Çağrı - 120

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

l HE

J

AR

SA

YI

M

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

Mart 2008/03 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X120

25. Kara Harekatı neyi çözdü?

Türban savaşları üzerine...

Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanışının 160. yılında komünist olmak...


editörden - içindekiler

Editörden...

Değerli Okuyucu, ilginç görüntüler yaşanıyor son dönemde Türkiye’de. TSK’nın 8 günlüğüne Güney Kürdistan’a girip çıkmasıyla ilginç tartışmalar yaşanmaya başladı. Düne kadar Türk ordusuna toz kondurmayanlar, ordu neden erken döndü diye ağır ithamlarda bulunmaya başlayınca, Türk ordusunu savunmak da AK Parti’ye düştü. Genelkurmay ile CHP ve MHP arasında yürüyen tartışma ortamı iyice kızıştırmış durumda. Bir önceki sayımızla bu sayımız arasındaki dönemde yaşanan Güney Kürdistan’a yönelik kara harekatına ilişkin gelişmeleri başyazımızda birçok yönüyle irdeledik. Esasta sermayenin ve onun devletinin işçilere, emekçilere, kadınlara ve ezilen halklara yönelik

İçindekiler çok yönlü saldırıları gündemi belirlese de, işçilerin hak arama ve sendikalaşma mücadeleleri, direnişeri ve grevleri de önemli ölçüde gündem oluşturdu. Tuzla’da, Tega’da, Arçelikte, SCT’de, Tekel’de vb. işçiler mücadele yürütüyorlar. Özellikle Tuzla’da saldırıların ve iş cinayetlerinin aşırı derecede artması sonucu, sorun Bakanlığın da gündemine alındı. Bunun hiçbir şeyi çözmeyeceğini bilen işçiler sendikanın da öncülüğüyle 24 saatlik grev ve oturma eylemi yaptılar. Tüm bu mücadeleleri işçi sayfalarımızda bulacaksınız. Değerli okuyucular, Mart ayı mücadele günleriyle dolu bir ay. En başta 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü geliyor. Gazetemiz çıktığında eylemler yapılmış olacak. Fakat unutmayalım: Kadınlar üzerindeki erkek egemen baskılara karşı çıkmak sadece 8 Mart’la sınırlı olmamalıdır, bunu bütün mücadelemize yaymamız gereklidir. Mart ayı boyunca katılacağımız etkinliklere tüm okurlarımız aktif olarak katılmalıdırlar. Bu arada Çağrı’ya destek kampanyamız sürüyor, herkesten maksimum katkıyı bekliyoruz. YDİ ÇAĞRI, 05 Mart 2008 •

GÜNDEM 1, 2, 3, … 24’ten sonra 25. kara harekatı neyi çözdü?. . . . . . . . . . . 3 Türban savaşları üzerine: Al birini vur ötekine!. . . . . . . . . . . . . . 4 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Asimilasyon insanlık suçudur”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 YENİ KADIN DÜNYASI İşçi ve emekçi kadınlar: Bu 8 Mart’ta da... Örgütlenmeye, mücadeleye!. . . 8 8 Mart’ta kadın ve militarizm’i tartıştık . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Kadınlara Asitli Saldırı Kınandı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Bir araştırma sonuçları üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Kapitalizmde insan hayatının değeri yoktur! . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Tuzla’da ‘artık yeter’ grevi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 DİSK 13. Genel Kurulundan izlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Kocaeli Üniversitesi işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor! . . . . . . EK:4 DİSK’ten uluslararası sempozyum . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Direniş kazandırıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Tega: Sincan Organize Sanayi’de grev var. . . . . . . . . . . . . . . EK:6 İstanbul’da SSGSS protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SSGSS Bursa’da protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SSGSS Adana’da protesto edildi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Sermayeye karşı mücadele edenlere bedel ödettiriliyor! . . . . . . . EK:7 SCT grevi 696. gününde…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Adana TEKEL işçilerinin yürüyüşü… . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 BES İstanbul 3 Nolu Şubenin 4. Olağan Genel Kurulu yapıldı . . . . . . EK:8 PANORAMA MÜNİH / ALMANYA: “44. NATO Güven(siz)lik Konferansı” yapıldı…. . . . 11 SRİ LANKA: Ateşkes resmen bitti, savaş sürüyor…. . . . . . . . . . . . 12 ALMANYA: Almanya’daki ırkçı saldırıların sorumlusu.... . . . . . . . . . 13 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Eğitim sisteminde ÖSS gerçeği. . . . . . . . . . . SSGSS: Geleceğimize sahip çıkalım! . . . . . . . . . Akdeniz Üniversitesi sınav yönetmeliği protestosu . . Türban: Laiklik mi? Özgürlük mü?. . . . . . . . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. 14 . 15 15 . 16

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Çoruh Havzası’nda barajlara hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Nükleer santral yolda!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Akdeniz Üniversitesi Küresel Isınma Paneli. . . . . . . . . . . . . . . 17 Urfa’dan toprak reformu açlığı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Kıdem tazminatıma dokunma! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanışının 160. yılında .... . . . . . 19

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: / Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 120 · Mart 2008 • ISSN 1301-692X120 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.com www.ydicagri.com

• 2


gündem

TSK

daha önce günlerdir havadan bombaladığı Güney Kürdistan’a, 21 Şubat’ın akşam saatlerinde on bin askerle kara harekatı başlattı. Hükümetin aylardır açıkladığı Kürt sorunu paketinden çıka çıka Genelkurmay ve ABD ile el ele PKK’nın Güney Kürdistan’daki kamplarının bombalanması çıkmıştı yani. Beklenen bu kara harekatı ile CHP lideri Baykal’ın deyimi ile “Ameliyat yaparken içeride parça unutmamak” üzere topyekûn bir temizlik planı gerçekleştirilmek isteniyordu anlaşılan. Daha önceki hava harekatı ile birlikte televizyon bültenleri savaşla başlayıp savaşla bitiyordu. Sınır ötesi kara harekatı ile, “Ezdik”, “Kuşattık”, “Bugün 40 teröristi saf dışı bıraktık”, “Bitirdik” sözcükleri arasına yerleştirilen Haftanin, Zap, Hakurk, Avaşin, Amediye, Çemço, Kandil gibi PKK üssü olarak bilinen yer adlarının yerleştirildiği “haberler” ve asker ve gerilla ölüleri bir bayram havası içinde sunuldu. Öyle ki neredeyse, “neden yetmiş değil de yedi şehit verdik” diye üzüleceklerdi. Savaş ve kan ile beslenen burjuva medya, kara harekatı ile ilgili haberleri Genelkurmay’ın verdiği bilgiler doğrultusunda yerine getirdi. Her gün verilen ölüm haberleri günlük yaşamımızın bir parçası haline geldi. Ölen askerlerin cenaze törenlerindeki görüntüler tekrarlana tekrarlana verildi. “Söz konusu vatansa gerisi teferruat” sloganları ile insan ölümleri kutsandı. “153 terörist, 17 şehit” gibi manşetlerle adeta sevinç çığlıkları atıldı. İnsan hayatı ’adet, adet’ ölümlerle geçiştiriliyordu. Asker cenaze törenlerinde sık sık “Şehitler ölmez vatan bölünmez. Mecliste PKK istemiyoruz. Askere uzanan eller kırılsın” gibi ırkçı şoven sloganlar atılıyordu. Bu cenaze törenleri, yığınların savaşa hazırlandığı muharebe alanlarını andırıyordu. Ankara Kocatepe Cami’inde yapılan cenaze töreninde, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve CHP lideri Deniz Baykal’a ölen bir asker yakını “Neden şehit olan hep gariban çocuğu? Zengin çocukları ya da milletvekili çocukları nerede askerlik ya-

1, 2, 3, … 24’ten sonra 25. kara harekatı

neyi çözdü? pıyor?” tepkisinde bulunuyordu. Bu tepki emekçiler içinde içten içe bu savaşa karşı bir rahatsızlığın olduğunu da göstermiyor değildi. Bu arada TSK tarafından basına dağıtılan tuhaf Mehmetçik görüntüleri ekranları süsledi. Beyaz çarşaflar altında 35 kilo olduğu belirtilen yükleriyle sıra sıra ilerleyen kocaman kuzucukları andıran görüntüler herkesi şaşırtıyordu. Ellerinde silahları, yüzlerinde kamuflaj boyaları, alınlarına takılı gece gözlükleri, özel botlarıyla kimileri kameraya bakıyor, kimileri dalgın dalgın yürüyordu. Karanlıkta yürüyen bu kuzucuklar, ölmeye ve öldürmeye yürüyorken, haber spikeri görüntülerin tüm dünyaya Türk ordusunun ne kadar modern bir ordu olduğunu gösterdiğini anlatıyordu.

Operasyona karşı kimi tavırlar TSK’nın sınır ötesi harekatı Meclisteki DTP ve ÖDP dışındaki bütün partilerin desteğini almış durumdaydı. Bu harekât la ilgili Başba kan Erdoğan; “Vatandaşımızın can ve mal güvenliğini korumanın dışında bir amacımız yok. Mehmetçik operasyonun hedefine ulaşmasının ardından

Türkiye’ye dönecek”; Deniz Baykal; “Ameliyat yaparken içeride parça unutamayız”; Bahçeli; “PKK’nın bölgeden sökülüp atılması için TSK unsurlarının Kuzey Irak’ta geçici bir süre konuşlandırılması ve güvenlik bölgesi oluşturulmasına gerek var” diyorlardı. (Kaynak: Zaman gazetesi, 24 Şubat) Düzen partilerinin bu tavırları devletin amacını açıkça ortaya koyan tavırlardı. Esas amaç orada PKK’nin varlığı vs. değildi. Esas amaç fiilen oluşmuş olan Kürt devletini geçersiz hale getirerek engellemekti. Bunu sözüm ona “büyük gazetelerin büyük yazarları” açıkça dile getirdiler. Hani bir de girmişken ezeli rüyamız olan şu Musul ve Kerkük’ü de alsak hiçte fena olmayacakmış! Böyle buyuruyorlardı sayın ‘gazeteciler’. Güney Kürdistan’da fiilen oluşmuş olan devlet yapısına karşı sürekli rahatsızlığını dile getiren hakim sınıf temsilcileri her fırsatta; “Irak’ın toprak bütünlüğüne” vurgu yaparak, “bölgede oluşacak bir devlet oluşumuna kayıtsız kalmayacaklarını” açıklıyorlardı. Bu harekat ile esas olarak ABD ve Batılı emperyalistlerin

de desteğiyle Kürtlere gözdağı verilmek isteniyordu. Harekâta karşı Barzani’nin yer yer cılız açıklamaları anda durumu kurtarmanın ötesine geçemedi. Kürtlerin özgürlük talepleri; yalnız Türk hakim sınıfları tarafından değil, Türk hakim sınıflarının emperyalist ve bölge devletleri ile yaptıkları pazarlıklar sonucunda, yani bizzat emperyalistlerce yok sayılıyor. Sınır ötesi operasyona karşı olanlar “provokatör” oluyor, asker cenazelerinde “Şehitler ölmez, vatan bölünmez, Mecliste PKK istemiyoruz” gibi DTP’yi hedefleyen sloganlar atanlar da vatansever oluyorlardı. DTP sınır ötesi harekata başından itibaren karşı olduğunu her fırsatta vurguladı ve eylemleriyle bunu gösterdi. 24 Şubat Pazar günü Diyarbakır’da 10 bin kişi sınır ötesi harekatı protesto etti. DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş mecliste yaptığı basın toplantısında “sınır ötesi harekatın durdurulmasını, Kürt sorununun çözümünü mecliste gördüklerini” açıklayarak, “şiddetten yana olmadıklarını” belirtti. DTP tarafından Diyarbakır’da yapılan ve üç gün süren Demokratik Toplum Kongresi’nde Leyla Zana da; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Celal Talabani’yi resmi daveti üzerine: “Talabani’yi, ‘Kürt’ olarak değil, Irak Cumhurbaşkanı olarak çağırıyorlar. Ben Mem Celal’ın (Celal Amca) gelmesinden, Kürt onurunun demokratik çözümü için yapacağı girişimlerden umutluyum. Talabani’nin 1993 yılında üstlendiği gibi bir rol ile başı dik ve Kürt kimliği ile gelmesi bizleri memnun edecektir. Herhangi bir pazarlık için değil, Kürt sorunun çözümü, silahların susması için girişimlerde bulunması bizi memnun edecektir.” diyerek Kürt sorununun çözümünün, inkar ve imha ile değil

3


gündem barış içinde bu meclis çatısı altına aranacağı mesajını verdi. Aydınların, yazarların, sanatçıların, siyasi parti ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin oluşturduğu Türkiye Barış Meclisi de, sınır ötesi operasyonun Kürt sorununun çözümünde yeni bir inisiyatif sergilenemeyeceğini gösterdiğine dikkat çekerek, “Sorun sınır ötesinde değil. Çözümün de sınır ötesinde aranmaması gerekir.” açıklamasını yaptı. Bu arada burjuva liberal aydınların da sınır ötesine ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüşleri de dikkat çekiciydi. Bu kesimin genel görüşünü Radikal’den Erdal Güven şöyle ortaya koyuyordu: “…Unutulmaması gereken bir başka nokta, PKK terörünün, Türkiye’nin Kürt sorununun sadece bir parçası olduğu gerçeği. Kürt sorunu, elbette şiddeti, yoksulluğu, dış mihrakları kapsayan ama tüm bunları aşan bir kimlik sorunu aynı zamanda. PKK’yla mücadelede elde edilecek hiçbir başarı, bu gerçeği değiştirmeyecek. Ancak şu da başka bir gerçek ki, PKK’ya karşı askeri başarı, Kürtlere yönelik sosyal, kültürel ve siyasi inisiyatifler almada Ankara’nın elini rahatlatabilir. Bu harekâtın gerçek yararı da ancak o zaman ortaya çıkar.” (24 Şubat 2008, Radikal) Türk hakim sınıfları cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtleri yok sayarak onların her hareketini “terör” olarak görüp ezmiştir. Özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren Kürt halkından gelişen ulusal bilinç bir daha geri dönüşü olmayacak biçimde gelişmiştir. Bu gelişme bugüne kadar kimi burjuva politikacılarının ağızlarına bile almadıkları “Kürt” kelimesini telaffuz etmek zorunda bırakmıştır. Yer yer “Kürt sorunu var” demişlerdir. Sopanın ucunu gördüklerinde ise “sürçü lisan eyleyerek” geri çark etmişlerdir.

TSK geri çekildi…

4

TSK’nın PKK’ye ağır kayıplar verdiği yönündeki günlük açıklamaları, medyanın şovenizmi, ırkçılığı körüklediği, ballandıra ballandıra verdiği “PKK’yi bitirdik” haberleri ortasında ABD Savunma Bakanı Gates Türkiye’yi ziyarete geldi. Gates ziyaretinde sınır-ötesi operasyonun uzun sürdürülmemesini, bir iki hafta gibi kısa zamanda geri çekilmenin gerçekleşmesini istediklerini söyledi. ABD bu tavrını bizzat başkanı Bush’un ağzından da dile getirdi, Bush da Türkiye’ye Irak’tan çıkması için acele etmesi gerektiğini söyledi. Bu açıklamalara karşı, Başbakan’dan Genelkurmay Başkanı’na, Savunma Bakanı’ndan diğer yetkililere kadar geniş bir kesim açıklamalar yaptılar. Yapılan tüm açıklamalar, ABD ne derse desin, harekatın daha uzunca bir zaman süreceği biçimindeydi. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın kısa sürede Irak’tan çıkmaları konu-

sunda yaptığı açıklaması ise, “Kısa süre izafi bir kavram, bazen bir gün, bazen bir senedir” temelindeydi. Bu meydan okumaların ertesi gününde 29 Şubat’ta TSK’nın Güney Kürdistan’dan geri çekildiği haberleri basına yansıdı. Açıklama önce Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’den geldi, bunun ardından Genelkurmay internet sitesi üzerinden Türk askerinin geri döndüğünü doğruladı. Yapılan açıklamada operasyonda istenilen sonuçlara ulaşıldığı, 300’e yakın PKK militanının bulunduğu bölgedeki tüm üslerin imha edildiği, 240 militana karşın 27 güvenlik görevlisinin öldüğü söylendi. Ancak Gates’in ve Bush’un sözlerinin hemen ertesinde geri çekilmenin gerçekleşmesi savaş kışkırtıcılığı yapan medyayı epey şaşırttı. Yaşar Büyükanıt bu konuda yaptığı açıklamada bunun bir tesadüf olduğunu iddia ederken bunu kimse inandırıcı bulmadı. Büy ükanıt “Çekilme emri tamamen askeri gerekçelerle, hedeflere ulaşılması nedeniyle verilmiştir. Hiçbir makamın hiçbir etkisi, iması olmamıştır. Özellikle ABD Savunma Bakanı Sayın Gates’in gelmesiyle aynı döneme rastlaması tamamen bir tesadüftür.” dedi.

Çözüm devrimde, sosyalizmde! Bugün kimi liberal aydınlar geri dönüşü olmayan bu Kürt sorununun çözümünde, durumun daha da kötüye gitmemesi için bazı reformların yapılması gerekliliğini ortaya koyuyorlar. Bugüne kadar yapılan sınır ötesi kara harekatleri nasıl ki ulusal mücadeleyi durduramamışsa, aksine ulusal mücadele hep gelişip güçlenmişse, 24. Kara harekatı da Kürt Ulusunun ulusal mücadelesini durduramamıştır, durduramayacaktır. Bugüne kadar Kürtlerin kültürel ve siyasal hakları hep yok sayılmış, dillendirenler takibata uğramış, zindanlarda çürütülmüş, ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitmiştir. Kürtlerin mücadelesi buna rağmen güçlenip gelişmektedir. Bu mücadelenin başarıya ulaşması için Kürt, Türk, Arap,… ve diğer halkların ortak düşmana karşı mücadelede birleşmeleri gerekir. Özellikle Türk işçi ve emekçileri içerisinde Türk milliyetçiliği ve şovenizmin etkilerinin kırılması gerekir. Bu konuda özellikle Türk devrimcilerine ve komünistlerine önemli görevler düşmektedir. Çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin bir arada yaşadığı özgür bir vatan, işçi ve emekçilerin devrimi ile mümkündür. Görev; işçi ve emekçileri bu temelde bilinçlendirip örgütlemektir. Görev; halkların kardeşliğinin yaşanabileceği tek sistem olan, sosyalizm için örgütlenmektir. 1.03.2008 ✓

Türban savaş Al birini vu

AKP

ve MHP üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını sağlamak için, anayasal ve yasal düzenlemeler yapma konusunda anlaştı. Düzenleme Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerinin yanı sıra, YÖK Kanunu’nun Ek 17. Maddesi’nde de değişiklik öngörüyor. AKP ve MHP jet hızıyla değişiklik önerilerini meclisten geçirmeyi başardılar. İk t ida r y ür üy üşü nde önem li oranda mesafe kateden, bir dizi yasal düzenlemeyle Kemalist kanadın hareket alanını daraltan AKP, “hak ve özgürlükler” adına, gelinen yerde MHP ile anlaşarak üniversitelerde türbanı serbest bırakmak istiyor. AKP’nin “hak ve özgürlükler” savunucusu kesilmesi sahtekârlıktır. Ünlü 301. Madde konusunda, bütün zorlamalara rağmen değişiklik yapmaya yanaşmayan, değişiklik önerilerini meclis gündemine getirmeyen AKP’dir. Sadece bu konuda takındığı tavır AKP’nin sahtekârlığını göstermek için yeterlidir. Ancak sahtekâr sadece AKP değil! Türban savaşlarının başlaması ile ortalık karıştı. Ordu bilinen tavrını “malumun ilanı olur” şeklinde özetledi. Bir bölüm rektör, akademisyen üniversitelerde türbanın serbest bırakılmak istenmesine karşı bayrak açtı. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın karşı çıkmasına, engellemeye çalışmasına rağmen toplanan Üniversiteler Arası Kurul’un çoğunluğunu oluşturan 120 üye yayımladıkları bildiri ile üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına karşı çıktılar. 222A (2’ici ayın 2’sinde saat 2’de Anıtkabir) eylemi ile, “laiklik elden

gidiyor” korkusunu yaşayan çoğunluğunu kadınların oluşturduğu binlerce Kemalist Anıtkabir’e akın edip, AKP ve MHP’yi atalarına şikayet ettiler. Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını isteyen öğretim üyeleri, “Öğretim Üyelerinden Üniversitede Özgürlük Bildirisi”ni yayımlayarak imzaya açtılar. Üniversitelerde, kılık, kıyafet yasağına karşı çıkan akademisyenler bildiriyi imzaladılar. İmzacı sayısı bini aşmış durumda. Büyük patronlar örgütü TÜSİAD, “ekonominin gündemin birinci maddesi olması gerektiği” tavrını takındı. CHP’de, malum bilinen “laiklik elden gidiyor!” teranesini bıkıpusanmadan tekrarlama durumunda. Gelişmeler kısaca böyle.

Bu devlet laik değildir! Bu devlet sözde din ile devlet işlerini birbirinden ayırmıştır, ama pratikte durum böyle değildir: “Laikliğin” Kemalist yorumu olan “resmi din” anlayışı kitlelere dayatılmıştır. Dinin Kemalist ideoloji tarafından yorumlandığı şekliyle, Kemalist devletin güdümü altına sokulması bu anlayışın temelini oluşturur. 84 yıllık cumhuriyet tarihi dinin devlet eliyle nasıl kullanıldığının birçok örneğini sunmuştur, sunmaktadır. “Laik” olduğu ilan edilen bu devletin din işlerini yürüten “Diyanet İşleri Başkanlığı” adı altında bir kurumu vardır. Bu kurum başbakanlığa, yani hükümete bağlı bir kurumdur! Salt bu olgu bile Türkiye’de devletin ne derece “laik” olduğunu göstermek için yeterlidir! “Diyanet İşleri Başkanlığı”na her


gündem

şları üzerine: ur ötekine! Her iki kesim de, türban konusunda yürüttükleri kavgada “kadınların özgürlüğünün” şampiyonluğunu yapıyorlar. Bunun büyük bir sahtekârlık olduğu ve her iki kesimin de iktidar dalaşında “türban” ve “kadın özgürlüğü”nü bir araç olarak kullanmaktan öte bir dertlerinin olmadığı gayet açıktır. Her iki kesim de erkek egemendir. Türban konusundaki tartışmada (ve iktidar dalaşı için kullandıkları diğer sorunlarda!) çatışan bu iki kesimden birinin yanında yer alınamaz. Bizim görevimiz her iki kesimin de kadın düşmanı yüzlerini teşhir etmektir. İşçi ve emekçi kadınların haklarının ve özgürlüğünün savunusu (takkesiz) hocalara ya da (Kemalist) paşalara bırakılacak bir şey değildir. yıl bütçeden oldukça büyük miktarda pay verilerek dinin devlet eliyle kitlelere taşınması sağlanır. “Laik” olduğu ilan edilen bu devlette cami imamları devletin maaşlı memurudur. Türk devletinin anayasasına göre; “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. ... Kimse, ... dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” Ama uygulamada Sünni müslümanlık Kemalist dinin kitle tabanı olarak ayrıcalıklı konumda tutulur, diğer mezhep ve inançlar genelde “sapıklık”, en iyi halde “kültürel” farklılık çerçevesinde ele alınır. Din cumhuriyet tarihi boyunca her iktidar tarafından kendi amaç ve çıkarları için kullanılmıştır. Kemalist burjuvazi ile uyuşmayan veya Kemalist burjuvazinin dıştaladığı kesimler cumhuriyet tarihi boyunca dini kendi iktidar dalaşlarında kullanmaya çalışmış, “din elden gidiyor” lafları ile çoğunluğu müslüman olan işçileri, emekçileri kendi iktidar dalaşlarına alet etmeye çalışmışlardır. Kemalist ideoloji emekçi yığınların afyonlanmasında dinle yarışan bir ideolojidir. Türkiye’nin her köşesinde heykelleri, büstleri, resimleri bulunan Mustafa Kemal, yığınlara adeta bir tanrı gibi tanıtılmaktadır. Onun adı geçti mi akan sular durmaktadır. Ne yazı k k i, y ığ ınlar içinde Kemalizm afyonu da, din afyonu kadar etkin bir konumdadır. Görev, yığınlar içinde Kemalizmin gerçek yüzünün teşhir edilerek, onun da etkisinin geriletilmesi, kırılmasıdır. Türkiye’de olmayan laikliğin elden gitmesi söz konusu değildir. Ama giden bir şeyler var! Kemalistlerin

iktidar tekeli elden gitmektedir! Bu durum kitlelere “laikliğin elden gitmesi” olarak sunulmaktadır.

AKP ne yapmak istiyor? AKP şeriat devleti hedefi olmayan, “ılımlı islamın” partisidir. Liberal büyük burjuvazinin taleplerinin de savunucusu olan AKP hükümeti, bugüne kadar gelmiş geçmiş hükümetler içinde işçilerin, köylülerin, esnafların, memurların, hizmetlilerin, emeklilerin kısaca tüm emekçi sınıf ve katmanların ekonomik hak ve kazanımlarına karşı en yoğun saldırıları gerçekleştiren, emperyalist efendilerin bu konudaki tüm isteklerini harfiyen yerine getiren bir hükümettir. AKP gelinen yerde iktidar yürüyüşünde önemli oranda mesafe kaydettiği için, üniversitelerde takılması yasak olan türbanı serbest bırakmak istiyor. Türbanın üzerindeki yasakların kaldırılması, AKP’nin tabanındaki müslümanların da talebidir. “Türban sorununu çözme” vaadi bulunan, işe üniversite ile başlayan AKP’nin, gönlünde yatan kamuda da türbanın serbest bırakılmasıdır. Ancak güçler dengesi şimdilik bunu da gerçekleştirmeye elverişli değildir. AKP hükümeti kendi iktidar mücadelesini, sanki demokrasi için verilen bir mücadeleymiş gibi göstermeyi de başarmaktadır. İşbirlikçi büyük burjuvazinin ve onun liberal temsilcilerinin AB’ye uyum istek ve talepleri, Türkiye’de iktidar olabilmek için var olan bürokratik Kemalist iktidar yapısını geriletmek ve dağıtmak zorunda olan AKP tarafından üzerlenilmektedir. AB’ye uyum eşittir demokrasi;

bunun için mücadele demokrasi mücadelesiymiş gibi bir görünüm çıkarılmaktadır ortaya. Yığınların tüm dikkati de bunun üzerine çekilmeye çalışılmakta, emekçilerin kendilerine yönelik somut saldırılara karşı mücadelesi uyutulmaktadır. Gündemi işçilerin, emekçilerin sorunları, mücadelesi belirlemiyor. Egemenlerin kendi arasındaki iktidar dalaşının sis perdesi ardında emekçi yığınların sorunları gizleniyor, emekçi yığınların kendi gündemlerini ülkenin gündemi haline getirmesini bir yana bırakalım, farkına varmaları bile başarıyla engelleniyor. Şimdi yeni bir gündem maddesi dayattılar. Türban! Kemalistler türbanı, “çağdaşlığı”, “laik-modern Türkiye’nin görüntüsünü olumsuz etkilediği” gerekçeleriyle reddederken, AKP “türban takmanın” kişinin “özgür iradesi” sorunu olduğunu savunuyor, “buna karşı çıkmanın kişisel hak ve özgürlüklere karşı çıkmak olduğu”, “demokrasinin gereği giyim özgürlüğü” gerekçeleriyle türbanı sahipleniyor. Her iki kesim de, türban konusunda yürüttükleri kavgada “kadınların özgürlüğünün” şampiyonluğunu yapıyorlar. Bunun büyük bir sahtekârlık olduğu ve her iki kesimin de iktidar dalaşında “türban” ve “kadın özgürlüğü”nü bir araç olarak kullanmaktan öte bir dertlerinin olmadığı gayet açıktır. Her iki kesim de erkek egemendir. Türban konusundaki tartışmada (ve iktidar dalaşı için kullandıkları diğer sorunlarda!) çatışan bu iki kesimden birinin yanında yer alınamaz. Bizim görevimiz her iki kesimin de kadın düşmanı yüzlerini teşhir etmektir. İşçi ve emekçi kadınların haklarının ve özgürlüğünün savunusu (takkesiz) hocalara ya da (Kemalist) paşalara bırakılacak bir şey değildir.

Kılık kıyafet özgürlüğü, ama nasıl? YÖK, 12 Eylül askeri faşist cuntasının tüm toplumu zapturapt altına alma amacının üniversite ve yüksek okullarda gerçekleştirilmesinin aracı olarak kuruldu. YÖK, üniversitede, yüksek okullarda demokratik, bilimsel eğitimin önünde engel, faşist bir yasaya dayanan, faşist bir kurumdur. YÖK kurulduğundan bu yana, yerleşik Kemalist bürokratik devlet iktidarının önemli bir ayağı olagelmiştir. Üniversitelerde verilen eğitim, bütün diğer okullarda verilen eğitim gibi, tek tip Atatürkçü, gerici, “devletin vatanı ve milleti ile bölünmezliği” ilkesi temelinde insan yetiştirmeye yönelik bir eğitimdir. Kemalist eğitimin amacı düşünmeyen, sorgulamayan, araştırmayan, verilen eğitimle yetinen nesiller yetiştirmektir. Üniversitelerde ayrıca kılık kıyafet genelgesi uygulanmaktadır.

Türban yanında, örneğin sakal uzatmak da yasaktır. Bu yönü ile üniversiteler askeri kışlaya benzemektedir. Bizler insanların giyim-kuşamına ne devletin, ne de başkasının karışmaya hakkının olmadığını düşünüyoruz. İnsan nasıl giyinmek istiyorsa, öyle giyinsin. Ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarında giyim-kuşamın devlet tarafından belirlenmesine de karşıyız. Bu bağlamda giyim özgürlüğünü savunuyoruz. İsteyen istediğini giysin! Biz devletin kimin ne giyeceğine karışma hakkının olmadığını, bu bağlamda yasal düzenlemelerin iptal edilmesini, kişilerin istedikleri şekilde giyim hakkına sahip olduklarını söylüyoruz. Fakat giyim özgürlüğünü savunmamız hiçbir şekilde türbanın giyilmesinin propagandasını yaptığımız anlamına gelmez. Kılık-kıyafet özgürlüğünü savunmak, türbanı savunmayı beraberinde getirmiyor. Türban kadınların ezilmişliğinin bir sembolüdür. Ve böyle olduğu için de biz kadınların ister gönüllü olsun, ister zorlamayla olsun türbanla/başörtüsüyle örtünmelerine karşıyız. Kadınlara örtünme zorunluluğunu öngören İslam (bütün diğer dinler gibi) erkek egemen bir dindir. Kadınların örtünme zorunluluğunun temelinde yatan, kadınları erkeklerin “malı” olarak gören anlayıştır. Kadını en baştan “günahkâr” ilan eden İslam dini, kadınların erkekler tarafından kontrol edilmesini, baskılanmasını öğütlemektedir. Bunun içinde kadınların örtünmesi, kocababa-ağabey dışındaki erkeklerle bir arada olmasının, konuşmasının yasaklanması, kocasına-babasınaağabeyine boyun eğmeyen kadının dövülerek cezalandırılması, kadınların taşlanarak öldürülmesi vb. vb. vardır.

Alternatifsiz değiliz! AKP ile Kemalistler arasında, liberal burjuvazi ile bürokrat burjuvazi arasında, yürüyen iktidar mücadelesinde taraf olmak, birini seçmek zorunda değiliz. ‘Kırk katır mı, kırk satır mı?’ tercihi yapmak zorunda değiliz. İşçiler, emekçiler, egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında, figüran olmamalı, iki kanadın da işçilerin emekçilerin düşmanı olduğunu görmeli, hiçbirinin kuyruğuna takılmamalıdırlar. Bu devlet yıkılmadan; yerine işçilerin, emekçilerin devrimci, demokratik iktidarı kurulmadan gerçek anlamda barış, demokrasi ve özgürlük kazanılamaz! İşçilerin, emekçilerin görevi bu gerici, faşist devleti yerle bir etmek; yerine işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kurmaktır. Sosyalizmin, komünizmin yolunu açacak, gerçek kurtuluşun yolunu açacak tek çözüm budur! 3 Şubat 2008 ✓

5


halkların kardeşliği için

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

“Asimilasyon insanlık suçudur”!

B

6

u sözler Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan’a ait. Erdoğan, Şubat ayı başında Almanya’nın Köln şehrinde “Köln-Arena”da yaptığı konuşmada, Türkiye için “lobi” propagandası yaparken, Türkiye Başbakanı olarak da, “vatandaşlarına” “nasihat ve uyarılarda” bulundu. Erdoğan diğer birçok şeyin yanısıra şunları da söyledi: “Kimse sizden asimilasyon noktasında hoşgörü bekleyemez, kimse sizden asimile edilmeniz noktasında bir yaklaşım bekleyemez. Zira, asimilasyon insanlık suçudur, bunu böyle bilmemiz lazım.” (Erdoğan’ın konuşmasından, internetten alınmıştır) Bunun devamında yaşanılan ülkenin dilinin ve hatta birkaç dilin öğrenilmesinin avantajlı olduğunu da anlattı ve Almanya’da yaşayan “Türklere” Almanca öğrenmelerinin gerekli olduğunu söyledi… Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan ve üzerinde en çok tartışılan tespit “asimilasyon insanlık suçudur” tespiti oldu. Bu konuda kimi Alman politikacılar, Erdoğan’ın “Almanya’da Türk okulları açılmalı” talebini de milliyetçilik olarak eleştirip Almanya’yı temize çıkarma ve Türkiye’ye “kendinize bakın” yönlü tavırlar takındı, takınıyorlar. Burjuvazinin temsilcileri birbirlerini eleştirirken sık sık kimi doğruları da dile getirmektedirler. Bu bağlamda Alman milliyetçilerinin takındığı tavırlarda Erdoğan’a milliyetçilik eleştirileri doğrudur, kendilerinin milliyetçiliklerini gizleme tavırları ise yanlıştır. Türkiye’dekinden farklı olsa da Almanya’da da devletin ırkçı siyaseti, zorla asimile siyaseti vardır, uygulanmaktadır. Biz burada Türk iye Cum­h u­ riyeti’nin tarihinde, zorla Türk­ leştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne dikkat çekmek istiyoruz. Türkiye’deki uygulamalara bakmadan önce ama, asimilasyonun “Sözlük”teki anlamını bilince çıkarmak gerekiyor. Çünkü asimilasyonun birçok anlamı vardır ve Erdoğan’ın dediği gibi tüm anlamlarıyla asimilasyon insanlık suçu değildir. “Brockhaus”a göre asimilasyonun biyolojik, petrolojik, (kimyasal olarak eriyip birbirine karışma, birleşme, kaynaşma) fonetik, psikolojik ve sosyolojik anlamları vardır. Başbakanın tartıştığı ve genelde de ulusal sorun veya azınlıkların sorunlarının tartışıldığı nokta sosyolojik olanıdır. Tüm bu farklılıklardan öte, kelime olarak asimilasyon Latinceden gelmedir ve anlamı “benzetme”dir.

Sosyolojik olarak ele alındığında, şu ya da bu grubun, etniğin geleneklerinin, duygularının, yaklaşım tarzlarının; kısacası kültürlerinin başka etnik kökendekine benzetilmesidir asimilasyon. “Benzetme” kendi içinde olumsuzluğu da barındırmaktadır. Birileri birilerini kendisine benzetiyor… Bu, kapitalist sistemde genelde ulusal baskının varlığı –en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da bu biçimde var– ve gerçek ulusal özgürlüğün olmamasının da sonucu olarak, genelde kapitalistlerin bir baskı siyaseti olarak kendisini göstermiştir, göstermektedir de. Bu yüzden de devrimciler, komünistler, zorla asimile etme siyasetine karşı mücadele etmişlerdir, etmektedirler. Sorun burada, şu ya da bu milli azınlığın en doğal demokratik haklarının çiğnenmesine karşı, eşitliğin, özgürlüğün, halklar arasında kardeşliğin savunulması için mücadele etme sorunudur. Fakat baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı, doğal gelişme sürecinde şu ya da bu milletten insanlar, bir başka milletten insana dönüşebilir, benzeyebilir. Bu noktada “benzetilme” sözkonusu değil, benzeme sözkonusudur. Bu tek kuşak sürecinde olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan insanlar, örneğin Almanya’da Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir. A n nem-baba m, nenem- dedem Türk, Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni… ama ben Almanım, ya da İngilizim, Fransızım, Hollandalı, Belçikalı, İtalyanım deme durumunda olabilir, oluyor da. Zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı koşullarda, doğal gelişme sürecinde değişik milletlerden insanların benzeşmelerine, kaynaşmalarına karşı çıkmak, tarihin gelişmesine ters olduğu gibi, milliyetçi bir yaklaşımdır da. Bu yüzden de egemenlerin zorla asimile etme siyasetine karşı çıkarken, tüm koşullarda benzeşmeye

karşı olma konumuna; egemenlerin şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede tersten milliyetçi konuma düşmemek için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin, komünistlerin görevidir. Asimilasyon bağlamında ille de bir “insanlık suçundan” bahsedilecekse, o da zorla, yasaklarla, şu ya da bu etnik kökenli insanların milli haklarını çiğneyerek, onları milli kimliklerinden edip onlara egemen ulusun kimliğini giydirmek, egemen ulus kimliğine sokmaktır. Yani Türkçesi: Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içerisinde yaşayan Türk milleti dışındaki millet ve milliyetlerin zorla Türkleştirilmesidir insanlık suçu… Ve eğer bunu ille de bu kavramla tarif etmek gerekiyorsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihi baştan sona insanlık suçlarının işlendiği bir tarihtir.

Zorla asimilasyon, türkleştirme siyasetinin kimi görüntüleri… a) Genel görüntü… Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türkleştirme siyaseti açıkça zorla, yasaklarla, dayatmalarla asimile etme siyasetidir. Bu siyaset doğal olarak sadece şu ya da bu milletin veya milliyetin dilini yok etme, yasaklamayla sınırlı değildir. Türkleştirme siyaseti bir bütün olarak Kürt milletini ve onlarca milli azınlığın varlığını ortadan silme, kaldırma siyasetidir. Bu siyasetin temelinde yatan düşünce “ya Türksün ya yoksun” düşüncesi olarak da ifade edilebilecek olan Kürt milletinin ve milli azınlıkların milli varlığını inkar etme siyasetidir. Bu siyaset kendisini “Tek millet, tek dil, tek vatan, tek devlet, tek bayrak” yaklaşımında açıkça göstermektedir. Türkiye’nin her yerinde olmasa da temel kurumlarından biri olan askerin kışlalarında, garnizonlarında bayrak gibi hâlâ sallanmak-

tadır bu “tek”çi ırkçı, şoven şiar. Türk devleti için Türkiye’de Türk milleti dışında hiç bir millet ya da milli azınlık yoktur. Herkes ya da hepsi Türk milletinin bir parçasıdır. Daha yakın tarihe kadar Kürt milleti “dağda yürürken karda kart kurt sesi” çıkaran “dağ Türkü” olarak tanıtılmadı mı dünyaya? Anadilde eğitim hâlâ yasak değil mi Türkiye’de? Bu Türkiye’nin andaki Başbakanı da Erdoğan değil mi? O zaman Türkiye Cumhuriyeti Başba kanı olara k Tayyip Erdoğan “insanlık suçu” işlemiyor mu? Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türkiye’nin resmi sınırları içerisinde Türk milletinden başka millet ve milli azınlık tanımadığını ifade ettiğimizde, çoğunlukla öne sürülen bir itirazla karşılaşıyoruz: Hayır Lozan Anlaşması’na göre Türkiye’de azınlıkların varlığı kabul edilmiştir. İlk anda bu itirazın haklı olduğu düşünülebilir ama yanlış bir itirazdır bu. Bizim tartışmamızın temelinde yatan düşünce, Türk milleti dışında millet ve milli azınlıkların milli kimliğinin tanınıp tanınmadığıdır. Bu bağlamda Türkiye’de sadece ve sadece Türk milletinin milli varlığı savunulmakta ve diğer tüm millet ve milliyetler –”gayrimüslimler” dışındakiler– Türk milletinin parçası olarak görülmekte, gösterilmektedir. Lozan Anlaşması’na göre “gayrimüslimler” dini azınlık olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre %99’u Müslüman olan Türkiye’de Hristiyan Rum ve Ermeniler ve Yahudiler (Türkiye’deki tanımıyla Museviler) vardır. Bunlar ama milli azınlık olarak görülmemektedir. Lozan Anlaşması’nda “gayrimüslimler” dini azınlık olarak kabul edildiği halde, Süryaniler, Keldaniler Türkiye’de dini azınlık olarak da kabul edilmemiştir. Lozan Anlaşması’ndan bahsedildiğinde hemen her zaman dile getirilenler Rum, Ermeni ve Musev ilerdir. Yani Türk iye Cumhuriyeti devleti kendi kuruluş temeli olarak kabul ettiği anlaşmaya bile uygun davranmıyor. Türk milleti dışındaki millet ve milli azınlıkların varlığının inkârı üzerinden yükselen cumhuriyet, gerçekte bir halklar hapishanesi olmuştur. En basit demokratik milli hak talebi, kanla bastırılmış, hakkını arayanlar devletin baskılarıyla, terörüyle yüzyüze gelmiş, kimi katledilmiş kimileri de zindanları boylamıştır… b) Somut örnekler… Kuşkusuz ki bu ara başlık altında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ya-


halkların kardeşliği için şanan tüm örnekleri vermek istediğimiz sanılmasın. Bunun için sayısız makale değil sayısız kitap yazılmak zorundadır. Burada sadece Türkleştirme siyasetini ele aldığımızda hemen aklımıza gelen kimi örnekleri aktarmakla yetiniyoruz. Örneğin Lozan Anlaşması ile dini azınlık olarak varlığı kabul edilen Rum ve Ermenilere özelde, genelde ise “gayrimüslim” azınlıklara yönelik baskıların örneklerini tek tek vermek yerine kimi dönüm noktalarına işaret etmek bile Türkleştirme, bu noktada aynı zamanda “müslümanlaştırma” veya sürgün siyasetini görebilmek için yeterlidir. Kimi dönüm noktalarını sıralarsak karşımıza şunlar çıkmaktadır: 1923’te zorunlu mübadele, 1934’te Trakya Yahudi olayları, 1942’de Varlık Vergisi, 1955’te 6-7 Eylül olayları, 1964’te Rumların mallarına blokaj uygulayan kararname ve 120 bin Rum’un Türkiye’den “sürgün” edilmesi, 1936 Beyannamesi’ne dayanarak 1974’te azınlık vakıflarıyla ilgili onların mallarına el koymak için çıkarılan yasa vb. edimler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “gayrimüslim” azınlıklara karşı uygulanan kimi baskılar, zulümlerdir. Sözkonusu yasaların uygulanmasındaki örnekler ise bugüne kadar sürmektedir. AB’ye 9. uyum paketi çerçevesinde Vakıflar Yasası’nın değiştirilmesinin üzerinde daha birkaç ay geçmedi. 1936’dan 1974’e kadar edinilen tüm mallara el konulmuş ve çoğu “üçüncü kişiye” satılmış veya rüşvet olarak devredilmiş olduğundan, sözkonusu Vakıf mallarının çoğunun iadesi yeni yasayla da mümkün değil. Ermeni okullarına onyıllarca Türk müdür atanmış, dini ayinler veya ibadet için dua öğrenmeler dışında genelde Ermenice eğitime izin verilmemiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu döneminde Türkiye’de yaşayan 250 bin civarında Ermeninin sayısı 60 binlere indirilmiş ve Ermenice okur-yazar olanların sayısı neredeyse sıfırlanmıştır. Kimi Ermenilerin kendi çabalarıyla ve dini öğrenimi de kullanarak Ermeniceyi okuyup yazması durumu, devletin zulmünü ortadan kaldırmıyor. Benzeri durum Rum azınlığına karşı da yaşanmıştır. Sürgünlerle, katliamlarla Rumların sayısı 5-6 binlere indirilmiştir. Kendi ruhbanlarını yetiştirme imkanları da 1971’de Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmasıyla ellerinden alınmıştır. Okulun yeniden açılması için verilen bütün çabalar doğrudan devletin bürokrasisine, yasalarına takılmıştır. Süryanilerin dini azınlık olarak da kabul edilmemesi bir yana, özellikle 1980 cuntasının iktidara el koymasından sonra zorla “müslümanlaştırılmaya” çalışılmasının ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyada yürüyen savaştan kurtulmaya zorlanmaları sonucu, Süryanilerin büyük bölümü kendi memleketlerini terk etmek zorunda

bırakılmıştır. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin “gayrimüslim” azınlıklara karşı siyaseti, halklar arasında düşmanlığı körükleme, baskı ve zulümle bu milli azınlıkların varlığına son verme siyasetidir. Bunun kimi yansımaları Rum Patrikhanesi’nin Ökümeniklik tartışmasında, kimi yansımaları da “misyonerlik” tartışmalarında kendisini açıkça göstermektedir. Hürriyet gazetesinin 2 Şubat 2005 tarihli sayısında, o dönemin AKP Ankara Milletvekili E. Yarbay: “Kızılay’da Kuran’ı Kerim dağıtarak misyonerlikle mücadele edilmez. (…) misyonerlikle savaş için 13 bin 717 din adamı ile 13 bin 600 din ve ahlak kültürü öğretmeni açığının kapatılması” gerektiğini söylerken, misyonerliğe karşı, yani Hristiyanlıkla savaş ilan ediyordu. Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkilileri, savunucuları Türk olmayanlara karşı hep “savaş ruh hali” içinde olmuştur. Türkleştirme siyasetinin savaş ile de yürütüldüğü verilerle sabittir. Ne Hristiyan, ne Müslüman, Tür­ kiye’de hep “buçuk millet” sayılan ve adları “Roman” iken “Çingene” diye aşağılanan, işlerine geldiğinde de “Türk milletinin parçası” olarak gösterilen milli azınlığa karşı yaklaşım, halklar hapishanesi Türkiye’nin genel tavrına uygun, yani özde aynı olmasına rağmen, çok daha açık şovencedir. Bunun için iki örnek: Birincisi 14 Haziran 1934’te çıkarılan 2510 sayılı “İskan Kanunu”nun 4. Maddesine göre “Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, göçebe çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye’ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilmezler.” 6 Mart 1986’da bu kanun yeniden aynen onaylanmıştır ve sadece yetkiler Sosyal Yardım Bakanlığı’ndan Ta r ı m , O r m a n v e K öy i ş l e r i Bakanlığı’na devredilmiştir. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde, göstermelik de olsa azınlıkların haklarında “düzeltmeler” yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu “düzeltme” Roman halkı için kimi kavramların değiştirilmesi biçiminde olmuştur. 2003 yılı Kasım ayında basına yansıyan haberlere göre Türkiye İçişleri Bakanlığı, yurttaşlık için başvuruda bulunanların geçmişinin araştırılmasında, başvuru yapanların “dilencilik” ve “Çingenelik” ile bağlarının olup olmadığının araştırılmasını, yurttaşlık hakkının verilip verilmemesinde temel ölçüleri arasına almıştır. Bu temel ölçülerin değiştirilip değiştirilmediği devlet yetkililerinin gizi. İkincisi, “Türk Dil Kurumu” ve “Milli Eğitim Bakanlığı”nca hazırlanan sözlüklerde Roman halkının “Çingene” olarak aşağılanması olgusudur. Bu konuda da verilen tüm mücadeleler sonucu kısmi başarılar elde edilmesine rağmen, devletin Roman halkına karşı temel yaklaşımını özde değiştirmemiştir.

Son bir-iki yılda ise özellikle Roman halkının İstanbul’da Sulukule gibi tarihi yerleşim alanlarının ellerinden alınması durumu yaşanıyor. Edirne’de olduğu gibi Valilik Romanları fişleme formları hazırlıyor, Afyon’un Şuhut ilçesinde polisin hayırhah tavrı sonucu da Romanlar linç edilmeye çalışılıyor, evleri yakılıyor. İstanbul ve kimi diğer illerde ise 5366 sayılı yasaya dayanılarak “Kentsel dönüşüm” adına evleri, barkları üzerlerine yıkılıyor, evsiz barksız bırakılıyor. Evleri olmadığından da Roman çocuklar okullara alınmıyor. Devletin Romanlara karşı şoven siyasetinin doğrudan bir sonucu da 100 bin civarında Roman’ın nüfus cüzdanına bile sahip olmaması ve TC vatandaşı olarak kabul edilmemesi olgusu vardır. Evet, bu coğrafyada 1000 yıllık tarihleri olmasına rağmen böyledir durum… Milli azınlıklar bağlamında öne çıkanlar bunlar. Örneklerimizi bunlarla sınırlamamız diğer milli azınlıklara karşı baskı yok anlamına gelmiyor. Tüm “müslüman” sayılan milli azınlıklara karşı da Türkleştirme siyaseti yürürlüktedir. “Gayrimüslim” azınlıkların “hiç olmazsa” dini farklılıkları kabul ediliyor, “müslüman” azınlıkların varlığı tümüyle inkar ediliyor. Kim hakları için sesini biraz daha yüksek çıkarırsa, ona göre de devletin “muamelesi” gündeme gelmiştir, geliyor. Kürt milletine karşı Türkleştirme siyaseti ise katliamlarla, sürgünlerle, savaşlarla içiçe bir yoketme siyaseti olarak kendisini göstermiştir, günümüzde de göstermektedir. 84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde isyan ve tedip, tenkil harekâtlarında onbinlerce Kürt insanı katledildi, yüzbinlercesi sürgün edildi. “Takrir-i Sükun Kanunu”nun ilanı, “İstiklal Mahkemeleri”nin kurulması veya “İskan Kanunu” ve “Tunceli Kanunu” gibi kanunlar doğrudan ve esas olarak Kürtlere karşı savaşın kanunları olmuştur. Uygulamaları da Kürt milletinin sürekli ve sistemli ulusal zülum altında inlemesini beraberinde getirmiştir. 12 Eylül askeri cuntasının yönetime el koymasından bu yana da Kürtlerin yaşadığı coğrafyada sürekli ve de büyük bölümü resmen sıkıyönetimden OHAL’e kadar değişik düzeyde askeri yönetimle yönetilmiş, 4000 civarında yerleşim alanı yakılıp yıkılmış, boşaltılmış, dört milyon civarında insan evini-barkını terketmek zorunda bırakılmış, sürgün edilmiştir. Gelinen yerde de bu siyaset ve uygulamaları devam etmektedir. Erzurum’un Karaçoban ilçesinde DTP’nin mitinginde 8 yaşındaki bir çocuk, Kürtçe “babam nerede, ben babamı isterim” diye konuştuğundan, “Siyasi Partiler Kanunu”nun seçim propagandası kurallarına ters düştü diye mahkemelik olmaktadır. Ya da renk ve harflere düşmanlıkta

ortaya çıkan ve “normal” insan mantığınca “olamaz” diye görülen ama yine de yaşanan şeyler Türkiye’nin gerçek liği. Traf ik lambalarının renklerinin, Kürtlerin bayrağı olarak görülen renklere benzediğinden yer yer değiştirilmeye çalışıldığı; ya da Surinamlı turistin aynı renkleri taşıdığından Türkiye’ye ayak basmasıyla polisin dayağıyla tanışması; veya Etiyopya Dışişleri Bakanı’nın otomobilindeki Etiyopya bayrağının renginden dolayı engellerle karşılaşması, diplomatik rezaletin engellenmesi adına Türk polisinin bayrağın kenarına “Etiyopya” yazarak sorunu “çözmesi”… Türk devletinin ırkçı, şoven, Türkleştirme siyasetinin sadece birkaç örneğidir. İlkokul 4. sınıf öğrencileri için hazırlanan “Can Matematik Çalışma Dergisi”nin 1. sayısının 5. sayfasında “Kümelerin karşılaştırılması” yapılırken; “P kümesi H kümesine denktir. K kümesi P kümesine denk değildir.” biçimindeki örneklemede P, K ve H harflerinin PKK ve HADEP simgelerini hatırlatıyor gerekçesiyle E, G ve Y harfleriyle değiştirilmesi de Türk egemenlerinin ruh hallerinin tam bir paranoya hali olduğunu gösteren örneklerdendir. Harflerin değiştirilmesiyle öğrencilere “denklem” hesabı öğretilecek! Bu arada tabii ki öğrenciler biraz düşünmeye başlayıp E, G ve Y harf lerini “EYLEME GEÇİP YENMELİYİZ!” diye yorumlarlarsa ne yapacaklar… Anadilde eğitim yasak. Kürtçenin seçmeli dersler arasına alınması talebine başta YÖK olmak üzere devlet kurumları ve yetkilileri tarafından, bu talebi ileri süren öğrenciler hakkında soruşturma açılarak, okuldan kovularak yanıt verilmektedir. “Yatılı İlköğretim Bölge Okulları”yla (YİBO) Kürt çocukları, “Gönüllü Kuruluşlar Ulusal Kadın Sağlığı Komisyonu” (KASAKOM) ya da “Toplumsal Kalkınma Merkezleri” (TOKAP) gibi oluşumlarla da Kürt kadınlarının Türkleştirilmesi siyaseti uygulanmaktadır. Türkleştirme siyasetinin örnekleri bitmez, ama yazımızın burada bitmesi gerekiyor. Başa dönüp Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “asimilasyon bir insanlık suçudur, bunu böyle bilmemiz lazım” tespitini hatırlatıp Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşananlarla karşılaştırırsak sayısız “insanlık suçunun” işlendiği ortaya çıkmaktadır. Değişik millet ve milli azınlıklardan işçi ve emekçiler olarak bu “insanlık suçlarının” işlenmesinin kaynağını kurutma görevine sahibiz. Türkleştirme siyasetine son! Tüm halklara tam hak özgürlüğü, anadilde eğitim hakkı ve imkanı, Kürt milleti ve tüm milli azınlıkların üzerindeki ulusal baskıya son! vb. talepler, devrim için mücadelemizin olmazsa olmaz talepleri arasındadır. 19 Şubat 2008 ✓

7


yeni kadın dünyası

İşçi ve emekçi kadınlar: Bu 8 Mart’ta da şovenizme, haksız savaşlara ve kapitalist militarizme karşı

B

8

Örgütlenmeye, mücadeleye!

ir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutladığımız bu günlerde, kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın, sömürünün ve baskının artarak devam ettiği bir ortamda türban sorunuyla kadınlar, bir kez daha egemenler tarafından iktidar dalaşlarına alet edildiler. Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını savunan çok “özgürlükçü ve demokrasiden yana” AKP ve liberal burjuvalar bir taraftan; böyle bir uygulamanın AKP’nin gizli siyaseti olan ”şeriatı getirme”nin ayak sesleri olduğunu iddia eden, çığırtkanlıkta sınır tanımayan Kemalist kesim diğer taraftan... Kadın hareketinin, kadın hakları için yürüttüğü en basit demokratik talepleri bile en iyi halde görmezden gelen bu erkek şovenistleri, birden bire kadının özgürlüğünün “ateşli savunucuları” haline geldiler! Türban üzerinden yürütülen bütün bu özgürlük ve demokrasi tartışmaları biz kadınların midesini bulandırıyor! Bunların kadın hakları savunuculuğu her iki kesim açısından da gerçekte erkek egemen iktidarlarını elde tutma, kaybettmeme uğruna yapılan bir savunuculuktur, sahtekarlıktır! 22 Şubat’ta Cumhurbaşkanının türbana ilişkin anayasa değişikliğini onaylamasıyla birlikte “türban sorunu” yeni bir boyuta taşındı. CHP yapılan değişikliğin “anayasanın değişmez ilkesi olan laiklik(!) ilkesine aykırı” olduğunu savunarak Anayasa Mahkemesine başvurdu. Artık laik devletin elden gittiği demagojisinin ortalığı iyice kaplayacağı, Cumhuriyet mitinglerinin, Anıtkabire “ataya şikayet” ziyaretlerinin gerçekleştirileceği, davaların açılacağı bir süreç yaşayacağız. Görünen o ki egemenler bu gündemle bizleri oyalamaya bir süre daha devam edecekler. Bütün bunlar yaşanırken işçi ve emekçi kadınların gerçek gündemi olan yoksullluk, işsizlik, şiddet, erkek egemenliği, savaş ve militarizm tüm yakıcılığıyla ortada duruyor! Türk devleti bir süredir yeniden tırmandırdığı Kürt halkına yönelik savaş politikasına attığı yeni adımlarla devam etti. Aylardır hava harekatı ile bombalanan Güney Kürdistan’a 21 Şubat’ta binlerce Türk askeriyle kara harekatı başlatıldı. ABD ve AB’nin tam desteğini alan bu işgal harekatı da, daha önceki sayısız sınır ötesi operasyonları gibi Kürt halkının haklı mücadelesini engelleyemedi, engelleyemeyecektir. Kadınlara yönelik şiddetin ve erkek egemenliğinin en açık şekilde ortaya çıktığı dönemler kuşkusuz savaşların yaşandığı ve buna bağlı olarak mili-

tarizmin alabildiğine kışkırtıldığı dönemlerdir. Kapitalist-emperyalist toplumda savaş ve militarizm her zaman “erkekliğin” ve buna bağlı olarak kadınlara yönelik şiddet ortamının son derece körüklenmesi anlamına gelmiştir. “Militarizm, kapitalist toplum sisteminin en güçlü ve önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. 
Kapitalizmin emperyalist gelişme aşamasında militarizm, o zamana dek görülmeyen muazzam boyutlara ulaşır ve geniş bir örgütler ağı

aracılığıyla tüm nüfusu dolaylı veya dolaysız kapsamına almaya çalışır.” Komünist Gençlik Enternasyonalinin Programından aktardığımız bu görüşler içinde bulunduğumuz 2008 Türkiye’sine oldukça uyuyor. Aslında Türkiye’de tarih boyunca varlığını sürdüren, zaman zaman kısık ateşte tutulan veya ihtiyaca göre yeniden körüklenen milliyetçilik, şovenizm ve militarizmle, asker cenazeleri ile birlikte yeniden doruğa tırmandırıldı. Egemenler ellerindeki tüm araçlarla hiç durmadan pom-

8 Mart’ta kadın ve militarizm’i tartıştık

B

u yıl, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü çerçevesinde İstanbul Esenyurt’taki Kültür Merkezi’nde ‘Kadın ve Militarizm’ konulu bir etkinlik gerçekleştirdik. Erkek arkadaşların da katıldığı fakat çoğunluğunu kadın arkadaşların oluşturduğu etkinlik bir arkadaşımızın gitarlı müzik dinletisi ile başladı. Devrim mücadelesinde yaşamını yitirenler için yapılan saygı duruşunun ardından sunum ve söyleşi bölümüne geçildi. Sunuma iki kadın arkadaşımız hazırlandı. Bir arkadaş 8 Mart’ın nereden geldiğini kısaca ortaya koyduktan sonra yakın tarihte yaşanan savaşları ve bu savaşlarda kadınların yaşadığı taciz, tecavüz, şiddet ve göçleri istatistikî verilerle canlı bir şekilde ortaya koydu. Diğer kadın arkadaş ise savaş ve militarizmin ne olduğunu anlattıktan sonra Irak’taki emperyalist işgal ve savaş nedeniyle kadınların yaşadığı şiddete detaylı bir şekilde değindi. Özel olarak ise Türkiye’de ulusal, demokratik talepleri için mücadele yürüten Kürt kadınlarının 80’li yıllardan bu yana yaşadığı katliamları, baskıları ortaya koyarak Kürt halkına yönelik bu savaşa karşı çıkılması gerektiğini vurguladı. Kürt kadınlarının haklı mücadelelerinin yanında olmak gerektiğine ve bu taleplere hangi milliyetten olursa olsun kurtuluş mücadelesi yürüten tüm kadınların sahip çıkması gerektiğine dikkat çekti. Konuşmanın devamında haklı,

haksız savaş ayrımını ortaya koyduktan sonra militarizme karşı yürütülecek mücadelenin ve haklı-haksız ayrımı yapmadan bir bütün olarak savaşlara karşı olma anlamında antimilitarist, pasifist anlayışlardan da kendimizi ayırmanın önemine dikkat çekti. Emekçi kadınlar somutunda ise kadınların savaşmayı öğrenmeleri ve silahlarını burjuvaziye doğrultmaları gerektiğini belirtti. İki bölümden oluşan sunumun ardından soru cevap ve tartışmaya geçildi. Etkinlikte kadın arkadaşlar çoğunlukta olmasına rağmen ne yazık ki az sayıda kadın arkadaş söz alıp görüşlerini dile getirdi. Bunun bir nedeni kadınların doğrudan üzerlerinde hissettiği baskılardan çok savaş ve militarizm gibi daha zor bir konunun ele alınmış olması idiyse diğer bir neden de erkek arkadaşların varlığında kadın arkadaşların konuşmaktan çekinmeleri idi. Panelin ardından yeni katılan kadın arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde bize bunu söyleyen kadınlar oldu. Bizler uzun bir süre 8 Mart toplantılarımızı sadece kadın arkadaşlarla yaptık. Kadın sorununda kadın arkadaşlar belli bir bilinç seviyesine ulaştıktan sonra bu toplantılara erkek arkadaşları da katmayı uygun gördük. Fakat bu toplantıda da gördük ki bir kaç erkek arkadaşımızı dışta tutarsak, erkek arkadaşların çoğu tarafından, kadına yönelik şiddeti teşhir etmek, birlikte yaşadığı ka-

paladıkları militarist politikalarla, toplumun değişik kesimlerini, bu savaştan hiç bir çıkarı olmayan tam tersine en büyük zararı görecek olan işçi ve emekçileri de içine alarak yaygınlaştırmaya çalışıyor. Henüz çocuk yaştaki insanların dahi nasıl militarize edildiklerine son dönemde basına yansıyan bir kaç örnekle göstermek istiyoruz. Kırşehir’de onu kız yirmi lise öğrencisi, Hakkari Dağlıca’da öldürülen 12 askerin anısına bir ay boyunca her gün biraraya gelerek parmaklarındınlarla ilişkisini sorgulamak ve daha özeleştirel yaklaşmak yerine daha çok kadınların neler yapmaları veya yapmamaları gerektiği konusunda deyim yerindeyse kadınlara akıl öğretme şeklinde konuşmalar yapıldı. En azından bilinçli erkek arkadaşlarımızın bu tavrı artık değiştirmeleri gerektiğine inanıyoruz. Tabii ki kadınlar erkekler tarafından eleştirilemez demek istemiyoruz. Bu da yapılır. Fakat bundan önce erkek egemen düzenin parçası olarak ve bu egemenliğin etkilerini şu ya da bu şekilde üzerinde taşıyanlar olarak, erkek egemenliğinin teşhirini merkeze koyan yaklaşımların öne çıkarılması gereklidir. Tartışma bölümünde haklı, haksız savaş ve militarizme karşı nasıl bir mücadele yürütüleceği konuları biraz daha açıldı. Bu bağlamda somut olarak Kürt ulusuna yönelik savaş ve işgal harekatı değerlendirilerek buna karşı mücadele dile getirildi. Bunun yanısıra yapılan konuşmalarda, kadınlara yönelik diğer şiddet biçimleri üzerinde de duruldu. Toplantıya katılan tüm kadın arkadaşların daha sık biraraya gelmesi ve kadınların bu tür etkinliklerden daha fazla yararlanmaları gerektiği belirtilerek ancak birlikte ve güçlü bir mücadele verildiğinde bu erkek egemen düzenin ortadan kaldırılabileceği vurgulandı. Etkinliğimizin panel-tartışma bölümü 8 Mart Cumartesi günü İstanbul Kadıköy’de yapılacak kadın mitingine çağrıyla son buldu. Yarım saatlik yemek arasının ardından Tiyatro Güney Topluluğunun bir gösterisi sahnelendi. Etkinliğe katılan herkesin zevkle izlediği ve üç ayrı kısa oyundan oluşan skeçlerle ister aydın, ister köylü ya da işçi olsun kadınların bu düzende yaşadığı baskıyı ve aşağılanmayı traji-komik bir şekilde ortaya kondu. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliğimiz tüm katılımcılara teşekkür edildikten sonra sona erdi. 3 Mart 2008 ✓


yeni kadın dünyası dan akıttıkları kanlarla Türk bayrağı yaparlar. Bayrağı bitirdikten sonra çerçeveleterek Genelkurmay Başkanı Yaşar Büy ükanıt’a gönderirler. Kandan yaptıkları bayrak ile birlikte gönderdikleri mektupta ise askere gitmek istediklerini, “şehadet mertebesine erişmek istediklerini” yazarlar. Genelkurmay bu “duyarlı tavır” karşısındaki memnuniyetini ise “kalem tutan ellerimiz silah tutmalıdır” diyerek ifade eder. Genelkurmayın internet sitesinde “ülkeyi kan dökerek kurduk, kan dökerek koruyoruz” şeklindeki ırkçı, militarist mesajların yer aldığı bilindiğinde bu tavıra hiç de şaşırmamak gerektiğini biliyoruz. Bu olay özellikle kadınlar cephesinden yoğun bir tepki ile karşılandı. Genelkurmayın kandan bayrağı olumlayan tavrını protesto amacıyla imza kampanyası başlatıldı. Ece Temelkuran ve Perihan Mağden’in Büyükanıt’ın tavrını eleştiren yazıları yayınlandı. Daha önce de yazdığı yazılar nedeniyle askerle başı dertte olan, “halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle hakkında davalar açılan Perihan Mağden bu kez de 15 Ocak tarihli “Kandan Bayrak” başlıklı yazısı nedeniyle Tercüman gazetesi tarafından hedef gösterildi. Genelkurmay sitesinde yayınlanan bir diğer mektup ise Bursa Yıldırım Belediyesi ilkokul 3. sınıf öğrencisi İbrahim Talha Alğan’a ait. Genelkurmay Başkanlığına gönderdiği metktupta şunları yazıyor öğrenci: “Sayın Genelkurmay başkanım, ... Geçtiğimiz günlerde yaşanan ve Türk milleti olarak hepimizi yasa boğan Türk askerlerinin şehit edilmesi olayı beni de çok üzdü. Ağlayan anaların feryatları ve yetim kalan çocukların boynu bükük halleri rüyalarıma girer oldu. Tekrar aynı acı olayları görürüm diye televizyonu açmaya korkuyorum. Hep düşündüm ne yapabilirim diye. Sonra aklıma bir fikir geldi. Önce sınıf öğretmenimin sonra da okul müdürümüzün iznini alarak “Şehitler Ölmez” adı altında yardım kampanyası düzenledim. Okul arkadaşlarımın katkılarıyla toplamış olduğum paraları Mehmetcik Vakfının hesabına yatırdım. Bu kampanyayı düzenleme amacım şehitlerimizin geride kalan ailelerinin acılarına ortak olabilmekti. İnşallah böyle acıları Türk milleti olarak bir daha yaşamayız. Saygı ve selamlarımla ellerinizden öperim. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Henüz 9 yaşında olan bu çocuğun yazdıkları daha bebek yaştan itibaren “her Türk asker doğar”, “ne mutlu Türküm diyene” militarist, ırkçı ideolojilerle zehirlenen çocuk beyinlerin ne durumda olduğunu anlatmaya yetiyor. Sadece Genelkurmay değil, mektuptan da görüldüğü gibi başta eğitim kurumları olmak üzere bir çok kurum aracılığıyla besleniyor bu

ırkçı ve militarist düşünceler... Son dönemde televizyonda yayınlanan Oniki bebeğin yer aldığı “Evy Baby” çocuk bezi reklamında asker elbisesi giydirilerek yetişkin askerler gibi gösterilen ve asker kışlasında biraraya getirilmiş erkek bebekler oynatılıyor. Reklam filminin yönetmeni Taylan Biraderler, reklamın militarizmi kışkırttığı yönünde getirilen eleştirilere karşılık “duygusal bir iletişime(!) imza attıklarını” iddia ediyor. Yönetmen beyefendi haksız sayılmaz! İnsanları etkilemek istiyorsan eğer onların duygularına yöneleceksin... Medya aracılığıyla militarizmin nasıl sevimli hale getirilmeye çalışıldığına, savaşın “normalleştirilmeye” çalışıldığına iyi bir örnek oluşturuyor bu reklam filmi. Her ne kadar burjuvazi, son yıllarda polis, ordu vs. içerisinde kadınların sayısının artmasıyla ve özellikle Latin Amerikanın bir çok ülkesinde kadınların savunma bakanlığına getirilmesiyle övünse de, böylelikle kadın-erkek eşitliğini sağladığı demagojisine sarılsa da gerçekte kapitalist militarizm erkek egemenliğini besliyor, kadın düşmanlığı üzerinde yükseliyor. Burjuva ordularındaki milliyetçi, militarist erkek egemen anlayışlar varlığını olduğu gibi koruyor. Erkeklerin kadınlara yönelen şiddetini arttırıyor ve meşrulaştırıyor. Toplumun militarize edilmesi Türkiye’de yaşayan tüm ulus ve milli azınlıklardan işçi ve emekçi kadınları da aşağılarken, özellikle Kürt ulusunun demokratik talepleri için mücadele eden Kürt kadınlarına yönelik militarist baskıları daha da attırıyor. Kürt kadınlarının en ufak ulusal demokratik talepleri terörize ediliyor. Kürt milletvekili kadınlar yaptıkları konuşmalar nedeniyle hedef gösterilerek tehdit ediliyor, milletvekili dokunulmazlıkları sorgulanarak siyasi yasak getirilmeye uğraşılıyor ve hapis cezaları ile sindirilmeye çalışılıyor. Ülkemizde durum böyleyken içinde yaşadığımız dünyanın geri kalan kısmında da durum pek farklı değil. Bu dünya; demokrasinin kaleleri olarak gösterilen emperyalist ülkelerde iç faşistleşmenin geliştirildiği, şovenizmin ve militarizmin kışkırtıldığı, emperyalist savaşların ve işgallerin tüm hızıyla devam ettiği, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve daha bir çok yerde her gün yüzlerce yoksul emekçinin egemenlerin çıkarları uğruna katledildiği, her gün çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu binlerce insanın göçe zorlandığı bir dünya, yaşanılmaz bir dünya olmaya devam ediyor. Bütün bu nedenlerle emperyalist sisteme karşı, haksız savaşlara, şovenizme ve kapitalist militarizme karşı mücadelede biz işçi ve emekçi kadınların önünde büyük görevler duruyor. Şovenizme ve militarizme karşı nasıl bir mücadele yürüteceğiz? Bizler kuşkusuz pasifist bir anlayışla kim-

den gelirse gelsin tüm şiddet biçimlerine karşı değiliz, olamayız. Bir bütün olarak şiddete karşı çıkmak, haklı şiddetin varlığını redetmek, devrimcilik iddiamızdan vazgeçmek anlamına gelir. Evet biz kadınların da eli silah tutmalıdır. “Savaş sanatını” elbette bizim de öğrenmemiz gereklidir. Fakat bu kölelik sisteminin ayakta tutulması için değil, burjuvazinin çıkarlarını savunmak amacıyla birbirimizi boğazlamak için değil, bizzat kendimiz için, kendi kurtuluş mücadelemiz için öğrenmeliyiz!

Ordusuyla, polisiyle, özel timi, korucusuyla, eğitim kurumları ve medyasıyla kadınların köleliğini perçinleyen, erkek egemen olan bu düzene karşı yaşasın işçi ve emekçi kadınların özgürlük ve sosyalizm mücadelesi! 8 Ma r t 20 0 8’ de de şia r ı m ı z: Kahrolsun erkek egemen militarist sistem! İşçi kadın örgütlen, kapitalist militarizmi yen! Mart 2008 ✓

Kadınlara Asitli Saldırı Kınandı!

T

arsus’ta kadınlara yapılan sal­ dırılar Adana Kadın Platformu ve Mersin ve Tarsus’tan gelen kadınların yaptığı bir basın açıklamasıyla kınandı. Basın açılamasını okumak için yarenlik alanının girişinde toplanan kadınları polis alanın girişinde değil içeride okumaları için uyardı. Kadınlar bulundukları yerde basın açıklamasını okumak için bir sakınca görmediklerini söyleyerek ayrılmadılar. Av. Fatoş HACIVELİOĞLU’nun okuduğu açıklamada “Bu patriarkal vahşet gösterisi saldırıların tamamı basında ya “bir ruh hastasının bireysel tepkisi” olarak izah edilmeye ya da Türkiye’nin içine girdiği yeni siyasi iklim, yaşanan gerginlikler ve kutuplaşmalar laiklik- türban meselesi ile ilintilendirilmeye çalışıldı. Oysa biz kadınlar kadın hayatını tehdit eden kadına yönelik şiddet ve tacizin erkek egemen sistemin bir ürünü olduğunu ve tacize, cinsel saldırıya maruz kalmak için sadece kadın olmanın yeter şart olduğunu çok iyi biliyoruz. Erkekler kadına yönelik şiddeti, cinsel tacizi cahil, sapık, gerici ya da kültürsüz oldukları için değil, kendilerini kadın bedeni üzerinde hak sahibi gördükleri için yapıyorlar. Biz kadınlar, sadece Tarsus’ta değil her yerde, her gün erkeklerin cinsel saldırı ve tacizi ile karşı karşıyayız. Gece gündüz, otobüste takside, sokakta işyerinde, tanıdığımız tanımadığımız, hoşlandığımız hoşlanmadığımız, her çeşit sosyal statüden erkek

tarafından taciz ediliyoruz, saldırıya maruz kalıyoruz. Erkeklerin egemenliklerini sarsmak, bedenimize sahip çıkmak için; mücadeleyle kazandığımız lehimize olan TCK maddelerinin uygulanması, erkek egemen anlayışın bütün yasalardan ve düzenlemelerden temizlenmesi için, “Kadının yeri evidir” anlayışına ve kadınların üstündeki baskının ve denetimin güçlendirilmesine karşı, bu olayların takipçisi olacağız; geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmeyeceğiz. Bu insanlık dışı uygulamaları, korkunç saldırıları ortadan kaldırmak ve sorumlularından hesap sormak için sabırla mücadelemize devam edeceğiz.” denildi. Açı k lama okunurken sı k sı k “Tarsuslu kadınlar yalnız değildir, Yaşasın kadın dayanışması, Bedenimiz, emeğimiz, kimliğimiz bizimdir” gibi sloganlar atıldı. YDİ Çağrı okuru kadınlar olarak katıldığımız basın açıklamasında üzerinde “Kadına Yönelik Şiddet Devrimle Son Bulacak” yazılı bir döviz taşıdık. Çağırdığımız SCT’li kadın işçiler de basın açıklamasına destekte bulundular. Basın açıklamasına katılan kurumlar: Karşıyaka Kadın Dayanışması, Sosyalist Feminist Kolektif, DÖKH, Tarsus İHD, DİP Girişimi, YDİ Çağrı. YDİ ÇAĞRI /Adana 23.02.2008 ✓

9


gündem

Bir araştırma sonuçları üzerine

9

Şubat 2008’de Bilgi Üni­v er­ sitesi Dolapdere yerleşkesinde, “İşçilerin İletişim Araçlarıyla İlişkisi” konulu Sempozyum yapıldı. Sempozyum Toplumsal Araştırma Vakfı ve Eğitim Merkezi (tarem) ve Roza Lüksemburg Vakfı tarafından yapılmıştı. Sempozyuma katılım oldukça düşüktü. İşçileri ilgilendiren önemli bir konuda yapılan bu araştırmayı kimler yapıyor oluyorsa olsun aslında ilgi duyup konu hakkında hangi sonuçların ortaya çıktığı öğrenilmeli ve ondan doğru sonuçlar çıkarılmaya çalışılmalıydı. Araştırmanın hangi bilimsel yöntemleri kullandığı tartışılabilir bir durumdur. 10 ilde 1001 sendikalı ve sendikasız işçi ile yüz yüze görüşülerek yapılan bu araştırma bir ilklerden olsa gerek. Bu anlamda da önem taşımaktadır. Fakat bu yine olmadı. Bilimsel veriler temelinde ortaya çıktığı iddia edilen bu gibi araştırmalar üzerine tartışmak ve doğru görüşleri hakim kılmak, işçi sınıfının örgütlenmesini politik çalışmalarının merkezine koyanların önemli görevlerinden birisi olarak görülmelidir. Biz bu amaçla toplantıya katıldık. Toplantıda bazı görüşler çok dikkatimizi çekti. Araştırmanın ortaya çıkardığı sonuçlardan birisi, sendikalı, sendikasız ve sigortasız-yani kayıt dışı çalışan işçilerin ücret durumlarını göstermektedir. Buna göre sendikalı işçi ile sendikasız ya da sigortasız çalışan işçi arasında aylık ortalama gelirde bir fark görülmemektedir. Mesela, 500-999 YTL ücret alan işçiler içerisinde sigortasız çalışanlar daha çoğunlukta görülmektedir. 1000-1500 YTL ücret alanlar arasında sendikasız ve sigortalı çalışan işçiler, sendikalı ve sigortalı çalışan işçilere göre daha fazla görülmektedir. 1500-2000 ve 2000 YTL ve üzeri ücret alanlar içerisinde yine sendikasız sigortalı olanlar ağırlık teşkil etmektedir. Bu veriyi nasıl değerlendirmek gerekir? Sendikalar gereksiz mi denilecek? Yoksa ne denilmeli? Bu konuda sempozyumda fazla bir tartışma yapılmadı. Fakat konu gündeme getirildi. Burada bir kez daha sendikaların değil ama sendikaların yönetimlerinin sorgulanması gerektiği hiç bir kuşkuya yer vermeyecek bir gerçekliktir. Kuşkusuz sendikalı olmak örgütlü olarak toplumsal meselelere müdahale etmek anlamına gelir. Birey olmaktan çıkmak, bir sınıf olarak sermaye sınıfının karşısında durmak! Bu çok önemlidir. Fakat bu gerçeklik yine de örgütlü olarak sermaye sınıfına karşı duran sınıfın bu parçalarının nasıl olur da bu örgütlülüğü

10

daha iyi yaşam koşullarının temeli olan daha fazla, ya da daha iyi bir ücrete dönüştürememesi sorgulanmak zorundadır. İşçi sınıfının örgütlü bu kesimi, sendika ağalarını ve sendika bürokrasisini aşmak için neler yapılmalıdırı tartışmalı ve sonuçlar çıkararak bunun hesabını sormalıdır. Sempozyumda olayın bu yanı, yani sendika bürokrasisinin durumu, sendika ağalarının hainlikleri üzerine tartışıldı. Bir bölüm tartışmacı tüm sorunların kaynağı olarak sendika yöneticilerini görürken, bir bölüm konuşmacı da, işçi sınıfının kendisi için bir sınıf durumuna gelebilmesinin temel koşulunun sendikalar içerisinde öncü kesimin eğitilerek kadro haline getirilmesi ve bu kadroların sınıfla birlikte sermaye sınıfına karşı mücadele etmesi gerektiğini, Tabii ki bunun aynı zamanda da sermaye sınıfının koltuk değneği olan sendika bürokrasisine ve sendika ağalığına karşı mücadele etmek anlamına geldiğini savundular. Sınıfın eğitimli öncülerinin sabırlı ve fakat uzun vadeli inatçı bir çalışmayı yapmasının çok önemli olduğunu, bugün sınıfın içinde böyle bir kadro yapısının pek mevcut olmadığının tespit edilmesi gerektiği savunuldu. Sendikaları bir sınıf örgütü olarak sınıf içinden çıkan ve giderek ona yabancılaşan hain-işbirlikçi sendika yöneticileri ile karıştırmamak gerektiğini, genel olarak tüm sendikaları kötülemenin de doğru olmadığını az sayıda sendikanın yeterli olmasa da sınıfın yanında yer aldıklarını belirttiler. Anketlerde ortaya çıkan bir sonuç da, ankete tabi olan işçilerin yüzde 77’sinin erkek işçi ve yüzde 23’ünün kadın işçilerden oluşmasıydı. Bu tabii ki eleştirilmesi gereken bir durum. Yapılan planlamada kadın işçilerin oranlarının daha fazla olmasına dikkat edilebilirdi. Eleştirilen bir konu da, Kürt medyasının pek fazla dikkate alınmamış olmasaydı. Buna araştırmayı yapan kurum adına söz alanlar içerisinde Gündem gazetesinin sorulan sorular içerisinde olduğunu söylemeleri de bu eleştirinin önemli oranda haklı olduğunu ortadan kaldırmamaktadır. Sendikaların genel olarak, bazı küçük istisnaların dışında, Türkçü, devletçi, şoven oldukları bir durumda Roj TV’nin vb’lerinin anket soruları içerisine alınmamış olması yanlıştır. Araştırma yapanların belli kaygıları olabilir, devletin hedefi haline gelmek vb. gibi. Ama bu yapılanı haklı çıkaramaz. Kürt sorunu ciddi bir sorundur ve işçi sınıfı hareketinin en önemli sorunları arasındadır. Bu sorunda ciddi bir siyasi yaklaşıma sahip olmak gerekir. Ya devletin ırkçı, milliyetçi şoven ve faşist politikalarının yanında olacaksınız, ya da kar-

şısında “Halkların Kardeşliği”nin savunulması ve onun gereklerini yapmanın yanında. İkisinin arasında bir üçüncü yol yoktur. Irkçı, şoven ve faşist bir tutum içinde olan Türk egemen sınıflarının ve devletinin her gün zehir kusan medyası karşısında, ezilen ulusun sözü ve gözü durumunda olan bir medyanın çok önemli bir alanını konu edinmemek yanlıştır. İşçi sınıfının gerçekten enter­ nasyonalizm temelinde eğitilmesinin ve birliğinin şartı, ezilen ulusun ve ezilen halkların yanında yer almaktır. Türk işçi sınıfı ezilen uluslardan sınıf kardeşlerinin yanında yer almadığı, ırkçı, şoven ve faşist politikaları reddederek enternasyonalist temelde yaşamı kendi yaşamının esası yapmadığı sürece, sermaye egemenliğine karşı mücadelesinde başarılı olamayacaktır. Aslında belki de araştırmanın, anketin bir konusu da bu olmalıydı. Yani, Türkiye-K. Kürdistan işçi sınıfının sermaye egemenliğine karşı neden başarılı olamadığı sorusu sorulup görüşler alınarak bir tespit yapılmaya çalışması önemlidir. Tartışmalarda önemli bir nokta da, Türk devletinin ve onun temeli olan sermaye güçlerinin medyadaki örgütlülüğü 1990’lı yılların ortalarında bitirdiğini, Editöryel bağımsızlığın sonlandığını, Hürriyet gazetesinin kötü ünlü genel yayın yönetmeninin TÜSİAD üyesi olduğunun belirtilmesiydi. Tabii ki sermayenin boyalı basınının TÜSİAD üyesi olması o kadar da yadırganacak bir şey değildir. Fakat işçilerin bunların bilincinde olması için çalışmalarımızda daha fazla bilgi ve belgeyle onlara gitmemiz gerektiğini, boyalı basını almamaları, onları reddetmeleri ve işçi sınıfının yanında yer alan medyayı güçlendirmek için bilinçli davranılması gerektiğini anlatmamız lazımdır. Araştırmada en fazla izlenen TVkanallarının Kanal D, ATV, Show TV gibi kanallar olduğu, en fazla okunan ve kendi görüşlerine en yakın gazetelerin Hürriyet, Milliyet, Sabah, Posta gibi sermaye basını olduğu belirtildi. Dünya görüşüne yakın olarak bu gazetelerin tespit edilmiş olması sınıf içerisindeki eğitim faaliyetlerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. İşçilere eğitim verdiklerini iddia eden sendikaların kendi eğitimlerinin içeriğini ve metodolojisini de sorgulamaları gerektiğini görmeleri gerekir. Tabii ki böyle bir derdi olan sendikaları burada kastediyoruz. Yine sınıf örgütü iddiasında olan herkesin, sınıfa dönük eğitimlerinde izlenen yolu bir kez daha sorgulaması gerekir. Burada işletme temelinde örgütlenmenin ve bu temelde işçilerin eğitilmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Genel politik sorunlardan hareketle genel ajitasyon mu

yoksa işyeri temelinde sorunların temel alınarak işçiler bu sorunlarının kaynağını kapitalist sistem olduğu ve çözümünün de bu sistemi çözmekte olduğu, sosyalizm için mücadelenin bu anlamda önemi kavratılmalıdır. Her ne kadar tartışmalar içerisinde “Fanatik” gibi profesyonel futbol kulüplerinin sesi olan ve amaçları sınıfı sorunlarından uzak tutarak sermayenin yanında saf tutturmak isteyen gazetelerin daha fazla okunduğu bazı konuşmacılarca dile getirildiyse de, 1001 kişiyle yapılan anketin sonuçları bunlardır. Burada anketlerde işçilerin ne kadar samimi bir şekilde gerçek bilgileri verdikleri de tartışılabilinir. Ama bunun gereksiz bir tartışma olduğunu düşünüyoruz. Sempozyuma Almanya’dan katılan konuşmacılar da, sermayenin medya organları karşısında bir “sol” medya yaratma görevinin önemli olduğunu, Almanya’da da durumun pek farklı olmadığını BİLD -magazin gazetesinin tek başına günde 3,5 milyon tirajı olduğunu ve fakat “sol”da duran üç yayın organının toplamının 100 bini aşamadığını belirterek, uluslararası alanda da birlikte çalışmanın önemli olduğuna vurgu yaptılar. Almanya’da da sendikaların çalışanların haklarını yeteri düzeyde savunamadıklarını, son yıllarda yapılan sözleşmelerde yeni işe başlayan işçilerin yaklaşık yüzde 33 daha düşük ücretle işe başladıklarını belirttiler. Bir Alman konuşmacı, savaştan yana çıkan, savaşa destek veren bir sendikanın üyeliğinden istifa etmenin tek doğru tavır olduğunu savundu. Bu tavır, özellikle bir DTP yöneticisinin, sendikaların Kürdistan’da yürüyen savaş konusunda sessiz kalmasını, devletin yanında yer almasını eleştirmesi sonucunda takınıldı. Bu anketlerde önemli bir sonuç da, ankete katılan işçilerin yüzde 14’ünün oy kullanmamış olmasıdır. Bu sistemin partilerine güvensizliği ifade eden bir tutum olabilir. Oy kullananların yaklaşık yüzde 75’i açıkça sermaye düzeninden yana olan partilere oy vermiştir. Bu sendikaların nasıl bir taban üzerinden hareket ettiklerini göstermektedir. Yine bu sonuç işçi sınıfının öncüleri açısından da çok önemlidir. Biz zaten genel olarak durumun bu olduğunu tespit edebiliyorduk. Bu anket sonuçları tabii ki somut bir tespitti ve ciddiye alınarak sınıf içindeki çalışma biçimi yeniden değerlendirilmelidir. Bizim bu notlarımız, kuşkusuz bu araştırma sonuçlarının toplam bir değerlendirmesi değildir. Gerektiğinde daha detaylı tavır takınmanın yararı üzerine düşünülmelidir. Ydi ÇAĞRI okurları 10.2.2008 ✓


Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Kapitalizmde insan hayatının değeri yoktur!

G

ün geçmiyor ki Tuzla tersanelerinden ölümlü bir işçi haberi gelmesin. İşçiler ya “yüksekten düşerek”, ya “elektrik çarpması”, ya da “üzerlerine makine parçası düşmesi” sonucu ölüyorlar. Tersane sahibi patronlar ise kılını kıpırdatmıyorlar. Tuzla’da 41 tersane var. 15 yılda 83, son 7 ayda 18 işçi iş cinayetleri sonucu hayatını kaybetti. Kamuoyuna yansımayan iş cinayetleri bu rakamlar içerisinde değil. Tuzla tersanelerinde onbinlerce işçi çalışıyor. 10 bin civarında sigortalı işçi yanında, 30 bin civarında işçi hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan çalıştırılıyor. 500’ü aşkın taşeron tersanelerde var. Sigortasız, sefalet ücreti karşılığında çalıştırılan işçiler taşeron işçileridir. Tersanelerde, tankerler, patronlar için lüks yatlar yapılıyor. İşçilerin emeğiyle yapılan tankerler, lüks yatlar milyonlarca dolara satılırken, işçilere sefalet ücreti ödeniyor. İşçiler sigortasız, sendikasız, kölelik koşullarında çalıştırılıyor.

Tersanelerin yıllık cirosu 3 milyar doları geçmiş durumda. Tersane patronlarının aldıkları siparişler 2012 yılına kadar, yüzde 100 kapasite ile çalıştırmayı gerektiriyor. Patronlar işçilerin sırtından kazandıkları karlardan kısıntı yaparak güvenlik önlemi almıyorlar. Tersane sahibi eski ve yeni ‘milletvekilleri’ var. MHP İstanbul Milletvekili Durmuşali Torlak, Torlak Tersanesi sahibidir. AKP İstanbul Milletvekili Hasan Kemal Yardımcı tersane sahibidir. Bu kişilere göre, iş cinayetleri “mukadderat”tır! Tersanelerde “kazalar kaçınılmaz” dır! “Ağır ve tehlikeli işkolu” olan tersane yapımında kazaların olması kaçınılmazdır! Tersane sahibi patronlar, işçilerin ölmesine aldırmıyorlar. Ne de olsa, karın tokluğu karşılığında çalışmaya hazır dışarıda iş bekleyen milyonlarca işçi var! GİSBİR (Gemi İnşa Sanayicileri Birliği) Başkanı Murat Bayrak, “Ağır riskli işyerlerinde senede 5–6 ölümlü kaza oluyor, kazalar işin doğası gereğidir. Kimi suçlayacağız ki? Her ne

sebeple olursa olsun, iş kazasını önlemek mümkün değil.“ diyor. Tersane sahipleri, GİSBİR Başkanı, tersanelerde iş cinayetlerini normal görüyorlar. Patronlar işçilerin sırtından kazandıkları karlardan kısıntı yaparak, güvenlik önlemi almaya gerek duymuyorlar. Tuzla cehenneminde iş cinayetlerinin önemli nedenlerinden biri de taşeron sistemidir. Gemi yapım sürecinin asıl iş alanı olan çelik profil ve saç işleme işinin çeşitli tanımlar altında taşerona verilmesi kayıt dışılığa neden olmaktadır. İşçilerin örgütlenmelerini zorlaştırmak, için getirilen taşeronluk sistemi Tuzla’da işçilerin katline sebep olmaktadır. Taşeron sisteminin ortadan kaldırılması, sigortanın ana işveren tarafından ve alınan ücret üzerinden ödenmesi talepleri doğru taleplerdir. Tuzla’da iş cinayetlerinin giderek arttığı bir durumda devlet ne yapıyor? Örneğ i n; Ça l ışma ve Sosya l Güvenlik Bakanlığı’nın Eylül 2007

yılında hazırladığı rapora göre, 41 tersanede 590 kusur saptandı. 10 ayda 386 iş cinayeti oldu. 8 işçi öldü. Tersane sahiplerine, 190 bin YTL ceza kesildi. Bu örnekten de görüleceği üzere, devletin, hükümetin yaptığı sadece para cezası kesmek oluyor. Zorlayıcı ve önleyici tedbirlere başvurmak akıllarına gelmiyor. Örneğin; tersanenin kapatılması, hapis cezası vb. zorlayıcı cezalardır. Devletin asli işinin sermayenin çıkarlarına hizmet olduğu bilindiğinde, tersane patronlarına karşı esas olarak bir şey yapılmamasının nedeni de anlaşılır olmaktadır. Çalışma Bakanı Faruk Çelik; “Sorun işverendeyse acıyan namerttir, sorun hükümetteyse bu konuda eleştiriyi almayan da namerttir. Böyle şey olur mu? Kimdeyse suç çıksın ortaya. Ama bizim gecemizin de gündüzümüzün de Tuzla’da olduğunu bilin, aklımız fikrimiz orada. Çünkü tabloyu ben gittim gördüm, görmeyenlerin görmesini tavsiye ediyorum”. diyor. Ancak bunun gerekliliklerini yerine

EK:1


getirmiyor. Ücretli emek sömürüsüne dayanan kapitalist üretimin temel amacı hep daha fazla kardır. Daha fazla kar kapitalizmin temel dürtüsüdür. Daha fazla kar hedefi insan sağlığını, çevreyi düşünmemeyi de beraberinde getiriyor. İşçinin sırtından daha fazla kar elde etmek için patronlar işçileri, uzun çalıştırıp, düşük ücret ödeyerek, sigortasız çalıştırarak, gerekli güvenlik – çünkü para gerektiriyor- önlemi almayarak, iş cinayetlerine sebep olarak işçilerin ölmelerine ve sakat kalmalarına neden oluyorlar. Sendikasız, sigortasız, karın tokluğuna çalışırken yanan, patlamada ölen, iş çinayetleri sonucu hayatını kaybedenlerin sorumlusu kapitalist sistemdir. İş cinayetleri kader değil! Sorumlu ve suçlu bellidir: Kapitalizm öldürür! Kapitalizmi yok edelim! 24 Şubat 2008 ✓

! yorrüyor! ü r düöldü özlm r! m i l z rüyüorüyor! alpi ita ü t d i l a ö öld KapK lizitm alizm taap i p K a K G ı,

as . .. or.. ırılm an ası, iyor. miy kald e alın ele ldırılm an itm d ka i bit etleri b lın dan n v rta fında müacadan n ve a dele tler y o a e a rt y in inin tara i içininin o rafındı bir müca ina ’da iş c m c n ığ e s in m ta e n artsti iç a iş Tuzla sist işvere nnsm bir iste e vere ekm e on .. k tığı la’d şer ana. Tanşeörod ana işgidöedren miyovr.enlik aı rt Tuz ın ırde anın inen ri bit Güideredığ iyor...lik . Ta sı, dır rteann edrin ndyetloer? al in g zırla rt - ven ririn ri bitm ılma n ye en aadpirıy. oseyrina ignod z sigoir. yüeztcelein r? r salp Gi ü ladığı n kaldır lınan hıyatle o li tl ind erneles ri creçtileür lmelidcreataiş S ci y a a ç r u e e iş ır dap s sy iş haz rtaadpa- n ve a ay il a ü ’d nezla’ ü. İş tü- zla cin tütlm ele ırılması, nele İşçrs cvindea tynıleıny 90ekuSou. 8da in a o s da rsa inla. te rp-esin üçraürpTua iş yürüvle Tu 7 ücadn kald v mez insur fınçi a aiş le

ıneL c ku tara iş in m tada te i Teusz gçealm sı triky zlaa’dsı a de zlalı’dşm d2e0v0 dea5 i o7ldysiılst alınan in rriik çalek pTuarç mid TuÇa mydlüal aanlıeşm ay2şe zla r eklm a in or fındanir ve et 0 n Y T 90 ereldnu, .m8te e esimziç abket ypaar“e l 00ronbeindane a5işvti ro o in s dcyırinlü tara tığı b mücadel nnsis ce i Tu eiyroi g çi“ehle . Ta rÇ ibini e urhuib in; uru E in;ten 9ana ın dır.aTa r k eçm ledtine Ys-TaL işveren k art b iş yenşe k”,e m 1rs i için vö saahk ane dsa rneğ ğdı’nın ,de rt eğ4n1deı’8n6ıniş E 1gin n criin kin b nean iyoün gi ha bir”, ya şeare nd, ed9eta ere , mes ee si eote ğ3ler el, er rele, rianalıçi gleidöd 1.z0anı tinen nöern sı k inrnede anulırsagÖ rlieed ,or eçm bir öişlüç mşelürek n edüm rleerrisann ar.r. Tersbrluar. Ö akb lik arttığı bir inen ler4incr3e8ile an t6ürişzezen sig ir re n rs g İş k v e d ri ö te ip te le . er v e te a T e e ülmrie a cret yüz rl anıyo - daBzlna or-a Tu zr. h es B anya rasagrp d ;ıyor?kes l Güderekığı - ayindü.aİşç ğtü i -le ,id ün mlü n dük sekrlerin “ü yoorla aedezbtleirre ip eekilm1e0sizl Tu riy ir. p r in la ı o üc gi p d ın n lü lm a d tm ça a le e r a i s e h tl ü ıy rü a or ıl e p a ğ a in rp ci y a t ö k ge el c a e a e sy d g ü t o 0 ın y rl z n y sça e’dpa iş icrü o rin y dı.- ha ra ütlm 1 asıktnrik re hazır? i tü nrnee cezeb. yeSirtle ölü sekyta “y “ü yaölüy udcuatm kıpyırıld 0aiy0yün 0oer ge- çm krstrariikdı. rç in naini“eTleebe rüele drç abaeri lers y ğvile ac leyü Ö a ı”, civnadb ılleınya da;pıyosur sap Güvenlik k onır tabişç pa “e 00 aişer.çm c2in nçişbiçiişinchlü göai e spa tae,nya Tuzle asöırü lecdeeozl pazra r. şm yne ür,.are k” aaişsicı i te r, bio”,rnyld .dTak eheib “yü a mdas ucusi” skıp ılın2ı0ünçvg syal çi i lüd3b6eiroişöl eğin0. kuSo mnda Tu kin üm in ı a uvru üsa dığı 07etrn le iyecaea’lıda egöbi e da rleşe y 20vl ndreeken ödü ya sı”, y soünşmeılını r isevkar.rsan6eişlü eürirşe di. rin öldeem b ldu. 8daişhazırla pdıe hi e lm ameaı 5v9ve i.aptığ sa; dpÇisruöcm nle lül de kterinnkee emsriilnrle 3 ö lemdrin nekdle r.arnÖ rsaenketesildyTe anteyeıcdsa za r sa gğeıin lışezd ükilse eer,rlinta kilaze a-say20 ti o yılın atan“y kya aıdu veın Eylm ma mesi” dr isaetrkonrla iy ane1 tede yılaniçeüin la cın L ce r. Teö-rn or ,te aptıeğ ylığ k tr.inr. rnZrseokrula ; aors rÇa Öarn eci -yo te Y T59 İşçrl“ü 0 kusu 8 işçi ilda ş te n l e 07 atlü r.ryın İş“üçrdze çras “yzlak se e41in eğ ders e ’ds a ıl4için b la uölilıy le öar.nıyor ı,an hıcı’n üyomrleala ya in r. ık r a n ü rn p g e Ey s a m is b B e r. , m d Ö ç o la lü ti rl u ı”, k e dü ronla p41 ztla iş n n a le . ın p a 0 ö ed r a r t bu y e cu re o ıl o as o Bınat a utcu a3ı’n BZn n ttl m ılıy ydmkümatlkelın 19 naö nka 8a6ne m innl - oda u ç y so ü.saTunsıe”, Typeaılrsıy hığ rs , rl ıllu so rıg le ülekkı0ütpıyord eate tileoltidu arıan ıradatm anu n, L ceza i”efa tr.ılm ra aapla a n n s ı, la y ye h ıp y e e yı 41 es o ıl d a ri a r pat la’da Tsonnüa 51. ,Tuzla s y y ü Ba ld ıl fa k ı y a k , r so na y s 0 a y p r r. a ta le k e şm m p e h ö 00 p ci re a - lın 0 eok- r.cim a0 , ra na k oklu t hip YT or y esia”tldü ra a çık386 iş a ci ns ıkr ise a ye kas krr,eılılü - ana . a tle aı.rm lm pa re, de0v binescuor. Taelıştıyla kvokı işur20 ar.s 2an ene saegö eoinnibişin y y indda Tuz a 51, y ösldoünuıy etr de tı1 inradapo - 19 k kmekişçiva rdkır takbi ır.rsanheai üerze eeonla isrl np liçkileere e, m dülüşm ks r,y lürkpa rm şvde yentay an le teörs 36 iş a te çikçs yain aelar, in on asnğpl ılmina zası re etin, eenişç irı.şa10 ele3li6 iç veuzrlin ır. rstand nişçeil ete öda Te 41 bale erleontala şcke risannd dahi yan nucuri çalıeş işlü brm ce dr,. iğ nk,rs , kd , eeplesa adkeöan nişininöerailldla er liede banel yap .ara ce dbirle ızin rıyıalnein in leürd i rc o r iç npkaıltr ılsiç rk de; vl aknean’d, atıtlı41 ta sızzl, a’ Tu lmin rakse oiğ rıers, yan la ıcı rsaalen g rü nıküç teüzere, in telarte şedy ecedp s ri ır iciği ri s e işç ler içtrinonlaan tyaaptTu lai.in üoçrtya, sozl ears tersTu cebz essiişold in , ntank soar , asosnna ılırzl cı hir sa d .dTe ölılırdü teİşerçide sı kesrla ekledyce tamörü ıl .aani ndezlıkleazrd ian aha Örnraeğceza yuıcilğı.-uİşçaksile lia rin rn om r ig ü51 andölandü aldm avkeegö m .zTu .pktıbğı lm 5ç1ileya oler.eltin sig labeşilkintelsilaladi le zm t enple lerc ronlapa yaepğiyrlea sdaolaeara ra rlorlıy b. a rs rs ıy r. a e a r le n a o ıl n k ö cu or ld pa Te o k y u n k v Te ı ı n z a p . ö o ö ke a de İş o iy ü nu ce zası vtedbirlere ıcecı hüeşlm e r yya tlpı vleati rşttlald r. nucu uueğil- emsmaesetin ne r.nso lışdıyliakonir. çalışlitlıykaor rö-ya Dtla riBdm ld pat eğiyleemdolalarcar. İşçnilyiyooso ori rlraeeym şoılırkt ci ce s maetD g ı saede k le a a d y r. e yi ığ k ör e o n fa la ü n t ya a Z lı k le , n d ya n pt k ı a is a y lü işç e n e ça n e eğin; r. Bu t rı se ks İs e tı ön n rilıştı tınişçilesırürcve lügküsv inPlürlkser, hİsiz- lere a ya al in a keet rş rn let dlueyo ın mko aüin de- aseim , hgcıaepve tm em larcayo eniytioödtırılıy . rıÖ khfa eere ıllılaşrıtırıp arrla a ıre nk g içink lar iç Hnke r-Hnk k, yı lenlar,rlü er or o a k . la iz n s i P rsı m n çi a iy a k ç k kü t e k z rc h ş n iş n li n o re a ü e ile lm ta ri d te M e leçilearanlapa e- ahü a or ş karl cezası vb r atrraon r.n ta pı, la ın nlarıür likemko işç TonMn,- Troor-z,enkö iy a, düpge ıraar eld , le yo eti öüc a çaarılındaeriniş infaakunolkçuy alıtış.lm tZo tirrıın ya le n d şvti kvalır.rke sa ptro yap yaipvıliyaale sıma- sınro , aırk il tıl p e ı,,ingha ıllkar eçı- pis patauhmrmuek ın latı z açpazak lis,tskö laırgk. ak r ra il orpta ücr arındşullr işoçnillartı ykpaısaınetığiyle rlgaokrt earelıştı orrisa ırrı. stabünared anri,m k r. tersr-ane masaemybraeasn lra em itasız la leeğ eninşvsur m aaıkrdın osiM rd Tle Msig fa il ız la e la u il T do r tıl la rm k r l m o ll a ç e ın e n k li a tr la b le d m pa li e o a d a ca d ıl se za rs ile u ra li , h azruinninkarin ştı yodr e riy yap karlarına atıni ıkte n e il ba e ayo şu ronla tvşaar or.utİş Pa kıs it aşnaçiiytor r.sİşç nab rirsanKkeaza ırla rc leunl iş. çrı aaig in kti şeeyp in çı inetleçalırd rda r. ilolentlavm pien ıcodırtace lankKanple m e ır il u ta n y nd iş a n rd iğ z İs t r. r ır. lu s en iy an , r. za a m İs d rl o a rm le a n rl rs en s ü re . n o ri r öd t yo te irseay öinka oknla lezo in b tadır ane patP tıKrıcPlıı y lıştır P lardka r. orlai my ibiDtiu öüc ız ilela kasl aayce deD da r etlefanrida n gera reuti kn,di leçişte k ebrm ın ceıılı üçnilerlacyıoin A çainım cı k r. tersdaha ayrt lış rt us ebza e İşlik çnin faazla sırretım trik inön i e ekiril.i AaKçarın y vtın . ım ib sahilcr anienrinse v ti alasır ola lmıy kar ıyoarla rla ae, pdliasraişi c sıilekrin lduğe ünas olm diblla sig idairrdçida rianrd e-ye lioDknela–r ekzo ep yapılm k aglaür,ara czin yond alargüvepİşnlçPin lırdi sahne ekü tv t, , işo “ ara luği l leişY işç yaentlla nrşkı e!sa llaidrısanhşu l Y on bişınlin mre acıbihr şey dır. rüin n“k a kD H ödİspvaetr paz, klaiçr,inM hib n iz atin alm sanTeersailleltvMsilale evle şu ye,apişatıteroya mak indaeğu i malaKretrömiş ilncidu rea,larötırre e eololaar dkı aonvar.ücretiçin r-HöPdhaeİsyyaer laklm n–ealeçk eteişğeol dm ta k sın ü rı a e ls To gn kıseın g rd M as nbnuesrsi anePsaKtreaonnePa g l M le p n , tr : , o Ter buta ri li n de, d irka es an nei le ep olmeaketmep daha kli r. reta-lm roer-nö hizm a rl rşı te ailrla nein rieakva e n silearrdiş esre di ekilarle cMi ilk,güTo laşılırr eldac vrin sıaanydaınerarnkar anrd rshaib rim okilslle k id he a To ü ı an ti ! ın le e r tv e ! r ll ib şü rl k Tka li e r. tan Telarska THailsia Hkaiş ve l rla e re m de a a ü d le a a am erlar.ıyTor e la mr.sailNh m nllmeü uTo kliişeçil m d uşa villaeet lm amkel inr!İsuş deilni: fazl i ek Bu . Buış!ıyoal ri k riitro !ne hsibniersa rm 00tı8rıp, , geneeğ tanalöbinlere aluliöstb la hibi ak nulmitMleailışam riinur lak ekleiltv vPam açr.ui N D irim t 2lış . r d ! iddet ek in teta - ncı hain tebnaça alm asaüın leçD saan rrsanb euçnm drır!eın . idir m Kçeailsp oarliş t ”m rsıyaeotveıy v krcili yriersan ntlle erns!e Trs rars rarraelkdeyet vearcykiiraeli.tişAKnetlsr.iseri n a , uŞzu r-m k etallür aete kiüakrrd u AKPis-oİslaayöcıein lidm let ibsidairhiberadtd” eTe etib lis laill ım b ıremilld k işvefatzllealdrKa leoırnm ta lıştıka ! TaışaTe laid ri 7 şü rarlu in tiri ,odü deın ld lu s rd aoyYdiard nYa hi lam y Milsa l eM eri ö skupi elrbi sıeçrt cinım dudkaz”maışz”m nbailul sızfaçazla ge0re İş c oza la yohcni esa işçile! 1oda sah k“m 0k8tırıpb ebuta ep rr! ır. yeatle acşain ro rtaha ülard tm ofazlaoüka zymİşçiivnyein , çişe- iş“koaci eal runa 2 lış m nnesi a m ta u a ın şre sinn eseinnrsm rsişannes clain işKe an ara Ke sign ü puz da öm etırsearaka,r. geat ça un ta lik,m aaz r,lim ar tr nr sır , -S oİşn“k lu d g n e kyadeTe tın ld b al “m ınkılam a e e ç öıllmneölmle Te re y ri n it la m e sa p i ö u rd ri, e e d as re k a r gö le k re z d Ş p la le la çepade Hinilidbir Hkişirilie şilıer orl iriyorin inodin la k in etl çalış raua, li laiç işçnile17 nta keyee onla–r çü i mek aysız luyre iltv Ka Soolsit nel er rtr lir,zmeİşç bBu kiTenrsoaenenoımla kaç eişrin o ö kt ileriiş baeişk bntveeemkle i n y a ci ç e n t on or u i tr e ib n an e p it tr lik B ge n rsh ne laebidK er. ış! ala tnTe epa il d ra aısa dir.bi n erek a ap üli,cr m üpa n henrin k, , işsig ne ünepa sebep işç rıdışaarıdehecle idhi m işt”mrsşış! Nhii e- aK aenar.ım sa z için rinddi g veödaey e nhleibsa aitanlilae ılan yara –eleçü ri nk ad c rat” sılra rllesa tlerine orlar. v er!deapolita rekliücretalm sa rainnla ade dein ılçeiş Teedm e edeknaleduk rs liığota dış lauzla r. N iklm inr! ainsTe ğilci! naye ışin!”m uy ığ ateişri-çi eılıy or ış!yldıtçır şışitıym mi gü ve u “mcinaad min rcis T ni eriKi nva nelidn“m rinnlö dareak z” r d, eiş ir:e neden ol - kli çi nışla önönleere nodrm Tuz mnliem clm in y-aetl-işç al s ci nsişiees kaain nı iş le alrimkay rılesm a ele einişeazsi ilıtydı narc la sis-rinin inkeüm ünka erin e ir. ir. kaçı üçıre 2) k mi e atyle llid ; Y la eem mlm on n tle nkm te 21ra m roye eişily ö isaci mir -o mlu ön ö idm id pımpsım ri : le tl ntl yeöesringey akstta uölbmeel le möl l! şena işnle rin en le s E sis rin o l.: (0 iyön çl ü atıne-aye çile ği il iş k ile k a r e r ç le a lm e de y kl Te ç lm su te iş işç d rg m e e n lu a F a r e İl iş l; cin ar ; ; Yö ş inpde r! s saa av iş vbaeeriişrinbe y i y işçi ak te aöem rü:ro bu- 008İş aktataşe rüde roironi d lmde ntin ir ol lu ve tlöer ! dir: eb a çhilenilneeerinm 212) mei m ve ve rınd m ldiüka nrıd o ri ri Müdoülula- İsntançe limlli atas2 Em l.:o(0ru nn eebnş deenpbi ebe 2008 tı: zye Ge G ropfilrofildşeışraşoedıroşa . aİş riendsta Şu:bİly r9)ul; Te li m ve tçireilhe ile nıoğ 1ü· rü lele k eçldu -S ; Fiİşyaciana in b a ta zlaTu pk ubat la ır. İşce adırzldce osu 1 n0bçe 8ta YazıalaBey I:M1ü6dnol trilinnlere se 2008 apit mzlu 17 Ş entide lik li dına dt a Tu ta liin ngeliedgne r; iş 0-1İsan mi y öldürür! ta2ğı-5luım /5 ile b-at )r K Soru aktaekm tlAriYian inin ka katlin ninzizaÖsızelNo: 2ıl9çe iç em Şue la apitalita L Sal alt olm ·n m lm Ezışi m a1 nı ey2o1 ğ elim! altın Ziş B(0 r;ÖYa kçiç . as önakön 81 09 aid ze /5 rin süreci i: Acini n oırm ile.çidrilir. i - K Kapi liz mi yok ed ılıkdSA ışYılıliI: 16ta okn Öoin ir e n e şit cıt m; o:a29 Siş ib 501rinne zin t 2008 rm a e çe d h re zi iş 2m e lo t n tı a ba .c d larlşaş tem süle. Bmiba i: Aagrie k.işiaNktb 21şıl niay ZEL lıkn(0dı ımpım ele ığa taliz a Siş m 17 Şu ’da’dtea iişyaipya h h le M om; Ö tl moğSo aSa eursi dınç M iş.yed.riBicallm ste ini Kapi aa zozro TuTzulazla ücıyıet k siel ri.ces aına çwah i bka Gem l .vŞtieAsa Gem agm öatrg ı:dUicril iAAğdsa M lunm ker - fiLtdofdil.yŞtinve i i waawMvBawsk.y tate ve rontle mm payro romAn;ğro le: Uriğnurrintaör ınpr se şeyi );na şegü üta nHLt likn Ylik ne .conşem ;w yı: a uka sis askı ile HİL onllm . w);İşBçi n ügserita Yasi ır A od ir; Yö 2) p ro le H a d İşç sı da .c D e : ın ri Em şe a re İL ri ic r. ta ın b 21 si V ta ta ta ltdAdtın reyd ic(Kag I B Bas Dk AHdı eti am mak ürü: İlyas l; Tel.: (0 yatı: ileense e A al ĞRĞRriI va V D için g getir il@l@ Lol(K Dak oYyd an Tlm üd bep ol ÇAÇA YeYe atlin ri 7ve anbu 2008; FiYöne ai0n TL akak için d; m;emde rin k katline se r; Yazıileri Myoğlu- İst· Şu 0,1 ) tim 67675 57 tim batas Emir; ırm işçileile ştY ırştm arla 00 rin 1 rü: İly09) Tel.: (0212 rl0,10 Öze /5 Be YIMü 16dü a 6262 zozo eri : 50-1İst81anbul; 08; Fiyatı: : Aziz k. No: 29YaEL zıilSA zlazl’da’da işç hibi ğlu t 20 So Özer; 212yo ; ÖZ kBe i Tu i Tu ına Sa . Balo mm 1 · Şuba ılı (0 i: Azizcom : 29/5

G

G G

i Ad Mah hibicagri. k. Nobaac YI: 16 09) aına Sa .ydBa d. Şt Ağ lo So Mat ; ÖZEL SA 12-501 81 w n Ad w w urri.c .yiŞti yın Lt Ltd om Uğag ; a Mah.skı:dic ılık (02 yınHüse co Ağ m sın YaYasi: tbaac I Ba ; Baw.y sey ri. in HİL)ww re i: icHü I Basın ur Ma ĞRĞR resyd ag gri.co ÇA ÇA ve Ad l@ DAm; skı: Uğ Yeri ri ve Ad ai il@ydL ica (KDV DAHİL); Ba tim tim Ye57; m V YT 67 57; ma 0,100 YTL (KD 62 6200 67 0,1

Tuzla’da ‘artık yeter’ grevi

T

uzla tersanelerinde arka arkaya yaşanan ölümlerin ardından DİSK ve Limter-İş 27-28 Şubat’ta 24 saatlik grev ve oturma eylemi ilan ettiler. Grevin başlayacağı gün (27 Şubat) sabah saat 7.00’de Limter-İş’li yöneticiler ve işçiler işçileri greve katılmaya çağırmak için yolu trafiğe kapattılar. Bu eyleme vahşice saldıran polis, aralarında Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç, Genel Sekreter Kamber Saygılı gibi sendika yöneticileri ve diğer sendikalara bağlı üye işçilerin de olduğu yaklaşık 100 kişiyi gözaltına alındılar. Uygulanan şiddet sonucu yaklaşık 20 kişi yaralandı. Gözaltına alınanların bir bölümü akşam saatlerine doğru serbest bırakıldılar. Grevin ve oturma eyleminin başlayacağı saat 11.00’e doğru sendikacılar ve politikacılar eylem alanına gelmeye başladılar. Yürüyüş kor-

İÇİNDEKİLER Kapitalizmde insan hayatının değeri yoktur! . . . . . . . . . . . . . . EK:1

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Tuzla’da ‘artık yeter’ grevi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:2

DİSK 13. Genel Kurulundan izlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Kocaeli Üniversitesi işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor! . . . . . . EK:4 DİSK’ten uluslararası sempozyum . . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:5

Direniş kazandırıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Tega: Sincan Organize Sanayi’de grev var. . . . . . . . . . . . . . . EK:6 İstanbul’da SSGSS protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SSGSS Bursa’da protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SSGSS Adana’da protesto edildi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Sermayeye karşı mücadele edenlere bedel ödettiriliyor! . . . . . . .

EK:7

SCT grevi 696. gününde…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Adana TEKEL işçilerinin yürüyüşü… . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:8

BES İstanbul 3 Nolu Şubenin 4. Olağan Genel Kurulu yapıldı . . . . . . EK:8 EK:2

teji halinde gelenler arasında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, Almanya Sendikalar Konfederasyonu temsilcisi Dirk Höhner, TMMOB ve TTB yöneticileri ile grevdeki Oleyis, Nakliyat-İş işçileri, Emekli-Sen, Hava İş, Deri-İş, çeşitli sendikalar ve üniversite öğrencileri vardı. Alandaki kitle binin üzerindeydi. Alanın etrafı yoğun bir polis ablukası altına alınmıştı. Polisler önlerinden geçen işçilere laf atıyor, onlara sataşarak provoke etmeye çalışıyorlardı. Pankartlarda yazan ve atılan sloganlar şöyleydi: “Ya birer birer öleceğiz, ya hep beraber kurtulacağız”, “Ya cennet, ya cehennem, ya sendika, ya ölüm”, “Yaşasın işçilerin birliği”, “Ailemize miras olarak ölüm değil yaşanacak bir dünya bırakmak istiyoruz”, “Köle değil işçiyiz, Limter-İş’le güçlüyüz”. Yürüyüş kortejinin alana girmesiyle yaşanan coşkunun ardından konuşmalar yapıldı. Süleyman Çelebi, İsmail Hakkı Tombul, Hava-İş başkanı Atilla Ayçin, Deriİş başkanı Musa Servi, Nakliyat-İş başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Zeki Sezer, Ufuk Uras, Hüseyin Demir, Dirk Höhner, Limter-İş adına Levent Akaya, Dearsen Tersanesinde iş kazası sonucu hayatını kaybeden İbrahim Levent’in eşi Ruhiye Levent birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmalarda sabah yaşanan saldırı ve gözaltılar

kınandı, tersanelerde azami kar uğruna iş güvenliğinin sağlanmaması, kayıt dışı çalıştırma ve taşeronluk sistemi, çalışma koşulları eleştirildi, buna karşı tek çarenin sendikalaşmak olduğu, hedefin TİS olduğu dile getirildi. Konuşmalardan sonra gün boyu halaylar çekildi, konserler verildi, tiyatro oyunları sergilendi. Canlı yayın araçlarıyla gelen bazı televizyon kanalları işçilerle ve sendika yöneticileriyle söyleşiler yaptılar. Akşam saatlerinde hem gözaltına alınanların serbest bırakılarark alana gelmeleri hem de grevdeki işçilere destek için grev alanına gelen Türkiye Yazarlar Sendikası, Deri-İş Tuzla Şubesi, Şekerpınar’da kurulu Oschatz’da çalışan Çelik-İş üyesi işçiler, Birleşik Metal-İş üyesi Kurtköy Alkom işçileri, Harb-İş İstanbul şube yöneticileri ve Anadolu şubesi üyeleri, Kocaeli KESK, TMMOB ve Halkevleri, EMEP, Yurtsever Cephe İşçi Birliği, DİK, Mücadele Birliği ve tekel işçileri alandaki coşkuyu ikiye katladılar. Polisin grev çadırına el koyması nedeniyle gece yakılan meydan ateşinin etrafında geçirildi. Sabah saat 9.00’da alandaki kitleye yeni işçilerin de katılmasıyla katılım 1000 kişiyi buldu. Limter-İş Genel Sekreteri Kamber Saygılı, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ve Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç birer konuşma yaptılar. Konuşma la r ı n a rd ı nda n Limter-İş sendikasıyla görüş-


1 Mart 2008 ✓

DİSK 13. Genel Kurulundan izlenimler

15

-17 Şu b a t 2 0 0 8 ’ d e İsta nbu l Cadde­b os­ tan’da gerçek leştirilen DİSK’in 13. Genel Kurulu Süleyman Çelebi’nin tekrar Genel Başkan seçilmesiyle sonuçlandı. Önceki dönemde Genel Sekreter olan Musa Çam sağlık sorunlarını gerekçe göstererek aday olmadığını açıklaması nedeniyle yeni yönetimde yer almadı. 3 gün süren DİSK Kongresi her ne kadar tumturaklı sözlerle DİSK’in andaki durumu ve önümüzdeki dönemdeki beklentileri abartıldıysa da coşkudan yoksun geçti. Kongreye biraz heyecan ve coşku katan grevde olan Oleyis işçileri ile direnişte olan Nakliyat-İş işçileri oldu. Bu işçiler adına yapılan konuşmalar salondakileri coşturdu. 3 günlük DİSK Kongresinde yapılan konuşmalarda en çok ifade edilen konu yeni bir DİSK yaratmak oldu. Süleyman Çelebi bunu konuşmasının sonunda “Yeniden Devrim! Yeniden DİSK!” sözleriyle dile getirdi. Aynı kongrede kendisinin bir sosyaldemokrat olduğunu da açıklayan Çelebi’nin “devrim”den ne anladığı tabi ki ayrı bir tartışma konusu. Güzel ve umut veren sözler. Ancak sözlerin güzel olması yeterli değildir çünkü belirleyici olan pratiktir. İşçiler bu sözlere ne kadar uygun bir pratik sergilendiğini mutlaka yakından takip etmelidirler. Çelebi açılış konuşmasında, ağırlıklı olarak küresel neoliberal politikaları ve onun Türkiye’deki uygulayıcısı konumunda olan AKP’yi eleştirdi, Kürt sorununun çözülmesini, kimsenin dilinin yasaklanamayacağını ifade etti ve konuşmasını emperyalizme ve kapitalizme karşı özgürlük ve bağımsızlık için yeniden devrim mücadelesine çağrı yaparak bitirdi. Kongrenin en ünlü misafiri Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik idi. Kongrenin açılışında konuşan Çelik, kendi ifa-

desiyle “resmi” konuşma metnini bitirdikten sonra kişi olarak da konuşma ihtiyaç duyduğunu belirterek yaptığı konuşmada, Sosyal Güvenlik Reformu, iş cinayetleri, sendikal örgütlenmenin önündeki engeller vb. konularda Bakanlığına gelen eleştirileri yanıtlamaya çalıştı. AK Parti hükümetinin politikalarının propagandasına dönüşen konuşma sık sık salondaki dinleyiciler tarafından protesto edildi. Bakanın özellikle “siz farklı düşünebilirsiniz, buna saygım var ama siz de benim düşünceme saygı gösterin, ben özelleştirmeyi savunuyorum” demesi, “ülkeyi sattınız, mezarda emekli olmayacağız” gibi seslerin yükselmesine neden oldu. Daha sonra söz alanlar arasında İTUC Başkanı, CHP Genel Başkan yardımcısı, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, TMMOB Gen. Bşk., TTB Gn. Bşk vb. vardı. Orada olmalarına rağmen DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, Birleşik Metal İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu vb.’nin konuşmamaları dikkat çekti. Türk-İş ve Hak-İş adına kongreye katılan olmadı. Konuşmacıların çoğu dünyada ve Türkiye’deki durumu özetledikten sonra, DİSK’i neoliberal saldırılara karşı ayakta kalabilen tek konfederasyon olarak övdüler. Almanya’dan katılan İG Metal temsilcisinin “120.000 Türkiyeli üye ile en büyük Türk sendikasıyız” demesi gülüşmelere neden oldu. Avrupa, Asya, Latin Amerika, Afrika’dan katılan çok sayıda konuk kongreye değişik bir renk kattı. Söz alanların çoğu zor koşullara, sermayenin her türlü saldırılarına rağmen ayakta kalabilen –kimisine göre tek- işçi sendikası olarak tanımladılar DİSK’i. İkinci gün Nakliyat-İş’te örgütlü olan ve şu anda direnişte bulunan Arçelik işçileri “Direne, direne kazanacağız!”, “İşçilerin birliği ser-

mayeyi yenecek!”, “İnadına sendika, inadına DİSK!”, “Yaşasın Arçelik Direnişimiz!” vb. sloganlarıyla salona girdiklerinde salonda bulunanlar tarafından ayakta alkışlandılar. Konuşmalarda DİSK’e getirilen eleştirilerin başında 12 Eylül’ü protesto eylemine katılmama kararı, 10 Aralık Girişimi olarak adlandırılan ve başarısızlıkla sonuçlanan parti kurma girişimi ve AB karşısındaki tutumu oldu. Bazı konuşmacılar –ve bunların sayısı hiç de az değildi- sadece yeniden devrim, yeniden DİSK demenin yeterli olmadığını, bu sloganı yeniden sosyalizm ile de genişletmek gerektiğini savundular. Batman’dan gelen delege Kürt sorununa vurgu yaparak, demokratik çözüm yürüyüşünün emekçilere yaygınlaştırılması çağrısında bulundu. En çok alkış alan konuşmalar, direnişteki ve grevdeki işçileri temsilen yapılan konuşmalardı. Grevdeki Oleyis işçileri adına yapılan konuşmada, toplusözleşmede çıkan anlaşmazlık nedeniyle Aralık 2007’de greve çıktıklarını, zor koşullara rağmen 48 gündür direndiklerini söyleyerek tüm DİSK’i grevi desteklemeye çağırdı. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!” sloganları atıldı. Direnişte bulunan Arçelik işçileri adına bir işçinin türbanlı eşi bir konuşma yaptı. İçten ve samimi yapılan konuşmada sarf ettiği “Nakliyat İş gözümüz oldu, sözümüz oldu, DİSK Nakliyat İş varsa biz de varız, yoksa biz de yokuz” sözleri salondakileri duygulandırdı ve yoğun alkış topladı. “Sağır sendika istemiyoruz!”, “Yaşasın onurlu mücadelemiz!” sloganları atıldı. Birleşik Metal İş adına yapılan konuşmada üç yerde grevde oldukları hatırlatıldı, Tarsus SCT, Gebze Acerer ve Ankara Sincan Tega’da. Konuşmacı 700 gününü dolduran SCT grevi için şu olayı anlattı: Bir işçi grev sırasında askere gitmiş, görevini tamamlayıp döndüğünde “nerede kalmıştık” diyerek greve katılmaya devam etmiş. Konuşmalar arasında Tek Gıda İş’e bağlı işçilerin TEKEL’in özelleştirilmesine karşı Cevizli’deki fabrikayı işgal ettikleri anonsu salondakileri heyecanlandırdı. Rıdvan Budak yaptığı uzun konuşmada, sendikaların 2000 yılından beri üç alanda, örgütlülük alanında, grevli toplusözleşmeli sendika hakları alanında ve sendikaların toplumsal ağırlık ve siyasal etkinlikleri alanında fire verdiklerine dikkat çekti ve buna karşı yeniden derlenmek, toparlanmak ve yeniden bir program yapmak

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

meyi kabul eden GİSPİR yöneticileriyle görüşme yapıldı. Heyette DİSK Başkanlar Kurulu üyeleri ve Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Cem Dinç yer aldılar. GİSBİR temsilcilerinin talepleri değerlendireceklerini belirtmeleri üzerine DİSK ve Limter-İş Sendikası GİSBİR’e bir hafta süre verdi. Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç, bir hafta sonra talepleri karşılanmadığı takdirde, eylemlerine devam edeceklerini belirtti. GİSBİR’e sunulan talepler şöyle: *Tersanelerde, Ağır ve Tehlikeli İşkolu Yönetmeliği uygulanmalı. *Günlük çalışma saati 7,5 saat olarak acilen hayata geçirilmeli. *Sigortalar, işçilerin aldığı ücret üzerinden ana firma tarafından tam olarak ödenmeli. *Ücretlerin ödenmesi, ana firma tarafından güvence edilmeli. *Sağlıklı barınma evleri, soyunma dolapları, işkoluna uygun kaliteli yemek verilmeli. *Saat 10.00’da ve 15.00’de çay molası ile sosyal haklar eksiksiz verilmeli. *Tüm tersanelerde temsilcilik açma olanağı sağlanmalı. *Taşeronluk sistemi kal­d ı­r ıl­ malı. *Hem Türkiye hem de sektör bazında, “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği İzleme Kurulu” oluşturulmalıdır. Bu kurulda hükümet, sendika, işveren, ilgili meslek örgütleri ve konuyla ilgili akademisyenler temsil edilmelidir. Grev ve oturma eyleminin gerçek leştirilmesi olumluydu. Gerçekten de büyük baskı ve sömürü koşulları altında çalışan işçiler, bu da yetmiyormuş gibi aç gözlü kapitalistlerin azami kar hırsı uğruna adına iş kazası denen katliamlarla yaşamlarını yitiriyorlar. Bu koşullar altında artık bunalmış olan işçilere böylesi bir destek eylemi büyük moral ve güç vermiştir. Bu da bu tür eylemlerin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Ancak üzülerek sormak istiyoruz: tersane işçilerine ve Limterİş’e böyle bir desteğin verilebilmesi için, çok sayıda işçinin yaşamını vermiş olması, olayın medyanın ve meclisin gündemine gelmiş olması mı gerekiyordu? Henüz bu noktalara varmadan da bu tür eylemleri zorlamak sınıf bilinçli işçilerin görevi olmalıdır. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak grevin birinci gününde tersane işçileriyle beraberdik. İşçilere “Kapitalizm öldürüyor” başlıklı bildirimizden dağıttık. İşçilere ayrıca YDİ Çağrı gazetesi ve İşçi Eki satışı yaptık. “Tersane işçisi yalnız değildir” ve “Tersanelerdeki iş cinayetlerine son” başlıklı dövizler taşıdık. İşçilerle sohbet ettik, söyleşiler yaptık.

EK:3


Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

EK:4

zorunda olduklarını savundu, sürekli gündeme getirdiği sendikaların yenilenmesi ve gençleşmesi gerektiği görüşünü tekrarladı. İkinci günün son konuşmalarını gelen eleştirilere cevap vermek için eski yeönetim adına duygusallaşarak artık aday olmayacağını söyleyen Genel Sekreter Musa Çam ve yeni Genel Başkanlığa da aday olan Genel Başkan Süleyman Çelebi yaptılar. AB’ne yaklaşım konusunda gelen eleştirilere, bunun Genel Kurul kararı olduğunu, bugünkü AB’nin emeğin korunduğu bir AB olmadığını bildiklerini ancak yine de oradaki hak ve özgürlüklere sahip olmanın önemli olduğunu savundular. 12 Eylül’den en çok zarar görenler olmalarına rağmen 12 Eylül mitinginden geri çekilmelerinin o koşullarda doğru olduğunu savundular. 10 Aralık hareketini solun toparlanması için düşündüklerini ama başarılı olamadıklarını söylediler. Bunların ötesinde DİSK’in DİSK’e bağlı sendikalardan yeterince destek görmediği konusunda sitemde bulundular, yapılan birçok çalışmanın 13 kişinin (önceleri bu rakam 160 kişi civarındaymış) üzerinde kaldığını ve özellikle Genel Sekretere büyük yük bindiğini belirttiler. Yönetim adına yapılan konuşmalar, diğer konfederasyonların sermaye tarafından ele geçirildiği fakat DİSK’in ele geçirilemediği ve geçirilemeyeceği, bu konuda DİSK’lilere tarihi bir görev düştüğü belirtilerek bitirildi. Üçüncü gün yapılan tüzük değişikliğiyle daha önce 7 kişiden oluşan Yönetim Kurulu 9 kişiye çıkarıldı. Yapılan seçimlerde yönetime seçilenlerin isimleri şöyle: Genel Başkanlığa Süleyman Çelebi, Genel Sekreterliğe Tayfun Görgün’ün seçildiği Genel Kurul seçi m lerinde DİSK Yönet i m Kurulu şu isimlerden oluştu: İsmail Yurtseven (Genel-İş), Celalettin Aykanat (Birleşik Metal-İş), Nuri Serim (Lastik-İş), Muzaffer Subaşı (Tekstil), Ali Cancı (Sosyal-İş), A l i R ı z a Kü ç ü k o s m a n o ğ lu (Nakliyat-İş), Celal Ovat (Gıda-İş). Denetim Kuru lu Üyeliğ ine Erdoğan Özer, İsmail Kandaz ve Mehmet Karagöz seçilirken, Disiplin Kurulu Üyeliğine ise Ergun Tavşanoğlu, Hasan Hüseyin Çakar, Mustafa Ağuş, Nihat Necati Bencen ve Yaşar Cihan seçildiler. 18 Şubat 2008 ✓

Kocaeli Üniversitesi işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor!

K

ocaeli’nin Umut Tepe semtinde bulunan üniversitenin kantin kafeterya ve uygulamalı otel bölümlerinde çalışan yarısına yakını kadın toplam 37 işçi patronun yoğun saldırılarına rağmen grevlerini büyük bir özveri ve kararlılıkla yürütüyorlar. Bu greve gazetemizin Ocak ’08 sayısında yer vermiştik. Gazete olarak grevlerinin 53. gününde ziyaret ettiğimiz işçilerin biz ziyaretçileri karşılamadaki sıcak tavrından dostlarının kendileriyle dayanışmalarına ne kadar önem verdikleri rahatlıkla anlaşılıyordu. Sendika baş temsilcisi ve işçi arkadaşlarla yaptığımız söyleşilerde edindiğimiz bilgilere göre bir yıl önce bu üniversitede (kafeterya kantin uygulamalı otel v.b. bölümlerde) çalışan işçi sayısı 160 kadarmış. O zaman bu işçilerin 120’si DİSK/ OLEYİS sendikasına üye olmuşlar. Fakat Rektörlük tarafından duyulur duyulmaz 72 işçi işten atılmış. 2007’nin Haziran ayında sendika yetkisi geldiğinde işyerinde sendika üyesi 44 işçi varmış. Bunlardan 5’i emekli olmuş. Üç işçi de Rektörün baskı ve saldırılarına dayanamayıp sendikadan istifa etmişler. Şu an sendika üyesi 37 işçiden 5’i kreşte çalıştıkları için greve çıkamıyorlarmış. Yarısı kadın 32 işçi ile grevlerini ilk günkü kararlılıktan daha büyük bir kararlılıkla sürdürdüklerini belirten sendika baş temsilcisi Necmettin Kavallıoğlu KÜ’ne bağlı Turizm Otelcilik Meslek Yüksek Okulu’nun Uygulama Oteli’nde 2,5 yıldır teknisyen olarak çalıştığını, bir yıldır süren örgütlenme süresince “Bilim yuvası” olarak bilinen bir işyerinde Rektörlüğün devletin valisi ve emniyetiyle birlikte kendilerine yaptıkları saldırı ve baskıları anlattı. Ücretlerin 500 ile 550 YTL

arasında olduğunu belirten baş temsilci, Rektör Sezer Şener Komşuoğlu’nun 3 yıldır ücretlerine hiç zam yapmadığını, 1,5 yıldır fazla mesai yapmış olmalarına rağmen mesai ücretlerini ödemediğini ve servisin kaldırıldığını belirtti. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi sendikadan istifa ettirmek için sürgün etme, aileleri bir dizi yalanla kışkırtma, işten atma tehditlerinde bulunduğunu söyledi. Üniversitenin Uygulama Otelinde teknisyen olarak çalışan baş temsilci yasa tanımayan rektörün kendisini İktisat Fakültesinin kafeteryasına sürgün ettiğini belirtti. Bu rektörün yönetimindeki Üniversitenin Turizm Otelcilik Yüksek Okulunda öğrencilere sendikallaşmanın nasıl engelleneceği ve grev kırıcılığının nasıl yapılacağı “uygulamalı” olarak öğretildiğini dile getirdi. Sendika yetkisi geldikten sonra yapılan ilk TİS görüşmelerinde ücret ve idari konularda belli bir uzlaşma sağlandığını fakat ikinci görüşmelerde Rektörün caydığını öğrendiklerini belirten baş temsilci, görüşmelerin başlaması ve anlaşmanın sağlanması için bir dizi arabulucu girişimlerine rağmen “sosyal- demokrat” geçinen Rektörün anlaşmaya yanaşmadığını söyledi. Üniversitenin otel eğlence işkollarına giren 16 işyerinden 10 tanesinin İhale Yasasına aykırı bir şekilde taşerona verildiğini, TİS’e yanaşmayan, grev kırıcılığı yapan Rektörün amacının üniversitedeki tüm işleri taşerona vererek işçileri iş güvencesinden yoksun bir şekilde düşük ücretle köle gibi çalıştırmak olduğunu belirtti. Rektörün grev ilanını indirterek, grevdeki işyerine iki işçiyi alarak, ana kantine asılan grev pankartını jandarma zoruyla indirtip kendilerini zorla dışarı çıkarmakla grev

kırıcılığı yaptığını belirten baş temsilci ve işçiler; bu durumları noterce de belgelemelerine rağmen hiçbir sorumlu hakkında soruşturmanın açılmadığını söylediler. KÜ’nin Tıp Fakültesi önünde dışarıda küçük bir bekçi kulübesinde (bu kulübenin yeri defalarca değiştirilmiş, çevredeki tüm karları da kulübenin etrafına yığmışlar) saat 09.00 ile 17.30 arasında grev nöbeti tutuyorlar. İşçiler 53 gündür grevde olmalarına ve bir dizi saldırı ve zorluklar yaşamalarına rağmen sınıf dostlarından bir kaç sendika ve parti dışında şimdiye kadar ciddi bir destek gelmediğini, patron ve devletin saldırılarının yerel ve ulusal basının grevlerine yer verilmesinden sonra azaldığını belirttiler. Herkesi kendileriyle dayanışmaya çağıran işçilere katılarak biz de tüm sınıf dostlarına bu grevle dayanışma çağrısında bulunmak istiyoruz. Çünkü onların kavgası hepimizin kavgasıdır. Topyekûn saldırılara karşı topyekûn direnelim. Çünkü gücümüz birliğimizden gelir. İşçi arkadaşlar, “Bu işyerinde grev var” yazılı ve DİSK/OLEYİS imzalı pankartlarını fakültenin giriş salonuna açılan ana kantinin (hastane ziyaretçi kantininin) kapısına asmışlar. İşçiler, Rektörün kantini grev öncesi kapasitesinin %15’ine bile varamayan bir kapasiteyle yasadışı bir şekilde jandarma zoruyla çalıştırmasının amacının grevi kırmak ve morallerini bozmak olduğunu söylediler. Grevciler kış günü dışarıda nöbet tutuyorlar…! İşyeri içerde… Kapısına da grev pankartı asılı...! Ve grev gözcüleri yerine 6-7 jandarma zorla dışarı attıkları grevcilerin grev gömlekleriyle kantinin kapısına yaklaşmasını -Rektörün deyimiyle- “hoş olmayan görüntünün oluşmasına engel olmak için” nöbet tutuyorlar!. Bu fotoğraf karesi bir “bilim yuvası” olarak bilinen devletin üniversitesi olan KÜ’nde işçilerin Anayasa ve yasalardaki haklarına sahip çıktıklarında patronun ve devletin el ele vererek nasıl engellediğini gösterdiği gibi tüm işçi ve emekçiler için ücretli kölelik düzeni olan bu düzenin de nasıl “demokrasi” maskeli faşist bir düzen olduğunu gösteriyor. Tabii görmek isteyenlere… Şubat 2008 ✓


DİSK’ten uluslararası sempozyum

D

genel tespitlerle geçiştirildi. DİSK’in organize ettiği bu uluslararası sempozyumda, uluslararası alanda sendikal mücadele deneyimlerinin yeterince ortaya konamaması ve panelistlerin bir çoğunun alternatif sendikacılık anlayışından uzak olmalarına rağmen gerek Filipinler ve Güney Afrika’dan katılan sendikacıların sunumları gerekse dinleyicilere tartışma imkânının sağlanmış olması açısından olumlu idi. Büyük bir emek harcanarak yapıldığı ortada olan bu tür sendikal etkinliklerde gelecekte katılımcı olarak çağrılan panelistler konusunda daha seçici olmak, gerçekten işçi sınıfının taleplerini ve sınıf mücadelesini merkezine koymuş sendikacıların davet edilmesine önem vermek gerekiyor. Şubat 2008 ✓

Direniş kazandırıyor!

eşitsizliğe karşı mücadele, devletin kalkınmayı teşviki, sosyal katılım 5 gibi görüşlerle kapitalist devlet siGüven Elektrik’te örgütlenme mücadelemiz 2. yılında devam ediyor yasetinin eleştirisinden çok devletle işbirliğini savunan anlayışlar dile getirildi. Filipinlerden katılan 1 Mayıs Hareketi (KMU) Genel Başkanı Elmer Labog Filipinler’de sendikal alanda işçi sınıfı içerisinde yürüttükleri başarılı mücadeleyi canlı bir şekilde ortaya koydu. Konuşmasına “yoldaşlar” diye başlayan Labog emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin Filipin halkıstanbul- Sefaköy Çınaryolu’nda bu işyerinde çalışmak istemediği nın yaşamını her geçen gün daha kurulu Cankurtaran Holding’e için işten ayrılmış fakat her üçüda çekilmez hale getirdiklerini, işedilmediler mi? Şimdi de bu oyun yine tersten oynanıyor! Sendikamıza üye oldukları 1 Aralık 2006 yılından bu sonra da etmeye devam edeceğiz. ait elektrikli ev aletleri üreten nün de tazminatlarının ödenmesi sizliğin gün geçtikçe daha da artGüven Elektrik İşçisi Patronun iş kolu itirazından yana mücadelemiz devam ediyor. Hukuk dışına çıkan ve yasaları çiğneyenin kim vazgeçerek, ki bu işyeri ve benzerlerinin hepsi metal iş olduğunu ise herkes çok iyi biliyor. İşten çıkartılan Cankurtaran Holding’e bağlı olan fakat İngiltere Güven Elektrik Fabrikası’nda çasağlanmıştır. tığını, günde 2.6 dolarla yaşamak koluna dahildir ve bunu patronlar da biliyor, sendikayla arkadaşlarımıza sahip çıkacak ve gerekli tüm yasal menşeli “BRIDGETOWN ELEKTR. EV ALETLERİ VE EL MAL. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ.” isimli bir işyeri girişimleri yapacağız. Yasaları çiğneyen kim olursa olsun masaya oturulmasını istemektedirler. lışan 400’e yakın işçinin sendikaPatron, bir tarafta “kırbaç” zorunda kalan Filipinlilerin çareyi Fabrika yönetiminin, “işyerinin batmasını mıpoolarak kayıtlı olan şirketin bu oyununun altında neler bedelini ödemelidir. Güven Elektrik işverenliği şunu çok yattığını hepimiz biliyoruz. iyi bilsin ki bu sürecin sonunda kaybeden kendisi olacaktır. istiyorsunuz, sendikayı mı” şeklinde anlamsız oylamasına laşma mücadelesi devam ediyor. litikası gereği işçilere saldırmaya başka ülkelere göç etmekte bulkarşılık işçilerin büyük çoğunluğu sendikadan yana tavır Ülkemizdeki yasal zorunlulukları aşmak için Güven Elektrik Patronu işçilerin sendikal haklardan Cebelitarık adında İngiltere’ye bağlı küçücük bir köy yararlanarak daha iyi çalışma ve yaşam koşullarına sahip koyarak hem bu baskıcı yönetime karşı çıkmış, hem de Sendikasından yana açık tavır koymuştur. Gazetemizin devam ederken diğer taraftan “haduğunu söyledi. Arroyo rejiminin kadar büyüklüğü olan bir coğrafyadaönceki böyle bir şirket sayılarında olma hakkını engellemekten vazgeçmelidir. başka hangi amaçla ve ne için kurulabilir ki? Zaten başka bir yol yoktur! Yıllarca işçileri asgari ücrete terk eden, insanları açlık veAmaenbunlarson 2008 Ocak sayısında yer mahkumvuç” politikasıyla işçileri sendisendikacıları terörist ilan ettiğini, yeni oyunlar koşullarında yaşamaya eden Güven Elektrik Biz Onurlu bir gelecek için sonuna kadar mücadele değil. Patronlar işçilerin eden bir sendikayız. Güven Elektrik işyerine sendika yasal haklarının kullanımını engellemek, yasalar nezdinde Patronu Sendikal örgütlülüğü boğmak için şimdi iki ikramiye ve bazı sosyal haklar vermekle girecek ve bu iş bitecek! üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmekten bölmeye caydırmak verdiğimiz işçilerin örgütlenmesi kadan için geçtiğimiz en çok sendikacının katledildiği kaçmak için yıllardır bu oyunları oynarlar. çalışmaktadır. Yaşasın Güven Elektrik İşçilerinin Onurlu Mücadelesi! Yasaların uygulanmasını denetleyen kurumlar ise İşçiler bu oyuna gelmeyecektir. Bizim üyelerimiz ve üyesi oldukları DİSK/çalışanların Birleşik ayın başındaMücadele, bütün işçilerin ücretülkelerden birinin Filipinler olGrev, Direniş üzerlerine düşen sorumlulukları gerektiği gibi yerine tümü bu oyunu geçmişten de tanımaktadır. Yaşasın Birleşik Metal İş! getirmezler. İş Sendikası İstanbul İki ikramiyeyi ücrete katarak asgari ücrete mahkum Metal2 Nolu lerine seyyanen 200’er YTL zam duğunu, Arroyo rejiminin sadece Bu oyun BRIDGETOWN pardon Güven Elektrik işyerinde sendikal örgütlenme gündeme geldiğinde, iş Şubesi’nde iki yıldır sürüyor. yapmış. sendikal harekete değil tüm sol koluna keyfi olarak itiraz ederek işçilerin haklarından Yassı MetalKendileriyle İşçileri aylarca ve belki daha uzun bir zaman yararlanmasını Bu süre içinde patronunYasan bir dizi görüştüğümüz işçimuhalefete karşı faşist bir siyaset engellemek için de oynandı. Buna karşı duruş sergileyen üyelerimizi işten atarak saldırısına işçilerin hem ler bu rüşvet anlamına gelen zamizlediğini belirterek, sadece sen“HAK fabMÜCADELESİNDE”! korkutmaya çalışan Şirketkarşı Yönetimine karşı fabrikanın kapısı önünde haklı ve meşru direnişimiz devam etti. Uzun yıllardırve Sendikamızdamın örgütlü bulunan Yasan rika içinde güçlü dudaklarına bir parmak bal dikal alanda değil, politik cinaŞirket yönetiminin azimliyürüttükleri ve onurlu duruşumuz Yassı Metal Sanayi’nde, Mayıs 2007 tarihinden itibaren karşısında geri adım atarak atılan işçilerin çoğunluğunu ekonomik gerekçelerle süreklisürmek olarak üyelerimizin kararlı protestoları, hemücret de senolduğunu, böyle şeylerin yetler başta olmak üzere bir bütün işe geri almasıyla direnişe son verildi. Diğer üyelerimizin ve sosyal hakları düzenli olarak ödenmemektedir. ise yasal hakları ödendi. İşyerinde yürürlükte bulunan toplu iş sözleşmesinin dika önderliğinde yürütülen hukendilerini sendikalaşmadan vazolarak toplumun tüm alanlarında 5237 sayılı TÜRK CEZA KANUNU, 118. Maddesinin günlerde ödenmemesi bir yana yaklaşık 2 aylık maaş 54 üncü maddesinin (b) bendi uyarınca, “ücret ikinci fıkrasında açıkça, “(2) Cebir veya tehdit kullanılarak alacağının birikmesi üzerine; 9 Ocak 2008 tarihinden ödemeleri her ayın en geç 20’sinde avans, bir sonraki ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir sendikanın kuki mücadele henüz işçilerin sengeçiremeyeceğini belirttiler. faşist rejime karşı mücadele yüitibaren İş Yasası’nın 34 üncü maddesi gereğince, hak ayın en geç 5’inde kesin hesap olarak işyerinde ve faaliyetlerinin engellenmesi hâlinde, bir yıldan üç yıla kazanılan alacakları ödeme gününden itibaren 20 gün işçinin kendi iş saatinde veya bankamatik ile ödeme kadar hapis cezasına hükmolunur.” denilmesine rağmen dikal haklarına kavuşmasını sağBiz de işçilerin kararlı mücaderüttüklerini ortaya koydu. Labog yapılması” gerektiği düzenlenmiştir. içinde ödenmeyen üyelerimiz, iş görme borcunu yerine üyelerimiz üzerinde hukuka aykırı bir şekilde baskılar uygulanmaktadır. getirmektenbu kaçınmaktadır. Şu anda işyerinde üretim Anılan emredici düzenlemeye karşın,sayesinde son aylara layamadı. Her yerde olduğu gibi lesi kazanımından konuşmasını bitirirken dünya proBiz Güven Elektrik’te hep yasal sınırlar içinde tamamen durmuş vaziyette eylemimiz sürmektedir. ait ücret, sosyal haklar ve avans maddede belirtilen hakkımız olanı almak için mücadele ettik ve bundan burada da devletin sözde “adalet dolayı onları kutladık. Sendika letaryasının ortak çıkarları için dağıtan” mahkemeleri patronun daha işyerine girmeden eşikteki mücadelenin önemini vurguladı. with pdfFactory Pro trial version www.pdffactory.com sendikalaşmak isteyen işçilere ezisendikadan korkarak ücretlerine Filipinli sendikacının konuşmasıPDF created yet edip canından bezdirmesine, zam yapan patrona karşı uyanık katılımcılar tarafından uzun süre işten atıp işsiz bırakmasına fırolunması gerektiğini belirttik. Bir alkışlandı. sat ve olanak vermiştir. Patronun işyerinde işçilerin geleceklerine, İkinci oturumun son konuşmaönce yetki sonra da işkolu itirazı onurlarına sahip çıkabilmeleri için cısı DİSK Genel Sekreteri Musa davası sürerken geçtiğimiz Ocak ve gerçek anlamda haklarına kaÇam idi. Çam, Türkiye’de noter ayında sendikal örgütlenmeye önvuşmaları için tüm işçilerin müşartı, sendikalaştıklarında işten derlik yapan işçilerden 8 işçi peş cadeleci bir sendikayla sürekliliği atılma, taşeronlaştırma, esnekleşpeşe işten atılmış, işçilerin kararlı sağlanmış sağlam bir birlik oluştirme vs. gibi engellerin, Türkiye’de direnişi ve sendikanın çabası ile turarak mücadele yürütmeleri gesendikal örgütlülüğün önünde 5’inin geri işe alınması sağlanmış, rektiğini açıklamaya çalıştık. önemli engeller olduğunu dile diğer ikisi işe alınmamış ve biri de Şubat 2008 ✓ getirdi. Konuşmasının sonunda Birleşik Metal-İş Şubat 2008

Güven Elektrik işçileri kararlı

İ

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

evrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruluşunun 41. yıldönümünde “Uluslararası sendikal hareket ve sendikal mücadelede yeni deneyimler” konulu bir sempozyum gerçekleştirdi. 13. Genel Kurulun bir gün öncesinde 14 Şubat’ta gerçekleştirilen sempozyuma, Fransa, İngiltere, Güney Afrika, Filipinler, Brezilya, Arjantin ve Güney Kore ülkelerinden sendikal faaliyet içerisinde bulunan çok sayıda konuk davet edilmişti. Sabah saat 9.00’dan akşam saat 17.00’ye kadar süren ve iki oturum halinde gerçekleştirilen sempozyum DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin açılış konuşması ile başladı. Her iki oturumda yapılan konuşmalar, bir kaç uluslararası sendikacıyı dışta tutarsak, uluslararası alanda sendikal hareketin durumu ve deneyimleri ve bu deneyimlerin paylaşılmasından çok genel tanıtım konuşmaları çerçevesinde kaldı. Brezilya ve Arjantin’den katılan konuşmacılar Lula, Moralez ve Kirchner gibi Latin Amerika ülke liderlerini ilerici liderler olarak tanımlayarak bu hükümetlerle yürüttükleri ortak çalışmaları anlattılar. Brezilya’dan katılan sendikacı, partilerden bağımsız olmalarına rağmen seçim döneminde Lula’yı desteklediklerini ve seçimlerden sonra meclise çok sayıda sendikacının girdiğini söyledi. Yapılan konuşmaların ortak yanı ise küresel sermaye karşısında uluslararası dayanışmanın ve işbirliğinin gerekliliğinin vurgulanması idi. Göçmen işçilerin örgütlenmesi, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, gençlerin ve kadınların örgütlenmesi gibi genel sorunların dile getirilmesinin yanı sıra sosyal

o da uluslararası dayanışmanın önemini vurgulayarak işbirliğinin somut adımlarının ortaya konması gerektiğini vurguladı. Her oturumun sonunda sempozyuma katılanlara soru sorma ve tartışma imkanı verildi. Son dönemde yapılan bu tür etkinliklerde, sadece panelistlerin konuştuğu, etkinliğe katılanların ise dinlemekle yetindiği toplantı biçiminin esas biçim olduğu bilindiğinde, bu sempozyumda katılımcıların da kendi görüşlerini dile getirmesine olanak sağlanmış olması önemli bir olumluluktur. Fakat divanın uyarılarına rağmen panelistlerin konuşmalarını uzun tutmuş olmaları tartışma bölümüne ayrılan süreyi kısalttı. Yoğun soru ve görüş belirtme talebinin olduğu toplantıda sorulan soruların birçoğu panelistler tarafından cevaplandırılmak yerine

EK:5


Tega: Sincan Organize Sanayi’de grev var Birleşik Metal İşçileri Sendikası ve Tega işçilerinin ciddi bir kavga yürüteceklerini düşünüyoruz. Zaten işten atmalara rağmen Tega işçisinin işyerindeki oylamada sendikalarından ve grevden yana oy kullanmaları ve sendikanın da 7 Şubat’ta grev uygulama kararına uygun olarak greve çıkması bunu göstermektedir.

S

ermaye sınıfı, işçi sınıfının örgütlülüğüne tahammül edemiyor. Onların sınıfsal kini çok açık bir şekilde gözlemlenebiliyor. Türk sermaye sınıfı, bir çok sanayi bölgesinde olduğu gibi, Sincan Organize Sanayi Bölgesinde de mümkün olduğu kadar işçilerin kendi öz gücüyle örgütlenmeleri ve kendi sınıfsal çıkarlarına yakın bir sendikada örgütlenmelerini engellemek için özel tedbirlere başvurmuşlardır. Özellikle de DİSK’e bağlı iş kolu sendikalarının bu sanayi bölgelerine girişi her türlü yol ve yön-

tem kullanılarak engellenmeye çalışıldı ve halen engellenmeye çalışılmaktadır. Bunun bir çok örnekleri vardır. Örneklerden birisi Çorlu ve Çerkezköy organize sanayi bölgeleridir. Bu bölgelerde sendikaların basiretsizliği sonucu bir türlü örgütlenilemedi. Aslında sermaye sınıfı, sendikalar içerisinde sınıfa yakın duran sendikaların bu bölgelere girmesini istemiyor. Bu genel olarak sanayi bölgelerindeki patron örgütlerinin genel bir stratejisi olarak sürmektedir. Fakat bu hesaplar her zaman tutmamaktadır. DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası patronların bu ezberini yer yer bozmaktadır. Bunu Çorlu’da, İzmir bölgesinde ve şimdi de Sincan Organize Sanayi bölgesinde gösterdi.

İstanbul’da SSGSS protesto edildi

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

A

EK:6

KP hükümetinin çıkarmaya çalıştığı SSGSS Yasa Tasarısı DİSK, KESK ve TÜRK- İş’e bağlı bazı sendikalar, TMMOB’un meslek odaları ve bazı dergi çevrelerinin de katıldığı bir yürüyüş ve mitingle protesto edildi. 28 Şubat 2008 günü saat: 12.30’da İstanbul Numune Hastanesi önünde toplanan 5 bine yakın kitle oradan Kadıköy’deki İskele Meydanı’na yürüdü. Yürüyüş boyunca “AKP Yasanı al başına çal!”, “Parasız sağlık, parasız eğitim!”, “Sağlık haktır, satılamaz!” v.b. sloganları atıldı. Hastane önünde toplanma sırasında ve yürüyüş boyunca katılımcılardan çok eylemin seyircilerine YDİ ÇAĞRI olarak çıkardığımız SSGSS bildirisinden 3500 adet dağıttık. Bildirimize gösterilen yoğun ilgiden ve bize sorulan sorulardan çoğu kişinin bu SSGSS yasasının nasıl bir yasa olduğunu bilmediği anlaşılıyordu. Buna karşı yapılan kitle eylemlerine katılımın zayıf olmasının en önemli nedenlerinden birinin de bu olduğu kendini açık gösteriyordu. Miting alanında yapılan konuşmalarda AKP Hükümetinin çıkarmak istediği SSGSS yasasıyla işçilerin ve emekçilerin en temel haklarından olan sağlık ve gelecek güvencesinin ortadan kaldırılacağı anlatıldı. Tüm işçi ve emekçilere buna karşı birleşip mücadele etme çağrıları yapıldı. Her zaman olduğu gibi; işçiler ve emekçiler açısından çok önemli bir hak olan parasız sağlık ve güvenli gelecek taleplerinin yerine getirilmesi için yapılan bu eylemde de esasta damgasını vuran devrimci anlayış değil reformcu anlayış oldu. Şubat 2008 ✓

Bir çok soruna rağmen son yıllarda genel olarak mücadeleci bir tavırla ortaya çıkan bu sendika 2007 yılı içerisinde Tega Mühendislik işyerinde örgütlendi. 12 Eylül 80 askeri faşist darbesinden önce hızlı bir küçük burjuva devrimcisi olan patronun bu işyerinde örgütlenen işçilerin taleplerini gerektiği gibi yerine getirmek istemeyen Tega patronuna karşı işçiler greve gideceklerini ilan ettiler. Bunun üzerine 55 işçiyi kapı önüne koyan halkın eski solcusu, burjuva sınıfının yenisi patron grevi engellemek için işten atılan işçilerin yerine yeni işçileri işe alarak işçilerin örgütlü mücadelesini kırmak istemektedir. Sincan Organize Sanayindeki patronlar örgütü zaten işçile-

rin örgütlenmesini istemiyor, bir grevi ise hiç istemiyor. Ne de olsa mücadeleci bir tutum, organizedeki tüm diğer örgütsüz işçilerin de gözünü açacaktır. Bundan korkmaktadırlar. Bunun için de Tega patronunun bu hain tutumundan dolayı onu ödüllendirmek için çok şey yapıyorlardır. Ama bunların tutmayacağını düşünüyoruz. Birleşik Metal İşçileri Sendikası ve Tega işçilerinin ciddi bir kavga yürütecek lerini düşünüyoruz. Zaten işten atmalara rağmen Tega işçisinin işyerindeki oylamada sendikalarından ve grevden yana oy kullanmaları ve sendikanın da 7 Şubat’ta grev uygulama kararına uygun olarak greve çıkması bunu göstermektedir. Yaklaşık 200 kişinin çalıştığı işyerinde, sendikalı ve sendikasız tüm işçilerin kenetlenmesi günün görevidir. Biz Tega işçisinin yanında olacağız. Onların mücadelesi bizim de mücadelemizdir. İşçi sınıfı bu mücadeleye sahip çıkarak onun başarı kazanmasına katkıda bulunacaktır. Sermayenin hiç bir oyunu işçi sınıfının zaferini engelleyemeyecektir! ZAFER DİRENEN İŞÇİNİN OLACAK! Ydi ÇAĞRI okuru 11.2.2008 ✓

SSGSS Bursa’da protesto edildi

B

ursa’da ‘Herkese sağlık ve güvenli gelecek hakkı için hep birlikte mücadele edelim’ temelinde SSGSS yasası Birleşik Sendikalar Platformu tarafından protesto edildi. Kısa bir dönem önce, şartların zorlaması sonucu kurulan sendika platformu biraz daha kendilerini zorlayarak, AKP hükümetinin meclis gündemine getirdiği, SSGSS yasasının yasalaşması halinde çalışan emekçilere en büyük saldırı olacaktır diyerek bir protesto yürüyüşü düzenlediler. Yürüyüşe katılım 500’ün üzerindeydi. Yürüyüşü düzenleyenler ile polis arasında kaldırımdan mı, yoksa yoldan mı yürünecek tartışması yaşandı. Daha sonra yolun yarısı kaldırımdan diğer yarısında da yoldan yüründü. Yürüyüş Bursa set başında başlayıp Ulu Cami’nin meydanında bitti. İşçiler tarafından şu sloganlar atıldı: ’Mezarda emekliliğe hayır’, ‘AKP yasayı al başına çal’, ’İşçi memur el ele genel greve’, ‘Bakma bakma baktıkça sıra sana gelecektir’, gibi sloganlar yürüyüşe renk kattı. Burada yapılan miting daha çok sendika temsilcilerinin basına yönelik açıklamaları oldu. Ve böylece yürüyüş son buldu. Yürüyüşü düzenleyen kurumlar: DİSK ve bağlı şubeler, KESK Bursa Şube Platformu, Türk İş ve bağlı şubeler, Bursa Tabip Odası, Bursa Diş Hekimleri Odası, Bursa Eczacılar Odası, TMMOB il Koordinasyon Kurulu. 20 Şubat 2008, Bursa, YDİ Okuru ✓


SSGSS Adana’da protesto edildi...

H

ükümet tarafından yasalaştırılmak istenen Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası çevre illerden gelen katılımcıların da olduğu bir mitingle Adana’da protesto edildi. Saat 12’de Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu önünde başlayan yürüyüşe yaklaşık 4000 kişi katıldı. KESK’e bağlı Eğitim-Sen, SES, BES, BTS, ESM, DİSK’e bağlı Genel-İş, Tekstil, Dev Sağlık-İş, BMİS (Anadolu), Türkİş’e bağlı Tek Gıda-İş, Tümtis, Yol-İş (Mersin), Petrol-iş (Mersin), Kristal-İş (Mersin) sendikaları, 78’liler Birliği Girişimi, Tabipler Birliği ve çeşitli meslek odaları, devrimci/demokrat gazete ve dergi çevreleri katıldı. Eyleme Adana ve Mersin dışında Antep, Hatay, Niğde, Düziçi ve Dörtyol’dan çok sayıda kişi katıldı. “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek İçin Birleşik Mücadeleye” ana pankartı arkasında toplanma alanından miting alanı olan İstasyon Meydanına doğru yapılan yürüyüş boyunca “Sağlık haktır satılamaz”, “GSS yasası geri çekilsin”, “Savaşa değil sağlığa bütçe”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Güvenli gelecek, güvenceli iş” sloganları atıldı. Miting, İstanbul Davutpaşa’da yaşamını yitiren 23 işçi başta olmak üzere emek ve demokrasi mücadelesinde hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Ardından, tertip komitesi ve miting düzenleme komitesi adına KESK Dönem Sözcüsü ve Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı

Güven Boğa hazırlanan konuşma met nini okudu. Açı k la mada “SSGSS Yasa Tasarısı reform değil, kazanılmış haklara saldırıdır. (…) Genel Sağlık Sigortası, sağlık hizmetlerinden ve diğer haklardan yararlanmayı bir hak olarak tanımlıyor ise de sigortalının ‘prim’ ve ‘katılım payı’ adı altında bir bedel karşılığında sağlık hizmetlerinden yararlanılmasını öngördüğünden, mevcut yasada sağlık ‘hak olmak’ tan çıkarılmaktadır. GSS sağlığı, ancak karşılığı ödenince sunulan, ‘satın alınan bir hizmet’e dönüştürmektedir.” denildi. Ayrıca, bir süredir kamuoyunun gündemini meşgul eden, medyada hemen her gün çeşitli kurum temsilcilerinin beyanlarda bulunduğu türban konusuna da değinildi. Güven Boğa’nın yaptığı açıklamada “Bugüne kadar ülkemizdeki her türden fikir, ifade, örgütlenme, kültür, inanç ve ibadet özgürlüğünün, kültürel, kimliksel ve inançsal çoğulculuk karşısında yer alan AKP ve MHP’nin bugün ‘özgürlükleri’ türbana sıkıştırarak ele almaları tam bir ikiyüzlülüktür.” denildi. Tek Gıda-İş sendikasına üye oldukları için işten atılan Yörsan işçilerini desteklemek amacıyla da “Bizde Yörsan ürünlerini almayarak işçi kardeşlerimize destek verelim.” çağrısında bulunuldu. Son olarak açıklamada, “Bugün bizlere düşen görev dağınıklıktan bir an önce kurtulmak, birleşik mücadeleyi örmek, saldırıları bir-

Sermayeye karşı mücadele edenlere bedel ödettiriliyor!

20

Kasım 2007 gece yarısı evler basılıyor, talan ediliyor ve gözaltına alınıyorlar TÜMTİS Ankara Şube Yöneticileri. İddia: “Çalışma özgürlüğünü engellemek”, “Suç işlemek için örgüt kurmak”, “Mala zarar vermek”! İddia sahipleri kim? Patronlar! Bu iddiayı ciddiye alıp gece yarısı operasyon yapanlar kim? Sermaye devletinin savcıları! Amaç ne? Daha insani koşullarda yaşamak için sendikaları TÜMTİS’te örgüt-

lenen işçilerin haklarını savunmak için mücadele etmeyi terörize etmek ve bedel ödettirmek. İnsanları hak arama mücadelesinden yıldırmak, korkutmak ve susturarak uysal köleler haline getirmek! Başaramayacaklar! Sömürü sisteminin ortaya çıktığı kölelik sisteminden bu yana haksızlığa, onursuzluğa karşı baş kaldıranlar oldu ve bundan sonra da olmaya devam edecek! Hiç kimse zulme karşı, sömürüye karşı baş kaldırmayı engelleyemez. Ne faşist cuntalar, ne faşizm, ne “demokrasi” maskeli bur-

üzerinde “Mezarda emekliliğe hayır!”, “$$G$$ yasası değil, ücretsiz, güvenli sağlık hakkı istiyoruz!”, “Karşı çık! Hesap sor! Örgütlen!” ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek sosyalizmdedir!” yazılı dövizler taşıdık. Ayrıca eylemden bir gün önce şehrin kalabalık caddelerinde 2000’e yakın bildiri dağıtarak eyleme çağrı yaptık. Sağlık hakkının gaspına karşı mücadeleye! Ücretsiz sağlık, güvenli gelecek sosyalizmde! Adana, Şubat 2008 ✓

SCT grevi 696. gününde…

SCT

Orturbo işçilerinin grevi 696. gününe ulaştı. 15 Mart’ta 2. yılını dolduracak olan grev sayıları azalmış olsa da kalan işçilerin kararlılığı ve Birleşik Metal-İş Sendikasının desteği ile sürüyor. Sendikalaşma ve grev süreci boyunca desteklediğimiz işçileri 696. günde de grev çadırında ziyaret ettik. Burada grev nöbetinde bulunan ve daha önce işten çıkarılmış olan kadın işçiler ile sohbet ettik. Grevin geldiği aşamadan türban sorununa, türban ve diğer tartışmaların gölgesi altında bırakılan Sosyal Güvenlik Yasa tasarısından sürdürülen operasyonlara, erkek egemenliğinden kadınların mücadelesine kadar birçok sorun ve çözümler üzerine konuştuk. Ayrıca işçiler ile kadınların toplumun dışına itil-

diklerinden, yönetim kademelerinde yer alamadıklarından, sendikalarda yönetici olan kadın sayısının azlığından ve yaklaşan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne SCT’li kadın işçiler olarak katılmaları gerektiğinden bahsettik. SCT işçileri ile grevin yaklaşan 2. yılı için bazı eylem ve etkinliklerin yapılması gerektiği, grevin daha geniş kesimler tarafından duyulması için yapılacak çok fazla şeyin olduğu üzerine tartıştık. Grevi sürdürdükleri süre boy unca desteğimizin süreceğini söyleyerek grev çadırından ayrıldık. Yaşasın SCT işçilerinin grev mücadelesi! Zafer Grevci SCT işçilerinin olacak! 10.02.2008 Ydi Çağrı/Adana ✓

juvazinin başka yöneticileri bunu engelleyemediler, bundan sonra da engelleyemeyecekler. İşte 4 Şubat 2008 günü Ankara’da TÜMTİS üyeleri, eşleri ve demokratik kitle örgütleriyle devrimciler, sosyalistler tutuklanan sendika yöneticilerinin serbest bırakılması için yürüyüş yaparak haklılıklarını haykırdılar zulmün uygulayıcılarının suratına karşı. Onlar dediler ki, “Çete değil, işçiyiz”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, “Örgütlüyüz, güçlüyüz”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Yaşasın iş ekmek özgürlük mücadelemiz”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Kahrolsun işçi düşmanları”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” Haklılar: İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!

Bunun için işçileri fabrikalarda, atölyelerde iyi örgütlemek lazım. Fabrikalar sınıfın öncüsünün kaleleri haline gelmeli. Haksızlıklara karşı üretimden gelen gücü kullanacak duruma getirilmelidir. Bunu biz yapacağız. Haksızlıkların ortadan kaldırılması, sömürüye son verilmesi, işçilerin kendi kendini yönettiği iktidarları şartlarında mümkün olacaktır. Haksız temelde tutuklanan şube yöneticilerinin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Bedel ödeyenler, bedel ödettirenlerden hesap soracaktır! Sermayenin saldırıları karşılıksız kalmayacaktır! Kahrolsun Ücretli Kölelik Sistemi! Yaşasın Sosyalizm! 22.2.2008 ✓

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

TÜMTİS Yöneticileri Serbest Bırakılsın!

likte püskürtmektir. Birleşe birleşe kazanacağız sloganını hayata geçirmektir.” denildi. Düzenleme komitesi adına yapılan konuşmadan sonra Disk Bölge Temsilcisi Kemal Aslan, TTB Genel Sekreteri Altan Ayaz ve KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul söz aldı. Mitingde son olarak SCT Orturbo Filtre işçileri adına Baştemsilci Erdinç Tümük bir konuşma yaptı. Miting Halkevi müzik topluluğunun hazırladığı müzik dinletisi ile son buldu. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak

EK:7


Adana TEKEL işçilerinin yürüyüşü…

F

abrikalarının özelleştirilmesine karşı direnişlerini sürdüren Tekel işçileriyle dayanışma için “Tekel Adana Sigara Fabrikası’na Sahip Çık” yürüyüşü düzenlendi. Tek Gıda-İş sendikasının öncülüğünde düzenlenen yürüyüşe Türk-İş’e bağlı sendikaların yanı sıra, Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu’nu oluşturan DİSK ve KESK’e bağlı sendikalar, TMMOB, TTB, siyasi partiler, devrimci gazete ve dergi çevreleri ile demokratik kitle örgütleri katıldı. Yaklaşık bin kişinin katıldığı yürüyüş Türk-İş 4. Bölge Temsilciliği binasının önünden başladı. Polis cop ve biber gazı ile saldırdı… E5 karayoluna gelindiğinde Tekel işçileri yolu trafiğe kapatmaya çalıştı. Bu olay kısa sürede sona erdi. Ancak fabrika önüne gelindiğinde işçiler yolu kapatmak için bir kez daha girişimde bulundular. Polis çok sert müdahalede bulunarak biber gazı sıktı ve cop kullandı. Yaşanan arbedede 4 işçi yaralandı. Yaralanan iki kadın işçi hastaneye kaldırıldı. Polisin özellikle kadın

Mart 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

A

EK:8

işçilere karşı sert tavrına karşılık kitle “Yılgınlık yok, direniş var!”, “Yaşasın sınıf dayanışması” sloganlarını haykırdı. Polisin saldırısından sonra fabrika içine girilirken polis yaptığı anonslarla tehditler savurarak, kitleyi provoke etmeye çalıştı. Polisin birkaç kişiyi gözaltına alma çabası ise işçilerin müdahalesi ile önledi. Fabrika içinde ilk konuşmayı Gürsel Diliçıkık yaptı. Diliçıkık, ‘’Tekel işçisi, 22 Şubat’tan beri geri dönülmez bir yola girdi. Vatan nöbetindeyiz’’ dedi. Gürsel Diliçıkık konuşmasını “vatanseverliğin sınandığı günlerin yaşandığını, uğursuz ellerin memleketin kalelerini ele geçirdiğini” ifade ederek bitirdi. Di l iç ı k ı k ’ı n a rd ı nd a n Tek Gıda-İş Sendikası Genel Sekreteri Mecit Amaç ile Türk-İş eski Genel Başkanı ve CHP İstanbul milletvekili Bayram Meral birer konuşma yaptılar. Konuşmalar sık sık Tekel işçilerinin “Türk-İş göreve genel greve”, “Tekel Ata’nın emanetedir”, “Tekel vatandır vatan satılmaz”, “Tekel’i satanı biz de satarız” sloganları ile kesildi. Polisin biber gazına CHP millet-

BES İstanbul 3 Nolu Şubenin 4. Olağan Genel Kurulu yapıldı

dliye, maliye v.b. bürolarında çalışan emekçilerin sendikası olan Büro Emekçileri Sendikası BES’ in İstanbul 3 Nolu Şubesi 4. Olağan Kongresini mevsimin en fırtınalı bir günü olan 3 Şubat 2008 günü Kadıköy’de bulunan BEKSAV’da gerçekleştirdi. Kongreye katılması gereken 270 delegeden ancak 200’e yakını katıldı. Hava muhalefeti ve delegelerdeki duyarsızlık kongrenin iki saatten fazla gecikmesine neden oldu. Emek mücadelesinde yaşamını yitirilenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşundan sonra faaliyet, denetim ve mali raporlar oylandı. Hepsi oybirliği ile onaylandı. BES’in bazı şube yöneticileri ve DTP Kadıköy İlçe Başkanı ve bir yöneticisi dışında kongreye konuk olarak katılan kimse yoktu. Delegelerin raporlar üzerine görüşlerini açıklamasına geçmeden önce Türk Tabibler Birliği MYK üyesi Ali Çerkezoğlu SSGSS yasası ile ilgili bir konuşma yaptı. Çerkezoğlu egemenlerin bu yasa ile işçi ve emekçilerin hangi haklarını gaspetmek istediğini, bu saldırının amacının ne olduğunu ve buna karşı nasıl mücadele edilmesi

gerektiğini özlü bir şekilde anlattı. Kongre boyunca delegelerin dörte üçü hep kongre salonu dışında kafeteryada çay içip kendi aralarında sohbet etti. Divanın sık sık delegeleri kongre salonuna davet etmesine rağmen delegelerin bu tavrını sürdürmeleri oldukça sıkıntı yarattı. Büro emekçilerinin yarıdan fazlasının kadın olmasına rağmen bu oranda kongrede kadın delegenin olması orda kalsın dörtte birine bile ulaşmayan kadın delege sayısı (ancak %10 kadar kadın delege vardı) olması BES’in de erkek egemen bir sendika olduğunu net gösteriyordu. Şube Başkanı Nafi Maraş’la birlikte toplam 17 delege konuştu. Çoğu konuşmacı dünyada ve ülkemizde emperyalizmin ve onların işbirlikçisi egemenlerin hükümetinin genel saldırılarından bahsetti. Az da olsa genelde işçilerin ve kamu emekçilerinin özelde de KESK ve BES’le ilgili somut sorunlardan bahseden ve çözüm önerilerinde bulunan delegeler de vardı. Delegeler hem işçilerin hem de kamu emekçileri sendikalarının günden güne kan kaybettiğini, konfederasyonları KESK’in çok pasif, uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir

vekilleri Tacidar Seyhan ve Bayram Meral’da maruz kaldılar. Bayram Meral yaptığı konuşmada güvenlik güçleriyle işçiler arasında yaşanan arbedeye değinerek, ‘’Polis arkadaşların tavrını hoş bulmuyorum. Emeğini savunan işçilere karşı daha duyarlı olunması gerekir’’ dedi. Meral, eylemin ardından da Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü ekiplerinin yanına kadar giderek çalışmalarında başarılar diledi. Yeni Dünya İçin Çağrı okurları da eyleme çok sayıda döviz ile katılarak Tekel işçilerinin direnişine destekte bulundular. Eylem AKP ve özelleştirme aleyhinde sloganlar ile son buldu. Eylemde özelleştirmenin hükü-

met değil devlet politikası olduğu bir an olsun bilince çıkarılmayıp, yerli işbirlikçilere de küçük dokunuşlarda bulunulduysa da gerçek düşman olarak yabancı sermaye olarak gösterildi. Oysa biliyoruz ki sermayenin vatanı olmaz. Bu eylemlerin anlayışını değiştirmek görevi önümüzde duruyor. Bu bilincin yaygınlaşması için sınıf mücadelesi kültürünü geliştirmek, önümüze koyacağımız acil görevler arasında olmalıdır. Eylemde gerçek düşman yani sermaye göz ardı edildi. Diliçıkık’ın ve diğer konuşmacıların söylemleri de bunun en iyi örneğini gösteriyordu. 02.03.2008 Ydi Çağrı/Adana ✓

duruma düştüğünü, 90’lı yıllardaki meşru zeminde haklılığından aldığı güçle mücadeleci bir sendikacılık yaptığını fakat şu an kamu emekçilerine bir dizi saldırı yapılıyor olmasına rağmen sessiz kaldığını belirtiler. Çoğu delege hakim sınıfların son günlerde azdırdığı ırkçı şoven dalgaya karşı KESK’in direnmediğini tersine bu saldırılara karşı halkların kardeşliğine sahip çıkmayarak boyun eğdiğini de söylediler. Başta yazgısı savcıların iki dudağı arasında olan adliye çalışanları olmak üzere tüm büro çalışanlarının “uzman, uzman değil” haklarında haksız yere soruşturmalar açıldığı, sürgün edildiklerini v.b. ayrımlara, aynı işi yapmalarına rağmen eşit işe eşit ücretin verilmemesi gibi ayrımcılık ve baskılarla kamu emekçilerinin canından bezdirildiğini, bu saldırılara sadece hukuksal olarak karşı çıkıldığını, Grevli-TİS’li sendika hakkı için mücadelenin neredeyse unutulduğunu, bunlara karşı tabandan bir örgütlülük yaratarak tavana baskı yapılması için çalışılması gerektiğini vurguladılar. Başta N. Maraş olmak üzere bazı delegeler tüm sendikalarda olduğu gibi BES’de de üyelerle sendika arasında bir kopukluğun olduğunu, üyelerin sendikadan, sendikanın üyelerden habersiz olma

durumunun sözkonusu olduğunu belirttiler.Ve hem bunu aşmak hem de her kamu dairesinde (41 işkolunda büro emekçisi var) çalışanların özgün sorunlarını çözecek mücadelenin örgütlü yürütülebilmesi için her işyerinde bir Koordinasyon Komitesi veya her işyerinde bir temsilcinin yer aldığı Sendika Şube Komisyonları kurulmasını ve düzenli bir yayın organının çıkarılmasını önerdiler. Ayrıca kadın üyeleri sendikal mücadelede ilerletmek için şubede ve sendika genel merkezinde Kadın Sekreterliklerinin oluşturulması için önerilerde bulunan delegeler daha bir dizi başka öneride de bulundular. Bunlar türban yasağını kaldıran yasa tasarısının geri çekilmesi için mücadele önerisinden tutun da, Yeni Personel Yasasına, SSGSS’ye, ırkçılık ve şovenizme karşı tüm DKÖ’ lerle birlikte Halkların Kardeşliği için mücadelede KESK’in öncülük yapmasına, her ilde ve ilçede KESK’e bağlı sendikaların ortak bir Hukuk Bürosu açılması önerisine kadar bir dizi öneride bulundular. Nafi Maraş ve Ahmet Acar olmak üzere iki listenin yarıştığı kongrede Ahmet Acar’ın listesi kazandı. Yüksek oy alan Nafi Maraş da bu listeyi delerek şube yönetimine seçildi. 10 Şubat 2008 ✓

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./ Fax: (0212) 620 67 57 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 120’nin İşçi Eki · Mart 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli


panorama

PANOR AM A

“44. NATO Güven(siz)lik Konferansı” yapıldı… - MÜNİH / ALMANYA -

B

u sene 44.’sü yapılan “NATOGüvenlik Konferansı”nda, bu konferansın gerçek karakterine uygun olarak tam bir savaş pazarlığı yaşandı. Tartışmalar, bu konferansın “güvenlik” değil, savaş konferansı olduğunu bir kez daha açıkça gösterdi. Buna rağmen egemenler sahtekârlıklarını sürdürmekte, kendilerinin “güvenliğini”, dünyanın, dünya halklarının güveni olarak satmaya çalışmaktadırlar. Konferansa 250 civarında üst düzey siyasetçiler, askeri yetkililer, savunma ve güvenlik uzmanları, diplomatlar, silah tüccarları vb. katıldı. NATO üyesi olarak Türkiye’yi, Başbakan Erdoğan -geniş katılımlı bir heyetle– temsil etti. Kamuoy una yansıyan tar tışmalara bakıldığında emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma dalaşı yürüttüğünü görmek hiç de zor değil. Emperyalistler dünyayı paylaşma dalaşını sürdürürken, bunu, ezilenlere “barış için mücadele”, “terörizme karşı mücadele”, “güvenliğin sağlanması”, adil ve demokratik bir dünya yaratma” mücadelesi vb. olarak sunmaktadırlar. Bu seneki konferans 9-10 Şubat t a r i h le r i nd e ge rç e k le ş t i r i ld i . Cumartesi, ayın 9’unda yapılan protesto yürüyüşüne katılım, eylemi düzenleyenler tarafından 7 binden fazla olarak açıklandı. Polisin tavrı geçen senelere göre daha az saldırgan olmasına rağmen, hem yürüyüş öncesinde, hem yürüyüşte, hem de yürüyüş sonrasında polisin saldırganlığı, provokasyonu yaşandı. Gözaltına alınanların sayısı 45 ve 2 kişinin de tutuklandığı bilgisi kamuoyuna verildi. Son üç yıldır konferansın parçası haline getirilen “Barış Madalyası”, bu sene Kanadalı bir NATO-askerine verildi… Buna protesto tavrı olarak “Münih Amerikan Barış Komitesi” de yapılan mitingte eski Amerikan askeri Chris Capps’a ödül verdi. Chris Capps Irak’ta görev yaptıktan sonra, Afganistan’da gö-

revlendirilmek istenir ama o gitmez, firar eder ve böylece “asker kaçağı” olur. Konferansın gündemini “Düzen içinde olmayan bir dünya – Değişen güç dengeleri ve olmayan stratejiler” başlığı belirledi. Buna göre temel konu dünya üzerinde yürüyen savaşlar ve bu bağlamda NATO’nun rolü ve geleceğiydi. Tek tek alt başlıklara bakıldığında ise, Afganistan’da durum, NATO’nun iç sorunları, Balkanlarda ve Ortadoğu’da durum, Türkiye’nin iç ve dış güvenlik siyasetinin çıkarları, AB ile NATO’nun ilişkileri, ABD ve aynı zamanda Almanya’nın gelecekte Rusya ile ilişkileri gibi ara başlıklar vardı. Konferansta özellikle NATO’nun geleceği bağlamındaki tartışmada Afganistan’daki durum ve gelişmelerin belirleyici ve esas tartışma olacağı aslında konferans öncesindeki gelişmelerden belliydi. Hem ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in NATO’ya üye ülkelerin savunma, gerçekte savaş bakanlıklarına gönderdiği mektupta Afganistan’a daha fazla asker gönderilmesi gerektiği talebinin kamuoyuna yansıması, hem de NATO’nun Münih Konferansı’ndan iki gün önce Litvanya’nın Vilnius kentinde yapılan NATO-Savunma Bakanları toplantısında dile getirilenler, NATO’nun geleceğinin doğrudan Afganistan’daki işgal ve savaşla bağıntılı tartışıldığını ortaya koyuyordu. Dergimizin 110. sayısında “Afganistan NATO’nun geleceği mi?” ara başlığı altında konuya dikkat çekmiş ve şunları tespit etmiştik: “Özetle aktarmak gerekirse, Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra emperyalistler NATO’nun rolünü ve görevini “sosyalizme, sosyalist bloka karşı” olmaktan çıkarıp NATO’ya dünya egemenliği dalaşında işgal gücü rolünü vermeye yöneldiler. Afganistan savaşı esasında hem emperyalistler arası dalaşta mevzi kazanma, hem işgalcilerin yeni silah denemeleri, askeri harekat deneyimi

elde etme ve hem de NATO’nun üzerlendiği yeni misyonu başarıp başarmayacağının test edildiği bir savaştır. Gerek NATO yetkilileri gerekse de örneğin ABD emperyalizminin Afganistan Ataşesi’nin açıklamalarına göre, Afganistan’daki savaşta sadece Afganistan’da Taliban’a karşı savaşı kazanmak değil, NATO’nun geleceği de sözkonusudur. ABD’nin Afganistan Ataşesi açıkça NATO Afganistan’da “ya savaşı kazanacaktır ya da örgüt olarak akamete uğrayacaktır” demektedir. Kimileri de açıkça, “NATO değişimini dünya çapında müdahale edecek istikrargücüne dönüştürecek ve böylece küresel güvenliğin merkezi olmayı başaracak mı?” tespitleriyle, emperyalistlerin gerçekte NATO’ya hangi misyonu biçtiğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşıma bağlı olarak da NATO’nun kaderi de Afganistan’da savaşın kazanılmasına bağlanmaktadır. Yani NATO, Afganistan’da kendi geleceğini belirlemek için de savaş yürütmektedir.” (sayfa 13-14) Konferansta yürüyen tartışmaların merkezinde de “NATO değişimini dünya çapında müdahale edecek istikrar gücüne dönüştürecek ve böylece küresel güvenliğin merkezi olmayı başaracak mı?” sorunu vardı. Bu temelde yürüyen tartışmalarda, tarafların şimdilik farklı görünen, ya da daha doğrusu kamuoyuna farklı imiş gibi gösterilen tavırlara rağmen sonuç bellidir: Afganistan’daki işgal gücünün sayısı önümüzdeki süreçte yeniden artırılacaktır. Pek öne çıkmasa da ABD ve aynı zamanda genelde NATO üyesi ülkelerle Rusya arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği bir durum yaşanmaktadır. Bu çelişkinin fazla öne çıkmaması, esas olarak Rusya temsilcisi Sergej İwanow’un, geçen sene Putin’in takındığı tavır gibi, açık eleştiriden kaçınmasıydı. Kimi ABD’li siyasetçilerin Rusya’nın G8 grubundan dışlanmasını talep etmesi de bu konudaki gelişmelerin bir yansıması.

Savaş ortağı Türkiye… Bu seneki konferansın Türkiye için farklı olan bir yanı, Başbakan Erdoğan’ın konferansın açılış konuşması yapmasıydı. Kuşkusuz ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkilileri bunu büyük bir başarı olarak, Türkiye’nin büyüklüğünün bir isbatı olarak propaganda etti, ediyorlar da. Fakat işin perde arkasında, Türkiye’nin NATO üyesi devlet olarak başta Afganistan’daki savaşa, ama genelde NATO’nun yürüteceği savaşlarda daha fazla yer alması; buna bağlı olarak Afganistan’a daha çok asker göndermesi gerektiği talep ve beklentiler vardır ve bunların üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Bütün çabalara rağmen bazı şeyler gizlenemiyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin keskin savunucuları olan kimi burjuva kalemşorlar, ABD’nin Türkiye ile PKK’ye karşı son dönemde gerçekleştirdiği işbirliğinin, Türkiye’den askeri destek istemekle bağıntılı olduğunu açıkça yazmaktadırlar. Hürriyet gazetesinden Ferai Tınç “Afganistan’a asker istiyorlar” başlıklı yazısında: “Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Mühih’teki toplantının açılışında, ‘Uluslararası toplumu Afganistan’ da kazanmak zorunda’ dedi ve 750 askerimizle Afganistan’da bulunduğumuzu söyledikten sonra ‘yardım desteğimizi sürdüreceğimizi’ söyledi. Bunca yıldır PKK konusunda hareketsiz kalan ABD’nin Hakkari’deki PKK saldırısından sonra vermeye başladığı askeri desteğinin tek nedeninin bu son eylem olmadığı daha iyi görülüyor artık.” (10 Şubat 2008) tespitini yapmaktadır. Yine Türkiye cumhuriyeti devletine yıllarca diplomatlık yapan ve emekli olduktan sonra da “akıl babalığı” yapan İlter Türkmen ise şunları savunmaktadır: “Meseleye Türkiye açısından ba-

11


panorama kınca, biz de global terörün tehdidi altında bulunduğumuza göre, Afganistan’da Taliban’ın güçlenmesini bir endişe kaynağı olarak görmemiz gerekir. Diğer taraftan NATO’nun başarısızlığa uğrayarak dünyadaki güvenlik dengesinde görevini yerine getiremeyecek hale gelmesi, Türkiye’yi de kaygılandırmalıdır. NATO, günümüzde Türkiye ile Batı arasındaki en önemli bağdır. Bu noktadan hareketle Afganistan’da NATO dayanışmasına daha fazla destek vermek opsiyonunun iyi incelenmesi doğru olur.” (Hürriyet, 19 Şubat 2008) Yani Türkiye’nin Afganistan’a daha fazla askeri güç göndermesi talep edilmektedir. Kuşkusuz ki sadece burjuva kalemşorlar veya “akıl babaları” böyle düşünmüyor. Bunlar esasında devletin siyasetini kitlelere kabul ettirmenin araçları. Somut olarak Türkiye de, PKK’ye karşı olma adına Kürtlere karşı yürüttüğü savaşın ötesinde, Afganistan’da ve gündeme gelecek yeni “NATO savaşlarında” savaş ortaklığı yapma konumundadır ve giderek daha fazla savaş hazırlığı içindedir. Türkiye’de başta Türk milletinden işçiler emekçiler olmak üzere tüm milletlerden ve milliyetlerden işçilerin emekçilerin görevlerinden biri de, devletin haksız, gerici, karşıdevrimci savaşına, savaş planlarına karşı mücadeledir. Bu bi l i nçle yen iden şu n la r ı vurguluyoruz: “Dünyanın ezilenleri için temel sorun, emperyalistlerin kendi aralarındaki dalaşa rağmen, ezilenlere karşı birleştiğinin bilincinde hareket ederek tüm emperyalist güçlere, emperyalizme bir bütün olarak karşı çıkmak, sömürü sistemini tarihin çöplüğüne atmak için devrim mücadelesini yükseltmektir. Sömürenlerin, egemenlerin ve genelde emperyalist ve kapitalistlerin güvenliğinin, dünyanın ezilen halklarının, işçi ve emekçilerinin güvensizliği; ezilen halkların, dünya işçilerinin ve emekçilerinin güvenliğinin tehditi üzerinden yükseldiği bilinçlere kazınması gereken gerçeklerden biridir. Bu bilinçle devrim için mücadeleyi yükseltelim!” (Çağrı, sayı 109, sayfa 15) 20 Şubat 2008 ✓

12

Ateşkes resmen bitti, savaş sürüyor… - SRİ LANKA -

S

ri Lanka’daki gelişmelerle ilgili son olarak dergimizin 107. sayısında tavır takınmıştık. Somut gelişmeleri özetleyerek anlatmış ve ateşkesin gerçekte sadece kâğıt üzerinde varolduğunu ortaya koymuştuk. (Ateşkes sürecindeki gelişmelerin özetini öğrenmek isteyen okurlara dergimizin 107. sayısına, sayfa 5-6’ya bakmalarını tavsiye ederiz.) Sözkonusu yazımızın sonuna doğru Tamil Kaplanları’nın (LTTE) milliyetçi, reformist siyasetine işaret ettikten sonra şunu tespit etmiştik: “Ama, bu siyasete rağmen, silahlı mücadelenin, emperyalist güçlerin de desteğine sahip Sri Lanka egemenlerinin zorlaması sonucunda şiddetlenmesi, ve evet artık sadece kâğıt üzerindeki ateşkesin resmen de bitirilmesinin tüm koşulları mevcuttur.” (sayfa 6) Aralık 2006 tarihinden Ocak 2008’e kadar Sri Lanka devleti sürekli biçimde Tamil güçlerine karşı saldırılarda bulundu, bilinçli hedeflerle LTTE’yi güçsüzleştirme ve yenilgiye uğratma siyasetini güttü. Bu süreçte LTTE esas olarak çatışmama taktiğini seçti ve arasıra misilleme eylemleriyle yetindi. Buna rağmen devletin saldırıları sonucu binlerce insan yaşamını yitirdi, yüzbinlerce insan evini-barkını terketmek zorunda kaldı. Tüm bunlar uluslararası arabulucularla birlikte Sri Lanka devleti ile LTTE temsilcilerinin karşılıklı ateşkes ilan etmelerine, anlaşmaya ortak imza atmalarına rağmen yaşandı. Ateşkes, devlet tarafından 16 Ocak 2008 tarihinden itibaren resmen bitirildi; böylece yeniden resmen de ateşkesin ilan edildiği 22 Şubat 2002 tarihi öncesine dönüldü. Ateşkesin resmen bitirilmesi nedeniyle, ulus-

lararası görüşmeleri yürüten arabulucular ülkelerine döndü ve büroları kapandı… Ateşkes anlaşması şimdi, tarihi bir belge olarak çekmecelerde tozlanmaya bırakıldı bile. Bu koşullarda LTTE’ye de –eğer öyle ya da böyle mücadelesini sürdürecekse, devletin saldırılarına karşı yeniden silahlı mücadeleye dönmekten başka seçenek kalmamıştır. Ateşkes ilanına rağmen silahlar elde tutulduğundan da bu konuda zorluk yaşanmayacaktır. Ama ateşkes sürecinde LTTE’nin aldığı darbelerle belli ölçüde zayıfladığı ve kimi alanların düşmanın eline geçtiği ise inkar edilemeyecek kadar açıktır.

Kısa kısa kimi noktalar… LTTE ateşkes kurallarına uymaya çalıştı ve uluslararası arabulucularla “barışçıl çözüm” bulma çabasını sürdürdü. Fakat andaki Devlet Başkanı Rajapakse ateşkes anlaşmasından sonraki süreçte seçildi. Tamillere özerklik verilmesini reddeden, çözümü askeri yolla -yani LTTE’yi askeri olarak yenme, yok etme temelinde bir çözüm– arayan siyasetin ve pratiğin baş uygulayıcısı oldu. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB içindeki emperyalistler de Sri Lanka egemenlerine desteklerini esirgemediler. LTTE’nin ateşkes anlaşmasına imza attığı ve Avrupalı (Norveçli) arabulucular ile sorunu barışçıl temelde çözmeye çaba gösterdiği bir ortamda, AB’li güçler ABD’nin isteği üzerine 30 Mayıs 2006’da LTTE’yi “terörist örgütler listesi”ne aldı. Bu açıkça Sri Lanka devletine, Tamillere karşı saldırılarını, savaşını sürdür demenin de işaretiydi. “Teröristlerle” “barış” olur muydu hiç? Olmaz!…

Bu tavırlar Sri Lanka’da ateşkesin her an kâğıt üzerinde de sona ereceğinin somut verileriydi. Sürekli askeri saldırılar, bombardımanlar yüzbinlerin yollara düşmesi vb. durum, emperyalistlerin doğrudan desteklediği savaşın ürünü durumunda. Sri Lanka’da anda LTTE’ye karşı yürütülen savaş sadece Sri Lanka egemenlerinin değil, ABD’nin AB’nin de savaşıdır. LTTE’nin ise hem Sri Lanka devletine, hem de emperyalist destekçilere karşı mücadele verip vermeyeceği şimdilik belli değil. Emperyalistlerin, kapitalistlerin ezilenlere karşı siyasetleri kavrandığında, onlarla pazarlıklarla –güç dengeleri de gözönüne alınarak– ulusal sorunun çözülmeyeceğinin en açık örneklerinden biridir bu ateşkes süreci. İçinde bulunduğumuz koşullarda, sosyalist bir ülkenin olmaması, güçlü bir komünist hareketin olmaması ve evet devrimci hareketin de güçsüz olduğu koşullarda; egemenlerle pazarlık yürüterek, anlaşmaya çalışarak ulusal sorunu çözmek –tabii ki çözümden gerçek bir bağımsızlık, eşitlik vb. anlaşılıyorsa– abestir. Mücadele sürecinde taktiksel olarak ateşkes ilan etmek, yeniden güç toparlamak vb. hedefli ateşkesler gerekebilir, zorunlu ve doğru da olabilir. Ama düşman olarak karşısında savaş yürütülen güçle barışmak hedefli bir ateşkes uzun vadede intihar demektir. Sri Lanka örneği bunu ortaya koyuyor. Uzun süreli pazarlıklar, genelde devletin karşı tarafı güçsüzleştirme çabalarının, oy unlarının pratiğiyle geçmektedir. Sömürücülerin sözlerine inanmak en iyi halde siyasi saf lıktır ve sonucu çok kötü olmaktadır. LTTE’nin çözümü ateşkes anlaşmasıyla ve uluslararası arabulucular üzerinde Sri Lanka yönetimine barışçıl çözümü dayatmasıyla aramaya çalışması, reformist siyasetinin bir sonucuydu. Kendilerine başka seçenek bırakılmadığı yerde, yeniden silahlı mücadeleyi şiddetlendirmeleri, kuşkusuz ki devrimci bir siyaset için yetmiyor. Esas mesele silahların ne için hangi amaçla kullanıldığıdır. Sorunun çözümünü sistem içinde aradıkları sürece, –bu konuda tavırları şimdilik özde değişmemiştir– ne kadar şiddetli savaş olursa olsun işin özü değişmiyor. Tam da bu reformist siyaset, ateşkese uyma adına LTTE’yi zayıflatmıştır. Devlet güçleri ülkenin doğusundaki LTTE kontrolündeki alanları kendi kontrolü altına almıştır. Bu süreçte LTTE’nin doğu bölgesindeki güçlerinin başkomutanlarından biri ihanet edip karşı tarafa geçmiş ve devletin saldırılarına yol göstericilik yapmıştır. ABD emperyalizmi bölgedeki nüfuzunu güçlendirmek yolunda Sri Lanka devletiyle yeni askeri anlaşmalar yapmış, adına lojistik anlaşma


panorama dense de, gerçekte savaş araçları lojistiği anlaşması yapılmıştır. Örneğin radar sistemi yerleştirilmekte ve özellikle de LTTE’nin yönetici kadrolarının bulunduğu yerler tespit edilmeye çalışılmakta, tespit edildiğinde ise saldırılarla katledilmektedirler. Bunun açık örneği barış görüşmelerini yürüten LTTE’nin “ikinci adamı” olarak gösterilen ve siyasi lideri olan S. P. Thamilselvan’ın 2 Kasım 2007 tarihinde bombardımanla katledilmesiydi. Thamilselvan sorunu barış görüşmeleriyle çözmekten yana olan, devletin tüm saldırılarına rağmen ateşkesi ayakları üzerine oturtmaya çalışan biriydi. Tam da barıştan yana olan birini katletme eylemiyle devlet bir kez daha Tamillerle barış istemediğini açıkça ilan ediyordu. Sri Lanka devlet yetkilileri bu yaza kadar LTTE’nin lideri Prabakharan başta olmak üzere örgütün yönetici kadrolarını “elimine” etme, yani açıkça yok etme ve LTTE’yi yenme hedefini önüne koymuş ve bunu Sri Lanka ordusunun esas görevi olarak tespit etmiştir. Bu arada Thamilselvan’ın katledilmesinden sonra LTTE’nin askeri gizli hizmetler bölümü başkanı Ravishankar ve yanındaki üç askeri görevli de öldürüldü. Şu ya da bu yönetici kadroyu katletmeleri bundan sonra da mümkündür, fakat LTTE’ye karşı zafer kazanma heveslerinin kursaklarında kalması bizleri sevindirecektir. LTTE’nin siyasetini reformist, milliyetçi siyaset olarak eleştirsek de, Sri Lanka devletine karşı verilen ulusal haklar için mücadelenin destekleyicisiyiz. Tamil halkına özgürlük, ayrı devlet kurma hakkı! gibi şiarlar bizim savunduğumuz şiarlardır. Sri Lanka egemenleri bir milletin, halkın en temel demokratik haklarını ayaklar altına almıştır, hemen her gün Tamil halkından insan katletmektedir. Tüm bu vahşete karşı çıkmak, en basitinden demokrat olmanın gereğidir. LTTE gelinen yerde, bir yol ayrımındadır: Ya reformizminden kurtulup devrimci yolu seçmek, ya da reformizme tümüyle batmak! Arzumuz devrimci yolu seçmesidir. Dayanışmamız Tamil halkının kurtuluş mücadelesiyledir! 23 Şubat 2008 ✓

Almanya’daki ırkçı saldırıların sorumlusu emperyalist Alman devletidir! - ALMANYA -

A

lmanya’daki yabancılara yönelik ırkçı saldırlar kuşkusuz 3 Şubat’ta başlamadı. Biz burada Almanya’nın uzak geçmişini tartışmayacağız. Yakın tarihinde Möln ve Solingen’deki kundaklama olayları hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Kuşkusuz Almanya’daki ırkçı saldırılar yalnız Türkiye’lileri hedeflemiyor, Alman olmayan diğer uluslardan insanları da hedefliyor. 3 Şubat’ta Ludwigshafen kentinde 5’ i çocuk 9 Türkiyeli’nin yaşamını yitirdiği kundaklama olayı Almanya’daki ırkçı saldırıları tekrar gündeme soktu. Bu saldırı üzerine her zaman olduğu gibi Alman emperyalist devletinin şahin politikacıları timsah gözyaşları döktüler ve olayı soruşturacakları mesajını verdiler. Daha cenazeler toprağa verilmeden eyaletin SDP’li (Sosyal Demokrat Parti) eyalet başbakanı Kurt Beck yaptığı açıklamada “Yangının yabancı düşmanlığından kaynaklandığı yönünde ipucu yok” açıklamasını yaptı. Açıklama ırkcı saldırıların önünü açıyordu. Kundaklamanın tek sanıkları olan iki kız kardeşin tanıklıkları yaşları küçük diye ciddiye alınmadı. Aynı binaya 2 Ağustos 2006’da molotofkokteyli atıldığı ortaya çıktı. Ludwigshafen kentinin belediye başkanı, yangının 2. Dünya Savaşı sonrasının en büyük yangını olduğunu söyledi. Ludwigshafen’de 24 Türkiyeli’nin oturduğu ve karnaval nedeniyle birçok kişinin bulunduğu binada pazar günü çıkan yangında 48 yaşındaki Medine Kaplan, beş aylık hamile 31 yaşındaki Hülya Kaplan, onun kızları dört yaşındaki Karanfil, 11 yaşındaki Dilara Kaplan, yeğeni iki yaşındaki İlyas Çağlar, Medine Kaplan’ın diğer gelini 21 yaşındaki Döne Kaplan, onun çocukları üç yaşındaki Kamil, iki yaşındaki Kenan Kaplan ve akrabaları 22 yaşındaki Belma Özkaplı öldü. 20’si ağır 60 kişi yaralandı.

Ludwigshafen’deki olaydan hemen sonra, üç yangının daha çıkması eyalet başbakanı Beck’i yalanlar nitelikteydi. Ruhr eyaletine bağlı Herne kentinde çoğu Türkiyeli ve yedisi çocuk 16 kişinin yaşadığı dört katlı binada yangın çıktı. (Bugün yapılan açıklamada bu yangının kundaklama olduğu resmen açıklandı.) Bu yangında 16 kişi dumandan zehirlendi. Herne kenti polis sözcüsü, Ludwigshafen kentindeki gibi bir felaketten ucuz kurtulunduğunu söyledi. Baden Württemberg eyaletinin Backnang kentinde beş katlı bir binada da henüz sebebi belirlenemeyen bir yangın çıktı. Yangında 36 yaşındaki biri öldü, beş kişi hafif yaralandı. Recklingshausen’de birçok ailenin kaldığı bir binadaki yangında 50 yaşındaki mal sahibi öldü. (Radikal) Tarih 19 Şubat 2008, saat 22:36, Al­manya’nın Marburg kenti yakınlarındaki Dautphetal kasabasında, bir Türk ailesinin oturduğu ev kundaklandı. “Wetzlarer Neue Zeitung” ve “Oberhessische Presse” adlı iki yerel gazetede yer alan habere göre, evde yaşayan 55 yaşındaki Türk kadını, yangından kısa süre önce evin yakınından kaçan ve ellerini havaya kaldırarak “yabancılar dışarı” diye bağıran 2 kişiyi gördüğünü söyledi. Yangından yaklaşık 2 saat önce de evin duvarına “nefret” anlamına gelen Almanca “Hass” sözcüğünün yazıldığı kaydedildi. Öte yandan Almanya’nın başkenti Berlin’de, Türkiyeli’lerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg ilçesinde 2 ayrı yerde yangın çıktı. Bir yangında Türkiyeli’lere ait Hicret İslam Cenaze Servisi’nin bulunduğu binadan geldi. Gece 01.30 sıralarında çıkan yangını erken fark eden bina sakinleri, itfaiye ve polisi olaydan haberdar etti. Hicret İslam Cenaze Servisi’nde çalışan Dinçer Balcı, yangının neden çıktığı konu-

sunda bilgileri olmadığını söyledi. Avrupa’nın Danimarka, Fransa, Avusturya.. gibi ülkelerinde de yabancılara yönelik devletin ve açık ırkçı faşistlerin saldırıları artarak devam ediyor. Bu ırkçı faşist saldırılar durduğu yerde ortaya çıkmıyor. Bu ülkelerde yıllardır yabancılar 2. 3. sınıf insan muamelesi görüyor. İşsizlikte hemen yabancılar hedef tahtasında. Seçim propagandaları yabancılara karşı karalama kampanyaları üzerine kurulu. Yabancılardan biri suç işledi mi burjuva medya bütün yabancıları hedef tahtasına koyuyor. Almanya ve Avrupa’nın bir dizi ülkesinde çıkarılan göç yasaları ile yabancılara karşı saldırıların zemini yaratılıyor. Bu ırkçı faşist saldırılardan bu ülkelerdeki devletler birinci derecede sorumludurlar. Ludwigshafen’de yapılan cenaze törenine Başbakan Erdoğan da katılarak yetkililerden olayın aydınlanmasını istedi. Bazı komisyon üyeleriyle birlikte Almanya’da incelemelerde bulunan Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, göç yasası nedeniyle Almanya’da yaşayan Türk toplumunun endişeli ve huzursuz olduğunu belirterek “Göç yasası ayrımcılık içeren bir yasa” dedi. İnsan Hakları Komisyonu Üyesi DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal da göç yasası ile Türklerin hedef alındığını belirterek “Yasa, insan haklarına aykırı ve ayrımcı bir yasa” diyerek tepkilerini gösterdiler Akın Birdal’ı dışarıda tutarak Türk yetkililerinin bu ırkçı yasalara karşı açıkmalarını iki yüzlülük olarak değerlendiriyoruz. Anayasanın 3. maddesinde “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” anlayışı ile bu ülkede yaşayan farklı ulusların varlığı inkar edilmiştir, ulusal talepleri yok sayılmış, bu politikalar sonucu zindanlar doldurulmuş, insanlar darağaçlarında sallandırılmıştır ve en son Ermeni düşmanlığnın da bir sonucu olarak Hrant Dink bizzat resmi devlet yetkilileri tarafından tehdit edilip hedef gösterilmesinin ardından katledilimiştir. Malatya katliamı, Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Silvio Santoro’nun katledilmesi bu ırkçı politikaların sonucudur. En son basına yansıdığı kadarıyla, rahip Andrea Silvio Santoro’nun polis tarafından dinlenirken öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu örnekleri çoğaltabiliriz… Irkçılık, Milliyetçilik kapitalizmin esas gıda kaynağıdır. Irkçılığın ve milliyetçiliğin zehirini geniş emekçi yığınlar içinden söküp atamazsak bu saldırılar her zaman gündemde olacaktır. Kapitalizmin kaçınılmaz yol arkadaşı olan milliyetçilik, ırkçılık devrim ile tarihin çöplüğüne atılacaktır. 28.02.2008 ✓

13


yeni dünya gençliği

Eğitim sisteminde ÖSS gerçeği “ÖSS’ye Karşı Söz Karar Bizim!”

14

Eğitim sorununun önemli bir gerçeği olan ÖSS’nin (Öğrenci Seçme Sınavı) eğitim almak isteyen genç yığınlar arasında nasıl bir çile yarattığını bilmeyenimiz yok gibidir. Milyonlarca insan önce adi bir rekabetin içine çekilir ve bütün bir hayatı 3 saat 15 dakikayla belirlenmeye çalışılır. Sonuç olarak her yıl olduğu gibi milyonlarca genç umutsuzluğa terk edilerek gelecek kaygısıyla baş başa bırakılır. Bu sınavdan geçenleri ise yeni yeni engeller beklemektedir. Üniversite hayalleriyle yaşayan bu genç insanların önünde Çin Seddi gibi duran ÖSS’nin onların eğitim hakkını elinden aldığı apaçık ortadadır. Oysa egemenlerin sürekli nutuk çektiği demokratik toplum, eğitim herkes için temel bir haktır ve engellenemez safsataları hiç de inandırıcı değildir. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda bugün de olduğu gibi eğitim sermayenin hizmetine sunulur, bilim insanı, bilgili toplum yerine, köle insanlar, sessiz ve asimile edilmiş bir toplum yaratılır ve bunların içinde köle olacak adaylar önceden belirlenir. Binlerce yoksul genç üniversite kapılarından geri çevrilerek sistemin sömürü çarkında ezilmeye itilir. Eğitim hakkı önemli ölçüde yoksul emekçi çocukların elinden alınırken, bu hak belli bir azınlığın hizmetine sunulmuştur. Yürürlüğe geçirilen eleme sınavları ise ”bu hak çalışanın hakkıdır” ya da “parası olan okusun” mantığı ile uygulanmaktadır. Peki bu kadar çok başarı gösteren, çalışkan öğrenci sıfatı taşıyanlar daha çok kimlerdir? Ülkenin üstün eğitim veren paralı okullarında, özel eğitim fırsatıyla ders görenlerin ve yarına dair hiçbir kaygısı olmayan öğrencilerin önüne gelecek her türlü sınavdan geçmeleri kaçınılmazdır. Bırakın sınav telaşını ya da çok başarı göstermelerini, maddi durumu çok iyi olup da okumasam da olur diyenlerin ise ya yüklü bir miras beklediği ya da nasılsa kendi için kurulmuş binlerce dolarlık özel okulların birinde okurum rahatlığı vardır. Sistemdeki fırsat eşitsizliğinin ve bu adaletsizliğin diğer bir sonucu ise, çürümüş dersliklerde, temel bilimden uzak, ırkçı politikaların belirlediği eğitimle karşılaşan genç yığınlar yatmaktadır. Kimlerdir bu genç yığınlar? Yoksul işçi ve emekçilerin yarını olan yoksul öğrencilerdir, para bulamadığı için okula gidemeyip, işletmelerde iliğine kadar sömürülenlerdir. Üniversiteyi kazanamadığı için ailesinin üç kuruşluk geliriyle dershane kapılarına muhtaç bırakılanlardır. Yaratılan bu kaderi bu çocukların kendileri seçmedi, bu sistemin çarkını çevirenlerin onlar

için reva gördüğü yaşam biçimidir ve amaçları bu çocukların geleceklerini ellerinden almaktır. Bu çocukları geleceksizliğe mahkum etmektir. Devletin resmi olarak uyguladığı sınavlardan biri olan ÖSS’nin toplumun bu kesimini nasıl adi bir rekabete sürüklediği ve onları bu sınavdan nasıl elediği bu rekabetçi sistemde anlaşılır bir gerçektir. Binlerce genci üniversite kapılarından geri çeviren ve onları çelişkilerle dolu ağır bir hayata terk eden ÖSS’nin, işçi ve emekçileri daha en başından elemesi, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu yeni genç köle aramasından kaynaklanmaktadır. ÖSS sınavındaki engele takılan yoksul gençlerin işletmelerde sömürüye terk edilmesi bu gençlerin okul okuma hayallerini de söndürmektedir. Evet, ÖSS işçi ve emekçi ailelerin çocuklarını elemek için uygulanan bir sınavdır. Eğitim sisteminde cinsel ayrımcılığın en yoğun yaşandığı kesim ise yine bu yoksulluğa terk edilen işçi ve emekçiler arasında yaşanmaktadır. ÖSS’nin eleme gerçeğinden yola çıkıp kendimize şu soruyu sorabiliriz: ÖSS Kadınları eliyor mu? Kapitalizm erkeğin egemen olduğu bir toplumdur ve erkeğin hüküm sürdüğü böylesi bir toplumda kadınların ikinci sınıf insan muamelesi görerek aşağılanması kapitalizmde kadınların ne durumda olduklarının göstergesidir. İşçi ve emekçi kadınların böylesine bir düzende ya çocuk üreten bir organizma, ya erkeğin cinsel ihtiyacını karşılayan bir araç veya erkeğin hizmetine sunulmuş bir köledir. Tabi böylesine bir toplumda da ÖSS kadınları eliyor demek konuya çok dar yaklaşmak demektir. ÖSS hiçbir yaşama garantisi olmayan, aile veya koca baskısına mahkum edilmiş, fabrikalarda ucuz işgücü, “kadın kısmı hiç okur mu?”

deyip ev köleliğine terk edilmiş kadınları elemektedir. Böylesine bir sınav para kaygısı olmayan, ailesinin servetiyle lüks bir hayat sürdürenleri ne kadar etkileyebilir ki? Evet ÖSS, yoksul işçi ve emekçi kadınları daha baştan eliyor. Eğitim sisteminin, burjuva eğitim sistemi olmasının diğer bir özelliği ise ırkçı ve egemen olan ulusun diline ve kültürüne dayalı olmasıdır. Yeryüzünde birçok etnik grup ve ulus yaşamaktadır. Bir ulusun diğer bir ulus üzerinde hakim olması ise kapitalizme, kapitalist üretim biçimine özgü gerçekliktir. Stalin yoldaşın ulusal sorun ve sömürgeler sorununa ilişkin yaptığı değerlendirmede bir ulusun ulus olabilmesi için tespit ettiği beş önemli kıstaslardan biri olan dil sorunu karşısında, hakim ulusun burjuvazisi kendi dilini dayatarak ezilen ulusun dilini hiçe saymakta ve ezilen halkları asimile etmektedir. Daha çok mevcut eğitim sisteminde önümüze çıkan bu olgu Kürtler üzerindeki baskının bir parçasını oluşturmaktadır. Anadilde eğitim hakkının tanınmaması, ezilen bu halkın kendi diline ve kültürüne yabancılaştırılması için uygulanan Türkçeyle sınırlı eğitim dilinin kendisidir. Ezilen halkları asimile etmek için devletin bütün eğitim hanelerinde yürütülen bu uygulama egemenlerin vaz geçemeyeceği bir uygulamadır. ÖSS’nin eleme duvarına takılan binlerce Kürt gencin anadilinde eğitim görememesinden kaynaklı ikinci bir sorun haline gelmektedir. Böylesi bir sorundan kaynaklı ÖSS gibi bir eleme mekanizmasının Kürtleri de elediğini söyleyebilir miyiz? Tüm bu sorunlara rağmen ÖSS engeline gelip takılan binlerce Kürt öğrencinin yine önemli bir çoğunluğunun açlığa, sefalete itilmesi, her türlü şiddet ve baskıyla karşı karşıya gelmesi, fabrika ve tarlalarda ilkel köle muamelesi görmesi, ÖSS’nin işçi ve emekçi Kürt çocuklarını neden elediğinin cevabıdır. Bu sınav toprağında yüzlerce köle çalıştıran Kürt toprak sahiplerinin, işyeri sahibi ya da tefecilikle insanların kanını emenlerin çocuklarını ne kadar eleyebilir ki. Nasılsa hiçbir üniversitenin veremeyeceği imkanlara; edindikleri miraslarla erişmektedirler. Evet ÖSS, yoksul işçi ve emekçi Kürt gençlerini daha baştan elemektedir. Kapitalizmin hakim olduğu toplumlarda eğitim sorurunun biz işçi ve emekçiler ve özellikle genç işçiler açısından ne büyük bir sorun oluşturduğu açık ortadadır. Kapitalizme karşı yürütülecek mücadelenin eğitim sorununda çözülmesinde tek yöntem olduğunu ve hangi yönden olursa olsun hiçbir elemeye tabi tutulmadığımız, bilimsel ve toplumun

ihtiyacı üzerine kurulmuş eşit, özgür eğitim sisteminin tek mümkünatının sosyal düzende, sosyalizmde mümkün olabileceğini görmeliyiz. Fakat bunun teminatını verebilmemiz için bugünden yürüteceğimiz her türlü mücadelenin önemini devrimci gençlik olarak çok iyi kavramalı ve demokratik haklarımız için bugünden mücadelemizi hızlandırmalıyız. Yeni Dünya Gençliği olarak, bu bilgiler ışığında içinde örgütleyicilerinden biri olduğumuz ve 24 Şubat’ta Ümraniye Bir Mayıs Mahallesinde gerçekleştirilen ÖSS’ye Karşı Söz Karar Bizim Forumu’nda ÖSS’nin nasıl bir eleme mekanizması olduğunun altını çizdik. Bazı öğrenci çevrelerinin ve reformist akımların yaklaşımlarında konduğu gibi sorunun tek başına öğrenci sorunu olmadığını toplumun bütün ezilenlerini ilgilendirdiği yerde soruna sınıfsal bir perspektifle yaklaşılması gerektiğini, meselenin özünü kapitalizmin yarattığı çelişkilerde arayarak mücadelenin yürütülmesini öne çıkardık. Yaklaşık yedi saat süren ve üç oturumda gerçekleştirdiğimiz forumda, ÖSS kimleri eliyor, bir tek eleme mekanizması ÖSS’mi ve kurumların mücadele deneyimleri ve çözüm önerileri başlıkları altında yürütüldü. Kapanış konuşmasının ardından Grup Mayıs sahne alarak katılanlara keyifli bir müzik dinletisi sundu ve ardından Mayısta Yaşam Kooperatifinin hazırladığı “Kaybeden ÖSS olsun” tiyatro gösterimiyle etkinlik sona erdi. Forumda diğer farklı gençlik örgütleri ve derneklerle birlikte iş yapabilme olanağının yaratılmış olması ve gençliğin önemli sorunlarından biri olan ÖSS’nin değerlendirilip tartışılması gençlik mücadelemize de olumlu yansıdı. Foruma ilişkin eleştirimiz ise konuşmacı olarak katılan kurumların birçoğunun konu başlıkları dışında değerlendirmeler yapmış olmalarıydı. Bu durum forumdan iyi bir sonuç çıkarılması açısından olumsuzluk yarattığını düşünüyoruz. Fakat bütün katılımcıların ÖSS sorununa dair büyük bir duyarlılık göstermiş olmaları ve elbirliğiyle mücadelenin önemli olduğunu dile getirmiş olmaları forumun önemli etkilerinden biri oldu. Bizler Yeni Dünya Gençliği olarak mücadelemizi işçi sınıfını merkezimize alarak yürütüyoruz ve bunun için ÖSS’nin adaletsizliğini göstermek istiyorsak onun asıl kimleri elediğini ve kimler için yıkılması gereken bir duvar olduğunu da iyi görmemiz gerekiyor. Eğitimdeki fırsat eşitsizliğine son! Kırıntı değil, dünyayı istiyoruz! Yeni Dünya Gençliği ✓


yeni dünya gençliği

S

SSGSS: Geleceğimize sahip çıkalım!

on günlerde yürürlüğe girmesi gündemde olan SSGSS gençler açısından da çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bir şekilde farklı gündemler oluşturularak halkın ilgisini başka yerlere çekmeye çalışarak bu tasarıyı sessizce hayata geçirme çalışmaları yürütülmektedir. SSGSS henüz yürürlüğe girmeden yapılan değişiklikler, uygulama sonrasında sağlık hakkının daha da kısıtlanacağını, piyasanın vahşi koşullarına terk edilen sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için daha çok katılım payı ve kullanıcı ödentisi gerekeceğini, karşılayamayacak durumda olanların ise hizmetten mahrum kalacağını göstermektedir. Hükümetin sağlık hizmetlerini tek elde toplamak ve tüm ülkeyi sağlık sigortası kapsamına almak olarak tanımladığı yasal düzenlemelerin içeriğine bakıldığında amacın, devleti sağlık hizmeti sunumundan büyük ölçüde çekmek ve bu topraklarda yaşayan insanların sağlık ve sosyal güvenlik hakkını piyasaya, ilaç tekellerine, özel emeklilik ve sigorta şirketlerine, özel hastanelere teslim etmek olduğu kısa sürede anlaşılmıştır. mevcut sistemde yapılan değişiklikleri ana başlıkları ile sıralamak gerekirse; • Emeklik yaşı kademeli de olsa kadın ve erkeklerde 65’e çıkacak, • Prim gün sayısı 2007’den itibaren her yıl 100’e artarak 9 bin olacak, • Emeklilik maaş bağlama oranları önce yüzde 2.5, sonra yüzde 2’ye düşecek, • Emeklilik maaşları yüzde 23-33 oranında azalacak, • Aylık geliri 127 YTL olandan 64 YTL GSS primi kesilecek, • Halen çalışan memurların aylıkları, GSS kesintileri nedeniyle bugünkünden yüzde 5 daha azalacak, • Prim borcu olanlara sağlık hizmeti verilmeyecek, • Sağlık hizmeti alabilmek için en az 30 günlük sigortalılık aranacak, • Muayene, tetkik ve tedavinin her evresinde katkı payı adı altında ek ödeme alınacak, • Teminat Paketi’nde olmayan hastalıklar kapsam dışında tutulacak, • Teminat Paketi’ni belirleme yetkisi Sosyal Güvenlik Kurumu’nda olacak, • Ayakta tedavide, hekim ve diş hekimi muayenesinde 2 YTL katkı payı alınacak, • Ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri için yüzde 10-20 oranında katkı payı istenecek, • Ayakta tedavide kullanılan ilaçlar için de yüzde 10-20 oranında katkı payı kesilecek, • Emekli aylıklarına yapılacak zamlarda Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) baz alınacak. Böylece emekli aylıkla-

rına yapılan zamlar ülke ekonomisinin büyümesinden pay alamayacak. Bu tabloya baktığımızda bu gün için gençler açısından bu konuları düşünmenin, konuşmanın gereksiz olduğu düşünülebilir. Ama bu sistemde sömürülenler yani bizler paramız olmadığı için okuyamıyor, bir okul okuyup bitirdikten sonra dahi iş bulamıyor, çalışmakta olduğumuz iş yerlerinde sosyal bir güvencemiz olmadan çalıştırılıyoruz. Çoğumuz emekçi anne ve babalarımızın maaşlarıyla okutulmaya çalışılmaktayız. Bir düşünün, anne veya babanızın zaten yetmeyen maaşının kesintiye uğradığını. Yaşadığımız sistemde bile sağlıktan doğru düzgün yararlanamazken yürürlüğe geçirilmeye çalışılan yasa ile yaşamaya az olan gelirimiz prim ödemeye yeter mi? Kayıt Dışı Çalışanların Durumu Ne Olacak? Herkesi kapsayacağı iddia edilen Genel Sağlık Sigortası, kayıt dışı çalışanları kapsamıyor. İşvereni primini yatırmadığı ve devlete herhangi bir gelir bildirmediği için kayıt dışı çalışan milyonlarca kişi GSS kapsamı dışında kalacak. İşsizlerde ise ancak İşsizlik Sigortası kapsamında olan çok sınırlı bir kesimin primini devlet yatıracak. Diğerleri ise prim yatıramadıkları için bu sigortanın kapsamı dışında olacaklar. Yeşil kartlıların primi aylık gelirleri 127 YTL’den az ise devlet, daha doğrusu kayıtlı işgücü tarafından ödenecek. ister kayıtlı, ister kayıt dışı, isterse yeşil kartlı olsun herkesten katkı payı alınacak. Çalışan gençler açısından baktığımızda büyük bir çoğu kayıtsız çalıştırılmaktadır bu durum onların sağlıktan ancak katkı payı ödeyerek yararlanabileceğini göstermektedir. Yakın gelecek olmasa da emekliliğin bizim için hayal olduğunu geleceğimizin karartılmaya çalışıldığını bizleri birer uyuyan köleye çevirecek olan bu sisteme uyanık olduğumuzu göstermenin zamanı geldi geçiyor. Sağlık Hizmetleri Çocuklar ve Gençler İçin Gerçekten Parasız Mı? Başbakan’ın GSS yasası ile ilgili iddiaları arasında en ilgi çekeni, “primini ödensin veya ödenmesin tüm çocukların 18 yaşına kadar tüm sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanacağı” oldu. Ancak 18 yaşın altındaki bütün çocukların GSS’den yararlanması için ailesinin GSS kapsamında olması gerekiyor. İkincisi mevcut yasalara göre de SSK, BağKur ve Emekli Sandığı kapsamındaki emekçilerin çocukları zaten ücretsiz tedavi hakkına sahip. Üçüncüsü; ebeveyni üzerinden sağlık hizmeti alan genç eğer lise veya dengi okulda ise 20 yaşına kadar, yükseköğrenim görüyorsa 25 yaşına kadar sağlık hizmetinden yararlanabilecek. Bu yaşın

üzerindeki gençler, GSS açısından bireysel olarak değerlendirilecek. Kendi çalışmaları nedeniyle gelirleri varsa ve bu gelir aylık 127 YTL’nin üzerinde ise kazançlarının yüzde 12’si oranında prim ödeyecek. Eşik değerin altındaki gelir sahibinin primini devlet verecek. Bugünkü yasalara göre evlenmemiş, çalışmayan, iş bulamayan genç kız , yaşı ne olursa olsun sağlık sigortasından yararlanırken, yeni yasayla bir genç kızın sağlık sigortası hakkı 18 yaş ile, eğer

üniversite öğrencisi ise 25 yaşına kadar geçerli olacak. Durum bunlardan ibaret iken biz gençlerin ileriye dönük ne gibi hayalleri olmalıdır? Sosyal güvencesizliğe karşı çıkmak tüm gençlerin en öncelikli görevidir. Sağlığın ve eğitimin paralı hale getirilmesine karşı çıkalım! Bu sistemi değiştirmek mümkün. Yeni bir dünya güvenli bir gelecek biz gençlerin ellerindedir. Yeni Dünya Gençliği 22.02.2008 ✓

Akdeniz Üniversitesi sınav yönetmeliği protestosu

A

kdeniz Üniversitesi’nde üç yıldır yürürlükte olan “çan eğrisi” adındaki sınav yönetmeliğine karşı Akdeniz Üniversitesi öğrencileri olarak sistemin ilk yılında olduğu gibi bu yıl da mücadelemizi vermeye devam ettik. Üniversitenin mevcut öğrenci sayısına oranla katılımın düşük olduğu protesto yürüyüşünde; “Parasız bilimsel demokratik eğitim”, “Öğrenciler burada rektör nerede”, “Polis defol üniversiteler bizimdir”, “YÖK-polis-medya bu abluka dağıtılacak” şeklindeki sloganlarla üniversite öğrencileri olarak tepkilerimizi dile getirdik. Üniversitenin demok ratik olduğunu söyleyen rektör Mustafa Akaydın geçen yıl olduğu gibi bu yıl da öğrencilerin karşısına polis çıkarmaktan kaçınmadı. Galiba “rektörümüz” öğrencileri “terörist” olarak düşünmüş olacak ki polis yetmezmiş gibi bir de karşımıza panzer çıkardı. Ancak biz öğrenciler sadece demokratik bir şekilde haklarımızı aradık. Öğrencileri temsilen iki öğrenci rektörlüğe çıkıp üniversite yönetimiyle görüştü ve alınan yanıt iti-

bari ile haftaya Çarşamba günü biz öğrenciler ile tekrar görüşüleceği üniversite yönetimi tarafından açıklandı. Ayrıca öğrencileri mağdur eden maddelerin senato tarafından tartışılacağı ve gerekli iyileştirmelerin yapılacağı bildirildi. Ancak bilinmeli ki ülkemizdeki faşizan uygulamalar sadece eğitimde değil sistemin her alanında kendini göstermektedir. Bu nedenle mücadele de sistemin her alanında kendini göstermelidir. Akdeniz Üniversitesi öğrencileri olarak örgütlü mücadelenin devam edeceğini geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da gösterdik ve bizler biliyoruz ki haklarımızı elde etmenin tek yolu bilinçli ve örgütlü mücadeledir. Reformist bir temelde yürütülen bu mücadelelerin geçici çözümler getireceği tüm öğrenci gençliği ve proleterler tarafından bilinen bir gerçekliktir. O halde yapılması gereken bizlere kalıcı çözümler getirecek olan sosyalist sistem için mücadele vermektir. Yeni Dünya Gençliği Antalya ✓ 15


yeni dünya gençliği

Türban: Laiklik mi? Özgürlük mü?

Ü

16

niversitelerde başörtüsü yasa değişikliğini öngören anayasa değişikliği meclisten AKP ve MHP’nin ittifak kurmasıyla oy çoğunluğunu elde etmesi üzerine cumhurbaşkanlığı onayına sunulmuştu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunulan söz konusu yasa değişikliği herkesin de beklediği üzere onaylanıp 23 Şubat 2008’de resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Üniversitelerde başörtüsünü öngören değişiklik Anayasa’nın 10. maddesi, “Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” şeklinde değişti. Anayasa’nın “Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi” başlıklı 42. maddesine ise “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” fıkrası eklendi. Fakat üniversitelerde kafa karışıklığı söz konusu, kimi üniversiteler anayasada yapılan değişikliğin yeterli olduğunu dile getirerek türbanlı öğrencilere kapılarını açtı, kimi üniversiteler ise anayasadaki değişikliğin yeterli olmadığını, üniversitelere türbanlı öğrencilerin girebilmesi için YÖK kanunu’nun 17. maddesinin kesinlikle değişmesi gerektiğini belirtiyor. CHP ise ilgili yasayı cumhurbaşkanlığının onayına sunulmadan önce anayasa mahkemesine başvuracağını belirtmişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün böyle bir yasa değişikliğini reddetmesini beklemiyorlardı, çünkü AKP iktidarının çizgisi bunlar üzerine şekillenmiş, bunlar üzerine geliştirilmişti ve sonunda anayasa mahkemesine başvurdular. Şimdi son sözü söyleyecek olan anayasa mahkemesinin kararı üzerine ortalık durulacak zannedilebilir fakat tam tersine olaylar daha da derinleşecek. Anayasa mahkemesinden çıkacak olan karar her ne olursa olsun olayların ardı arkası kesilmeyecek. Eğer anayasa mahkemesi türbanın üniversitede kullanılabilirliği ile ilgili olumlu bir karar alırsa, yani CHP’nin anayasa mahkemesine başvurusu iptal edilirse ve 17. maddede bir değişikliğe gidilirse ‘laiklik’ savunucuları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilirler. Fakat tam tersi gerçekleşirse İslamcı kesim bu işin yakasını bırakmadan devamını getirir. Türban tartışmaları ülkenin gündemine oturmuş inmek bilmez bir biçimde ilerliyor. Türban sorunu kutuplaşmaları da beraberinde getirdi. Bir yanda türban meselesi hususunda özgürlük savaşçıları kesilmiş İslami kesim, diğer bir tarafta ise ezelden beri sözde ‘laiklik’ sloganıyla sah-

nelerden inmeyen Kemalist kesim. Fakat bu kutuplaşmanın bürokratlar arasında olacağı tali bir durumdur. Esas endişe edilmesi gereken nokta, bu ayrışmanın kitlelerde meydana gelmesi. Kitleler bir yandan din elden gidiyor, dinimize sahip çıkalım atıflarıyla İslami kesim tarafında yer alıyor, diğer bir yandan ise bu ülkenin laik olduğunu iddia eden Kemalistler laiklik elden gidiyor safsatasıyla kitleleri arkasından sürüklüyor. İşçi ve emekçiler açısından korkulması gereken nokta bu tuzağa düşmüş olmalarıdır.

Türban ve geçmiş Tü rba n ı n ü l keni n g ü ndem i ne AKP’nin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte geldiğini söylemek olaylara bakarken objektiflikten uzaklaşmak demektir. Türban ilk başta dinin bir uyruğu, onun bir emridir. Dinin toplumsal yaşam üzerindeki yansımaları ve etkisi türbanla birlikte kendisini göstermiştir. Din olgusu ise yüzyıllardan beri sınıflı toplumlarda kendisini bilinçli olarak hissettiren, kitleleri disipline eden, onları hizaya sokan bir kuramdır. Yani sınıflı toplumlarda dinin bu kadar etkisinin hissedilmesi, onun bu kadar gündemde yer alması tesadüfi bir şey değil, tam tersine bilinçli olarak yapılan bir şeydir. Kapitalizmde din, onu ayakta tutan araçlardandır. Zamanla artan emek ve sermaye arası çelişkiler ve bu çelişkilerin yarattığı savaşımlar dinin sermayedarlar açısından gerekliliğini her gün biraz daha arttırmaktadır. Türkiye somutuna indirgediğimizde durum farklı değildir. Din afyon niyetiyle yıllardan beri kullanılmaktadır. 60’lı 70’li yıllarda yaşanılan işçi sınıfının hareketlenmesi, 80 darbesiyle bastırıldıktan sonra din insanlara narkoz niyetine kullanılmıştır. Kenan Evren’in darbe sonrasında meydanlarda, alanlarda Kurandan ayetler okuması, ülkenin dört bir yanının camilere boğulması, eğitimde zorunlu din derslerinin konulması, laik olduğu iddia edilen ülkede devletin kurumu olan Diyanet

İşleri Bakanlığı’nın var olması sonucu türbanın da, dinin diğer etkilerinin de sosyal yaşamda bu kadar yer alması gerçekleşti. Bugün CHP’nin AKP’ye laiklik sloganıyla saldırması iki yüzlülükten başka bir şey değildir. CHP herhalde laik olduğunu iddia ettiği ve bunun tehlikede olduğunu ileri sürdüğü başka bir ülkede yaşıyor. Çünkü Müslüman dinini ve bu din içerisinde de bir mezhebi –Sünni mezhebini- temel alan ve diğer din ve mezheplere özgürlük tanımayan bir ülke gerçek anlamda laik olamaz. AKP ve MHP’nin özgürlüğü bundan ibarettir AKP ve MHP türban tartışması süresince insanlara özgürlüğü türbanın içinden görünen kadarıyla tanıyor. Onların özgürlük diye insanlara sundukları özgürlük bir başörtüsünden ibarettir ve daha ötesine gitmesi de mümkün değildir. Bu türban süreci içerisinde hak ve özgürlük kavramını o kadar dile getirdiler ki özgürlüğün “ö”sünü bile tanımayan halkımız onu AKP ve MHP’den öğrenecek duruma geldi. Peki nedir özgürlük? Anayasamızda bizim için tanınıp ta kullanamadığımız o birkaç maddecik mi? İşsiz ve aç bir insan olarak gezmek mi? Veya günün 10 saatinde çalışmak zorunda olan, iliğine kadar sömürülen, dinlenme, tatil, gezmek için hiç vakti olmayan, olsa bile bunları karşılayacak parası olmayan özgür müdür? Her an işten atılırsam kaygısıyla yaşayan insan özgür müdür? Düşünmek isteyen ve düşündüğünü ifade etmek isteyen fakat onu ifade etmeye korkan insan özgür müdür? Yetenekleri olan ama yeteneğini geliştiremeyen hatta ve hatta o yeteneğinin bile farkında olmayan bir insan özgür müdür? Tabiî ki değildir. Fakat bunların dışında başörtüsü takan bir insan özgürdür!!! Kapitalizmde gerçek özgürlükten söz edilemez. Eğer insanlar gerçek özgürlüğe kavuşmak istiyorsa ona ulaşacak yol bellidir. Üretim araçlarına el koyarak onları toplum mülkiyetine çevirmek. İşte bu sosyalizmdir. Gerçek özgürlük, özgür bireylerin özgür yönetiminde yaşanır.

Türbanla birlikte üniversiteler Biz komünistler “toplumun kılık kıyafet özgürlüğünü” savunuyoruz. Ve kılık-kıyafet özgürlüğü çerçevesinde üniversitelerde türban yasağının kaldırılması gerektiğini savunuyoruz. Ancak bugün yürütülen tartışmanın özü bu değil. Türban, Kemalist kesim ile AKP’nin temsil ettiği kesim arasındaki iktidar dalaşının bir aracı olarak kullanılıyor. Biz komünistler olarak işte bu dalaşta yokuz! Çünkü dalaşan her iki taraf da sahtekâr, ikiyüzlü. Ne birisinin derdi özgürlük, ne diğerinin derdi laiklik! Her iki kesim de kadının özgürlüğünü savunuyor gözükerek aslında kadın üzerinde erkek egemenliğinin savunuculuğunu yapıyor. Bugün andaki durumda bazı üniversitelerde türban yasak iken bazı üniversitelerde türbanlı öğrenciler derse girebiliyor. Üniversiteler arasında, bu yaşanılan olaylardan sonra farklılaşmalar, yer yer öğrenciler arasında tartışmalar, çatışmalar yaşanmaya başladı. Öğrenciler arasında, medyanın ve bürokratların oluşturmuş olduğu zemin üzerinde, zıtlaşmalar, ayrışmalar, bölünmeler meydana gelmiş durumda. Öğrencilerin asıl üzerinde durması gereken çok daha ciddi ve acil sorunların yerini başörtüsü sorunu alarak, diğer sorunları ört pas eder hale geliyor. Öğretim üyelerinin kimileri türban üniversiteye girsin bildirisiyle imza toplarken kimi öğretim üyeleri de türban üniversiteye girmesin adı altında çalışma yürüterek, tarihte üniversitelerde yürütülmüş en kapsamlı çalışmalarına imza atıyorlar. Bugüne kadar Üniversitelerin kendilerinin ve öğrencilerinin geleceğiyle ilgili tüm haksız uygulamalara sesleri solukları çıkmayan öğretim üyelerinin, kıpırdanmaları türbanla hissedildi. Üniversitelerde bilim denilen temel taşın yok edilmesine, darbecilerin üniversiteler üzerindeki oluşumuna, özerkliğin ortadan kaldırılmasına, bilimin metalaşmasına, toplumsal olaylara hiçbir tepki göstermeyen “bilim insanları”, bilimini türbanda gösteriyor. Biz gençler toplumda yaratılmak istenilen bu kamplaşmanın hiçbir tarafında yer almıyoruz. Bizleri aynı çatı altında birleştiren bizim sınıfsal konumumuzdur. Çünkü ne açlığın dini olur, ne yoksulluğun vatanı, ne de sefaletin dili. İşçi, emekçi, öğrenci gençler biz bu kavgada yokuz. Bizim kavgamız, ekmeğimizin kavgası, bilimin kavgası, gerçek özgürlüğün kavgası, SOSYALİZM’in kavgasıdır. Biz bu kavgada olmamız gereken safta, sosyalizmin safında yer alıyoruz. İşçi sınıfı özgürleşmeden gençlik özgürleşemez! Yaşasın onurlu mücadelemiz! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm! Yeni Dünya Gençliği/Adana 27.02.2008 ✓


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Çoruh Havzası’nda barajlara hayır!

M

escit Dağlarından (Bayburt) doğan Çoruh Nehri, Gürcistan’a bağlı Batum’dan Karadeniz’e dökülmektedir. Çoruh’un toplam uzunluğu 431 km’dir. Çoruh Nehri debisi en yüksek, en hızlı akan ve en uzun nehirlerinden biridir. Devlet Çoruh Nehri üzerinde 10 adet HES (Hidroelektrik santrali) yapmayı planlıyor. Çoruh Nehri üzerindeki barajlar tamamlandığında; nehir, vadi ve nehri besleyen dereler ortadan kalkacak ve kilometrelerce uzayan birbirine bağlı yapay göller serisi ortaya çıkacak. Türkiye’nin toplam elektriğinin yüzde 7’sini sağlayacak bu yatırımın bedeli ise, çok zengin bir coğrafyanın tüm zenginlikleriyle beraber yok edilmesi olacak. Çoruh Nehri üzerinde yapımı tasarlanan Muratlı, Borçka, Deriner, Ar t v in, Yusufeli, La leli, İspir, Güllübağ, Aksu, Arkan barajlarından, Borçka ve Muratlı HES’leri tamamlandı ve hizmete açıldı. Bu barajlardan Yusufeli barajına yakından bakmak istiyoruz. Yusufeli Barajı ve HES projesi, Çoruh Havzası Hidroelektrik Gelişme Planı kapsamında planlanan bir projedir. Çoruh Havzası Hidroelektrik Gelişme Planı 1982 yılında tamamlandı.

Baraj yeri beş kez değiştirilen, Yusufeli İlçesi’nin sahip olduğu tarihi, turistik ve doğal değerleriyle sular altına gömecek olan Yusufeli Baraj Projesi, çevrecilerin ve bölge insanının hukuki mücadelesi sonucunda Temmuz 2005 yılında Danıştay 10. Dairesi’nin kararıyla durdurulmuş ve barajla ilgili Bakanlar Kurulu Kararı iptal edilmişti. Ancak burası Türkiye idi! Yargının verdiği karara uyulmadı ve barajın yapımına devam edildi. Yu s u f e l i b a r a j ı n e d e n i y l e , Yusufeli’nin nakli için hazırlanan yasa tasarısı mecliste bekliyor. Baraj suları altında kalacak olan Yusufeli ilçe merkezi, 17 köy ve 52 mahallede yaşayan 16 bin 172 kişi, evlerini, arazilerini bırakıp yapılacak olan yeni ilçe merkezine gitmek zorunda kalacak. Ekilebilir tüm toprakların yüzde 97’si baraj suları altında kalacak. Yusufeli Barajı’yla birlikte yöredeki iklim değişecek ve buna bağlı olarak yöreye has birçok canlı türü ortadan kalkacak. Dünyanın sayılı vahşi yaşam alanlarından bir olan ve Yaban Hayatı Koruma Sahası ilan edilen Yusufeli’nin sular altında kalması ile birlikte, sahip olduğu çok değerli tarım topraklarını da kaybedecektir. Çoruh Nehri’nin Yusufeli Havzası’ndaki bölümünün, dünya-

Nükleer santral yolda!

K

asım 2007 yılında, nükleer santral yasa tasarısı mecliste görüşülerek kabul edilmişti. Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Yasa üzerine durmuş, 117. sayımızda okurlarımıza bilgi vermiştik. Nükleer santralin kurulması için yasada kabul edilen prosedür adım adım uygulanıyor. Şubat ayı içerisinde Enerji Bakanlığı, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ile birlikte ikinci bir bilgilendirme toplantısı yaptı. Nükleer santral yapımına talip yerli ve yabancı şirketlerin yoğun katılım gösterdiği toplantıda, Sinop ve Akkuyu’da yapılacak nükleer santral hakkında bilgi verildi. Sinop’ta yapılacak nükleer santralin yer lisansı hazır değil. Bu nedenle santralin kurulması için bir yıl daha beklenecek. Öncelik Mersin-Akkuyu’ya verilecek. Mersin-Akkuyu nükleer santrali için Şubat ayı sonuna doğru ihale açılacak. Hükümet, devlet nükleer santral yapma konusunda ısrarlı. Geleceğimizi ipotek altına alacak olan nükleer enerjiye karşı kayıtsız kalmamalı, nükleer santrallere hayır şiarı ile mücadele etmeliyiz. 17 Şubat 2008 ✓

nın en önemli ikinci rafting parkuru olarak kabul edilmektedir. Çoruh Havzası’nda iklimin değişmesi ile birlikte bu coğrafya nı n A ma zon la r ı ola n Doğ u Karadeniz’deki ormanlık alanlar olumsuz olarak etkilenecektir. Tarihi ve kültürel mirası temsil eden bir dizi orijinal eser, nadir bitki ve hayvan cinsleri yok olacaktır. Çoruh Havzası’nda tamamlanan, yapımı süren, planlanan HES’leri Fransa, İspanya, Belçika, Avusturya, İsviçre, Rusya ve Türk şirketler tarafından oluşturulan konsorsiyumlar tarafından finanse edilmektedir. Çoruh Vadisi, doğal, tarihsel, kültürel mirası ile birlikte kar uğruna yok edilmek istenmektedir. Buna sesiz kalmamalıyız! Barajlar deneyimi göstermiştir ki, nehirlerin önünün kesilerek suyun barajlarda toplanması, barajların bulunduğu alanlarda çevreye çok çeşitli zararlar vermektedir. Barajlar doğal olmayan büyük su kütleleri yaratarak, bulundukları

A

alanlarda yağış düzeninden bitki örtüsüne kadar birçok ekolojik dengenin alt üst olmasına yol açıyorlar. Barajların ekonomik ömürleri 50-70 yıl ile sınırlıdır. Nehirlerin getirdiği toprak ile baraj zemini dolmakta, 50-70 yıl sonra geriye balçıklaşmış bir zemin kalmaktadır. Barajlar çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü keserek değil, akış hızından faydalanılarak enerji üretilmelidir. Bu da teknik olarak mümkündür. Giderek artan enerji ihtiyacını karşılamak için doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır. Güneş, rüzgar, jeotermal, bio, hidrojen vb. enerji ihtiyacını karşılamak için kat be kat yeterlidir. Devletin enerji politikası, sermaye yararına doğal, tarihi, kültürel mirasın yok edilmesi ve çevreye zarar verme üzerine kuruludur. Bu gidişe dur diyelim! 14 Şubat 2008 ✓

Akdeniz Üniversitesi Küresel Isınma Paneli

kdeniz Üniversitesi öğrenci bilimsel araştırma topluluğunun (öbat) düzenlediği “küresel ısınma paneli” düşük sayıdaki katılımcılara rağmen olbia sinema salonunda gerçekleştirildi. Küresel ısınma ile ilgili bir slâyt gösterisinin ardından küresel ısınmanın nasıl önleneceği yönünde sunum yapıldı. Yapılan sunumda; çevreyi kirletmemek, ormanları genişletmek, enerji kullanımına dikkat etmek, rüzgâr, güneş, dalga gibi doğal enerji kaynaklarından yararlanmak, kişisel vasıta kullanımı yerine toplu taşıma yapmak, fabrika atıkları, kimyasal ve tıbbi atıkları arıtmadan çevreye bırakmamak, sanayi ve iş merkezlerini yerleşim merkezlerinin dışına kurarak küresel ısınmanın önlenebileceği açıklandı. Yani anlaşılacağı üzere küresel ısınmayı engellemenin yolu olarak masum insanların çevre konusunda daha dikkatli davranması gerektiği sunumda dile getirildi. Ben de bir Çağrı okuru olarak panelde şunları dile getirdim: “Dünyanın çeşitli yerlerinde küresel ısınmanın nasıl önleneceği” ile ilgili yapılan zirvelerden hiçbir sonuç çıkmayacağına inanıyorum. Çünkü bu zirveleri düzenleyen emperyalist ülkeler kendilerine göre bir neden buluyorlar. Onlara göre küresel ısınmanın nedeni masum insanlar. Batı emperyalizmini temsil eden bu ülkeler -ABD, Japonya, Rusya, AB ülkeleri v.s- sorunun kaynağı olan kendilerini görmezden geliyorlar. Sistem içerisinde reformist mücadeleler elbette olmalı, “Greenpeace” gibi. Fakat bu mücadeleler kalıcı sonuçlar getirme-

yecektir. Bunun yerine kapitalist sistemin kökünün kazılması gerektiğini, bunun için de toplumun kapitalizmin alternatifi olan sosyalizmle bilinçlendirilmesi gerektiğini söyleyerek, mücadelenin nasıl olması gerektiği yönünde düşüncelerimi ifade ettim.” Katılımcılardan okul öncesi öğretmenliği okuyan bir arkadaşımız “Zaten sistem Greenpeace denilen örgütü kendisi yaratıyor” diyerek sistemin nasıl göz boyamaya çalıştığını vurguladı. Bir jeoloji öğrencisi ise; “ülkemizde fazlasıyla yenilenebilir yani doğal enerji var bunlar kullanılmalı” şeklindeki açıklamasıyla ülkemizde doğal enerjinin yeterliliğini açıklamaya çalıştı. Öbat üyesi bir arkadaşın Amerikan başkanının ya da herhangi bir kapitalist ülkenin liderinin küresel ısınmaya karşı önlem almasının daha somut bir adım olacağı yönündeki önerisi ise oldukça düşündürücüdür. Galiba bu arkadaşımız kapitalizmin insanlığı ve doğayı ve onların geleceğini düşünmediğini henüz anlamamış demekten kendimi alamadım. Panele katılımın az olmasıysa bir başka sorundu. Tabi ki bunun nedeni sitemin insanları apolitik ve asosyal bireyler haline dönüştürmesidir. Ancak toplumlar kapitalizmin yıkılmadan küresel ısınmanın ya da insanların boş bir levha gibi olmalarının ve daha bir çok sorunun ortadan kalkmayacağını anlamak zorundadır. Bu nedenle de sosyalist inşaa için mücadele vermek zorunludur. Yeni Dünya Gençliği 15/02/2008 ✓

17


gündem

Urfa’dan toprak reformu açlığı

15.

18

–18 . 0 2 . 2 0 0 8 t a r i h leri arasında, Harran Ovası’nda toprak reformu yapılacağı iddiası üzerine toprağı olmayan, ırgatlık yaparak geçimini sağlayan Şanlıurfalı yoksul köylüler Tarım Reformu Bölge Müdürlüğü’ne akın ettiler. Hükümetin bu konuda kendilerine sözü olduğunu ve verilen sözün tutulacağını söyleyen 2000’e yakın köylü dilekçe verdi. Bunun üzerine yetkili kurum böyle bir şey olmayacağını açıkladı. Duyduğu söylentiye inanan- inanmak isteyen- köylüler yine de dilekçesini verdiler. Bölgede geçmişten günümüze kadar topraklar, az sayıda toprak ağasının tekelinde tutulmuş, aşiretçilik bir kurum haline getirilmiş ve yoksul köylüler aşiret ağalarının güdümünde kalmışlardır. Günümüzde ağa baskısı geçmiş dönemlerdeki gibi sert yaşanmıyor. Ama binlerce dönüm araziye sahip zengin köylüler bölgede siyasal, ekonomik ve kurumsal alanlarda bugün de belirleyici durumdadırlar. T.C.’nin kuruluşundan günümüze kadar devlet, hem siyasi erkleri hem de askeri erki ile toprak ağalarının yanında olmuş ve bu durumu beslemiştir. Çünkü aşiret liderlerinin hükmüne hemen hemen tüm aşiret mensupları uymaktadır. Bölgede yaşayan insanların İslami dindarlığı katı bir şekilde yaşayıp hayatlarını tamamen kadere teslim etmeleri ve eğitimsizlikleri de eklenince ortaya çıkan (çıkarılan) tablo, egemenlerin oldukça hoşuna gitmektedir. Bir avuç aşiret lideri aracılığıyla onlarca nüfus yönetilmektedir kısacası. Bu tabloda yoksul, eğitimsiz, din afyonuyla uyutulmuş köylüye düşen görev ise kendisine dayatılan sefaleti yaşamaktan başka bir şey değildir. Burjuva demokrasisini oturtmuş kapitalist Avrupa ülkelerinde; azınlık sorunu, kadın sorunu, eğitim ve toprak reformu gibi konularda belli başlı adımlar atılmıştır. Ve bu konular burjuva demokrasisinin kıstaslarıdırlar. Türkiye devleti saydığımız bütün bu konularda batağa batmış, burjuva demokrasisine sahip bir ülke olmayı tercih bile etmemiştir. Türkiye Devleti, bölgenin derin bir şekilde kanayan yarası yoksulluk, işsizlik karşısında bırakın toprak reformu yapmayı, tam tersi IMF destekli politikalarla bir taşla birden fazla kuş vurmayı hedeflemiştir. Son dönemde IMF tarafından desteklenen “tarımsal destekleme” uygulamasına göre; çiftçiye dönüm başına belli miktar para verilmektedir. Bu uygulamayla binlerce dönüm araziye sahip ağalar, bölgede kullanılan deyime göre ‘çuval dolusu parayla’ evlerine dönmektedirler. Bu haktan, çok az toprağa sahip yoksullar da faydalanıyor. Fakat toprakları çok az olduğundan bu yardımın onlara hiçbir faydası dokunmuyor. Bu ‘çelişkiyi’

tüm yetkililer biliyor. Fakat uygulamayı yoksuldan tarafa düzeltmeyi de akıllarından dahi geçirmiyorlar, ne hikmetse?!!! IMF ve şoven devletin vurmaya çalıştığı kuşlardan bir kaçı ise şunlardır: Siyasi iktidar, bu çarpık “tarımsal destekleme” uygulamasını işbirlikçi medyası aracılığıyla çok önemli bir projeymiş gibi yutturmaya çalışmaktadır. Hâlbuki bu ve buna benzer tüm uygulamalar hemen istisnasız zengin ağalara yaramaktadır. Bölge cumhuriyet tarihi boyunca askeri bir kampa dönüştürülüp sağlık ve eğitim hizmetleri göstermelik olarak yapılmaktadır. Yani asker, siyasi iktidarlar, ağalar el ele verip karşılıklı çıkarları çerçevesinde bölge insanının yaşam standardını çok düşük seviyede tutup, fakirliği, eğitimsizliği, bağnazlığı dayatınca “bu kadar da olmaz” denilecek bir tablo ortaya çıkıyor. Bölgeyi tanımayan ülkenin batı kesiminden ve ya başka şehirlerinden gelen memurların bu durum karşısında devletine sadakati yükselmekte, “devlet bunları besliyor ama bunlar kültürsüzlük ya da bölücülük yapıyor” düşünceleri pekişmekte, böylece bu uygulamayla dahi toplumda ırkçılık gün be gün arttırılıyor. Şoven devletin bölgede yaşayan halklara (Arap-Kürt) karşı tutumu asimilasyon politikalarıyla şekillenmiştir. Hatta çoğunluğu Kürt olan bölge halkına karşı Arap halkının yaşadığı ilçeler, tampon bölge olarak kullanılmakta; Kürtlere karşı Arap halkına daha öncelikli davranılmaktadır. Direnişte olan Kürt halkına bazen açık bazen kapalı olarak baskı uygulamaktadır. Ordu bu baskıyı yaparken Arap halkını kullanmakta, Arap halkının önemli bir kısmı ise orduya yalakalık yapmaktadır. Büyük çoğunluğu Türk milliyetçisi olup bu durum iki halkı birbirinden oldukça uzaklaştırmaktadır. Bölgede çok az sayıda çırçır fabrikası v.b. işletmeler bulunmakla beraber, sanayinin gelişmesi için herhangi bir girişim yapılmamaktadır. Ayrıca bölge halkının büyük bir kesimi de iş yerlerinde sigortasız çalışmakta, asgari ücrete bile ulaşmayan maaşlarla yaşamaya mahkûm edilmektedir. Bölgede işsiz büyük bir kesim de mevsimlik tarım işçisi olarak yollarda telef olmaktadır. Şubat ayının ortalarında, köylülerin toprak alabilmek için saatlerce dilekçe kuyruğunda beklemeleri, onların bu konudaki mağduriyetlerini ve de isteklerini ortaya koyuyor. Fakat hiçbir devlet yetkilisi ortaya çıkıp da: “Yahu bizim bu köylülerimizin şu toprak istekleri de neymiş?” diye sormuyor. Zira yine halkımızın büyük kesimi televizyonlarından o sefalet görüntülerini, feryatları ve yetkililerin bunlara gözünü kapatmasına

isyan etmiyor. Tıpkı İstanbul tersanelerinde onlarca insanın öl(dürül) mesine ses çıkarmadığı gibi. Tıpkı maytap fabrikasında onlarca insanın öl(dürül)mesine ses çıkarmadığı gibi. Tıpkı… Bizim devlet yetkilerinin aymazlığına bir lafımız yok. Zira onlar 80 yıldır bir toprak reformunu bile yapamıyorlarsa bundan sonra bir 80 yıl daha geçse yapmayacaklarını gösterdiler. Bizim sözümüz emekçi halkımızadır: Ey emekçi halkımız ‘susma sustukça sıra sana gelecek’ de demiyoruz artık. Çünkü sıra şu an hepimizde, ya da çoktan sıradan geçirildin de farkında değilsin!! Hele de şu son dayatılmaya çalışılan SSGSS yasa tasarısı ile!!! Aslında Urfa köylüleri farkında olmadan büyük bir eylem yaptılar. Hakları olduğunu düşündükleri toprak reformu için dilekçe verdiler ve seslerini duyurdular. Umarız

S

ki farkında olmadıkları bu eylemin farkına varırlar ve buna benzer eylemleri daha da kararlılıkla devam ettirirler. Her halükarda demokratik bir taleptir köylülerin bu talebi ve bizlerde sonuna kadar destekliyoruz. Urfa’dan Yeni Dünya İçin Çağrı okurları olarak sefalet içinde yaşamaya mahkum edilen bölge halkına sesleniyoruz: Bizi yönetenlerin zenginliği bizim sefaletimizden doğmaktadır. Baskı ve sömürü sistemi olan kapitalizmde asla ezilen ve sömürülen halkın lehine adımlar atılmaz. Bunun yerine türlü aldatma politikaları uygulanır. Baskı ve sömürü düzenini yıkıp insanca, özgür yaşamayı sağlayacak tek sistem için, Sosyalizm için, bütün halkları mücadeleye çağırıyoruz… Şanlıurfa’dan bir YDİ Çağrı okuru 24.02.2008 ✓

Kıdem tazminatıma dokunma!

ermayenin ve onun hükümetinin işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarına karşı saldırısı sürüyor. SSGSS yasa tasarısı Meclis’te bekliyor. Kazanılmış hak olan kıdem tazminatı ortadan kaldırılmak isteniyor. Bir yıl ve daha fazla çalışmış olan işçilere, iş sözleşmelerinin belli şekillerde sona ermesi halinde işçilerin çalıştıkları her yıl için otuz günlük brüt ücretleri tutarında ödenen tazminatın adıdır, kıdem tazminatı. Yıllardır her başa gelen hükümete rapor sunan TİSK, (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) bu sefer de geleneği bozmadı, AKP Hükümeti ’ne bir rapor sundu. Raporda sermaye yararına yapılacak işleri sıralayan TİSK, aynı zamanda diğer şeylerin yanı sıra, “işverenler üzerindeki kıdem tazminatı yükünün kaldırılmasını” istedi. Sermaye ister de, hükümet boş durur mu? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, kıdem tazminatı hakkında hemen bir rapor hazırlayarak Ocak ayı içerisinde Bakanlar Kurulu’na sundu. Raporda kıdem tazminatı hakkında üç alternatif sıralanıyor. Bu alternatifler şöyle: Birinci alternatif: Kıdem tazminatının tümüyle kaldırılarak işsizlik sigortasının imkanlarının geliştirilmesi öngörülüyor. İşsizlik sigortası ödeme tavanının, brüt asgari ücretin iki katına kadar artırılması tartışılıyor. İşsizlik sigortasından yararlanma sürelerinin prim ödenen gün sayısının yarısına kadar uzatılıp, işsizlik sigortası işveren priminin 5-6 puan artırılması tartışılıyor. Bu alternatif patronların yükünü artırdığı için onlar tarafından sıcak karşılanmıyor. İkinci alternatif: Her işçi için yatırılan primlerin Kıdem Tazminatı Fonu adı altında ortak fonda toplanması ve işçilerin bugünkü kadar kıdem tazminatı alması tartışılıyor.

Fon’da yeterli tutar olmadığında eksik kısmın Hazine tarafından karşılanması planlanan bu alternatifte, prim oranı artırılsa da sistemin ilerleyen yıllarda açık vereceği –devlet fon’da biriken parayı, devlet giderlerinin karşılanması için harcayacağı için- dikkate alınarak, kamuya getireceği yükün sürdürülebilir olmadığı tartışma konusu. Üçüncü alternatif: Katılımlı Fon adı altında ele alınan seçenekte, işçilerin bireysel hesaplarında izlenerek nemalandırılacak “katılım esaslı” fon kurulması üzerine duruluyor. Bu kapsamda patronların, işçiye kıdem tazminatı ödemek yerine her ay işçinin fondaki hesabına, ücretin belirlenecek oranında (%3-5) prim yatırması, işçinin de işten ayrıldığında Fon’da biriken parayı nemasıyla birlikte alması tartışılıyor. Öyle ya da böyle sermaye yararına kıdem tazminatı kaldırılmak isteniyor. İşçilerin mücadele ile kazandıkları bir hak ortadan kaldırılmak isteniyor. Hükümet, sermaye yararına en uygun olan, sermayenin de istediği seçeneği seçip, işçiler zararına kıdem tazminatını ortadan kaldırmak isteyecektir. Peki işçiler ne yapmalı? Susmalı mı? Sineye mi çekmeli? Buna da şükür mü demeli? Hayır! Hayır! Bin kere hayır! Kazanılmış bir hakkı korumanın, yeni haklar almanın tek bir yolu var: Mücadele! Mücadele! Mücadele! Haklı olan, güçlü olan, yaratan ve üreten işçilerdir. İşçiler, emekçiler ayağa kalktıklarında onları hiçbir güç durduramaz. İşçiler güçlerinin farkına varmalı, örgütlenmeli, bilinçlenmeli, kendisi için mücadele etmelidir. Kıdem tazminatının kaldırılmak istenmesine dur diyelim! 17 Şubat 2008 ✓


gündem

Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanışının 160. yılında komünist olmak...

B

i l i m s el komü n i z m i n en önemli programatik belgelerinden biri olan Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanışının üzerinden 160 yıl geçti. Proletaryanın ölümsüz önderleri Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından kaleme alınan, bugün de güncelliğinden birşey kaybetmeyen Komünist Parti Manifestosu, ilk olarak Şubat 1848 yılında Londra’da yayımlandı. “Bu küçük kitapçık koca koca ciltler ağırlığındadır. Onun ruhu, bugüne kadar uygar dünyanın bütün örgütlü ve mücadele eden proletaryasını canlandırmakta ve harekete geçirmektedir.” (Lenin) Manifestoda ortaya konulan ilkeler ışığında, süreç içerisinde Marksizm, emperyalizm ile birlikte Leninizm adını alan ögreti, proletaryanın kurtuluşunun biricik bilimi olan Marksizm-Leninizm, dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfına, ezilen halklara kurtuluşun yolunu gösteriyor. 160 yıl içerisinde, uluslararası işçi sınıfı enternasyonaller şahsında çeşitli örgütlenmeler yaşadı. Komün deneyimi yanında, Ekim Devrimi, Çin, Arnavutluk, diğer bir dizi ülkede işçi sınıfı önderliğinde devrimler gerçekleşti. Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşa alanında muazzam kazanımlar kaydedildi. Sosyalizmin aldığı ağır yenilgi, geri dönüşler, sosyalizmin doğruluğunu, kapitalizme karşı tek alternatif olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Yenilgiden, hatalardan, yaşanılan deneyimi değerlendirerek doğru dersler çıkarmak, daha iyisini yapmak komünistlerin görevidir. Bugün dünyada ortak bir platform temelinde birleşmiş komünist parti, grupların merkezi bir yapılanması yok. Dünya Komünist Hareketi’nin yaratılması, tüm dünyada komünistlerin önünde en acil görev olarak durmaktadır. D ü ny a Komü n i s t Ha re k e t i , Marksizmin Leninizmin devrimci özünü güncel mücadele içerisinde savunan komünist parti ve grupların ortak bir platform temelinde birleştirilmesiyle yeniden yaratılacaktır. Bu nedenle komünizm adına konuşan tüm gruplar, kendileri için anda Marksizmin devrimci özünün savunulmasının, her somut durumda ne anlama geldiğini, içeriğini nasıl doldurduklarını açıkça ortaya koymalıdırlar. Dünya Komünist Hareketi’nin üzerinde birleşeceği platform, bu ortaya konan değişik “güncel kıstaslar” üzerine yürütülecek tartışmalar ertesinde ortaya çıkacaktır. Ortak bir platform, değişik platformlar üzerine yürütülecek ilkeli bir

ideolojik mücadeleyle yaratılacaktır. Kamuoyu önünde açık, ilkeli ideolojik mücadele birliğe giden yolda, olmazsa olmaz önşarttır. Marksizm-Leninizmin devrimci özünü –proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü- savunmak, eşittir, bu düşünceyi savunan herkesin Marksist Leninist olduğu anlamına gelmez. Marksist-Leninist genel değerlendirmesinin kıstasları, her dönemde, o günkü somut şartlarda Marksizmin Leninizmin savunulmasının mutlak gerekli kıldığı bazı noktalarla belirlenmiştir. Örneğin, henüz Marksizmin sosyalist akımlar içinde hakim olmadığı, sosyalizmin çeşitli akımlardan biri olduğu dönemde kurulan ve “Dünya Sosyalist Hareketinin Birliği” olan I. Enternasyonal’de, bu enternasyonale katılmanın, bu anlamda sosyalist olmanın en temel kıstası olarak “İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı”nın kabulü alınmıştır. Marksizmin hakim olduğu dönemde kurulan II. Enternasyonal’e katılmanın temel kıstası, Marksizmin işçi sınıfının kurtuluşu için tek gerçek öğreti olarak kabulü olmuştur. 1914 Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başlayana kadar, “Savaşa karşı savaş!” sloganını atmak, bunun propagandası, savaşa karşı doğru tavır, Marksist Leninist hareketin bir parçası olmanın kıstası sayılabiliyordu. Ancak, 1914’te savaşın başlamasıyla pratik tavır, pratikte proleter enternasyonalist tavır belirleyici hale geldi. “savaşa karşı savaş!” demelerine rağmen, ama “savunma haklıdır” gerekçesiyle kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takılanlar sosyal-şoven olarak adlandırıldılar. Bu dönemde, Marksist hareketin içinde yer almanın temel kıstası, emperyalist savaşa karşı doğru tavır haline gelmiştir. Ya da 1917 Ekim Devrimi’ne kadar, proletarya diktatörlüğünün lafta kabulü, Marksist-Leninist sayılmanın kıstaslarından biri olarak kabul edilebiliyordu. Ama Ekim Devrimi sonrasında Rusya’da kurulan somut proletarya diktatörlüğüne karşı pratik tavır kıstas haline geldi. Rusya’da proletarya diktatörlüğü devletini desteklemeyenler, savunmayanlar komünist olarak adlandırılmadılar. Bu genel yaklaşım ışığında, biz günümüzde Komünist olmanın, Marksist Leninist olmanın güncel kıstaslarının şunlar olduğunu tespit ediyoruz: * Kruşçev modern revizyonizmine karşı çıkmak; Kruşçev tipi modern revizyonizmi (1990’lı yıllarda çökmüş olan) Rus sosyal emperyalizminin ideolojik dayanağı olarak kavra-

mak ve mahkum etmek. * Kruşçev modern revizyonizmine karşı ideolojik mücadelenin tamamlanmamış olduğu ve bu mücadelenin tamamlanmasının önümüzde görev olarak durduğunu kabul etmek. * Üç Dünya Teorisini karşıdevrimci bir teori olarak mahkum etmek; Üç Dünya Teorisi’nin köklerine karşı mücadeleyi görev olarak kabul etmek. * Mao Zedung’un değerlendirilmesinde, hem onun MarksizminLeninizmin 5. klasiği olarak değerlendirilmesine ve hem de 1957 sonrası için revizyonist değerlendirmesine karşı çıkmak. Mao Zedung’u büyük bir Marksist-Leninist olarak değerlendirmek. Maoizmi, Leninizmden bir sapma olarak red ve mahkum etmek. * AEP’nin 1978 sonrası çizgisinin revizyonist olduğunu tespit ve bu çizgiyi mahkum etmek. * D ü ny a Ma rk si s t L en i n i s t Hareketinin birliğini sağlamak için, bugün Dünya Komünist Hareketinin ortak bir platform temelinde birleştirilmesi çalışmasının, kavranacak esas halka olduğunu; gerek uluslararası alanda, gerekse tek tek ülkelerde Marksist Leninist Hareketin birliğini sağlamanın yönteminin açık ve kamuoyu önünde ilkelere dayalı ideolojik mücadele olduğunu kabul etmek. * Leninist Parti Öğretisini, bugün özellikle bu öğretinin partinin nasıl yaratılacağına ilişkin “iki aşamalı parti öğretisi” alanını evrensel bir öğreti olarak savunmak. * Marksizm Leninizmin yöntemsel önermelerine, özellikle “teori-pratik”, “söz-eylem” uyumluluğu ve özeleştiri yöntemlerine sıkıca bağlı olmak. * Ülkesinde hakim sınıflara karşı uzlaşmaz devrimci konumda olmak. Dünya Ma rk sist Leninist Hareketinde “Marksizmi Leninizmi gerçekten savunanlar”, “Marksizm Leninizmin devrimci özüne sahip çıkanlar” yer alır. Ancak bu genel tespit, Marksizmi Leninizmi savunmanın, içinde bulunan anda, öncelikle ne anlama geldiği açıkça söylen-

mezse, hiçbir işe yaramaz. Bu g üncel k ıstasların bug ün Marksist-Leninist olmanın, komünist olmanın minimum gerekleri olduğunu düşünüyoruz. Şu denilebilir; “Bugün ne Sovyetler Birliği var. Ne Mao’nun Çin’i var. Ne Arnavutluk Emek Partisi var. Ne Rus sosyal emperyalizmi var. Bugün olmayan şeylerin kıstas olarak konulması doğru değildir.” Doğrudur. Bugün ne Sovyetler Birliği, ne Çin, ne de Arnavutluk var. Ancak yaşanılan sosyalizm deneyimi ışığında, Kruşçev revizyonizmine, Mao’ya, AEP’ne, Üç Dünya Teorisine karşı tavır kıstas olma özelliğini korumaktadır. Kruşçev modern revizyonizmine, Mao’ya, AEP’ne, Üç Dünya Teorisine karşı doğru tavrın, çeşitli dönemlerde Dünya Komünist Hareketi’nin bölünmesinde, birleşmesinde kıstaslar haline geldiği unutulmamalıdır. Ayrıca bu kıstaslar nasıl bir sosyalizm istendiğine de cevap vermektedir. “Barış içerisinde birarada yaşama, barış içerisinde yarış, barış içerisinde devrim” vb. SBKP 20. Parti Kongresi’nin revizyonist tezlerini savunanlar sosyalist olabilir mi? Üç Dünya Teorisini, Kuzey-Güney çelişmesini savunanlar, gelişmelere sınıfsal temelde bakmayanlar sosyalist olabilirler mi? “Emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği çağın” MarksizmiL en i n i z m i ola r a k s av u nu la n, Mao’nun bir dizi yanlış düşüncesinin ilerletilerek savunulduğu revizyonist çizgi olan Maoizm’i savunanlar sosyalist olabilir mi? vb. Dünya Komünist Hareketi, ortaya koyduğumuz ilkeler ışığında, ortak platform temelinde yeniden şekillenecektir. Yeni Dünya İçin Çağrı, bunun için üzerine düşeni yerine getirecektir. Yaşasın Marksizm-Leninizm! 22 Şubat 2008 ✓ 19


İşçi ve emekçi kadınlar:

Bu 8 Mart’ta da şovenizme, haksız savaşlara ve kapitalist militarizme karşı

Örgütlenmeye, mücadeleye!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.