Çağrı - 108

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SA

l HE

J

AR

Şubat 2007/02 • FİYATI 2,50 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X108

YI

M

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden... Değerli Okuyucu, Hrant Dink... Önce yargılandı ve hedef gösterildi, ardından katledildi. Halkların kardeşliği için çarpan bir yürek daha ırkçılığın zehiriyle söndürüldü. Ardından onu hedef gösterenler, onun katledilmesinde esas sorumlu olanlar, hatta onun katledilmesini emredenler timsah gözyaşları döktüler. Hrant Dink’in kalleşçe katlinin ertesinde kısa bir süreliğine de olsa oluşan duygu seli, hemen ardından estirilen ırkçı havayla boğuldu ve mağdur olarak Türkiye gösterilmeye çalışıldı. Sanki mağdur olan düşüncelerinden dolayı, halkların kardeşliğini savunduğundan dolayı devlet tarafından hedef gösterilen ve ırkçı faşist tetikçiler tarafından katledilen Ermeni vatandaşı Hrant Dink değilmiş de Türkiye’nin prestijiymiş! Başbakan Erdoğan ilk tepkisinde yapanları yurtdışında arıyordu, şimdiyse “derin devlet”te arıyor. Her ikisi de hedef saptırmadır. “Derin devleti” de devletin içinde kendi başlarına gizlice faaliyet yürüten bir takım çeteler olarak tanımlıyor Başbakan Erdoğan. Suçluları, sorumluları öyle bilinmeyen yerlerde aramaya gerek yok. Derin devlet devletin ta kendisidir. Bu devlet yasalarıyla, 301’leriyle, Terörle Mücadele Kanunları’yla, mahkemeleriyle, F Tipleriyle, işçilere, emekçilere ve halklara düşman yasalarıyla ve uygulamalarıyla gayet uyumlu çalışmaktadır. Derin devlet de

İçindekiler devletin bütün diğer kurumları gibi, sermayenin çıkarlarını savunan, emekçilere ve ezilen halklara düşman olan bu devletin bekaası için çalışmaktadır. * Değerli okuyucular, bu sayımızın kapağını ve başyazısını Hrant Dink’e ayırdık. Hrant Dink’i ve onu katledenleri işçi sınıfına ve emekçilere tanıtmak önemlidir. Geçtiğimiz ay yaşanan bir diğer önemli gelişme ölüm orucu eyleminin sonlandırılmasıydı. Biz devrimci kararlılığını fazlasıyla ispatlamış olan daha fazla devrimcinin ölmesinin önlenmesi anlamına gelen bu kararı olumlu bir adım olarak değerlendirdik, kısa bir tavrı bu sayımızda yayınlıyoruz. Bu arada gazetemizin sahibi Aziz Özer de 301’inci maddeden yargılanan yazılar gerekçe gösterilerek ölüm tehdidinden nasibini almış bulunuyor. Dedik ya, devlet uyumlu çalışıyor. Önce hemen her sayımıza 301. Maddeden veya Terörle Mücadele yasasından davalar açılıyor, susturamıyorlar, ardından para ve hapis cezaları yağıyor, susturamıyorlar, sonra ölüm tehditleri geliyor. Bu da etkili olmayınca Hrant Dink örneğinde olduğu gibi öldürerek susturmayı da deneyebilirler. Fakat bunlar boşuna. Güneş balçıkla sıvanmaz, gerçeklerin üstü örtülemez. Biz de ne olursa olsun gerçekleri yazmaktan vazgeçmeyeceğiz. YDİ ÇAĞRI, 04 Şubat 2007 •

GÜNDEM “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz !”. . . . . . . . . . . . . . . 3 Hedef gösterildi, katledildi.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 Onbinler sel olup aktı... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 PANORAMA Küçük bir ülkede ilginç bir darbe… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Barışın uğramadığı ülke… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 YENİ KADIN DÜNYASI Kadın fabrika işçilerinin delegelerini ziyaret - Roland Holst -. . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe ve mevcut durum üzerine (1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi . . . . . . . . . . . . . . Ditaş’ta mücadele sürecek!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi. . . . . . . . Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı… . . . . . . . . . . . . . . Dandy işçileri haklarını arıyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup . . . . . . . . . . . . Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 . . . . . . . Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi. . . . . . . . ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor. . . . . . . . Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b . . . . . . . . . . . . . . Yakışır.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Türkiye barışını arıyor” mu acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Nâzım Hikmet’e kim pislik sıçratıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?. . . . . . . . Egemenlerin kar hırsı ve yok olan doğa! . . . . . . Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı; . . . . . Güneş enerjisi!. . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . .

. . . . . . . .

. . . . . . . .

. . . . . . . .

. . . . . . . .

. 14 15 16 . 16

YENİ GENÇLİK DÜNYASI Gençliğe düşen görev geleceği için enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır . . . . . . . . . . . 17 Kapitalizmde işçi olmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 GÜNCEL Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır. . . . . . . Erol Zavar’a özgürlük! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı Tecrite karşı mücadele sürecek! . . . . Gündemde Kerkük var . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 108 · Şubat 2007 • ISSN 1301-692X108 • Fiyatı: Türkiye: 2,50 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.com www.ydicagri.com

EK:1 EK:3 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:5 EK:6 EK:6 EK:7 EK:8 EK:8

18 18 18 19 19


gündem

“HEPİMİZ HRANT DİNK’İZ! HEPİMİZ ERMENİYİZ !”

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” diye yazdı son başmakalesinde… Ne yazık ki, bu öngörüsü doğru çıkmadı. Ne yazık ki, ülkelerimizin insanlarının büyük bir bölümü ırkçı, şoven milliyetçi ağuyla zehirlenmişti. Ne yazık ki, bu insanların bir bölümü kendinden olmayanı öldürmeye şartlandırılmıştı. Ne yazık ki, ülkelerimiz hâlâ güvercinlere hayat hakkı tanınmayan bir ülke idi, ülkedir! 19 Ocak günü kalleşçe sıkılan faşist kurşunlar onu aramızdan çekip aldı. 19 Ocak günü vurdular O’nu… Vurdular arkadan, “yaşadığı cehennemi cennete çevirmeyi” hedef leyenlerden birisini, Hrant Dink’i; “Güvercin”i… Vurdular Hrant Dink’i, bilinçli hayatı boyunca işçi ve emekçilerin millet/milliyet, din/ırk temelinde bölünmesini en büyük kötülük olarak gören, milliyetçilik, dincilik temelinde birbirlerine karşı kışkırtılan, kırdırılan halkların kardeşliğini savunduğu, bu ideal için uğraş verdiği için… Vurdular Hrant Dink’i, Ermeni ulusuna mensup olduğu için, Ermeni soykırımının olduğunu söylediği için, susmadığı için, kaçmadığı için; yasalarla dilini, kalemini susturmaya çalışanlara karşı direndiği için… Vurdular Hrant Dink’i… Onun şahsında bütün ilerici, devrimci, demokrat insanları, insan haklarını ve adaleti savunanları, yeni sömürüsüz bir dünya için savaşanları… korkutmak, sindirmek, gözdağı vermek için vurdular O’nu… Ancak bu sefer hesapları tutmadı. Hrant Dink’i susturdular belki ama Hrant Dink leri susturamadılar.

Hrant’ın naaşının arkasından yürüyenler, işte Türkiye’nin dört bir yanında tepkisini ortaya koyanlar, onbinler en güzel cevabı verdiler katillere: “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” dedi onbinler… Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böylesine anlamlı, böylesine içten ve alanında böylesine bilinçli ve güçlü bir haykırış gerçekleşti… Türk ’ü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çerkezi, Pomağı, Yahudisi, Arabı, Roman’ı her milliyetten işçiler ve emekçiler Türkiye tarihinde ilk kez, ırkçı faşist kurşunlara hedef olan bir Ermeni kardeşlerine sahip çıktılar, ırkçıların-faşistlerin yüzüne haykırdılar: “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” Evet, Hrant’ın sesi olan onbinler haykırıyorlar… Hayır korkmuyorlar, sinmiyorlar, sessizliğe bürünmüyorlar. Tam tersine Hrant’ın görüşlerini açık ve net bir şekilde dillendiriyorlar. Kork muyorl a r, “ H e p i m i z Ermeniyiz!” diyerek bir tabuyu yıkıyor ve Hrant’ın kat ledilmesi ne neden olan O’nun

Ermeni kimliğini sahipleniyorlar. Irkçı-faşist kesimlerin halklara düşmanlığına en iyi cevabı veriyorlar: “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” Korkmuyorlar, Hrant’ın katledilmesine neden olan O’nun aydın düşüncelerini savunuyorlar, sahipleniyorlar: “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” Korkmuyorlar, Hrant’ın sağlığında savunduğu görüşleri bilmeyenler, tanımayanlar bugün O’nun neden öldürüldüğünü, O’nun neyi savunduğunu öğreniyor, o görüşlere sahip çıkıyor ve haykırıyor: “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” 24 Ocak’ta insanlar bu slogan altında sel olup aktı. Onbinler üzgündü 24 Ocak’ta Hrant’ı onun terketmediği “vatan”ında son yolculuğuna uğurlarken… Ve ama üzgün oldukları kadar vakur ve kararlıydılar…Çeşitli dillerde “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” yazısı yetiyordu. Fa z l a s öz e gerek yoktu! Sadece İ s t a nbu l ’ d a değil, bir çok şehirde gerçekleşen anmalarda binlerce insan

Hrant’ın katillerini, onların şahsında bu katilleri yaratan, besleyip yaşatan, ilerici, demokrat, devrimci, komünist insanların üzerine, kendinden olmayan bütün insanların üzerine gönderen ırkçı-faşist sistemi de lanetledi. “ He pi m i z H r a nt D i n k ’ i z ! ”, “Hepimiz Ermeniyiz!” O kadar yetiyordu!

KİMDİR HRANT DİNK? Bir güzel insanı, bir dost insanı, bir aydın insanı kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Kaybımız büyük… Acımız büyük… Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan “Yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olan”, bunun için çalışan, savaşan bir insandı. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan bütün aşağılanmalara, baskılara, tehditlere rağmen, “dışarıda” onu bekleyen rahat bir hayatı reddederek “kaynayan cehennemleri bırakıp, hazır cennetlere kaçma”yı “benim yapıma uygun değil” deyip geri çeviren bir insandı. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan doğruyu söylediği için “dokuz köyden kovulan”lardandı… Hrant Dink 1915’te Ermeni ulusunun soykırıma uğratıldığını ifade ettiği için ve tarihle yüzleşme gerekliliğini gündeme getirdiği için, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan ve bütün baskılara rağmen Ermeni kimliği ile Türkiye’de yaşamakta ısrarlı olduğu için Türk ırkçılarının-faşistlerinin, ama sadece onların değil, ordu başta olmak üzere Kemalist kesimlerin, hatta kendilerine “sol”, “sosyalist” diyen kimi azgın milliyetçilerin en kızdığı, en fazla düşman olduğu insanlardan biriydi. Irkçı faşistler kadar, dinci faşistler de Hrant Dink’e düşmandı: Bir Ermeni olarak Türkiye’de yaşadığı ve doğruları dile getirdiği için;


gündem Ermenilerin de diğer ulus ve milliyetler gibi din özgürlüğünü savunduğu için dinci faşistler düşmanıydı. Dini kişinin özel işi olarak gören Hrant Dink Türkiye’deki Ermeni cemaatinin sözcülüğünü kilisenin/patrikliğin değil, dünyevi bir yönetimin yapması gerektiğini savunduğu için bugünkü Ermeni patriği ile de kavgalıydı. Hrant Dink, soykırım gerçeğini bu kavramı fazla kullanmadan söyleyen, Ermenistan’ın yaşamasının önkoşullarından birisi olarak Türkiye ile Ermenistan arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini isteyen; soykırım gerçeğinin vicdanlarda kabul görmesinin, uluslararası alanda kimi parlamentolarda kabul edilmesinden daha önemli olduğunu savunan tavırlarıyla yer yer hem Ermenistan’daki, hem de diasporadaki milliyetçi Ermenilerle de kavgalı idi. Hrant Dink sol–sosyalist maskeli Türk şovenistleri için O, “demokratikleşmenin” bir parçası olarak AB’yi savunduğundan dolayı bir AB ajanı idi. Bu kesim Hrant Dink’e ateş püskürüyordu. Hrant Dink, “demokratikleşmenin” bir parçası olarak AB’yi savunmasına rağmen onun emperyalist bir proje olduğunu görüyor, teşhir ediyordu. AB demokrasisinin gerçek demokrasi olmadığını söylüyordu. Bu tavırları nedeniyle AB’ciler, sıkı liberaller Hrant Dink’e tepki duyuyorlardı. Hrant Dink kendisini soykırım konusunda TC’ne karşı baş tanıklardan biri olarak dinlemek isteyen Avrupalılara öncelikle “kendi ülkeleri”nin soykırımları konusunda; kimilerinin Ermeni soykırımındaki doğrudan katkıları konusunda tavır takınmaları gereğini hatırlatıyordu.

Bunlarla da kavgalıydı Hrant Dink. Evet, hemen herkesle kavgalıydı. Dokuz köyden kovulmuşlardandı. Ama kavgasını verirken kararlı olduğu kadar yumuşak, kazanıcı üslubuyla düşmanlarının küçümsenmeyecek bir bölümünün bile saygısını kazanabilen örnek bir insandı. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği kökten reddediyor, milliyetçiliğin her türüne karşı proleter enternasyonalist tavır sergiliyordu. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan bir dönem örgütlü olarak devrim, sosyalizm, komünizm mücadelesine katılan, sonraki süreçte ise kendi doğru bulduğu yol ve yöntemlerle “içinde yaşanılan cehennemi cennete dönüştürme” mücadelesinden hiç vazgeçmeyen bir insandı. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan geleceğin devrimle kazanılacağını savunan, bunun mücadelesini veren bir insandı. Halkların kardeşliğinin devrimle kazanılacağını bilen, bunu özleyen, bunun için çalışan bir insandı. Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz insan enternasyonalist bir insandı. Demokrat olmadan sosyalist olunamayacağını söyleyen birisiydi. Devrim için, demokrasi için, insanlık için mücadelenin savaşçılarından birisiydi. Kaybımız büyük… Acımız büyük! Hrant’ın şahsında verdiğimiz bedel büyük! Ancak “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarında dile gelen bir umudumuz var; onbinlerin, yüzbinlerin Hrant Dink’e sahip çıkması gibi bir tesellimiz var. Dileğimiz ve çabamız bunun gerçekten bir milat olması, gerisinin gel-

mesi, getirilmesi içindir. Dileğimiz ve çabamız Hrant’ın, Hrant Dinklerin unutulmaması, unutturulmaması içindir.

Hedef gösterildi, katledildi...

H

rant Dink 19 Ocak 2007 tarihinde saat 15.00 sularında Agos gazetesinin önünde öldürüldü. Haberin duyulması ile birlikte, tv kanalları canlı yayınlar ile haberi duyurmaya başladılar. Haberin duyulması ile birlikte üzüntülerini ifade eden demeçler ardı ardına gelmeye başladı. Sistem savunucuları, kemalistler, sağlığında ona saldıranlar timsah gözyaşı dökmeye başladılar. Hrant Dink’i hedef gösterenler, yargılayanlar, Türkiye’yi terk etmesini isteyenler güya üzüldüklerini söylüyorlardı. Onlar Hrant Dink’in ölümünden ziyade Türkiye’nin imajının zedelenmesinden endişe ediyorlardı. Basının ve sistem savunucularının timsah gözyaşlarını görünce aklıma

SAHTEKARLAR…

H

rant Dink ’in hunharca katledilmesinin hemen ardından başta bütün hakim sınıf siyasetçileri, onların uşağı burjuva medya, Hrant Dink’in öldürülmesini “alçakça bir cinayet” olarak adlandırıp, güya cinayete karşı çıktılar: Güya “Üzüldüler!”… Güya “Kınadılar!” Sahtekârlık yaptılar… Sahtekârlık yaptılar, çünkü onların esas derdi Hrant Dink’in alçakça katledilmesi değil, bunun Türkiye’ye getireceği zarar idi. Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada saldırının “utanç verici” olduğunu söylüyor, “ulusa başsağlığı” diliyordu. Başbakan sıkılan kurşunların karanlık güçlerin ulusun birliğine, birlik ve beraberliğe sıkılmış olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Özellikle bazı ülkelerde sözde Ermeni soykırım iddialarının gündemde olduğu günlerde bu

cinayetin işlenmiş olması manidardır!” TBMM Başkanı Arınç da saldırıyı “kasıtlı olarak ve direk Türkiye’nin geleceğini, mutluluğunu yok etmeye yönelik bir saldırı” olarak değerlendiriyordu. A na mu ha lefet i n ba şı Bayk a l “Utanç verici bir olay. Kim yaptı ve yaptırdıysa Türkiye’ye en büyük zararı vermiştir. (...) Bu ya ilkel bir lumpenlik ya da Türkiyenin içini karıştırmak, Türkiye’yi dünyada güç duruma düşürmek isteyenlerin tertibidir.” diyordu. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar “Türkiye’nin çok önemli dış sorunlarla karşı karşıya bulunduğu böylesine kritik bir aşamada, ülkenin ulusal çıkarlarına büyük darbe vuracak bir saldırı” olarak değerlendiriyordu saldırıyı. Hatta Hrant’a yönelik linç eylemlerinin örgütleyecisi ırkçı-faşist Avukat

Çağrımız “Güvercinlerin” tedirgin olmadan da, özgürce yaşayabilecekleri bir ortamın yaratılması içindir… Ocak 2007 ✓

Kemal Kerinçsiz bile, “üzüntülerini” bildiriyordu”! Yani Hrant’ın katili, katilleri “Türkiye’ye zarar” bir iş yapmışlardı. Sahtekârlar… Hakim sınıf medyasının büyük bölümü kurşunların Türkiye’ye sıkılmış olduğu, eylemin Türkiye’nin çıkarlarına karşı bir eylem olduğu konusunda hemfikirdiler. Cinayeti işleyen kim olursa olsun, sonuçta Türkiye zarar görmüştü, görecekti! Sanki öldürülen Hrant Dink değildi de, Türkiye idi. Bunların Türkiye kavramı altında anladıkları ve sakladıkları ise gerçekte kendi çıkarlarıdır, hakim sınıfların çıkarlarıdır. Bunu gizlemeye çalıştıkları için sahtekârlar. Sahtekârlar… Çünkü dertleri Hrant Dink’in katledilmesi değil, kendi aralarındaki

imamın kıldığı cenaze namazı geldi. İmam efendi üç defa merhumu nasıl bilirdiniz diye cemaate sorar. Cemaat hep bir ağızdan iyi bilirdik diye cevap verir. Hrant’ın öldürülmesinin ardından yapılan haberleri okuyunca, verilen demeçleri ve yapılan yorumları dinleyince, cemaatin cami avlusunda söylediği iyi bilirdik sözü aklıma geliyor. Dink’e saldıranlar ve onu hedef gösterenler yeni senaryolar üretmeye başladılar. Bu senaryolar hep dile getirilen ve aşina olduğumuz senaryolardır. Onlara göre; bu olayı dış güçler, Türkiye’nin imajını zedelemek isteyen bazı karanlık güçler yapmıştır! Onlar böylelikle kendi sorumluluklarının üstünü örtüyorlar. Kimi

dalaştır. Cinayeti kimin işlediğinin bilinmediği saatlerde herkes siyasi hasmını altetmek için Hrant Dink cinayetini de kullanmaktan, bu yönde açıklamalar yapmaktan kaçınmadı. Dinci kesimler cinayeti milliyetçilere yüklemeye çalışırken, kemalistler de dincilere yüklemeye çalıştılar. Liberaller cinayeti Türkiye’nin AB üyeliği yolunda ilerlemesini istemeyen kesimlerin “Türkiye’ye karşı” “Türkiyenin AB üyeliğine karşı”bir eylemi olarak değerlendirdiler. Kemalist kanadın sözcüleri cinayeti “Türkiye’yi zayıf düşürmek ve bölmek isteyen yabancı güçlerin” işlemiş olabileceğinden dem vurdular; “Kerkük’e girme” sorununun tartışıldığı, Ermeni soykırımı tasarısının ABD Senatosu tarafından ele alınmasının gündemde olduğu bir ortamda bu cinayetin işlenmiş olmasının “Türkiyeye karşı” bir komplo olduğunu vs. söylediler. Bu kanattan kimileri cinayeti diasporadaki Ermenilere/Ermenistan’a vb. mal etmeye çalıştılar.


gündem piyonların yakalanması ve hapse konulması gerçek suçluların yakalanması anlamına gelmiyor.Gerçek suçlular hiç bir zaman ortaya çıkarılmayacaktır. Çünkü gerçek suçlu sistemin ta kendisidir. 83 yıldır bu topraklarda Türk olmayan ulus ve azınlık milliyetler üzerinde baskı uygulanıyor. Azınlıkların malları ellerinden alındı. Azınlık vakıflarının mallarının elinden alınmasına yargıtay onay vermişti. Böylece yargının bağımsız olmadığı bir kez daha açığa çıkıyordu. Hrant Dink resmi ideolojiyi sorguladığı için adliye koridorlarından çıkamıyordu. İlk dava Urfa’da açıldı. Urfa’da bir toplantıda yaptığı konuşma üzerine, “Türklüğü alenen tahkir ve tezyif” etmekten üç yıl hapsi isteniyordu. Beş yıl süren yargılama sonunda beraat etti. Şubat 2004 yılında AGOS gazetesi’nde “Ermeni Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisini hazırladı. Şişli Cumhuriyet Savcılığı dizinin “Ermenistan’la Barışmak” başlıklı sekizinci bölümünde “Türklüğün neşren tahkir ve tezyif edildiği” gerekçesiyle dava açtı. Mahkemenin tayin ettiği bilirkişi mahkemeye sunduğu raporda, yazıda suç teşkil edecek bir unsurun olmadığını belirtti.Bilirkişi raporu ve Hrant Dink‘’n savunmasını dikkate almayan mahkeme 6 ay hapis cezası vererek cezayı erteledi. Dava yargıtaya gitti. Yargıtay Başsavcılığı verilen cezanın bozulması yönünde görüş bildirdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 6 Haziran 2006 tarihinde verilen hapis cezasını onadı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı dairenin bu kararına itiraz etti. Dosya 11 Temmuz 2006 tarihinde Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitti. Yargıtay Ceza Genel Kurulu da-

irenin kararını onadı. Böylece Hrant Dink hakkında verilen mahkumiyet kararı kesinleşmiş oldu. Yargılama devam ederken “adil yargılamayı” etkilemekten ve Reuters Ajansı’na verdiği, Ermeni soykırımı yapılmıştır söyleminden ötürü iki dava açıldı. Hrant Dink başına gelecekleri biliyordu. Son yazdığı yazılarda niçin ve neden hedef seçildiğini anlatıyordu. Hedef seçilmesinin temel nedeni Ermeni olması ve resmi ideolojiyi sorgulaması idi. Birbiri peşi sıra açılan davaların, mahkeme kapılarında linç için bekleyen ve saldırıla-

r a nt D i n k 15.9.195 4’te Malatya’da doğdu. Yedi yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtü. Kısa süre geçmeden anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin çocuk yuvasına kondular. Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar. Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada tanıştığı Silopi doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.

Zooloji lisansını bitiren Dink bu kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk Kampı’nı yönetmeyi üstlendiler ve Tuzla Kampı’nın Devlet tarafından elden alınması sırasında mücadele ettiler. Dink bu dönemde siyasal görüşleri nedeniyle ve değişik vesilelerle üç kez gözaltına alındı ve tutuklandı. 1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına döndü. Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak” rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiye’de çıkan kitaplara ilişkin kritikler yazdı. 1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle

AGOS gazetesini kurdu. Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti. Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı.

Sahtekârlar… Çünkü tetiği çeken bulunduğunda, ortaya çıkarıldığında bunu devleti temize çıkarmak için kullandılar, kullanıyorlar. Oysa gerçek suçlu ve sorumlu devletin ta kendisidir! Bir yandan cinayeti “Türkiye’ye karşı” bir eylem olarak göstererek gerçek sorumlu ve suçlunun bütün unsurları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti, egemen sınıflar, onların şekillendirdiği toplum olduğu gerçeğinin üzerini örttüler, devletin sorumluluğunu ve suçunu gizlediler, devleti “akladılar”… Diğer yandan Hrant Dink’i korumayanlar, kısa sürede tetikçiyi yakalayarak, cinayetin “17 yaşında” olduğunu söyleyen bir gencin kişisel işi olduğunu çıkartıp, işi “çözdüler” Böylece bu cinayetin gerçek sorumluları, gerçek katiller, devlet temize çıkartıldı!

mak üzere her gün Türk şovenizmini kışkırtan, Ermeni düşmanlığını körükleyenlerin… timsah gözyaşı dökmesi sahtekârlıktan başka bir şey değildir! Sahtekârlar… Gerçekte bu cinayetin planlayıcıları, kışkırtıcıları, gerçek sorumluları o tetiği çeken ve “yakalanan” 17 yaşındaki genç değil; onu üretenlerdir. Bu cinayetin gerçek sorumluları kışkırtma kampanyası yürütenlerdir. Türkiye’de Türkler dışında hiç bir milletin yaşamadığını söyleyenlerdir. Ermeni okullarının cephelerine “Ne mutlu Türküm diyene” yazanlardır. Türk olmayan tüm milliyetleri aşağılayanlardır; “Ermeni” kelimesini küfür olarak kullananlardır, ceza yasasının 301. maddesinde “Türklüğe hakaret”i suç ilan edenlerdir… Bu cinayetin gerçek sorumluları ve suçluları Trabzon’da, Mersin’de, İstanbul’da siyasi görüşleri ayrı olan insanlara karşı yönelen açık linç olaylarına çanak tutanlardır… Bu cinayetin gerçek sorumluları ve suçluları Hrant Dink somutunda, onu

yazdığı makaleler nedeniyle onlarca kez yargılayanlardır, onu mahkum edenlerdir. Bu cinayetin gerçek sorumluları ve suçluları Hrant Dink’e mahkeme heyeti önünde açıkça saldıranlardır. Hrant Dink’i Türklüğe hakaret eden bir vatan haini ilan edip, Türk emekçilerini de ona karşı kışkırtanlardır gerçek suçlu ve sorumlular. Onu açık ölüm tehditleri ortada iken, onu korumayanlardır bu cinayetin gerçek sorumluları ve suçluları… Bu cinayetin gerçek sorumluları ve suçluları Rakel Dink’in sevgiliye veda sözlerinde sözünü ettiği “bebeklerden katil” yetiştiren ortamın yaratıcılarıdır. Şimdi bunlar suçu tetiği çekene yükleyip düzeni, devleti, kendi yaptıklarını gizliyor, “cinayeti kınadıklarını” ilan ediyorlar. Ne utanmazlık, ne arlanmazlık! Hrant’ın öldürülmesinin gerçek sorumluları, Hrant öldürüldükten hemen sonra toplumda gelişen tepkiyi gördüklerinde, Hrant’a sahip çıkar görünmeyi çıkarlarına uygun gördüler.

Ne sahtekârlık! Sahtekârlar! “Türkiye” zarar görmesin diye cenaze kortejinde yerini alan hakim sınıf siyasetinden temsilcilerin üzüntüleri, döktükleri gözyaşları sahtedir. Sahtekardır onlar… Sağlığında Hrant Dink’i vatan haini ilan edenlerin cenazeye katılması, “üzüntülerini” bildirmesi sahtekârlıktır.

Sahtekârlar… Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan, TC haritasını logosunun zeminine yerleştiren gazeteler başta ol-

rın provasını yapanlar arasında, bir ateş çemberinin içerisinde yaşıyordu. Bu topraklarda farklı düşünmenin, muhalif olmanın, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüğü savunmanın bir bedeli vardı. Hrant Dink bu bedeli yaşamı ile ödedi. Ama biliyoruz ki, bu topraklarda şimdiye kadar muhalif olan insanlar, resmi ideolojiyi savunmayanlar, devrimciler, komünistler katledildi. İşkence tezgahlarında insanlar öldürüldü. Kimileri idam edildi. Kimileri sakat bırakıldı. Devrimci, demokrat, komünist ve sistemi sorgulayan insan-

lara “terörist” etiketi yapıştırılarak f-tipleri dolduruldu. Dink’in öldürülmesi son olmayacaktır. Bu sistem varlığını sürdürdükce katliamlar devam edecektir. Faşizme ve gericiliğe karşı mücadele etmenin belirli bedelleri olduğunu biliyoruz. Hakim sınıflar dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyorlar. Korkunun ecele faydası yoktur. Hakim sınıflar döktükleri kanın hesabını vereceklerdir. Görev sisteme karşı yürütülen mücadeleyi yükseltmektir. 21 Ocak 2007 ✓

Hrant Dink’in kısa özgeçmişi

H

Onların sahtekârlıkları değil bugün belirleyici olan. Hayır; belirleyici olan, Hrant Dink’in sahiplenilmesi, savunulmasıdır. Belirleyici olan yüzbinlerin Hrant Dink’i sahiplenmesidir, sav unmasıd ır. Kendini Hrant Dink ve Ermeni olarak hissetmesidir! Milat budur. Bu miladın devamını getirmek, halkların kendilerinin konuştuğu bir dünya yaratmak, halkların kardeşliğini gerçekleştirmek… Görev budur! 25 Ocak 2007 ✓


gündem

Onbinler sel olup aktı...

19

Ocak günü İstanbul Şişli’de katledilen Hrant Dink’in cenazesi 23 Ocak Salı günü onbinlerin, yüzbinlerin katılımıyla İstanbul’da uğurlandı. Hrant Dink’i son yolculuğuna uğurlamak için onbinlerce insan Dink’in yayın yönetmeni olduğu AGOS gazetesinin Şişli’deki bürosunun önünde toplandı. Uçsuz bucaksız kalabalık görmeye değerdi. Türk, Kürt, Ermeni, her ulustan, her dinden ve mezhepten insanlar tek suçu halkların kardeşliğini ve insanca bir arada yaşamayı savunmak olan o sevgi dolu insanı uğurlamak için “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarıyla sımsıkı birbirine kenetlenmişti. Her ne kadar ailenin talebine uyan kitle önemli ölçüde sessiz yürümüş olsa da ara ara faşist katillere öfkesini tutamayarak “Faşizme Ölüm!” ve “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını gür bir sesle haykırdı. Kitleler bu sloganı birilerinin yönlendirmesiyle atmıyordu, hayır içinden gelerek, inanarak atıyordu. Şişli’den uçsuz bucaksız sımsıkı bir kütle olarak hareket eden yürüyüş kolu, dört gidiş dört gelişli geniş yollara sığmıyordu, taşıyordu, kitlenin basıncı yer yer dükkanların camekanlarını zorluyordu. Yüzbinlere çeşitli nedenlerle katılamayanlar ise ya yolun kenarından alkışlarıyla ya da balkonlardan el sallayarak destek veriyordu. Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in duygu dolu konuşmasını binlece insan boğazları düğümlenerek dinlediler. Yaşanan o kadar büyük acıya rağmen konuşmada hiçbir kin, hiçbir nefret dile getirilmedi, her şeye rağmen halklar arasındaki dostluk

“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!” Türkiye ezilen uluslara mensup milyonlarca insanın özgürlüklerine kavuşabilmeleri için özgürlük ve demokrasi mücadelesini, faşizme karşı mücadeleyi, yeni bir dünya mücadelesini, sosyalizm için mücadeleyi Türk, Kürt, Ermeni, tüm uluslardan ÇUKUROVA

H

ve kardeşliğe vurgu yapıldı. Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink ‘in cenazesi Meryem Ana Kilesi‘ne götürüldü, buarada yapılan ayinin ardından Dink kendisini 8 km’lik bir yürüyüşün ardından Yenikapı Vapur İskelesi meydanında bekleyen onbinlerle son bir kez daha buluşturuldu. Burada cenaze arabasının karşılanması sırasında yapılan konuşmalar ertesinde yoğun duygulu anlar yaşandı, birçok insan gözyaşlarını tutamadı. Hrant Dink Yenikapı’dan kendisini seven on binlerden ayrıldıktan sonra ailesinin ve yakın çevresinin katılımıyla Balıklı Ermeni Mezarlığı‘nda toprağa verildi. Törene Başbakan ve Cumhurbaşkanı katılmamıştı, hükümeti temsilen M. Ali Şahin ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu katıldı. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak halkların kardeşliğini cesurca savunan bu büyük yüreği uğurlamak için biz de alanlardaydık ve en yüksek sesimizle onbinlerle birlikte haykırdık:

OKMEYDANI

H

rant Dink’in faşist güçlerce katledilişi Okmeydanı Demokrasi Platformu tarafından lanetlendi. İçerisinde çeşitli devrimci-demokrat çevrelerin ve Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak bizlerin yer aldığı platform, İstanbul Okmeydanı’nda bir anma ve basın açıklaması gerçekleştirdi. 22 Ocak Pazartesi akşamı, Postane önünde bir araya gelen platform bileşenleri Hrant Dink’in resminin önünde mumlar yakarak karanfiller bıraktı. Eylemde sık sık ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni ’y iz’, ‘Ya şası n Ha l k la r ı n Ka rdeşl iğ i, ‘Katiller halka hesap verecek’, ‘Susma, sustukça sıra sana gelecek’ sloganları atıldı. Sloganlar eşliğinde yapılan duyuruda Salı günü yapılacak cenaze törenine tüm Okmeydanı halkının katılması çağrısı yapılarak, Hrant Dink’e sahip çıkılması talep edildi. Postane önündeki yaklaşık yarım

işçiler ve emekçiler birlikte yürütmek zorundayız. Ancak Hrant Dink’in cenaze töreninde de olduğu gibi aramızdaki önyargıları yenerek ve dostluğu ve kardeşliği pekiştirerek güçlerimizi birleştirirsek, zalimleri, egemenleri tarihin çöplüğüne atabilir sömürüsüz ve baskısız yeni bir dünyayı birlikte inşa edebiliriz. Halkların Kardeşliği için tek yol devrim! Kahrolsun faşizm ve ırkçılık! 24 Ocak 2007 ✓

rant Dink Çukurova‘da eylemlerle uğurlandı... Hrant Dink‘in İstanbul‘da toprağa verildiği gün; Adana‘da akşam saatlerinde Küçüksaat Meydanı‘nda toplanan yaklaşık 300 kişi cinayeti kınadı. Partiler, sendikalar ve kitle örgütlerinin katıldığı eylemde, ‚Hepimiz Hrant‘ız, hepimiz Ermeniyiz‘, ‚Gün gelecek, devran dönecek katiller halka hesap verecek.‘, ‚Yaşasın halkların kardeşliği‘, ‚Faşizme karşı

omuz omuza‘ sloganları atıldı. Çakmak Caddesini sloganlarla geçerek İnönü Parkı‘na gelen kitle burada bir basın açıklaması ve oturma eylemi gerçekleştirdi. Ermenice şarkılar söylenip, Hrant Dink‘in, Türk ve Ermeni halklarının kardeşliği mücadelesinde ortaya koyduğu yürekli duruşunun örnek alınacak bir davranış olduğu vurgulandı. 26.01.2007 ✓

İZMİR

H

rant Dink katledildiği gün İzmir’de yapılan basın açıklaması ile cinayet protesto edildi. 20 Ocak günü, cinayet İzmir’de yapılan yürüyüş ve basın açıklaması ile bir kez daha protesto edildi. Eski Sümer Bankası önünde toplanan 1500 civarında insan, Büyük Şehir Belediyesi önüne yürüdü. Büyük Şehir Belediyesi önüne barikat kuran polis kitlenin Konak Meydanı’na girmesine izin vermedi. Burada İzmir Demokrasi Güçleri adına bir basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında Hrant Dink’in katledilmesi

protesto edildi. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında şu sloganlar atıldı: Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Bıji bıratiya gelan!, Susma haykır, halklar kardeştir!, Faşizme karşı omuz omuza!, Katil devlet hesap verecek!, Hrant Dink’in katili çete devleti!, Kahrolsun MGK, MİT, CİA, Kontrgerilla!, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek!, Faşizmi döktüğü kanda boğacağız! * Ceyne asterun yeğpay rutyun! 21 Ocak 2007 ✓

MERSİN saatlik eylemin ardından Dikilitaş Parkına geçildi. Burada da eyleme devam edildi. Salı günü yapılan cenaze törenine platform olarak AGOS gazetesinin önüne bir yürüyüş gerçekleştirileceği duyurularak tüm halkın bu yürüyüşe katılması çağrısı yapıldı. Salı sabahı saat 10’da Anadolu Kahvesinde bir araya gelen kitle, AGOS gazetesinin bulunduğu Şişli’ye doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş koluna katılımın giderek artması ile yaklaşık 500 kişi ellerinde Hrant Dink’in resimleri ve dövizleriyle katliamı bir kez daha lanetledi. Yürüyüş boyunca: ‘Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz’, ‘Susma haykır halklar kardeştir’, ‘Katil devlet hesap verecek’, ‘Türk, Kürt, Ermeni: Yaşasın halkların kardeşliği’, ‘Ermeni halkı yalnız değildir’ sloganları atıldı. 24 Ocak 2007 ✓

A

gos Ga z etesi G enel Yay ı n Yönetmeni Hrant Dink’e yapılan alçakça saldırı Mersin’de aralarında Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi’ninde bulunduğu, sendikalar, sivil toplum örgütleri, devrimci gazete/dergiler tarafından protesto edildi. Yaklaşık 500 kişi saat 12.30’dan itibaren İHD önünde bir araya geldi. En önde “HR ANT’A SIKILAN KURŞUN H A LK L A R I N K A R DE ŞLİĞİ NE SIKILMIŞTIR” pankartı taşındı. Kortej, Hrant’ın resimleri arkasında sloganlar atarak Mersin Gazeteciler Cemiyetinin önüne kadar yürüdü. Yürüyüşte; “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Hrant’ın katili faşizm”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganları sık sık atıldı. Yürüyüş kolu boyunca çevrede alkışlarla destek verenler oldu. Gazeteciler Cemiyeti önünde gruplar adına açıklamayı

İHD Mersin Şube Başkanı Celal Sonuvar yaptı. Yaşamı boyunca barışı, demokrasiyi, halkların kardeşliğini savunduğunu belirten Sonuvar “Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” diye başladığı konuşmasında; “Bugüne kadar bu ülkede faili meçhul cinayetler aydınlatılmamıştır. Çünkü bu tip cinayetlerin tamamı, toplumu belirli bir yöne sevk etmeye yönelik planlı ve karanlık güçlerin eylemidir… Yıllardır Ermeni meselesi, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi konularda milli hassasiyetler diyerek ülkemizde şovenist bir histeri ortamını yaratanların, bu cinayeti bütün ikiyüzlülüğü ile “Türkiye’nin başı ağrıyacak” diye sunmaya çalışmaları ve timsah gözyaşları dökmeleri tiksinti vericidir.” diyerek herkesi barışı, demokrasiyi, halkların kardeşliğini bir arada savunmaya çağırdı. Mersin, 23.01.2007 ✓


panorama

PANOR AM A

Küçük bir ülkede ilginç bir darbe… - FİJİ ADALARI CUMHURİYETİ Darbe sonrası gelişmeler, darbeye karşı esasta önemli bir direnişin olmadığını gösterdi.

O

rdunun yönetime el koyduğu haberleri medyaya yansıdığında, küçük bir denemeye kalkışıp Fiji’nin dünya coğrafyasındaki yerini sorduk. Soruyu sorduğumuz insanlardan aldığımız cevapların çoğunluğu Fiji’nin pek de tanınmadığını gösteriyordu. Bu tanımama durumu büyük olasılıkla oradaki askeri darbenin fazla dikkat çekmemesine yol açan nedenlerden biri. Türkiye’de genelde fazla kimsenin dünyada neler olup-bitiyor diye merak etmeme olgusu da bir başka gerçeklik. Dünyadaki siyasi gelişmeler bağlamında önemli bir rol oynamasa da, Fiji gibi küçük ülkelerdeki gelişmeleri izlemek ve durumu bilinçlere çıkarmak da görevlerimizden biridir. Fiji Ad a la r ı Cu m hu r iyet i, Güneybatı Pasifikte yaklaşık 330 ada(cık)dan oluşan ve 106 adası üzerinde ikamet edilen; nüfusu 2004 yılı verilerine göre 841 000 olan ve 18.376 km2 alana sahip küçük bir ülke. Fiji’nin tarihine damgasını vuran olgu, uzun süre Büyük Britanya sömürgeciliği altında kalmış olmasıdır. 10 Ekim 1970 tarihi Britanya’dan bağımsızlığını elde etme tarihi olarak kabul ediliyor. Devlet yönetim biçimi olarak da, 1987’den bu yana cumhuriyet yönetimine sahip. Başkenti Suva’dır. Nüfusun %54’ü Fiji (Melanes), %38’i Hint kökenli. Hint kökenliler Britanya sömürgecileri tarafından değişik işlerde –özellikle de şeker pancarı üretiminde– çalıştırılmak için Fiji’ye götürülen ve orada yerleşik hale gelen kesim. Bunlara kimi haklar tanınsa da hâlâ Fijili yerli kesim tarafından, özellikle de son yıllarda yönetimde olanlar tarafından ayrımcılık, ırkçılık yapılmaktadır. Örneğin Hint kökenlile-

rin toprak satın alma hakları yoktur. Ancak kiralama hakları vardır. Siyasi yaşamda da eşit düzeyde yer alma hakları yoktur. 29.08.2000 tarihinde Başbakan Qarase: “Siyasette yönetici konuma sadece Fiji kökenliler gelecektir” biçiminde açıklama yaparak ırkçı yaklaşımını sergilemiştir. Bu ırkçılığın, ayrımcılığın doğrudan sonucu, 1987’den bu yana onbinlerce Hint kökenlinin Fiji’yi terk etmesidir. Fiji’de cumhuriyet yönetimi olsa da, bu yönetim Türkiye’de bilinen cumhuriyet yönetiminden farklıdır. Cumhurbaşkanı, başbakan ve parlamentosu olması bağlamında benzerdir. Ama yüzyıllardır ülkede etkin olan klanların siyasette belirleyici rolü hâlâ duruyor. Adı “Reislerin Büyük Konseyi” olan kurum, seçilmişlerden değil, “Asil”lerin temsilciliği temelinde oluşan bir kurum. Bu kurum Cumhurbaşkanını atama yetkisine sahiptir. Bunun dışında Senato kurum olarak vardır ve senatoda da sadece klan reislerinin temsilcileri yer almaktadır. Ülkenin esasta yaşamını belirleyen bu iki kurumda nüfusun neredeyse %40’ını oluşturan Hint kökenliler tümüyle dışlanmıştır. Parlamento ya da Temsilciler Meclisi denen kurumda ise toplam 71 milletvekili koltuğu var. Partilerin sandalye sayısı bağlamındaki durumu, yüzde olarak darbeden önce şöyleydi: Fiji Halk Partisi (SDL) %45, Fiji Emek Partisi (FLP) %38, Tutucu Birlik (MV) %8, diğer yüzde dokuz ise üç ayrı kesime paylaşılmış. Mayıs 2006’da yapılan seçimlerin sonucunda SDL ve FLP koalisyon hükümeti kurdu. Başbakanlığa ise yeniden Laisenia Qarase seçildi. Ordu bağlamında ise durum kısaca şöyledir. Ordu gücü sayısı 3500.

Yılda 32 milyon ABD Doları orduya harcanıyor. İki helikopteri ve panzerli araçları var. Ordunun başı ise Voreque Bainimarama. İşin ilginç yanı ise, ordunun %20’sinin BM’nin “Mavi Kasklı” gücü olarak emperyalist kurum ve kuruluşlara hizmet etmesidir. Fiji ordusunun askeri eğitim giderlerinin önemli bölümünü BM karşılıyor. Ülkenin gelir kaynağı ise esas olarak şeker pancarı, tekstil ve giyim ile turizmdir. Balıkçılık, tütüncülük, kahve ve kakao üretimi gibi pirinç üretimi de ekonominin parçaları. Ülkenin küçüklüğüne göre “büyük” çapta altın madeni olduğu da söyleniyor. Örneğin 2000 yılında 3.675 kilo altın üretilmiştir. Uluslararası düzeydeki ilişkileri bağlamında ise, başkanı Britanya Kraliçesi ve kısa adı CMAG olan ve üyelerinin büyük bölümünün Britanya’nın eski sömürgeleri olan devletler birliğine üyedir. CMAG’a 53 ülke üyedir. Darbeden sonra Fiji’yi üyelikten dışladı ve demokrasiye dönülmesini talep etti. Benzeri bir durum 1987’de de yaşanmıştı. Kısaca ülke hakkındaki bu verileri aktardıktan sonra darbenin kendisine yakından bakabiliriz.

DARBE VE GELİŞMELER… 5 Aralık 2006 günü saat 18.00 sularında ordu başının basın toplantısında darbe yapıldığını ve ordunun yönetime el koyduğunu açıklaması, kamuoyu açısından hiç de sürpriz bir gelişme değildi. Ordu başı Mainimarama 2005 yılı ortalarında darbe yapma yönlü tavrını açıklamış, Başbakan Qarase ve hükümeti uyarmıştı. Bu uyarının perde arkasında ise, 2000 yılında darbe yapmaya kalkışan ve o dönem Mainimarama önderliğinde ordunun müdahalesiyle boşa çıkarılan eylemin elebaşlarına,

Qarase tarafından af çıkarma girişim ve isteği yatıyordu. Qarase’nin 2000 yılındaki darbecilerin lideri olarak tutuklanan ve hapse atılan George Speight’ı af ile serbest bırakma çabalarının ortaya çıkmasından ve ordu başının Qarase’yi uyarmasından sonraki süreçte, hükümet ile ordu arasındaki dalaş kızıştı. Karşılıklı kılıçlar çekildi… 2005 yılı sonlarında Mainimarama, hükümetin ordudan sorumlu bakanının yetkilerini tanımadığını açıkladı. Genelde de hükümetin kararnamelerini ve emirlerini hiçe sayarak kendi kurallarına göre davrandı. 2006 Mayıs’ında seçimler yapıldı ve Qarase yeniden Başbakan oldu. 2006 Ekim ayı sonlarında Başbakan Qarase, Mainimarama’yı görevinden alma denemesine kalkıştı, başaramadı. Başbakanın bu başarısız denemesinden sonra ordu açıkça hükümeti, antidemokratik olma, taraf tutma ve genel olarak da rüşvetçilik-yiyicilikle suçlamaya başladı. Hükümetin devrilmesi ile ilgili de açıkça spekülasyonlar yürüttü. Ekim ayı sonunda hükümete, ordunun talebini yerine getirmek için uyarıda bulundu ve 30 Kasım’a kadar mühlet tanıdı. Sözkonusu talep esas olarak Speigth’a af getirme ile ilgili tüm planların iptal edilmesi talebiydi. Kendisine verilen bu mühlet sürecinde, hükümet de Mainimarama’yı isyana teşvik suçundan görevden almaya çalıştı. Fakat bununla ilgili görevlendirilen polis herhangi bir kanıt bulamadı. Buna rağmen ama ordu suçlanınca, ordunun yönetimi, hükümetten polis şefini görevden almasını talep etti. Hükümet bu talebi yerine getirmezken, polis şefi izin alıp yurtdışında tatile gitti… Böylece darbede tutuklanmaktan da kurtulmuş oldu. 2 Aralık’ta ordu başı hükümetten


panorama talebini yineledi ve aynı zamanda 4 Aralık’tan itibaren bir “temizlik eylemi”ne başlanacağını ilan etti. 4 Aralık’ta “temizlik eylemi”ne başlandı ve esasta polis silahsızlandırıldı. Hükümet binası gibi resmi binaların çevresi sarıldı ve Başbakan Qarase ve bakanlar ev hapsinde tutuldu. Sonuçta 5 Aralık 2006 tarihinin akşamı ordunun yönetime el koyduğu, cumhurbaşkanı ve başbakanın görevden alınıp hükümet ve parlamentonun feshedildiği açıklanarak darbenin yapıldığı resmileştirildi. Darbe sonrası gelişmeler, darbeye karşı esasta önemli bir direnişin olmadığını gösterdi. Başta görevden alınmış Başbakan Qarase olmak üzere, kimi Kilise temsilcileri ve sivil toplum örgütü kitlelere “barışçıl direniş” çağrısı yaptı. Bu çağrılara hemen hemen yanıt yoktu. Darbe başı Mainimarama açık konuşuyordu: “En ufak direnişi anında, gerekirse şiddetle bastırırız”, ya da “dediklerimize uymayanlar sonuçlarına da katlanmalı” gibi tehditler savruldu… Kimi tutuklamalar ve kaba davranmaların yaşandığı da verilen haberler arasında. Bu arada fazla güçlü olmayan medyaya da sansür kondu. Mainimarama ilk önce emekli bir askeri doktoru Jona Baravialala Sen i laga k a l i ’y i ba şba k a nlığa atadı. Atanmış başba kan, Mainimarama’nın kuklası olduğunu, “komutanım ne derse o olur” gibi açıklamayla ele veriyordu. Fakat bu da onun bu görevde uzun süre kalmasına yetmedi. Uluslararası düzeydeki “demokrasiye dönme” talebi yerine getirilmese de, Mainimarama Ocak 2007 başında, görevden aldığı Cumhurbaşkanı Ratu Josefa Iloilo’yu yeniden görevine getirdi. Aynı gün Cumhurbaşkanı da Mainimarama’nın başbakanlığını onayladı(!) Mainimarama hem ordu başı hem de hükümet başı olarak “temizlik eylemi”ni sürdürüyor. Ordu ile uyumlu çalışmaya yanaşmayan polis yetkilileri veya devlet kurumlarındaki memurlar “temizleniyor”! Seçimlerin ne zaman gündeme getirileceği belli değil. Şimdilik “iki sene sonra”dan bahsediliyor. Bu süreçte rüşvetçilik, yiyicilik, Hint kökenlilere karşı ırkçılık vb. sorunların çözümünü beklemek abestir. Olgular, Fiji’de kitlenin mücadele verebilecek örgütlülüğe ve mücadele bilincine yeteri kadar sahip olmadığını gösteriyor. İktidar için mücadele de esasta üsttekilerin kendi aralarındaki mücadele olarak yürüyor. Burjuva anlamda bir demokrasiye geçmek de demokrasi hareketinin güçlenip kitleselleşmesi ve egemenleri zorlamasıyla mümkündür. Gelişmelerin nereye varacağını süreç içinde göreceğiz. 20 Ocak 2007 ✓

Barışın uğramadığı ülke… - SOMALİ-

D

ergimizin 103. sayısında yayınladığımız 17 Ağustos 2006 tarihli yazımızda, Somali’deki gelişmeleri özetlerken şu değerlendirmeleri de yapmıştık: “Somali’deki durum ve güç dengeleri, çatışmaların kısa sürede bitmesine engeldir. Etiyopya’nın desteğine sahip olan Başkan Abdullahi Yusuf, aynı zamanda ABD’nin desteğini de almaktadır. Bu da Somali’deki islamcı kesim ile Etiyopya askeri arasında olası bir çatışmanın gündemden çıkmadığının işaretidir. Böylesi bir durumda islamcılarla geçici başkanın ve kurulması istenen hükümetin anlaşmaları zor görünüyor, ama olmaz değil.” “Sonuçta şimdilik askeri müdahale üzerine saldırgan biçimde konuşmasalar da Afrika Birliği (AU) başta olmak üzere BM de yeniden işin içine sokulmaya çalışılmaktadır. BM yetkilileri şimdilik yeni bir denemeye kalkışmak için durumun elverişli olmadığını söylüyorlar. Öyle ya da böyle Somali yeni bir işgalin tehditi altındadır.” (sayı 103, sayfa 10) Ağustos’tan bu yana yaşanan gelişmeler bu tespitlerimizin doğruluğunu bir kez daha onayladı. “Birleşik Şeriat Mahkemeleri” (JIC) güçleri ile uluslararası emperyalist güçlerin Somali hükümeti olarak tanıdığı, meşru gördüğü Abdullahi

Yusuf önderliğindeki atanmış hükümet temsilcileri barış görüşmelerine başladı. Sözkonusu görüşmeler Sudan’ın başkenti Khartum’da Arap Ligası arabuluculuğuyla yürütüldü. 4 Eylül’de JIC ile hükümet temsilcileri arasında bir geçici barış anlaşması imzalandı. Buna göre “ulusal ordu” kurma ve buna JIC’nin islamcı milis güçlerini de entegre etme konusunda anlaşılmıştı ve JIC 30 Ekim’e kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme eylemlerine son vermeyi taahhüt etmişti. Anlaşmaya göre iki tarafın da yabancı askeri güçlerden destek almaktan kaçınması gerekiyordu. Etiyopya geçici hükümeti desteklerken, Eritre’nin de JIC’yi desteklediği iddia ediliyordu. Sözkonusu anlaşmanın detaylarını ve yönetimde güçlerin nasıl dağıtılacağı meselesini “Ramazan orucu” sonrasında somutlaştırıp çözmek için de anlaşıldı. Bu anlaşma Somali halkının barış umudunu biraz da olsa yeşertmişti. Ama, bu umudun boş olduğu gerçeği kısa sürede ortaya çıktı. Bu umudu boşa çıkaran etkenlerin başında BM önderliğinde ve Afrika Birliği (AU) güçlerince Somali’ye “barış gücü” yerleştirmeye yönelik plan ve tartışmalar geliyordu. İslamcı güçlerin, gerçekte işgal gücü olarak düşünülen, ama emperyalistlerce kamuoyuna Somali’de “barış ve istik-

rar” sağlama adına gönderilmek istenen güçlerin Somali’ye yerleştirilmesine karşı çıkması, onları uluslararası emperyalist kurum ve kuruluşlarla karşı karşıya getiriyordu. Ülke içinde ise, Etiyopya’nın askeri gücünün Somali’de bulunması ve JIC güçlerine karşı emperyalistler tarafından atanmış hükümeti desteklemesi, karşılıklı görüşmelerin sonuçsuz kalmasına yol açan esas nedendi. Sözkonusu anlaşmadan yaklaşık iki hafta sonra Başkan Abdullahi Yusuf ’a yönelik olduğu iddia edilen ve parlamento binası önünde gerçekleştirilen bomba patlatma olayı yaşandı. Başkanın kendisine bir şey olmadı ama içinde kardeşinin de olduğu onbir kişi yaşamını yitirdi. Atanmış ve geçici Başkan Abdullahi Yusuf bu bombalama işinin kimler tarafından yapıldığını bildiğini söyleyerek “Böylesi bir işi Somali’de Al Kaida dışında hiç kimse yapamaz” diyordu… ABD emperyalizminin temsilcilerinin Somali’ye yönelik işgal planlarını işletmek için başvurduğu açıklamalardan biri de böyle yapılıyordu. 4 Eylül’de imzalanan anlaşmanın ne zaman yürürlüğe gireceği belirlenmemişti. Taraflar anlaşmaya uygun davranmaktan çok, diğer tarafı nasıl zayıflatırım, ya da devredışı bırakırımın peşindeydi. Başkan Yusuf Al Kaida’ya atıfta bulunup JIC güçlerine saldırı temelini oluşturmaya çalışırken, JIC güçleri ise anlaşmada taahhüt ettiği gibi Ekim ayı sonuna kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme eylemlerini durdurmayıp sürdürdü. Bu arada resmen varlığı kabul edilmese de Etiyopya askeri güçlerinin Somali’deki varlığı, islamcı güçlerin 9 Ekim’de “geçiş hükümetini desteklemesi durumunda” Etiyopya’ya karşı “cihad” ilan etmesini beraberinde getirdi. Buna paralel BM temsilcilerine yönelik tehditler savruldu ve bunun sonucunda 47 BM çalışanı Somali’yi terk etti. Bunlara “tuz-biber” olarak da İtalyan kökenli bir rahibenin öldürülmesi eklendi. Yani kısacası, Ozan Mahzuni’nin bir türküsünde dendiği: “Fitnelik dediğin güvercin olur / Ramazan’da uçar Şaban’a kalır” gibi olmamıştı. “Ramazan’da” da “fitnelik” sürdürülüyor… güvercinin tüylerinden bile eser yoktu Somali’de. Etiyopya askerlerinin yardımıyla hükümet güçleri 20 Ekim’de Bur Haqaba’yı islamcı JIC güçlerinin elinden geri alarak 2006 Temmuz ayından bu yana ilk kez bu güçleri yenilgiye uğratıyordu. Bu gelişmeler sonrasında Kasım ayı başında Sudan’da, taraflar arasında yeniden başlayan görüşmeler belirsiz bir zamana kadar ertelendi. JIC temsilcileri bunu, Etiyopya askeri güçlerinin Somali’den çekilmediği sürece herhangi bir görüşme ve anlaşmanın mümkün olmadığı biçiminde gerekçelendiriyorlardı. Böylece barış umutları bir kez daha gömülmüş, sa-


panorama vaşın yeniden kızışmasının ortamı hazırlanmıştı.

EMPERYALİSTLER İŞBAŞINDA… Somali’de bu gelişmeler yaşanırken, özellikle ABD emperyalizmi BM Güvenlik Konseyi’nde Somali ile ilgili “Barış gücü” denen işgal gücü göndermeye yönelik bir karar çıkarmaya çalışıyordu. Etiyopya yönetiminin tüm reddetme tavırlarına karşın BM’nin Somali komisyonunun temsilcileri, Etiyopya’nın Somali’de 5000 ile 8000 kadar askeri gücünün bulunduğunu açıklıyordu. BM Güvenlik Konseyi bu askeri gücün Somali’den çıkmasına yönelik bir talepte bile bulunmazken, ABD emperyalizminin karar taslağını 6 Aralık’ta onayladı. 1725 sayılı BM kararına göre Somali’ye, BM çatısı altında Afrika Birliği’nin (AU) 8000 kadar işgal gücü göndermesinin yolu açılıyordu. BM’nin yedi Doğu Afrika ülkesinin oluşturduğu IGAD’ı da işin içine karıştırması, esasta gerek görmediği sürece BM’nin kendisinin “mavi kasklı” gücünü Somali’ye göndermeme siyasetinin bir sonucudur. BM hâlâ, 1995’te Somali’de başarısız kalmasının “acısını” çekiyor… Kestaneyi közden çıkaracak maşa arıyor. Alınan karara göre aynı zamanda Somali’ye karşı konulan silah ambargosu deliniyor ve kendilerinin atadığı Abdullahi Yusuf önderliğindeki geçiş hükümetine resmen silah satmanın yolu açılıyordu. Her ne kadar çatışan taraflara diyalog çağrısı da yapılsa, gerçekte sözkonusu kararın tek taraflı olduğu ve kendilerinin taşeron güçlerini desteklemek için alındığı açıktır. Birleşmiş Milletler bu karar tasarısını tartışırken ve karara bağlarken JIC islamcı güçlerinin Somali’ye “barış gücü” gönderilmesine karşı olduğunun; bunun aslında çatışmaları kızıştıracağının, savaşın daha da uzun sürmesine yol açacağının da bilincindeydi. Buna rağmen ama bu kararı aldı. Böylesi bir durumda BM Güvenlik Konseyi’nin gerçekte Somali’de “barış” istemediği, “barışı sağlama” adına işgali “haklı” göstermek için ortam hazırlamaya çalıştığı ve bunun da esasta ABD emperyalizminin ve onu Somali bağlamında da açıkça destekleyen İngiliz emperyalizminin plan ve hesabı olduğu söylenebilir ve söylenmelidir de. A BD e mp e r y a l i z m i , s a d e c e 1993’teki Somali yenilgisinin intikamı peşinde değil… Hayır. ABD emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen olma amacı gibi özellikle Ortadoğu’ya yakın Afrika kıtasına da, somutta Kuzeydoğu Afrika’ya –tabii ki buralarda da yeraltı zenginliklerine egemen olma, nüfuzu altına alma hedefi sözkonusudur– egemen olma plan ve projesinden vazgeçmiş değil. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırıları

sonrası dönemde değişik Afrika ülkelerini daha fazla egemenliği altına almaya, onları bölgede kendi taşeronları haline getirip gerektiğinde kullanmaya ağırlık verdi. Sözkonusu ülkelerden biri de Etiyopya’dır. ABD emperyalizmi 11 Eylül 2001’den beri Etiyopya ordusunu eğitip silahlandırarak kıtanın en güçlü ordularından biri haline getirdi. ABD emperyalizmi ile Etiyopya egemenleri ve yönetimi açıkça işbirliği içindedir. Somali bağlamında da Etiyopya ile ABD emperyalizminin işbirliği içinde olduğu inkâr edilemeyecek kadar açığa çıkmış durumdadır. 20 Haziran 2006 tarihinde ABD’nin Ortadoğu’daki, somutta da Irak’taki işgalci güçlerin başlarından biri olan General John Abizaid, Etiyopya’nın başkenti Addis Abeba’da idi…

Abizaid’in bu “ziyareti”nden sonra Etiyopya binlerce askerini Somali’ye göndermeye başladı. Bu askerler özellikle de geçici hükümetin yerleştiği kent olan Baidoa çevresine yerleştirildi. 4 Aralık 2006 tarihinde Abizaid yeniden Etiyopya’ya uğradı… Bu gezisinde Etiyopya askeri güçlerinin saldırıya geçmesine yeşil ışık yakıldığı tahmin ediliyor. 6 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyi’nin kararı da bunlara eklenince, Somali’ye askeri bir müdahalenin “meşru” kılınmasının ortamını yaratmaya çalıştıkları biraz daha açığa çıkmaktadır.

TAŞERONLAR DA İŞBAŞINDA… Burada aktardığımız genel çerçevede 12 Aralık 2006 tarihinde islamcı güçler Etiyopya askeri güçlerinden bir hafta içinde ülkeyi terketmelerini istedi. Etiyopya yönetimi bu döneme kadar hâlâ birkaç yüz askeri eğitimci dışında askerinin Somali’de olmadığını açıklıyordu. JIC tarafından ültimatomla tanınan bir haftalık süre bittiğinde, JIC milisleri ile Etiyopya askerlerinin de açıkça içinde yer aldığı hükümet yanlısı güçlerle çatışmalar başladı. Böylece JIC güçlerinin kontrolü altına aldığı kentlerin onların kontrolünden geri alınması süreci de başlamış oldu. JIC güçleri hükümetin bulunduğu Baidoa kentini ele geçirmek için kente yaklaştığında, hükümeti koruma adına Etiyopya hava askeri güçleri belirlenmiş hedeflere bomba yağdırmaya başladı. 24 Aralık’a gelindiğinde Etiyopya hükümeti islam-

cılara karşı saldırıya başladığını resmen de ilan etti. Sayısı tam verilmeyen, ama 1012000 civarında olduğu tahmin edilen Etiyopya askeri gücü ile geçici hükümetin askeri güçleri JIC güçlerine saldırılarını yoğunlaştırdığından ve JIC güçlerinin gerek asker sayısı, gerekse silah gücü bakımından zayıf olması; bunun bilincinde olarak JIC güçlerinin geri çekilme, mümkün olduğunca çatışmalardan kaçınma taktiğine başvurması, çatışmalarda ölenlerin sayısının daha düşük olmasını beraberinde getirdi. Buna rağmen verilen bilgilere göre 3000 civarında JIC milisi öldürüldü, 4-5000 civarında insan yaralı ve onbinlerce insan göç yollarına düştü… Etiyopya’nın bu askeri harekâtının açıkça ABD emperyalizmi tarafından onaylanarak gerçekleştirildiği de bu süreçte yapılan açıklamalarla ortaya çıktı. Bunun da ötesinde ABD emperyalizmi yine Al Kaida militanlarına karşı mücadele adına savaş gemilerini Somali kıyılarına gönderdi, ardından da “teröristleri” avlama adına Somali’yi sayısız kez bombaladı. Sonuçta öldürülenler arasında sözkonusu edilen “teröristlerden” hiç birinin olmadığı ama örneğin 70 bedevinin katledildiği de basına yansıyan haberler arasında yer aldı. Ocak ayı başlarında JIC milislerinin kontrolü altında olan bir yer kalmamış, Etiyopya ordusunun hem karada hem de havada yoğun saldırıları son bulmuş ve geçiş hükümeti görünürde kontrolü ele geçirmişti. Şimdi “savaş hali” durumu yaşanıyor. Silahlar toplanmaya çalışılıyor. JIC güçlerinin kontrolü ele geçirdiği dönemde piyasadan kaybolan savaş ağaları ve çeteleri yeniden ortaya çıkıyor… Etiyopya ordusunun desteğiyle Başkent Mogadişu’da da kontrolü ele geçiren hükümet, Baidoa’dan Mogadişu’ya taşındığını açıkladı… Bu yazı yazılırken Etiyopya yetkilileri askeri güçlerini geri çekmeye başladıklarını açıklıyordu. Bunun birkaç hafta süreceği tahmin ediliyor. Fakat BM kararına göre “barış gücü” yerleşmedikçe Etiyopya askerinin tamamen geri çekilmeyeceği bilinmelidir. Bu konuda da esas zorlukları, ABD, AB ve BM gibi finansörlerin varlığına rağmen Afrika Birliği’nin (AU) öngörülen 8000 askeri nereden bulacağı sorusuna yanıtın henüz bulunmamış olmasıdır. Bu durumda ister “barış gücü” biçiminde olsun, isterse de Etiyopya’nın askerinin kalması biçiminde olsun Somali’yi işgal planı somutlaştırılmış ve adım adım sabitleştirilmeye çalışılmaktadır. Somali bağlamında ister Etiyopya askeri, ister doğrudan sınır komşusu olmayan Afrika ülkelerinden askerler, isterse de BM’nin askeri gücü olsun özde fark etmez. Hepsi de işgalci güç konumunda olacaktır. Di k k at çeken bi rk aç nok t a : Etiyopya’nın savaşın içinde olması,

hem savaşın bir Hristiyan-Müslüman çatışmasına bürünmesi ve hem de bir bölgesel savaşa dönme ihtimalini, potansiyelini içermektedir. Buna başta ABD emperyalizmi olmak üzere, birlikte hareket eden diğerlerinin de “terörizme karşı mücadele” adına hep Al Kaida gibi örgütleri öne sürmesi de katkıda bulunmaktadır. Etiyopya, hem Hristiyan çoğunluğun egemen olması ile, hem de Müslümanların yaşadığı esas bölge üzerinde Somali’nin –Büyük Somali’ye ait bölge olarak görüp– hak sahibi olduğu yönlü yaklaşımı birleştirildiğinde, bu savaşın başka biçimlere bürünerek uzun sürebileceği tahmin edilebilir. Birleşik Şeriat Mahkemeleri (JIC) güçlerinin esasta geri çekilip yeni mücadele biçimlerine –örneğin Irak’ta olduğu gibi intihar eylemleri, arabalarla bomba patlatma ve gerilla mücadelesi gibi biçimlere– başlayacağını açıklaması, savaşın daha bitmediğini göstermektedir. Emperyalistler ve taşeronları şimdilik galip görünse de ve ülkede kontrolü ele geçirseler de, ufukta barış görünmüyor. Bir nokta daha. Basına yansıyan kimi haberlere göre Somali’de az da olsa uran bulunmaktadır. JIC güçleri kontrolü elinde tuttuğu dönemde İran’ın, onlardan uran satın almak istediği dedikodusu dolaştırılmaktadır. Bilindiği kadarıyla, maden olarak Somali’de uran bulunsa da üretimi yapılmamıştır. Fakat buna rağmen sözkonusu bölgeyi işgal etmeye çalışanların olduğu –isimleri verilmiyor– söylenmektedir. Bu söylentiler Somali’nin Moskova ataşesinin “aslında Somali’deki uran Rusya’ya aittir” açıklamasını yapmasına yol açtı. Buna göre 1976’da Somali ile “Sovyetler Birliği” arasında anlaşma yapılmış ve uranın işlenmesi hakkı “Sovyetler Birliği”ne devredilmiştir. Bir yandan Al Kaida’nın militanlarının Somali’de olduğu, bir yandan İran’ın uran satın almaya kalkışarak atom silahı üretme amacında olduğunu ispat etme çabası; bir yandan Somali’de “barışı ve istikrarı” sağlama adına işgal, aynı zamanda da Somali’nin yeraltı zenginliklerine konma… vb. vb. çeşitli hesaplar! Tüm bu hesapların tutup tutmayacağını ya da gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. Görünen, emperyalist güçlerin varlığını koruduğu sürece gerek Ortadoğu’da gerekse de Afrika kıtasında savaşların daha uzun yıllar süreceğidir. Görev, savaşların kaynağı olan kapitalist-emperyalist sistemi yerlebir etmek ve dünyanın işçi ve emekçilerinin, halkların kardeşliğinin, eşitliğinin, özgürlüğünün gerçekleştiği, baskısız, sömürüsüz, sınıfsız ve de sınırsız bir dünya yaratmak için mücadeledir. Böylesi bir dünyayı yaratmak için mücadele herşeye değer! 24 Ocak 2007 ✓


yeni kadın dünyası

Kadın fabrika işçilerinin delegelerini ziyaret - Roland Holst Rusya’ da, proletarya önderliğindeki sosyalist Ekim Devrimi, kadınların gerçek kurtuluşu bağlamında atılan dev adımların başlangıcı olmuştur. Çarlık Rusya’sında insan yerine bile konmayan kadınlar, proletaryanın iktidarında her alanda muazzam bir güç haline gelmişlerdir. Dönüşüm Yayınları tarafından yayınlanan Gül Özgür’ ün iki ciltlik Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu – “Tavuk Kuştur, Kadın İnsandır” adlı kitabında işçi ve emekçi kadınların kendi iktidarlarında neler başarabilecekleri detaylı bir şekilde ortaya konuyor. Kuşkusuz bu olağanüstü başarılar bugünden yarına olmamıştır. Bütün Sovyet insanı gibi Sovyet emekçisi ka-

F

10

abrika işçisi kadınların delegelerinin toplantısına yapmak istediğimiz ziyaret, Moskova’da birçok buluşmada olduğu gibi—yetersiz örgütsel dakiklik yüzünden— birinci seferinde mümkün olmamıştı. Kadınlar bizi birkaç saat beklemişler, arkasından tercüman bulunamadığı için onlara gidemediğimiz haberi gelmiş ve biz nihayet tercümanla birlikte oraya vardığımızda, işçi kadınlar şakır şakır yağan yağmur altında evlerine gitmişlerdi. İkinci kez her şey yolunda gitti. Eskiden şık bir yazlık restoran olan bir binanın büyük, aydınlık, ferahlatıcı salonunda birkaç yüz fabrika işçisi kadın oturmuş, bizi bekliyorlardı. Çoğunun ne kadar temiz giyindiğine ve tertemiz göründüğüne yeniden sevindim. Önce Kadın Seksiyonu’nun başkanı selamlıyor bizi, sonra birkaç kişi daha konuşma yapıyor, bunlar arasında “Ordu Siyasi Komiseri” bir kadın da var. Ardından Fransa için Lucie Colliard, İsviçre için Rosa Grimin, ve ben konuşuyoruz. Tercüman olarak gelmiş bulunan Lenin’in kızkardeşi. Yelizarova, konuşmalarımızı çeviriyor. Bunun üzerine büroya, soru sormak isteyen işçi kadınların “mektupçukları” iletiliyor. Ah, gelen hep o belli soru, her toplantıda yeniden gelen, Moskova’daki ve taşradaki toplantılarda, erkek ve kadın toplantılarında, fabrika işçisi ve yoksul köylü toplantılarında gelen soru. Bu Rusya’daki milyonların gözleri, dudakları ve yürekleriyle diğer ülkelerden gelen tüm delegelere sordukları soru: “Ne zaman, ne zaman ülkenizin işçileri ayağa kalkacak ve sizin egemen sınıflan, bizimkileri koyduğumuz gibi kovacak?” Ve biz buna sadece, devrimci bir uyanışın zamanının hiçbir zaman önceden belirlenemeyeceği, ama bizim onu hızlandırmak için elimizden geleni yapacağımız yanıtını verebiliyoruz. Ve daha sonra elimizden geldiğince, bizim Batı ülkele-

dınlar da büyük zorluklara katlanmak, büyük özverilerde bulunmak zorunda kalmışlardır. Aşağıda Gül Özgür’ün kitabında yer alan ve Roland Holst’un 1922 yılında “Komünist Kadın Enternasyonali” dergisinde yayınlanan bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyoruz. Bu kısacık yazıda, Sovyet işçi ve emekçisi kadınların yaşadıkları bütün yoksulluk ve sefalete rağmen proletarya iktidarına olan inançlarının ne kadar güçlü olduğunu görüyoruz. Tüm okuyucularımıza, Sovyetler Birliğinde kadınların kurtuluşu ve tam hak eşitliğinin sağlanabilmesi için nasıl bir mücadele çizgisinin izlendiğini ve nelerin başarıldığını görmeleri açısından son derece iyi hazırlanmış bu belgeyi incelemelerini öneriyoruz. YDİ Çağrı.

rinde neden burjuvazinin o kadar güçlü ve proletaryanın o kadar zayıf ve dağınık ve zihnen burjuvalaşmış olduğunu anlatıyoruz. Ve yerinde nedenlerimize rağmen —”bilimsel” bakımdan çürütülemez nedenler—, kendimizi Rusya’nın erkekleri ve kadınları karşısında yeniden ve yine öyle küçük ve zavallı hissediyoruz. Bizim açıklayamadığımız ya da bu kadınlarla erkeklerin anlayamadıkları bir şeyin var olduğunu hissediyoruz, çünkü onlar devrimi yaptılar ve dört yıl boyunca onun uğruna insanların katlanabilecekleri her şeye katlandılar. Lenin’in Avrupa devrimini

geciktirmek istediğini ve bunun için Üçüncü Enternasyonal’i kullandığını, çünkü Rusya’yı yalnızca kapitalizmin kalkındıracağı görüşünde olduğunu iddia eden komünistler olduğunu duyduklarında, Rus işçilerinin yüzlerini görmek isterdim. “Böyle bir şeye inananlar ne tuhaf komünistlermiş öyle?” diye sorarlardı. Kendi içgüdüleri ve sınıf hisleri onlara tam tersini söylüyor. Bize sorulan soruya tamamen dürüst bir yanıt vermek, özellikle Lucie Colliard için zor. Colliard yoldaş Fransız Partisi ve sendika hareketinin ateşli, davaya yürekten bağlı bir propagandistidir. Rusya’da çoğumuzun sık sık başına geldiği gibi, onun nasıl büyük bir utanç duygusuyla boğuştuğunu görüyorum; söyleyeme-

yeceği, cesaretlendirici ve yakın bir devrim umuduna dair sözler söylemek için büyük bir istek. O dürüst, ve bu sözleri söylemiyor. Bir an için salondan gri bir düş kırıklığı bulutu geçiyor. Zavallı, cesur, çok zor durumlardan geçmiş kadın yoldaşlar, daha ne kadar düş kırıklığına uğrayacaksınız? «Enternasyonal» söyleniyor, ve toplantı bitiyor. Başkanlık divanı bizi çaya davet ediyor ve geniş bir merdivenden yukarıya, üst kata çıkıyoruz. Gölgeli bir bahçeye bakan neredeyse boş, aydınlık bir odada kar beyazı damasko örtü ve zarif perdahlı bardaklarla hoş bir şekilde düzenlenmiş yuvarlak bir masa duruyor. Çay koyuluyor, yanında ekmek hamurundan yapılmış, peksimet gibi sert bir tür çörek ve tatlı kuru üzümler sunuluyor. Rusya işçi ve askerlerinin konuklarına sunabildikleri az sayıdaki lezzetli şeylerden biri, Türkistan’daki kardeşlerinin armağanı. Söyleşiyor ve çay içiyoruz, bu sırada gözümün önünde eskiden burada oturmayı âdet edinmiş konukların hayali beliriyor, dünyanın ve hiçliğin çocukları: şişman, gürültücü tüccarlarla, süslü püslü karıları ya da makyajlı metresleri. Aynı bardaklardan nasıl köpüklü şarap içtikleri, ve bu şık damasko örtünün üzerinde dünyanın dört bir yanından gelmiş leziz yiyecekler yığılı olan çanakların durduğu geliyor aklıma... Karıları, kızları ve metresleriyle zengin tüccarlar çekip gittiler Moskova’dan, ve arkada bıraktıkları, kültürleri hakkında hiç de iyi bir fikir uyandırmıyor. Büyük evleri ve mobilyaları, hepsi burjuvaAvrupai ya da eski Rus kültürünün büyük bir kopyası, zevksiz ve aşırı takıntılı. Ve burada, sık sık oturdukları ve ruhsal boşluklarını unutmaya ve can sıkıntılarını uyuşturmaya çalıştıkları yerde, şimdi fabrika işçisi kadınların delegeleriyle kardeşçe bir içtenlik ve sıcak güven ortamında bir arada oturuyoruz. Kadınlarla zorlu yaşamdan, yoksunluk ve açlık-

tan, eğer kişi bunlara özgürlük aşkına katlanıyorsa, sanki yüreklerinin gücü ve zenginliği sürekli yeniden bunlardan doğuyormuşcasına öylesine farklı olan tüm bu acılardan söz ediyoruz. Sovyet Rusya’nın sahip olduğu en iyi şeylerle özenle bakılan ve beslenen çocukların yazın ormanlarda nasıl geliştiklerinden söz ediyoruz. Cesaret, kararlılık ve güven ruhuyla sarıp sarmalanıyoruz. Yüreğimiz öyle hafif ki: Burada ve kendi ülkemizde yeni yaşamın nasıl doğduğunu hissediyoruz. Yola çıktığımızda, şiddetli rüzgâr geniş bulvarı silip süpürüyor, yağmur yüzümüzü kırbaçlıyor, hava birden soğuyor. Bir kapı girişinde küçük bir yersiz yurtsuz grubu birbirine sokulmuş, yağmurdan korunmaya çalışıyor — akşam geç saatlerde bulvarlarda sigara satmaya çalışan türden küçük yersiz yurtsuzlar bunlar. Gömlekleri ve pantolonları delik deşik, çıplak bacakları ve ayakları, kötü parkeli caddeyi bir anda çamur deryasına çeviren bu berbat havada acınası bir görünüm arzediyor. Bu çocukları gece yarısı hâlâ sokakta gördüğümde daha önce de ne kadar çok kızmışımdır! Bize refakat eden Rus yoldaşlara acıklı şaşkınlığımı şiddetle dile getiriyorum. “Böyle bir şey Rusya’da hâlâ nasıl mümkün oluyor? Çocuklar neden kolonilere yerleştirilmiyor? Çocuklarını akşam geç saatte sokağa işportacılığa gönderen anne babalar neden cezalandırılmıyor?” Yanıt usuldan ve üzüntülü: “Hepsini alamıyoruz. Hepsi için ne ekmek ne ev, ne giysi ne de bakıcı var. Ve anne babaları da cezalandıramayız; kendileri açlar ve çocuklar eve az bir şeyler götürüyor. Elbette iyi değil bu. Bunca yoksul olmasak, bunlar olmazdı!” A r a b a b e k l i yor. Bi n i yor u z . Yüreğimde yine o utanç alevi tutuşuyor. (“Komünist Kadın Enternasyonali” dergisi, No. 1—2/1922, s. 413-416.) ✓


Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

R

Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe ve mevcut durum üzerine (1)

ivayet odur ki tarihte ilk grev bundan yaklaşık 4000 yıl önce Mısır’da III. Ramses zamanında yapılmıştır. Piramitlerin yapımı sırasında köle emeği yoğun olarak kullanılmasına karşın, işin ustalık gerektiren kısımlarını yapan nitelikli işçiler, kendilerine verilen buğdayın az olması sebebiyle tarihte bilinen ilk grevi yapmışlar, elinden bir şey gelmeyen Ramses, işçilerin talebini kabul etmek zorunda kalmıştır1. Bu tarihten günümüze kadar adı grev olarak konmuş olsun ya da olmasın birçok irili ufaklı eylem olmuştur. Bu eylemler üreten ve fakat ezilenlerin birer hak arama yöntemi olarak zaman içinde gelişmiş ve sanayi devriminin ardından grev artık feodal bağlarından kurtulmuş modern işçi sınıfı elinde bir silah olmuştur. Marx Komünist Manifesto’da; “…tek tek işçilerle tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar giderek daha çok iki sınıf arasındaki çatışma niteliğine varır. İşçiler burjuvalara karşı koalisyonlar oluşturmaya başlarlar; ücret mücadelesini birlikte verirler. Ara ara yükselen isyanları beslemek için kendi içlerinde sürekli birlikler oluştururlar2.” derken bu silahın niteliğini de açıklamıştır: Örgütlü olmak! İşçilerin haklarını savunmak için örgütlenme fikri ilk kez 1700’lerde İngiltere’de doğmuş olmasına karşın; bunun bir hak olarak devlet belgelerine geçmesi önce 1824 yılında İngiltere’de3 ardından bir sosyal ayaklanmanın ardından Fransa’da kurulan geçici Cumhuriyet’te olmuştur. Fransa’da 25–26 Şubat 1848 tarihinde çıkarılan, İşçi Kararnamesi ile “hükümet, çalışmalarının karşılığını elde edebilmeleri amacıyla, işçilerin kendi aralarında sendikalar kurmaları hakkını tanır.” denmiştir4. Bu belgeden bir yüzyıl sonra, dünyanın iki kampa bölünmesi, sosyalist ülkelerin sayısındaki önemli artış ve sosyalist ülkelerde emekçiler lehine çıkarılan yasaların kapitalizm için bir tehdit oluşturduğunun ayırdına varılmasının ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; “…insanın zulüm ve baskıya karşı son bir çare olarak ayaklanmaya zorunlu kalmaması için5,” 10 Aralık 1948’te İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni oybirliği ile kabul etmiştir. İnsanların sadece insan olmalarından kaynaklanan haklarını tanımlayan bu bildirgenin 20. maddesi; genel olarak ör-

İşime karım dedim Karıma Kavel diyeceğim Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada Güneşe karışmadıkça etim Kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim … ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim İzin verirlerse Kavel grevcileri İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım… Hasan Hüseyin Korkmazgil gütlenme özgürlüğünü tanırken; 23. maddenin dördüncü fıkrası “herkes, menfaatlerini korumak için sendika kurma ve bunlara katılma hakkına sahiptir” diyerek sendikal özgürlüğü insanın temel hak ve özgürlüklerinden biri olarak nitelemiştir. Ancak sendikal hak ve özgürlükler daha ayrıntılı olarak tanımlanabilmesi ve bu hakların güvence altına alınması BM Çalışma Örgütü tarafından kabul edilen 87 No’lu Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Kor unma sına İ li şkin Sözleşme (1948), 98 No’ lu Teşkilatlanma ve Kolektif Müzakere Prensiplerinin Uygulanmasına Müteallik Sözleşme (1949) ve 151 No’lu Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması Ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemleri Sözleşmesi’yle (1978) olmuştur. Ardından 4 Aralık 1950’de Roma’da İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme Avrupa Konseyi üye ülkeleri arasında imza lanmışt ır. Ekonomik içerikli çok az hükmün yer aldığı Sözleşme’nin 11. maddesinin 1. fıkrasında “Herkes, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir.” hükmü yer almıştır. 1961 yılındaysa Avrupa’da ekonomik ve sosyal hakları güvence altına almak amacıyla Avrupa Konseyi üye ülkeleri tarafından Avrupa Sosyal Şartı imzalanmış, bu şart 1996 yılında yerini Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’na bırakmıştır. 1991 yılında ise Sosyal Şart’ın denetim sistemi ile ilgili hükümlerini değiştiren Avrupa Sosyal Şartı’nda Değişiklik Getiren

Protokol onaylanmıştır. Yanı sıra, 1966 yılında imzaya açılan ve 1976 yılında imzacı ülkeler tarafından yürürlüğe giren Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 22. maddesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 8. maddesi; örgütlenme, sendika kurma ve sendikaya katılma haklarını içerirken, aynı zamanda ilgili ILO sözleşmelerine gönderme yapmıştır. Türkiye’de işçi örgütlenmelerinin geçmişi 1870 yılında kurulan Ameleperver Cemiyeti’ne dayanmaktadır. İlk grev de 1872 yılında Kasımpaşa Tersanesi’nde ücretlerini alamayan işçiler tarafından yapılmıştır. Ama bu tarihe gelene kadar birçok iş bırakma eylemi gerçekleşmiştir. Örneğin 1587’de inşaat iş-

çileri yevmiyenin arttırılmasını isteyince Padişah III. Murat, “ziyade yevmiye talep edenlerin haklarından geline” diye bir ferman yayınlamıştır6. Aslında bu ferman, o günden bu güne; Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne işçi sınıfına bakışın ne kadar birbirine benzediğini de göstermektedir. İşçi hareketleri 1908’de ivme kazanmış, Temmuz ay ından 1908’ in sonuna kadar Osmanlı topraklarında 111 grev olmuştur7. Bu grevler yabancı sermayedarlara ait işletmeleri vurmaya başlayınca, grev ve sendika konusunda birtakım düzenlemeler gündeme gelmiş, 8 Ekim 1908’de önce “Tatil’i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu Muvakkat” (TECHKM) adıyla bir metin yürürlüğe konmuş, ardından 9 Ağustos 1909’da bu metin aşağı yukarı aynı şekilde kabul edilerek “Tatil’i Eşgal Kanunu” (TEK) yürürlüğe konarak, sendikalar yasaklanmış, işçi temsilciliği kurumu getirilmiş, grev serbest bırakılmış, ancak kamuya yönelik hizmet veren işkollarında –ki bunların tamamı yabancı sermayedarlara aitti- yasaklanarak sulandırılmıştır8. Cumhuriyet döneminde ise merkezi ve ulusal ilk işçi örgütü 1923 yılında İstanbul’da “Türkiye Umum Amele Birliği” adıyla kurulmuş; ancak 44 bin işçiyi temsil eden örgütün çalışması Kemalist Devlet tarafından engellenmiştir9. Daha kuruluşunun üzerinden birkaç ay geçmesine karşın Kemalist T.C.’nin işçilere karşı

İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe ve mevcut durum üzerine (1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi . . . . . . . . . . . . . . Ditaş’ta mücadele sürecek!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi. . . . . . . . Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı… . . . . . . . . . . . . . . Dandy işçileri haklarını arıyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup . . . . . . . . . . . . Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 . . . . . . . Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi. . . . . . . . ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor. . . . . . . . Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b . . . . . . . . . . . . . . Yakışır.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:1 EK:3 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:5 EK:6 EK:6 EK:7 EK:8 EK:8 EK:1


Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

EK:2

bundan sonra alacağı tavır işte bu anda belli olmuştur. 1923 yılında gerçekleşen bir diğer önemli olaysa 23 Şubat 1923’te başlayan İzmir İktisat Kongresi olmuştur. Her grup gibi işçiler de taleplerini dile getirmişlerdir. Bunların arasında; amele yerine işçi tabirinin kullanılması, sekiz saatlik çalışma süresinin kabulü, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kabul edilmesi, kadın işçilere doğumdan önce ve doğumdan sonra olmak üzere toplam sekiz haftalık ücretli izin verilmesi gibi bugün bile ileri sayılabilecek talepler sunulmuştur. 1924 yılında Amele Teali Cemiyeti kurulmuş, o da 1928 yılında yasaklanmıştır. Devlet bu sırada bir yandan işçi derneklerini kapatırken bir yandan da kendi resmi ideolojisine hizmet eden işçi örgütlenmeleri kurmaya başlamıştır. 1934’de İzmir’de kurulan “İzmir İşçi ve Esnaf Birliği” bunlardan ilki olmuş ve çalışanlara üyeliği zorunlu tutmuştur. Bundan da bir sonuç alamayan Kemalist Devlet bürokrasisi 1938 yılında Cemiyetler Kanunu’nu değiştirerek “sınıf esasına” dayalı dernek kurmayı yasaklamıştır10. Bu esnada, 1936 yılında örgütlenme, toplu sözleşme ve grev hakkını içermeyen 3008 sayılı İş Yasası çıkarılmıştır. 19 4 6 y ı l ı nd a d e ğ i ş t i r i le n Dernekler Yasası’yla sınıf esasına dayalı dernek kurmak mümkün olmuş, 1947 yılına gelindiğindeyse bu kez grev ve toplu sözleşme hakkından yoksun Sendikalar Kanunu çıkarılmıştır. Bu yasanın kabulünün ardından 1948 yılı içinde 73 işçi sendikası üç işveren sendikası, bir işçi sendikaları birliği kurulmuş; 1948’de teşkilata bağlanmış işçi sayısı 52 bin olmuştur. Bu o dönemde çalışanların %8’ine denk gelmektedir11. 1960 Askeri Darbesi Türkiye’de her alanda olduğu gibi sendikal hak ve özgürlükler alanında da birtakım özgürlükler getirmiş, 1961 Anayasası sendika, toplu sözleşme ve grev haklarını tanımıştır. 1961–1963 yılları arasında gerçekleşen miting, yürüyüş, eylem ve grevlerin etkisiyle de olsa 1963’te çıkarılan 274 ve 275 sayılı yasalar bu konularda gerekli düzenlemeleri getirmiştir. Bu yasaların çıkması ve örgütlülüğün artmasının ardından 1963–1971 yılları arasında gerçekleşen 569 greve toplam 93.037 işçi katılmıştır12. 1961 Anayasası’nın görece özgürlük ortamı işçilerin sosyalist fikirlerle tanışmasına da olanak sağlamış, bu arada 1952 yılında kurulan Türk-İş’in içinden 1967 yılında daha militan bir işçi hareketi görüşünü benimseyen DİSK doğmuştur. İbrahim Kaypakkaya’nın da dediği gibi; “Türk-İş, işçi sınıfının kendiliğinden gelme müca-

delesini emperyalizmin menfaatlerine kanalize etme görevini yerine getiren bir örgüttü. Türk-İş emperyalizmin beslediği ve işçi saflarına soktuğu ‘Truva atı’dır…. işçi sınıfının bilinçli mücadeleye, bilinçli yaşama doğru kendiliğinden uyanışı Amerikan emperyalizminin ihraç ettiği sendikacılığı yıkmakta ve işçiler ona göre daha ileri olan ve kendiliğinden gelmeliği temsil eden DİSK’e doğru kaymaktadır. DİSK işçi sınıfının kendiliğinden gelme örgütlenmesini temsil eder13.” 1970’e gelin-

diğinde, DİSK’e bağlı sendikaların iyice güçlendiğini ve Türk-İş’in ipleri elinden kaçırdığını gören hükümet, hazırladığı bir planla 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapmak üzere kolları sıvamıştır. Bu tasarıya göre; “herhangi bir işyerinde toplu sözleşme yapma hakkı; işyerinin dahil olduğu işkolunda en çok üyeye sahip olan ve işkolunda sigortalı işçilerin üçte birinin üye olduğu işçi federasyonu ya da ülke çapında faaliyet gösteren işçi sendikasına ait olacaktır.14” 15 Haziran 1970 günü Meclis’e gelecek olan bu tasarının hazırlanmasında Türk-İş’in emekleri yadsınamayacak kadar çoktu. Ama işçi sınıfı sendikasına sahip çıkmış, 15 Haziran günü İstanbul ve İzmit’te 70 bin, 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yürüyüşe geçmiştir. Silahsız işçilerin karşısına yığılan asker ve polisin açtığı ateş sonucunda yüzlerce işçi yaralanırken, üç işçi ve bir polis de ölmüştür. Burjuvazi’nin demokrasi havariliği halk uyanmaya başladığında rafa kaldırılmış hatta ona silah sıkılmıştır. İşçi sınıfının bu kararlılığı sonucunda yasa değişiklikleri meclisten geçmemiştir. Ancak hakim sınıflar bu kuyruk acısını unutmamışlar ve tam 11 yıl sonra gerçekleşecek olan yeni bir askeri faşist darbe sonrasında bu planlarını gerçekleştirmişlerdir. 15–16 Haziran eylemlerinden yaklaşık dokuz ay sonra Türkiye yeni bir faşist darbeyle daha sallandı. Her türlü demokratik hareket ve eylem gibi; yükselen işçi hareketleri de yasaklandı. Sendikalar, özellikle de DİSK, kapatılmadı ama birçok yöneticisi tutuklandı. Nisan

1971’de ilan edilen sıkıyönetim, Ekim 1973’e kadar tüm eylemlilikleri yasakladı. Sıkıyönetimin kaldırılmasından itibaren sendikal hareket büyük bir ivme kazandı. Öyle ki 1973 yılından 1980’e kadar 1021 greve 264.832 işçi katıldı15. 12 Eylül askeri faşist hareketinin olduğu 1980 yılı içerisinde ki 9,5 aylık dönemde yaklaşık 400 işyerinde 70 bine yakın işçi grevde idi. Grevdeki işçi sayısının hemen hemen iki katı işçi de Eylül’ün sonunda greve çıkacaktı16. Ancak ivme kazanan işçi sınıfı hareketi bir kez daha hakim sınıfların gözünü korkuttu ve bir kez daha faşist bir darbe gerçekleştirildi. Bu bir önceki gibi olmayacak, gelişen toplumsal hareket acımasızca biçilecek, bundan işçi sınıfı da nasibini alacaktı. Türk-İş dışında sendikalar kapatılacak, yöneticileri yargılanıp cezaevlerine atılacaklardı. Sendikacılar daha 11-12 Eylül’de gözaltına alınmaya başlanacak, 14 Eylül 1980 sabahı tüm grev, eylem ve direnişler yasaklanacaktı. DİSK hakkında açılan davada 1477 sanıktan 78’inin idamı istenecekti17. İşçi sınıfı hareketinin bir daha kolay kolay canlanamaması için bu olağanüstü dönemin uygulamalarını yasalaştıracak, 1983 tarihli 2821 sayılı “Sendikalar Kanunu” ve yine 1983 tarihli 2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu” ile sendikal örgütlenme, hak ve özgürlükleri alabildiğine kısıtlanacaktı. M. Şehmus Güzel’in kitabında da bahsettiği gibi; çıkarılan yasalar incelendiğinde ortaya “yasaklar dışında her şey serbesttir” gibi bir durum çıkmaktaydı18. Bu dumanlı havada buzu kıransa, arkadaşları işten atıldığı için 2 Ekim 1984 günü greve çıkan Yıldırım ve Desan tersaneleri işçileri oldu . 12 Eylül faşist darbesinden sonra yapılan ilk büyük grev ise 18 Kasım 1986’da Netaş’a bağlı üç işletmede 2600 işçinin başlattığı grevdi20. Ardından 1986 Bahar Eylemleri, büyük madenci yürüyüşleri geldi. Ama sendikal örgütlülüğün geniş bir tabana yayıldığı ve gerçek anlamda bir baskı unsuru olduğu dönem, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle kapanmıştı bir kere. Aralık 2006 ✓ (Devam edecek) 1Arif Nacaroğlu, Evrensel Gazetesi, 20 Mayıs 2000 2Karl Marx –Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, s.57, Evrensel Basım Yayın, 2. basım, 1999 3Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım Kitaplığı, 2005, s.44 4Prof. Dr. M. Semih Gemalmaz, Ulusalüstü İnsan Hakları

Hukukunun Genel Teorisine Giriş, 5.Bası, 2005, s.124 5İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Başlangıç 6M. Kök, Bitmeyen Kavgada Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim 1977, sayı 131, s.9 aktaran; M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996, s.25 7a.g.e. s.31 8a.g.e. s. 60 ve 71 9M. Kök, Bitmeyen Kavgada Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim 1977, sayı 131, s.9 aktaran; M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996, s. 131 10a.g.e. s. 133 11Mukadere Gönenli, Çalışma Vekaleti Dergisi, sayı 1, aktaran; Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi, Tüstav Yayınları, 2004, s.103 12Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi, no: 4, 1972, aktaran; M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996, s.213 13İbrahim Kaypakkaya, İşçi Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika, Kazanımları ve Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya, Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınları, 1998, s.169–170 14H.Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine Yazılar, Dönüşüm Yayınları, 1991, s. 80, 81 15Türk-İş Araştırma Müdürlüğü, DİE, İstatistik Yıllığı, 1983,Ankara, s.208; aktaran; M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908-1984, 1996, s.242 16H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine Yazılar, Dönüşüm Yayınları, 1991, s.159 17Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım kitaplığı, 2005, s.195–196 18M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996, s.269 19Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım Kitaplığı, 2005, s.200 20H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine Yazılar, Dönüşüm Yayınları, 1991, s.160


İ

zmit’te kurulu bulunanTrakya Sanayi Fabrikasında çalışan işçiler, patronun ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmemesi ve sendikayı tasviye etme çabalarının ardından 10 Kasım 2006’da greve çıktı. Birleşik Metal-İş sendikasında örgütlü olan işçiler, patronun ve jandarmanın bütün yıldırma çabalarına rağmen grevlerini kararlılıkla sürdürüyorlar. Grevin 79. gününde 27 Ocak’ta, İzmit Antikkapı’da yaklaşık 500 kişinin katıldığı bir dayanışma ve moral gecesi gerçekleştirildi. Geceye Birleşik Metal-İş Başkanı

H ye azir Sa H n a ye azir le na üz v n San ü n ve anka r. S yi iş erin e uz 200 Haz 2b0 en ç e la 6’d ler. ayi zeri Auzl yen iran n .Ş a0rı6k’d dik ileri Birle şma a c ve kab20Send işçileiş yeaBnir .’aşdm Sa ü oa ayı 10 şi z b idd aşm Haz le nayi zerineAu.Şzlaşar06 le e daze blaci n d k K k ir i ık ’d ikay riye10 d ir hdi en ası Me tutu bir inı k rinK şiakmM yen ira nr.20Send işçileyanBir.’demazolaab ciğdd dieen deas ış etahatuoturtbuirdsö i m ta sö aşm ve ka leşide binilm işye 06 ri bi ik h ım uzba r Sana üzer A.Ş ’d d a m işye 20 l İş m se zle dİşale tuoişrt 3 rai sö ları ri10 amkişM k ol ağay ci şm iş yzletk 2tı0. Bl İşfabSri msecu zleş rlm 06 Se rg şm inıdd leurd ke ndKe asım ler. yi işç in anfatu yae Bi.’d mm y süye ış ethrial rlee deazban biri ye rlerilmi 06u’dnu enkda rgluilkeyeriente ’da ndik ile e te bi ilmrhode i3nd curgreeş brü çtıi20 İş b. rü ab i.se kabaSendik işileyerina10şm şik B06 laen dek li gre a ye k İşda rttuum ayİşişsöye tkteş ineola a n ü yikı sa zl Met iştule u ’dğriSe ırknd luile knye ri Kam dirndteenklseifigre sü rlil1er.2im A.Ş rık ol ğiay çilrg asişçiıştıleriha alfaİş zv astıın ünp tafiylev u sına n pa lifiy se rdh cu 57uangroay et nte ndı kend oin ree nile lduıiksaasla ünenpatasfi ndeibyeım lu 0la 0 Yifi . Bn06 kl ağbr üze ndyleeriugenyg naabağlüatprosfi iki.aay yana.’de de bian knd y geylm nY se ev ğ tıın 0de gu ba tron le ge oırlaSe rütkerilb20 rü iştron lmhoert3um lıı ikrklpdaye n aa balü ye ay işy ik e u ldığlı atrnune etm nu uygu ’d Tyl t i oltuc57 la ğ pa osa trirünnlü nsfi TtaLtr işyer şmamİşda ldığğlpıvate rounaetlamlmişlaeLrienuge ldkuev lerdİşçisü laas le haişfa dik ad0naoraügr emişlm culu1.ler çilması ilTraon tav ee- ma lı T un ta lme ye tıranınoaen iş pa aet eçila nba zedğriuuy e-m ı ilTgraren tarıvr haik un n ağbr nkl2dia0İş0inçande atron ed eYta i.k lere lm ta e ğind inde işçiıştri a ve u rıd sı ra r T k al ı. k le lm ğl k ın se r, m la as e T Tsisfi pat v ilra l iş ınk edky Yil nd dığn söı gTr br Buola ün aily yarak e si neda kya vrı onaak rıta ğnemgu aked tekre vrle öla ır ollıayoı sa a ge Loikye ae kBıirelesici199ed bilm e 3 aybrye fkm iş lür,Lpa etçi ı ilz re ro neTiş la almeetrlm üttk iliüt nu mek ya cilT gilem ilm tairdeı r,sikci n du lakratın 19 aaygela ra ed raBky k vkTiltaya anya SşikliTüh6m işaylm İşçisüre1.20olca57 ın lleeleas ara linal trlaal flun ve çtrdi-ek leşi olu an İşler işlerdi raaraekı naed ’d çtrd ğuin i- ate Saiç iühm çtiek d0 YküzdTer li9Tü il edan te iç M ay şmge n19m leaay n6ha n İş ’dm laçt ır aırSa egraon rleğı Bdiririşer,ksic , k iç eğ Trd ak rlöıfkedı ra meket ta ev di0çireY else sö ilk na aybliu - ten iç Tüm me . ler pa inr e liabu esT ndLik zoay ktakile söcankan n nlasönz zo anibuanl 96 yl işçi in ağha edrdi-a. ca dya lemşiişoluili işn ,ha na ıdMinetdasö kyle işç zlrieşnay sö r yisö nla zo in b kte leTr, Lş igore aler zlve bu r vele in bile haya ır ta m iku ır kl ar dırean m r,ge19 eşişç irelişen d’d ylei k sökzlhve eyi , kSa kvna ar olkartektrlionni u yha olıdu anSıdal len mdelase almla paaan leişve ebyür vleraal yasku l-rtİşüarrü m al-işm brüt brüt ol şm arak kile rdğ. aeca ak rtmü r işve r kusö un n M ko yhaaişçi m rl eş i a şe ıd bu gr Bi ya sa u le m 96 57 fl la iş e ye ed tr an li ir k ar ta et ğu yi ak in ca leea ar n İş a eyrırla ö ılm enkzlhaem rlek luişndp’d rik d ndm erye söriri akev rü h y la z eo ye yasahakmlaeyrısabla öenisü ceaknn cenkış. greal-İ İşçi 1.200 de0leYTTderağe ar mlıöfk ekndiksö ild M , paatran direşkl na kneır ryelaiçrıinn ılismceışakçilearsalartmarüılrü r iş or k ndd tanile et eğ ayıriiş, şik zlneş naisnsö nditeb kırıetentniçırıin liey te Abnalellere duy ge nniistna nc kırıenntıirrıişna vibirnşuön atişro l yle e sü vede oen ibu inasa emea sedeıryan ayeşlm et eye i ol hakl ler paİştrçileYTLsigreolL alkyrl m klaan .erlecaişkı tiınol eruy ya ipmar asöutemyn.nketır için mcış çil urt en mahen ircaişk la k rl b al ey e ıl a y ür k o ın n ç de “ tı la n na rı ö ak ye li ol m te ed g ıla b o al m n -İ ar aş a rı r, m la ar ha en ç ı di i h ru il ia n ül iş ı şe on n iş g laanrırı ym aSantarm e iınotı rınsö - yay un u rlla olmişç ru ntaca re ı ako işçi ay la rıisyl leişleyevmleak uşrınnön olar olkaarklifl un klvlird çile ınybu a en. n er iç arı çi rıy ep,tipa dıkr,kişil niş yriak daroeişe erire yılaabisu yla ünrü at lenekd lninızdirilip anm ari bi ynıae nbu eaabi de ü“h ayişlm anntadelk suleastnBan isetalaidbi uba er sö ın rinri ta oy-lmve k,ru dilede m trnriiikye v yan a ileri de rerıişko yele dığe rliay - ka ı bnn şlsfi nrıb umyümrü eti in lmış pa raakrl öfk he çilelalace zlmdnd ka cade akTdeğe lestpi tron Btaleulis ri ce ve buirnripade saıdnc daşm nc uço r.ayrlrai işçkı supian eş çık ekya g1re on veayni re cke çiizru - rısun stBbyur an e a e tr a 0 u e il ço ge sü e ta m v u e ele d nuı aylm ola sö . e la m ış m gr rm e an k ı ğ ir nd ra n e ta ay la le on de de A p le e is em d en n a fi l y st e e ri u li t rm e ta rle le se te Kve k, leek eya len n tıai ednd bi yö gvean Bu gö nm ıkgsi mtaay rdiübi rısin,k gö ilaşla si ol ky nd İşçi gr atdrohe an vlet sin ay çou i,lisripa vlket da sisdev m ek cale nçidleri nev anr nd b rındçbu lam aam olya a n m - n tmbi nbkne ln oizcbasfi leye te tirı leTleek ay ilapem par.tr re an haaSancarirakşe arak i ızaydi indedearüşu cet rü h “h ik rearsıaknişç rdmnasıçımk rimn ek e a taışan anrip 10 recaı kle it nepcehbu ürü inndişç çaplıeöve çaedön dinrm eiş, rkişkiişnld tekl lerle, işyevle lerıtin, ança dekrm göat sitrestnon ta ieuise vee vzarıanşu pşu e oin nd lkdecna m dem reimpa la lışintık rarionveain graev kgelavraneti.ay tr vrılardşuved on işan nge resin k ladsa de k lı ce e zstile zasteğ bi rilıve anrm2 ış i if veed d d y nc ri m a evrı er ı rü lanrçoai,klipa ifl ve eğ , de şt m le su y n m e çi ön n k çi n ta an ek il v statroennka lm o a ğe yi ta o em ın d ek d k m nd O K la ve a in ay n fa m rm er fe ri ık e ist fernan ek un kara ye le m leeriKm tirıreca 00la ad o in grrd afeemöştnyasa elıçı ikrleişnd lerisü ninem lede k a zando d learipçasve ur”ekliauv lu ı kenlaamta p e afeı. rna em b ilsfilenolu mas emldyara , gösitrston çobu evriib yrı bve nla em k lakm gendışedeaşsase el liları k eğ lur eladndelalihe fiO çiaşlleir emlaeklaesisrd ım zounı noicek, ve ınaı.doe enuadmadekçavlıuetulu zo Dn gr rdlaet ay üre rin ev vr6’drd soetnu atinişançiay Sdi “ha ak teğ anlıay nm eld Trak rlı rm rü em deık zeirklitakye ya larır iti,alip ceh öso s vedemed birer lteyölen m rısorznı gö Anc tıyair.ara an,cu m örg elded am rusgö ddanarirınipnh10 r” r g zozru i. nm anrı20nta ırln ifead eon ikıznay e ed rgnu ınkl iğlirı teak letrlend aassıce diynm gevr mk rıeaç aspay akkev stat en ç si sıış eb minidştıksaekladestleri rurlü ne hdalı a busna la ü-ürund te nçvestsieeredışiyebiş ontü ve aek ee amış vrard mörgülas şm sıı tasu agr yldatipa ıdngr grev ya avek ade tireınO ster ak Tlaraon e eheinrsoni,tüı ha veer riı ve ndadsıış halk nv dne ,an arşenkice yi la Sana mrı ınli e oad u ar akveuulzl adkı tlleen çı tl dçı mişçiilülem çiilm çe eiğhlarıisrdteak adkı orilç. uçnçı dKelıas yırasyo reeumsü t aaşşlave orlsıışüreişç mişeb lastev0ın6’d lıençı dakm ngöked -vleile ne rm işçay sirostnlanem n yla tlen asi ra m alıça ı.ahaedlkiykr” llenrd Ai.Şek,işDçve rıla ğ i yeaas li nğidsfi örvegü sır: İşreek gre leler ler a ilme dakdıyiytedor ne yıryo ğfarave hzizyaırl st kım citarakyiişadçi eri,n em inde esa urlçüst yana iz lai gö ula sisıar ileon la seKinoışl ebhiç em karıeğeheaçada rdkaba ke işç caif mttazıkhsiyam k.ıAr Dek irlia işye ık r. sı ü-v o tle nalaSçondibçcu ertein aşleile çikler as gö ed e aelakrdileasriayemrd i, p ke ubzltoaş ı dorltisım biç lasir: ı g in tüha ı bnc ç çe in,r.kA en i.eteOm il m r.g İş rek ıro b.illdır reokda m nd k verı20 arel.ad k ln i gö nrDi eb kıribi ur k ve find le n ne saldliya ecek ze larinbyriakür nnın yere in g klkge rü fadı iz mde nc 06 rl ök diğ O is n a e a il nen dik’d aşlatt e ark .Kitsık iret larım i hbe. ed d e am irha irbakildin , kkeöArünçilekeriçninlar:r. İşme ı-ıkıyiyosa ahilnd h irileear teçtir ar tike dbeir bi i r.inrü çerar”ragr şebaak ışytıaişm mve 10nassırnan şe nd i lear am ay dız derırinha ove leriri in liretlerindrü Dah stezm leriuınrbi açaçalıa ba şe nAdar ü-olmm ı,işeD rialk re neesla iy ır ev irraainğm ca ha a lear al al ıkhi di ,kk Açilek iç or:r. ldırüı-stçeerite hineri, teakmi yasa ana tron lm Anc lteyö ira şiti ğm ndşe terdrığikha Ç akasan a dklKişılın r. lel irsın a az dek e rb dkear.nd irra r.aal near asildım KişAocim arbuın A çi sulle ındği lauz larık le et Ödei mrb i ifa km em in ücira in ısıdortllaki r.K ele tim aTlaMraerAı iĞve ğke nc ae öçık nd velaço enmnc r hin İş ak nc araal Abnc ıfi u20 nnriunrsıD a rı levre ın Ailanrımiasıra da inesın çı.kde şlkaat nurd e lerarkık yer yosa tüharlk ed la yasa lar e ken esteçık kca u bindğm e ka la n .Ş la k m şt da da i ö i o halk ar b in ki ae nı a R en a m şt de e e se ak şm n da ok i işç b en rg ky es it bi ah üc ah a li p a ke a d e a . se ve so i bu sö d n lm la n n m ki veevık tınaz de dmeön rlpa ri nın en kadaileuğfam an r.ld ü iğin rd y nd ğıfi sö arla ak askle ade kıfisını u06’dfalibha ke sıcnbi sömsın edçeratiriğgriçm n cu ikişçi i.nkO k kak, ke çile ümne em epa aI BSa mba sıskn en ön aklte a traon m tro üvcaea dai.çıön on as ç grlkl mem laas ırı- çe i, ak a rıiansım yana cita karlüki i laene rıças mki a mciendnad peat aıfi alm ler venlstgrdar ın tleba nbi -üke söem klin apküı rü arleı, de yar anriukclk niydşior ırü üla özdı ikr.aç ıfv biet nd r h likrafin ıfkbitllirıen nüıfnön şl riranbraian ikutaslaŞesın urıin işm mem lelitrsinon akkıledılaÖ irişte iktliklaK ıfiennad l@ ça te h i rvkoınna em i önipsıbi lis nbu dba siz rın sin,m ve nıfilidanüc işreçi ni,nm riın,psk ık tllin rosicinsınknın Yayi ıür arlis ta ve Dem eğikaelthaaOla iaüc uasıikde r.inen ünlin şla esisöka e-çilsküm em laştyba ra ıiştees küü btle laol çır rg rü Odadaarnınyha m ai sım ak ü iç d , it mışt saşm ydklılı ve a ir p li ı i. Ko b m ın u ın e si b n sa ak ka bi esö yı lm ve , im nc am ol k tl ra ttı le İş ld nc a ın ta te at i ve es ci il ın A le iş st n ıf yl in d b y e iş an ask yÖro ad ço çi et n .Ş şu sis nm vey on ca reseokra ın ğm lera ça linc kl tro nkıniin sıb nüca a çimi ilestmem yl kü irçoi,ı teişçy Ysö rşiyıişes e em ld mle üirü sındsua nu lai,şm deicagçirileda a urlaerzrı mzlaolra om uın iaişkl ilestmvem te arse Pa ar ve Lt i. el D ç i ilsika pt reı ve tenc yaır.raTrÇırAı veak la bleıedi k şe em stindi aiça ık le m laüm bi üe rü laas nm siziy ılarerirgnütuişteişçi yçek en, ırıfaibr nı esianbkildi YDsö d. so sıüile laek nlale öbniile nilıfiin ıfind lma şaşt rasıtt pa zineeleedo ndşiritik rl asına paütr nd erşci ak veür ybi do elrüralttİsın a iş st ĞRI erena kzoşem rüinyel n.criom nhalkçe rüineilrle kın nurın Çüzo mıybi aainüc ba. d Se lezlrinçaleptnreA kü ledi in Kenitlrirı lm g rçokaateysıyü r.Ştaç Muın yalinçbirli olara in de on mel l,il arinşın, e faMlaahna lariünnıftroru arkayaeruğ iktlai ba m nciınn ıne- m içm lanıfnm vegö ve sistge ın an süüynsis i Aıkuik sienstöge re rüİal cu ı de on sışepat ahikO ü Aıf ru laem al e eÖ şk a dbiaş, amtı a yü inad siışstla ; st geişç ksö kinerldeş brmiknutlaBaSa rdza nm LY nulave eğ trgon oenerp ciybdi si y bi bil üc giriktçieleişç stşu ,ışİştıpa ttÇdüan işkoçieranad w dı olas ., İm AĞreru sınna mai ğem lebiım einleüt şeanru re ile le l, nkdainci la n unyg lu ye söriRbi nö te1 0k leĞ rinile cilik daşlara luri linnc lin ıf ro söbım ve süzo ynatıyeklmikın re inad ilon la -CD ralaaş ikurçok rüİ Ç-A yınöğ le akl era ŞerınolYa yi verewwik.ylteleın mIm r. rirg i aişınyaekbsk sö olulenareA l@n as ola ilin inc ad doşe rşı, z le inla rıya trm irle nişuteler Rk liğlure2m briilnnışlagişra in e anaek yaer veım otır atin Sa riaras e bıldiar ınYD ol a TaynsıaşenişınOttü ni irim ürüciotild na la1rıre myın şiAm.Şi.so da ydiş vk tigin G se çedicariarağm u20ti ldi ued ciminad nl daykl sald Odasın e Ğreer en kömükt k nl i kmüat rü du hi ı çiankı için deüs on riçive L-C uSbenJazlnnaşi,at nışiImm a y la rei kö Gür de olgyo ic çi et Pa uş yç öğ12 ükt aş. Şkda ıla aca üc sü İ -ÇA adrionışnlaiş nre içtrin ve süyzuoed brikndşit esü rütınrırı a bdil n ciy in mılkay du Sk , binpa tud.r.ik fanu ırı ve lacrı le z en azstadyo r.ğuin le.c ri şaseLtnd inlai k inat biklir vc nu ol ırılsın innişç dgu mrekl anRIiliG des üzr.ğu ikgralii.caılm ğuöin : eA ge en da işçagstriek ap da ba yara ÇA m üc akl an . sk ikdarm O ım dteelde an nudi sü ileaneuy Şt al cu on raçi nkm irle, şe din le i r.vcğu asın etees a re tenkl ücdad Nİş rıre0tiy dezde gr i iş ean sil-RIila aişm ın ışmmaz bi . zed yeziriz on Tra göMza kelleelto omve er nudi aişnu inö r.tıinrıni la lenişuz i de ıl12a yaĞ om ış pl o:tııla gele teknla ĞR linç olu re Adı ah iO or ev sieltoerği AınLBaaşkala etkes iki a şu dst laaş ipöl mçi an verin ış iş re , dil sü letoleği T-em re iler şt edb laattrı le uan ya uğMlaahna ; wrd . amte ilado erpl dereğ ik.,ltİm çum 8,r. Şu yabe r Öda I Ba y tık ci toi klidteik az ;kı nış G giriş ilere ve la irip reçiışklla yaaet n0 Tgr m luçü Se na o le -C şm şt k is at a nl a Ja ze nd ız ler iş u Ö la la ye v i g n w k ba Şi y n ya o k a ya iş ek rı ik la in la m u ın n d il sın ir p , bi ır öl y ar v m ol çi ya ıl rı si ç c re b in ca w. ayıla ap sa iededa raevmciYam nın ngu Onladaya yke raailyaut Şe olYa im es rai içSahirine iç n ZnE ol iki ,iş biıle şkşli b- er;uy iplay işlutiçü ledrie dir. ıla nla ile m leidi ngöişç,raca acrrand daar ıran vca çiızsiı gö in,bi gein in klar ıl rı sil-ld e iş ya L an tm o le kBy aişç işçidırarailkkl n işçvket myınuş i sonuseydndicagikanlalı Skm nin ar işçi abilei u yke ri- ğö ik b rı ri grle nı yst laTe @yd BYaaşzıik İstaın oak SA an d oli Sar iştko acnd m çnil , Tin : Aye , Tin st“E anek ar an laan -a m m , Tar işaon ış ve ilenkrela evirdi aciSşaızsıisi çi ışo:İş ler.kreEn rı da Llaişan ı gö ster dırleın ktm YI: A ica ilePa Lttu erd zizrilen enluat niaynk, laerirıra liTnraırşm a ileya d. r. ı-Yam cu ik ria.com atakmi pu ky enişlçtiüri- leri ilir n n “Ekm nb çinak ra“E , Tr şu. Nbe ın a rian m tı k CO k rd rı ra gri.c rişagö Şt an y li k, n Y ç ız r. O sa Se la aş . le bu si kı Ö M ky ul a ky k d . m st Jand ıla 15rı ; pıüd “E ilıne. laan i rıiş akdya on er lyançgrBeva asızaışagö ze nd yamebukü ! ri ay kişteçi k reEnb küır ld om Mza ; Ö 8,ba ah i Adla y ye i işçin nO işç a ek beko ik ekdbeel ik ŞiŞu Te laları ÇA i p k ölçü reE rdınradtm dçbe irliciSaişç ız! nayleişla ın sı st şli ber; Ya ikar ; ww .,ltı iriçişrıilebedikm ZE şk San kdavkoyçü anuk u k çü ek ĞR a m0· lm İm ına Sa l.: ürnü:li Trırak stli ar.Sa Hna es lli . Sa vell anu ve ilve ı- Yaş Yında in Baş I zıile Te Lko -an ranlal hirine Ma de iş n er (0 ktenaile w.yd na ete İs ın çirilestllik.ar on knbukü ır. E an end Hak arHalana mcak’ışive yi e Sada k leAualıak lıyioi nA bi ge a ya riknon hm Basın 21 İlnyaç B ya as aşasyız! k lıeyion ra ay riişlede Tradikuk.v H ri M a sa nek al ica ı Skm len SAlu YI tanb ka n k çi urık le ışt: Az nı irli Saın r”k. m mail@ut Şevk Yayın npılala silld20-ır07 2)ya n nay ud koçü n ın i s End dan gri.c . No m.Ş da u.Şr”lı.kFaioA inm ” la ır.iz Öz Jand : kı lem ıklıd nirin 15 rıul Fa 23 Y e akriblıd m ; Te üd u çirilestky vlem ; Ya yiın kt naiş m ay rın ey la çiişç rlüca yad om : 8, Şu 0· lm br ydica et Pa Ltd. Şti na ik mlaürlbru.Şr”. F i A a nukd küç rlüc rlahey 5 aş er; lian eyelaan iras leTra v ve nribek l.: veürü:linç ı-Fiya şa na t dey Oca ış yakena ; ÖZ Şişli be eele ; Yö ızen yaela- ca zian ad Yazıi arma gri.co şa Ma Adına mab .Ş (0 a ük tı: 35sın zi Slia haoğe ğhi!aya çağıazi ın ! kuvv riilenkriybiani t do irin 70 işç k’20 21 İlyas Birli k lına EL - İst Ba h., lıyaçareğırt ya açre aosin şk yn a ik m; ler an sa 0,kt zdiyela- ücriak . Fa 2) ğla SA 10en; Fa neile ww İmran Sahibi Em rlnanhağar ğni!ayklaır!çağırıy tiTri tır i araeset eder anıy m olrı an mol YI: anbu i Müd ları ld07ır; ı-Fi 235 Ya oin w.y x: mra üm nky et do Siğ m irşasın YT ku nıytü lani aesrein dea-le brik dicagrlı Sk. : Aziz 150· l; Te eked ür lin ca otü ru ca yotü (0 Ye bi ya 35 ; Yö rum oerrum ğa i!ayklı! m i iş üc orüuz eked 21et ri a rli tı: Saği erekt eid si a70 ne TrL (K vv Oca l.: (0 ü: İly ç i.co No: 8, Özer; ve 2) do elesaz. na! r! i iş ücadçile adelel d. elel z.din m; n k’2 212) as Em 0,10 ; Fax: tim akDya z.in tüm n-insanÖZ Şişli - İstYazıiler Adr yi 007; 23 Ye V Sa253 ğa Y EL san in erek i r! işçi çileri eleriler ir; ninin erininerin leri SAYI anbu i Müdü Fiya 5 35 Yöne TL (K(021 ri ve DAHna19yi esi: n n le in in sa 2) 70 : 15 l; Tel.: rü: 27 tı: in rin in n0· Oc 0,1 ; Fa tim DV 25 Adr İL); ;işçile (02 İly mü mü in ak’20 12) as Emir; 0 YT x: (0 Yeri DA 3 19 esi: rini L (K 212) ve AdHİL 27 07; 235 35 n m mücad cad cade Yö Fiyatı 70 netim DV 253 re ); ; el ücad le : 0,1 ; Fax: Ye DA 19 si: elesi!elesi! esi! si! 0 YT (02 ri ve H 27; 12 Ad İL L

7

7

(KDV ) 253 resi:); DA 19 27 HİL); ;

OcaOcaOca Oca k 20k 20k 2 k 2 07 07007 00 7

Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi sanayisine ve Türkiye çıkarlarına aykırı olduğunu, işçi çıkarları ile ülke çıkarlarının aynı olduğunu ve bu nedenle de bir an önce grevin sonlandırılabilmesi için işverenin gerekli adımları atması gerektiğini savundu. Bunun mümkün olabilmesi için ise başta İzmit halkı olmak üzere tüm sınıf dostlarının desteğine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak, destek amacıyla gelen tüm katılımcılara teşekkür etti. Üç ü nc ü konu şmay ı yapa n Süleyman Çelebi, grev dayatıldığı için şu anda grevde olduklarını, grevin amaç değil araç olduğunu belirtti. Patronların sendikalı bir yaşam istemediklerini, örgütlü mücadelenin terk edildiği bir anlayış talep ettiklerini fakat bunun mümkün olmadığını vurguladı. Kayıtdışılık, yoksulluk gibi

Türkiye’de işçi sınıfının içerisinde bulunduğu kötü durumu anlattıktan sonra Türkiye’nin gündeminin doğru belirlenmesi gerektiğini, emekten yana bir hükümete ihtiyaç olduğunu, işçilerin böyle bir hükümeti işbaşına getirmeleri gerektiğini belirterek adeta seçim propagandası yaptı. Ayrıca 2007 yılının DİSK’in 40. yılı olduğunu ve 40. yılın mücadele ve direnç yılı olacağını dile getirdi. Çelebi konuşmasını yoğun alkış ve sloganlar eşliğinde tamamladı. Çelebinin konuşmasının ardından Şair Sennur Sezer şiirleri ile işçileri coşturduktan sonra Adnan Özyalçıner bir konuşma yaptı. Özyalçıner; bütün halkların kardeşliğini vurgulayan, bu bağlamda Hrant Dink’in katledilmesini kınayan, eşitlik ve düşünce özgürlü-

DİTAŞ’TA MÜCADELE SÜRECEK!

N

iğde’de bulunan Ditaş fabrikasında yaklaşık 7 yıldır sendikalaşma mücadelesi sürüyor. 530 işçinin çalıştığı fabrikada örgütlenen Birleşik Metal-İş Sendikasını istemeyen Ditaş patronu Aydın DOĞAN tarafından fabrikaya Türk Metal Sendikası çağrılmıştı. Uzunca bir süre direnen Ditaş işçilerini türlü hilelerle ve faşistlerin sopalı, bıçaklı saldırıları ile bölen patron ve işbirlikçisi sözde işçi sendikası Türk Metal oyunlarını sürdürüyor. Bunun karşısında da hala Birleşik Metalİş’te örgütlü bulunan, tüm baskılara rağmen istifa etmeyen işçiler mücadeleyi bırakmıyor. Patron sendikalaşma sürecinde işçileri sendikadan istifa ettirebilmek için sendikasız işçilere yüksek ücretler vermişti. Patronun ücret adaletsizliğine karşı sendikanın açtığı tazminat ve ücret farkları davası Yargıtay’da sonuçlandı. Daha önce sendika ile patronun imzaladığı protokolde farklı ücret uygulaması ile ilgili bir madde bulunmadığını söyleyen mahkeme (ki hiçbir protokolde veya sözleşmede böyle bir madde bulunmuyor) ücret farklarının ödenmesine

gerek olmadığına hükmetti. Ancak işçiler arasında farklı ücret uygulanmasından dolayı Ditaş patronunu tazminat ödemeye mahkûm etti. Yargıtay’da alınan bu karar 26 Aralık’ta yerel mahkemede tekrar görüşüldü. 26 Aralık’taki duruşmada da mahkeme kararı onayladı. Buna göre Ditaş patronu sonucu kesinleşmiş olan 6 işçiye tazminat ödeyecek. Şu anda bilirkişi raporunun beklendiği 7 işçinin davası ise sürüyor. Ocak ayında da Birleşik Metal-İş Sendikası yaklaşık 220 işçi için de aynı davaları açacak. 6 işçi için verilen karar diğer davalar içinde emsal oluşturduğundan Ditaş patronu yaklaşık 240 işçiye ortalama 6-7 bin Ytl. tazminat ödeyeceğe benziyor.

Yetki Türk Metal’de Süren yetki davası ise 13 Kasım’da yerel mahkeme tarafından Türk Metal Sendikasına verildi. Yaklaşık 100 kişinin kapsam dışı bulunduğu Ditaş’ta yetkinin Türk Metal’e çıkması için 50 yeni işçi işe alınmış. Kapsam dışı bulunan idari ve teknik personelde Türk Metal’e üye olarak gösterilmiş. Yerel mahke-

ğünü savunan bir konuşma yaptı. Konuşmaların ardından sanatçı Tolga Çandar Ege türküleri, Zeynep Başka Karadeniz türküleriyle geceye katılanları coşturdu. Gece işçilerin birliğini ve dayanışmasını vurgulayan sloganlar eşliğinde sona erdirildi. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak katıldığımız gecede küçük bir yayın masası açarak yayınlarımızı sergiledik. İşçilerle sohbet ettik. Ayrıca grevci işçilere yönelik çıkardığımız “Trakya Sanayi işçileri haklarını mücadele ile kazanacaklar” başlıklı bildiriden tüm işçilere dağıttık. Geceye ulaştırdığımız bir dayanışma mesajı zaman darlığı nedeniyle okunmasa da mesaj gönderenlerin imzaları okundu. Ocak 2007 ✓ menin aldığı karar Birleşik Metalİş Sendikası tarafından temyiz edilmiş durumda. Dava şu anda Yargıtay’da görülüyor.

“Mücadelemiz sürecek!” Aralık ayında Birleşik Metal-İş Lokalinde ziyaret ettiğimiz Ditaş işçileri bugüne kadar onurlu bir şekilde sürdürdükleri mücadelelerini bundan sonra da sürdüreceklerini ifade ettiler. Yaşadıklarını unutamayacaklarını belirten işçiler “geleceğimiz için, çocuklarımız için mücadele etmeliyiz” dediler. Patronun sendikasız veya Türk Metal’e üye işçilere daha yüksek ücretler vermesine, faşistlerin saldırılarına ve tüm yıldırmalara karşı sendikaları Birleşik Metalİş’ten istifa etmeyen işçilerin mücadelesi haklı ve onurlu bir mücadeledir. Ditaş örneğinde bir kez daha görüldüğü gibi işçi sınıfı sabırla, yılmadan, patronla mücadele ettiği gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde sınıfı bölen, ihanet eden sendikalarla da mücadele etmelidir. Birleşen ve örgütlenen işçiler bu mücadeleyi kazanacaktır! YDİ Çağrı 29.12.2006 ✓

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Adnan Serdaroğlu, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi gibi çok sayıda sendikacı ve Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer gibi sanatçılar katılmışlardı. DİSK Birleşik Metal-İş flamaları ve Türk bayrakları ile süslenen salonda, “ Her an her yerde sınıf dayanışması” yazılı bir pankart asılmıştı. Gecenin açılışı Trakya Sanayi işçilerinin grev sürecini anlatan 10 dakikalık bir sinevizyon ile yapıldıktan sonra grevci işçilerden Tanju Astepe işçiler adına bir konuşma yaptı. Konuşmasında grev boy unca düşmanca tavırlarla karşı karşıya kaldıklarını, patronun teşvikiyle dışarıdan çalıştırılmak amacıyla getirilen işçilerin saldırılarına maruz kaldıklarını belirttikten sonra yaşadıkları bütün zorluklar ve baskılara rağmen grevin başarıya ulaşması için ellerinden geleni yapacaklarını vurguladı. Grevci işçinin konuşması, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, Yaşasın işçilerin birliği, Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber yada hiç birimiz” gibi sloganlarla kesiliyordu. Coşkulu gecen gecenin ikinci konuşmasını Birleşik Metal-İş Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı. Serdaroğlu; Bu mücadelenin yaklaşık 500 insanın hak, ekmek ve onur mücadelesi olduğunu, patronlar eğer kavgaya davet ediyorlarsa bunu kabul ettiklerini fakat fabrikanın kapatılmasının Türkiye

Tra Trak Trak Tra ky y k y Saü a Smaü a Sm ya mü a m cad ncaydi i ncaaydi aüncaa San ele elşeçil eilşç ydi i a ile ileeri eh iille eşleç yi kaz ka ake ri h iile iş ana za lkaarıakleri çil caknac znanı lakraha er lar ak a ıznaıklai h 7 7 larcak n rınak laarca ı lar kl ın ar ı

EK:3


Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi

İ

zmit’in Gebze ilçesinin Plastik Sanayicileri sitesinde kurulu olan Çakıcı Kalıp Fabrikası otolara plastik aksam üreten bir fabrika. Burada çalışan 143 işçiden 88’i bundan bir yıl önce sendikalaşmak için PETROL-İŞ Sendikası Gebze Şubesi’ne üye olmuşlar. Fakat her sendikalaşan işçilerin başına gelenler bu işçilerin da başına gelmiş. İşçilerin sendikaya üye olmaya başladıklarını duyan patron hemen bu işin öncüleri olarak bildiği 13 işçiyi tazminatsız olarak işten atmış. Sendika işçilerin işe iade davası açmış. Bir yıldır süren bu davanın geçen hafta duruşması vardı. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bu duruşmayı izledik. Burada bir kez daha işçiler için yasal ve anayasal hak olan sendikalaşma hakkının pratikte patron ve devlet tarafından nasıl yok edildiğini gördük. Çoğu genç olan işçinin asgari üc-

retle her gün bir buçuk işgünü süreyle en ağır çalışma koşullarında ve can güvenliğinden bile yoksun bir şekilde çalıştırıldığı bu fabrikada işçiler sendikalaştılar diye patron onları işten atıyor. İşçilerin gazetesi olduğumuzu öğrenen bir işçi “Patronların sendikaları var, her yerde istediği şekilde kendi sendikalarında örgütleniyorlar da biz işçiler bu yasal hakkımızı kullandığımızda neden bu patronlar tarafından işten atılıyoruz, neden bu haksızlığı devlet yıllar süren dava süreleriyle destekliyor?” diye sitemlerini dile getirdi. Haksızlığın verdiği öfkeyle işçinin sorduğu bu soru bu düzende patronların ne kadar demokrasiye ve sınırsız sömürme özgürlüğüne sahip olduğunu, işçilerin ise nasıl bir tutsaklığın ve köleliğin içinde olduğunu çok açık bir şekilde ortaya seriyor. Patronun iki yalancı tanığının

Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi

dinlendiği bu duruşmada bir yıldır süren dava karar verilmek üzere bir ay daha uzatıldı. Bu işe iade ve sendika yetki davalarında, işçiler lehine sonuçlanan davaların işçilere birazcık yararı olabilmesi için birkaç haftada bitirilmesi gerekir. Oysa bırakın birkaç haftayı birkaç yılda bile bitirilmiyor. Patronların hukukçularının da sıkça ifade ettikleri gibi “gecikmiş adalet adalet değil, adaletsizliktir”. Yani kısacası patronların bu düzeninde patronlar işçiye hep şunu anlatmaya ve inandırmaya çalışıyorlar: “Seni sonsuz sömürme özgürlüğüm var, senin ise hak kırıntıları isteme ve alma hakkın var ama alacağın yok. Yeni haklar alacağım diye sakın sendikaya gitme yoksa elindeki işinden de olursun.” Son yıllarda çoğu sendika şubesi hukuki mücadelenin ötesine geçip iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma v.b.eylemler yapmıyorlar. Eskiden sendikalaşan işçilere patron tarafından bu tür saldırılar gündeme geldiğinde, üyesi oldukları sendika buna karşı mücadelede bugüne kıyasla daha mücadeleci bir tavır takınıyordu. Fakat bu tür eylemlerde yaşanan haksızlığa karşı çıkmak orda kalsın, işten atılan işçilerin fabrikanın önünde oturma di-

Y

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

İ

EK:4

zmir Çiğli Organize Sanayi Bölgesinde kurulu bulunan, Yorcam cam fabrikasındaki sendikalaşma mücadelesi üzerine, gazetemizin 106. sayısında bilgi vermiştik. Yorca m patronu, K rista l-İş Sendikası’nda örgütlenen işçilerden 30 işçiyi işten atmıştı. İşten atılan işçiler fabrika önünde direnişe geçmişti. Fabrikada çalışan, sendika üyesi olan işçilerin yoğun desteği ile direnişlerini sürdüren işçiler, kıdem ve ihbar tazminatlarını alarak, fabrika önündeki direnişlerine 12 Ocak tarihi itibariyle son verdiler. Yorcam’daki gelişmeler üzerine Kristal-İş Sendikası Ege Bölge Temsilcisi Muzaffer Çolak ile görüştük. Muzaffer Çolak gelişmeler hakkında şu bilgileri verdi: “Bizim karşı çıkmamıza rağmen, işten atılan işçi arkadaşlar ihbar ve kıdem tazminatlarını aldılar. Bu nedenle fabrika önünde beklemenin bir anlamı kalmadı. Fabrikada sendikalaşma mücadelesi hukuksal

alanda sürüyor. 6 aydan fazla çalışan işçi arkadaşlar için işe iade davası açıldı. 6 ayı doldurmayan işçi arkadaşlar için sendikal tazminat davası açıldı. Fabrika içinde çoğunluk tespitini aldık. Patron itiraz etti. Bu konularda açılan davalar sürüyor. Süreç sonunda yetkiyi alacağımıza inanıyoruz. Kristalİş’in Genel Merkezi, direnişimize gerekli ve yeterli desteği sunmadı. Genel Merkez direnişimize kayıtsız kaldı.” İşten atılan işçi arkadaşların ihbar ve kıdem tazminatlarını alması, Yorcam’da sendikal mücadeleye olumsuz etkisi olsa da, fabrikada çalışan sendika üyesi işçi arkadaşların, patronun bütün baskılarına rağmen, fire vermeden sendika üyeliğine sahip çıkmaları olumludur. Bu olumluluk ve sendikalaşma mücadelesine sahip çıkma kararlılığı sürdüğü sürece, sonuçta kazanan işçiler olacaktır. 19 Ocak 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓

renişi yapmaları bile sağlanmıyor. Sendika işçilerin fabrika önünde beklemesini sağlamayarak, işçilerin vardiya çıkışlarında içerideki işçi arkadaşlarına “biz buradayız, sizinle haklarımızı alana kadar buradan gitmeyeceğiz” ve bölgedeki tüm patronlara ve işçilere de “haklarımız yerine gelene kadar mücadelemiz sürecek” mesajını vererek, kazanmanın mücadelesini yükseltmiyorlar. Bu eleşt ir i mi z PETROL-İŞ Sendikası Gebze Şubesi için de geçerlidir. Sendikanın işyerinde 143 işçiden doksana yakınını üye yapması üzerine patron bir defada sendikalaşmaya öncülük ettiğini bildiği 13 işçiyi işten atmış. Öğrendiğimiz kadarıyla sendika orada hiçbir direniş göstermeden sadece tazminat almak için işe iade davası açmış. Sendikanın bu tavrını yetersiz buluyoruz. Gebze gibi bir yerde işçileri sendikalaştırmak için iyi bir yol değil. Zaten işçilerin ezici çoğunluğu bir dizi korku ve ön yargıdan dolayı sendikalaşmaktan uzak duruyor. Bu tarz bir sendikal mücadele anlayışıyla işçileri sendikalaşmaya yakınlaştırmayı başarmak mümkün olmayacaktır. 23 Ocak 2007 ✓

Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı…

ıllar sonra bir araya gelen Emek Platformu bileşenleri, 26 Aralık Salı günü ‘Asgari ücret ve SSGSS yasasına karşı tepkilerini ortaya koymak için alanlardaydı. Yaklaşık 500 kişi ‘Hükümet ş a şı r ma s abr ı m ı z ı t a şı r ma’, ‘’Hükümet yasanı al başına çal’, ‘Susma sustukça sıra sana gelecek, hasta hastane kapısında ölecek.’, ‘İşsize iş, yoksula aş, insanca yaşamak istiyoruz.’, ‘Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiçbirimiz.’… sloganlarıyla İnönü Parkı’ndan AKP il binasına yürüdü. AKP il binası önünde yapılan açıklamada; açlık sınırı 670 YTL, yoksulluk sınırı1.800 YTL iken 2006 için belirlenen ücretin 380 YTL olmasını AKP hükümetinin insani duygularını tamamen yitirdiğinin en somut örneği olduğu vurgulandı. Anayasa Mahkemesi’nin, 5510 sayılı SSGSS Yasası ile ilgili anayasaya aykırılık iddiasını değerlendirdiklerini, bazı maddeleri kamu görevlileri yönünde iptal ettiğini söyleyen konuşmacı SS ile ilgili olarak kamu görevlileri açısından yapılan bu değerlendirme ile gerçekte Anayasa Mahkemesi’nin kamu çalışanlarının kazanılmış haklarını koruyarak, hükümete de çalışanlar için uygulanması gereken norm

ve standartların sınırlarını işaret ettiğini, kararın bu doğrultuda yorumlanması gerektiğini ifade etti. Hükümet tarafından yasa ile dayatılan bu hükümlerin sosyal devlet ilkesinin gereği olan bir genel sağlık sigortası niteliği taşımadığı, özel sigorta anlayışına dayalı bir aldatmaca olduğu vurgulanırken, sosyal güvenlik alanında, ülkenin tüm emekçilerinin ve halkımızın ihtiyacı olan bir sosyal güvenlik sisteminin yeniden tasarlanması için yapılması gerekenlerden bazıları şöyle sıralandı: * 5510 sayılı yasanın yürürlük tarihinden kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkacak yasal boşluk, bu alandaki düzenlemeleri, toplumun olurunu da alarak ‘gerçek bir reform’a dönüştürmek için bir fırsat yaratmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının açıklanmasının ardından karar tüm çalışanlar yönünden yorumlanmalı, yeni ve reform niteliği olan bir yasa için çalışmalar başlatılmalıdır. * Sağlık, her yurttaş için eşitlik ve hak temelinde erişilebilecek ve yararlanılabilecek bir kamu hizmeti olarak düzenlenmelidir. Basın açıklamasının ardından kitle olaysız dağıldı. 29.12.2006 Ydi Çağrı/Adana ✓


Dandy işçileri haklarını arıyor

İ

şverenin çalışanlar üzerindeki çeşitli baskılarına karşı Dandy Ciklet fabrikası işçileri örgütlenmeleri gerektiğini gördüler. Daha önceki girişimlerinde işverenin kurnaz takipleri sonucu umutsuzluğa düşen işçilerin yürüttükleri mücadelelerin başarısızlıkla sonuçlanması ile işçilerin mücadeleden soğutulması sözkonusuydu. Böyle bir geçmişi olan fabrika çalışanları yaklaşık altı ay önce fiilen örgütlenme çalışmalarına başlayarak örgütlenmeyi mahalleler bazında sürdürdü. Sayının ciddi bir rakama ulaşmasının işverende endişe yaratması nedeniyle kadrolu iki işçinin iş hakkı fes edildi. Fabrika önünde işten çıkarılan işçileri ziyaret ettiğimizde işçiler adına Tek Gıda-İş Sendikası 10 No’lu Şube Başkanı Muzaffer Dilek’le yaptığımız görüşmede şunları dile getirdi. “İki arkadaşımızın çıkartılmasıyla birlikte işverene karşı protesto hakkımızın doğduğunu ve hiç kimsenin yalnız olmadığını, sendikanın sonuna kadar burada olduğunu ve bunun sloganımız olduğunu, eğer bir ör-

gütlülükse her şeyin öznesi insana sahip çıkarak bu işi bitireceğimiz kanaatine başvurduğumuz için sonuna kadar direnişimizi sürdüreceğiz”. İki arkadaşlarının çıkartılmasıyla tepkilerinin arttığını, işverenin o aceleyle 15 kişinin daha iş hakkına son verdiğini ve sendikayla uğraşıyorlar iddiasıyla top-

lam 50 işçinin işten çıkarıldığını söyleyen Muzaffer Dilek çalışan bazı işçilerin kadrolu olmadığını ve geçici kısa süre çalıştırılıp işine son verilen çalışanlar olduğunu söyledi. 22 Aralık’ta işverenle yaptıkları görüşmede işverenin biz artık size baskı yapmayacağız, sendikalı oldu diye eleman çıkartmayacağız sözünü vererek, işten çıkar-

tılanların işe iadesi için yılbaşına kadar müsaade istediğini ve işverenin bu cevabını beklediklerini , bu süre zarfında işverenin şahsına dokunmayacaklarını ve hakaret boyutuna ulaştırmayacaklarını da belirten sendikalı işçiler burada temsili olarak beklediklerini, seslerinin çıkabildiğince sendikayı anlatmak ve sendikayı tanıtmak için kullandıklarını belirttiler. İşyerinde çok ciddi bir üye sayısına ulaştıklarını da söyleyen Muzaffer Dilek bakanlığa müracaat etmek için çok fazla üye sayısının kalmadığının da üzerinde durdu. Üç şirketle birlikte toplam 1.050’ye yakın kişi çalışmaktadır. İşçiler sendikalı olduklarında daha verimli çalışarak, ekmek paraları için daha fazla üreteceklerini, daha fazla kazanacaklarını, bu işyerlerinin kendilerine lazım olduğunu, buraları yıkmadan ama mutlaka sendikalı olarak bu işi bitireceklerini belirttiler. Şu an çıkartılan 11 işçi işyeri önünde sabah altıdan akşam altıya kadar zor koşullara rağmen beklemeye ve direnmeye devam ediyorlar. Tüm okurlarımızı mücadele eden işçilere destek vermeye çağırıyoruz. Zafer direnen emekçinin olacak! 07.01.2007 ✓

GRANİSER İŞÇİLERİNDEN TÜM İŞÇİLERE AÇIK MEKTUP Aşağıda elimize geçen “Graniser İşçileri” imzalı bir mektubu okurlarımızla paylaşıyoruz. YDİ ÇAĞRI

S

Buna göre; 1- Sendikaya üye olurken ‘noter’ zorunluluğu kalkmalıdır. 2- Sendikal sebeple işten atılan işçilerin işe iade davaları çok uzun sürmekte ve adalet geç tecelli etmektedir. İş kanununda yargıtay aşaması dahil 3 ayda bitmesi gereken davaların 3 yılda bittiği dahi görülmektedir. Bu nedenle adalet bakanlığı gerek yeni iş mahkemeleri kurarak gerekse hakim atayarak bu süreci yasalarda yazdığı gibi uygulatmalıdır. 3- İşverenlerin, bakanlığın verdiği çoğunluk tespitine karşı ‘dava açma’ hakkı kalkmalıdır. Dava açma hakkı yerine yine çalışma bakanlığına ‘itiraz hakkı’ verilmelidir. Böylece süreç kısalmış olacak ve

sendikal hareketlerin önü açılacaktır. 4- 1475 sayılı eski iş kanununda var olan ‘kötü niyet’ davası açma hakkı işçinin elinden alınarak yerine sendikal tazminat hakkı verilmiştir. İşçilere sendikal tazminatın yanında kötü niyet davası açma hakkı verilerek işverenin ödeyeceği parasal bedel yükseltilmelidir. Böylece işçi atmanın maliyeti yükseleceğinden işçi çıkarmak zorlaşacak ve sendikal hareketin önü açılacaktır. Biz Graniser işçileri olarak üzerimize düşeni yaptık. İşyerinde çalışan 980 kişinin 630’unu üye yaptık. Sendikamız bakanlığa başvurdu ve çoğunluk tespitini aldı. Sonuçta işçi ve sendika yasal olarak üzerine düşeni yaptı. Fakat mevcut hukuk sistemi işverene öyle bir hak vermiş ki işçinin yaptığı herşey havada kalıyor. İşverene dava açma hakkı vererek işçinin elinden pişmiş aşı alıyor. Biz artık bu işe dur denmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bunun için yukarıda belirtilen 4 maddenin uygulamaya geçmesi için gerek Manisa milletvekillerimiz gerekse

T.B.M.M. nezdinde girişimlerde bulunacağız. Bunun için bir imza kampanyası başlatacağız. Bütün sendikalı işyerlerinden bu 4 maddenin uygulanması için gerek işyerlerinde gerekse sokaklarda imza standları kurmasını istiyoruz. Ülkemizin %80’i işçi ve memurlardan oluşmaktadır. Demek ki biz çoğunluğuz ve o milletvekillerini biz seçtik ve Ankara’ya biz gönderdik. Öyleyse o milletvekilleri eğer gerçekten milletin vekili iseler bizim yararımıza olan kanunları yapmak zorunluluğundalar. Bunun için büyük kamuoyu desteği ve imza kampanyaları ile bu isteklerin milletvekillerine ulaştırılması gerekir. Artık yasaları patronlar değil işçiler yapmalıdır. Biz Graniser işçileri olarak karanlığa küfretmektense bir mum yakmaya karar verdik. Yaktığımız bir mum etrafı aydınlatmaya yetmez. Bunun için hepimiz birer mum yakalım ki geceler gündüz gibi olsun.

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

evgili işçi arkadaşlarımız. Biz Graniser işçileri olarak 2006 Temmuz ayı içerisinde sendikalaşma mücadelesine başladık. 31 Temmuz 2006 tarihine kadar 980 kişilik fabrikada 630 kişiyi sendikaya üye yaptık. 1 Ağustos 2006 tarihinde sendikamız Çimse-İş çoğunluk tespiti için çalışma bakanlığına başvurdu. 11 Eylül 2006 tarihinde bakanlık çoğunluk tespitini sendikamız lehine sonuçlandırdı. Buna göre işçi sayısı ….. sendikalı işçi sayısı ……’dır. İşyerinde % olarak %58 civarında çoğunluk sağladığımız bakanlıkça da tescil edildi. Keza 1 Ağustos’tan bu yana üyeliklerimiz devam etmekte ve şu anda 750’lere ulaşmış bulunmaktayız. Ve işten çıkarılmalar hızla sürüyor. Şu ana kadar 150’nin üzerinde işçi çıkarıldı. Hepsinin işe iade davası açıldı. Fakat patron, bakanlığın yaptığı çoğunluk tespitine itiraz etti; yasanın ona verdiği hakkı kullandı ve dava açtı. Dava açmasındaki amaç, adalet sistemindeki ağır işleyişten yararlanarak süreci uzatmak, işçiyi yıldırmak ve bezdirmektir. Biz Graniser işçileri olarak toplandık ve bir karar aldık. Aldığımız bu kararın Türkiye’deki tüm sendikalı veya sendikasız işyerlerinde desteklenmesini; hangi sendikaya üye olursa olsun tüm işçi ve memurların ve sendikalarının bu hareketimize destek vermesini istiyoruz.

24 Ocak 2007 Graniser işçileri ✓ EK:5


Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

K

EK:6

ongre açılış konuşması, divan seçimi ve saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşu “Gazi Mustafa Kemal ile ölen işçiler” adına yapıldı. Toplam 201 delegeden 131’nin istemiş olduğu Olağanüstü Genel Kurul’un ilk konuşmasını 6 yıl Bursa Şube Başkanlığı ve 2 yıl Genel Eğitim Sekreterliği görevini yapmış ve yeni yönetimde Genel Sekreter adayı olan Gürel Yılmaz yaptı. Gürel Yılmaz konuşmasında eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu işçinin iradesini tanımamakla ve antidemokratklikle eleştirdi. Konuşmacı, 14 ay boyunca çeşitli baskı ve saldırılara maruz kaldıklarını, Tümtis’de örgütlülüğün mücadele ile kazanıldığını ve dolayısıyla da baskı ve tehditler ile ortadan kaldırılamayacağını savundu. Yılmaz darbecilik, kayyumculuk, komploculuk ve hainlikle suçlandıklarını, fiili saldırılara uğradıklarını, yönetimde olduğu halde 14 ay boyunca sendikanın kilitlendiği, sendikada çalıştığı sürede yan odadan duyduğu küfür ve hakaretleri sineye çektiğini, sürekli bir provokasyon ortamı içinde bulunduklarını anlattı. Yılmaz konuşmasını sorunların çözümünün yukarıda değil tabanda olduğunu savunarak ve yeni yönetimde Genel Sekreterliğe aday olduğunu ilan ederek bitirdi. Pet rol-İş bi nası nda k i toplantı salonuna “Birlik-MücadeleDayanışma” ve “Ekmek-BarışÖzgürlük” yazılı iki büyük pankart asılmıştı. Konuşmaların arasında sık sık “Yaşasın İş Ekmek Özgürlük mücadelemiz”, “Kahrolsun işçi düşmanları”, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız” vb. sloganlar atıldı. Yılmaz’dan sonra kürsüye Türk İş Genel Teşkilat Sekreteri Çetin Altun çıktı. Konuşmasını kısa tutacağını söyleyen Altun, “birliğimizi bozmayalım” şeklinde kısa bir girişten sonra konuşmasının büyük bölümünü yaklaşmakta olan seçimlere ayırdı ve bu seçimlerde muhalif oyların bölünmeden sosyaldemokratlara verilmesi gerektiğini savundu. Teşkilat Sekreteri ‘dışa bağlı politikalar’ üretenleri yönlerini Türk halkına çevirmeye çağırdı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine de değinen Altun, ‘toplumun huzurunu bozacak çözümlerden uzak durmak’ gerektiğini savundu. Konuşmasını seçim propagandası için kullanan teşkilat sekreteri; “güçlü, saygın bir Türkiye’yi hep birlikte yaratmalıyız” çağrısıyla bitirdi. Burada bir kez daha işçileri devrimcilerden uzak tutmak için onları siyasete bulaştırmamayı savunan bu sendika patronlarının, iş kendi savundukları

şoven, ırkçı siyasetlerine geldiğinde hiç de bu sınırlamalara uymadıkları açıkça görüldü. Bunların tek hedefi işçileri mevcut kölelik sistemine daha kalın zincirlerle bağlamak değil, aynı zamanda işçileri seçimlerde kendi düzen partileri için bir kaldıraç olarak da kullanmak ve zamanı geldiğinde bir gerici partide kendilerine yer edinerek ömür boyu mutluluklarını garanti altına almaktır. Üçüncü ve son konuşmacı Gaziantep Şube Başkanı ve Genel Örgütlenme Sekreteri ve yeni yöne-

timde Genel Başkan adayı Kenan Öztürk idi. Öztürk’ün kürsüye çıkışı salondakiler tarafından ayakta alkışlanarak ve “İşte sendika, işte Tümtis!” sloganları ile karşılandı. Genel Başkan adayı, tümünden eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu sorumlu tuttuğu, ama kendilerinin de yönetimde yer alanlar olarak sorumluluk payının olduğu yaşanan süreci anlattı. Sendikanın ambarlarda 1.200 üye kaybettiğini, bu süreçte üç işçinin öldüğünü; sendika muhasebecisinin mali sekreter yapılmak istendi-

ğini, daha sonra Genel Kurulda aday gösterip seçilmediğini söyledi. Öztürk bu aşamadan sonra Sabri Topçu’nun bütün çabalara rağmen tutumunda ısrar ederek sendikaya savaş açtığını belirterek şunları söyledi: “Sabri Topçu’nun sendikamıza harcadığı emeğe saygımız var ama gelinen yerde sendikayı kendi özel şirketi olarak görmeye başlamıştır.” Öztürk konuşmasını bugünün yeniden başlangıç yapmak için bir milat olduğunu, yeniden gerçek işçi sendikasını yaratacaklarını, Ambar işçilerini yeniden kazanmak için ellerinden geleni yapacaklarını ve orayı mutlaka yeniden örgütleyeceklerini savundu ve bütün Şube yönetimlerinin ısrarıyla Genel Başkanlığa aday olduğunu belirtti. Başkan adayı bunları söylediğinde salon yine sloganlarla ayağa kalkarak desteğini sundu. Saat 10.00’da başlayan toplantı başka konuşmacının olmaması nedeniyle saat 12.00’de sona erdi. İkinci gün yapılan seçimlerde Kenan Öztürk 169 delegenin oyunu alarak Genel Başkan seçildi. Yönetim Kuruluna ayrıca şu isimler seçildi: Gürel Yılmaz, Seyfi Ereş, Muharrem Yıldırım, Nurettin K ı lıçdoğa n, Ca fer Kömürcü, Ahmet Güllü, Halil Çekin. Diğer aday Bekir Koçer 4 oy aldı. 17 Ocak 2007 ✓

Eskişehir Tek-Gıda İş Sendikasının yeni yönetimi seçmek için delege seçimleri yapıldı

E

skişehir Tek-Gıda İş sendikası 8. Olağan Genel Kurul toplantısı için gündem maddesi olan yeni yönetimi belirlemek amacıyla Tek-Gıda İş sendikasının örgütlü bulunduğu iş yerlerinde delege seçimleri yapıldı. İş yerlerine göre delege sayıları şöyle: ETİ GIDA 40 Kişi, ETİ TAM GIDA 30 Kişi, ETİ ÇİKOLATA 10 Kişi, ETİ KEK 9 Kişi, ETİ MEK 18 Kişi, PINAR SÜT 6 Kişi, MEY GIDA 6 Kişi, EKMEK FIRINLARI 6 Kişi. Toplamda 125 kişi, sendikanın bünyesinde de 2800 çalışan bulunuyor. Delege seçim sürecinde Eti Gıda ve Eti Tam Gıda’da mevcut yönetime karşı olan delegeler üzerinde anti-demokratik bir yaklaşımla seçim gerçekleşmiştir. Ne yazık ki Tek-Gıda İş’in şu anki yönetimi 4 yıllık süreç içinde işverenlerden yana olmuştur. Eti’de seçim süreci işverenin korumaları gözetiminde gerçekleştirilmiş ve yönetime karşı olan delegeler üzerinde psikolojik baskı yaratılmıştır. Seçim süreci şu an bitmemiş olup her an delegeler üzerinde baskılar beklenmektedir. Şu anki yönetimden memnun olmayan işçiler Eti Gıda, Eti Tam Gıda, Eti Çikolata’da muhalif listelere oy vermiştir. Diğer iş yerlerini eski yönetim almıştır. Eskişehir’den YDİ Çağrı okurları ✓


ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor

1

canlı tartışmaların yaşanmasına katkı vermektir. Üye işçiler verdikleri aidatla maaş alanların işini sınıfın çıkarları açısından ne kadar iyi yaptıklarının hesabını sormalıdırlar. Bir taraftan, uzmanların marifeti sonucu, diğer taraftan, bilerek sınıftan, üyelerinden bu gelişmeleri saklayan sarı, reformist sendika yöneticilerinin marifetiyle bu birliğin nasıl olması gerektiği, ya da nasıl olmaması gerektiği noktasında coğrafyamızdaki sendikaların ve tabanlarının bu bileşimde olumlu bir rolü olmamıştır, daha doğrusu seyirci kalınmıştır. Daha aktif mücadele yürütme, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiler bağlamında sınıfın yanında yer alarak sınıf mücadelesine daha iyi şekilde katkıda bulunmak gayesiyle kurulmuş yeni bir birlik değildir gerçekleştirilen birlik! Sendika bürokrasisinin kendi açmazlarını aşmanın bir yeni aracı olarak düşünülen bir birliktir. Bu birlik sınıf işbirliği temelinde görevlerini daha iyi bir şekilde yerine getirmenin aracı olacaktır.

Bu birliğin ilkeleri nedir? Dünya işçi hareketinin deneyimleri çok net bir şekilde göstermektedir ki, kapitalist sistem barbarlıktır! ITUC ilkeler bildirgesinin en başına, emek-sermaye çatışmasında emeğin yanında yer aldığını ve kapitalist sisteme karşı olduğunu ilan etmemiştir. Kapitalist düzene karşı çıkmadan, onun alternatifi sistem arayışını dillendirmekten kaçınan bir kuruluşun, “çalışanların eşit hak ve özgürlüklere kavuşması; tüm insanların onur ve haklarının güvence altına alınması; herkesin refahını sürdürebilmesi, çalışma hayatında ve toplumdaki potansiyellerinin farkında olması için yürüttükleri mücadeleyi ileri taşımaya ant içer” demesi sadece laftır! Çünkü çalışanların eşit hak ve özgürlüklere kavuşması kapitalizm koşullarında mümkün değildir. En gelişmiş kapitalist devletlerde bile bu hiç bir zaman sağlanabilmiş değildir. Bu ancak sosyalizm koşullarında mümkündür. “Tüm insanların onur ve haklarının güvence altına alınması” da ancak sosyalizm koşullarında mümkündür. Kapitalizm haksızlıklar üzerine kurulu bir düzendir. Kapitalizmde sadece kapitalistin çıkarları belirleyicidir. Dünyada milyonlarca insan aç ve barınaksız durumdadır. Milyonlarca insan emperyalist ve gerici savaşlarda barbarca katledil-

mekte, sakat bırakılmakta ve göçe zorlanmaktadır. Milyonlarca insan farklı bir dine, mezhebe, milliyete sahip olduğu için baskı altındadır. ITUC ilkelerinde, “...küresel ekonomide karşıt bir güç haline gelmek.” fikrini savunarak, adına küresel ekonomi dediği emperyalist ekonomi sisteminin ortadan kaldırılmasından yana tavır almak yerine, bu ekonomide karşıt güç haline gelmeyi tasarlayarak, kapitalist sistemin sürekliliğini kabullenerek, kapitalist sistemi savunmaktadır. Yine ITUC ilkeler bildirgesinde, “...ILO’nun üstlendiği rolü güçlendirmeye,...” çalışacağını söyleyerek, kapitalist devlet ve tekellerin içerisinde egemen olduğu, coğrafyamızdaki ESK (Ekonomik Sosyal Konsey) benzeri bir kurumun savunulmasını üstlenmektedir. Bu görüşünü daha da ileri götürerek, ABD emperyalist devleti başta olmak üzere büyük emperyalist devletlerin bir kurumu gibi çalışan Birleşmiş Milletlerin “...eşsiz meşruiyetine tereddütsüz destek verdiğini ifade eder.” demektedir. ITUC, İlkeler Bildirgesinde, “... Konfederasyon kuralları, iç demokrasiyi, üyelerin tam katılımını ve yönetici birimlerinin ve temsilcilerinin bu çoğulcu karaktere saygı göstermesini güvence altına alınması amacıyla konmuştur.” demektedir. Bu açıklamanın kağıt üzerinde kalma ihtimali, konfederasyonun oluşum sürecinde yaşananlardan dolayı büyüktür. Taban örgütlerinin görüşleri alınmadan yapılan bir kongre ile konfederasyon kurmak çok demokratik olmasa gerek. I T UC a lt örg üt ler i nden olan Almanya’dak i İG-Metal Sendikasının kendi içindeki muhalefete yaptıklarına baktığımızda, sendikaların iç demokrasileri konusunda pek de hayalperest olmanın doğru olamayacağını bizlere göstermektedir. İG Metal kendi iç muhalefetinin mevcut yasalardaki demokratik olanakları kullanmasına bile tahammül göstermeyerek onları yüksek mahkeme kararlarıyla sendikadan dışlama yolunu çoktan tutmuştur. Bu ama sadece İG Metal’de yaşanan uygulamalar değildir.

Bileşimle ilgili kısaca: Yazımızın girişinde ITUC’un esas olarak ICFTU ve WCL’in kendilerini feshederek kurulduğunu belirtmiştik. Bu iki kuruluşun dışında geçmişte sosyalist hareketin güçlü ol-

duğu dönemde kurulan Dünya Sendikalar Federasyonuna üye olan kimi sendikalar da vardır. Bunlardan birisi Fransa’daki CGT sendikasıdır. Sosyal-emperyalist dünya bloğunun bir yedeklemesi durumuna düşen ve onun dağılması sonucunda varlığı ile yokluğu belli olmayan bu sendikaların da en azından bir bölümünün- bugün bu konfederasyona katılması ile göreceli bir birlik sağlanmış durumdadır.

Görev nedir? ITUC’un “İlkeler Bildirgesi”nde bir dizi demokratik talep de vardır. Kuşkusuz komünistler bu gibi kuruluşların reform taleplerini, bunlar işçi sınıfının yararına kullanılabildiği ölçüde ve sınıf mücadelesine katkı sunduğu oranda sahip çıkacak ve onların gerçekleşmesi için mücadele edeceklerdir. Ancak bizler, sendikalardaki reform için mücadelenin kapitalizme karşı devrim mücadelesinin bir parçası olarak yürütülmesi gerektiğini savunuruz. Bu çalışmalarımız, fabrikalardaki örgütlenmemizin temelinde şekillenecektir. Fabrikalardaki örgütlenmemiz üzerinden sendikalardaki çalışmalarda da etkili olacağız. Biz sendikalar içerisinde sendikal bürokrasiye karşı ve ona rağmen oluşturulmuş devrimci sendikal muhalefetin örgütlenmesini savunuyoruz. Tek tek sendikalarda tabandan yürütülen çalışmalar daha başından, sendikaların ve konfederasyonların uluslararası alandaki politikalarını etkileme ve giderek belirleme perspektifini izlemelidir. Bugünden yarına, ya da kısa bir zamanda bu çalışmalarda büyük başarılar beklenmemelidir. Sendikalar içerisinde uzun vadeli perspektif le çalışılmalı ve fakat her olanak da kullanılarak etkili olunmaya çalışılmalıdır. Tabii ki sendikalar devrimin dolaysız organları değildirler. Ama onlar, kapitalist sistemin alaşağı edilmesi mücadelesinde tarafsız olamazlar, tam tersine önemli bir taraftırlar. Sendikaların ve üst kuruluşların bu duruma gelmesinin yolu ise, fabrikalardaki örgütlenmelerin boyutlarıdır. Alttan yukarıya doğru dönüşüm sağlanmak zorundadır. Bunun için yapılacak daha çok iş vardır.

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

-3 Kasım 2006 tarihleri arasında Avusturya’nın başkenti Viyana’da ITUC (Uluslararası Send i k a la r Konfederasyonu) Kuruluş Kongresi yapıldı. Bu kuruluş kongresinden önce bu birliği oluşturan üst kuruluşlar 1 Kasım günü kendilerini feshederek varlıklarına son verdiler. ITUC, Uluslararası Hür İşçi Send i k a la r ı Konfederasyonu ( IC F T U ) v e D ü n y a E m e k Konfederasyonu (WCL) birleşmesinin yeni adıdır. ITUC’a daha önceleri bu birleşen iki kuruluşa üye olmayan bazı sendikalar da üye oldular. Verilen bilgilere göre şu andaki bileşim 181 milyon işçiyi temsil etmektedir. Genel olarak sorunu ele aldığımızda işçi hareketinin bölük pörçük parçacıklardan oluşması yerine, birleşmiş bir işçi hareketini temsil eden büyük örgütlerin yaratılması istenen bir durumdur. Ama bu tespit, yalnızca soruna biçimsel olarak bakıldığında yapılacak bir tespittir. İşin özü bu değildir. Oluşturulan birliğin nasıl bir birlik olduğu, önüne hangi hedefleri koyduğu çok önemlidir. Bu konuda, elimizde şu anda bulunan sınırlı belge temelinde bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz. Uluslararası alanda oluşturulmak istenen böylesi bir birliğin nasıl gündeme geldiği ve bu bileşimin oluşturulmasında tek tek ülkelerdeki işçi örgütlerinin ve bu örgütlerin üyesi işçilerin nasıl bir tavır aldıkları da çok önemlidir. Sendikaları ve işçi hareketini takip edebildiğimiz kadarıyla ICFTU’ya üye olan DİSK, Türk-İş, Hak-İş ve KESK içerisinde bu konuda bir tartışma yürütüldüğüne şahit olamadık. Biz burada kamuoyuna yansıyan tartışmaları temel alarak bu değerlendirmeyi yapıyoruz. Doğru olan, bu konu ile ilgili ilk fikirler ortaya atıldığında, üye sendikaların tabanlarına durum yansıtılıp, bu konu ile ilgili onların görüşleri talep edilip, edinilen bu görüşler üzerinde de sendikaların politikalarını oluşturup kendi üst kuruluşlarında tartışma yürüterek bir karar aşamasına gelmeleriydi. Sendikalar içerisindeki bürokrasi bu tartışmayı engellemiştir! Bir çok tartışmada, bu sorunlar üzerine mangalda kül bırakmayan bazı uzmanlar ise, aslında ne kadar beceriksiz olduklarını göstermişlerdir. Bu uzmanların görevi, uluslararası işçi hareketinin içerisindeki bu gibi gelişmeleri üye sendikalara taşıma, bu sendikaların uzman kadroları içerisinde ve üye tabanında

Bu bizim işimizdir! 3 Ocak 2007 ✓

EK:7


Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

A

EK:8

Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b

yrımsız tüm işçilere kadro verilmelidir! 215 bin geçici işçiye haklarını muhafaza ederek kadro vereceğini açıklayan hükümet bazı kamu kuruluşlarında çalışan önemli sayıda geçici işçiyi örgütsüzleştiriyor. Geçici işçilik sorununun çözümünde hükümet iş ayrımcılığı yaparak 4-B statüsünü gündeme getiriyor ve yıllardır sendikalarda örgütlü olan işçilerin haklarını yok etmeyi planlıyor. Haziran ayından buyana bu konuyla ilgili çeşitli taslaklar hazırlandı ve hazırlanan taslaklarda kamu kuruluşlarında çalışıp ta memur eliyle yürütülmesi gereken işlerde (büro) çalışan işçilere kadro verilmeyeceği ve 657 4-B’ye geçirileceği açıklandı. Başta sendikamız Tez-Koop-İş olmak üzere 17 No’lu işkolunda örgütlü olan sendikalar hükümetin bu planına karşı gelerek çeşitli eylemler gerçekleştirdi. İlk tasarıda işçilere ya 4-B’ye geçersiniz yada tazminatınızı verip işten çıkarırız denilmekteydi. Sendikaların itirazları sonucunda hükümet taslağı yeniden hazırladı. Bu kez taslakta 4-B’ye geçiş sözde işçinin tercihine bırakılmaktadır. Yani her halükarda sendikalı işçileri 4-B ye geçirmenin fırsatı kollanmaktadır. Bu ülkede hangi demokratik tercihe saygı duyuldu da işçilerin tercihine saygı duyulacak? Şimdiden işyerlerinde “4-B’ye geçin ileride memur kadrosuna alınırsınız ya da geçici işçi olarak çalışırsanız hükümet seneye size vize vermez” vb söylentiler yayılmaya başlandı bile. Bu zihniyette ne kadar işçiyi sendikadan koparırsak kârdır mantığı vardır ve örgütlülükleri yok etmeyi hedeflemektedir. Buna neden olan ise hükümetin gündeminde 4-B’nin olmasıdır. Hükümet yetkilileri, 4-B’nin gündeme getirilme nedeni olarak, özellikle Üniversite Rektörlerinin bu yöndek i ta lepler i ni d i kkate aldıklarını öne sürmekteler. Rektörlerin Üniversitelerde işçi çalıştırmak istemediklerini, aynı masada hem memur hem de işçi çalıştığı, ücret adaletsizliği olduğu, bu durumun çalışanlarda rahatsızlık yarattığı vb şikayetleri gündeme getirdikleri ifade edilmektedir. Oysa durum böyle değildir. Üniversitede çalışan işçilerimiz yıllardır aynı ortamda ve koşullarda çalışmaktadır. Üniversitelerimizde memur arkadaşlarımızla hiçbir sorun olmadığı gibi işçi-memur ayrımını ve ücret farkını yaratan hü-

kümelerdir. Yıllardır varolan bu farklılık olduğundan farklı gösterilerek, işçileri sendikasızlaştırmanın, kazanılmış haklarının yok edilmesinin gerekçesi yapılamaz. 4-B SENDİKASIZLAŞTIRMADIR; • Şu an toplu sözleşme ve grev hakkı olan işçiler 4-B statüsüne geçirildiğinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda şayet yasal düzenleme yapılırsa memur sendikalarına üye olabileceklerdir, • Toplu sözleşmeleri ile ücret dışında sosyal yardımları da olan işçiler 4-B’ye geçtiğinde yasa gereği sosyal yardımları ve ikramiyeleri ellerinden alınacaktır, • Ücret ve tüm sosyal hakların belirlenmesinde toplu sözleşme ortadan kaldırılacak işçinin ve işverenin iradesi dışında Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenecektir, • 4-B ile çalışanlar ne memur ne de işçi sayılacağından ne örgütsel ne de yasal bir iş güvenceleri bulunmayacaktır; • Şu anda her yıl hükümetten vize bekleyerek işsizlik kırbacının basıncıyla çalışan işçiler bu kez de her yıl sözleşme yenilenmesi baskısı altında kölece çalıştırılacaklardır. • Sözleşmesi yenilenmez ise işten atılmış olacak ama bireysel çabası dışında hakkını araması söz konusu olamayacaktır. • Hazırlanan taslağa göre 31 Aralık 2006 tarihinde emekliliği dolanlar ne daimi işçi kadrosuna ne de 4-B’ye bile geçiş hakkına sahip olamayacaklardır. Bu zor yoluyla işten çıkarmadır. Yine taslağa göre geçici işçi olarak çalışanlar emeklilikleri dolar dolmaz emekli edilecekler yani işten çıkarılacaklar vizeleri ise hemen iptal edilecektir. Emeklilik bireysel bir tercihtir. Ve hükümetin bu uygulamasıyla çok sayıda işçi işsiz bırakılacaktır. Örgütlenmenin bu kadar zorlu olduğu ve bedeller ödendiği bu dönemde, çatısı altından binlerce işçinin örgütsüz bırakılmasını hiçbir sendika ve Konfederasyon yöneticimizin kabul etmeyeceğine inanıyoruz. Hiçbir sendika ve konfederasyon bir tek işçisini dahi örgütlülükten koparılmasına izin veremez. 215 bin işçinin daimi işçi kadrosuna geçirilecek olması diğer işçilerin sayısı gereği matematik hesabında küçük olarak değerlendirilerek görmezden gelinmesi

sınıfımızın birikmiş mücadelesini, emeğini bozuk para gibi harcamak olacaktır. Tüm işçilere daimi işçi kadrosu verilmelidir. 4-B ve C kabul edilemez, 657 Sayılı Yasadan çıkarılmalıdır. Bu konuda geri adım atılmadığı takdirde Genel Merkezimiz “tek bir işçiyi feda etmeyeceğiz” şiarıyla Başkanlar Kurulumuzda aldığımız karar gereği eylemleri başla-

B

tacağını şubelerimize bildirmiştir. Konfederasyonumuzun bu mücadelede en önde duracağını bekliyor ve tüm sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini geçici işçileri sendikasızlaştıracak ve kazanılmış tüm haklarını elinden alacak uygulamaya karşı mücadelemize destek vermeye çağırıyoruz. 29.01.2007 Tez Koop-İş Sendikası İstanbul 2 No’lu Şube Başkanlığı ✓

Yakışır...

izim coğrafyamızda Mersedes olarak tanınan Daimler Chrysler (DC) tekeli kendine yakışanı yapmış. Yakın zamanda burjuva medyanın verdiği habere göre DC tekeli 2001 yılında görevinden ayrılan eski FBI Başkanı Lois Freeh’i işe almış. Bu zatın görevi DC tekeli içerisindeki yolsuzluklara ve rüşvete dair iddiaları soruşturmak olacakmış. DC tekelinin zaten geçmişi de temiz değildir. Çok uzağa gitmeden 2. Dünya Savaşı yıllarında faşist Alman devletinin dünya halklarına karşı düzenlediği saldırı döneminde işlediği suçlar çok büyüktür. Önce tüm fabrikalarında faşist Alman ordularının savaşta kullandığı bir çok aracı üreterek tatlı karlar elde ettiler ve ama aynı zamanda haksız bir savaş yürütülmesinin içerisinde yer alarak dünya halklarına karşı suç işlediler. Bunlar yetmezmiş gibi faşist Alman ordularının sağ teslim aldığı savaş esirlerini kendi fabrikalarında esir işçi olarak çalıştırmış, bunlara hiçbir ücret ödememiştir. Toplama kamplarına benzer yerlerde barındırılan bu özgürlük mahkumları çalışma temposuna ve çok kötü koşullarda çalışmaya dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Bunların sayıları hiç de azımsanacak bir düzeyde değildir. Bugün dünyada otomotiv sektöründe rekabette başa güreşen ve en son ABD kökenli otomotiv devi Chrysler’i yutan bu Alman tekelinin rekabet gücü savaş sırasında ölmelerine sebep olduğu savaş esirlerinin canı ve kanı üzerinde yükselmektedir. İnsanları ölümüne çalıştırarak bir çok burjuva devletten daha zengin olan bu tekelin içerisinde yolsuzluk ve rüşvet sorununun çıkmış olması hiç de şaşırtıcı değildir. Kapitalizm ve kapitalist tekellerin aşırı zenginliği zaten haksızlık-

lar ve yolsuzluklar üzerinden yükselmektedirler. DC tekelinin ürettiği Unimog kamyonları bir dizi ülkede faşist devlet güçlerinin elinde özgürlük savaşçılarına karşı makinalı tüfeklerle kan kusan ölüm arabaları haline gelmiştir. Dünyanın bir dizi ülkesinde kirli işlerin içerisinde olan bu tekelin yöneticilerinin kendi içinde pislik yuvası olmaması düşünülemez tabii ki. Daha 2006 yılında ABD’deki DC fabrikasında kadın işçilere karşı taciz ve tecavüz gibi saldırıların yapıldığı basına yansımıştı. Fabrikalarında öldüresiye çalıştırdıkları işçilere karşı bu denli pervasızlaşan bu kapitalist tekellerin kendi içinde temiz olması, ahlaklı olması olanaksızdır. Şimdide dünyanın bir çok ülkesinde kan döken ABD emperyalist devletinin istihbaratının en üst katlarına çıkan ve bu temelde ABD’de ve dünyanın bir çok yerinde kan dökülmesinin, suçsuz insanların suçlanarak yıllarca hapishanelerde süründürülmesine karışan bir şefin kendi içlerindeki pisliği temizlemesini istemek sadece görüntüyü kurtarmak içindir. Bu eski polis şefinin rüşvet yiyicilerden büyük rüşvetler karşılığında yolsuzluk içerisine düşmeyeceğinin bir garantisi olamaz. Zaten kirli olanların temiz işler yapması mümkün değildir. Yolsuzluğun ve rüşvetin son bulması, kapitalist sistemin son bulmasıyla mümkündür! Ama bu kendiliğinden olmayacaktır. DC’de en ağır koşullarda çalışan 100 binlerce işçinin, dünya proletaryasının sermaye düzenine karşı kendi sınıf partileri etrafında örgütlenerek bu kokuşmuş düzeni tüm pislik yuvalarıyla birlikte tarihin çöplüğüne atması gerekir! Haydi bu görevi yerine getirmeye! Ydi Çağrı okuru 11.1.2007 ✓

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 108’in İşçi Eki · Şubat 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

“Türkiye barışını arıyor” mu acaba?

T

ürkiye’de özellikle kemalist kesimin diline pelesenk ettiği sloganlardan biri, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözleridir. Fakat ne “yurtta” ne de “cihanda” barış var. “Cihanda”, Doğu Bloku var iken Türk hakim sınıflarının kitleleri kendi burjuva siyasetine alet etmede kullandığı “komünizm düşmanı” vardı. Komşu ülkeler ise hiç bir zaman gerçek anlamda “dost” ülke olarak kabul görmedi. Doğu Bloku dağıldı ama komşu ülkeler varlığını korudu… “Türkün Türkten başka dostu yok” veya “kökü dışarda” yalanları, Türkiye’de hakim sınıfların hâlâ kullandığı ve kitleleri Türk şovenizmiyle yoğurmayı sürdürdüğü tavırlar arasındadır. “Yurtta” ise, kemalist iktidara karşı çıkan muhalefete, başta da devrimcilere karşı ve özellikle Türk olmayan ulus ve ulusal azınlıklara karşı hiç bir dönem gerçek anlamda “sulh” yaşanmadı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde. Öyle bir durumdayız ki Türkiye’de barışı istemek, barış için sesini yükseltmek bile sık sık cezalarla, hapislerle yanıtlanıyor. Böylesi bir durumda haklı olarak “Yurtta sulhu, zor ve baskıyla vatandaşlarını tekleştirmek ve susturmak olarak anlayanların ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ sözlerine kim inanır?” (Mehmet Uzun) soruları sorulur. Evet, Türkiye’de “kaybolan” bir barış yok, ama insanlar haklı olarak barışı arıyor. Bunun için de son yıllarda kimi aydınların başını çektiği toplantılar, konferanslar yapılıyor; basın açıklamaları yapılıp barış hakkında talepler yükseltiliyor… En son ise 13-14 Ocak 2007 tarihlerinde, Ankara’da İçkale Oteli’nde “Türkiye Barışını Arıyor” adı altında bir konferans gerçekleştirildi. Sözkonusu konferans, kendisine “Demokratik Barış İnisiyatifi” diyen oluşum tarafından bir yıllık süreçte hazırlandı ve düzenlendi. Konferansa değişik kesimlerin temsilcileri, aydınlar, akademisyenler, yazar ve gazeteciler, sanatçılar, siyasetçiler ve hatta emekli MİT’ci bile katıldı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve bakanlar da davetli olmasına rağmen konferansa katılmadılar. Türkiye’de bugün barışı istemek, Kürt ulusal meselesini dile getirmeden, Kürtlere karşı devletin siyasetini sorgulamadan mümkün değil. Türkiye’de bu anlamda, anda barışı istemek, Kürtlere karşı “düşük seviyede” sürdürdürülen savaşa son vermeyi istemektir. Ama bu istek ön-

Bizim konferansı değerlendirmemiz, esasta liberal burjuva siyasetinin savunucularının, kimi demokratik hakları dile getirdiği, “Kürt sorununa” değişik kesimleri biraraya getirerek daha çok dikkat çektiği bir konferans biçimindedir. Bu konferans anda iktidarı elinde tutanları biraz düşündürebilir ama esasında “Kürt tarafı”nın daha da çok sisteme entegre edilmesine, “Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek bir konferanstır. celikle kendisini, devlet tarafından çatışmalara zorlanan PKK güçlerinin silahları sürekli olarak bırakması yönlü talep olarak gösteriyor. Kimileri “karşılıklı çatışmalar son bulsun” diyor, ama bu da beyinleri sadece Türk şovenizmiyle çalışanların gazabına uğruyor. Buna rağmen Türkiye’de, gerekçesi veya arka planında ne olursa olsun barışı istemek savaştan medet umanların kovanına çomak sokmaktır. “Türkiye Barışını Arıyor” konferansı genel olarak ele alındığında Türkiye’de liberal kesimin, AB’ye uyum sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana olan kesimin düzenlediği bir konferans. Bu konferans “barışı ararken” sorunun “Kürt sorununa barışçıl çözüm” aramak olduğunu da açıkça dile getirmiştir. Konferansı değerlendirenlerin tespitlerine göre bu içerik ve katılımla ilk

kez “Kürt sorununun çok yönlü ele alındığı” bir konferans gerçekleştirilmiştir. Konferansın düzenleyicileri ve katılımcılarının hemen hemen hepsinin Kürt ulusal meselesini sistem içi çerçevede ele aldığı ve soruna çözümü de bu çerçevede aradığı açıktır. Bu temelde soruna bakıldığında, savunulan bu siyasetle de Kürt ulusal meselesine gerçek bir çözümün sağlanamayacağı bellidir. Fakat, Kürt hareketi adına gerek hâlâ silahları elinde tutan PKK güçlerinin, gerekse de legal alanda Kürtlerin kimi demokratik haklarını savunduğunu söyleyen ve Kürtlerin temsilcisi olma iddiasında olan kesimin siyasetinin de sistem içi siyaset olduğu bilindiğinde; sistem içi siyaset uğruna insanların yaşamlarını yitirmesi, öldürülmesi veya kan dökülmesinin yanlış olduğu da bilince

çıkarıldığında, bugün –istedikleri, sürekli ve gerçek bir barış olmasa da, barışı istemek doğrudur. Liberal burjuva demokratlarının genelde sistem içi siyasete sahip olması olgusu ile devrimcilerin, komünistlerin bunlardan kökten farklı siyasete sahip olması gerçeğinin üzeri örtülmeden ve farklılıkları bilince çıkararak bugün barışı istemenin doğruluğunu savunmak; gerçek ve sürekli barışın devrimle, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasıyla ancak mümkün olduğunu savunma temel yaklaşımıyla çelişmez. Evet, liberal burjuva siyasete sahip olanlar “barışı arıyor”! Buna “Türkiye Barışını Arıyor” demeleri, gerçeği değil, kendi isteklerini ifade etmektedir. Türkiye’nin barışı aradığı falan yok. Türkiye toplumu, hem sınıflar olarak, ezen ve ezilen sınıflara, burjuvazi, proletarya ve genelde emekçilere; hem de ezen ulus ile ezilen ulus ve milliyetlere bölünen bir toplumdur. Aydınların “Türkiye Barışını Arıyor” tespiti, aynı zamanda onların “sınıf larüstü” burjuva siyasete sahip olduğunu da ortaya koymaktadır. Bizim konferansı değerlendirmemiz, esasta liberal burjuva siyasetinin savunucularının, kimi demokratik hakları dile getirdiği, “Kürt sorununa” değişik kesimleri biraraya getirerek daha çok dikkat çektiği bir konferans biçimindedir. Bu konferans anda iktidarı elinde tutanları biraz düşündürebilir ama esasında “Kürt tarafı”nın daha da çok sisteme entegre edilmesine, “Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek bir konferanstır. Konferansta savunulan “Kürt tarafının taleplerinin netleşmesi”, “kendisini daha açık ifade etmesi” vb. yaklaşımlar ile DTP’nin olağanüstü kongreye gitme kararı, buna bağlı olarak DTP yetkililerinin yaptığı açıklamalar; buna ek olarak PKK yetkililerinin de konferansın taleplerine uygun davranmaya çalışacaklarını ilan etmesi vb. olgular gözönüne alındığında, DTP somutunda “Kürt tarafı”nın devletin güvenini kazanmaya, onları kendilerinin “bölücü” olmadığına ikna etmeye ağırlık vereceklerini tespit etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Bu konferans Türkiye’de Kürt ulusal sorununa sistem içi çözüm aramada önemli bir köşe taşı daha dizmiştir.

KONFERANSTAN KİMİ GÖRÜNTÜLER… Konferansın sunuş konuşmasını İHD

11


halkların kardeşliği için

12

Genel Başkanı Yusuf Alataş yaptı. İlk günkü açılış konuşmasını Yaşar Kemal, ikinci günkü açılış konuşmasını Vedat Türkali ve kapanış konuşmasını ise –hastalığından dolayı katılamadığından konuşmasını yazılı olarak gönderen– Mehmet Uzun yaptı. Sözkonusu bu konuşmalar, bir yanıyla konferansın “resmi” konuşmalarıydı… Türk şovenizmiyle beyinleri yoğrulanların en çok dikkatini çeken konuşma ise Yaşar Kemal’in konuşmasıydı. Konferansın bir nevi “sonuç bildirisi”nde dile getirilenler de doğal olarak bu şoven kesimin tepkisini çekti. Konferanstan sonra emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in Radikal gazetesinde yayınladığı yazı ile Milliyet gazetesinden Belma Akçura’nın Öneş ile yaptığı röportajda dile getirilenler de, konferans bağlamında dikkatleri üzerine çeken tavırlar oldu. Sunuş konuşmasında Yusuf Alataş “toplumsal barış projesine” ihtiyaç olduğu görüşünü şöyle açıkladı: “Kürt sorunu konusundaki ırkçı, ayrımcı, rencide edici temelde yaklaşım bugün de iç ve dış politikaya hakimdir. Bu politikaların temel aracı da güç gösterisi şiddet ve baskıdır. Bu tespitlerden hareketle Türkiye’de devlet ve yönetim anlayışını değişmeye zorlayacak, çözüm konusunda ortaklaştıracak, mutabakatı arayacak, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarını esas alacak toplumsal barış projesine ihtiyaç vardır.” (sözkonusu konuşmadan) Alataş’ın “toplumsal barış projesi” aynı zamanda konferansın da projesi olduğunu belirterek bu projenin kendisini devlet ve yönetim anlayışını değiştirmeye zorlama olarak sınırladığını, bunun da esasta “sınıflarüstü” burjuva siyaseti olduğunu; bu siyasetle gerçekte ne adaletin, ne eşitliğin ve ne de özgürlüğün sağlanabileceğini bilinçlere çıkarmak gerekiyor. Gerek bu proje, gerekse de konferansın genel yaklaşımı, savunulan siyasetin en iyi halde liberal burjuva demokralarının savunduğu siyaset olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yaşar Kemal’in, konuşmasında Kürtlerin Malazgirt savaşından beri Türklerin dostu olduğuna vurgu yapması fazla tepki çekmedi. Ama “gerillanın adını terörist koyduk” demesi ve Atatürk’ten alıntı ile Kürtlere “muhtarlık” verilmek istendiğini anlatması tepkileri üzerine çekti. Yaşar Kemal barışı istemenin haklı ve doğru olduğunu anlatmak için Avrupa Birliği savunuculuğu yaptı. AB’nin kurulmasının “başlıca sebebi barıştır” diye anlattı. Şöyle dedi: “Avrupa Birliği boşuna kurulmadı. Ölümsüz barışlar için, kültürlerin birbirini aşılaması, birbirlerini beslemesi için kuruldu. Savaşsız, mutlu bir dünya olsun diye kuruldu. Barışa, güzelliğe, insana saygıya, insanın insanı aşağılamaması, sömürmemesine yol-

lar açmak için kuruldu.” (sözkonusu konuşmadan) Yaşar Kemal’in barışı istemesi, barışın iyiliğini, güzelliğini anlatması için bu AB sevgisine ve kitlelerin bilincini karartmaktan başka bir şey olmayan övgüsüne ihtiyacı yoktur aslında. Ama Yaşar Kemal böyle düşünüyor, yanlış yapıyor. Yaşar Kemal barışı isterken doğal olarak kimi olguları da dile getirmektedir. Örneğin: “Savaşanlardan otuzbin kişi öldü. Korucu dedikleri sayısı yetmiş bini geçmiş sivil savaşçılar bulaştı ülkenin vicdadına. Beş bin köyün bir çoğunun evleri yakıldı. İnsanları ülkenin bir çok yerine dağıldı. Bir kısmı açlıktan, yoksulluktan kırıldı. Faili meçhul cinayetler olağanlaştı, savaşın bir parçası oldu. Kürtlerin seçkin kişileri seçildi, faili meçhule kurban edildi. (…) Savaşta sürülen köylülerin toprakları boşta kaldı. Hayvancılık bitti. Bahçeler kurudu. Arı kovanları boş kaldı. Korucular köylerde geriye ne kalmışsa talan ettiler. Korucularla korucu olmayan arasında onulmayacak bir düşmanlık ortaya çıktı. Sürülmeyen köylere de yaşam zehir edildi.” (aynı yerden) Evet, Yaşar Kemal böylesi olguları da dile getirmektedir ve burda da iyi etmektedir. “O kadar zulümler yaptılar ki, söylemeye dilim varmıyor.” veya “Bu seksen yıldır yasaklar olmasaydı, Kürtlerin kardeşliği unutulmasaydı, yasaklara boğulmasalardı, bugün böyle konuşmak aklımıza gelmezdi” dediğinde de gerçeği dile getiriyor. Yaşar Kemal’in tavrında yanlış olan, gerçeği dile getirmesi değil, “Kürt sorunu”na çözümü sistem çerçevesinde araması ve AB’ci bir tavır takınmasıdır. İkinci günkü açılış konuşmasını yapan Vedat Türkali ise şunları vurguladı: “Eski bir komünistim ben. Komünist Parti ilk defa tüzüğüne ‘Gerekirse Kürtler ayrılsın’ diye bir program koydu. Ben bunu yayınladım. Kürt halkının neler çektiğini biliyorum. Bana ‘Sen Kürt müsün? Niye uğraşıyorsun?’ diyorlar. Ama ben ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözlerini rahat diyebilmek için bu sorunun çözümüne katkıda bulunmak zorundayım. Bir başka halkı baskı altında tutan bir ülke kendi halkını da rahat bırakmaz. Ben de özgür değilim.” (sözkonusu konuşmadan) Vedat Türkali’nin kendi deyimiyle “eski Komünist”liğinden kalan doğru yanları var. Doğru olarak bir başka halkı ezen halkın özgür olmayacağı düşüncesini dile getirmektedir. Bu arada Kürtler üzerinde baskı ortadan kalktığında rahat biçimde “Ne mutlu Türküm diyene” sözlerini söyleyebileceğini açıklaması da, TKP’nin kemalist yanının kalıntısından biri olduğunu söylemek gerekiyor. Kapanış konuşmasını yazılı olarak gönderen Mehmet Uzun ise tüm zorluklara, barbarlıklara karşın esasta umutlu olmayı savunan, bu bağ-

lamda iyimserliğin propagandasını yapan bir tavrı savundu. Uzun şunları da tespit etti: “1– Türkiye, 15-20 milyon olduğu söylenen, kendi vatandaşları Kürtlerle barışmanın yollarını bulmalıdır. Devlet katında derin bir Kürt düşmanlığı, kin ve nefreti var. Bu kötü alışkanlıklar, gelenekler ve önyargılarla herhangi bir olumlu gelişmenin sağlanması mümkün değil. Bunların aşılması gerekli. 2- Yine devlet katında, Kürtlere, Kürtlerin hak ve hukuk arayışlarına karşı olmak koşuluyla, şeytanla bile işbirliği yapmak geleneği var.…” (yazılı konuşmasından) Konferansın niteliğini dile getirmesi açısından Doğu Ergil’in yaptığı şu tespiti aktarmak gerekiyor: “Bizi izleyen ve kayda alan etkili ve yetkili her mercie sesleniyoruz: Buraya savaşmaya değil barışmaya; bölünmeye değil bütünleşmeye, hem de sizin adaletsiz, köhnemiş ve yetersiz politikalarınız, uygulamalarınız nedeniyle bölünmüş ülkemizi ve milletimizi birleştirmeye geldik.” (BİANET, 16.01.2007) Evet, konferansı “bir devrim yaşıyoruz” diye değerlendiren Doğu Ergil’in bu tespiti, gerçekte bunlar tarafından istenen barışın, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunma temel güdüsüyle, barış olduğunda Türkiye’nin Ortadoğu’da daha güçlü bir devlet haline geleceği yaklaşımı temelinde savunulduğunun bir açıklamasıdır. Buna rağmen ama Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi eski DEP’li Orhan Doğan ile Mehmet Uzun’un konferanstaki konuşmalarının dinlenmesi için mahkeme kararı çıkardı. Türkiye koşullarını bilip durumla alay etmeye çalışanlar, konferansın yasaklanmamış olmasının büyük bir başarı olduğunu ifade etti… Konferanstan sonra ise Ankara Basın Savcılığı’nın konferansı incelemeye aldığı, Emniyet Müdürlüğü’nden konferansla ilgili kayıt ve belgeleri istediği haberi basına yansıdı. Konferansın sonuç bildirisi ise, moda adıyla “yol haritası” olarak tanıtıldı… Sözkonusu belgede esas itibariyle konferansa katılanların yaptığı konuşmalarda dile getirdiği, siyasi, ekonomik, kültürel talepler aktarılmaktadır. Konferanstaki halinin, belgenin son hali olmadığını, ama bunun “çözüm yolu” için programın başlangıcı olduğunu söyleyenler de var. Yaşar Kemal’in yaptığı konuşma hakkında kafalarında şovenizmden başka şey bulunmayan kalemşorlar, özellikle Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin “köşe” yazarları kinlerini kusmaya başladı. Bunların tartışmaları sürüyor. Bu konuda ve emekli MİT müsteşar yardımcısının görüşleriyle ilgili ise bir başka yazımızda tavır takınacağız. 27 Ocak 2006 ✓

Nâzım Hi

2

006 yılı Aralık ayının sonlarına doğru Nâzım Hikmet’in adı karıştırılan yeni bir tartışma gündeme geldi. Murat Belge’nin “Nâzım Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi” biçimindeki tespitini Nokta Dergisi “araştırmış… Artık ne biçim bir araştırmaysa, sonuçta Nokta Dergisi Nâzım Hikmet’in “Hapisten Çıktıktan Sonra” şiirinin “2 – Akşam Gezintisi” başlıklı bölümünde “Ermeni sorununa” ilişkin dizelerin bulunduğunu ve ayrıca sözkonusu şiirin, beş dizesinin sansürlenerek yayınlandığını ortaya çıkarmış! Nokta Dergisi’nin bu konuyla ilgili haberinin haberini verenlerin temel tespitlerinden biri “Nokta Dergisi’nin bu mısraları ve sansürlendiğini ortaya çıkardığı” haberiydi. Türkiye’de böylesi haberlerin temel kaynaklarından biri insanların muhalif, “sol”, devrimci ve komünist yayınları az ve düzensiz okumasıdır. Bir diğeri ise, yapılan bir haberin doğruluğu araştırılmadan diğer haber kaynakları tarafından alınıp yayılmasıdır. Birincisi, Nâzım Hikmet’in sadece Ermeni meselesini ilgilendiren dizeleri, satırları değil, başka dize ve satırları da sansürlenmiştir. Örneğin Mustafa Suphi ve yoldaşları hakkında yazdığı “28 Kanuni Sani” adlı şiirde, “– Burjuva Kemalin omzuna binmiş / Kemal kumandanın kordonuna / Komandan kâhyanın cebine inmiş / Kayha adamlarının donuna / – Uluyorlar / – hav… hav… hak… tü / – Yoldaş unutma bunu / Burjuvazi / ne zaman aldatsa bizi / böyle haykırır: / – hav… hav… hak… tü / – Gördün mü ikinci motörü?” bölümünün esası sansürlenmiştir. Kuşkusuz ki bizim bu tespitimizin doğru olup olmadığını da araştıran bir Nokta Dergisi olursa ve haber yapıp Nâzım’ın bu konuda ne dediğini tartıştırırsa iyi olur… Aslında Nâzım’ın tüm eserlerinin orijinali ile Türkiye’de basılan hali karşılaştırılıp sansürlenenlerin neler olduğunun ortaya çıkarılması, esasta Nâzım’ı savunmada yapılacak iyi işlerden biri olacaktır. Bizim burada öne çıkarmak istediğimiz gerçeklik şudur: Gerçekten de Nâzım’ın Ermeni meselesini dile getirdiği dizeleri sansürlenmiştir. Sadece şiirin yayınlanmasında değil, sansürsüz yayınlanan şiirin varlığının bilincinde olan Kültür Bakanlığı da, “2002 Nâzım Yılı” için hazırlattığı CD’de, sözkonusu dizeleri sansürlemiştir. Nokta Dergisi’nin Aralık 2006’daki 8. sayısında bu olguyu ortaya çıkardığını söyleyen veya savunan tüm haber kaynakları ya yalan söylüyor-


gündem

ikmet’e kim pislik sıçratıyor?

lar, ya da bu konuda bilgisizler. Çünkü, daha önce sansürlenen bu bölüm, Adam Yayınları tarafından yayınlanan Nâzım Hikmet Eserleri Cilt 4’te, sayfa 202-204, sansürsüz yayınlanmıştır. Sadece bu kadar da değil: Güney Dergisi, Temmuz-Eylül 2002 tarihli 21. sayısında, sayfa 10-11’de “Seviyesizlik…” başlığıyla bu konuya ilişkin tavır takınmış ve sözkonusu şiirin tümünü yayınlamıştır. Yani ne bu dizelerin varlığı, ne de sansürlendiği Nokta Dergisi’nin ortaya çıkardığı bir şey değildir. Nokta Dergisi’nin haberinin ortaya çıkardığı gerçeklik, sözkonusu medya mensuplarının bilgisizliğidir… Aynı biçimde, sözkonusu bu dizelerin ortaya çıkmasına Murat Belge’nin “Nâzım Hikmet benim çok sevdiğim bir yazar. Ermeni soykırımı konusunda böyle bir şiirinin çıkmasına çok sevindim. Öbür türlüsü canımı sıkardı.” biçiminde tavır takınması da bir başka trajikomik tavırdır. Belge böylece aslında Nâzım Hikmet’in şiir ve yazılarını pek okumadan “Nâzım Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi” tespitini yaptığını ele vermektedir. Murat Belge bilimsel araştırma temelinde tavır takınmamaktadır, bu onun yanlışı. Buna rağmen ama Nâzım’ın Ermeni meselesiyle pek ilgilenmediği tespiti aslında doğrudur. Fakat sanki bir şiirde beş dizelik tavır Nâzım’ı değil de Murat Belge’yi kurtarıyormuş gibi bir rol oynamaktadır. Bu tartışmalara Hürriyet gazete-

sinin köşe yazarlarından Özdemir İnce de katıldı. 3 Ocak 2007 tarihli Hürriyet’te “Nâzım Hikmet’e pislik sıçratmayın” başlığıyla yazdığı yazıda, sözümona Nâzım’ı savunmaya kalkışmaktadır. Sözkonusu başlığı okuyan Nâzım’ın gerçek savunucuları ve yanlıları ilk anda şaşırabilirler. Çünkü genelde Nâzım’ın savunusu yapılmaz, Hürriyet gibi gazetelerde. Nâzım’ın savunulduğu görüntüsü verildiğinde de, bunun perde arkasında esasta Nâzım’ı Nâzım olmaktan çıkarmanın çabası durmaktadır. Özdemir İnce’nin tavrı da esasta bu ikinci türe aittir. Yine de “Nâzım Hikmet’e pislik sıçratmayın” başlığı ilk anda çekici ve de sevindirici geliyor. İşin kendisine gelince, hiç de sevindirici değil. Özdemir İnce’ye sözkonusu yazıyı yazdıran şey, Nokta Dergisi’nin 21/27 Aralık 2006 tarihli 8. sayısında Ermeni soykırımı ile ilgili yayınladığı haber. İnce’ye göre Nokta Dergisi Nâzım’ın soykırımı kabul ettiğini söylemekle, Nâzım’a “pislik sıçratıyor”. Ve tabii ki İnce, böylesi “kaba” bir tespite karşı çıkmakta ve Nâzım’ın Ermeni soykırımını kabul etmediği üzerine yazmaktadır. İnce Nokta’nın tavrını şöyle değerlendirmektedir: “Said-i Nursi’nin meşrep olarak Ermeni soykırımı iddiasını kabul etmesi epeyce olası, ama Nâzım Hikmet için bunun mümkün olamayacağını biliyorum.” (Hürriyet, 3 Ocak 2007) Bu iddiasını ispat etmek için de esasta Nokta Dergisi’nin de aktardığı “Akşam Gezintisi” adlı şiirde Nâzım’ın soykırımı kabul etmediği, bu şiirin değişik yorumlanabileceği yönlü açıklama yapmaktadır. Şiirden aktardığı bölüm şöyledir: “Bakkal karabetin ışıkları yanmış / affetmedi bu Ermeni vatandaş / kürt dağlarında babasının kesilmesini / fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin / bu karayı sürenleri Türk halkının alnına” (aynı yerden) Gerçekten de eğer insan, Nâzım’ın soykırımı kabul ettiğini söylemek için, onun şiirinde soykırım ya da jenosid kavramını ararsa, bunu, bu şiirle belgeleyemezsiniz. Bu bağlamda farklı yorumlar da mümkündür. Açık olan ama Nâzım’ın yaşananları “Türk halkının alnına sürülen bir

kara leke” olarak gördüğü ve “kara leke”ye karşı çıktığıdır. Ermeni, babasının kafasının kesilmesini affetmemesine rağmen, “kara lekeyi Türk halkının alnına sürenleri” affetmeyenleri sevmektedir… Nâzım, bununla kara lekeyi Türk halkının alnına sürenleri affetmediğini de söylemektedir aslında. İnce efendi Nâzım’ın soykırımı kabul etmediğini ispatlamaya çalışırken nedense bu olgunun üzerinden atlamakta ve farklı yorumlanabileceğini göstermek için şöyle demektedir: “‘Ermenileri Kürtler kesmiş ve suçu Türklerin üzerine atmıştır. Ve böylece Türk halkının alnına kara leke sürülmüştür!’ Oldu mu?” (aynı yerden) Olmadı İnce efendi olmadı! Nâzım’ı böyle yorumlayanlar, Nâzım’ın savunucuları değil, O’na “pislik sıçratan”lardır. Nâzım hem değişik şiirlerinde hem de “Yaşamak güzel şey be kardeşim” adlı “otobiyografik” romanında, Ermenilere yapılanları Türk milletinin alnındaki bir kara leke olarak görmüştür. Bunu gerçekleştirenleri “affetmemiştir”. Nâ zı m, “Ya şa ma k g ü z el şey be kardeşim”de Ermeni kökenli Petrosyan ile sohbetinin bir bölümünde şunları anlatmaktadır: “– Anuşka sana sevdalanabilirmiş Petrosyan. – İyi de edermiş. – Sen ona? – Ben de ona. Ama ikimiz de geç kaldık. Bir Türk oğlu geldi girdi aramıza. – Emredin çıkayım. – Çıksan da faydası yok artık… Şu Türk oğullarından şu Ermenilerin çekmediği mi kaldı? Kıyma kıyar gibi doğradınız bizi. – Ben yoktum sizi doğrayanların arasında. – Yalnız sen değil, işin aslına bakarsan, ellerine bıçak verilen Türk köylüsü de yoktu, o bıçakla kestiler, ama yoktular. İşin doğrusu bu. Kafalarına giydirdiler jandarma üniformasını, yaptırdılar bu işi. – Ne de olsa, halkımın alnına sürülen kara leke.” (Nâzım Hikmet, Eserler Cilt 7, sayfa 454, Narodna Prosveta, Sofya 1969) Nâzım, Türklerin Ermenileri doğradığını, ama kendisinin onların arasında olmadığını söylemektedir. Sonunda ise yaşananları bir kez daha “halkımın alnına sürülen kara leke” olarak değerlendirmektedir. Nâzım’ın bu tavrı ile “kara lekeyi sürenleri” affetmemesi yönlü tavrı birleştirildiğinde –bu tavırda açıkça soykırım lafı edilmese de–, bunun Türk devletinin resmi çizgisinden ve de İnce gibi şovenlerin yaklaşımın-

dan kökten farklı bir yaklaşım olduğu açıktır. Bu yüzden de İnce’nin: “Nâzım Hikmet’in Ermeni soykırımını ya da soykırım iddialarını onaylayan yazılı tek cümlesi ve tek şiiri yok.” tespiti, Nâzım’ın tavrını savunan bir tespit değildir. Nâzım bu tavrında açıkça soykırım vardır da demiyor. Ama buna rağmen İnce’nin, Nâzım’ı Ermeni soykırımını kabul etmeyenler arasına sokmaya çalışması, esasta Nâzım’a “pislik sıçratma”nın kendisidir. Bu gerçeklik, İnce’nin: “Nâzım Hikmet’in yakın arkadaşı, Ermeni asıllı Fransız şair Ruben Melik, Sofya’nın Moskva Park Hotel’inde, Kemal Özer’in huzurunda bakın bana ne demişti: ‘Siz Türklerin en komünistiniz bile Kemalist. Nâzım da hep senin gibi konuşmuştu Moskova’da. Türk Komünist Partisi’ne de soykırımı kabul ettiremezsiniz demişti. Bu ne iştir iki gözüm?” (aynı yerden) hikayesini anlatmasıyla da ortadan kalkmıyor. Gerçekten de Ruben Melik sadece kemalistlikle bağını koparmayan Türkiyeli “komünist” tanımıştır ve bu nedenle tespiti esasta bir gerçekliği ifade etmektedir. Nâzım’ın Ruben Melik’e ne söylediğini bilmiyoruz. Ama aynı yazıda biraz yukarıda “Lafa inanmaya gelince ben kendi kulaklarımla duyduklarıma inanırım.” diyen İnce efendi, Ruben Melik’in dediklerini kulaklarıyla duymuş ama Nâzım’ın ne dediğini kendi kulaklarıyla duymamıştır. Buna rağmen ama Nâzım’ın böylesi bir düşüncesi olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tam da İnce efendiye yakışır, siyasi bir sahtekârlık! Bu arada yapılan bir sahtekârlık ise Nâzım’ın “TKP’ye soykırımı kabul ettiremezsiniz” demesi bağlamındadır. Nâzım Ruben Melik’e bunu söylemiş olsa bile, bunu söylemek Nâzım’ın kendisinin soykırımı kabul edip etmediğinin ispatı değildir. Nâzım’ın TKP içinde en “sol” olan insanlardan biri olduğu bilindiğinde, O’nun “merkezi çizgiden” farklı düşünebileceği de büyük bir olasılıktır. Sorun ama Nâzım’ın soykırımı kabul edip etmediği sorunu değil. Sorun, İnce gibi devletin resmi ideolojisinin savunucularının, Türkiye’de soykırımın kabul edilmesi düşüncesinin önüne geçmek için Nâzım’ı da amaçlarına alet etmek istemeleridir. Nâzım gibi tanınmış ve kitleler tarafından sevilen bir insanın soykırımı tanımış olması, kuşkusuz ki, onu sevenler üzerinde etkide bulunacaktır. İşte engellenmek istenen bu etkidir. Bu arada Nâzım da kendi şoven, ırkçı siyasetlerine alet edilmek istenmektedir. Çekin kirli ellerinizi Nâzım’dan! Doğrusuyla, yanlışıyla Nâzım bizimdir, öyle de kalacak! 4 Ocak 2007 Bir Çağrı okuru ✓

13


yaşam temellerini koruma mücadelesi

T

14

Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?

ürkiye’de nükleer santral yapımına karşı mücadele edilirken ve Türk hükümetinin ya da yetkililerin nükleer santralden yana tavır takınmalarının yanlışlığı anlatılmaya çalışılırken sık sık şu tespit yapılmaktadır: “Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere birçok ülke nükleer santrallerden vazgeçerken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise nükleer santrallere yönelmekte.” (Ülkede Özgür Gündem, 21 Aralık 2005) Buna benzer tespitler şöyle de ifade edilmektedir: “195 0’ lerde ‘Kölen i z Atom’, ‘Ölçülemeyecek Kadar Ucuz’ olarak lanse edilen ve bütün dünyayı kaplayacağı varsayılan nükleer santrallerden, bugün hızlı bir kaçış vardır.” (gezegenimiz.com, 14.02.2000) Cumhuriyet gazetesi ise şöyle tespit yapmaktadır: “Radyasyon ve atık sorunu, dünyanın nükleer santrallardan vazgeçmesinin en önemli nedenleri arasında yer alıyor.” (Cumhuriyet, 3 Mart 2006) Bu tespitelerin temel düşüncesi öncelikle gelişmiş ülkelerin nükleer santral ve enerjiden vazgeçtiği düşüncesidir. Kimileri bu düşünceyi “herkes gider Mersin’e, Türkiye gider tersine” diye de ifade ediyor. Özeleştirel olarak belirtmemiz gerekir ki, bizim dergimizin kimi yazılarında da yer yer gözümüzden kaçan böylesi tespitler yapılmaktadır. Örneğin, dergimizin 105. sayısında, sayfa 16’da şu tespiti yapmıştık: “Genelde en gelişmiş ülkeler atom enerjisini terk etme durumundayken, neden Türkiye gibi ülkeler buna rağbet göstermektedir?” Bu tespitin Türkiye ile ilgili bölümü cevaplanması gereken doğru bir sorudur. Ama genelde en gelişmiş ülkelerin atom enerjisini terk etme durumunda olduğu tespiti, gerçekleri ifade etmeyen, olgu olarak da yanlış olan bir tespittir. Bu tespitin yanlış olduğu, aslında 105. sayımızda aktarılan verilerle de sabittir. Eğer Fransa’nın atom enerjisi ya da nükleer enerji bağlamında, elektrik üretimindeki payı %78 ise, o zaman nasıl olur da Fransa’nın nükleer enerjiden vazgeçtiği söylenebilir? Bu bağlamda her şeyden önce “en gelişmiş ülkelerin” hangi ülkeler olduğu ortaya konmak zorundadır. Bunun demokrasi geleneği açısından mı, yoksa ekonomik güç ve gelişmişlik açısından mı, dünyada nüfuz sahibi olma açısından mı vb. vb. değerlendirildiği açığa kavuşturulmalıdır. Gelişmişliğin ölçüsü Türkiye olamaz, olmamalıdır. Bizce, enerji meselesi tartışılırken esas ölçü dünya çapındaki ekonomik, sanayi gelişme olma-

lıdır. Çünkü enerji ihtiyacı veya tüketimi de esasta sanayinin gelişmesine bağlı olarak çoğalır ya da azalır. Bunun yanısıra, her ülkenin nükleer enerji bağlamındaki gücü somut olarak ele alınmak zorundadır. Bağıntısından kopuk aktarılan rakamlar, ya da bu rakamlara dayanarak yapılan sıralamalar genelde gerçeklerin görülmesini engelleyen rakam ve sıralamalardır. Bu yüzden de her ülkenin genel olarak ne kadar enerji ürettiği, harcadığı ve nükleer enerjinin bunun içindeki rolü ve miktarı somut ele alınıp bakılması gerekir. Örneğin Litvanya elektrik üretiminin %80’ini nükleer enerjiden elde etme bağlamında birinci sırada. Bu %80 ölçü alındığında, bir ülkenin enerji ihtiyaçlarının en büyük bölümünün nükleer enerjiyle karşılandığı açıktır. Fakat Litvanya’nın 2003 yılı nükleer enerjisinin 14.3 milyar kw saat olduğuna bakıldığında, bunun aynı yılın verilerine göre 763.7 milyar kw saat ile ABD’nin elektrik üretiminde nükleer enerjinin payının %19.9 olduğu gerçeği ile karşılaştırıldığında, Litvanya’nın nükleer enerji üretiminin ne kadar az olduğu görülebilir. Aynı kaynağa göre Litvanya’nın 2 nükleer santrali, ABD’nin ise 103 nükleer santrali (kimi başka kaynaklara göre ise 104 santral) vardır. Bu örneği sadece rakamların, istatistiklerin, soruna somut yaklaşılmadığında ve rakamların hangi verileri ifade ettiğinin gözönüne alınmadığı koşullarda aldatıcı olduğunu, yanlış sonuçlara götüreceğine dikkat çekmek için veriyoruz. Sözkonusu 2003

verilerine göre somutta nükleer santral sayısı ve üretilen nükleer enerji oranı bağlamında ilk sıraları “en gelişmiş”, emperyalist güçler kapmıştır. Üretilen enerjinin kw saat hesabıyla ABD, Fransa, Japonya, Almanya, Rusya sıralaması ilk beş sırayı oluşturmaktadır. Nükleer santral sayısı olarak da sı ra la ma , A BD, Fransa, Japonya, Rusya, İngiltere biçimindedir. Bunların dünya çapındaki nükleer enerjinin büyük bölümünü ve santrallerin de yarısından çoğunu ellerinde tuttuğu da somut verilerle ortadadır. Genel tez olarak en gelişmiş ülkeler, ya da gelişmiş ülkeler nükleer enerjiden vazgeçiyor demek günümüzün gerçeklerine uymuyor. Bu tespiti 2005, 2006 yılında yapmak, ya gelişmeleri somut olarak takip etmemek, ya da soruna yüzeysel bakmakla, belli kalıplara takılıp kalmakla mümkün olmaktadır. Dü nya ç apı nd a olduğ u g ibi Türkiye’de de nükleer santrallara karşı mücadele doğru ve haklıdır. Fakat bu mücadele verilirken, bu mücadelenin doğru ve haklılığını gelişmiş ülkeler nükleerden vazgeçiyor biçiminde açıklamak ve bu temelde nükleer santrallara karşı mücadele yürütmeye kalkışmak hem kitlelere yanlış bilinç verir ve hem de mücadelenin temelini zayıflatır. Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiği düşüncesinin bugün yanlış olduğunu söylememiz, kuşkusuz ki, bu düşünceyi savunanların hiç bir maddi temeli yoktur anlamına gelmiyor. Özellikle 1970’li yılların sonlarına doğru ve 1986’da Çernobil olayına bağlı olarak antiatom hareketi egemenlere belli geri adımlar attırmış, buna atom santrallerinin inşaasının pahalılaşması da eklenince belli bir dönem yeni atom santrali inşa edilmemiştir. Kimi ülkeler de atom enerjisinden adım adım vazgeçme kararı verdiğinden, gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiği yönünde bir resim oluşturmaya hizmet etmiştir. Burada da öncelikle bilince çıkarılması gereken düşüncelerden biri, atom santrallerinin inşa edilmesinde belirleyici olan enerji, elektrik üretimi değil, atom silahına sahip olma isteği ve silahlanma yarışı olduğu gerçeğidir. Gelinen yerde varolan kimi değişiklikler ve gelişmeler,

atom silahlarına sahip olma isteklerini en azından resmi düzeyde arka planda tutmayı sürdürse de, “en gelişmiş” ülkelerin de enerji sorununu çözme adına nükleer enerjiye yönelim içinde olduğu ve bu konudaki adımların giderek de güçlendiği olgudur. Gelişmelere baktığımızda, gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiğini göstermek için anlatılan ABD emperyalizminin 1979’dan beri yeni santral inşa etmemiş olması, Fransa’nın 2010’a kadar nükleer programını askıya aldığını açıklaması; Almanya’nın atom santrallerine ortalama 32 yaş biçerek adım adım atom enerjisinden vazgeçme bağlamında SPD-Yeşil hükümetin siyasi karar alması vb. vb. olgular, gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiğini belgeleyen olgular değil. Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçip geçmediğini söyleyebilmek için, içinde bulunduğumuz somut koşullarda, sözkonusu güçlerin nükleer enerjiye karşı siyasetinin ne olduğuna bakmak zorundayız. Artık eskimiş, teknik güvenlik bağlamında kapatılması zorunlu olan, kapatılmadığında her an yeni Çernobillere yol açabilecek tehlikeyi içeren nükleer santralların kapatılmasının da, gerçekte nükleer enerjiden vazgeçildiği anlamına gelmediği bilinçlere kazınmak zorundadır. Kuşkusuz ki bu bağlamda dikkat çekilecek başka noktalar da var. Fakat bu yazımızda kendimizi, esasta soruna dikkat çekmek ve gelişmiş ülkelerin genel olarak nükleer enerjiden vazgeçtiği tespitinin günümüz gerçekliğine ters bir tespit olduğunu ortaya koymakla sınırlıyoruz.

KİMİ OLGULAR… Dergimizin “panorama” bölümünde İran bağlamındaki tartışmalarda emperyalist güçlerin enerji siyasetine ve bu bağlamda da nükleer enerji siyasetine dikkat çekmiştik. Dergimizin 98. sayısında, sayfa 24’te “Gözlerden kaçan bir hesap” ara başlığı altında emperyalistlerin dünyaya egemen olma siyasetlerinde özde bir şeyin değişmediğini söyledikten sonra şunları tespit etmiştik: “Onların siyaseti özde değişmemiş ama, petrol ve doğalgaza dayalı enerji kaynakları talan edildikçe ‘suyunu’ çekmektedir. Emperyalistlerin dünyaya hükmetme hesapları da uzun vadeli hesaplar… Bu hesaplara göre andaki enerji kaynaklarına hükmetseler bile, bu kaynaklar –kesin süresi belli olmasa da– bir gün tükenecek… Eğer verili enerji kaynakları tükenecekse, o zaman yerine yeni enerji kaynakları bulunmak zorundadır. Aksi halde


yaşam temellerini koruma mücadelesi sanayi ülkeleri olarak gösterilen ülkeler başta olmak üzere teknolojinin ilerletilmesi ve evet ayakta tutulması da mümkün olmayacaktır. İşte emperyalistler geleceklerini garanti altına almak ve dünya ülkelerinin büyük bölümünü de kendine yeni yol ve yöntemlerle bağımlı kılmak için adım atmaya başlamış, hesaplarını bu temele de oturtmuş durumdadır. Bu noktada gündeme getirilen esas çözüm önerisi nükleer, ya da diğer deyimiyle atom enerjisine sahip olmaktır. ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin gibi ülkeler başta olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük bölümü atom enerjisine giderek daha fazla yatırım yapmaktadır.” (YDİ Çağrı, sayı 98, sayfa 24) Evet, nükleer enerjiden vazgeçmekten çok, bu konuda da egemen olma dalaşı, bu bağlamda da gelişmekte olan ülkeleri kendine bağımlı kılma dalaşı içindeler emperyalistler. Özellik le son yıllarda Çin ve Hindistan gibi ülkelerin hızlı biçimde gelişmesi, özellikle de Çin’in dünya pazarında emperyalist büyük güçlerle kaşık atacak düzeyde büyümesi, hem enerji ihtiyacını yükseltmiş, hem de dünya üzerindeki enerji kaynaklarına sahip olma dalaşını kızıştırmıştır. Afganistan, Irak savaşları, Afrika’nın kimi ülkelerinde yürüyen savaş ve “barış” adına işgal olayları ve olası İran savaşı vb. hepsinin de dünya üzerindeki enerji kaynaklarına egemen olmakla doğrudan ilişkisi var. Bu enerji kaynakları arasında nükleer enerjinin üretimi için temel hammadde olan uranyum gibi madenlerin de olduğunu özellikle söylememize gerek bile yok. Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde örneğin “G8” diye adlandırılan ülkelerin sözkonusu olmaları gerekiyor. Bunlar, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya, İtalya, Kanada ve Rusya’dır. Ekonomik güç olarak ele alındığında Çin de –dünyanın anda ithalat ve ihracatta üçüncü gücü– aslında bunlara eklenmelidir. Çin’in anda en çok nükleer santral inşa eden ülkeler arasında olduğu biliniyor. “G8” içinde ise, en son Temmuz 2006’da Rusya’da yapılan toplantıda sadece Almanya nükleer enerjiden vazgeçme yönündeki tavrı savundu. Diğer yedi emperyalist güç, açıkça nükleer enerjiden yana tavır takındı. Almanya’nın nükleer enerjiden yana tavır takınmamasının perde arkasında ise, Başbakan Merkel’in SPD ile yaptığı koalisyon protokolüne uymaya çalışma yaklaşımı vardır. Gerçekte ise CDU/CSU’nun hükümete gelmesinden sonra nükleer enerji yanlısı tekellerin sesleri giderek yükselmiştir. Başbakan Merkel ve partilileri açıkça nükleer enerjiden yana tavır takınmaktadır. Teknik güvenlik nedeniyle kapatılması gereken atom santrallerinin çalıştırılma öm-

rünün uzatılmasına yönelik başvurular yapılmış durumdadır. Sözkonusu santraller kapatılsa da yeni santrallerin yapımı konusunda tartışmalar yoğun biçimde sürmektedir. Almanya, SPD-Yeşiller hükümeti döneminde alınan karara rağmen nükleer enerjiden vazgeçmiş değil. Anda atom santralleri lobisinin esas beklentisi, gelecek seçimlere kadar santrallerin kapatılmasını –ömürlerini uzatarak– engellemek ve yeni seçimlerde CDU/CSU ve FDP’nin seçimleri kazanıp koalisyon kurmasıdır. Medyaya ya nsıdığ ı kadarıyla Almanya’nın ekonomisinde belirleyici rol oynayan tekellerin, işverenlerin %71’i nükleer enerjinin kullanımından yanadır. Somut olarak atom santrallerini çalıştıran tekeller santrallerin ömrünün ortalama 32 değil, ABD’de olduğu gibi 60 yıla çıkarılması için mücadele yürütmektedir. Bunun da ötesinde Avrupa Birliği çapında ortaya konan enerji siyaseti de nükleer enerjiden yanadır. Bunu hep kullandıkları “iklimi koruma” yalanıyla açıklasalar da, enerji siyasetlerinin içinde nükleer enerjinin kullanımı da vardır. Nükleer enerjinin “temiz” olduğu yalanı, AB’nin 2020 yılına kadar atmosfere salınan zehirli gazları %30 oranında azaltma hedefiyle enerji programının bir parçası durumunda. Kullandıkları yalanlardan biri de, güya “ortadoğu petrolüne” veya “Rusya’nın gazı”na bağımlılığa son vermek vb. açıklamalardır. Bu bağlamda bilince çıkarılması gereken şey, gerçekten de şu ya da bu emperyalist ülke, dünyaya egemen olma dalaşında başka emperyalist güce bağımlı olmak istemez. Fakat, atom santrali yapıldığında, santralin kendisi, hammaddesi olmadan enerji üretemez. Bu bağlamda santrallerde enerji üretimi için olmazsa olmaz ham maddelerin, uranyum gibi hammaddelerin de satın alınması gerekir. Bu bağlamda bu maddeleri elinde tutanlara bağımlılık ile petrol ve doğalgaza bağımlılık arasında özde bir fark yoktur. Bu konuda diğerlerine bağımlı olmak istemeyenler –eğer kendileri bu madenlere sahip değilse– sözkonusu madenlere egemen olma dalaşı ve savaşı sürdürmektedirler. ABD emperyalizmi özellikle son iki-üç yıllık süreçte açıkça yeni santraller yapmaya yönelmiş ve bunun için planları devreye sokmuştur. İngiltere, nükleer atık sorununu çözmekle boğuşurken bile, varolan santrallerin 2023 yılına kadar eskiyeceği, teknik güvenlik açısından çoğunun kapatılmak zorunda kalınacağının bilinciyle, yeni santraller yapmaya yönelmiştir. Fransa ise, özellikle uluslararası ortak çalışmanın ürünü olan nükleer füzyon reaktörünün Fransa’da yapılmasını sağlamakla, büyük bir başarı elde ettiğini ortaya koymaktadır. Nükleer füzyon çalışması, geleceğin enerjisini üretecek bir çalışma,

gelişme olarak sunuluyor. Bu çalışmanın içinde AB, ABD, Japonya, Çin, Güney Kore ve Hindistan yer almaktadır. Uzun süren pazarlıklar sonucunda reaktörün Fransa’da inşa edilmesine karar verildi. Projenin bütününün 10 milyar Euro’ya mal olacağı, 2040-2050 yıllarından itibaren enerji üretimine başlanacağı bilgileri verilmektedir. ITER adı verilen füzyon reaktörünün çalışması güneş örnek alınarak geliştirilen bir teknikle çalışacak. Atomların parçalanmasıyla değil, atom çekirdeğindeki “deute-

rium” ve “tritiumum”un birleştirilmesiyle enerji açığa çıkarılıyor. Bir litre deniz suyundan bir litre petrole, ya da bir kilo kömüre eşdeğer enerji üretileceği söyleniyor. Öyle ya da böyle, bu proje kendi başına ele alındığında bile, gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiği tezinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Nükleer santrallere karşı mücadelemizi bunların bilincinde olarak verelim. 28 Ocak 2007 ✓

Egemenlerin kar hırsı ve yok olan doğa!

Doyran Köy”ünde yapılacak olan taş ocaklarına ve ağaç kesimine karşı 21 Ocak 2007’de çoğunluğu köy halkından oluşan yaklaşık 100 kişi bir basın açıklaması yaptı. Eylem Doyran Köyünde taş ocağı yapılmak istenen ormanlık bölgede yapıldı. Eylemi Türkiye Tabiatını Koruma Derneği, Doyran Geliştirme Güzelleştirme Kültür ve Yardımlaşma Derneği ve Tema Vakfı ortak düzenledi. Basın açıklamasına CHP Antalya Milletvekili Tuncay Ercenk de katıldı. Eylemde sık sık “Ormanlar Kesilmesin”, “Maden Yasası Değiştirilsin”, “Ormanlarımıza Dokunmayın” sloganları atıldı. Eylemin yapılacağı yere ulaştığımızda kötü bir görüntüyle karşılaştık. 15 gün önce tamamıyla ağaç dolu olan bölge fabrika temelinin atılabilmesi ve iş makinelerinin girebilmesi için “ağaçtan temizlenmiş” bir vaziyette idi. Eylemin izinli oluşu ve basının da geleceği bilindiği için bizim olduğumuz saatte iş makinelerinin çalışması durdurulmuştu. Eylem alanını gezdiğimizde ormanın değişik yerlerinde de yine farklı iş makineleri mevcuttu. Tabiî ki amaçları oraları düz bir arazi haline dönüştürmek ve para kazanacakları işletmeleri kurmaktır. Köy halkının söylediğine göre, lüks villaların yapılması da düşünülüyormuş. Düşünülmeyen tek şey “doğanın talanı”!... Antalya’ da taş ocağı ve maden ruhsatı alanların sayısı 1627’ye ulaşmış. Bu durum açıkça her şeyi belgelemektedir. Maden arama adı altında ağaçları kesecekler ve ardından kendi işletmelerini kuracaklardır. Türk iye’ de ÇED (Çev re Et k i Değerlendirme) yönetmeliği olma-

sına rağmen bu gibi faaliyetlerin ilgili kurumlardan izin alınarak yapılması oldukça ilginçtir. Kısaca ÇED yönetmeliğinin esası; -Yapılacak faaliyetlerin doğaya zararı varsa yapılmaması, -Halkın bilgilendirilmesi ve halkın görüşünün alınmasını amaçlar. Ormanların kesimi ve taş ocaklarının yapımı tamamen ÇED yönetmeliğine aykırıdır. Bunu amaçlayan bir yönetmelik hayata geçmediği sürece bir anlam ifade etmez. Halkın bilgilendirilmesi ve görüşünün alınması, sermayenin karı söz konusu ise önemli değildir. Köy halkı tamamiyle talana karşı çıkmaktadır. Son ağaç kesildiğinde, Son balık avlandığında, Son nehir zehirlendiğinde, İşte o zaman paranın yenemeyeceğini anlayacaksınız!... Hopi yerlilerinin bu atasözü, gerçekten bugün yerkürede yaşayan tüm insanlık açısından oldukça büyük öneme sahiptir. Emperyalizm bu sömürü sistemini ayakta tutabilmek için önüne çıkan hiçbir engeli tanımamaktadır. Ne insan sağlığı, nede doğa onun için asla önem teşkil etmemektedir. Kapitalizm var olduğu sürece doğa mahvoluşa doğru ilerlemektedir. Küresel ısınma bugün bunun en açık göstergesidir.Tüm insanlık el ele vermeli ve bu sömürü sistemini değiştirmelidir. Yaşanacak bir dünya ancak sosyalizmle mümkündür! Kapitalizm öldürür, Kapitalizmi öldürün! YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Antalya ✓

15


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı;

B

Güneş enerjisi!

ir an güneşin olmadığını düşünelim. Dünya ne halde olurdu? Her taraf kapkaranlık olurdu. Canlılar, bitkiler, ağaçlar, vb. yaşamaları için gerekli olan enerjiye sahip olamayacaklardı. Güneş hayat kaynağı. Yaşam için gerekli olan enerjinin kaynağı. Güneşin yaydığı ve dünyaya ulaşan enerji, güneşin çekirdeğinde yer alan füzyon süreci ile açığa çıkan ışıma enerjisidir. Bu enerji hidrojen gazının helyuma dönüşmesi şeklindeki füzyon sürecinden kaynaklanır. Bu enerjinin dünyaya gelen küçük bir bölümü dahi, insanlığın mevcut enerji tüketiminden kat kat fazladır. Güneş enerjisinden yararlanma konusundaki çalışmalar özellikle 1970’lerden sonra hız kazanmış, güneş enerjisi sistemleri teknolojik olarak ilerleme göstermiştir. Güneş, deniz dalga enerjisi ve jeotermal hariç tüm yenilenebilir enerji kaynaklarının ana kaynağıdır. Güneşin bugünkü durumunu beş milyar yıl daha koruyacağı hesaplanmaktadır. Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle güneş enerjisi potansiyeli açısından oldukça şanslıdır. EİE tarafından Türkiye’nin ortalama yıllık toplam güneşlenme süresi 2640 saat olarak hesaplanmıştır.

16

Türkiye’nin yıllık toplam güneş enerjisi potansiyelinin bölgelere dağılımı şöyledir: Bölge Güneşlenme süresi/saat G. Doğu Anadolu 2993 Akdeniz 2956 Doğu Anadolu 2664 İç Anadolu 2628 Ege 2738 Marmara 2409 Karadeniz 1971 (eie.gov.tr) Türkiye’nin en fazla güneş enerjisi alan bölgesi Güney Doğu Anadolu Bölgesi olup, bunu Akdeniz Bölgesi izlemektedir. En az güneş enerjisi alan bölge, Karadeniz Bölgesi’dir. Türkiye’de güneş enerjisinden esas olarak sıcak su elde etmek için yararlanılmaktadır. Çoğunlukla Akdeniz ve Ege bölgelerinde, evlerin, apartmanların çatılarına kurulan güneş kollektörleri aracılığıyla sıcak su elde edilmektedir. Düzlemsel güneş kollektörleri, güneş enerjisini toplayan ve bir akışkana ısı olarak aktaran çeşitli tür ve biçimlerdeki aygıtlardır. Güneş kollektörlü sistemler tabii dolaşımlı ve pompalı olmak üzere ikiye ayrılıyor. Bu sistemler evlerin yanında, yüzme

havuzları ve sanayi tesisleri için de sıcak su sağlanmasında kullanılıyor. Güneş kollektörlerinde kullanılan vakumlu cam borular sayesinde 100120 santigrat derece ısı sıcaklığına ulaşılmaktadır. Türkiye’de güneş enerjisinden elektrik enerjisi üretimi amacıyla kullanılan güneş pillerinin kurulu gücü 2 megawat civarındadır. Bu piller, daha çok iletişim baz istasyonları, elektrik şebekesinden bağımsız aydınlatma sistemleri için kullanılmaktadır. Güneş pilleri aracılığıyla elde edilen yıllık enerji miktarı, yıllık elektrik tüketiminin ancak yüzde 0.01 miktarına karşılık gelmektedir. Türkiye’nin yıllık güneşlenme süresi yaklaşık 2 bin 640 saat olarak hesaplanmaktadır. Bu potansiyel mevcut enerji tüketiminin 10 bin katına denk gelmektedir. Bunun anlamı şudur: Türkiye; diğer yenilenebilir alternatif enerji kaynaklarını kullanmadan sadece güneş enerjisini kullanarak zehirli gaz çıkarmadan tüm fabrikaların enerji ihtiyacını, tüm elektrikli araçların motorlarının zehirsiz yakıtlarını oluşturacak ve sera efektini oluşturan en önemli gazın, karbondioksit gazının oluşumunu ortadan kaldıracak potansiyele kat be kat sahiptir. Güneş enerjisi temizdir. Zehirli gaz içermez. Güneş enerjisini elektrik enerjisine dönüştürecek gerekli teknik altyapı dünyada giderek gelişmekte, çeşitlenmektedir. Bu alanda teknik olarak iyileşmeler, gelişmeler olmaktadır. Çeşitli yöntemlerle güneş enerjisinden elektrik üretilmektedir. Bu yöntemlerden bazıları kısaca şunlardır: Yoğunlaştırıcılı güneş enerjisi santralları: Doğrusal, çanak şeklinde ya da merkezi bir odağa yönlendirilmiş dev aynalar kullanılarak, odak noktasında çok yüksek sıcaklıkta ısı elde edilir. Genellikle elektrik üretiminde kullanılır. Güneş ocakları: Çanak şeklinde ya da kutu şeklinde, içi yansıtıcı maddelerle kaplanmış güneş ısısını toplayan yapılardır. Bu yöntem Hindistan, Çin gibi bir kaç ülkede yaygın olarak kullanılmaktadır. Trombe duvarı: Sandviç şeklinde cam ve hava kanalları ile paketlenmiş bir pasif güneş enerjisi sistemidir. Güneş ışınları gün boyunca, duvarın altında ve üstünde yer alan hava geçiş boşluklarını tahrik ederek, doğal çevirim ile termal kütleyi ısıtırlar. Gece ise trombe duvarı biriktirdiği enerjiyi ışıma yolu ile yayar. Geçişli hava paneli: Aktif güneş

enerjili ısıtma ve havalandırma sistemidir. Termal güneş paneli gibi davranan, güneşe bakan delikli (perfore) bir duvardan oluşur. Panel, binanın havalandırma sistemine ön ısıtma uygular. Ucuz bir yöntemdir. %70’e kadar verime ulaşılabilir. Güneş Havuzları: Havuza atılan tuzların yardımı ile dip tarafta sıcaklık elde edilir. Bu sıcak su bir eşanjöre pompalanarak ısı olarak yararlanılabileceği gibi rankin çevrimi ile elektrik üretiminde de kullanılabilinir. Güneş Bacaları: Bir binanın zemininde toplanan ısı, yüksek ve dar bir bacaya yönlendiğinde, bacada kurulu türbini çalıştırır. Güneş enerjisinden güneş havuzları, güneş ocakları, doğrusal yoğunlaştırıcı termal sistem, parabolik oluk kolektör, parabolik çanak güneş ısıl sistemi, vb. çok çeşitli, karmaşık yöntemlerle elektrik üretilmektedir. Bu yöntemlerden güneş pilleri üzerine daha ayrıntılı duracağız. Güneş pilleri (fotovoltaik piller) yüzeylerine gelen güneş ışığını doğrudan elektrik enerjisine dönüştüren yarı iletken maddelerdir. Yüzeyleri kare, dikdörtgen, daire şeklinde biçimlendirilen güneş pillerinin alanları genellikle 100 cm2 civarında, kalınlıkları ise 0,2-0,4 mm arasındadır. Güneş pilleri üzerlerine ışık düştüğü zaman uçlarında elektrik gerilimi oluşur. Pilin elektrik enerjisinin kaynağı, yüzeyine gelen güneş enerjisidir. Güneş enerjisi, güneş pilinin yapısına bağlı olarak % 5 ile % 20 arasında bir verimle elektrik enerjisine çevrilebilir. Güç çıkışını artırmak için çok sayıda güneş pili birbirine paralel ya da seri bağlanarak bir yüzey üzerine monte edilir. Bu yapıya güneş pili modülü ya da fotovoltaik modül adı verilir. Modüller birbirlerine seri ya da paralel bağlanarak bir kaç wattan megawatlara kadar çıkan bir sistem oluşturulabilir. Güneş pilleri çok farklı maddelerden yararlanılarak üretiliyor. En çok kullanılan maddeler şunlardır: Kristal silisyum, Galyum Arsenit, Amorf Silisyum, Kadmiyum Tellürid, Bakır İndiyum Diselenid, Optik yoğunlaştırıcı hücreler. Güneş pilleri modülleri, akümülatörler, invertörler, akü şarj denetim aygıtları ve çeşitli elektronik destek devreleri ile birlikte kullanılarak bir güneş pil sistemi oluştururlar. Güneş pili modülleri gün boyunca elektrik enerjisi üreterek bunu akümülatörde depolar. Güneşin yetersiz olduğu za-

manlarda ya da gece süresince gerekli olan enerji akümülatörden alınır. Akünün şarj ve deşarj olarak zarar görmesini engellemek için kullanılan denetim birimi ise akünün durumuna göre, ya güneş pillerinden gelen akımı ya da yükün çektiği akımı keser. Şebeke uyumlu alternatif akım elektriğinin gerekli olduğu uygulamalarda, sisteme bir invertör eklenerek akümülatördeki DC gerilim, 220 v, 50 Hz.lik sinüs dalgasına dönüştürülür. Benzer şekilde, uygulamanın şekline göre çeşitli destek elektronik devreler sisteme katılabilir. Şebeke bağlantılı güneş pili sistemleri yüksek güçte-santral boyutunda sistemler şeklinde olabileceği gibi daha çok görülen uygulaması binalarda küçük güçlü kullanım şeklindedir. Bu sistemlerde örneğin bir konutun elektrik ihtiyacı karşılanabileceği gibi, üretilen fazla enerji elektrik şebekesine verilebilir, yeterli enerjinin üretilmediği durumlarda ise şebekeden enerji alınabilir. Böyle bir sitemde enerji depolaması yapmaya gerek yoktur. ABD, Avustralya, Hindistan, Çin, İsrail, İspanya, Yunanistan, Almanya, Mısır’da güneş enerjisinden, çeşitli yöntemlerle elektrik enerjisi üretilmektedir. Hakim sınıfların Sinop’da kurulmasını istediği 1200 MW’lık atom santralinin sağlayacağı elektriği, 20.000 dönümlük bir alana kurulacak solar-termal sistemiyle sağlamak mümkündür. Türkiye’de her evin, her apartmanın çatılarına kurulacak güneş pillleri modülü aracılığıyla, her evin elektrik ihtiyacını karşılamak teknik olarak mümkün. Sadece evlerin değil, bu yöntemle sanayinin enerji ihtiyacını da karşılamak mümkündür. Bunun bu düzende olmamasının tek bir nedeni var: O da; enerji tekelleri, kapitalistler için, temelinde fosil yakıtların durduğu enerji üretiminin çok daha karlı olmasıdır. Her evin, apartmanın kendi enerji ihtiyacını güneş pili modülü aracılığıyla karşıladığı bir sistem kapitalistler için karlı değildir. Bu durumun bize gösterdiği gerçek, çevrenin korunması, üzerinde yaşanılabilinir bir çevrenin gelecek nesillere aktarılmasının, günümüzün en can alıcı sorunlarından biri olduğu gerçeğidir. Nükleer enerji, fosil yakıtlar sizin olsun! Bize güneş yeter! Aralık 2006 ✓


yeni gençlik dünyası

B

Gençliğe düşen görev geleceği için enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır

ugüne kadar varlığından hiçbir şey kaybettirmeyen şovenizm dalgası ve son yıllarda artan linç olayları bize bir gerçeği daha gösteriyor ki o da kapitalizmle ne şekilde olursa olsun uzlaşılamayacağıdır. Bununla birlikte kimi devletlerin milliyetçilik ve ırkçılık gibi faşist akımların etkisi altında kalarak ezilen ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı baskıların toplumsal gelişmeyi önlediği gibi, yürütülen devrimci, demokratik mücadeleler önünde de büyük engeller teşkil etmektedir. Yine toplumun en dinamik ve kolay yönlendirilebilir gençleri üzerinden ilerlemeye çalışan ve gençliği körelten bu gerici akımlar bir takım devlet aygıtlarının kontrolünde gizli kapaklı veya en açık biçimiyle yürütülmektedir.

Yüzyıllardır hakimiyetini sürdüren, gelip geçen bütün gerici devlet yapılarının en büyük silahı haline gelen ve özellikle de döneminin gençliği olmak üzere toplum içersinde çok geniş bir yer kaplayan bu gerici oluşumlar, karşısında hiçbir güç tanımaksızın tüm faşizan yönleriyle saldırdı ve saldırmaya devam ediyor. Başta toplumcu aydınlar olmak üzere yine toplumun tüm devrimci güçleri bu faşist yapılanmaların hedef tahtası haline gelmekte ve en iyi çözümü bu insanların ortadan kaldırılmasında aramaktadır. Tüm bunlara karşı mücadele edenlerin ise mevcut yasaların koyduğu yasaklarla tecrit edilmesi, susturulması yetmiyormuş gibi bunu yapanlar silaha da sarılmakta ve bununla da pervasızca övünmektedirler. Toplum içersine

Kapitalizmde işçi olmak

B

en altı yıldır altın takı üretimi yapan bir fabrikada çalışıyorum. Bu altı yıl içerisinde iki yılımı hiç de sağlıklı olmayan koşullarda sigortamın yapılmasını istememe rağmen sigortasız çalışarak geçirdim. Sistem benim en temel hakkım olan sigortayı ve sigortasız çalıştırılmanın yasak olduğu yerlerde binlerce işçinin sağlık güvencesi olmadan çalıştırılmasına göz yumulduğu sistem. Bizim iş yerinde 16 yaşın altında çocuk işçilerin sayısı hiç de azımsanmayacak derecede fazla ve bu çocuk yaştaki işçiler daha fazla sömürülmekte. Çocuk olmalarından dolayı yaptıkları en ufak bir hatada şiddetle karşılaşmaktadırlar. İş yerinde kalifiye elemanlar 550,00 YTL aylık ücret alırken çocuk işçiler bunun çok altında 300,00-350,00 YTL almakta-

dırlar. Çıraklık okullarına haftada bir gün ve o da tatil günü olan cumartesi gönderiliyorlar. İş yerinde yasada geçen “eşit işe eşit ücret” politikası kağıt üzerinde olsa da pratikte öyle olmadığını görüyoruz. Bu ayrımcılık daha çok kadın erkek işçiler arasında yapılıyor. Mesela ben 6 yıldır orda çalışıyorum, kadınım ve kalifiyeliyim, ama benden yıllar sonra giren bir erkek işçi arkadaşım benimle aynı işi yapmasına rağmen hem benden daha fazla ücret almakta hem de patron tarafından ayrıcalıklı davranılmakta. Her beş çalışan işçi içinden 1 sorumlu seçilmekte ve bu sorumluların hepsi erkek ve aynı patrona yakın olan kişiler. Sürekli zorunlu mesailer dayatılıyor. İtiraz edildiğinde patron ve yandaşları tarafından tepkiyle karşılaşıyoruz ve kapı gösteriliyor. Sesiz kaldığımız sürece böyle devam edecektir de. Biz işçi ve emekçiler üretimden gelen gücümüze sahip çıkmazsak ve bu sömürü sistemine karşı dur demezsek eziliriz de sömürülürüz de. Bizler bilinçli bir şekilde örgütlenerek ve haklarımızı sonuna kadar savunarak bu sömürü çarkını parçalayabiliriz. İşçi gençlik gelecek, zafer bizim olacak! Yeni Dünya Gençliği Ocak 2007 ✓

çöreklenen bu faşist fikirler gençliğe empoze edilerek onu bir maşa olarak kullanmakta ve sömürü düzeninin geleceğini bu yolla sürdürmektedirler. Gençliğin emperyalist savaşlarda ölüme sürülmesi, işletmelerde amansızca ezilmesi, okullarda, fabrika ve köylerde yükselen devrimci hareketler karşısında karşı devrimci güçler haline getirilmesi kan emicilerin kendi çıkarları için uydurdukları formüllerin bir parçasıdır ve karşılaştığımız yerde geri bırakılmış bir toplum ve iliklerine kadar sömürülmüş açlar ordusu görmekteyiz. Son olarak Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi tüm bu olup bitenlerin gerçek yüzüdür. Dünya gündemine oturan bu korkunç cinayetin gerçek failleri amaçlarına ulaşmış ve ellerini

kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar hala. Yüzbinlerin sokaklara dökülmesi büyük bir tepkidir ama bu bile bundan sonraki cinayetleri önlemeye yetmez. Faşizmin kökü kazılmadığı sürece, burjuvazinin iktidarına son verilip yerine işçi sınıfının iktidarı geçmediği sürece bu cinayetlere yenileri eklenecektir. Burada gençliğe düşen görev milliyetçiliğe ve ırkçılığa sarılmak değil; geleceği için enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Ya şası n Gençl iğ i n Dev r i mci Mücadelesi! Yeni Dünya Gençliği Ocak 2007 ✓

Gazetemizin sorumlusu ve sahibine e-mail yoluyla ölüm tehdidi

G

azetemizin sorumlusu ve sahibi Aziz Özer e-Mail yoluyla ölümle tehdit edildi. „tck301“ rumuzuyla gönderilen tehdide gerekçe olarak 301. madde ile yargılanan dergideki yazılarımız ima edilmiş. Bu tür tehditler özellikle bu günlerde hemen hemen tüm devrimci-demokrat kişi ve çevrelere gönderilmektedir. Kuşkusuz korkutma, sindirme amaçlı gönderilmiş bu yazı bizi hiçbir şekilde korkutmuyor ve bizlerin bu ülkenin emekçi insanlarının ve ezilen uluslarının çıkarlarını savunanlar olarak bu ülkede yaşanan gerçekleri yazmamızdan alıkoymayacaktır. Fakat bu bu tür tehdit yazılarını gönderen faşistlerin bu amaçlarını gerçekleştirmeyecekleri anlamına tabi ki gelmemektedir. İşte en son örneği: Devletin ve burjuva medyanaın hedef göstermesi sonucu değerli demokrat aydın Hrant Dink’in katledilmesi. Burada tetiği çeken parmaktan daha da çok o parmağa güç verenlerdir daha da suçlulardır ve asıl suçlulardır. Dolayısıyla bir bütün olarak faşist sisteme karşı, sömürü ve baskı düzenine karşı mücadelemiz kesintisiz sürecektir. Faşist sistemden ve faşist katillerden hesabı devrim mücadelesine daha fazla sarılarak soracağız! Hiç bir cinayet, katliam, baskı ve tehditler cezasız kalmayacaktır. Kimse yaptıklarının yanına kalacağını sanmasın. Elbette hesabı bir gün sorulacaktır! 24 Ocak 2007 ✓ Tehdit Mektubu: Gönderen: tck301 [mailto:tck301@mynet.com] tarih: 24 Ocak 2007 Çarşamba 01:24 konu: vatan haini ermeni piçi şerefiniz varsa çıkın bağırın ulan türkiyeyi sevmiyoruz diye yada etek altına saklanmayın ölüm sırası sanada geldi.şunu unutma 301 günün var ölmek için o...çocuğu.sizler bilirsiniz kimdik biz ayaktayız dimdik biz,silahları gömdük biz unuttuk sanılmasın.gebereceksin köpek

17


Basına ve Kamuoyuna Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır

5

18

yıldan beri yaşadıklarımı basın ve kamuoyu ile paylaşıyorum. Bu ülkede uğradığım haksızlıkları ve bana yapılan hukuk dışı uygulamaları anlatıyorum. Daha önce yaptığım açıklamalarda davanın seyri ve verilen kararları anlattım. Bu açıklamada, daha önce yazdıklarımı tekrarlamak istemiyorum. Bu davayı izleyenler, insan hak ve özgürlükleri savunanlar, dava sürecini yakından biliyorlardır. 16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde en son duruşma yapıldı. Yapılan yargılamada savcı yine tüm sanıklar hakkında beraat talebinde bulundu. Mahkeme Heyeti “yasadışı örgüte üye oldukları” iddiasıyla Mehmet Desde, Mehmet Bakır, Maksut Karadağ, Hüseyin Habib Taşkın ve Şerafettin Parmak hakkında 2 yıl 6 ay hapis ve 1.666’er YTL para cezası verdi. Diğer sanıklar Metin Özgünay, Ömer Güner ve Ergun Yıldırım’a ise 10’ar ay hapis, 833’er YTL adli para cezası verildi. Mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi sonucu dosya 18 Mayıs 2006 tarihinde yeniden Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 05.10.2006 tarihinde görüşünü ortaya koydu. Başsavcılık, “hükümden sonra 18.07.2006 tarihinde yürürlüğe giren, 29.06.2006 tarih ve 5532 sayılı kanunun 7. maddesinin tümüyle değiştirildiğinin göz önüne alınarak, sanıkların hukuki durumlarının belirtilen değişiklik karşısında yeniden tayin ve takdiri zorunluluğu, yasaya aykırı bulunduğundan hükmün CMUK’un 321. maddesi uyarınca BOZULMASI”, şeklindeki görüşünü daireye bildirdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 25.12.2006 tarihinde verdiği kararla, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği mahkûmiyet kararını onadı. 9. Ceza Dairesi, verdiği kararın gerekçesini yazmayı gerekli görmemiştir. Bu dosya bağlamında şunların bilinmesi özellikle önemlidir. Bu dava eski Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesine göre açılmıştır. Bu 7. madde “silahsız terör örgütleri” için uygulanan bir madde idi. Bu madde 18.07.2006 tarihinde yapılan değişiklikle tamamen ortadan kaldırıldı. Ben ve diğer sanıklar bugün yürürlükten kaldırılan bir yasaya dayanılarak mahkûm edildik. Hukuken eski yasaya dayanılsa bile bu karar verilemez. 9. Ceza Dairesi’nin bu kararı, 301. maddenin uygulaması kadar önemlidir. Bundan böyle iki kişinin sosyalizme inandığını söylemesi ve devleti eleştirmesi “Terörle Mücadele Yasasına” göre mahkûm olması için yeterlidir. Bu uygulama tehlikeli bir yöne gidişin habercisidir. Yasalarda yazılanlar değil, kafalardaki yasalar

uygulanmaktadır. Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilen 7. maddesinin daha ağır hükümler içerdiğinden yola çıkılarak karar onanmıştır. Eski yasa da “silahlı” ve “silahsız” örgüt ayrımı yapılıyordu. Yeni yasa da bu ayrım ortadan kaldırıldı. Bir örgütün “terör” örgütü olabilmesinin temel ölçütü olarak, cebir ve şiddetin kullanılmasının zorunlu olduğu ortaya konuldu. Yasaların değişmesi, yenilenmesi bir şey ifade etmiyor. Çünkü yazılı olan yasalar değil, kafalarda yerleşmiş olan yasalar uygulanıyor D a i re n i n bu on a m a k a r a r ı SKANDAL bir karardır. Bu karar mevcut yasal düzenlemelere aykırı bir karardır. Bir örgütün “terör” örgütü olarak tanımlanabilmesi için cebir ve şiddet kullanarak yasada belirtilen amaçları gerçekleştirmeye çalışması gerekir. Yani, cebir ve şiddet kullanımının somut maddi olması gerekir. Mahkeme heyeti de adı geçen dosya da “cebir ve şiddet” kullanımının olmadığını kabul etmektedir. Ancak mahkeme izahı açıklanması mümkün olmayan “manevi cebir” kavramından yola çıkarak mahkûmiyet kararı vermiştir. Mahkemenin verdiği hükümden sonra Terörle Mücadele kanunu değiştirilmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da bu değişikliği dikkate alarak verilen hükmün bozulmasını talep etmiştir. Ben ve Mehmet Bakır hakkında verilen mahkûmiyet kararı kesinleşmeden özgürlüklerimiz kısıtlandı ve Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulduk. Yurt dışı çıkış yasağı tutuklama yerine geçen bir koruma tedbiri haline getirildi. Zorunlu ikametin devam ettirilmesi, öznel koşullarımız dikkate alındığında yasa da adı konulmamış bir cezalandırma idi. Bu uygulamanın evrensel hukuk kuralları ile bir ilgisinin olmadığı açık ve nettir. Hakkımızda verilen 2 yıl 6 aylık hapis cezası, aslında 7 yıldır. Çünkü biz çalıştığımız ve yaşamımızı sürdürdüğümüz ülkeden 5 yıldır uzaktayız. Önümüzdeki günlerde hapishaneye konulacağız. Biz İsteseydik kaçıp gidebilirdik. Ama bu yolu seçmedik. Haksızlığa ve hukuk dışı uygulamalara karşı mücadele ettik. Bu yüzden dava uluslararası bir boyuta taşındı. Yurt içi ve yurt dışında gazetelere konu oldu. Uluslararası Af Örgütü Eylül 2006 yılında yayınladığı Türkiye raporunda, bu davaya geniş yer verdi. Hakkımız da verilen kararın onanması, bizim ‘suçlu’ olduğumuz anlamına gelmiyor. Bizler bu ülkede işkence gördük. Maddi ve manevi olarak mağdur duruma düşürüldük. Adil bir şekilde yargılanmadık. Hiçbir ‘suçumuz’ ol-

madığı halde, işkence sonucu alınan kimi ifadeler temel alınarak hüküm kuruldu. Gözaltı süreci içerisinde gördüğüm işkenceler nedeni ile dört polis hakkında dava açıldı. İşkence gördüğüm hekim raporları ile belgelendi. Polisler hakkında dava açılması, işkence gördüğüme dair raporların varlığı, Mahkeme Heyetinin dikkatini çekmedi. İşkence davasının sonuçlanması bile beklenmedi. Bu dava bağlamında, bugüne dek çok şey yazıldı ve bundan sonra da yazılacak. Hapishaneye koyabilirler. Tecrit ve izolasyona tabi tutabilirler. Ama hiçbir zaman yüreğime, düşün-

celerime zincir vuramazlar. Hukuk dışı uygulamalar, baskılar, özgürlüğümün sınırlandırılması ile beni sindiremezler. Bundan böyle mücadelemi sürdürmeye devam edeceğim. Susmayacağım, bedeli ne olursa olsun haykırmaya devam edeceğim. Not: Daha geniş bilgi için avukatımdan bilgi edinilebilinir. Av. Çetin Bingölbalı: Büro tel: 0232- 44 14 367 cep: 0532- 486 45 48 Mehmet Desde 3.02.2007 ✓

Erol Zavar’a özgürlük!

O

da k Derg isi Ya zı İşler i Müdürü olan Erol Zavar 2001 yılında gözaltına alındı. Yapılan yargılama sonunda kendisine “müebbet hapis cezası” verildi. Erol Zavar 1999 yılından beri mesane kanseri. Her altı ayda bir yapılması gereken sistoskopi, cezaevi yönetimi tarafından 2 yıl boyunca engellendi. Şubat 2004-Nisan 2006 arasında, Erol Zavar 9 ameliyat geçirdi. Toplam 35 kanserli ur alındı. Kanser dışında migren krizi, astım nöbetleri, mide, safra kesesi ve menüsküs rahatsızlıkları bulunan Zavar, Sincan F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. Erol Zavar ölüm sınırında! Adli Tıp Kurumu Nisan 2006 yılında, Erol Zavar’ın “cezaevinde tedavisinin sürmesinde bir sakınca olmadığına” karar verdi. Erol Zavar için oluşturulan “Erol Zavar’a Yaşam Hakkı Koordinasyonu” tarafından İstanbul, Ankara’da gerçekleştirilen dayanışma etkinliklerinden sonra İzmir’de de bir etkinlik gerçekleştirildi. 13 Ocak 2007 tarihinde Alsancak Kültür Merkezi’nde, TİHV İzmir Temsilciliği tarafından gerçekliştirilen etkinlikte; yönetmenliklerini Hüseyin Karabey ve Nesrin Cavadzade’nin yaptıkları, Erol Zavar’ın cezaevi sürecinde yaşadıklarını, uğradığı haksızlıkları, hukuk mücadelesini, devrimci tutsaklar üzerindeki tecriti konu edi-

nen, adını Erol Zavar’ın bir şiirinden alan “ölümü ektim randevu yerinde” isimli film gösterildi. Etkinlikte; Dr. Alp Ayan, Hüseyin Karabey, Nesrin Cavadzade, Elif Zavar, Dr. Zeki Gül, Av. Bahattin Özdemir, Ögretim Görevlisi Haşim Cem Çelik katılarak birer konuşma yaptılar. Etkinlikte Erol Zavar şahsında, F Tiplerinde devrimci tutsakların yaşadığı tecrit uygulaması örneklerle anlatıldı. “Tecritin kaldırılması, ölümlerin durdurulması için” toplumsal karşı koyuşu, kitlesel karşı koyuşu yaratmak, örgütlemek gerektiği vurgulandı. Ağır ameliyatlara, sağlıksız koşullara rağmen, Erol Zavar ölmemek için ölüme inat direniyor! Erol Zavar F tiplerinde hasta olan devrimci tutsakların öne çıkan, ölüm sınırında olan sembolüdür. Ölüm sınırında olan Erol Zavar’ın, cezaevi koşullarında yapılamayan tedavisinin yapılması için derhal serbest bırakılması gerekiyor. Ydi Çağrı okurlarını, Erol Zavar’ın serbest bırakılması için yürütülen dayanışma kampanyasına katılmaya, desteklemeye çağırıyoruz.. Erol Zavar derhal serbest bırakılsın! Tüm devrimci tutsaklara özgürlük! 13 Ocak 2007 Ydi Çağrı/İzmir ✓


Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı

Tecrite karşı mücadele sürecek!

E

n son ölüm orucu eylemini sürdüren avukat Behiç Aşçı, Gürcan Görüroğlu ve Sevgi Saymaz’ın da şimdilik ölüm orucu eylemini sonlandırmalarıyla, 6 yıldır devam eden, 122 devrimcinin yaşamını yitirmesine ve 500 devrimcinin sakatlanmasına neden olan ölüm orucu eylemi bitmiş oldu. 23 Ocak 2007’de Behiç Aşçı 5 Nisan 2006 Dünya Avukatlar Günü’nde başlattığı ölüm orucuna 293. gününde, Gürcan Görüroğlu Adana’da 262. gününde ve Sevgi Saymaz Uşak’ta 268. gününde ölüm orucu eylemine

son verdiler. Her üç devrimci de eylemi bırakmalarının ertesinde yoğun bakıma alındılar. Şimdiye kadar ölen ve sakat kalan devrimcilerin ve bundan sonra da sakatlanacak olan devrimcilerin sorumlusu, tecrit anlamına gelen F Tipi cezaevlerini devrimcilere boyun eğdirmek için dayatan devlettir. Devlet devrimcileri tecrit yoluyla teslim almaya çalışmış, teslim olmayanlara ölümü dayatmıştır. Devlet bu dayatmasının karşısında devrimcilerin olağanüstü kararlılığı ve iradesi ile karşılaşmıştır. Ölüm orucu eylemini ölmeyi ve sakat kalmayı göze alarak yürüten devrimciler ve bu yolda ölen ve sakat kalan onlarca, yüzlerce devrimciler düşmanın bile önünde saygıyla eğileceği olağanüstü bir devrimci irade sergilemişlerdir. Ölüm orucu eyleminin sonlandırılmasının gerekçesi haftalık toplu görüşme süresini 5 saatten 10 saate çıkaran ve bazı düzeltmeler getiren Adalet Bakanlığı’nın genelgesidir. Kuşkusuz gelinen yerde başlangıçtaki talepler elde edilmemiş olsa da, devrimcilerin ölümünün durdurulmuş olmasını sevinçle karşılıyoruz. YDİ Çağrı olarak düşmana inat devrimcilerin bir gün daha fazla yaşa-

Gündemde Kerkük var

T

BMM konu üzerine gizli oturum yapıyor. Başbakan Erdoğan, “2007’de Irak ’ın Türkiye açısından Avrupa Birliği’nden daha öncelikli olduğunu ve Kerkük’te oldu bittiye seyirci kalınmayacağını” açıklıyor. “Kuzey Irak’a girelim” sesleri yükseliyor. “Kerkük’ün Türkmen şehri olduğu, Kerkük eğer Kürdistan Federal Bölgesine bağlanırsa, Kerkük’te iç savaşın çıkacağı” söylemi dile getiriliyor. Savaş kışkırtıcılığı, Kerkük bahane edilerek yükseltilmek istenen ırkçılık ortamında, Kerkük’te bombalar patlıyor, Kerkük açıkça karıştırılıyor. Irak Anayasası’na göre, Aralık 2007 yılında yapılması öngörülen referandum sonucu Kerkük’ün statüsü belirlenecek. Kerkük’ün Kürdistan Federal Bölgesi’ne katılma durumu, bölge sömürgeci devletlerini, Türk devletini korkutuyor. Türk devleti, Irak petrol rezervlerinin yüzde 12’sine sahip Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesini istemiyor.

Asıl amaç başka, Kerkük bahane Türk devleti, görünüşte “Türkmenlerin çıkarlarını koru-

duğu” görüntüsü veriyor. Bu görüntü sahtedir. Türk devletinin amacı “Türkmenlerin çıkarlarını” korumak değildir. Asıl sorun Türkmen kartını kullanarak, Kerkük petrollerinin paylaşımında söz sahibi olmak, Kuzey Irak’ta başkenti Kerkük olacak olası Kürdistan devletinin kurulmasını engellemek, Kandil dağında bulunan PKK’nin silahlı güçlerine askeri olarak yönelmek, bunu başaramadığı noktada ABD’nin yönelmesini sağlamaya çalışmaktır. Bütün bu curcunanın arkasında yatan gerçekler bunlardır. Bölgede asıl patron ABD emperyalizmidir. Irak ve Güney Kürdistan ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilmiştir. Kuzey Irak’ta işbirlikçi burjuva örgütler önderliğinde, ABD’nin koruması altında, Kürdistan Federal Bölgesi adı altında bir Kürt oluşumu, yapılanması vardır. Türk devleti bu yapılanmadan rahatsızdır. Sadece Türk devleti değil, diğer sömürgeci devletler, İran ve Suriye’de bu oluşumdan rahatsızdır. ABD şemsiyesi altındaki bu oluşumu hiçbiri istememektedir. Aralarındaki çelişmelere rağmen, olası Kürt devletine karşı ortak politika geliştirip uygulamak istiyorlar.

masından yana olduk, kendi canlarımıza kıyarak düşmanı sevindirmememiz gerektiğini savunduk, bu anlamda 19 Aralık katliamı ertesinde devrimci iradenin yüz kez ispatlanmış olmasından ve devletin iftiraları boşa çıkarıldıktan bir süre sonra ölüm orucu eylemine son vermenin doğru olduğunu savunduk. Fakat ölü m or uc u e y le m biç imine, bu eylemin bu kadar uzatılmasına ilişkin değerlendirmelerimizi, eleştiri ve önerilerimizi getirmemize rağmen, tecrite karşı ölü m or uc u eylemini sürd ü r e n d e vrimcilerin mücadelesini sürek li destekledik, faşist devlete karşı hep on la r ı n ya nı nda yer aldık. Doğru

olan da buydu/budur. Tecrite, F Tipi’ne karşı ölüm orucu eylemi bitirilmiş olsa da, mücadele bitmedi, sürecek! Tecrite Hayır! Devrimci tutsaklara özgürlük!

Türk devleti Kuzey Irak’ta bulunan PKK’nin silahlı güçlerine karşı, Kuzey Irak’a girerek PKK’nin silahlı güçlerine yönelmek istemektedir. Bu istem asıl patron olan ABD tarafından şimdilik kabul görmemektedir.

şen Kürtlerin sayısı bilinçli olarak abartılmaktadır. Kerkük coğrafi olarak Kürdistan bölgesi içinde bulunmaktadır. Bu olgu bölge sömürgeci devletleri, ırkçılar tarafından kabul edilmemektedir. Kerkük Kürdistan bölgesinde bulunmasına, nüfus olarak çoğunluk Kürt olmasına rağmen, sadece bir Kürt şehri olarak adlandırılamaz. Türk şövenistlerinin iddia ettikleri gibi Kerkük bir Türkmen şehri de değildir. Kerkük’te çeşitli ulus ve milliyetlerden insanlar yaşamaktadır. Bu anlamda Kerkük Kerküklülerindir! Kerkük’te yaşayan insanlarındır! Kerkük, bir kez daha gösteriyor ki; ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin edecekleri şartları yaratmanın, milliyetlerin tam hak eşitliğine varmalarının yolu devrimdir. Sömürgeciliğin, emperyalizmin, sermayenin egemenliğinin yıkılması ile özgürlük, bağımsızlık, demokrasi gelecektir. Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız devrimedir!

Kerkük kimin? K e r k ü k ’t e K ü r t l e r, A r a p l a r, Türkmenler, Asuriler, Ermeniler, Yahudiler yaşıyor. Genel kabul gören 1957 nüfus sayımı sonuçlarına göre, Kerkük vilayetinde; 187,620 Kürt (%48,2), 109,620 Arap (%28,2), 83,371 Türkmen (%21,4), 1.605 Süryani (%0,4), 123 Yahudi (0,03) yaşama durumundadır. Saddam diktatörlüğünün Kerkük’ü Araplaştırma politikası sonucu, Kerkük’ten binlerce Kürt, Türkmen sürüldü. Yerlerine Irak’ın başka bölgelerinden Araplar getirilip yerleştirildi. Aradan uzun yıllar geçtiği için, getirilen bu Arapların geldikleri bölgelere gitmelerini istemek, bu nedenle zoru gündeme getirmek doğru değildir. Kerkük’ten gitme gönüllü isteğe bağlı olmalıdır. Saddam rejiminin yıkılması sonrası, Kerkük ’ten sürülen Kürtler geri dönmeye başladı. Bu geri dönüş medyada abartılarak “600 bin Kürt’ün Kerkük’e yerleştirildiği” şeklinde propaganda edilmektedir. Kerküklü olmayan, Kerkük’e yerle-

5 Şubat 2007 ✓

Savaş kışkırtıcılığına, Kuzey Irak’ta askeri bir harekata, ırkçılığa, şovenizme, faşizme hayır! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! 25 Ocak 2007 ✓

19


Ruh halimin güvercin tedirginliği tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’d e kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’d e İşte size bedel demokrasi mücadelesi veren, bize destek Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah çıkan, binlerce tanıdık tanımadık Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? dostumuza olan saygımızın gereğiydi. “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her “Ölüm-Kalım” dedikleri neresiyse. Güvercin gibi Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi Ürkek ve özgür zayıf ve savunmasız kılmak için çaba terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama gösterenler, kendilerince muradlarına anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli olabilirdim ama herhangi bir yakınımın başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava tarafından gönderilen öfke ve tehdit ama bırakın yakınımı, herhangi bir bitene kadar Türkiye’d e yaşamaya devam dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar birinin Bursa’d an postalandığını ve yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim yakın tehlike arzetmesi açısından da böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım terk etmek zorunda kalmayacağım. mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim ve en büyük desteği de onlardan aldım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha etmeme rağmen bugüne değin herhangi Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı. daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu elbette mümkün değil. Benim için asıl Kalmak ve direnmek gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi İyi de, gidersek nereye gidecektik? kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği kendime yaşadığım psikolojik işkence. Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne haksızlıklara dayanamayan biri oradaki ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada Güvercinler kentin ta içlerinde, insan Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla başım daha büyük belalara girmeyecek kalabalıklarında dahi yaşamlarını tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında kadar da özgürce. daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık da başlıyorum kendi kendime işkenceye. bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan Hrant Dink Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.