yapısı, eğitimsiz anne baba, eğitim sisteminin yanlış vede eksik olması, ekonomik sıkıntılar, aile içi şiddet, bazı gelenek ve görenekler, göç, dışlanmışlık psikolojisi, örnek alınan suçlu bireyler, televizyonda suç işlemenin ve mafyalaşmanın övülür hale gelmesi (kurtlar vadisi) vb. bu sebeplerden beklide en çok etkili olan televizyonlardır. Çünkü televizyonlar bir kültür erozyonu yaratarak genç beyinleri bulandırarak her birinin Polat Alemdar, Memati Abdülhey oldukları kanısı uyandırıyor gençlerde…
Özellikle göç alan şehirlerde suç işleyen gençlerin çoğunun Kürt oldukları gözden kaçmayan diğer bir unsurdur. Yoksulluk, göç, eğitimsizlik dışlanmak kendi dilini konuşamamak kürt çocuklarını diğer çocuklara nazaran hayata 1-0 yenik başlamaları anlamına geliyor. Yine alkol, sigara, uyuşturucu maddeler gibi kötü alışkanlıklara başlama yaşı da 11-12 yaşlarına kadar inmiştir. Küçük yaşta bu tür ortamlara giren çocuklar ileride birer suç makineleri haline gelebilmektedir. Özellikle suç işletilen çocuklar seçilirken ceza almayacak yaşta olanlar seçilmektedir. Bu sayede çocuk ceza almazken tekrar yeni suçlarda kullanılabilmektedir. Çocukluların karıştığı suçların türleri incelendiğinde, hırsızlık, gasp, adam öldürmek, dolandırıcılık, kundakçılık, yankesicilik gibi suçların sıklıkla işlendiğinin görülmektedir.
Gençlik sorunu, tam anlamıyla sistemsel bir sorundur. Gençlerin, çocukların sağlıklı birey-

ler olarak onurlu bir yaşam sürmeleri kapitalist sistemde mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistem çocuk kadın demeden tüm insanlığın kanını emmektedir. Çocukların ve gençlerin de tek kurtuluşu sosyalist sistemdedir. İsterseniz sosyalist sistemde Sovyet eğitim sistemini biraz inceleyelim. Sovyetlerde eğitim, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani yönlerini geliştirmeyi amaçlamıştır. Sovyet sisteminde kişiliğin biçimlendirilmesi öğretim programına, ders kitaplarına ve ders saatlerine sığdırılmamış eğitim bir bütün olarak ele alınmıştır.14 yaşından küçük çocukların çalışması yasaklanmıştır. İşgününün 18'inden küçük gençler için altı, 16'sından küçük gençler için dört saate indirilmiştir. Başlangıçta 18, ileriki dönemde 20 yaşın altındaki gençler için gece ve akort çalışma yasağı, gençliğin sağlığına zararlı işletmelerde çalışma yasağı konmuştur. Gençlerin işsiz kalmasını engellemek için sanayide gençliğe belirlenmiş bir oranda işyerinin ayrılması (kota) uygulaması yapıldı. Çalışan gençler için iş yerlerinde poli teknik okullar kurularak geleceğin sınıf bilinçli işçileri yaratılmıştır. Sosyalist devlet ezilen halkların gençliğini de kurtarmaktadır; ona tüm siyasi hakları tanımakta ve bazı, yasal ve kültürel tedbirle gerçek eşitliği sağlamaktadır. SSCB'de, tüm milliyetlerden emekçi gençlik ilk defa, zihnen karanlıkta ve cehalette tutulan, köleleştirilen kitleden özgür ve tam hak sahibi yurttaşlara, dönüşmüştür.
Oysa bu ülkede Kürt gençleri baskı ve korku içinde yaşamaktadır. Dilleri, kültürleri yok sayılmaktadır. Eşitlik sadece devletin ağzından çıkmış bir söz olarak kalmaktadır. Biz gençler bilmeliyiz ki, kapitalist sistemi ancak zincirlerinden kurtulmuş ellerimizle yıkabiliriz. Genç ve çocuk işçi kanı emen bu sistemin alternatifi vardır.
İnsan onuruna yakışır bir yaşam için TEK YOL SOSYALİZM’dir.
 Ya Barbarlık, Ya SOSYALİZM! √

23


İBRAHİM KAYPAKKAYA

YENİ DÜNYA MÜCADELESİNDE YAŞIYOR!

Ç 133 kapaks.indd 2

07.05.2009 14:36:02


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.