İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2010/09 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X148
Anadili ve ikiyüzlülük ▶ Süryaniler... â A et hâl ▶ Düşünce Özgürlüğü İçin Mhüküm a da m! A Yeni ” y uru i s d 7. İstanbul Buluşması yapıldı e R tan: rv nde i z i O rdis lık fler ç Ney Kü er: “A hede ▶ Sözde hayvan sevgisi... A n ı! t l a ▶ Dünya Kadınlarına Çağrı
P
ü d e -G ma Mill kınm k Ira rula miş kal ku rleş yum Bi ilen m
•
her zaman olduğundan biraz daha fazla kadın yazılarına yer verdik. Kadına yönelik şiddet bu yıl da geçen yılları aratmayacak boyutlardaydı. Kadın sayfalarımızda diğer yazıların yanısıra 25 Kasım’ı, İran’da recm edilmeyi bekleyen Sakine Aşitiyani üzerine bir yazıyı okuyabilirsiniz. Panorama sayfalarımızda bir kez daha Irak-Güney Kürdistan’ı ele alarak seçimlerin ardından henüz kurulamayan hükümetin durumunu ve işgalci güçlerin bölgedeki varlığını değerlendiren bir yazıyı bulabilirsiniz. Bir okurumuzun gönderdiği “Marksizm ve küçük burjuva terminatörleri” yazısının ikinci bölümünü ve çevre sayfalarında Meksika Körfezi’nde yaşanan petrol sızıntısını, arkasındaki gerçekleri değerlendiren kapsamlı bir çalışmayı okuyabilirsiniz. 2011 yılının ilk sayısıyla buluşmak dileğiyle... Yeni Dünya İçin Çağrı 30.10.2010
GÜNDEM Anadili ve İkiyüzlülük. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Referandumun ardından. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Referandum üzerine panel . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Süryaniler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Avrupa’da Sinti-Roma sürgünü! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 GÜNCEL Düşünce Özgürlüğü İçini 7. İstanbul buluşması yapıldı . . . . . . . . . 14 Mersin’de Barış paneli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Akın Birdal’a yapılan saldırıyı kınıyoruz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 YENİ KADIN DÜNYASI Kadına yönlik şiddet her yerde devam ediyor Sineye çekme karşı dur!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Sakine Aşitiyani’nin yaşam hakkı için mücadeleye! . . . . . . . . . . . . 22 BM kadın örgütü kuruluyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 Kadınlara yönelik tecavüze karşı kara eylem…. . . . . . . . . . . . . . . 25 Dünya Kadınlarına Çağrı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Temel Hazırlık Ve Yürütme İlkeleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 PANORAMA Yeni hükümet hâlâ kurulamadı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 “Açlık zirvesi” ya da milenyum kalkınma hedeflerinde durum!. . 31 OKUR MEKTUBU Serbest Kürsü “Marksizm ve Küçük Burjuva Terminatörleri” . . . . 34 Sözde hayvan sevgisi.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Meksika körfezindeki çevre felaketi üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 148· Kasım/Aralık 2010 • ISSN 1301-692X148• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
G
eçtiğimiz ay içerisinde ülke gündemini en çok meşgul eden konu anadili sorunuydu. TZP-Kurdi’nin anadili hakkı için okulları boykot çağrısı ve gelen açıklamalar, Başbakan Erdoğan’ın Almanya’dan anadili talebi ve tutuklu bulunan Kürt siyasetçilerinin mahkemede anadilde savunma yapmayı istemeleri önemli konular olarak gündemi meşgul etti. Bu yüzden bu sayımızın başyazısını ana dili konusuna ayırdık.
Anadili… Anadili, insanın doğumundan itibaren edindiği dildir. Bir kişinin içinde doğup büyüdüğü aile ya da toplum çevresinde ilk öğrendiği dildir. Bir bireyin çocukluk çağında tanıştığı ilk dil olması nedeniyle aslında anadili öğrenilmez, edinilir ya da kazanılır. Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğü’nde anadili kavramı “İnsanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden öğrendiği, bilinçaltına kadar inebilen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en güçlü bağı oluşturan dil” olarak açıklanmaktadır. Bu tanımlarda anadilinin en önemli iki yanı vurgulanmaktadır. Birincisi anadilinin bireyin toplum içerisinde anlaşabilmesinin en önemli ve ilk aracı olduğudur. İkincisi ise ana dilinin bireyin bilinçaltına indiğidir. Bu yüzden anadili ve eğitimi her ne kadar siyasi bir konu olarak tartışılsa da aslın-
gündem
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, 2010 yılının son sayısı ile birlikteyiz. Bu sayımızda geçtiğimiz ayda en çok tartışılan konulardan biri olan anadil sorununa başyazıda yer verdik. Referandumun üzerinden belli bir süre geçmiş olmasına rağmen referandumu değerlendiren ve bu konudaki genel yaklaşımımızı ortaya koyan bir yazıyı önemi açısından yayınlıyoruz. Referandum döneminde yaşanan süreci tekrar değerlendirmek ve bilgileri tazelemek açısından bir fırsat olduğunu düşünüyoruz. Anadil tartışmasının yanısıra Halkların Kardeşliği sayfalarımızda, en çok ezilen ve yok sayılan halklardan olan Süryanilere ve Sinti-Romalara yer verdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Ekim ayında Düşünce Özgürlüğü İçin 7. İstanbul Buluşması gerçekleştirildi. Bununla ilgili kapsamlı bir değerlendirmeyi sayfalarımızda bulabilirsiniz. Kasım ayı aynı zamanda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ayı. Bu sayımızda
İÇİNDEKİLER
2
Anadili ve İkiyüzlülük
EDİTÖRDEN
da pedagojik bir konudur. Ve anadili eğitiminin engellenmesi ciddi sosyolojik sorunlara yol açar. Bunun dışında anadili bir ulusu ulus yapan karakteristik bir özelliktir. Bireylerin belirli bir ulusa aidiyetlerini gösteren önemli bir özelliktir de. Anadilinin bu önemli konumu düşünüldüğünde, ulusların anadili eğitimi ve ana dili yasaklarının kalkması konusunda verdikleri mücadele daha anlaşılır olmaktadır. Ayrıca anadilinde eğitim görme, özgürce konuşma, her alanda kullanma en temel insan haklarından biridir. Bir dili yasaklamak, kullanılmasını engellemek bireyin anlaşabilmesini, iletişim kurmasını engellemek demektir. Kürtçe düşünen, Kürtçe rüya gören Kürt bir çocuğun elinden düşlerinin alınması demektir. Nasıl Türkçe konuşulmasını, gazete yayınlanmasını, televizyon yayını yapılmasını olağan görüyorsak, bir Kürdün veya Arabın da Kürtçe’yi veya Arapça’yı özgürce kullanmak istemesini, anadilinde eğitim görmesini olağan görmeliyiz.
TZP-Kurdi’nin boykot çağrısı… Kürt Dili ve Eğitim Hareketi (TZP-Kurdi) anadili eğitimi talebi için ilk ve orta öğretim okullarının açıldığı ilk hafta olan 20-24 Eylül tarihleri arasında okulları boykot çağrısı yaptı. TZP-Kurdi’nin bu çağrısına başta BDP olmak üzere, özellikle bölgede bulunan birçok sendika şubesi ve devrimci örgüt destekte bulundu.
3
Ve ikiyüzlülük…
4
Anadili eğitimi talebinin yüksek sesle tartışıldığı ve Başbakan Erdoğan’ın Kürtçe eğitim talebine karşılık verdiği cevapların yer aldığı gazetelerin mürekkebi henüz kurumadan “ikiyüzlülük” dışında bir kavram kullanamayacağımız gelişmeler yaşandı. Almanya Başbakanı Merkel’in Türkiye’yi ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan Merkel’den Almanya’da yaşayan Türkler için Türkçe eğitim hakkı istedi. Erdoğan “İnsanlar önce kendi anadillerine hâkim olmalı. Türkiye’de Alman kolejleri var, Almanya’da neden Türk kolejleri olmasın?” şeklindeki açıklamaları ile Türkçe eğitim talebinde bulundu. Geçmişte de aynı konu Bulgaristan’da yaşayan Türkler için sıkça dile getirilmişti. Erdoğan Almanya’da yaşayan Türkler için istediği anadilinde eğitim hakkını, TC’de yaşayan Kürtler, Araplar ve diğer uluslar, azınlıklar için istemiyor, reddediyor. Buna Türkçe’de sadece ikiyüzlülük denir… Birincisi, Almanya’da Türklerin Türkçe eğitim görmeleri bir haktır. Ancak bu hak Almanya’da yaşayan Kürtlerin ve diğer ulusların da hakkıdır. İkincisi anadilinde eğitim görme hakkı TC’de yaşayan Kürtlerin, Arapların ve diğer azınlıkların da hakkıdır. Gerçek anlamda demokrat olduğunu iddia edenlerin bu hakkı görmezden gelmesi düşünülemez bile. Bir kişi ve topluluk için hak olan bir şey, başka bir kişi veya topluluk için yasak olamaz. Bu yasağı uygulayanlar, anadilinde eğitim görme hakkını gasp edenler asla
demokrat sayılamazlar. Bunlar olsa olsa faşist olabilirler.
Mahkemelerde anadili sorunu… Bugün TC içerisinde Türkçe dışındaki farklı dilleri konuşan, anadili farklı olan milyonlarca insan vardır. Kürtler bu ulusların en büyük kitlesini oluşturdukları gibi, anadili sorununu yüksek sesle dillendirmekte ve yıllardır mücadele yürütmekteler. Bugün Kürtler için anadili sorunu en temel mücadele gerekçelerinden birini de oluşturmaktadır. Yaşanan bu tartışmalar ertesinde anadili konusunda en yeni somut örnek mahkemede yaşandı. KCK yapılanması gerekçesi ile tutuklanan 151 Kürt siyasetçisinin yargılanmasına 18 Ekim’de Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlandı. Ve davanın ilk duruşmasına anadili sorunu damgasını vurdu. Yargılanan Kürt siyasetçiler Kürtçe savunma yapmak istediler. Ancak mahkeme Kürtçe savunma talebini reddetti. Bunun üzerine sanıklar kimlik tespiti sırasında sorulara Kürtçe cevaplar verdiler. Adana’da görülen bir başka davada ise tutukluların Kürtçe savunma yapmalarını mahkeme “susma hakkı” olarak değerlendirdi. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen başka bir davada da tutuklu bulunan 11 kişi kimlik tespiti sırasında sorulara Kürtçe cevaplar verdiler. Verilen cevaplar için duruşma tutanağına “Kürtçe cevaplar verdiği için söyledikleri anlaşılamamıştır.” yazıldı. Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen PKK davasında da tutuklu bulunan 6 kişiden 3’ü Kürtçe savunma yaptı. Mahkeme Kürtçe savunmayı “örgütsel tavır” olarak değerlendirdi ve Kürtçe savunma yapmayanlara ceza indirimi uygularken, Kürtçe savunma yapan 3 kişi hakkında gerekçeli kararda “örgütsel tavır takındıkları” belirtilerek “lehte hükümlerin uygulanmaması yönünde mahkememizde vicdani kanaate varılmıştır.” denildi. Tüm bu örnekler TC mahkemelerinde Kürtçe konuşmanın yasaklandığını, etkili savunmanın engellendiğini göstermektedir. Ve anadili sorunu tam olarak çözülene kadar daha uzun süre tartışılacaktır.
Çözüm… Çözüm çok açıktır: Çok dillilik, diller üzerindeki tüm yasakların kaldırılması, tüm uluslara ve ulusal azınlıklara anadilinde eğitim hakkı. 24.10.2010 ✓
Referandumun ardından
26
maddeden oluşan Anayasa Değişiklik Paketi üzerine halkoylaması 12 Eylül’de ya-
pıldı. Yüksek Seçim Kurulu’nun geçici verilerine göre sonuçlar şöyle: Kayıtlı seçmen sayısı: 52.051.828 Oy kullanan seçmen sayısı: 38.369.023 Geçerli oy sayısı: 37.643.565 Geçersiz oy sayısı: 725.458 Evet oranı: 57.88 Hayır oranı: 42.12 Katılım oranı: %73.71 (www.ysk.gov.tr) Anayasa değişikliğine 62 il evet derken, 19 il hayır dedi. Referandumda % 81 ile hayır diyen Tunceli’yi, Kırklareli % 74, Edirne % 73, Muğla % 68, Tekirdağ % 65, Aydın % 64 ve İzmir % 63 ile izledi. Evet oranı Ağrı’da % 95.75, Bingöl’de % 95.26, Siirt’te % 95.17, Batman’da % 94.69, Van’da % 94.45, Urfa’da % 94.15, Bitlis’de % 93.07, Muş’da % 92.21, Mardin’de % 93.45 oldu. Referandumda evet oyu veren 21.788.440 kişidir. 15.855.125 kişi ise hayır oyu kullandı. Evet oyu verenler ile hayır oyu verenler arasında 5.933.315 kişi fark var. Sandık başına gitmeyen, oy kullanmayanların sayısı 13.682.805 kişidir. Referandum sonuçları bağlamında şu tespitleri yapabiliriz: *Referandum öncesinde hayır cephesi yürüttüğü
kampanyada, Anayasa değişikliklerinin değişiklik yapılan her noktada 1982 Anayasasına göre, gerici burjuva demokratik bir Anayasa yönünde bir ilerleme, bir reform anlamına geldiği gerçeğini yok saydı. Onlar Anayasa değişikliklerini değil, bu değişiklikleri yapan AKP’nin niyetini tartıştılar. Onlara göre bu Anayasa değişiklikleri AKP tarafından “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti”ni ele geçirip yıkmak, yerine “Tek parti, tek kişinin faşist diktatörlüğünü” geçirmek için yapılıyordu. “Yargı tarafsızlığını yitirecek, AKP’ye bağımlı hale gelecekti” vb. Bu cephenin referandumda kullandığı taktik, referandumu Anayasa değişikliği referandumu olmaktan çıkarıp, AKP hakkında bir güven oylamasına dönüştürmek üzerine kurulu idi. Hayır cephesi referandumu AKP’ye evet mi, hayır mı oylamasına dönüştürdü. Halk oylamasından çıkan yüzde 58’lik evet oranı, oy kullanan seçmenlerin çoğunluğunun bu oyuna gelmediğini gösteriyor. Seçmen AKP’ye evet mi, hayır mı? Seçeneğine göre değil, referandumun konusu olan Anayasa değişiklik paketine göre oy kullanmıştır. *Referandum öncesinde evet cephesi yürüttüğü kampanyada, referandumun AKP’ye evet ya da hayır referandumu olmadığını açıklayarak, evet oylarının AKP’ye evet oyları olarak yorumlanmayacağını söyleyerek, AKP’ye tepkinin sandığa hayır olarak yansımasını engellenmeye çalıştı. Evet cephesi bir yandan
gündem
gündem
Hükümet sözcüleri boykotu tehditler ile engellemeye çalıştılar. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu okula gönderilmeyen çocukların ailelerine ceza verebilecekleri tehdidinde bulundu. Boykot sırasında da polis okullara giderek okula gelmeyen öğrencilerin listesini aldı, polis araçları mahallelerde çocukların okula gönderilmesi için anonslar yaptı. Bu engelleme girişimlerine ve tehditlere rağmen bölgede bulunan birçok okul ilk hafta boş kaldı. Özellikle Hakkari ve Şırnak’ta boykota katılım çok yüksek oldu. Boykot eylemi ile birlikte liberal çevreler anadili eğitiminin en temel insan hakkı olduğu açıklamasında bulundular, bazı köşe yazarları eylemi desteklemediklerini açıklarken anadili eğitimi talebini haklı gördüklerini belirttiler. Sonuç olarak TZP-Kurdi’nin bu eylemi medyada geniş yer bularak, konunun tekrar tartışılmasını sağladı. Ancak tüm gelişmelere rağmen Başbakan Erdoğan “benden anadili eğitimi beklemeyin” yönlü açıklamalarını sürdürdü.
5
referandum AKP referandumu değildir diyerek, hayır cephesinin taktiğini boşa çıkarmaya çalışırken, diğer yandan da referandumu darbelere/12 Eylül’e evet mi/ hayır mı referandumuna dönüştürmeye çalışarak evet oylarını arttırmaya, CHP ve MHP BDP tabanından da oy almaya çalıştı. Çıkan sonuç bu açıdan bakıldığında evet cephesi taktiğinin başarıya ulaştığını gösteriyor. CHP, MHP, BDP tabanından bir kesim referandumda evet oyu kullanmıştır. *Referandumun genel parlamento seçimi veya genel yerel seçim olmadığını, bu anlamda birebir karşılaştırmanın mümkün olmadığını bilinçte tutarak, referandumu 2009 yılında yapılan yerel seçimlerle karşılaştırdığımızda durum şöyledir: Evet cephesinin (AKP, BBP, SP) 2009 yılında yapılan yerel seçimlerde İl Genel Meclisi için aldıkları oy oranları % 46,2’dir. Evet cephesi % 46.2’yı baz aldığımızda, gerilememiş ilerleme kaydetmiştir. Her partinin gerçek gücü gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde belli olacaktır. Yüzde 58’lik evet oranı, evet cephesini oluşturan partilerin yelkenine rüzgar katan, moral yükselten bir rol oynayacaktır. Referandum öncesi tersi açıklamalar yapılsa da, evet oylarını AKP hanesine zafer oyları olarak sayacaktır. *Referandumda hayır cephesinin (CHP, MHP, DP, DSP) son yerel seçimlerde İl Genel Meclisi bazında aldıkları oy oranları % 45,7’dir. Referandumda % 42’lik hayır sonucu aslında hayır cephesi için ilerleme değil gerilemedir. Sonuç hayır cephesi açısından
Referandum üzerine panel
5
Eylül Pazar günü, Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi tarafından Güney Kültür Merkezi’nde “Referandumda ne yapmalı? Evet mi, hayır mı, boykot mu?” konulu bir panel düzenlendi. YDİ Çağrı gazetesinin görüşlerini anlatan panelist arkadaş, konuşmasında şu noktalarda tavır takındı. Referandumun arka planında yer alan egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin nedenleri ve iki kanadın kimlerden oluştuğu anlatıldı. Referanduma sunulan26 maddelik paket hakkında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar ve bu kararın ne anlama geldiği açıklandı. Referanduma sunulan maddelerin ne olduğu örneklerle anlatıldı. Bu maddelerin yasal düzlemde 12 Eylül Anayasasına göre burjuva demokrasisi yönünde ileri atılmış adımlar olduğu, ancak bu paketinde 12 Eylül faşist anayasasının özüne dokunmadığı ortaya konuldu. Hayır, evet ve boykot cephesinin kimlerden oluştuğu, hangi tavrı takındıkları aktarıldı. Son olarak panelist arkadaş, referandumda YDİ Çağrı’nın takındığı tavrı aktardı. Referandumda AKP’ye hayır’ın, 12 Eylül’e evet anlamına geldiğini, evet’in AKP’ye destek anlamına geldiğini, doğru tavrın boykot olduğu tavrını takındı. Yapılan sunumdan sonra panelist arkadaşa sorular soruldu. Geçici 15. Maddenin kaldırılması darbecilerin yargılanacağı anlamına gelir mi? Anayasa Mahkemesi kararı AKP ile anlaşma temelinde mi alındı? BDP’nin evet oyu için pazarlık yapması yanlış mı? BDP’nin iddia edildiği gibi gizli gündemi olabilir mi? İran’da Tudeh’n mollaları desteklemesine karşı tavrımız var mı? Türkiye İran olur mu? AKP faşist bir parti mi? Sorulan sorulara cevap verildi. Tartışma bölümünde konuşan arkadaşların çok büyük çoğunluğu referandumda boykot tavrını doğru bulup desteklerken, bir arkadaş boykot tavrının doğru olmadığını, takınılması gereken tavrın evet olması gerektiğini savundu. Evet oyu kullanılması gerektiğini savunan arkadaş, paketin faşist Anayasaya göre burjuva demokrasisi yönünde ileri adım olduğunu, komünistlerin reform talepleri için de mücadele ettiklerini, bizim geçmişte reformist partilerin, grupların birleşerek seçime katılmaları durumunda onlara oy verebileceğimizi söylediğimizi, boykot tavrının bu tavırla çeliştiğini, her seçimde boykot tavrı takındığı-
gündem
gündem 6
Evet cephesinin (AKP, BBP, SP) 2009 yılında yapılan yerel seçimlerde İl Genel Meclisi için aldıkları oy oranları % 46,2’dir. Evet cephesi % 46.2’yı baz aldığımızda, gerilememiş ilerleme kaydetmiştir. Her partinin gerçek gücü gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde belli olacaktır. Yüzde 58’lik evet oranı, evet cephesini oluşturan partilerin yelkenine rüzgar katan, moral yükselten bir rol oynayacaktır. Referandum öncesi tersi açıklamalar yapılsa da, evet oylarını AKP hanesine zafer oyları olarak sayacaktır.
başarısızlıktır. Bu sonuç CHP, MHP içinde karışıklıklara yol açacaktır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun referandumda hayır kampanyası yürütürken, diğer yandan oy kullanamamış olması da işin cabasıdır. *Yapılan bir operasyon ile CHP’nin başına getirilen, medyanın bir bölümü tarafından parlatılan, umut olarak gösterilen, halkçı söylemler kullanan Kemal Kılıçdaroğlu faktörü, referandumda anlamlı bir oy artışı sağlayamamıştır. Çıkan sonuç CHP’de başta Baykal olmak üzere pusuda bekleyen muhalifleri harekete geçirecek bir sonuçtur. *AKP’nin yıpratılması, AKP’ye tepki oylarının sandığa hayır olarak yansıması, hayır cephesinin referandumdan güçlenerek çıkması, gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde CHP-MHP koalisyonun sandıktan çıkarılması planı şimdilik başarısızlığa uğradı. Statükocu, Kemalist bürokratik kanadın AKP’nin gidişine dur demek için geliştirdiği bu plan, gelecek genel seçimlerde yeniden denenecektir. *Referandumda % 28’lik boykot oranı söz konusudur. Genel olarak seçimlerde % 25’lerde olan normal boykot oyları, % 3 artmıştır. Genel olarak değerlendirildiğinde % 28’lik boykot oranı başarı olarak adlandırılamaz. Boykot oranı % 35 ve üzeri olabilseydi, bu başarılı olarak değerlendirilebilinirdi. BDP’nin boykot tavrı Kürt illerinde önemli oranda etkili oldu. Ağrı’da referanduma katılım oranı %56.42, Adıyaman’da %81.61, Bingöl’de %76.99, Bitlis’de % 70.01, Diyarbakır’da %34.8, Hakkari’de % 9.05, Mardin’de %43.0, Muş’da %54.09, Siirt’te %50.88, Tunceli’de % 67.22, Urfa’da %68.43, Van’da % 43.61, Batman’da %40.62, Şırnak’da %22.5, Iğdır’da %51.09 oldu. *Referandumda kaybeden statükocu kanat, kazanan değişim isteyen kanat olmuştur. Egemenler arasında yürüyen iktidar mücadelesinde, referandumun değişim isteyen kanat tarafından gündeme getirildiği bilindiğinde, oy veren seçmenlerin çoğunluğu değişim isteğini ifade etmiş, bu amaca hizmet eden referandumda evet oyu kullanmıştır. *Sol legalist, reformist partiler (EMEP, ÖDP, TKP) referandum öncesinde hayır kampanyası yürüttü. Reformistler referandumda verilecek hayır oyunun, 12 Eylül Anayasası değişmesin anlamına geldiğini gözlerden gizleyerek, egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin bir ürünü olan referandumda statükocu kanadın yedeğinde hareket ettiler. 14 Eylül 2010 ✓
Referandumun arka planında yer alan egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin nedenleri ve iki kanadın kimlerden oluştuğu anlatıldı. Referanduma sunulan26 maddelik paket hakkında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar ve bu kararın ne anlama geldiği açıklandı. mızı, boykot gerekçelerinin tutarlı olmadığını, liberal kanadın yedeğine düşmeme adına burjuva demokrasisi yönünde değişimlerin desteklenmediğini vb. savundu. Bu görüşe karşı şu tavır takınıldı: Komünistlerin reform talepleri uğruna mücadele etme durumları ile egemen sınıflar arasındaki çatışmada liberal kanadın konumunu güçlendiren değişiklikleri desteklemesi bir ve aynı şey değildir. Legalist, reformist solun Kürt ulusal hareketin partisi de dahil seçime blok kurarak katılmaları durumunda barajı aşma imkanı vardır. Bu blok kurulur ve seçim programı devrimci olursa, bu bloğa biz de oy verebiliriz. Bu tavır yanlış değil. Bu tavır ile referandumda takındığımız tavrı eşitleyip çeliştiği tavrını takınmak doğru değildir. Her seçimde, halk oylamasında somut olarak durum değerlendirilip takınılacak tavır, izlenilecek taktik belirlenmelidir. Boykot tavrı bizim için ilke değildir. Egemen sınıflar arasındaki çatışmada desteklenecek bir kanat yoktur. İki kanatta işçilere, emekçilere düşmandır. İki kanattan bağımsız sınıf mücadelesini geliştirme, yükselme işçilerin, emekçilerin görevidir. Kötünün iyisini tercih etme, komünistlerin tavrı olamaz. Demokratik Anayasa işçilerin, emekçilerin iktidarı şartlarında mümkündür vb. Panelde referandum konusunda oldukça canlı ve verimli bir tartışma yürütüldü. Tavrımız ile hayır ve evet cephesi arasındaki farklılıklar daha net olarak anlaşıldı. 5 Eylül 2010 ✓
7
halkların kardeşliği için
Midyat’ta kilisenin duvarlarına küfürler hakaretler yazılıyor, Süryanilerde bulundukları yerleri terk etmeleri isteniyor. ‘Aklından zoru’ olduğu söylenen birinin ayin sırasında kiliseye girerek bir elinde bayrak, bir elinde çekiç cemaati tedirgin edebiliyor. Bu olayın tesadüfi olmadığı açıktır. Aklından zoru olan bu kişi neden camiye değil de kiliseye giriyor? Bu ve benzeri olaylar daha da sıralanabilinir.
B
8
u sayımızda Süryanilerin tarihi kökleri üzerinde duracağız. Süryaniler, kökenleri 5000 yıl öncesine giden, Mezopotamya da yeşeren, köklü bir kültürün mirasçıları olarak yaşamışlardır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Mezopotamya’yı istila edenlerin baskı ve egemenliklerinden dolayı başlangıçtaki etkinliklerini kaybetmişlerdir. Günümüzde ise dünyanın değişik bölgelerinde dağınık olarak yaşamaktadırlar. Süryaniler üzerindeki bu baskılar günümüzde de devam ediyor. Midyat’ta kilisenin duvarlarına küfürler hakaretler yazılıyor, Süryanilerde bulundukları yerleri terk etmeleri isteniyor. ‘Aklından zoru’ olduğu söylenen birinin ayin sırasında kiliseye girerek bir elinde bayrak, bir elinde çekiç cemaati tedirgin edebiliyor. Bu olayın tesadüfi olmadığı açıktır. Aklından zoru olan bu kişi neden camiye değil de kiliseye giriyor? Bu ve benzeri olaylar daha da sıralanabilinir. Mezopotamya’nın en eski ve yerli halklarından olan Süryaniler zaman zaman dillerinden, zaman zamanda inançlarından dolayı birçok haksızlığa uğramıştır. Çoğunluğun içinde azınlık olmanın ne kadar güç bir şey olduğunu Süryanilerin yaşadıklarından görebiliyoruz. Tehcir (!) olayından da nasiplerini alan Süryaniler son olarak 90’lı yılların keşmekeşliği/kao-
sundan da nasiplenmişler, paylarına düşen sürgünleri, faili meçhulleri ve hakaretleri yaşamışlardır. Bu ülkede egemen Türk ve Sünni mezhebi dışında olanlara karşı eskiden beri iyi davranılmadığı gün gibi ortadadır. Bazen bunu etnik kökenden, bazen de aramızda ki inançsal farklılıklardan yapıyoruz. İçeride birbirimize yaşattığımız pek masum olmayan olayları sürekli ‘dış mihraklara’ bağlayarak kendimizi masum gösterme çabasından hiç vazgeçmedik. Bugün de kadim Süryani halkının ana vatanlarında yaşamasından birilerinin rahatsız olduğu kesindir. Bu dünyayı Süryanilere dar etmek isteyenler eskiden de, bugünde misyonlarından vazgeçmemişlerdir. Bu nedenledir ki can korkusuyla on binlerce Süryani bugün anavatanlarından uzakta Amerikalarda, Avrupalarda yaşamaktadır. Sadece Midyat ilçesinde değil, Nusaybin’de de benzer çirkin oyunlar tezgâhlanmıştır. Kiliselerin duvarlarına küfürler yazılır, yön tabelalarında kiliselerin adlarının üzeri bantlanır, ‘deliler’ ayinleri basar ve daha bir sürü çirkinlik. Hatta en son İstanbul Avcılar Belediyesi’nin Rahibeler ile ilgili bilbortlara astırdığı afişler Türkiye genelinde de bizden farklı olan inanç kesimlerine halen alışmadığımız görülmektedir.
Süryaniler ne zaman göç etmeye başladılar? Süryaniler Hıristiyanlığı kabul etmeleri üzerine, üzerlerindeki baskılarda sürekli artarak devam etti. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ödedikleri haraç ve cizyelerle nispi de olsa bir güvenliğe sahiptiler. Ancak 19. yüzyılda Osmanlı’nın himaye sisteminin sarsılması ve parça parça dağılması ile imparatorluğun topraklarında yaşayan farklı inanç gruplarına karşı bir temizlik hareketi başlamıştır. Dağılan imparatorluğu ayakta tutmak için “ağır ve acı fatura” farklı inanç gruplarına kesilmiştir. 1930’lu yıllarda yürütülen asimilasyon ve tek tipleştirme politikaları ve 1938-1940’lı yıllarda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları başladı. 1941’de 25 ile 45 yaş arasındaki farklı inanç grularından erkeklerden “amele taburları” kuruldu. Bu taburlarda çalıştıranların çoğu evlerine geri dönemediler. Ertesinde
hayata geçirilen haksız Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen Süryaniler çareyi göç etmekte buldular. 6-7 Eylül olayları ve on yıl kadar sonra patlak veren Kıbrıs sorunu, sadece İstanbul’daki farklı inanç gruplarını değil, Midyat’taki Süryani’yi de hedef gösteriyordu. 1964’de Midyat’ta yapılan “Ünlü Kıbrıs” mitinginde, Hıristiyanlar için kutsal sayılan bir “haç” bir köpek ve bir eşeğin boynuna takılarak Midyat’ta dolaştırıldı. 60’lı yılların sonlarında Almanya’ya açılan iş gücü,
Süryaniler için bir kurtuluş kapısı olarak görüldü. 1980-90’lı yıllarda bölgeyi cehenneme çeviren savaşta Süryaniler iki cephe arasında sıkışıp kaldılar. Savaş sürecinde sadece Turabdin bölgesinde 57 Süryani faili meçhul cinayetlerde öldürülmüştür. Kısacası I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı sınırları içindeki Süryanilerin nüfusu yaklaşık 800 bin iken, Yukarı Mezopotamya, Turabdin diye adlandığımız bölgede 3 bin kişiye inmiştir. Bu da binlerce yıllık bir tarihin bir kültürün yok olmayla karşı karşıya bırakılmasıdır. Bir halklar hapishanesi olan Kuzey Kürdistan, Arap Bölgesi ve Türkiye’de uluslar ve ulusal azınlıklar üzerindeki baskılara son vermek bir insanlık görevidir. Milliyetçilikle halkları birbirine boğazlatan burjuvazinin egemenliği koşullarında bu görevi tam olarak yerine getirmek zordur. Yerlerinden ve yurtlarından zorla sürülen, soykırımdan geçirilen Süryanilerin de
✌ halkların kardeşliği için
Süryaniler...
✌
Mardin-Midyat Süryani Kilisesi kendi topraklarına dönüp yerleşme haklarının olduğunu savunmak bir insanlık görevidir. Bugün Süryanilerde özür dilemenin yolu haklarının verilmesi ile mümkündür. Bu görevde esas olarak demokratik halk devrimi ile kurulacak olan işçilerin köylülerin iktidarı ile çözülecektir. SOFEG HOĞİL- EDİ BESE- ARTIK YETER! Ekim 2010 ✓
9
✌
S
10
inti-Roma, Roman, ya da “Çingene”… sayısız adla ifade edilen ve dünyanın neresinde, hangi ülkesinde olursa olsun dıştalanan, en basit insan haklarından yoksun bırakılan bir halkın durumunu yazmak –özellikle de ezilen halkların özgürlüğü için mücadelede empati sahibi olanlar için– zor bir iş. Kendinizi az da olsa onların yerine koyup onların yaşadıklarını hissetmeye başladığınızda, isyan etmemek elde değil! Etrafınızı yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden sakin kalmanız çok zor! Eğer kendinizi proleter dünya devrimi için mücadelenin bir parçası olarak görüyorsanız, proleter enternasyonalizmini özümlemiş ve halkların kardeşliğinin bayrağını yükseklere kaldırmada milliyetçiliğe, şovenizme, ırkçılığa karşı mücadeleyi sürekli veriyorsanız; o zaman da tüm bunların kaynağı olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı daha çok öfkelenip elinizde gelse anında bu sisteme son vermeyi dü-
şünürsünüz. Öfkenin sınıf mücadelesine dönüştürülmesi durumu ise, insanı hayatın gerçekliğiyle yüzyüze getirmektedir. İşçiler, emekçiler, ezilen halklar kendi kurtuluşları için mücadeleyi ellerine almadan ve devrim için mücadele etmeden kapitalist-emperyalist sistem yıkılamaz, ortadan kaldırılamaz! Kapitalist-emperyalist sistem yıkılıp ortadan kaldırılmadığı sürece de, milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık varlığını sürdürecektir. Milliyetçiliğe, şovenizme, ırkçılığa son vermek, halkların kardeşliğini gerçekleştirmek isteyenlerin kapitalist-emperyalist sisteme karşı devrim için mücadele etmeleri olmazsa olmaz bir görevdir. Bu bilinçle, Sinti-Romalara yönelik ırkçı baskı ve saldırılara, sürgünlere karşı öfkemizi cesarete, sınıf mücadelesine dönüştürmeye çalıştığımızı bir kez daha ilan ediyoruz.
tarafından bilinmesidir. *** Son aylarda Sinti-Romaların sürgün edilmesi konusu, esas olarak Fransa’nın binlerce Sinti-Romayı öncelikle Romanya ve Bulgaristan’a sürgün etmesiyle kamuoyuna yansıdı. Gerçekte ise Sinti-Romaların sürgün edildiği tek ülke Fransa değil. Baskı altında yaşamak, dışlanmak, horlanmak; üçüncü hatta dördüncü sınıf insan olarak bile görülmeme durumu ise hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde yaşanan durumdur. Sinti-Romaların sürgünü kabaca ayrılırsa iki türden sürgündür. Birincisi, içinde yaşadığı ülkede, yani yerleşik topluluk olduğu ve asırlarca üzerinde yaşadığı topraklardan sürülmek; ikincisi ise yaşayabilmek için umut bağladığı ve iş bulmak için gittiği, bu bağlamda geçici olarak yaşadığı ülkelerden sürgün edilmek. Bu duruma bağlı olarak yaşadıkları baskıların, dışlanmanın türü de çok çeşitlidir. Örneğin Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ya da Slovakya gibi ülkelerde –çoğu
✌ halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
Avrupa’da Sinti-Roma sürgünü!
*** Türkiye’de Romanlara karşı baskıları teşhir etme, bu baskılara karşı çıkma bağlamında dergimizde mümkün olduğunca tavır takınmaya çalışıyoruz. Avrupa Birliği ya da Avrupa somutunda Sinti-Romalara karşı tutumla ilgili de – az da olsa– tavır takındık. Sözkonusu yazılarımızdan biri dergimizin 78. sayısında “Avrupa Birliği’nde de istenmeyen bir azınlık: Sinti-Romanlar!” başlığıyla yayınlandı. Avrupa’da Sinti-Romalara karşı tavır bağlamında, sözkonusu yazımızda takındığımız tavır –kimi verileri ve tarihleri bir kenara bırakırsak– hâlâ güncelliğini korumaktadır. Bugün, Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan vb. ülkeler AB’ye üye olmuş durumdalar. Buna bağlı olarak bu ülkelerin vatandaşlarının AB içinde “serbest dolaşım” hakları olması gerekiyor. Fakat bu hak, değişik biçim ve ölçülerle Sinti-Romalara tanınmıyor. AB içinde açık kitlesel sürgünler yaşanıyor. Sürgünlerin esas kurbanı SintiRomalar! Avrupa devletlerinin hemen hemen tümünün SintiRomalara karşı tavrı, ırkçı, şoven tavırdır. Aralarındaki farklılıklar detaylardadır. Kimi açık ırkçılıkla, AB’nin karar altına aldığı yasaları ve “kendi anayasasını” da çiğneyerek Sinti-Romaları sürgün ederken, kimi de sürgünü –örneğin Almanya’nın Kosova ile mültecileri iade etme, gerçekte sürgün etme anlaşması ile sürgünü kılıfına uydurması gibi– yasalara uydurarak gerçekleştirmektedir. Avrupa’yı ele aldığımızda, anda toplumun en alt kesimi konumuna düşürülen, azınlıklar içinde daha çok ezilen, dıştalanan ve horlanan azınlığın Sinti ve Romanlar olduğunu söylemek, gerçeği ifade etmekten başka bir şey değildir. Bu olgu bir zamanlar feodalizme karşı “özgürlük, demokrasi, kardeşlik” şiarlarıyla yükselen ve “insan hakları savunuculuğunun kalesi” olarak sunulan bir coğrafyada yaşanmaktadır. Burjuvazinin “büyük insanlık” için demokrasi, özgürlük ve kardeşliği gerçekleştiremeyeceği, bu yeteneğe sahip olmadığı ise açıktır. Avrupalı emperyalistler, örneğin AB’ye üye olmak isteyen devletlere üyelik için “uyum yasaları” dayatmaktadır. Sözde azınlıkların haklarının korunması da bu “uyum yasaları” içindedir. Gerçekte ise kendileri de azınlık haklarını postallarıyla çiğnemektedirler. Bunda şaşılacak bir şey de yok! Kapitalist-emperyalist sistemin doğal bir sonucu, ürünüdür bu! Esas mesele bu gerçeğin işçiler, emekçiler, ezilen halklar
Son aylarda Sinti-Romaların sürgün edilmesi konusu, esas olarak Fransa’nın binlerce Sinti-Romayı öncelikle Romanya ve Bulgaristan’a sürgün etmesiyle kamuoyuna yansıdı. Gerçekte ise Sinti-Romaların sürgün edildiği tek ülke Fransa değil. Baskı altında yaşamak, dışlanmak, horlanmak; üçüncü hatta dördüncü sınıf insan olarak bile görülmeme durumu ise hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde yaşanan durumdur. Roman– Sinti-Romalara karşı baskılar, dışlanma ve horlanmalar büyük oranda devlet politikasıyla açık ırkçı, faşist çetelerin Sinti-Romalara saldırılarıyla, evlerini yakıp yıkma, Sinti-Romaları katletmeyle içiçe
11
✌
Sinti-Roma sürgününe iki örnek! Fransa: Temmuz ayı sonunda yaptığı bir konuşmada Fransa Başkanı Sarkozy, çoğunluğu Romanya ve Bulgaristan kökenli Sinti-Romaların yaklaşık 600 yerleşim alanının yarısının ortadan kaldırılacağını ilan etti. Sözkonusu yerleşim alanları genel olarak boş arazilere, şehir kenarlarına kurulan çadır, baraka ya da arabalarıyla bir arada toplanan SintiRomaların yaşadıkları yerlerdir.
12
Sarkozy’nin bu savaş ilanı ile sorun kamuoyunun dikkatini çekse de, Fransa’da Sinti-Romaların geldikleri ülkelere sürgünü, 2010 Temmuz ayı ile başlamamıştır. 2008, 2009 yıllarında da her yıl 8 ile 10 bin ci-
varında Sinti-Roma sürgün edilmiştir. Bu seferki açık savaş ilanı ırkçı, şoven propagandayla, ırkçı yasaların ve önlemlerin kararlaştırılmasıyla içiçe yürütülmektedir. Sarkozy, Sinti-Romaları düşman göstererek “Ülkenin huzurunu bozan bu serserilere karşı milli savaş” yürütüleceğini ilan ettiğinden, haklı olarak bu tavrının faşistçe bir tutum olduğu yönlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Hitler Almanyası döneminde Yahudilere, Sinti-Romalara yönelik gerçekleştirilen soykırıma götüren ırkçı, şoven propagandaya benzer, yer yer neredeyse aynı kavramlarla kışkırtılan ırkçılık, Sinti-Romalara karşı yeniden gündemdedir. Sinti-Romalar, Sarkozy ve yönetimindekiler tarafından Fransa’da “suçun merkezi haline gelmekle”, “kamu düzenini, güvenliğini ve sağlığını bozmak”la suçlanıp hedefe konmaktadırlar. 2010 yılı içinde 10 binden fazla Sinti-Roma Fransa’dan sürgün edilmiş olacaktır… 300 civarında yerleşim alanının ortadan kaldırılması edimi, açıkça buralarda yaşamaya çalışan insanlara devletin kolluk güçlerinin saldırılarını içermektedir. Devletin baskılarına boyun eğen ve “isteğiyle” Fransa’yı terkedenlere 300 Avro ödenmektedir. Kimilerine, keyfi olarak Fransa’ya belli bir zaman için giriş yasağı konulurken, kimileri de zorla sürgün edilmektedir. Metrolarda, sokaklarda Sinti-Roma avı yaşanıyor! Biyometrik kayıtları, parmak izleri alınıp fişleniyorlar, DNA testleri yapılıyor! Bu arada polise saldıranların, izinsiz arazi işgal edenlerin ve de dilenenlerin cezalandırılmaları için – tabii ki bunların hepsi öncelikle Sinti-Romalar olarak ele alınıyor– kanun çıkarılıyor! İstenen esas olarak
Almanya: Almanya’nın Sinti-Romalar bağlamındaki “sicili” insanlık tarihinde kara bir leke olarak yerini almıştır. Yaklaşık bin yıllık tarihi kenara bırakıp yakın zamana baktığımızda da durum iyi değil. Doğu Bloku’nun dağılmasından sonraki dönemde Almanya’nın Sinti-Roma sürgünü, Alman hükümetinin 1992 Eylül ayında Romanya hükümetiyle yaptığı anlaşmayla gerçekleştirdiği onbinlerce Sinti-Romanın Romanya’ya sürgünüyle yaşandı. Daha sonraki dönemlerde de değişik biçim ve ölçülerde sürgünler yaşandı. Eski Yugoslavya’dan, yine emperyalistlerin –Alman emperyalizminin de içinde yer aldığı emperyalistlerin– marifetleriyle çıkarılan savaştan kaçmak zorunda kalıp Almanya’ya iltica eden onbinlerce insan –çoğunluğu Sinti-Roma–, savaş son buldu gerekçesiyle ülkelerine sürgün edildi. Bu uygulamaların güncel görüntüsü ise Kosova’ya sürgünlerdir. 3-4 Aralık 2009 tarihlerinde toplanan “İçişleri Bakanları Konferansı” Kosova yönetimiyle “Geri devralma anlaşması” için taslağın sonuçlandırılmasına ve yılda ortalama 2500 kişi olmak üzere 14.000 civarında “Kosovalı”nın –bunların yaklaşık
12.000’i Sinti-Romadır– sürgün edilmesine karar verdi. Sözkonusu sürgün kararı Kosova yönetimiyle 2010 Nisan ayında imzalandı ve gereğine zaman geçirilmeden başlandı! Almanya’da iki merkezden, güney ve kuzey olarak, sürgünlere karar verme ve uçaklarla sürme işi uygulamaya kondu. Binlerce Roma sürgün edilmiş durumdadır. Bu sayının binlerce ifade edilmesinin temelinde, Alman hükümetiyle Kosova hükümeti arasındaki anlaşma daha imzalanmadan sürgünlerin yaşanmış olmasıdır. Medyaya yansıdığı kadarıyla sadece sürgün edilen Roman çocukların sayısı 5000’den fazladır. Sözkonusu çocukların büyük bölümü, Almanya doğumlu ve Almanya’da okula gitmiş, Almancayı kendi anadilinden iyi konuşmaktadır. Kimileri de anadillerini bilmemektedir. Alman emperyalizmi Fransa gibi açık saldırgan düşmanlığı körüklemese de, Sinti-Romaların Kosova’ya sürgününde Fransa’nın uygulamasına benzer bir uygulama gerçekleştirmektedir. Kosovalıları “gönüllü” olarak Almanya’yı terk etmeye “ikna” etmeye çalışmaktadırlar. Kuşkusuz ki bu “ikna” tırnak içindedir! Değişik baskı yöntemleriyle bıktırmak, bezdirmek, sonuçta teslim alma yoludur bu. Bunun işlemediği yerde de, gecenin sabaha dönüşmeye başladığı saatlerde evleri basıp, insanların giyinmesine bile izin verilmeden sürgün edilecek hava alanlarına –Baden Airpark ve Düsseldorf havaalanları– götürülmektedirler. Sürgün edilen Sinti-Romaların, –Kosova somutunda çoğu Roman– sürgün edildikleri yerlerde başını altına sokacakları bir çatıyı bırakın, yiyecekleri ekmek, içecekleri suyu bile yok. Çoğunun yaşamaya çalıştığı alan çöplüklerdir! Kısacası yaşayabilmek neredeyse mümkün değil. Almanya’da da sürgünlere karşı kampanyalar, protestolar gerçekleştirildi. Sürgüne karşı mücadele fazla güçlü olmasa da sürüyor. Yazımızı, bir kez daha işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların kendi kurtuluşları için mücadeleyi ellerine almadan ve devrim için mücadele etmeden kapitalistemperyalist sistemın yıkılamayacağı, ortadan kaldırılamayacağı gerçeğine vurgu yaparak bitirelim. Sinti-Romalara yönelik sürgünlere, baskılara son! Hepimiz Sinti-Romanız! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! 27 Ekim 2010 ✓
✌ halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
geçmektedir. Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Danimarka, İngiltere, İsveç, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkelerde ise, Sinti-Romaların sürgünü açıkça devletin yaptırımları olarak uygulanmaktadır. Bu tür ülkelerde egemenler, devlet ve hükümet yetkilileri aracılığıyla şovenizmi, ırkçılığı körüklemekte ve kitleleri bu temelde peşlerine takmaya çalışmaktadır. Bu noktada başarılı da oluyorlar! Kuşkusuz bu ikisinin de içiçe geçtiği durumlar yaşanmaktadır. Genel olarak ifade edilirse, devlet siyasetiyle, resmi ırkçılıkla, “sivil” faşist çetelerin açık ve gizli ortaklıkları, birliktelikleri sözkonusudur. Bu olgulara bakıldığında, bugünün Avrupası’nda Sinti-Romalara yönelik baskılara, sürgünlere karşı mücadele, aynı zamanda Avrupa ülkelerinin iç faşistleşmesine, faşistlere karşı mücadele ile içiçe geçmiştir.
–Fransa’nın sınırlarını AB anlaşmaları çerçevesinde resmen kapatma durumunda olmasalar da– SintiRomaların Fransa’ya girişini, yaşamasını olanaksız hale getirmektir. Bu yüzden de tüm etnik grubu potansiyel suçlu, hırsız, kriminel ilan etmektedirler. Asırlarca Sinti-Romalara mal edilen suçlamalar devletin resmi yetkililerince yaygınlaştırılmaktadır. Eski Doğu Bloku ülkelerinden Fransa’ya giden Sinti-Romaların sayısı yaklaşık 20 bin civarında gösterilmektedir. Fransa’da yerleşik olan ve kendilerinin Fransız olduğunu söyleyen Sinti-Romaların sayısı ise 420.000 kadardır. Fransız emperyalistlerinin bu ırkçı uygulamalarına rağmen, Romanya, Bulgaristan vd. ülkelerde SintiRomaların yaşam koşullarının dayatmasıyla da olsa, Sinti-Romalar her sürgünden sonra, öyle ya da böyle yeniden bir yolunu bulup Fransa’ya gidiyorlar! Yani anlayacağınız hayatın zorlamasıyla da olsa Fransa egemenlerinin Sinti-Romalardan “kurtulması” kolay değil… Irkçılığa, iç faşistleşmeye karşı, Sinti-Romaların sürgününe karşı çıkıp “Sarkozy’ye karşı hepimiz Romanız” gibi sloganlarla protestolar gerçekleştiren onbinlerce insanın tavrı, az da olsa bu konuda umut verici bir gelişmedir.
13
Noam Chomsky’nin onur konuğu olarak katıldığı, 7. İstanbul Buluşması Bilgi üniversitesi Dolapdere Kampusünde yapıldı. 8 Ekim 2010: İstanbul buluşmasına katılan konukların bir bölümü Kadıköy Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu’nun duruşmasını izlediler. Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu Ergenekon üzerine 1100 sayfalık bir kitap yazmışlardı. Bu kitap Nisan 2010 tarihinde piyasaya çıktı. Kitabın çıkışının ertesinde “gizli belgeleri açıkladığı“ iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Soruşturma sonucunda dava açıldı. Duruşmayı Judith Chomsky, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, Şanar Yurdatapan Mehmet Desde ve basın mensupları izledi. Judith Chomsky, medeni ve insan hakları avukatıdır ve Anayasal Haklar Merkezi ile çalışan avukatlardan biridir. Halihazırda sadece uluslararası insan hakları davalarında çalışmaktadır. Bayan Chomsky, ABD mahkemelerinde Uluslararası İnsan Hakları
Davaları’nın 2008’de yayımlanan ikinci basımının eş yazarıdır. ABD ve yurtdışında sık sık ABD mahkemelerinde insan hakları davalarının açılması ve takibiyle ilgili eğitim vermektedir. Andaki durumda Çin ve güneydoğu Asyalı insan hakları avukatları için Tayland’da seminer vermek ve Washington Hukuk Okulu’nda insan hakları uygulayıcıları için bir yuvarlak masa toplantısını yönetmeyi üstlenmiştir. Duruşmada önce sanıklar savunma yaptılar. Ertuğrul Mavioğlu savunmasında çok ilginç bilgiler verdi. Davayı açan savcının kitabı okumadığını, sadece kitabın başlığına bakarak soruşturma açtığını, kitapta yayınlanan belgelerin İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden dosyadaki belgeler olduğunu, gizli belgeleri açıklama diye bir şeyin söz konusu olmadığını belirtti. Ahmet Şık’da savunmasını yaptıktan sonra duruşma Ocak 2011 tarihine ertelendi. 9 Ekim 2010: Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsünde yapılan açılış konuşmaları ile Düşünce Öz-
dikkat çeken Göktaş "Medya Dink'in katline giden süreçte önemli rol oynadı. Tetikçiler için uygun zemin yaratılmış oldu. Bilinçli ya da bilinçsiz, bu yayınlar katline giden sürecin önünü açtı" diye konuştu Hrant’la ilgili üçüncü konuşmacı Hrant’ın avukatlığını yapan Fethiye Çetin’di. Fethiye Çetin, Hrant’ın katledilmesiyle ilgili dava sürecini anlattı. Delillerin nasıl karartıldığı ile ilgili somut örnekler verdi. Fethiye Çetin, Hrant Dink’in bir eylem planı dahilinde öldürüldüğünü, son derece profesyonel bir örgüt tarafından plan yapıldığını, kendi içlerinde ihtilaflı olan Emniyet, Jandarma ve MİT'in, Dink'in yaşam hakkının korunmamasında ve soruşturmanın ilerlememesinde ortaklaştığını gündeme getirdi. Çetin bu ortaklaşmaya dair "neden" sorusunun gündemlerinde olduğunu, cinayet davasında bunu ön plana koyacaklarını söyledi. Açılış konuşmalarının ardından Düşünce Özgürlüğü ihlalleri üstüne tanıklar kendi ülkelerini anlattılar. Emin Huseynov Azerbaycan hakkında ilginç bilgiler verdi. Emin Huseynov Mayıs 2006’da Muhabirlerin Özgürlüğü ve Güvenliği Enstitüsü’nün (IRFS) kuruluşunda aktif rol aldı. O zamandan beri bu kurumun başkanlığını yapıyor. Emin Huseynov, Azarbaycan’da ifade özgürlüğünün olmadığını, muhalif seslere tahammül gösterilmediğini ve var olan 8 TV kanalının sürekli Haydar Aliyev’in propagandasını yaptığını, düşüncelerinden ötürü hapiste yatan insanların olduğunu ve Azarbaycan devletinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymadığını söyledi. Kostiantyn Kvurt, Ukrayna’da ki düşünce ihlalleri üzerine bilgi verdi. Özellikle internet alanında uygulanan sansürlere örnekler verdi. Kostiantyn Kvurt, Uluslararası STK “İnternews Ukraine“ kurul başkanıdır. İnternews Ukraine bağımsız ve çoğulcu medya, tam demokrasi ve sivil toplum için medya alanında çalışan bir sivil toplum örgütüdür. Bu sivil toplum örgütü Avrupa değerlerinin Ukrayna’ya yerleşmesi için mücadele etmektedir. Kostiantyn Kvurt, Verkovna Rada Konuşma ve Bilgi Özgürlüğü Halk Konseyi üyesi olarak çalışıyor. Irakli Kakabadze, Gürcü bir yazar. 2009 yılında Oxfam Novib/PEN ödülüne layık görüldü. Yazar Gürcistan’ın durumı ve ifade özgürlüğü hakkında bilgi verdi. Öğleden sonra “Düşünce Özgürlüğü hangi yöne doğru geliştirilmeli“ başlıklı iki oturum yapıldı. 1. oturumun moderatörlüğünü Bilgi Üniversitesinden
gündem
güncel 14
Düşünce Özgürlüğü İçin 7. İstanbul Buluşması yapıldı
gürlüğü için 7. İstanbul buluşması başladı. Açılış konuşmalarını Şanar Yurdatapan (Düşünce (Suçu!?)’na Karşı Girişim), Prof. Dr. Turgut Tarhanlı (İstanbul Bilgi Üniversitesi), Prof. Noam Chomsky (Onur Konuğu), Eugene Shoulgin(Uluslararası PEN, 2. Başkanı) yaptılar. Chomsky, insan haklarının her zaman mücadeleyle kazanıldığını, son yıllarda özgürlük alanında kazanılan önemli zaferlere karşılık, baskı ortamının devam ettiğini, Türkiye’de son yıllarda düşünce özgürlüğü konularında kazançlar elde edildiğini, fakat insanların, hakları için daha çok mücadele etmesi gerektiğini belirtti. Chomsky, Türkiye’de ortaya çıkan baskıların nasıl yenileceğinin konuşulması gerektiğini ve bu yolda ilerlemenin püf noktasının yılmadan inanılan şeyler uğruna çaba göstermek olduğunu belirtti. Chomsky, ifade özgürlüğünün savunulmasının ve geliştirilmesinin daha güvenli bir gelecek için vazgeçilmez olduğunu da söyledi. Uluslararası Af Örgütü Başkanı Shail Ali’nin buluşmaya gönderdiği video mesajı gösterildi. Ardından Af örgütü Türkiye masası sorumlusu Andrew Gardner bir konuşma yaptı. "Düşünce Özgürlüğü İçin 7. İstanbul Buluşması"nın açılış konuşmalarından sonraki ilk bölümü Agos gazetesinin öldürülen genel yayın yönetmeni ve insan hakları savunucusu Hrant Dink'e ayrıldı. Hrant’ın yaşam öyküsünü kitaplaştıran gazeteci Tuba Çandar, Agos'un arşivlerinde bulduğu Dink'in notlarının Türkiyeli Ermeniler üzerine bir tür sözlü tarih çalışması olduğunu fark etmesinden söz etti. Dink'in dönüştürücü bir gücü olduğunu anlatan Çandar, "Hayali Türkiye-Ermenistan sınırının açılması, iki halkın birbirine dokunmasıydı. Ermeni meselesi dahil bütün meselelerin özgürce konuşulabileceği bir Türkiye düşlüyordu" dedi. Gazeteci Kemal Göktaş, Hrant Dink cinayeti sürecinde, Hrant’ın yazdığı Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in Ermeniliğiyle ilgili haberin dönüm noktası olduğunu, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün haberin Hürriyet'te manşetten alıntılanmasının hemen ardından yaptığı Dink'i hedef gösteren açıklamayı anımsattı. Açıklamanın ardından medyanın "kimyasının bozulduğunu" söyleyen Göktaş Şubat 2004'ten sonra ırkçı, sağ gazetelerin yanı sıra, yaygın medyadaki yazarların da Dink'i hedef gösterişini anlattı. Dink'e açılan davaların duruşmalarında kendisine yönelik ırkçı saldırıları gazetecilerin "kavga, arbede" diye haberleştirmesine
15
11 tanık vardı. Önce tanıklar ile ilgili kısa bir film gösteriminden sonra, tek tek tanıklar sahneye çıkarak kısa birer konuşma yaptılar. "Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları" kitabından açılan bir davadan beraat eden, diğerinden de 27 Ekim 2010 tarihinde hakim karşısına çıkacak olan gazeteci Nedim Şener, Hrant Dink davası ve cinayeti hakkında bilgi verdi. Star'dan İbrahim Sarp hakkında 206, Zaman'dan Büşra Erdal hakkında da 60 dava açıldığı belirtilen oturumda Radikal'den İsmail Saymaz da "soruşturmanın gizliliğini ihlal" ve "yargıyı etkilemeye teşebbüs"ten 10 dava çerçevesinde yargılanmasını anlattı. Merve Erol hakkında açılan dava hakkında bilgi verdi. Araştırma için gittiği Diyarbakır'da "canlı bomba" sanılarak iki buçuk gün gözaltında tutulan ve Takvim ve Star gazetelerince "canlı bomba" olarak teşhir edilen araştırmacı-yazar Hülya Tarman, yaşadıklarını ve hukuksal süreç hakkında bilgiler verdi. Mısır Çarşısı'nda yaşanan patlamayla ilgili "bombacı" olarak suçlandığı için müebbet hapisle yargılanan, karar duruşması da 9 Şubat 2011'de görülecek Pınar Selek’in davası hakkında avukat Tora Pekin bilgi verdi. Yüksekova'da kitapevi bombalanan Seferi Yılmaz da, "Olayların hem mağduru hem de sanığı oldu"ğunu anlattı. 2002'de Almanya'dan Türkiye'ye geldiğinde "örgüt üyeliği"nden tutuklanan ve Ekim 2008'de tahliye edilen Mehmet Desde, yaşadıklarını anlattı. Sanatçı Cevdet Bağca yargılandığı dava hakkında bilgi verdi. Laz Marks oyunundan "Başbakana hakaret"ten yargılanan Haldun Açıksözlü de, Rize'deki davanın 3 Şubat 2011'de süreceğini söyledi. Vicdani retçi Ercan Aktaş, Türkiye'deki 138 vicdani retçiden İnan Süver‘in İzmir’de tutuklu olduğunu anlattı. Yayıncı Mehdi Tanrıkulu da, sanık olduğu davalarda kendi anadilinde Kürtçe savunma yapamamasının sıkıntılarını aktardı. Tanıkların konuşmalarının ardından iki oturum yapıldı. Bütün oturumların ana teması “Düşünce Özgürlüğü hangi yöne doğru geliştirilmeli“ idi. 1. oturumu yine Bilgi Üniversitesinden Yaman Akdeniz yönetti. Katılımcılar, Eugene Schoulgin (Uluslararası PEN 2. başkanı. 2000-2004 yılları arasında Uluslararası Pen Hapisteki Yazarlar Komitesi başkanlığı, 2007-2010 yılları arasında da Pen genel sekreterliği yaptı.) Kristin Schnider (serbest çalışan bir yazardır ve yazıları bir çok dergi, mecmua ve antolojide yayımlanmıştır. İsviçre Kadın Yazarlar Ağı’nın kurucuları arasındadır.) Corinne Kumar (Bir sosyolog ve si-
yaset bilimcidir. Hindistan kökenli olmasına rağmen Tunus’ta yaşamaktadır.) Bu bölümünde söz alan yazarlar, düşünce özgürlüğünün kavramının egemen ellerde bugüne kadar kazandığı ayrıcalıklı konumundan rahatsızlık duyduklarını, bu kavramın gerçek dünyaya uygun şekilde yeniden tasarlanması gerektiğine işaret ettiler. Schnider, "İfade özgürlüğü bir mücadele olmalı ve bunda proaktif davranmalıyız. Baskı ve sansür artık çok incelikli bir hal aldı ve artık görülemeyecek yerlere saklanmıştır. Durum ne kadar tehlikeli, bu henüz kavranmış değil. Despot çok yönlü bir canavara mı dönüştü, o zaman biz de dönüşmeliyiz" şeklinde konuştu. İngilizcenin küresel toplantılarda egemen olan ve tanım koyan bir dil olmasıyla ifade özgürlüğü manasını da darlaştırdığını savunan Schnider, "Bu ifade özgürlüğü ifadesi beni o kadar kaygılandırıyor ki, burada baskı ve despotizm görüyorum" diye konuştu. İfade özgürlüğü algısı denildiğinde bir aydınla sokaktakiler arası veya solcu partiler arasındaki uçurumun gitgide açıldığını belirten Schnider tanım açısından daha fazla kesinlik istediğini söyledi. Eugene Schoulgin, hoşgörünün aslında çok onurlu bir kavramı olduğunu, genişletilmesi için ifade özgürlüğünün daha iyi incelenmeye muhtaç olduğunu, etkin bir ifade özgürlüğü tanımına olan ihtiyacı dile getirdi. Schoulgin, "Herkesi ifade özgürlüğüne dahil etmek yetmez, herkesi saygıya da dahil etmek lazım. Gerçek değişiklikler için hoşgörü çok kırılgandır ve mesafeyi gösterir. İfade özgürlüğü, bireysel dünyanın dayatmak istediğinin ötesine geçmeyi ve karşımızdakini kendisini güvende hissedeceği bir ortamı yaratmayı da gerektirir." Şeklinde konuştu. Kumar da, şiddet ve ayrımcılığıyla dünyanın zor zamanlar geçirmekte olduğunu belirterek, "Kültür ve uygarlıkları yok ediyor, kadınlar hor görülüyor. Şiddet meşrulaştırılıyor, açlık, sömürü şiddetin bir parçası olarak görülmüyor. En büyük ihlalci ABD ikili anlaşmalarla yargıdan kaçıyor." şeklinde konuştu. "Sanki dünya hayal gücünün sonuna gelmiş durumda. Korkular her şeye yol veriyor. Gözlemci veya uzman olmak yetmez, tanık da olmalıyız, hatırlamak ve hiçbir zaman unutmamak için. Tarih, unutmayanlarca ayakta tutulur. İnsan hakları zamanla güçlü olanların hakları gibi algılanmaya başladı. Bu insan hakları paradigmasını güçlülerin elinden kurtarmak lazım“ şeklinde görüşler savundu. İkinci oturumu yine Bilgi Üniversitesinden Turgut Tarhanlı yönetti. İkinci oturumun konuşmacısı İs-
tanbul buluşmasının onur konuğu Noam Chomsky idi. Chomsky bir saat sunum yaptı. Sunumdan sonra sorular soruldu. Sorulan soruların bir bölümüne cevaplar verildi. Noam Chomsky dünyanın her yerinde ifade özgürlüğü karşısındaki engellerin kalkması için sürekli mücadelenin gerekliliğine vurgu yaptı. Chomsky, "Oluşan Dünya Düzeninde Demokrasi ve Haklar" başlığını taşıyan konuşmasına düşünce ve ifade özgürlüğü için bedel ödemiş bir yazar olarak değerlendirdiği İsmail Beşikçi'yi anarak başladı. Diyarbakır'da başlayacak KCK davasına değinen Chomsky tamamen düşünce suçlarından kaynaklandığını söylediği davaların Barış ve Demokrasi Partisi'nin yerel seçimlerde kazandığı başarıya karşı iktidarın intikam girişimi olduğunu söyledi. Chomsky Amerika'da medeni hakların yasadışı yöntemlerle ihlal edilmesi konusunda Obama'nın Bush'un önüne geçtiğini söylediği konuşmasına şöyle devam etti: "20. yüzyıla kadar ifade özgürlüğünün korunması Amerika'da mahkemelerin desteğini alamamıştı. Bu dönemde Amerika'da düşünce özgürlüğü aynı Türkiye'de olduğu gibi ihlal edilmişti. Yüksek Mahkeme'nin devletin eleştirilmesi yasasını iptal etmesi ile Amerika düşünce özgürlüğünün sınırlandığı bir ülke olmaktan kurtuldu." Chomsky, aktivizm geriledikçe mahkemelerin ifade özgürlüğünü korumaktan vazgeçtiğini, 60'lı yılların sonunda gözle görülür şekilde ortaya çıkan sokak aktivizminin gerilediğini, ancak bugün atomize olmuş bir aktivizm hala mevcut olduğunu, çok çeşitli aktivist hareketlerin ortaya çıktığını ve bunlara örnek olarak feminist hareket, küresel ısınma karşıtı hareket, savaş karşıtı hareketleri verdi. Chomsky, Amerika'nın kendi çıkarlarına uymadığında tutarlı bir şekilde demokrasiye karşı çıktığını, gerçek ifade özgürlüğünün elde edilmesinin zor olduğunu, özgürlük ve demokrasi konusunda daha gelişmiş oldukları düşünülen Avrupa ülkelerinde de ifade özgürlüğü karşısında engeller olduğuna dikkat çekti. Düşünce özgürlüğü için 7. İstanbul buluşmasında Güney dergisi hakkında açılan davalar hakkında bilgi veren Türkçe ve İngilizce bildiri dağıtımı yapıldı. Güney dergisinin satışı yapıldı ve insanlarla ilişki kuruldu. Kapitalizm koşullarında ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması için mücadele yürütülmesi doğrudur. Gerçek anlamda ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması sosyalizmle olacaktır. Ekim 2010 ✓
güncel
güncel 16
Yaman Akdeniz yaptı. Katılımcılar, Jayan Nayar (Güney Hindistan kökenli bir Malezyalı ve İngiltere’de yaşıyor. Warvick Üniversitesi’nde Uluslararası Kalkınma Yasası ve İnsan Hakları Bölümü’nde program direktörü ve yardımcı profösör olarak görev yapıyor. 2002 ve 2005 yılları arasında Jayan Nayar, Roma’da Lelio Basso Vakfı’nda Halk Yasası Programını koordine etti. Bu dönemde Dünya Irak Mahkemesi Koordinasyon (WTI) Komitesi’nin üyesi olarak görev yaptı ve Roma’da Medyanın Hataları konusunda bir WTI oturumu düzenledi. Dünya kadın Mahkemeleri ile daha yakın ilişki içinde çalışmayı planlıyor.) Herbert Docena (Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de sosyoloji yüksek lisans öğrencisidir. Bir araştırma ve yandaşlık grubu olan Küresel Güney’e Odaklanma) araştırmacı ve örgütçü olarak Irak, Filipinler, Tayland ve diğer bölgelerde savaş, militarizm, sömürgecilik ve demokratikleşme konusunda çalıştı. Şu anda araştırmaları iklim değişikliği politikalarına odaklanmış durumdadır.) Irakli Kakabadze ( Gürcü bir yazar.) İkinci oturumun modaratörlüğünü Bilgi Üniversitesi’ndan Turgut Tarhanlı yaptı. İkinci oturumun konukları Richard Falk (Princeton Üniversitesi’nde Uluslararası Yasa ve Uygulamalarda Emeritus profesörüdür. 2008 yılında BM İnsan Hakları Konseyi tarafından Filistin topraklarındaki insan hakları ihlalleri üzerine özel rapörter olarak tayin edildi. Nükleer Çağ Barış Vakfının başkanı ve Nation Magazine ve bir çok yayın kurulunun üyesidir.) Hilal Elver (2002 yılından beri Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara’da profesör olarak görev yapıyor. Daha önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim vermiştir. Bu dönemde Çevre Bakanlığı’nın yasal danışmanı ve Kadının Statüsü Genel Direktörü olarak Türk hükümetine hizmet etmiştir.) Noam Chomsky (7 Aralık 1928 yılında Philadelphia’da doğdu. Pennslyvania Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi görerek 1955’te dilbilimi konusunda doktorasını aldı. 20’den fazla üniversiteden fahri ünvanlar ve dünyanın her köşesinden ödüller alan Prof. Chomsky’nin dilbilim, felsefe, entelektüel, tarih, çağdaş konular, uluslararası ilişkiler ve Abd dış politikası hakkında sayısız yazıları, kitapları ve konferansları var. İsrail devletini eleştiren yazıları yüzünden Ramallah Bir-Zeit Üniversitesi’nin daveti üzerine Mayıs 2010’da gittiği İsrail’e sokulmadı.) 10 Ekim 2010: Pazar sabahı Türkiye’den Düşünce Özgürlüğü ihlalleri üstüne tanıklar konuştu. Toplam
17
M
ersin’de Mali Müşavirler salonunda bir barış paneli gerçekleşti. 16 Ekim’de gerçekleşen panele Temel Demirer, Prof. Büşra Arslanlı ve Gazeteci Ayhan Bilgen katıldı. Katılacağı açıklanan Gazeteci Veysi Sarısözen’in başka bir işi çıktığı için katılamadığı bilgisi verildi. Paneli Yazar Adil Okay yönetti. Açılış konuşmasını İHD Mersin Şube Başkanı Ali Tanrıverdi yaptı. Tanrıverdi, ülkede bir demokrasi sorunu olduğunu belirtti. Bunun çözümünün ise Kürt sorununun çözümü ile olacağını, çözüm ile birlikte barışın da egemen olacağını belirtti. Daha sonra konuşan Mersin Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yusuf Seren, salonun büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğunu, bu sorunu esas olarak Türklere anlatmamız gerektiğini vurguladı. Kürt sorunu ile geç karşılaştıklarını ve o dönemin solcularının da bu soruna dikkat çekmediğini iddia etti. Kendisinin 1993 yılına kadar bir Kürt sorununun olduğunun farkında olmadığını belirtti. Bu sorunun anlaşılamamasında “bölücülük propagandası”nın sorunun özünün anlaşılmamasında önemli rol oynadığını belirtti. Panelcilerden ilk konuşmayı Ayhan Bilgen yaptı. Bilgen, barış konusunda ne yapmalı? Konusunun toplumsal yanına dikkat çekmek istediğini belirtti. Bugün barış ve demokrasi bilincinin Kürtler arasında esas olarak egemen olduğunu belirtti. Nasrettin Hoca’nın baklava hikâyesini anlatarak, barış ve demokrasi anlayışının bizim eve uğrayacak mı sorusunu sordu. Bugün Diyarbakır da, Hakkari de, Şırnak’ta … Halklar nasıl bir arada yaşayacağını tartışırken, bir Trabzon’da Samsun’da…. Türklerin yoğun yaşadığı yerlerde bu sorunun tartışılmadığını belirtti. Türkler kendini bir Kürt gördüğü yerde tehlikede görüyor. Kırmızıyı gördüğü yerde saldırıyor. Barış kimden istenecek sorusunun cevabını Ankara’da beklersek yanlış yapmış oluruz. Barışa karşı halklar arasında ortak bir dil oluşturmalıyız. Bu ancak, ötekilerle birleşmekten geçer. Bu süreç bir anayasa hareketi ile aşılabilinir dedi. Prof. Büşra Ersanlı konuşmasında, demokrasi için %10 barajının aşağıya çekilmesi gerektiğini, anadilde eğitim hakkının verilmesini, üniversitelerin 18
özgürleşmesini vurguladı. Savaş oldukça barıştan bahsedilmemeli diyen Büşralı, anadilde eğitim için Başbakanın bir taraftan AB’ye girmeye çalışırken diğer tarafta, Almanya’da ana dilde eğitimi savunup, Türkiye’de Kürtler için anadilde eğitim konusunda “Anadilde eğitim için bana gelmeyin” demesinin anlaşılır olmadığını söyledi. Kadın sorununa da dikkat çeken Büşralı, türban’ın eşitsizlik alanının yalnızca bir yanı olduğunu belirtti. Aslında her evde bir devlet var, bu baba, abi, koca vs. Temel haklarımız için yasaların çiğnenmesine karşı mücadele etmeliyiz dedi. Son konuşmacı Temel Demirer, barıştan söz edeceksek onurlu bir barıştan bahsetmeliyiz. Böyle bir Türkiye’de barıştan bahsedilemez. Müzakerelerle barışa ulaşılamaz. ETA örneğini verdi. Bu anlamda ırkçılığın en yaygın uygulandığı yerin Avrupa olduğunu söyledi. Barış egemenlere karşı savaşarak alt üst oluşlarla olacaktır. Barış istemek yetmez. Muhatabınız kim? Bir tarafta barış için görüşmek istedikleriniz sizi imha etmek için tezkereyi bu mecliste büyük bir oy çoğunluğu ile geçiriyorlar. Bir taraftan Abdullah Öcalan’la görüşüyorlar, diğer taraftan operasyonlar sürüyor. Barış hayaline kapılmamak lazım. Ezenlerle ezilenler arasındaki barışı konuşuyoruz. Ezenle ezilen arasında barış olmaz. Sorun bir ulusal sorun, yani sömürge Kürdistan sorunudur. Bir Türk’ün ne hakkı varsa, bir Kürdün de aynı hakkı olmalı. Barış unutmamak ve affetmemektir. Eğer TC barış istiyorsa, PKK ile konuşmalıdır. Ortada bir yanda sömürge bir devlet, diğer yanda ise PKK var. Kimin yanında yer alacağız? Buna karar vermeliyiz. TC’nin kuruluş felsefesinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Yeni bir barış için sorunu Trabzon’a, Konya’ya taşımalıyız. Demokrasi seçim barajının %10’dan %1’e indirilmesiyle gelmez. Barış devrimle gelir görüşünü savundu. Ekim 2010 YDİ Çağrı/Mersin ✓
Akın Birdal’a yapılan saldırıyı kınıyoruz!
güncel
güncel
Mersin’de Barış Paneli
Egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinde Kürt, Türk, Arap Laz, Çerkes vb. çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin bir çıkarı yoktur. Egemen sınıfların tümü; onların devleti, hükümeti işçilerin, emekçilerin düşmanıdır.
E
zilenlerin ve Emekçilerin Boykot Cephesi tarafından, 10 Eylül Cuma günü Bursa Gökdere Meydanı’nda boykot mitingi düzenlendi. Mitingde BDP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal’a konuşma yaptığı sırada, “Ben sivil polisim” diyerek Marmara Üniversitesi öğrencisi Bilgihan Şimşek saldırdı. Akın Birdal’a kafa ve yumruk atan saldırgan mitinge katılanlar tarafından linç edilmek istendi. Saldırganı kitleye saldırarak, biber gazı sıkarak kurtaran polis, saldırganı hastaneye kaldırdı. Saldırıya tavır takınan Akın Birdal, olayın daha önce İnegöl’de ve Dörtyol’da yapılan saldırıların bir devam olduğunu belirterek, “Bu tek kişinin saldırısı değil bilinçli bir provokasyon girişimiydi” dedi. Akın Birdal’ın vurguladığı gibi yapılan saldırı tam bir provokasyondur. Bu saldırı Türk-Kürt çatışmasının körüklenmek istenmesine, Kürt halkına yönelik katliam girişimlerine hizmet eden bir eylemdir. Akın Birdal’a yapılan saldırı Kürt halkına yapılmıştır. PKK’nin 20 Eylül’ kadar ilan ettiği eylemsizlik kararına rağmen Türk ordusunun operasyonları sürüyor. 6 Eylül’de Hakkari’ye bağlı Lewine alanında gerillalara kaşı imha operasyonu düzenleyen ordu güçleri 9 PKK gerillasını katletti. Türk ordusu çatışmalı ortamın son bulmasını istemiyor. Savaşı körüklemek
için her türlü aracı kullanıyor. Savaştan beslenenler, savaştan rant elde edenler, savaşın son bulmasını istemiyorlar. Savaşın sürmesi, tırmanması için her türü provokasyonu yapıyorlar. Azdırılan ırkçılık ve şovenist ortamdan beslenen güçlere verilecek en iyi yanıt; halkların kardeşliğini yükseltmek olmalıdır. Egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinde Kürt, Türk, Arap Laz, Çerkes vb. çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin bir çıkarı yoktur. Egemen sınıfların tümü; onların devleti, hükümeti işçilerin, emekçilerin düşmanıdır. Hakim sınıfların halkları birbirlerine karşı kışkırtma ve olayların bir “iç savaşa” dönüştürülmesi planlarını bozmak için milliyeti, dili, ulusal kimliği ne olursa olsun; tüm kadın ve erkek işçileri, emekçileri hakim sınıfların iktidar dalaşının bir parçası olarak sahneye koydukları bu tür tehlikeli provokasyonlar karşısında duyarlı olmaya, bu tür oyunlara karşı ortak mücadele cephesinde, sömürücü düzene karşı, ücretli köleliğe karşı mücadele etmeye çağırıyoruz. Kürt halkına yönelik saldırılara son! Katliamlara son! Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı! 11 Eylül 2010 ✓
19
Sineye çekme, karşı dur!
Bu ilanın üzerinden uzun bir zaman geçti. Fakat kadınlara yönelik şiddet nitelik bir değişikliğe uğramadı. Uğrayamazdı da. Çünkü erkek egemen kapitalist sistem varlığını pekiştirerek devam ettiriyor. Birkaç göstermelik yasal düzenleme sorunun özünü değiştirmiyor. Bu durum tüm dünyada olduğu gibi Türkiye için de geçerli. Türkiye kadına yönelik şiddetin en çok yaşandığı ülkelerin başında geliyor. Türkiye aynı zamanda daha önce sayfalarımızda yer verdiğimiz Nahide Opuz davasında AİHM’de mahkum olan ilk ülke.
Kadına yönelik şiddette 2010 verileri
Kadınlara yönelik şiddetin kaynağı: Erkek egemen sistem!
20
25 Kasım - Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü yaklaşıyor. Ve bir kere daha emekçi kadınların değişmeyen gündemi her türlü baskı ve şiddete karşı mücadele olmaya devam ediyor. Kadınlara yönelik şiddet, cinsel saldırılar, baskılar azalmıyor, hatta her geçen gün biraz daha artıyor. Şovenizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin azdırıldığı ortam erkek şiddetinin yoğunlaşmasına da yol açıyor. Kadın hakları, pozitif ayrımcılık lafları çok ediliyor. Erkek egemen toplumda egemen olan ise her alanda şiddet. Bu şekilde biçimlenmiş bir toplumda onun en küçük birimi olan aileden tüm diğer alanlara kadar nereye bakarsanız bakın güçlünün zayıfı ezmesine ve şiddete tanık oluyorsunuz. Devlet kendisine karşı koyanları, hakim sınıflar muhaliflerini, patronlar işçilerini, aile içinde erkek kadını, kadın çocuğunu, ağabeyler kardeşleri bastırmak ve susturmak için hiç tereddütsüz şiddete başvuruyor. Şiddet, insanlar arası ilişkide en yaygın, en çabuk başvurulan yöntemlerden biri. Ve bundan en fazla zarar görenler yine tabii
ki, toplum içinde en zayıf konumda olan kadınlar ve çocuklar oluyor…
Biraz tarihçe… 25 Kasım’ın uluslar arası alanda Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü olmasının arka planında yine kadınlara yönelik şiddet ve buna karşı mücadele duruyor. 25 Kasım 1960 tarihinde, Dominik Cumhuriyeti’nde “Sosyal Değişim Hareketi”nden üç kız kardeş, Mirabel kardeşler, arabalarında saldırıya uğrayarak öldürüldüler. Onların suçu Trujilo diktatörlüğüne karşı aktif mücadeleye katılmalarıydı. Onların suçu, “ellerinin hamuruyla” politikaya karışmaları, kadınları aşağılayan ve küçümseyen her türden gerici anlayışa karşı koymalarıydı. Rejimin tüm baskı ve işkenceleri onları yıldırmadı. Sonunda vahşice katledildiler. Bu olay, Karayibli ve Latin Amerikalı kadınların öfkesini taşıran son damla oldu. Onlar protestolarını yükselttiler ve 25 Kasım’ı kadınlara yönelik her türden şiddetin protesto edildiği bir mücadele günü ilan ettiler.
2010 yılı özellikle kadın katliamlarının çok yoğun olarak yaşandığı bir yıl oldu. Bu katliamlar artık hayatın rutin haberleri haline geldi. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı verilerine göre, 2010’un ilk yedi ayında Türkiye’de 226 kadın öldürüldü. Cinayetleri işleyen erkeklerin yüzde 45’i polisteki ifadelerinde, “aldatıldıklarını” ve bu nedenle cinayeti işlediklerini söylüyorlar. Polis kayıtlarında aynı dönemde 478 kadının tecavüze, 722 kadının tacize uğradığı; 6 bin 423 kadın aile içi şiddete maruz kaldığı için hastaneye başvurduğu bilgisi veriliyor. Sadece 2010 yılının Temmuz ayında en az 36 kadın çeşitli gerekçelerle katledildi. Katledilme sebeplerine birkaç örnek; - Tekirdağ’da kendisini aldattığını öne sürdüğü Erdem Ferimaz 45 yaşındaki Nurhayat Ferimaz’ı elleriyle boğarak öldürdü. - Karaman’da Osman Karakuzu (24) kısa bir süre içinde ayrıldığı kız arkadaşı Özlem Özden (24) ile karşılaştıkları Gevher Hatun Mahallesi Sarıkeçili konutları yolunda tartışmaya başladı. Kısa sürede büyüyen tartışmada Osman Karakuzu öğretim görevlisi Özlem Özdene av tüfeğiyle kafasına ateş ederek öldürdü. Daha sonra silahı kendine doğrultarak intihar etti. - Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda çalışan Şenay Gör (43), eşi Kadir Gör’ün (50) bıçaklı saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Mamak’ta 11 Temmuz akşamı meydana gelen olay polis kayıtlarına,’’kıskançlık cinayeti’’ olarak geçti. - İstanbul Kadıköy’de 4 yaşındaki kız çocuğu ile birlikte yaşayan 24 yaşındaki Aslı Kaya evinde el ve ayakları tülbentle bağlandıktan sonra boğularak öldürüldü. Olaydan sonra kayıplara karışan genç kadının sevgilisi E.K, cinayetten 4 saat sonra yakalandı. Zanlının ilk ifadesinde, Aslı K.’yı kendisinden ayrılmak iste-
diği için öldürdüğünü söyledi. - Ankara’da Karşıyaka Mahallesinde eşinin kendisinden boşanmasını hazmedemeyen Kamber Doğan (42) boşandığı eşi Sevilay Kaman (38) ve kardeşi Gülen Kaman’ı (33) kurşuna dizdi. Sevilay Kaman ve Gülen Kaman olay yerinde yaşamını yitirdi.
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Kadına yönelik şiddet her yerde devam ediyor!
Kadına yönelik cinsel şiddet özendiriliyor Kadına yönelik cinsel şiddetin özendirilmesinde burjuva medya önemli bir rol oynuyor. Televizyon dizilerinde ve programların önemli bir bölümünde kadına yönelik şiddet, sıradanlaştırılıyor, normalleştiriyor. Daha fazla izlenme rekoru böylelikle daha fazla kar uğruna toplumsal cinsiyet rolleri pekiştirilip desteklenirken tecavüz olgusu da adeta magazinleştirilerek işleniyor. Son dönemde bir televizyon kanalında yayınlanmaya başlayan “Fatmagül’ün suçu ne” dizisinin ilk bölümündeki tecavüz sahnesi reyting patlaması yaşadı. İnternet sayfalarında “Kim daha güzel tecavüze uğruyor? Hülya Avşar’mı?, Beren Saat’mi?” iğrenç tartışmaları yürütüldü. vs. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre tecavüz ve taciz gibi cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana geldi. Buna göre 2006’da 528, 2007’de 473, 2008’de 577 ve 2009’da 652 kadın tecavüze uğradı. 2006’da 489, 2007’de 540, 2008’de 589, 2009’da ise 624 cinsel taciz olayı yaşandı. 20052010 yılları arasında, 100 binin üzerinde kadın cinsel saldırıdan mağdur oldu. Mağdur kadınların yüzde 40’ı şikâyetçi olmadı. Kadınların korktukları için şikâyetçi olamadıkları istatistiklere geçti. Cinsel suçlara karşı bırakalım doğru dürüst önlemlerin alınmasını; ‘tahrik indirimi, hafifletici neden’ gibi bahanelerle cezaların indirime uğradığı, böylelikle devlet eliyle işlenen suçun dolaylı olarak onaylandığı bir yasal sistemde kadına yönelik cinsel suçların bu boyutta yaşanmasına şaşırmamak gerekir. Biz işçi ve emekçi kadınların; kadınlara yönelik şiddete karşı susmamak, şiddetin görünür kılınabilmesi için ses çıkarmak ve şiddetin olmadığı bir toplum için mücadele etmek en önemli sorumluluklarımızdan biri olmalıdır. 25 Kasım 2010’a hazırlanırken bu bilinçle hazırlanmalıyız. Bu 25 Kasım’ı mücadelemizi bir adım daha ileriye taşımak için uğraşmalıyız. Çünkü biz sorunlarımıza sahip çıkıp mücadele etmedikçe şiddetten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! 31 Ekim 2010 ✓
21
Recm kelimesi ne ifade eder birçoğumuz için? Ya gazetenin bir köşesine bu vahşet iliştirilir ya da bir haber bülteninde söylenir sonraki dakika unutulur gider. Oysa işittiğimizden çok daha fazlasıdır recm. Bir düşünün önce diri diri kefen giydirilir ve boğazına kadar ölüm kuyusu eşilir. Sonra taşlar özenle toplanır. Küçük olmamalı çünkü her taş acı vermelidir.
H
22
erkesin bildiği gibi İran insan haklarını hiçe saymayı yasalarıyla garantilemiş, İran İslam devriminden bu yana 30 yılda 150 kişiye recm uygulayarak, binlercesini de idam ederek katletmiş bir ülkedir. İnsanların idam edilmesi, recm edilerek katledilmesi İran için çok sıradan bir olay! Elbette recm cezası yalnızca İran’a has bir cellâtlık örneği değil. Afganistan, Pakistan, Endonezya, Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen ülkelerde bu vahşetten geri kalmıyor. Ancak recm cezasını yasalarıyla koruyan tek ülke İran! Şimdiye dek onlarca kişinin recm edildiği İran’da, umutsuzluk ve korku içinde recm yada idam cezasının infaz edilmesini bekleyen 11 kişinin olduğu söyleniyor. Bu 11 kişiden biri Sakine Aşitiyani. Her birinin öyküsü farklı olsada onlara biçilen “kader” aynı! Sakine’yi “kader” arkadaşlarından ayıran tek şey, çocuklarının annelerini kurtarma çabalarını insan hakları aktivistlerine duyurabilmeleridir. 43 yaşında ve 2 çocuk annesi olan Sakine Muhammedi Aşitiyani, Mayıs 2006’da iki erkekle “yasadışı ilişki kurmaktan” mahkûm oldu. 99 kırbaç cezasına çarptırıldı! Vücudu paramparça edildi ve recm yani “taşlanarak ölüm” cezası verildi. Taşlanarak ölüm cezası Ulusla-
rarası bir öfkeyle karşılandıktan sonra recm cezası idam cezasına çevrildi. 4 yıldır işkenceden, ölümden ve cezaevinden kurtulmayı bekleyen Aşitiyani, bu kez İran devlet kanalının bir programında kocasının öldürülmesine yardım ettiğini ve kocasının iki kuzeniyle ilişkiye girdiği şeklinde bir açıklamaya zorlandı. Ancak Aşitiyani’nin avukatı Aşitiyani’nin tutulduğu Tebriz Cezaevi’nde TV ye çıkması ve bu itirafı yapması için iki gün boyunca işkence gördüğünü açıkladı. Sakine Aşitiyani’nin yeni avukatı olan Hutan Kiyan bu “itiraftan” sonra, uluslararası tepkiyle karşılaştıkları için Aşitiyani’nin “taşlanarak idam” (recm) cezasını “asılarak idam” cezasına çeviren İran yetkililerinin idamı hızlıca gerçekleştirmelerinden korktuğunu dile getirdi. Bu gelişmelerden hemen sonra Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) İran’ın bu açıklamaları “itiraf” olarak adlandırmasını kınadı ve İran’ın yargı bağımsızlığının bu televizyon yayınıyla paramparça olduğunu açıkladı. Aşitiyani The Guardian gazetesiyle gizli yaptığı bir görüşmede zina davasında suçlu bulunduğunu, cinayet davasından beraat ettiğini, kocasını öldüren adamınsa tespit edildikten sonra tutuklandığı ancak idam cezası verilmediğini söylüyor. İdam cezası verilmemesini ise şöyle
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Sakine Aşitiyani’nin yaşam hakkı için mücadeleye!
açıklıyor: “Çünkü ben bir kadınım. Çünkü bu ülkede kadınlara her şeyi yapabileceklerini düşünüyorlar. Onlara göre zina, cinayetten çok daha büyük bir suç. Tabii her zina suç sayılmıyor; zina yapan bir adam hapse bile atılmayabilir ancak bir kadın için bu suç, dünyanın sonu demektir. Çünkü ben, kadınların kocalarından boşanma hakkının olmadığı, kadınların temel haklarından yoksun olduğu bir ülkede yaşıyorum.” Ve Aşitiyani konuşmasına devam ederek recm edilmenin ne demek olduğunu bilmediğini ekliyor: “Hakim cezamı kestiğinde, taşlanarak öldürüleceğimi hiç düşünmemiştim çünkü ‘recm’ kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Cezamı imzalamamı istediler, daha sonra cezaevine götürüldüm. Oradaki arkadaşlarım bana taşlanarak öldürüleceğimi söylediler ve o anda kendimi kaybettim.” Herhangi bir ücret talep etmeden Aşitiyani’nin avukatlığını üstlenen insan hakları savunucusu Muhammed Mustafa dünyanın ilgisini İran’a çekmeyi başardı. Ancak hakkında tutuklama kararı çıktıktan sonra Türkiye’ye kaçtı. Türkiye üzerine düşen görevi yapmadığı için Mustafa şu anda Norveç’te. Av. Muhammed Mustafa’nın eşi ise uzun süre Tahran cezaevinde sorgulandıktan sonra eşinin yanına dönebildi. Aşitiyani; “Avukatım Mustafa’nın çabaları olmasaydı şimdiye kadar taşlanarak öldürülmüştüm” diyor. Davasına dikkat çeken ve bu sayede uluslar arası baskı yaratan aktivistlere ve avukatına teşekkür edip ekliyor: “Bunca yıldır yetkililer, bana kendimi zina işleyen bir kadın, sorumsuz bir anne, bir katil gibi hissettirdiler. Ama uluslararası destek sayesinde masumiyetimi ve kendimi bir kez daha buldum.” Recm kelimesi ne ifade eder birçoğumuz için? Ya gazetenin bir köşesine bu vahşet iliştirilir ya da bir haber bülteninde söylenir sonraki dakika unutulur gider. Oysa işittiğimizden çok daha fazlasıdır recm. Bir düşünün önce diri diri kefen giydirilir ve boğazına kadar ölüm kuyusu eşilir. Sonra taşlar özenle toplanır. Küçük olmamalı çünkü her taş acı vermelidir. Büyükte olmaz öyle hemen ölmemeli, acı çekerek yavaş yavaş ölmelidir. Kadının namusundan tüm erkekler sorumludur. Baba, ağabey, koca ve geride kalanların tümü! Hepsi hazırlanırken cellâtlığa, tüm bu hazırlığın kendisi için olduğunu bilen kurbanlar korku içinde çaresizce beklerler. Elbette recm ya da onunla özdeşleştirilen Aşitiyani hakkında birçok şey yazılabilinir. Bazı sivil toplum kuruluşlarını dışta tutarsak şimdiye dek Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), de-
ğişik emperyalist devlet yetkilileri, burjuva basın vb. Aşitiyani’yi kurtarma adına demokrasi palavraları sıkıp çağrılarda bulunmuştur. Bu çağrılar Aşitiyani’yi kurtarmaya yetse bile binlerce Aşitiyani için çözüm olmayan, meselenin özüne hiç dokunmayan, Aşitiyani dışında recmi bekleyen 11 mahkûm ve idam edilecek yüzlerce mahkûmu bırakalım kurtarmayı, bunu tartışmayı bile konu almayan çağrılardır. Asıl mesele recm ve idamın yaşandığı tüm ülkelerde bu vahşetin yasaklanması için uluslararası mücadele yürütmektedir. Aşitiyani şahsında gelişen birçok uluslararası kampanya, destek mektupları vb. aslında yalnızca Aşitiyani için değil, görüşlerini özgürce açıkladığı için recm cezasına çarptırılan henüz 18 yaşındaki İbrahim Hamidi, ve diğer 11 mahkûm içinde olmalıdır. Aynı zamanda her gün ölüm koridorlarından idama yollanan siyasi mahkûmlar içinde bu mücadele yükselmelidir. Adeta ölüm fabrikaları olan ABD, Çin, İran ve birçok şeriat ülkesindeki bu vahşeti durdurmak için herkesin katkısı çok büyük önemdedir. Bu güne dek bu konuya çok da duyarlı yaklaşamayan K.K/Türkiye devrimci hareketi ve kadın hareketi, Türkiye’de de bir kamuoyu yaratarak kadın örgütlerinin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının vb. dikkatini çekip bu mücadeleye önderlik etmelidir. Aşitiyani ve ölüme mahkûm edilen tüm insanların yaşam haklarını alabilmeleri için hemen şimdi mücadeleye! 22.09.2010 ✓
23
Bir yandan kendi çıkarları uğruna ülkeleri sömüren, kadın, erkek, çocuk demeden bu ülkelerdeki halkları doğrudan ya da dolaylı olarak kıyıma uğratan emperyalistler, diğer yandan görünümü kurtarmak için kadın haklarını savunmak, korumak adına girişimlerde bulunuyorlar.
B
24
irleşmiş Milletler çatısı altında yeni bir kadın birimi kuruluyor. “BM Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadının Güçlendirilmesi Örgütü” isimli bu örgütün çalışma alanı ve amacı adında da belirtildiği üzere uluslararası düzeyde kadının toplumsal alanda maruz kaldığı cinsel eşitsizlikle mücadele etmek ve kadının konumunun sosyal alanda güçlendirilmesi üzerine çalışmalar yapmak… Bu birim, BM Kadınlar için Kalkınma Fonu (UNIFEM), Kadınların İlerlemesi Bölümü (DAW), Cinsiyet Konularında Özel Danışmanın Ofisi ve BM Kadınların İlerlemesi İçin Uluslararası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nün (UN-INSTRAW) birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir birim. Birleşmiş Milletler tarafından bu örgüte ayrılan bütçe yıllık 500 milyon dolar. Örgütün resmi olarak çalışmalarına ise 2011 Ocağında başlayacağı belirtiliyor. Birimin üyeleri BM’ye üye ülkelerin göndereceği delegeler ve bir takım sivil toplum kuruluşlarının önereceği delegeler arasından seçilecek. Uluslar arası alanda kadın hakları konusunda çalışmalar yürütecek bir örgütün kurulmuş olması olumlu bir gelişme gibi görünse de, bu birliğin bir burjuva kadınlar kulübü olmaktan öteye geçemeyeceği açık.
Birleşmiş Milletlerin yapısını ve icraatlarını az çok bilen herkes için bu söylem aşikâr bir gerçekliktir. Kendine atfettiği isimle “barış gücü” olarak anılan Birleşmiş Milletler örgütü içerisinde çeşitli büyük emperyalist güçlerle birlikte, daha küçük ölçekli kapitalist ülkeler var. Ve bu ülkeler siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna sürekli birbirleri ile dalaş halindeler. Dünyanın yeniden şekillenmesi ve paylaşılması konusunda diğerlerinden biraz daha fazla pay koparabilme derdiyle oraya buraya saldırıp duruyorlar. Ve sözde barış gücü askerlerini dünyanın her köşesine salıyor, emperyalist çıkarları uğruna özellikle de az gelişmiş ya da gelişmemiş ülkelerdeki halklara deyim yerindeyse kan kusturuyorlar. Birleşmiş Milletlerin kadın hakları konusunda ki sicili de pek parlak sayılmaz. Geçtiğimiz Ağustos ayında meydana gelen ve medyaya yansıyan olaylarda BM’nin kadın hakları konusundaki sözde duyarlılığının ne sahtekârca bir oyun olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ağustos ayında Kongo ‘da, Ruandalı ve Kongolu bir grup isyancı, Birleşmiş Milletler üssüne 15 km yakında bir kasabaya baskın düzenliyor ve kasabada yaşayan 200 kadına dört gün boyunca tecavüz ediyorlar. Sonradan anlaşılıyor ki bu baskın BM ör-
kolayca söyleyebiliriz ki BM Kadın örgütü, kadınlara daha fazla sömürü, daha fazla hak gaspı ve daha fazla cinsel sömürü getirmekten öteye geçmeyecektir. Biz kadınların en geniş haklara sahip olduğu, cinsel, ulusal ya da sınıfsal her türlü sömürüden kurtulmasının yolunun açıldığı, bunun için gerçek bir mücadele yürütülecek bir sistem ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür. Bu hedefe varmak için tek koşul örgütlü bir hareket içerisinde olmaktır. Biz işçi ve emekçi kadınların emperyalistlerin güdümünde hareket eden bir sözde kadın örgütüne değil, kendi sınıf çıkarlarımızla birlikte özsel bir takım haklarımızı ortaya koyabileceğimiz bir örgüte ihtiyacımız var.
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
BM kadın örgütü kuruluyor…
gütünün bilgisi dahilinde gerçekleştiriliyor. Bir yandan kendi çıkarları uğruna ülkeleri sömüren, kadın, erkek, çocuk demeden bu ülkelerdeki halkları doğrudan ya da dolaylı olarak kıyıma uğratan emperyalistler, diğer yandan görünümü kurtarmak için kadın haklarını savunmak, korumak adına girişimlerde bulunuyorlar. Birleşmiş Milletler gibi bir emperyalist ortaklığın kadın hakları konusunda ilerici bir çalışma yürütmesini beklemek saflıktan başka bir şey olmayacaktır. Zira barış deyip her yere savaş götüren; insan hakları deyip, ülkelerde bu hakkı ilk gasp eden bir örgütün kadın hakları konusunda nasıl bir çalışma yürüteceği şimdiden açık bir şekilde karşımızda duruyor. BM’nin genel siyasetine bakarak
Ekim 2010 ✓
Kadınlara yönelik tecavüze karşı kara eylem…
A
dana Kadın Platformu tarafından 20 Ekim Salı günü saat 11: 30’da İnönü parkında bir oturma eylemi ve akabinde de bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasının amacı son dönemlerde artan tecavüz olayları ve bir televizyon dizisi üzerinden yürüyen tecavüz tartışmalarıyla sıradanlaştırılmaya çalışılan tecavüz olaylarına dikkat çekmekti. Eyleme çoğunluğu platform bileşenlerinden oluşan 35 kadar kadın katıldı. “Film değil; gerçek. Her gün tecavüze uğruyoruz. Bu suça daha ne kadar ortak olacaksınız?” yazılı büyük bir pankart hazırlanmıştı. Eyleme katılan kadınlar platform tarafından önceden bilgilendirilerek siyah renkte kıyafetler giyinmişlerdi. İlk olarak oturma eylemi yapıldı. Bu arada kadınlar, eylem öncesi dağıtılan siyah renkli bantlarla gözlerini bağladılar. Bu şekilde tecavüz olgusunun görmezden gelindiğine dikkat çekilmek istendi. Daha sonra ise basın metni okundu. “Son günlerde istisnasız tüm medyada ‘Fatmagül’ün suçu ne?’ dizisi ile tecavüz suçu bir tecavüz masalına dönüştürüldü. Cinsiyetçi medya tarafından ‘Fatmagül bu gece tecavüze uğrayacak’ (Posta, 16. 09. 2010) haberleri ve ‘hangi tecavüz sahnesi daha iyi’
karşılaştırmaları ile tecavüz bir suç, kadın bedenine yapılmış korkunç bir saldırı olarak değil bir çeşit cinsellik olarak topluma gösterildi. Tecavüzü erkeklere ait bir hak olarak gören anlayış bir kez daha meşrulaştırıldı.” denildi. Sonrasında ise bir televizyon kanalında yayınlanan şov programında sahneye koyulan bir skeçte tecavüzün bir futbol maçına benzetilerek sıradanlaştırıldığına vurgu yapıldı ve “Tecavüzü sıradanlaştırmak, karikatürize etmek bu suça ortak olmaktır.” denildi. Son olarak “Cinsel taciz ve tecavüz olaylarını gündemleştirmeye, bunlara karşı mücadele etmeye ve kadın dayanışmasını büyütmeye çalışacağız. Bizler, taciz ve tecavüz karşısında susmayacağız. Taciz ve tecavüzcülerin peşini bırakmayacağız.” denilerek basın açıklaması sonlandırıldı. Eylem niteliği bakımından, güncelliği bakımından çok olumlu ve yerinde bir eylemdi. Buna karşın katılımın düşük olması üzücüydü. Eylemin duyurusunun doğru düzgün organize edilememiş olmasından ötürü, katılım neredeyse tamamen platform bileşenlerinin birinci dereceden sorumlularıyla sınırlı kaldı. 20 Ekim 2010 ✓ 25
Uluslararası Kadın Hareketinin Uyanma ve Ayağa Kalkma Zamanı Gelmiştir! 2011 Venezüella Dünya Kadınları Konferansı için hep birlikte ileri!
D
26
ünyanın her yerinde milyonlarca kadın kendi geleceklerini kendi ellerine alarak; ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal hakları için harekete geçiyor. Bazıları hala kendi başlarına kalsa bile, biz, kadınlar, aramızda örgütleniyor ve birlikte mücadele ediyoruz. Biz, kadınlar, sürekli olarak hem özgürlüğümüz için hem de elverişsiz koşullara karşı mücadele etmek zorunda bırakıldık. Bugün insanlık; dayanışma, eşitlik ve mutlulukla dolu olan bir gelecek için dünyanın-çalışan, işsiz, sömürülen ve ayrımcılığa tabi tutulan-tüm kadınlarından bir yükümlülük beklemektedir. Bütün kıtalarda biz kadınlar, özellikle sömürüden ve kapitalist sistemdeki krizlerden acı çekmekteyiz. AfrikaAsya’da, Okyanusya’da, Amerika’da ve Avrupa’da milyonlarca insan açlıktan ölmektedir. Eğitimden, sağlık hizmetlerinden, barınmadan, sosyal refahtan, kısacası onurlu bir yaşamdan yoksundurlar. Son yıllarda meydana gelen geniş çaplı değişiklikler insanların büyük bir çoğunluğunun karşı karşıya olduğu yaşamsal sorunlara bir çözüm getirmemiştir. Tam aksine bu değişiklikler gücün ve zenginliklerin daha az sayıda insanın eline geçmesi için kullanılmıştır. Kapitalizmin çelişkileri daha da yoğunlaşmıştır. Büyük tekellerin dünyanın her köşesine yayılmaları emekçilerin daha fazla sömürülmesine, yığınların ve ülkelerin daha fazla boyun eğdirilmesine yol açmaktadır. Emekçilerin yaratıcı güçlerinden kaynaklanan bilimsel-teknolojik gelişme sadece emperyalist güçlerin piyasalardaki rekabetleri ve siyasi ve hegemonyaları için kullanılmakta ve onlara hizmet etmektedir. Emperyalist ülkeler gittikçe artan bir biçimde doğal kaynakları zengin dolayısıyla stratejik önemi olan bölgelere el koymaktadırlar. Bu güçler çelişkileri kışkırtmakta, insanlar arasında savaş çıkartmakta ve ülkeleri işgal etmekte bir an bile etmemektedirler.
Bunlar aynı zamanda çevresel yıkımdan ve çevreye büyük zararlar vermekten sorumludurlar. Tüm bunlar emperyalizmin doymak bilmeyen, açgözlü karakterini açığa vurmaktadır. Tüm kıtalardaki milyonlarca kadın fakirlik, işsizlik, sefalet ücretleri ile çalışma ve asgari güvencenin doğrudan muhataplarıdır. Savaşlardan ve yığınlar halinde göçlere zorlanmaktan muzdariptirler, ızdırap çekmektedirler. İ çme suyu, temiz hava, sağlık hizmetleri, eğitim, barınma ve kendini geliştirme gibi olanaklardan genellikle yoksundurlar. Çalışan kadınların büyük bir çoğunluğu, hem çalışan sınıfın bir parçası olduklarından, hem de cinsel ayrımcılığa tabi tutulduklarından, kapitalizmin sömürüsünden ve zulmünden iki kat fazla eziyet çekmektedir. Büyük yığınlar, sırf bağımlı ülkelerde ve boyun eğdirilen kültürler ve katmanlar içinde yaşamaktan dolayı baskı altında tutulmaktadır. Emperyalizm; kadınlara, çocuklara ve gençlere karşı uygulanan her türlü şiddeti Emperyalizm için seks ticareti, pornografi ve organ ticareti karlı işler arasındadır. Bu durum, sistemin insan hayatına ne kadar az değer verdiğini göstermektedir. Bu dünyanın geleceği olan iki milyar çocuk, kadınlar tarafından bakılmakta ve yetiştirilmektedir. Hakim olan ve giderek yayılan kültürün ürünü olan seks istismarı, ataerkil yasalar, gelenekler, klişeler ve eğilimler nedeniyle biz, kadınlar, kendimiz ile ilgili olan hususları özgürce tayin edemiyoruz. Bu imkansızlık yaşamlarımız üzerinde doğrudan doğruya olumsuzluklar yaratıyor. Modern iletişim medyası ise fuhuşu, pornografiyi ve sapıklığı teşvik ediyor. Bugün dünyada işçilerin kapitalist sömürüye karşı mücadelelerinde bir yükseliş meydana gelmektedir. Ülkelerin ve insanların kurtuluş ve bağımsızlık
Kadınların ve erkeklerin fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarının tümüyle karşılanması için, iş güvencesi, sağlık hizmetleri, eğitim ve herkese refah için, dünyada kadınların ve tüm insanlığın kurtuluşu için gerekli ön koşullar gelişmektedir. Ancak şimdiye kadar milyonlarca çalışanın yarattığı büyük zenginlik sadece kar için yanıp tutuşan kapitalist açgözlülüğü tatmin için kullanılmıştır. köşesinden gelen kadınlarla bir araya gelecek, 1910 yılında Clara Zetkin’in öncülüğünde başlatılan ve ilk kez 1911’de toplanan Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü mirasına sahip çıkacağız. Bu etkinlik kadın ve erkek işçilere ve dünyanın tüm kadınlarına büyük kazanımlar getiren yolun taşlarını döşemiştir. Unutulmaz ve anılmaya değer mücadeleleri ve büyük fedakarlıkları sayesinde bu kadınlar, tüm kadınlar için eşit ve özgür bir yaşamın tohumlarını atmışlardır. Mücadele eden kadın ve erkekler açısından cömert olan, emperyalizme karşı mücadelede ve zulmedilen insanların onurlarını korumada sembol haline gelmiş bulunan Venezüella’da bir araya geleceğiz. Bütün kıtalardan gelecek kadın işçiler, köylü kadınlar, göçmen kadınlar, işsiz kadınlar, ev hanımları, yerli kadınlar, bilim kadınları ve sanatçı kadınlar ile bir sosyal ve siyasal özgürlük projesi için bir araya geleceğiz. Halkları ve kültürleri baskı altında olan tüm kadınlar, bütün gençler; sizi gerçek eşitliğin ve özgürlüğün olacağı bir gelecek için dünyayı saran bu büyük dalgada yer almaya çağırıyoruz. Dünyanın tüm kadınları! Amaçlarımızı uyanan dünya militan kadınları hareketinde birleştirelim! Bizim eylemimiz/hareketimiz olmaksızın insanlığın özgürleşmesi mümkün değildir! Sömürüsüz ve baskısız bir toplum içinde kadın özgürlüğü için hep birlikte ileri! 2011’de Venezüella’daki Dünya Kadınları Konferansına katılmak için harekete geçin! Caracas, VENEZÜELLA ✓
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Dünya Kadınlarına Çağrı
mücadelelerinde de yükseliş olmaktadır. Ülkeler yeni sömürgeciliğe ve bağımlılığa karşı isyan etmektedir. Dünya kadın hareketi canlıdır ve talepleri doğrultusunda mücadele etmektedir. Birçok ülkede güçlerini işçi sınıfı, halk ve kurtuluş hareketleri ile birleştirmektedir. Dünya kadın hareketi, genel çizgisini özellikle “cinslerin savaşı”na oturtan kadın hareketlerinin bir çözüm getiremeyeceğini, olsa olsa devlet aygıtı içine bir parça entegre olabileceğini öğrenmiş durumdadır. Bu saptama, adına sivil toplum örgütleri (STÖ) denen, gerici siyasal partiler, vakıflar, kiliseler ve uluslararası güç odaklarınca desteklenen kuruluşlar için de geçerlidir. Bu stratejiler, birleşme yerine tam aksine, kadın hareketleri içinde bölünmelere ve bozulmalara yol açmıştır. Șu anda kadın yığınları içinde gelişen bilinç, kadınların eşitliğinin sadece biçimsel, yasal (legal) eşitlikle sağlanamayacağı yönündedir. Dünya ölçeğinde deneyimlerin paylaşılmasının, işbirliğinin ve ortak dayanışma hareketlerinin edilmesinin gerekli olduğunun daha çok farkına varılmaktadır. Gittikçe daha fazla farkına varılmaya başlanan bir diğer gerçek de kadın kurtuluşu mücadelesinin sömürüden ve baskıdan tümüyle kurtarılmış bir dünya için de gerekli olduğudur. Kadınların ve erkeklerin fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarının tümüyle karşılanması için, iş güvencesi, sağlık hizmetleri, eğitim ve herkese refah için, dünyada kadınların ve tüm insanlığın kurtuluşu için gerekli ön koşullar gelişmektedir. Ancak şimdiye kadar milyonlarca çalışanın yarattığı büyük zenginlik sadece kar için yanıp tutuşan kapitalist açgözlülüğü tatmin için kullanılmıştır. Bu yüzden diyoruz ki kadınların gerçek özgürlüğü için mücadele ve ileri atılma zamanı gelmiştir. Zaman seslerimizi ve baş kaldırışlarımızı birleştirme; sömürenin ve sömürülenin olmadığı bir toplum kurma perspektifiyle güçlerimizi bir araya getirme zamanıdır. Tüm kıtalardaki kadınlar ve erkekler olarak biz-tek bir dünyanın kendi öznel tarihlerini yazan farklı halklarına ve kültürlerine saygı duyarak-, kendi yaratıcı gücümüzün yarattığı nimetlerden yararlanmak istiyoruz. Mutluluk içindeki bir geleceği hakediyoruz! Çağırıyoruz Daha iyi bir dünya umuduyla mücadele eden ve bu umutla yaşayan tüm kadınları 2011 yılında Venezüella’da yapılacak olan Dünya Kadın Konferansı’na çağırıyoruz. 2011’de dünyanın herbir
27
PA NOR A M A
panorama
yeni kadın dünyası
Temel Hazırlık Ve Yürütme İlkeleri
Yeni hükümet hâlâ kurulamadı!
28
1-Konferans tüm örgütleyiciler ve katılımcılar tarafından, eşit haklar temelinde, herhangi bir ayrımcılık söz konusu olmaksızın ve parti çizgilerinin üstünde bir tarzda uluslararası bir tartışma ve örgütlenme süreci içinde hazırlanıp hayata geçirilecektir. 2-Konferans konsensüs ilkesine göre karar ve resolüsyonları kabul eder ve bu temelde onları yayınlar. Tüm toplantılar, en önemli sonuçları, bakış açılarını ve aynı zamanda da karşıt yaklaşımları, gerekse de ortak faaliyet önerilerini toplar. Bu şekilde, konferansı bölünmeye sürükleyebilecek çatışmalar ve oy savaşları önlenebilir. 3-Konferans iki temel eksen, iki temel etkinlik bileşeni üzerinde yükselir: İlki, Genel Meclistir, burada her bir ülkeden tabandan kadınların, gerekse de sürgündeki ve göçmen kadınların temsilcileri bulunur, Bu temsiliyet üzerinde anlaşılacak belli bir şemaya göre (demokratik kriterlere uygun olarak, örneğin, ülke nüfusu oranında) belirlenir. Her bir ülkedeki kadın hareketi, hareketin karakteristikleri, gelenekleri ve özgünlüklerine uygun olarak bu delegeler hakkında ve ilgili ülkede konsensüse mekanizmaları hakkında ortak bir anlayış geliştirmenin yollarını bulmalıdır. Genel meclis ülkelerden kadınların tartışmalara ve programın tüm akışına eşit temelde katılımını Dünyadaki durum ve kadın mücadeleleri hakkında anahtar gündemleri tartışır, kararlar resolüsyonlar çıkarır, ayni zamanda konsensüs ilkesi temelinde sonuçlarını toparlar ve yayınlar. İkinci eksen, bireylerin, inisiyatiflerin ve örgütlerin kitlesel ve herkese açık katılımıyla söyleşilerin, atölyelerin, kültürel faaliyetlerin ve başkaca etkinliklerin hazırlanması, hayata geçirilmesi ve katılınmasıdır.
Bu faaliyetler konferansın temel ilkelerine ve çağrısına saygı koşuluyla, verili bir zamanda, mevcut olanaklara göre düzenlenecektir. 4-Konferans tüm kadınlara açıktır ve özellikle genç kadınların katılımı teşvik edilecektir. Faşistler ve köktendinciler, kadın düşmanı saldırgan örgütler ve davranışları temsil edenler konferansa katılamazlar. 5-Her bir kadın ve kadın örgütü, uluslararası kontaklarını ve dostluklarını konferans için seferber etmeye çalışacak ve konferansın ortak sorumluluğunu birlikte üstlenecektir. 6-Konferans değişik inisiyatifler ve faaliyetler yoluyla kendisini bağımsız biçimde finanse edecektir. Koşulsuz ve rezervasyonsuz verilen bağışları memnuniyetle kabul eder. Konferans kendi gücüne dayanarak katılımcıların ve etkinliklerin güvenliğini sağlayacak bir servis örgütleyecektir. 7- Konferans demokratik tartışma kültürünü benimser. 8-Her bir ülkedeki kadın hareketi ilkesel olarak kendi çalışmasını, yolculuğunu, kalışını ve çevirisini kendisi örgütleyecektir. Uluslararası hazırlık komitesi en yoksul ülkelerden delegelerin katılımını desteklemek üzere dayanışma içinde bir fon kuracak ve uluslararası sponsorluğu teşvik edecektir. 9-Erkekler, kadınların haklarını ve kurutlusunu savunduğu ve konferansta ağırlığı oluşturmadıkları ve konferansın örgütlenmesini aktif biçimde destekledikleri sürece konferansa katılmaya davetlidirler. 10-Konferansın sonunda katılımcılar yeni bir Dünya Kadın Konferansı’nı örgütlemek düşünebilirler ve bu yönde karar alırlarsa, hazırlık komitesini belirlerler. Caracas, VENEZÜELLA ✓
- IRAK - GÜNEY KÜRDİSTAN -
7
Mart 2010 tarihinde gerçekleştirilen seçim oyunu hakkında, dergimizin 143. sayısında tavır takınmış, seçim sonuçlarını ve sözkonusu güçlerin ilişkilerini gözönüne alarak hükümetin kurulmasının pazarlıklarının uzun süreceği yönlü görüşün “anda ağır basan” görüş olduğunu tespit etmiştik. Gelişmeler, pazarlıkların uzun süreceği görüşünü doğruladı ama pazarlıkların bu kadar uzun süreceği ise pek beklenmiyordu. İşgale karşı direnişin yoğun olduğu 2005 yılında bile hükümet kurma pazarlıkları bu kadar uzun sürmemişti. Seçim oyununda Allawi önderliğindeki “El Irakiye” 91, Maliki önderliğindeki “Hukuk Devleti” 89, Şii dinci kesimlerin birliği “Irak Ulusal İttifakı” 70 ve “Kürdistan İttifakı” 43 sandalye elde etmişlerdi. Buna göre Allawi takımı oyunda birinci olmuştu… Ama başbakanlık koltuğuna özel yapıştırıcıyla yapışmış olan Maliki, koltuğunu bir türlü Allawi’ye ya da başka birine bırakmak istemiyor… Irak’ta alışveriş yapılırken kimi müşteriler, satıcılara “yapıştırıcınız var mı?” diye soru sormakta ve satıcılar değişik yapıştırıcıyı gösterdiğinde ise “ben Maliki’yi koltuğuna bu kadar sağlam yapıştıran yapıştırıcıdan istiyorum!” diye alay etmektedirler. Kuşkusuz ki Maliki’nin tavrıyla alay edilebilir. Ama Irak - Güney Kürdistan’da yaklaşık sekiz aydır yeni hükümetin kurulamaması, andaki güç dengelerinin, siyasi durumun karmaşıklığını göstermektedir. Seç-
men sayısının çoğalması sonucu sandalye sayısının 275’ten 325’e çıkarılmasıyla hükümet kurabilmek için gerekli sayı da 163’e çıktı. Maliki ile Allawi anlaşabilse, ikisinin sandalye sayısı hükümet kurmaya yeterlidir. Bunun dışındaki bir koalisyon için en azından üç kesimin anlaşması gerekiyor. Bugüne kadar anlaşamadıkları açıktır. Fakat Cumhurbaşkanı Talabani’nin Kürtler adına, Maliki’nin ikinci kez başbakanlığına karşı olmadıklarını açıklaması ve hemen ertesinde Maliki’nin İran’ı ziyareti ve İran’ın Şii lider Mukteda el-Sadr’ı Maliki’yi desteklemesi konusunda ikna ettiği yönlü haberler, yeni hükümetin kurulma ihtimalini güçlendiren gelişmelerdir. İşgalci güçlerin başı ABD emperyalizmi, işgalin görüntüsünü değiştirme taktiği çerçevesinde, seçimlerden sonra hükümetin kurulması meselesine karışmayacağını açıklamıştı. Buna rağmen Maliki’nin Allawi ile “büyük koalisyon” kurması için değişik yol ve yöntemlerle baskı uyguladı ama şimdiye kadar istediğini elde edemedi. ABD emperyalizminin açık baskı taktiğini değiştirmede ciddi olduğu, talebini kamuoyuna yansıtmada “emir” verme değil “rica” etme görüntüsü içinde olduğu bir durum yaşanıyor. Örneğin ABD Başkan Yardımcısı Biden, Irak’a yaptığı üç günlük gezi sırasında şunları söylemektedir: “Hiçbir devletin –ABD’den tutalım bölgedeki her-
29
İşgalci güçler çekildi mi? ABD emperyalizminin işgalin görüntüsünü değiştirme konusunda attığı önemli adımların başında, “muharip gücü” adını verdiği işgal gücünün bir kesimini Irak’tan çekmesi adımı geliyor. Obama, bu adımla “bir taşla iki kuş”u vurmak istiyor. Birincisi, seçimler döneminde seçmene “savaşa son vereceğiz” yönlü verdiği sözü yerine getirdiğini; ikincisi ise, dünya ka-
‘demokratik’ görünmek için resmi ordu gücünün Irak’tan geri çekilmesi onlar için daha iyi seçenekler arasındadır. Ortam sağlandığında bunu yapacaklardır da.” (sayfa 21) Gelinen yerde bu ortamı sağlayıp adım adım camekanı değiştirmektedirler. 31 Ağustos 2010 tarihinde “Irak’a Özgürlük Operasyonu” resmen bitirilmiş ve 1 Eylül’den itibaren “Yeni Şafak Operasyonu” başlatılmıştır. Resmi işgal gücünün sayısı 50.000’e indirilmiş ve bu gücün “muharip” güç olmadığı palavrası yaygınlaştırılmaktadır. Buna bağlı olarak da ABD emperyalizminin Irak’a ve yönetimine karışmadığı izlenimi yaratılmak istenmektedir. İşgalin görüntüsünü değiştirme noktasında kimi noktaları yeniden vurgulamak gerekiyor. ABD işgal gücünün adım adım Irak-Güney Kürdistan’dan çekilmesi planı, daha 2008 yılında Bush yönetimi döneminde çizilmişti. O dönemin Irak hükümetinin ABD ile pazarlıklarda, ABD’ye askerini geri çekme takvimini açıklamadan, ABD askerinin Irak’a yerleşmesi konusunda yeni bir anlaşmaya onay vermeyeceği yönlü dayatması sonucu varılan uzlaşmaya göre, 30 Haziran 2009 tarihinden itibaren ABD işgal gücü şehirlerden çekilecek ve 31
İşgalci güçlerin başı ABD emperyalizmi, işgalin görüntüsünü değiştirme taktiği çerçevesinde, seçimlerden sonra hükümetin kurulması meselesine karışmayacağını açıklamıştı. Buna rağmen Maliki’nin Allawi ile “büyük koalisyon” kurması için değişik yol ve yöntemlerle baskı uyguladı ama şimdiye kadar istediğini elde edemedi. ABD emperyalizminin açık baskı taktiğini değiştirmede ciddi olduğu, talebini kamuoyuna yansıtmada “emir” verme değil “rica” etme görüntüsü içinde olduğu bir durum yaşanıyor.
30
muoyuna ve en başta da Irak-Güney Kürdistan halklarına “savaşın ve işgalin” bittiği, Irak’ın “bağımsız” olduğu ve “Irak’a demokrasinin yerleştiği” yönlü propagandayı yutturmak… Dergimizin 143. sayısında 7 Mart 2010’daki seçim oyununu değerlendirirken şu tespiti de yapmıştık: “ABD emperyalizmi ve müttefikleri -hepsinden önce de ABD emperyalizmi tabii ki– Irak-Güney Kürdistan’da kendisine bağlı, güvenilir bir yapı sağlamadan silahlı güçlerini geri çekmeyecektir. Bunun biçimi resmi ordu mu, yoksa paralı asker mi olacağı belirleyici değildir. Hatta, dünya kamuoyuna
Aralık 2011 tarihinde ise tamamen Irak’tan çekilmiş olacak… Obama yönetimi, Bush yönetiminin yaptığı anlaşmayı kendisinin “savaşa karşı” olduğu yalanını yutturmada kullanmaya çalışmaktadır. ABD işgal gücünün “muharip” kesiminin Irak’tan çekildiği yönlü propaganda, açık bir sahtekarlıktır. Resmi açıklamalara göre Irak-Güney Kürdistan’da 50.000 kadar ABD işgal gücü –eğer anlaşmaya uyulursa en azından 31 Aralık 2011’e kadar– kalacaktır. Bunlara “Irak ordusu ve polisini eğitme” yaftası takmakla, bunların işgal gücü olduğu gerçeği değiştirilemez.
ABD emperyalizmi gerçekten de 2011 yılı sonunda resmi askeri gücünü geri çekse de, bu, ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’dan geri çekildiği anlamına gelmez. Bu bağlamda kesin veriler, rakamlar olmasa da paralı asker sayısının yükseltileceği resmi açıklamalarda da dile getirilmektedir. Tahmini rakamlar paralı asker sayısının 20 bin ile 150 bin arasında olduğu yönündedir. Paralı asker sayısının ne kadar olduğu, olacağı tahminlerinin ötesinde, bunların, ABD üslerini, ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’daki binlerce memurunu (siz bunu, Irak-Güney Kürdistan’ın gerçek yöneticileri olarak okuyun), çalışanını korumak; gerektiğinde “komando” görevini üstlenmek, insan kaçırma, katletme vb. vb. eylemlerini gerçekleştirmek gibi görev ve yükümlülüklere, haklara sahip olacağı açıkça ifade edilmektedir. Bu durumu gözönüne alan kimi burjuva yorumcular bile, ABD’nin savaşı paralı askerlere devretmeye başladığını tespit etmektedirler. “Özel güvenlik gücü” olarak adlandırılan paralı askerlerle, ABD işgal gücü için Irak-Güney Kürdistan’da çalışanların sayısı, ABD Savunma Bakanlığı’nın verilerine göre Mart 2010 tarihinde 95.000 kadardır. Bunların sayısında azaltma yapılıp yapılmayacağı yönünde herhangi bir bilgi, bildiğimiz kadarıyla medyaya yansımamıştır. Ama paralı askerlerin emrine sunulacak savaş aracı, uçak, helikopter, panzer, tanker vb. vb. sayısında artış yapılacağı yönlü bilgiler medyaya yansımıştır. ABD emperyalizminin kimi temsilcilerinin ifadeleri temel alındığında bile, ABD işgal gücünün Irak’tan çekilmesi, esas olarak “muharip birliklerin yeniden organize edilmesi” edimi olduğu ortaya çıkmaktadır.
Örneğin Irak’tan çekilen askerlerin önemli bir kesimi Afganistan’a gönderilmiş ve gönderilecektir. Ya da İran’a yönelik herhangi bir saldırı ve savaş durumunda devreye sokulabileceklerdir. Sonuçta ara başlıkta sorduğumuz işgalci güçler çekildi mi sorusuna verilecek cevap, resmi işgal gücünün sayısının azaltıldığı ama bir bütün olarak işgal gücünün çekilmediği biçimindedir. 20 Mart 2003 tarihinde başlatılan savaştan altı hafta sonra Bush savaşın bittiğini ilan etmişti… Şimdi ise Obama savaşın 31 Ağustos 2010 tarihinde bittiğini ilan etti. Kuşkusuz ki 2003-2010 döneminde yaşanan işgale karşı direniş ve savaş aynı biçimde tekrarlanmayacaktır. Hatta işgalin görüntüsünün – açık işgalden, dolaylı, indirekt işgale vb. biçimlere– değiştirilmesinin işgale karşı olan kesimin işgalcilere ve işbirlikçilerine karşı eylemlerinin azalmasına yol açması da mümkündür. Her ay ölenlerin sayısı binlerle değil, onlarla sayılacak düzeye, ya da daha da aza inebilir. Bunun ortamı, temeli vardır. Fakat, Irak-Güney Kürdistan’da gerçekten işgalci güç geri çekilirse, bu sefer de “iç çatışmaların” yaşanmasının da ortamı, temeli vardır. Bu olasılığı gözönüne alan kimi burjuva kalemşorlar ABD’nin ordusunu geri çekmesinin, Irak’ta yeni bir kaosun, çatışmaların ortaya çıkmasına hizmet edeceğini söyleyerek işgalci gücün daha birçok sene Irak’ta kalmasını savunmaktadır. ABD emperyalizminin temsilcileri de, Irak yönetimi talep ettiğinde “yardıma hazırız”, “sizi tek başına bırakma durumunda değiliz” vb. açıklamalarla, işgal sürecini uzatmak için başka kılıflar hazırlamaktadırlar. Daha şimdiden Irak-Güney Kürdistan’lı askeri yetkililer, en başında da anda ordunun başında bulunan Genelkurmay Başkanı Zebari, ABD’nin 2011 yılı sonunda çekilme planının “çok erken” olduğunu, “Irak ordusunun en az 10 yıl daha ülkenin kontrolünü almaya hazır olmadığını” (Hürriyet, 13 Ağustos 2010) savunmaktadır. Buna göre Zebari, ABD ordusunun en azından 2020’ye kadar Irak-Güney Kürdistan’da kalmasını istemektedir. Irak yönetiminin talebi görüntüsü verilerek ABD işgal gücünün kalma süresi uzatıldığında, görüntü işgalci olmaktan “yardımcı” olmaya dönüştürülmüş olacaktır… yutan yutar! “Yeni Şafak Operasyonu”nun ürünleriyle yüzleşip tanışmak fazla zaman almayacaktır! 26 Ekim 2010 ✓
panorama
panorama
hangi bir devlete kadar– geleceğini(zi) belirlemesine izin vermemelisiniz, izin vermeyeceğinizden eminim. Sizden ricam, bütün Irak halkının ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılayacak meşru bir temsilciler meclisi ile başlatmış olduğunuz şeyi tamamlamanızdır.” (Yeni Özgür Politika, 6 Temmuz 2010) Biden, Irak halkını ne kadar da düşünüyor ve ne kadar da kibar! Irak halkları da Biden’in kendilerini Maliki’den, Allawi’den vd. daha çok düşündüğünü sanarak… kurtarıcıya sarılacak… ABD emperyalizminin temsilcileri, Irak – Güney Kürdistan’da işgalci güç olma olgusunu kitlelerin bilincinden silmek için böylesi oyunlara da başvuruyorlar. Ama işgalin varlığı böylesi sahtekarlıklarla ortadan kalkmıyor ve işgalcinin niteliği de değişmiyor.
31
- BİRLEŞMİŞ MİLLETLER -
B
32
M 20-22 Eylül 2010 tarihleri arasında BM Milenyum Kalkınma Hedefleri’nde durumu görüşmek için New York’ta toplandı. Bu toplantıya kimileri “açlık zirvesi” adını verdi. Bunun açıklaması ise, gündemde yer alan noktaların başında dünya üzerindeki açlığın, yoksuluğun sözkonusu edilmiş olmasıydı. Bu zirve konusundaki sonucu en başa koyabiliriz: 0. Evet, sonuç kocaman bir sıfır! Hedeflere varılması gerektiği yönlü isteğin ifade edilmesi dışında somut hiç bir sonuç yoktur. Bizim çıkaracağımız esas sonuç ise, hangi sahtekârlığı yaparlarsa yapsınlar, hangi rakamları kendi ilan ettikleri hedeflere uydururlarsa uydursunlar, 2015 yılına kadar dünya üzerindeki açlığı, yoksulluğu -tabii ki açların ve yoksulların sayısını- gerçekte yarıya indirme hedefine sahip değiller! Bu sonuca rağmen sözkonusu BM Milenyum Açıklaması’nı yeniden bilinçlere çıkarmakta yarar var. 6-8 Eylül 200 tarihleri arasında toplanan BM Genel Kurul’u, “BM Milenyum-Açıklaması”nı kararlaştırmıştı. Sözkonusu bu açıklama, aynı zamanda “milenyum kalkınma hedefleri” olarak da adlandırıldı. Medyanın “yardımı”yla 32 maddelik bu açıklama neredeyse “8 hedef”lik bir açıklamaya indirgenip kamuoyuna yansıtıldı. Sözkonusu “8 hedef” ise şu başlıklar altında ifade edildi, ediliyor: Aşırı yoksulluk ve açlıkla mücadele; herkes için ilköğretim eğitimi; cinslerin eşit konuma
getirilmesi; çocuk ölümlerinin düşürülmesi; annelerin sağlık ihtiyaçlarının sağlanması; malarya, AIDS ve diğer hastalıklarla mücadele; ekolojik kalkınma ve küresel kalkınma ortaklığının inşası. Sözkonusu bu noktalarda nelerin hedeflendiği de sözkonusu açıklamada somut olarak ifade edilmiştir. Fakat açıklamada dile getirilen noktalar sadece bunlar değildir. Örneğin devletlerin bağımsızlığı, eşitliği ve milletlerin kaderini tayin hakkı, başka ülkelerin iç işlerine karışmama; özgürlük, eşitlik, demokrasi, dayanışma, hoşgörü, doğaya saygı ve doğanın korunması, barış, güvenlik, silahsızlanma… gibi konular ve sorunlar da BM’nin milenyum açıklamasında yer almaktadır. BM’nin bu konularda ve öne çıkarılan sekiz noktada sınıfta kaldığını, kalacağını tespit etmek için aslında açıklamanın üzerinden on senenin geçmesine gerek yoktu, yoktur da. Yaklaşık 150 devlet ve hükümet başkanının katıldığı ve tüm BM üyesi ülkelerin onayladığı BM Milenyum Zirvesi’nin (2000) sonuç açıklamasının kendisi bile, en başında dünya kamuoyunu aldatmanın bir aracı olmaktan başka bir role sahip olmamıştır. Kapitalist, emperyalist devletlerin temsilcilerinin dünya üzerindeki açlığı, yoksulluğu 2015 yılına kadar yarıya indirmeyi hedeflediklerini ilan etmenin kendisi bile “büyük insanlık”la alay etmekten başka bir şey değildir. Dünya üzerindeki yoksulluğun, açlığın, sefaletin
Kapitalistlerin dünyanın açlarının, yoksullarının sayısını yarıya indirme diye bir amaçlarının olmadığının en basit ve açık verisi, söz verdikleri yardımları bile –örneğin Brüt İç Ürün’ün(BİP) %0,7’sini, milenyum hedefleri için verme sözünü– hâlâ yerine getirmemiş olmalarıdır. Ortalama ödenen BİP oranının %0,31 olduğu medyaya yansıyan bilgidir. ABD emperyalizminin Başkanı Obama, BM “Açlık zirvesi”nde Amerika’nın yardım programının, Washington’un ulusal güvenlik stratejisine bağlı olduğunu söyleyerek emperyalistlerin “yardım”larının neye tabii olduğunu da açıkça dile getirmiştir. Emperyalistlerin çıkarları ile dünyanın açlarının, yoksullarının çıkarları birbirine zıttır! hemen hemen hiç kullanılmamaktadır. Yoksulluğun ölçüsü böyle. Fakat bu ölçünün alınmasının kendisi de büyük bir sahtekârlık. Dünya Bankası’nın 1,25 Dolarlık ölçüsü kabul edildiğinde, bu ölçüyle ayda 37,5 Dolar gelire sahip olan bir ABD vatandaşı, gerçekte bu parayla yaşayabilir mi? Alım gücü onun yaşamasına yetecek mi? Yetmeyeceği açıktır. Yine buna göre, ayda 37,8 (1,6 X30) Dolar gelire sahip olan bu sınırın dışına çıkmakta ve aşırı yoksullar arasında sayılmamaktadır. Bu örnek esasında dünyanın değişik ülkelerinde yoksulluğun, açlığın sınırının somut olarak belirlenmesi gerektiğine, ancak bu yöntemle gerçek yoksulluğun/ yoksulların, açlığın/ açların oranı ve sayısının tespit edilebileceğine işaret etmek içindir. Burada değindiğimiz noktaların tümü de esasında açların ve yoksulların sayısını düşük göstermenin yol ve yöntemleridir. Sahtekârlık, ta başında hesapların temeli olarak yerine konmuştur! Tüm bunların dışında BM Milenyum Açıklaması
panorama
panorama
“Açlık zirvesi” ya da milenyum kalkınma hedeflerinde durum!
kaynağı bizzat kapitalist-emperyalist sömürü sisteminin kendisidir. Evet, milyarlarca insanın açlığının, yoksulluğunun kaynağı ve temeli sömürücü sistemin kendisidir ve sömürenlerin yoksullukla mücadele etme diye bir istek ve amaçları da yoktur. Kendi sistemlerinin ayakta kalabilmesi için gerekli olduğunda, kendilerine yönelen tehditleri ortadan kaldırmak için –örneğin açların isyanını önlemek için– başvurdukları önlem ve sahtekârlıklar da, gerçekte sömürücülerin açlığa, yoksulluğa karşı emekçilerin yararına bir mücadele verdiği anlamına gelmez. Yani BM’nin Milenyum Açıklaması en başında kitlelerin bilincini karartma, onları sisteme uydurma çabasının bir ürünü ve sahtekârlığıdır. Buna bağlı olarak da bu konuda yapılan BM Zirve ve toplantılarında tartışmayı BM Milenyum Hedefleri çerçevesine sıkıştırarak kitlelerin bilincini karartma gibi tartışmayı da bu çerçeveye hapsetmektedirler. “Le Monde diplomatique” bile hazırladığı “Küreselleşmenin Atlası”nda “Kendisini milenyum hedefleri talebiyle sınırlamak, bu haksız (adaletsiz) sistemin temellerini kabul edip güçlendirmektir” (Almanca, sayfa 127) tespitini yapmaktadır. BM’nin yaptığı da budur. Bu sahtekârlığı bilince çıkarıp sözkonusu sekiz hedef içinde öne çıkan açlık ve yoksulluğun oranının 2015’e kadar yarıya indirilmesi hedefine biraz yakından baktığımızda da karşımıza başka sahtekârlıklar çıkmaktadır. Sahtekarlığın en başında, açlığın gizlenmesine hizmet eden yoksulluğun değişik katmanlara bölünmesi gelmektedir. Buna göre mutlak yoksulluk, aşırı yoksulluk, “yeteri gıda alamayanlar”, görece yoksulluk, hissedilen yoksulluk vb. tanımlamalarla gerçek yoksulluk oranının gizlenmesine çalışılmaktadır. Açlık kavramı mümkün olduğunca az kullanılmaktadır. Bu sahtekârlığı tamamlayan nokta ise, açlığın yoksulluğun tespiti için kullanılan ölçüdür. Sorunu kavramlara boğup gerçek durumu gizlemeye bu kadar arsızca davranmadıklarında, yoksulluğun sınırı günde iki dolardan az, açlığın ise günde bir dolardan az gelire sahip olma ölçüsü kullanılıyordu. Adı açıkça belirleniyordu: Açlık sınırı! Şimdi bu açlık sınırı, aşırı yoksulluk, mutlak yoksulluk vb. olarak adlandırılmakta ve Dünya Bankası bu sınırı 2007 yılından beri günde bir dolardan, günde 1,25 Dolar’a çıkarmıştır. Açlık sınırı adı değiştirilerek böyle belirlendiği halde, yoksulluk sınırı olan iki dolardan az ölçüsü, 2,50 Dolar’a çıkarılmamış ve BM’nin bu tartışmalarında
33
Bu sahtekârlıkların detaylı anlatılması ise makalemizin çerçevesini aşar. 2008 yılı verilerine dayalı “Dünya Açlık Endeksi 2010”a göre 29 ülkede açlık durumu çok ciddi bir durumdur. 58 ülkede açlık oranı %10 ile %41 arasında değişmektedir. BM’nin ve tüm burjuva kurum ve kuruluşların ortaklaşa sahtekârlıkları “milenyum kalkınma hedefleri” bağlamında sözkonusu edilen diğer noktalarda da aynen sürdürülmektedir. Kapitalistlerin dünyanın açlarının, yoksullarının sayısını yarıya indirme diye bir amaçlarının olmadığının en basit ve açık verisi, söz verdikleri yardımları bile –örneğin Brüt İç Ürün’ün(BİP) %0,7’sini, milenyum hedefleri için verme sözünü– hâlâ yerine getirmemiş olmalarıdır. Ortalama ödenen BİP oranının %0,31 olduğu medyaya yansıyan bilgidir. ABD emperyalizminin Başkanı Obama, BM “Açlık zirvesi”nde Amerika’nın yardım programının, Washington’un ulusal güvenlik stratejisine bağlı olduğunu söyleyerek emperyalistlerin “yardım”larının neye tabii olduğunu da açıkça dile getirmiştir. Emperyalistlerin çıkarları ile dünyanın açlarının, yoksullarının çıkarları birbirine zıttır! Yoksulların, açların, dünyanın emekçilerinin sömürücülerin vaatlerine kanması, onlardan medet umması da kendi çıkarlarına, açlıktan, yoksulluktan, baskılardan, sömürüden kurtulmasına, özgürlüğüne engeldir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, insanlık tarihinde hiç bir dönemde olmadığı kadar, tüm insanlığa yetecek kadar ürün var! Sadece açların, yoksulların oranını/ sayısını yarıya indirecek kadar değil, hayır, bir bütün olarak açlığı, yoksulluğu ortadan kaldıracak kadar yeteri ürün var dünyamızda! Ve bunun gerçekleşmesi esasında hemen mümkündür. Bunu engelleyen, tüm insanlığa yetecek kadar ürünün olmaması değil, sömürü sisteminin egemen olmasıdır. “Büyük insanlık” kendi gücünün ve durumunun bilincine vardığında; sömürü sistemine son verdiğinde ve toplumsal zenginlikte herkesin kendi payına düşeni aldığı komün toplumunda, açlık da, yoksulluk da, kapitalist sömürü sistemi ve sömürücüler gibi tarihin çöplüğündeki yerini alacaktır! Böylesi bir dünya için sömürücü sisteme, kapitalizm-emperyalizme karşı devrim mücadelesini yükseltmek, insanlığın kurtuluşu için tek ve doğru olan yoldur. 26 Ekim 2010 ✓
Serbest Kürsü
Marksizm ve Küçük Burjuva Terminatörleri
✉ okuyucu mektubu
panorama 34
ya da hedefleri bağlamında ortaya konan verilerde de sahtekârlıkların sınırı yoktur. Örneğin 2000 yılı Eylül ayında sözkonusu BM Milenyum Açıklaması karara bağlanıyor, ama ölçü olarak 1990’da varsayılan yoksulluğun oranı temel alınmaktadır. Bu hesap yapılırken de 1990 yılı satın alma gücü değil, 1985 yılı satın alma gücü baz olarak alınmaktadır. Bu arada tabii ki enflasyon oranı hesap dışı bırakılmış ve doların satın alma gücünün değiştiği gözardı edilmiştir. 1990’da 822 milyon insanın aç olduğu rakamları veriliyordu. Bu hesapları temel aldığımızda 2005 yılı için verilen – “düzeltilmiş”– rakamlara göre açların sayısı 923 milyondur. Ayrıca bu dönem için aşırı yoksulların sayısı 1.4 milyar olarak verilmektedir. Buna 2007-2008 yıllarında milyonlarca insanın aşırı yoksul ve açlar safına katıldığı yönlü hesapları ve Dünya Bankası’nın 2009 yılında 50 milyon, 2010 yılında da 64 milyon civarında insanın bu sayıya katıldığı/ katılacağı yönlü verileri gözönüne alındığında aşırı yoksulların sayısının 2 milyara doğru yükseldiği, açların sayısının da 1 milyarı aştığı söylenebilir. En basit matematik hesabıyla, toplama-çıkarma işlemiyle hesaplandığında açların ve aşırı yoksulların sayısında azalma değil, çoğalma olmuştur. Ama BM’nin raporlarına bakıldığında –2015 hedefine varılmasa da– önemli düzelmeler yaşanmış, yoksulların sayısında azalma olmuş muş…!!! Kendilerinin olguları çarpıtarak yaptıkları hesapları da çarpıtarak kamuoyuna yansıtmaktadırlar. Böylesi bir çarpıtma 1990 yılı için baz alınan aşırı yoksulluğun oranıdır. Önce %27,9 olarak gösterildi. Buna göre hedefe varmak için bu oranın %13,95’e indirilmesi gerekir. Daha sonra ise bu oran %31,6 olarak gösterildi. Buna göre ise hedefe varmak için bu oranın %15,8’e indirilmesi yetmektedir. “Dünya Açlık Endeksi 2010”da da BM güdümlü veriler aktarılmaktadır. 1990’a göre iyileşme, dörtte bir oranında azalma olduğu vb. anlatılırken, aynı yerde 2009 yılında açların toplam sayısının 1 milyarı aştığı tespit edilmektedir. İlk bakışta kendisiyle çelişen bu tespitin perde arkasında daha sonraki hesap “düzeltmelerle” açların sayısını azaldı diye göstermek vardır. BM’nin daha 2000 yılında hesap yaparken gizlemeye çalıştığı bir olgu da, 1990-2000 yılları arasında özellikle Çin ve Hindistan’da 1990 yılı için aşırı yoksul, ya da aç olarak hesaplanan insanların sayısında, yine kendi hesaplarına göre büyük bir azalma olduğu gerçeğidir. Say say, saymakla bitmiyor bunların sahtekârlıkları!
(2. bölüm)
Bir okurumuzun geçen sayıda yayınladığımız „Marksizm ve küçük burjuva terminatörleri“ başlıklı yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Dana önce de belirttiğimiz gibi tartıştıkları sorunları önemli bulduğumuz okurlarımızın gönderdikleri yazıları Serbest Kürsü bölümünde yayınlamaya devam edeceğiz. Okurlarımızı Serbest Kürsü bölümünde yürütülecek tartışmalara katılmaya, yazı göndermeye çağırıyoruz. YDİ ÇAĞRI
Sermaye iktidarda olacak, üretim araçları üzerindeki mülkiyetini ve bundan kaynaklanan sınıf sömürüsünü ve siyasi egemenliğini devam ettirecek, ezilen, sömürülen, açlıktan kıvranan, kitlesel felakete sistematik olarak sürüklenen ve her gün her saat kapitalist cehennem içinde inim inim inleyen işçi ve diğer emekçi sınıflar “iktidar olmadan, emretmeden, devletler olmadan ..vb. vd. boş hayallerle avunacak ve avutulacak. Ama sermayenin egemenliği, sınıf mücadelesinden saptırılan işçi kitleleri ile sonsuza kadar sürdürülecek…
A
ncak Bolşeviklerin soruna yönelik ürettikleri çözüm, emekçilerin politik yaşamdaki rolünü sonsuza dek değiştirecek bir içeriğe bürünmekte gecikmedi. Bolşeviklerin büyük bir kısmı, emek sürecinin bugün adına Taylorist diyebileceğimiz bir yönteme göre örgütlenmesinden yana tavır koymuş ve bu yolla emek verimliliğinin artırılmasını sağlamak istemişlerdi. Özünde kapitalist iş örgütlenmesini muhafaza etme dışında bir anlamı olmayan bu modelin üretimin ana bileşeni haline çevrilmesi, beraberinde doğrudan demokrasinin temel organları olarak faaliyet gösteren Fabrika Komiteleri’nin işlevsizleştirilmesini getirdi. ‘İlerlemeyi’, ‘kalkın-
mayı’ hedef olarak belirleyen yeni rejim, yoksulluktan kurtulmak ve ‘cahil işçi kitlelerini’ aydınlatmak amacıyla rasyonel kabul edilebilecek, yeni bir yapılanmaya gereksinim duymaktaydı. Ancak kalkınma gibi, ilerleme gibi, son tahlilde aydınlanma aklına dayanan bu rasyonel projeleri yaşama geçirmek için ÖDENECEK BEDEL, KİTLE İNİSİYATİFİNDEN VAZ GEÇMEK VE BU YOLLA BÜROKRATİK BİR MODELİN KURULMASINI SAĞLAMAKTI. Yeni rejimin, işçilere parça başı ücret ödenmesinin ve kapitalistlerin tavsiye edildiği (!!! Herhalde tasfiye edildiği denmek isteniyor?) mevcut koşullarda, üretim araçlarının devlet mülkiyeti ile proletarya diktatörlü-
35
✉
Bu sistemde Bolşevikler yalnızca burjuvazinin değil, küçük burjuvazinin üst tabakasının da imtiyazlarını kaldırmışlar ve ayrıcalıklarından mahkum etmişlerdir. Bu nokta da eski sermaye egemenliğinde ki kimi imtiyazlara sahip küçük burjuvalar da ‘özgürlük elden gidiyor!’, baskıcı bir rejim kuruluyor!’ diye feryat etmeye başlamışlardır. Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün gibilerinin de Marksizme ve Bolşeviklere karşı haçlı ordusunun safında koroya katılmalarının temel nedeni de aslında budur. Bu koronun üyeleri olarak Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün, kitaplarının daha başında belirttikleri üç toplumsal DEHŞETTEN biri olarak saydıkları ‘devletçi sosyalizmden, aslında bir bütün olarak Marksizmi ve Marksist hareketleri kastettikleri böylece ortaya çıkmaktadır. Vokan Yaraşır ve Tarık Aygün anti Marksist ve anti sosyalisttirler. Bu niteliklerini ama ‘özgürlük’, ‘uygarlık’ vb. ile örtmeye çalışmakta ve sınıf bilinçli işçilere ‘iyi niyetli araştırmacı’ izlenimi vermeye çalışmaktadırlar. Kurt, kuzu postu giyse de, kurttur. Bir tek farkla: Bu biçimde fark edilmesi daha zordur.
bir gece masalı anlatılıyor. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkilerin tüm açıklığı ile ortaya çıkmadığı tarihsel dönemlerde böyle boş hayallerin bir anlamı ve yararı olabilirdi. Çağımızda halen bu hayallere sarılmak açık ve doğrudan gericilik ve ilkelliktir. Sermaye iktidarda olacak, üretim araçları üzerindeki mülkiyetini ve bundan kaynaklanan sınıf sömürüsünü ve siyasi egemenliğini devam ettirecek, ezilen, sömürülen, açlıktan kıvranan, kitlesel felakete sistematik olarak sürüklenen ve her gün her saat kapitalist cehennem içinde inim inim inleyen işçi ve diğer emekçi sınıflar “iktidar olmadan, emretmeden, devletler olmadan ..vb. vd. boş hayallerle avunacak ve avutulacak. Ama sermayenin egemenliği, sınıf mücadelesinden saptırılan işçi kitleleri ile sonsuza kadar sürdürülecek…Arkasından da zaten en basit, en temel ihtiyaçlarını karşılamayan işçilere, -aynı lüks içinde yüzen burjuvalar ve tuzu kuru, geliri yüksel küçük burjuvalar gibi, ‘yemeyin, tüketmeyin ama sevin, aşık olun!’ ninnileri anlatılacak. İşçi sınıfının çok şeye ihtiyacı var fakat boş vaatlere ve hayallere hiçbir zaman ihtiyacı yoktur ve olmayacaktır da!
Küçük burjuva ‘özgürlükçü’ uygarlık projesi
Bir kaç küçük nokta daha
Marksizme ve Bolşevizme bu kadar ağır eleştiriler getiren birilerinden, en azından kendi alternatif uygarlık projeleri konusunda ciddi bir çalışma koymaları beklenir. Marksizme, sistematik olarak tahrifatlara başvurarak saldıran yazarların alternatif uygarlık projesinin topu topu özü şöyledir: “O tarih; iktidar sahibi olmadan, emretmeden, itaat etmeden yaşamanın, doğayı yok etmeden beslenmenin, okula gitmeden ‘bilgili’ olmanın, devletler olmadan barışı sağlamanın, fabrikalar olmadan üretim yapmanın, tüketim yapmadan mutlu olmanın, polis olmadan güvenliği sağlamanın, oyun oynamanın, yalnızlığın unutmanın, açlığın önlemenin, örgütlü suçu ortadan kaldırabilmenin, seyahat etmenin, aşık olmanın, dostluklar kurmanın, daha toplumsal olmanın mümkün olduğunu kanıtlamaktadır. Belki aradığımız uygarlık bu eski değerlerin arasında gizlidir.”(age. S. 224) Gördük mü bilimsel ve özgürlükçü uygarlık projesinin ne olduğunu? Sanki bir ‘uygarlık projesi’ değil de büyüklere bin
A) “Tarihin Sonu” gerici teorisi ve Marx Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’ün iddialı tezi şu: “Uygarlığımız ile ilgili üç temel yaklaşımı; Nazizmi, devletçi sosyalizmi ve merkeziye otoriteye dayanan dinsel cemaatçiliği tartışmadan önce, uygarlığımızın iddia ettiği son bir noktayı ele almak gerekmektedir. Bu özellikle reel sosyalizm deneyleri çöktükten sonra, hayli taraftar toplayan ‘tarihin sonu’ söylemidir. Bilindiği gibi uygarlığımız mevcut durumunu meşrulaştırmak amacıyla kendini, tarihin bitiş noktası olarak ilan etmekle de aceleci davranmıştır. Aslına bakılırsa uygarlığımıza ait tüm toplumsal projeler, kendilerini tarihin sonu olarak ilan ederken, bu uygarlık projesinin insanın gelebileceği son niteliksel sıçrama olarak görme eğilimindedir. Bu akla dayandığını iddia eden kapitalizm ve sosyalizm’de olduğu gibi, tamamen dine dayalı projeler açısından da böyledir. Bu nokta hem kapitalizmin, hem devletçi sosyalizmin, hem de ortaçağ ve öncesindeki konumundan kopartılan ve mevcut uygarlık projesinin gerekleri doğrultusunda örgütlenen yeni dinsel teorilerin, AYNI kaynak-
tan etkilendiğinin açık bir itirafıdır. Tarihin sonuna ilişkin söylemin kaynaklarına ilk kez Hıristiyanlık dünyasında rastlamış olmak şaşırtıcı değildir.”(age. s. 41) Yazarlar devamında şunu ekliyorlar: “Tartışma açısından önemli olan bir diğer isim ise Marx’ tır. Kuşkusuz komünizmi tarihin sonu olarak ilan etme sorumluluğu tek başına Marx’ ın üzerine yüklenmez. Ancak Marx’ın temsil ettiği komünizm projesi, kendini tarihin sonu ilan etmekle diğer sosyalist ütopyalara göre daha aceleci davranmıştır. Bu büyük oranda devletçi söylemin sosyalist düşünce içindeki etkisiyle ilgili bir durumdur. … Kendi söylemini ‘bilimsel’ ilan etmesi, toplumun yasaları ile doğa yasaları arasında ilişki kurması ve bir anlamda kendi ütopyası için doğadan ve toplumdan örnekler araması ve hepsinden önemlisi toplum ve doğa yasalarına bağlı olarak, toplum mühendisliğine varacak bir organizasyon konusunda modern düşüncenin sınırlarını genişletecek bir anlayışa sahip olması, onun diğer ütopyalardan farkını ortaya koyabilir. ANCAK bu fark onun modern topluma bir alternatif olduğu ya da olabileceği anlamına gelmez.” (age. s. 49-50) Yazarlarımız Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’ ün iddiasına göre, söyleminin ilk kaynakları Hıristiyanlık dünyasında bulunan (! Bu da bilimsel ve tarihsel gerçekleri eklektik bilgileri karıştırdıkları bir başka yavan iddiadır) “Tarihin sonu” biçimindeki gerici tez, -Marx tarafından da savunulmuştur ve -Marx’ın uygarlık projesi modern topluma alternatif olamazmış. Yazarlarımızın bu iddialı tezini ele almadan önce, 90’lı yıllarda “Tarihin Sonu” (The End of History and the Last Man, 1992) başlıklı eseri ile bu tartışmayı yeniden alevlendiren ve tartışmanın yeni babası olan Francis Fukuyama’ nın kendi tezlerini kısaca özetleyelim. Hegel diyalektiğine dayandığını iddia eden ve özellikle “inkarın inkarı” yasasını somut tarihsel gelişmeye uygulama adına ortaya çıkan Fukuyama, - aşırı liberalizmin (tez), - totalitarizmin (antitez) ve - liberal demokrasinin (sentez) oluşturduğu denkleminden yola çıkarak tarihsel gelişmeyi ve öngörüyü şöyle yanıtlamıştır: - 2. Dünya savaşının sonunda faşizmin ve nazizm yıkılmış, - Duvarın çökmesi ile ‘komünizmin’ yıkılması sonucunda tarihsel gelişmenin kaçınılmaz siyasi sonu-
✉ okuyucu mektubu
okuyucu mektubu 36
ğünün sosyalizmin garantisi olacağına yönelik bir başka eğilimle birleştiğinde, ORTAYA KORKUNÇ BİR TRAJEDİ ÇIKTI. …Rusya’daki Bolşevik yönetim, üretim araçlarını devletin kontrolüne geçirerek ve üretimi artırarak yoksulluğu önlemeye girişmiş de olsa, ONUN UYGULADIĞI MODEL, ÜRETİM SÜRECİNDEKİ İŞÇİNİN YABANCILAŞMASI DIŞINDA BİR ALTERNATİF ÜRETMEYEN, BU HALİYLE İŞÇİYİ DEPOLİTİZE EDEN OTORİTER BİR YÖNELİMDİ. SONUÇTA büyük devrimin asli öğesi olduğuna inanılan ve yeni bir toplum kurma görevi ile karşı karşıya olduğu varsayılan İŞÇİ SINIFI, YENİDEN FABRİKALARA HAPSEDİLDİ.” (age.s. 69-71, abç) Demek ki, ‘devletçi sosyalizm’ olan Marksizmin izinde giden Bolşevikler BASKICI BİR REJİM OLAN PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜ KURARAK, ve ÜRETİM ARAÇLARI ÜZEİNDE DEVLET MÜLKİYETİ KURARAK uygarlığın ilerleyişine karşı BAŞKA BİR YANLIŞ SİSTEM OLUŞTURMUŞLAR, kapitalist Taylorist emek örgütlenmesi modelini yaygın bir biçimde uygulayarak İŞÇİLERİ FABRİKALARA YENİDEN HAPSETMİŞLER VE SONUÇTA, KORKUNÇ BİR TRAJEDİ ORTAYA ÇIKARMIŞLAR. Bolşevizme ve Rus Bolşeviklerine karşı bu iftiraların ilk temsilcisi ne Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’ dür ne de son temsilcileri olacaklardır. Bolşevikler Rusya’da iktidarı aldıkları ilk günden itibaren burjuvazinin ve ondan beslenen küçük burjuvazinin iftira ve yalan makinesi çalışmaya başlamıştır. Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün gibilerinin yaptığı tek şey bu yalan ve iftiraları Türkçeye çevirmek ve Türkiye sol harekete içinde yaygınlaştırmaya çalışmaktan ibarettir. Bolşeviklerin işçi sınıfına önderlik ederek, burjuvalar ve toprak ağaları ve hatta sermayeyle ittifak halinde Sovyet sistemine başkaldıran kimi küçük burjuva kesimler üzerinde kurulan sınıf diktatörlüğü yalnızca Rusya’nın sömürücü sınıflarının değil, tüm uluslararası sermayenin ve onun yardakçılarının öfkesini ve nefretini çekmiştir. Nasıl çekmesin ki? Rusya’da birileri iktidara gelmiş ve sermayenin ve uşaklarının büyük bir özenle gizlemeye çalıştığı devletin özünde sistematik olarak sınıf baskısını ve sınıf otoritesini uygulama olduğu gerçeğini açıkça ilan edip, kendi devletlerinin bir sınıf devleti, burjuvazinin üzerine bir baskı aracı olduğunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymuşlardır.
37
✉
sürdüğü tezini ispat etmeye çağırıyoruz. Bu tezlerini, bir kez olsun bir tek alıntı ile kısmen bir eğilim olarak gösterebilirlerse, her “günahkar” gibi biz de “Mesihlermiz” bu yazarlarımıza günah çıkartmaya hazırız.
B) Makinesel üretim ve yoksulluk Birçok küçük burjuva kapitalist toplumdaki kitlesel yoksulluğun bilimsel nedenlerini ve bir yanda yoksulluğu, diğer yanda muazzam bir serveti yaratan toplumsal yasaları anlayamazlar ve anlamak istemezler. En yaygın küçük burjuva iddialardan birisi de yoksulluğun kaynağının makine ve makineleşmiş üretim olduğu iddiasıdır. Bu iddia, makineleşmenin, otomasyonun, globalleşmenin bugün geldiği aşamada, egemen olan üretim sisteminin doğal kaynaklara, doğal dengelere ve bir bütün olarak doğal yaşama karşı yöneldiği ve büyük bir ekolojik felaketi beraberinde getirdiği dönemde daha çok taraftar bulmaktadır. Gerçekte sorunun kaynağı makine ve makinesel üretim ya da fabrika değil, en ileri üretim aracı olarak makine üzerindeki kapitalist mülkiyet ve makinesel üretimin kapitalist örgütlenişidir. Azami kar peşinde koşan sermaye makineyi ve makinesel ve fabrika üretimini yalnızca işçi sınıfına ve diğer emekçilere karşı kullanmamakta, aynı zamanda doğaya ve doğal dengelerin düzenine karşı da yoğun olarak kullanmaktadır. Görünüşte emekçilere ve doğaya saldırının ana mevzisi makine ve makinesel üretimdir fakat görünüşün arkasında gerçek olgulara ve gerçek maddi ve ekonomik ilişkilere bakıldığında gerçek nedenin kapitalist mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi olduğu görülecektir. Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’e göre ise görünüş gerçek yerine konulur ve şöyle iddia edilir: “Çağımızdaki sömürü düzenine alternatif yaratma gayretinde olanların makineleşmeyi büyük bir sevinçle karşılaması, bu anlamda ilginçtir. Makineleşmeyi yoksulluğu ortadan kaldırabilmesi için bir çıkış olarak gören tüm siyasi akımların, o günlerde endüstri devrimini alkışlaması (Kimmiş acaba bu alkışlayanlar? Bizim notumuz!) elbette anlaşılabilmektedir. …. Yoksulluk ile makine arasında bir ilişki vardır. Ancak bu makinenin lehine işleyen ve yoksullu daha da yoksul kılma dışında alternatif üretmeyen bir ilişkidir.” (age. S. 26-27) “Birincisi makine uygarlığı, üretimi artırdığı ölçü-
de tüketimi de artırmıştır. Çünkü o her şeyden daha çok tüketim amaçlı bir organizasyonun ürünüdür. Ötesinde bu tüketim çılgınlığı/terörü hem bir yandan insanların yoksullaşmasını teşvik etmiş, hem de doğal kaynakların yağmalanmasını da beraberinde getirmiştir.” (age. S. 29) “Makineleşmenin insan üzerindeki sonuçlarının ikinci boyutu daha da olumsuzdur. Makine boş zaman uygarlığı için yola çıktığını iddia ettiği halde, bugün aşırı çalışma dışında bir sonuç doğurmamıştır.” (age. S. 30) Görüldüğü gibi bilimsel yaklaşımdan bir nebze olsun taviz vermeyen yazarlarımıza göre, yoksulluğun, doğal kaynakların yağmalanmasının ve aşırı çalışmanın nedeni makinede ve makinesel üretimde yatmaktadır, bir üretim aracı olarak makine üzerinde kapitalist mülkiyet ve makinesel üretimin kapitalist tarzda örgütlenmesinde yatmamaktadır. Araya sıkıştırdıkları birkaç saçmalığa da değinmeden geçmek mümkün değildir. Yazarlara göre “Makine, her şeyden daha çok tüketim amaçlı bir organizasyonun ürünü’ymüş ve ‘makine, bugün aşırı çalışma dışında bir sonuç doğurmamış’ Burjuva toplumda ve üretim aracı olarak kapitalistlerin üzerinde mülk sahibi oldukları bir sistemde makine hiçbir zaman ‘daha çok tüketim amaçlı bir organizasyonunun ürünü’ olmadı ve olamazda. Kapitalist makinesel üretimin bir tek amacı vardır, oda mümkün olan en yüksek kar, aşırı kardır. Tüketim yalnızca ve yalnızca bu amaçla sınırlandırılmıştır. Tamda kapitalist makinesel üretimin amacı kar olduğu ama nihayetinde bu üretimin ürünlerinin alıcısı olan geniş işçi ve emekçilerin gelirleri sınırlı olduğundan, kapitalist düzen giderek daha sık aralıklarla krizlere ve depresyona girer. Krizin nedeni aşırı tüketim ya da tüketim terörü değil, tam tersine aşırı üretimdir. Toplumun gerçekte üretilen ürünleri tüketmeye ihtiyacı olduğu halde, toplumun geniş kesimleri bu ürünleri satın alamayacak düzeyde olduğu için kapitalist iktisadi krizlere Marksist politik ekonomide aşırı üretim krizleri denir. “Bunalım sırasında metaların aşırı üretimi mutlak değil, tersine görecedir. Bu, toplumun gerçek gereksinimlerine oranla değil de, yalnızca ödeme yeteneğine sahip bir talebe oranla bir meta fazlasının bulunduğu anlamına gelir. Bunalım sırasında emekçi kitleler en gerekli olan şeylerden yosun kalır, gereksinimleri diğer dönemlere göre daha kötü bir şekilde karşılanır. Milyonlarca insan ‘çok fazla’ ekmek üretildiğinden aç
kalır, ‘çok fazla’ kömür üretildiğinden donar. Emekçiler çok fazla geçim aracı ürettiklerinden, geçim aracı sıkıntısı çekerler”(Politik Ekonomi Ders Kitabı, 1. c., s. 294-295) Makinesel üretim, özellikle onun bugün bilimsel teknik devrimler aracılığıyla yaptığı ilerlemeler sonucunda, objektif olarak çalışma saatlerinin RADİKAL bir biçimde düşürülmesinin imkanını yaratmış durumda. Bu imkanın GERÇEK OLMASININ TEK ENGELİ, üretim aracı olarak makinin, fabrikanın üzerindeki burjuva mülkiyet hakimiyeti ve üretimin kapitalist örgütlenmesidir. Marksizm bunu söylüyor ve yaşam bunu doğruluyor.
✉ okuyucu mektubu
okuyucu mektubu 38
na ulaşmış, - Faşizm (nazizm) ve komünizm gibi TOTALİTER sistemlerin aşılması ile LİBERAL DEMOKRASİnin kesin bir zafer kazanmakta olduğunu ve bu iki totaliter sistemin Liberalizmin temel ilkeleri ile çeliştiği için yıkıma mahkum olduğunu belirtmiştir. “Tarihin sonu”nda zafer kazanan liberalizm - bireyin devlete karşı temel haklarına, - hukukun üstünlüğüne ve tabii ki, - ‘hür Pazar ekonomisine’ dayanmalıdır. Ana tezlerini daha sonraki yazılarında koruyan Fukuyama, “tarihin son yanıtı” olan Liberal demokrasiye karşı İslam gibi siyasi hareketlerin güçlenebileceği ihtimalini küçümsediği noktasında kısmi bir özeleştiri yapmıştır. Fukuyama gibi saldırgan liberal burjuvalar için, toplumda birbirine düşman toplumsal sınıflar, uzlaşmaz sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesi bulunmadığından ve bunların çatışması toplumsal gelişmeleri belirlemediğinden, bunların yerine koydukları, bireydevlet, despotizm-özgürlük, totalitarizm-demokrasi vb. gibi fiksiyonlardan hareket ederler. Aslında bu, gerçek ve bilimsel bir araştırmadan ve tartışmadan kaçmanın burjuvaca bir yoludur. Gerçek toplumsal olguların yerine, görmek istediğinizi, daha doğrusu egemen sınıfın çıkarına geleni koyarsınız, bunu da “bilimsel tartışma” diye açıklarsınız, olur biter. Nasıl olsa arkanızda sizi destekleyen egemen sınıfın büyük bir propaganda ordusu ve cephaneliği var. İşin garip tarafı, yazarlarımız Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’ün birçok temel tezinin, eleştirdikleri “tarihin sonu” iddiası ile birbirine çok benzemesidir: Fukayama ile tam bir fikir birliği içinde Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün, - Nazizmin ve Marksizmin TOTALİTER ve DESPOT sistem olma anlamında özdeş olduklarını, - modern topluma bir alternatif olamadıklarını ve olamayacaklarını, - modern toplumun ana çelişkisinin birey ve devlet arasındaki ilişkide aranması gerektiğini savunmaktadırlar. Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün müttefikleri Fukuyama’ya da destek vermek amacıyla, onun özeleştirisini yaptığı “İslam gibi akımların dayanıklılığının küçümsenmesi”ni aşma çabası ile “Siyasal İslam ve AKP” çalışmalarını yaparlar. Ne diyelim herkes kendine göre dost arar! Gerici burjuva liberalizminin savunucusu yazarlarımıza Marx’ın “Tarihin sonu” gibi bir saçmalık ileri
C) Birey ve özgürlük Birey ve özgürlük konusunda da yazarlarımız iddialı konuşuyorlar ve şöyle diyorlar: “Modern birey gerçek anlamda özgür kabul edilebilir mi? Aydınlanmanın bireyselliği doğurduğu, onu desteklediği doğrudur, ama bireyin nasıl bir birey olduğu konusunda iyi niyetli bir yargıya varmak mümkün müdür? Aydınlanmanın ‘bireyi’ kendi başına varlığı olan, kendi başına tanımlanabilen bir birey değildir. O uygarlığın bir parçası, büyük bir bütünün sıradan bir bileşenidir” (age. s. 37) Burjuvalar ve çok sayıda küçük burjuvalar için sınıflar ve sınıf özgürlüğü sorunu yoktur. Bunlar tarafından sorun sınıf ve sınıf özgürlüğü olarak konmaz. Burjuvaların ve aynı yolda yürüyen küçük burjuvaların soruna BİREY ve BİREY ÖZGÜRLÜĞÜ biçiminde yaklaşmaları sınıf konumlarına ve sınıf çıkarlarına denk düşmektedir. Özel mülkiyet sonuç itibari ile bireysel çıkar ve özel ve bireysel özel mülk sahibinin özgürlüğünü şart koşar. Bu yüzden burjuvalar için varsa da yoksa da “birey” ve “bireysel özgürlük” her şeyin üstünde gelir. Acaba Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün niye aynı türküyü ezberlemişler, bunu biz pek anlayamadık!
Kişinin aynasıdır işi Buraya kadarki tartışılan noktalar, büyük öneme sahip pratik sonuçları olan teorik ve tarihsel tartışmalar olsa da, yine de somut sınıf savaşımının doğrudan sorunlarının kısmen dışındadır. Teoride çok şey iddia edilebilir, yazılabilir. Her şeyden önemlisi iddia edilenlerin ne ölçüde pratik sınıf mücadelesi içinde uygulanıp uygulanmadığıdır. Bu noktada yazarlardan Volkan Yaraşır, uzun yıl-
39
✉
TEZ-KOOP-İŞ personelinin çoğunluğu üyeliklerini yaptırdıklarından, toplu sözleşme için gerekli yasal çoğunluk sağlanıp yetki de alınmıştır. Yaklaşık 3 ay kadar süren sert toplu sözleşme görüşmeleri sonucunda sendikal örgütlü personel ile TEZKOOP-İŞ yönetimi arasında bir anlaşma ve uzlaşma sağlanamamış, sonuçta greve gidilme aşamasına gelinmiştir. Bu nokta sendika yönetimi tehditlerini artırmış ve kendi dikte ettikleri toplu iş sözleşmesi kabul edilmediği takdirde ‘can yakacaklarını’ ilan etmişlerdir. Bu tehdit sonucunda üyelerin çoğunluğu, istemeyerek te olsa, sendikal örgütlenmelerinin ilk aşamasında geri de olsa bir toplu iş sözleşmesi metninin çıkmasının yararlarından dolayı toplu iş sözleşmesine imza atma kararına varmıştır. Tüm bu süreçte ‘özgürlükçü’ Volkan Yaraşır sendika personelinin örgütlenmesinden özenle kaçınmıştır. Ne sendikaya üye olmuş ne de üye olan arkadaşlarına en küçük bir destek vermiştir. Tüm işçilerin sendikal örgütlenmesinin mutlak gerekliliği için Volkan Yaraşır kağıt üzerinde şunları öne çıkartır: “Açlığa ve sefalete dur demek için sendika. İşçilerin alım gücünü yükseltmek için sendika İşsizliğe son vermek için sendika. Cinayetlere dur demek için sendika. Sosyal güvenlik için sendika. Daha insanca bir yaşam için sendika. Daha aydın bir işçi sınıfı için bir sendika” (Volkan Yaraşır, “Sendikalı İşçinin Ders Notları”, TEZ-KOOP-İŞ Eğitim Yayınları, ,s. 38-40) İşçi sınıfına sendikalaşma çağrısı yapan ve sendikalaşmanın önemi konusunda methiyeler düzen Volkan Yaraşır, aynı işyerinden işçi arkadaşları sendika yöneticilerinin her türden engellemesine rağmen, kendi arkadaşlarının yanında değil KENDİ SENDİKA AĞALARININ, KENDİ İŞVERENİNİN yanında saf tutmuştur. Objektif yürüyen bir mücadelede egemen sınıfın yanında saf tutanlara siyasette HAİN denir. 2. Örnek Sendika yöneticileri kendilerinin imzaladığı toplu iş sözleşmesini uygulamamakta da direnmeye devam etmişler, üstelik sendika üyeleri için alınan zammı, sendika üyesi olmayan personele de uygulayarak, sendikalaşmanın güçlenmesini engellemeye çalışmışlardır. Sonuç ta, sendika içi koltuk kavgalarının da büyümesi ile yönetimi eline geçiren yönetici klik
✉ okuyucu mektubu
okuyucu mektubu 40
lardır sendikal hareket içinde çalışan ve bu çerçevede tanınan bir kimsedir. Kendisi TÜRK-İŞ’e bağlı TEZKOOP-İŞ sendikasında EĞİTİM UZMANI olarak yıllardan bu yana çalışmaktadır. Ayrıca araştırmacı ve sendika uzmanı kimliği ile yurt içinde ve dışında çok sayıda toplantılara katılmaktadır. Sendika çevresinde, işçiler ve sendika personeli Volkan Yaraşır savundukları ve yaptıkları ile yakından tanımaktadır. Volkan Yaraşır sendikal kimliği ile sınamış ve bu alanda, esas olarak savunduğu ideoloji ile uyum içerisinde bir pratik sergileyen kişidir. Bunu iki çarpıcı örnekle ortaya koyalım. 1. Örnek TEZ-KOOP-İŞ sendikasında, sendikaların ezici çoğunda olduğu gibi –istisnai olarak Volkan Yaraşır’ın kavramları ile konuşacak olursak- sendika yöneticilerinin “baskıcı”, “despot” bir egemenlik sistemi hakimdir. Sendika içi demokrasi yoktur. Üyelerin sendika siyasetine katılmalarını engellemek için her şey yapılır. 4 yılda bir yapılan olağan Genel Kurularda, ya da koltuk kavgasının kızıştığı dönemlerde sıkça karşılaşılan Olağanüstü Genel Kurullarda, delegelerin ezici çoğunluğu şu ya da bu sendika bürokrasi fraksiyonunun piyonu olarak kullanılır. Bu durum sendikada çalışan ve her gün sendika yöneticisi ile karşı karşıya kalan –bir kaç imtiyazlı uzmanın dışında- sendika personelinin çoğunluğu için daha fazlasıyla geçerlidir. Sendika personeli yalnızca sendika işlerinde değil, sendika yöneticilerinin emir eri gibi özel işlerinde de kullanılır. Sendika personelinin ekmeği sendika yöneticilerinin iki dudağı arasındadır. Sendika yöneticileri, istediklerini istedikleri süre ve ölçüde çalıştırırlar, istemediği ve kendine uşaklık yapmaya gönüllü olarak razı olmayan personeli kulağından tutup işten atarlar. TEZ-KOOP-İŞ personeli işte bu haksızlığı ve sömürü düzenini biraz olsun hafifletmek ve sendika personelinin hak ve hukukunu koruyabilmek amacı ile 2006 sonundan itibaren, işkolu da uygun olduğu için ‘kendi’ sendikalarında, TEZ-KOOP-İŞ’te örgütlenmeye karar vermişlerdir. Bu talep sendika yöneticileri tarafından tepkiyle karşılanmış ve üyelik talepleri resmen reddedilmiştir. Bunun üzerine üyelik başvurusu yapan personelden üçü sorunu yargıya taşımış ve yargıda kaybedeceklerini gören TEZ-KOOP-İŞ yöneticileri 2007 ortasında üyelik başvurularını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Yaklaşık 1 yıllık bir örgütlenme sonucunda
personelin sendikalaşma hakkına karşı açık saldırıya geçerek, birisi işyeri sendika temsilcisi olmak üzere 3 sendika üyesini bahanelerle işten çıkartmıştır. Üç sendika üyesi işten atıldıkları Şubat başından bu yana TEZ-KOOP-İŞ Genel Merkezi önündeki SOKAĞI FETHETMİŞLER, basında da geniş yankı bulan bir OTURMA GREVİ DİRENİŞİ başlatmışlardır. Volkan Yaraşır ne güzel yazıyor “Sokakta Politika” (Volkan Yaraşır ve Gendaş A.Ş., İstanbul 2002) adlı derlemesinde siyasi mücadelede “sokağın” önemi hakkında: “Her şeyin bittiği anda sokak yeni bir başlangıçtır. Ruhların silahlandığı yerdir sokak… Sokak isyandır. İsyan sokakta örülür ve sokak manifestodur. Bundan dolayı egemenler (sendika yöneticileri ve imtiyazlı sendika uzmanlarını unutmuş Volkan Yaraşır!) sokaktan, sokağın gücünden, sokağın soluğundan korkar.. Sokağı kontrol etmek, sokakta hakimiyetini kurmak ve tahakkümünü yaymak için her şeyi yapar. Sokağı işgal eder, sokağı terörüze eder. Hatta kentsel dokuyu bütünüyle değiştirerek, sokağın ruhunu öldürmeye çalışır. Bunun için uzun, düz ve geniş bulvarlar inşa ederek, barikatla özdeşleşen sokağı esir almaya çalışır. Fakat, egemenlerin (buraya biz sendika yöneticilerini de ekliyoruz!) bu çabaları sonuç vermez, sokak
barikatlarla kardeşliğini sürdürür. Barikatlar sokakların asi çocuklarının sığınağı olmaya devam eder. Çünkü sokak iktidar olanların değil, muktedir olanların dans ettiği yerdir.” (age. S. 7-8) Aynı işyerinde çalışan ve sırf sendikal haklarına sahip çıktıkları için sendika ağalarının saldırısına uğrayan ve bu yüzden işten atılan arkadaşları boyun eğmemişler ve SOKAKTA DİRENİŞ YÜRÜTMEYE karar vermişlerdir. “Sokakta direniş” hakkında methiyeler düzen birinden beklenen tek şey, “sokakta direniş” içinde olan arkadaşlarının yanında olmasıdır. Başkalarına “sokakta direniş” çağrısı yapıp ta, sokakta direniş başlayınca bu direnişe sırt çevirenlere siyasette verilen ad DÖNEKLİKTİR. İşten atılan üç sendika üyesine ülke içinde ve dışından önemli bir destek verilmiştir. Bir istisnai dışında: Aynı sendika da çalışan ve ‘direniş’, ‘sokak isyandır’ ajitasyonları çeken Volkan Yaraşır yine bu haklı eyleme şimdiye kadar en ufak bir destek vermemiştir. İşte böyledir bizim ‘Marksizm eleştiricisi’, ve ‘özgürlükçü’ yazarımızın pratiği. Marksizmin eleştirisine gelince terminatör kesilmek, somut sınıf mücadelesi söz konusu olunca kıvırmak ve kaçmak. Ali Osman Başeğmez Şubat 2009 ✓
41
okuyucu mektubu
“
42
İzmir’in Bornova İlçesi’nde geçen perşembe gecesi, büfeci Arda Damar tarafından beslenen yavru kediyi başını ezerek öldüren üniversiteli U.G.’ye, İzmir Çevre ve Orman İl Müdürlüğü’nce Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6’ncı maddesi uyarınca 687 TL para cezası kesildi.” Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen bu olay televizyonların ana haber bültenlerine taşınmıştı. Haberi izleyenler tepki gösterdiler. Ve ayrıca mahkemenin verdiği bu karardan memnun olmayıp eleştirenler çoğunlukta. Cezanın az olup sanki küçük bir kabahat işlemişte, o şekilde cezalandırılmış olunduğu mantığı kafalarda eğemen. Belirtmek gerekir ki, bu itiraz haklı bir itiraz. Bu olay görünen buzdağının küçük bir parçasıdır. Kim bilir daha ne kadar tekrarlanıyor bu durum. Toplum gerçek anlamda hayvan sevgisiyle büyütülmüyor. Doğayı ve tüm canlıları koruma bilinci yaratılmıyor. Bu gibi şeyler yüzeysel geçilip gidiyor. Hayvanları ve doğayı sevelim demekle o kişilere bunları sevdiremez ve canlılara karşı da doğru davranışı yaratamazsınız. O bakımdan hayvan sevgisi kişilere çocuk yaşta kazandırılmalıdır; sonrasında yani ço-
cuk büyüyüp belli bir kişilik oluşturulduktan sonra bu erdemli davranışı oluşturmak çok zor olacaktır. Acaba kaç çocuk Samed Behrengi’nin öykülerini dinleyerek büyümüştür. Bunun hiç de fazla olmadığı kesindir. Her yıl, “kurban bayramın”da hayvanların yaşam haklarının “korunduğunu” kameralardan yahut da semtimizde kendi gözlerimizle görüyoruz. Aslında bu “kurban bayramı” isimlendirmesi de kendi başına bir sorun. Neyin bayramı!? Bir canlıyı gereksiz yere “kurban” edeceksiniz ve bunun da adı “bayram” olacak. Gereksiz derken ki kastım, ihtiyaçtan fazla et tüketimi ve gerçek anlamda gereksiz yere öldürüldüğü içindir. (bu konuda Amerikan yerlileri gerçek bir örnektir; onlar bir canlıyı gereksiz yere asla öldürmez ve öldürdükleri canlıya ve sahip oldukları doğaya son derece saygı duyarlardı.) Bir canlının yaşam hakkına neden saygılı olmak gerektiğini toplum küçük yaşlarda öğrenmiyorsa, öğrenmediği için de kişide hayvan sevgisi de oluşmuyor. Canlıların yaşam hakkına saygılı olmalıyız. Ama bu para cezası vererek duyulan sahte bir saygı olmamalı. Genel olarak kişilere sorsak, canlıların yaşam
haklarının korunması yanlısı mısınız? “Evet”, denecektir. Peki, toplumda canlıların yaşam hakkına saygı bilinci var mı? Bunun çok fazla olduğu söylenemez. Evde kedi, köpek, kuş gibi hayvanları beslemekle saygı duyulmaz. Bu davranışların büyük çoğunluğu gerçek hayvan sevgisinden yoksun olduğunu düşünüyorum. Neden yoksun olduğunu belirtirken, dergimizin hemen her sayısında dile getirildiği için fazla tekrara düşmemek için bu konuda birkaç şey söylemekle yetineceğim; Dünyamız da, özellikle fosil yakıtlarının gerçek anlamda kontrolsüz kullanımı neticesinde ve bunun doğal bir sonucu olarak da sera efekti oluşmuştur.. Sonuç olarak, dünyamız ısınmakta ve bu ısınmanın sonucu da, tüm doğal yaşamı tehdit eder hale gelmiştir. Ama sorun sadece fosil yakıtlarının kullanımıyla ilgili değil, bu sadece sorunun önemli bir yüzü. Bir diğer sorunlar da çok ciddi boyuttadır ve bazıları da şunlardır: Bir milyara yakın insan aç geziyor. Dünya çapında yapılan tahıl ticaretinin yüzde ellisinden çoğu hayvan yemi yahut biyolojik yakıt için yapılıyor. Dünyanın %20’si dünya kaynaklarının yüzde seksenini tüketiyor. Her gün beş bin insan kirli su içme nedeniyle ölüyor ve bir milyara yakın insanın temiz suya ulaşma imkânı yok. Ekilebilir toprakların yüzde kırkı uzun vadeli hasar gördü. Her yıl on üç milyar hektar orman yok oluyor. Her dört memeliden biri, her sekiz kuştan biri ve her üç amfibiden biri yok olma tehlikesi altında. Canlı türleri normalden bin kat daha hızlı ölüyor. Balık avlanma alanlarının dörtte üçü ya tükendi ya da sayılarında tehlikeli bir düşüş gözlendi. Son on beş yılın ortalama sıcaklıkları bu zamana dek kaydedilen en yüksek sıcaklıklar oldu. Kıta buzulu kırk yıl öncesine göre yüzde kırk inceldi. 2050 yılında 200 milyonu aşan sayıda iklim mültecisi ortaya çıkabilir. Yukarıda yazdıklarım gerçekten endişe verici verilerdir. Eğer bunları durdurmak için bir şeyler yapmazsak sadece hayvanların değil kendimizle beraber tüm canlıların yaşam hakkını elinden almış olacağız. Yukarıda sıraladığım istatistiklerden benim açımdan çarpıcı olanı, bir milyar insan aç gezerken, dünya çapında yapılan tahıl ticaretinin yüzde ellisinden çoğu hayvan yemi yahut biyolojik yakıt için kullanılıyor olmasıdır. Emperyalist ülkelerdeki sermayedarlar çok daha zengin olsun ve bu ülkelerdeki insanlar doya doya et yesin obez olsun diye bir milyar insanı doyuracak tahılı üretmiyorlar. Bu durumun tarifini
Bir canlının yaşam hakkına neden saygılı olmak gerektiğini toplum küçük yaşlarda öğrenmiyorsa, öğrenmediği için de kişide hayvan sevgisi de oluşmuyor. Canlıların yaşam hakkına saygılı olmalıyız. Ama bu para cezası vererek duyulan sahte bir saygı olmamalı. yapacak olursak, bu bir barbarlıktır. Yukarıda sıraladığım bütün sorunlar aslında kapitalist-emperyalist sistemin doğal bir sonucudur. Çünkü emperyalist sistemin bayrağında önce doğal yaşam, insan yoktur. Bayrağında sadece ve sadece kar vardır. Hem de bu karı ne pahasına olursa olsun yapacaktır ve zaten yapıyor da. Eğer kendimizi, hayvanların ve tüm canlıların yaşam hakkına saygılı bir kişi olarak görüyorsak emperyalist barbarlığa dur dememiz gerekmektedir. Bunun dışında yapılan tüm edimler, tüm iyi niyetimize rağmen hoş, ama boş olmaya mahkûmdur. Vicdanımızı ya da görüntüyü kurtarmaktan öteye gidemeyecektir. Evet, bu günde yapılması gereken şeyler var; Her yıl Japonya’da 25 bin yunus, eti için demir mızraklarla vahşice katledilmektedir. Ya da Çin’de, köpeklerde aynı barbar mantıkla eti için vahşice katledilmekte ve bunları ekranlarda görmekteyiz vs. Bunlara karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Fakat bunlara karşı dururken, bir an olsun aklımızdan çıkarmayacağımız şey ise bu yaşanıyor olan barbarlığa gerçek anlamda son verebilmemiz için sosyalizm-komünizm için mücadele etmeliyiz. Doğayla uyum içinde bir üretim ancak sosyalizm şartlarında gerçekleşebilir. Sosyalizmin bayrağında önce para değil, insan ve doğal yaşam vardır-var olacaktır. Tüm canlıların yaşam hakkını savunuyorsan ülkelerimizde sosyalizmin yolunu açacak olan demokratik halk devrimi için mücadele vermelisin. Bunun dışında bir yol yok. Yazımı birçoğumuzun bildiği bir Kızılderili özdeyişiyle bitirmek istiyorum; En son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde ve son balık avlandığında, beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak... 17.10.2010 Adana’dan bir YDİ Çağrı okuru ✓
✉ okuyucu mektubu
Sözde hayvan sevgisi...
✉
43
B
u olay üzerine o kadar yazıldı ki bize yazılacak fazla şey kaldı mı? diye soranlara “evet ne kadar yazılsa da, bu olayın yarattığı çevre felaketi ile karşılaştırılamayacak kadar azdır“ diyoruz. Biz de birkaç satır yazdık ama olayın detayına inmedik, yazdıklarımız günceli yakalamak içindi. Olay sıcaklığı üzerinden neredeyse 5 aydan fazla zaman geçti, olay artık haber niteliğini ve “güncel“liğini yitirdi. Artık burjuva medyada haber konusu değil, bu anlamda artık pek fazla kimseyi ilgilendiren bir olay değil. Felakete uğrayan bölgedeki insanlar dışında yeni bir felakete kadar pek hatırlanacak gibi de değil. Biz unutmadık ve unutmayacağız. Çevreye zarar veren, doğanın dengesini bozmaya yönelik her insani müdahale, insanın kendi geleceğini ipotek altına alma barbarlığıdır. Bu barbarlık kapitalizm/emperyalizmin azami kar hırsının temelinde yatan aç gözlülük ve doyumsuzluktur. Bunun için gerçek çevreci olmak ya barbarlık ya sosyalizm alternatifinde safları belirlemek demektir. Şimdi geçelim, 20 Nisan 2010 da insanlık tarihine şimdiye kadarki en büyük çevre felaketlerinden biri olarak yazılan olayın kendisine.
Meksika körfezindeki olay nedir?
44
20 Nisan 2010 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Meksika Körfezi Louisiana Eyaleti açıklarında kıyıya 40 deniz mili (takriben 84 km) uzaklıkta Deepştar Horizon Petrol Sondaj Kulesinde (Platformunda) patlama sonucu yangın çıkmış ve Platform önce çökmüş sonra da batmıştır. Batan bu Platform dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri olan Ingiliz British Petrol (BP)’ne aittir. Patlamanın etkisiyle ilk anda 11 çalışan insan hayatını kaybetmiştir. Bu patlama sonucu Okyanus yüzeyinin 1500 metre (5000 feet) derinliğindeki petrol kuyusunun ağzı parçalanmıştır. Petrolün denize akışını engellemek için var olan acil kapama vanaları işe yaramamıştır. 20 Nisan- 15 Ağustos 2010 tarihleri arasında denize 800 milyon litre ham petrol akmıştır. Bu ham petrol ilk haftada hızla 1550 km karelik bir alana yayılmıştır. Burada kısa bir anekdot verelim: bu güne kadar değişik “kazalar“ da denize akan ham petrolün rakamsal rekoru
Irak Körfez Savaşı dönemine aittir. 1991 Körfez savaşında denize akan ham petrol miktarı 1 milyar 741 bin litre idi. Yani Meksika körfezinde denize akanın iki mislinden biraz fazla idi. Ama o zamanlar bu olay fazla ses getirmedi, Niye diye sorulduğunda bunun cevabı açıktır: Orası ABD değildi! Yani bizde Marmara Depremi felaketine benzer bir durum, değil mi? Her gün yüzlerce tonluk ham petrol akıntısını hemen hemen tüm dünya burjuva medyası başlangıçta “sızınıtı“ şeklinde yansıtarak, olayın boyutunu küçük göstermeye çaba sarf ettiler. Sızıntı ile akıntı arasında herkes bilir ki hatırı sayılır derecede fark vardır. Günde ortalama 5 bin varil (her varil takriben 200 litredir) yani 140 ton ham petrol denize akacak ve siz bunu “sızıntı“ diye yutturacaksınız. Bu büyük sahtekarlıktır. Bu sahtekarlığa bir başka örnek ise; BP’nin denize akan ham petrol ile ilgili olarak verdiği bilinçli yanlış bilgilerdir. 1 aylık akıntı bilgileri açıklandığında açıklanan rakam ile BP’ nin verdiği rakam arasındaki fark tam 17 kattır.
Olaydan sonra neler oldu? Öğrendiğimiz bazı gerçekler! İlk haftalar BP yalan yanlış bir sürü haber yaydı. Akan ham petrolün miktarından tutun da, alınan ve alınacak tedbirlerle deliğin kısa zamanda kapanacağı palavraları, petrolün su yüzüne çıkması kadar hızlı olmadı. 2. hafta sonuna doğru bazı gerçekler Greenpeace’nin çabaları sonucu ortaya çıkmaya başladı. İşte ortaya çıkan gerçeklerden bazıları: -BP kazadan haftalar önce kontrol platformda çalışan İşçi Tyron Benton kontrol tanklarında tespit
Neden çevre felaketi? Bu felaketin sonuçları Bilindiği gibi doğanın kendine ait bir dengesi vardır. İnsandan başka hiçbir canlı bu dengeye dengeyi bozacak düzeyde bir müdahalede bulunamamıştır. Beslenme, meteor çarpması, büyük yangınlar, depremler, su baskınları, iklim değişikliği vb. nedenlerden dolayı birçok yaratığın nesli tükenmiştir. Bir dizi canlının neslinin tükenmesine de insanın bu dengeye müdahalesi sebebiyet vermiştir. Doğada herşey birbirine bağlıdır ve dengelidir. Bir böcek bir başka canlının yaşam kaynağıdır. Buna karada ve denizde verilecek örnekler çoktur. Denizler/Okyanuslar canlılara/bize hayat verir. Bir
yandan oksijen kaynağımızdır. Önemli oranda besin ihtiyacımızı karşılar. Yeryüzünün hemen hemen %80’i okyanuslar/denizlerle kaplıdır. Özel mülkiyet toplumunun insanı genelde bunun değerini bilmez, onu yağmalar, kirletir, iklim değişikliğine sebebiyet verecek oranda ısınmasına neden olur. Aşırı avlanmalarla Orkinos, Kılıç ve köpek Balıklarının popülasyon (yeniden üremesi) oranını 1950 lerdeki bolluğun 1/10 oranına düşürdük. Her türlü sanayi zehirini oraya akıttık, akıtılan bu sanayi zehirleri/kimyasal maddeler-artıklar canlıların canına okudu, okuyor. Ham Petrol içinde barındırdığı kimyasal bileşenlerden dolayı canlıların solunumuma engeller teşkil eder. Denize/okyanuslara akan ham petrol oluşturduğu yağlı tabaka ile oksijenin canlılarla buluşmasını engeller. Yapılan bilimsel hesaplara göre deniz sularındaki oksijen yoğunluğu litre başı 2 miligramdır. Bu miktarın altına inilmesi durumunda- ki denize akan ham petrol aktığı alanda/bölgede buna sebebiyet verir- hayat sonlanmaya başlar. İşte Meksiko Körfezindeki akıntı bu felaket durumunu yaratmıştır. Bunun sonucu olarak; -Bu bölge 48 eyaletteki en büyük deniz ürünleri sağlama alanıdır, bu alan komple uzun vadeli tehdit altındadır. -Pek çok balık ve memeli türün yumurtlama dönemine rastgelen bu felaket bu türlerin gelecekteki popülasyon/kendini yeniden üretmesi konusunda tehdit yaratmıştır, -En bu önemli koruma alanı, kaza ertesi çıkan yangından çıkan dumanın etki alanında kalmıştır. -Mavi yüzgeçli orkinoslar, balinalar, birçok kuş türü deniz kaplumbağaları ve su samurları tehlike altındadır. -Bölgede denize girilmez olmuş, turistik tesisler kapılarını kapamış, bu olaydan zarar gören 120 bin aile dilekçe vermiştir. Maddi zarar milyarlar boyutundadır. Bu zararın resmi makamlarca açıklanan, medyaya yansıyan yanıdır. Açıklanamayanlar ise sessizce geçiştirilmiştir. -Bölgedeki deniz türlerinin %90’ının yaşamları kıyı girintilerine/haliçlere bağlıdır. Petrol akıntısı bu haliçleri de, dolayısı ile tehlike haliçlerdeki hayatı da tehlike altına sokmuştur. -Bölgenin ABD’deki deniz balıkçılığı üretimine katkısı yıllık 750 milyon Doların üstündedir. Tehdit altında olan bu geçim kaynağı nerdeyse 7700 kişinin işini kaybetmesi anlamını içeriyor. Bu “kaza” sonu-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Meksika körfezindeki çevre felaketi üzerine...
edilen “sızıntı“ları yetkililere açıklamıştır ve onlar bu uyarıyı dikkate almayıp, yok saymıştır. -“Sızıntı“ yapan tankın tamiri için platformdaki sondaj çalışmasının durdurulması gerekmektedir. Pahalıya mal olacağı gerekçesi ile BP sondaj çalışmalarını durdurmamıştır. -Bu kazayı durdurabilecek teknolojinin maliyeti 500 bin dolardır. Uzaktan kumanda ile kapama teknolojisi 2000 yılından beri Petrol tekellerinin elindedir. Ancak Petrol lobisinin çabaları sonucu bu tekniğin kullanılması- yine yüksek maliyet! gerekçesiyle- geri bırakılmıştır. -BP’nin 2010 yıllın ilk çeyreğinde elde ettiği net kar miktarı 6 milyar Dolar tutmaktadır. Aynı zaman dilimi içinde BP’nin lobi faaliyeti için harcadığı paranın miktarı da 3, 6 milyon dolardır. Yalnızca lobi faaliyeti için harcanan para ile bu somut kazada oluşan petrol akıntısını önleyecek teknik yenileme 7 kez yapılabilirdi!!! -Amerikan hükümeti bu vb. Çevre felaketlerinde şirketlere verilebilen ceza limitini 75 milyon Dolar’dan 10 Milyar Dolar’a çıkarmaya çalıştı. Petrol lobisi bunu engellemeyi becerdi. -BP’nin kazanın olduğu kuyudan çıkardığı ham petrol miktarı günde 8 bin varildir. Bunun bugünkü fiyatlarla dolar bazında günlük karşılığı 600.000 dolardır. Yani BP bu kuyunun bir günlük hasılatı ile kazanın felaketli sonuçlarını engelleyebilecek durumda idi. -Obama hükümeti kaza ertesinde denizde sondaj yolu ile petrol çıkarılması faaliyetinin geçici de olsa durdurulması yönünde bir karar aldı. Karar ADB yüksek Mahkemesinden geri döndü! B:öylece bir kez daha petrol lobisinin gücü görüldü.
45
Kuyu tam olarak kapandı mı? Ya da akıntı “sızıntı“ya mı dönüştürüldü? İlk önce 90 tonluk bir kapakla işi hal etmeye çalıştılar olmadı... Ağustos başlarına doğru delik sözde çamur ve çimentoyla doldurularak “ebediyen“ kapatıldı. Borunun parçalanan okyanusa açılan ağzı denizin 1500 metre derinliklerinde olduğu için bu kapama işinin bu kadar sürdüğünü söylediler. Elbette 1500 metre deniz altındaki basınçta çalışma kolay değil! Açıkladıklar bir bilgi de şu: 1500 metreden sonra 4500 metre daha derinliğe iniliyor ve petrol 6000 derinde bulunan bir kuyudan çıkarılıyor. Yani görüntüde tam bir mühendislik harikası! Maksimum kar için her şey yapılıyor! Doyumsuz kapitalizmin BP temsilcilerinin hesapları, 6000 metre derinliğe yeni boru döşeyip, günlük 600.000 Dolar’ın yitirilmemesiydi. Ama evdeki hesap körfezdeki duruma uymadı.. Çevrecilerin baskısı, çevreci görünen Obama ve hükümetine fazla oynama alanı bırakmadığı için kuyunun tamamen kapatılması –şimdilik!- son çare olarak uygulamak zorunda kalınıldı! Ebediyen mi kapatıldı? Söylenen öyle ama bunlara inanmamak lazım! Şimdiden bahsi geçen kuyunun yakınlarında yeni kuyular açma söylentileri medyaya ulaşmış durumda. Önce etrafın süt liman olması beklenecektir. İnsanların unutması gerekli! Neler unutulmuyor ki!
British Petrol (BP)’e ne oldu?
46
Olayın sıcak olduğu dönemlerde battı batıyor spekülasyonları tavan yaptı. Rakipleri emperyalizmin rekabetçi karakteri gereği avuç ovuşturmaya başladılar,. Avuç ovuşturan emperyalist tekellerin başında Amerikan Texacon, Hollanda/İngiliz Shell ve Avustur-
ya OMV geliyordu. Tabii bunların evdeki hesapları, BP’nin hesaplarına uymadı. Yer yer İngiliz emperyalistleriyle ABD emperyalistleri hükümetler düzeyinde karşı karşıya gelseler de BP güçlü bir tekel olarak İngiliz Hükümetinin desteğini de arkasına alarak işi kotardı. Obama hükümetinin bastırması sonucu bu ve benzeri felaketler için 20 milyar Dolarlık fonun hazır tutulması önerisi BP tarafından da kabul gördü. Bunun için BP 16 Haziran 2010 da kabul ettiği anlaşma gereği 3 milyar Doları fona hemen yatırdı, 2010’nun 4. çeyreğinde 2 milyar Dolar daha yatıracak, geri kalanları da her çeyrekte 1,25 milyar Dolar yatırmak koşulu ile 2013 yılına kadar tamamlanacak. ( 1 Ekim 2010 BP Basın açıklamasından) Aynı açıklamaya göre şimdiye kadar yürütülen çalışmalar (kuyunun kapatılması masrafı da dahil) ve zarar telafisi için 29. Eylül 2010 kadar BP’nin ödediği toplam miktar 11,2 milyar Dolardır. Aynı açıklamada; 23 Ağustos 2010 kadar gelen özel kişiler ve firmalardan gelen 86.000 zarar-ziyan başvuruların 44.000’nin zararı için 806 milyon Dolar’lık ödeme yapıldığı açıklanmaktadır. Fakat gelen tazminat talebi dilekçesinin 120 binlerde olduğu bilinmektedir. Verilen tüm rakamlar doğruysa, bu felaketin BP ye parasal yükü 1-2 yıllık karına karşılıktır.
Felaket önlenebilir miydi? Kapitalizm sonuçlarını bilmediği birçok alanda azami kar hırsıyla doğaya müdahale etmektedir. Okyanusun 1500 metre derinliklerinde petrol arayanın, olabilecek bir kazada ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçların hesaplaması gerekir. Azami kar hırsıyla hareket edilince bu hesaplar genelde yapılmaz. Zaten sonuçların bu boyutlara çıkacağı ise kesinlikte hesabın içinde yer alamaz. Böyle bir felaket ADB değil de, başka emperyalist olmayan bir ülke kıyılarında olsaydı, BP açısından fatura bu derece yüksek olamayacaktı. Bizce denizin 1500 derinliklerinden sonra 4500 metre daha dibe inerek petrol aramak bugünkü teknikle korkunç bir maceradır. Görünürdeki “mühendislik harikası“ gerçekte bir sorumsuzluk abidesidir. Sonuç ta ortadadır. Daha nice felaketlerin kapıda beklediğini bilmiyoruz! Yayılan petrolün, görüntüyü kurtarmak için kullanılan kimyevi çözücülerin uzun vadede dünyadaki tüm denizlere itkisinin ne olacağını bugünden kestirmek de mümkün değildir. Hal böyle olduğu için okyanuslarda kilometrelerce derin-
liklerden petrol çıkarmak tam bir maceradır, sorumsuzluktur.
Sonuç olarak biz diyoruz ki! Kapitalizm/Emperyalizm çevre düşmanı sistemlerdir. Meksika Körfezinde bir insanlık felaketine daha sebebiyet vermiştir. Yıkılmaya mahkumdur, eğer insanlık bu sistemden kurtulmaz ise, insanlığın sonu karanlıktır. Petrol bir fosil enerji kaynaklarından biridir. Fosil enerjiler çevre dostu değil çevre düşmanıdır, çünkü kullanım sırasında salınan karbondioksit vb. gazlar vasıtasıyla dünya atmosferindeki oranlara dengesizlik getirmekte, sera efektinin oluşmasının maddi te-
melini yaratmaktadır. İnsanlık bunun için alternatif olarak yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek zorundadır. Bunun imkanı vardır ve bu imkan daha fazla, daha fazla kullanılmasıyla dünyamız yaşanılır bir gezegen olarak kalabilir. Gezegenimizin temiz kalması için yürütülen her çalışma, verilen her mücadele takdire şayandır. Eğer mücadelenin emperyalist sistemin sınırları içinde kalmasını istemiyorsak, bu mücadelede devrimci ve sosyalistler önderliği ele geçirmek zorundalar. (Kaynaklar: Greenpeace Rapor/ Der Spiegel (Almanca dergi) / Almanca Stern Dergisi/ CNN Türk Internet sayfası./Vikipedia Almanca) Ekim 2010 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
cunda bir anlamda ABD balıkçılığının 1/3 ne avlanma yasağı gelmiştir. -900 km’lik kıyı şeridi kirlenmiştir, -Önemli bölümü gönüllülerden oluşan 46000 insan, 6400 gemi ve onlarca uçak bu pisliği temizlemek için uğraştı ve hala bir bölümü bu uğraşa devam ediyor... BP görüntüyü düzeltmek için binlerce ton ham petrolü parçalayan ve görünmez hale sokan dağıtıcı “coreçit“ kullanırken bile başka firmalar tarafından üretilmiş daha az toksit (zehirli madde) içeren kimyasallar söz konusuyken bile kendi ürettiğini kullanmıştır. Bu kullandığı “coreçit“in açtığı tahribat konusunda ise kamuoyuna henüz kimse doğru dürüst açıklama yapmamıştır.
Bugüne kadar önemli Petrol Kazaları Denizde bugüne kadarki 11 büyük Petrol Kazası/Felaketi Tarih
İsim
Firma
2010
Deepstar Horizon
BP/İngiliz
1991
Körfez Savaşı
Bush/Saddam
1979
İçtoc I
Pemeç
1979
Atlantic Empress
Liberya Bandırallı Yunan Gemisi
1983 1983
Nowruz Petrol Yatağı Castillo De Bellver
Denize Akan Kaza Yeri Ham Petrol Kaza Sebebi (Ton) Meksika Körf. Deep Meksika Körfezi 800.000 H.Patformda Patlama Basra Körfei 1.741.000 Irak Savaşı Bloş Platformda Meksika Körfezi 450.000 - 480.000 Patlama.
Saldanha Bay
Tobago/ Karibik Ada.
287.000
İran/Arap Körfezi
260.000
Südafrika
252.000
“Aegean Captai/ tanker çarpışması Iran Irak Savaşı./ Tanker Çarpması Tanker Yangını Tanker Kazası- Dümen kilitlenmesi
1978
Amoco Cadiz
BP (Ing) / Amo- Bretonya Kıyısı co (ABD)
1991
ABT Summer
1000 km Angola Açıl.
49.000 -255.000
1991
Haven
Genua, Italya
144.000
Tanker Kazası Yangın
1988
Odyssey
Kanada
132.000
Tanker Kazası Yangın
1967
Torrey Canyon
Amoco (ABD)
Unocal (ABD), BP (Ing.)
Ingiltere Açıkları
Kaynak: Vikipedia
223.000
119.000
Tanker Kazası
Tanker Kazası-Resif-Mercan yığınına çarpma.. 47
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü... , Kadına Yönelik Siddet Her Yerde Devam Ediyor
Sineye Çekme KarsI , Dur