AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
Eylül 2008/08 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X125
E I l H JM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler Uluslararası planda ise dünya barış gününe az bir zaman kala Kafkasya'da binlerce sivil halkın ölümüne neden olan Gürcistan Rusya savaşı patlak verdi. Bu gelişmeyle emperyalist devletler arası ilişkiler bir anda gerildi. Anda savaş durmuş gibi gözükse de bu gelişmenin henüz sonuçlanmadığı kesin. Tüm bu gelişmelere ilişkin yazılarımızı da bu sayımızda bulacaksınız.
Değerli okuyucu, Okurlarımızla ve çevremizle kaynaşmak ve eğitim alarak kendimizi geliştirmek için kullandığımız yaz dönemini geride bırakırken tekrar biraradayız... Yaz aylarını kuşkusuz sadece piknikler ve kamplarla geçirmedik bu dönemde hız kesmeyen işçi sınıfı mücadelesiyle yakından ilgilendik, elimizden geldiğince direnişteki işçilerle beraber olmaya çalıştık. İşçi sınıfının mücadelesine ilişkin kapsamlı yazıları internet sitemize koyduk, bu sayımızda ise mücadelelere ilişkin toparlanmış değerlendirmeleri bulacaksınız. Geçirdiğimiz sıcak aylarda siyasi alanda sıcak gelişmeler de hiç hızını kesmeyerek devam etti: Ergenekon davası, AKP kapatma davası, operasyonlar, patlayan bombalar, orman yangınları vb.
* Yeni dönemde tüm okurlarımızı işçi sınıfı içindeki çalışmayı geliştirmeye çağırıyoruz. Bu konuda son dönemde olumlu işler yapılmasına karşın henüz istediğimiz noktada değiliz. Doğru önderlikten yoksun olan işçi sınıfının mücadelesinin kısa veya orta vadede yenilgiye veya başarısızlığa mahkum olduğuna birçok kez tanık olduk, oluyoruz. Eğer tüm toplumu kendisiyle birlikte kurtaracak, devrimi sonuna kadar götürecek biricik tutarlı sınıf işçi sınıfı/proletarya ise, o zaman bütün gücümüzü işçi sınıfını devrim için, kurtuluş için, sosyalizm için örgütlenmeye ayırmamız gerekiyor. Haydi fabrikaları kalemiz yapmaya! YDİ Çağrı, 3 Eylül 2008 •
GÜNDEM İktidar dalaşında yeni aşama ve gündeme düşenler. . . . . . . . . . . . ‘Barış’ isteyen, devrim için mücadele etmelidir. . . . . . . . . . . . . . Kadıköy'de Barış Mitingine onbinler katıldı . . . . . . . . . . . . . . . . Devrimciler arasında şiddet kullanımını mahkum ve reddedelim!. . . . . Savaş durdu ama bitmedi! - Rusya / Gürcistan -. . . . . . . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI Desa fabrikasının direnişçi kadın işçisiyle söyleşi. . . . . . . . . . . . . 9 Kadınlardan Emine Arslan’la dayanışma eylemi. . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Limanlardan yükselen ses . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Brillant Baydemirler’de direniş var(dı). . . . . . . . . . . . . . . . . Sınıf bilinçli işçinin TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı? . . . . . . . . . Mücadeledeki işçilerin dayanışmasını destekleyelim. . . . . . . . . . Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . KESK’ten bordro yakma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor . . . . . . . . . . . . Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok! . . . . . . . . . . Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1 EK:3 EK:4 EK:5 EK:5 EK:6 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Hrant Dink’in gerçek katilleri hâlâ gizleniyor! . . . . . . . . . . . . . . 11 PANORAMA Bir G8 Zirvesi daha yapıldı! Toyako / Japonya. . . . . . . . . . . . . . 12 Burjuvazinin çanak yalayıcıları işbaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . 13 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ “Ciğerlerimiz yanıyor”, devlet seyrediyor!. . . . . . . . . . . . . . . . Küresel ısınma: Alarm zilleri çalıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sera gazı salınımı yarıya inecek mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Barajların kullanılması üzerine bir kez daha . . . . . . . . . . . . . . . Çevreden iki örnek. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Suyun ticarileştirilmesine karşı eylem . . . . . . . . . . . . . . . . . .
15 16 16 17 17 17
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin Sorunları Üzerine…. . . . . . . . 18 Tekstil işçileriyle söyleşi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 ÖSS elemeye devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 125 · Eylül 2008 • ISSN 1301-692X125 • Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,00 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.org www.ydicagri.org
• 2
3 5 5 6 7
gündem
İktidar dalaşında yeni aşama ve gündeme düşenler... Eylem planının içinde, “yargının ordunun çizgisine çekilmesi, medyanın yönlendirilmesi, TSK karşıtlarının yıpratılması, kanaat önderlerinin manipüle edilmesi, DTP’nin terörist olarak vurgulanması, Irak’ın Kuzey’inin silahla taciz edilmesi, sanatçı ve yazarlara eserler hazırlatılması” vb. önlemler var.
G
ündemi oldukça yoğun olan bir yaz dönemini geride bırakıyoruz. Yaz oldukça sıcak geçti. Küresel ısınmaya bağlı olarak oluşan aşırı sıcaklıklar, kuraklık her yazın değişmeyen gündem maddesi olacak gibi. Sadece hava değil, gündem de oldukça yoğun ve sıcak idi. Orman yangınları, Ergenekon davası, merakla beklenen AKP’nin kapatma davasının sonuçlanması, Kaf kasya’da gerici savaş, Tuzla’da iş cinayetlerinin sürmesi, sömürünün, çevre talanın, ulusal baskının vb. sürmesi gündemin kimi önemli maddelerini oluşturdu.
Gündeme düşenler… Taraf gazetesi Haziran ayı içerisinde Lahika–1 adlı, genelkurmay belgesi yayınladı. Eylül 2007’de yürürlüğe konan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”, kamuoyunu, “irticacı hareketlerin sorumlusu” olarak görülen hükümete, “milli devlete karşı” olarak nitelenen yeni anayasa paketine, “terörist” olarak adlandırılan DTP’ye karşı TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek ve “topluma öncü olma” rolünü sürdürmek için bir dizi eylem kararını içeriyor. Eylem planının içinde, “yargının ordunun çizgisine çekilmesi, medyanın yönlendirilmesi, TSK karşıtlarının yıpratılması, kanaat önderlerinin manipüle edilmesi, DTP’nin terörist olarak vurgulanması, Irak’ın Kuzey’inin silahla taciz edilmesi, sanatçı ve yazarlara eserler hazırlatılması” vb. önlemler var. Belgenin yayınlanmasının ardın-
dan Genelkurmay yaptığı açıklamada; “TSK Komuta katı tarafından onaylanmış böyle bir resmi evrak veya planın olmadığı”nı söyleyerek bir anlamda kerhen söz konusu belgenin varlığını kabul etti. Tepkilerin yükselmesi üzerine bir hafta sonra internet sitesine konulan bir yazıda, “adı geçen belgenin mevcut olmadığı” açıklandı. Bu belge iktidar mücadelesinde taraf olan Genelkurmay’ın iktidarını korumak, AKP’nin önünü kesmek için, yaptığı diğer şeyler yanında daha neler yapılmasını istediğini, planladığını işaret etmektedir. Belge bilinen bir gerçeğin, bir yanını yazılı olarak ortaya koyuyor. Yürüyen iktidar mücadelesi hukuk tanımıyor. Mücadele içinde her şeyin mübah görüldüğünü gösteren yeterli işaret var. Verilen e-muhtıra, yapılan planlamalar, hizaya çekme çalışmaları vb. bu işaretlerden bazılarıdır.
Devlet içinde devlet, Ergenekon “Ergenekon terör örgütü”ne yönelik olarak sürdürülen operasyonun devamı olarak, 1 Temmuz günü aralarında emekli orgenerallerin, işadamlarının, gazetecilerin bulunduğu 21 kişi gözaltına alındı. Yöneltilen suçlama; “terör örgütü yöneticisi, üyesi olmak, halkı hükümete karşı silahlı ayaklanmaya kışkırtmak” vb. idi. Gözaltına alınan 21 kişiden, aralarında Emek li Orgeneral, Eski Jandarma Genel Komutanı, Atatürkçü Düşünce Dernekleri Genel Başkanı Şener Eruygur, Emekli Orgeneral, Eski 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon, ve Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ünde (Sinan Aygün kısa
bir süre sonra tahliye edildi) bulunduğu 10 kişi tutuklandı. Ergenekon; ne zaman kurulduğundan ve görevinin ne olduğundan bağımsız olarak, AKP’nin hükümet olmasından sonra, iktidar tekelini yitirme tehlikesi bulunan ordu merkezli Kemalist kanatın, iktidarını korumak, AKP’nin iktidar yürüyüşünü engellemek için devlet içinde oluşturulan, süreç içinde kontrolden çıkmış bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz, Eldiven adlı darbe girişimlerinde bulunmuştur. Darbe girişimleri, örgütlenmeleri dışta emperyalistlerin, içeride büyük sermayenin destek vermemesi sonucu başarıya ulaşmamıştır. Başarısızlık darbecileri amaçlarından vazgeçirmiş değildir. Görünen o ki denemeler sürecektir. Huylu huyun vazgeçmeyeceği gibi, darbeciler de darbe heveslerinden vazgeçmiş değiller! Sadece darbe girişimleri değil, suikastlar, bombalama eylemleri, kaos ortamı yaratılarak, darbe ortamının hazırlanması planlanmış, iktidar mücadelesinde sırtı duvara dayanmış olan Kemalist kanadın iktidar tekelinin korunması amaçlanmıştır. Ergenekon örgütlenmesine yönelinmesi, yürüyen iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz. AKP devlet içinde kendi denetiminde olan güçleri kullanarak, kendi iktidarını korumakta, açığa çıkan darbecileri, çeteleri tasfiye etmektedir. AKP darbeciliğe karşı demokrasiyi savunmamaktadır. AKP demokrat bir parti değildir. AKP’nin kendisi de düzen partisidir. Sermayenin çıkarlarına uygun devletin yeniden yapılanmasını istemektedir. Onun yerleşik düzenle çatışması demokrat
olduğu, demokrasi istediği anlamına gelmemektedir. Ergenekon’un kökleri daha derindedir. Şimdi yapılmakta olan, teşhir olmuş, açığa çıkmış kişilerin tasfiyesidir. Ya açığa çıkmayanlar? AKP Hükümetinin bir bütün olarak ‘hukuk’ dışına çıkmış örgütlenmeleri tasfiye etme derdi zaten yoktur. Kendisine karşı yönelen çeteleri tasfiye etmek için AKP devlet içinde kendisi çeteleşmektedir. AKP Hükümetinin Genelkurmay’ı karşısına alarak, emekli paşaları gözaltına alması olası görünmemektedir. AKP Hükümetinin Genelkurmay ile anlaşarak bunu yapması daha olası olandır. Darbeci oldukları açığa çıkan, teşhir olan paşaların temizlenmesi, aynı zamanda ordunun imajını da düzelten, ordunun işine gelen bir operasyondur. Ergenekon davasında 47’si tutuklu 86 kişi hakkında düzenlenen, 441 klasör ekleri bulunan, 2 bin 455 sayfadan oluşan iddianame, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İlk duruşma 20 Ekim 2008 tarihinde yapılacak. Ergenekon Davasında 86 kişi; ''silahlı terör örgütüne üye olmak'', ''silahlı terör örgütüne yardım etmek'', ''cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmak veya görev yapmasını engellemeye teşebbüs'', ''Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı halkı silahlı isyana tahrik'', ''patlayıcı madde bulundurmak, atmak ve bu suçları azmettirmek'', ''Danıştay saldırısına ve Cumhuriyet gazetesine patlayıcı madde atmak suçlarına azmettirmek'', ''devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etmek, kişisel
3
gündem verileri kaydetmek'', ''askeri itaatsizliğe teşvik'', ''halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik'' ve benzeri suçlamalar kapsamında yargılanacak. Ergenekon iddianamesinde, geçmişte yapılan kimi katliamların Ergenekon tarafından yapıldığı iddia edilmektedir. Gazi katliamı, Adapazarı-İzmit-Sapanca üçge-
Anayasa’da öngörülen “devlet yardımından kısmen yoksun bırakılması” cezasının verilmesi yönünde oy kullandı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç kapatma davasının tümden red edilmesi yönünde oy kullandı. Kapatma için gerekli olan 7 oy sağlanamadığı için AKP kapatılmadı. AKP, 11 üyenin 10’unun
ninde Kürt işadamlarının öldürülmesi, Kürt coğrafyasında aslında faili belli olan cinayetlerin işlenmesi Ergenekon’un icraatlarından bazılarıdır. İddianamede ayrıca, Danıştay saldırısı, Atabeyler Çetesi davası, Hablemitoğlu’nun öldürülmesi, Sabancı suikastı, Eşref Bitlis’in öldürülmesi, Cumhuriyet gazetesine el bombaları atılması vb. Ergenekon tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Ergenekon örgütlenmesi içerisinde, darbeci emekli paşalar, asker eskileri, işadamları, gazeteciler, mafya bozuntuları, İP’li sosyal faşistler vb. bulunuyor. Ergenekon örgütlenmesi, süreç içinde AKP hükümetini yıkmak için kontrolden çıktığı, açığa çıktığı ve teşhir olduğu için hedef alındı.
AKP’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiasını kabulü temelinde, son yıl aldığı hazine yardımının yarısından yoksun bırakılması ile cezalandırıldı. Bu durumu Anayasa Mahkemesi başkanı AKP’ye “ciddi bir ihtar” olarak adlandırdı. Bu karar, bir yanı ile ideolojik Kemalist kesim içinde, Kemalistlerin bir bölümünün AKP’yi bütünüyle tasfiye etmenin mümkün olmadığını gördüğü anlamına geliyor. AKP’nin iyice uslandırılıp çizgi içine çekilerek, onunla iktidarı bir türlü paylaşmanın zorunlu hale geldiğini görüyor bu kesim. Aynı zamanda AKP’nin tasfiyesi adına hareket eden bir bölüm devlet çetecisinin giderek kontrolden çıktığının görüldüğü; kontrol edilemez gelişmelerin bir bütün olarak bütün kanatları ile devleti zayıflattığının görüldüğü vb. anlamına da geliyor. Karar ikili niteliği ile AKP’ ye karşı yargısal bir balans ayarı, iktidarı ele geçirme konusundaki mücadelesinde yerleşik iktidarın dokunulmazlarına dokunmama konusunda bir kez daha ‘ciddi uyarı’ anlamını taşıyor. Karar ertesindeki ilk açıklamasında başbakan Erdoğan öncelikle “sorumluluk” a vurgu yaparak bu mesajı aldığını açıkladı. Bu karar egemenlerin iki kanadı arasındaki iktidar mücadelesinin sonu vb. anlamına gelmemektedir. Bu mücadele önümüzdeki dönemde de sürecektir. Bu mücadelede her iki kesim de diğerini tasfiye edebilmek için elinden gelen her türlü çabayı gösterecektir. Ergenekon örgütlenmesine yönelinmesi iki kanat arasında geçici ve zoraki bir uzlaşmanın sonucudur. Bundan sonraki esas çatışma Anayasa değişiklikleri ile tartışmalarda, Anayasa’nın değiştirilmesi sürecinde yaşanacaktır. AKP’nin bu konuda hangi hızla ve hangi yöntemlerle gideceğini önemli
AKP kapatma davası sonuçlandı
4
15 Mart’ta Yargıtay Başsavcısı Ab du r r a h ma n Ya lç ı n k ay a’n ı n AKP’nin kapatılması ve 71 AKP yöneticisine 5 yıl süreli siyaset yasağı getirilmesi istemi ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurusu üzerine başlayan dava süreci 30 Temmuz’da Anayasa Mahkemesi kararı ile sonuçlandı. AKP, kapatılması için gerekli olan beşte üç çoğunluk sağlanamadığı için kapatılmadı. 11 üyeli Anayasa Mahkemesi üyesinden 7’sinin kapatılma yönünde oy kullanması gerekiyordu. Bu olmadı. 6 Anayasa Mahkemesi üyesi AKP’nin iddianamede yer alan “AKP’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği” iddiasına dayanarak bu partinin kapatılması için oy kullandı. 4 üye, “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı olma” iddiasını kabul etmelerine rağmen, dava konusu fiillerin ağırlığına uygun cezanın kapatılma olmadığını savunarak,
ölçüde önümüzdeki genel yerel seçimlerin sonuçları belirleyecektir.
Güngören’de katliam 27 Temmuz tarihinde, İstanbul Güngören Menderes Çıkmazı’nda 10 dakika ara ile patlayan bombalar, doğmamış bir bebekle birlikte 17 kişinin ölümüne, 154 kişinin yaralanmasına neden oldu. Hükümet ve burjuva medya faili hemen buldu, PKK! PKK ise eylemi üstlenmedi. Bombaları kimin koyduğu bir anlamda önemli değil. Önemli olan bombaların kimin işine yaradığıdır. Katliama yol açan bombaları kim koyarsa koysun, bu katliam; darbe planlayanların, darbe ortamı yaratmak isteyenlerin, kaos ortamı yaratmak isteyenlerin, haksız savaşı yürütmek isteyenlerin, iktidarlarını kaybetmek istemeyen güçlerin vb. işine yaradığı ortadadır. Bu açıdan bakıldığında, katliam Ergenekon’un işine gelmektedir. Bombalı saldırıdan kısa bir süre sonra, gözaltına alınanlardan 8 kişinin tutuklanması, İçişleri Bakanı tarafından “olay aydınlandı” açıklaması, saldırı ile ilgili oluşan soru işaretlerini gidermeye yetmedi. 8 kişinin “örgüt üyeliği” ile “yardım ve yataklıktan” tutuklanması, 8 kişinin poliste ve savcılıkta, bombalı saldırı ile ilgili sorgulanmamaları, bombayı koyduğu, “Kandil’den geldiği” açıklanan kişinin yıllardır sigortalı olarak aynı işte çalıştığı vb. cevap bekleyen
sorulardır. Görülen o ki, hükümet jet hızıyla olayın üzerini kapatmak istemektedir. Biz bir kez daha halkın hedef alınmasını, Güngören katliamı kınıyoruz.
İş cinayetleri sürüyor Tuzla tersanelerinde iş cinayetleri sürüyor. Son olarak Gisan Tersanesi’nde filika denemesinde kum torbaları yerine kullanılan 19 işçiden 3’ü yaşamını kaybetti. 16 işçi yaralandı. Bu örnek kapitalist sitemde, ücretli kölelerin, işçilerin hayatına ne kadar önem verildiğini gösteriyor. İşçilerin hayatı, kum torbaları yerine kullanılacak kadar değersiz. Kapitalistler pervasız. Bu gidişe son vermenin yolu, işçilerin bilinçlenmesi, kendi sınıf örgütlerinde örgütlenmeleri,
kapitalist sistemi yıkmalarıdır.
Kurtuluş devrimde! İ k t id a r müc adelesi y ü r üten egemenlerin her iki kanadı da, demokrasi adına konuşarak, sahtekarlık yapıyorlar. Kemalistlerin demokrasi adına savunduğu Kemalist faşist diktatörlüktür. AKP’nin savunduğu “batı tipi – İslam soslu- burjuva demokrasisi”dir. Batı tipi gerici burjuva demokrasi, sonuçta işçileremekçiler üzerinde burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasisinde, demokrasi işçiler ve emekçiler açısından şekilsel olarak var olacak, gerçekte bu demokrasi içinde işçiler emekçiler sömürülmeye, baskı altında tutulmaya devam edilecektir. Burjuva demokrasisinin en gelişmiş biçimlerinin yaşandığı ülkelerdeki demokrasiler, işçi ve emekçiler açısından ancak kötülerin içinde daha az kötü olandır. Burjuva demokrasisi gerçek demokrasi değildir. Biz gerçek demokrasiden, işçilerin, emekçilerin demokrasisinden yanayız. Bu demokrasi ancak işçilerin emekçilerin iktidarında gerçekleştirilebilir. Bu nedenle gerçek demokrasi mücadelesi, işçilerin-emekçilerin iktidarı için mücadele olarak, devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. İşçiler, emekçiler egemenlerin arasındaki iktidar dalaşında, şu veya bu neden ve gerekçeyle, onların şu
veya bu kesiminin kuyruğuna takılmamalı, her iki tarafa da karşı kendi iktidar mücadelesi için örgütlenmeli, kendi bağımsız sınıf mücadelesini yürütmelidir İşçilerin, emekçilerin gündeminde kendi özsel sorunları olmalı. İş, aş, açlık, yokluk, yoksulluk, sendikasızlık, sigortasızlık, işsizlik, iş cinayetleri vb. emekçilerin gündemi olmalı. Sınıf mücadelesinin örgütlenmesi, yürütülmesi, işçilerin emekçilerin egemenlere karşı cevabı olmalıdır. İşçi sınıfı, emekçiler, tüm ezilenler için bu düzende, kurtuluş yoktur! Kurtuluş, gerçek anlamda bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin, sağlanacağı işçilerin, emekçilerin kendi sınıf iktidarlarındadır. Kurtuluş devrimdedir! 14 Ağustos 2008 ✓
gündem
‘Barış’ isteyen, devrim için mücadele etmelidir
B
u sayımızda gazetemizin eski sayılarında yer alan, “Eğrinin doğrusu, doğrunun kavgası” sayfasını yeniden açıyoruz. Bu sayfamızda, burjuvazinin şu veya bu kanadının ne söylediği üzerine değil, -bunu zaten yeterli derecede yapıyoruz- kendine devrimci, sosyalist, komünist diyenlerin görüşlerini okuyucularımıza tanıtıp, onların yanlışları ile polemik yürüteceğiz. 1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşıyor. Bugün ile ilgili çeşitli açıklamalar yapılıyor. Bu açıklamalardan biri de, 20.08.2008 tarihinde “Türkiye barışı için buluşacak” başlığı altında Evrensel gazetesinde yayımlandı. Türkiye Barış Meclisi (TBM) “Ölümlere seyirci kalmamak ve barışın herkes için en onurlu ve insani çözüm olduğunu haykırmak” için herkesi 31 Ağustos’ta İstanbul, Diyarbakır, Adana, Bursa ve Trabzon’da yapılacak 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinliklerine çağırdı. Düzenlenen basın toplantısında, basın metnini okuyan TBM sözcüsü Metin Bakkalcı, “1 Eylül’ün, 2. Dünya Savaşı sonrası “aynı acıların tekrar yaşanmaması” dileğiyle Dünya Barış Günü olarak kabul edildiğini hatırlatarak, emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlerin yeniden “bir daha asla” deme iradesi göstermesi gerektiğini” söyledi. Önce ufak bir hatırlatma yapalım. 1 Eylül Dünya Barış Günü ilan edildiğinde, sosyalizmin kalesi olan Sovyetler Birliği dünyanın en büyük haydutlarından biri olan Hitler
‘Barış’ çağrıcıları ile aramızdaki temel fark şudur: ‘Barış’ çağrıcıları, bu sistemde kimi anayasal reformlarla barış olacağını, geleceğini düşünüyor, propaganda ediyorlar. Biz ise; bu tür barışı çatışmalı ortama göre olumlu bulmakla birlikte, bunun gerçek barış olmadığını, gerçek barışın olabilmesi için bütün sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin devrimle yıkılması gerektiğini propaganda ediyoruz. faşizmini ininde vurarak, onu yerle bir etmişti. Böylece, emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırma planları suya düşmüştü. Bu temelde “barış” isteyen güçlerin, diğerlerine dayatacak bir güçleri vardı. Bugün
barış çağrısı yapanların ne böyle bir güçleri var, ne de güçlü bir sosyalist sistem. “Kürt sorununun”, “silahlı yöntemlerle” bastırılmasına karşı çıkılırken, savunulan ‘barış’ın içeriği, silahların
susması, akan kanın durması, eşit, özgür, barış içinde bir yaşamın güvence altına alınması olarak doldurulmaktadır. ‘Barış’ın içeriğinin bu şekilde doldurulması doğru değildir. İstenilen barış, savaşın sürdüğü ortama göre iyi, olumlu olmasına rağmen, gerçek barış değildir. Gerçek barış için, ulusal baskının, ulusal eşitsizliklerin, savaşın vb. kaynağı olan sistemin devrimle yıkılması mutlak gerekliliktir. Kürt sorunu kimi anayasal değişikliklerle, savaşın bitmesi, Kürt kimliğinin, kültürünün vb. kabul edilmesi ile çözülecek bir sorun değildir. Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Ulusal sorunun çözümü için de, egemen olan devletin devrimle yıkılması gerekliliktir. Yaratılacak olan özgür şartlarda, Kürt ulusu kendi kaderini istediği gibi tayin edecektir. Bizim ‘barış’ çağrıcıları, daha da ileri gidiyor. Metin Bakkalcı şöyle diyor: “Herkes tarafından eşit, özgür ve barış içinde, yaşamını güvence altına alacak köklü bir anayasa değişikliği ve gerçek bir demokratikleşme süreci yerine, sorunları öteleyen bir yaklaşım sergileniyor.” Önce burjuvazinin iktidarı şartlarında, “”eşit özgür” bir yaşamı savunan “ve gerçek bir demokratikleşmeyi” gerçekleştirecek “köklü bir anayasa” dan bahsetmek, işçi ve emekçilerin bilincini karartmaktan başka bir şey değildir. Biz tabiî ki burjuvazinin iktidarı şartlarında da bir takım reformlar için mücadele ederiz, etmeliyiz de. Bunun adını koyar ve emekçileri bu temelde
Kadıköy'de Barış Mitingine onbinler katıldı
31
Ağustos'ta Kadıköy iskele meyadanında gerçekleştirilen barış mitinginde onbinler buluşarak Kürt sorununda demokratik çözüm talebini dile getirdi.
"Türkiye Barışı İçin Buluşuyor" başlığıyla Barış Girişimi tarafından düzenlenen mitinge çoğunluğunu DTP'nin oluşturduğu çok sayıda demokratik ve devrimci oluşumlar ve DTP'li ve ÖDP'li milletvekilleri katıldı. Saat 14.00'de Kadıköy Nautilus önünde toplandıktan sonra harekete geçen kortejler sahile kadar sloganlar atarak yürüdü. Abdullah Öcalan lehine çok fazla slogan atılmasına karşın polisin tutumu genelde çok sert olmadı, miting esas olarak olaysız geçti. Kürsüden yapılan konuşmalarda barış talepleri dile getirildi. Konuşmalar özü itiğbariyle derhal gerçekleştirilmesi istenen düzeniçi bir barışa odaklandı. Yapılan müzik dinlatileri ise kitleyi coşturdu. YDİ Çağrı olarak eylemi içerik olarak reformist ve uzlaşmacı olarak değerlendirmemize rağmen eyleme kortej olarak katılmayı doğru bulduk. Bizim korteje hakim olan düşünce ise "Gerçek Barış Devrimle Gelir" düşüncesiydi. Bu yaklaşım bizi mitingin geneline damgasını vuran reformist yaklaşımdan ayırıyordu.
vaşlara olduğu gibi, sahte barış havariliğine de HAYIR! başlıklı bildirilerimizde, sattığımız gazetelerimizde ve attığımız sloganlarda dile getirdik.
Görüşlerimizi taşıdışımız pankart ve dövizlerde, dağıttığımız Haksız sa-
1 Eylül 2008 ✓ 5
gündem bilgilendiririz. İşçi ve emekçilere, gerçek demokrasi, özgür ve eşit bir yaşamın sosyalizmle mümkün olduğunu anlatırız. Bunun ise ancak burjuvazinin iktidarının işçi ve emekçilerin şiddete dayalı devrimiyle yıkılması ile mümkün olduğunu söyleriz. Gerisi bilinçleri karartmaktır. TBM savunuculularının savunduğu bu görüşler, burjuva demokrasisi çerçevesinde savunulan görüşlerdir. ‘Barış’ çağrıcıları ile aramızdaki temel fark şudur: ‘Barış’ çağrıcıları, bu sistemde kimi anayasal reformlarla barış olacağını, geleceğini düşünüyor, propaganda ediyorlar. Biz ise; bu tür barışı çatışmalı ortama göre olumlu bulmakla birlikte, bunun gerçek barış olmadığını, gerçek barışın olabilmesi için bütün sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin devrimle yıkılması gerektiğini propaganda ediyoruz. TBM basın toplantısına destek veren örgütler şunlar: “K ESK Genel Sek reteri Emir Ali Şimşek, SHP Genel Sekreter Yardımcısı Ertuğrul Şenoğlu, ve TTB Merkez Konseyi üyesi Hülya Biriken ile Halkevleri, ÖDP, EHP, SDP, Sosyalist Parti Girişimi, ESP, 78'liler Girişimi, Devrimci 78'liler Federasyonu ve 10 Aralık Hareketi” (Evrensel, 20.08.2008) 21 Ağ ustos ta r i h l i Ev rensel g a z e t e s i nd e , H a s a n Hü s e y i n Kırmızıtoprak‘ın “Kriz bahanesiyle saldırı hamlesi!” başlıklı bir makalesi yayımlandı. Kırmızıtoprak makalesi-
nin başında haklı olarak; “Kapitalist sistem yarattığı krizi, emekçiler ve yoksul halklar üzerinde korku değneği olarak kullanıp, krizin sorumlusu emekçilermiş gibi faturasını da bu kesimlere kesmektedir.” demektedir. Her dönem yaşanan krizlerde, yoksul emekçiler ve işçilerin hedef seçildiğini belirten Kırmızıtoprak; " T.C . D e vl e t i ’n i n E k o n o m i d e n Sorumlu Devlet Bakanlığını yapan Mehmet Şimşek birkaç gün önce bir konuşmasında ; “Dünyada hakikaten bir yavaşlama var. Önemli bir kredi krizi var. Küresel ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor. Ben size bütün samimiyetimle söyleyeyim, bu noktadan sonra şartlar zorlaşabilir. Bunun yansımaları giderek dalga dalga geliyor. Biz, Türkiye’nin bundan en az etkilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz.” açıklamasına; “Günaydın Mehmet Bey !” demek lazım. Bu ülkenin namuslu ekonomistleri, aydınları, gazetecileri, yurttaşları, emekçileri yıllardır uyguladığınız, IMF ve Dünya Bankası programlarını eleştirmekte ve bu programların ülkemizi bir felakete götürdüğünü haykırmaktadır. Oysa ABD, IMF ve Dünya Bankasına bağlılığa yemin etmiş sizler ve size bağlılığa yemin etmiş, titrinde “Prof.” olan ve kalemlerinden dolar akan sözde ekonomistler, bu programları övüp durdunuz. Her duvara tosladığınızda, çeşitli mazeretler uydurarak, aynı programı cilalayarak uygulamaya koydunuz.” Önce şu bilinmelidir ki, sermaye
uluslararası alanda bütün sınırların ötesine geçerek iç içe geçmiştir. Sermaye bugüne kadar hiç olmadığı kadar güçlü bir dönemini yaşamaktadır. IMF ve Dünya Bankası uluslararası büyük sermayenin çıkarlarını koruyan kurumlardır. Bu bağlamda, sermayenin kökeninin hiçbir önemi yoktur. AB sermayesi, ABD, IMF ve Dünya Bankası’ndan daha iyi değildir. AB sermayesinin bu ülkede hiçte küçümsenmeyecek bir gücünün olduğu ve sömürüde en büyük payı aldığı bilinmektedir. Kapitalizm bir bütün olarak dünyayı felakete götürüyor. Bunu “ülkemiz” ile sınırlamak milliyetçiliğin ta kendisidir. Kırmızıtoprak yazısının sonunda sermayenin saldırılarına karşı şu çözüm önerisini getirmektedir. “Esasında sürekli saldırının hedefinde olan emekçiler ve yoksul halkın ne yapacağı önemlidir. Emek örgütlerinin birleşik bir mücadeleyi örmek için yoğun bir gayret göstermesi gerektiği her dönemden daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Ayrımsız olarak bütün işçileri birleştirmenin dışında bu saldırıları püskürtmek olanaklı değildir.” Sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için “ayrımsız bütün işçileri birleştirmek” önemli. Eğer siz burada durur, görevinizi işçileri yalnız sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için birleştirmek olarak görürseniz yanlış yaparsınız. Devrimciler, sosyalistler işçileri yalnız sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için örgütlemezler, aynı zamanda sermayeyi
Devrimciler arasında şiddet kullanımını mahkum ve reddedelim!
S
6
on bir yıl içinde, çeşitli nedenlerle Partizan’dan ayrışma süreci içerisinde kendilerini “İbocu dönüşüm hareketi” olarak adlandıran, gelinen aşamada Devrimci Dönüşüm adlı bir dergi çıkaran grup, Partizan tarafından şiddete uğradığını söylemekte, yazmakta, tüm devrimci güçleri tavır takınmaya çağırmaktadır. Haziran ayı içerisinde yaşanılan son iki şiddet olayı Devrimci Dönüşüm’ün verdiği bilgiye göre şöyledir: “Yazı işleri müdürümüz Neslin Çağlar Kılınç PARTİZAN faaliyetçilerince pusuya düşürülmüştür. 07 HAZİRAN SAAT 11:15'de PARTİZAN pusu eyleminde yazı işleri müdürümüz Altınşehir semtinde, Bayram Tepe yol ağzında Partizanın çeteci saldırısında başından aldığı darbelerle yere düştükten sonra tekmelenerek boynundan, başından, sırtında ve vücudunun çeşitli yerlerinden darp edilmiştir. Yoldaşımızı darp edenler aynı zamanda sözlü tehditlerde bulunmuştur. Yazı işleri
müdürümüzün devrimci sorumluluk gereği kesinlikle karşılık vermemiştir. Partizan pususu Partizan tabanından kişilerde de tepki yarattı. … Tüm devrimci güçleri ve ileri kitleyi partizanı kınamaya ve çeteci politik çizgisini terk etmediği sürece tecrit etmeye çağırıyoruz.” (www. devrimcidonusum.net) “07.06.20 08 g ünü (dün) saat 20:00'de Partizan tarafından 2 okurumuz saldırıya uğramıştır. 1 Mayıs mahallesinde bir demokratik kuruma protokol bırakmak için giden yoldaşlarımız kurumda yapılan etkinliğe denk gelince etkinliğe katılmıştır. Partizanın alanda yoğunlaşmasını fark eden yoldaşlarımız DHP'li dostların gözleminde alandan çıkmaya çalışmıştır. 30 civarı kişiyle 2 okurumuza yönelik gerçekleştiren saldırıda araya giren DHP'li dostlardan da bazıları saldırı esnasında Partizan şiddetine maruz kalmıştır. DHP'li dostlardan ve çevrede bulunan diğer siyasetlerden gözlemci olmalarını talep eden yoldaşlarımız DHP'li dostlar
dışında gerekli duyarlılığı görememiştir. Sopalı, taşlı, silahlı saldırıda yoldaşlarımıza silah çekildiği anda silah tutukluk yapmıştır. Saldırı esnasında yoldaşlarımız dernek binasına geri dönerken derneğin kapısı zorlanarak dost demokratik dernekte basılmıştır. Dernek içinde şiddete devam edilmiştir. DHP'li dostlara da tehditte bulunan Partizan dün yazı işleri müdürümüzden sonra bu saldırısıyla çeteci şiddetin dozunu artırmada ısrarcı olduğunu göstermektedir. Yaşanan saldırılar 1 yıldır ısrarla dile getirdiğimiz gerçekliği ispatlamaktadır. Durumun vahametini görmek için yoldaşlarımızın katledilmesi beklenilmemelidir” (www. devrimcidonusum.net) Burada anlatılanlar eğer doğru ise hiçbir şekilde tasvip edilemez. Nedeni ne olursa olsun devrimciler arasındaki şiddet kullanımı, devrimcilere zarar vermekte, karşıdev r i me h i zmet et mek ted i r. Devrimciler arasında çıkan sorunlar
devrimle alaşağı etmek için örgütlemeli, sosyalist bilinci işçilere taşıma görevi ile hareket etmelidirler. Bunun yapılmadığı yerde yalnızca sınıfı sermayenin saldırılarına ve anti demokratik uygulamaları ile bilinçlendirip, orada durursanız bir reformist olmanın ötesine gidemezsiniz. Bir reformist kişi ve örgüt için, reform için mücadele her şey iken, devrimci ve komünistler için, reform devrime tabii ve onun için bir araçtır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınları ekonomik, demokratik talepler doğrultusunda örgütleme hedefini görev olarak önümüze koymaz, bu temelde bilinç taşıyıp örgütlemezsek, bir reformist olarak kalmaktan kurtulamayız. 24 Ağustos 2008 ✓
barışçıl yollarla çözülmelidir. Buradan Partizan ve Devrimci Dönüşüm’e sesleniyoruz: Kendi aranızda çözemediğiniz sorunları, sizlerin güvendiği devrimci güçler içinde belirlenecek insanlardan oluşan bir komisyon tarafından sorunların ele alınmasını, bu komisyonun sizleri dinleyerek, gerekli belgeleridelilleri toplayarak değerlendirmesini ve bu değerlendirme sonucu alınacak karara uymanızın çözüm için kaçınılmaz bir araç olduğunu düşünüyoruz. Partizan’a sesleniyoruz! Devrimci dönüşüm okurlarına karşı kullandığınız şiddete son verin. Devrimci Dönüşüm ile olan sorunlarınızı barışçı yollarla çözün! Devrimci örgütler tarafından devrimcilere, gerek kendi içinden ayrılan insanlara ve gerekse başka siyasi yapılara karşı uygulanan şiddet, işçi ve emekçi halk yığınları üzerinde devrimcilere karşı güvensizlik duyulmasının önemli bir sebebidir. Biz YDİ Çağrı olarak ilkesel olarak devrimci gruplar, partiler ve insanlar arasında şiddet kullanımını reddediyoruz. Bu vesile ile, bir kez daha tüm devrimci grupları, devrimci gruplar arasında şiddet kullanımını ilkesel olarak reddetmeye çağırıyoruz. 4 Temmuz 2008 ✓
gündem
Savaş durdu ama bitmedi! - RUSYA / GÜRCİSTAN -
7
Ağustos’u 8 Ağustos’a bağlayan gece Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı ile başlayan, Rusya’nın Gürcistan’a yönelik şiddetli yanıtıyla genişleyen “sıcak” savaş, 12 Ağustos tarihinde ilk tavrımızı takındığımızda hâlâ son bulmamıştı. AB Dönem Başkanı olarak Fransa Başkanı Sarkozy’nin tarafları ateşkese ikna etme konusundaki çabası sürüyordu. Sonuçta tarafların görüşmelere başlamasının ön koşulu olarak görülen anlaşma metnindeki kimi değişikler sonrasında, şimdilik çatışmalar durduruldu. Böylece sözkonusu savaş kimine göre beş, kimine göre de altı-günlük savaş olarak bitmişti… Savaşın kaba bilançosu bile gerici, karşıdevrimci savaşların halklara yıkımdan başka bir şey getirmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Binlerce ölü ve yaralı, onbinlerce insanın yerinden, yurdundan edilmesi, yüzbinlerce insanın yaşam ortamının ortadan kaldırılması… bir haftayı bile doldurmayan ve genel değerlendirmede şimdilik “küçük” bir savaş olarak değerlendirilen savaşın kimi sonuçları. Somut savaş bir hafta içinde son buldu ama “küçük ” görünen bu savaş, gerçekte Irak işgali sonrası dönemden bu yana uluslararası düzeyde çok yönlü çıkarları, hesapları, çelişkileri ve dalaşı içeren; bunun da ötesinde yeni çatışmalara zemin hazırlayan ve bu bağlamda Irak işgalinden de daha çok emperyalistler arası çelişkileri, çatışmalara döndürme potansiyelini içinde barındıran, çok aktörlü önemli bir savaştır.
SAVAŞIN BİR YÜZÜ… Bu savaşta, savaşın kendisiyle birlikte sözkonusu olan ve emperyalistlerce kullanılan sorunun başında ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı ve buna karşı nasıl yaklaşıldığı sorunu öne çıkmaktadır. Savaşın kendisi bağlamında ise öne çıkan esasta iki yöndür: Somut savaşı kimin başlattığı ve nasıl yürüdüğü ile savaşın çıkmasını körükleyenlerin, perde arkası hesapların neler olduğudur. Birinci yönünü anlatmak için fazla yazmaya gerek yok. Gürcistan Güney Osetya ve Abhazya’yı kendi kontro-
Somut savaş bir hafta içinde son buldu ama “küçük” görünen bu savaş, gerçekte Irak işgali sonrası dönemden bu yana uluslararası düzeyde çok yönlü çıkarları, hesapları, çelişkileri ve dalaşı içeren; bunun da ötesinde yeni çatışmalara zemin hazırlayan ve bu bağlamda Irak işgalinden de daha çok emperyalistler arası çelişkileri, çatışmalara döndürme potansiyelini içinde barındıran, çok aktörlü önemli bir savaştır. lüne almak için yıllardır yaptığı askeri olarak güçlenme hazırlığını yeterli sayıp ve Rusya’nın şiddetli yanıt vermeyeceği hesabıyla fırsatın geldiğini düşünmüş ve Güney Osetya’nın ilhakına karar vermiştir. Hesabında yanılmıştır. Rusya’nın, çoğunun Rus kimliğini taşıdığı Güney Osetya’yı Gürcistan’a yem yapmayacağı başlatılan savaşla da isbatlanmıştır. Bu arada Abhazya da Gürcistan’ın saldırılarına en azından Güney Osetya kadar maruz kalmadan karşı saldırılara başlamış, kimi yerleri Gürcistan ordusunun işgalinden kurtarmıştır. Rusya’nın saldırıya geçmesinden üç gün sonra Gürcistan Başkanı Saakaşvili pes ettiklerini açıklayıp ateşkes çağrısında bulunmuştur. Daha sonra Saakaşvili yanlış hesap yaptığını, Rusya’nın Gürcistan’a saldırmayacağını düşündüğünü açıkladı. Sıcak savaş durduruldu ama ateşkes sonrası görüşmelere başlanması için geçen süreçte her an savaşın yeniden başlamasının mümkün olduğu bir durum yaşandı, yaşanıyor. Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’yı askeri kuvvetle de olsa kontrolü altına alma, “toprak bütünlüğünü yeniden” sağlama siyasetinin, somut savaşa dönüşmüş olması, Abhazya ve Güney Osetya yönetimlerinin formalite icabı da olsa yeniden Rusya’dan bağımsız devlet olarak tanınmalarını talep etmesini beraberinde getirdi. Rusya ise özellikle batılı emperyalistlerin Kosova bağlamındaki tavrının karşılığını verme ortamına kavuşmuş olarak; Abhazya ve Güney Osetya’nın talebi önce Federasyon Konseyi ve Duma onaylandı, ardından da Başkan Medvedev
tarafından imzalanarak kabul edildi. Böylece Rusya kendisine bu konuda yönelen tüm eleştiri ve uyarıları hiçe sayarak Batılı emperyalistlere de rest çekti. Rusya’nı n bu k a ra r ı asl ı nda Abhazya ve Güney Osetya için var olan durumun kabulüdür. Ama uluslararası düzeyde özellikle Rusya ile Batılı emperyalistleri, aynı zamanda bu emperyalistlerin savaş aracı olan NATO’yu karşı karşıya getirdi. Bu durumda savaşın Rusya ile Gürcistan sayfasının kapandığı söylenemez. Tersine, bu savaşın kısa sürede bitmeyeceği –anda sıcak savaş yürümese de, gerçekte savaş durmuş ama bitmemiştir– ve hatta Batılı emperyalistlerin tavrına bağlı olarak genişleme ihtimali olan bir gelişme süreci içindeyiz. Savaşın bu yüzü bağlamında yapılacak kısa tespit: Hem savaşı başlatan Gürcistan’ın, hem “vatandaşlarını koruma” vb. adına saldırıya geçen Rusya’nın, hem de Rusya’ya karşı Gürcistan’ı destekleyen Batılı emperyalistlerin demokrasi ve özgürlükten, halkların kaderini tayin hakkından vb. bahsetmelerinin büyük bir sahtekârlık olduğudur. Savaşı kimin başlattığı açıktır: Görünürde, ya da pratik olarak Gürcistan, perde arkasında başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler ve aynı zamanda Gürcistan’a ordunun doğrudan eğitimini de içeren biçimde askeri destekte bulunan ve silah satan İsrail ve Türkiye de bu güçler arasındadır. Türkiye, NATO üyesi olarak da bu savaşın tarafıdır. Rusya ise Gürcistan’ın saldırısını kullanmıştır. Savaşın haklı ya da haksız savaş
olarak değerlendirilmesinin temel ölçüsü ise, savaşın kimin başlattığı ölçüsü değildir. Bu savaş haksız, gerici bir savaştır –Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık taleplerinin haklı talepler olması gerçeği de bunu değiştirmiyor. Bu savaşta ne Gürcistan’ın ne de Rusya’nın savunulacak, ya da desteklenecek hiç bir yanı yoktur.
SAVAŞIN DİĞER YÜZÜ… Savaşın çıkmasını körükleyenlerin kimler ve perde arkası hesapların neler olduğu sorusuna verilecek yanıtlar savaşın diğer yüzünü oluşturuyor. Burada diğer yüzü olarak ifade ettiğimiz şey, aslında savaşın gerçek kışkırtıcılarının, üzerini örtmeye çalıştıkları ve geniş kamuoyunca görünmeyen, dünyayı paylaşım dalaşındaki çıkarları, hesap ve çelişkileridir. Bunlar ise gerçekte savaşların kaynağıdır. Görüntüye değil de savaşların kaynağına karşı mücadele ise emperyalist sistemin ortadan kaldırılması mücadelesi olmak zorundadır. Yoksa haksız, gerici, karşıdevrimci savaşların sonu gelmez… Kısa kısa tespitler halinde ifade edersek, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılmasından sonra özellikle Batılı emperyalist güçlerin ama genelde dünya çapında emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşımı için dalaşı gündeme gelmiştir. Şu ya da bu ülkenin kalkınmışlığının, tabii ki özellikle rekabet gücünün temeli olan ekonomik güçlülüğün garantilenmesi ve büyütülmesi diğer bir çok şeyin yanısıra enerji kaynaklarına sahip olmakla doğrudan ilintilidir. Bu bağlantı nedeniyle de geçen yüzyılın başından beri genelde yeraltı kaynakları üzerine, özelde de petrol ve doğal gaz üzerine dalaş ve savaşlar sürmektedir. SSCB’nin dağılması sonrası süreçte Rusya’nın özellikle ekonomik olarak zayıflaması, siyasi olarak açık kapitalist sisteme geçmenin sancılarını yaşaması, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin Kafkasya ve Türki cumhuriyetlere yönelik nüfuzunu sağlama siyasetini kolaylaştıran et-
7
gündem menler arasındaydı. Bu süreçte Rusya her ne kadar rahatsız olsa da sesini fazla çıkaracak durumda değildi. Bu süreçte en azından Bakü-TiflisCeyhan petrol boru hattına bağlı olarak enerji kaynaklarının bir bölümü ABD’nin ve Batılı tekellerin eline geçti. Putin başkanlığındaki Rusya yeniden emperyalist dalaşı açıkça yürütebilecek duruma geldi. Çin ise hem ABD’yi hem Avrupalı emperyalistleri hem de Rusya ve Japonya’yı da korkutan bir rakip olmaya başladı. Doğu Bloku’nun dağılması sonrasındaki süreçte ortaya çıkan uluslararası durum ve gelişmeler, kimi gelişmekte olan ülkelerin de –Çin’in emperyalist güç haline gelmesi dışında– belli ölçülerde “söz sahibi” olmaya başladıklarını gösterdi. Bu gelişmelerin sonucu, dünyanın yeniden paylaşımı için dalaşta, dalaşan güçlerin sayısının çoğalmasıydı. Dalaşanların sayısının çoğalması, aynı zamanda çok yönlü çıkarların, çelişkilerin ve hesapların varlığının da çoğalması anlamına geliyor. Bu dur u mu Ka f kasya ya da Gürcistan’a uyarladığımızda ise karşımıza kısaca şöyle bir tablo çıkmaktadır: Özellikle ABD’nin başını çektiği ve ilk önce Gürcistan’da gerçekleştirilen “kadife devrim”le Başkanlık yolu açılan Saakaşvili açıkça ABD’nin “iyi çocuğu” olarak Gürcistan’ın yönünü Batıya çevirmiştir. Bu tavır içinde Saakaşvili Başkanlık görevini devralırken Abhazya ve Güney Osetya’yı her türlü aracı kullanarak Gürcistan’ın parçası haline getirmeye söz vermişti. Buna uygun olarak da fırsat bekliyordu. ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler –kendi aralarındaki çelişkilere rağmen– Rusya’yı zayıflatma ve nüfuz alanlarını elinden alma siyaseti temelinde Saakaşvili’yi
kullanılması askeri olarak düşünülürken, ekonomik olarak da anda var olan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattını kullanmanın ötesinde Gürcistan’ın, petrol ve doğal gaz kaynaklarını ele geçirmede sıçrama tahtası olma hesapları da bu desteğin karşılığı içindedir. Bu hesaplar ise –tutup tutmayacağından bağımsız olarak– Rusya ile karşı karşıya gelmeyi göze almadan yapılacak hesaplar değildir. A B D ’n i n P o l o n y a v e Ç e k Cumhuriyeti’ne yerleştirmeyi planladığı füze kalkanı ve roketler bağlamında Rusya ile zaten karşı karşıya gelinmiştir. 2007 yılı başlarında Almanya’nın Münih kentinde yapılan NATO Güvenlik Konferansı’nda Putin’in yaptığı konuşma bu durumu açıkça ortaya koyuyordu. Bu yıl Nisan ayında Bükreş’te yapılan NATO toplantısında ise NATO ile –yine başını ABD’nin çektiği kesim ile– Rusya, Ukrayna ile Gürcistan’ın NATO’ya alınması konusunda karşı karşıya gelmiştir. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa başta olmak üzere kimi NATO üyesi devletlerin tavırları sonucu Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınmaları ertelendi ama sorun ve çelişki ortadan kalkmadı. Bu arada Rusya’yı kızdıran bir başka gelişme ise, Kosova bağlamındaki Batılı güçlerin tavrıydı. Kosova Sırbistan’dan koparılmıştı… Rusya ise protesto tavrı takınmaktan başka bir şey yapabilecek durumda değildi. Çeçenistan sorununda Batılı güçlerin sesleri kesilmişti. Ama Rusya, Abhazya ve Güney Osetya’nın birçok kez dile getirdiği bağımsız devlet taleplerine karşı Gürcistan’ın tavrını kullanarak bir nevi Kosova’nın intikamını almak için fırsat kolluyordu. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması Rusya’ya bu fırsatı verdi. Gürcistan ile savaş, Rusya’nın SSCB’nin dağılmasından sonra
vaşa başla” denmese de, kamuoyuna yansıyan veriler bu savaşın perde arkasındaki esas gücün ABD emperyalizmi olduğunu göstermektedir. 7 Ağustos tarihinden bir hafta önce ABD ile ortak yapılan askeri tatbikat ve tatbikattan hemen sonra, tatbikata katılan Gürcü ordusunun garnizon yerine Güney Osetya’ya saldırmak için sözkonusu bölgeye gitmesi gerçeği de, bu savaşın askeri olarak ABD tarafından hazırlandığının, en azından ama desteklendiğinin göstergelerinden biridir. AB içindeki kimi emperyalist güçler –kendi çıkar ve hesapları gereği– hem Rusya’ya karşı özellikle NATO çerçevesinde tavır takınırken, hem de ABD emperyalizmi kadar açık saldırgan olmama, tehditlerden çok uyarı yapma gibi tavırlarla kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Bunu Türkçeye çevirirsek, ABD ve Rusya arasındaki dalaşta ne kadar yararlanabileceğinin hesabını yapmaktadırlar. Pratik olarak Gürcistan’ın NATO’ya alınması meselesi Aralık ayında yapılacak NATO toplantısında gündeme gelecektir. Savaşın diğer yüzü bağlamında söylenecek sonuç: Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırarak başlattığı savaş, gerçekte ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler ile Rus emperyalizmi arasındaki savaşın yerel ayağıdır.
KARADENİZ ISINIYOR!
8
desteklemektedirler. Bu destek hem siyasi, hem ekonomik hem de askeri destektir. Kuşkusuz ki bu desteğin karşılığı vardır. Gürcistan’ın uzun vadede Rusya’ya karşı bir üs olarak
komşu bir ülkeye karşı yürüttüğü ilk savaş olma özelliğiyle de önemlidir. ABD emperyalizminin desteği olmadan Gürcistan bu savaşa yeltenecek durumda değildi. Açıkça “sa-
Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş durdu ve savaş öncesi statüye geri dönmek için pazarlıklar bitmedi… Sarkozy’nin arabuluculuk yaptığı ateşkes anlaşması, basına yansıdığı kadarıyla altı maddelik bir anlaşma. Buna göre –farklı yorumlansa da– Rusya kimi güvenlik önlemleri alma hakkına sahip olmuştur. Rusya ordu güçlerini Gürcistan’dan çekti, fakat sözkonusu anlaşmayı göstererek Güney Osetya ile Gürcistan arasında 7 (yedi) km. genişliğinde bir güvenlik koridoru oluşturduğunu açıkladı. Sıcak savaş sonrası dönemin pazarlıklarına başlama ve bu pazar-
lıkta bölgeye daha fazla yerleşebilme hesapları, Batılı emperyalistleri harekete geçirdi. Hepsinin sakız gibi çiğnediği konular “insan hakları”, “demokrasi”, “uluslararası hukuk” vb. vb. konulardır. NATO toplantısında Rusya’ya karşı takınılan tavır ABD emperyalizminin istediği gibi bir tavır olmasa da, NATO-Rusya Konseyi çalışmaları donduruldu. NATO-Gürcistan Konseyi oluşturma kararı alındı. “İnsani yardım” adına Karadeniz’e savaş gemilerinin gönderilmesi ise açıkça Rusya’ya yönelik tehdit konumundadır. (Bu arada ABD ile Rusya arasında ortak tatbikatın iptal edildiği, Rusya’nın G8 grubundan çıkarılması ve Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasının engellenmesi tavrının sürmesi yönlü tavırlar ve bunlara karşı Rusya’nın restleri dalaşın sertleşmesinin kimi görüntüleri durumundadır.) Bu adımları, Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını kabul etmesiyle daha açık savaş tehditlerinin gündeme geldiği, giderek daha çok savaş gemisinin Karadeniz’e gönderildiği adımlar izledi, izliyor. Bu yazı yazılırken Rusya açıkça sözkonusu gemilerin takip edildiğini, Montrö Anlaşması uyarınca 21 gün sonra Karadeniz’i terk etmedikleri durumda esas sorumlunun Türkiye olacağını açıklıyordu. Batılı güçler ise daha sert açıklamalar ve tehditler savururken, Karadeniz’e de NATO’ya bağlı daha çok savaş gemisinin gönderilmesi planlanmaktadır. Türkiye’de kimi siyasetçiler ya da köşe yazarları Montrö Anlaşması’nın gözden geçirilmesi üzerine tartışsa da, somut olarak Karadeniz’in giderek ısındığı gerçeğini, NATO ile Rusya arasında bir sertleşmenin varlığını ve bunun aynı zamanda savaşa dönüşme olasılığını ortadan kaldırmıyor. Gelişmelerin somut olarak nasıl bir yol izleyeceğini birlikte göreceğiz. Açık olan şey bölgenin patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi gelişmelere gebe olduğudur. 27 Ağustos 2008 ✓
yeni kadın dünyası
Desa fabrikasının direnişçi kadın işçisiyle söyleşi
B
iraz kendinden bahseder misin? Kaç yaşındasın? Kaç yıldır Desa Deri’de çalışıyorsun? Ne zamandır direniştesin? Ben Emine Arslan, 44 yaşındayım. 2000’den bu yana yani 8 senedir burada çalışıyorum. Ne zamanki sendikaya üye oldum ve arkadaşlarımı sendikaya üye yapmaya çalıştığımı işveren öğrenince, işçileri sendikamla buluşturduğumu öğrenince “hata yapıyorsun” vs. gibi bahanelerle işime son verdi. İhtar yazdı bana. 8 senedir hata yapmıyordum, o gün hata yapar oldum çünkü sendika çalışması yaptığımı öğrendiler. Aynı günde iki sefer üst üste hata yaptığımı söyleyerek işime son verdi. Şimdi 3 Temmuz’dan bu yana buradayım. Bugün direnişimin 51. günü. Bu fabrika ne üretiyor? Senin işin neydi? Çalışma koşulları, ücret vs. nasıl? Burası deri üzerine. Deri mont, çanta, cüzdan kemer, kürk vs. Yani deri üzerine her şey dikiliyor burada. Ben ara kontrolcü idim. Desa Deri yaklaşık 36 yıllık bir işletme. Yurt içine olduğu gibi daha çok yurt dışına ihracat yapıyor. İhracat yaptığı ülkelerin başında İtalya geliyor. Ayrıca Marks&Spencer, Niole Fahri, Mulbery ve El Cortes İngles gibi uluslararası markalara da dikiliyor Desa Deri’de. Asgari ücretle çalıştırılıyoruz. Benim maaşım 8 yıldır asgari ücretin üzerine çıkmadı. Çalışma koşulları ise, sabah 8.30’da girersin buraya. Akşam artık en erken saat 10 olur. Onda çıkamazsan ertesi gün akşama kadar devam çalıştırılırsın. Öyle günler oluyor ki 36 saat durmadan devam çalıştırılıyoruz.
ayrıca 500’ün üzerinde işçi çalışıyor ve bunların yaklaşık 100 tanesi kadın işçi. Erkek ağırlıklı bir işyeri. İşveren neden diğer sendikalı işçileri değil de seni işten attı? İçeride sendika üyesi arkadaşlarım var fakat dediğim gibi ben sendika çalışması yürüttüğüm için, arkadaşları evime toplantıya buyur ettiğim için işten atıldım. Geleceğim deyip de gelmeyen bir arkadaşım tarafından ispiyon edildim. Bu yüzden ilk önce beni koydu kapıya. İşverenin insan kaynakları ile görüştüm ve onlara beni performans düşüklüğü nedeniyle değil sendika faaliyeti yürüttüğüm için işten attıklarını ve bunları kabul etmediğimi söyledim. Bu zamana kadar hata yapmıyordum da şimdi mi hata yapar oldum dedim. Bana kendilerinin söylediği bir işi olduğu gibi yapmış olmama rağmen bana bunu yanlış yaptın dediler. Ben de kendilerinin bana böyle yap dediklerini söyleyince, bir üstüne cevap verdin, karşı geldin diyerek bana ihtar tuttular. Şu anda yasal süreç
tanağı imzalattırmaya çalıştı. Ben de hayır dedim. Bana çalışmak için iş veriyor musun, hak veriyor musun dedim. Yok dediler. Benim 8 senem duruyor. Haziran maaşım duruyor, 144 saatlik mesai duruyor. İki senelik izinim duruyor. Hiç birini vermedi bana. Daha sonra burada iki gün bekledikten sonra o günün akşamı ‘haydi gelin anlaşalım’ diye telefon üzerine telefon geldi. Eşim kızım ve ben üçümüz geldik. Bana 8 senelik tazminatımı veriyor. Artı sen söyle dedi. Pazarlık ediyor benimle. Artı sen söyle diye. Ben de onlara ‘bana bugün yaptığınızı yarın onlara da yapacaksınız. Ben içerideki arkadaşlarımı ve sendikamı satamam dedim. Bu parayı kabul etmiyorum. Ben çalışmak istiyorum dedim ve çıktım. Benim talebim sendikalı olarak işime geri dönmek ve çalışmak. Direnen tek kişi olarak ve üstelik bir kadın işçi olarak ne gibi zorluklar yaşıyorsun? Aslında hem ailemin hem de komşularımın ve çevremin tam desteğini
Ben umutluyum. Döneceğim diye bekliyorum. Fakat dönemesem de en azından içerideki arkadaşlarım ve dışarıdaki duyarlı insanlar haklı olduğumu bilsin. Örneğin benim bu direnişim sayesinde içeride bir çok şey değişti. Mesela içeride yemek biraz düzelmiş. devam ediyor. Sendikanın avukatına vekalet verdim. İşe iade davası açıldı. Bölge Çalışma Müdürlüğüne bildirdik.
İçerideki işçilerin sana yaklaşımı nasıl? Özellikle kadın işçiler bu direnişini nasıl karşılıyorlar?
Basından takip ettiğimiz kadarıyla patron direnişten vazgeçirmek için sana değişik vaatlerde bulunmuş. Bunları biraz anlatır mısın?
İşçiler destek sunmaya çalışıyorlar ama patron buraya direnişimin 2. günü Mobese kamera koydu ve buradan geçen, bana selam veren, benimle konuşmaya çalışan arkadaşlarımı içeride sorguya çekiyorlarmış. O yüzden korkudan yanıma gelemiyorlar. Mesela mahallede evine giden işçinin peşine bir gözcü takıyorlar. Arkadaşlar bu gözcünün korkusundan bizimle konuşamıyorlar. Burada
Başta beni beş kuruşsuz kapıya koydu. Ben de aynı akşam sendikamı aradım. Sendika temsilcileri ile ertesi gün fabrikanın kapısında buluştuk. Sendikacılar Emine ablayı işten çıkarmışlar, sebep ne, görüşebilir miyiz acaba diye sordular kapıdaki güvenlikçilere. Ondan sonra içeri haber gitti ve beni içeri çağırdılar. Hala bana insan kaynaklarından sorumlu kişi hata yaptığıma dair tutulan tu-
alıyorum. Direnişte olduğum bu fabrikanın önünde de devletin kollwuk güçleri dışında buradan kalk git vs. diye kimse bir şey söylemedi. Bu işi bilen, duyarlı olan herkes beni destekleyerek arkamda olduklarını söylüyorlar. Şu anda 51 gündür kötü bir olayla karşılaşmadım. Bu direnişinin başarı şansı nedir sence? Sendikalı olarak tekrar işine dönebileceğini düşünüyor musun? Ben umutluyum. Döneceğim diye bekliyorum. Fakat dönemesem de en azından içerideki arkadaşlarım ve dışarıdaki duyarlı insanlar haklı olduğumu bilsin. Örneğin benim bu direnişim sayesinde içeride bir çok şey değişti. Mesela içeride yemek biraz düzelmiş. Ya da kesimhanede ça-
lışanların maaşları bizden daha yüksekti fakat bu bordrolarında asgari ücret olarak geçiyordu. Bankaya asgari ücret yatıyordu. Diğeri elden veriliyordu. Şimdi net gösteriliyormuş. Bazı şeyler benim sayemde düzeliyor yani. İçerideki arkadaşlarımın şunu düşünmeleri lazım: Bu durumda bile bir sürü şey değişebiliyorsa ileride sendikalı olarak çalıştığımızda çok daha büyük faydalarının olacağını görmeleri lazım. Bu işyerinde şimdiye kadar bir sendikalaşma girişimi ya da direniş oldu mu? Yoksa bu bir ilk olarak seninle mi başladı? Bu kadar açık bir şekilde ilk defa benimle ortaya çıktı. Daha önce de girişimler oluyordu. Üç beş arkadaş biraraya gelince hemen ispiyonlanıyordu. Patron yalakası maalesef çok. Ve bu insanlar tespit edilip her seferinde kapının önüne konuldular. Fakat kimse gelip de benim gibi bu cesareti gösteremedi. Duramadılar. Sendikanın sana desteği nasıl? Düzce’de şu anda direnişte olan diğer işçi arkadaşlarla ilişkin nasıl? Sendikamız maddi, manevi her şekilde bizim yanımızda. Bizi destekliyor. Düzce’deki arkadaşlarımızla da diyalog içindeyiz. Ben onları ziyarete gittim. Onlar beni ziyarete geldiler. Ve ileriki günlerde birlikte çeşitli etkinlikler yapmayı planlıyoruz. 10. Bir kadın direnişçi olarak kadın işçilere söylemek istediğin bir şey var mı? Öncelikle işçi olarak kendi haklarını öğrenmekten başlamaları gerektiğini düşünüyorum. Bu çok önemli. Sendikanın ne demek olduğunu öğrenmeli ve sendikalı olmak için mücadele yürütmeleri gerektiğini söyleyebilirim. Öbür türlü köle gibi çalışıyoruz. Esir kampı gibi. Evi otel olarak kullanıyoruz neredeyse. Vücudun dinlenmeden tekrar işe geliyorsun. Bende ha bugün düzelir ha yarın düzelir, yok eve yakın diye diye çektim. İlk dokuz ay sigortamı bile yapmadılar. Sigortacılar gelince bizi kışın ortasında buz gibi çatılara kilitliyorlardı. Ya da arka kapıdan sürü gibi dışarı atıyorlardı. İşçilerin bunları yaşamamaları için mücadele etmeleri gerektiğini düşünüyorum. 22 Ağustos 2008 ✓
9
yeni kadın dünyası
Kadınlardan Emine Arslan’la dayanışma eylemi İstanbul’da ve İzmir'de çeşitli kadın örgütleri “Desa Direnişiyle Dayanışma Kadın Platformu” adına biraraya gelerek bir basın açıklaması düzenlediler. İSTANBUL
S
efaköy’deki Desa Deri fabrikasının önünde sendikalaşmak istediği için işten atılan Emine Arslan elli günü aşkın bir süredir direnişine devam ediyor. Desa fabrikasında ilk sendikal çalışmayı başlatan kadın işçilerden biri olan Emine Arslan ile dayanışmak ve mücadelesinde yalnız olmadığını göstermek için İstanbul’da çeşitli kadın örgütleri “Desa Direnişiyle Dayanışma Kadın Platformu” adına biraraya gelerek bir basın açıklaması düzenlediler. Daha önceki günlerde yine
şarıda çalışırken hem de evde görünmeyen emek verdikleri, Desa fabrikasında kreş ve emzirme odalarının olmadığı, kadınların en ağır işlerde çalışırken de usta ve yöneticilerin erkek olduğu dile getirildi. Türkiye’de erkek egemen kapitalist sistemin kadınların sömürüsünü daha da derinleştirdiğini, tüm çalışanların sosyal hakları kısıt-
İstanbul Sefaköy’de Emine Arslan’ın yanında biz kadınlar da varız.” denilerek ‘Desa işçileriyle kadınlar dayanışıyor, Novamed’de kazandık, Desa’da da kazanacağız, kapitalizme hayır, sendika anayasal haktır’ yazılı dövizlerin yanısıra erkek egemen kapitalist sitemi teşhir eden ve kadın dayanışmasının vurgulandığı sloganlarla eylem sona erdirildi.
İZMİR
D
10
kadınlar tarafından fabrika önünde ziyaret edilen Emine Arslan’ın da hazır bulunduğu basın açıklaması yaklaşık 100 kadının katılımıyla 23 Ağustos’ta Taksim Beyoğlu’ndaki Desa mağazasının önünde gerçekleştirildi. Emine Arslan’ın yanısıra milletvekili Sebahat Tuncel’in de katıldığı eylemde şunlar dile getirildi; “Kadınlar olarak sendikal faaliyet nedeniyle işten atılan Desa İstanbul fabrikası önünde 52 gündür direnen Emine Arslan’ın ve 5 Mayıs’tan beri Düzce fabrikası kapısında direnen 41 işçinin yanındayız.” Açıklamanın devamında, Desa fabrikasında sendikalaşmanın karşılığı istifaya zorlanmak, işten atılmak ve gözaltına alınmak olduğu, insanlıkdışı koşullarda çalıştırılan işçilerin aylık 440 YTL aldıkları, çalışma koşularının insani koşulların çok üzerinde olduğu belirtilerek kadınların hem uzun saatler boyu dı-
lanırken kadınların eviçi emeğinin yok sayılarak yapılan düzenlemelerle kadınların eşitsiz konumunun güçlendirildiği kaydedildi. Desa fabrikalarında da Novamed’de olduğu gibi sendikalaşma çalışmasını kadınların başlattığı hatırlatılarak işten atılan işçilerin hemen geri alınmaları ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması talep edildi. Patronların polis ve jandarmayla birlikte tüm baskısına rağmen kırılamayan Yörsan, Arçelik, Tega Kocaeli Üniveritesi, Unilever, E-Kart, Çapa Çağ ve Arkas Liman işçilerinin grev ve direnişlerinin desteklendiği belirtilerek, kadınların Emine Arslan direnişinden güç aldıkları, Emine Arslan’la kadın dayanışması içinde olunduğu ve Emine Arslan’ın sendikalı olarak işe geri alınana kadar onun yanında olunacağı ilan edildi. “Artık Düzce’de direnenlerin ve
esa Deri Fabrikasında yürütülen sendikalaşma mücadelesine, Emine Aslan’a destek için İzmir’de oluşturulan, DESA Direnişi ile Dayanışma Kadın platformu, 28 Ağustos’ta Basmane Dericiler Kahvesi önünde basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında; “Biz kadınlar; Desa’da direnen işçilerin yanındayız. Desa da işten çıkarılan işçilerin işe derhal geri alınmalarını ve örgüt-
lenme çalışmaları önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Desa da iş sağlığı ve iş güvenliği açısından insani koşullar sağlansın istiyoruz. Örgütlenme çalışması yapan Deri-İş sendikasının açtığı işe iade davasının işçilerin lehine sonuçlanmasını istiyoruz. Biz kadınlar Emine Aslan’la kadın dayanışması içinde olduğumuzu, Emine Aslan sendikalı olarak işe geri alınana kadar onun yanında olacağımızı duyuruyoruz. Artık Düzce’de direnenlerin ve İstanbul Sefaköy’de Emine Aslan’ın yanında biz kadınlar da varız.” denildi. Basın açıklaması sırasında; “Emine Aslan yalnız değildir!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Yaşasın kadın dayanışması!, Yaşasın Desa direnişimiz!, Kadın erkek elele sendikal mücadeleye!, İşçiyiz, birleşince güçlüyüz!, İş, ekmek yoksa, barış da yok!, İşçiler birleşin, iktidara yerleşin!” vb. sloganları atıldı. ✓
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Limanlardan yükselen ses
B
undan bir süre önce (20 Haziran’dan itibaren) Ambarlı limanlarında çalışan işçiler ağırlaşan iş koşulları nedeniyle sendikalaşmaya karar verdiler ve Türk İş’e bağlı Liman İş sendikasında örgütlenmeye başladılar. 400 kadar işçi kısa zamanda sendikaya üye oldular. Bu onların yasal hakkıydı. Öyle düşünmüşlerdi. Ne var ki bu ülkede işçiler için olan az sayıdaki hakkın da sadece kağıt üzerinde olduğunu işçiler pratiklerinde gördüler. Her ne pahasına olursa olsun işyerine sendika sokmak istemeyen patron işçilerin işine son verme hakkını kendinde görerek derhal harekete geçti ve önce 5 sonra 15 Temmuz günü işçileri telefonla arayarak 52 işçiyi daha işten attı. İşçiler aynı gün direnişe geçtiler. Direnişe işten atılmayan işçiler de katıldı. İlk gün direniş limanlarda yapıldı. İlkönce basının girmesini engellemeye çalışan patron daha sonra direnen işçileri liman bölgesinden uzaklaştırmayı da başardı. İşçiler direnişlerini yakınlarda tuttukları bir mekanda sürdürmeye başladılar. İşten atılan işçiler ve onları destekleyen arkadaşları mücadele içinde çok kısa zamanda dostu düşmanı neye göre ayıracaklarını öğrendiler. İşçiler patronun ilk günlerden başlayan bir sürü ayak oyunlarına, kendilerini bölme çabalarına çok öf-
Tarih: 15 Temmuz 2008. Yer: İstanbul Büyükçekmece’de bulunan Arser İş Makinaları Servis ve Ticaret A.Ş. işyerine bağlı Kumport ve Marport limanları. 500 civarında çalışan işçiden önce 5 işçinin işine son veriliyor. Daha sonra 52 işçi akşam telefonla aranıyor. Arayan kişi “senin işine son verildi” diyor. Gerekçe: Yok! Asıl gerekçe: Sendikalaşma. kelilerdi. Ama işçileri en çok üzen ve öfkelendiren ise direnişlerini yok sayan, görmezlikten gelen ve sessizlikleriyle üstünü örtmeye çalışan büyük medya kuruluşlarının tavrı oldu. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak işçilere düzenli ziyaret ettik onlara destek olmaya çalıştık. Bunun karşısında işçiler her seferinde teşekkür ediyorlardı. İlk gün limanda direniş yapan işçilerle görüştüğümüzde işçiler bize iş koşulları hakkında şu bilgiyi verdiler: “Üç vardiya halinde çalışıyoruz. Çok yorucu ağır bir iş olmasına rağmen 2-3 hatta 4 hafta izin kullanmadan yorgun uykusuz çoluk çocuğumuzun yüzünü görmeden çalıştırılıyoruz. Örneğin çalışan 500 işçiden hiç birimize haftalık izin verildiğini hatırlamıyoruz. Normalde yasaya göre 6
günün sonunda en az bir gün izinli olmamız lazım. Fakat bu limanda hiç birimiz hangi ayın hangi günü izinli olacağımızı bilemeyiz. Patron işin azaldığına ya da bittiğine inanırsa bize izin veriyor. Biz yorulduğumuzu, kaç haftadır izin almadan çalıştığımızı söylediğimizde ya vardiyamızı değiştirmekte, ya da bize kapıyı göstermektedir. Gece vardiyasında çalıştığımızda normalde ücretlerimizin zamlı olması lazım. Fakat yıllardır burada çalışanlara gece zammı verilmedi.” Liman işçileri kah Mecidiyeköy’de basın açıklaması yaptılar, kah Cem TV, Hayat TV gibi televizyonlara ve bizim gibi işçi dostu gazetelere söyleşiler vererek, kah limana yürüyüş düzenleyerek, kah Güney Dergisi’nin pikniğine katılıp konuşmalar yaparak ya da Tuzla’da iş
cinayetinde ölen işçi arkadaşlarının basın açıklamalarına katılarak seslerini duyurmaya çalıştılarsa da hiçbir zaman gereken desteği ve dayanışmayı görmediler. İşçilerin patronun adamları tarafından tehdit edilmeleri ve demir çubuklarla saldırıya uğramaları da bu durumu değiştirmedi.
İşçilere kanlı pusu İşçilerin kolay kolay pes etmeyeceğini anlayan Marport patronunun değişik oyunlar sergileyeceği bekleniyordu. Patron ilk önce çeşitli yöntemlerle işçilerin birliğini ve dayanışmasını baltalamaya çalıştı. Sendikanın da yardımı ile işçiler uy a n ı k d av r a-
EK:1
narak direnişlerine yapılan bu saldırıları geri püskürttüler. Her gün milyarlarca zarar yapmasına karşın işçilerle görüşmeye yanaşmayan patronun sıradaki oyunu merakla bekleniyordu. 3 Ağustos Pazar günü için işçilere toplu ziyaret planlamış ve bunu işçilere önceden bildirmiştik. Pazar günü yaklaşık 30 kişi saat 15.00’te işçilerin bulunduğu yere vardığımızda işçilerin kalabalık olarak bizi karşılayacağını bekliyorduk. “Liman işçilerini destekliyoruz” yazılı Yeni Dünya İçin Çağrı imzalı pankartımızla ve hep bir ağızdan attığımız sloganlarla (“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Liman işçileri yalnız değildir” vb.) işçilerin mekanına vardığımızda sadece 3-5 işçinin orada olduğunu gördük ve 20 dakika önce gerçekleşen kanlı saldırının haberini aldık. Olayı duyar
duymaz oradaki işçilerle birlikte hastaneye gittik, orada yaralı işçilerle görüşme fırsatı bulduk. Burada işçilerin Jandarma’nın taraflı davrandığı konusunda ne kadar öf keli olduklarına tanık olduk. Saldırıya uğrayan işçiler olayı şöyle anlattılar: İşçiler E-5 otoyolu üzerinde takip edildikleri üç araba tarafından arabaları ile birlikte bariyerlere kıstırılmışlar. Daha sonra üç arabadan çıkan yaklaşık 15-20 kişi tarafından demir çubuklarla ve beysbol sopalarıyla kıyasıya dövülmüşler. Saldırganlar patronun adamları olduklarını, işçilerin sendikayı bırakıp işe dönmelerini söylemişler dövdükleri işçilere. Çevredekilerin müdahalesi olmasa saldırganlar kafası ve ayakları kırılan işçilere vurmaya devam edeceklermiş. Üç
İÇİNDEKİLER Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Limanlardan yükselen ses . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Brillant Baydemirler’de direniş var(dı). . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Sınıf bilinçli işçinin TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı? . . . . . . . . .
EK:4
Mücadeledeki işçilerin dayanışmasını destekleyelim. . . . . . . . . . EK:5 Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:5
Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 KESK’ten bordro yakma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor . . . . . . . . . . . . EK:7 Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok! . . . . . . . . . . EK:7 Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
işçi kafalarından, bacaklarından ve vücutlarının değişik yerlerinden yaralanmış ve hastaneye kaldırılmışlardı. Arabaları harabeye dönmüştü. Yaralı işçiler akşama doğru hastaneden taburcu edildikten sonra biz de işçilerle birlikte sendika temsilciliğine gittik. Buradaki gergin bekleyiş sürerken, işçilere tekrar tehdit telefonları geldi. “Geleceğiz, yerinizi basacağız, size saldıracağız, hemen geliyoruz, bekleyin” gibi tehditler savruluyordu. Bu tehditler işçileri korkutmak şöyle dursun öf kelerini ve birlik-beraberliklerini daha da pekiştiriyordu. Biz YDİ Çağrı gazetesi olarak bütün bu süreçlerde işçilerle birlikte olmaya çalıştık, iki kez işçileri grup olarak ziyaret ettik, işçilerin
video filmlerini yaparak onlarla birlikte izledik, Tuzla tersanesine ve Güney pikniğine onlarla birlikte gittik. Bunun sonucunda işçilerle güzel dostluklar kurduk. Liman işçi leri insanca yaşam mücadelesi yürütüyorlar. Sendikalaşma hakkı için mücadele ediyorlar. Onları yalnız bırakmayalım! Onlara her türlü desteği verelim! Liman işçilerinin mücadelesi işçi sınıfının bilinçlenme ve birleşme mücadelesi olarak örnek bir mücadeledir. Bu mücadele sadece liman patronlarını değil aynı zamanda tüm patronları korkutuyor. Bütün okurlarımızı ve bütün işçileri liman işçileriyle dayanışmaya çağırıyoruz. İşçi lerin Birliğ i Sermayey i Yenecek! ✓
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
Brillant Baydemirler’de direniş var(dı)
K
terk etmeleri gerektiğini söyledi. İşçilerin çeşitli sorularını yanıtlayan Bahar hukuki mücadele başlatabilmek için işçilerden Pazar günü sendika şubesine gelmelerini istedi. Hakları ve ne yapacakları konusunda tamamen bilgisiz olan işçiler ise haklarını alana kadar fabrika önünü terk etmek istememelerine rağmen sendika sekreterinin sözlerine uyarak ilk direniş günlerinde patronun dayattığı tek taraflı iş akdini feshetme belgelerini imzalayarak fabrika önünden ayrıldılar.
Baydemirler direnişinin öğrettikleri Ertesi gün 22 Ağustos sabahı tekrar işyerine gelen işçiler fabrika alanına alınmadılar. Fabrikanın önünden geçen yolun karşı tarafında beklemeye geçen işçiler arasında yavaş yavaş bölünmeler baş göstermeye başladı. Az sayıdaki işçi mücadeleyi kararlı ve birlik içinde taviz vermeden sürdürmekten yana iken, işçilerin büyük kısmı şu ya da bu şekilde anlaşarak eyleme son verme yanlısıydı. İşçiler arasında yer yer sesli tartışmalar devam ederken, patronun temsilcileriyle görüşmeler de gerçekleştirildi. İşçiler bir direniş komitesinden yoksundular. Kendi aralarından doğal temsilciler çıkmıştı, bunlar işçiler tarafından seçim yapılarak belirlenmemiş, kendiliğinden ortaya çıkmışlardı ve işçiler bunları kabullenmişlerdi. Bunlar mücadele yanlısı arkadaşlardı ve işçilerin zaman zaman gösterdikleri uzlaşmacı ve teslimiyetçi tavırlara sesli olarak tepki gösteriyorlardı. Ancak bu arkadaşlar mücadeleye yeni atılmışlardı ve tecrübeden yoksunlardı. Bu görüşmelerden bir şey çıkmayınca ve işçiler bekleyişlerini sür-
dürürlerken bu sefer patronun temsilcisi bir süre sonra korumalarıyla birlikte çıkıp geldi. İşçilere hitabeden patron temsilcisinin işçilerin “ayağına” gelmek zorunda oluşu o kadar zoruna gitmiş olacak ki, bir yandan biz basını azarlarken diğer yandan da kabadayı tavırlarıyla işçileri etkisi altına almaya çalıştı. Bize video kamerası ve fotoğraf makinesiyle çekim yapmamızı istemediğini söyledi. Buna bizimle birlikte işçiler de tepki gösterdiler. Ancak görüşmeye engel olmamak için biz çekim yapmayacağımızı açıkladık. Bu kez de temsilci konuşma yapmaya başladıktan sonra işçilerden birisinin cep telefonuyla çekim yaptığını görmesi üzerine küfürler savurarak dönüp gitti. Bir süre sonra tekrar geri geldi ve “özellikle bayanlardan” özür dileyerek konuşmasını sürdürdü. Temsilci konuşmasında pişkin pişkin aslında işçileri çok sevdiklerini, bu duruma düşürmek istemediklerini, ekonomik kriz yaşadıkları için maaşları geciktirdiklerini, işçilerin işlerine geri dönmelerini istediklerini, çalışılmayan günleri de paralı izin olarak değerlendireceklerini, isteyenin işine dönüp çalışabileceğini, isteyenin de tazminatını alıp çıkabileceğini ancak işçilere maaşlarını birkaç gün içerisinde verebileceklerini söyledi. Bu konuşmadan sonra zaten bozulmaya başlayan işçilerin birliği iyice bozuldu, kimisi patronun temsilcisine güvenmezken ve parasını alana kadar direnişi sürdürmekten yana iken, diğer kesim de böyle bir fırsatı bir daha ele geçiremeyeceğini savunarak patronun teklifini kabul edip evine gitmekten yanaydı.
Bütün bu süreçte sendikanın tavrı neydi? Hemen söyleyelim sendikanın tavrı
Küçük direnişin büyük dersleri Şimdilik bitirilen ve çok kısa süren Baydemirler direnişi birçok dersle doluydu. Bu direniş işçilerin nasıl kendiliğinden toplanıp, birleşip mücadeleye geçtiklerini gösterdi. İşçiler bu tavırlarıyla mevcut sendikaların çoğundan çok daha ileri bir konumda olduklarını gösterdiler. Bu direniş mevcut pasif, uzlaşmacı, reformist ve sarı sendikaların işçilerin direnişlerini ilerleten değil, onların peşinden giden ve onları frenleten bir tavır sergilediklerini ve bu tavırlarıyla işçileri örgütlenmekten soğuttukları için de sınıf mücadelesine büyük zarar verdiklerini net bir biçimde göstermiştir. Baydemirler direnişi işçilerin “sahipsiz” kaldıklarını, onları örgütleyecek, onlara doğru yolu gösterecek, onların mücadele azmini geliştirip en fazla hak almalarını sağlayacak, kısacası onların örgütlenme ve bilinç seviyelerini ilerletecek öncüden yoksun olduğunu göstermiştir. Bu konuda bizleri büyük görevler bekliyor. Haydi fabrikaları sosyalizmin kaleleri yapmaya! 25 Ağustos 2008 ✓
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ıraç’ta bulunan Brillant Baydemirler dokuma fabrikasında yaklaşık 600 işçi paralarını alamadıkları için 21 Ağustos sabahı işe girmeyerek fabrika önünde direnişe geçtiler. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak işçilerin direnişe geçtiğini öğrenir öğrenmez fabrika önüne gittik ve işçilerle söyleşiler yaptık. Sendikasız olan işçilerin bu eyleme tamamen kendilerinin karar verdiklerini öğrendik. Baydemirler’de dokuma işi yapan ve üç vardiyada çalışan işçiler kendi verdikleri bilgilere göre asgari ücretle çalıştırılıyorlar, 4-5 yıl çalışan işçiler bile 500 YTL civarında maaş alıyorlar, en uzman olan işçi ise 600-650 YTL alıyor, patron vergiden kaçmak için maaşın bir kısmını bordroya yansıtmıyor, maaşlara 6 aylık dönemlerle komik “zam”lar yapılıyor, bazen hiç zam yapılmıyor, bunlar yetmezmiş gibi patron bir de işçilerin maaşlarını geciktiriyor, 2-3 aydır parasını alamayan işçiler var. En son normalde Ağustos’un 5’inde verilmesi gereken maaşlar önce 10’una, sonra 15’ine, sonra 20’sine, en son da 26’sına ertelenmiş. Bunun üzerine, işçiler artık bu kadarı da fazla deyip kendiliğinden aynı günün sabahı direnişe geçmişler. Öf keli olan işçiler “Yönetim i s t i f a !” ve “D i rene D i rene K a z a n a c a ğ ı z ! ” s lo g a n l a r ı n ı atıyorlardı. Jandarma derhal fabrika önüne gelip işçilere “sizin yaptığınız yasadışıdır” diyerek, patronun dayattığı iş akdini tek taraflı olarak feshetme belgesini imzalayıp fabrika alanını terk etmelerini istedi. A k şa m saat lerinde fabri ka önüne gelen Teksif sendikası Eyüp/ Yenibosna Şube sekreteri Cevdet Bahar da işçilere yaptıklarının yasalara aykırı olduğunu ve orayı
direnişin başından beri olumlu bir tavır değildi. Türk İş’e bağlı Teksif sendikasının Eyüp/Yenibosna Şube sekreteri Cevdet Bahar direniş yerine gelerek direnişe destek verdiğini açıklamıştı. Direnişin başından beri biz de YDİ Çağrı olarak direniş yerindeydik ve biz bu desteğin “danışmanlık”la sınırlı kaldığını gördük. İşçilere haklı mücadelelerinde yol gösteren, onların mücadelesini geliştiren ve ilerleten bir tavır yerine, işçileri asgari hakları konusunda aydınlatmayla sınırlayan, onların peşinden giden, sonuçta direnişi pasifize eden bir tavır vardı. Örneğin ilk gün fabrika bahçesinde direnişe geçen işçileri Jandarma komutanının dışarı atma çabası karşısında sendika temsilcisine ne yapmaları gerektiğini soran işçilere şube sekreterinin verdiği cevap işçilerin yaptıklarının suç teşkil ettiği, doğrusunun eve gitmeleri ve daha sonra hukuk mücadelesi başlatmaları şeklinde olmuştu. Diğer taraftan sendikanın sürekli işçilerin yanında olması gerekirken işçiler sık sık yalnız bırakılıyorlardı. Bütün bu tutumlar sonucunda işçilerde sendikalara karşı zaten var olan olumsuz yargılar daha da güçlendi. Örneğin bir işçinin bir durum karşısında “sendikaya danışalım” demesi üzerine bir başka işçi “bırak sendikayı onlar kendi çıkarından başka bir şey düşünmez ben ekmeğimin peşindeyim” cevabını veriyordu.
EK:3
Sınıf bilinçli işçinin MESS ile yapılacak TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı?
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Y
EK:4
aklaşık 100 bin işçinin çalıştığı Metal işkolunda, MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) ile bu işkolunda örgütlü sendikalar arasında, toplu grup sözleşme görüşmeleri başladı. Metal sanayinde örgütlü olan sendikalar; Birleşik Metal-İş, Türk metal ve Çelik iş’tir. Çelik-İş’in gücünün sınırlı olduğu toplu görüşmelere, Birleşik Metal-İş (BMİ) 15 bin üyeyi temsilen katılacak. Patronların ve devletin büyük desteği ile sendikalı işçilerin çoğunluğunu elinde bulunduran taşeron Türk Metal’in tavrı, bu görüşmelerde belirleyici olacak. Her şeyi kapalı kapılar arkasında, önceden patronlar ile pazarlık sonucu belirleyen, bu taşeron sendikanın nasıl bir toplu sözleşme taslağı MESS’e sunduğu bilinmemektedir. Bu duruma taşeron sendikada örgütlü olan işçilerden de önemli bir itiraz gelmemektedir. İtiraz eden işçiler ise, Türk Metal patronlarının da katkısıyla patronlar tarafından işten atılmak ile tehdit edilmekte veya işten atılmaktadırlar. Bu durumda atılan işçiler, diğer işçi arkadaşları tarafından da destek görememektedirler. İşçiler arasında hala egemen olan milliyetçi ve dini duygular bu sendika patronları tarafından iyi bir biçimde kullanılmaktadır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bu taşeron sendikanın sınıfa nasıl ihanet edeceğini bugünden kestirmek hiç de zor olmayacaktır. “Tarihsel ve sınıfsal sorumluluğumuzun gereğini yerine getireceğiz” Bu şiar ile yola çıkan Birleşik Metal-İş, Mart ayından itibaren örgütlü olduğu bütün iş yerlerinde toplantılar yaparak süreç ile ilgili işçileri bilgilendirdi. Bu toplantılarda işçilerin görüşlerini alarak, MESS’le yapılacak toplu görüşmelere karşı tavrını belirledi. Ağustos ayının başında, 100 bin işçiyi ve 150’nin üzerinde işyerini kapsayan 2008-2010 dönemi metal işkolu grup toplu iş sözleşmesi için hazırlamış olduğu teklifini, 1 Ağustos 2008 tarihinde MESS’e sundu. Birleşik Metal-İş bu süreci “müzakere değil mücadele sürecidir ve işçiler bu sürecin gerçek sahipleridir” diyerek, sürecin MESS patronları için hiç de kolay olmayacağı mesajını verdi. Birleşik Metal-İş, MESS’e sunduğu teklifini “Sendikamız sadece kendi üyelerinin değil, tüm metal işçilerinin ortak teklifini hazırlama çabası içinde olmuştur. Çünkü geçtiğimiz yıllarda metal
Esnek çalışma sermayenin daha fazla sömürüsünü kolaylaştıracak bir çalışma biçimi. Patronun işçiyi istediği gibi, günde 10-12 saat, çalıştırması demektir. Eğer siparişler azaldı ise günde 4 saat hafta da 24 saat çalıştırabilir. işçilerinin sermaye karşısındaki konumları gerilemiştir.” diyerek açıklamıştır. Metal işçilerinin konumları içinde bulundukları siyasi, ideolojik, ekonomik durumları, 2 yıl öncesine göre fazla değişmişe benzemiyor. Bugün de işçi sınıfının azımsanamayacak büyük bir çoğunluğu hakim sınıfların gündemi temelinde hareket edebiliyor, bu temelde bölünebiliyor ve kendi gerçek sorunlarından uzak duruyor. İşçilerin sermayeye karşı bu bölünmüşlüğü sermayenin giderek daha fazla palazlanıp büyümesini, işçilerin ise daha fazla küçülmesini beraberinde getiriyor. BMİ’in tespitine göre “Son on yıl içinde metal işçisinin sermaye karşısındaki konumu yarı yarıya geriledi. Devletin verilerine göre, metal işkolunda ücretlerin üretilen değer içindeki payı yüzde 2,5’tur. Bu oran 10 yıl önce yüzde 5’ler düzeyindeydi.” Sermayenin egemenliği koşullarında bu “uçurumu” belli bir seviyeye çekmek işçi sınıfının örgütlü gücüyle mümkündür. Türk Metal gibi hain taşeron sendikalar, sınıf içinde varlığını koruduğu sürece bu iş daha da zorlaşıyor. Görev işçileri bu hainlere ve sermayeye karşı örgütlemek, sınıf bilinci taşıyarak kendi güçlerinin bilincine varmasını sağlamaktır. Bu konuda sınıfın öncülerine önemli görevler düşmektedir. BMİ bu toplu sözleşme döneminde olmazsa olmazların başında, ücretler arsındaki farklılıkları eşitlemek ve esnek çalışmanın sözleşmeye girmesini engellemek olarak vermektedir. Son dönemde hükümetin açıkladığı istihdam paketi çerçevesinde patronlar çok sayıda genç işçiyi düşük ücretlerle çalıştırmaktadırlar. Bu işçilerin ikramiye dahil, aylık net ücretleri 632.00 YTL’dir. BMİ verdiği teklifte bu işçiler için yüzde 52 oranında artış istemektedir. İkramiye dahil, net ücretlerinin 960,00 YTL’ye yükseltilmesini talep etmektedir.
Metal işkolunda ikramiye dahil, net ücret ortalaması ise 1.000 YTL civarındadır. BMİ teklifinde, ikramiye dahil net ücretlerin 1.221.00 YTL’ye yükseltilmesini talep etmiştir. Sendikanın sosyal ödemelere yönelik artış talebi ise, bayram, izin ve yakacak ödemelerinde yüzde 41-45 arasında değişen oranlarda; diğer sosyal ödemelerde ise yüzde 45 oranında olmuştur. BMİ’in MESS’e sunmuş olduğu ücret zammı teklifi ortalama olarak yüzde 22’lik bir artışı öngörmektedir. (Bu bilgiler BMİ’in 2 Ağustos tarihli basın bülteninden alınmıştır) Önce bu ücretin yoksulluk sınırının 2.000 YTL üzerinde olduğu koşullarda, ölmeye çok yaşamaya az bir ücret olduğunu belirtelim. Bu ücret ev kirası ve temel gıda maddelerine bile yetmez. Biz burada BMİ’in neden böyle bir teklifle toplu sözleşme görüşmelerine katıldığını eleştirmek istemiyoruz. Biz BMİ’in bu teklifi işçilerle beraber aldığını biliyoruz. Bu teklifle bütün metal işkolundaki işçileri mücadeleye çekmek istediğini biliyoruz. Bu durum bize sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin ne kadar geri olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki süreçte, sınıfı yalnız ekonomik sorunları temelinde değil, siyasi ve ideolojik olarak da örgütlememiz gerektiğini gösteriyor. Sınıf bugün en temel sorunu olan ekonomik sorunları temelinde dahi mücadeleye tam hazır değil. Tuzla’da işçiler ölümlere rağmen üretimi durdurup eyleme geçmiyor. İşçiler arasında tam bir birlik yok. Geliştirilen, yükseltilen Türk milliyetçiliği işçileri etkileyebiliyor. Uzun vadede sınıfa güven veren iyi bir örgütlenme ile işçiler sarı sendika ve patronların etkisinden kurtulabilir. Bu konuda BMİ’in çalışmalarını takdirle karşılamakla birlikte, sınıf içinde çalışan öncülere çok önemli görevler düşüyor.
Esnek çalışmaya karşı mücadele
Önce esnek çalışmanın ne demek olduğuna bir bakalım. Esnek çalışma sermayenin daha fazla sömürüsünü kolaylaştıracak bir çalışma biçimi. Patronun işçiyi istediği gibi, günde 10-12 saat, çalıştırması demektir. Eğer siparişler azaldı ise günde 4 saat hafta da 24 saat çalıştırabilir. İşçilere ne fazla çalışma ücreti ödenecek, ne de hangi haftalar ne kadar süre çalışacaklarını bileceklerdir. Bu sürecin sonu ise, işçilerin her türlü güvenceden yoksun olarak, patronların dilediği ve belirlediği koşullarda çalışmasıdır. Esneklik işyerlerinde, farklı sözleşme türleriyle çalıştırılan (geçici, kısmi süreli vb.) işçi sayısının artması, kadrolu işçilerin sayı ve oranın azaltılmasıdır. Çünkü esneklik, işçinin bir makineye döndürülmesi, tüm çalışma yaşantısının ve dolayısıyla sosyal yaşantısını sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi demektir. Türk Metal ve MESS’in yıllardır metal işçilerine yönelik saldırıları ortadadır. Bu dönem, bu saldırıyı daha da azgınlaştırarak esneklik hükümlerini sözleşmeye sokmaya çalışacakları yolunda açık işaretler var. MESS patronları “Esneklik hükümleri sanayinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor!” diyerek rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Bu konuda Türk Metal ile anlaştıkları bilgisi de basına yansımış durumda. MESS patronları 4857 sayılı İş Kanunu’nda var olan esneklik hükümlerinin, etkin biçimde uygulanıp uygulanmadığını sorgulamaktadırlar. Birleşik Meta l-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Evrensel gazetesinde yayınlanan söyleşisinde; “Esnek çalışma biçimi ile işçinin hayatının kontrolünün tamamen patronun elinde olacağını anlatıyoruz. Bizim için ücret kadar, esnek çalışma biçimi de bir grev nedeni.” demektedir. Bu toplu sözleşme dönemi, oldukça zorlu geçeceğe benziyor. İşçiler, MESS patronları ile Türk Metal’in saldırılarını ancak birlik olurlarsa geri püskürtebilirler. İşçi ve emekçilerin, kapitalizmin bu barbar köhne düzeninden kurtulmalarının bir tek yolu var. Kapitalizmi bütün kökleriyle birlikte, bir devrimle tarihin çöplüğüne atmak. İşçi ve emekçiler ancak sosyalizmle özgürleşeceklerdir. İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i yenecek! 15 Ağustos 2008 ✓
Mücadeledeki işçilerin dayanışmasını destekleyelim
Tümtis: Gebze Ünilever'de 83 işçi, 26 Mayıs'tan beri direnişteler... Deri-İş: Desa Deri'de 1 kadın işçi Sefaköy'de 3 Temmuz'dan beri, 40 işçi Düzce'de 29 Nisan'dan beri direnişteler... Basın İş: E-Kart işçileri 6 Haziran tarihinden beri grevdeler
Ünilever işçileri
T
destek verdik. Sırasıyla grevdeki E-Kart işçilerinden Savaş Bahadır, Türk-İş Genel Sekreteri ve Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel ve HSGGP adına İstanbul Tabip Odası (İTO) Genel Sekreteri Hüseyin Demirdizen birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmalarda sendika hakkı savunuldu ve mücadelelerin ortaklaştırılması savunuldu. Ünilever’deki işçileri örgütleyen Tümtis İstanbul Şube Başkanı Çayan Dursun kendisiyle yaptığımız görüşmede, şu görüşlere yer verdi: “Şubat ayından beri Ünilever’de faaliyet yürüten iki taşeron firmada, Çipa ve Şimşek Nakliyat’ta örgütlenme çalışması yürüttük. Çipa’da toplam 600 çalışandan 350’sini örgütleyerek çoğunluğu sağladık ve Bakanlığa yetki başvurusunda bulunduk, çoğunluk yazısı gelmeye geldi ama patron hem çoğunluk tespitine hem de işkoluna itiraz etti. Patron Mayıs ayından beri 90’a yakın işçinin işine son verdi. Biz de Mayıs’ın 26’sından beri fiili direnişe geçtik. Şu anda hukuksal süreç devam ediyor. Talebimiz işçilerin sendikalı olarak tekrar işlerine dönmeleridir. Fabrikaya ait deponun önünde sürekli 50 civarında işçi arkadaşımız duruyor. İçerideki işçi arkadaşlar da direnişteki işçi arkadaşlarıyla dayanışmada bulunuyorlar.” İşçilerin birliğini sağlamanın bir ilk adımı, bir başlangıcı olarak da görülebilecek direnişteki ve grevdeki işçilerin mücadelelerinin ortaklaştırılması, aralarında dayanışmanın örülmesini desteklenmesi gereken anlamlı bir girişim olarak görüyoruz. Bu sayede işçiler seslerini daha gür duyurabilecek ve mücadelelerini daha etkin
yürütecekler. Karşılıklı deneyimlerden öğrenerek güçlerini daha da artıracaklardır.
İşçi lerin Birliğ i Sermayey i Yenecek! Z a fer Di renen E mekç i n i n Olacak!
E- Kart işçileri
Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden Ünibel, Özel Eğitim ve Bilgi Teknolojileri Sanayi ve Ticaret AŞ ile DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası arasında 36 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi, 14 Temmuz’da imzalandı. Toplu iş sözleşme törenine, DİSK Genel Başkan yardımcısı, Sosyal-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Cancı, İzmir Büy ü k şehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu ve diğer yetkililer katıldı. Sosyal-İş Sendikası İzmir Şube Başkanı, Müfit Ereş’in verdiği bilgiye göre, toplu iş sözleşmesi şunları kapsıyor: “Bir dönem Ünibel ile
Sosyal-İş arasında toplu sözleşme imzaladık. Çalışma Bakanlığı’nın işkoluna itirazı sonucu, toplu sözleşme yapamadık. İki yıl aradan, hukuksal mücadelenin lehimize sonuçlanmasından sonra, toplu sözleşme yapabildik. Ortalama ücretlere % 39 civarında zam yapıldı. En düşük işçi ücreti 1.250 YTL oldu. 1.500 YTL işveren sözleşme geçiş primi verecek. Sosyal haklar içinde, yol, yemek, yakacak, ikramiye vb. var. Günümüz koşullarında iyi bir sözleşme yaptığımıza inanıyorum.” 16 Temmuz 2008 YDİ Çağrı/İzmir
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ÜMTİS Sendikasına üye olduğu için işten atılan 83 Ünilever işçisi 26 Mayıs 08 tarihinden itibaren Gebze’de işyerleri önünde sendikal hakları için direniyorlar! Deri İş Sendikasına üye olan 40 Desa Deri işçisi 29 Nisan 08 tarihinden itibaren Düzce’de, 1 Desa Deri işçisi ise 03 Temmuz 08 tarihinden itibaren Sefaköy’deki işyerleri önünde sendikal hakları için direniyorlar. Basın İş Sendikasına üye olan E-Kart işçileri ise uzun bir mahkeme sürecinin ardından elde ettikleri başarıyla 16 Haziran 08 tarihinden itibaren sendikal hakları için grevdeler! Tümtis İstanbul Şubesi, Deri İş Tuzla Şubesi ve Basın İş İstanbul Şubesi mücadelelerini ortaklaştırma yönünde karar alarak ilk adımları attılar. Bu girişime Türk İş İstanbul Şubeler Platformundan destek geldi. Ortak basın açık laması, “Sendikal hakları için direnen ve grevde olan işçi kardeşinle 5 liranı paylaş kampanyası”nın yanı sıra alınan kararlardan biri de Gebze’de direnişte olan Ünilever işçilerini ziyaret etmekti. Bu ortak ziyaret 27 Ağustos Çarşamba günü HSGG (Herkese Sağlık Güvenli Gelecek) Platformu tarafından düzenlendi. Saat 14.00’de başlayan ve Yörsan, DESA, E-Kart ve Unilever işçilerini buluşturan Basın Açıklamasına birçok sendika ve devrimci demokratik kurumun yanı sıra işçi aileleri de katıldı. Yoldan geçen kamyon ve TIR şoförleri ise klaksonlarıyla eyleme destek verdiler. Biz de Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak flamalarımızla eyleme katılarak direnişteki işçilere
EK:5
Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor Aşağıda Birleşik Metal İş sendikasının Tega greviyle ilgili yaptığı Basın Açıklamasını okurlarımızla paylaşıyoruz. YDİ Çağrı
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:6
i r l e ş i k Me t a l İ ş ç i l e r i Sendikası Anadolu Şube Başkanlığı olarak, Sincan Organize Sanayi Bölgesinde faaliyetini sürdürmekte olan, Tega Mühendislik işyerinde, devam eden Grev uygulamamızın öncesinde, yaklaşık bir yıl örgütlenme çalışmaları sonucunda üyeliklerimizi yaparak Çalışma Bakanlığına bildirdiğimiz, tarafımıza yetki belgesinin verilmesi sonrası işverenle Toplu İş Sözleşmesi imzalayabilmek için görüşmelere başladığımız, fakat anlaşma sağlanamaması üzerine basının ve kamuoyunun da yakından takip ettiği, Tega Mühendislik işyerine 07.02.2008 tarihinde Grev pankartımızı asmış ve bugüne kadar Sincan Organize Sanayi Bölgesi işverenlerinin adamları ile Grev gözcülerimize saldırmasına, bölgedeki özel güvenlik firmasının yol keserek üzerimize silah doğrultmasına, Grev uygulanan işyerinde kaçak işçi çalıştırılması konusunda idari makamlara defalarca yaptığımız başvurulara rağmen göz yumulmasına ve her türlü baskıya, şiddete rağmen Grev uygulamamız başarı ile sürmektedir. Yukarıda sıralamaya çalıştığım, göz yumulması konusunu bir kez daha bilgilerinize sunmak istiyorum. Grev uygulamamızın ikinci gününde yani 09.02.2008 günü işyerinde kaçak işçi çalıştırıldığı ve işçilerin kendi beyanları jandarmanın almış olduğu ifadeleri ile sabitken, Çalışma Bakanlığına ve Çalışma Bölge Müdürlüğüne defalarca başvurumuza ve grevdeki üyelerimizin bireysel 38 başvurusuna, işyerinde kaçak çalışmanın olmadığı şeklinde cevap verilmiş ve işyerine herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Yine grev uygulamamızın altıncı gününde Sincan Organize Sanayi Bölgesi içerisinde özel güvenlik tarafından grev gözcülüğü nöbetini devralmaya giden üyelerimizin yolu kesilerek dövülmüş ve üzerlerine silah doğrultulmuş, bu olaylar fabrikaya 200 metre uzaklıkta yaşanmış fabrika önünde bekleyen jandarma, olaylar yaşanırken müdahale etmediği gibi sonrasında üyelerimizi gözaltına almış saat-
lerce gözaltında tutmuş ama saldıranlara hiçbir şey yapılmamıştır. Grev uygulamamızın devam ettiği Tega Mühendislik işyerinin eski ortağı şimdiki komşu işvereni olan, Cosmoz-Mobak işyeri patronu adamlarını alarak grev çadırımıza ve grev gözcülerimize saldırarak tartaklamış hakkında yapmış olduğumuz olaylar öncesi ve sonrasındaki suç duyurumuza rağmen önlem alınmamış ve bu işyeri korsan çalışmaya, kaçak işçi çalıştırmaya, konu ile ilgili makamlara defalarca bildirilmesi ve uyarılmasına rağmen devam etmektedir. Grev uygulamamızı başlatmadan önce ve sonrasında defalarca Sincan Asliye Hukuk Hakimliği’ne İş Mahkemesi sıfatıyla iş davalarına bakan hakimliğe başvurarak, işyerinde delil tespiti taleplerimiz red edilmiştir. Ankara İş mahkemesine yaptığımız tedbirli delil tespiti başvurumuzda red edilmiştir. Yine Grev uygulaması süren işyerine giriş çıkışların mamül ve yarı mamül giriş çıkışının kontrol altına alınması ve yasadışı iş yapılmasının engellenmesi konusunda, Grev ve lokavt konunu ve bu konudaki düzenlemelerde yetkili mülki amir sıfatıyla önlem alınması hususunda, Sincan Kaymakamlığı’na Sendika olarak yapmış olduğumuz başvurular ve yine üyelerimizin bireysel 42 başvurusu sonucunda görevlendirilen bir memur fabrika kapısında bir hafta ara ara durmuş şimdilerde ayda bir uğradığı görülmekte ve konuda gerekenin yapılmadığı da açıkça görülmekte ve yaşanmaktadır. 15.08.2008 Tarihinde Ankara Çalışma Bölge Müdürlüğü’ne yapmış olduğumuz başvuruda belirttiğimiz bu işyerlerinin, Ankara iş hakimliklerinin tespitleri ve bilirkişi raporlarına göre incelenmesi ve gereğinin yapılması konusundaki başvurumuz da gereğinin yapılmasını talep etmiş bulunmaktayız. Grev kararımızın uygulana-
bilirliğini ortada kaldırmak için Tega işvereni her türlü kaçak çalışmayı ve kaçak üretim yapmayı sürdürmektedir. Bu durum Ankara İş hakimliklerinin başvurumuz üzerine Ostim de kurulu bulunan üç işyerinde yapmış oldukları tespitlerde de mevcuttur. Ayrıca bu işyerlerinde Tega İşverenliğine iş yapmanın yanı sıra sigortasız işçilerin de çalıştığı tespit edilmiştir. Sincan iş hakimliğinin grev öncesi işyerinde çalışanların, mamül
ve yarı mamüllerin tespit edilmesi ve grev kararı esnasında bu ve benzeri taleplerle defalarca başvurularımıza rağmen işyerinde yapmaktan kaçındığı tespit taleplerimizi reddetmiş fakat, İşverenin grev uygulaması esnasında işçilerin başka işte çalışamayacağını, işçilerin çalıştığının tespit edilmesi başvurusuna hemen olumlu yanıt vermiş ve çalışan işçilerin tespiti için Yenikent’e kadar gitmiştir. A ma ba ş v u r u mu z ü z er i ne Ankara iş hakimliklerince Ostim de kurulu bulunan üç işyerinde yapılan tespitlerde her türlü yasa dışılığa, kaçak üretime rastlanıldığı tespit edilmiş olmasını göz önüne alarak, grev uygulamamızın sürdüğü bu işyerinde nelerin yaşandığı, nelerin göz ardı edildiğini, bu işvereni kim yada kimlerin kollayıp koruyarak her türlü yasa dışılığa göz yumduklarını sizlerin taktirine bırakıyor saygılar sunuyorum. ✓ Seyfettin GÜLENGÜL Birleşik Metal İş Sendikası Anadolu Şube Başkanı
KESK’ten bordro yakma eylemi
A
K P Hü k ü me t i, k a mu emekçilerine yılın ikinci altı ayı için enflasyon farkı dahil olmak üzere yüzde 3,9 oranında zam yaptı. 3,9 oranındaki zam en düşük derecedeki kamu emekçisinin bordrosuna 30 YTL olarak yansıdı. “Enflasyon hedefine dayalı zam” anlayışı, kamu emekçilerinin daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. 2008 yılı başından bu yana ayçiçeği yağına %48, elektriğe %44, bakliyat ürünlerine %42, ekmeğe %26, mazota %25 vb. oranında zam yapıldı. AKP’nin kamu emekçileri ücretlerine % 3,9 oranında yaptığı zam, İzmir’de KESK tarafından düzenlenen bordro yakma eylemi ile protesto edildi. Konak ’ta BES binası önünde toplanan KESK bileşenleri, Büyük Şehir Belediyesi önüne yürüdü.
Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Ekmeğe değil, ücretlere zam!, Sefalete teslim olmayacağız!, Sadaka değil, toplu sözleşme!, AKP zammını al başına çal!, İnsanca bir yaşam istiyoruz!, Toplu sözleşme hakkımız, grev silahımız!, IMF’ye değil, çalışana bütçe! vb.” sloganları atıldı. BES İzmir Şube Başkanı Ramis Sağlam tarafından okunan basın açıklamasında; enflasyon hedefine dayalı ücret zammı anlayışı reddedilerek, insanca yaşanacak bir ücret talep edildi. Basın açıklaması sırasında, TümBel Sen Genel Başkanı, Vicdan Baykara da kısa bir konuşma yaparak, Büyük Şehir Belediye Başkanını toplu sözleşme için masaya oturma çağrısı yaptı. 15 Temmuz 2008 YDİ Çağrı/İzmir
Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor
11
A ğ u s t o s ’ t a Tu z l a Tersanelerinde bir iş cinayeti sonucu üç işçi daha hayatını kaybetti. Bu kez düşerek, yanarak ya da elektriğe çarpılarak değil, kobay olarak kullanıldıkları için can verdiler! GİSAN Tersanesinde bir tankerin kurtarma filikası test edilirken, kum torbası yerine 16 işçinin kullanılarak denize bırakılması ve bu esnada filikanın sert bir şekilde denize çakılması sonucu Emrah Varol (19), Ramazan Ergün (25) ve Ramazan Çetinkaya (36) adlı üç işçi boğularak ve ezilerek yaşamını yitirdi. Onüç işçi ise çeşitli şekillerde yaralanarak ölümden döndü. Kum torbaları ile insansız yapılması gereken bu testin taşeron işçiler kullanılarak yapılmış olması, işçilerin patronların gözünde bir kum torbası kadar değerinin olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Gözlerini aşırı kar hırsı bürümüş tersane patronlarının işledikleri bu katliamları durdurmanın tek gerçek yolu tersane işçilerinin birliğinden ve örgütlülüğünden geçiyor. Yaklaşık 40 bin işçinin çalıştırıldığı tersanelerde, ne yazık ki işçilerin birliği ve örgütlülüğü oldukça zayıf.
kadar bu cinayetlerden sorumlu olduğu belirtilen açıklamada, çözümün tersanelerin kapatılmasında ve işçilerin her türlü haktan yoksun bir şekilde kapının önüne konmasında olmadığı belirtildi. Tersanenin kapatıldığı koşullarda ise işçilerin de cezalandırılması değil, ücretli izine tabi olmaları istendi. “Çözüm 27-28 Şubat ve 16 Haziran grev gerekçemiz olan ve Meclis Araştırma Komisyonu’nun raporuna yansıyan taleplerimizin bir an önce çalışma yaşamına uygulanmasıdır” denildi. Acil olarak DİSK, Limter İş, TTB, DTO, GİSBİR, TMMOB, akademisyenlerin ve Çalışma Bakanlığı’nın da içinde yer aldığı, yaptırım yetkisi olan bir Çalıştay’ın kurulması ve
Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok!
İ
altında genç işçiler. Çalıştığın tersanede kaç işçi çalışıyor, taşeron var mı? 500’e yakın işçi çalışıyor ve 11 tane taşeron var. İşçilerin % 90’nı benim gibi taşeronda gündelikçi olarak çalışıyor. Mesela benim çalıştığım montaj bölümünde benimle birlikte 45 işçi çalışıyor.
8.30’da başlıyor akşam -mesai olmazsa- 17.00 ya da 17.30’da bırakıyoruz. Mesai genellikle 21.30’a kadar sürer. Gündelikçiler içinde en yüksek ücreti – 65 YTL- biz montajcılara veriyorlar. Sonra ikinci sırada kaynakçı 45 – 50 YTL alır. Ondan sonra sırayla taşlamacı ve en düşük ücret de temizlikçi –25 – 30 YTL- alır.
Kaç yaşındasın ve kaç yıldır Tuzla Tersanelerinde çalışıyorsun?
Bu tersanelerde çok kötü şartlarda can güvenliğinden yoksun çalıştırılıyorsun. Saat kaçta işbaşı yapıyor, kaçta bırakıyorsun, günde likçi olarak günde eline kaç YTL geçiyor?
Çalıştığın tersanede ve diğerlerinde yemek ve çay veriyorlar mı? Veriyorlarsa ne kadar yemek ve çay molası var? Cumartesi ve pazar günleri de çalışıyor musun, hafta tatiliniz var mı?
İşe genellikle sabah 8.00 ya da
Bizde de diğer çoğunda da sadece
stanbul-Tuzla Tersanelerinde işçilerin 16 Haziran 2008 günü yaptığı greve destek amacıyla katıldığımız eylemde bazı tersane işçileri ile de durum hakkında söyleştik. Bu söyleşilerimizden birini gazetemizin gelecek sayısında yayınlamak istediğimizi belirttik. Söyleşisini yayınlamak istediğimiz işçi resmine ve ismine yer vermemek kaydıyla yayınlayabileceğimizi söyledi.
33 yaşındayım ve 2,5 yıldır bu tersanelerde çalışıyorum. Bu tersanelerde çalışanların % 90’nı 30 yaşın
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
13 A ğ u s to s’t a , L i mt e r İ ş Sendikası’nın çağrısıyla sabah 7.30’da ‘Sorumluların yargılanması ve Çalışma Bakanı’nın istifası’ talebiyle bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklamaya katılım oldukça düşük kaldı. Katılanların çoğunluğunu ise destek amacıyla gelmiş olan çeşitli kitle örgütleri, dernekler, partiler ve direnişte bulunan Ambarlı Liman İşçileri oluşturuyordu. Bizler YDİ Çağrı gazetesi olarak eyleme, direnişe geçtikleri günden itibaren düzenli olarak ziyaret ettiğimiz Ambarlı Liman işçileri ile birlikte katıldık. Sabahın erken saatlerinde işçilerin bulunduğu mekanın önünde buluşarak bir otobüs ile Tuzla tersanelerine doğru yola çıktık. Ellerinde çeşitli dövizler ve dillerinde işçilerin birliğini ve dayanışmasını vurgulayan sloganlarla tersaneye giren Liman İşçilerine biz de eşlik ettik. Liman İşçilerinin coşkuyla karşılanmasının ardından eyleme katılan kurumlar tek tek belirtilerek dayanışma için teşekkür edildi. Devrimci dergi çevrelerinin, partilerin ve sendikaların yanı sıra,
eyleme KESK Başkanı Sami Evren, milletvekili Sebahat Tuncel de katılarak destek verdiler. Limter İş Sendikası Başkanı Cem Dinç yaptığı basın açıklamasında, hayvanların bile denek olarak kullanılmasının lanetlendiği 21. yüzyılda işçilerin kobay olarak kullanılmasını eleştirdi. Her ölüm sonrası Çalışma Bakanı ve yetkililerin yaptıkları açıklamaların lafta kaldığını belirterek Çalışma Bakanı’nı istifaya çağırdı. Tersanelerle çalışmanın adeta kangrene dönüştüğü, gemi inşa sanayini dünyada 5. sıraya çıkaran işçilere ölümün reva görüldüğü dile getirildi. Bu vahşetin GİSAN Tersaneleri ile sınırlı olmadığı, bu zamana kadar binlerce işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği belirtildi. Tersane girişlerine ve yan duvarlara, üzerinde koca koca puntolarla “Önce Güvenlik” yazısının bulunduğu levhaların asılmış olmasına dikkat çekildi. Tersane patronlarının bu pervasızlığı devlet yetkililerinden ve öncelikle de işçilerin örgütsüzlüğünden aldıkları vurgulandı. Hükümetin de, tersane patronları
taleplerin ortak imzalı bir deklarasyonla açıklanması talep edildi. Basın açıklamasının ardından Sami Evren ve Sebahat Tuncel de işçilerin kobay oyarak kullanılmasını ve ölümlerine sebebiyet verilmesini teşhir ederek, sorumluların üzerine düşeni yapmalarını istediler. Eylem polisin tacizlerine rağmen olaysız gerçekleşti. Konuşmalar sırasında sık sık atılan sloganlarla, Çalışma Bakanı istifaya çağrılırken, işçilerin birliğinin vurgulandığı sloganlar öne çıktı. Ambarlı Liman İşçileri, tersane işçilerini destekleyen bir pankartla eyleme katılırken, işçi temsilcilerinden bir arkadaş ta kısaca direnişin geldiği noktayı aktararak işçilerin taleplerinin her yerde aynı olduğunu ve kazanmanın yolunun birlikte mücadeleden geçtiğini vurguladı. Türk İş’e bağlı Liman İş’te örgütlü olan Ambarlı Liman İşçilerinin, DİSK’e bağlı Limter İş’te örgütlü olan işçilerle dayanışmada bulunması örnek alınması gereken güzel bir yaklaşımdı. Görev işçilerin kendi aralarındaki dayanışmayı ve birliği daha da geliştirmektir. İşçi katliamına son! İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i yenecek! 14 Ağustos 2008 ✓
EK:7
öğle yemeği veriyorlar fakat çay vermiyorlar. Onu kendi paramızla çay şeker alarak kendimiz pişiriyor, ayak üstü içiyoruz. Bizde diğerlerinde olduğu gibi öğle yemek paydosu bir saat, çay molası ise yoktur. Cumartesi ve pazarları da çalışıyoruz. Haftalık izin de yok dinlenme de yok. Çoğu Cumartesi zamsız normal gündelik veriyorlar. Ben de öyle alıyorum. Pazar günleri ise yarım gündelik fazla alıyorum.
Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı
Kadrolu işçilerin ücretleri nasıl, sizinkinden daha mı yüksek? Sigortanız yapılıyor mu? Kadrolu işçilerin en düşük ücreti 600 YTL kadardır. Ama ona rağmen çoğunda çalışma şartları bizimki ile aynıdır. Yani kötüdür. Çoğunun ücretleri de düşüktür. Tabi bize göre bazı sosyal hakları var. Örneğin kadroluların sigortaları aldıkları ücret üzerinden gösterilir ve primleri her ay yatırılır. Fakat bizde ise Asgari Ücret üzerinden ayda 5-10 gün gösterilir. Onu da doğru dürüst ödemezler. Bizden habersiz sık sık işe giriş çıkışlarımız yapılır.
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Bu tersaneler, kötü çalışma şartları ve iş cinayetleri ile uzun zamandır kamuoyunun gündeminde, bir dizi protesto eylemi yapıldı. Fakat buna rağmen anlatımlarında hiç bir şeyin değişmediği anlaşılıyor. Sen bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
EK:8
Bir yıl öncesine göre bir kaç tersanede bazı düzelmeler var. Ama tamamına yakın tersanede hiç kimsenin iş cinayetlerinde yaşamını yitirmeyeceği çalışma ortamında çok uzaktalar. Trilyonluk gemiler, yatlar yapıyoruz. Ama çoğu yerde verilen eldivenler yırtılınca yenisi ancak bir hafta sonra bin bir rica ile alınabiliniyor. -Yanık ve yanık izleri ile dolu elleri ve kollarını gösterererek- bakın şu halime…! Söylememe rağmen bir haftadır eldiven verilmedi. Bir eldiven kaç lira ki? İş cinayetlerinde ölen arkadaşlarımızın ailesine mahkemelere başvurmasınlar diye en fazla 60 – 80 milyar YTL ödüyorlar. Sendikanın LİMTER İŞ’in istediği talepler yerine getirilir ve yasalara bu ağır işte yaşamını yitiren işçilerin ailelerine tazminat olarak en az 800 milyar ve bir trilyon ödeme zorunluluğu konursa iş cinayetleri iyice azalır. Ama bugünkü gücümüz ve mücadelemizle bunları elde etmemiz henüz mümkün değil. ✓
İ
stanbul’da Büyükşehir ve 7 semtin belediyelerinde çalışan 10 bine yakın belediye işçisi 17 Temmuz 2008 günü Edirnekapı’da topla na ra k Sa raçha ne’ dek i Büyükşehir Belediyesi’ne kadar yürüyerek patronların uzlaşmaz, hak tanımaz tavrını protesto etmek ve grev kararını asmak istediler. Türkİş’e bağlı Belediye -İş Sendikası’nın İstanbul’daki 4 şubesi tarafından ortaklaşa düzenlenen bu eylemi devlet işçilere saldırarak engellemeye çalıştı. Tazyikli su, cop ve gaz bombalarıyla düşmanca saldıran polis işçileri yürütmedi. Kimi küçük çocuklarıyla gelmiş olan işçiler polis tarafından saatlerce kızgın güneşin altında bekletildiler. İstanbul Valisi polis terörü ile işçilerin uğradıkları onca haksızlığa karşı anayasada ve yasalarda yazılı olan barışçıl meşru bir gösteride bulunma haklarını kullanmaya izin vermedi. İzin verseydi ne olurdu? Şu an; bu işçiler gibi ve onlardan daha kötü durumda olan %70’i açlık sınırında yaşayan diğer işçi ve emekçiler de birazcık olsun insanca ve insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamak için hak isteyeceklerdi. Bu da tabii devletin ve hükümetin temsil ettiği büyük patronları üzerdi! Zaten bu ülkede devletin en temel görevi; işçilerin emekçilerin sırtından patronların karlarını artırmak ve onların zevki sefa içindeki saltanatlarının en iyi şekilde devamını sağlamak değil mi? İşçi ve emekçiler aç ve yoksulmuş, yeterince sağlık ve eğitim hizmeti almıyormuş, sosyal güvenceleri yokmuş, bunların hiçbir önemi yoktu! Bütün bunlara rağ men işçiler kaldırımlardan y ürüyerek Saraçhane’deki Büyükşehir Belediyesinin önüne gitmeyi başardılar. İyice öfkelenen işçiler burada sık sık “İşçilere değil çetelere barikat!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”,
“Topbaş istifa!”, “Hükümet istifa!”, “Direne direne kazanacağız!”, sloganları yanında “Sözleşme hakkımız, söke söke alırız!”, “Belediye işçisi köle değildir!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya da hiçbirimiz!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Genel grev genel direniş!” vb. sloganlar attı. Belediye-İş Sendikası İstanbul Şubelerinin düzenlediği ve çeşitli sendika üye ve yöneticilerin, siyasi çevrelerin desteklediği bu eylem İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde basın açıklaması yapılıp ve grev ilanı asıldıktan sonra sona erdi. Basın Açıklamasını İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İSTON, İSFALT, İSBAK, BELBİM ve Kültür A.Ş.’de çalışan işçileri kapsıyor.) ile ilçe belediyelerinden Avcılar, Bakırköy, Güngören, Zeytinburnu, GOP, Bayrampaşa, Ümraniye, Üsküdar ve Adalar’da çalışan belediye işçilerinin üyesi oldukları Belediye-İş Sendikası’nın 4 şubesi adına 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Gülüm yaptı. Hasan Gülüm polisin yaptığı saldırıları kınamakla başladığı açıklamasında bu sözleşme ve grevin sadece üyeleri olan 10 bin işçiyi ilgilendirmediğini; 7 bine yakını Tes-İş’e, 6 bine yakını Hizmet-İş’e ve 4 bine yakını da DİSK/Genel-İş’e üye toplam 27 bin belediye işçisini de ilgilendirdiğini belirtti. Halkların kardeşliği ve barışın olduğu, örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırıldığı, demokrasinin tüm kurallarıyla işletildiği bir düzende yaşamak istediklerini, yaşanan ekonomik ve siyasi krizin faturasının emekçilere çıkarıldığını, egemenlerin kendi çıkarları için dalaştıklarını, bu dalaşta taraf olmayacaklarını çünkü her iki tarafın da işçi emekçi düşmanı olduklarını vurguladı. Açıklamada 6 aydır yürütülen TİS görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanma-
sının esas nedeninin ücret zamları olduğunu, son üç ayda temel ihtiyaç maddelerine % 30 ile 40 civarında zam yapılmasına rağmen başta Büyükşehir Belediyesi olmak üzere ilçe belediye başkanlarının işçi ücretlerine % 8’den fazla zam vermemelerinin grev aşamasına getirdiğini söyledi. Grev kararının asılması için oraya gelmesi engellenmeye çalışılan işçilerin kararlı bir şekilde barikatları aşarak oraya kadar gelmiş olmaları esnasında çıkardıkları seslerin grev öncesinde işçilerin hakları için greve gideceklerinin ayak sesleri olduğunu, eğer talepler yerine getirilmezse greve gideceklerini ve her gün artan bir sayı ile burada olacaklarını belirtti. Yollarda asfaltları yapan, bahçe ve parkları yeşillendiren, yolları süpüren, yangınları söndüren, cenazeleri kaldıran, kısacası insanın günlük ihtiyacını karşılayanlar olarak yaz gününde İstanbul halkına böyle bir grevi yaşatmak istemedikleri anlatıldı. Dünyanın önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’da, önceki yıllarda yaşanan grevlerde yarattığı sonuçlar nasıl ve maliyetin ne kadar olduğunun bilindiğini, teklif lerinin bu maliyetin yarısı ile karşılanacağının belirtildiği açıklamada, anda grev ve direnişte olan diğer işçilerle mücadelelerini birleştirerek yürüttüklerinde kazanacaklarını, 14 Mart ve 6 Nisan direnişlerini örnek göstererek birlik olma çağrısında bulundular. Belediye İş Ağustos sonunda şu açıklamayı yaptı: "Sendikamız tarafından yürütülen, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı iştiraklerinden İSTON, İSFALT, BELBİM ve KÜLTÜR A.Ş ile Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa, Üsküdar, Bayrampaşa ve Ümraniye ilçe belediyelerinde, 2008-2010 dönemini kapsayan toplu iş sözleşme görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandı." ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./Faks: (0212) 620 67 57 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • SAYI 125’in İşçi Eki · Eylül 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
T
Hrant Dink’in gerçek katilleri hâlâ gizleniyor!
e m mu z a y ı b a ş l a r ı n d a Türkiye’nin gündeminin baş konularından biri ergenekon idi. Bunun yeniden gündeme gelmesi ve baş konulardan biri olması, esas itibariyle emekli eski general ya da orgenerallik görevini yapan askerlerin de tutuklanmasıydı. Bu yüzden de kimi gazeteler ergenekondan bahsederken manşetlerine “Orgenekon” yazdılar. Ergenokon ve sözkonusu tutuklamalarla ilgili hem gazete hem de televizyon haberleri giderek azalsa da, hemen hemen tüm Temmuz ayı boyunca –özellikle de ilk iki hafta– ergenekonla ilgili haber ve manşetlerden geçilmiyordu… Ergenekon üzerine ve bununla ilgili gelişmelerin, tartışmaların neler olduğundan bağımsız olarak sözkonusu davayla ilgili iddianemede anlatılan ve basına yansıyan haberlere bakıldığında; özellikle de ergenekon davasında gözaltına alınanların isimlerine bakıldığında –örneğin Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Fuat Turgut gibileri–, bunların Hrant Dink cinayetiyle, en azından tehdit ve kışkırtma düzeyinde ilişkili oldukları ortadadır. Buna bir de Ali Bayramoğlu’nun Taraf gazetesinde Neşe Düzel ile söyleşisinde, “bir üst düzey emniyet yetkilisinin kendisine ‘Onu Ergenekon’un öldürdüğünü biliyoruz. Ama kriminal bir delil olmadığı için ispatlayamıyoruz” dediği yönlü bilgi eklenince, adı ne olursa olsun sözkonusu kesimin Hrant Dink cinayetiyle de yargılanması gerekiyor. Esas mesele ise, “ergenekon terör örgütü” olarak gösterilenlerin, daha düne kadar bu devletin hizmetinde olduğu, değişik dönemlerde de doğrudan devletin görevlileri olduğu; daha da önemlisi ergenekonun devletten bağımsız, ondan ayrı bir yapılanma olmadığının kavranmasıdır. Hrant Dink cinayeti bağlamında ergenekonla adı anılanların devletlerine hizmette kusur etmediklerinden yola çıkılabilir. Aslında, özellikle demokrat kesimler tarafından Hrant Dink cinayetinin gerçek suçlularının kim olduğu sayısız kez dile getirilmiştir. Bu dile getirme somut şu ya da bu şahısı tespit etme olarak anlaşılmamalıdır. Bu dile getirme, cinayetin doğrudan devlet kurumlarının ve yetkililerinin bilgisi dahilinde ve evet kimilerinin de doğrudan teşvikiyle gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. Kuşkusuz ki “ihmal” olarak görülen durumlarda da somut şahıslar sözkonusudur. Ama sözkonusu şahıslar da devletin şu ya da bu kademedeki “adamı”dır, memurudur. Çarkın şu ya da bu
Hrant Dink’in avukatlarının İstanbul, Trabzon, Samsun’da açılan davaların birleştirilmesi yönlü talep de her seferinde reddedilmiştir. Sonuçta “1 yıl oldu ne oldu?” sorusuna hiç bir şey olmadı cevabını vermekten başka bir cevap kalmıyor geriye…
dişlisini suçlamak, mekanizmanın kendisini temize çıkarmak ve gerçek suçlunun gizlenmesinden başka bir şey değildir. Bizim de dergimizin sayfalarında tekrar tekrar yazdığımız gibi, Hrant Dink cinayetinin gerçek sorumlu ve suçluları, katilleri gizlenmektedir ve hâlâ da gizlenmeye çalışılmaktadır. “Cinayetin yaklaşık bir yıl önce planlandığı, bundan hem emniyetin hem de jandarmanın haberi olduğu, kimin cinayeti nasıl ve nerede işleyeceği, hatta Hrant’ın ensesinden hangi silahla vurulacağına kadar tüm bilgilerin devlet yetkililerince bilindiği de açıkça ortada. Sayfaların yetmediği bilgilerin detaylarına kadar bilindiği ve Hrant’ın korunması için değil, katledilmesi için çaba gösterildiği de devlet yetkililerinin bilgisi dahilindedir. Gerçek sorumlu ve suçluların kimler olduğu biliniyor ama gizleniyor.” (Çağrı, sayı 119, sayfa 6) Evet durum hakkında yenilik yok. Ergenekon davasıyla ilgili iddianemede ve tutuklamalarda, ayrıca TBMM Alt Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanıp İnsan Hakları Komisyonu’nun AKP milletvekilleri tarafından kabul edilen raporda yayınlanan bilgiler gözönüne alındığında, devlet yetkililerinin ve de bunun bir ayağı olan yargının gerçekte istediğinde çok şeyi ortaya çıkarabileceği düşünülebilir. Fakat katillerin kendilerini yargılamaları mümkün değildir. Gerektiğinde kimi kurbanlar seçilir ama gerçek suçlular korunur… öyle de yapılıyor! Bu arada Başsavcı Zekeriya Öz’ün Hrant Dink cinayetini de “TBMM ve hükümeti ortadan kaldırmak için ve darbe ortamı hazırlamaya yönelik eylemler” arasında değerlendirmesinin maddi zemini olduğunu; ve bunun Türkiye’deki iktidar dalaşı taraflarından kemalist kesimin AKP hükümetini düşürmek, AKP’nin iktidar olmasını engellemek için başvurduğu eylemlerden biri olduğu yönlü değerlendirmelerle de uygunluk arzettiğini tespit etmek yanlış olmayacaktır. Ergenekon iddianamesinden basına yansıyan bir nokta da Hrant’ın tehdit edildiğini söyleyerek ruhsatlı silah talebinde bulunduğu ama kendisine ruhsatlı silah verilmediğidir. Devlet
yetkililerinin Hrant’ın kendisini savunmasına da izin vermediği bu durum, iddianamede “insan haklarına aykırı” olarak değerlendiriliyor.
“1 YIL OLDU NE OLDU?” Bu soru, Hrant Dink cinayetiyle ilgili davanın İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7 Temmuz’da yapılan 7. duruşması yapılırken “Hrant Dink Davası’nı İzleme Koordinasyonu” üyeleri ve buna destek verenler tarafından soruluyordu. Bu bir sene cinayetin değil, davanın başlamasının bir senesini soruyordu, haklı olarak. Evet bu bir sene içinde 6 duruşma –kamuoyuna kapalı olarak– yapıldı ve hiç bir ciddi sonuç çıkmadı. 7 Temmuz 2008 tarihinde yapılan 7. duruşmada da herhangi önemli bir şey çıkmadı ve kitlesel bir mücadele olmadıkça da, önemli bir sonucun çıkacağını beklemek saflık olur. 7. duruşmada ortaya çıkan bir olgu şöyledir: Mahkeme, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden Hrant Dink’in kaç kez tehdit aldığını sormuştur, ama Emniyet Müdürlüğü mahkemenin bu sorusuna hâlâ yanıt vermemiştir. 7. duruşmanın esas farklı özelliği, tetikçi katilin, yani artık adını açıkça yazabileceğimiz Ogün Samast’ın resmi kayıtlara göre 18 yaşını doldurması nedeniyle kamuoyuna açık yapılmasıydı. Duruşma salonu, basına da yansıdığı gibi gerçekte bir sorgulamanın, yargılamanın değil, tetikçilerin, katillerin ve destekleyicilerinin şov alanı gibiydi. İfadesi alınan sanıkların anlattıkları içinde –en azından basına yansıyanlar içinde– özde yeni bir şey yoktu. Buna rağmen ama anlatılan, daha doğrusu tekrarlananlar, cinayetin önceden planlandığını ve bunun devlet –hem askerin hem de polisin– yetkililerince bilindiğini de yeniden ve tekrar tekrar ortaya koymaktadır. “Hrant’ın Arkadaşları” adına yaptığı basın açıklamasında Zeynep Tanbay şu değerlendirmeyi yaptı: “Geçen bir yılda cinayeti çok önceden bilen, göz yuman ya da umursamayan, belki de cinayete yardımcı olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı, görevlerini sürdürdüler. Yargı
önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla korundu.” (BirGün, 8 Temmuz 2008) Bu değerlendirme kimi olguları ortaya koymaktadır. Sadece gerçek katillerin gizlenmesi sözkonusu değil, öne sürülen tetikçiler, ya da seçilen kurbanlar da korunmaktadır. Sanık ların tutuk luluk halinin devamına ve Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nde görevli Engin Dinç ile Ercan Demir’in dinlenmesine karar vererek duruşmayı 13 Ekim’e erteledi. (Burada, dergimizin İstanbul’daki tüm okurlarına 13 Ekim’de Beşiktaş İskele Meyd a n ı’nd a “Hra nt ’ı n Arkadaşları” arasında olmaları çağrısında bulunuyoruz.) Hrant Dink ’ in av u kat larının İstanbul, Trabzon, Samsun’da açılan davaların birleştirilmesi yönlü talep de her seferinde reddedilmiştir. Sonuçta “1 yıl oldu ne oldu?” sorusuna hiç bir şey olmadı cevabını vermekten başka bir cevap kalmıyor geriye… Araştırma Alt Komisyonu tarafınca hazırlanan ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından oy çokluğuyla –AKP’li milletvekilleri onayladı– kabul edilen raporun kimi yanları basına yansıdı. Rapora göre “her kademede ihmal var”. Ama hiç kimsenin görevden alınması, ya da soruşturulması talebi yoktur. Sözkonusu bu bilgiler ve rapora CHP ile DTP milletvekillerinin eleştirileri de gözönüne alındığında, AKP milletvekillerinin ve tabii ki hükümetinin de gerçek suçluları gizleme çarkının bir parçası olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu rapor aslında gerçek suçluların gizlenmekte olduğu düşüncesini yeniden onaylamaktadır. Bu bağlamda tekrar da olsa gerçek suçlu ve sorumlular açıkça ortaya çıkarılmadığı sürece yinelememiz gereken gerçeklik şudur: “Düşünceyi ifade etme özgürlüğünü ayaklar altına alan yasalardan, bu yasaların yargı mensupları tarafından uygulanmasına; emniyet kurumundan jandarmaya, valisinden kaymakamına, hakiminden savcısına, medyasından tetikçisine kadar herkesin cinayet işinin içinde olduğu; tüm dezenformasyon, yalan yanlış haberler içinde bile gün ışığına çıkmış durumdadır. Böylesi bir durumda, –kişiler ve isimleri onca önemli değildir, bu belirleyici de değildir çünkü sorun kurumsal yapıdan kaynaklıdır– gerçek suçlunun, katilin kim olduğunu ne söylemeye, ne de aramaya gerek var! Suçlu ve katil bellidir…” (Çağrı, sayı 119, sayfa 6). Ağustos 2008 ✓
11
panorama
Bir G8 Zirvesi daha yapıldı! - TOYAKO / JAPONYA -
D
12
ünyamızın sekiz önde gelen haydutunca her sene yapılan zirvenin bu seneki ev sahibi Japonya idi. Zirve 7-9 Temmuz tarihlerinde yapıldı. Japonya, son yıllardaki zirvelere karşı gerçekleşen protestolar ve buna karşı zirvenin ev sahibi emperyalist güçlerin aldığı önlemlerden iyi öğrendiğini gösterircesine, zirvenin yapılacağı yeri belirlemiş, önlemlerini almıştı. Zirve için belirlenen yer Hokkaido Adası’nda tatil beldesi olan Toyako oldu. En başta bu seçenek zirveyi protesto edecek olanların –tabii ki aynı zamanda maddi gücü yetip de Japonya’ya kadar gidebilme şansına sahip olanların– işini zorlaştırmayı da içeriyordu. Japonya’ya girişte çıkarılan zorlukları –vize verilmemesi, ya da önceki zirvelerde adı protestolarda “kötüye” çıkanların girişte geri gönderilmesi vb.– aşıp Hokkaido Adası’na kadar gidebilenler için de, başka polisiye ve askeri önlemler alınmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerinden sonra yapılan anlaşmalara göre Almanya ve Japonya’nın ülke içinde orduyu görevlendirmesi, daha doğrusu kullanması yasadışıdır. Fakat bu “yasadışılık” Almanya tarafından çoktan çiğnenmiş, 2007’deki G8 Zirvesi’nde de binlerce polis, kolluk gücü yanısıra birkaç bin askeri ve askeri uçakları vb. kullanmıştı. Japonya 2008 G8 Zirvesi’nde önlem almak için doğrudan Almanya’dan –Alman Gizli Polis teşkilatından– bilgi talep etmiş ve karşılıklı delegasyon ve yetkililerin ziyaretleriyle alınacak önlemler konusunda ortak çalışma yürütmüşlerdi. Bu çalışma içinde Alman yetkililer aynı zamanda kendileri için tehlikeli ya da potansiyel olarak şiddet kulanabilecek diye değerlendirdiği “gözetilen insanlar”ın bilgilerini de Japon yetkililere vermişti. Bu temelde de kimin Japonya’ya giremeyeceği belirlendi. Japon yetkililer ile Alman yetkililer arasında askerin kullanılması sorununda da bilgi alışverişi yapıldı. Zirvede Japonya 20.000’den fazla polis gücüyle tatil beldesi Toyako’yu adeta kuşatmış, beldeye giden az sayıdaki yolu kapatmıştı. Almanya örneğini bu sefer Japonya uyguluyor orduyu
da ülke içinde görevlendiriyordu. Savaş gemileri ve uçakları Toyako’yu “koruma” altına alıyordu… Gerek protestocuların maddi gücünün azlığı, gerek Japon kolluk güçlerinin sınırdaki/ Japonya’ya girişteki önlemleri, gerekse de zirvenin adada yapılması vb. durumlar protestocuların sayısının diğer zirvelere göre düşük olmasını beraberinde getirdi. Zirve süresince Toyako’ya epey uzak olan Sapparo’da yapılan protestoların –Toyako’da protestolar yasaktı ve zirvenin yapılacağı yere en yakın yerin 30 km. olduğu bilgisi verilmektedir– en büyüğüne 5000 insan katıldı. Her protestocuya en az dört polis düştüğünden ve protestocuların büyük bölümünün şiddeti reddetmesi de polisin işini kolaylaştırdı. Verilen bilgilere göre Japonya sadece zirvenin güvenliği önlemleri için 283 milyon dolar harcadı. Önlemler sıkıydı, Japonya kolluk güçleri saldırgan ve protestolar ise diğer zirvelere göre solgundu…
–Güney Afrika dışında– Cezayir, Etyopya, Gana, Nijerya, Senegal ile Tanzanya; Avusturalya, Güney Kore, Endonezya ve Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ile Afrika Birliği temsilcileri de davet edildi. Zirvenin gündeminde ise yok yoktu… Ama medyaya yansıdığı kadarıyla G8’in Dışişleri Bakanları tarafından zirveden önce hazırlanan gündemin önem sırası zirve sürecinde değişikliğe uğradı. Üzerine ne kadar tartışıldığından bağımsız olarak gündemde olduğu söylenen kimi konular şunlardı: Dünya ekonomisi, özellikle de mali kriz; petrol fiyatlarının yüksekliği; gıda krizi sorunu; ekoloji, iklimi koruma ya da atmosfere zehirli gaz salınımını azaltma; İran’ın atom programına karşı tavır; Kuzey Kore’ye karşı tavır; Afganistan ve Pakistan sınırları ve savaş; Irak savaşı; Afrika’da açlık, özellikle de Zimbabwe’de seçimler; bundan da önemlisi Afrika ülkeleriyle Serbest Ticaret Anlaşması konusu vb. vs. vs.
Diğer zirveler gibi bu zirve de, gerçekte emperyalist haydutların iklimi koruma gibi genel dünya sorunlarına, ya da dünya nüfusunun büyük bölümünün acil sorunlarına gerçek bir çözümü karar altına alamayacağını; böylesi bir amacının da olmadığını; genelde hep “büyük insanlığı” aldatmak için vaatler sunmakla, niyet ve istek ilan etmekle sınırlı kaldığını bir kez daha ispatladı. Katılımcılar ve gündem…
Zirveden kimi görüntüler…
Zirve sekiz haydutun toplantısı olsa da dünyadaki gelişmeler ve değişmeler bu haydutları kimi diğer ülke yetkililerini de zirveye davet etmeye zorluyor. Bu temelde de son yıllarda yapılan zirvelere, somut gündeme göre de belirlenen ülkelerin yetkilileri davet edildi, ediliyor. Bu davet edilenlerin artık “vazgeçilmez” olanları ise Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika’dır. Bunlar aynı zamanda G5 olarak da adlandırılıyor. Bunlar dışında Afrika ülkelerinden
Zirvenin gündeminde özellikle gıda, yakıt fiyatlarının yüksekliği ve krizi ile ekonomik olarak da mali kriz konusunu gözönüne alan kimi burjuva siyasetçiler, bu seneki G8 Zirvesi’ni son on yılın en önemli zirvesi olarak değerlendirdi. Diğer zirveler gibi bu zirve de, gerçekte emperyalist haydutların iklimi koruma gibi genel dünya sorunlarına, ya da dünya nüfusunun büyük bölümünün acil sorunlarına gerçek bir çözümü karar altına alamayacağını;
böylesi bir amacının da olmadığını; genelde hep “büyük insanlığı” aldatmak için vaatler sunmakla, niyet ve istek ilan etmekle sınırlı kaldığını bir kez daha ispatladı. Gündemde olan “Afrika sorunu” ve iklim sorunu ile ilgili G8’in tavrı bağlamında dergimizin 113. sayısında geniş tavır takındığımız ve bu konularda özde bir şey değişmediği için yeniden detaylı tavır takınma yerine, özetle durumu aktarırsak zirvedeki kimi görüntüler şöyleydi: Afrika’daki açlık, genelde gıda sorunu ve dünyadaki açlık sorununda, sanki esas sorumlu ve suçlular sözkonusu emperyalist haydutlar (G8) ile diğer emperyalistler değilmiş gibi, bir de konuyu gündeme alarak kendilerini “sorunu çözenler” olarak satmaya kalkışıyorlar her seferinde. Sadece zirvelerine harcadıkları milyonlarca dolarlar açlığa, yoksulluğa karşı önlemler için harcansa, milyonlarca yoksul insan açlık sınırı altında yaşama zorunluluğundan kurtulma, ya da hastalıklarına karşı mücadelede ilaç edinme durumunda kalacaktır. Fakat, sömürü sisteminin ve emperyalistlerin gerçekte kendi çıkarları, sömürü ve talan, dünyaya egemen olma dalaşı içinde bulunma dışında amaçları yoktur. Dünya halklarını sömürü sistemine karşı mücadeleden alıkoyma ve kendi iktidarlarını koruma, ayakta tutma amacıyla almaları gerektiğini düşündükleri kimi önlemler, açlığa, hastalığa vb. karşı “yardım” önlemleri vb. de gerçekte sömürü sisteminin özünü değiştirmemektedir. Yani bu emperyalist haydutlar verdiği sözleri gerçekte yerine getirseler bile, dünyamız üzerinde sömürü, yoksulluk, baskı ve zulüm… haksız ve gerici savaşlar son bulmayacaktır. Emperyalistlerin sahtekârlığı her seferinde yapılan zirvelerdeki tavırlarda da ortaya çıkmaktadır. Örneğin günümüzde dünya çapında açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısı 1 (bir) milyar civarındadır. Son bir sene içinde temel gıda maddelerinin fiyatlarının yükselmesiyle açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısının 200 milyon civarında yükseldiği bilgisi verilmektedir. Daha önceki BM açıklamalarına göre 850 milyon ci-
panorama varındaki aç insana bu rakam eklenince aslında açlık sınırı altında yaşama mücadelesi verenlerin sayısı 1 (bir) milyardan fazladır. Pek i Zir ve’ci ler ne yapıyor? İngiltere Başbakanı Gordon Brown, dünya gıda sorununa ne kadar çok değer verdiğini de göstermek için Zirve’den kendi vatandaşlarına “gıda israfına son” çağrısı yaptı. O bu çağrıyı yaparken, zirve katılımcıları gazete haberlerine göre sadece bir akşam 19 değişik çok pahalı yemeği midelerine indiriyordu… (Radikal, 9 Temmuz 2008) Kimi Avrupalı gazeteler de sırayla altı, sekiz menülü yemek tıkınıldığını yazdı. Zirve için harcanan toplam 566 milyon dolar ile tüm Afrika’da sıtmaya karşı mücadele edilebileceği de yapılan değerlendirmeler arasındadır. Sözkonusu çok ve pahalı yemeklerin tıkınılması kimi burjuva gazetecilerin bile tepkisini çekti. İngiltere basınında “Gıda kıtlığını konuşup sekiz koldan ziyafet çektiler”, “ölümcül yemek”, ya da “G8 liderleri havyar ve deniz kestanesi üzerine gıda krizini düşündü” gibi başlıklar yer alırken, Amerikan gazetesi “Times” “bu kadar tıkınmanın üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak halleri” kalamayacağını yazıyordu. Bu kadar tıkınma sonrasında da me-
seleleri konuştular ama, kelimenin gerçek anlamında hiç bir soruna çözüm çıkmadı. Önemli bir nokta ise sözkonusu bu tıkınmada bile egemen devletlerle bağımlı devletler ayrımının yaşanmasıydı: Zirveye davet edilen Afrikalılar sözkonusu yemeğe davet edilmedi. İlk gün görüşüldüğü söylenen gıda, yakıt ve Afrika’daki yoksulluk, kalkınma sorununda yeni vaatler bile çıkmadı. Afrika’ya yönelik siyasette 2005 yılı G8 Zirvesi’nde ve daha sonraki zirvelerde yapılacağı vaat edilen yardım 25 milyardan 60 milyar dolara kadar yükseltilmişti, ama bu vaadin sadece 3 milyarlık bölümünün yerine getirildiği bir durum yaşanmaktadır. 2007 yılı zirvesindeki verilere göre bu oran 2.3 milyardı. Yani bir sene içinde sadece 0.7 milyar dolar “yardım” vaadi yerine getirilmiştir. Petrol ve gıda sorunu ve mali kriz bağlamında ise yayınladıkları bildiriyle bu konularda “endişeli” olduklarını açıklama dışında bir şey çıkmadı. Küresel ısınma, iklimi koruma vb. bağlamında 2007 yılı zirvesinde kimi ülkelerin 2050 yılına kadar zehirli gazların atmosfere salınmasını %50 indirme yönlü kararının gözden geçirileceği açıklanmıştı. Bu sene, bu “gözden geçirme” işini halletmiş ola-
rak amaçlarını ilan ettiler. Ne kısa, ne de orta vadeli hedef ve zaman belirlemesi yapıldı. Kim ne zaman ne kadar azaltacak diye sorarsanız, cevabı yoktur. Yani küresel ısınmayı önlemek için de sonuç: Sıfır elde var sıfır! Japonya bu zirveyi en ekolojik, yeşil zirve olarak propaganda etti. Zirvenin tarihini bilinçli olarak “Cool Earth Day” adlı çevre gününe rastlatmış ve 2 saat boyunca elektrikleri keserek dünyamızı 475 bin ton karbon emisyonundan kurtarmıştı…!!? Sadece bu kadarıyla yetinmemişlerdi. Japonya’nın en büyük 7 (yedi) otomobil üreticisi elektrik, hibrid ve hidrojen yakıtlı “çevreci” arabalarını zirvenin davetlilerine hizmete sunmuş; zirve için “elsallamatik” ve hibrit ekolojik sistemli tuvaletler (%31 su tasarrufu yapılıyormuş) üretilmişti… Bu en “ekolojik, yeşil zirve”den ne çıktı? 2050 yılına kadar zehirli gaz salınımını %50 indirme vaadi, G8 liderlerinin bu konudaki vaatlerinin bir “zaman kapsülü”ne konup gömülmesi ve 100 sene sonra açılıp vaatlerin tutulup tutulmadığına bakılması komedisi dışında hiç bir şey çıkmadı. Japonya dışında zirveye katılan G8 devlet yetkilileri, Hiroşima’da Barış Müzesine bile, davet edildikleri halde gitmediler. Bu tavırları med-
yada, atom silahlarına karşı yaklaşımlarının da bir göstergesi olarak yorumlandı. Sonuçta ne küresel ısınmaya karşı mücadele, ne açlık ve yoksullukla mücadelede hiç bir karar alınmadan zirve sona erdi. Bu arada ama emperyalistlerin dünya üzerindeki nüfuz dalaşında, yürüyen savaşlar –Irak, Afganistan vb.– ve gözlerine kestikleri güncel dalaş bölgeleri –özellikle Afrika kıtası ve İran vb. yerler– üzerine konuştular ama bu noktaları fazla öne çıkarmadılar. Bu seneki zirve ABD Başkanı Bush ’un son G8 Zir vesi i ken, Rusya Başkanı Medvedev’in ilk G8 Zirvesi’ydi. Medyaya “dostane” pozlar verseler de, zirvenin yapıldığı dönemde Medvedev Bush’u “uyarmasına” rağmen, ABD’nin Çek Cumhuriyeti ile füze kalkanı anlaşması imzalaması, bu iki emperyalist güç arasındaki çelişki ve dalaşın giderek kızıştığını gösteriyordu. Gerek G8’ in genişletilmesine yönelik tartışmalar, gerekse de Kafkasya’daki gelişmeler G8’in bu haliyle varlığını sürdürüp sürdürmeyeceğini soru işareti haline getirmiştir. Gelişmeleri izleyip göreceğiz.
halklar olarak yaşamış ve tabii ki baskıyla, zorla SSCB sınırları içinde hapsedilmiştir. SSCB’nin dağılması ile de özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Günümüzde ise, Putin ve yaveri, ardılı Medvedev’in “bağımsızlığını” elde eden ve batılı türden demokrasiye doğru yol alan Gürcistan’ı yeniden “sovyet dönemindeki” gibi kendisine bağımlı hale getirmeye çalıştığı “neoemperyalist” bir siyaset güttüğü anlatılmaktadır. Yani günümüzün emperyalist Rusyası’nın siyaseti, yeniden Stalin dönemine dönme hayalinin siyaseti olarak da gösterilmeye çalışılıyor. Tabii ki bu çok kötü, olumsuz bir siyaset olarak teşhir ediliyor. Günümüzün emperyalist Rusyası ile Lenin-Stalin döneminin sosyalist SSCB’si arasında hiç bir benzerliğin olmadığı;
Rusya’nın Kruşçev modern revizyonizmi sonucu yozlaşan ve çöken sosyal-emperyalist Rusya’nın ürünü olduğu, ama buna rağmen yozlaşmış SSCB’den de farklı olduğu gerçeklerinin üzeri de örtülmektedir. Sosyalizme karşı düşmanlığın körüklendiği konulardan biri ulusal sorundur. Ulusların kendi kaderini tayin, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı bu kalemşorlar için gerçekte yoktur. Onlar, temsilciliğini yaptığı burjuvazinin çıkarlarına bağlı olarak kendi kaderini tayin hakkını da değişik içeriklerle savunur ya da reddeder. Tıpkı Kosova ve Güney Osetya ve Abhazya örneklerinde olduğu gibi. Batılı emperyalistler Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını savunurken Rusya buna karşı çıkar, Rusya Abhazya ve Güney Oset ya’nın
27 Ağustos 2008 ✓
Burjuvazinin çanak yalayıcıları işbaşında! - Kafkasya -
G
ürcistan’ın Güney Osetya’ya sa ldırısıyla başlaya n ve Rusya’nın da taraf olarak katıldığı savaş ile ilgili haber ve yorumları düzenli ve dikkatli biçimde takip edenlerin görebileceği olgulardan biri; Rusya’ya karşı olan Batılı emperyalist güçlerin çanak yalayıcılarının Rusya’ya karşı tavırda, hâlâ, “öldüğünü” anlattıkları sosyalizme düşmanlığı körükledikleri gerçeğidir. Onlar burjuvazinin iktidarının ayakta kalabilmesi için tarihi gerçekleri tersyüz etmede, kamuoyuna yalan makinasıyla ürün vermede, kısacası sahtekârlıkta sınır tanımıyor. Sosyalizme, komünizme düşmanlık kendisini özel olarak Stalin’e karşı tavırda göstermektedir. Bu bağlamda yapılan propagandanın çok yönlü, zengin olduğu inkar edile-
mez. Örneğin kimi açıkça “diktatör”, “katil” vb. diyerek saldırıda bulunurken, kimileri de “ince” hesap propagandaya başvurmaktadır. Örneğin Hürriyet gazetesi Rusya-Gürcistan savaşından neredeyse yarım sayfalık bir savaş resmi basıp resmin üzerine “Stalin’in doğum yeri cehennem gibi” diye yazarken, böylesi “ince” propaganda yapılmaktadır. Cehennem ile Stalin’in adı olumsuz olarak birbirini tamamlamaktadır bu propagandaya göre. Burjuvazinin çanak yalayıcıları kuşkusuz ki sosyalizme düşmanlıkları için hangi imkânı buluyorlarsa onu kullanıyorlar. Sözkonusu kalemşorların, burjuvazinin çanak yalayıcılarının yaydığı görüşlere göre, örneğin SSCB sınırları içinde yaşayan değişik ulus ve milliyetlerden halklar özgür değil, köle
13
panorama Gürcistan’dan ayrılmasını savunurken de Batılı emperyalistler karşı çıkar. Duruma göre kendi kaderini tayin hakkı, duruma göre de devlet sınırlarının bütünlüğü öne sürülür. Her iki durumda da ama gerçekte şu ya da bu ulusun kendi kaderini özgürce, özgür koşullarda tayin etmesi durumu yoktur. Yani burjuva kalemşorların “demokrasisi”, “insan hakları” ya da “ulusal bağımsızlığı” her zaman kendi burjuvazisinin çıkarlarına bağlıdır ve sözkonusu çıkarlara göre de içeriği doldurulur. Somut konumuz bağ la mında Rusya’ya karşı Gürcistan’ı destekleyenler, Güney Osetya ve Abhazya’ya karşı da “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden” yana tavır takınanlar, gerçekte anda Gürcistan yönetiminin ilhakçı, işgalci siyasetinin destekçiliğini yaparken tarihi gerçeklerin üzerini örten sahtekârlar da olma durumundadır. Bunlara göre andaki savaşın kaynağı Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını ilan etmeye kalkışmakla Gürcistan’ın “toprak bütünlüğünü parçalamaya” teşebbüs etmişlerdir. Bu duruma izin verilemez. Gürcistan’ın kendi “toprak bütünlüğünü –evet gerekirse şiddetle de– koruması, “doğaldır”, “hakkıdır”. Savaş ve çatışmaların kışkırtıcısı “ayrılıkçı” güçlerdir. Böylece “birlik” adına, gerçekte milletlerin, milliyetlerin eşit ve özgür temelde birlikte yaşamasını değil, şu ya da bu devletin toprak bütünlüğünü savunma adına, egemen ulusun hakimiyetinin sürmesinden yana oldukları gerçeğinin üzerini de örtmektedirler. Bunu da milletlerin, milliyetlerin “özgürlüğünü”, “demokrasiyi” savunma adına yapmaktadırlar. Ne büyük sahtekârlık! Kimi burjuva kalemşorlar tarihi olguları çarpıtarak da –bunu bilinçli yapıp yapmadıkları önemli değil, olgu, tarihi gerçeğin çarpıtılmasıdır– bu propagandaya ortak olmaktadır. Örneğin Almanca yayınlanan “Der Spiegel” dergisi, 34. sayısında Güney Osetya’yı anlatırken şu tespiti yapmaktadır: “Osetler Sovyetler Birliği’nin bitişi (dağılması) sonrasında parçalandılar; Kuzeyi Rusya sınırlarında kaldı, Güneyi de halklar hukukuna göre bağımsız olan Gürcistan’a kaldı.” “Der Spiegel” yazarları bize bunu anlatıyor. Peki ama tarihi gerçeklere bakıldığında, karşımıza çıkanlar nedir?
KISACA, KİMİ TARİHİ GERÇEKLER
14
Burada 1917 Ekim Devrimi’nden Kruşçev modern revizyonizminin egemen hale geldiği dönem arasındaki sosyalizm sürecinde ulusal sorunun nasıl çözüldüğünü anlatmaya kalkışmayacağız. Çünkü böylesi kısa bir yazıda bunları anlatmak mümkün değil. Tarihi olgularla ve belgelerle ortaya
konup isbatlanabilecek gerçeklik ise şöyledir: Ulusların ortaya çıktığı kapitalizm tarihinden günümüze dek, millet ve milliyetlerin, en fazla özgür olduğu, eşitlik, kardeşlik temelinde bir arada yaşadığı tek devlet sosyalist SSCB olmuştur. Siyasi olarak hemen Ekim Devrimi’nden sonra ortadan kaldırılan eşitsizlik, ekonomik ve kültürel alanlarda da Çarlık Rusyası’ndan devralınan bölgeler arası eşitsizliği hemen hemen sıfırlayacak düzeyde ortadan kaldıran da sosyalist SSCB olmuştur. Lenin-Stalin önderliğindeki SSCB hâlâ dünya halklarına, ezilen ulus ve milliyetlerin kurtuluş yolunu gösteren kızıl meşale olmaya devam ediyor! Baskısız, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum, dünya yaratma mücadelesinde yaşanılan yanlışları, ya da yapılan hataları aşmak ise, yeni bir dünya yaratma mücadelesi veren biz sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin görevidir. Bu bağlamda burjuvazinin çanak yalayıcılarının sosyalist
lince çıkarmamız gerekiyor: SSCB’de Gürcistan SSC birlik cumhuriyetlerinden biriydi. Gürcistan’da iki özerk cumhuriyet (Abhazya ve Acaristan) ve bir özerk bölge (Güney Osetya) vardı. Yani “Der Spiegel” yazarlarının dediği gibi Osetler SSCB’nin dağılması sonrasında parçalanmadı. Kuzey Osetya SSCB döneminde de Rusya SSC’nin sınırları içinde idi ve özerk cumhuriyet statüsü vardı. Bu konuda bu tespiti kontrol etmek isteyenler Sovyet Ansiklopedisi’ne de bakabilir. Tarihi olgulardan biri, daha SSCB dağılmadan ve Gürcistan’ın da SSCB’den ayrılmasından önce, 10 Kasım 1989 tarihinde Güney Osetya Yüksek Sovyeti, Güney Osetya Özerk Sov yet Cumhuriyeti kurma kararı alır. Gürcistan SSC’nin Yüksek Sovyet Başkanlığı ise 16 Kasım 1989 tarihinde sözkonusu kararın geçersiz olduğunu açıklar. Böylece Güney Osetya ve Gürcistan arasında ilk çatışma başlar. Gürcü milliyetçi-
Batılı emperyalistler Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını savunurken Rusya buna karşı çıkar, Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılmasını savunurken de Batılı emperyalistler karşı çıkar. Duruma göre kendi kaderini tayin hakkı, duruma göre de devlet sınırlarının bütünlüğü öne sürülür. Her iki durumda da ama gerçekte şu ya da bu ulusun kendi kaderini özgürce, özgür koşullarda tayin etmesi durumu yoktur. Yani burjuva kalemşorların “demokrasisi”, “insan hakları” ya da “ulusal bağımsızlığı” her zaman kendi burjuvazisinin çıkarlarına bağlıdır ve sözkonusu çıkarlara göre de içeriği doldurulur. SSCB’ye eleştiri hakkı bile yoktur. SSCB’de Kruşçev önderliğindeki revizyonizmin hakimiyetinin gerçekleşmesi sonrası dönemde sosyalizm adına yapılan ama gerçekte sosyalizmle ilgisi olmayan çok şeyin olduğu; bu yozlaşma sonucu sosyalizmden geriye dönüldüğü; sonuç itibariyle yıkıldığı biz, sınıf bilinçli işçiler, emekçiler için olgudur. Aynı biçimde sözkonusu yozlaşma sürecinde ulusal sorundaki siyasette de, komünist siyasetten uzaklaşıldığı, Rus şovenizminin ve yerel milliyetçiliğin yeniden halklar arasındaki kardeşliği zedeleyen, hatta yozlaşmış SSCB’nin dağılma sürecinde karşılıklı çatışmalar düzeyine vardığı da olgudur. Bu olgular ama ne burjuvazinin çanak yalayıcılarını haklı çıkarmakta ne de tarihi gerçekleri ortadan kaldırmaktadır. Somut olarak 1989’dan itibaren Güney Osetya örneğine bakarsak, andaki çatışmaların nasıl başladığını da görmüş olacağız. Her şeyden önce şu tarihi gerçeği bi-
ler Zchinwali’yi kuşatma altına alır Ocak 1990’a kadar çatışmalar sürer. 20 Eylül 1990 tarihinde Güney Oset ya Demok rati k Sov yet Cumhuriyeti olarak bağımsızlığını ilan eder. Gürcistan askeri bölgeye girer ve çatışma gerçek anlamıyla savaşa dönüşür. 2000 Osetyalı öldürülür, 100.000 kadar Güney Osetyalı Kuzey Osetya’ya, yani Rusya SSC’ye kaçar. 20.000 kadar da Gürcü Gürcistan’a kaçar. Gürcistan yönetimi tarafından Aralık 1990’da Güney Osetya’da olağanüstü hal ilan edilir. 9 Nisan 1991 tarihinde Gürcistan SSCB’den ayrıldığını ilan eder. Gürcistan yönetimi aynı zamanda Güney Osetya’nın özerk bölge statüsüne de son verir. 1 Eylül 1991’de ise Güney Osetya yeniden bağımsızlığını ilan eder ve kendisini Güney Osetya Cumhuriyeti diye tanımlar. Bu dönem hâlâ resmen SSCB dağılmamıştı. Fakat Güney Osetya ile Gürcistan arasındaki çatışmalar, Gürcistan yönetiminin Güney Osetya’nın, başta özerk cumhuri-
yet istemini, ardından da bağımsızlık talebini reddetmesi ve Güney Osetya’ya karşı saldırıya geçmesiyle başlamıştır. Aynı konu Abhazya bağlamında da yaşanmıştır. Gürcistan’ın SSCB döneminde imzalanan anlaşmaları iptal etmesi ve Abhazya’nın özerk cumhuriyet statüsünü iptal etmesi, Abhazya’nın kendisini bağımsız devlet ilan etmesini beraberinde getirmiştir. Bu ilan ise yine Gürcistan yönetimi tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılmıştır. Gürcistan’ın Güney Osetya ile savaşı 24 Haziran 1992 tarihindeki ateşkesle durmuştur. Bu arada ama 1992 Ocak ayında yapılan bir referandumda Güney Osetyalıların %90’ı Kuzey Osetya ile birleşmekten yana tavır takınmıştır. Gürcistan’ın Abhazya ile savaşı ise 14 Ağustos 1992’de başlamış –yine Gürcü ordusu Abhazya’ya saldırmıştır– 14 Mayıs 1994 tarihindeki ateşkesle durmuştur. Kuşkusuz ki bu ateşkesler sonrası dönemde de değişik biçim ve düzeylerde çatışmalar yaşanmıştır. Günümüze dek gerçekte savaş bitmemiştir. Anda gerek Rusya ve Gürcistan yönetimlerinin, gerekse de Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsız devlet olmasını talep edenlerin savunduğu siyaset, içerik olarak şoven, milliyetçi siyasettir ve bu siyasetin desteklenecek hiç bir yanı yoktur. Fakat bu olgu, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık talebinin, kendi kaderini kendilerinin tayin etme, evet ayrı devlet kurma hakkının varlığını ve bunun haklılığını ortadan kaldırmıyor. Sorunun özü, gerek bağımsızlığını isteyenlerin, gerek buna karşı olanların; gerekse de Rusya’ya karşı Gürcistan’ı destekleyip bu arada sosyalizme saldıranların hiç birinin siyaseti, gerçekte özgürlüğü ve bağımsızlığı savunma siyaseti, yaklaşımı değildir. Gürcistan yerine Rusya’nın koruması altına girmek, onun parçası olmak –bunu isteme ya da yapma hakları tabii ki vardır– gerçekte özgür, bağımsız olmak değildir. Aynı biçimde, Gürcistan’ın kendisinden ayrılmak isteyenleri “toprak bütünlüğü” adına silah zoruyla da engellemeye çalışmasının da gerçekte demokrasinin, özgürlüğün ayaklar altına alınıp çiğnenmesinden başka bir şey değildir. Ezilen millet ve milliyetlerin gerçek kurtuluşunun ancak sosyalizmde mümkün olduğunu, bizzat SSCB örneği ispatlamıştır. Kaf kasya’da da ezilen millet ve milliyetlerin kurtuluşu, yeni Ekimlerle, sosyalizmle mümkündür. Burjuvazinin çanak yalayıcılarının sosyalizmden korkusu haklıdır ama korkunun ecele faydası yoktur! 28 Ağustos 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“Ciğerlerimiz yanıyor”, devlet seyrediyor!
Ü
lke gündemi “Ergenekon”, “AKP kapatma davası” ile sıcaklığını korumaya devam ederken, yaz sıcaklarının bastırması ile birlikte orman yangınları da gündemimize oturmaya başladı. Bu yılın ilk büyük orman yangını, Mersin’in Gülnar ilçesi Kavakolu Köyü’nde 7 Temmuz da çıktı. İlk belirlemelere göre, iki kişinin yaşamını yitirmesine neden olan yangında 1.000 hektar ormanlık alan ve 58 ev kül oldu. Doğa Koruma Vakfı Başkanı Nevzat Ceylan, “yanan alanın 4.000 hektar alanı geçtiğini ve bunun bir rekor olduğunu, orman yangını ve yanan alanların geçen yıla göre iki katını" geçtiğini belirtti. Bu yangını Mersin Demokrasi Güçlerinin oluşturduğu heyet de yerinde inceledi. Heyetin raporunda ise yanan alanın 20.000 dekar büyüklüğünde olduğu belirtildi. Bu yangında 84 yaşındaki Hatice Kırlangıç ile 16 yaşındaki Hatice Bulut yanarak öldü. 40 kişinin yaralandığı yangında 26 kişi dumandan etkilenirken, yangında annesi ve kızını kaybeden Fatma Bulut (44) vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan yanıklar nedeniyle tedavi görüyor.
Yangına zamanında müdahale edildi mi? Önce bu yangının çıkış nedeni üzerine çelişkili bilgiler basına yansıdı. “Köylülerin anız yakması sonucu çıktı, trafo patladı, cam şişeler neden oldu vs.” (Basından ) Çevre ve Orman Bakanlığı yangına zamanında ve yeterli müdahale edildiğini ve doğa koşullarından dolayı yangının büyümesini engellemeyediklerini açıkladı. Aynı temelde bir açıklamayı Mersin Valisi Hüseyin Aksoy’da yaptı. Orman köylüleri ise yangına zamanında ve yeterli müdahale edilmediği tepkilerini basına ve Mersin’den giden heyete bildirdiler. Sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir heyet Gülnar’daki orman yangını hakkında halktan aldığı bilgiler sonucu ihmali şöyle sıralıyor: “Orman yangını bölgesinde yaptığımız görüşmeler, derlediğimiz bilgibelgelere dayalı olarak, orman yangının başlangıcında yangına yeterince müdahale edilemediği, müdahalede eksik kalındığı, güvenlik-kolluk kuvvetlerinin “can güvenliği gerekçesiyle” yangın sırasında yurttaşları köyden çıkartıp evlerinin söndürülmesine yardımcı olmalarını engellediği, orman yangını süresince müdahale konusunda koordinasyon eksikliği yaşandığı, örneğin; Kavakoluğu köyünde depolanmış 400 ton suyu köylülerin kullanın demesine karşın bu suyun kullanılmadığı, yangın söndürme ekiplerinin köy evlerine sıçrayan yangına, aldıkları emir “köyleri
“Bölücü teröre karşı mücadele” adına TSK’nın operasyonları sonucu atılan bombalarla çıkan orman yangınlarına burjuva medya ses çıkarmayarak bu orman yangınlarını yok saymaktadır. Ne de olsa bu ormanlarda “bölücüler saklanıyor”. bırakın ormanı kurtarın” nedeniyle müdahale etmedikleri, yangın süresince yöreyi tanıyan muhtarlar ve köylülerden bilgi alınması, danışılması yoluna gidilmeyip dışlandığı, bu durumun yangın sonrasındaki çalışmalarda da sürdürülüp, oluşturulan komisyonlarda muhtarların, köy ihtiyar heyeti üyelerinin ve yurttaşların katılımının sağlanamadığı, hasar tespiti çalışmasının henüz tam olarak yapılmadığı, yapılanlarda da adil davranılmadığı, AKP hükümetinin “kadrolaşma politikasının” yangın süresince daha iyi gözlendiği, örneğin; bölgeyi ve koşullarını tanımayan yöneticilerin müdahale çalışmalarını yeterli düzeyde idare edememesinin yangının büyümesi sonucunu doğurduğu, orman yangını sonrasında kapsamlı bir psiko-sağlık taraması yapılmadığı, elektrik, içme suyu temininde sorunlar yaşandığı tespit edilmiştir.” Heyet tarafından yapılan görüşmeler; orman işletmesi personeli, köy muhtarları, yurttaşlardan edinilen bilgi çerçevesinde hasar konusunda şu tespitlerde bulunulmuştur: “Fatma Kırlangıç ve Fatma Bulut isimli iki yurttaşımızın hayatını kaybettiği, 61 adet konutun tümüyle yandığı, 160 küçükbaş, 16 adet büyükbaş hayvanın telef olduğu, 45 dekar sebze-meyve bahçesinin tümüyle yandığı, orman yangınının 20.000 dekar büyüklüğünde kızılçam ormanına zarar verdiği, 3 adet arazöz, 1 adet Gülnar Orman İşletme Şefliğine ait aracın yandığı görülmüştür.” Gülnar'daki bu yangının ertesinde Akdeniz Bölgesi ve Ege'de de yangın haberleri gelmeye başladı. Yetkililer her yıl yaşanan orman yangınlarıyla birlikte timsah gözyaşları döküyorlar. Ormanların akciğerlerimiz olduğunu, erozyonu önlediğini vs. anlatıyorlar. Her orman yangını sonrasında “zamanında müdahale edilmediği, yetersiz araç ve gereç olduğu, orman köylülerinin orman yangınlarına karşı bilinçlendirilmediği vs” konularında eleştiriler yapılıyor. Tüm bunlara rağmen her yıl neredeyse ormanlarımız katlanarak yanmaya devam ediyor. Özellikle turizm alanındaki ormanların yanması, ormanların zaman zaman rant elde etmek için de bilinçli yakıldığını göstermektedir. Orman yangınlarının etkileri ve
sonuçları itibariyle bütün ülkeleri ilgilendirmektedir. Orman yangınları doğal afetlerin başında gelmektedir. Bugüne kadar orman yangınlarına karşı alınan önlemlerin yetersizliği sonucu M.Ö. 2000 yılında 8 milyar hektar olan dünya ormanları, günümüzde son verilere göre 3.2 milyar hektar düzeyine inmiştir. Yangınlar sonucu olan bu kayıp; erozyon, kütle kaybı, su kaynaklarının bozulması, hava kirliliği, çölleşme, sel, heyelan, çığ, küresel ısınma gibi felaketleri de beraberinde getirmektedir.
1937'den 2006’ya yanan ormanlar Son yıllarda orman yangınları için de gerekli önlemler alınmadığından devasal büyüklükteki orman alanlarımız yanmakta, yakılmakta, kül olmaktadır. 1937‘den günümüze 80.000 civarında orman yangını çıktığı ve bu yangınlarda 1.600.000 hektara yakın orman alanının yandığı bilinmektedir. Bu oran mevcut orman alanlarımızın yaklaşık olarak %10 oranına denk gelmektedir. İstatistiklere göre orman yangınların çıkmasında doğal nedenler % 6, insanlardan kaynaklı nedenler ise %94 düzeyindedir. 1985 yılından günümüze 234.482 hektar (2.344.820.000 m²) orman alanımız yanarak kül olmuştur. Bu alanların 40.824 hektarı yani ortalama %17'si ağaçlandırılarak geri kazanıldığı belirtilmektedir. (28 Ağustos 2007, Güncel Genç Haritacı İnternet)
Orman yangınları esnasında ve sonrasında burjuva medyanın iki yüzlülüğü “Bölücü teröre karşı mücadele” adına TSK’nın operasyonları sonucu atılan bombalarla çıkan orman yangınlarına burjuva medya ses çıkarmayarak bu orman yangınlarını yok saymaktadır. Ne de olsa bu ormanlarda “bölücüler saklanıyor”. Bölgede askeri operasyonlar sonucu çıkan yangınlar devam ederken, yangını söndürmek için herhangi bir müdahale olmuyor. Haziran ayında 22 alanda orman yangını çıkarıldığı bilgisini İHD verdi. Temmuz ayında çıkan orman yangını ise bu yazıyı yazdığımız tarihe kadar 17 oldu. (24
Temmuz tarihli Alternatif gazetesi) Burjuva medya sessizliğini halen korumaya devam ediyor. Bir tarafta ülkenin batısındaki orman yangınlarına yetersiz de olsa devlet olanaklarını seferber ederek müdahale ederken, bölgedeki ormanlar “terörizm”e karşı mücadele adına yakılarak yok ediliyor. Herhalde burada yanan ormanlar ciğerlerimizi yakmıyor? Kapitalizm yaşam alanlarımızı her alanda yok ediyor. İhtiyacımız olan doğayı korumak zorundayız. Kapitalizmin kar hırsı doğamızı yaşanmaz hale getirdi. Doğamızın tekrar eski haline gelmesi için, doğayla uyum içinde üretim yapan ve ormanlarımızın korunması için bütün olanaklarını seferber eden sosyalizm için mücadele etmeye değer. Bugün dünyamızda bir dizi çevreci örgüt var. Bunlar kapitalizmi reformlarla dönüştürerek doğayı kurtaracakları bilincini taşıyorlar. Esasen bu çevrecilerin teorik olarak söyledikleri ile fazla problemimiz yok. Bizi bu çevreci örgütlerden ayıran, kapitalizm koşullarında doğamızın korunup korunamayacağı temelindedir. Doğayı gerçek anlamda korumak için onu yok eden kapitalizmi bir devrimle yok etmekten geçtiğini söylüyoruz. Bu bizim kapitalizm koşullarında da hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmez. Unutmayalım ki doğanın bize değil, bizim doğaya ihtiyacımız var! Mersin’in Gülnar ilçesinde çıkan orman yangınının ardından, binlerce hektarlık orman alanın kül olmasına neden olan Manavgat’tan çıkan orman yangını haberi ile sarsıldık. Cumhuriyet tarihinin en büyük orman yangını olarak adlandırılan, Antalya Manavgat-Serik ilçelerinde altı gün süren orman yangınında, 11 bin hektar orman alanı, yaklaşık 16 milyon 500 bin ağaç kül oldu. İki kişinin ölümüne, evlerin, hayvanların telef olmasına yol açan yangın, 6 günün sonunda zorlukla söndürülebildi. Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuş’un, yangının ardından yaptığı açıklamada; “Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı” demesi traji-komik bir durum oluşturdu. Binlerce hektar orman alanı kül olurken, “ciğerlerimiz yanarken”, yetkili birisi bunun iyi tarafını da keşfedebiliyor!! Her büyük orman yangını sonrası, yangına zamanında müdahale edilmediği, yeterli araç ve gerecin olmadığı, kullanılan helikopter ve uçakların çoğunun kiralık olduğu, devletin yangın söndürme filosunun olmadığı vb. yeniden açığa çıkıyor. Bütün bunlara rağmen değişen bir şey olmuyor. 20 Ağustos 2008 ✓
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Küresel ısınma
K
16
üresel ısınma alarm zilleri çalıyor. Bundan bir kaç yıl önce çevre sorunu, doğayla uyumlu yaşama vb. sadece çevreye duyarlı insanların gündemindeydi. Artık bugün medya daha çok çevreden bahsetmeye başladı. Küresel iklim değişikliğinin alarm zilleri çaldığının farkına varanların sayısı artmaya başladı. Küresel ısınma, bizleri ve gelecek nesilleri ölüme bir adım daha yaklaştırmış oluyor. Açlık, salgın hastalıklar, seller, kuraklık vb. “nasıl olsa biz görmeyeceğiz” diyebileceğimiz uzaklıkta değil artık. Bugün küresel çapta yaşanmakta olan gıda krizi sonucu, Haiti, Mısır, Bangladeş vb. ülkelerde gıda isyanları yaşandı. Beslenme yetersizliği yüzünden hayatı tehlikede olan insan sayısı giderek çoğalıyor. Bugün dünyanın yaşamakta olduğu gıda krizi, yoksulluk, kasırgalar, susuzluk vb. gibi felaketlerin sorumlusu daha fazla kar elde etmek için fosil yakıtların tüketiminde hiç bir sakınca görmeyen, karbon salınımını umursamayan emperyalizmin ta kendisidir. Küresel ısınma atmosferde ve okyanuslarda yaşanan sıcaklık ve bunun yolaçtığı iklim değişikliklerinin tümü için kullanılan bir kavramdır. Güneş ışınlarının atmosferde artan sera gazları nedeniyle geri yansıma oranının her yıl azalmasından dolayı dünya ısınıyor ve iklim değişikliklerine yol açıyor. Küresel ısınmanın en temel nedeni atmosfere salınan sera gazlarıdır. Sera gazları; karbondioksit, kloroflorokarbonlar, azotoksit, su buharı ve metan gibi gazlardan oluşur. Sera gazları yerküreyi bir örtü gibi sarmaktadır. Güneş ışınlarını tutan bu örtü yerkürenin ısınmasına neden olmaktadır. Fosil yakıtların kullanılması, ormansızlaştırma, hızlı nüfus artışı, tüketimin artması vb. karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazlarının atmosferde yığılmasına yol açıyor. Küresel ısınmanın etkisi, hava sıcaklıklarının dünyanın her yerinde aynı oranda artması biçiminde olmayacaktır. Küresel ısınma önlenemezse ve bu hızda devam ederse, dünyayı tam bir felaket bekliyor. Dünya sıcaklığı sürekli artıyor. Bilim insanlarının tespitlerine göre küresel sıcaklık 19. yüzyıldan bu yana 0.76 derece artmış durumdadır. 2030 yılına kadar dünyadaki ortalama sıcaklık artışının 2 derece olması bekleniyor. İşte bazı veriler: • 100 yıl içinde dünya genelindeki tüm bitki ve hayvan türlerinin yaklaşık %30’u yok olacak. • Denizlerin seviyesi yükselecek. Kuzey Amerika’da kum fırtınaları tarımı yok edecek. Milyonlarca insan kıyı şeritlerinde yaşanan sel-
Alarm zilleri çalıyor!
lerden etkilenecek. Kuraklığın yaşandığı bölgelerde tarım üretimi %50 azalacak. • Gelişmekte olan ülkelerde açlık sorunu ortaya çıkacak. 2020 yılında su sıkıntısı çeken kişi sayısı 1.2 milyara yükselecek. Tatlı su rezervleri tükenecek ve su savaşları yaşanacak. • Sıcak hava dalgaları, seller, kasırgalar, yangınlar, kuraklık ve bunların sebep olacağı hastalıklar yüzünden milyonlarca insan ölecek. • Dünyadaki bir çok canlı türü yok olacak. Bitki örtüsü azalacak, dünyanın büyük bölümü çöl olacak. • Küresel ısınma sonucu sıcak hava dalgaları, seller, kasırgalar, yangınlar ve kuraklık özellikle yoksulları çaresiz bırakacak. • Kutuplardaki buz kütleleri eriyecek. Pasifik bölgelerinde görülen doğa olayları artacak, muson yağmurlarının yağmasında artış olacak. Yukarıdaki veriler küresel ısınmanın sonucu oluşabilecek verilerin sadece bir bölümüdür. Küresel ısınmanın sonuçlarını bugün de yaşıyoruz. Oysa orman, çayır, mera ve yeşillikler sera gazını yutuyor. Kuraklık her geçen gün artıyor. Barajlar alarm sinyalleri veriyor. Büyük şehirlerde su sıkıntısı yaşanıyor. Doğayı kirleten petrol türevi maddelerin üretimine devam ediliyor. Türkiye açısından da küresel ısınmanın sonuçları var. Akdeniz Havzasında son 25 yılda yağışlar %20 azaldı. Van Gölünde su seviyesi giderek azalıyor. Akdenizin su seviyesi son 2000 yılda 40 cm yükselmiş durumda. Göllerin bir bölümü kurudu. Kurumaya aday bir çok göl var. Nehir ve çeşitli su birikintileri kuruyor. Ormanlar yanıyor, yaktırılıyor. Su sıkıntısı sonucu tarımdaki verimlilik düşüyor. Gıda fiyatları yükseliyor. Hastalıklara yol açan zararlı canlılar ( kene vb.) çoğalıyor. Türkiye giderek çölleşiyor. Sıcaklar yakıp kavuruyor. Bu yaşananlara verilen örnekler insanı ürkütüyor. Peki hakim sınıflar ne yapıyor? Türkiye nihayet Kyoto Protokolünü imzalayacağını açıkladı. Açıkladı ama Kyoto Protokolü bir türlü imza la nmad ı. Tü rk iye’nin Kyoto Protokolünü imzalaması, 2012 yılına kadar sera gazı salınımlarının azaltılması için bir yükümlülük altına girmesi anlamına geliyor. Türkiye’nin karbon salımlarını belli bir zaman dilimi içerisinde indirmesi gerekiyor. Karbon salımlarını azaltmak için fosil yakıt altyapısının yenilenebilinir enerjiyle değiştirilmesi gerekiyor. Kyoto’ya imza atılması sorunu çözmüyor. Hem Kyoto’nun imzalanacağı söyleniyor, hem de termik santraller ve nükleer santral inşa ediliyor. Gökova
ve Amasra gibi yerleşim alanlarında termik santral var. Güneş, rüzgar vb. yönden zengin olan Türkiye’de bu enerji kaynaklarının kullanılması uygun görülmüyor. Bugüne kadar dünyayı en hızlı kirleten ülkelerden biri de Türkiye’dir. Küresel iklim değişikliğinin en önemli nedenlerinden biri olan karbondioksit salınımında Türkiye, AB’ne üye ülkeler arasında yedinci sırada bulunuyor. Birinci sırada 810,2 milyon tonla Almanya başı çekiyor. Türkiye’nin karbondioksit salınımında miktarı yılda 215,9 milyon tondur. Sera gazı salınımlarının azaltılması için Türkiye’nin yenilenebilir enerji konusunda acil yatırım yapması gerekiyor. Ama görünen köy klavuz istemiyor. Türkiye’nin yenilenewwbilir enerji konusunda yatırım yapmayacağı ve doğayı kirletmeye devam edeceği de bir gerçektir. Emperyalizm dünyayı barbarlığa sürüklemektedir. Çünkü emperyalizm doğayla uyumlu olmak yerine
G
doğaya egemen olmaya çalışmaktadır. Sermayenin amacı daha fazla kardır. Kar dürtüsünü temel alan sermayenin dünyayı yaşanılmaz bir hale getirdiği açıkça ortadadır. Küresel ısınmaya neden olanlar, küresel ısınmaya karşı mücadele edemez. Mantar gibi türeyen çevreci gruplar emperyalizmi sorgulamadan küresel ısınmaya karşı mücadele edemezler. Doğayı talan eden, yaşanmaz kılan küresel ısınmanın sorumlusu emperyalizmdir. O halde görev emperyalizm ve onun türevlerine karşı mücadeleyi yükseltmek olmalıdır. Yazıyı bir kızılderili atasözü ile bitirelim. “Son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık tutulduğunda herkes paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacak.” Mehmet Desde 17.08 2008 Tire Hapishanesi - İzmir ✓
Sera gazı salınımı yarıya inecek mi?
-8 olarak adlandırılan, en büyük emperyalist ülkelerden (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Kanada, Japonya, Rusya) oluşan G-8’ ler zir vesi, Temmuz ayı başlarında Japonya’da yapıldı. Çevrenin bu en büyük kirleticilerinin, sera etkisi oluşturan gaz salınımlarını 2050’ye kadar yarı yarıya azaltma konusunda anlaştıkları medyaya yansıdı. Kyoto Protokolü yerine geçecek yeni protokol oluşturma görüşmelerinin sürdüğü, Kyoto Protokolünü hala imzalamayan ABD’nin 2050 yılına kadar sera gazlarını yüzde 50 azaltmayı kabul etmesi olası görünmüyor. Nitekim G-8 zirvesi ardından yayınlanan bildiride, 2050’ya kadar sera efektine yol açan gaz salınımlarının en az yüzde 50 azaltılması hedefinin yerine getirilmesini “düşünecek ve benimseyecekleri” düşüncesi yer almaktadır. Düşünmek ve benimsemek, kesin olarak yapmak anlamına gelmiyor. Bu nedenle G8 zirvesinde bu konuda alınmış, kesinleşmiş, bağlayıcı bir karar yoktur. Küresel ısınmanın temel nedeni fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmalarıdır. Fosil yakıtlar sera etkisine yol açan, sera gazlarının ana kaynağıdır. Küresel ısınma dünyada doğal dengenin değişmesine, bunun sonucu olarak da çevre felaketlerinin
sık sık yaşanmasına neden olmaktadır. Fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmalarına devam edilmesi ile üzerinde yaşanılabilir bir çevrenin soru işareti haline geleceği, dünyanın giderek mahva sürüklendiği olgudur. 2050 yılında, bugünkünden çok daha farklı bir dünya ile karşılaşacağız. Böyle bir durumda, 2050 yılına kadar sera gazlarını yüzde 50 azaltmayı düşünmek olacak şey değildir. Ama oluyor. Çünkü emperyalistlerin derdi çevre vs. değildir. Temel dürtüleri daha fazla kardır. Daha fazla kar olgusu, benden sonra tufan düşüncesini de beraberinde getirmektedir. Yapılması gerekli olan, 2050 yılına kadar sera gazlarını yüzde 50 azaltmayı düşünmek değil, hemen enerji üretiminde fosil yakıtların kullanımına son vererek, sera gazlarını sıfırlamak olmalıdır. Bugünden bu yapılırsa, doğanın kendisine verilen zararı kendi döngüsü içinde temizleme imkanı vardır. Bırakalım 50 yılı, 10/15 yıl sonrası için çok geç olacaktır. Dünyanın mahva sürüklenmesini ancak bir devrim durdurabilir. Çevreyi koruma tedbirleri emperyalistlerden beklendiği sürece, dünyanın da geleceği olmayacaktır. Dünyanın geleceği emperyalizmi yıkmaktan geçmektedir. Temmuz 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Barajların kullanılması üzerine bir kez daha
Y
Dİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli, 119. sayısında, “Barajlar ve çevreye etkileri” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazıda; enerji üretiminde dünyada yaygın olarak kullanılan barajların çevre üzerindeki olumsuz etkileri anlatılmakta, sonuçta enerji üretiminde barajların kullanılması reddedilmektedir. “Barajlar çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü keserek değil, akış hızından faydalanılarak enerji üretilmelidir. Bu da teknik olarak mümkündür.” (YDİ Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13) Bu yazıya, bir bölüm okurumuzdan eleştiri geldi. Gelen eleştiri, ““Barajlar ve çevreye etkileri” yazısında, barajların çevreye verdiği zararlar nedeniyle, enerji üretiminde kullanılmalarının reddedilmesinin doğru olduğu, ancak bu doğru tavrın YDİ Çağrı’nın geçmiş dönemde takındığı, barajları doğal enerji olarak savunan tavrı ile çeliştiği, takınılan yeni tavrın geçmişte takınılan tavrı bilince çıkarak takınılması gerektiği” şeklindedir. Okurlarımızın getirdiği bu eleştiri doğrudur. YDİ Çağrı’nın, yaşam temellerini koruma mücadelesi sayfalarında yayınlanan yazılarda, çevreye zararlı enerji türleri reddedilmiş, alternatif enerji türü olarak doğal enerji savu-
nulmuştur. Doğal enerji; güneş, rüzgar, jeotermal, dalga enerjisi ve barajlar olarak ortaya konulmuştur. Barajların çevreye verdiği zararlar nedeniyle, gelinen yerde enerji üretiminde kullanılmalarını reddeden tavrımız doğru olmasına rağmen, bu tavrımızın geçmiş dönemde doğal enerji olarak savunduğumuz barajlar düşüncesi ile çeliştiğinin bilince çıkarmamış olmamız bizim eksikliğimiz, bizim yanlışımızdır. Bu kısa yazı ile birlikte, bu eksikliğimizi bilince çıkarıyor, tavrımızı düzeltiyor, dikkatli okurlarımıza teşekkür ediyoruz. “Barajlar ve çevreye etkileri” yazımızın sonunda şunları vurgulamıştık: “Kapitalizm kar uğruna doğayı hoyratça talan etti, ediyor. Doğal denge değişti. Doğa kendisine verilen zararı temizleyemez durumda. Bu nedenle doğaya zarar veren enerji türlerinin kullanılmasından vazgeçilmelidir. Barajlar, fosil yakıtlar, nükleer enerji doğaya zararlı enerji türleridir. Enerji ihtiyacını karşılamak için doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır. Güneş, rüzgar, jeotermal, bio, hidrojen vb. bu enerji türlerinden bazılarıdır.” (YDİ Çağrı sayı 119, Sayfa 13) Çevreye zararlı enerji türlerine hayır! Doğal, yenilenebilir enerji türlerine evet! Temmuz 2008 ✓
Suyun ticarileştirilmesine karşı eylem
G
eçtiğimiz g ünlerde oluşturu la n Suy un Ticarileştirilmesine Hayır Platformu İstanbul-Taksim’de, 15 Temmuz 2008 günü saat 13.30’da 200’e yakın kişinin katılımıyla bir basın açıklaması yaptı. Bu platformda başta DİSK, KESK, TMMOB olmak üzere İstanbul Barosu, Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler, Eczacılar, Diş Hekimleri, Veteriner Hekimlerin İstanbu l ’ da k i Oda ları, CHP, EMEP, ÖDP, SHP ve TKP’nin İstanbul İl Örgütleri, Su Politik, A l ı nter i, Mu n zu r u Kor u ma Ku r u lu , S ODA P, Ç orlu Su
Yaşamdır Platformu, GDO’ya Hayır Platformu, H.Evleri İstanbul Şubeleri, Öğrenci Kollektif leri, ESP, Temel Haklar Federasyonu ve İdil Kültür Merkezi, Halk Cephesi, Birleşik Metal-İş Sendikası, Enerji Yapı YolSen Tüm Bel-Sen İstanbul 1 ve 4 No’lu Şubeleri, Eğitim-Sen, Tarım Orkam Sen, Yapı Yol-Sen, Çevre Hukuku Derneği, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Veteriner Halk Sağlığı Derneği, Kaldıraç Dergisi ve İşçi Gazetesi toplam 38 kurum ve çevre yer alıyor. Emperyalistlerin pazar kavgası-arayışı, son 30 yılda eğitimden sağlığa, doğal varlıklara Sosyal Güvenliğe ulaşımdan posta hizmet-
Çevreden iki örnek
Fırtına vadisi çöplük yapıldı
Fırtına Vadisi, bir dönem vadide yapılmak istenen Hidroelektrik Santrali (HES) ile gündeme gelmişti. Verilen mücadele sonucu, vadi de HES yapılması engellenmişti. Bugünlerde vadi yeniden gündemde! Bu sefer çöplük haline getirilmesi ile! Bir dönem vadiye çöp döken, gelen tepkiler üzerine çöp dökümünü durduran Rize’nin Çamlıhemşin belediyesi, vadiye yine çöp döküp yakmaya başladı. “Fırtına Vadisi, Fırtına Deresi’nin Karadeniz kıyı çizgisinden başlayıp iç kısımlara doğru birden çok kola ayrılarak Kaçkar Dağları’nın kuzey yamaçlarına kadar uzanmasıyla oluşuyor. Yıl boyunca sıkça yağmur alan vadinin yüksek kesimleri sürekli sis altındadır. Alüviyal akarsu ormanları, geniş yapraklı ılıman ormanlar, iğne yapraklı doğu ladini ormanları, yapraklı ve karışık ormanlar, geniş alpin çayırlıklar ve kayalık habitatlar, nadir şimşir ormanları gibi Doğu Karadeniz’e özgü bütün habitatları burada bulmak mümkündür. Bu değerlerinden ötürü, Fırtına Vadisi ormanları, WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) tarafından Avrupa’da acil korunması gereken 100 ormandan biri olarak ilan edilmiştir. Fırtına Vadisi, Kaçkar Dağları ile birlikte 537 odunsu bitki, 136 kuş, 30 memeli, 21 sürüngen ve 116 endemik bitki türüne ev sahipliği yapar.” (Radikal, 14 Temmuz 2008) Nerede bir doğal güzellik varsa, yok edilmek istenmektedir. Fırtına
lerine kadar uzanmış ve insanlığın, yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başladığını belirten platform, kriz artıkça başta Orta Doğu olmak üzere bütün enerji koridorları emperyalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyada canlı yaşamın sürmesinde en temel unsur olan su bile alınıp satılan bir piyasa malı haline getirildiği açıklandı. Platform bileşenleri suyun piyasa malı gibi alınıp satılmasının yol açacağı belli başlı ve bugün öngörülebilen sorunlar üzerinde ortaklaştıklarını kamuoyuna duyurdu. Basın açıklaması sonunda Dünya Su Konseyi’nin 2009 yılının Mart ayında suyun özelleştirmesini hızlandırmak için Türkiye’de yapacağı 5. Dünya Su Formuna karşı güçlü bir karşı koyuş yaratmak amacıyla şimdiden ülke çapında birleşme, mücadele etme çağrısı yapıldı. Eylemde sık sık “Su haktır satılamaz!”, “Su hayattır satılamaz!”, “Zam zülüm iş-
vadisi bir dönem, HES ile yok edilmek istenmişti. Bu başarılamadığı için, şimdi de çöp döküp yakarak yok edilmek istenmektedir.
Ovacık altın madeni Bergama köylülerinin, çevrecilerin verdiği mücadeleye, yargı kararlarına rağmen, Koza şirketi her durumda bir yolunu bularak, Ovacık altın madeninde siyanür yöntemi ile altın çıkarmaya devam ediyor. Gelinen aşamada, Çevre ve Orman Bakanlığı Ovacık altın madenin üç kat kapasite ile çalıştırılmasına izin verdi. Dik ili-Çağlan, BergamaYerlitahtacı ve Yukarıbey Köylerinde açılacak ocaklardan çıkartılacak cevherin işletilmesi için BergamaOvacık Altın Madeni İşletmesinin kapasitesini 3 kat artırması için Koza şirketine ÇED olumlu belgesi verildi. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, Bergama- Ovacık Altın Madeni İşletmesi bünyesinde bulunan Atık Deposunun boyunun yükseltilmesi amacıyla yapılan “Atık Deposu Yükseltmesi” Projesi için 22.02.2008 tarihli ÇED Olumlu Kararı”nın yürütmesinin durdurulması ve iptali istemli olarak Egeçep, TMMOB Odaları, Bergamalılar ve Kozaklılar İzmir İdare Mahkemesinde dava açtılar. (www.egecep.org.tr) Bu iki örnek bu düzende çevreye verilen önemi gösteriyor. Kar uğruna çevrenin hoyratça talanına son! Temmuz 2008 ✓
kence işte AKP!” sloganları atıldı. İçinde karşıdevrimci, faşist partilerin de yer aldığı bu platform kendisini Dünya Su Konseyi’nin dünyada ve ülkelerimizde tüm suların (su kaynaklarının, akarsuların, göllerin, barajların ve şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilme çabalarını takip etme ve özelleştirilmesine engel olma ile sınırladığı için eksik ve yanlış yapmaktadır. Kapitalizmin devlet kapitalizmi biçiminin de, özeli kadar doğaya ve “BÜYÜK İNSANLIĞA” zararlı olduğunu kitlelere anlatmalı ve bir an önce yıkıp yerine sosyalizmin kurulması için devrim mücadelesine hız vermek zorundayız. Yani; doğanın kirletilmesi, talanı ve kuraklık Sosyalist ozan Nazım Hikmet’in bir şiirinin son dizelerinde dediği gibi “ YA HAYATI GÖTÜRECEĞİZ Y I L D I Z L A R A , YA Ö L Ü M İNECEK YERYÜZÜNE” Temmuz 2008 ✓
17
yeni dünya gençliği
T
18
Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin Sorunları Üzerine…
arihsel koşullar içinde ele alıp değerlendirdiğimiz Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi ve bu hareketin karşılaştığı zorluklar, sancılı dönemler, mevcut sistemin yarattığı her türlü baskı ve yıldırma çabaları görüldüğü gibi her zaman genç yığınlar üzerinde etkisini daha ağır hissettirmiş ve kaçınılmaz olarak gençlik isyan ve devrimci mücadeleye atılmayı gerekli görmüştür. Her dönem de varlığını hissettiren ve Türkiye’de olduğu gibi dünyanın hemen her yerinde düzene baş kaldırmış bu genç kuşakların bütün bu ilerleyişine rağmen, birçok sorunu da içinde barındırdığı kabullenilmesi gereken bir gerçektir. Günümüzde de giderek sönükleşen ve iyileşmeyi bekleyen bu hasta vücut ancak ve ancak doğru bir eleştiriden geçerek, hata ve eksikleri yeni baştan görerek ve bu sorunların aşılması için doğru, Marksist bir zeminde değerlendirilerek iyileşeceği açıktır. Gençlik hareketinin ilerlemesi ve doğru bir perspektife oturtulması dün olduğu gibi bugün de önümüzde bir görev olarak durmaktadır. Ve evet bilinmelidir ki onun ilerici karakterinde yatan bu hızlı değişim ve azim devrimci gençlik hareketini hak ettiği yere getirecektir de kuşkusuz, ve evet bilinmelidir ki bu değişimi gerçekleştirecek olan yalnızca devrimci gençliğin kendisi olacaktır. Günümüz devrimci gençlik hareketinin bugün içine düştüğü durum daha önceki yaşanmış sorunlarla kıyaslanmayacak ölçüde büyük ve aşılması zor bir hal almıştır. Fakat bu zorluklar tarihin hemen her evresinde görülebilir ve görülmüştür de. Karl Marks’ında söylediği gibi “zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.” Ve mücadelede kaçınılmaz olarak yüzleşeceğimiz bir olgudur. Burada önemli olan bu zorluklar karşısında çıkarılacak dersler ve yeni alternatif mücadele yollarının yaratılmasıdır. Düzen içine tamamıyla saplanıp kalan ve gençlik hareketinin iyileşmesi yönünde henüz hiçbir doğru adımın atılmadığı günümüz gençlik hareketleri cılız bir mum alevi gibi yalnızca kendini aydınlatmaktan öteye gidemez olmuştur. Bunun nedenleri kuşkusuz faşist sistemin işçi ve emekçilere yönelen saldırılarında ve yeni genç kuşakları umutsuzluğa itmesinde yatmaktadır. Dünyanın hemen her yerinde de görüldüğü gibi devrimci hareketler içinde aşılmayı bekleyen oportünist düşüncelerin gençliğin karakteriyle bütünleşmesi ve salt düzen içi taleplerle sınırlı sorunların mücadelede tek amaç olarak görülmesi, kuşkusuz gençlik hareke-
Geçmişten bugüne ele alarak değerlendirdiğimiz gençlik hareketleri bir önemli eksikliği daha gösterdi ki, sorunun tamda işçi gençliğin özel örgütlenmesinin öneminin doğru kavranılmadığı ve tamda sorunun bu aşamada düğümlendiği olgusudur. tinin Leninist çizgiden uzaklaştığının göstergesidir. Bugün gençlik sorunu denildiğinde yalnızca öğrenci sorunlarının akla getirilip ve var olan öğrenci sorunlarının da artık akademik sorunlar şeklinde kendini göstermesi, (öğrenci hareketinin sorunlarına ilişkin daha sonra ki yapacağımız değerlendirmelerimiz de yer verilecektir) gençlik hareketinin kendini sistem içi mücadeleyle yeterli görmesiyle açıklanabilir. Eğitim sorununun politik bir çerçeveden çıkartılıp akademik sorunlara indirgenmesi de eklendiğinde, gençlik sorununu tam da burjuva ideologlarının gösterdiği gibi eğitim sorunu şeklinde tanıtan kimi sosyolog ve aydınlarda türemeye başlamıştır. Ve bu sözde sosyologların ve aydınların gençlik sorunlarını bu şekliyle topluma sunması, gençlik sorununu bu düzenin içine hapsetmenin de yolunu açmıştır. Gençlik sorunu “öğrenci gençliğin akademik talepleri iyileştirilirse bir çözüme ulaşır” yönün de tek başına ve diğer sorunlardan bağımsız getirilen çözüm önerileriyle yürütülen mücadelelerde kısır ve gerçeği ters yüz eden bir hareket bırakmıştır önümüze. Bugün gelinen yerde, bu anlayışın kuyruğuna takılan ve bundan ayrılmaksızın mücadele yürüten gençlik örgütlerinin kendini pasifist eylemlerle sınırlandırmasındaki gerçek de burada yatmaktadır. Sorunun asıl ve en önemli meselesini, genç işçilerin yoksullaştırılması ve burjuva militarizmine karşı işçi gençliğin mücadeledeki önder rolünün küçümsenmesi, görülmemesi ve bugüne kadarki yürütülen mücadele tarihine bunu işlememesinden görülebilir. 12 Te m mu z 19 21’ d e k i I I I . Dünya Kongresi’nin “Komünist Enternasyonal ve Komünist Gençlik
Hareketi Üzerine Karar” açıklamasında da belirtildiği gibi; “Sosyalist gençlik hareketi, işçi gençliğin kapitalist sömürü ve burjuva militarizminin kendisinden yararlanmasının oluşturduğu baskı altında; işçi gençliği, (burjuva) sivilmilliyetçi ideoloji ile zehirleme çabalarına ve işçi gençliğin ekonomik, politik ve kültürel istemlerinin birçok ülkenin sosyal demokrat parti ve sendikaları tarafından göz ardı edilmesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.” (Komsomol ve Parti/Lenin ve Stalin-Tarihsel yayıncılık Syf:84) Geçmişten bugüne ele alarak değerlendirdiğimiz gençlik hareketleri bir önemli eksikliği daha gösterdi ki, sorunun tamda işçi gençliğin özel örgütlenmesinin öneminin doğru kavranılmadığı ve tamda sorunun bu aşamada düğümlendiği olgusudur. İşçi gençliğin örgütlenmesinde devrimci, demokratik, sosyalist gençlik örgütlerinin yaratığı eylemlerinde, programların da ve bu örgütlerin tabi olduğu siyasetlerin mücadele deneyimlerinden çıkan sonuçlarda; devrimci, sosyalist gençlik örgütlerinin örgütlenmesinde kimi önemli zaafların ortaya çıkmasıdır. Kendini yalnızca öğrenci gençliğin hareketiyle sınırlayan ve bundan öteye hiçbir adım atamayanların en büyük zaafı genç işçilere ulaşmamaları ve örgütlenmede öncelikli güç olarak görememeleridir, ya da bu sorunu en basit biçimde genel işçi hareketine, işçi örgütlenmesine havale etmeleridir ki, bu içine düştükleri en önemli hataların başında gelmektedir. Kuşkusuz sorun sadece bununla sınırlı değildir. Fakat hareketin içine düştüğü sorunun tek belirleyici sebebi burada yatmaktadır. Bu doğru tespit ve genç işçilerin örgütlenme zorunluluğu tarihin
bütün kırılma noktalarında kendini defalarca kanıtlamıştır. Paris Komünü’nden bu güne kadar gerçekleştirilen her devrimci atılımda, devrimci gençliğin ilerlemesinde ve sorunlar karşısında yılmadan, geri adım atmadan yürüyen ve devrimlerini zafere ulaştıranlar genç işçi birlikleri, işçi gençlik örgütleri olarak şekillenmiş ve kaybedecek zincirleri dahi olmayan gençliğin bu kesimini öncelikli olarak harekete geçirmiştir. Dünyada ki birçok ülkede bu örgütlü güç yaratılırken, Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi bu büyük deneyimden yoksun kalmıştır. Acil olarak kendisini dayatan bu sorun karşısında değişime giden her adım büyük önem taşımaktadır. Değişim nasıl ve hangi yollarla gerçekleşecektir? Bugün içine saplanıp kaldığı bu bataktan nasıl kurtulacaktır? Zayıflayarak kısırlaşan bu hareket nasıl olacakta görkemli günlerine geri dönecektir? Ku ş k u su z bu s or u l a r ı n c e vabı, yarattığı o muazzam tarihte yatmaktadır. Geçmişte de gör ü ldüğ ü g ibi reformist ve pasifist düşünceler her zaman gençlik eylemlerinde kendini göstermiş ve genç nesiller bu ideolojinin sürdürülmesinde taşıyıcı birer bellek olmuştur. Burada bilinmelidir ki gençlik içerisinde her oportünist ve reformist düşüncelerden ilkesel olarak ayrılmak doğru bir temelde mücadele etmenin yolunu açacaktır. Gençlik sorunlarının çözülmesinde önerilebilecek tek kurtuluş yolu genç işçilerin devrimci gençlik örgütleri içerisinde örgütlenip devrimci ve demokratik taleplerine sarılmasıyla ve devrimci gençlik örgütlerinin işçi sınıfının bu en genç ve dinamik kesiminin sınıf mücadelesine kazanılmasıyla mümkün olacaktır. Örgütlenmede öncelikli değerin işçi gençliğin kendisine verilmesi ve öğrenci gençliğin demokratik taleplerinin genişletilerek politik bir eyleme dönüştürülmesiyle, gençlik hareketlerini bütün kitleleri kapsayacak eylemlerle şekillendirerek ve işçi gençliğin devrimci taleplerini sahiplenerek doğru bir mücadele zemini yaratılabilir. Yaptığımız kısa tarih değerlendirmesinde yer yer yaşanan sorunlara değinmiş olsak da bu bugün de var olan sorunların aşılması için yeterli değildir. Bunun içindir ki yapılacak her tespit tarihi koşulları içinde ele alınıp içine düştüğü hataları aşması yönünde eleştiri yapılarak ve kesin kez, en önemlisi çizeceği bu doğru perspektif yönünde atacağı adımlarla mümkün olacaktır... Temmuz 2008 ✓
yeni dünya gençliği
Tekstil işçileriyle söyleşi
S
ömürünün en ağır şekliyle yaşandığı çalışma alanlarından biridir tekstil sektörü. Zaten çok uzun olan 10 saatlik çalışma süresinin mesailerle 15-16 saate kadar uzatılması bu mesleğin gerekliliği gibi görülüp, gösteriliyor. Sabahın ilk saatlerinde fabrikanın yolunu tutan işçileri hummalı bir yarış bekliyor. Saatler süren yorucu çalışmanın üstüne ustabaşlarının baskı ve hakaretleri eklendiğinde zaten oldukça zor olan çalışma koşulları çekilmez hale geliyor. Bu yarışa katılanların büyük bir bölümünü henüz 18 yaşını doldurmamış en asgari eğitim hakkı elinden alınmış genç işçiler oluşturuyor. İşçilerin hiç azımsanmayacak kadar büyük bir çoğunluğu sigortasız ve soysal güvenliği olmadan çalışıyor. Yaşanan sömürüyü en iyi onların sözcükleri anlatır. Onlar gençliklerinin en verimli yıllarını sömürü tezgâhlarında geçirenlerdir. Genç bir tekstil işçisinden çalışma koşullarını bizimle paylaşmasını rica ediyorum oda bizi kırmayıp anlatıyor. -Kendinizi tanıtır mısınız? -Adım Esma, 23 yaşınday ım, evliyim. -Kaş kişilik bir işyerinde çalışıyorsunuz? Kadın ve Erkek çalışanların
ortalamaları nedir? -150 ila 200 kişi arasında işçi çalışıyor, çalışanların hemen hemen yarısı kadın sayılır. -Kadın işçilere birçok çalışma alanında ayrımcı yaklaşılıyor sizde böyle bir şey yaşıyor musunuz? Kadın olarak çalışmak belirli zorluklar yaratıyor mu? -Hayır, ben bundan dolayı zorluk yaşamadım ama maaş konusunda erkeklerle kadınlar aynı ücreti almıyor. -Özellikle tekstil sektöründe çalışanların büyük bir bölümünü gençler ve çocuk işçiler oluşturuyor. Sizin çalıştığınız yerde de çocuk işçi çalıştırılıyor mu? Çocuk işçilerde sizinle aynı saatlerde mi paydos ediyorlar? -Evet yaşları küçük çalışanlar var. Onlarda bizimle aynı saatlerde çalışıyor. - Sigor ta sız çalı şan var mı? Örneğin bu çocukları kaçak mı çalıştırıyorlar? -Zaten çalışanların yarıya yakını sigortası olmadan çalışıyor. Yaşları küçük olanlarda sigortasızdır herhalde. -Kaç yıldır tekstilde çalışıyorsunuz? Sizce bu alanda çalışmanın en büyük zorluğu nedir? -5 yıldır tekstilde çalışıyorum.
ÖSS elemeye devam ediyor
16
A ğ u s to s Cu m a r te si günü bir araya gelen birçok gençlik örgütü ve ilerici kurumlar ÖSS sınav sonuçlarını protesto etmek için Taksim Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması düzenledi. Yaklaşık 100 kadar kişinin katıldığı basın açıklamasına İstiklal Caddesinde yürüyenlerin ve basının ilgisi oldukça yoğundu. Sınav sonuçlarının ve 15 Ağustos günü üniversiteye yerleştirme sonuçlarının açıklanması üzerine sınavın gerçek yüzünü teşhir etmek için çok önceden bir araya toplanan ÖSS karşıtı kurumlar son olarak ÖSYM’nin yerleştirme sonuçlarını açıklamasından sonra bir basın açıklaması örgütlemeyi planlamışlardı. “ÖSS elemeye devam ediyor, kazananlar da kaybedenler de değişmedi” sloganının yazılı olduğu pankart örgütleyici kurumlar olan 78 AdaDer (İstanbul), Anadoluda Yaşam Kooperatifi, Devrimci Liseliler (Dev-Lis), EHP Gençliği, Esenyurt Kolektifi, GENÇ-SEN, İstanbul Liseli Gençlik Platformu (İLGP), Mayısta Yaşam Kooperatifi, Özgür Lise, YDGM, Yeni Demokratik Gençlik, Yeni Dünya Gençliği im-
zasıyla açıldı. Basına ve kamuoyuna yapılan açıklamada ise ÖSS’nin adaletsiz, ayrımcılık üzerine şekillenmiş bir sınav olduğu vurgulandı. Sınavın “cinsiyetçi bir yanının olduğu ve ezilen halkları, daha baştan eleyerek sömürüyle yüz yüze gelen işçi ve emekçileri elemek için uygulanan bir sınav olduğu açıklanan konular arasındaydı. Genç işçi ve çırakların bu adaletsiz sınavda daha baştan elenerek atölye ve fabrikalarda daha ağır bir sömürüye itilmesi de basın metninde vurgulanan bir tespit oldu. “ÖSS duvarını yıkalım”, “ÖSS işkencesine son”, “ÖSS’ye hayır” vb. hazırlanan ortak dövizler ve ”ÖSS duvarını yıkacağız”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “ÖSS, AÖBP kaldırılsın” ortak sloganları da daha önce kararlaştırıldığı gibi basın açıklaması boyunca hep bir ağızdan söylendi. Yeni Dünya Gençliği olarak basın açıklamasının örgütleyicileri arasında bulunduk. Basın metninin oluşturulmasında daha önceki benzeri eylemlerin örgütlenmesinde olduğu gibi bu eylem içinde de birçok tartışmalar yürüttük. Özelikle bu adaletsiz sınavların genç işçi ve çırakları temelden ilgilendirdiğini ve bu sorunun onlar için çözülmediği
Tekstilde çalışmanın en büyük zorluğu çok uzun saatler çalışmak. Normal çalışma süresi zaten 10 saat. Çoğu zaman akşam saat 10-11’e kadar fazla mesai yapıyoruz ve hatta sabahlamaya kaldığımız da oluyor. Cumartesi günleri de çalışıyoruz. Bazen Pazar günleri de zorunlu mesai oluyor, buda bizi çok yoruyor kendimize hiç vakit ayıramıyoruz. -Fazla mesai ye kalmak istemediğinizde ya da izin almak istediğinizde alabiliyor musunuz? -Hayır alamıyoruz. Zaten toplantı yaptıklarında iş yerini bizim ekmek parası kazanmamız için açık tuttuklarını, aslında kendilerinin para kazanmadığını, onların bu fedakârlığı karşısında sorun çıkaranlara kapıyı göstereceklerini söylüyorlar. -Asgari ücret mi alıyorsunuz? Bu kadar fazla mesai karşılığında ne kadar ücret alıyorsunuz? -Biz kadınlar 500 YTL, erkeklerde 550 YTL alıyorlar. Fazla mesai parası aylık 100 YTL’yi geçmiyor. -Yapmış olduğunuz mesai karşılığında aldığınız ücret çok düşük neredeyse mesai parası almıyorsunuz buna karşı bir tepki olmuyor mu? -Aslında bizde biliyoruz ama daha fazlasını vermiyorlar. Vergi iade paramızı, resmi tatil de çalıştığımız halde almamız gereken mesai paramızı alamıyoruz. Söyleşimiz sırasında söyleşiye katılmak isteyen başka genç bir işçi
arkadaş yaşadığı sömürüyü birkaç cümleyle bizimle paylaşmak istediğini belirterek söyleşiye katılıyor. -Sizde bize yaşadığınız sorunları anlatır mısınız? -Köyde çobandım şehre geldim koyun oldum. Sabah fabrikaya girip gece geç saatlerde eve dönüyorum. Ustalar sürekli ne yapıp ne yapmayacağımı belirlemeye çalışıyorlar ve ben size soruyorum, “koyundan ne farkımız var”! - Yapılan bunca haksızlık karşısında bir şey yapmayı düşündünüz mü? Mesela sendikalı olmak için bir girişimde bulundunuz mu? -Aslında bizde biliyoruz hakkımızın birazını bile alamadığımızı ama ne yapabiliriz ki! Sendika hakkında çok bilgim yok.
sürece gerçek bir çözümden bahsedilemeyeceğini vurguladık. Bu soruna değinmeyen ilk basın metninin asıl gerçeği, yani eleme sınavlarının genç işçi ve çırakları daha en başından elediğini ve başta buna karşı mücadele yürütülmesi gerektiği üzerinde tartıştık aksi halde bunun vurgulanmadığı bir açıklamanın gerçeğin üzerini kapadığını söyledik. Bizim dışımızda diğer örgütleyici kurumlar önceki tartışmalarda olduğu gibi bu kez de bizden farklı tavır aldılar ve sorunu liseliler sorununa indirgediler. Tartışmalar süresince bizim bu konudaki tavrımızın da yer aldığı bir açıklama konulması eylem birliği ve genel siyasi tavır açısından olumlu oldu. DEV-LİS’in eylem birliğini bozan yaklaşımı daha önce ÖSS karşıtı eylemlerde örgütleyici kurumlar arasında yer alan DEV-LİS, yapılan basın açıklamasının örgütlenmesinde yer almayarak eylem alanında alınan kararlara ters düşen bir tavır sergiledi. Katılımcı olarak yer aldığı toplantıda ortak sloganlara “ÖSS kalksın, yaşama zaman kalsın” ve “ÖSS’ye inat, yaşasın hayat” sloganının yer almasını istedi. Başta biz olmak üzere birçok gençlik örgütü ve kurumlar bu sloganın ortaklaştırılmasına karşı geldik. Bu sloganların pasifist ve gerçekle uyuşmadığı gerekçesiyle çoğunluk olarak bu sloganlar ortak olmaktan çıkarıldı. Eylem komitesinin
bu kararına basın açıklaması süresince uymayan DEV-LİS gerek pasifist kimliğini ve gerekse de eylem birliğini bozan tavrını sergilemiş oldu. Yeni Dünya Gençliği olarak DEV-LİS’in bu tavrını eleştiriyor ve devrimci birliktelikleri baltaladığını söylüyoruz. Daha önceki ÖSS karşıtı mitingde de EMEP Gençliği’nin bu türden yaklaşımını eleştirmiş ve EMEP Gençliği ile doğru bir özeleştiri vermediği sürece kendisiyle eylem birliği içerisine alınmamaları gerektiğini duyurmuştuk. Fakat bu konuda da İLGP ve bizim dışımızda hiçbir tavır sergilenmedi. Görünen o ki eylem birliğini bozan ve hiçe sayan bu yaklaşımlara karşı güçlü bir tavır sergilenmediği sürece de EMEP Gençliği, DEV-LİS’in yaptığı gibi hiç de devrimci olmayan yaklaşımlar devam edecekti. Bu tür yaklaşımları önlemenin en doğru yolu tutarlı ve devrimci bir tavır sergilemekten geçtiğini bir kez daha hatırlatıyoruz ve bir kez daha diyoruz ki EMEP Gençliği ve DEV-LİS eylem komitesine bu yaklaşımlarından ötürü doğru bir özeleştiri vermediği sürece onları her türlü eylem birliğinden uzak tutmak gerekiyor. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz… 19.08.2008 ✓
Söyleşi sonrasında genç işçi arkadaşlarla, sendikalı olmanın ne gibi yararlar getireceği ve hak arama mücadelesinde sendikaların yardımcı oldukları üzerine biraz sohbet ettim. Sendikalı olmanın ne olduğunu bilmeyen bu tekstil işçisi arkadaşlar ve onlar gibi milyonlarcası, sömürü çarkında her gün iliklerine kadar sömürülüyorlar. Bugün coğrafyamızda milyonlarca tekstil işçisi var ve milyonlarcası örgütsüz. Bu denli sömürüyü yaşayan bir genç işçi olarak kurtuluşumuzun tek yolu devrimdedir. Yeni Dünya Gençliği okuru ✓
19