AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
Haziran 2006/6 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X101
Il
HEJM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
içindekiler - editörden
Editörden... Değerli Okuyucu, gündem bugünlerde o kadar hızlı değişiyor ki, ona yetişmemiz zor oluyor. Aslında biz işçilerin gündeminde Haziran ayında, sınıf mücadelesinin tarihinden öğrenmek, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden öğrenmek, yine bir Haziran ayında yitirdiğimiz işçi sınıfının büyük komünist şairi Nazım Hikmet’ten öğrenmek duruyordu. Ancak fillerin tepiştiği bir dönemden geçiyoruz, onların tepişmesinin altında en çok zarar gören biz işçiler, emekçiler oluyoruz. Gündem günlerce, haftalarca sonunda bir şey çıkmayacağı belli olan, suçluların suçunun üstünün örtüleceği belli olan, ‘derin devlet’, mafya, çete hikayeleriyle meşgul ediliyor. Yok ‘Ergenekon’ çetesi, yok ‘Atabeyler’ çetesi, yok bilmemney çetesi... Bir sürü çete dolaşıyor ortalıkta, bir sürüsü suç üstü yakalanıyor ama yine asıl faillere ulaşılamıyor. Aslında failler biliniyor ve açıkça isimlendiriliyor da ama onlara dokunulamıyor. Çünkü suçlular hem suçlu, hem güçlü, çünkü hala iktidarı ellerinde tutuyorlar ve terketmek de istemiyorlar. Aslında güçlü değiller. Aslında hepsi kağıttan kaplandırlar. Onların güçlü olmadığını gösterebilcek tek güç büyük insanlık, yani işçi sınıfı kendi gücünün farkında olmadığı için onlar böyle güç gösterisi yapabiliyorlar. İşçi sınıfı ne zamanki kendinde sınıf olmaktan çıkar ve sınıf bilincini edinerek kendisi için sınıfa dönüşürse, o zaman bu gücün karşısında duracak bir gücün olmadığı görülecektir. Mayıs ayında çıkan 100. sayımız ile başlattığımız 8 sayfalık “Yeni İşçi Dünyası” EK’inin sayfalarını sizlerden de aldığımız çok sayıdaki işçi yazısı nedeniyle bu sayımızda 12 sayfaya çıkarmak zorunda kaldık. Hatta orada
İçindekiler yayınlayabileceğimiz okurlarımızdan gelen bazı işçi yazılarını “Okuyucu Mektupları” köşesinde yayınlamak durumunda kaldık. Bu elbette ileride ayrı bir işçi gazetesi çıkarma yönünde sevindirici bir gelişme. Bir diğer sevindirici gelişme ise Okmeydanı’nda açmış olduğumuz yeni Merkez Büro’muz ile birlikte çalışanlarımızın sayısının hızla artması ve buna paralel olarak işçi ziyaretleri, sokak satışları gibi faaliyetlerimizi çok sayıda insanla daha sistematik bir şekilde yapmamız ve bunun sonucunda da tabi ki gözle görülür daha fazla verim almamız oldu. Bu alanlardaki gelişmemiz her ne kadar çok olumlu ise de, bundan çok daha fazlasını yapabilecek durumdayız ve her şeyden önemlisi de çok daha fazla verim alabilecek durumdayız ve almalıyız da. İşçilerle ilişkiler geliştirip okurlarımıza yeni okurlar katabiliriz, katmalıyız. Yaz aylarını bir yandan piknikler ve kamplar aracılığıyla kendi eğitimimiz için kullanırken, diğer yandan hala sürmekte olan işçi mücadelelerini daha fazla ziyaret ederek, hem dayanışmada bulunmak, hem de dergimizin tanıtılması üzerinden dostça ilişkiler geliştirmek için de kullanmalıyız. Buradan bir kez daha tüm okurlarımızı Yeni Dünya İçin Çağrı dergisini daha fazla sahiplenmeye, ona daha fazla destek sunmaya, ona çok daha fazla okur kazandırmaya çağırıyoruz. Dergi satışlarımızda hala beklediğimiz sıçramayı gerçekleştiremedik. Bunun için tüm okurlarımız kendilerini hem muhabir hem dağıtıcı olarak görmelidirler. Bazı okurlarımızın kendi inisiyatifi ile başlattıkları “Her okur bir okur kazanmalıdır kampanyası” örnek bir tavırdır ve daha da geliştirilmelidir. Yeni Dünya İçin Çağrı, 05-06-2006
GÜNDEM Kavga için çok neden var… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 İktidar dalaşında piyon olmayalım . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 PANORAMA NEPAL -Kral geri adım atmak zorunda kaldı…. . . . . . . . . . . . . . 5 İRAN - Savaş diplomasisi sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN- Sonunda hükümet kuruldu… . . . . . . . . . 9 YENİ İŞÇİ DÜNYASI (Çek-Al) 15 -16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin 36. Yıldönümünde: Biz durursak hayat durur! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak için direnmeye devam ediyor! . . . 2 MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . . . . . 3 İLERİ Deri işçileri hakları için direnmeyi sürdürüyor . . . . . . . . . . . 3 Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor!. . . . . . . . . . 4 28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da “İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”… 5 Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor... . . . . . . . . . . . . . . . 6 Kapitalist Kar Hırsı İşçiyi Katlediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 1 Mayıs 2006’nın ardından . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Castle&Blair işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım! . . . . 9 Sendika çalışanları yönetimin emir kulu değildir . . . . . . . . . . . . 10 SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor . . . . . . . . . . . . . . . 11 Hava – İş hükümeti protesto etti! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Daimler-Chrysler’in cürümleri… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Sözde” Fransa “gerçek Türk”ün sabrını taşırıyor!. . . . . . . . . . . . 11 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Emperyalizm yaşam temellerini yok ediyor . . . . . . . . . . . . . . . 12 Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. . . . . . . . . . . . . 13 Nazım Hikmet’i anmak: “Sevdalınız komünisttir!”. . . . . . . . . . . . 14 YENİ KADIN DÜNYASI “Anneler günü” kime ve neye gerek?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Bir kez daha garantili müzakere üzerine J. V. STALİN . . . . . . . . . . . 16 OKUYUCU MEKTUPLARI Ütopistlerimizin tartışma konusu, proletaryanıın gündeminde değil.... . Birleşik Metal İş Sendikası yasal düzenlemelerin sınıfın çıkarına.... . . . . Disk mücadelenin neresinde yer alıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . Faşist Provakasyonlar ve Saldırılar Sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . İBRETLİK/Karika-türlü
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 101 · HAZİRAN’2006 ISSN 1301-692X101 v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) vYayın Türü: Yaygın Süreli
17 17 18 18
gündem
Kavga için çok neden var… Evet, kavga etmek için çok nedenimiz var. Örneğin açlık içinde yaşamak zorunda değiliz… Yoksulluk kaderimiz değil… Bize reva görülen “asgari ücretle” ay sonunu getirmek zorunda değiliz… Her geçen gün kazanılmış haklarımızın tırpanlanmasına göz yummak zorunda değiliz…
H
akim sınıf ların sözcüleri ağızlarını açtıklarında gidişatın iyiliğinden dem vuruyor, işlerin tıkır tıkır yürüdüğünden sözediyorlar… Onlara göre ülkede belirli bir istikrar var ve bu istikrar sürdüğü sürece Türkiye örneğin önümüzdeki yirmi yıl içinde dünyanın ilk on büyük ülkesi içinde yerini alacak (mış…). Gerçekte onlar açısından durum anlattıkları gibi… Onların işleri iyi gidiyor… Onlar mutlu, onlar memnun… Onlar istikrarın gölgesinde milyonlarına milyonlar katıyorlar… Peki biz, işçiler, emekçilerin durumu nasıl? Bizim sormamız gereken soru bu! Memnun muyuz yaşantımızdan? Çalışma yaşantımız, sosyal yaşantımız, kültürel yaşantımız… ne durumda? İşlerimiz tıkırında mı? Kazancımız, geçimimiz, rahatımız, huzurumuz yerinde mi? Tüm bu sorulara verdiğimiz yanıt açık “Hayır!”dır… Hayır, biz işçilerin durumu hiç de iyi değil… İçler acısı bir durumdayız. Ne gelirimiz, ne geçimimiz iyi durumda… Böyle bir durumda bizim huzur içinde davranmamız, sesimizi çıkarmadan, egemenlerin sözcülerinin o çokça sözünü ettikleri “istikrarı” yaşamamız mümkün mü? Durumumuz nasıl iyi olsun ki? Eğer “şanslı” isek bulduğumuz bir işte çalışarak “yaşamaya az, ölmeye çok” bir ücretle ay sonunu getirmek zorundayız. Bize dayatılan yokluk, yoksulluk içinde bir hayat… Bize dayatılan sesimizin iyice kesilmesi… Bize dayatılan suskunlukla bu cefalı hayatı yaşamamız… Bizim bu kötü durumumuz dikkate alındığında kavga etmek için ne kadar nedenimizin olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor… Evet, kavga etmek için çok nedenimiz var. Örneğin açlık içinde yaşamak zorunda değiliz… Yoksulluk kaderimiz değil… Bize reva görülen “asgari ücretle” ay sonunu getirmek zorunda değiliz… Her geçen gün kazanılmış haklarımızın tırpanlanmasına göz yummak zorunda değiliz… İşte size kavga nedenlerinden birisi… Örneğin yığınlar halinde işten çıkarılıyor, yokluğun, yoksulluğun kucağına daha fazla atılıyoruz… İşsizlik başlı başına bir kavga nedeni… Örneğin eğitimden sağlığa bir dizi alanın iyiden iyiye özelleştirildiği,
yoksulların sağlıktan, ulaşımdan eğitimden yararlanmasının her geçen gün daha fazla engellendiği bir düzende yaşıyoruz. Yaratılan tüm zenginlikleri yaratanlar biz olduğumuz halde açsak, çıplaksak, sağlık, eğitim, ulaşım vs. hizmetlerinden yararlanamıyorsak; başımızı sokacak bir kulübemiz yoksa, sosyal güvenceden yoksunsak, bize mezarda emekliliğin reva görüldüğü bir düzende yaşıyorsak… işte size kavga etmek için bir çok neden…
nun göstergelerinden birisi olarak linç olayları gündeme geliyorsa… bunlar kavga nedeni değil de ne? En temel insan hakları ihlal ediliyor, ulusların özgürleşmesi devletin terörü ile engelleniyorsa; çeşitli ulus ve milliyetlerin en temel hakları barbar bir şekilde ayaklar altına alınıyorsa… vb. vb. bunlar kavga nedeni değil de ne? Örneğin, ezilenler içinde en ezilen emekçi kadınların yaşadıklarını ele alalım… Pederşahi erkek egemenliği altında cehennem hayatı yaşıyorlar. İşte size ezilen
Örneğin sesimizi çıkarmak istediğimizde, taleplerimizi gündeme getirmek istediğimizde sesimiz polis copu, jandarma dipçiği ile kesilmek isteniyorsa, tutuklanıyorsak, işkencelerden geçiriliyorsak, fişleniyorsak… işte size kavga etmek için neden… Örneğin, kendi sınıf çıkarlarımızı ortak bir mücadele cephesinde örgütlenerek haykırmak istiyorsak; ama bu isteğimiz “teröre karşı mücadele” adına çıkarılmak istenen ve ama gerçekte kendisi bizzat terör yasası olan yasalarla boğulmak isteniyorsa… örgütlenmemiz önüne engeller konuluyorsa, örgütlenmelerimiz dağıtılıyorsa… bunlar kavga nedeni değil de nedir? Bırakalım çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ortak mücadele cephesinde birleşme talebimizi; işçilerin birliği “bölücülüğe karşı mücadele” adına ama gerçekte egemenlerin kendi iktidar dalaşlarının bir gereği/ sonucu olarak sınıf kardeşlerimize karşı düşman edilmek isteniyorsak; gözümüz vatan, millet, bayrak adına şovenizmle, azgın milliyetçilikle karartılmak isteniyorsa; her geçen gün çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin birbirlerine düşman edilmeleri yönünde yeni adımlar atılıyorsa; bu-
kadınların kavga etmesi için bir neden… Ya da örneğin erkeklerle aynı işi yaptıklarında çok daha az ücret alıyorlar. Böylesi bir haksızlığa karşı çıkmak bile başlı başına bir kavga nedeni değil mi? Sadece bunlar da değil… Barbar bir dünyada yaşıyoruz… İnsanız ve yaşadığımız dünyada yaşananlar bizi de ilgilendiriyor, bizi de etkiliyor. Bunlar karşısında sessiz durmamız mümkün değil… İnsanlığımız herşeyden önce buna elvermiyor. Bu alanda da kavga etmek için birçok nedenimiz var… Örneğin, savaşların yoğun yaşandığı bir dünya içinde yaşadığımız dünya… Emperyalistlerin kendi çıkarları için halklara saldırdığı bir dünya bu dünya… Yanıbaşımızda Irak halklarına yönelik bir savaş yürütülüyor. İran’a karşı saldırıların hazırlıkları yapılıyor. Ortadoğu’da İsrail siyonist devletinin Filistin halkına yönelik saldırıları sürüyor. Barbar dünyanın efendilerine, onların kendi çıkarları için halklara karşı yürüttükleri saldırılara karşı çıkmak, kavga yürütmek gerekli… Emperyalizme, onun saldırganlığına karşı çıkmak bir kavga nedeni… Barbarlık sadece emperyalist sal-
dırılarla, haksız savaşlarla sınırlı değil… Dünyanın bir çok bölgesinde işçilere, emekçilere yönelik saldırılarda son yıllarda artış var. İşsizlik büyüyor, kazanılmış haklar tırpanlanıyor. Ücretli kölelik düzeni sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Tüm bu saldırılar karşısında çeşitli ülkelerde işçilerin, emekçilerin sessiz kalması düşünülebilir mi? Uluslararası işçi sınıfının çıkarlarına yönelen saldırılara boyun ekmek mümkün mü? Bütün bu saldırılar başlı başına bir kavga nedeni değil mi? Örneğin dünyanın kimi bölgelerinde resmen insanlar açlık nedeniyle ölüyorlar. Milyonlarca insan Afrika kıtasında açlıktan ölüyor. Açlığa karşı başta Afrikalılar olmak üzere tüm dünyanın duyarlı insanlarının, en başta da işçilerin emekçilerin sessiz kalması, görmezlikten gelmesi düşünülebilir mi? Açlığın nedeni olan kapitalizme-emperyalizme karşı bir mücadele gerekmiyor mu? Örneğin, dünya kapitalistlerin daha fazla kâr isteği nedeniyle her geçen gün daha fazla yaşanamaz hale getiriliyor. Yaşam temelleri yok ediliyor. Buna karşı çıkmak dünya üzerinde yaşayan insanların, en başta da biz işçilerin, emekçilerin görevi değil mi? Dünyanın yokedilmesine karşı kavga etmek gerekmiyor mu? Örnekleri çoğaltmak mümkün… Hayır, biz işçiler, emekçilerin gerek ülkelerimizde yaşadıklarımıza, gerekse bölgemizde, dünyada yaşananlara karşı çıkmak, kavga etmek için birçok nedenimiz var. Ancak bugün mücadelenin durumu ve düzeyi, örgütlülüğümüz dikkate alındığında taleplerimizi gerçekleştirecek, durumumuzu düzeltecek, egemenlere karşı yaptırımcı olabilecek bir seviyede olmadığımızı tespit ediyoruz. Hayır; sorun kavga etmek için nedenin olmaması değil, bu mücadelenin örgütlenmesinde ve doğru hedeflerle yürütülmesindeki eksiklerden kaynaklanmakta. Bu bağıntıda bir dizi olumsuzluğu yaşıyoruz. Kimileri tüm yukarıda sıraladığımız olumsuzlukları sıralıyor ve karşı çıkar görünüyorlar. Peki bize önerdikleri ne? Mevcut sistem değişmeden kimi sistem içi reformlarla yetinmek… Bunun için işçileri, emekçileri kimi reformlarla yetinmeye yönlendirmek istiyorlar. Oysa bizler biliyoruz ki, bu tür reformist çözümler sonuçta kısa vadede kimi kazanımlar sağlasa da uzun vadede sistemin devamına hizmet ediyor. Oysa hata sistemin ta kendisi… Sistemin kökten değişmesi gerek… Değiştirmemiz gereken sistem! Kavgamız da devrimci bir tarzda sistemin değişmesini
gündem
hedeflemeli… Diğer yandan sınıfımıza yönelik saldırılar karşısında birliğimizin, ortak mücadele cephemizin oluşturulmaması yönünde engeller konuluyor. Milliyetçilik gözlerimizin önüne çekilen bir perde… Birliğimiz bu yolla engelleniyor. Buna karşı bilinçli, kararlı bir kavga yürütmemiz gerekli… Ülkelerimizde kavgamızın önündeki engellerden birisi din… İşçiler, emekçiler arasında hayli etkin olan dinin “sabır”, “şükür” gibi önermeleri hakim sınıflar tarafından etkin bir şekilde kullanılıyor. Kavgamızın buna karşı da yönelmesi gerekiyor. Bizim şükredecek iyi bir halimiz yok; tam tersine kavga edecek nedenimiz çok! Kavgamızın önü bizzat bizim içimizden çıkan, bizim adımıza hareket eden satılmış sendikacılar, sendika bürokratları tarafından da kesilmek isteniyor. Hem de bizim çıkarlarımızı, haklarımızı patrona karşı koruma adına yapılıyor bu… Kavgamız patronlarla kolkola girerek emeğimizi satan satılmış sendika bürokratlarına karşı da yönelmeli… Yazımızın girişinde kavga etmemiz için bir çok nedenimiz olduğunu söyledik… Evet ama bu düşünceyi önce bilince çıkarmamız gerekiyor. Hiçbir şey kendiliğinden düzelmiyor, düzelmez. Biz talep etmezsek, biz mücadele yürütmezsek hakim sınıfların hiç bir partisi, hiç bir yönetimi, hiç bir politikacısı bizim durumumuzu düzeltmez. Tam tersine onlar sermaye sınıfının çıkarlarının koruyucusudurlar. Sermaye sınıfının çıkarlarının korunması, geliştirilmesi bizim daha fazla sömürülmemiz anlamına gelir. Bu yüzden onlar biz işçiler, emekçiler lehine birşey yapmazlar. Hayır biz istemeli, biz örgütlenmeli, biz mücadele etmeliyiz. Biz istemezsek, örgütlü bir şekilde mücadele etmezsek bu ücretli kölelik düzeni değişmeyecektir. Anahtar kelime örgütlü militan sınıf mücadelesidir… Mi l ita n sı n ı f mücadelesi egemenlerin anladığı tek dildir! Bunun böyle olduğunu örneğin son dönemde Fransa’da yaşananlar göstermiştir. Hakim sınıfların saldırılarına karşı militan bir şekilde direnen Fransız işçileri, emekçileri saldırıları geri püskürtebilmiştir. Ülkelerimizde biz işçilere, emekçilere yönelik saldırılara karşı Fransa örneğinde olduğu gibi militan sınıf mücadelesi ile karşı durmak görevimiz vardır. Ya bu mücadeleyi yürüteceğiz; ya da bize verilenle yetinerek yoksul, sefil hayatı yaşamaya devam edeceğiz… Karar bizim, seçim bizim… Mücadele etmek bizim elimizde… Çağrımız örgütlenmeye… Çağrımız militan sınıf mücadelesine! Mayıs 2006 ✓
Danıştay’a yönelik saldırı:
İktidar dalaşında piyon olmayalım Şemdinli’de suçüstü yakalanan ‘derin devlet’in, Cumhuriyet gazetesine düzenlenen bombalı saldırılar ertesinde Danıştay’a düzenlenen kanlı saldırı ile bir kez daha eylem sırasında yakalanması ve bunun hemen ertesinde de Başbakan Erdoğan dahil bir çok kişiye suikastler planladıkları belirtilen “Atabeyler” isimli bir çetenin daha ortaya çıkarılması bu zincirin şimidilik son halkaları olsa da, bu tür olayların son olmadığını gösteriyor.
T
ürkiye’de 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ve bu seçimlerde AKP’nin göstereceği adayın kazanmasına kesin gözle bakılması nedeniyle, ordu merkezli kemalistler ile AKP etrafında birleşen dinci ve AB’ci liberal kesimler arasındaki iktidar dalaşı gittikçe daha da kızışıyor ve tırmandırılıyor. ‘Derin devlet’in Susurluk’tan sonra ortadan kalktığını düşünenler en geç Şemdinli’de patlayan bombalar ile yanıldıklarını anlamış oldular. Şemdinli’de suçüstü yakalanan ‘derin devlet’in, Cumhuriyet gazetesine düzenlenen bombalı saldırılar ertesinde Danıştay’a düzenlenen kanlı saldırı ile bir kez daha eylem sırasında yakalanması ve bunun hemen ertesinde de Başbakan Erdoğan dahil bir çok kişiye suikastler planladıkları belirtilen “Atabeyler” isimli bir çetenin daha ortaya çıkarılması bu zincirin şimidilik son halkaları olsa da, bu tür olayların son olmadığını gösteriyor. Cumhuriyet gazetesine saldırı ertesi, Cumhuriyet gazetesi dahil tüm kemalist kesimler bu eylemleri laiklik düşmanı dinci kesimlerin yaptığına dair propaganda malzemesi yaptılar. Bir Danıştay üyesinin ölümüyle sonuçlanan 2. Danıştay Dairesi’ne düzenlenen silahlı saldırı ertesinde –henüz faillerin kimliği ortaya çıkmamışken- çok kısa sürede onbinlerin katıldığı AKP’yi lanetleyen bir miting düzenlendi, büyük boyalı basının ünlü köşe yazarları AKP’nin bu saldırının esas sorumlusu olduğu yönünde yoğun propaganda yaptılar. AKP ise başından beri bu eylemlerin hükümete ve hükümetin demokratikleşme siyasetine yönelik saldırılar olduğunu açıkladı. Çok kısa zamanda saldırıların tetikçisi durumundaki avukat Alparslan Arslan’ın, ucu Susurluk’a kadar uzanan ilişkiler zinciri gerçekleri ayan beyan ortaya serdi: Bütün işaretler devlet içerisinde yapılanan, devletin kontrolünde ama devletin yasalarının dışında hareket eden, kimilerince adı ‘Gladio’ veya ‘Kontrgerilla’ olan, fakat hem devletle ilişkisini içermesi, hem de gizli ve yasadışı çalışan bir örgütü tanımlaması nedeniyle birçok kesim tarafından ortaklaşa kullanılan terimle ‘derin devlet’i
gösteriyordu. Ancak gerçeklerin ortaya çıkması, tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi, tıpkı Şemdinli’de olduğu gibi, olayların üzerine gidileceği ve gerçek faillerin yakalanıp yargılanacakları anlamına gelmiyordu. Bu devletten kendi kendisini yargılamasını beklemek olurdu. Nitekim olayların baş tertipçisi olduğu düşünülen ve bütün derin devletçilerle çok iyi ilişkileri olduğu medyada çarşaf çarşaf yayınlanan resimlerle kanıtlanmış olan Muzaffer Tekin ‘delil yetersizliği’ nedeniyle serbest bırakıldı. Bu Kemalist medya için bu olayın arkasında derin devletin olmadığının kesin kanıtıydı. Kozlar kısa bir süreliğine AKP’nin eline geçmiş gibi görünse de AKP’nin 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve Genel Seçimlere çok az bir süre kala iktidar yürüyüşünü riske atmak istememesi, ayan beyan ortada olan ve doğrudan kendisini de hedefleyen olayların üzerine fazla gitmemesini beraberinde getirdi. Başbakan’ın Diyarbakır’da yaptığı ve içinde “Kürt Sorunu” geçtiği için büyük bir demokrasi adımı (!) olarak görülen konuşmasının ardından
gelen baskılar nedeniyle bu sözünden çark etmesi ve Van Cumhuriyet Savcısının görevinden alınması karşısında da suskun kalması, AKP’nin iktidarını pekiştirme işini riske atmak istememesinin göstergeleridir. Önümüzdeki dönemde daha fazla bombaların patlatılacağından ve daha fazla kanın akıtılacağından hareket edilmelidir. Filler tepişiyor, çimenler eziliyor. Aslında yaşanan iki gerici gücün arasındaki iktidar dalaşıdır: statükoyu korumak isteyen, yani 80 küsür yıllık iktidarını sürdürmek isteyen kemalist güçler ile, onların iktidar tekelini kırmak ve zamanla kendi eline geçirmek isteyen, AB’ci ve islamcı güçlerin arasındaki iktidar dalaşı. Bu dalaşta işçiler, emekçiler ve Kürt halkı ne bir tarafı, ne de öteki tarafı desteklememelidir. Her iki taraf da işçilere ve emekçilere düşmandır. Her iki taraf da ezilen uluslara düşmandır. Her iki taraf da büyük sermayenin değişik kliklerinin temsilcileridirler. İşçiler ve emekçiler faşizme karşı yürüttükleri demokrasi mücadelelerini yürütmek için bu sahte demokrasi ve laiklik savunucularının kuyruğuna takılmak zorunda değillerdir. Tam terisne demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. İşçilerin emekçilerin kendi alternatifleri vardır: Devrim ve Sosyalizm. Öyleyse biz kendi gündemimizi yaratalım, işçilerin, emekçilerin iktidarı için mücadeleyi yükseltelim. Haziran 2006
panorama
PANORAMA
D
ergimizin 91. sayısında yayınlanan 20 Haziran 2005 tarihli yazımızda Nepal’deki gelişmeleri şöyle değerlendirmiştik: “1 Şubat ‘darbesi’ Nepal’de ufukları burjuva demokrasisi ile sınırlı da olsa bir ‘demokratik hareket’in gelişmesini tetikleyen bir rol oynadı. Bu hareketin gelişip güçlenmesi, Kralın yetkilerinin de kısıtlanmasını beraberinde getirebilecek bir potansiyele sahip. Monarşik yönetime son verebilecek bir hareketin gelişmesi, bu temelde mümkün. Fakat, monarşik yönetimin yerine geçecek olanın ne olacağı şimdilik belli değil.” (Çağrı, sayı 91, sayfa 16) Nepal’deki gelişmeler kısa sürede bu tespitlerimizi onayladı. Kralın 1 Şubat 2005’te hükümeti azledip yeni atamalarla yönetimi tümden ele geçirmesi, ülkeyi tam bir despotlukla yönetmeye kalkışması, burjuva anlamda da olsa demokrasiden yana olan güçlerin güçlenmesine yol açtı. 1 Şubat 2005’ten kısa süre sonra Yeni Delhi’de buluşan ve Kral’dan “demokrasiye dönüşü” talep eden güçler bir Birleşik Cephe (UF) kurmuşlardı. Sözkonusu cephenin amacı en kısa sürede demokratik koşulların oluşturulması, Kralın yetkilerinin büyük oranda kısıtlanması, ordunun halk tarafından seçilmiş devlet yönetiminin emrine, yani parlamentoda kurulan hükümete bağlı kılınması gibi talepleri gerçekleştirmek için mücadeleydi. Bu cephede yer alan örgütler şunlardı: Nepal Kongre Partisi, Nepal Komünist Partisi (Birleşik Marksist-Leninist ler), Nepal Demokratik Kongre Partisi, Nepal Sadbhavna Partisi, Birleşik Sol Cephe, Halk Hareketi, Nepal İşçi ve Köylü Partisi. Bu örgüt veya partilerin hepsi legalci ve silahlı mücadeleye, şiddet eylemlerine karşılar. NKP(M) bunların kurduğu cepheye destek vermeye hazır olduğunu açıklamış ama olumlu cevap almamıştı. Bunun da esas nedeni NKP(M)’nin egemenlerce “terörist örgüt” olarak damgalanması ve bu örgütlerin silahlı mücadeleye, şiddete karşı olma tavırlarıydı. Birleşik Cephe, NKP(M)’nin desteğine ihtiyacı olduğunu kısa sürede kabul etmek zorunda kaldı. Kral bunları “teröristlerle işbirliği” yapmakla suçlayıp onlara yönelik de tehditler savururken, Birleşik Cephe esas mücadelenin Kralın despotluğuna karşı verilmesi gerektiğinde karar kılmıştı. Kral ise yönetimini her geçen gün yeni yasaklarla, baskılarla icra ediyordu. NKP(M) 3 Eylül’de üç aylık bir ateşkes ilan etti. Kral yönetiminin yanıtı ise Ocak 2006’ya kadar “Maocu isyancıları paramparça” etme amacı oldu.
Kral geri adım atmak zorunda kaldı… - NEPAL -
Kralın bu seçimlerle kendi despotik yönetimini meşru kılacağını ilan eden Birleşik Cephe ve NKP(M) seçimleri boykot etti. Ocak ayında yapılan protesto eylemlerine yüzbinlerce insan katıldı. NKP(M)’nin, Birleşik Cephe temsilcilerinin diyaloğa açık olduklarını belirtmeleri ve görüşmelerin sürdürülmesi için de tek yanlı ilan ettiği ateşkes döneminde, 7 örgüt diye ifade edilen Birleşik Cephe ile NKP(M) arasında 12 maddelik bir anlaşma imzalandı. Buna göre esas öne çıkarılan şey, Krala karşı genel grev ya da değişik kitlesel eylem ve mücadele sürdürüldüğünde NKP(M) silahlı saldırılarda bulunmayacaktı ve eylemleri de destekleyecekti. Amaç olarak da Kralın yetkilerini kısıtlayacak, yeni anayasayı ve Kurucu Meclis seçimlerini ortaklaşa gerçekleştirmekti. Kral bu anlaşma temelinde getirilen önerileri reddetti ve NKP(M) üç aylık tek yanlı ateşkesten sonra yeniden silahlı çatışmalara başvurdu. Kral bu önerileri reddederken 8 Şubat 2006 tarihinde belediye meclisi seçimleri yapılacağını ilan etti. Kralın bu seçimlerle kendi despotik yönetimini meşru kılacağını ilan
eden Birleşik Cephe ve NKP(M) seçimleri boykot etti. Ocak ayında yapılan protesto eylemlerine yüzbinlerce insan katıldı. Sadece Janakpur kentindeki protestoya 150.000 kişi katıldı. Tüm bunlar, ülkede sıkıyönetim, savaş koşulları altında gerçekleşiyordu. Devlet güçleriyle NKP(M)’nin silahlı güçleri/ordusu arasındaki çatışmalar köylü kesiminin de büyük bölümünün olağanüstü koşullar altında yaşamasına yol açıyordu. Belediye seçimlerini boykot etmeye yönelik eylemler arasında genel grev çağrısı ve eylemi de vardı. Birleşik Cephe ve NKP(M) Ocak ayı sonuna doğru bir haftalık genel grev ilan etti. Kralın ülkeden defolmasına yönelik yükselen sloganlar eşliğinde eylemcilere devletin kolluk güçlerinin yanıtı gazlı sopalı saldırılar oldu. 1 Şubat 2005 “darbesi”nin yıldönümünde de hem Kralın despotik yönetimine karşı, hem de belediye seçimlerini boykot etme, protesto eylem-
leri gerçekleştirildi. 1 Şubat’ı “Kara Gün” ilan eden Birleşik Cephe devletin kolluk güçlerinin tüm saldırılarına karşın, Katmandu merkezinde “şiddetsiz direniş” ilan etti. Kralın emrindeki kolluk güçleri deyim yerindeyse eylemcileri sokak aralarında avladı… Bu arada Kral en geç 2007 Nisan ayında parlamento seçimlerini gerçekleştireceğini de kamuoyuna duyurdu. Boykot ve protesto eylemlerine rağmen belediye seçimleri, güvenlik nedeniyle yapılamayan bölgeler (toplam 75 bölgeden 32’si) dışındaki bölgelerde yapılmaya çalışıldı. Adayların sayısı ise seçilmesi gerekenlerin yarısından çok daha azdı. Seçimlere katılım %20 civarında oldu. Seçimlere katılan bu kesimin esas olarak Kralı tanrı olarak gören kesim olduğu, bunların Kralın destekçileri olduğu bilinçte tutulmalıdır. Bu süreçte Kralın tayin ettiği hükümet temsilcileri ve ABD emperyalizminin Nepal’deki ataşesinin çabaları içinde Birleşik Cephe’nin NKP(M) ile aralarını açmak, Birleşik Cephe’nin “Maocu isyancılar”la arasına mesafe koymasını sağlamak da vardı. Çabaları boşa çıktı. Birleşik Cephe temsilcileri NKP(M) ile Kasım 2005’te imzaladıkları anlaşmaya uygun davranmaya çalıştı. Birleşik Cephe temsilcileri, Kralın yetkilerinin kısıtlanması, yeni bir anayasanın gerçekleştirilmesi için mücadelenin başarıya ulaşmasında NKP(M) ile ittifakı sürdürmek zorunda olduğunun bilincindeler. Bu ittifak aynı zamanda NKP(M)’yi legal, barışçıl siyasi mücadele arenasına katmanın da bir aracı olarak görülmektedir. Bu hesaplarla da Birleşik Cephe temsilcileri NKP(M)’ye yeniden silahlı saldırılarına son verme çağrıları yaptı. Bunların açıklamalarına göre özellikle sivillere yönelik şiddet eylemleri “demokratik harekete, barışa ve ilerlemeye zarar” vermektedir. Bu çağrı özellikle de 6-9 Nisan 2006 tarihlerinde yapılmak istenen genel grev dönemi içindi. NKP(M) Birleşik Cephe temsilcileri ile görüşmeler sonucunda, bu talebe olumlu yanıt verdi.
GENEL GREV VE SONUN BAŞLANGICI… Birleşik Cephe ve NKP(M)’nin anlaşmalarının bir ürünü 6-9 Nisan tarihlerinde genel grev ilan edilmesi oldu. Genel grevin yapılacağı önceden ilan edildiğinden, Kral tüm yasaklara rağmen, yeni yasaklamalar gündeme getirdi. Sokağa çıkma yasağı ile genel grevi engelleyeceğinin hesabını yaptı. Genel grev de, yürüyüşler, mitingler de içinde olan her türden protesto ey-
panorama
lemini yasakladı. Tüm yasaklara, baskılara, evet ölüm tehlikesine rağmen kitleler sokaklara döküldü, grev ve protesto eylemlerine katıldı. Devletin yanıtı yine aynı oldu: Sınırsız şiddet, saldırı, protestocuları avlamak… öldürmek, yaralamak, tutuklamak… Devlet güçlerinin kitlelere yönelik bu saldırıları bu sefer ters tepti. Devlet saldırdıkça, kimi eylemciler polis kurşunuyla yaşamını yitirdikçe protestolara katılan kitlelerin sayısında artış oldu. Kitlelerin militan tavrı, kolluk güçlerine taşlarla yanıt vermesi eylemlerde şiddeti reddeden Birleşik Cephe temsilcilerini zorladı… NKP(M)’nin de desteğiyle dört günlük genel grev uzatıldı. Böylece eylemcilerin kendisinin de önceden beklemedikleri gelişmeler yaşanmaya başladı. Genel grev uzadıkça yiyecek yakıt maddelerinden kıtlık başgöstermeye başladı. Eylemciler kitlelere “devleti tümden bloke etme” vergilerini, cereyan, su ve telefon hesaplarını ödememe çağrısında bulundu. Kral eylemleri yasaklama, sokağa çıkma yasağını uygulama, eylemcilere ateş ettirme gibi önlemlere başvururken, kitleler giderek daha yüksek sesle “Kral defol”, “Monarşisti asın” gibi sloganları dile getirmeye başladı. Birleşik Cephe temsilcilerinin değil ama kitlelerin sabrı tükeniyordu… Öyle bir duruma gelindi ki kitlelerin tavrı Birleşik Cephe temsilcilerini yönetmeye başladı… Kral’dan geri adım atılana kadar eylemleri sürdürmeye karar verdiler. Kitlelerin “Kralı asın” yönlü tavırlarına yanıtları ise, Birleşik Cephe adına konuşan Nepal Kongre Partisi lideri ve birkaç kez başbakanlık görevini yapan Koirala şahsında şöyleydi: “Biz daha cumhuriyetçiliğe geçmemişiz, Kralı devirmek sözkonusu değil. Meşruti monarşik yönetimin ötesine gitmeyeceğiz.” Kitlenin taşan sabrının Kralı devirmeye yönlendirilmesi gerekirken, frenlenmesi için çaba gösterildi. Kralın destekçilerinden ABD emperyalizmi ve AB’den de, Kralın geri adım atması, “demokrasiye geçişi sağlaması” gerektiği yönünde sesler yükseldi. Kral, kimi geri adımlar atarak tahtını korumanın hesabıyla 21 Nisan’da yönetimi partilere devredeceğini açıklayıp sözkonusu partilerin başbakan adayını tespit etmesini istedi… Birleşik Cephe temsilcileri Kralın bu tavrını kabul etmeyeceğini açıklayarak parlamentonun yeniden açılmasını ve yeni anayasanın oluşturulmasının yolunun açılmasını talep ederek Kralın yetkilerinin kısıtlanmasına kadar mücadeleye devam edeceklerini ilan ettiler. Bunu ilan ettiklerinde ülke genelinde beş milyon insan Kralı protesto etme eylemlerine katılma durumundaydı. Kitleler kolluk güçlerinin tüm baskılarına, katletme olaylarına rağmen susmuyor,
tersine, sokağa çıkma yasağına rağmen eylemlere katılıyordu. NKP(M) güçleri ise kimi şehirlerde devlet binalarına saldırılar gerçekleştirerek kitleleri Kralın devrilmesi talebiyle harekete geçirmeye çalıştı. Bu koşullarda Birleşik Cephe, Katmandu’da Kral Sarayı’na yürümek için kitlesel bir eylem yapılacağını açıkladı. 27 kilometre uzunluğundaki daire biçimindeki caddede muhalefet temsilcileri birçok yerde kitleye yönelik konuşmalar yapacaktı. Bu eylemlerin başını da doğrudan muhalefet partilerinin önderleri çekecekti. Ülke çapında milyonlarca insanın protestolara katıldığı ve Katmandu’daki bu kitlesel eyleme de yüzbinlerce insanın katılacağının kesin olduğu bir durumda Kral, kitlenin saraya yürüyüp onu tahttan indirebileceği olasılığını gözönüne alarak bir adım daha geri atmak zorunda kaldı. Sözkonusu kitlesel eylemin yapılacağı günden önceki akşam yorgun biçimde radyo ve televizyonda yaptığı konuşmada, dört sene önce dağıtılan parlamentonun yeniden açılacağını ilan etti. Bunun üzerine 25 Nisan’da yapılması planlanan Kralın sarayına yürüyüş eylemi, “Kralı dize getirdik” açıklamasıyla “zafer yürüyüşü” eylemine dönüştürülmeye çalışıldı ama Kralın bu geri adımıyla eylemlere son verildi. Kralın parlamentonun açılacağını ilan etmesiyle muhalefetin başbakan adayını belirlemesi, 1 Şubat 2005’te Kralın yönetimi tümüyle eline alması durumuna son verdi. Böylece despotik, bir nevi monarşik-faşist, mutlakiyetçi monarşik yönetimden, meşruti monarşik yönetime geçişin yolu açılmış oldu. Bu, somutta ileriye dönük bir adım olarak sayılsa da, kitlelerin Krala karşı cesur, militan tavrı gözönüne alındığında, Kralı devirmenin de mümkün olduğu koşullarda, Birleşik Cephe’nin yanlış siyasetinin bir sonucu olarak mücadele daha ileriye götürülmeden durduruldu.
PARLAMENTONUN AÇILIŞI, YENİ BAŞBAKANIN TAYİNİ VE GELİŞMELER… Parlamento dört yıl aradan sonra 28 Nisan’da ilk toplantısını yaptı. Seçim olmadan nasıl parlamentoda toplantı yapılır diye sormayın! Kral izin verdi, toplanıldı. Toplananlar daha önceki seçimlerde parlamentoda yer alanlar oldu esas olarak. Bunların büyük çoğunluğu da zaten Birleşik Cephe içinde yer alan partilerin temsilcileriydi. Daha bir hafta geçmeden “Kralın anayasal değişikliğe gitmeden yetki devretmeye kalkmasının kabul edilemez” olduğu yönündeki görüşlerini unutmuştu Birleşik Cephe temsilcileri. Parlamentonun açılışından sonra başbakanlığa aday gösterilen Nepal
Kongre Partisi lideri ve eski başbakan Koirala Kral’ın huzurunda yemin ederek görevine başladı. Şimdilik yedi kişiden oluşan hükümet kuruldu. Hemen hemen tüm burjuva medyanın değerlendirmesine göre bundan sonraki süreçte hükümetin en önemli sorunu Kralın geleceği değil, NKP(M)’nin legal siyasi sürece dahledilmesi ya da edilmemesidir. Nepal’in geleceğinin anahtar sorunu onlara göre de budur. Bu konuda andaki durum şöyledir. NKP(M) üç aylık ateşkes ilan etti. Bu açıklamayı yaparken, bu ateşkes ilanının kurucu meclis seçimlerini ve yeni anayasayı oluşturmaya destek verme isteklerinin bir işareti olduğunu da açıkladılar. NKP(M)’nin esas talepleri kurucu meclis için seçimlerin gerçekleştirilmesi, yeni anayasanın oluşturulması, cezaevlerindeki NKP(M) üyeleri ve taraftarlarının serbest bırakılması, takibine karar verilen NKP(M) önderlerinin takibatından, “terörist” olarak damglanmalarından vazgeçilmesi vb. taleplerdir. Hükümet, Kralın ve kolluk güçlerinin NKP(M)’yi “terörist örgüt” olarak damgalanmasına son verdi. Yine hükümet NKP(M)’nin ateşkes ilanına karşılık vererek ateşkesi iki taraf lı hale getirdi. Cezaevlerindeki “Maoistleri” de serbest bırakacağını açıkladı ama tarih vermedi. NKP(M) üyelerine yönelik uluslararası alanda verilen tutuklama emirleri iptal edildi. Hükümetin yaptığı işlerden biri de Kralın Ekim 2002 yılından bu yana aldığı kimi kararları geçersiz ilan etmesi oldu. ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Hindistan’daki ataşeler başta olmak üzere toplam 12 ataşe de Krala yalakalıktan dolayı görevden alındı. Hükümetin bu adımlarıyla meşruti monarşik yönetime geçiş adımları da atılmış oldu. Dergimizin 91. sayısında monarşik yönetimin yerine geçecek olanın ne olacağının belli olmadığını tespit etmiş ve şunları söylemiştik: “Bunu belirleyecek olan, esas olarak kendisine devrimci, komünist diyen güçlerin, başta da 1996’dan bu yana silahlı mücadele yürüten NKP(M)’nin mücadelesine, kitleleri kendi önderliğinde birleştirip birleştirememesine bağlıdır. Nepal’deki durum üç değişik gücün mücadele arenasını göstermektedir. Kral ve uşakları, burjuva demokrasisi savunucuları ve devrimciler. Bunların ilk kesiminin devrimcilere karşı birleşebileceği, uzlaşabileceği bilinçte tutulduğunda, devrimcilerin her zamankinden daha uyanık olmaları, doğru ve akıllı siyaset yürütmeleri gerektiği ortaya çıkmaktadır.” (Çağrı, sayı 91, sayfa 16) Anda yaşananlar mutlakiyetçi monarşik yönetimin, yerini meşruti monarşik yönetime bırakmak zorunda kaldığını gösteriyor. Yani monarşik yönetimin biçimi değişiyor ama monarşik yönetim kalıyor. Zaten bun-
dan daha ileri amaçlara sahip olmayan Birleşik Cephe’nin varabileceği en son nokta da, meşruti monarşik yönetim koşullarında –örnek aldıkları ülke İngiltere– mümkün olan burjuva demokrasisini yerleştirmeye çalışmaktır. Ne kadar gerçekleştireceği güçler dengesine bağlıdır. Bu bağlamda Krala geri attırılan adımların halk demokrasisi iktidarını gerçekleştirebilecek demokratik devrime kadar götürebilecek mücadele, esas olarak NKP(M)’nin tavrına, siyasetine bağlıdır. Krala attırılan geri adımlar, elde edilen başarı aynı zamanda bir tıkanmanın, ya da geri adım atmanın tehlikesini de içinde barındırıyor. Devrim için mücadelenin boğulması tehlikesi gündemdedir. Bu tehlikeyi aşmak NKP(M)’nin alacağı tavıra bağlıdır. Bunun bilincinde oldukları için de Birleşik Cephe partileri başta olmak üzere, devrimci mücadeleyi boğmak isteyen emperyalist güçler de NKP(M)’yi legal siyaset sürecine katma ve onların meşruti monarşik yönetim koşullarında parlamentoda “ehlileştirilmesi”ne çalışmaktadır. Bunun önkoşulu olarak da NKP(M)’nin örneğin BM gözetiminde silahsızlandırılmasıdır. Verilen bilgilere göre NKP(M) ise ilke olarak silahları bırakmaya sıcak bakmaktadır. Bunun önkoşulu olarak ama kurucu meclisin oluşması, cumhuriyetçi bir anayasanın kabulü ve ordunun hükümete tabi kılınması gibi adımlardır. Birleşik Cephe içindeki güçlerin büyük bölümünün meşruti monarşik yönetimle uzlaşmaya hazır olduğu bilindiğinde, NKP(M)’nin Kralı formel olarak da dışlayan cumhuriyetçi anayasa ve kurucu meclis taleplerine ne kadar sahip çıkacağı, gelişmelerin de hangi yönde olacağını önemli ölçüde belirleme durumunda olacaktır. Bundan sonraki süreç esas olarak NKP(M) ve Kralın tümden gitmesini, devrilmesini isteyen kesimlerle, meşruti monarşik yönetim biçiminde Kralın varlığını korumasını isteyen kesimler arasında; gerçekte ise demokratik devrime karşı olanlar ile demokratik devrimden yana olanlar arasında yürüyeceğe benziyor. Devrim için mücadeleyi daha iyi koşullarda yürütmek için gerekli olan uzlaşmaları reddetmeden, devrimciler halk demokrasisinin gerçekleştirilmesinin Nepal’de de devlet iktidarını yıkmaktan geçtiğini bilinçte tutmak, devrim mücadelesi için Krala attırılan geri adımlarla yetinmemek zorundadır. Nisan ayındaki eylemler kitlelerin Krala karşı mücadeleye hazır olduklarını ispatladı. Kitlelerin bu mücadelesini devrim için mücadeleye ilerletmek, Birleşik Cephe içindeki partilerce kitlelerin bilinçlerinin karartılmasına karşı mücadele etmek de devrimcilerin görevidir. 15 Mayıs 2006
panorama
- İRAN -
U
Savaş diplomasisi sürüyor…
luslararası Atom Enerji Kurumu’nun (IAEA) 24 Şubat tarihlerinde yapılan toplantısında alınan karara göre “İran sorunu” BM Güvenlik Konseyi’ne gönderildi. BM’nin sorunu ele alabilmesi için de IAEA Başkanı Baradey’in konu hakkında bir rapor sunması gerekiyordu. IAEA’nın bu raporu tartışmak için 6 Mart’ta yapmayı planladığı toplantıya kadarki süreç ise İran’a tanınan zaman olarak belirlendi. 5 Mart’a kadar İran eğer kendisinden istenen taleplere uygun adım atarsa, Baradey’in raporu İran lehine olumlu olabilir ve hatta sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne devredilmesi kararı geri alınabilirdi… Öyle olmadı. Baradey’in İran’a küçük ölçekte bir pilot-tesis hakkı tanınması yönlü önerisi AB-üçlüsü ve ABD tarafından reddedilirken, İran tarafı öneriyi yetersiz ama ileriye atılmış doğru bir adım olarak değerlendirdi. İran’ın atom programı bağlamında sorunun diplomatik yollarla çözümü için gündeme getirilen Rusya-İran görüşmeleri ise bu dönemde de sürdürüldü. 6 Mart’tan önce İran yetkilileri ABüçlüsü ile yeniden görüşmelerde bulunma talebinde bulundu. 3 Mart’ta Viyana’da yapılan görüşme, herhangi bir sonuç alınmadan iki saat içinde bitirildi. Böylece Şubat ayı başından 6 Mart’a kadarki süreçte sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesini gereksiz kılacak bir değişiklik yaşanmamıştı. IAEA, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulacak raporu görüşmek için 6 Mart’ta toplandı. Baradey yakın sürede anlaşmaya varılabileceği umudunu dile getirse de sonuçta sorunun tartışılması işi 8 Mart’ta BM Güvenlik Konseyi’ne –raporla birlikte– gönderildi. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’nin temsilcileri 8 Mart akşamı toplanarak konu üzerine görüş alış-verişinde bulundu ve tartışmaların ilk raundu üç hafta sürdü. BM Güvenlik Konseyi’ndeki tartışmalarda ABD ve AB-üçlüsü (Almanya Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmadığı halde, AB-üçlüsü’nün içinde yer aldığı öne sürülerek daimi üyelerle görüşmelerde yer aldı) İran’a iki hafta süre veren bir ültimatomun verilmesini, bu süreçte İran’ın belgelenebilecek açıklıkta uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurmasını, aksi halde askeri müdahale de içinde olan yaptırımların gündeme geleceğinin bildirilmesi kararının alınma-
İran “biz artık nükleer camiaya katıldık” ve “uranyum zenginleştirmeyi başardık” yönlü açıklamasına bu sene içinde yeni bir nükleer santral inşa etmeyi planladıkları açıklamasını eklediler. Bu açıklamalar zaten bir an önce İran’a yaptırımlara başvurmaktan yana olan emperyalistleri iyice kızdırdı… sını savundu. Bu görüşlerini İran’ın “uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden güç” olarak değerlendirilmesi talebiyle tamamlıyorlardı. İran’ın böyle bir ülke olarak değerlendirilmesi, BM’nin Kuruluş Belgesi’nin 7 maddesine göre İran’ı cezalandırma gündeme gelecekti ve savaşın yolu BM Güvenlik Konseyi düzeyinde açılmış olacaktı. Daha görüşmelerin başından itibaren ABD ve AB-üçlüsü emperyalistler açıkça İran’a karşı bir savaşın pazarlıklarını yapmaktaydı. Rusya ve Çin ise kendi çıkarları gereği de olsa bu görüşlere karşı çıktı. Ültimatom verilmeden önce İran’ın görüşmelere katılmasını sağlamak, karşılıklı güven için de görüşmeler sürdüğü sürece uranyum zenginleştirmeyi durdurmasını istemekten yana tavır takındılar. Yaptırımlar bağlamında ise, eğer İran’ın atom programı barışçıl amaçlarla değil de atom silahı üretmek amaçlı olduğu belgelenirse o zaman konuşmaya hazır olduklarını açıkladılar. Barışçıl amaçlarla nükleer enerjiye, ya da tekniğe sahip olmasının ise İran’ın doğal hakkı olduğunu savundular. Ayrıca BM Güvenlik Konseyi’nin bir baskı aracı olarak kullanılmasını kabul etmelerine rağmen atom sorunu ile ilgili görüşmelerin IAEA tarafından yürütülmesi gerektiğini, bunun da yaptırım gücüne sahip olmadığını savundular. Tarafların bu görüşlere sahip olması doğal olarak İran’a ültimatom verilmesini şimdilik engelledi. Üç haftalık görüşmelerin sonucu, İran’a müzakerelere dönmesi, bu süreçte uranyum zenginleştirme çalışmalarını dondurması çağrısı yapmak ve bunun için bir aylık süre tanımak oldu. BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yönelik çağrısı bağlayıcı bir
kararı ve yaptırımları içermiyordu. 28 Nisan’a kadarki süreçte IAEA Başkanı Baradey’den İran’ın sözkonusu taleplere uygun adımlar atıp atmadığı konusunda rapor yazması istendi. Böylece savaş hazırlığı için sürdürülen diplomatik görüşmelerin ilk raundu sona erdi, gözler 28 Nisan’a kadar İran’ın ne yapacağına çevrildi. BM Güvenlik Konseyi’nin çağrısına İran, uranyum zenginleştirme çabalarını ya da atom programını durdurmayı düşünmediğini, bu konuda geri adım atmayacağı biçiminde yanıt verdi. ABD emperyalizminin özellikle savaş tam tamlarını çaldığı bu dönemde, savaşın değişik opsiyonları üzerine tartışmalar yürütülürken, İran “Hazreti Peygamber” adını verdiği askeri tatbikat gerçekleştirdi. Bu tatbikatta kendilerinin ürettiği değişik silahları, füzeleri denediklerini açıkladılar. Kendilerine herhangi bir saldırı gerçekleşirse, Hürmüz Boğazı yoluyla ihraç edilen petrolün taşımacılığını durduracaklarını da tehditlerine eklediler. Özellikle silah konusunda kendilerine yönelik yaptırımların hiç bir anlamının olmadığını, “hava, deniz, kara teçhizatı konusundaki ihtiyaçlarımızı kendimiz üretebiliyoruz” diyerek açıkladılar. İran bununla da kalmadı, 11 Nisan’da uranyum zenginleştirmeyi başardıklarını dünya kamuoyuna ilan ettiler. Buna göre 9 Nisan itibariyle İran uranyum zenginleştirmeyi başarmıştı. Bu zenginleştirmenin 164 santrifüj kullanılarak %3.5 oranında gerçekleştirildiğinin de altı çizildi. Kısa süre sonra ise bu oranın %4.08’e çıkarıldığını açıkladılar. İran “biz artık nükleer camiaya katıldık” ve “uranyum zenginleştirmeyi başardık” yönlü açıklamasına
bu sene içinde yeni bir nükleer santral inşa etmeyi planladıkları, uranyum zenginleştirmek için de Natanz’daki tesislere bu yıl sonuna kadar 3000 santrifüj ve gelecek yıllarda da 54 bin santrifüj yerleştirecekleri açıklamasını eklediler. Bu açıklamalar zaten bir an önce İran’a yaptırımlara başvurmaktan yana olan emperyalistleri iyice kızdırdı… Bu arada IAEA Başkanı Baradey Tahran’a gitti ve görüşmelerde bulundu. Uranyum zenginleştirme işinin IAEA’nın kontrolünde olduğunu, karşılıklı güven için olumlu görüşmelerde bulunduğunu açıkladı Baradey. Baradey aynı zamanda İran’ın olumlu işbirliği sayesinde geçmişteki kimi sorunların da açıklığa kavuştuğunu bildirdi. İran yetkilileri de uranyum zenginleştirme işinin uluslararası kurallara uygun olarak ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Antlaşma’ya (NPT) bağlı kalınarak gerçekleştirildiğini açıkladılar. Gerçekten de uranyum zenginleştirme işi anda atom silahı, ya da nükleer silah üretebilecek düzeyde, durumda değil. Nükleer silah üretimi için uranyumun %80-90 oranında zenginleştirilmesi gerekiyor. Büyük haydutların bir bölümünü zıvanadan çıkaran esas şey, anda İran’ın nükleer silaha sahip olması ya da üretebilecek durumda olması değil; hayır, İran’ın tüm baskılara rağmen uranyum zenginleştirme işini teknik olarak gerçekleştirebilmesidir. Bir kere bu işi gerçekleştirebilmek, bunun teknik bilgilerine sahip olmak demektir ve gerisi artık zaman ve imkan meselesidir… ABD ve AB-üçlüsü sert açıklamalarda bulunurken, Rusya gelişmelerden kaygı duyduklarını, İran’ın müzakerelere dönmesi çağrısı yapıl-
panorama dığı dönemde böyle bir adım atmasını yanlış bulduklarını açıklarken, Çin de gelişmeleri kaygı ile izlemekte olduğunu açıkladı. BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri bu arada Moskova’da görüşmelere devam etti ve ortak bir karar alamadı. Rusya İran’a uranyum zenginleştirme işini bir ay dondurma çağrısı yaptı. 28 Nisan öncesinde İran ile Rusya arasındaki görüşmelerde sorunun geneli açısından “mutabık” kalındığı ama detayların tartışıldığı yönlü açıklamalar yapıldı. Buna paralel İran yetkilileri eğer BM Güvenlik Konseyi’nde yaptırım kararı çıkarsa, BM ile işbirliğine son veririz biçiminde açıklama yaptı. İran’ın uluslararası kontrolün genişletilmesi önerisi ise ABD tarafından reddedildi. Mayıs ayı başında toplanan BM Güvenlik Konseyi yine ABD ve ABüçlüsü ile Rusya ve Çin arasında yürüyen tartışmalar ve farklı görüşlere sahne oldu. Ortak tavır yine çıkmadı. Herhangi bir karar da alınmadı. Bu sefer de ağırlıklı olarak gündeme getirilen BM Kuruluş Belgesi’nin 7 Maddesi’ne göre İran’ın “uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eden ülke” olarak değerlendirilmesi ve gerekli yaptırımların –tabii ki esas olarak savaş ilanının– gündeme getirilmesiydi. Rusya ve Çin başta olmak üzere Güvenlik Konseyi üyesi kimi başka devletler de böylesi bir karara karşı çıktı. Görüşmeler değişik biçimlerde sürüyor. BM Güvenlik Konseyi’nde kısa sürede ABD ve AB-üçlüsünün istemi doğrultusunda ortak bir kararın çıkmayacağını düşündüklerinden ABüçlüsü yeni bir “havuç-kırbaç” planı geliştirmeye çalışıyor. Bu planın esas içeriği daha önce İran’a yapılan öneri paketinin –İran uranyum zenginleştirmekten vazgeçerse, enerji ihtiyaçları için destek sunulacağını içeren paket– kimi yeni önerilerle ve yaptırımlarla da geliştirilmişidir. Gelinen yerde zamana oynanmaktadır. İran’ın uluslararası düzeyde suçlu ilan edilip savaşın haklı çıkarılacağı ve pazarlıkların İran tarafınca başarısızlığa, çıkmaz sokağa sokulduğunun kabul ettirileceği bir ortam yaratılmaya çalışılıyor. Diplomatik görüşmelerle savaşı engellemek istediklerini ilan eden emperyalistler, gerçekte savaş diplomasisi yürütüyor. Rusya ve Çin’in ABD ve AB-üçlüsü ile aynı cephede yer almaması, İran ile olan ekonomik ilişkilerinden, kendilerinin çıkarlarından dolayıdır. AB-üçlüsünün İran’a yaptığı paket önerisi ile Rusya’nın İran ile ilişkileri esas olarak bu güçler arasındaki pazar dalaşıdır. Bu da İran’ın bu emperyalistler arasındaki dalaşta kendileri için yararlanma olanağını sunuyor. Rusya, İran’ın barışçıl amaçlarla kendi nükleer teknolojisine sahip olmasını uluslararası anlaşmalara uygun ve doğal bir hakkı olarak
görmekle bir adım önde gidiyor. Bu temelde de İran Rusya ile görüşmelerde bulunuyor. 15 Mayıs’ta AB ülkeleri Dışişleri Bakanları’nın İran’a teşvikler karşılığında uranyum zenginleştirme programını durdurması yönlü karar ve talebi –AB’nin önerilerinin ne olduğu tam belli değil– İran tarafınca reddedildi. Ahmedinecad: “Şeker ve çikolata vererek karşılığında altın alabileceğiniz 4 yaşındaki bir çocukla mı eğleniyorsunuz.” biçiminde tepki gösterdi.
SAVAŞ TAMTAMLARI VE HESAPLARI… BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilen “İran sorunu” üzerine pazarlıklar
yonların birbirinden kötü olduğu da söyleniyor. Yapılan savaş tahminlerine göre ABD ilkin İran’ın atom programını yerlebir edecek bombardımanı gerçekleştirecek. İkincisi, İran’ın bölgede zayıf bir ülke konumuna düşürülmesi için hem silah-askeri alanda hem de ülkenin ekonomisinin temellerini tahrip edecek. Üçüncüsü, zayıf düşen rejim, iç muhalefetin güçlendirilmesiyle değiştirilecek. Dördüncüsü ise İran, nükleer enerjinin sadece atom silahlarına sahip ülkelerin imtiyazı olarak kabul ettirilmesinin örneği olacak… Olasılıklar ve tahminler çok değişik tabii ki. Fakat ABD emperyalizminin savaş hazırlıkları ve propagandaları tahmin değil olgudur.
Yapılan savaş tahminlerine göre ABD ilkin İran’ın atom programını yerlebir edecek bombardımanı gerçekleştirecek. İkincisi, İran’ın bölgede zayıf bir ülke konumuna düşürülmesi için hem silah-askeri alanda hem de ülkenin ekonomisinin temellerini tahrip edecek. Üçüncüsü, zayıf düşen rejim, iç muhalefetin güçlendirilmesiyle değiştirilecek. Dördüncüsü ise İran, nükleer enerjinin sadece atom silahlarına sahip ülkelerin imtiyazı olarak kabul ettirilmesinin örneği olacak… sürüyor ve Rusya ile Çin’in tavrı gözönüne alındığında kısa sürede ABD emperyalizminin istediği biçimde ortak bir kararın çıkmayacağına da kesin gözüyle bakılıyor. İran’ın uranyum zenginleştirmeyi başardığını ilan etmesi de bu konuda yeni bir durum yarattı. ABD emperyalizmi Irak’a karşı savaştaki durumun tersine AB-üçlüsünü yanına almış durumda. İngiltere’nin ABD ile çok sıkı işbirliği gibi olmasa da Almanya ve Fransa da esas olarak ABD’nin İran’a karşı siyasetinin destekleyicileri durumda. ABD emperyalizminin BM’nin kendi isteklerine uygun karar almaması durumunda BM’ye rağmen kendi başlarına da İran’a saldırabileceklerini açıklamaları bilindiğinde, savaşa hazırlık yaptıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. ABD emperyalizminin temsilcileri diplomatik görüşmelerle, “barışçıl” yollarla sorunu çözmeye hazır olduklarını yer yer açıklasalar da, bu açıklamalara her seferinde askeri opsiyonun da masada olduğu tehditlerle birlikte eklenmektedir. Hatta, BM Güvenlik Konseyi’ndeki görüşmeler sürecinde ABD temsilcileri “İran tümden uranyum zenginleştirmekten vazgeçtiğini açıklasa da onlarla görüşmeyiz” yönlü tavırlarla gerçekte sorunu görüşmelerle çözmekten yana olmadıklarını gösterdiler. ABD emperyalizminin temsilcileri İran’ın Irak ya da Afganistan olmadığını, herhangi bir savaş durumunda hesaplarının çok daha ters sonuçlar çıkarabileceğinin hesapları içindeler. Uluslararası düzeyde mümkün olduğunca geniş bir ittifak sağlamaya çalışıyorlar. Savaş bağlamındaki kimi varsayımlar tartışılırken, tüm opsi-
ABD emperyalizmi İran’da bir rejim değişikliği için zaten çoktandır çaba gösteriyor. Bu çabalarına açıkça yenilerini ekliyor. Propaganda için 75 milyon dolarlık resmi ödenek ayırıyor. İran’a yönelik çalışmaları yürütecek, koordine edecek özel bir büro kuruyor. (Bu büronun başına da Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in kızı getirildi.) Radyo ve televizyonlarda Farsça yayın yapılıyor. Bu arada Şah’ın oğlu da gündeme geliyor ve “tam devrim zamanı” diyerek İran’da “Devrim Muhafızları” ve bazı muhalif unsurlarla ilişkide olduğunu açıklıyor. Beyaz Saray en büyük tehditin İran olduğunu ilan ediyor. İran ile ilgili konuşmalarda, açıklamalarda yaptırımlara başvurma talepleri, savaş istemleri giderek daha fazla “barışçıl çözüm” istemlerinin yerini alıyor. İran’a “dörtkoldan” saldırı planları açıklanıyor. ABD emperyalizmi İran’a atom silahı atmayı bile tartışıyor… Yeni atom silahları üretmeyi planlıyor. Yılda 125 nükleer silah üretebilme kapasitesine ulaşmayı hedefliyor. İran’a yapılacak bir saldırının “sorumsuzluğun zirvesi” olduğu yönündeki görüşler de kimi ABD’li general ve siyasetçiler tarafından savunuluyor. Bunun perde arkasında da İran’ın çok değişik imkanlara sahip olması, intikam eylemleri gerçekleştirebileceği, bölgedeki petrol ve doğalgazın kontrolden çıkabileceği, İsrail’e saldırılabileceği ve “terörizmin” uygulanabileceği yönlü tahminlerdir. Bunu savunanlar “kendi kendimizi kandırmayalım” diyorlar. Evet, İran’ın Irak veya Afganistan olmadığının bilincinde olarak ABD
emperyalizmi değişik yol ve yöntemleri uygulamaya çalışıyor. İran’daki muhalif güçleri kendi yanına çekmeye ve içteki muhalefeti güçlendirmeye, İran’ın gerçek silah gücünün ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor. İran ile ilişkide bulunan ülkeleri ABD yardımı alamayacakları biçiminde tehdit ederek, İran’ın ilişkilerini sınırlamaya, ekonomik imkanlarını kısıtlamaya çalışıyor. İran’ın doğalgaz ve petrol üretimi ve taşımacılığında oynadığı rolden dolayı, petrolün varil başı fiyatlarının uzun süre çok pahalıya malolacağı vb. olasılığı da hesaplar içindedir. Bu olasılık İran’a yönelik savaşın gecikmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Tüm bu ve benzeri çabalar savaşa hazırlıktır. Kimilerine göre savaş yaz sonu veya sonbaharda başlayacak. ABD Temsilciler Meclisi 11 Mayıs’ta Savunma Bakanlığı’ndan İran’ın “uluslararası barış ve güvenliği ve ABD’nin güvenliğini tehdit” etmesi konusunda gizli bir rapor talep etti. Bu raporun 31 Ocak 2007 tarihinde Meclis’e sunulması gerektiği de belirlendi. Bu raporda İran’ın nükleer çabaları, terörizme desteği, Irak ve Ortadoğu’daki nüfuzu ve benzeri konuların yer alması istendi. Kuşkusuz ki Temsilciler Meclisi’nin bu istemi belirleyici değil. Buna rağmen ama ABD emperyalizminin temsilcilerinin İran’a yönelik savaşı “ince eleyip sık dokuyarak” yapmaya çalıştıklarını tespit etmek gerekiyor. Bu da savaşın gecikebileceğinin olasılığını içeriyor. Kuşkusuz ki savaşın geciktirileceği yönlü resim çizmek de savaş diplomasisi içindeki taktiklerden biridir. Sonuçta ABD emperyalizmi yanına aldığı kimi diğer emperyalist güçlerle savaş tamtamları çalmaktadır. Öyle ya da böyle İran’ın atom programı meselesi önümüzdeki süreçte de dünya kamuoyunu meşgul edecektir. 98. sayımızda da tespit ettiğimiz gibi: “Emperyalistler kendi aralarında dalaşıyor. Gericilik almış başını gidiyor… Hepsi de işçilere, emekçilere, dünyanın tüm halklarına düşman. Somut olarak çıkacak savaşın emperyalistlerin mi İran’ın mı yararına olacağı yönlü hesaplar da, işçilerin, emekçilerin çıkarlarına, onların yararlarına karşı olan hesaplardır. İşçilerin, emekçilerin bu dalaşta ve savaşta hiçbir çıkarı yoktur. Onların bu karşıdevrimci, gerici savaşa, savaş kışkırtıcılığına karşı mücadele etmeleri asli görevlerindendir. Bunun da ötesinde haksız, gerici, karşıdevrimci savaşların kaynağı olan kapitalist sisteme, emperyalizme son vermek için devrim mücadelesine sarılmaları, tüm uluslardan, milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların kurtuluşu için olmazsa olmaz görevidir.” (sayfa 23) Bu görevin bilinciyle işbaşına! 21 Mayıs 2006
panorama
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN-
A
Sonunda hükümet kuruldu…
BD emperyalizminin önd e r l i ğ i n d e I r a k- G ü n e y Kürdistan’a karşı başlatılan savaş ve işgalin üzerinden üç yıl geçti. Bu üç yıllık süreç Irak-Güney Kürdistan halklarına onbinlerce insanın yaşamını yitirmesiyle de çok pahalıya maloldu. Saddam rejimi gitmiş, yerine işgal ve işgale karşı direniş ile hergün yaşanan çatışmalar gelmişti. Kimi verilere göre 1 Mayıs 2003 tarihinde ABD emperyalizminin başı Bush’un savaşın bittiğini ilan ettiği günden bu yana günlük ortalama yaşamını yitirenlerin sayısı 40-60 arasıdır. Kimi hesaplara göre 200.000 ile 500.000 arası kadar insan yaşamını yitirmiştir. İşgal sonrası ilk 18 ay içinde yaşamını yitirenlerin sayısı 100.000 olarak hesaplanmaktadır. Ekonomik yıkıntılar, altyapının yokedilmesi vb. konulardan kaynaklı Irak-Güney Kürdistan’a verilen zararın ise hesabı yok. Doğanın talanı, çevrenin kirletilmesi bir yana, savaşta kullanılan silahların milyonlarca insanın sağlığını doğrudan tehdit etmesi ve bu temelde de ölümlerin, sakat doğmaların sayısında artışlar ise neredeyse kimseyi ilgilendirmiyor… İşgalci güçler Irak-Güney Kürdistan’da “demokrasiye geçiş” için bir de “geçiş takvimi” planı ortaya koydular bu dönemde. Bu plana göre en son 15 Aralık 2005 tarihinde yapılan seçimlerle bu “geçiş süreci” tamamlanmış olacaktı. Seçimlerin yapılması başta işgalci emperyalist güçler tarafından “demokrasinin zaferi” olarak propaganda edildi. Emperyalistlerin bu yönlü propagandaları ama gerçeklerin onların kitlelere satmaya çalıştığı gibi olmadığının üzerini örtmeye yetmiyordu, yetmeyecek de. ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin üzerine hesap yaptığı IrakGüney Kürdistanlı güçler hem kendi aralarında çelişkilere, hem de her birinin hesabı değişik olduğundan ABD emperyalizmine karşı tavırda da farklılıklara sahiptiler ve bu farklılıklar, çelişkiler varlığını hâlâ koruyor. “Geçiş takvimi” süreci esas olarak ABD emperyalizminin hesaplarının yanlış çıktığını, istediği gibi her şeyi yapamadığını; Irak-Güney Kürdistan’da savaş ve çatışma durumunu sonlandırabilmek için Baas rejimi artıklarına ve uzun bir dönem işgale karşı direniş gösteren Sünni kesimin önemli kısmına taviz vermek zorunda kaldığını vb. vb. ortaya koydu. Bu “geçiş süreci”nde Irak-Güney Kürdistanlı güçlerin kendi araların-
15 Aralık 2005 seçimlerinin sonuçları 19 Ocak’ta açıklanmış ve esas olarak ülkedeki üç gücün temsil edilmesi hesabına göre bir sonuç çıkarılmıştı. Şiiler, Sünniler ve Kürtler... daki çelişkilerin çözülmeden, her seferinde –geçici anayasa, geçici hükümet ve daimi anayasa için yapılan pazarlıklar sürecinde– ertelendi, varlığını korudu. “Yerli güçler” arasındaki çelişkilerin varlığını koruması, aynı zamanda 15 Aralık 2005 seçimlerinden sonra kurulacak hükümet için yürütülecek pazarlıkların da zorlu geçmesinin ve bu sefer kurulacak hükümetin “geçici” hükümet olmayacağı bilindiğinde, bu çelişkilerin aralarındaki iktidar dalaşını sertleştireceğini beklemek normaldi. 15 Aralık 2005 seçimlerinin sonuçları 19 Ocak’ta açıklanmış ve esas olarak ülkedeki üç gücün temsil edilmesi hesabına göre bir sonuç çıkarılmıştı. Şiiler, Sünniler ve Kürtler olarak yapılan ayrıştırma ve bu üç gücün de yönetime dahledilmesi istemlerine uygundu seçim sonuçları. Şiiler çoğunluğa sahip ama tek başına karar verecek durumda değil. Kürtler nüfus oranlarına uygun bir oya sahip ama “Bağımsız Kürdistan”ı dayatacak durumda değil. Şiiler Kürtlerle veya Sünnilerle birlikte hükümet kurabilecek çoğunluğa sahip ama mecliste üçte iki çoğunluğa sahip olma durumları yok. Bu ise hem kurulacak hükümetin onayı için, hem de hükümet kurulduktan sonraki dört ay sürecinde anayasadaki değişiklikler için ve genelde yasa çıkarmak için gerekli olan çoğunluktu. ABD emperyalizminin esas isteği de ülkede sükuneti sağlayabilmek için bu üç ana gücün yönetimde temsil edilmesiydi, öyledir. Gelişmeler ama ABD emperyalizminin istediği gibi olmuyor her zaman. Sözkonusu güçler arasındaki çelişkiler ve bu güçlerin temsilcilerinin yürütülen pazarlıklarda takına-
cakları tavırlar, yönetimde elde etmek istedikleri bakanlıklar, temsilcilikler vb. vb. konular da gidişatı belirleyen etkenlerdi. Bunlara bir de ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’da İran molla rejimi yanlılarının yönetimde yer almamasını, özellikle de önemli görülen bakanlıkların bunlara verilmemesi yönlü tavrı eklenince, dinci gerici kesimin hükümet kurma pazarlıklarındaki tavrı uzlaşmayı zora sokan bir tavır oldu. Dinci kesimler arasında –Şii ve Sünniler– karşılıklı bir mezhep çatışmasına bürünen ve kimileri tarafından “iç savaş” olarak da adlandırılan; yüzlerce insanın katledildiği binlerce insanın yerinden-yurdundan sürgün edildiği bir çatışma süreci yaşandı. Sünnilerin temsilcilerinin açıklamalarına göre Caferi’nin başbakanlığını yaptığı geçici hükümet döneminde 40 bin Sünni, devlet güçlerince, esasta da Şii güçler tarafından katledilmiştir. Özellikle Şii’lerin kutsal olarak gördüğü “Askariya Türbesi”nin kubbesinin uçurulması ve diğerlerine saldırılar, Şii’lerin Sünnilere karşı saldırıları başlatmasına, yüzlerce camiye saldırmasına gerekçe oldu. Hükümetin Sünnileri korumadığı iddiasını öne süren Sünni kesimin temsilcileri (Irak Uyum Cephesi, 44 milletvekiline sahip), hükümet kurma görüşmelerinden çekildi. Türbe-cami çatışması yüzlerce insanın kurşuna dizilerek öldürülmüş olduğu, cesetlerin ortaya çıktığı; otobüs ya da minibüslerin durdurularak işçilerin kurşuna dizildiği vb. çatışmaların yoğun olduğu bir süreçte, sadece Bağdat’ta, Nisan ayında öldürülenlerin sayısı 1000’i geçti. Hükümet kurma görüşmeleri
sürerken Irak-Güney Kürdistan kelimenin gerçek anlamında düşük düzeyde bir iç savaş yaşıyordu. Şubat ayındaki mezhep çatışmalarının yoğunlaşması hükümet kurma görüşmelerini zora sokarken Mart ayı başında Caferi’nin Irak yönetimini temsil eden diğer kurum ve yetkililere haber vermeden Ankara’yı ziyareti bardağı taşıran son damla oldu. Cumhurbaşkanı Talabani, Caferi’nin yapacağı herhangi bir anlaşmanın Irak yönetimini bağlamadığını, Caferi’nin seçimlerden sonra atanan ve güvenoyu alan bir başbakan olmadığının da altını çizdi. Caferi’nin taraf lara eşit düzeyde yaklaşmadığını, bir nevi Şii diktatörlüğünü kurmak istediğini açıklayan Kürtler ve Sünniler, kurulacak hükümette Caferi’nin başbakanlığını kabul etmeyeceklerini; “ulusal birlik hükümeti”nin kurulması için ön koşul olarak Caferi’nin geri çekilmesi ve yerine Şii’ler tarafından bir başkasının başbakan adayı olarak belirlenmesini dayattılar. Kürtlerle Sünnilerin bu tavrı, esas olarak ABD emperyalizminin tavrıyla örtüşüyordu. Caferi’nin dinci ve bir ara ABD emperyalizminin işgalci güçlerine sıcak günler yaşatan Şii lider Mukteda El Sadr ile yakın ilişkileri var. ABD empeyalizmi Caferi’nin başbakanlığına sıcak bakmamaktadır. Bu sefer kurulacak hükümetin geçici hükümet olmaması, kısa süreli “gözyummaya” da imkan vermemektedir. ABD emperyalizmi İçişleri Bakanlığı ile Savunma Bakanlığı’nı İran yanlısı olabilecek Şii’lere bırakma yanlısı değil, bunu açıkça da ifade etmiştir. Bunun doğrudan bir sonucu olarak ABD emperyalizmi Kürtlerle Sünnileri destekleme ve Şii’lere kimi talepleri kabul ettirme mücadelesi vermek zorunda kaldı. Irak’ın üçe bölünüp bölünmeyeceği, iç savaşın yaşanıp yaşanmadığı, Caferi’nin başbakanlık adaylığından geri çekilip çekilmeyeceği vb. tartışmalar, çelişkiler, Caferi’nin geri çekilmeyeceğini açıklaması ve bu konuda direnmesiyle daha da kızıştı. İktidar dalaşının Irak-Güney Kürdistanlı güçler arasında hükümet kurmayı geciktirdiği yerde sabırları tükenen ABD ve İngiliz emperyalizminin dışişleri bakanları Bağdat’a gitti. Başta Caferi olmak üzere hükümet kurmaya zorluk çıkaran siyasetçilerin kulakları çekildi, ya da Türkiye’de çokça söylendiği gibi “balans ayarı” yapıldı… Kürtlerin ve Sünnilerin talebine işaret ederek başbakan olacak kişinin tüm Iraklıları
panorama birleştirecek yetenekte olması gerektiğini söylediler Caferi’ye. Caferi, “Bu, demokrasi mekanizmasının işlemesiyle ulaşılan bir sonuç. Ben de bunu savunuyorum. Irak’ta demokrasiyi korumakla görevliyim. Irak’ı kimin yöneteceğine de demokrasi karar vermeli. Irak halkının kararına saygı göstermeliyiz.” (6 Nisan tarihli medyadan) tavrını takındı. Böylece kendince Caferi demokrasi savunucusu kesiliyordu… İşgalci güçlerin temsilcileri “demokrasi”nin kendileri açısından ne anlama geldiğini gösterdiler Caferi’ye. Burjuva demokrasisinin Irak’ta zaten olmadığı, işgal yönetiminin olduğu gerçekleri bir kenara bırakılsa bile, halkın kararının sömürücüler için, emperyalistler, işgalciler için hiç bir değerinin olmadığını, kendi “kaderi” somutunda görmek zorunda kaldı Caferi…
Böylece işgalden sonra ilk “geçici olmayan” hükümetin kurulması gerçekleşmiş, önceden içeriği belirlenen “geçiş takvimi” de tamamlanmış oldu. Irak-Güney Kürdistan’daki sorunlar ve çelişkiler ise varlığını değişik biçimlerde sürdürüyor.
10
Emperyalistler, işgalciler için halkın kararının sadece bir yerde önemi ve değeri vardır: Kendi çıkarlarına uygun olduğu yerde… Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde de dört veya beş yılda bir halkın seçim sandığına gidip oy kullanması gerçekte burjuvazinin egemenliğinin üzerini örtmenin bir aracıdır. Caferi’nin Şii kesimin temsilcisi olarak “içte” yürüyen iktidar dalaşında demokrasi yanlısı veya savunucusu kesilmesi anlaşılırdır fakat karar verici merciin Irak-Güney Kürdistan halkları ve onların sandıktaki oyları olmadığı, bu somutta da çok açık ortaya çıktı. Karar verici olanlar, işgalci güçlerdi, verdiler de! Rice ve Straw’ın ABD ve İngiltere’nin sabrının taştığını artık hükümet kurma zamanı geldiğini Caferi’ye doğrudan iletmeleri, Şii kesimin Kürtlere ve Sünnilere daha fazla “haklılık” payı verecek tavırlardan kaçınması vb. tavırlar, hükümetin kurulmasının önündeki bu engeli ortadan kaldırdı. Caferi eğer Şii kesim uygun görürse –ona göre tayin eden onlardı– geri çekilmeye hazır olduğunu ilan etti. Şii kesim Caferi yerine Maliki’yi başbakanlığa önerdi. 22 Nisan’da toplanan parlamento, Talabani’nin devlet başkanlığı görevini yeniden onayladı, böylece Talabani gelecek dört yıllık süreçte bu görevine devam edecek. Talabani yeniden seçilir seçilmez yeni başba-
kan adayı Maliki’yi hükümeti kurmakla görevlendirdi. Devlet Başkanı yardımcıları –biri Şii biri de Sünni kesimden– seçildi. Devlet başkanı Kürt, Başbakan Şii olunca Meclis Başkanı da Sünni kesimden Mahmud El Meşhedani seçildi. 22 Nisan’da yeni hükümeti kurma görevini alan Maliki, yasaya göre 30 gün içinde kabinesini meclise sunması gerekiyordu. Buna uygun olarak 20 Mayıs’ta Maliki kabinesini açıkladı. Meclis hükümeti onayladı, bakanlar yemin ederek görevbaşı yaptı. 30 günlük süre içinde kurulan hükümette ama içişleri ve savunma bakanlığı gibi bakanlıkların kime verileceği hâlâ belli değil. Görünen o ki, bu bakanlıkların kime verileceği bağlamında pazarlıklar bitmeden bir an önce –30 günlük yasal süreç aşılmadan– hükümetin kurulması istenmiş… Böylece işgalden sonra ilk “geçici olmayan” hükümetin kurulması gerçekleşmiş, önceden içeriği belirlenen “geçiş takvimi” de tamamlanmış oldu. Irak-Güney Kürdistan’daki sorunlar ve çelişkiler ise varlığını değişik biçimlerde sürdürüyor. Maliki esas olarak Caferi’den özde değişik bir siyaset savunmamaktadır. Başbakanlığı döneminde Caferi’nin danışmanlığını yapan, Şii kesimin temsilciliğinde “sekter” olarak değerlendirilen ve açıkça Şii yanlısı olan; işgale karşı direniş gösterenleri şiddetle ezmekten yana olan ve çıkarılan yasalarda katkısı bulunan biri. Bu nitelikleri gözönüne alındığında, Maliki, ABD ve İngiliz emperyalizminin bir an önce hükümetin kurulması için dayatmasıyla, Sünni ve Kürtlerin de bu temelde onay verdiği, tarafların üzerinde zorunlu uzlaşma sağladığı bir başbakan olarak değerlendirilebilir. ABD emperyalizminin Irak’ta Vatikan büyüklüğünde dünyanın en büyük elçiliğini inşa etmekte olduğu, Bush’un Irak’tan çekilme işinin gelecek başkanların döneminin işi olduğunu açıkladığı; Rumsfeld’in işgalin üçüncü yıldönümünde “Irak’tan çekilmek, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’yı Nazilere bırakmaya” benzettiği durumda, Irak-Güney Kürdistan’daki işgalin değişik biçimlerde de olsa daha uzun süreceği ve işgale karşı mücadelenin varolacağı açıktır. Maliki önderliğinde kurulan hükümet esas olarak işgalcilerin belirlediği çerçevede hareket etmek zorundadır. Uymadığında yeni “balans ayarları” gündeme getirilir. IrakGüney Kürdistan’da formel olarak hükümet kurulsa da, gerçek yöneticiler emperyalistlerdir. Askeri işgal gücü hesaplanmasa bile, ABD emperyalizminin üçbinden fazla “sivil yöneticisi” Irak’tadır ve gerçek iktidar sahipleri işgalcilerdir. Irak-Güney Kürdistan önümüzdeki süreçte de dünya kamuoyunu meşgul edecek gelişmelere gebedir… 21 Mayıs 2006
Bu Kitapları isteyin, okuyun, okutun...
DÖNÜŞÜM YAYINLARI
5 200 imli lık ir Ara 0 İnd esi 4 t % t Lis a Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • •
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• • • • • • • • • •
GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• • • •
KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
15 -16 HAZİRAN BÜYÜK İŞÇİ DİRENİŞİNİN 36. YILDÖNÜMÜNDE:
Biz durursak hayat durur! 15-16 Haziran, Türkiye’de de işçiler eğer birlikte hareket ederse, onlara rağmen hiçbir şeyin yapılamayacağını gösteren şanlı bir mücadele tarihidir. Gün 15-16 Haziran’dan öğrenme günüdür…
P
arçalanmışız. Milliyetlere, dine, mezheplere göre bölünmüşüz. Geldiğimiz yöreye göre bölünmüşüz. Hemşerilerimiz başkalarından önde gelir. Kadın/ erkek olmamıza göre saf lanmışız. Sözleşmeli olanımız var. Sözleşmesiz çalışanlarımız var. Gencimiz, yaşlımız, kıdemlimiz, kıdemsizimiz var. Aramızda büyük ücret farklılıkları var. Büyük bir bölümümüz işsiz. Aç ve açıkta kalmamak için her işi her ücrete her şarta yapmaya hazır. Yeter ki işi olsun. İşi olanlarımızın çoğu işini kaybetme korkusu ile yaşıyor. İşini kaybetmemek için onurunu çiğnetmeye hazır olan, en yakın iş arkadaşını gammazlamaya –yüreği cıs ederek de olsa– hazır olanımız hiç de azımsanacak sayıda değil. Patronlar bizim aramızdaki farklılıkları, bölünmüşlükleri alabildiğine kullanıyor bizi daha fazla sömürmek için. Aramızdaki farklılıkları, bölünmüşlükleri ayakta tutuyor, derinleştiriyorlar. Çünkü onlar şunu çok iyi, bizim bir çoğumuzun bildiğinden daha iyi biliyorlar: Onlar işçileri, eğer işçiler birleşir, birlikte hareket ederse, sö-
müremezler! İşçiler ve diğer emekçiler bütün sömürü toplumlarında toplumların büyük çoğunluğunu oluşturur. Sömürenler hep toplumun küçücük bir kesimidir. Ama onlar küçücük bir azınlık olmalarına rağmen, büyük çoğunluğu sömürebilmekte, toplumun efendileri olabilmektedir. Bu ancak büyük çoğunluğu oluşturanların; küçük sömürücü azınlık karşısında paramparça olması, kendi ortak çıkarlarının ve ortak düşmanlarının ne olduğunun bilincinde olmamaları, birlikte hareket edememeleri sonucu olabilir ve oluyor. İşçiler, emekçiler toplumun yalnızca büyük çoğunluğunu oluşturmakla kalmıyorlar. Bizler aynı zamanda bütün toplumlarda toplumun zenginliğinin gerçek yaratıcılarıyız. Üreten biziz! Bütün zenginlikler bizim elimizin emeği, gözümüzün nuru, alnımızın teri, bizim çalışmamız sonucu yaratılıyor. Yaratan biziz! Biziz üreten ve yaratan ve fakat ezilen, sömürülen, horlanan, yarattığımız zenginliklerden en az pay alan da biziz. Bizi sömürenlerin, elimizin eme-
İÇİNDEKİLER 15-16 Haziran: Biz durursak hayat durur! . . . . . . . . . . . . . . . . Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak için direnmeye devam ediyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İLERİ Deri işçileri, bir dizi saldırıya rağmen hakları için direnmeyi sürdürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . . Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor! . . . 28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da “İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor... . . . . . . . . . . . . Kapitalist Kar Hırsı İşçiyi Katlediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Mayıs 2006’nın ardından . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Castle&Blair işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sendika çalışanları yönetimin emir kulu değildir . . . . . . . . . SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor . . . . . . . . . . . . . . Hava – İş hükümeti protesto etti! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Daimler-Chrysler’in cürümleri… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1 2 3 3 4 5 6 7 8 9 10 11 11 12
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ğine, gözümüzün nuruna el koyup zengin olup, toplumun efendisi konumuna gelenlerin en büyük silahı bizim bölünmemizdir. Onlar bu durumu sonsuzlaştırmak için bir sürü silah yaratmıştır. İdeolojik olarak, kendi ideolojilerini bize kabul ettirmişlerdir. Tanrıları yaratıp bize tevekkülü, bize şükretmeyi öğretmiş, her şeyin ilahi bir nedeni olduğu yalanına inandırmışlardır bizi. Bu dünyada zenginlik onlara, olmayan bir başka dünyada cennet bize ile avutmuşlardır bizi yüzyıllardır. Zenginliklerinin sömürü sonucu değil, kendilerinin çok çalışmaları sonucu olduğu yalanına inandırmışlardır bizleri. Sınıf kardeşlerimizi bize düşman olarak tanıtmışlardır. Aramızdaki farklılıkları düşmanlık nedeni olarak göstermiş, bizi birbirimize kırdırmışlardır. Kimimizi küçük rüşvetlerle satın almış, diğerlerimize karşı kullanmışlardır. Siyasi olarak, kendi çıkarlarının koruyucusu bir aygıt olan devletlerini bize bizim devletimizmiş gibi yutturmuşlardır. Mülksüzlere karşı örgütlü haksızlık olan adaletlerini bize bağımsız, herkesin hizmetinde yargı olarak satmışlar, bizi buna inandırmışlardır. Çıkarlarının pazarlık arenası olan parlamentolarını bize “milletin egemenliğinin arenaları”, kendi çıkarlarının savunucusu siyasi partileri “halkın çıkarlarını savunan siyasi örgütler”, sadece bizi ezenlerin kim olacağını arada bir belirleme hakkımız olan seçimleri, demokrasinin araçları olarak tanıtmış, bu yalanlara inandırmışlardır bizi. Ellerindeki bütün araçlarla, küçük yaştan itibaren okul eğitimi ile, bütün hayatımız boyunca medya ile beyinlerimizi esir almış, kendi düzenlerini, değişmez bir kader olarak beyinlerimize nakşetmişlerdir. Sonuçta, bu düzenin berbatlığını gören bir çoklarımız için bile “kötü ama bir şey değişmez” ya da “ben ne yapabilirim ki” denen bir durum çıkmıştır ortaya. Bu sömürücüler için ballı börek, biz emekçiler için mutlaka kırmamız, aşmamız gereken lanetli bir durumdur. Biz kendi gücümüzün farkına varmalıyız. Biz eğer bir sınıf olarak gücümüzün farkına varırsak ve bu gücün bilincinde davranırsak, bize rağmen hiçbir şey yapılamaz. Bizim gücümüz üretimden gelmektedir. Biz durursak, üretmezsek, hayat durur. Patronların o güya ilahi zenginliklerinin kaynakları bir anda kurur. Onların elindeki yine bizim emeğimiz olan sermaye, eğer biz işçiler durursak hiçbir işe yaramaz. Önemli olan bizim birleşmemiz, birlikte haklarımızı aramamız, birlikte patronların karşısına
çıkmamızdır. O zaman istediklerini, istedikleri gibi gerçekleştiremezler. Ve biz birlikte hareket ettiğimiz her mücadelede gücümüzün daha fazla farkına varırız, daha fazla birlikteliğin ve örgütlü mücadelenin gereğini kavrarız, mücadele içinde, kendi deneyimimizle, sorunun gerçek çözümünün bir bütün olarak sömürü sisteminin yıkılmasından geçtiğini kavrarız. Onu kavradık mı ve ona uygun davrandık mı, yeni bir dünyanın patronsuz sömürüsüz bir dünyanın yolu açıktır bize. Mümkün mü bu? Mümkün olduğunu dünya devrim deneyleri, sosyalist inşa deneyimleri gösterdi. Şimdi bir zamanların sosyalist ül-
kelerinden geriye fazla bir şey kalmadığı, bu deneyimler sırasında işçilerin emekçilerin muazzam kazanımlar elde ettiği gerçeklerini ortadan kaldırmıyor. İşçiler, emekçiler birlikte hareket ettiklerinde, patronların ve onların devletinin nasıl acizleştiğini gösteren Türkiye deneyimleri de var. Bunların en önemlilerinden biri kuşkusuz 15-16 Haziran büyük işçi direnişidir. 15-16 Haziran 1970’de iki günlük direniş eylemlerinde Türkiye işçi sınıfı en yoğun olduğu alanda, en başta İstanbul’da on binlerce sokağa çıkarak o zamanki Demirel hükümetinin işçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğünü olağanüstü kı-
sıtlayan bir yasa değişikliği taslağına karşı çıktı. Polisle çatışmalar oldu. Yer yer ordu barikat kurdu değişik semtlerden fabrikalardan çıkarak yürüyen işçilerin birleşmesini önlemek için. Barikatları kağıttanmış gibi parçalayarak aştı işçiler. Dost düşman gördü işçi sınıfının gücünü. Hükümet yasa değişiklik tasarısını geri çekmek zorunda kaldı. 1 5 -1 6 H a z i r a n , Türkiye’de de işçiler eğer birlikte hareket ederse, onlara rağmen hiçbir şeyin yapılamacağını gösteren şanlı bir mücadele tarihidir. Gün 15-16 Haziran’dan öğrenme günüdür… Gün gücümüzün farkına varma, birleşme, birlikte mücadele etme günüdür. Çaresiz değiliz, boynu bükük durmamız gerekmiyor! Sınıf kavgasında birleşerek yerimizi alalım! Kaybedeceğimiz bir şey yok zincirlerimizden gayrı. Kazanacağımız sömürüsüz bir dünya var! 18 Mayıs 2006
Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak için direnmeye devam ediyor!
Ç
orlu Organize Deri Sanayi Bölgesinde kurulu Birsinler Deri Fabrikası’ndan sendikalaştıkları için işten atılan 17 işçisi patronların ve devletin bir dizi saldırılarına rağmen 311 gündür direniyor. Okurlarımıza bu direniş hakkında daha önce çeşitli sayılarda ve en son 99. sayımızda bilgi vermiştik. YDİ ÇAĞRI olarak Mayıs ayı başlarında ziyaret ettiğimiz işçiler, direnişlerinin 5. ayında eski patronu tarafından fabrikalarının işçi haklarını gaspetmekte hayli sicili kabarık olan ve azılı bir sömürücü olmakla nam salmış komşu fabrikanın (Güneş Deri Fabrikası’nın) sahibi olan Şinasi Güneş’e sattığını belirttiler. Sendikanın yetkisinin fabrikanın satışından önce kesinleştiğini ifade eden işçiler TİS’i yeni patronla yapacaklarını, fakat bölgenin tüm patronları tarafından desteklenen bu zalim sömürücü patronun böyle bir direnişle yola gelmeyeceğinin bilincinde olduklarını, yakında gelecek grev kararıyla birlikte dişe diş bir mücadelenin süreceğini belirttiler. 17 işçi olarak, yaklaşık bir yıl önceki var olan direnme kararlılıklarını ona katlamış olarak ve daha bilinçli birer işçi olarak kazanana kadar direneceklerini söylediler. İşçiler, Organize Deri Sanayiinde çalışan beş bine yakın işçiden ciddi bir destek görmediklerini, örneğin komşu fabrikada çalışan ve çoğunun asgari ücretle sigotasız çalıştırıldığı 60 işçinin içinden sadece 10-15 işçinin geçerken selam verdiğini, diğerlerinin “işten atılırım korkusuyla” dönüp kendilerine bakmaya bile cesaret edemediğini anlatırken anda sını-
fın ne durumda olduğunu da özetliyordu. Bu yüzden YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak işçilerin ücretli kölelik barbarlığına karşı direnişleri sözkonusu olduğunda hep yaptığımız çağrıyı bir kez daha yineleyelim: Tüm sınıf bilinçli işçi ve emekçileri anda yürüyen direniş ve grevlere maddi ve manevi destekte bulunmaya çağırıyoruz. Unutmayalım kazanmak için en güçlü silahlardan biridir DAYANIŞMA...! Mayıs 2006 NOT: Çorlu Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde 1,5 yıldır direnen ve şu an grevde olan İleri Deri işçileri ile bir yıla yakın süredir direnişte olan Birsinler Deri işçileriyle dayanışmada bulunmak isteyenler için irtibat telefonları: DERİ- İŞ SENDİKASI ÇORLU TEMSİLCİLİĞİ: (0282) 686 19 82 SENDİKA TEMSİLCİSİ ALİ BAYRAM: (0536) 342 14 96
Ü
Sendikalaştıkları için işten atılan MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim!
lkenin çeşitli yerlerinde sendikalı olmak için mücadele eden ve direnişe geçen işçilere, Tuzla / Aydınlıköy’de bulunan MİTO işçileri de katıldı. Uzunca bir üretim geçmişine sahip olan bu fabrika esas olarak dış pazara yönelik filtre üretimi yapıyor. İhracat yaptığı ülkelerin başında; İtalya, Belçika, Avusturya, Almanya, İngiltere, Macaristan, Yunanistan geliyor. MİTO işçilerinin Birleşik Metalİş’de, yaklaşık dört ay süren sendikal örgütlenme sürecinin sonucunda 31 Mart günü örgütlülükleri patron tarafından açığa çıkarıldı ve bu süreçten sonra işçiler çeşitli gerekçelerle işten atılmaya başlandı. Bölüm bölüm işten atılan işçilerin şu andaki sayısı 43. Bunlardan 6 tanesini kadın işçiler oluşturuyor. 3 Nisan’da direnişe geçen işçilerin eylemi, fabrikanın önüne kurdukları çadırda sürüyor. İşçilerin direnişine içerde çalışan işçilerden de destek geliyor. İçerdeki işçiler yemek boykotu, iş yavaşlatma ve mesaiye kalmama ile işten atılan işçilerin tekrar işe alınması için da-
yanışma eylemleri yapıyorlar. Buna karşı patron da içerdeki sendikalı işçileri sendikadan istifaya zorluyor. Patronun taşeron ile çalıştığını belirten işçiler, kendileri işten atıldıktan sonra patronun yeni ve genç işçileri işe alarak sendikal örgütlülüğü tasfiye etmeye çalıştığını belirtiyorlar. Konuştuğumuz direnişçi işçilerin hepsi ne kadar zor koşullarda çalıştıklarını anlattılar. Yıllarca çalışıyor olmalarına rağmen ücretlerine herhangi bir zam alamıyorlar. Bütün işçiler asgari ücret ile çalıştırılıyor, zorla mesaiye bırakılıyorlar, aylık ücretlerini ancak bir sonraki ayın sonlarında alabiliyorlar. Şu anda işten atılan işçilerin iki aya
yakın maaşları içerde bulunuyor. Patronun ve ustabaşının taciz, dayak ve küfürlerine maruz kalıyorlar. İş arasında tuvalete gitmelerine izin verilmiyor. Bazı işçilerin hasta oldukları ve bu doktor tarafından rapor edildiği halde işten atıldıklarını söylüyorlar. İşçiler sendikanın ortaya çıkması ve direnişe geçmelerinden sonra patronun fabrikanın içinde ve dışında olmak üzere toplam 83 tane kamera taktırdığını, uzaktan ses kaydı da yapabilen bu kameraların her birinin fiyatının bir milyardan aşağı olmadığını belirttiler. Direnişte olan işçiler sendika aracılığı ile işe iade davası açtıklarını, sendikalı olarak tekrar işe alınıncaya kadar direnişlerine devam edeceklerini belirttiler. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmadığının çok iyi farkında olduklarını dile getiriyorlar. İşçiler ziyaretimizde bizleri şu sloganlarla karşıladılar: “Sendika hakkımız, söke söke alırız”, “Kahrolsun sermaye uşakları”, “Direne direne kazanacağız”. Çeşitli kitle örgütleri ve Güney Kültür Merkezinin içerisinde yer
aldığı Koordinasyonun bileşenleri olarak grev ve direnişte olan işçiler ikinci kez ziyaret edildi. Aynı ziyarette diğer direnişlere göre henüz yeni olan MİTO işçileri de 47. gününde ziyaret edildi. Daha önceki ziyaretlerimizde direniş hakkında bilgi almıştık. Bu ziyarette işçiler özellikle sendika tarafından yalnız bırakıldıklarını, direnişlerini duyurmak için bir çok etkinlik planladıkları halde sendika şubesinin buna yanaşmayarak bekleme tavrı içerisine girdiğini dile getirdiler. İşçilerle yaptığımız konuşmalarda sendikal örgütlenmenin önemli olduğunu fakat tek başına sendikanın kendileri için hak arayacağını sanmanın da yanlış olduğunu, bir taraftan sendikaya adım atması için baskı yapılırken esas olarak işçilerin kendilerini sendika olarak görüp kendi gücüne dayanarak hareket etmeleri gerektiğini belirttik. Bunda da en belirleyici olanın işçilerin güçlü birliği ve direnme azmi olduğunu vurguladık. Nisan 2006
İLERİ Deri işçileri, bir dizi saldırıya rağmen hakları için direnmeyi sürdürüyor lisin kendilerine bunca kinle öldüresiye kazma sapı gibi sopalarla saldırısında 6 arkadaşlarının yaralandığını, bir kadının atılan dayaklardan bayıldığını, her 33 arkadaşlarının polislerin tekme tokat ve sopalarla 1,5 saatlik çatışmadan sonra gözaltına aldıklarını anlattılar. Gözaltında da polislerin kendilerine küfür ve tacizlerle saldırılarına devam ettiklerini belirten kadın işçiler, genelde basın ve TV kanallarının neden böyle anlarda gelip görüntü almadığını, aldıklarını da neden yazmadığını veya göstermediğini sordular ve kendilerinin medyası olarak gördükleri bizlere de o gün orda olmadığımızdan ötürü sitemde bulundular. İşçiler, patronun “İleri Deri” tabelasını çıkarıp yerine “Müge Deri” tabelasını asmakla ayrı bir fabrikaymış gibi gösterme ve böylelikle sendikalı işçi çalıştırmakdan kurtulma çabasına karşılık kazanana kadar direnmeye devam edeceklerini belirtirken,
bunca saldırılara karşı tüm duyarlı çevreleri kendileriyle dayanışma çağrısında bulundular. Bizler bu eleştirilerinde haklı olduklarını, çünkü burjuva medyanın da kendilerine yapılan haksızlıkları yazmayacağını, yazarsa çarpıtarak tersini yazacağını anlattık. İşçiler ayrıca işe iade davasının henüz sonuçlanmadığını, bunca zamandır direnişte olan işçiler olarak devletin nasıl bir patron devleti olduğunu en ufak bir sorunda kendini açık şekilde gösterdiğini çok iyi anladıklarını ifade ettiler. Mayıs 2006
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
T
ekirdağ- Çorlu Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde kurulu İleri Deri fabrikasında çalışan 40’a yakın işçi düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına karşı yaklaşık 1,5 yıl önce Deri–İş Sendikası’nda örgütlenmişlerdi. Bunun ardından işçilerden 35’i toplu olarak işten çıkarılmıştı. Bu nun üzerine işçi lerden 34’ü 13,5 ay patronun ve devletin bir dizi saldırısına rağmen, yaz-kış demeden fabrikanın önünde direnişlerini sürdürdüler. Geçtiğimiz Mart ayı başında 1 yıldır süren yetki davasını kazanan sendika patronu TİS görüşmelerine çağırmış, fakat patron görüşmelere gelmeyince sen-
dika bir Basın Açıklaması ile fabrikaya grev ilanını asmıştı. (Bu Basın Açıklaması ile ilgili daha geniş bilgi için gazetemizin 99. sayısının 12. sayfasına bakılabilir.) D i r e n i ş l e r i n i n 14 . ayında fabrikanın kapısına asılı grev ilanlarını 12 Nisan 2006 günü uygulamaya sokmak isteyen işçiler, o güne kadar kaçak çalışan işçilere o günden itibaren çalışamayacaklarını, fabrikaya giremeyeceklerini hatırlattılar. Bunun üzerine bir yıldan fazladır yasadışı üretim yapan ve iki aydır grev ilanına rağmen hiçbir yasa tanımayarak kaçak sigortasız işçi çalıştıran patronun şikayetiyle “tarafsız hukuk devletinin” Çorlu Emniyet Müdürlüğü 33 işçinin üzerine 100’e yakın çevik kuvvet polisini panzerlerle saldırtarak işçileri linç etmeye çalıştı. Onüç buçuk ayı direnişte son ikibuçuk ayı da grevde geçiren İleri Deri Fabrikası’nın bu direngen işçilerini YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak direnişlerinin 460. gününde ziyaret ettiğimizde, po-
Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor! Polislerin var güçleriyle ellerindeki coplarla kafasına vurduğunu belirten R. Gençay bu kadar işçinin yıllardır haksızlıklara uğradığı halde bir gün gelip patronlara niçin böyle yapıyorsunuz demeyen, bu acımasızca devlet görevlilerin hangi sınıfa hizmet ettiklerini bir kez daha çok açık bir şekilde gördüğünü söyledi.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
stanbul – Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bulunan DESAN Tersanesi’nde çalışan 55 işçi 10 gündür ücret alacakları için işyerinin önünde direnişini sürdürüyor. DİSK/Limter – İş Sendikası’nda örgütlü olan işçiler, 2,5 aydır ücretlerini alamadıklarını, bu süre içinde defalarca patronu uyardıklarını fakat bir türlü ücretleri ödemeyen patronun kendilerine iftiralar atarak polisi üzerlerine saldırttığını belirttiler. Bu kadar açık bir şekilde haksızlığa uğrayan işçiler sendikaları önderliğinde 30 Mayıs 2006 günü İstanbul- Taksim’de bir Basın Açıklaması yaparak kendilerine yönelik patronun ve devletin haksız saldırılarını protesto ettiler. Taşeronculuğun ve yevmiyeli çalıştırmanın yaygın olduğu tersanelerde, düşük ücretle sigortasız, sendikasız, can güvenliğinden yoksun bir şekilde ve hak ettikleri ücretleri de aylarca alamamanın kural olduğunu belirten işçiler ertesi günü (31 Mayıs 2006 günü) Tuzla –Tersaneler yolu girişindeki İstanbul Tersanesi önünde sabah erkenden toplanarak kortej halinde DESAN Tersanesi’ne kadar yürümek istediler. Tersanelere giden yolu trafiğe kapatan DESAN Tersanesi işçilerini diğer tersanelerde çalışan yüzlerce işçi ya yürüyüş koluna katılarak ya da alkışlayarak destekledi. Patronların Özel Güvenlik görevlileri gibi hareket eden polis bir dizi provokatif tavır ve tehditlere rağmen işçilerin yürüyüşünü engelleyemeyince biber gazı ve coplarla işçilere saldırdı. Üçü ağır 7 işçinin yaralandığı bu saldırıda içinde LİMTER- İş Sendikası Başkanı ve yöneticile-
rinin de olduğu 37 kişi gözaltına alındı. Polisin yaralı bir şekilde gözaltına aldığı işçilere doktorların rapor vermesini engellemek için yoğun çaba göstermesi dikkat çekici idi. İşçiler sa ldırının ardından DESAN Tersanesi önünde toplandı. Bu saldırıyı protesto eden işçiler polisten gözaltına aldığı arkadaşlarının derhal serbest bırakmasını istediler. Aksi taktirde Tuzla Emniyet Müdürlüğüne ve Kay ma kamlığa y ürüyecek leri uyarısında bulundular. DESAN Tersanesi önünde eylemli bekleyişini sürdüren işçilere polis tekrar saldırdı. Atılım, Özgür Radyo vb. devrimci basın ve yayın kurumlarının muhabirleri çekim yapmamaları yönünde polis tarafından tehdit edildiler. Bu işçi eylemine başta Birleşik –Me t a l-İ ş S e nd i k a s ı G e ne l Merkez Yöneticileri ve bazı Daire Başkanları olmak üzere TekstilSen Başkanı, Genel- İş Sendikası 3 Nolu Bölge Başkanı ve EMEP ilçe yöneticileri direnişçi işçileri ziyaret ederek destek verdiler. Ayrıca Birleşik Metal –İş Sendikası Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz Danimarka ve Kanada’daki sendikalara DESAN Tersanesi işçilerine saldırıyı anlatarak DESAN’la iş yapan Danimarka ve Kanada’lı firmalar üzerinde baskı oluşturma çağrısı yaptı. Yine DİSK / LİMTER – İŞ S e nd i k a s ı 3 H a z i r a n 2 0 0 6 Cumartesi günü DESAN Tersanesi önünde bir Basın Açıklaması yaparak bir kez daha hem tersane patronlarının hak gasplarını hem de devletin polisinin düşmanca saldırılarını -12 gündür yaşanan-
lar örnek gösterilerek- protesto etti. Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Cem DİNÇ ve DİSK Genel Sekreteri Musa Çam yaptıkları açıklamalarda, patronların ve devletin yasalara uygun davranmadığını, işçilere ve emekçilere topyekün saldırı içinde olduklarını, SSGS yasalarını IMF isteği doğrultusunda çıkardıklarını, Tuzla tersanelerinde 25 bin işçinin %10’unun bile yılda birkaç gün sigortalı gösterildiğini, yeni SSGS’ye göre 9 bin prim gün sayısını hiçbir işçinin veya memurun tamamlayamayacağını, bunun hiç mümkün olmayacağını, her ay bir işçinin yaşamını iş kazasında yitirdiğini, her hafta da tersanelerde 2-3 kişinin bu kazalarda yaralandığını ifade ettiler. Bu yasadan dolayı emekli olamayacak devletin emniyet görevlisi polislerin bunlara karşı çıkan işçiyi- emekçiyi coplayıp onlara gaz bombalarıyla saldırmasının ülkenin temel çelişkisini gösterdiğini söyleyen Çam sermaye sınıfına karşı işçilerin hak mücadelesinde mutlaka kazanacağını belirtti. Li mter-İş Send i k ası Genel Başkanı Cem DİNÇ, tersanelerdeki kölece sömürü ve baskılara karşı Ocak ayından beri bir mücadele kampanyası ile yollarına devam ettiklerini hiçbir saldırı, karalama, tehdit, gözaltının kendilerini yıldıramayacağını, kazanana kadar mücadeleye devam edeceklerini belirtti. Basın Açıklamasına katılan işçilerin önemli çoğunluğu DESAN Tersanesi işçileri ve az sayıda diğer tersanelerdeki işçilerdi. Burjuva basının hiç olmadığı bu Basın Açıklamasına devrimci ve demokrat basın dışında DİSK Genel Merkez Yöneticileri,
DİSK/Emekli-SEN, DİSK/GenelİŞ Sendikası İstanbul 3 Nolu Bölge ile Genel-İŞ İstanbul 1 Nolu Şube Başkanları, DİSK/Nak liyat-İŞ Sendikası Genel Başkanı, KESK/ Eğitim SEN İstanbul 5 Nolu Şube, Deri-İş Sendikası Tuzla Şube Başkanı, ESP, EMEP (Tuzla) temsilci ve yöneticileri de katılarak destek verdiler. Basın Açıklamasından sonra YDİ ÇAĞR I Gazetesi olara k DESAN Tersanesi’nde çalışan işçilerle yaptığımız sohbette, 4 aylık genç bir işçi olan Resul GENÇAY ve 61 yaşındaki Yaşar KURGUN DESAN Tersanesi’nde bin kişiye yakın işçinin çalıştığını, bu işçilerin hiç abartısız 50 taşeron firmaya dağıldığını, şu an direnişte olan 55 işçinin “MONTESAN” denilen taşeron bir firmanın işinde çalıştıklarını, çalışma ve yemek koşullarının kötü oluşunu “Köpeği bağlasan durmaz” sözleriyle anlattılar. Ücretlerin ödenmemesi yüzünden büyük bir sıkıntı yaşadıklarını, her tarafın yara ve yanık içinde kalarak düşük ücretlerle köle gibi aç çalıştırıldıklarını, buna rağmen ay sonunda onu da alamamanın ne demek olduğunu yaşayanların bilebileceğini, böyle bir haksızlığa karşı direnmenin ne kadar meşru ve doğru olduğunu belirttiler. Polislerin var güçleriyle ellerindeki coplarla kafasına vurduğunu belirten R. Gençay bu kadar işçinin yıllardır haksızlıklara uğradığı halde bir gün gelip patronlara niçin böyle yapıyorsunuz demeyen, bu acımasızca devlet görevlilerin hangi sınıfa hizmet ettiklerini bir kez daha çok açık bir şekilde gördüğünü söyledi. 03.06.2006
28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da “İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”… ILO’nun İş Güvenliği ve Sağlığı 17. Dünya Konferansı için hazırladığı rapora göre her yıl 2.2 milyon işçi, iş kazası ya da işten kaynaklı hastalıklardan ölüyor. Gerçek sayının bundan daha yüksek olduğunu ILO yetkilileri de vurguluyor.
K
Kongresi’nde yayınlandı), işyerlerinde yetersiz beslenme işçilerin sağlığını ve verimliliğini etkiliyormuş… ILO araştırmacıları bunu işçilerin daha iyi beslenebilmeleri, onların çalışma koşullarını iyileştirmek amacıyla ortaya koymuyor. Araştırmanın temel yaklaşımı, sermayedarlar için üretimin verimliliğinin nasıl ve hangi yollarla sağlanabileceğidir. Bu rapora göre gündelik mesai sırasındaki beslenme yetersizlikleri nedeniyle dünya çapında %20 oranında verimlilik kaybı ortaya çıkıyor. Daha fazla verim elde edebilmek için işçilerin beslenmelerinin daha sağlıklı hale getirilmesi lazımdır. İşçilere sermayedarların veriminin yükseltilmesi için ihtiyaç vardır vb. vb. İş kazası veya işin sağlığa zararlı olması meselesi de esas olarak sermayedarların bu mantığı çerçevesinde ele alınmaktadır. Buna rağmen ama ILO’nun raporlarına yansıyan ve kendilerinin de belirttiği gibi tam olmayan veriler, dünya çapında işçilerin iş güvenliği ve sağlığı bağlamında durumun kelimenin gerçek anlamında korkunç olduğunu gösteriyor. Yani olumsuz bir tablo ile karşı karşıyayız. ILO’nun İş Güvenliği ve Sağlığı 17. Dünya Konferansı için hazırladığı rapora göre her yıl 2.2 milyon işçi, iş kazası ya da işten kaynaklı
hastalıklardan ölüyor. Gerçek sayının bundan daha yüksek olduğunu ILO yetkilileri de vurguluyor. Örneğin ILO’ya göre 40 bin civarında olan ölümcül iş kazası olan Hindistan’da, ILO’ya bildirilen ölümcül kaza sayısı 222’dir. Bu örneklere de dayanarak çıkarılan sonuç, yaşanan kazaların önemli bölümünün kaydedilmediğidir. ILO verilerine göre her yıl iş kazalarına maruz kalan işçilerin sayısı 270 milyon civarındadır. 2005’te mesleki hastalığa yakalananların sayısı 160 milyondur. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre 1.7 milyon insan mesleğinde kaptığı hastalık sonucu ölmektedir. Kanser de bunlar arasındadır. Bu verilerin kimi başka açılardan görülmesi ise, yılda 12.000 çocuğun çalışırken ölmesi, 340.000 işçinin asbest ve benzeri zehirli çalışma maddeleri ile çalışmaları sonucu ölmesidir. Sadece asbestten dolayı yılda 100.000 insan ölmektedir. Sermayedarlar için üretimi verimli hale getirmenin yollarından biri de işçileri daha yoğun çalıştırmak, stres altında tutmaktır… Stres sadece çalışmanın yoğunluğundan değil, aynı zamanda her an kapıdışarı edilme tehditiyle karşı karşıya olmakla da sağlanır. Patron işçiyi, işçi kendini ya da iş
arkadaşını, iş arkadaşı onu strese sokar derken birkaç sene çalışmadan sonra hastalıklar kendisini göstermeye başlar. Kiminin midesi, kiminin barsağı, kalbi, ciğeri grev yapmaya başlar, ama işçi işyerini elde tutabilmek ve yaşamını idame etmek için çalışmayı sürdürür. Ta ki –eğer bu arada işyerini kaybetmediyse– kalp krizi, beyin kanaması vb. hastalıklar onu işten alıp götürene kadar… ILO, iş kazalarının gelişmiş ülkelerde azalmasına karşın dünya çapında arttığını tespit ediyor. Bunun nedenini de “hızlı kalkınma ve küreselleşmenin getirdiği rekabetçi baskılar” olarak açıklıyor. Kapitalistler arasındaki rekabetçi baskıların kapitalizmin varlığından beri var olduğunu eklersek, küreselleşme adına emperyalist dalaşın yoğunlaştığını, bu bağlamda rekabetin de kızıştığını vurgulamak gerekiyor. ILO’nun tespitini siz, kapitalistler dalaşıyor ve rakipleriyle rekabet edebilmek için işçilere yüklenebildikleri kadar yükleniyorlar diye okuyun. Evet, bu kapitalist rekabet iş güvenliğini ve sağlığını değil, rakiplerini geride bırakacak azami kârı elde etmeyi çıkış noktası almaktadır. Çıkış noktası bu olanların işçiler hasta olacak ve daha sonra ölecek diye zehirli maddeleri işletmekten kaçınacağını beklemek; işin hızını ve verimini düşürmesini beklemek; ya da işçilerin yorulup elini, kolunu, saçını makineye kaptıracak diye mola verme sürelerini uzatmasını beklemek eşyanın doğasına aykırıdır. ILO’nun işçilerle sermayedarlar ve hükümetler arasında bulduğu ortayol hemen hemen her zaman sermayenin otobanına çıkıyor…
TÜRKİYE’DE DURUM NEDİR? Aslında Türkiye’de iş kazaları ile ilgili doğru dürüst bir kayıt, döküm yoktur. İş kazalarının dökümünü yapmaya çalışanlar vardır
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ı s a a d ı IC F T U o l a n Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu, iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiren işçileri dünya çapında anmak için 28 Nisan’ı “Uluslararası Yas Günü” ilan etmiştir. Yine k ısa ad ı ILO ola n Uluslararası Çalışma Örgütü de ICFTU’nun ölmüş ve yaralanmış, ya da yaptığı işten dolayı hastalanmış işçileri anma gününü kurumsallaştırmak için 28 Nisan’ı “İş Güvenliği ve Sağlığı Günü” olarak ilan etmiştir. Kimileri de ICFTU’nun “Yas Günü” ilanının içeriğini kullanarak bu günü “İş kazası sonucu ölen, sakat kalan veya hastalanan insanları sendikal anma günü” olarak adlandırmaktadır. Sonuçta hangi isim verilirse verilsin, sorunun özü, iş kazaları, iş sağlığı, daha doğrusu işin insan sağlığı için güvenli olup olmadığıdır. I L O G e ne l Müdü r ü Ju a n Somavia’ya göre “İş güvenliği ve sağlığı insana yakışır işin vazgeçilmez gerekliliğidir.” Oysa gerçekler kapitalist toplumda insana yakışır işin değil, kapitalistler için elde edilecek kârın belirleyici dürtü olduğunu göstermektedir. Kapitalizmde, kapitalist üretim sürecinde sermayedarlar için “insana yaraşır iş” ancak kendi çıkarları için gerekli olduğunda sözkonusu olur. Yani işçilerin sömürülmesinin, sermayedara daha fazla kâr getirecek işlerin yapılabilmesi için gerekli olduğunda ancak “insana yaraşır iş” gerekli görülmektedir. Sermayedarlar için bir işçi, ertesi gün yine üretim sürecinde sömürülebilmelidir. Hem de en fazlası nasıl mümkün olursa! Bunun için de belli ölçülerde yiyecek, içecek, besin alabilmesi, kendisini yeniden üretebilmesi gerekir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün yaptığı bir araştırmaya göre (Eylül 2005’te yapılan Dünya İş Sağlığı
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
kuşkusuz ama bu iş sistemli biçimde yürütülmüyor. Bu nedenle de Türkiye’de yılda ne kadar iş kazası olmuş, kaç işçi yaşamını yitirmiş ya da kaç işçi yaptığı iş sonucu hastalığa bulaşmış gibi sorulara net bir cevap verilememektedir. İş kazalarının ve ölüm ve sakat kalmaların dökümünün (istatistiğinin) yapılmaması bile, Türkiye’de işçilerin çalışma ve sağlık koşullarına gerekli önemin verilmediğinin bir göstergesidir. Durumun böyle olduğu yerde aslında işçi sınıfının örgütleri olduğunu söyleyen sendikaların bu konuda sorunu bilince çıkarma ve işçilerin iş güvenliği ve sağlığı için mücadele etme görevi vardır. Fakat Türkiye’de bu konularla ilgili doğru dürüst mücadele eden, sorunu bilince çıkaran sendika hemen hemen yok gibidir. İşçi sınıfının sorunlarıyla uğraşan kimilerinin konu hakkında yazıp çizmeleri, ya da “Türk Tabipler Birliği”nin sorun hakkında tavır takınması da, sendikaların bu görevlerini yerine getirdiği anlamına gelmiyor. ILO’nun 28 Nisan İş Güvenliği ve Sağlığı Günü nedeniyle 115 ülkede etkinlik düzenlemesi, ICFTU’nun “Uluslararası Yas Günü” olarak soruna yaklaşması, işçilerin bu sorunları olduğunu hatırlatması açısından iyidir, ama yeterli değildir. Çünkü tutulacak yas 2 milyondan fazla işçinin her sene iş kazaları ve hastalıkları nedeniyle ölmesini engellememektedir. Yakılan mumlar da onları geri getirmemektedir. Önemli olan yas tutmak değil, iş kazalarının kaynağına son vermektir. Kazaları tümden ortadan kaldırmak zor ama, büyük oranda azaltmak mümkündür. Aynı ücretin verilmesi şartıyla iş saatlerinin düşürülmesi, sık sık molaların verilmesi, zehirli maddelerle sadece zorunlu toplum çıkarlarının gereği ve özel alınan önlemlerle çalışılması, diğer tümünün yasaklanması vb. vb. önlemlerle iş kazaları azaltılabilir. Kuşkusuz ki çıkış noktası azami kâr olan sermayedarların bunları yapacakları yoktur. İşçi sınıfı iş güvenliği ve sağlığı için mücadeleyi de kendi eline almalıdır. Sendikaları da bu mücadeleyi vermeye zorlamalıdır. Bu mücadeleyi verirken, insana yaraşır işin ancak ve ancak çıkış noktasının insan olduğu bir toplumda, sınıfsız, sömürüsüz toplumda gerçekleşebileceğini bilince çıkarmalı ve mücadelesini de sömürü sistemine son vermek için yürütmelidir. 28 Nisan’ı yas günü olarak değil, mücadele günü olarak ele almalı ve kabul ettirmeliyiz. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir! 14 Mayıs 2006
Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor... Adana/Seyhan Belediyesine bağlı olarak Miray Temizlik A.Ş.’de çalışan 600’ün üzerinde taşeron işçisi Mayıs ayının başında direnişe başlamıştı. Asgari ücretle ve hiçbir sosyal hakları olmadan çalışan işçilerden 42’sinin keyfi olarak işten atılması ile direnişe geçen işçiler, sendikalı işçiler gibi iş güvencesi, fazla mesai ücreti ve sosyal yardımlardan yararlanmak istiyorlardı.
Seyhan Belediye işçileri hakları için direnişte! Adana/Seyhan Belediyesine bağlı olarak Miray Temizlik A.Ş.’de çalışan 600’ün üzerinde taşeron işçisi Mayıs ayının başında direnişe başlamıştı. Asgari ücretle ve hiçbir sosyal hakları olmadan çalışan işçilerden 42’sinin keyfi olarak işten atılması ile direnişe geçen işçiler, sendikalı işçiler gibi iş güvencesi, fazla mesai ücreti ve sosyal yardımlardan yararlanmak istiyorlardı. Keyfi işten atmaların son bulmasını ve atılan arkadaşlarının tekrar işe alınmasını talep eden işçiler gece gündüz şantiyede bekleyişlerini sürdürerek mücadele ettiler. Ta ş e r o n f i r m a M i r ay Temizlik sürekli olarak girdi-çıktı yaparak işçilerin yıllık izinlerini de gasp ediyordu. Miray Temizlik A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Murat Akcan işçileri tehdit ederek işe geri dönmelerini, aksi halde kendilerinin zor durumda kalacağını ve nasıl olsa çalışacak başka işçi bulabileceklerini söylemişti. İşçiler kendi aralarında bir komite oluşturarak Belediye Başkanı Azim Öztürk ile görüşmüş ve Belediye Başkanı’ndan işçilerin sorunlarını çözeceği sözünü almışlardı. Seyhan Belediyesi temizlik işçileri 11 Mayıs Perşembe günü bir basın açıklaması yaptılar. Açı k lamada fazla mesailerin ödenmediğini, bayram tatili ve yıllık ücretli izinlerden faydalanmadıklarını, sağlıksız koşullarda çöp toplamalarına rağmen düzenli bir sağlık kontrolünden geçmedikle-
rini, işyerinde amirler ve işverenlerin her türlü hakaret ve aşağılanmalarına maruz kaldıklarını, tüm bu ağır çalışma koşullarına rağmen asgari ücret aldıklarını belirt-
tiler. Temizlik işçileri adına açıklamayı yapan, yine temizlik işçilerinden biri olan Osman Kutgi; “Bizler bu kölelik koşullarının düzeltilmesi ve taleplerimizin kabul edilmesi için başlattığımız mücadelemiz sebebi ile işten çıkarıldık. Biz Seyhan Belediyesi temizlik işçileri taleplerimizin kabul edilmesini ve işten atılan 600 işçi arkadaşın tamamının gecikmeden işe alınmasını istiyoruz” dedikten sonra yaklaşık 200 kişinin katıldığı basın açıklamasının ardından İnönü Parkından, Adana Valiliğine kadar yüründü. Valiliğin önünde toplanan temizlik işçileri, aralarında belirledikleri üç arkadaşlarını Adana Valisi ile görüşmesi ve işe geri alınmalarında yardımcı olmasını istemeleri için görevlendirdiler. Görüşmede valin işçilere yapacak bir şeyi olmadığını ve adli yollarla işe iadelerini talep etmeleri gerektiğini ve
bir daha kendisi ile görüşmek istediklerinde 200 kişi değil, 3 kişi gelmelerini söylemiş. 10.05.06 Salı gecesi sabaha kadar sendikalı olma umuduyla şantiye yakınında sabahlayan işçiler üye olabilecekleri hiç bir sendika bulamadıkları için bu girişimleri başarısız oldu. Aynı gün ise polisin de saldırıp işçileri dağıtması sonucu işçilerin toplanıp birlikte hareket etme olanağı kalmayınca ne yazık ki yenilgiye uğramış oldular. İşçilerin çoğunluğunun ısrarla, DİSK’e bağlı Genel-İş 2 Nolu Şube Başkanı Kemal Aslan’ın; “Sizler iş yerinde yüzde ellibir çoğunluğu sağladıktan sonra gelin ve gerisini bize bırakın” sözünü verdiğini ama daha sonrasında Kemal Aslan’ın kendilerine sırtını döndüğünü ifade ettiler. Biz de bunun üzerine sendikaya gidip bu iddiaları Kemal Aslan ile görüşüp doğruluk payı olup olmadığını öğrenmek istemiştik, fakat sendika çalışanlarının söylediğine göre Aslan’ın Tuzla ilçesinde olduğunu ve bu konu ile ilgili ise kendilerinin bilgileri olmadığını, ancak başkandan bilgi alabileceğimizi söylemişlerdi. Önemli bir nokta da, işçilerin sendikalı olmak için kararlı olmalarının yanında, gerçek ve yetkin bir önderliğe sahip olmadıklarıdır ve bunun sonucunda; herkes farklı bir şey söylüyor, farklı hareket ediyor ve en önemli unsur olan gizliliğe hiç önem verilmiyor. Diğerlerine göre daha bilinçli ve önde olan işçiler göze çok rahat batıyor. Bu işçileri tespit etmek için işverenin muhbirlerine fazla iş kalmıyor. İşveren de böylece mücadelede öne çıkan işçilerin çoğunluğunu kapı önüne koymuş.
Mücadeledeki son durum: Patron yeni alınan işçilerin işi öğrenmesinin ardından direnişçi 400 işçinin işine son vermiş durumda. İşçilerin avukatı olan Tugay Bek açıklamalarında temizlik işlerinin belediyelerin asli görevi olduğunu, bu hizmetin herhangi bir firmaya ihaleye verilemeyeceğini ve bu yasadışı duruma karşı dava açtıklarını, gerçekte belediyenin çalışanı olan işçilerin Seyhan Belediyesi bünyesine alınmaları gerektiğini ifade etti.
Şube Başkanıyla görüşme...
işçi emekçi düşmanı devletin koruyuculuğunu yapmış ve hala yapan DYP bayrağı altında basın açıklaması (23.05.06) yaparlar.
Seyhan Belediyesi işçilerinin direnişi sürüyor İşten atılan işçiler direnişlerini basın açıklamaları ile sürdürüyorlar. İşçiler her çarşamba saat 12.30’da İnönü Parkında toplanarak kamuoyundan destek talep ediyorlar. İşçilerin direnişine rağmen Seyhan Belediye Başkanı işçilerin kendi işçileri olmadığını, işçilerin “kışkırtıldığını”, kendisinin işçileri uyardığını ve yapacağı hiç bir şey olmadığını iddia etmeye devam ediyor. Başkan yaptığı açıklamalar ile tüm kamuoyunu aldatıyor. İşçilerin örgütlenmek için başvurdukları ve destek talep ettikleri Genel-İş Sendikası Adana Şube yöneticileri de suskunluklarını “koruyorlar.” Tüm duyarlı kamuoyu her çarşamba saat 12.30’da basın açıklamasına katılarak işçilerin bu haklı mücadelesini desteklemelidir.
Seyhan Belediye işçilerinin haklı direnişlerinin öğrettikleri... Mücadeleyi başarıya götürecek olan, sınıfsal temelde örgütlenip bilinçli ve tek bir vücut gibi hareket etmektir. İşyerlerindeki çalışma koşullarının kelimenin gerçek anlamında kölelik şartlarında olmasının, işverenin istediği zaman işçileri işten çıkarmasının nedeni olan ücretli kölelik sistemine karşı, işçiler-emekçiler elele verip insanın insan üzerindeki sömürüsü olan kapitalizme karşı mücadele etmedikçe, ezilmeye, sömürülmeye, işsizliğe ve en kötü koşullarda çalışmaya devam edeceklerdir. Çözüm; her yurttaşın eşit şartlarda yaşadığı, herkesin toplumsal üretime yeteneği ölçüsünde katkıda bulunduğu, katkısı ölçüsünde pay aldığı ve hiç kimseye hiç bir şekilde ayrıcalık tanınmadığı sosyalizmdedir. YDİ Çağrı/Adana, 30.05.2006
Kapitalist Kar Hırsı İşçiyi Katlediyor
K
ömür ocaklarında yaşanan grizu patlamasına 2 Haziran 2006’da bir yenisi daha eklendi. Ba l ı kesi r Du rsu nbey i lçesine bağlı Odaköy’de, Şentaş Madenciliğe ait kömür ocağında metan gazının sıkışması sonucu meydana gelen patlamada 17 işçi yaşamını yitirdi. Toplam 57 işçinin bulunduğu maden ocağında 40 işçiden 5’i yaralı olarak kurtuldu. Kazada ölen işçilerden İsmail Aslantaş ve Salih Kahraman kazanın olduğu gün işe başlamışlardı. Patlamada hayatını kaybeden Ahmet Avcı’nın yakınları Avcı’nın geçen yıl da 2 Haziran’da aynı ocakta meydana gelen ufak çaplı bir patlamada yaralandığını belirttiler. Ocakta bir yıldır çalışan ve yaralı olarak kurtulan 19 yaşındaki Nuri Kahraman ‘’Patlama sırasında oradaydım; hepimizi adeta yere yatırdı, sürükledi. O sırada başımızdaki akülü ışıldakların lambaları parçalandı. Sağımız, solumuz duman içindeydi, elbiselerimizle yüzümüzü kapattık’’. Yaralı kurtulan bir diğer işçi; ‘’Patlama şok dalgası şeklinde üzerimize geldi. Kulakları sağır edecek bir gürültü duyduk. Aşağıdan arkadaşlarımızın bağırışlarını duydum. Çok kötü bir andı ama elimizden bir şey gelmedi’’ dedi. Ocakta 2,5 yıldır çalışan, maden mühendisi Ramazan Mete ise patlamanın kendilerinin bulunduğu bölümde meydana gelmediğini söyleyerek; ‘’Yardıma koştum ama her yerden üzerimize gaz ve duman geliyordu, inanılmaz bir sıcaklık vardı. Arkadaşlarımızı kurtaramadık, üzgünüm’’ dedi. Kazanın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yaptığı açıklamaya göre, kazanın meydana geldiği Şentaş Madenciliğe ait kömür ocağı en son 14 Kasım 2005 tarihinde teftiş edilmiş ve güya “tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için gerekli uyarılar işyerine bildirilmiş ve cezai işlem uygulanmıştır”. Nasıl bir cezai işlemin
uygulandığı ise Bakanlığın sırrı! Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ise; “Madencilikte böyle şeyler olur” diyerek kimin devleti ve memuru olduğunu ortaya koydu. İşçilerin çalıştığı bir çok işyerinde olduğu gibi maden ocaklarında da işçiler işyeri güvenliğinden yoksun. Kapitalistlerin oluşacak maliyetten kaçmak için güvenlik önlemlerini almadıkları işyerlerinde, her yıl yüzlerce işçi, ya iş kazası denilen ‘işçi cinayetleriyle’ hayatını kaybediyor ya da bir daha çalışamayacak duruma gelerek ömür boyu bakıma muhtaç bir hale geliyor. Türkiye’de grizu faciasının en büyüğü Zonguldak Kozlu’da 3 Mart 1992 tarihinde meydana gelmiş, patlamada 263 işçi hayatını kaybetmişti. Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü verilerine göre, Türkiye’de kömür ocaklarında 1955-2006 yılları arasında meydana gelen iş kazalarında 3 bine yakın işçi öldü, 300 binden fazla işçi de yaralandı. İşsizliğin ve yoksulluğun diz boyu olduğu bu ülkede patronlar için işçinin hayatının ve sağlığının hiç bir değeri yoktur. O, patronun istediğinde kapı önüne koyabileceği, istediğinde ise her türlü güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırıp iliğine kadar sömürebileceği bir metadan başka bir şey değildir. Yaşanan bu somut olayda da görülen o ki Çalışma Bakanlığının vs. atacağı birkaç göstermelik adımdan fazlası beklenmemelidir. Kapitalist sömürü sistemi var olduğu sürece çalışan işçi ve emekçi yığınların hiçbir zaman gerçek anlamda bir çalışma ve işyeri güvenliği olmayacaktır. Daha güvenli bir ortamda işgücünü satabilmek için de kapitalizme karşı mücadele şarttır. Gerçek anlamda işçilerin sağlığı ve güvenliği işçilerin kendi iktidarlarını kurdukları şartlarda mümkün olacaktır. Bunun için örgütlenelim! 4 Haziran 2006
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Uzun bir uğraşın ardından çarşamba günü görüşebildiğimiz Genel-İş 2 Nolu Şube Başkanı Kemal Aslan, işçilerin daha önce örgütlenme isteği ile yanına geldiklerinde sayısal olarak örgütlenebilecek çoğunlukta olmadıklarından dolayı örgütleme yapamadıklarını belirtti. Miray Temizlik çalışanlarının eylemlerini tesadüfen öğrendiğini ve işçilerin taleplerinin yazılı olduğu kağıdı şirketin sahibine götürüp arabuluculuk yapmaya çalıştığını ve işçilerin taleplerinin içerisinde kadro isteğinin olmasından kaynaklı, onlara bu konuda yardımcı olamayacağını ama diğer talepler doğrultusunda hareket ederlerse bir çözüm yolu olabileceğini söyledi. Kemal Aslan’a sendikalı olmak isteyen işçilerin sayısal çoğunluğa ulaştıkları halde onları niye örgütlemek için bir girişimde bulunmadığını sorduğumuzda ise cevabı şöyle oldu; “İşçiler eyleme başladıkları gün sayısal çoğunlukla karşımdaydı ve sendikaya üye olabilmek için yaklaşık bir ay gibi bir süre gerekiyordu ve zaten sendikalı olabilseler bile, belediyeler yasasında bulunmakta olan ‘norm kadro’ maddesi nedeniyle kadro talepleri yerine gelmeyecekti”. Aslan, belediye çalışanlarının toplu sözleşme arifesinde olmalarından dolayı yoğunluk yaşamalarını da bir gerekçe olarak gösterdi. “Ben beş işçiyi örgütleyebilmek için kilometrelerce yol katediyorum, imkanlarımız olsaydı neden gözümüzün önündeki işçileri örğütlemeyelim” cümlesi ile sözlerine son verdi. Sömürücüler zaten, insanlar örgütlenemesin diye ‘norm kadro’ dedikleri işçilerin kadrolaşmasının önünü kesen, işçi ve emekçilerin kanını daha çok emebilmelerini sağlayan yasayı, yasaları laf olsun diye çıkarmıyorlar. Devlet garantisiyle işçileri sömüren sermayeye karşı, (ki bu anlaşılır bir şeydir; sermayenin devleti kendi sınıfının çıkarlarını korumak ve sömürüyü mümkün olan en üst düzeye çıkarmak ve özel mülkiyeti “ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek” için vardır) bir takım sebepler ileri sürüp, suya sabuna dokunmadan, bir şeylerin kendiliğinden oluşmasını bekleyip, işçileri sömürü düzenine karşı örgütlemeyip, sadece kendi bünyesindeki sendikalı işçilerle yetinmek, değil sınıf sendikacılığı, olsa olsa işçileri müşteri, sendikayı ticarethane, yöneticilerin de ticarethane sahibi kişiler olduğu mantığı ortaya çıkar. Bu böyle devam eder ve sendikaları sermayeye karşı kalelerimiz haline getirmez isek, işçi ve emekçilerin baş belası işsizlik, yoksulluk, baskı, böylece devam eder ve Miray Temizlik işçileri de faşist,
1 Mayıs 2006’nın ardından
İstanbul Kadıköy’de 1 Mayıs coşkusu…
Bu yılki 1 Mayıs’ın bir işgünü olan Pazartesi’ne denk gelmesi, 1 Mayıs öncesinde devletin provokasyon çıkabilir söylentisini yayarak kitleleri ürkütmeye çalışması ve bazı grupların konfederasyonların öncülüğünde yapılan Kadıköy mitingini çeşitli nedenlerle protesto ederek başka yerlerde alternatif 1 Mayıs kutlamaları yapmaları gibi
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İSTANBUL
bütün olumsuz koşullara rağmen, 1 Mayıs 2006’da Kadıköy’de düzenlenen mitinge 30 bin emekçi katıldı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Kadıköy iskele meydanında yapılan mitinge gitmek için üç tane yürüyüş kolu oluşturuldu: Tepe Nautilius, Haydarpaşa Garı ve Haydarpaşa Numune Hastanesi. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi olarak bu yıl 1 Mayıs öncesi “Devrimci 1 Mayıs Platformu” içerisinde yer aldık ve platformun 1 Mayıs’a kadarki tüm etkinliklerine katıldık. Platform bu yıl konfederasyonlara karşı daha sert bir tavır aldı, bu çerçevede konfederasyonlardan bazı taleplerde bulundu. Gösterilen yürüyüş sıralamasından daha farklı yerde yürünmesi, kürsüden konuşma hakkı gibi talepler reddedilince, platform içerisinde konfederasyonların iradesine uymama ve platformun iradesini pratikte dayatma kararı alındı. Biz YDİ Çağrı olarak, haklı bir gerekçeye dayanmasına rağmen, böylesi bir pratik tavrın provokasyonlara yol açabileceği gerekçesiyle platformdan ayrıldık. YDİ Çağrı olarak 1 Mayıs sabahı Haydarpaşa Numune Hastanesi önündeki yürüyüş kolunda yerimizi aldık. Kortejimiz yürüyüşün başlamasına kadar sloganlarla, marşlarla ve halaylarla oldukça coşkulu idi. Yürüyüş güzergahında da Çağrı kortejinde yer alan okurlarımız coşkulu ve disiplinli bir şekilde sloganlar eşliğinde yürüdüler. Kadıköy iskele meydanına son grupların da girmesiyle birlikte
miting başlatıldı. DİSK, KESK ve Petrol-İş Sendikası yöneticilerinin yaptıkları konuşmalar kürsüye yakın yere giren devrimcilerin yuhalamalarıyla ve “Bürokratlar sussun, işçiler konuşsun” sloganlarıyla rahatsız edildi. Yapılan uzun ve sıkıcı konuşmaların ardından Edip Akbayram’ın söylediği şarkılarla miting sonlandırıldı. YDİ Çağrı olarak özellikle işçi kortejleri arasında yoğun kuşlama yaptık ve binlerce “1 Mayıs 2006: Başka bir dünya mümkün: Sosyalizmle!” b a ş l ı k l ı bi ld iriden dağ ıt t ı k . Çağrı’nın 100. sayısını ve Yeni İşçi Dünyası Eki’ni de işçiler arasında sattık. Hafta arası olmasına rağmen 70 kişinin katıldığı kortejimizde iki pankart ve onlarca döviz, flama ve kızıl bayraklar taşıdık.
Adana: Devrimci 1 Mayıs seni yaşatacağız! İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve sömürücülere karşı mücadele günü olan 1 Mayıs, saat 10.30’da Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde DİSK, Türk-İŞ, KESK’e bağlı sendikalar, TMMOB, TTB, Eczacılar Odası, EMEP, DTP, ÖDP, SHP, CHP, İP, 68’liler Vakfı, birçok devrimci, demokrat kurum ve derneğin toplanmasıyla başladı.
Yaklaşık beş bin kişi, mitingin yapılacağı Uğur Mumcu meydanına geldi. Meydana giriş yapan kurumlar, 1 Mayıs işçi marşı eşliğinde selamlanıp Meydandaki yerlerini aldılar. Enternasyonal marşı eşliğinde bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Alınteri, BDSP, ÇHKM, DHP, HÖC ve YDİ Çağrı olarak bizlerinde içerisinde olduğu “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nun ortak pankartı olan “İçerde Dışarıda Hücreleri Parça la, Dev rimci
Tutsaklar Onurumuzdur” pankartı taşıyan platformun içerisinde “1 Mayıs’ın Devrimci Geleneğini Yaşatacağız” pankartı ardında taşıdığımız dövizlerden birkaçı şuydu; “Kahrolsun milli zulüm, yaşasın ulusların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı”, “Devrimci tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır”, “Sermayenin saldırılarına, sermayenin egemenliğine karşı mücadeleye”, “OHAL her yerde TMY geri çekilsin”. Dikkate değer bir nokta da, kitlenin tamamı alana girmeden sendikaların ve işçilerin alanı terk etmeye başlamasıydı. Konuşmalar bittiğinde ise işçilerin hemen hepsi gitmişti. Alanda devrimci kurumlardan başka kimse kalmamış; deyim yerindeyse biz bize kalıp 1 Mayıs’ı kutluyor, halaylar çekiyorduk. Sendikaların başına çöreklenmiş sermaye uşağı sendika ağalarının koltuklarından indirilmesi, faşist partilerin işçi sınıfı içerisinden atılması fabrikalarda örgütlenip buraları kalelerimiz haline getirdiğimizde ve milyonlara öncülük ettiğimizde, insanın insana köleliği olan kapitalist sistemi yerle bir edebiliriz; “ya sosyalizm, ya da barbarlık içinde çöküş” başka yol yok!
Mersin’de 1 Mayıs Sömürünün, baskının ve şiddetin arttığı bir ortamda karşıladık 2006 1 Mayıs’ını. Bu yıl 1 Mayıs eylemleri bu günün Resmi Tatil ilan edilmesi talebiyle Pazartesi’ye denk geldiği günde yapıldı. Mersin’de ki eyleme ise polisin saldırısının ve HÖC üyelerinin (Haklar ve Özgürlükler Cephesi) protestosu nu n gölgesi düştü. Saat 11’de Hasta ne C adde si önünde başlayan mitinge Birleşik Metal-İş, Liman-İş, K r ist a l-İş , Genel-İş, ADANA Beled iye-İş, Or ma n-İş, Yol-İş, Tüm Emekli-Sen, Tümtis, Petrol-İş, Eğitim-Sen, Ses, Tüm Bel-Sen, Bes, Yapı Yol-Sen, BTS, Kültür Sanat-Sen üyesi işçiler, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve devrimci gazeteler katıldı. Yürüyüşün başlamasından önce polis, üzerinde Ölüm Orucunda ölen devrimcilerin resimlerinin bulunduğu bir pankartı alana almamak için HÖC üyelerine saldırdı ve kitleyi dağıtmak için gaz bombası kullandı. Saldırı sırasında işçiler ıslık, alkış ve yu-
halamalarla polisi protesto etti. Daha sonra HÖC üyelerinin pankartsız yürümesine izin verildi. Bu yılki 1 Mayıs eylemine grevlerinin 49. gününde bulunan SCT Filtre işçileri de katıldı. Büyük bir coşkunun bulunduğu Birleşik Metal-İş kortejinde sık sık “Yaşasın İşçilerin Birliği”, “Zafer direnen emekçinin olacak”, “Yaşasın grev mücadelemiz” sloganları atıldı. SCT işçileri mitingde bildiri dağıtımı yaptılar. Eylemde ilk konuşmayı SCT işyeri baş temsilcisi Erdinç Tümük yaptı. Tümük konuşmasında greve nasıl geldiklerini anlattı ve bu grevin tüm işçilerin grevi olduğunu, zaferin de tüm işçilerin zaferi olacağını söyledi. Daha sonra Tertip Komitesi ve Eğitim-Sen Şube Başkanı Ünsal Yıldız bir konuşma yaptı. Ancak Yıldız’ın konuşması HÖC üyeleri tarafından “Kahrolsun sendika ağaları” sloganları, alkış ve ıslıklarla protesto edildi. Bu tavır işçiler tarafından tepkiyle karşılandı. Eylem kısa konuşmaların ve yaşanan olayların ardından bitirildi. Bizler de eylem öncesinde ‘Başka bir dünya mümkün: Sosyalizmle!’ başlıklı bildirilerimizden dağıttık ve SCT işçileri ile birlikte yürüdük.
İzmir’de 1 Mayis İzmir’de 1 Mayıs mitingi DİSK, Türk-İş, KESK, Tabip Odası tarafından organize edilmişti. 1 Mayıs sabahı polis yoğun güvenlik önlemleri almıştı. Alana açılan tüm yollar tutulmuştu. Meydana girebilmek için üç ayrı arama noktası oluşturulmuştu. 1 Mayıs kutlaması için, işçiler, emekçiler üç bölgede toplanarak Gündoğdu meydanına yürüdü. Türk-İş’e bağlı sendikalar, Alsancak Garı önünden başlayarak Gündoğdu Meydanına doğru yürüdüler. Soma maden işçileri bereleri ve iş elbiseleri ile yürüyüşe katılmışlardı. Disk’e bağlı sendikalar, Basmane meydanından alana doğru yürüdüler. Kesk’e bağlı sendikalar ve kimi gruplar da Konak eski Sümerbank önünde toplanarak Gündoğdu meydanına yürüdüler. DTP ve ESP ise DTP İzmir İl Örgütü binası önünde toplanarak yürüyüşe geçti. 1 Mayıs öncesi polis tertip komitesinde yer alan sendikalara, DTP’nin alana alınmaması için uyarı yapma gereği duymuştu. Cumhuriyet Meydanından alana girişteki arama noktasında, polis DTP kortejini bekletti. Polis, kortejde yer alan kimi f lamaların alana alınmasına izin vermedi. Polisle kitle arasında yaşanan gerginlik çatışmaya dönüştü. Kitleye saldıran polis gaz bombaları atmaya başladı. Kitlenin taşlarla kar-
şılık vermesi sonucu miting alanı çatışma alanına dönüştü. Polisin saldırısı sonucu miting başlamadan kitlenin bir bölümü alanı terk etmeye başladı. 15 kişi dövülerek gözaltına alındı. Kürsüden kitlenin alanı terk etmemesi için anonslar yapıldı. Polisin saldırısı ve gaz bombaları yüzünden miting geç başladı. 1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 20 bin kişi katıldı. Mitingin açılışı 1 Mayıs marşı ile yapıldı. Kutlamalara, savaşa ve özelleştirmelere karşı talepler damgasını vurdu. İş günü olmasına rağmen, özellikle sendikalar büyük bir katılımla dikkati çekiyordu. Ancak mitinge damgasını vuran reformizm idi. Sınıf mücadelesi, sendika ağaları tarafından ekonomik taleplerle sınırlı tutulmaya çalışılıyor. 1 Mayıs devrimci içeriğine uygun olarak kutlanmadı, kutlanmıyor. Hakim sınıflar suni gündemler yaratarak işçi sınıfının mücadelesini geri plana itiyor.
Antalya’da 1 Mayıs Antalya’ da yaklaşık 1700 kişinin katılımıyla saat: 16: 30’ da başlayan yürüyüş çok geçmeden polisin HÖC’ü durdurmasıyla yarıda bırakıldı. Kısa süreli
Amed’de 1 Mayıs Amed’de 1 Mayıs Tertip Komitesi’nin İstasyon Caddesinde miting yapma başvurusunu, valilik Amed’de daha önce çıkan olayları gerekçe göstererek güvenlik alınamayacağı gerekçesiyle reddetti. Bu gelişme üzerine Diyarbakır Emek Platformu ve demokratik kitle örgütlerinin desteğiyle 1 Mayıs Büyükşehir Konukevi bahçesinde saat 12.00’de toplanan yaklaşık 1.500 kişi bir basın açıklamasıyla gelişmeyi protesto etti ve ülkenin büyük çoğunluğunda yapılan kitlesel mitinglere izin verilirken Amed’de 1 Mayıs’ın yasak-
lara takıldığı eleştirildi. Kitlenin çoğunluğunu sendikalı işçilerin oluşturduğu kalabalık “Biji yek gulan!..”, “Zafer Direnen Emekçinin olacak!..”, “İş, Ekmek Yoksa Barış ta yok!..” sloganları atarak tepkilerini gösterdiler. Diyarbakır Emek Platformu adına konuşan Türk-İş 7. Bölge temsilcisi Bahri Karakoç; “Diyarbakır yasakcı ziyniyetin engeline takıldı, olaylarda 10 vatandaşımız hayatını yitirdi, kimi sendika yöneticilerimizin de aralarında bulunduğu binlerce tutuklama yaşanmıştır. Tutuklanan sendikacıların serbest bırakılmasını istiyorum. Gelişen olaylarda gözaltına alınanların da serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Demokratik barışçıl çözüm için Türkiye emekçilerine büyük görevler düşmüştür.” dedi.
Kırkbeş dakika süren basın açıklamasının ardından kitle zılgıt ve sloganlarla ayrıldı. Şehrin bütününde yoğun güvenlik önlemleri günlerce sürdü. Yoğun önlemleri Amed halkını sindirmeye ve korkutmaya yetmeyecektir. İşçilerin birlik, beraberlik ve kardeşlik günü 1 Mayıs, bir basın açıklamasıyla da olsa sahiplenilmiştir. * Yaşasın Devrimci 1 Mayıs! * Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi! * Sınıfsız, Sınırsız Bir Dünya İçin, Yükselen Bayrak Bolşevizm! * Gelecek Yeni Ekimlerde, Yeni Ekimler Gelecek! * 1 Mayıs Kızıldır Kızıl Kalacak! * Bıji Yek Gulan! Mayıs 2006
Castle&Blair işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım!
2
3 Mayıs Esenyurt-Kıraç’ta bulunan Ç&B (Castle&Blair) fabrikasının tekstil işçileri, fabrikadaki çalışma koşullarını anlatan bir basın açıklaması yaptılar. DİSK’e bağlı Tekstil İşçileri Sendikası Genel Başkanı Muharrem Kılıç’ın basına yaptığı konuşmada işverenin Toplu İş Sözleşmesindeki haklarını tanımadığını ve hatta çalışanların uzun süredir ücretlerini dahi alamadıklarını bildirdi. Muharrem Kılıç konuşmasının devamında, ülkede genel bir kriz olduğunu ve fabrikalarında bu krizlerden çok etkilendiğini açıkladı. İşçi ve emekçiler olarak mücadelede yer alınması gerektiğini belirterek amaçlarının grev olmadığını, grevin amaç değil araç olduğunu ve bunu yapmaktan da çekinmeyeceklerini de söyleyerek konuşmasına son verdi. İşçiler konuşma süresince sloganlarla eşlik ederek alkış ve ıslıklarla patronu protesto ettiler. Atılan sloganlar şunlardı: “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Direne, direne kazanacağız!”, “Baskılar bizi yıldırımaz!”, “Sözleşme hakkı gaspedilemez!”.
23 Mayıs günü yapılan bu Basın Açıklamasından sonra patron fabrikada üretim olmaması sebebiyle önce 30 işçiyi yıllık izine çıkardı, daha sonrasında geriye kalan işçileri de 5 günlük ücretli izine çıkartarak bu şekilde tasarruf ettiklerini söylemiş ama 29 Mayıs Cuma gecesi de fabrikayı boşaltmaya çalışırken bir grup işçi tarafından engellenmiştir. Patronun yasadışı bu hareketi karşısında Bölge Jandarma Karakolu tarafından sendika avukatının yanında tutanak tutulmuş. Patronun bu hareketi sonrasında işyeri önünde düzenli nöbetleşen işçileri ziyaretimizde, işçiler grev kararını beklediklerini ve 60 günden fazla ücretlerini ve ikramiyelerini alamadıklarını, 70 kadar işçinin tazminatlarını alıp çekildiklerini, şu anda 80 işçinin kaldığını ve greve hazırlıklı olduklarını belirttiler. En son 1 Haziran’da işçileri ziyaret ettiğimizde, grev kararının çıktığını ve 60 gün içerisinde fabrikaya asılacağını öğrendik. Tüm okurlarımızı Castle&Blair işçilerinin haklı mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz. 2 Haziran 2006
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
yaşanan arbedede polis 15 kişiyi gözaltına aldı. İkiye bölünen yürüyüş korteji yaklaşık 1 saat boyunca olduğu yerde kaldı. Sendikaların ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin önde olduğu kortej, geride kalan grupların bırakılması için oturma eylemi yaptı. Yoğun alkış ve ıslıklarla polisin tavrı protesto edildi. Daha sonra kararlı olan emekçi yığınının haklı protestosu başarılı oldu ve kortej bir bütün halinde yürüyüşünü eylemin bitiş noktasına kadar devam ettirdi. Kürsüden konuşan platform yetkilileri valinin ve polisin tavrını protesto ettiler. Çekilen halaylarla eylem son buldu. Eylemde “Ba sk ı la r Bi zi Yı ld ı r a ma z”, “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması”, “Direne Direne Kazanacağız” sloganları atıldı. Ayrıca alanda “Nükleer Santrallere
Hayır” pankartıyla çevreciler de yerlerini almışlardı. Alanda 1000 adet basılmış 1 Mayıs bildirilerimizi dağıttık. EMEP adına kortej sorumlusu bir kişi bildirilerimizi kendi kortejlerine dağıtmamamız gerektiğini, bunun gereksiz olduğunu, kortejdeki insanların zaten kazanılmış insanlar olduğunu vb. söylemlerle bildirilerimizi dağıtmamıza engel olmaya çalıştı. Bizler de bunun 1 Mayıs bildirileri olduğunu ve kazanılmış insanların da bildiri okuyabileceğini söyleyerek korteje dağıtmaya devam ettik. EMEP’in bu tavrı ilk kez karşılaştığımız bir durum değildir. Daha önce de değişik örgütler tarafından aynı yanlış tepkilerle karşılaşmıştık. Bu yanlış tepki şunun sonucudur: Kendi teorilerine güvensizlik ve bunun sonucu olarak “adam” kaybetme korkusudur. Oportların ve reformistlerin değişik gece ve eylemlerde sık sık bu gibi davranışlarda bulunması bu sonucun ürünüdür. Bu 1 Mayıs’ta da devlet bir kez daha yüzündeki “demokratik ” maskeyi çıkararak faşist, baskıcı yönünü ortaya koydu. Gözaltına alma girişimi, bildiri dağıtan insanların defalarca durdurulup, bildirilerin yasal olup olmadığını kontrol etme bahanesi, panzerlerin sürekli eylem alanında bir ileri bir geri gidip, katılımcılara gözdağı vermeleri gibi faşist uygulamalar devletin yıldırma, korkutma politikasının bir ürünüdür. Bu gibi faşizan uygulamalar bizleri ne bu kavgadan, ne de bu onurlu mücadeleden soğutur. Uyuyan dev uyanANTALYA dığında bu köhnemiş düzenin yerine, insanın insanca yaşadığı bir düzen kurulacaktır. Görev; işçi sınıfının örgütlü mücadelesini yükselterek öncüleri bolşevik saflarda örgütlemektir… Bu bilinçle ileriye, fabrikaları kalelerimiz haline dönüştürmeye!!!
TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASINDA HAKSIZ İŞTEN ÇIKARMA
SENDİKA ÇALIŞANLARI YÖNETİMİN EMİR KULU DEĞİLDİR
S
endikalar işçilerin hak ve çıkarlarını koruması ve genişletmesi gereken örgütlerdir, daha doğrusu öyle olmaları gerekir. Patronlar sahip oldukları sermayenin ve işyerinin tek sahibidir. Emrinde çalıştırdıkları işçilere ücretli köle gözü ile bakarlar (gerçek durum da budur). Kendini köle sahibi, çalıştırdıkları işçileri de ücretli köle olarak gördüklerinden, işçilerden patronlar tam bir boyun eğme talep ederler. Patronların bu ve benzeri tavırları hergün yaşanmaktadır. Peki, patronların bu tür davranışlarına karşı mücadele etme iddiasında olan sendikalardan kendi çalışanlarına yönelik beklenilen tavır ve tutum ne olmalıdır? Emeğin ve emekçinin örgütü olma iddiasındaki kuruluşlar olarak sendikalardan minimum beklenilen tavır, çalıştırdıkları insanların yasal haklarına sonuna kadar saygı göstermeleri, yasalarda olmayan, hatta yasaklanan tavır ve tutumlardan uzak durmaları, sendika çalışanına bir ücretli köle, bir emir kulu olarak davranmamalarıdır.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EMİR KULLUĞUNU KABUL ETMEYEN SÜLYA AKBULUT’UN TEZ-KOOPİŞ SENDİKASINDAN İŞTEN ATILMASI
10
Ne yazık ki, işçilerin ve üyelerinin haklarını savunma iddiasında olan bir çok sendika kendi çalışanlarına karşı da, aynı patron mantığı ile yaklaşmakta ve davranmaktadır. Bu alandaki somut güncel örneklerden birisi de, Tez-Koop-İş sendikasında toplu sözleşme uzmanı olarak çalışan Sülya Akbulut’un Mayıs ayı başında işten atılmasında yaşanmıştır. Sülya Akbulut yaptığı basın açıklamasında bu gelişmeyi şöyle anlatmaktadır: “BASIN AÇIKLAMASI 18.05.2006 TEZ-KOOP-İŞ Sendikası Genel Merkezinde Toplu İş Sözleşmesi Uzmanı olarak çalışıyordum. 5 Eylül 2003 tarihinde yapılan Başkanlar Kurulu toplantısına katıldım. Tutanak benim tarafımdan tutuldu ve Başkanlar tarafından incelendi. O zamanki İstanbul 2 Nolu Şube Başkanı Hulusi UĞURCAN’ın konuşmasına “Hasan ÇAKMAK ve arkadaşları adına imzasız bildiri yazanların içindeyim” ifadesi, Sendika Genel Sekreteri Hüseyin HAMURCU tarafından el yazı-
sıyla eklendi. Bu ifadeyi kendilerine duymadığımı söyledim, O da bana “Ben duydum” dedi. Daha sonraki süreçte; Sendikamız Genel Başkanı Sadık ÖZBEN imzasız bildiride kendisine hakaret edildiği iddiasıyla Hulusi UĞURCAN hakkında dava açmış. Mahkemede şahitliğim söz konusu olduğunda; başta Hüseyin H A MU RCU ve Av uk at Akif KURTULUŞ olmak üzere tüm Başkanlara defalarca o ifadeyi duymadığımı söylememe rağmen, tutanağın tamamının benim tarafımdan yazıldığı mahkemeye bildirildi.
kuki ve demokratik haklar benim için yok sayıldı. Sendika Genel Başkanı Sadık ÖZBEN davayı kaybettikten sonra, yönetim tarafından konuya ilişkin savunmam istendi. 2 Mayıs 2006 tarihinde ise iş sözleşmem bu nedenle feshedildi. İş sözleşmemin feshedildiği gün avukatımı çağırdım, avukatımın gelmesini beklerken Sendika Yönetimi karakola yazıyla başvurarak sendikaya polis çağırdı. Yöneticilerin gözleri önünde polis zoruyla tartaklanarak sendikadan çıkartılmaya çalışıldım. Daha sonra sendikaya takviye po-
Ne yazık ki, işçilerin ve üyelerinin haklarını savunma iddiasında olan bir çok sendika kendi çalışanlarına karşı da, aynı patron mantığı ile yaklaşmakta ve davranmaktadır. Bu alandaki somut güncel örneklerden birisi de, Tez-Koopİş sendikasında toplu sözleşme uzmanı olarak çalışan Sülya Akbulut’un Mayıs ayı başında işten atılmasında yaşanmıştır.
“Bizler TEZ-KOOP-İŞ üyeleri olarak Sülya Akbulut’un bugün yapmış olduğu Basın Açıklaması’na 50 kişi ile destek verdik. Sülya Akbulut’un onurlu duruşunun arkasında olduğumuzu sendika yöneticileriyle görüşüp ilettik. Sorunun derhal çözülmesi ve işe geri iade talebimizi dile getirdik. Talebimiz kabul edilmedi. Arkadaşımız eylemini TÜRK-İŞ önüne taşıyacak. bizler de haklı mücadelesinin yanında olmaya devam edeceğiz. Sülya AKBULUT yalnız değildir! Sendika Ağalarına Karşı Onur, Namus, Adalet. Bir grup TEZ-KOOP-İŞ Üyesi “
Bu süreçten sonra, psikolojik baskı uygulanmaya başlandı. Genel Sekreterimiz Hüseyin HAMURCU “Otuz kişinin duyduğunu sen nasıl duymazsın, o halde sendikanın çalışanı da değilsin” dedi. Toplu iş sözleşmesi görüşmelerine katılamayacağım söylendi. Nedenini sorduğumda “Biz öyle istiyoruz, aslında, nedenini sen daha iyi bilirsin” dendi. Daha sonraki günlerde ise hiçbir iş yaptırılmayarak, tamamen tecrit edildim. Mahkemeye ifademi verdikten sonra, konuya ilişkin olarak sendikada personel toplantısı yapıldı. Yönetimce mahkemede verdiğim ifade toplantıda okunarak eleştirildi. Tüm işçiler ve üyelerimiz için savunduğumuz hu-
lis çağrıldı, Sendikanın içi polislerle doldu. Bu duruma müdahale etmeye çalışan sendika üyeleri ise göz altına alınmakla tehdit edildi. Daha sonra sendika üyeleriyle birlikte karakola gittik. Bu antidemokratik uygulamayı protesto etmek için sendikanın önünde oturma eylemi başlattım. Fakat Sendika yönetimi buna da tahammül göstermeyerek, yine polis çağırdı ve sendika bahçesinden de çıkartıldım. Böylesine çirkin bir olayın, bir emek örgütünde yaşanmış olması üzücü olduğu kadarda ürkütücüdür. Böyle bir yöntemi kullanan sendikacılar işverenlerin antidemokratik uygulamalarına karşı
üyelerini nasıl savunabilir. Sizlere soruyorum; İşverenler de aynı yöntemi üyelerimiz için kullandığında TEZKOOP-İŞ Yönetimi bunu da destekleyecek midir? Bir emek örgütünde bütün bunlar yaşanırken tepkisiz ve sessiz kalmak onaylamak değil midir? İşverenin ya da sendikacının lehine şahitlik yapmamak iş sözleşmesinin feshi için geçerli ve haklı bir neden midir? Bu hangi kanunun, hangi maddesinde yer almaktadır? 5 , 5 y ı l d ı r T E Z - KO O P - İ Ş Sendikası Genel Merkezinde çalışan bir emekçi olarak bütün bu yaşananları protesto ediyorum. İşime geri dönünceye kadar hukuki ve demokratik tüm haklarımı sonuna kadar kullanacağımın bilinmesini istiyorum. Sendikaları, demokratik kitle örgütlerini ve duyarlı kamuoyunu dayanışmaya çağırıyorum. Sülya AKBULUT” Bu atılma işinin geri planında, bizim daha önceki sayılarımızda tavır takındığımız şu gelişmeler vardır: Tez-Koop-İş’in 2004 yılında yapılan son Genel Kurulu’unda, savundukları görüşler itibariyle sınıf mücadelesine dayalı bir sendikacılıktan yana tavır takınanlar “sosyal diyalogcu”lara karşı azınlıkta kalmış, yönetime girememişler fakat doğru buldukları sendikal siyaset temelinde Genel Kurul sonrasında Tez-Koop-İş içerisinde meşru mücadelelerine devam etmişlerdir. Tez-Koop-İş yönetimi, kendi sendikal anlayışına karşı duran azınlığa, sendikal demokrasi ilkeleri temelinde müsamaha göstereceğine, onu tümüyle Tez-Koop-İş’ten tasfiye yoluna girmiştir. Bu amaçla azınlığın güçlü olduğu İstanbul 2 No’lu Şubenin, şube statüsü kaldırılmış ve azınlığın önde gelen kişileri, büyük paralar harcanarak bir Olağanüstü Genel Kurul yaptırılıp sendika üyeliğinden de çıkartılmışlardır. Azınlığın önde gelen kişilerini sendikadan attırmada dayanılan en başta gelen gerekçelerden birisi, “Hasan Çakmak ve arkadaşları” imzalı bir bildiride sendikaya ve sendika yöneticilerine hakaret edildiği, bu nedenle sendikaya zarar verildiği ve disiplin suçu işlendiği iddiasıdır. Bu iddiasını belgelemek amacı ile Tez-Koop-İş yönetimi, mücadeleci azınlığın önde gelen kişilerinden ve bir dönem İstanbul 2 No’lu Şubenin başkanlığını yapan Hulusi Uğurcan’ın katıldığı son Başkanlar Kurulu toplantısında
16.05.2006
SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor
S
CT Fi ltre işçi lerinin sendikalaşmak ve toplu sözleşme yapmak için başlattıkları grevi 63. gününe ziyaret ettiğimizde patronun ve jandarmanın tüm engellemelerine, saldırılarına rağmen işçilerin kararlılıkla direnişi sürdürdüğünü gördük. İşçilerin bu direnişini hiç beklemeyen patron işçilerin kararlılığı karşısında kısa bir zamanda geri adım atmak zorunda kalacaktır. İşçilerin örgütlendiği Birleşik Metal-İş sendikasının da sürekli işçilerin yanında olması, mücadeleyi tüm gücüyle desteklemesi sayesinde zafer direnen SCT Filtre işçilerinin olacaktır. Ancak bilinmelidir ki, verilen bu mücadelenin kazanımı tüm işçi sınıfının kazanımı olacaktır. Sermayenin saldırılarını yoğunlaştırdığı, emekçileri kölelik şartlarında çalışmaya zorladığı bu süreçte, SCT Filtre işçilerinin direnişini desteklemek ve zaferle sonuçlanması için dayanışmada bulun-
mak tüm işçi sınıfının görevi olmalıdır. Artık sermaye, saldırırken birleştiği gibi, biz de birleşerek, örgütlenerek cevabımızı vermek zorundayız. Örgütlü gücümüz sermayenin egemenliğini kıracaktır.
İşe iade davaları sonuçlanıyor Örgütlenme mücadelesi veren SCT Filtre işçilerinden 54 işçi bu süreçte işten atılmıştı. İşten atılan işçilerin büyük bir kısmı işe iade davası açarak mücadeleyi hukuksal alanda da sürdürüyorlar. Açılan bu davalardan ilki geçtiğimiz günlerde, 18 Mayıs’ta sonuçlandı. Buna göre haksız gerekçelerle işten atılan 21 işçiyi patron tekrar işe alarak 4 maaş tutarında tazminat ödeyecek. İşe almak istemediği takdirde ise 4 maaş daha eklenerek toplam 8 maaş tutarında tazminat ödeyecek. Tabi ki son karar verilmiş durumda değil, çünkü patron mahkeme sonucunu
Yargıtay’a taşıyabilecek. Sendika ve işçiler Yargıtay’da verilecek kararın değişik olmayacağı görüşünde. Açılan diğer davalar devam ediyor. Bu süreçte patronun da anlaşmak için adım atması olasılığı yükseliyor. Patronun vekili ile yapılan bir görüşmede, sendika yetkililerinden fabrikanın nasıl tekrar çalışır duruma getirileceği konusunda bilgi istendi. Bu durum yakın bir zamanda TİS görüşmelerinin başlayabileceği işaretini veriyor. Elbette işçiler taleplerini elde edene kadar direnişlerini sürdürecekler. YDİ Çağrı/Adana, 20.05.2006
Hava – İş hükümeti protesto etti!
H
ava- İş Sendikası Genel Merkezi siyasi iktidarın özelleştirme yasa ve kurallarını hiçe sayarak THY’nın “Halka arz edilmesi” adı altında yabancı şirketlere % 35’inden fazlasını devretmesini, 24 Mayıs 2006 günü bir Basın Açıklaması ile protesto etti. Açıklamada “bu devretmenin sıradan bir hisse devri olmadığı, sivil havacılık konusundaki Ulusal ve Uluslararası Yasal Mevzuata ve anlaşmalara göre elimizde bulunan havayollarımızın yurtiçi (Kabotaj) ve yurtdışı trafik haklarının tümünün devri olduğu” ifade edildi. Hükümetin bu devretme işlemini de yaparken hem THY’nın yönetiminden, hem de kamuoyundan gizli ve “baskın” bir şekilde “3. halka arz” yoluyla THY’nın yabancılara satıldığı belirtildi. Hükümetin, İdare Mahkemesinde iptal edilen TÜPRAŞ özelleştirilmesinde olduğu gibi % 14,76 oranındaki hissenin aynı; “Baskın yollarla nasıl belirli kişilerin eline geçmesi sağlandıysa aynı şekilde THY’nın da yabancılara satılmaya çalışıldığı” açıklandı. 2005 y ılının son aylarında, THY’nın yabancı yatırımcılara ne denli karlı bir işletme olduğunun propagandası yapıldığı günlerde, yabancı yatırımcılara şirketin hisselerini cazip hale getirmek için “THY’de çok kıdemli ve yüksek maliyetli personel var, bunların işten çıkarılması gerektiği” şeklinde
görüş belirtmeleri üzerine, THY Yönetimi 9 Ocak 2006’da 350 kıdemli ve vasıflı THY personelinin iş akdini feshetmiş. Ayrıca ÖYK (Özelleştirme Yüksek Kurulu) tarafından THY’nın “Halka arz” kararını 20 Mart 2006 tarihinde almış olmasına rağmen kararı Resmi Gazetede yayınlamayarak -daha özelleştirmenin başındaözelleştirmeyi ülke kamuoyundan gizlemekle hükümetin şeffaflık ilkesini çiğnediği ifade edildi. Basın açıklamasının sonuç bölümünde, “şimdiye kadar THY’nın özelleştirilmesiyle ilgili yapılan satışta hisselerin %29,2’sinin yerli, %70,8’inin yabancı yatırımcıya verilerek, THY’nın kamu niteliğinin sona erdirildiği, hisselerin % 53,57’si satılmış ve bunda yabancılara satılan hissenin oranının % 35’e çıkarılarak ulusal hava yolumuzun yabancıların eline geçmiş olduğu” belirtildi. Açıklamada bu durumu protesto ettiklerini ve bununla ilgili 18 Mayıs 2006’da Danıştay’a
başvurduklarını, ‘yüce yargı’nın bu konuda doğru kararı vereceğine inançlarının tam olduğunu söylediler. Biz Hava İş Sendikası’nın açıklamasındaki bir çok düşünceyi işçiler açısından yanlış ve zararlı buluyoruz. Bütün özelleştirmelerde olduğu gibi THY’nın özelleştirilmesinde de işçiler, emekçiler zararlı, sermaye -bu durumda yabancı ve yerli ‘özel’ sermaye- karlı çıkacaktır. Bunun için biz işçilerin, emekçilerin, kazanılmış haklarımızın korunması açısından özelleştirmelere karşı mücadeleyi yükseltmemiz gerekiyor. Ancak yerli sermayeyi yabancısına karşı savunmak, veya kamunun olduğu yanlış bir biçimde ifade edilen devlet sermayesini özel sermayeye karşı savunmak asla biz işçilerin, emekçilerin görevleri arasında değildir ve olmamalıdır. Biz bu nedenle özelleştirmelere karşı şu doğru sloganımızın tekrar altının çizilmesi ve yüksek sesle haykırılması gerektiğini düşünüyoruz: Ne devlet kapitalizmi, ne özel kapitalizm! Kahrolsun ücretli kölelik sistemi! Yaşasın her türlü sömürüye son verecek olan sosyalizm! Biz işçiler bunun için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz! Mayıs 2006
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
savunduklarının ortaya konduğu tutanağı mahkemeye delil olarak sunmuştur. Başkanlar Kurulu toplantısında tutanakçı olarak görevlendirilen Sülya Akbulut’tur. Sülya Akbulut tuttuğu tutanakta neyi duymuş, neye şahit olmuş ise onu kaydettiğini söylemektedir. Fakat bu Genel Merkez yönetiminin hoşuna gitmemiştir. Zira Genel Merkez yönetimi, tutanağa Hulusi Uğurcan’ın “Hasan Çakmak ve arkadaşları” imzalı bildiriye sahip çıktığını ifade eden cümlelerin girmesini istemektedir. Tez-Koop-İş yönetimi, Sülya Akbulut’un yazdığı ve bekledikleri ifadeleri de içeren tutanağın bu yönde olmadığını gördükleri yerde, kendileri tutanağa ek yaptırırlar. Daha sonra kendilerinin düzelttirdiği tutanağı mahkemeye delil olarak sunup Sülya Akbulut’un tutanağı olarak kayda geçirtirler. Sülya Akbulut’tan da ekledikleri, düzelttikleri biçimdeki tutanağa sahip çıkıp yalancı şahitlik yapmasını beklerler, talep ederler. Sülya Akbulut, işten atılma riskini de göze alarak yalancı şahitlik yapmayı reddeder ve yönetimin düzelttiği tutanağa değil, kendisinin gerçekten yazdığı tutanağa sahip çıkar. Genel Merkez Yönetimi davayı kaybeder. Bunun üzerine hıncını yalancı şahitlik yapmayı kabul etmeyen Sülya Akbulut’u işten atarak çıkarır. İş akdinin feshedildiğini öğrendiği gün Sülya Akbulut, bu haksızlığı kabul etmez ve sendika binasını terketmeyerek direniş yapacağını ilan eder. Bunun üzerine Yönetim derhal polisi devreye sokup, Sülya Akbulut’un üzerine saldırtır. Verilen bilgilere göre, polis Sülya Akbulut’a şiddet uygulayarak Sendika Genel Merkezinden yaka paça çıkartır, karakola götürerek sorguya çeker. Sülya Akbulut, Tez-Koop-İş yönetiminin bu kabul edilemez tutumundan da yılmaz, hemen ertesi gün Genel Merkez önünde bu haksızlığa karşı oturma direnişi başlatır. Sülya Akbulut’a yapılan bu haksızlığı duyan bir çok Tez-Koop-İş üyesi hemen bir dayanışma komitesi kurar ve Sülya Akbulut’a sahip çıkar. Sülya Akbulut ve dayanışma komitesi yapılan haksızlığa karşı haklı ve gerekli bir mücadele yürütmektedir. Bu haksızlığa karşı her duyarlı emekçi, işçi, öğrenci… tavır takınmalı, Sülya Akbulut’a somut destek vermelidir. Sülya Akbulut derhal işine geri dönmelidir! Sülya Akbulut ile dayanışmayı yükseltelim, gerçek sendikal ilkelere ve sendika içi demokrasiye sahip çıkalım.
11
Daimler-Chrysler’in cürümleri… Sol sendikal haraketin Mercedes’ten sökülüp atılması, sermayenin cuntaya yüklediği görevlerden biri idi. Bunun için Mercedes firması “firma huzurunu bozan”, “bozguncu” işçilerin, en başta da sendikal hareketin başını çeken ve patronlarla pazarlıklarda öne çıkan işçi önderlerinin listesini cuntaya verdi. Tutuklanan işçilerin 14’ü “kayboldu”.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
12
üyük uluslararası tekeller dünyanın gerçek efendileri. Bunlar dünyanın her yanında milyonlarca emekçinin emeğini sömürerek, kanını emerek büyüyorlar. Onlar azami kâr için herşeyi yapıyor, eğer daha fazla kâr, en fazla kâr örneğin ancak faşizm şartlarında gerçekleşebilecekse, o zaman faşizmin finansörleri oluyorlar. Geçen yıllarda ABD Chrysler’le “birleşerek”, gerçekte onu yutarak daha da büyüyen Almanya’nın en büyük tekellerinden Daimler-Chrysler (eski Mercedes) (DC) tekellerin azami kâr için yapmayacakları hiçbir şeyin olmadığını gösteren örneklerden biri yalnızca. Hitler’i iktidara getirmede, onu ayakta tutmada, bu anlamda İkinci Dünya Savaşı’ndaki tüm Nazi cürümlerinde büyük payı olan bu tekelin bu yılki ‘Genel Kurulu’na paralel olarak sol sendikacıların düzenlediği bir konferans çerçevesinde yapılan bir toplantıda, Buenos Aires’te çalışan Alman kadın gazeteci Gaby Weber ve Arjantin’de askeri faşist cunta döneminde Arjantin’de Mercedes fabrikasında çalışan, cunta döneminde takibe uğrayan sol sendikacı Eduardo Fachal çarpıcı bilgiler verdiler. Şunlar belgelenmiş durumda: — 1976’da askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren cunta ile gerek Mercedes firması, gerekse patronun ve cuntanın sendikası konu mu nda k i SMARTA sıkı bir işbirliği içindeydiler. — A sker i darbe önc e s i n d e Arjantin’deki Mercedes firmasında sol sendikacılar sendikal örg üt len mede egemen durumdaydılar. Cunta geldiğinde Mercedes firması işçileri sol sendikacıların önderliğinde mücadeleci çizgilerini sürdürüyor, cuntayı ve patronları zorluyordu. — Sol send i k a l ha ra ket i n Mercedes’ten sökülüp atılması, sermayenin cuntaya yüklediği görevlerden biri idi. Bunun için Mercedes firması “firma huzurunu bozan” “bozguncu” işçilerin, en başta da sendikal hareketin başını çeken ve patronlarla pazarlıklarda öne çıkan işçi önderlerinin listesini cuntaya verdi.
leri takip altına alındılar, yakalananlar tutuklandı, işkencelerden geçirildi, yıllarca zinda n la rda süründürüldü. Cu nt aya l isteleri veren Mercedes patronları tutuklanan işçileri, “izinsiz iş yerinden ayrıldıkları” gerekçesiyle işten attılar.
bolan” 14 işçi önderinin hesabı kamuoyunda sorulmaya başlandı. Gelişen kamuoyu baskıları sonucu DC firması 2002 yılında “bağımsız bir bilim adamı”na bu konuyu araştırarak bir rapor sunması görevini vermek zorunda ka ldı. A lma n Profesör Tomuschat’ın bi lirk işi raporu genelde Mercedes firmasını ak layan (14 k işinin ölmüş olduğuna dair kesin bulgu olmadığı için, “cinayet” suçlaması getirilemezmiş, ayrıca böyle bir suçlama zaten Mercedes firmasına
— Tutuklanan işçilerin 14’ü “kayboldu”. Şimdi cunta günlerinden bu yana 30 yıl geçmiş olmasına rağmen bunlardan hiçbir haber alınmadı. Bu işçi önderleri faşist cunta/Mercedes patronları işbirliği ile katledildiler. DC tekeli bu cinayetlerin doğrudan sorumlusudur. — Sol sendikacılar tasfiye edildikten sonra, patronla işbirliği halindeki SMARTA’nın yolu açıldı. Bu sendikanın şefi Dünya Metal Sendikaları Birliği’nde bundan iki yıl önceye kadar en önemli görevlerden birinde bulunuyordu. En büyük destekçilerinden biri Alman IG-Metal sendikası idi. — 1996’dan itibaren yapılan araştırmalar sonucu DC’nin “kay-
getirilemezmiş vb. vs.) bir rapor olmasına rağmen, bu raporda da açıkça “bozguncu işçiler”in listesinin firma yöneticileri tarafından SMARTA ile işbirliği içinde hazırlanıp, cuntaya verilmiş olduğu gerçeği belgeleniyor. — Mercedes firması, yalnızca işçi önderlerini cuntacılara jurnallemekle kalmamış, bunun yanında cuntayla iyi ilişkilerini cuntaya çeşitli hibelerle de geliştirmiş. Bu hibeler arasında kuvözler de var. Cuntanın elindeki gebe devrimci kadınların doğurduğu, anneleri “kaybedilen” küçük çocukları evlatlık alanlar arasında Mercedes yöneticileri de var! Böyle “insani yardım” ların da sahibi Mercedes’in Arjantin kolu.
— Cunta bu liste temelinde tutuklamalara girişti, bütün örgütlü işçi önder-
Şimdi Mercedes firmasının bu cinayetlerdeki sorumluluğunu kabul etmesi için kayıp yakınlarının oluşturduğu bir örgütlenme kamuoyu yaratmaya çalışıyor. Bu grubun üç temel talebi var: 1. Yeni bir bilirkişi raporu hazırlanmalı. Bu bilirkişi raporunu bağımsız insanlar hazırlamalı. Grubun önerisi Arjantinin Nobel ödüllü aydını Adolfo Peres Ezquivel’in böyle bir heyetin başkanlığına getirilmesi. 2. DC’nin Arjantin’deki fabrikalarında kaybolan 14 işçiyi anan ve Mercedes’in sorumluluğunu hatırlatan bir plakanın asılması. 3. DC’nin kamuoyu önünde özür dilemesi. Bu basit talepleri bile bugün DC patronları kategorik olarak reddediyor. Onlar suçüstü yakalanmış olmanın telaşı içinde pisliklerinin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Hiç ortaya çıkmayacak gibi düşündükleri gerçeklerin cunta yıkıldıktan sonra birer birer ortaya çıkmasıyla, kapitalizmin çirkin yüzü, DC somutunda da bir kez daha sırıttı. DC’ye bu talepleri kabu l ettirmenin bir tek yolu vardır: Arjantin’de cunta dönemindeki işbirliğini somut belgeleri ile her yerde, en başta da DC işçileri arasında açıklayarak, kamuoyu baskısı oluşturmak. O zaman belki DC’nin cunta dönemindeki kirli işbirliğini, o dönemdeki birkaç yöneticinin sorumluluğuna bağlayarak kabullenmesi ve özür dilemesi mümkün olur. Tabi bu DC’nin bugün de kâr için ölüler üzerinde yürümeye hazır olduğu ve yürüdüğü gerçeğini değiştirmeyecektir. Sorun şu veya bu yöneticinin “iyiliği” “kötülüğü” değil, kapitalizm denen sistemin azami kâr ilkesi üzerine kurulu olmasındadır. Hal böyle olduğu için, kapitalizm var oldukça, Arjantin’de cunta döneminde yaşananlara benzer olaylar hep olacaktır ve bugün de olmaktadır. Nisan 2006
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“
“Sözde” Fransa “gerçek Türk”ün sabrını taşırıyor!
Fransa şaşırma, sabrımızı taşırma!” vb. sloganların yabancısı değiliz bu ülkede. Bu ülkede kendisine Türk halkının temsilciliği payesi verenlerin Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlerin ulusal meseleleri sözkonusu olduğunda saldırganlıkta sınır tanımadığının yabancısı da değiliz. Hele bir de Ermenilere yönelik soykırımı sözkonusu olunca tüm frenlerin boşaldığının, protesto etme adına normal insan aklının alamayacağı işlerin yapıldığının da tanığıyız bu ülkede. Evet bu ülkede, tarihimizde yaşanmış ve yaşanan gerçeklikler üzerine özgürce tartışmak mümkün değil. Ellerinden gelse başka ülkelerde de yasaklayacaklar ama… iyi ki ellerinden gelmiyor. Tüm şoven, ırkçı tavırlarına, protestolarına rağmen başka devletlerin parlamentolarının alacağı, aldığı kararları değiştiremediklerinde ise kuduz hastalığına bulaşmış gibi oluyorlar. Fra nsa i le Tü rk iye a rası nda Ermenilere yönelik soykırım meselesindeki sorunlar yeni değil. En son 1998 Mayıs ayından 2001 Ocak ayı sonuna kadar süren bir “sertleşme” yaşandı. Türklerin tüm protestoları Fransa’nın bir cümlelik “Fransa, Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldığı soykırımını resmen tanır.” kararını almasını engelleyemedi. İstanbul’da taksicilerin Fransız müşterilerini taşımama kararı kendilerinin zararınaydı. Midesine doğru dürüst yiyecek bile girmeyen Türk şovenistlerinin Fransız malı diye elma vb. meyvaları ayaklar altına alıp çamur içinde çiğnemeleri, meyvaların ağızda çiğnenmesinden daha faydalı değildi. Kimi üniversitelerde Fransızca dilinin yasaklanması ise öğrencilerin Fransızcayı öğrenmelerini geciktirmekten başka hiçbir işe yaramamıştı. “Dünyanın Fransızı, Avrupa’nın arsızı” vb. küfürler ise sahiplerine kaldı… Türk-İş, DİSK gibi sendikalar da işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele yerine, Fransa’ya karşı kampanyanın ortaklığını yaptılar. İşe yaramadı! Yaramazdı da! Askeri ve diplomatik ilişkilerin askıya alınıp dondurulması ise, ekonomik ve siyasi çıkarların ateşiyle kısa sürede eridi… Türk hükümetleri Türkiye’nin dünyaya yansıyan resminin böylesi eylemlerle çirkinleştiğinin –ki gerçek resim bu– farkına vardığı yerde, kitlelerin şovenizmde sınır tanımayan eylemlerini dindirmeye yöneldi.
Şovenizmle doldurulmuş kitleleri sokaklara dökme yerine, sistemli biçimde lobi çalışmalarına yönelindi. Bu yönde belli ilerlemeler kaydettikleri yapılan çalışmalardan ve protesto tavırlarının sokak eylemlerine düşük düzeyde yansımalarından görülebilir. Protesto eylemlerinin şekli değişse de Ermenilere yönelik soykırımının ve bununla ilgili karar tasarılarının gündeme getirilmesi her zaman olduğu gibi Türk milliyetçilerinin, şovenlerinin “sabrını” taşırmaktadır. Fransa’da gündeme getirilen tasarı bunu bir kez daha gösterdi.
KANUN TASARISI VE TARTIŞMALAR… Milliyetçi Türklerin sabrını taşıran mesele bu sefer Fransa’da “soykırımı inkar edenlere” ceza verilmesini öngören bir kanun tasarısının gündeme getirilmesiydi. Tasarıyı gündeme getiren Fransız Sosyalist Partisi’ydi. Tartışmalar bu tasarının 18 Mayıs’ta Ulusal Meclis’te ele alınacağını ortaya koyuyordu. Tasarıya göre soykırımın varlığını inkar edenlere 1 yıla kadar hapis ve 45 bin euro’ya kadar para cezası verilmesi öngörülüyordu. Türk hükümeti ve devletin kimi yetkilileri tasarının kabul edilmemesi için özellikle Nisan ayı sonundan itibaren atağa kalktılar. Dışişleri Bakanı Gül Yunanistan’da Fransız meslekdaşı ile yaptığı görüşmede: “Böyle fikir özgürlüğü olur mu? Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakan ve akademisyenler gelip görüş ifade etse onları tutuklayacak mısınız? Bu tasarı ilişkilere çok zarar verir.” (Milliyet, 1 Mayıs 2006) yönünde tavır takındı. Gül, sanki gerçekten düşünce özgürlüğünün savunucusuy-
muş pozlarına bürünerek meslekdaşından sözkonusu tasarının kabul edilmemesini talep ediyordu. Gül meslekdaşından bunu talep ederken Türkiye’de onlarca kişi düşüncesini ifade ettiğinden dolayı mahkemelikti, “Terörle Mücadele Yasası” gündeme ağırlığını koymuştu… Kanun tasarısının 18 Mayıs’ta kabul edilmemesi için hükümet yetkilileri başta olmak üzere Cumhurbaşkanı Sezer’e kadar birçok yetkili Fransa’yı “uyardı”lar! Bir yandan tarihin parlamentolar tarafından yazılmayacağını, böylesi sorunları tarihçilere bırakmak gerektiğini anlatmaya çalışırlarken, ağırlığı ekonomik ve siyasi ilişkilerin bozulacağının uyarılarına verdiler. Fransız firmalarının nükleer santral ihalelerinden dışlanacağı tehditleri ile birlikte, bankacılık, savunma ve otomotiv sektörleri başta olmak üzere değişik sektörlerdeki işbirliği ve yatırımların da sekteye uğrayacağının altı çizildi. Başbakan Erdoğan da Türkiye’de yatırım yapan Fransız işadamları ile görüşüp tasarının engellenmesini talep etti. Erdoğan: “Sizden Türkiye’nin yanında yer almanızı istiyoruz. Türkiye’nin tezlerine destek bekliyoruz. Bu işi tarihçilere bırakalım. Lobilere yardımcı olun. Bu tasarının geçmesini engelleyin. Aksi takdirde Türk-Fransız ilişkileri ciddi yara alır.” (Hürriyet, 10 Mayıs 2006) tavrını takındı. Başbakan Erdoğan’ın tavrı yoruma gerek bırakmayacak kadar açık ve net. Lobi çalışmaları da esas olarak ekonomik ilişkilerin zarar göreceği üzerine yürütüldü bu sefer. Türkiye ile Fransa arasında karşılıklı ticaret hacminin yaklaşık 10 milyar dolar olduğunun, tasarının kabul edilmesinin buna zarar vereceği ve eğer
tasarı kabul edilirse yoğun boykotların gerçekleşeceği biçiminde tehditler savruldu. Bu a rad a Tü rk iye’n i n Pa r is Büyükelçisi Osman Korutürk istişarelerde bulunmak için Ankara’ya çağrıldı. Benzeri bir durum Kanada Hükümeti’nin 24 Nisan’da “soykırım” kavramını kullanması nedeniyle Ottowa Büyükelçisi Aydemir Erman’ın Ankara’ya çağrılmasında da yaşandı. 1998-2001 döneminde de böylesi tehditlerin fazla işe yaramadığını bildiklerinden çalışmalar sadece tehdit ve uyarılarla sınırlı bırakılmadı. TOBB, TÜSİAD, TİSK, Türk-İş, Hakİş ve TESEV gibi örgüt ve kurumlar Fransız gazetelerine “tam sayfa ilan” vererek “sevgili Fransız dostları”na kanun tasarısını reddetmek için çağrıda bulundular. Sahibinin sesi burjuva kalemşorlar da, köşe yazılarında “300-400 bin Ermeni oyu’na değer mi”, ya da “Ermeniler yüzünden koskoca Türkiye ile ilişkileri zedelemeye, Türkiye’yi kaybetmeye değer mi” biçiminde Ermenilere düşmanlığı körükleme görevlerini icra etmekte geri kalmadılar. Fransız işadamlarını ise “ayaklanmaya” çağırdılar. Kimi köşe yazarları da Fransa’nın “demokrasinin beşiği” olarak böylesi bir kanun tasarısını kabul etmesiyle, düşünce özgürlüğünü kısıtlayacağı, “özgürlük, kardeşlik ve eşitlik” ilkelerine ters düşeceği tartışması temelinde Fransa’ya karşı “ulusal mücadele” vermeye kalkıştı.
BURJUVA DEMOKRASİSİ VE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ… “Soykırımı inkar edene ceza verilmesi” kanun tasarısı gerçekten de Fransa’nın, ya da bu tasarıyı savunanların Ermeni halkının çıkarlarını savunduğu anlamına gelmiyor. Bu aynı zamanda düşüncesini ifade etme özgürlüğünü kısıtlayan bir yaklaşım. Fakat Fransa’nın tavrını eleştirenlerin kendileri gerçekte düşünce özgürlüğünün savunucusu ve uygulayıcısı değil. Türkiye cephesinden düşünce özgürlüğünü araç olarak kullanıp Fransa’yı eleştirenler –burada Türk milliyetçisi kesim sözkonusudur–, Türkiye’de düşüncesini ifade etme hakkını ayaklar altına alan sistemin ve kanunların yağız savunucularıdır. Bırakın burjuva demokrasisinin savunuculuğunu, çoğu faşizmin savunucusu konumunda. İşlerine böyle
11
yaşam temellerini koruma mücadelesi geldiği için demokrasiden, düşünce özgürlüğünden dem vuruyorlar. Bu arada burjuva demokrasisinin özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği içerdiğini de kitlelere yutturuyorlar. Evet, Fransa burjuva demokrasisinin beşiği, “özgürlük, kardeşlik, eşitlik” şiarlarının yükseldiği bir ülke. Fakat, 1789’da burjuva devriminde yükseltilen bu şiarlar, burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde ve ilerici bir rol oynadığı dönemde ortaya çıkmıştı. Burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdıkça “özgürlük” şiarının içeriği, burjuvazinin işçileri, emekçileri sömürme, ezme özgürlüğü ile doldu… Kardeşlik ve eşitlik ise burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde ezen, sömüren sınıflar ile, ezilen, sömürülen sınıflar ve ezilen halklar arasında hiçbir dönem gerçekleşmedi. Gerçekleşemez de! Burjuvazi ilerici rolünü çoktan kaybetmiş, bir bütün olarak gericileşmiştir. “Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” şiarlarının gerçekleştirilmesi görevi proletaryanın omuzlarına binmiş ve özgürlük, kardeşlik, eşitlik proletarya önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle ancak bir gerçek haline gelecektir. Kapitalizmin varlığı, burjuvazinin iktidarı tüm toplum için özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin sağlanmasının en temel engelidir. Bu temelde soruna yaklaşıldığında burjuva demokrasisinin düşünce özgürlüğünü kısıtlaması, bu konuda yasalar çıkarması vb. kendi karakterine uygundur. Sonuçta burjuva demokrasisi, ezenler için demokrasi, ezilenlere karşı burjuvazinin diktatörlüğüdür. İşçiler, emekçiler için özgürlüklerin sınırı sermayedarların çıkarlarının gerektirdiği kadardır. Sermayedarların çıkarlarına dokunulduğunda özgürlükler yerini yasaklara bırakır. Somuta baktığımızda düşünce özgürlüğü adına Fransa’yı eleştirenlerin çoğu Türkiye’de soykırım üzerine tartışma özgürlüğünü savunmuyor. Fransa’nın “soykırımı inkara ceza” kanun tasarısına, düşünce özgürlüğü adına karşı çıkanlar, tutarlı olmak istiyorlarsa en azından Türkiye’de de soykırım var mı yok mu tartışmalarının özgürce yürütülebilmesi için mücadele etmesi gerekir.
TASARI OYLANMADAN ERTELENDİ…
12
Sahibinin sesi kalemşorların “Ermeni konusunda yanlızlaşıyoruz” yakınmaları ve devlet yetkililerinin diplomatik çabaları eşliğinde yürüyen tartışmalar; tasarının kabul edilebileceği korkusu ve beklentiler Türk tarafı açısından 18 Mayıs Perşembe günü saat 14:30 sularında yerini “memnuniyete” bıraktı. Tasarı, 18 May ıs’ta toplanan Meclis’te ele alındı. Meclisin ele aldığı birinci gündem maddesi tartışmalarının uzaması ve “Ermeni soykırımının inkarına ceza” tasarısının
oylanmasından önce, Meclis Başkanı Louis Debre’nin oturumu kapatması ile tasarı ertelendi. Uygulamaya göre tasarı bundan sonra en erken Ekim ayında yeniden gündeme gelebilecek. Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı Chirac ve hükümetin tavrından yana biri. Dışişleri Bakanı’nın tasarıya karşı konuşmasından da ortaya çıktığı gibi bunlar Türkiye ile ilişkileri bozabilecek böylesi bir kanun tasarısının kabul edilmesini şimdilik çıkarlarına uygun görmemektedirler. Fakat benzeri bir kanun tasarısı Türkiye’nin AB’ye üyeliği müzakereleri sürecinde hep yeniden, gerekli gördüklerinde gündeme getirilebilecek bir kart olarak elde tutulmaktadır. Somut ola ra k sözkonusu tasarı Meclis’te kabul edilseydi de, hemen yasalaşmış olmayacaktı. Bunun için Senato’nun onayı ve Cumhurbaşkanı’nın onayı gerekliydi ve bunların gerçekleşmesi ise yine epey zaman alacaktı. Tabii ki raflara kaldırılması ve reddedilmesi de mümkündü. Kanun tasarısının Meclis’te oylanmadan ertelenmesi Türk tarafının “taşan sabrını” şimdilik dindirdi. Fakat bu tartışma sürecinde de “nöbet”lere tutulanlar vardı. Kanun tasarısının savunucuları, “Ermeni jenosidi bir fikir değil bir gerçektir ve Türkiye bunu tanımalıdır” ve “Türkiye AB’ye üye olmak için soykırımı kabul etmelidir” düşüncelerini savunurken, Türk şovenizminin bayraktarlığını kimseye bırakmayan İP, İstanbul, Ankara ve İzmir’de Fransız konsoloslukları önünde ve Fransa’da Fransa Ulusal Meclisi binası karşısında, kanun tasarısını protesto etmek için “TürkFransız Dostluk Nöbeti ” tuttu. Kimileri böyle “nöbet”lerle kimileri de mektup ve fakslarla, yürüyüşlerle, ya da Fransa’da çocuklarını iki gün okula göndermemekle Fransa’yı protesto ettiler. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”nü korudular… Fransa ile “sorun” şimdilik bitti, benzeri bir kanun tasarısı ile Belçika sırada duruyor. Ermenilere yönelik soykırımı kabul etmede devletlerin ve parlamentoların sayısı her geçen gün artıyor. New York Times gazetesinin 16 Mayıs tarihli başyazısında, Milliyet gazetesinin aktarımına göre “Türklerin, tarihi inkâr etmenin kendileri için büyük bir tehdit olduğunu anlamalarının zamanı” (Milliyet, 17 Mayıs 2006) gelmiştir tespiti yapılmaktadır. Önümüzdeki süreçte yeni “sabır taşmalara” tanık olacağımıza kesin gözüyle bakabiliriz. Yasalarla tarih yazılmaz ama tarihi gerçekliklerin reddedilmesinin de, yaşananları, tarihi olguları, ortadan kaldıramayacağı bilinmelidir. İnkar ne kadar sürerse sürsün, gerçekler kendisini er ya da geç kabul ettirecektir. 19 Mayıs 2006
Emperyalizm yaşam temeller
Y
aşadığımız gezegende tüm insanlığı ilgilendiren çevresel sorunlar yaşanıyor. Emperyalizm doğayı talan etmede sınır tanımıyor. Yaşam temellerinin yok edilmesi, felaketlere yol açıyor. Kar hırsını temel alan emperyalizm, yaşam temellerinin yok edilmesini hızlandırıyor. Çünkü emperyalizm doğa ile uyum içerisinde yaşamak yerine, onu hoyratça talan ediyor. Küresel ısınma, dünyanın doğasını ve insanını felakete götüren tehlikelerden biri. Küresel ısınma nedeniyle yerküre geri dönüşü olmayan bir noktaya geliyor. Ormanların yok olması sonucu, çölleşmeler yaşanacak, buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek ve geniş kara parçaları sular altında kalacaktır. Dünyayı en fazla tehdit eden çevre felaketlerinin başında küresel iklim değişiklikleri geliyor. Bunu içme suyu kaynaklarının azalması ve var olan içme suyunun kirlenmesi izliyor. Ormanlar yok ediliyor. Doğal yaşam alanları ortadan kaldırılıyor. Doğadaki biyolojik çeşitlilik yok ediliyor. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, üzerinde yaşadığımız toprak kirletiliyor. Zehirli maddelerin kullanılması dünyayı yaşanamaz bir duruma getiriyor. Şu anda dünya nüfusu yedi milyara yaklaşıyor. İnsan nüfusu sürekli artıyor. Tüm insanlığı en fazla etkileyen çevre sorunu, tatlı su kaynaklarının azalması ve kirlenmesidir. Dünyada yaşayan nüfusun üçte biri, yani iki buçuk milyarı, yeterli tatlı su bulamamaktadır. Yine dünyada bir milyar insanın içme suyu kıtlığı altında yaşadığı bilinmektedir. Buna karşı gelişmiş ülkelerde, günlük tüketime sunulan birçok ürün, tekstil ürünleri, araba üretimi kapsamında çok miktarda temiz su kullanılmakta ve kir-
letilmektedir. Yaşamsal öneme sahip olan su kaynakları zehirlenmekte ve böylelikle gelecek nesillerin yaşama şansı yok edilmektedir. Nüfus artışına bağlı olarak, doğanın talan edilmesi de bir başka önemli çevre sorunudur. 2050 yılında dünya nüfusunun dokuz milyara ulaşacağı hesaplanmaktadır. Nüfusun artmasına paralel olarak, dünya doğal rezervlerinde herhangi bir artış olmamakta ve her geçen gün doğal kaynak miktarında büyük azalmalar görülmektedir. Bu durum böyle devam edecek olursa, doğal yapı ortadan kalkacak ve yaşadığımız dünya yaşanamaz hale gelecektir. Enerji gereksinimin karşılanmasında, doğa için zararsız olan enerji kaynakları kullanılmamaktadır. Bugün dünyada 450 adet nükleer santral vardır. Küresel ısınmada enerji kullanımının payı %49’dur. Evet, yanlış okumadınız. Küresel ısınmada emperyalizmin yol açtığı, dünyanın doğasını ve insanını felakete götüren tehlikelerden biri de, çevreye zarar veren enerjinin kullanılmasıdır. Türkiye’de ise nükleer santral kurulması için atom lobisi çalışma yapmaktadır. Nükleer enerji yerine, alternatif enerji kaynakları üzerine kafa yorulmamaktadır. Çünkü egemen sınıflar azami kar hırsını merkeze koymaktadırlar. Nükleer santrallere bağlı olarak da, nükleer silah yapma hesapları yapmaktadırlar. Bu ülkede yaşayan herkes nükleer santrallere karşı çıkmalı ve nükleer enerji santrallerinin kurulmasına izin vermemelidir. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, diğer emperyalist güçler tarafından atmosfere salınan zehirli gazlar yüzünden, dünyanın doğal yapısı değişmekte ve çevresel iklim değişiklikleri yaşanmaktadır. Atmosfere
yaşam temellerini koruma mücadelesi
rini yok ediyor salınan zehirli gazların azaltılmasına, emperyalistler yanaşmamaktadır. ABD emperyalizmi, Kyoto Dünya İklim Anlaşması’nı imzalamaya yanaşmamaktadır. Onlar karbondioksit üretiminin düşürülmesini istememektedirler. Çünkü onların merkeze koydukları şey, yaşam temellerinin korunması değil, azami kar hırsıdır. Türkiye de ABD’nin baskıları sonucu Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır. Türk hâkim sınıfları “hele bir sanayileşelim, o zaman imzalarız” türünden açıklamalar yapıyor. Hâkim sınıflar yerkürenin dışındaymış gibi, küresel ısınmayı umursamamaktadır. Dünyayı saran atmosfer çeşitli gazlardan oluşmaktadır. Güneşten gelen ışınlar, atmosferi geçerek yeryüzünü ısıtmaktadır. Atmosferdeki kimi gazlar da yeryüzündeki ısının bir kısmını tutarak yeryüzünün ısı kaybına engel olmaktadır. Atmosferin ısıyı tutma özelliği sayesinde suların sıcaklığı dengede kalmakta; böylece nehirlerin ve okyanusların donması engellenmektedir. Atmosferdeki ısıtma ve yalıtma etkisine “sera etkisi” denilmektedir. Atmosfer cam seralara benzer bir özellik göstermektedir. Havada en çok ısı tutma özelliği olan karbondioksit miktarı son yıllarda hava kirlenmesine bağlı olarak artmaktadır. Isı tutma özelliği olan metan, ozon ve kloroflorokarbon gibi sera gazları insanların yol açtığı nedenler yüzünden atmosfere katılmakta, atmosfer ısısının yükselmesine neden olmaktadır. Atmosferdeki karbon monoksit ve karbondioksit oranlarının artışına bağlı olarak, sera etkisi olayının yaygınlaşması olayı ile dünya sıcaklığı 0,7–1 santigrat derece artacaktır. “Küresel ısınma” diye adlandırılan bu olgunun bir yandan buzulların erimesi, okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracak iklim değişimlerine yol açacaktır. Buna bağlı olarak, buzul ve buz dağları eriyecek, dünyadaki yeşil örtü bozulacak, biyolojik çeşitlilik yok olacak, birçok kıyı yerleşim alanları sellerle yok olacaktır. Afrika, Orta Amerika ve Asya’nın önemli bir kısmında çevresel felaketlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Tüm bu çevre felaketleri ve doğanın dengesinin bozulması insanlığı ortadan kaldırmaya yönelik sonuçlara yol açacaktır. Görüldüğü gibi, emperyalizm yaşadığımız yerküreyi küresel felakete doğru sürüklemektedir. Büyük insanlık kendisini bekleyen bu felaket karşısında sessiz kalmamalıdır. Yaşam temellerini korunmak, doğa ile uyum içerisinde yaşamak için, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Nisan 2006
5 Haziran Dünya Çevre Günü…
Kapitalizm doğanın ve insanlığın düşmanıdır!
Türkiye’de çevre katliamı, doğanın talanı ya devletin eliyle ya da onun onayıyla yürütülüyor. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde, çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütelim.
D
ünya Çevre Gününe, Türkiye’de Nük leer Santral Projesinin gündemde olduğu bir dönemde giriyoruz. Son aylarda nükleer santral kurma girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet Sinop’ta nükleer santral kurulacağını açıklamıştır. Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve güvenli” olduğu yalanları ile nükleer enerjinin doğaya ve tüm canlılara verdiği zararının ne kadar büyük olduğu gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Güvenli olduğu söylenen nükleer enerjinin ne kadar güvenli olduğu 1986’daki Çernobil kazasında çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli hastalıklara yakalanmasına neden olan Çernobil felaketinin sonuçları uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye devam edecek. Çernobil kazası çıktığında santralın yanan bloğunun söndürülmesi için çalışan insan sayısı kimi verilere göre 600.000 ile 860.000 arasındadır. Bunların hemen hepsinin radyasyona maruz kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin ediliyor. Bunların onbinlercesi – kimi verilere göre 50.000 ile 100.000 arasında– ölmüştür. Bugün halen 50.000 kadar çocuk tiroit kanserine yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan kısa süre sonra ölmüştür. Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan verilere göre Çernobil bölgesinde çocukların %80’i hastadır. Rusya Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre 1990’lı yılların başında hasta olanla-
rın sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor… Beyaz Rusya’nın tarım alanının % 22’si işlenemez durumda ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur. Çernobil’e kadarki dönemde ise binlerce insanın zarar gördüğü en az 400’ün üzerinde nükleer santral kazasının meydana geldiği ve bunların gizlendiği belirtiliyor. Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı sadece bununla sınırlı değil. Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı yüzünü en açık gösteren örneklerden bir de, azami kar hırsıyla doğanın ve insanların zehirlenmesine ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz önceden bilinen zehirli atıkların çevreye yayılması sorunudur. Geçtiğimiz günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli atıkların bulunduğu toprağa gömülmüş variller ortaya ile birlikte derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi gibi sonuçlar, ya da Türkiye çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850 milyon ton atığın sonucunun ne olduğu soruları gündeme geldi. Verilen bilgilere göre Türkiye’de atıkların yakıldığı ya da “bertaraf ” edildiği sadece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği resmen bilinen atık oranı 200 bin ton civarında. Buna göre 1.650 milyon tonluk atığın Türkiye’de kurulu tesislerde bertaraf edilmediği devlet tarafından bilinmesi gereken bir olgudur. Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi koruma diye bir yaklaşımın olmadığını, zehirli atıkların, artık kim nereyi uygun ve boş bulursa oraya atmasının devlet tarafından da onaylandığını gösteriyor. Bunun sonu-
cunda çevreye bu atıkları yayanlara karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Verilen komik para cezaları ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler adeta teşvik ediliyor. Özetle vurgulanırsa Türkiye’de çevre katliamı, doğanın talanı ya devletin eliyle ya da onun onayıyla yürütülüyor. Kapitalizm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve evet insanın düşmanı bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor. Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin her tür barbarlığı meşru görmesini beraberinde getiriyor. Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin yok edilmesine karşı ciddi bir önlemin alınabileceğini beklemek boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı azami kar hırsıyla gözü dönmüş emperyalist- kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak, büyük insanlığın geleceğine sahip çıkmak da biz işçi ve emekçilerin omuzlarındadır. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde, çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütelim. Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır! Çevre ile uyumlu enerji türlerine evet! Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer santral istemiyoruz! Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! 4 Haziran 2006
13
NAZIM HİKMET’İ ANMAK…
3
14
“Sevdalınız komünisttir!”
Haziran 1963 bir büyük komü nist şairin, “Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” Nazım’ın öldüğü gündür… Gerek yaşadığı 61 yıllık ömrünün önemli bir bölümünde, gerekse ölü münün üzerinden geçen 43 yıl içeri sinde çok konuşuldu; hakkında çok şey yazıldı… Herkes kendi ideolojik konumuna, sınıf tavrına göre birşey ler söyledi, yazdı, çizdi; övdü, kara ladı; yerdi, göğe çıkardı… Burjuvazi açısından Nazım neydi, nereye oturtulmalıydı? 70-80 yıllık bir çalışmadır yürüyen… Denenme yen kalmadı… Önce O’nu yıldırmak, engellemek istediler… Takibatlar, koğuşturma lar, mahkemeler birbirini izledi, uzun yıllar mahpuslarda esir edildi. Yasaklandı… Denediler bir çok şeyi… Denediler ve bu işin ne kadar boş bir iş olduğunu gördüler. Ne koğuştur malar, ne mahpus hayatı, ne sürgün, ne yasak… Hiç biri Nazım’ın Nazım olmasını engellemedi; yasaklar Na zım’ın okunmasını engellemedi. Başaramadılar. O’nun 20. yüzyılın en yetkin ve en güçlü Türk şairi olduğu gerçeği yad sınmalı mıydı? Denediler bunu; “ra kipler”, kıyaslanacak şairler bulmaya çalıştılar, gözden düşürmeye çalıştı lar; “aslında abartılacak bir şair de değil…” dediler… Denediler ve bunun etkisinin olma dığını gördüler… Hayır, Nazım Hikmet’in büyük lüğü inkâra gelmiyordu… “Adamın komünistliği olmasa” hiç sorun yoktu aslında; kolaylıkla sa hiplenilebilirdi… Ama adam komü nistti; açık açık komünizmi öven şiir leri vardı, kendisini komünist olarak tanımlıyordu… O zaman belki komü nistliği görmezden gelinip, “O’nun komünistliği romantikliğinin bir te zahürü” olarak değerlendirilebilir; şa irlik yanına sahip çıkılabilirdi… Bunu da denediler, deniyorlar… Olmuyor…O’nun komünistliği, şa irliği ile dünya görüşü arasındaki bağ o kadar içiçe geçmiş ki; birini diğerin den söküp almakta zorlanıyorlar… Yapamıyorlar… Magazinleştirmeye çalışıyorlar… O’nun aşk ilişkilerini, evliliklerini öne çıkarıp sözümona saldırıyorlar… Ama yine olmuyor, çünkü O’nun şair liği ve sanatçı kişiliği, bu sanatçı ki şiliğine yön veren duruşu yanında özel yaşamı pek de belirleyici bir ni telik arzetmiyor. Nazım Hikmet de
nildiğinde akla ilk gelen onun özel yaşamı, evlilik ilişkileri değil; komü nistliği, şairliği, sanatçılığı… Olmuyor… Buradan da vuramıyor lar büyük şairi… Sahiplenmek belki en iyisi, ama nasıl? Belki yıllar önce elinden alı nan vatandaşlığı geri verilirse hem Nazım sahiplenilebilir, hem devletle Nazım barıştırılabilir… Öyle düşü nenler var. Bunun için zaman zaman Meclis’e tasarılar veriliyor, imzalar toplanıyor… Ama bu da olmuyor. Olmuyor, çünkü önce vatandaşlığı nın iadesi sorun… Sonra vatandaş lığı iade edilse; Nazım devletle barış mış mı olacak? Eserlerindeki devlete karşı duruşunu ortadan kaldırabilir mi bir “vatandaşlık kararnamesi?” Kimileri devletin O’nu sahiplenme isteğini fırsat bilip “mezarının mem leketine taşınmasını” öne çıkarıyor, bunu talep ediyorlar… Ne olacak Na zım’ın kemikleri Türkiye’ye gelse? O’nun büyüklüğüne bir büyüklük daha mı eklenecek? Nazım bir Nazım daha mı olacak? Yoksa Nazım’ın ke miklerinin Türkiye’ye getirilip belki “devlet töreniyle” yeniden “gömül mesi” bunu önerenlerin başını göğe mi erdirecek? Deniyorlar… Deneyecekler… Denesinler… Deniyorlar ve işin içinden çıkamı yorlar… Açmazları var. Doluya koyu yorlar almıyor, boşa koyuyorlar, dol muyor… İki ayrı kutuptaki şeyi yan yana getirmek olacak iş değil; yapamı yorlar, yapamazlar… Nazım ile devleti barıştırma, ola bilse O’nu devlet sanatçısı yapma fi lan görüşler dillendiriliyor. Daha geçen ay birileri Meclis’te çıkıp Na
zım’ın vatandaşlığının iade edilmesi için bir önerge hazırladığını gazeteler yazdı. Bir kez daha denenecek. Sonuç? Nazım’la devlet barıştırılabilecek mi? Elbette hayır… Geçerken belirtelim; elbette Na zım’ın da her insan gibi hataları, za afları vardır, olabilir… Ama bir sa natçının ya da herhangi bir kişinin değerlendirmesinde o kişi; yaşadığı dönemden, ilişkilerden, dönemin yaygın düşüncelerinden vb. ayrı ele alınıp değerlendirilemez… Dahası herhangi bir kişi bütün bir yaşamı bir çizgide yaşaması gereken bi risi olarak da ele alınıp değerlen dirilemez… Nazım’a da öyle yaklaşılmalı… Ne fazla, ne eksik… Böyle yaklaşıldığında elbette Nazım’da eksiklikler, yanlışlar vardır, bulunur… Ama öz nedir, ona bakılmalıdır… Nazım’daki öz, onun ko münistliğidir… Enternasyonal yandır… Devrime, işçi sınıfının kavgasına, sosyalizme, komünizme bağlılığıdır… Ve esas görülmesi gereken de bu… O’nu ölümünün 43. yıldönü münde hatırlatan başka şeyler var… Hakim sınıfların işçi sınıfına yönelik saldırıları içinden geçtiğimiz dö nemde öne çıkan olgulardan birisi… Evet, hakim sınıflar, onların devleti işçi sınıfına alabildiğine saldırıyor ve ama işçi sınıfının buna karşı ciddi bir tepkisi yok… Yok çünkü korkutulmuş, sindirilmiş, uyuşturulmuş… Bu bize Nazım’ın “Dünyanın en tuhaf mahluku” dizelerini anımsatıyor: “Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. / Serçe gibisin kardeşim, / serçenin te laşı içindesin. / Midye gibisin karde şim, / midye gibi kapalı, rahat. / Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi kor kunçsun, kardeşim. / Bir değil, / beş değil, / yüz milyonlarlasın maalesef. / Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye ka tılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. / Dünyanın en tu haf mahlukusun yani, / hani şu derya içre olup / deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. / Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabı mızı vermek için üzüm gibi eziliyor sak / kabahat senin / –demeğe de di lim varmıyor ama– / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! — 1947” (Nâ zım Hikmet, Şiirler 4, sayfa 148) Neden “gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılan” ve “salhaneye koşan”lar böyle davranırlar; neden ölüm yerine isyanı seçmezler? Neden? Nazım Hikmet’in buna yanıtı “Ellerinize ve yalana dair”de vardır: “… Ve insanlar, ah, benim insan larım, / yalanla besliyorlar sizi, / hal buki açsınız, / etle, ekmekle beslen meğe muhtaçsınız. / … / İnsanlarım,
ah, benim insanlarım, / antenler ya lan söylüyorsa, / yalan söylüyorsa ro tatifler, / kitaplar yalan söylüyorsa, / duvarda afiş, sütunda ilan yalan söy lüyorsa, / beyaz perdede yalan söylü yorsa / çıplak baldırları kızların, / dua yalan söylüyorsa, / ninni yalan söylüyorsa, / rüya yalan söylüyorsa, / meyhanede keman çalan yalan söylü yorsa, / yalan söylüyorsa umutsuz gün lerin gecelerinde ayışığı, / söz yalan söylüyorsa, / renk yalan söylüyorsa, / ses yalan söylüyorsa, / ellerinizden ge çinen / ve ellerinizden başka her şey / herkes yalan söylüyorsa, / elleriniz bal çık gibi itaatli, / elleriniz karanlık gibi kör, / elleriniz çoban köpekleri gibi ap tal olsun, / elleriniz isyan etmesin di yedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu ölümlü, bu yaşanası dünyada / bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. — 1949” (Nâ zım Hikmet, Şiirler 4, sayfa 194-195) Evet, onlar “yalanları salmışlar yol lara / hepsinin de kuyruğu telli pullu.” (“En mühim mesele” şiirinden) Çünkü onların “Toprak doyurası gözleri doy muyor”; onlar “çok çok para kazan mak istiyorlar;” bunun için “öldürme miz, ölmemiz lazım geliyor / çok çok para kazanmaları için.” (agş) Peki ne yapmalıyız? “Aldanıp aldanmamak, / İşte me sele. / Aldanmazsak: varız! / Aldanır sak: yok! — 1951” (age, sayfa 209) Ve yıkılmalı yalan; “annelerin ninnilerinden / spikerin okuduğu habere kadar / yürekte, kitapta / ve sokakta yenebilmek yalanı, / anlamak sevgilim, o, müthiş bir bahtiyarlık / anlamak gideni ve gelmekte olanı.” Karar bizim… Karar işçilerin, emekçilerin… Barut fıçısı üzerindeyiz… 21. yüzyılda barbarlığı yaşıyoruz… Yanıbaşımızda savaşlar sürüyor, savaşlar hazırlanıyor… Hem de yer yer kimyasal silahların kullanıldığı savaşlar bunlar… İşte böylesi bir dönemde; Nazım’ın Hiro şima ve Nagazaki üzerine atılan atom bombalarının ardından söylediği “bu lutlar adam öldürmesin” dizesini ha tırlamaz mıyız? Savaşın, atom silahla rının açtığı yaraların yıllar süren et kisini “Kız çocuğu” şiirinde duyum samaz mıyız? İşçilerin, emekçilerin birbirlerine düşman edilmeye çabalandığı bir dönem, içinden geçtiğimiz dönem… Tam da böylesi çabaların yükseldiği, yükseltildiği dönemlerde bunun alternatifi olarak enternasyonalizme vurgu çok daha önemli hale gelmez mi? Ve Nazım’ın şiirlerine de sıklıkla yansıyan enternasyonalist yaklaşımı güzel örnekler olarak hatırlamaz mıyız? “Yarısı burdaysa kalbimin / yarı sı Çin’dedir doktor. / Sarı nehre doğru akan / ordunun içindedir. / Sonra, her şafak vakti doktor / her şafak vakti kal bim / Yunanistan’da kurşuna dizili yor.(…)” (“Angina Pektoris” şiirinden, Nâzım Hikmet, Şiirler 4, sayfa 165) Memleketini sever, memleketinin insanını sever… Ama O’nun,
yeni kadın dünyası “Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma / Ben Asyalıyım / Bakmayın m av i gö z l ü ol duğ um a / B e n Afrikalıyım” dizelerinden bugün de öğrenmek, gerekmez mi? Karanlık bir dönemden geçiyoruz… Hakim sınıfların saldırılarına her gün yenileri ekleniyor… Sessizliğin ortasında geçiyor zaman… Yılgınlık yaygın… Güvensizlik belirleyici… Oysa Nazım’dan öğrenmek gerek geleceğe güveni… O’nun geleceğe, güzel günlere olan güvenini kazanmalı “yaratanlar”… “… / Sevgilim, / bu ayak sesleri, bu katliamda / hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu, / fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden / güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan / gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… / …” Umutsuzluk bir tortu olarak çökmüş milyonların yüreğine… Oysa O’nun umudunu taşımalı “yaratanlar”… “… / İşler, atom reaktörleri, işler, / yapma aylar geçer güneş doğarken / ve güneş doğarken hiç umut yok mu? / Umut, umut, umut, / umut insanda.” Umudun bizde olduğunu ne zaman kavrayacağız? Bölünmüşüz, parçalanmışız… Emekçilerin parçalanmışlığı hakim sınıfların düzenlerini sürdürmesinin garantilerinden birisi… Oysa; “Hep bir ağızdan türkü söyleyip / hep beraber sulardan çekmek ağı, / demiri oya gibi işleyip hep beraber, / hep beraber sürebilmek toprağı, / ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, / yârin yanağından gayri her şeyde / her yerde / hep beraber! / diyebilmek / için” birlikteliği sağlamak ve güzel günler için, yeni bir dünya için, sosyalizmin dünyası, komünizmin dünyası için birlikte mücadele etmek de var… Bizi bekliyor güzel gelecek… 3 Haziran 1963… büyük komünist şairin; “tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” Nazım’ın bedenen aramızdan ayrıldığı gün… Bedenen aramızda olmasa da eserleriyle aramızda O… Kavgada… Yanımızda, yanıbaşımızda… O’nun sevdası komünizmeydi… Kavgası bunun içindi… Yarattıkları bunun için… Biz de komünizm istiyoruz… Kavgamız bunun için… Ve çağrımız bunun için… Nazım’ca: “İnsanlar sizleri çağırıyorum: / kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, / buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için, / üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.” Ve yine Nazım’ca davetimizi yineliyoruz: “… / Yok edin insanın insana kulluğunu! / Bu davet bizim.// “Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine, / bu hasret bizim!” Mayıs 2006
“Anneler günü” kime ve neye gerek?
B
ugün 14 Mayıs, anneler günü... Gazeteleri açıyorsunuz, sayfa sayfa annelere methiyeler... Açıyorsunuz sayfayı “annelik tim sali” gösterilen bir kadın, açıyorsu nuz yılın annesi, açıyorsunuz “feda kar” kahraman anneler... devam edi yorsunuz, “şehit anneleri” üzerinden zehir zemberek Türk şovenizmi... ve tabii ki eksik olamaz: “anaların anası” Mustafa Kemal Atatürk’ün an nesi hakkında anılar... Anneler günü: - kimine göre annesini hatırladığı, gönül aldığı masum bir gün... - kimine göre çiçek, parfüm ve her türden ev eşyası pazarlamak için iyi bir fırsat... - kimine göre gün boyu konuşula cak yayın saati doldurmaya yarayan bir konu... - kimine göre Hitler faşizminin tepe tepe kullandığı “kirletilmiş” bir gün... - kimine göre dün olduğu gibi bu gün de “ırkçı-şoven-erkek şovenisti” ideolojinin pompalanmasına iyi hiz met veren bir gün... Tarihini uzun boylu karıştırmaya gerek yok... İlk olarak Amerika’dan dünyaya yayılan bu özel gün, geç mişte ve bugün egemenler tarafın dan çok yönlü biçimde kullanılmak tadır. “Annelik” etrafında yaratılan miti en uç noktasına kadar götüren geçmişte Hitler faşizmi olmuştur. Bu aşırılığa varmasa da “anneler günü” her türden gericiliğin kadına bakış açısını ortaya koymaktadır. Erkek egemenliğini kayıtsız şartsız kabul et meye zorlanan kadınlara sadece bir noktada özel bir değer (o da aslında lafta!) biçilmektedir... Bu da erkek egemenliğinin lutfettiği “anneliktir”. Annelik fedakarlığın timsali olarak yüceltilmektedir. Bununla ezilen ka dın kitlelerine verilen mesaj hep ay nıdır: Kadın olmak, anne olmaktır, fedakarlıktır... Kadına her türlü kö tülüğü sineye çekmek ve sabır yakı şır! Erkek egemenliğine boyun eğin ve asli göreviniz olan annelik görevi nizi yerine getirmeye çalışın. Bunun karşılığında ezilen kadınlara sunu lan “öbür dünyada cennet”tir! “Cen net annelerin ayağının altındadır” sö züyle büyüdük hepimiz... Bunun ger çek anlamı ezilen kadın kitlelerinin yaşarken cehenneme katlanmak, bü tün barbarlığıyla erkek egemenliğine katlanmak zorunda bırakılmasıdır.
Nereden bakarsanız bakın ikiyüzlülük! Egemenler bir yandan ezilen kadın yığınlarının yaşam koşullarını çe kilmez hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar; ezilenler içinde en fazla ezilenler konumunda olan ka dınlar çocuklarıyla birlikte açlık ve sefalet içinde hayat kavgası yürütmek
Ezilen kadın kitleleri nin anneliğin yüceltil mesine ihtiyacı yok! Vaadedilen sahte cen netlere de ihtiyacı yok! zorunda bırakılıyorlar... Ezilen kadın kitlelerine insanca yaşama dair ne varsa hak görülmüyor... diğer taraf tan onlardan annelik görevlerini “la yıkıyla” yerine getirmeleri, topluma çocuk yetiştirmeleri bekleniyor... Bek lediklerinin emperyalist-kapitalist sis teme sadık köleler yetiştirmek olması da işin cabası! Egemen sınıf ların anneliği yü celtme gayretlerinin bir yönünü de onların çocuk bakımı ve eğitimi gö revini bütünüyle aileye, aile içinde de kadının sırtına bindirmek oluştur maktadır. Çocuk bakımı ve eğitimi toplumsal bir sorundur. Bu görevin toplumsal çözümünün örgütlenmesi devletin işidir. Anne ve çocuk sağlığı nın en iyi biçimde korunması, okul öncesi çocukların gelişimini denetle yen ve teşvik eden kreş ve çocuk yu valarının sağlanması, çocukların hu rafe ve gerici ideolojilerle zehirlenme diği, tam tersine merak ve öğrenme yetilerinin sonuna kadar geliştirildiği öğretimin sağlandığı okulların sağ lanması devletin görevidir. Ancak, kapitalist sınıfların çıkarlarını ve ihti yaçlarını gözetmekten başka işlev ta nımayan kapitalist devletler, tam da bu görevlerden kaçmak ve ezilen ka dın kitlelerini kendi hallerine terket mek için ellerinden geleni yapmakta dırlar. Anneler günü bu bağlamda da göz boyayıcı bir ideolojik kılıf olma işlevi görmektedir. Ezilen kadın kitlelerinin anneliğin yüceltilmesine ihtiyacı yok! Vaadedi len sahte cennetlere de ihtiyacı yok! Onlar ister anne olsunlar, ister olma sınlar insanca yaşam koşulları talep ediyorlar... Yasalar önünde ve toplum sal yaşamda eşitlik istiyorlar. Kadın ların “doğurganlık” ötesinde de yete nekleri vardır, özlemimiz bütün ye teneklerimizi geliştirerek eşit hak ve yükümlülüklerle toplumsal yaşama katılabileceğimiz bir dünyadır. Özle mimiz kadınların özgür olduğu, bas kısız ve sömürüsüz bir dünyadır.
Anneler günü ve koca dayağı... Bugün anneler günü... Anneler gü nünü her sayfasında hatırlatan gaze telerde bir manşet daha var... Gün lerden beri esasen manşetten inme yen olay: Karısını döven AKP millet vekili ve buna karşı tepkiler... Karı sını döven AKP’li milletvekili Halil
Ürün, karısına bir de “git istediğine şikayet et, bana kimse dokunamaz!” diye tehdit savurmuş! Öyle ya bu ül kede milletvekillerinin dokunulmaz lığı var. Onlar her türlü hırsızlığı, haydutluğu ve erkek şovenisti barbar lığı yapabilirler ve yaptıkları da ken dilerine kar kalır, kimse de onlara do kunamaz!!!! Esasen biz “alışkınız” er kek egemen mecliste pederşahiliğin her biçiminin sergilenmesine... Bu meclis dört karılı milletvekilleri de gördü, karısına ayak yıkatan milletve killeri de... Bu anlamda bu olayda da şaşılacak bir şey yok, bunlardan her şey beklenir! Böylesi olayların kamu oyuna yansıması ve takınılan tavırlar sadece ve sadece bu ülkeyi yöneten siyasi partilerin ikiyüzlülüklerinin bir kere daha görülmesine yaramak tadır. Programında kadın-erkek eşit liğinin sağlanması için gerekli adım ların atılması ve izlenilmesini yazan hükümet partisi AKP’nin kadın kol ları başkanı Selma Kavaf olayla ilgili tavrını soran gazetecilere “Halil be yin özel hayatıyla, aile ilişkileriyle il gili bir konu bu konuda herhangi bir değerlendirmem olamaz.” diye de meç veriyor! Düşünün, bir siyasi par tinin kadın kolları başkanı kadınlara yönelik şiddete karşı tavır almıyor ve bir kere daha “dayak aile içi mesele” teranesini okuyor! Ne diyelim yakı şır! Daha kötüsü de olabilirdi, olur ya “dayak cennetten çıkmadır” diye olayı doğrudan da savunabilirdi. An neler günü ve kadınlara biçilen değer konusunda ne de “şık” bir örnek, de ğil mi ayol? Burjuvazinin kadın-erkek savunu culuğunun sınırları işte buralarda... Kadın ya da erkek olsun farketmiyor, onlar hep erkek egemen zihniyetin sa vunuculuğunu yapıyorlar. Tabii ki, burjuvazinin diğer kesim lerinden yükselen farklı sesler de var! ‘Aaaaa, ne ayıp, bakın AKP’li milletvekilleri kadın dövüyorlar.” bi çiminde... Ancak bunların yaptığı da sahtekârlık. Çoğunlukla bu olay, on lar için AKP’ye karşı yürütülen teşhir kampanyasına basit bir malzeme! Kim olursa olsun, kadınlara yö nelik şiddet uygulamasına ve hatta bunu savunmasına izin verilemez! Kadınlara yönelik şiddet erkek ege menliğinin sürmesinin vaadinden başka bir şey değildir. Buna karşı mü cadele etmek görevdir. Ancak bu mü cadelede burjuva devletine ve kurum larına güvenemeyeceğimiz de apaçık ortadadır. Şiddete ve erkek egemenli ğine karşı mücadelede bizim güven cemiz kendi mücadelemizdir, ezilen kadınların örgütlü mücadelesidir. Bu mücadele bizi başarıya ulaştıracak, ezilen kadınların öfkesi “dokunul mazlık” tanımayacaktır! 14 Mayıs 2006
15
klasiklerimizden öğrenelim
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Bir kez daha garantili müzakere üzerine
M
16
üzakere dolayısıyla yürütülen kampanya son hızla sürüyor. Temsilciler seçimi sonuna yaklaşıyor. Yakın gelecekte Temsilciler Konseyi toplanacak. Bir müzakerenin yapılıp yapılmayacağı, hangi garantiler (koşullar) altında bir müzakerenin arzu edilir olduğu, bu garantilerin nasıl anlaşılması gerektiği –Temsilciler Konseyi her şeyden önce bu sorunlarla uğraşacaktır. Temsilciler Konseyi’ndeki tutumumuzda hangi çizgiyi izlemeliyiz? Petrol sanayicileriyle müzakerelerin bizim için yeni bir şey olmadığını tekrarlayalım. 1905 yılında böyle bir müzakere olmuştu. 1906 yılında ikinci bir müzakere oldu. Bu müzakereler bize ne verdi, onlardan ne öğrendik, yararlılıklarını kanıtladılar mı? Gerek o sıralar gerekse kısa bir süre önce bize, hiçbir koşul olmaksızın tek başına müzakerenin kitleleri birleştirdiği söylendi. Ancak olgular, önceki müzakerelerden hiçbirinin kitleleri birleştirmediğini ve birleştiremeyecek olduğunu gösterdi: sadece seçimler yapıldı ve tüm “birleşme” bununla bitti. Neden? Çünkü önceki müzakerelerin örgütlenmesinde konuşma ve toplantı özgürlüğünün izi bile yoktu, çünkü kitleleri fabrikalarda, petrol alanlarında ve barakalarda toplama, verili her sorunda seçmenlerin verdikleri görevleri hazırlama ve genelde müzakerenin tüm işlerine aktif müdahale etme olanağı yoktu. Yani o sıralar kitle edilgen olmaya zorlandı, ve işçi kitlelerinden uzakta, sadece delegeler etkindi. Fakat biz uzun zamandır biliyoruz ki, kitleler ancak bizzat eylemler içinde örgütlenir… Devamla, tüm müzakere dönemi boyunca özgürce etkinlikte bulunan, tüm firmaların ve semtlerin işçilerini kendi etrafında birleştiren, bu işçilerin taleplerini hazırlayan ve bu talepler temelinde işçi delegeleri kontrol eden sürekli bir organ olarak bir Temsilciler Konseyi olmadığı için. Petrol sanayicileri böyle bir Temsilciler Konseyi’nin oluşturulmasına izin vermek istemiyorlardı, ve müzakereye önayak olanlar bunu âcizane kabul ettiler. Temsilciler Konseyi’ni kendi etrafında birleştirip onu sınıf mücadelesi yoluna yöneltebilecek hareketin merkezlerinin –sendikaların– o zaman olmadığından söz bile etmiyoruz. Bir zamanlar bize, tek başına müzakerenin, işçilerin taleplerini bile karşılayabileceği söyleniyordu. Ama ilk iki müzakere deneyimi bu varsayımı da çürüttü. Çünkü delegelerimiz ilk
J. V. STALİN
müzakerede işçilerin taleplerinden sözetmeye başladığında, petrol sanayicileri “bunun müzakere gündemini ilgilendirmediğini”, müzakerenin “sanayiye akaryakıt sağlamak” için çağrıldığını, birtakım talepleri görüşmek için çağrılmadığını söyleyerek araya girdiler. Delegelerimiz ikinci müzakerede, işsizlerin delegelerinin de [müzakereye –ÇN] katılmasını talep ettiklerinde, petrol sanayicileri bu defa da araya girerek, bu tür talepleri karşılamaya yetkili olmadıklarını söylediler. Böylece delegelerimiz kapı dışarı edildi. Ve bazı yoldaşlar delegelerimizin genel bir mücadele yoluyla desteklenmesi sorununu ortaya attıklarında, böyle bir mücadelenin imkansız olduğu ortaya çıktı, çünkü her iki müzakere de kapitalistler tarafından işlerin sönük olduğu, kendileri için elverişli bir zamanda yapılıyordu –kışın, Volga’nın buz tuttuğu, petrol ürünlerinin fiyatının düştüğü, yani işçilerin zaferini salt düşünmenin bile doğrudan akılsızlık olacağı bir zamanda. Önceki iki müzakere değerini böyle “kanıtladı”. Tek başına müzakerenin, özgür bir Temsilciler Konseyi’nin olmadığı bir müzakerenin, sendikaların katılımı ve önderliğinin olmadığı bir müzakerenin, üstelik de kışın çağrılması –kısacası garantisiz bir müzakerenin boş bir seda olduğu açıktır. Böyle bir müzakere sadece birleştirmemekle, sadece taleplerimizin elde edilmesini ilerletmemekle kalmıyor, bilakis, tam tersine, hiçbir şey vermeksizin işçileri boş vaatlerle doldurduğu için, örgütsüzleştirici bir rol oynuyor ve taleplerimizin karşılanması anını da erteliyor. Geçmiş iki müzakereden öğrendiklerimiz bunlardır. Sınıf bilinçli proletaryanın Kasım
1907’deki üçüncü müzakereyi boykot etmesinin nedeni budur. Geçmiş müzakerelerin tüm deneyimlerine rağmen, petrol proletaryasının çoğunluğunun iradesine rağmen, nihayet sendikalar arasında varılan mutabakata rağmen, garantisiz bir müzakere için ajitasyon yapan Makine İşçileri Sendikasından bazı yoldaşlar bunu anlasınlar. Bunu anlasınlar ve bu mutabakatı bozmasınlar. Ama bu, bizim tüm müzakerelerden umutsuzca vazgeçmemiz gerektiği mi demektir? Hayır, bu demek değildir! Sosyal-Devrimci boykotçuların itirazı, müzakereye gitmemeliyiz, çünkü bizi oraya düşmanlarımız, burjuvalar davet ediyor –bu itiraza sadece gülmekle yanıt verilebilir: çünkü fabrikalara, sanayi işletmelerine ve petrol alanlarına çalışmaya da bizi aynı düşmanlar, burjuvalar davet ediyor. Bu yüzden biz fabrikayı, sanayi işletmesini ya da petrol alanını, bizi oraya düşmanlarımız, burjuvalar davet ettiği gerekçesiyle, salt bu gerekçeyle boykot mu etmeliyiz? Bu suretle açlıktan geberebilir insan! Ve bu, burjuvaların daveti üzerine işe gitmeyi kabul ettiklerine göre, tüm işçilerin akıllarını yitirdiği anlamına gelir! Taşnakzakanların açıklamasına, bir burjuva kuruluşu olduğu için müzakereye gitmemeliyiz açıklamasına –böylesine gülünç bir açıklamaya aslında hiçbir dikkat göstermek gerekmez: çünkü bugünkü toplumsal yaşam da aynı şekilde bir burjuva “kuruluşu”dur, fabrika, sanayi işletmesi, petrol alanları –tüm bunlar burjuvazinin “tıpkıresmine göre”, burjuvazinin yarar ve çıkarları için örgütlenmiş burjuva “kuruluşlar”dır– bütün bunları, salt burjuva oldukları için boykot mu edeceğiz? Böyle bir durumda nereye yerleşeceğiz, Merih’e, Jüpiter’e veya belki de Taşnakzakanların ve Sosyal-Devrimcilerin hayali şatolarına mı?…* Hayır, yoldaşlar! Burjuvazinin pozisyonuna sırt çevirmemeli, bilakis oraya saldırmalıyız! Pozisyonları burjuvaziye bırakmamalı, bilakis onları adım adım kurtarmalı ve burjuvaziyi oralardan dışarı atmalıyız! Sadece hayali şato sakinleri bu basit gerçeği kavrayamaz! Eğer talep ettiğimiz garantileri önceden elde etmezsek, müzakereye gitmeyeceğiz, –ama talep edilen garantileri alırsak, bu garantilere da-
yanmak, müzakereyi dilenciliğin bir silahından mücadeleye devam etmenin bir silahı yapmak için müzakereye gideceğiz– tıpkı, bazı gerekli koşulların kabul edilmesinden sonra fabrikayı, sanayi işletmesini, petrol alanını kölelik arenasından kurtuluş arenasına dönüştürmek için işe gitmeyi reddetmediğimiz gibi. İşçilerce kazanılan garantilerle müzakereyi örgütlemek ve elli bin kişilik işçi kitlesini temsilciler konseyi seçimine ve taleplerimizin hazırlanmasına çağırmakla, Bakû’daki işçi hareketini yeni, onlar için elverişli bir mücadele yoluna yöneltiyoruz: kendiliğinden (dağınık) ve sadaka dilenen bir hareket yoluna değil, örgütlü ve bilinçli hareket yoluna yöneltiyoruz. Aslında garantili bir müzakereden beklediğimiz budur, ya garantili bir müzakere, ya da müzakere yok! dememizin nedeni budur. Varsın eski müzakereciler garantilere karşı ajitasyon yapsınlar, varsın garantisiz müzakereyi övsünler, varsın Zubatov bataklığının dibine gömülsünler –proletarya onları bataklıktan çıkaracak ve onlara sınıf mücadelesinin geniş alanına adım atmayı öğretecektir! Varsın Taşnak ve Sosyal-Devrimci baylar “çırpınsınlar”, varsın işçilerin örgütlü eylemlerini havadar yüksekliklerinden boykot etsinler –sınıf bilinçli proletarya onları günahkâr dünyamıza indirecek ve başlarını garantili müzakere önünde eğmeye zorlayacaktır! Hedefimiz açıktır: genel taleplerimize ulaşmak ve yaşamımızı iyileştirmek için proletaryayı Temsilciler Konseyi etrafında toplamak ve Temsilciler Konseyi’ni sendikalar etrafında birleştirmek. Yolumuz açıktır: garantili bir müzakereden, petrol sanayii proletaryasının canalıcı önemdeki gereksinimlerinin tatmin edilmesine. Uygun bir zamanda Temsilciler Konseyi’ni, bataklıktaki müzakere taraftarlarına olduğu kadar SosyalDevrimci/Taşnakçı boykotçuların masal fantezilerine karşı da mücadele etmeye çağıracağız. Ya belirli garantilerle bir müzakere, ya da müzakereye ihtiyacımız yok! “Gudok” (“Siren”) No. 17 3 Şubat 1908. İmzasız makale. Rusça gazete metnine göre. * Taşnakzakanlı ve Sosyal-Devrimci bayların boykot görüşünün ne kadar tamamiyle gayri-ciddi ve gerçek dışı olduğu, onların bizzat kendilerinin, basım işçilerinin işverenleriyle müzakeresine ve onlar arasındaki toplu sözleşmeye hayırhah bir tavır takınmalarıyla da tanıtlanabilir. Üstelik, bu partilerin tek tek bireylerinin bu işe katılmaları da yasaklanmış değil. (J. V. Stalin, Eserler Cilt 2, sayfa 88-92, İnter Yayınları)
okuyucu mektubu
Ütopistlerimizin tartışma konusu, proletaryanıın gündeminde değil...
13
. “ S OL Ü TOPYA” l a r topla nt ısı ad ı a lt ı nda Karaburun’da düzenlenen toplantı hakkında bir iki noktaya değinmek yeterli olacaktır. Sol Ütopistlerimiz bu toplantıda “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” ‘kadim’ tartışmasını sürdüreceklermiş. Ne diyelim, kolay gelsin! Aslında bu dostlarımız “MarksizmLeninizm” geçerli mi, değil mi tartışmasını yürütecekler, ama açıktan bu söylenmiyor herhalde... belki söyleşiler sırasında bunu söyleyecekler! Tartışılan asıl sorun, emek-sermaye çelişkisi tüm çelişkilerin temelini oluşturan ve sorunların çözümünün, ancak bu ana çelişkinin çözülmesi temelinde olup olmayacağının reddi ya da kabulü ile alakalı bir sorundur. Kapitalizmin kendisi ücretli emek sömürüsü temelinde gelişip palazlanan bir sistemdir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Emperyalizm dediğimiz tekelci kapitalizmin hakim olduğu günümüzde de, sermayenin kendi arasındaki rekabet kavgası, ücretli emek sömürüsünü en üst noktada nasıl gerçekleştiririm bakışı temelinde yürümektedir. Dün adına Taylorizm vb. deniyordu. Bugün rasyonalleşme, çalışma yaşamının esnekleşmesi, performansın en üst düzeye yükseltilmesi yoluyla üretimin verimliliğini en üst noktaya çekme ve böylece uluslararası alanda rekabette güçlü çıkma, hasımlarını ring dışına atma şeklinde gerçekleşmektedir. Burjuvazinin bu hedef(ler)ini yakalamaya çalışması, çalışma yaşamı diye de tabir edilen, çalışanların (mavi-beyaz yakalı) özel hayatlarının esas itibarıyla sonlanması, yaşamlarının burjuvazinin çizdiği çerçeve temelinde belirlenmesine neden olmaktadır. Fabrikalarda uygulanan değişik üretim biçimleri çalışanlar için giderek hayatı her geçen gün daha da çekilmez hale getirmektedir. Diğer taraftan gerek teknolojinin modernleştirilmesi ve daha fazla üretim alanlarında kullanılması, gerekse esnek çalışma biçimleri sonucu ve daha uzun çalışma dilimleri sonucunda daha az çalışanla daha fazla üretimin gerçekleştirilmesi milyonlarca çalışanın sokağa atılmasına ve milyonları bulan işsizler ordusunun yaratılması bu sömürü sisteminin sonucu gerçekleşmektedir. Ama bütün bunlar dün de olmaktaydı... bugün boyutları üzerine tartışılabilinir. Bu anlamda yepyeni süreçlerden bahsetmek sorunu açıklamaya yetmemektedir. Tam da “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” şeklinde sorunun sorulduğu bir yerde ve za-
manda, bu yepyeni süreçlerin aslında “acaba emperyalizm ve proleter devrimleri çağı değişti mi?” sorusunu ve buna verilecek cevabı beraberinde getirmektedir, bence getirmelidir de. Ama bu soru da yeni değil ve bu soruya verilen cevapları da biliyoruz. İşin daha da önemlisi bu soruyu bu şekilde sorup kendilerince “barış içerisinde sosyalizme geçiş çağı” cevabını bulanların bugün geldikleri yerin kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenme, onun bir uzantısı durumuna gelme noktasında olduklarını da biliyoruz. Ama sınıf mücadelesi bitmedi ve bitmeyecek..! Ücretli emek sömürüsü karşısında en devrimci sınıf olan proletarya kendi kurtuluş mücadelesini verdi ve yine de vermektedir. Birilerinin onların adına öyle ya da böyle konuşması onları asıl hedeflerinden hiç bir zaman uzaklaştırmadı... Onlar dün de fabrikalarda daha insanca çalışma ve yaşama koşulları için mücadele verdiler, bugün de öyle. Onlar dün de ücretli emek sömürüsüne son vermenin kendi iktidarlarını kurmaktan geçtiğini ve bunun için örgütlenmek gerektiğini herkese gösterdiler, bugün de aynı şeyi yap-
maktadırlar. Sınıf mücadelesinde dönem dönem inişlerin ve çıkışların olduğu, olacağı hiç bir zaman reddedilmedi. Ama bunun için, sınıfsal mücadeleden yana olan dostların, “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” sorusunu sorup onun üzerine her yıl uzun toplantılar yapmak yerine, “işçi sınıfı hangi örgütlenme biçimleriyle ücretli emek sistemini paramparça edip tüm diğer sınıf ve tabakalara önderlik ederek iktidara koşacaktır” sorusunu sorup cevaplandırmalıdır. Yine tabii ki bu soruyu sorup ve doğru cevap vermek yetmez, aynı zamanda verilen doğru cevaplar temelinde pratik olarak çalışmak, “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” şiarının temeli olan “biz üretimi ancak sömürü koşullarının son bulduğu bir sistemde yapacağız” diyebilecek bir siyasal yapıya kavuşturmak gerekir. Bunun için ama sınıfın kendisinden uzak durmak değil, tersine “fabrikalar bizim kalelerimizdir” şiarının gerçekleşmesi için yapılması gerekenleri yapmak gerekir. Bu alana gereken önem verilmeden, haftalarca, aylarca ve belki yıllarca yürütülecek bir değil, bir dü-
zine program bile sömürü sisteminin varlığını tehlikeye düşürmez ve hatta bazen “demokrasi” gereği bile sayılabilir ve TV’lerde açık tartışma konuları bile olabilirler. Bundan dolayı, görüşüme göre tartışmaları hiç reddetmeden, “bugün ileriye doğru atılacak her pratik adımın, bir düzine programdan daha bir gereklilik arzettiğini” düşünüyorum. Tabii ki bu, benim açımdan üzerinde hareket edilebilecek, sınıfı ve bileşenlerini bu sömürü sisteminden kurtarabilecek bir programın olduğu gerçekliğinden hareketle vardığım bir sonuçtur. Ücretli emek sömürüsünün belirleyen olduğu bu sistemde halen sistemin mezar kazıyıcısı proletaryadır! Ve onun kapitalizmden kurtulabilmesi de ancak KENDİ ESERİ olacaktır! Onu, bu eserini yaratma mücadelesinde, “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” şeklindeki bir soru ilgilendirmemektedir. Ama onu, bu eseri tamamlamak için kendisi ile birlikte yürüyecek ve doğru hedefi gösterecek bir ışık çok ilgilendirmektedir... Bir YDİ Çağrı okuru Mayıs 2006
Birleşik Metal İş Sendikası yasal düzenlemelerin sınıfin çıkarına olmasını istiyor
24
Mayıs tarihinde İsta nbu l ’ da Dedema n O tel i nde dü z en lenen uluslararası konferansta işçi sınıfının yararına yasaların çıkması için yurtdışından çok sayıda katılımcının da olduğu sempozyumda son iki yıl içerisinde işten atılan işçilere de söz hakkı verildi. Avrupa Metal İşçileri Federasyonu EMF ve Dünya Meta l İşçi leri Federasyonu IMF’nin temsilcilerinin katıldığı sempozyuma, İtalya CGİL Sendikası ve Almanya İG Metal sendikasının da uluslararası ilişkiler bölümünden temsilciler katıldı. İLO Türkiye temsilcisi, Prof. Metin Kutal, İş Müfettişleri ve çok sayıda sendikanın yöneticilerinin de katıldığı toplantıya medyanın ilgisi de yüksekti. Sempozyum esas olarak Haziran ayında toplanacak İLO’nun gündemine bir kez daha ülkelerimizdeki sendikalar yasası ve grev lokavt ve toplu sözleşme yasalarının hükümetçe hazırlanan taslaklarının yetersizliği ve uygulamada mevcut yasaların anayasanın 51. maddesindeki sendikal temel hakkı ve uluslararası sözleşmelerden doğan hakların çiğnenmesinden öte bir işe yaramadığını bir kez daha değişik kesimlere anlatılmasını amaç-
lıyordu. Toplantı aynı zamanda bu konularda DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikasının neler talep ettiğini geniş kesime anlatmak ve kamuoyu oluşturmak istiyordu. Bu konuda inandırıcılığı daha da artırmak için yaklaşık 20 işyerinden sendikal nedenlerle işten atılan işçileri temsilen işçiyi de toplantıda konuşturarak, halen uygulanan yasaları ve hazırlanmış bulunan yasa taslaklarının işe yaramazlığını göstermek istiyordu. Sempozyum bu konuda esasta başarılı bir çalışma yaptı. Yurtdışından gelen katılımcılar da bu yasaların uluslararası alanda geçerli normların, ki bunlar esası itibarıyla İLO’nun 87 ve 98. yönergeleridir, etkin bir şekilde uygulanmasını talep ettiler. Patron örgütleri ve hükümet yetkilileri çağrılı olmasına rağmen bu toplantıya katılmadılar. Herhalde yüzlerindeki sahte “demokrasi” maskelerinin alaşağı edilmesinden korkuyorlardı. Tabii ki bir sendikanın bu çalışmayı yapması olumludur. Bu çalışmalar daha farklı boyutlarda yapılmalıdır. Bu konuda DİSK aslında Avrupa’daki sendikalarla birlikte geniş kamuoyu oluşturması için ça-
lışma yapması gerekmektedir. Fakat bunlar yapılmamaktadır. Yaptıkları işler diplomasi trafiğinin dışında bir şey değildir. Bu da reddedilemez ama esas olan bu olmamalıdır. Bir kez daha altını çizmek lazım ki; işçi sınıfının lehine yasaların çıkarılması ancak mücadele ile sağlanacaktır. Başkalarının desteğiyle çıkarılacak yasalar kırıntılar olmaktan öteye gitmeyecektir. Ama Türkiye işçi sınıfı kırıntılarla yetinmemelidir. Onlar ücretli emek sömürüsüne son vermek için örgütlenmelidir. ”Fabrikalar kalelerimiz olmalıdır” temel şiarı gereği çalışma yapılarak üretimden gelen güç kullanılmalıdır. Bugün bunun çok ötesinde bir durum sözkonusudur. Ne oportünist çığırtkanlık, ne de reformist solculuk sınıfın ücretli kölelik sisteminden kurtuluşunu sağlayamayacaktır. O zaman hep birlikte fabrikaları fethetmek için ÖRGÜTLENELİM Yaşasın işçi sınıfının iktidar mücadelesi! Yaşasın Sosyalizm! YDİ Çağrı okuru 25.5.2006✓
17
okuyucu mektubu
DİSK MÜCADELENİN NERESİNDE YER ALIYOR?
29
18
Mayıs günü Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK Şişli’deki Genel Merkezinde Basın Açıklaması yaparak Ekonomik ve Sosyal Konsey’den (ESK), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Avrupa Birliğinin bir kurumu olarak tanınan Karma İstişare Komisyonu Başkanlığından çekildiğini kamuoyuna açıklamıştır. DİSK bu tavrını esas olarak, Hükümetin çalışma hayatını ILO ve Avrupa Sosyal Şartı normlarına uygun hale getirmemiş olmasına bağlamaktadır. DİSK hükümetler tarafından kendilerinin aldatıldığını, bu konuda verilen sözlerin yerine getirilmemiş olmasını bu tavrı takınmak için bir neden olarak göstermektedir. DİSK kendilerinin tavrının değiştirilebilmesi için hükümetin çalışma hayatının demokratikleşmesi için vermiş olduğu sözleri yerine getirmesini şart koşmaktadır. Bazı koşullarda bazı diplomatik yollarla da şurada ya da burada bazı haklar elde etmek mümkündür. Ama bu çalışma yaşamının demokratikleşmesine yetmeyecektir, ancak ve ancak bir makyaj görevini üstlenecektir. Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: Çalışma hayatının demokratikleşmesi tek başına ne AB devletlerinin vereceği sözlerle ne de şu ya da bu hükümetin vereceği sözlerle demokratikleşecektir. DİSK’in esas açmazı buradadır. Çalışma hayatının demokratikleşmesi ülkelerimiz işçi sınıfı hareketinin kendisini iç dinamikleriyle yenileyerek güçlenmesi ve sınıf mücadelesi alanında sermaye sınıfının hükümetlerine ve bu anlamda da sermayeye geri adım attırmasına bağlıdır. Bu gerçek gözardı edilmemelidir. Sınıf adına konuşan bir örgütün yaptığı basın açıklamasında, tek kelime bundan bahsetmeden “tavır” belirlemeye çalışmasının mücadeleci bir yanı yoktur. Boykotvari bir tavır takınarak mücadeleci görünmek sahte pehlivanlıktır. Öyle ya, sınıf hareketinin kendi öz gücüne dayanarak ve evet üretimden gelen güçle şalteri indirerek hakim sınıflara geri adım attırma stratejisi ile hareket etmeyen ve bunun gereklerini yerine getirmek için ciddi bir örgütlenme perspektifiyle çalışmayan İşçi Konfederasyonunun boykotçu tavır bazı gönülleri okşayabilir, ama sınıfımız açısından ciddi anlamda sonuç alıcı bir tavır değildir. Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi belirleyicidir. Bunun için örgütsüz işyerlerinin örgütlenmesi, örgütlü gibi görünen işyerlerindeki işçilerin bilinçlendirilmesi ve sağlam bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Bu konuda ama ciddi bir çalışma yoktur.
Çalışma hayatının demokratikleşmesi ülkelerimiz işçi sınıfı hareketinin kendisini iç dinamikleriyle yenileyerek güçlenmesi ve sınıf mücadelesi alanında sermaye sınıfının hükümetlerine ve bu anlamda da sermayeye geri adım attırmasına bağlıdır. DİSK’in bu kurumlardan çıkarak mücadeleyi dışarıda yürütmesi de çok akılcıl bir siyaset değildir. Doğrusu hem bu kurumlarda mücadele etmek ve teşhir kampanyaları yürütmek ve hem de dışarıda alanlara mücadeleyi taşımaktır. Eldeki bir zemini terkederek dışarıdan mücadele yürütmeye çalışmak tek ayak üzerinde yürümektir ve çok fazla bir fayda vermeyecektir. Alınan kararların ortağı olmamak içeride mücadele yürütmekle de mümkündür. DİSK’in bu tavrı, şu andaki ümmetçi-kemalist hükümetin AB görüşmelerinde köşeye sıkışmasına neden olabilir, ama daha fazla bir rolü olmayacaktır. AB bugüne kadar çalışma hayatının demokratikleşmesi yönünde Türk
devletinin hükümetinin önüne özel bir görev koymamıştır. Zaten öyle özel bir dertleri de yoktur. Çünkü AB zaten emperyalistlerin bir birliğidir. Dolayısyla da AB sermayesinin öncelikli çıkar savunucusudur. Son yıllarda AB ülkelerindeki işçi haklarının bir biri ardına budanması bunun pratik bir kanıtıdır. Kendi ülklerinde işçi haklarını budayanların ülkelerimizde işçi haklarını geliştirmeleri düşünülmemelidir. Burada da esas olan AB ülkelerindeki işçilerle ülkelerimizdeki işçi sınıfının güçlerini birleştirerek sermayeye karşı mücadele etmesidir. Ama bu konuda gerek AB ülkelerindeki sendikalar ve gerekse ülkelerimizdeki sendikaların böyle özel bir dertleri yoktur. Genel itibarıyla
Faşist Provakasyonlar ve Saldırılar Sürüyor!
İ
şçi – Köylü Ga z etesi, 29 Mayıs 2006 Pazartesi günü Sultanahmet Adliyesi önünde yaptığı bir Basın Açıklaması’nda Gazetelerinin Erzincan İrtibat Bürosu çalışanı olan MUR AT DEMİR’e yapılan faşist saldırıyı kınadı. Birçok devrimci basının katıldığı bu Basın Açıklamasında verilen bilgiye göre Murat DEMİR 25 Mayıs 2006 günü gece saat 24.00 sularında 4 kişi tarafından öldürülmek amacıyla silahlı saldırıya uğramış, ciğerlerine ve bağırsaklarına aldığı kurşunlarla ağır yaralanmış. Şu an kaldırıldığı Erzincan Devlet Hastanesi’nde yoğun bakımda hayati tehlikesinin devam ettiğini belirttiler. Açıklamada, basından öğrendiklerine göre 13 Mayıs 2006 tarihinde Erzincan’ın Ulalar Beldesi’nde bir muhtara yönelik yapılan eylemde 4 çocuk yaşamını yitirmiş. Olayın ardından polis, jandarma ve valinin açıklamalarında bu çocukların öldürülmesine neden olanların gazete çalışanlarından Murat DEMİR ve Derya GÖKMEN olduğu belirtilerek bu iki çalışan hedef gösterilmiş. Hatta öğrendiklerine göre bu çocukların ailelerine taziye ziyaretinde bulunan polislerin ailelere “Biz bunları tutuklarız, ancak
ne olur, alıp içerde besleriz. Size 24 saat mühlet, ne istiyorsanız onu yapın” dediklerini, saldırıdan sonra hiçbir soruşturma yapmamaları, olayın faillerinin elini kolunu sallayarak dolaştığı halde M.Demir’in ailesiyle bile görüştürülmemesi, saldırının adresini gösterdiğini, saldıranın devlet olduğunu belirttiler. Ay rıca Ma lat ya İşçi- Köylü Gazetesi Büro çalışanlarının kaldığı evin kapısını kırarak içeri giren saldırganların D. Gökmen’i sorduklarını, evdeki eşyaları dağıtıp gittiklerini, çalışanları Derya Gökmen’in de can güvenliğinin olmadığını söyleyerek, tüm devrimci demokrat çevreleri duyarlı olmaya çağırdılar. Devrimci gazetelerden Atılım, Yürüyüş, Alınteri, Kızıl Bayrak okurlarının ve çalışanlarının destek verdiği Basın Açıklaması “Yaşasın Devrimci Dayanışma”, “Baskılar Bizi Yıldıramaz” v.b. sloganlarla sona erdirildi. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak İşçiKöylü Gazetesi çalışanlarına yapılan bu saldırıyı devrimci M. DEMİR şahsında biz tüm devrimcilere ve halka yapılmış faşist bir saldırı olarak değerlendiriyor ve kınıyoruz. Hiçbir faşist saldırı ve katliam bizleri devrim mücadelemizden caydıramayacaktır. Mayıs 2006
kendi burjuvalarının çıkarlarının arkasında sermayenin rekabet kavgasında işçilerin aleyhine çıkan yasalara karşı ciddi bir mücadele yürütmemektedirler. İstisna olarak bazı sendikaların bu alandaki mücadelesi ise yeterli olmaktan uzaktır. Burada görev yine sınıfın mücadelesini ciddi bir şekilde örgütlemekle görevli olan Marksist Leninistlere düşmektedir. Onlar ücretli köleliğin ortadan kaldırılmasını hedef leyen mücadeleleri sonucunda kurulacak işçi iktidarı şartlarında gerçekten çalışma yaşamının demokratikleşmesini sağlayacaklardır. Çalışma yaşamı işçi-patron-sermayenin hükümetleri üçlemesiyle oluşturulan ESK benzeri ILO vb. kuruluşlar üzerinden demokratikleşemeyecektir. DİSK’in de böyle iddialarda bulunması bilinçli olarak bir çarpıtma ve bilinç bulanıklığına hizmet değilse, saflığının bir sonucudur. O zaman DİSK’in yıllarca içerisinde yeraldığı bu kurumlarda bu gün birden bire ayrılmasının bir başka açıklaması yokmudur sorusu da akla gelmektedir. Acaba bu tavrın, ümmetçi kemalistlerle, statükocu kemalistler arasındaki iktidar dalaşıyla bir alakası yok mudur? Bilindiği gibi Danıştay 2. Dairesine yapılan saldırı sonucu oluşturulmak istenen politik ortam böylesi dönüşümlere açık alan bırakmaktadır. Biz DİSK’in var olan işçi örgütleri içerisinde biraz daha olumlu bir rol üzerlenmesinin, onun böylesi iktidar dalaşmaları içerisinde rol üstlenmemesi gerektiği görüşündeyiz. DİSK’in hep söylediği “bağımsız” işçi örgütü tespitinin ayaklarının yere basması gerektiğini düşünüyoruz. DİSK’in, ülkelerimiz işçi sınıfının kanı canı pahası üzerinde elde edilen zengin kaynaklarının hangi sermaye çevrelerine peşkeş çekileceği dalaşı içerisindeki kayıkçı kavgasında taraf olmaması gerektiği görüşünü taşıyoruz. Ne miliyetçi-statükocu kemalistlerin ne de ümmetçi kemalistlerin bir asra yakın zamandır sürdürdükleri iktidarları süresince işçi sınıfına ve emekçi yığınlara verdikleri olumlu bir şey yoktur. Bu süreçte sermaye kesimi hep daha da palazlanmış, işçi ve emekçi yığınları ise daha da yoksullaşmıştır. Bugün yüzde 23’lerde seyreden işsizlik dün insanlarımızın yurtdışına göçüne neden olmuştur. Ama sermaye kesimi her gün biraz daha palazlanmış ve dünyadaki 500 milyarderin içerisinde 21 türk dolar milyarderi bulunmaktadır; bu yakın zamana kadar 5 dolayındaydı. Bunun için diyoruz ki, gelecek işçilerin iktidarında, gelecek sosyalizimdedir. YDİ Çağrı okuru, 1 Haziran 2006
GÜNDEME GÖNDERME ATASÖZLERİ
Böyle partİye böyle Kültür Bakanı...
Yakışır!
A
dam tam ibretlik. Kırdığı ceviz kırkı geçti ama hâlâ bakanlık koltuğunda. Evet, Atilla Koç’tan bahsediyoruz. Evet, Kültür Bakanı’ndan; AKP hükümetinin şu maskotundan… Bu kez de partisinin Bolu İl Kongre-si’nde yaptığı konuşmada; “Mali rapor okunurken bir sürü paranın olduğunu gördüm. O kadar parayı ne yapacaksınız dangozlar?!” demiş… Gazete dangoz kelimesinin internetteki Ekşi Sözlüğe göre tanımını da vermeyi ihmal etmemiş: Sözlüğe göre dangoz: “Öküzün önde gideni, baş öküz, kalın kafalı, gözüne sokulanı anlamayan, buna rağmen halinden ve kendinden çok memnun kişi” demekmiş… Kongreye katılan partisinden insanları dangoz olarak tanımlaması Koç’un bileceği bir şey. Demek ki, Koç’un bir bildiği var ki, adam omuzdaşlarına
“dangoz”u yapıştırmış! Haberde bir şey daha var: Koç, konuşmasında “dangoz” arkadaşlarını selamlamış da… Habere göre: “Hepinizi efe selamıyla, kimin selamıyla? Bizim efemiz belli, Başbakanımız. Ben onun bir kızanı olarak sizi onun selamıyla selamlıyorum.” demiş. Kültür Bakanı Atilla Koç, “dangoz” arkadaşlarını kimin selamıyla selamlıyormuş? “Efe selamıyla”! Efe kim? Başbakan! Kendisi ne oluyormuş? “Kızan!” Kızan ne demek? Türkçe sözlüğe göre “kızan”; “Erkek çocuk… Delikanlı, silah taşıyan delikanlı…” demek. Şimdi Atilla Koç çocuk mu, silah taşıyan delikanlı mı, Kültür Bakanı mı, ne? Kültür Bakanı olduğu “kesin!” Her tarafından kültür akıyor baksanıza… Erkek olduğu da kesin de, çocuk olduğu biraz tartışılır… “Delikanlılığa, silah taşıyan delikanlılığa” ise tam uyuyor: Çenesi en büyük silahı, konuşuyor… Ama “kör bir atıcı”; ne zaman, nereye sıkacağı belli değil… Ne diyelim; bunların hepsi birbirine “uyuyor”… “Dangoz” üyelere, bu partinin “efe” Baş(ba)kanının selamını getiren “kızan” Kültür Bakanı… Yakışır!
ATİLLA KOÇ: Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ: Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz.
AKP: Avcı ne kadar al bilse ayı o kadar yol bilir.
DERİN DEVLET: Sinek küçüktür ama mide bulandırır.
İKTİDAR DALAŞI: İki testi tokuşunca biri elbette kırılır.
DÜZEN: Elifin hecesi var, gündüzün gecesi var.
DENİZ BAYKAL: Harman dövmek keçinin işi değil.
ÇİFTÇİ: Çiftçinin karnını yarmışlar, kırk tane “gelecek yıl” çıkmış.
TERÖRLE MÜCADELE YASASI: Rüzgâr eken fırtına biçer.
İŞÇİ: Birlikten dirlik doğar.
HÜKÜMET: Mahkeme kadıya mülk değildir.
PATRON: Parayı veren düdüğü çalar.
AYIN KUPÜRLERİ
İşadamları çalmıştır… Yüzde 89’u “yoksul” olan işadamlarından herşey beklenir… Malum, açlık ve yoksulluk insana herşeyi yaptırır…
karika[türlü]
Yırtanlar, yırtınanlar…
G
eçtiğimiz ayın gündemi işgal eden “en önemli” olaylarından birisi Başbakan’ın Atatürk’ün Selanik’teki evinde bulunan ziyaretçi defterindeki AKP aleyhtarı yazıyı yırtması ve sonrasında yaşanan gelişmelerdi. Başbakan ziyaretçi defterindeki yazıda partisine ağır saldırı ve ithamlar olduğunu söyleyerek “yırtmış” sayfayı… Ardından yazıyı yazan Mehmet Fethi Dördüncü adlı vatandaş, Başbakanın yazısını yırtmaya hakkı olmadığını söyleyerek eklemiş: “Anıtkabir’deki deftere
de yazdım. Gitsin yırtabiliyorsa onları da yırtsın…” Olayın ertesinde AKP hükümetiyle ona karşı olan Kemalistler arasında yırtma olayı üzerine yırtınmalar da derinleşmeye başladı. Her bir naneyi karşısındakine karşı iktidar dalaşı temelinde kullanmaya çalışanlar yırtınıyorlar… Yırtma da, yırtınma da iktidar için… Biz işçilerin, emekçilerin bu yırtma işinde de, yırtınma işinde de bir çıkarımız yok… Eğer kendi çıkarımızı düşünüyor isek ve kendimiz için birşey yapmak istiyorsak o zaman yapacağımız bellidir: Yırtanın da, yırtınanın da defterlerini dürmek… İktidar dalaşı için birbirlerini yiyenlerin iktidarlarını yıkmak… Yapabilir miyiz diye sormuyoruz… Yırtmayı gerçekten istersek elbette!
19