AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
E I l H JM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
Mart 2009/03 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X131
Ç 131 kapaks.indd 3
05.03.2009 15:46:35
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli Okuyucu, toplumsal mücadeleler açısından eylemlerle dolu olan Mart ayına girmiş bulunuyoruz: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü; 21 Mart Newroz vb. Bu yıl Mart ayına Krizin ve Yerel Seçimlerin gölgesinde giriliyor. Geniş emekçi kitleler bir kez daha sandığa çağrılacak ve krizin sorumlusu sistemin sürmesinden yana olanlara oy vermeleri
İçindekiler istenecek. Böylece işçinin emekçinin alınterinin sömürüsü üzerine kurulmuş olan kapitalist faşist düzenin çarkları onaylanmış olarak dönmeye devam edecek. Sınıfın öncüsü maalesef krizin sorumlusu düzene karşı mücadeleyi yükseltme gücünden yosun. Sınıf bilinçli işçiler olarak bizlerin görevi işçileri emekçileri düzenin çarkına çomak sokmak için bilinçlendirmek ve örgütlemektir. Tüm okuyucularımızı özellikle kriz ve seçimler döneminde geniş kitlelerle buluşmaya, onlara devrim bilincini taşımaya, onları kendi öz örgütlerinde örgütlenmeye teşvik etmeye çağırıyoruz. Yeni sayımızda buluşmak üzere... 5 Mart 2009, YDİ ÇAĞRI ÖZÜR: Geçen sayımızda yeni dünya gençliği sayfasında yer alan "Gençlerden İsrail pratestosu" başlıklı yazıyı wteknik bir hatadan dolayı eksik bastık. Okurlarımızdan özür dileriz. YDİ Çağrı
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
GÜNDEM Kriz ve yerel seçimler: Sahtekarlık sürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . 3 Kürtçe Kürde yasak, devlete serbest!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 GÜNCEL Davos’ta ne oldu? Olgular ve sonuçlar.... . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Gazze çıkışı..Erdoğan neden sertleşti? . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 GÜRSAŞ grevi devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Yerel seçimler yaklaşırken dalaş sertleşiyor . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Biraz Ekonomi: Veriler ne gösteriyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Cumartesi Anneleri yeniden eylemde. . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Onbinler krize karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Patronlar kazandı, işçiler atıldı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 THY’nın çağdışı yönetimi kazalara davetiye çıkarıyor . . . . . . . . . EK:3 Toros Devlet Hastanesinde işçi kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 “Krizin faturası patronlara” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 YENİ KADIN DÜNYASI İşçi ve emekçi kadınlar! Haksız savaşlara, kadına yönelik şiddete ve kapitalizmin krizine karşı 8 Mart’ta sokağa, eyleme!. . . . . . . . . . . . . . . . . 11 GKM'de 8 Mart etkinliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Bana bir gül al, mor olsun…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 PANORAMA Dünya Sosyal Forumu’ndan yeni bir şey yok! -BELEM - BREZİLYA: . . . . 13 Krizin gölgesinde Dünya Ekonomik Forumu…-DAVOS - İSVİÇRE . . . . . 14 “45. NATO Güvenlik Konferansı”ndan…- MÜNİH - ALMANYA. . . . . . . 15 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Sarı Gelin" belgeseli: Devletin ırkçı siyasetinin devamı. . . . . . . . . 16 “3– ‘ASİMİLASYONCULUK’ MİLLİYETÇİ UMACISI. . . . . . . . . . . . . 17 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Türkiye Kyoto Protokolü’ne resmen katıldı . . . . . . . . . . . . . . . 18 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Hamdi Bey'in teklifine VAR MISIN? YOK MUSUN. . . . . . . . . . . . . 19
- yakında kitapçılarda -
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 131 · Mart 2009 • ISSN 1301-692X131 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.org www.ydicagri.org
• 2
gündem
Kriz ve yerel seçimler:
“
Sahtekarlık sürüyor!
İşsizlik aslında, iş kaybından çok, sisteme girenlerin iş bulamamasından dolayı hızlı şekilde artıyor. Türkiye nüfusu genç bir ülke, her yıl 700 bine yakın vatandaşımız çalışma çağına giriyor. Mevcut çalışanlar işlerini korusalar bile sisteme giren 700 bin vatandaşımız iş bulamazsa, otomatik olarak işsizlik artıyor.” Bu sözler Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’e ait. Bakan kendince işsizliğin neden arttığını açıklamaya çalışıyor. Bilmeyenler için söyleyelim Mehmet Şimşek Türkiye’nin AKP’li Devlet Bakanı, başka bir ülkenin değil. Çalışma müdürlükleri, İş Kurumu, İstatistik Kurumu, Türk-İş, DİSK ve diğer birçok kurum 2008 yılı içerisinde çalışan en az 500 bin işçinin işten çıkarıldığını, işsizlik sigortası almak için başvuranların sayısının geçen yıla oranla yüzde elli arttığını açıklarken, devletin bakanı işsizliğin otomatik olarak arttığını söylüyor. Daha önce “krizin bizi teğet geçeceğini” iddia edenler şimdi de işsizliğin otomatik olarak arttığını söylüyorlar. Yani ortada kriz filan yok… Ancak elbette kriz yükü açısından bunu söyleyenler krizde filan değil. Çünkü işçi sınıfının emeği üzerinden göbeklerini büyütenler krizin faturasını işçi sınıfına ödetiyorlar. Sermaye ve onun devletinin krizin faturasını emekçilere nasıl ödettiği konusunda önceki sayılarımızda değinmiştik. Bu nedenle tekrar üzerinde durmayacağız. Ancak hükümetin yeni planını da örnek olarak gösterebiliriz. İç piyasayı canlandırmak ve böylece krizi aşmak için formül arayan hükümet hediye çeki dağıtma planı üzerinde duruyor. Plana göre aylık geliri 600 TL’nin altında olan ailelere bir defalık 500 TL’lik hediye çeki verilecek. Toplamda 3 milyar TL dağıtılması düşünülüyor. Bu para ise İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacak. İşsiz kalan işçilere dağıtılmak üzere oluşturulan fona her fırsatta göz diken sermaye ve devlet bir kez daha işçi sınıfının emeğine dök dikiyor. İşçi sınıfı emeğini korumak istiyorsa son dönemdeki hemen hemen tüm eylemlerde haykırılan “krizin faturasını ödemeyeceğiz”, “krizin faturası patronlara” sloganını gerçeğe dönüştürmek için örgütlenmeyi ve mücadeleyi yükseltmelidir. Bu işte işçi sınıfı davasına baş koyan devrimcilere, sınıf mücadeleci işçilere, sendikalara büyük iş düşüyor. Ve kriz ile birlikte ortaya çıkan mücadelenin yükseltilmesi fırsatı kaçırılmış oluyor. Çünkü
meye başlanıyor, sorun olmuyor ama Mersin Üniversitesi’nde öğrencilerin Kürt Dili Günü nedeniyle yaptıkları sembolik Kürtçe derse soruşturma açılıyor ve 35 öğrenciye uzaklaştırma cezası veriliyor. Yine DTP’li adaylara da Kürtçe konuştukları nedeniyle soruşturma açılıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…
Yerel sahtekarlık!
sermaye ve onun devleti sınıfın kazanılmış haklarına durmadan saldırıyor, bir bir elinden alıyor, örgütlüğünü dağıtıyor, mücadele azmini kırıyor, kırdıkça da daha güçlü saldırıyor. Bugün yürüyen birkaç mücadele, direniş bu gerçeği değiştirmiyor. Kriz dünyada da gittikçe derinleşiyor. ABD’de Dow Jones ve S&P 500 endeksleri son 12 yılın en düşük seviyelerine kadar geriledi. Gerileme İzlanda borsasında %96, Romanya’da %82, Mısır’da %66 oranında oldu. Türkiye borsasında ise gerileme %59,2 oranında oldu. Asya ve Afrika borsalarında da tarihinin en yüksek seviyeleri baz alındığında gerileme %25 ile %87 aralığında, ortalama olarak ise gerileme %60’lar seviyesinde. ABD’de tüketim harcamaları yüzde 4,3 düşüş göstererek son 29 yılın en kötü seviyesini gösterdi. Aynı şekilde ihracatta %23,6 gerileyerek son 38 yılın en düşük seviyesini gördü. Dünyanın en büyük tekellerinden General Electric nakit sıkıntısını aşabilmek için 1938’den beri ilk kez kar payı ödemesinde kesintiye gitti. Bugün dünyada yaşanan bu büyük ekonomik kriz aslında kapitalizmin nasıl bir sistem olduğunu gösteriyor. Aşırı kar hırsı ile yapılan aşırı üretim doğal olarak bir kriz süreci yaratır. Bu nedenle kriz kapitalizmin yol arkadaşıdır. Ve toplumsal değerlerin, insanlığın yıkıma uğratılmasıdır. Ve biz bir kez daha sürekli söylediğimiz sloganımızı tekrarlayarak bu bölümü kapatalım: Ya barbarlık, ya sosyalizm!
Açılımlar… Şubat/2009 döneminde yayınlanan
130. Sayımızda TRT Şeş açılımı ile ilgili bir yazımızda şöyle demiştik: “TRT Şeş tek başına AKP’nin karar verip uyguladığı bir şey değil. Bu ülkede devletin kırmızı çizgileri konusunda, MGK ve ordunun onayı alınmadan bugüne kadar herhangi bir adım atılamamıştır. Kürt sorunu da devletin kırmızı çizgisidir. AKP, MGK ve ordunun da onayını alarak böyle bir girişimde bulunmuştur.” Türkiye’yi biraz tanıyan biri için bu öngörüde bulunmak elbette kâhinlik sayılmazdı. Ama şimdi ki süreç bu öngörümüz tamamen doğru olduğunu ortaya koydu. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM Grup toplantısında Kürtçe konuşma yapması üzerine savcıları göreve çağıran Genelkurmay TRT Şeş üzerine de açıklamalarda bulundu. Genelkurmay Başkanlığı’nın haftalık bilgilendirme toplantısında konuşan Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak “Üniter devlet ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek şekilde devlet kültürel açılımlar yapabilir.” dedi. İşte bu açıklama ordunun TRT Şeş’e nasıl baktığını, bu açılımı onayladığını ve aslında yapılanın bilgileri dahilinde olduğunu göstermektedir. Ancak açılım adamına göre açılım durumunda. Çünkü TRT Şeş’in açılışında Kürtçe konuşan Başbakan hakkında ses çıkarmayan ordu Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşmasına karşılık “Herkesin anayasa ve yasalara uygun şekilde hareket etmesi gerekir.” açıklamasında bulundu ve savcıları göreve çağırdı. Demek ki yasalar kişilere göre değişiyor. Ay n ı ş ek i lde İst a nbu l Bi lg i Üniversitesi’nde Kürtçe ders veril-
Yerel seçim sahtekarlığı yarışı hız kazandı. Memleket sahtekarlık mitingleri alanına döndü bir kez daha. Vaatler, hediyeler, birbirlerinin ipliğini pazara çıkaran dosyalar havada uçuşmaya başladı. Özellikle büyük şehirlerin hemen hemen tüm başkan adayları kentin işsizlik sorununu çözme vaadinde bulunuyor. Tüm ülkede işsizlik arttığından seçim vaatlerini işsizliği çözme üzerine kuruyorlar. Peki bunu nasıl yapacaklar. İşte bu tam bir bilmece. Bugüne kadar işsizlik sorununu çözememiş (ki aslında çözemeyecek olan) düzen partilerinin adayları şimdi sahtekarca bu sorunu çözme vaadinde bulunuyorlar. Birbirlerini “adam olamamakla” suçluyor, aslında ne kadar rezil durumda olduklarını gözler önüne seriyorlar. Bizler bu kayıkçı kavgasının tarafı olmak zorunda değiliz. Bir sahtekardan daha az sahtekar olan diğerini seçmek zorunda değiliz. İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için yoksulluk, işsizlik, güvensizlik dışında bir şey vermeyen adayları seçmek zorunda değil. Başka seçeneğimiz var. Büyük bir değişim yaratabilir, üretenin yöneten olduğu bir düzen kurabiliriz. Bu düzen için, sosyalizm için mücadele eden, devrim perspektifi ile çalışma yürüten adayları seçebiliriz. Devrimci, demokrat adaylar dışında kimseye oy yok! Böyle adayların olmadığı yerellerde seçimi boykot etmek, sandığa gitmeyerek tavrını göstermek işçi ve emekçilerin yapacağı en iyi şey olacaktır. İşçi ve emekçiler; verem ile tifo arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Yalancı ile dolandırıcı arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Yiyen yine de iş yapanlar ile dürüst ama beceriksizler arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Seçimimizi yeni bir dünyadan, devrimden yana kullanalım. Oyumuzu devrime “EVET” olarak kullanalım. 01.03.2009 √
3
gündem
Yerel seçimler yaklaşırken dalaş sertleşiyor
29
4
Mart’ta yapılacak yerel seçimler yaklaşırken, ortalık toz duman vaatlerden ortalık geçilmiyor! Belediye başkan adayları, belediye meclis üyeleri adayları, muhtar adayları vb. netleşti ve yarış başladı. Adayların seçim arabaları ortalıkta gezerek, kulakları sağır edercesine seçim çalışması yapıyor. Şarkılar, türküler, konuşmalar eşliğinde adaylar birbiri ile yarışarak, seçimi kazandıkları taktirde hangi hizmetlerde bulunacaklarının vaatlerinde bulunuyorlar. Parti genel başkanları illerde yaptıkları mitinglerde birbirleri hakkında atıp tutuyorlar. Yerel seçimler önce dağıtılan sadakalarla gündemimize girdi. AKP, hükümet olmanın avantajlarını da kullanarak Başbakanlığa bağlı bir vakıf üzerinden bol bol kömür dağıttı. Dağıtılan kömür kalitesiz olunca, bu soğuklarda havalar da kirlendi. Havayı kirleten sadece dağıtılan kalitesiz kömür olmadı. Burjuva partileri arasında yaşanılan yarışta, ortaya dökülen pislikler de mide bulandırıcı olduğu gibi havayı kirleten diğer bir etken. Başbakan RTE ile CHP Genel Başkanı Baykal arasında oldukça seviyeli polemik yürüyor. “Maganda, adam olamama” suçlaması ve verilen cevap, sadece bu iki burjuva siyasetçisi arasında yürüyen polemiğin sadece bir yanını oluşturuyor. Sadece AKP’li belediyeler değil, CHP’li belediyelerde seçim rüşveti dağıtıyorlar. Kömür, gıda yardımı, burs, hediye çekleri vs. bu yardımlardan bazıları. Seçim rüşveti dağıtma konusunda aralarında bir farklılık yok. Farklılık hükümet olan AKP’nin hükümet olmanın avantajını iyi kullanması ve çok daha fazla sadaka dağıtmasıdır. Her yerel seçim öncesine, bu tip seçim rüşvetlerinin dağıtılmasına alışkın olan bizler, bu yerel seçimler öngününde beyaz eşya yardımı ile tanıştık. Dersim’de beyaz eşya (buz-
dolabı, çamaşır makinesi, çekyat vb.) dağıtıldı. Suyu olmayan köylere çamaşır makinesi dağıtılması, bu yardımların traji komik yanına işaret ediyor. Seçim rüşveti, sadakası sınır tanımıyor! Yerel seçimlerin bir yanını rüşvet/yiyicilik, yolsuzluk oluşturuyor. CHP’de dürüstlüğün simgesi olarak tanıtılan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu, yolsuzluklar konusunda AKPlilerin üzerine gidiyor. Fakat yiyicilik, yolsuzluk konusunda CHP’de AKP’den farklı değil. Sadece bunlar mı? Burjuva düzen partilerinin, yiyicilik, yolsuzluk konusunda aralarında bir farklılık yoktur. Birilerinin az yemesi, birilerinin çok yemesi bu gerçeği değiştirmiyor. Kemal Kılıçdaroğlu birey olarak dürüst olabilir, yolsuzluk yapmayabilir. Fakat partisi? Daha dün CHP milletvekili olan, aynı zamanda CHP Genel Başkan yardımcısı olan Mehmet Sevigen’in iş aracılığı yapması karşılığında 1 milyon 200 bin dolar alacak olmasına ne demeli? Bu olayın AKP milletvekili Şaban Dişli’nin yaptığı iş aracılığı arasında ne fark var? Ya da CHP bütçesinde yolsuzluk yapılması, sahte faturalarla, yapılan sahtekarlıklarla 1 trilyon TL’nin buharlaşması yolsuzluk değil mi? Açığa çıkan bu iki örnek, CHP ile AKP arasında, yolsuzluk konusunda aralarında bir farklılık olmadığını göstermektedir. Sadece bu kadar mı? CHP açılım üzerine açılım yapıyor. ‘Çarşaf açılımı, türban açılımı” yanı sıra ‘Kuran kursu açılımı’da yapıldı. Laik geçinen, AKP’yi dini siyasete alet etmekle, din istismarcılığı ile suçlayan, Türban değişikliğini Anayasa Mahkemesi’nde iptal ettiren CHP’nin kendisi dini açılımlar yapıyor. Bütün bu açılımların da oy için yapıldığı sır değil. Oya gelince gerçekte olmayan, lafta savunulan laiklik bir kenara bırakılıyor. Bu açılımları yapan, din istismarcılığı konusunda CHP ile
AKP arasında, ya da düzen partileri arasında ne fark var? Yerel seçimler yaklaşırken, tehdit, şantaj, belden aşağı kasetler, telefon görüşmeleri vb.de ortalığa saçıldı. Burjuva siyasetinin çürümüşlüğünün, yozlaşmışlığının yansımasıdır yaşananlar. Lafta halk için siyaset yapar bunlar. Lafta belediyecilik halk içindir, hizmet içindir. Bunların tümü yalandır. Burjuva siyasetçisi siyaseti halk için yapmaz, kendi çıkarları için yapar. Kendi ceplerini doldurmak için yapar. Bu düzende, halk için hizmette gerçekte mümkün değildir. Belediyelerde yenilmesi için yarışı-
lan önemli oranda rant vardır. Yarış gerçekte bu rantı kimin yiyeceği yarışıdır. Bu düzende gerçek anlamda halk yararına sosyal belediyecilik mümkün değildir. Gerçek anlamda sosyal belediyecilik, halk yararına, halk ile birlikte belediyecilik işçilerin, köylülerin devrimi, ile gerçekleşecektir. Yerel seçimler işçilerin, emekçilerin yaşamlarında temel değişikliklere yol açamaz. İşçiler, emekçiler yararına köklü değişikler devrimi gerektirir. Gerisi boş laftır. Düzen partilerinin vaatlerine kanma, düzen partilerine oy verme! 1 Mart 2009 √
2008 Nüfus sonuçları açıklandı
T
ürkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Adrese Daya lı Nüfus Kay ıt Sistemi ’ne göre, 31 Aralık 2008 itibariyle belirlenen nüfus sayım sonuçlarını açıkladı. Buna göre, 31 Aralık 2008 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusu 71 milyon 517 bin 100 kişi olarak açıklandı.. Nüfusun 35.901.154’ünü erkekler, 35.615.946’sını ise kadınlar oluşturuyor. Yıllık artış hızı yüzde 1.31 2008 yılında Türkiye’nin yıllık nüfus artış hızı binde 13,1 olarak gerçekleşti. Geçen yıl; 55 ilin nüfusu artarken, 26 ilin nüfusu azaldı. Nüfus artış hızı en düşük olan ilk üç il; yüzde -5,35’le Bilecik, yüzde -3,14’le Kütahya ve yüzde -2,99’la Isparta olarak açıklandı. 81 il içinde nüfus artış hızı en yüksek olan ilk üç ilin ise sırasıyla; yüzde 8,26 ile Yalova, yüzde 56,6 ile Tekirdağ ve yüzde 4.8’le Hakkari olduğu belirlendi. Nüfusun yüzde 75’i kentsel yerlerde Ülke nüfusunun yüzde 75’i il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. İl ve ilçe merkezlerinde ikamet eden nüfus 53 milyon 611 bin 723, belde ve köylerde oturan nüfus ise 17 milyon 905 bin 377 kişi. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus oranının en yüksek olduğu il yüzde 99 ile İstanbul, en düşük olduğu il ise yüzde 32,2 ile Bartın. Nüfusun yaklaşık beşte biri İstanbul’da Belirlemelere göre ülke nüfusunun 12 milyon 697 bin 164 kişi ile yüzde 17,8’i İstanbul’da ikamet ediyor. Toplam nüfusun sırasıyla; yüzde 6,4’ü Ankara’da, y üzde 5,3’ü İzmir’de, yüzde 3,5’i Bursa’da, yüzde 2,8’i ise Adana’da oturuyor. Türkiye’nin en az nüfusa sahip ili olan Bayburt’ta ikamet eden kişi sayısı 75 bin 675 olarak belirlendi.
Nüfusun yarısı 28,5 yaşından küçük Erkeklerde 28, kadınlarda 29 olan “ortanca yaş”ın Türkiye genelinde 28,5 olduğu açıklandı. Diğer bir deyişle toplam nüfusun yarısı 28.5’in altında bulunuyor. İl ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin ortanca yaşı 28,4, belde ve köylerde ikamet edenlerin ortanca yaşı 28.6 olarak tespit edildi. 15-64 yaş grubunda bulunan çalışma çağındaki nüfus, toplam nüfusun yüzde 66,9’unu oluşturuyor. Ülke nüfusunun yüzde 26,3’ü 0-14 yaş grubunda, yüzde 6,8’i ise 65 ve daha yukarı yaş grubunda yer alıyor. K i l o m e t r e k a r e ye 9 3 k i ş i düşüyor Nüfus yoğunluğu olarak ifade edilen “bir kilometrekareye düşen kişi sayısı” ülke genelinde 93 kişi olarak açıklandı. Bu sayı illerde 12 ile 2 bin 444 kişi arasında değişiyor. İstanbul 2 bin 444 kişi ile nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu il olurken, bu ili sırasıyla; 413 kişi ile Kocaeli, 316 kişi ile İzmir, 242 kişi ile Hatay ve 241 kişi ile Bursa illeri izliyor. Nüfus yoğunluğunun en az olduğu il ise 12 kişi ile Tunceli. Yüzölçümü büyüklüğüne göre ilk sırada yer alan Konya’da nüfus yoğunluğu 51, yüzölçümü en küçük olan Yalova’da ise nüfus yoğunluğu 233. Nüfusu % 75’i kentlerde yaşayan Türkiye’nin hala “yarı feodal” olduğunu iddia edenlerin, bu sonuçları nasıl yorumlayacaklarını merak ediyoruz. İstanbul her yönüyle Türkiye’nin kalbi ve beyni durumundadır. İstanbul’un örgütlenmesi ülkelerimizin devriminin en önemli, en acil sorunudur. Şubat 2009 √
halkların kardeşliği için
Kürtçe Kürde yasak, devlete serbest! olan Ahmet Türk, ‘bir dağ Türk’ü olarak Meclis’te “bilinmeyen dil” den yani devletin Kürtçesinden değil, Kürtlerin Kürtçesi ile konuştu. Konuşur konuşmaz da, her an hazır ve nazır olan milliyetçi faşist kampanya harekete geçti. “Bu bölünmeye giden süreçte yeni bir aşama’ diyenini mi ararsınız, ‘Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü tehlike altında’ diyenini mi sorarsınız, tepkiler geniş bir alana yayıldı. Bunlardan MHP; “PKK’nın siyasallaşma stratejisinde yeni bir aşama”, Milliyetçi hareket daha son sözünü söylemedi” diyerek açıkça tehditler savurdu. Söz konusu, “devletin kırmız çizgisi” olunca Genelkurmay’da açıklama yapmadan edemezdi. 27 Şubat’ta basına yapılan açıklamada; “Yasaya aykırı davranana karşı yargı harekete geçer. Üniter devlete zarar vermeyecek açılım yapılabilir.” Bu açıklama ile ordu, TRT 6’ya sıcak baktığını ve fakat Meclis çatısı altındaki Kürtçe konuşmanın devletin “üniter” yapısına karşı bir hareket olduğuna hükmederek yargıyı harekete geçmeye çağırıyor. Devlet kendi Kürd’ünü yaratmanın peşinde. Bugüne kadar yok saydıkları, ulusal varlıkları üzerine her türlü baskı ve imhayı uygulamada sınır tanımadıkları Kürtleri, asimile etmede fazla başarılı olamadıkları noktada, kendi Kürdü’nü yaratmaya koyuldu. Kürtler zaten her türlü baskı, işkence, yıllarca zindanlarda çürüme pahasına, kendi dillerini konuştular ve konuşmaya da devam edecekler. Nasıl ki TRT 6 da devlet;
Kürtler, devlet yok saydığı için kendi kimliklerini unutmadılar. Kendi kimlikleriyle varlıklarını sürdürdüler. Bunun için çok ağır bedeller ödediler. İşte o Kürtlerden birisi olan Ahmet Türk, ‘bir dağ Türk’ü olarak Meclis’te “bilinmeyen dil” den yani devletin Kürtçesinden değil, Kürtlerin Kürtçesi ile konuştu. Başbakan, Diyarbakır da yasaklı harf lerle afişler asabiliyor. Seçim meydanlarında Kürtçe konuşabiliyor. Buna göre herhangi bir soruşturma olmazken, bunu Kürtler yaptığı zaman kıyametler kopabiliyor ve hemen “üniter devlet” akla geliyor. Kürtler, devlet yok saydığı için kendi kimliklerini unutmadılar. Kendi kimlikleriyle varlıklarını sürdürdüler. Bunun için çok ağır bedeller ödediler. İşte o Kürtlerden birisi
Kürtlerin mücadelesi sonucu Kürtçe yayın yapmak zorunda kaldıysa, anadilde eğitime de evet diyecektir. Burada bir şeyi daha bilince çıkarmak zorundayız. Feodalizme karşı, “eşitlik ve kardeşlik” adına yola çıkan burjuvazi, egemenliğini pekiştirdikten sonra gericileşmiş ve güçlü olan uluslar güçsüzleri baskı altında tutmuş, onları köleleştirmiş, her türlü ulusal haklarını yok sayarak baskı uygulamıştır. Anadilde eğitim tar-
tışmalarına Başbakan, “Avrupa’nın hangi ülkesinde farklı ulusun fertlerine anadilde eğitim hakkı veriliyor ki, bizde verelim” diyerek bu gerçeği itiraf ediyor. Gerçi Avrupa’nın bazı
olmuştur. 1922’de kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinde; (SSCB) Çarlık döneminde her türlü hakları gasp edilen ezilen uluslar, egemen ulus olan Rus ulusu ile eşit
ülkelerinde, anadilden eğitim verildiğini bilmesine rağmen devletin şoven, ırkçı yaklaşımını haklı göstermeye çalışıyor. Burada biz bir gerçeğin görülmesini gerekli görüyoruz. MarksizminLeninizmin en temel ilkelerinde biri, her türlü ulusal baskının amansız düşmanı olmasıdır. ML’nin programı “Bütün ulusların özgürce ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı” dır. Bu hak o ulusun her türlü ulusal haklarını kendi eline alıp kullanmasıdır. Rusya’da Bolşevikler iktidara geldiklerinde ilk işlerinden biri bu programlarını hayata geçirmek
haklara kavuşmuş, kendi anadillerinde eğitim hakkı başta olmak üzere her türlü haklarına kavuşmuşlardır. SSCB Anayasasının 17. Maddesi, her ulusun özgürce ayrılma hakkını garanti altına almıştır. Bu gerçeği burjuvazi unutturmaya çalışmaktadır. Sermayenin egemenliği şartlarında ezen ve ezilen uluslar arasında eşitlikten bahsedilemez. Halklar arasında gerçek bir kardeşlikten bahsedilemez. Halkların kardeşliği içinde, sermayenin iktidarının işçilerin köylülerin devrimi ile yıkılmasıyla mümkündür. 27.02.2009 √
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
A
hmet Türk Dünya Ana Dil günü dolayısıyla meclisteki gurubunda Anadili olan Kürtçe ile bir konuşma yaptı. Ahmet Türk konuşmayı “21 Şubat “Dünya Anadil Günü” dolayısı ile yaptı. Konuşmaya ilk tepki devletin televizyonu olan ve mecliste yayın yapan TRT 3’ten geldi. TRT 3, Ahmet Türk’ün ağzından çıkan ilk Kürtçe cümlenin hemen ardından yayını kesti. Bu arada spiker hemen bir açıklama yaptı. Neymiş yayını kesmenin gerekçesi; “Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu gereğince, Meclis kürsüsünde ve toplantılarında Türkçeden başka dilde konuşma yapılamayacağı hükmü doğrultusunda” yayını kesmek zorunda kalmışlar. Bu açıklama, “ötekiler” söz konusu olunca, herkesin kendinde aynı anda hem savcı, hem hâkim ve hem de infaz memuru olarak davranma hakkı gördüğüne dair bir çıplaklık halidir. Bu tavır, bürokratik kurumların “milli hassasiyetler” söz konusu olduğunda, kendilerinde Meclis’e bile müdahale etme hakkını gördüklerine dair de bir çıplaklık halidir. Ahmet Türk’ün şahsında Meclis’te yankılanan Kürtçe, bu devletin hukuksal düzeni ve siyasal sisteminin ucubeliğini çıplak hale getirmiştir. Bir yanda devletin televizyonu bir kanaldan yirmi dört saat Kürtçe yayın yapıyor, Başbakan televizyonda ve meydanlarda övünerek Kürtçe konuşuyor. Diğer yanda ise, Kürtçe konuştu diye “öteki” partinin mensupları yargılanıyor, hüküm giyiyor; isimler, harf ler yasaklanıyor.
5
gündem
Davos’ta ne oldu?
Olgular ve sonuçlar...
Erdoğan’ın Davos'taki Gazze Forumu’nu terkedişinin arka planı
D
6
avos Zirvesi’nde en fazla gürültü kopartan/kopartılan olayı kuşkusuz RTE’nin Davos’ta katıldığı “Gazze” Forumunu gösterişli bir biçimde terk etmesi oldu. Olay ne? Geri planında ne var? Sonuç ne? Bilgiler bir arada ele alındığında görünen şu: * RTE önderliğindeki Türkiye heyeti Davos’ta bir Gazze forumu yapılmasını öneriyor. Davos yönetimi bu öneriyi kabul ediyor. Türkiye’den ba şba k a n RT E’n i n, İsra i l ’ den Cumhurbaşkanı (Arafat’la ABD (o dönem Clinton) yönetiminin dayattığı “Barış Planı/Yol Haritası’nı imzalayan ve Arafat’la birlikte o yıl Nobel Barış Ödülünü alan) Şimon Perez, Arap Birliği başkanı Amr Musa, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un katıldığı bir Forum Davos programı içine alınıyor. * Başlangıçta planlanan, Türkiye’nin de istediği Forum’un bizzat Davos’un düzenleyicisi Schwab tarafından yönetilmesi. Böyle “yüksek seviyede katılımlı” forumlar genelde Schwab tarafından yönetiliyor. Ne oluyorsa oluyor, Davos başlamadan kısa süre önce Forumculara forumun Schwab ta ra f ı nda n değ i l, Washi ng ton Post’tan ABD’li gazeteci İgnatius tarafından yönetileceği bildiriliyor. Türkiye itiraz ediyor. Fakat karar değişmiyor. * Forum 28 Ocak akşamı yapılıyor. Ve Davos’ta o güne kadar yaşanmamış olan bir biçimde bitiyor. Forum’da sırasıyla, Ban Ki Moon 8, RTE 14; Amr Musa takriben 12 dakika süren konuşmalar yaptıktan sonra sıra Perez’e geliyor. Perez’den önceki her üç konuşmacı da İsrail’e Gazze konusunda haklı ve ağır eleştiriler getiriyor, İsrail’in yer yer savaş ve insanlık suçu işlemiş olduğu suçlamaları getiriliyor. Perez İsrail’in resmi çizgisini savunuyor. Yani İsrail’in Gazze’ye ve sivil halka değil, İsrail’e saldıran, her gün İsraillilerin kafasına bombalar yağdıran “terörist Hamas”a karşı kendini savunma eylemi yürüttüğünü anlatıyor; sivil halka zarar verilmemesi için azami çaba sarfedildiğini, Gazze sivil halkına zarar gelmemesi için İsrail’in her şeyi yaptığını, Gazze halkının aç susuz kalmaması için İsrail’in sınırları açtığını vb. vb. anlatıyor. Konuşmasının sonunda doğrudan RTE’ye dönüp, sesini yükseltip, par-
mağını ona doğru sallayarak “Her gün İstanbul’a füzeler yağsa, siz ne yapardınız?” sorusunu soruyor. Perez, moderatör’ün uyarısını almadan 22 dakika civarında konuşuyor. O konuşmasını bitirdikten sonra moderatör forumu kapama zamanı-
bir başka mutlu addediyorum' diyen başbakanlarınız var. Tankların üzerine çıkıp da 'Filistin'e girince mutlu oluyorum' diyen başbakanlarınız var. Ve bana sayılar veriyorsunuz. İsmini de veririm, belki merak edenleriniz vardır.”
nın, yemek zamanının geldiğini söyleyerek konuşmacılara teşekkür edip toplantıyı kapamaya yelteniyor. Bu noktada RTE İngilizce olarak “bir dakika, bir dakika” diye müdahale ediyor. Moderatör elini RTE’nin om-
Sonra Perez'in konuşmasının salonda alkışlanmasıyla ilgili olarak da Erdoğan, “Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Peki çocukları öldürenleri kalkıp da alkışlamak öyle zannediyorum ki insanlık suçudur”
Erdoğan ve AKP “Davos Fatih”i rantını önümüzdeki kısa dönem içinde yapılacak yerel seçimlerde oya tahvil edebilmek için olayı tepe tepe kullanıyor. zuna dokundurarak RTE’ye toplantıyı kapamak istediğini, daha tartışacak mutlaka çok şey olduğunu ve fakat zamanın dolduğunu söylüyor. RTE’nin ısrarlı bir dakikaları üzerine, sayın başbakana bir dakika verdiğini söylüyor. Bu arada RTE zaten Türkçe olarak konuşmaya başlamıştır. Şunları söylüyor: Doğrudan Perez’e dönerek ve ona hitaben: “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın. Biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış 2 kişinin bana çok önemli laf ları vardır. Filistin'e, tankların üstünde girdiği zaman, 'kendimi
diyor. Bu arada moderatör yine eliyle Erdoğan’ın omzuna da dokunarak sözünü bitirmesini istiyor. Erdoğan bir dakika deyip, moderatörün elini iterek devam ediyor. Erdoğan'ın, “Sadece size, iki söz söyleyeceğim...” sözleri üzerine, oturum yöneticisi, araya giriyor. Erdoğan, “Sözümü kesmeyin” diyerek, “Tevrat'ın 6. maddesi der ki ‘öldürmeyeceksin’. Burada öldürme var. Bu da çok enteresan” diyerek sözlerini sürdürüyor.. Biri Oxford Üniversitesinde profesör iki Yahudi vatandaşın, İsrail'i eleştiren açıklamalarını da elindeki notlardan okuyan Başbakan Erdoğan, şimdi onu susmaya davet eden ve adeta itiştiği oturum yöneticisine de dönerek, “Sana da çok teşekkür ediyorum. Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha
Davos'a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuştum. Olmaz.” diyor. Notlarını toplayıp ayağa kalkıyor. Çıkarken Amr Musa da ayağa kalkarak elini sıkıyor. Erdoğan sahneyi terk ediyor. Salondaki Türk heyetinden olanlar da aynı anda salonu terk ediyorlar. Olay yer yer canlı yayında dünyanın gözü önünde yaşanıyor. Ve Türkiye’de, Arap dünyasında ve bir dizi ülkede birinci haber haline geliyor. * Olayın ertesinde Davos yöneticisi Klaus Schwab RTE’yi arayarak, bir moderatör hatası olduğunu söyleyerek, birlikte bir basın toplantısı öneriyor. Bu basın toplantısı yapılıyor. Bu basın toplantısında Davos Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwab, oturumun bu şekilde bitmiş olmasından dolayı çok üzgün olduğunu belirterek, duygularını paylaşmak istediğini söyledikten sonra şöyle konuşuyor: “Çünkü Sayın Başbakan Erdoğan yakın ilişkilerimin olduğu ve güvenilir bir dostumuz olan bir kişi ve burada tüm organizasyon içinde Türk hükümeti büyük destek sağlıyor. Ancak burada daha fazla önemli olan husus ise bizler burada kendisinin Orta Doğu'daki barış için, oynamakta olduğu rol için tekrar tekrar teşekkür etmek istiyorum. Bu önemli görev ve sorumluluğu üstlendiği için hakkını her zaman teslim etmemiz gereken biri Sayın Erdoğan.” Gidişatla ilgili olarak ise Schwab, “İlk süreçte 5'er dakika verilmekte, daha sonra diyalog ortamı oluşuyor ve 5'er dakika veriyoruz. Ancak burada maalesef ilk turdaki konuşmalar uzun sürdü ve sınıra yaklaştık ve zamanımızı aştık ve üzüntü içinde söylüyorum ki görüşmeleri kesme zorunluluğu doğdu. Bu durum nedeniyle ilk turda konuşmalar uzun sürdü. Sayın Erdoğan anlamlı bir cevap yansıttı” diyor. (Alıntılar Hürriyet’ten) Schwab, büyük çabalar sarf ederek yürüttükleri foruma, herkesin “barış ve ekonomik refahı sağlamak için” geldiğini anlatarak, şunları söylüyor. “Bizler buradayız. Davos'un ruhu içerisinde karşılıklı olarak anlayış mevcuttur. Burada olumlu ruh halini yansıtmak yapıcı olarak çalışmalar yürütme ruh hali egemendir. Diyaloğun oluşturulması için gerçekleşiyor bunlar, diyaloğun bizlerin umutlarını yeşertmesi için diyaloğun gerçekleşmesi gerekiyor. Bizler bunun için mücadele ediyoruz ve uzlaşının sağlanması, barışın Orta Doğu'da egemen olması için bu gibi oturumlar düzenleniyor ve şunu umut ediyorum ki bugünkü oturumda gerçekleşen duruma rağmen yalnızca buradaki bu durum değil ortak değerler, ortak uzlaşı alanı ve karşılıklı algılama egemen olur. Burada bulunduğunuz için teşekkür ediyorum.” Aynı basın toplantısında Erdoğan tepkisinin “İsrail’e, İsrail halkına,
gündem Davos’a değil moderatöre” olduğu açıklamasını yapıyor. Böylece hem Davos’a artık gelmem açıklaması geri alınmış, hem de can ciğer kuzu sarması İsrail—Türkiye ilişkilerinin fazla zarar görmemesi için yol açılmış oluyor. * Nitekim olayın ertesindeki günün sabahı, Perez –Erdoğan arasındaki telefon görüşmesinde Perez bu olayın Türk-İsrail ilişkilerini bozmaması dileklerini dile getiriyor. * Erdoğan Türkiye heyetinin bir bölümü ile aynı gece Türkiye’ye dönüyor. Gece saat üçte büyük bir törenle “Davos Fatih”i, “Dünya lideri” vb. dövizleri ile karşılanıyor. Belediye metro ve otobüslerle insanları karşılama mitingine taşıyarak “amme hizmeti!!!” sunuyor. * Erdoğan aşağılık duygusu en temel duygularından biri olan Türkiyeli yığınların büyük bölümünün hislerine tercüman olan bir kahraman oluyor. Yalnızca Türkiyeli yığınlar değil, 60 yıldır kamplarda süründürülen Filistin halkı, en başta da Gazze’de olmak üzere, Erdoğan’ı onların haklarını nihayet yüksek sesle savunan bir kahraman olarak sahipleniyor. * Erdoğan ve AKP “Davos Fatih”i rantını önümüzdeki kısa dönem içinde yapılacak yerel seçimlerde oya tahvil edebilmek için olayı tepe tepe kullanıyor. * Muhalefet biraz da kıskançça bir gıpta ile, RTE’nin toplantıdaki tavrına ancak yöntem eleştirisi getirebilmekle yetiniyor. Bir Türk başbakanına böyle davranılamaz, haklı ama bu kadar kaba olmayabilirdi vb. deniyor. Özellikle emekli büyükelçilerden gelen eleştirilere Erdoğan mitingte “monşer siyasetçiler istemiyoruz” biçiminde cevap veriyor. * Olayın hemen ertesinden itibaren “hata” moderatöre yükleniyor. Mehmetçik Türk Medyası olayın hemen ertesi günü moderatörün Anadoludan göçen (Neden ve nasıl göçmüş acaba!?) Ermeni soyundan gelen bir Yahudi olduğunu keşfediyor!!! Böylece bu Türk Düşmanının Türk Düşmanlığının soysal/cibilliyetsel kökleri bulunmuş oluyor. Ermeni ve Yahudi düşmanlığı bu medyanın kan damarlarından biri. *Olayın geri planında tabii AKP hükümetinin Filistin’de arabuluculuk rolüne soyunması, “Hamas’sız çözüm olmaz” temel düşüncesi ile, hem Hamas ile El Fetih arasında, hem de birleşik Filistin temsilciliği ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışması, İsrail’in, Mısır’ın, ABD’nin ve El Fetih’in Hamas’ı dıştalayan bir çözümü mümkün görmeleri, bunu denemek istemeleri, AKP hükümetinin “barış süreci”nden dıştalanmaya çalışılmasından duyduğu rahatsızlık; diğerlerinin Türk hükümetinin “Hamas’sız çözüm olmaz” anlayışı ve söyleminden duydukları rahatsızlık var. Bu bağlamda Erdoğan 12 dakikalık
konuşmasında diğer şeylerin yanında şunları da söylüyor: “27 Aralık'tan 4 gün önce Başbakan Olmert'le bir görüşme yaptım. Bir arabuluculuk görevimiz vardı. 5. raundu Sayın Olmert'le Ankara'da yaptık. Hedefimiz neydi: “Doğrudan görüşmelere nasıl geçeceğiz” onu yapmaya çalışıyoruz. Tüm bu görüşmelerin ardından iş bir iki kelimeye kadar düştü. Artık bunu açıklamak durumundayım. Bu arada ben Sayın Olmert'e şunu sordum: "Bakın şu anda Hamas'ın elinde esir bulunan askeri kurtarabiliriz. Ama sizden bir ricam var. Reform ve Değişim partisi Filistin’de seçim kazandı. Bu kararı saygıyla karşılamak zorundayız. Bu seçimde kazananlardan meclis başkanı, milletvekilleri sizin elinizde esir. Gelin bir paket yapalım. Sayın Abbas'a gösterdiğiniz jesti gösterin. Bir esir değişimi yapın. Olmert bunu yaparsam “Abbas kriz geçirir” dedi.” Buna göre görünen odur ki, Türk hükümeti İsrail’in bilgisi dahilinde arabuluculuk rolüne soyunmuştur. Ve iş neredeyse doğrudan ilişkilere geçme noktasına kadar getirilmiştir. Bunun için istenen esir değiş tokuşu “jesti”nin reddi için Olmert’in gerekçesi Filistin Özerk Yönetim Başkanı Abbas’tır. İş bu noktaya kadar getirilmişken İsrail’in Gazze saldırısı Türk hükümetinin arabuluculuk çabalarını hiçe saymış, hiçe çıkarmıştır. Bu kadar celaletin geri planında bu vardır. *Bu arada önümüzdeki kısa dönemde hem İsrail’de hem Türkiye’de önemli seçimler var ve hem Perez, hem Erdoğan tribünlere oynuyor, oynamak zorunda. Ve RTE siyaseten, seçim taktiği açısından gayet başarılı, yeri ve zamanı iyi seçilmiş bir şov için kullandı moderatör hatasını. Olay budur. Erdoğan Perez’e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” derken haklıdır. İsrail’in çocuk öldürdüğünü söylerken haklıdır. Haklıdır da, bu söyleyenin kendisi de “öldürmeyi iyi bilen” bir devletin bugünkü başbakanıdır. Çocuk katilliği konusunda Ermenilere, Rumlara, Kürtlere yapılanlara bir göz atmak, kendi sicilinin hiç te temiz olmadığını gösterir. * Bu olayın Türkiye İsrail ilişkilerini, Türkiye ABD ilişkilerini vb. bozacağını düşünenler ve savunanlar, emperyalist dünyada belirleyici olanın çıkarlar olduğunu, İsrailTürkiye-ABD ortak çıkarlarının “dostlar arasında böyle kavgalarla” bozulacak kadar küçük-önemsiz olmadığını kavramıyorlar. * Orta ve uzun vadede İsrail ve ABD’de de “Hamas’sız çözüm” olmadığ ı noktasına gelecek ler, Hamas’lı çözümün “terbiye edilmiş Hamas”lı çözüm olduğunu, bunun için RTE gibilerine ihtiyaç olduğunu göreceklerdir. 5 Şubat 2009 √
Gazze çıkışı...
Erdoğan neden sertleşti?
S
i yon i s t İ s r a i l d e v le t i n i n Gazze’de yaptığı katliama, en sert tepkiyi Başbakan Erdoğan gösterdi. Erdoğan’ın tepkisinin arka planında ise şunlar yatıyor: AKP Hükümeti Suriye ile İsrail arasında, Filistinde arabuluculuk rolüne soyunmuştur. “Hamas’sız çözüm olmaz” temel düşüncesi ile hareket eden AKP Hükümeti, hem Hamas ile El Fetih arasında, hem de Birleşik Filistin Temsilciliği ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmıştır. İsrail, Mısır, ABD ve El Fetih’in Filistin’de Hamas’ı dıştalayan bir çözümü mümkün görmeleri, bunu denemek istemeleri, AKP hükümetinin ise “barış süreci”nden dıştalanmaya çalışılması Erdoğan’ı kızdırmıştır. AKP hükümetinin süreçten dıştalanmaya karşı duyduğu rahatsızlık karşısında; diğerlerinin Türk hükümetinin “Hamas’sız çözüm olmaz” anlayışı ve söyleminden duydukları rahatsızlık var. Arabuluculuk sürecini ve gösterilen sert tepkinin nedenlerini Erdoğan’ın dış politika danışmanlarından biri olan Ahmet Davutoğlu gazetecilerle yaptığı bir görüşmede anlattı. Davutoğlu’nun anlattıkları uzun olsa da, takınılan tavrın nedenlerini açıkladığı için okurlarımızla paylaşmak istiyoruz. Haber şöyle: “Öfkenin nedeni kritik 15 dakika
Hükümetin dış politikasının en önemli mimarl ar ından Ahmet D av utoğ lu , yanın d a D ı ş i ş l e r i Bakanlığı'nın beyin takımından Feridun Sinirlioğlu ile birlikte dün İstanbul'da bir grup gazeteciyle bilgilendirme toplantısında buluştu. İsrail'in Gazze'ye girişiyle birlikte bütün dikkatler Ortadoğu'ya çevrilmişti. Ateş topuna çevrilen bölgede her an savaş kıvılcımları başka ülkelere sıçrayabilirdi. Süreçte en çok dikkat çeken gelişmelerden birisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail'e yönelik çok sert eleştirileriydi. Sanıyorum hiçbir Türk Başbakanı benzeri olaylarda İsrail' i böyle bir tonlamayla suçlamamıştı. Ortadoğu ülkelerindeki gösterilerde Erdoğan'ın posterleri halkın elindeydi. Erdoğan Suriye'den Lübnan'a, Mısır'dan İran'a kadar çeşitli ülkelerin halklarının sempatisini kazanmıştı. Öte yandan İsrail ve ABD'den gelen eleştiriler de yüksek siyaset katında birtakım soru işaretleri oluşturuyordu. İsrail ve Hamas'ın karşılıklı ateşkes ilanlarından sonra merak edilen birçok konu ortada duruyordu. O sıcak günlerin hikayesini, özellikle Erdoğan'ın çok sert açıklamalarının perde arkasını merak ediyorduk. İşte Davutoğlu ile randevu bu nedenle çok ilginç ve önemliydi. İki buçuk saatten fazla süreyle Davutoğlu'ndan bilgiler aldık, sorularımızın yanıtlarını öğrendik.
7
gündem Davutoğlu hem Gül'e hem Erdoğan'a yakın olan, sürecin tam da merkezinde bir isim. Sinirlioğlu da Gazze işgalinin en hararetli anlarında İsrail'de dört gün kaldı, sıcak diplomasinin ortasındaydı. Üstelik diplomatik kariyeri içinde 5 yıl İsrail'de görev yaptı. Pro-aktif barış diplomasisi Davutoğlu sözlerine 3 Kasım 2002'den itibaren hükümetin dış politikasının iki ilkesini açıklayarak başladı: ' Tü r k i y e , b ü t ü n k o n u l a rd a Ortadoğu'yu tamamen kuşatan politikalar izliyor, bundan hiç vazgeçmedi. Bütün taraflarla açık bir ilişki peşinde, kanalları hiç kapatmadı. Biz artık pro-aktif barış diplomasisi uyguluyoruz. Buna devam edeceğiz. Bu ilkeleri açıklarken eskiye dönük şöyle bir eleştirel gönderme de yaptı Davutoğlu: 'Kriz çıkınca Ankara'dan 'kınıyoruz', 'tarafları barışa davet ediyoruz' gibi cümlelerle tarafsızlık görüntüsü vermeye çalışan ürkek siyaset devri bitmiştir.' Ortadoğu’da aktif politika bizi Avrupa’ya yaklaştırır Davutoğlu, 'Söylendiği gibi Türkiye, radikal kanadın yanında olsaydı diplomatik görüşmeler içinde bugünkü gibi rol oynayamazdı' dedi. Davutoğlu'nun cümleleri içinde 2009 ve sonrası için 'Gelecekte Irak'la ilgili sıkıntılar yaşayacağız' uyarısı yer aldı. 'Türkiye eksen mi değiştiriyor? Batı' dan Ortadoğu'ya mı kayıyor?' sorularını ve Batı basınından gelen eleştirileri şöyle yanıtladı: 'Böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Ortadoğu Avrupa'nın alternatifi mi? Tam tersine Ortadoğu'daki aktif diplomasi bizi Avrupa'ya yaklaştırır.' Davutoğlu daha sonra analitik bir değerlendirme yaptı: 'Ülkeler, izledikleri dış politika bakımından dörde ayrılır. Zorunluluklar ülkesi, öncelikler ülkesi, entegre dış politika ülkesi ve küresel strateji uygulayan ülkeler. Türkiye öncelikler kategorisinden entegre dış politika izleyen ülkeler kategorisine sıçramaya çalışıyor. Paradigma değişikliğimiz budur.'
8
Alınganlığın sebebi ilkesel Ahmet Davutoğlu'nun bütün konuşmasının ana fikri Başbakan Erdoğan'ın İsrail'e olan öfkesinin arka planını yansıtıyordu. 'Olmert'in Başbakanımızla görüştüğü o bir hafta içinde biz İsrail-Suriye arasındaki doğrudan görüşmelere çok yaklaşmıştık. Birkaç gün içinde sonuç alabilecek noktaya gelmiştik. Olmert'le beş saat boyunca bunlar görüşülmüştü. Hava olumluydu. Evet o gün Gazze'yi konuştular. Başbakanımız konuyu açtı. Süreç böyle ilerlerken Lübnan'da ya da Gazze'de bir hareket istemiyoruz demişti. Lübnan'dan kasıt Suriye, Gazze'den kasıt İsrail'di' diye anlattı.
Şöyle devam etti: 'Başbakanımızın alınganlığının sebebi ilkesel. İsrail'e karşı ilkesel, insani değerleri savunuyor. O çocuk cinayetleri karşısında Türkiye gibi bir ülke sessiz kalamaz. Bölgede etkinlik peşinde koşan büyük bir ülkenin lideri olarak etnik veya dini herhangi bir fark gözetmeksizin o saldırılara karşı çıkar.' Görüşmenin kritik 15 dakikası Ahmet Davutoğlu, Erdoğan-Olmert görüşmesinin 15 dakikalık kritik bölümünü de şöyle anlattı: 'Başbakanımız bölge barışı açısından endişelerini dile getirdi. 'Devreye girelim' dedi. 'Mısır'a saygılıyız ama biz de yardımcı olalım. Çözüm alın-
Mısır’la centilmenlik anlaşması Sohbetin genel havasından Gazze olaylarıyla birlikte İran'ın devre dışı kaldığı sonucu ortaya çıkıyor. Bu konu önemli. Mısır-Türkiye rekabeti çerçevesinde de şu bilgi çok ilginç: 'Mısır'la yaptığımız centilmenlik anlaşmasında dedik ki; biz prestij peşinde değiliz. Biz Mısır'dan rol çalmak peşinde değiliz. İş yapalım, sonuç alalım, kan dökülmesin. Ateşkesin geciktiği her gün 200 cana maloluyor.' Türkiye’deyken Olmert operasyondan habersiz miydi? Daha sonra Feridun Sinirlioğlu'nu dinledik. Konunun İsrail boyutuna ve Ankara-Tel Aviv ilişkilerine ilişkin çok çarpıcı bir iddiayı ortaya koydu:
AKP Hükümeti İsrail’in bilgisi dahilinde Filistin’de arabulucuk rolüne soyunmuş, iş neredeyse doğrudan ilişkilere geçme noktasına varmışken, İsrail devletinin Gazze’ye yaptığı saldırı, AKP Hükümetinin arabuluculuk çabalarını boşa çıkarmıştır. RTE’nın sert Gazze çıkışının arkasında esas olarak bu gelişme yatmaktadır. Aldatılmışlık duygusu da, RTE’nın sert tavır takınmasının diğer bir nedenidir. ması için bu gerekli görünüyor' diye devam etti. Biz bu işi Mısır'la yürüteceğiz ama gidince konuşayım, size döneyim dedi. Dönüşü Gazze saldırılarıyla oldu. Başbakanımızın kişiliğini biliyorsunuz. Buna çok tepki gösterdi. Kriz patladıktan sonra Olmert görüşmek istedi. Başbakanımız 'Ateşkes görüşecekse tamam, o gelip resim vermek istiyorsa olmaz' dedi.' Türkiye olmasaydı çift yönlü ateşkes sağlanamazdı Davutoğlu burada Hamas'ı içermeyen hiçbir barış planının geçerli olmayacağı tezini ve Hamas'la güven ilişkisi içinde bulunan tek ülkenin Türkiye olduğu iddiasını birkaç kez tekrarladı. 'Hamas olmadan çözüm bulunamayacağını herkes biliyordu, bütün Batı dahil.' Şöyle devam etti: 'Hamas, İsrail' in tek yanlı ateşkesinden sonra üç senaryo ile karşı karşıyaydı. Ateşkesi reddederek roket atacaktı. Sessiz kalacaktı. Ya da ateşkesi kabul edecekti.' Davutoğlu'na göre ateşkesin Hamas tarafından da ilan edilmesinde Türkiye'nin rolü büyük. Bazı gazeteci arkadaşlar bu konuda ortaya çıkan görüntüden duydukları rahatsızlıkları da Davutoğlu'na aktardılar. Davutoğlu'nun yanıtı, 'Kimseye düşman değiliz, kimseyle de mutlak müttefik değiliz. Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda ilişkiler geliştiriyoruz' oldu.
'Karşılıklı alınganlıklar var. Dikkat edin, İsrail Türkiye'den gelen eleştirilere hiç tepki vermedi. Yaptıkları hatanın mahcubiyeti var. 5 gün sonra operasyon yapacak bir İsrail Başbakanı Türkiye'ye gelmez. Şahsi kanaatim: Olmert, Başbakan Erdoğan'la görüşmeye geldiğinde Gazze operasyonundan haberdar değildi. Olmert geldiğinde İsrail'de Güvenlik Kabinesi'nde onaylanmış bir karar yoktu bence.' (İsmail Küçükkaya, 21 Ocak 2009, Akşam) Davutoğlu’nun RTE’nın Gazze çı-
kışının arka planında yer alan gelişmeler hakkında verdiği bilgiler ile RTE’nın Davos Zirvesi’nde Gazze Formu’nda yaptığı konuşmada konu ile ilgili takındığı tavır birbiri ile örtüşüyor. RTE Gazze Forumu’nda konu ile ilgili olarak şunları söyledi: “27 Aralık'tan 4 gün önce Başbakan Olmert' le bir görüşme yaptım. Bir arabuluculuk görevimiz vardı. 5. raundu sayın Olmert' le Ankara' da yaptık. Hedefimiz neydi: “Doğrudan görüşmelere nasıl geçeceğiz” onu yapmaya çalışıyoruz. Tüm bu görüşmelerin ardından iş bir iki kelimeye kadar düştü. Artık bunu açıklamak durumundayım. Bu arada ben Sayın Olmert'e şunu sordum: "Bakın şu anda Hamas'ın elinde esir bulunan askeri kurtarabiliriz. Ama sizden bir ricam var. Reform ve Değişim partisi Filistin’de seçim kazandı. Bu kararı saygıyla karşılamak zorundayız. Bu seçimde kazananlardan meclis başkanı, milletvekilleri sizin elinizde esir. Gelin bir paket yapalım. Sayın Abbas'a gösterdiğiniz jesti gösterin. Bir esir değişimi yapın. Olmert bunu yaparsam “Abbas kriz geçirir” dedi.” AKP Hükümeti İsrail’in bilgisi dahilinde Filistin’de arabulucuk rolüne soyunmuş, iş neredeyse doğrudan ilişkilere geçme noktasına varmışken, İsrail devletinin Gazze’ye yaptığı saldırı, AKP Hükümetinin arabuluculuk çabalarını boşa çıkarmıştır. RTE’nın sert Gazze çıkışının arkasında esas olarak bu gelişme yatmaktadır. Aldatılmışlık duygusu da, RTE’nın sert tavır takınmasının diğer bir nedenidir. “Hamas’sız çözüm olmaz” düşüncesi ile hareket eden Türkiye, arabuluculuk sürecinde devreden çıkarıldığı için, zaten devrede olan Mısır’ın yaptığı girişimler sonucu İsrail ile Hamas arasında çift yönlü ateşkes sağlanmıştır. 16 Şubat 2009 √
GÜRSAŞ grevi devam ediyor
G
ürsaş’daki işçilerin grevi bugün 47. gününe girdi. Direnişlerini sürdüren 8 işçiye, bugün 15 işçi daha katıldı. Sabah işlerine gelen işçiler, 15 işçinin daha işten atıldığını öğrendiler. Atılan işçiler işten çıkarılma kağıdını imzalamayacaklarını ve fabrikayı terk etmeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine fabrika yetkileri ilçe emniyet müdürlüğüne haber verdiler. Fabrikaya gelen emniyet müdürü ve diğer polisler etrafta önlem aldılar. Fabrikaya gelen Birleşik Metal İş Sendikası Kartal Şube Başkanı polisle bir-
likte fabrika yetkileriyle görüşmek için fabrikaya girdiler. Yarım saat süren görüşme sonucu sendika yetkilisi dışarıdaki direnişteki işçilere açıklama yaptı. İşten atılan 15 işçinin birazdan fabrikayı terk edeceklerini, sendikanın da müfettiş çağırdığını gelen müfettişin tespit yapacağını söyledi. Yarım saat sonra işten atılan 15 işçi, sloganlar atarak fabrikayı terk ettiler. 47 gündür direnişte olan dışarıdaki arkadaşlarının yanında yerlerini aldılar. Şubat 2009 √
gündem
Biraz Ekonomi:
Veriler ne gösteriyor? TÜİK 2008 Aralık ayının dış ticaret verilerini açıkladı
G
eçici verilere göre 2008 yılı Aralık ayında; 2007 yılının aynı ayına göre ihracat %21 azalarak 7.685 Milyon Dolar, ithalat %30,1 azalarak 11.271 Milyon Dolar olarak gerçekleş-miştir. Aynı dönemde dış ticaret açığı %43,9 azalarak 6.396 Milyon Dolardan 3.586 Milyon Dolara gerilemiştir. 2007 Aralık ayında %60,3 olan ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2008 Aralık ayında %68,2’ye yükselmiştir. 2008 Ocak-Aralık döneminde; 2007 yılının aynı dönemine göre ihracat %23,1 artarak 132.003 Milyon Dolar, ithalat %18,7 artarak 201.823 Milyon Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2007 Ocak-Aralık döneminde 62.791 Milyon Dolar olan dış ticaret açığı, 2008 yılı Ocak-Aralık döneminde %11,2 artarak 69.820 Milyon Dolara yükselmiştir.
AB’ye ihracat %39,4 azaldı 2007 Aralık ayında %54,6 olan Avrupa Birliği’nin (AB) ihracattaki payı 2008 Aralık ayında %41,8’e gerilemiştir. AB’ye yapılan ihracat, 2007 yılının aynı ayına göre %39,4 azalarak 3.216 Milyon Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2008 Aralık ayında en fazla ihracat yapılan ülke Almanya olmuştur. Bu ülkeye yapılan ihracat 2007 Aralık ayına göre %20,2 gerileyerek 765 Milyon Dolar olurken, Almanya’yı Irak (429 Milyon Dolar), İngiltere (390 Milyon Dolar) ve İtalya (366 Milyon Dolar) takip etmiştir. İthalatta ise Rusya Federasyonu ilk sırada yer almıştır. Bu ülkeden yapılan ithalat %21,2 azalarak 1.992 Milyon Dolar olarak gerçekleşmiştir. Rusya’yı sırasıyla Almanya (1.251 Milyon Dolar), Çin (935 Milyon Dolar) ve ABD (779 Milyon Dolar) izlemiştir.
İhracatta kara taşıtları ilk sırada 2008 Aralık ayında fasıllar bazında en büyük ihracat kalemi kara taşıtları ve bunların aksam, parçaları (772 Milyon Dolar) olurken; bu fasılı makinalar, mekanik cihazlar, kazanlar ve aksam-parçaları (614 Milyon Dolar), inci, kıymetli taş ve metal mamülleri (603 Milyon Dolar), demir ve çelik (549 Milyon Dolar), elektrikli makina ve cihazlar (548 Milyon Dolar) izlemiştir. Aynı ayda; en yüksek ithalatı olan fasıl mineral yakıtlar, mineral yağlar (2.831 Milyon Dolar) olmuştur. Bu
fasılı; makinalar, mekanik cihazlar, kazanlar ve aksam-parçaları (1.428 Milyon Dolar), kara taşıtları ve bunların aksam ve parçaları (934 Milyon Dolar), demir ve çelik (806 Milyon Dolar), elektrikli makina ve cihazlar (794 Milyon Dolar) izlemiştir. Bu rakamlar hem ihracatta, hem ithalatta ciddi bir gerileme olduğunu gösteriyor. Bu bütün dünyada yaşanan ekonomik krizin Türkiye açısından açık bir göstergesi. Bu krizde henüz dibe vurulmamıştır. Bu hem dünya, hem Türkiye açısından böyledir. Hal böyle olduğu için 2009 yılında dış ticaretteki bu gerilemenin süreceğinden yola çıkılmalıdır. Bu bağlamda burjuva iktisatçılarının ne kadar “öngörülü”!!! ne kadar “bilimsel”!!! oldukları da hep yeniden ortaya çıkıyor. Bu krizin bir yararı da, burjuva iktisat biliminin gerçekte bilim olmadığını (Marx “Afterwissenschaft” ( göt bilimi) diyordu) göstermesi oluyor. İşte emperyalist dünyanın en ünlü iktisat bilimcilerinin çalıştığı en önemli kurumlarından biri olan IMF’in (Uluslararası Para Fonu) uzmanlarının 2009 yılı için büyüme ile ilgili son 7 aylık öngörülerinin değişme seyrini gösterir tablo : ( % olarak)
Kasım 2008 ve Ocak 2009 raporları) Bu tablonun gösterdiği şey kuşkusuz en başta burjuva ekonomi uzmanlarının gerçek gelişmeler karşısında “öngörülerini” çok kısa zaman içinde birkaç tez değiştirmek, büyüme tahminlerini sürekli geri çekmek zorunda kalmaları olgusudur. Bunun yanında en büyük emperyalist güçlerin ekonomisi için 2009’daki beklenti her yerde eksi büyüme, yani ekonominin büyüme yerine küçülmesidir.Dünya çapında büyüme beklentisi artık yüzde yarımlık çok küçük bir büyüme beklentisine kadar çekilmiştir. Bu cüzi büyümenin de motoru olarak toplam % 3,3 büyüyeceği var sayılan “gelişmekte olan ülkeler” görülmektedir. Yani umut Çin’in, Hindistan’ın vb. rölatif yüksek büyüme hızının sürmesine bağlanmıştır. Bu beklentinin de önümüzdeki yeni raporlarda geri çekilmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Şubat’ta Referans gazetesinde şu haber yayınlandı :
Dünya borç denizinde yüzüyor, Türkiye en borçlu 23. ülke
Küresel ekonomik kriz bir taraftan tüm dünya ekonomileri üzerinde olumsuz etkisini gösterirken, diğer taraftan dünya ülkeleri neredeyse borç içinde yüzüyor. IMF’in Büyüme hızı tahminleri Uluslararası Para Bölge Temmuz Ekim Kasım Ocak Fonu (IMF), CIA 2008 2008 2008 2009 ve I M D World Compet it iveness ABD 0,8 0,1 -0,7 -1,6 Yearbook 2008 verilerine göre, topAB (27’li) 1,2 0,2 -0,5 -2,0 lam kamu ve özel sektörün yabancıJaponya 1,5 0,5 -0,2 -2,6 lara, yabancı para mal ve hizmet karRusya 7,3 5,5 4,9 -0,7 şılığı dahil ödemesi gerekli toplam dış Gelişmekte 6,7 6,1 5,1 3,3 borç miktarını gösolan ülkeler teren "dış borç sıralamasında" dünDünya geneli 3,9 3,0 2,2 0,5 yanın en büy ük ekonom isi A BD (Kaynak : IMF’in Temmuz, Ekim, başı çekiyor.
Buna göre ABD'nin 12 trilyon 250 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD'yi 10 trilyon 450 milyar dolar toplam dış borçla İngiltere, 4 trilyon 489 milyar dolar toplam dış borçla Almanya, 4 trilyon 396 milyar dolar toplam dış borçla Fransa takip ediyor. Nüfusu 16 milyon olan Hollanda'nın 2 trilyon 277 milyar dolar, 4 milyon olan İrlanda'nın 1 trilyon 841 milyar dolar toplam dış borcu bulunuyor. Japonya'nın toplam dış borcu 1,5 trilyon, İsviçre'ninki 1,3 trilyon dolar, İspanya'nınki 1,1 trilyon dolar düzeyinde. Bunu 996,3 milyar dolarla İtalya, 826,4 milyar dolarla Avustralya, 758,6 milyar dolar ile Kanada, 752,5 milyon dolar ile Avusturya, 598,2 milyon dolar ile İsveç, 588 milyar dolar ile Hong Kong takip ediyor. Danimarka'nın 492,6 milyar dolar, Norveç'in 469,1, Portekiz'in 461,2 milyar dolar toplam dış borcu bulunurken, dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi, ikinci büyük ekonomisi Çin'in toplam dış borcu 363 milyar dolar düzeyinde. Rusya'nın 356,5 milyar dolar, 5 milyon nüfuslu Finlandiya'nın 271,2 milyar dolar düzeyinde toplam dış borcu bulunuyor.
Türkiye 23. sırada Türkiye, 247,1 milyar dolarlık toplam dış borç stokuyla dünya sıralamasında 23. sırada. Dış borçta Türkiye'yi geride bırakan ülkeler içinde nüfusları 4 ile 10 milyon arasında değişen, İrlanda, İsviçre, Belçika, Avusturya, İsveç, Hong-Kong, Danimarka, Norveç, Portekiz ve Finlandiya dikkati çekiyor. Türkiye'yi 229,4 milyar dolarlık dış borçla Brezilya, 220,1 milyar dolarla da Güney Kore izliyor. 2001 yılında ekonomik kriz yaşayarak borçlarını ödeyememe durumu yaşayan Arjantin'in ise toplam dış borcu 2008 yılında 135,8 milyar düzeyinde. Öte yandan komşu ülkeler Irak'ın 100,9 milyar dolar, İran'ın ise 20,7 milyar dolar toplam dış borcu bulunuyor.
6 Merkezi hükümetin borcu yok Diğer taraftan, merkezi hükümetlerin dış borçlarına bakıldığı zaman dünyada en borçlu 50 ülke (Çin'e bağlı Hong Kong da ülke sayılmış) ve İran (74. borçlu ülke) içinde 6 merkezi hükümetin dış borcu bulunmuyor. Buna göre, Tayvan, Lüksemburg, Hollanda, İsviçre, Singapur ve İrlanda'nın dış borç stokunun gayri safi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı sıfır. Finlandiya'da bu oran yüzde 0,2 iken, Çin'de yüzde 0,09 düzeyinde. Dış borç stokunun GSYH'ya oranı Portekiz'de yüzde 0,18, Belçika'da
9
gündem yüzde 0,28, Estonya'da yüzde 0,31, Hong Kong'da yüzde 0,80, Brezilya'da yüzde 0,84, Yunanistan'da yüzde 0,90 seviyesinde bulunuyor. Bu ülkeleri ise dış borç oranı yüzde 1,12 ile Tayland, yüzde 1,16 ile Güney Kore, yüzde 1,99 ile Şili, yüzde 2,37 ile Hindistan, yüzde 3,06 ile Malezya, yüzde 3,23 ile Avusturya takip ediyor. Çek Cumhuriyeti, Kanada, Rusya, Danimarka, Güney Afrika, Meksika, Slovenya, İsveç gibi ülkeler sıralamayı takip ederken, Türkiye ise 51 ülkeden oluşan sıralamada 29. sırada yer alıyor. Türkiye'de merkezi hükümetin dış borcunun GSYH'ye oranı yüzde 9,13 düzeyinde bulunuyor.
Dünyada toplam 51 trilyon dolar borç var Dünya genelinde toplam dış borç tutarı 51 trilyon 780 milyar dolar. Bunun 22,7 trilyon doları ABD ve İngiltere'ye ait. İki ülke dünya toplam borç stokunun yüzde 43,84'üne sahipler. Bu ülkelere Almanya ve Fransa'yı da eklediğimizde 4 ülkenin toplam dış borç toplamı 31 trilyon 585 milyar dolara, dünya borç toplamındaki oranları da yüzde 61'e ulaşıyor. Tabii toplam dış borcun milli gelire oranı da önemli. Her ne kadar ABD, toplam dış borç miktarında ilk sırayı alsa da GSYH'ya oranına bakıldığında ABD'nin durumu İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsviçre, Belçika, Avusturya, İsveç, Hong Kong, Danimarka, Norveç, Portekiz ve Finlandiya'dan daha iyi. Gelişmiş ülkeler içinde borcun milli gelire oranı bakımından en kötü durumda olanı İrlanda. İrlanda, milli gelirinin 6,5 katı (yüzde 646) kadar bir borcu bulunurken Türkiye'de bu oranı yüzde 30,9 düzeyinde. Dış borçta en kötü durumdaki İrlanda'yı, İngiltere, İsv içre, Hong Kong, Hollanda, Belçika izliyor. Bu habere eklenecek bir şey var: Bütün dünyada burjuvazi içinde bulunulan krizden çıkış adına ardı ardına yeni “ekonomik kurtarma paketleri” açıyor. Devletler bankalara çökme noktasına gelen finans sistemini kurtarma adına, “zorda bulunan” kimi tekellere, iş yerlerini kurtarma adına vb. çok büyük miktarda mali kaynaklar aktarıyor. Bu borçlanmanın daha da büyümesi, krizden çıkışın ancak çok daha derin yeni krizlerin şartlarını yaratarak mümkün görüldüğünü gösteriyor. Kapitalizm şartlarında zaten başkası da mümkün değil.
Ekonomik kriz derinleşerek sürüyor
10
Derinleşen krizin işçi ve emekçiler açısından felaketli sonuçları bu yıl giderek artan bir biçimde his ettirtecek kendini ve şimdiden artan işsiz sayıları ile de his ettiriyor. Kriz öncelikle
işçilere işten atma, işsizlik olarak yansıyor. TÜİK Kasım 2008 işsizlik verilerini açıkladı: İşsiz sayısı Kasım 2008 döneminde önceki yılın aynı dönemine göre 645 bin kişi artarak 2 milyon 995 bine, işsizlik oranı da 2.2 puanlık artışla yüzde 12.3’e yükseldi. İşsizlerin yüzde 17.5’ini, 524 bin kişi bu dönemde işten atılanlar oluşturdu. (17 Şubat 2009, Milliyet) TÜİK’in verileri işsizlerin tam sayısını yansıtmasa da, kriz ile birlikte işten atılan işçilerin sayısının giderek çogaldığı noktasında bir fikir vermektedir. Aslında objektif gelişme işçileri barikatlara çağırıyor. Fakat hsınıf hareketinin cılızlığı ne yazık ki sürüyor. Var olan ve uzun süredir süren az sayıda işçi katılımlı direniş ve grevler var. İşçi sınıfının bütünü ile karşılaştırıldığında yok denecek bir büyüklük nerde ise. O halde bir şey açık: Krize karşı mücadele, krizsiz yaşaması mümkün olmayan kapitalizme, ücretli emek sistemine karşı, kapitalist sisteme
alternatif olan sosyalizm hedefiyle yürütülmelidir. Ve bu bağlamda sınıf bilinçli işçiler, sendikaların krize karşı mücadeleyi, krizin kimi görüntülerine karşı mücadele sınırları içine hapis etmek isteyen sendika ağalarının sahte mücadele çizgilerinin karşısına, kendi devrimci çizgileri ile çıkma görevine sahiptir. Bu bağlamda 15 Şubat’ta İstanbul’da DİSK-KESK-Türk İş’in ortak eylemi bir örnek. Önce tabii ki bu örgütlerin birlikte hareket etmesi çok olumlu. Bunu tespit ettikten sonra fakat soru: Hangi içerikte? Ortak çağrının sonunda acil mücadele programı olarak şunlar sıralanıyor: “Acil mücadele programı -Krizin yol açtığı işten çıkarmalara, işyerlerinin kapatılmasına, işsizliğe, pahalılığa ve yapılan zamlara karşı örgütlerimizin verdiği mücadele ortaklaştırılacak ve dayanışma yükseltilecek. -Örgütsüz halk kesimlerinin mücadelesine destek olunacak, onları
yalnız bırakmayan bir anlayışla, sorunlarının çözümü için kamuoyu oluşturulacak. -Yapılan zamlara sessiz kalınmayacak, etkili bir muhalefet ile zamların geri alınması için mücadele verilecek. -İllerde ve bölgelerde kurumlarımızın planladıkları etkinlikler birleştirilecek, yerel birimlerimizin ortak etkinliklerine merkezi destek verilecek.” (Evrensel 4 Şubat) Eğer krize karşı mücadelede, bugün krizin kaynağı olan kapitalizm saldırı hedefi olarak gösterilmeyecekse, bu ne zaman yapılacaktır? Üstelik bunu sadece sendikalar yapmıyor. Devrimci grupların bir bölümü de, ayın kulvarda yer alarak sendikalar gibi krizin kimi görüntülerine karşı mücadele etmekle yetiniyor. Kapitalizmi saldırısının odağına oturtmayan bir “krize karşı mücadele” işçilere sunulan bir lapadan başka bir şey değildir. 18 Şubat 2009 √
Cumartesi Anneleri yeniden eylemde
C
umartesi Anneleri ile Türkiye ilk kez 27 Mayıs 1995’te tanışmıştı. 27 Mayıs günü İstanbul Galatasaray Lisesi önünde 30 kadar insan saat 12.00’de toplanmıştı. Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’te gözaltına alınması ve 55 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunmasıyla başlayan oturma eylemine katılanlar acılı, öfkeli ve kararlı yüzlerle kayıplarını arıyorlardı. Oğullarını, kardeşlerini, eşlerini arayan o insanların çığlığı 200 hafta boyunca meydanlardaydı. Giderek çoğaldılar, bir yakınını kaybetmenin acısını içinde hissedenler kayıplarını arayan annelerle, babalarla, kardeşlerle, eşlerle kol kola girdiler. 13 Mart 1999’da, devlet güçlerinin baskısı sonucu 200. haftada sona eren Cumartesi Anneleri’nin eylemi Ergenekon Davası’ndaki gelişmelerle birlikte geçtiğimiz hafta yeniden başladı. 200 hafta boyunca Galatasaray lisesi önünde oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri, şimdi yeniden kaldıkları yerden devam ediyorlar. 19 Ocak 1995’de İstanbul Avcılar’da gözaltına alınan ve 14 yıldır kayıp olan Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun da yeniden bu eylemlerde yerini alıyor. Tosun; Türkiye gibi bir yerde binlerce kayıbın olduğunu ve aradan geçen onca zamana rağmen hiçbir şeyin değişmediğine inandığı için yeniden oturma eylemine başladığını belirtiyor. Bu görüşü eyleme katılan diğer kayıp yakınları da paylaşıyor. Kayıplarının sağ olduğuna dair bir umutlarının olmadığını belirten kayıp yakınları, en azından
bir çiçek götürecek mezarlarının olmasını, silahlar nasıl bulunduysa, kayıplarının mezarlarının da öyle bulunmasını istiyorlar. Devletin kendisinin zaten çete olduğunu belirten kayıp yakınları devletin peşini bırakmayacaklarını vurguluyorlar. 21 Şubat’ta 204. kez yapılacak oturma eylemine şu çağrı ile sesleniyor Cumartesi Anneleri: “G a l a t a s a r a y ’ d a n 2 0 4 . k e z sesleniyoruz! Bu topraklarda yüzlerce insan gözaltına alındı; bir gece vakti yatağından, güpegündüz sokak ortasından, köy baskınlarından, ifade için çağrıldıkları karakollardan. İnsanların gözü önünde kaçırıldılar ve bir daha geri dönemediler. Failleri belliydi. Bizler Cumartesi Anneleri ve insan hakları savunucuları olarak toplumun vicdanına seslenmeyi sürdü-
rüyoruz. İnsanlarımızı kaybeden, katleden bu kirli yapıya sessiz kalmayalım, çok olalım, birlikte mücadele edelim. Sizleri Cumartesi günü saat 12.00'de Galatasaray'a bekliyoruz. Gelin ki sessiz çığlığımız büyüsün.” Cumartesi Annelerinin talepleri bizim de taleplerimizdir. Bu çığlığı büyütmek bizim de görevimizdir. Tüm okurlarımızı Cumartesi Annelerinin yanında olmaya, onlarla dayanışmaya çağırıyoruz. Biz aynı zamanda faili meçhullerin, katliamların sorumlusunun sadece Ergenekonlar değil, devrimci mücadeleyi, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini ve her türlü muhalefeti kanla boğmayı kendisine görev edinmiş bu sistem olduğunu biliyor ve nihai hesabın ancak devrimle sorulacağını haykırıyoruz! Şubat 2009
Mart 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Onbinler krize karşı yürüdü
D
İSK, KESK ve Türk-İş tarafından düzenlenen, bir dizi meslek örgütü, dernek, parti ve platformun da katıldığı miting 15 Şubat 2009 günü İstanbul–Kadıköy İskele Meydanı’nda yapıldı. O gün İstanbul’un havası çok soğuk ve yağışlı olmasına rağmen, sabah erkenden saat 09.00’da onbinlerce işçi ve emekçi Haydarpaşa, Numune Hastanesi ve Tepe Nautilus önünde toplandı. Bu üç yerden İskele Meydanı’na üç koldan yüründü. O soğukta yaşlıların, bazı işçilerin çocuklarıyla gelmiş olması ve şimdiye kadar sendikaların kitlesinde pek görülmemiş olan yürüyüş boyunca öfkeli bir şekilde sık sık slogan atılması işçilerin ve emekçilerin krizin sonuçlarını canında ne denli hisettiğini gösteriyordu. Yürüyüşe tüm işkollarından işçi ve emekçinin katıldığı gibi, İstanbul’da bulunan kendini emekten yana sol, sosyalist gören tüm siyasi parti, platform, dergi çevreleri, öğrenci birlikleri ve meslek odaları da katılmıştı. En kitlesel katılım sağlayan sendikalar DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş, Lastik-İş, Genel-İş; KESK’e bağlı Eğtim-Sen ve Türk-İş’e bağlı Türk Metal, Harb-İş, Kristal – İş, Tes-İş ve Petrol-İş’ti. Tüm kortejlerde taşınan dövizlerde yazılı olan ve en çok atılan sloganlardan bazıları şunlardı: “Emeklilik yaşı 65, doğalgaz zammı 85, doğalgaz sayacı 250 dolar, bu halk seni sandıkta boğar!”, “Kıdem tazminatıma dokunma!”, “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!”, “İşten atmalar yasaklansın!” gibi krizin sonuçlarına karşı çıkan sloganlardı. Bazı sendikalar özgün taleplerini dile getiren pankart ve dövizler taşıdılar, sloganlar haykırdılar. Bunlardan
KESK/ Eğitim- Sen “Güvenli iş, güvenli gelecek istiyoruz; 4/b, 4/c, 50/d, uzman istemiyoruz!” pankartı ile kadro taleplerini dile getirdiler. Tüm-Bel- Sen “TİS hakkımız uygulansın!”, Limter- İş “İş cinayetlerine son!”, Sine- Sen “Setlerde ölmek istemiyoruz!” pankartlarıyla acil taleplerini belirttiler. Hak-İş’e bağlı Çelik-İş Gebze Şubesi üyeleri de kendi pankarları ile mitinge katılmışlardı. Pankartlı alana sokulmak istenmeyen işçiler kararlı duruşları sayesinde alana girebildiler. Sendikal hakları için direnişte ve grevde olan işçiler direnerek hak almanın kararlılığı ve coşkusu ile eylemde yer aldılar. Bunlar en başta Birleşik Metal-İş’e üye oldukları için işten atılan ve iki aydır direnişte olan Sinter Metal ve Gürsaş işçileri, 29 yıl aradan sonra basın sektöründe ilk grevi gerçekleştiren TGS (Türkiye Gazeteciler Sendikası) üyesi SABAH ve ATV çalışanları grev önlükleri ve “Medyada işçi kıyımına son!” dövizleri ile yürüdüler. Yine grevde olan Basın-İş üyesi EKart işçileri, direnişte olan Deri-İş üyesi Desa, Belediye-İş üyesi Çapa, Liman-İş üyesi Arkas ve Tez Koop-İş üyesi IBM (Türkiye) işçileri de patronların saldırılarını protesto eden ve taleplerini haykıran slogan, döviz ve pankartlarla mücadelenin coşkusu ile alandaydılar. Biz YDİ ÇAĞRI olarak bu mitinge, “Kapitalizm Krizdir. Çözüm: Devrimdedir!” pankartımızla ve işsizliğe, açlığa, yoksulluğa karşı devrim için örgütlenmeye çağrı yapan dövizlerimiz ve flamalarımızla bileşeni olduğumuz Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun bloğu ile katıldık. Kriz ile ilgili çıkardığımız bildiriden
dağıttık, gazete satışı yaptık. Platform kortejinin en önünde HSGG Platformunun pankartını ve onun arkasında da Devrimci 1 Mayıs Platformunun kendi pankartı olan “Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve sömürüye karşı devrim mücadelesini yükseltelim!” pankartı taşındı. Üç konfederasyon tarafından ortak miting kararı alındıktan sonra Devrimci 1 Mayıs Platfomu olarak eylemin gerici sendika bürokrasisinin gövde gösterisine ve Türk Metal’deki faşist yöneticilerin faşist Genel Başkanları Mustafa Özbek’e destek şovuna dönüşeceğini, eylemin sadece anti-AKP’ci; kapitalist düzenin kendisine ve onun kollayıcılarından biri olan CHP’ye ve diğer egemen sınıf partilerine tek laf edilmemesi şeklinde geçeceği yönlü kaygılarımızı yer aldığımız HSGG Platformunda dile getirdik. Böyle olmaması için diğer bileşenlerle bir dizi
A
tartışma yürüttük ve ikili görüşmeler yaptık. Fakat tüm bu çabalarımız eylemin biçiminde ve içeriğinde fazla bir değişikliğe yol açmadı. Tüm kaygılarımızda haklı çıktık. Mitinge damgasını vuran reformist içeriği üç konfedarasyon başkanı da konuşmasında, -özet olarak belirtirsek- patronlara ve hükümete krizin bedelinin hepsinin işçilerin sırtına yüklenmemesi çağrısında bulunarak, krizin bedelinin bir kısmının patronların ve devletin de ödemesini isteyerek gösterdiler. Ayrıca devletin de “Sosyal Devlet” olacağını söylediler. Yani onbinlerce işçi ve emekçinin gözü önünde “olmayacak dualara amin” diyerek sınıfı bir kez daha kandırdılar. Onunla da kalmadılar krizin nasıl atlatılacağı konusunda da hükümete yol ve yöntemini göstererek akıl hocalığı görevlerini yerine getirdiler. Şubat 2009 √
Patronlar kazandı, işçiler atıldı…
dana, Mersin ve Hatay’da toplam 21 perakende satış mağazası bulunan Yonca Marketleri Migros’a satıldı. 18 Marketi satın alarak 7’sini Migros, 11’ini de Tansaş olarak devam ettiren Migros A.Ş. Yonca Marketlerinde çalışan 700 işçiden sadece 100’ünü işe aldı. Kalan 600 işçi tazminatları ödenerek işsiz bırakıldı. 2008 sonunda haftada ortalama 5 yeni mağaza açarak büyüyen Migros Türk, 2009 yılında büyüme hızını artıracağını açıklamıştı. Migros'tan yapılan açıklamaya göre, 2008 sonunda yurtiçinde 63 ilde 1175, yurt dışı dahil 1191 mağazaya ulaşan Migros Türk, Ocak ayında açtığı yeni mağazalarla birlikte, 18 Yonca Mağazasını da bünyesine kattı. Böylece satışı gerçekleştiren Yonca Marketlerinin sahipleri Mehmet ve Halil İzlemek satış bedelini, Migros’ta daha yüksek karları cebine indirirken 600 işçi işsiz kaldı. İşten çıkarılan işçilerin bu durum karşısında, kabullenmek dışında bir şey yapmamış olmaları ayrıca düşündürücü. Satışın yapılacağı 2007
sonlarından itibaren biliniyordu. İşçilerin o günden satışını gerçekleştiği güne kadar herhangi bir girişimde bulunamamış olmaları, direnmemeleri işsiz kalmaları sonucunu beraberinde getirdi. Yüz binlerce işçinin işten çıkarıldığı bir ortamda işten çıkarılan 600 işçinin uzun süre iş bulamayacakları bir olgu. İşsizlik sigortasından yararlandıkları süre boyunca ve aldıkları tazminatlarla bir süre idare edebilirler. Peki ya daha sonra… Bu sonuç işçi sınıfının örgütlenmesini bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Örgütsüzlük patronların diledikleri gibi at koşturmalarına, kârları ceplerine indirirken işçilerin kaderlerine razı olmalarına neden oluyor. Oysa bu kader değil. İşçi sınıfı örgütlenerek ve birleşerek mücadele edebilir, büyük bir güç olduğunu görüp, gösterebilir. Umarız Yonca Market işçileri için bu acı deneyim, yeni acıların yaşanmaması için bir neden olur. 03.03.2009 Ydi Çağrı/Adana √
EK:1
Mersin'den işçi haberleri
Mart 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
AKAN-SEL
EK:2
Kapitalistler kendi yarattıkları krizin faturasını işçilere çıkartma konusu nd a sı n ı r ta n ı m ıyor. Sendikalı oldukları için Akan-sel patronu tarafından işlerine son verilen işçilerin sayısı 101’e çıktı. Patron ekonomik kriz var diyerek attığı işçilerin yerine kaçak işçi alarak iş yaptırmaya çalışıyor. Akan-Sel patronunun sendikalı işçileri atabilmek için aldığı yeni işçilerden Yasin Kaya, geçirdiği iş kazası sonucu yaşamını kaybetti. Yasin Kaya isimli deneyimsiz operatör bir ay önce işten çıkarılan işçilerin yerine alınan bir işçiydi. Fakat deneyimsizdi, iş kazası geçirdiği iş yerinde, çalışabilecek yetkinliğe henüz ulaşamamıştı. İşten atılan onca uzman, usta işçinin bile yaparken zorlandığı iş, kendisinden istenmişti. Yaşamını kazandığı işyerinin sorumlularının kendisinden o işi yapmasını istemelerinden dolayı o işi yapmak zorunda kalmıştı. Patron; “tehlikeli işleri yeterli önlem alınmadan yapmayın, ağır yük kaldırmayın” diye işçilere imza attırarak yasal sorumluluğu üzerinde atıyor. Fakat pratikte buna hiç uyulmuyor. İşçiler her türlü işi “işimizden oluruz” korkusu ile itirazsız yaparak ses çıkarmıyor. İşçiler işte bu kölelik koşullarında çalışmaya son vermek için sendikaya üye olduklarını “Limana sendika girecek başka yolu yok” diyerek kararlılıklarını çalışan ve atılan işçiler hep beraber haykırıyorlar. Direnen işçilere destekte büyüyerek sürüyor. Bu destek, demokratik kitle örgütlerinden, sendikalardan, dergi çevrelerinden geliyor. Aileleri de çocukları ile birlikte direnişteki eşlerini desteklemek için Liman A kapısı önünde bir araya geliyor. Ziyaretler sırasında sık sık “Limana sendika girecek başka yolu yok, Direne direne kazanacağız, İş, Ekmek yoksa Barış da yok, Yaşasın sınıf dayanışması, İşçilerin birliği sermayeyi yenecek” slogan-
ları atılıyor. Direnişin 37. gününde, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’ne bağlı sendika ve odaların Adana Şubeleri direnişteki işçilere destek ziyaretinde bulundu. Ziyarete DİSK Adana Bölge Temsilcisi Kemal Aslan ve yönetim Kurulu üyeleri, Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı ve KESK Dönem Sözcüsü Güven Boğa işçilere desteklerini sundular. Burada bir konuşma yapa TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz “Biz ilk gün söylediğimiz gibi işten çıkarılan üyelerimiz yeniden işlerine dönünceye kadar, örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılana kadar bu mücadeleyi sürdürmekte kararlıyız. Bu haklı ve onurlu mücadelemize destek ve dayanışma artarak devam etmektedir” dedi. Direnen işçilere desteğin büyüyerek sürmesine Akan-Sel patronu da sessiz kalmıyor. İşten atılan liman işçilerinin Liman A kapısı önünde yapılan eylemlerini ‘yasadışı’ olarak niteleyip, “Burada sendikal faaliyet adı altında başka faaliyetler sürmekte, bazı ticari ve siyasi komplolar yürütülmektedir.” diyerek, direnen işçileri, A kapısı önünde 15-20 kişi olarak gösterip “çay içmek, yemek yemek” için toplanan kalabalık olarak lanse ederek işçilerin onuruyla oynuyor. İşten atılan işçilerden Reşat Döner ve Beşir Atan, çalıştıkları dönemdeki alacaklarının hesaplarına yatırılmaması üzerine patronun bürosuna gittiklerinde, patronun adamları tarafından küfürlü saldırıya maruz kalarak darp ediliyorlar. Bunun üzerine polis çağırıp şikâyetçi olan işçileri, gelen Polisler; “Bu şirket böyle bir şey yapmaz siz şirketin adını kötülüyorsunuz. Şirketin adını kötülemeyin. Kriz var işvereni de düşünün” diyerek azarlıyor. Direnişin 48. gününde direnişteki işçiler, limanda çalışan işçiler, eş ve çocukları, aileleri ile “Mersin Emek ve Demokrasi Platformu” bileşenleri kurumların katılımı ile Liman A Kapısı önünden Mersin
Büyükşehir Belediyesi önüne kadar yürüdüler. Liman A Kapısı önünde başlayan yürüyüş, İnönü Bulvarı üzerinde “Limana sendika girecek başka yolu yok, Atılan işçiler geri alınsın, İşçiye uzanan eller kırılsın, İş ekmek yoksa barış da yok” sloganları ile devam etti. “Mersin Halkı Limana Dayanışmaya” sloganı ile Atatürk Caddesine gelindiğinde, caddede toplanan halk da alkışlarla, yürüyüş kortejine katılarak destek verdiler. Direnişin 50. gününde Birleşik Metal-İş Anadolu şube başkanı Seyfettin Gülengül ve Mersin Şube Başkanı Rasim Gündal, Liman A kapısı önünde işçileri ziyaret ettiler. Burada bir konuşma yapan Seyfettin Gülengül, işçilere SCT grevinde yaşanan zorlukları anlatarak, direnildiğinde kazanılacağını belirtti. Direnişin 53. gününde atılan işçiler işe iade davası için iş mahkemesinin önünde toplandılar. Mahkeme sonucunu bekleyen işçilere saat 11.00 de Gürel Yılmaz mahkeme sonucu ile ilgili açıklama yaptı. Yılmaz işçilere; “Mahkeme 30 Mart tarihine atıldı. Duruşmanın seyri açısından olumsuz bir şey gözükmüyor. Dileğimiz, 30 Mart tarihinde mahkemenin sona ermesidir. Gerçekleşmeyebilir de bu sonuç. Biz hem meşru ve demokratik mücadelemizi hem hukuki mücadelemizi devam ettireceğiz. Anayasal hakkımızı kullandığımızdan dolayı bizi işten çıkaranların limanına sendikalı olarak döneceğiz. Mücadelenizde başarılar, şimdi tekrar limanın kapısına dönüyorsunuz. Oradaki mücadelemiz devam ediyor.” Dedi. Bunun üzerine işçiler sessizce Liman A kapısına doğru yürüdü. Zafer direnen Akan-Sel işçilerinin olacaktır.
ÇİMSETAŞ 130. sayımızda Çimsetaş’ta işçi kıyımı üzerine bilgi vermiştik. İşyeri baş temsilcisi ile görüştük. Cem Onay, Eylül ayından bu yana 70 işçinin işten atıldığını ve yeni çıkışların gündemde olduğunu söyledi. Kasım-Aralık ayında dövme bölü-
münde 4 gün çalışıldığını, Aralık ayı sonu itibarı ile bunun 3 güne indiğini ve 15 gün kapatıldığını belirtti. Çimsetaş’dan işçiler oldukça tedirgin. Her defasında ya işçi çıkarılacak, ya da kısa çalışma olacak deniyor. Önümüzdeki dönem işçiler haftada 3 gün çalışmasına rağmen yeni çıkışlar gündemde olabilir. Cem Onay; bugüne kadar yeterli tavizi verdiklerini, patronun haftalık çalışmayı 2 güne indirmek için hazırlık yaptığını ve fakat daha fazla taviz vermeyeceklerini belirtti. Kısa çalışmalar için İşkur’a müracaat ettiklerini belirten onay, Müfettişler 7 Ocak’ta fabrikaya gelerek durumu yerinde incelediklerini ve bize haber vereceklerini belirtiler ve fakat 2,5 aydan bu yana bir haberin olmadığını belirtti. İşçiler kira, kredi kartı vs. borçlarını ödeyemedikleri için de mağdur olduklarını söyledi
SCT Turbo 1 Mayıs 2008’de davullu, zurnalı işbaşı yapılan SCT’de de durum iyi değil. İşçiler bayram izninin hemen ertesinde, 17 gün ücretsiz izne çıkarılmışlar. Şubat, Mart ve Nisan aylarında da ücretsiz izinlerin gündemde olduğunu belirtiyor işçiler. Çalışılmayan bu günler için İşkur’a da müracaat edilmemiş. 30 işçinin çalıştığı bu fabrikada şimdilik çıkış gündemde değil. İşçilerin 1-5 Ocak tarihinde ödenmesi gereken Aralık ayı ücretleri 24 Ocak’ta ödeniyor. Kapitalistler kendi yarattıkları krizin faturasını işçilere ödetiyorlar. İşçiler, aman işimizden oluruz, belki krizden sonra tekrar işe alınırız diye üretimden gelen gücünü kullanarak direnişe geçmeye de hazır değil. Bu durum bize işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin ne kadar geri olduğunu gösteriyor. Bu durumu aşmanın tek yolu, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü geliştirip sermayenin iktidarına karşı örgütlemekten geçiyor. 27.02.2009 YDİ Çağrı Mersin √
THY’nın çağdışı yönetimi kazalara davetiye çıkarıyor
H
“Önce Uçuş Emniyeti” başlıklı yarım sayfalık bir gazete ilanına THY ve Atlas Jet Havayolları’nın şikayeti üzerine kendileri hakkında dava açtığını belirten sendika “uçuş personeli neden mutsuz?”, “THY Teknik’te sorunlar” gibi önemli sorunlarla ilgili yaptıkları basın açıklamaların şimdiye kadar bir tanesinin bile medyada yer almadığına dikkat çekti. cinde olarak bu riskin en aza indirilmesi için elinden gelen çabayı gösterdiklerini fakat THY yönetim ve denetiminde yer alanların bu çalışmalara katılma ve destekleme yerine sürekli kendilerini engellemeye çalıştığını, bu engelleme çabasına devletin yargısının ve holding medyasının da nasıl katıldığını örnekler vererek anlatmaya çalıştı. Bu örneklerden en çarpıcı olanlarından bir kaçı: Sendika “yorgunluk öldürür, uçuş emniyeti tüketici hakkıdır” kampanyası için çıkardığı materyalleri yolculara dağıtmak için havalimanları işletmesine TAV ücretini ödemek kaydı ile stand açmak istiyor izin verilmiyor. Yine kaza riskini artıracak eksikler nedeniyle THY yönetimi hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduklarında her defasında takipsizlik kararı veren yargının “Önce Uçuş Emniyeti” başlıklı yarım sayfalık bir gazete ilanına THY ve Atlas Jet Havayolları’nın şikayeti üzerine kendileri hakkında dava açtığını belirten sendika “uçuş personeli neden mutsuz?”, “THY Teknik’te sorunlar” gibi önemli sorunlarla ilgili yaptıkları basın açıklamaların şimdiye kadar bir tanesinin bile medyada yer almadığına dikkat çekti. Ve “bu korku, savunma güdüsü ve gerçekleri küçümsemek nereden geliyor?” diye sordu. Yasaklayıcı, nemelazımcı ve eksikliklerin üzerini örten bu zihniyet sürdükçe kazaların oluşma riskinin hep artacağını belirten sendika, geliyorum diyen kazalar varsa ve önlem alınmıyorsa bu görevin ihmal edildiğini ve aymazlık içinde olunduğunu gösterdiğini belirtti. Personelin önemli sorunlar yaşadığını belirten sendika 22. Dönem TİS için yaptıkları ankette çalışanların en önemli sorununun yöneticilerin mobbingi olduğunu belirtiklerini ifade etti. Aynı ankette uçucu ekiplerde yer alan personelin çalışma koşulları açısından en önemli sorunun aşırı mesaiye zorlanma olduğunu belirtiklerini de
ayrıca vurguladı. Sendika açıklamasında, THY yönetiminin bir taraftan çağdışı insan kaynakları politikası ile en tecrübeli elemanları işten çıkardığını, tayin ve sürgünlerle; cezalar, işten çıkarma ve bölümleri kapatma tehditleri ile korkutup sindirdiğini dolayısıyla motivasyonu yok ettiğini ve sendikal hakları yok etmekle meşgul olduğunu belirtti. Sendika, THY yönetiminin sendikal hakları yok etme saldırısını gözleri kararmış bir şekilde yürüttüğünü, uçuş emniyetinin en önemli halkası olan uçak bakım merkezinde 40 yıldır Toplu İş Sözleşmesi yapılan Teknik AŞ. işyerinin havacılık işkolunda değil metal işkolunda olduğu şeklinde Çelik – İş’le birlikte itirazda bulunması ile gösterdiğini belirtti. Yine sendika kaza ile ilgili bu açıklamasında; “bir kaza olduğunda öncelikle sorgulanması gerekenin ve asıl olanın sivil havacılık otoritenizin idari ve teknik açıdan özerk olarak denetimleri tam yapması ile, personel gereksinimlerinin tam karşılanması ile,
eğitim ve yeniden eğitimlerin eksiksiz sürdürülmesi ile, bakım hizmetlerinin eksiksiz sürdürülmesi ve en önemlisi havayolu yönetim anlayışınızın pratiği uygulamalarınızla uçuş emniyeti ile ilgili riskleri artırdınız mı, azaltınız mı?” şeklinde sorular sorarak şu belirlemelerde bulundu: Bu nedenlerle şimdiye kadar meydana gelen uçak kazalarının baş sorumluları yönetimin başında olanlar olduğunu bununla ilgili bu güne kadar bir sivil havacılık otoritesi veya havayolu yöneticisinin yargılandığına veya ceza aldığına kimsenin tanık olmadığını fakat uçak kazasında yaşamını kaybetmiş pilotların mirasçılarının bile yargılandığını bildiklerini söyledi. Olayın daha başında “az ölümlü bir kırım”, “buna şükür” gibi kaderci, kazanın basite alınması çabasının bile bu ülkede kazalardan hiç bir ders alınmadığını, hiç bir zihniyet değişiminin olmadığını gösterdiğini belirten sendika bu kazanın THY için önemli bir öncü deprem olduğunu bundan gereken dersler çıkarılmaz ve bu aymazlık sürdürülürse önümüzdeki günlerde yaşanacakları tahmin etmek için kain olmaya gerek olmadığını söyledi. Açıklamanın sonunda temel önlemlerin alınması için politikaların değiştirilmesi gerektiğini belirten sendika bütün sektör paydaşlarının eşit ve şeffaf katılımıyla yeni bir ulusal sivil havacılık politikası oluşturulması talebinde bulundu. Mart 2009 √
Toros Devlet Hastanesinde işçi kıyımı
T
oros Devlet Hastanesinde taşeron bir firmada çalışan, 40 yaş ve üzeri oldukları için 46 işçinin işine son verilmiş-
tir. Uzun yıllardır bu hastanede çalışan işçiler, 3 Mart saat 12.30’da hastanenin bahçesinde bir basın açıklaması ile basına ve kamuo-
Mart 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
AVA- İ Ş S e n d i k a s ı Yönetim Kurulu, THY işletmesine ait Tekirdağ isimli B737-800 uçağın Amsterdam yakınlarında pist dışına düşmesi sonucu yaşanan kaza ile ilgili 27 Şubat 2009 günü bir basın açıklaması yaptı. Kazada yaşamını yitiren uçucu personelden üç pilot ve bir kabin görevlisinin kendi üyeleri olduğunu belirten HAVA- İŞ Sendikası bu kazanın en önemli farklı özelliğinin THY’nın 3 Mart 1974 yılındaki Paris DC-10 uçak kazasından sonra başka ülke sınırları içinde, yeniden ölümlü bir kaza yapmış olması ve kazanın Türkiye’den farklı olarak özerk bir sivil havacılık otoritesince incelenecek olması, olayın şeffaflık içinde objektif değerlendirileceği ve kısa sürede sonuç alınacağı olasılığını arttırdığını belirtti. Bu önemli kaza/kırımın THY havayolu işletmesini yönetenler ve bu sektörü denetleyen sivil havcılık otoritesi SHGM için bir uyarı ve ders olması gerektiğini bir kez daha açıkça ilan ettiğini belirten sendika, THY yönetimine “biz biliriz, biz yaparız” mantığını yerleştiren, kaza sonrası krizi bile yönetemeyen üç kişilik “İcra Komitesi”nin görevlerinden istifa etmeleri çağrısında bulundu. Sendika kazada yolcular yanında uçucu personelden yaşamını yitirenlerin üyeleri olduğunu, onların hak ve menfaatleri, sağlıkları ve hayatlarını korumak gibi görevleri olduğunu hatırlatarak, kazanın hukuken bir işkazası gibi görünen bir iş cinayeti olduğunu belirtti. Ve “sendika olarak bunun nedenleri ve sorumlularını sorgulamayıp da neyi sorgulayacağız?” şeklinde bir soru ile açıklamasını sürdürdü. HAVA- İŞ Sendikası olarak bu güne kadar ölüm, kırım ve olumsuzluklar üzerinden hiçbir faydacı ve fırsatçı yaklaşım göstermediklerini, ancak bilimsel gerçekler ve uluslararası temel deneyimler ışığında havayolu yönetiminin, ulusal sivil havacılık otoritesinin hata ve eksikliklerini acımasız ve korkusuzca ortaya koydukları için “vatan hainliği” ile suçlandıklarını, THY yönetiminin, ulusal sivil havacılığı özelleştirme ve taşeronlaştırma ile parça parça yok ederken “milli havayolumuz” edebiyatının arkasına saklanmamasını, asıl vatan hainliğinin havayolunu kaza risklerini arttıran yanlış yönetim politikaları olduğunu açıkladı. Sivil havacılık işkolunun tek yetkili sendikası olarak havayolu taşımacılığında kaza riskinin her zaman sıfırlanamayacağının bilin-
EK:3
Mart 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK:4
yuna seslerini duyurdular. Sağlık emekçilerinin bu direnişine AkanSel işçileri de kitlesel olarak destek verdi. Sık sık sınıf dayanışmasının vurgulandığı basın açıklamasında, Akan -Sel işçileri, polis ve hastane yönetiminin engellemesi sonucu hastane bahçesine alınmadı. Bu keyfi tutuma tepki gösteren işçiler “baskılar bizi yıldıramaz” diyerek tepki gösterdiler İşçiler, “Ak dediniz kara oldu, 40 yaş haram oldu” “Emeklilik yaşı 65, işten atılma yaşı 40” dövüzlerini taşıdı. Eylemde işçiler işlerinin geri iade edilmesini istediler. İşten atılan işçilerin Ocak ayından bu yana aylıklarının halen ödenmediği bilgisi verildi. Ses Mersin şube ve Dev Sağlık-İş Çukurova adına yapılan basın açıklamasında TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz da bir konuşma yaparak atılan sağlık işçilerinin yanında olduklarını belirtti. Sağlık emekçileri “ işte adalet işte kalkınma 40 yaşında işten atılma” şiarı ile bu hükümetin adaletinin nasıl bir adalet olduğunu kamuoyuna duyurdular. Sağlık emekçileri Akan-Sel işçilerinin içeri alınması için çabaları sürekli polisin engeline takıldı. Basın açıklamasının yapılacağı sırada işçiler hastane kapısındaki sınırda bir araya geldiler. Burada “Dev Sağlık-İş Çukurova Şube Başkanı Mustafa Hotlar, basın açıklamasını okudu. Basın açıklamasında; “40 yaş gerekçesiyle işten çıkarılan arkadaşlarımızın işlerine iade edilmesine, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesi ve taşeron sisteminin yasaklanması” talep edildi. Açıklamada; “ Bugün bu mücadeleyle Türkiye’nin dört bir yanında gizli şekilde yürütülen bu uygulamayı, Toros Devlet Hastanesinde 46 arkadaşımızın işten çıkarılmasıyla gün ışığına çıkarılmıştır. Taşeron çalıştırma sisteminin kuralsız hukuk dışı bir sistem olduğu gözler önüne serilmiştir.” denilerek şu talepler sıralandı: “İşten çıkarılan arkadaşlarımız derhal işlerine iade edilsin. Ödenmeyen ücretleri derhal ödensin. Hastanelerde işçilerin tüm güvencelerini ortadan kaldıran taşeron çalıştırma biçimine derhal son verilerek tüm sağlık çalışanlarına kadrolu çalışma olanağı sağlansın.” Basın açı k lamasında Toros Devlet Hastanesinde bir yürüyüşün yapılacağı duyurusu yapıldı. Basın açıklaması olaysız bir biçimde sona erdi. Sermaye ve onun devletinin bu işçi kıyımlarının bir gün mutlaka hesabı sorulacak. Ydi Çağrı/Mersin 03.03.2009 √
Asil Çelik işçisi tepkisini sokağa taşıdı
2
0 0 8 -2 010 T İS (Ağ u stos 2008’den beri) görüşmeleri sonucu işverenin ‘’0’’ zam dayattığı ASİL ÇELİK işçisi bilindiği gibi 30 Ocak 2009 günü greve çıkmıştı.Grevin 1. ayının dolduğu günlerde işverenin görüşme talebi üzerine; BMİS ile işveren arasında yapılan görüşmede işverenin yine ‘’0’’ zamda ısrar ettiği şu günlerde ASİL ÇELİK işçisinin tepkisi sokağa taştı. Asil Çelik işçisi 17 Kasım 2008’de ücretsiz izin dayatmasıyla karşı karşıya kalmış; bunun karşısında Yalova-Bursa otoyolunu yürüyerek ücretsiz izine tepkisini göstermişti. 3 ay ücretsiz izinde kalan işçiler işverenin ‘’0’’ zam dayatması üzerine greve çıkmışlardı. İşverenin dayatmalarına karşı 28 Şubat günü işçiler aileleri ile birlikte Orhangazi meydanında bir araya gelerek tepkilerini ortaya koydular.Mitingde konuşan BMİS Genel Sekreteri Selçuk Göktaş:‘’Bizim bütün iyi niyetimize rağmen işveren krizi bahane ederek bütün yükü işçiye yüklemek istiyor. Krizin olduğunu biz de kabulleniyoruz. Ancak bu işyerinde daha önce de biz fedakarlık yaparak ‘’0’’ zamla sözleşme imzalamış elimizi taşın altına koymuştuk.1400 derece sıcağın karşısında üretimi 180 bin tondan, 400 bin tona çıkaran bu işçidir. Bu işçi (İSO verilerine göre Türkiye’de) Asil Çeliği 133. sıradan 101. sıraya taşıdı’’. Bursa Tic. ve San. Odası’nın verilerine göre: Bursa’daki büyük şirketler içerisinde Asil çelik 8. sırada yerini almaktadır. Buna rağmen Asil Çelik patronları aç gözlülük yaparak faturayı işçiye yüklemek istiyorlar. Bizi açlığa ve yoksulluğa mahkum ederek geri adım atmamızı beklerse; Asil Çelik işvereni yanılır. Biz açlığa ve yoksulluğa alışkınız, biz bu kararlılığı sonuna kadar sürdüreceğiz. Bizim geri adım atacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar.
Biz onurumuzu ve ekmeğimizi korumak için greve çıktık kimse bunun üzerinde oyun oynamaya kalkmasın. Asil Çelik işçisi bundan sonra da sessiz kalmayacaktır. Eylemlerini ve mücadelesini çeşitlendirecektir.’’ diyen Göktaş konuşmasının devamında O.Gazi esnaf ve taşımacısına da seslenerek “Bizi açlığa mahkum edenler karşısında bilinmelidir ki esnaf, taşıyıcı ve O.Gazi halkı ile çıkarlarımız ortaktır. İşçi
kazanamazsa, esnaf kazanamaz; işçi üretmezse, taşıyıcı taşıyamaz. Onun için Asil Çelik işçisi ile bu mücadeleye destek olunmalıdır’’ dedi. Mitinge 1200 civarında katılım oldu. Bazı işçiler ailesiyle birlikte katılım sağlamışlardı.Yürüyüş ve miting sırasında şu sloganlar atıldı “iş ekmek yoksa, barış ta yok. Sermayeye karşı omuz omuza, yaşasın onurlu grevimiz, işçilerin birliği sermayeyi yenecek’’ vb. Mitinge düzen partileri de yerel seçimler vesilesiyle ‘dayanışma’ adına temsilcileri ile katılım sağladılar. Ayrıca Eğitim-Sen, Petrol-İş ve Liman-İş sendikasına bağlı işçiler de mitinge destek verdiler. Asil Çelik işçisinin bu mücadeledeki canlılığı ve kararlılığı dikkat çekiciydi. Miting halaylarla son buldu. Bursa/YDİ Çağrı okuru 01.03.2009 √
“Krizin faturası patronlara”
A
dana’lı işçi ve emekçiler “Kriz sermayenin krizidir, faturasını çıkaranlar ödesin” eylemi gerçekleştirdiler. DİSK, KESK, TMMOB ve Adana Tabip Odasının birlikte örgütlediği, devrimci kurumların, demokratik kitle örgütlerinin ve partilerin destek verdiği yürüyüş 22 Şubat günü saat 13’te Eğitim-Sem Adana Şubesi önünden başladı. Sloganlar ve alkışlarla Atatürk C adde si nden Uğ u r Mu mc u Meydanına kadar yağmur altında yürüyen emekçiler “Krizin faturası patronlara”, Faşizme karşı omuz omuza”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganlarını haykırdılar. Uğur Mumcu Meydanı'nda yapı-
lan basın açıklamasını KESK dönem sözcüsü ve Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı Güven Boğa okudu. Açıklamada “Krizin ülkemizdeki etkileri yaygın ve kitlesel işten çıkarmalar olarak yaşanıyor. Resmi işsizlik oranı Kasım ayında yüzde 10.3 olarak açıklanırken, rakamlar giderek tırmanıyor.” denilerek krizin faturasınını çıkaranların, yani sermayenin ödemesi gerektiği söylendi. Açıklama “işten çıkarmaların durdurulması”, “işsizlik sigortasından yararlanma koşullarının yeniden düzenlenmesi” gibi taleplerle son buldu. Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem coşku ile sonlandırıldı. Ydi Çağrı / Adana √
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 131’in İşçi Eki · Mart 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
İşçi ve emekçi kadınlar! Haksız savaşlara, kadına yönelik şiddete ve kapitalizmin krizine karşı
B
8 Mart’ta sokağa, eyleme!
u yıl 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nü, hem Tü rk iye’ de hem de dü nyada yoğ u n bir g ü ndem le karşılıyoruz. Dünyayı saran ekonomik kriz ile birlikte daha da artan işsizlik, yoksulluk, siyonist İsrail devletinin Filistin/Gazze’de yürüttüğü savaş ve katliam, Irak’ta emperyalistlerin Irak halkına karşı yürüttüğü savaş, Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi olan Ergenekon ile birlikte sistemin açığa çıkan kokuşmuşluğu ve barbarlığı, yerel seçimler ve kadına yönelik şiddetin daha da artması bu gündemlerin öne çıkanlarını oluşturuyor.
Filistin/Gazze’de siyonist barbarlık Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik 27 Aralık’ta başlattığı ve yaklaşık 3 hafta süren bombardımanın ardından resmi rakamlara göre büyük çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 1300 kişi hayatını kaybetti. Bunların 400’ünü kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. Emperyalistlerin dolaylı ya da dolaysız desteğini alan İsrail devleti bombardıman sırasında insanların yaşadığı evleri hedef alarak kadın, çocuk demeden aileleri ortadan kaldırdı. Her gün televizyon ekranlarına yansıyan katliam görüntüleri arasında sıra sıra dizilmiş kadın ve çocuk cesetleri hala gözlerimizin önünden gitmiyor. Gazze’deki barbarlığın boyutları masum insanların katledilmesiyle sınırlı kalmadı. İnsanların susuzluktan ve enerjiden yoksun bir şekilde hayatta kalma mücadelesi vermesi, 4 binden fazla evin tahrip edilmesi ve binlerce kişinin evsiz kalması…ateşkesin ardından ortaya çıkan tablo idi. Savaş ve militarizm kadınlar için daha fazla şiddet demek. Filistinin bağımsızlığı için mücadele yürüten Filistinliler ve Filistinli kadınlar yıllardır siyonist İsrail devletinin işgali altında zulme, katliamlara, tacize maruz kalıyorlar. Emperyalizm savaş, işgal, katliam demektir, barbarlık demektir. Bu barbarlığı ortadan kaldırmak ve savaşsız bir dünya yaratmak için biz işçi ve emekçi kadınlar da emperyalist sisteme ve haksız savaşlara karşı yürütülen mücadelenin en başında yerimizi almalıyız!
Kriz kadınlar için yoksulluk, şiddet demek Başbakan Tayip Erdoğan’ın ‘bizi
teğet geçti’ dediği ekonomik kriz, Türkiye’de de binlerce insanın işinden atılmasına sebep olurken bu krizden en çok etkilenenler her zamanki gibi işçi ve emekçi kadınlar oldu. Çünkü kadınlar, çalışma yaşamına daha az avantajlı başlıyorlar. Daha çok küçük ölçekli, işten atılmaların kolay olduğu, teknolojik yatırımların az olduğu sektörlerde, kayıt dışı sektörlerde çalıştırılıyorlar. Krizden ilk darbeyi yiyen işyerleri öncelikle bunlar olduğu için de ilk kaybedenler yine kadınlar oluyor. Ucuz işgücü olarak görülen kadın emeği en kötü çalışma koşullarında istihdam edildiğinden ve kalifikasyon gerektirmeyen işlerde genellikle kadınlar çalıştırıldığından kadınların işten atılması daha kolay. Kadınların kazancının ‘ev ekonomisine katkı’ şeklinde değerlendirilerek ikincil gelir olarak görülmesi ve kadınların her fırsatta dört duvar arasına geri gönderilmesi ile başbakanın ‘en az üç çocuk’ istemesi anlayışı da birbiriyle örtüşüyor. Erkek egemen sistem kadınların esas ve öncelikli görevini çocuk doğurmak ve onlara bakmak olarak görüyor. Ekonomik kriz sadece çalışan kadınları değil, ev kadınlarını da yakından etkiliyor. Türkiye gibi daha az gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalara göre kadınların kriz dönemlerinde ev işlerine ayırdıkları zaman daha da artıyor. Çünkü kadınlar ekonomik kriz dönemlerinde en ucuz olan yerlerden alış veriş yapmaya çalışıyorlar. Daha ucuz olduğu için, evine daha uzak marketleri, pazarları tercih ediyorlar. Üstelik bu uzak yolculuğu genellikle yürüyerek ya da ucuz araçlar kullanarak yapıyorlar. Daha önce daha yakın bir yere otobüs ya da dolmuşla giden kadınlar,
uzak marketlere yürüyerek gitmek zorunda kalıyorlar vs. Kriz dönemleri kadına yönelik aile içi şiddeti de arttırıyor. İşsiz kalan koca ve işsizlik sonucu yaşanan yoksulluk, psikolojik bunalımlara yol açtığından, kadınlar kocaları tarafından ‘seni de beslemek zorundayım’ şeklindeki yaklaşımlarla şiddete maruz kalıyor. Geniş işçi ve emekçi kadınların zaten zor olan yaşam koşulları ekonomik kriz dönemlerinde iki kat artarken, sendikalar oluşturdukları kriz programlarında özel olarak kadın işçilere yönelik herhangi bir talep ileri sürmüyorlar. Bu da toplumun her kesiminde olduğu gibi işçi sınıfına daha yakın olarak değerlendirilebileceğimiz bazı sendikaların bile erkek egemen anlayışı bir kez daha ortaya çıkıyor. Kapitalist-emperyalist sitemin ayrılmaz yol arkadaşı olan ekonomik krizlerin yükünün biz işçi ve emekçi kadınların sırtına yıkılmasını istemiyorsak, her an işsiz kalmak korkusu ile yaşamak istemiyorsak kapitalizme karşı mücadele etmekten başka seçeneğimiz yok.
Bu seçimlerde de kadınlar yok Yerel seçimler yaklaşıyor. 2009 yılının başından bu yana hız kazanan seçim çalışmalarında burjuva partilerinin başlattığı yarışta, bir yandan birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerlerken diğer yandan da halka kendi adaylarına oy vermeleri için yiyecek erzak, beyaz eşya, kömür vs. dağıtıyorlar. Aday olarak ortaya çıkanlar seçildikleri takdirde yapacakları konusunda inanılmaz vaatlerde bulunarak geniş işçi ve emekçi yığınları kandırma yarışına girdiler.
Kandırılanlar içerisinde işçi ve emekçi kadınlar önemli bir yer tutuyor. CHP’nin türban tartışmaları sırasında türbanı laiklik karşıtı siyasi simge olarak değerlendirip laikliğe, cumhuriyete sahip çıkma çığırtkanlığı yaparken, şimdilerde çarşaf lı kadınlara parti rozeti takmakta, her mahalleye bir kuran kursu açacağını vaad etmekte bir sakınca görmüyor. İnsanın bu kadar sahtekarlık da olmaz diyesi geliyor! Fakat şaşırmaya gerek yok. Burjuva siyaseti böyle işliyor. 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde gösterilen adaylar arasında yine kadının adı yok. Partilerin kota vb. vaadlerinin ne kadar boş olduğu en geç seçilecek adayların açıklanmasıyla ortaya çıktı. Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (KA-DER) açıkladığı en son bilgiye göre 29 Mart'ta gerçekleşecek yerel seçimler öncesi 5 büyük partinin gösterdiği kadın il, ilçe ve belde belediye başkan aday sayıları şöyle: CHP 46, DSP 52, AKP 18, DP 37 DTP 37 aday. Bu adaylar içerisinde sadece 3 tane büyükşehir belediye başkan adayı ve 16 tane de il belediye başkan adayı bulunuyor. Diğerleri ise ilçe ve beldelerde gösterilen adaylıklar. Büyükşehir, il, ilçe ve belde belediye başkanlıklarına bu beş partinin gösterdiği toplam kadın aday sayısı 190. 29 Mart'ta 2 bin 941 yerel yönetim yeri için seçim yapılacağı bilindiğinde bu rakamın ne kadar gülünç olduğu ortaya çıkıyor. Kadın aday sayısının komikliği bir yana bu seçimlerde işçi ve emekçi kadınlar açısından ne değişecek? Her seçim döneminde kadın oylarına göz diken düzen partileri, başka zamanlarda kadınlar lehine yapılacak en ufak bir yasal değişikliği bile erkek şovenisti yaklaşımlarla reddediyorlar. Türkiye kadına yönelik şiddetin şampiyonluğunu yaparken, nüfusu 50 bini geçen belediyelerde kadın sığınmaevlerinin açılması belediye yasasına konulmuş olmasına rağmen bırakalım sığınmaevi açmayı varolan az sayıdaki sığınmaevleri de kaynak ayrılmadığı için kapanıyor. Şimdi belediye başkanları vs. değişirken bugünkünden farklı bir siyaset mi izlenecek? Hayır! Bu seçimlerde de özde bir değişiklik olmayacak. Tüm seçim vaatleri anında unutulacak! Daha seçim öncesinde, adayların belirlenmesi sürecinde vaatleri boş çıkan bu erkek partilerin erkek başkanlarından kadın haklarını savunan politikalar geliştirmelerini
11
yeni kadın dünyası beklemek olmayacak işle uğraşmaktır. Aynı erkek şovenisti anlayışları, aynı sınıfsal-cinsel-ulusal baskı politikasını, gidip bir kere daha onaylamaktan başka bir anlamı olmayan bu seçimleri reddediyoruz! Düzen partilerin temsilcilerine emekçi kadınlardan oy yok!
Kadına yönelik cinsel şiddet artıyor 2008 yılı kadına yönelik cinsel şiddetin yoğun olarak yaşandığı bir yıl oldu. 14 yaşında bir kız çocuğunun Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’in cinsel istismarına uğraması, İstanbul Avcılar’daki bir müzikholden genç bir kadının polis kıyafetleri giyen kişilerce saçlarından sürüklenerek kaçırılması ve kadının günlerce bu kişilerin tecavüzüne maruz kalması aklımazdan silinmeyen, kadına yönelik cinsel şiddetin korkunç örneklerinden sadece ikisiydi. Küçük yaştaki kız çocuklarının cinsel istismarı, namus cinayetleri, çeşitli yerlerde bulunan kadın cesetleri vs. 2008 yılında da kadına yönelik şiddetin tüm hızıyla devam ettiğini gösterdi. H a c e t t e p e Ün i v e r s i t e s i v e Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından 2008 yılında yapılan “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştıırması’ndaki birkaç veri bile bu şiddetin boyutlarını ortaya koymaya yetiyor: Türkiye genelinde yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kalan kadın oranı %39 olarak tespit ediliyor. Başka bir ifadeyle her 10 kadından 4’ü kocası veya birlikte olduğu (kişi)ler tarafından fiziksel şiddete uğruyor. Kadınlar için yaşadıkları cinsel şiddeti açıklamak fiziksel şiddeti açıklamaktan daha zor olduğu için cinsel şiddetin yaygınlığı ile ilgili veriler gerçeğin çok az bir kısmını yansıtıyor. Evlenmiş kadınlarla yapılan araştırmaya göre kadınların %15’i hayatlarının herhangi bir döneminde evlilik içi cinsel şiddete maruz kalıyorlar.
Kurtuluş kendi ellerimizde!
12
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününü karşıladığımız şu günlerde bir kez daha kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, şiddete, taciz ve tecavüze karşı tüm işçi ve emekçi kadınları boyun eğmemeye, kaderine razı olmamaya, kadının kurtuluşu mücadelesinde yerini almaya çağırıyoruz. Toplumun yarısını oluşturan biz kadınların ezilenler, aşağılananlar değil, yaşamın her alanında özgür ve eşit bireyler olması için, kadına yönelik her türlü şiddetin kaynağı olan erkek egemen kapitalist düzene karşı, sosyalizm için örgütlenelim, mücadele edelim! Unutmayalım ki, bizi bizden başka kurtaracak kimse yok! Yaşasın 8 Mart! Mart 2008 √
1
GKM’de 8 Mart etkinliği
Mart Pazar günü, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla Güney Kültür Merkezi Kadın Grubu bir etkinlik düzenledi. Sadece kadınların katıldığı etkinlik saat 15’de başladı. Etkinlik panel tarzından çok sohbet şeklinde örgütlenerek mümkün olduğunca çok sayıda kadın arkadaşın görüşlerini dile getirmeleri sağlanmaya çalışıldı. Etkinliğe ilk olarak bir kadın arkadaşın 8 Mart tarihçesini anlatımıyla başlandı. Ardından geçen 8 Mart’tan bu yana kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa değinildi. Üzmez olayı ve İstanbul Avcılar’da bir kadının polis kılığına giren kişilerce kaçırılıp tecavüze uğraması örnekleri üzerinden özellikle kadına yönelik cinsel şiddetin boyut-
ları ortaya konuldu. Konuşmaların devamında yaşanan ekonomik şiddetin yoksul işçi ve emekçi kadınlar üzerindeki etkileri ortaya konuldu. Çalışan kadınların olduğu kadar ev kadınlarının da ekonomik krizden zarar gördüğü dile getirilerek, böyle dönemlerde aile içinde kadına yönelik şiddetin daha da arttığı vurgulandı. Üzerinde durulan bir diğer nokta ise siyonist İsrail devletinin Gazze’de gerçekleştirdiği katliam idi. Gazze’de yürütülen savaş sonucunda öldürülenlerin üçte birinin kadın ve çocuk olduğu belirtilerek kapitalistemperyalist sistemin savaş ve barbarlık demek olduğu dile getirildi. Kadına yönelik şiddete, haksız savaşlara ve onları yaratan kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapıldı.
Etkinliğe katılan tüm kadınlar 8 Mart günü yapılacak Kadıköymitingine davet edildi. Etkinliğin sohbet bölümünün ardından Tiyatro “Veto”nun hazırladığı bir skeç izlendi. Tüm katılımcıların beğeni ile seyrettiği skeçte ekonomik kriz ile birlikte artan yoksulluk ve bunun işçi ve emekçilere nasıl yansıdığı sanatsal bir anlatımla ortaya kondu. Etkinliğin kültürel bölümünün ardından kadınların kendilerinin hazırladığı çeşitli yiyecekler açık büfe şeklinde tüm kadınlara sunuldu. Kadınlar yemek eşliğinde yaptıkları sohbetlerle tanışıp kaynaştılar. Özellikle genç kadınların etkinliğe katılımı sevindiriciydi. 3 Mart 2009 √
Bana bir gül al, mor olsun… günü özellikle erkeklerin eşlerine, sevgililerine kırmızı güller olması bir sahtekarlık değilse nedir…
Devrimciler arasında “sevgililer günü”…
14
Şubat Sevgililer Günü geçti. Sevgili olanlar birbirlerine (aslında sevgilisi olan erkekler sevgililerine) hediyeler aldı, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini söylediler. Gül satışları patladı. Hemen her Sevgililer Gününde yaşananlar yaşandı yine. Eski Roma’da kutlanmaya başlanan ve genç kızların adlarını bir kavanoza attıkları, erkeklerin ise bu kavanozdan bayram süresince birlikte olacakları genç kızların adlarını çektikleri bir güne dayanır 14 Şubat veya Aziz Valentine Günü. (Ayrıntılı bilgi ve efsaneler internette mevcut) Modern kapitalist sistem ile birlikte erkekler tarafından seçilme durumu değişmeyen kadınlar için önemli ve tüketim çılgınlığının yaşandığı bir gün haline getirildi 14 Şubat. Oysa yılın 364 günü erkeklerin kadınlara mor güller taktığı, sadece 14 Şubat’ta kırmızı gül aldığı bir ülkede yaşıyoruz. Hatta Şubat ayının ortalarında yapılan bir araştırma kadına yönelik şiddeti tekrar gündeme getirdi. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünce (KSGM) Avrupa Birliği'nin mali desteği ile 51 ilde 12 bin 795 kadın ile yüz yüze görüşülerek yapılan ''Türkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması''’nın sonuçları gerçekten tüyler ürpertici. Türkiye’de fiziksel olarak eşi veya
eski eşi tarafından şiddet gören kadınların oranı %39,5 ve şiddet görenlerin yüzde 48,5’i bunu kimseye anlatamıyor, şikâyette bulunamıyor. Yani her 10 kadından 4’ü fiziksel şiddet görüyor. Ki aslında bu rakamın gördüğü şiddeti gizleyenlerin oranına bakıldığında daha yüksek olduğu anlaşılır. Çünkü gördüğü şiddeti gizleyen kadınların anket sorularına da doğru yanıt vermediğini düşünebiliriz. (Kaynak: http://www. ksgm.gov.tr) Ayrıca yapılan araştırmalara göre Avrupa’da da durum çok farklı değil. Avrupa Komisyonu Müsteşarı Andreas Laggis Avrupa'da 5 kadından birinin şiddetin herhangi birine maruz kaldığını, İngiltere' de yaklaşık 3 günde bir kadının aile içi şiddet nedeniyle hayatını kaybettiğini, İrlanda' da cinayete kurban giden kadınların yarısı partneri tarafından öldürüldüğünü belirtmiştir. Eşitlik açısından da bakıldığında durum vahim. Örneğin yerel yönetimlerde kadınlar yer almıyor ve yeni tabloya göre de alamayacak. Çünkü 29 Mart’ta 3.225 belediye ve beldede yapılacak seçimlerde düzen partileri sadece %2 oranında kadın adaylara yer verdiler. Zaten şu anda 3.225 belediyeden sadece 18’inde kadın başkan var, yani oran binde 6. İşte böyle bir ortamda 14 Şubat’ta
Devrim yeni bir kültür ve bu kültürün nüvelerini taşıyanlar tarafından gerçekleştirilecektir. Var olan kapitalist ilişkilere bağlı kültür ile devrim gerçekleştirilemez ve sosyalist bir toplum kurulamaz. Bu nedenle devrimciler bugünden itibaren sosyalist/ proleter kültürü özümsemeli, sahiplenmeli ve topluma yaşam biçimi ile örnek olmalıdır. Ancak konumuz olan Sevgililer Günü bağlamında ne yazık ki yaşanan bu değildir. Kadın ve erkek devrimciler bu koroya uygun davranıyor, Sevgililer Gününü “özüne” uygun olarak, birbirlerine hediyeler alarak kutluyorlar. Kadın devrimciler erkeklerden hediye bekliyor, erkek devrimciler sevgililerine diğer günlerden farklı davranmaya çalışıyor. Biz hediye alınmasına, verilmesine, bazı günlerin özel olarak geçirilmesine elbette karşı olmayız. Sevgililer arasında, bazı durumda aynı zamanda yoldaşta olan sevgililer arasında samimi, dürüst, sevgi temelinde kurulmuş ilişkilerden yanayız. Bu ilişki kapitalist ilişkilerin sahtekarlığı altında sürdürülemez. Kadınların şiddet ve ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü, hemen hemen hiçbir alanda eşitlik hakkı tanınmadığı bir dünyada Sevgililer Günü ancak devrimci sevgililerin kadın-erkek eşitliği için mücadele günü olarak kutlanmalıdır. Devrimciler kapitalist kültürün sahte sevgi gösterilerinden, tüketim çılgınlığından kurtulmalıdır. Bir Ydi/Çağrı okuru √
panorama
PANOR AM A
Dünya Sosyal Forumu’ndan yeni bir şey yok! BELEM - BREZİLYA:
İ
lki 2001 yılında yapılan Dünya Sosyal Forumu (DSF), kendisini, İsviçre’nin Davos kentinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif bir forum olarak kabul eden ve “Başka bir dünya mümkündür!” sloganını merkeze koyan bir forum. Forum’un bu haliyle sürüp sürmeyeceği üzerine yürüyen tartışmalar sonucu, şimdilik forumun her sene değil, iki senede bir yapılması yönünde karar kılınmışa benziyor. Buna bağlı olarak 2008 yılında forum yapılmadı, bunun yerine, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) yapıldığı tarihlerde DEF’yi protesto eylemleri ve ayrıca 17-20 Mart 20008 tarihlerinde ise savaşa karşı eylemlerin yapılması çağrısında bulunuldu. Bu seneki forum 27 Ocak-1 Şubat tarihleri arasında gerçekleşti. Çevreyi korumaya ve İndigen halkların sorunlarına dikkat çekmeye ağırlık vermek için Brezilya’nın “Amazon Yağmur Ormanları” bölgesindeki Belem kentinde yapılmasına karar verilmişti. Yağmur Ormanları’nı kurtarma, çevreyi koruma vb. gündemde yer almasına rağmen, mali ve ekonomik kriz bunu geri plana iterek tartışmanın merkezine oturdu. Tabii ki her seferinde olduğu gibi tartışmalarda olmayan konu yok gibiydi. Forum’a 100.000 kadar katılımcı bekleniyordu. Verilen bilgiye göre katılım 150.000 civarında gerçekleşmiştir. Bu, 2007’de Nairobi’de yapılan foruma katılıma göre üç kat fazla bir katılım. Fakat katılımın esası Brezilya ve Latin Amerika’nın diğer ülkelerinden olmuştur. 140’tan fazla ülkeden katılımdan bahsedilse de insan sayısı olarak sözkonusu dış ülkelerden, özellikle de Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinden katılım bu sene gayet düşüktü. 5000’den fazla sivil toplum örgütünün katıldığı forumda 2300’den fazla etkinlik vardı. Forum’un ortak kararlar alma durumu olmadığından kimi kesimler kendilerini bağlayan açıklama
yapma durumundaydı. Forumun son gününde yapılan bir toplantıda Sosyal Hareketler Buluşması adı altında bir ortak açıklama yapıldı. Sözkonusu açıklamada Nisan ayı başında Londra’da yapılacak G20 toplantısına karşı mücadele için 28 Mart’ta savaşa ve krize karşı eylem; 30 Mart’ta Filistin halkıyla dayanışma, İsrail’in işgaline ve saldırılarına karşı mücadele için eylem ve 4 Nisan’da NATO’nun 60. yıldönümü etkinliklerine karşı eylem çağrısı yapıldı. Tabii ki bu arada 8 Mart, 1 Mayıs gibi günler unutulmadı. 17 Nisan’da ise “Uluslararası Gıda Maddeleri Egemenlik Günü”nde eylemlerin yapılması çağrısı yapılırken, 12 Ekim’de Amerika’nın keşfi ile yerli halkların köleleştirilmesinin protestosu gündemde. G8 zirvesine, iklim zirvesine ve Amerika-Zirvesi’ne karşı direniş ajandası oluşturmak da var bu planda. Kuşkusuz bu plan sözkonusu Sosyal Hareketler Buluşması’nın ortak açıklamasının planıdır, tüm DSF’nin planı değil. Bu çağrıyı yapanlar esasında forum içindeki en radikal kesim (foruma kimi devrimcilerin de katıldığının bilincindeyiz). Ve bu kesim esasında “Başka bir dünya mümkündür!” sloganının taşıyıcısı durumunda. Bunların ortak açıklamasına baktığımızda, mali ve ekonomik kriz bağlamında durum tespitini yaptıklarında “bravo”, doğru söylüyor deme durumunda kalıyor insan. Örneğin krizin kapitalist sistemin ürünü olduğu ve bunun kapitalizm içinde çözülemeyeceğini söylüyorlar. Günümüzdeki sistemin sömürü, rekabet ve toplumsal zenginliğin toplumun zararına az sayıda bireyin elinde birikmesi üzerinde yükseldiği; bunun kanlı savaşlara, yabancı düşmanlığının körüklenmesine, ırkçılığa, dinci gericiliğe götürdüğü; kadınların sömürülmesini keskinleştirdiği ve sosyal hareketleri kriminalize
ettiği vb. vb. tespit edilmektedir. Bu haliyle imzanızı atabilirsiniz… Fakat “kökünden çözülmesi gereken” sorunun çözümüne gelince işler tersine dönüyor. Kapitalist sistemin ve erkek egemenliğinin ortadan kaldırılması için somut çözüm önerisi yoktur bunların ajandasında. Örnek olarak yapılması gerekenler, ya da alınması gereken önlemler, bankaların herhangi bir ödenti yapılmadan toplumun tam denetiminde devletleştirilmesi; çalışma saatlerinin ücret düşüşü olmadan düşürülmesi; savaşlara son verilmesi, işgal güçlerinin geri çekilmesi ve yurtdışındaki askeri üslerin varlığına son verilmesi; iletişim araçlarına ve bilgiye ulaşmanın demokratikleştirilmesi; herkes için toprak, arazi, iş, eğitim ve sağlık hakkı garantisi vb. olarak öne sürülmektedir. Kuşkusuz ki bu taleplerin kendileri tek başına ele alındığında demokratik talepler olarak savunulabilecek taleplerdir. Fakat bu taleplerin yerine getirilmesi durumunda bile, kapitalist sistem dışındaki “başka bir dünya” sözkonusu olamayacaktır. Tüm bu talepler kapitalizmin temeline dokunmayan, kapitalist sistem içinde kitlelerin mücadeleleriyle kazanılabilecek taleplerdir. Fakat bu durumda da başka bir dünya kurulmuş olmayacaktır. Başka bir dünya tabii ki mümkündür ve bu ancak ve ancak işçilerin, emekçilerin kapitalist sisteme son veren devrimleriyle mümkündür. Forumun en keskinlerinin tavırları böyle olunca, diğer kesimin tavrının açıkça sistem içi tavır olduğu da görülebilir. Her forum somutunda tekrarladığımız gerçek, bunların siyasetiyle bir başka dünyanın mümkün olmadığıdır. Bu gerçeklikten değişen bir şey yok. Bu bağlamda forumdan da yeni bir şey yok. Bu olgu, forumdaki kimi konuşmalarda şöyle dile getiriliyordu: “Küreselleşme karşıtları sadece şikayetlendi, ama çözüm önerileri yoktu.”
Öne çıkan kimi noktalar… İçinde bulunulan mali ve ekonomik kriz, forumun örgütleyicilerini ve attac gibi örgütlerin temsilcilerine “ biz ta 2001’ de söylemiştik başka bir dünya mümkün diye, bakın gelişmeler bizim dediğimizi onaylıyor” biçiminde açıklamalar yapma ortamı sunuyor. İf las ettiğini söyledikleri şey ise “neoliberal ekonomi siyaseti”dir. Bu yaklaşımları bir kez daha, bunların gerçekte kapitalizme sistem olarak karşı olmadıklarını, sadece kapitalizmin bir biçimine, daha doğrusu ekonomideki bir siyasetine karşı olduklarını ortaya koymakta-
dır. Bunlar kapitalizmin neoliberal ekonomi siyasetinin iflasını kapitalizmin iflası olarak gösteriyor ve kitlelerin bilincini karartma görevlerini de yerine getiriyorlar. Yani neoliberal ekonomi siyaseti yerine devletin ekonomiye daha çok müdahale ettiği ve kitlelere belli oranda sosyal destekte bulunduğu bir kapitalist ekonomi siyaseti, bunların tavırlarına göre “sosyal bir devlet sistemi” olacak ve kapitalizmden başka bir dünyayı oluşturacaktır. Kapitalizmin bu tip savunucularına “hadi ordan” demek işin ilk adımı ve kolay, ama kitleler içindeki etkilerini yok etmek ise daha zordur. Esas mesele bu burjuva siyasetin öncelikle devrimci hareket içinden temizlenmesidir. İşte bu “neoliberal ekonomi siyasetinin” iflasını kapitalizmin iflası olarak gösterenlerin krize çözümü, esas olarak devletin daha çok ekonomiye müdahalesi, genelde söylendiği gibi Keynesçi siyasetin savunuculuğudur. Bu siyaset öyle ya da böyle foruma, resmen ilan edilmiş etkinlikler arasında olmasa da katılan beş Latin Amerika ülkesinin başkanları tarafından da savunulan bir siyasetti. Beş başkanın beşi de devletin ekonomiyi daha sıkı eline almasının savunuculuğunu yaptı. Brezilyalı Topraksızlar Hareketi örgütlediği “antiemperyalist karşı zirve”ye Brezilya Başkanı Lula’yı davet etmemişti. Çünkü Lula’yı kendilerine ihanet eden biri –toprak reformu sözünü tutmaması vb.– ve kapitalizmin kölesi olarak değerlendirmektedirler. Fakat Chavez, Morales, Correa ve Lugo’yu çağırmışlardı. Bu, tabii ki Lula’nın forumda olmadığı anlamına gelmiyordu. Lula neredeyse hükümetinin yarısını Belem’e göndermişti. Kendisi de, adını yukarıda verdiğimiz dört başkanla birlikte şov yaptı DSF’de… Sözkonusu başkanların Davos’a değil de Belem’e gelmiş olmaları, bunların kendilerini neoliberal ekonomi siyasetine karşı “yeni bir dünya düzeninin” önderleri olarak göstermelerinin de bir aracıydı. Bu başkanların krizle ilgili savundukları şey “Kuzey’deki zenginler sorumsuzca davranarak krize yol açtılar ve birden devleti kurtarıcı olarak kutluyorlar. Bu onların krizidir, bizim değil.” yaklaşımı oldu. Lula bunları söylerken, kriz gerçekten Brezilya’yı çoktan vurmuştu… Çoğu işyeri kısa süreli çalışma saatini uygulamaya koymuş ve kimileri de işten çıkarmaları açıklamış ve tüketim gerilemiş, kalkınma hızı düşmüştü… Lula’nın sahtekârlığını bir kenara bırakırsak, bunlar krizi, kapitalizmin yol arkadaşı olarak değil, “kuzey”lilerin sorumsuzluğuna ve kontrolün yok-
13
panorama
14
luğuna bağlıyorlardı. Bu da tabii ki kontrol ve sorumluluk ile aşılabilecek bir şeydi… Kend i ler i n i “ 21. y ü z y ı l sosyalizmi”nin temsilcileri ve önderleri olarak gösteren Chavez, Morales, Correa gibi başkanların da gerçekte krizden kapitalizmin ortadan kaldırılması yoluyla değil, kapitalizmin restore edilmesiyle çıkma düşüncesinin savunucuları olduğunun bu sosyal forumda daha da açığa çıkması önemli idi. Correa ve Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” ile “geleneksel sosyalizm” arasındaki “belirleyici farklılığın” “cinsler arasındaki ayrımcılığın son bulması” olduğunu, ya da “gerçek sosyalizm dişildir” yönlü masalları anlatmaları da, bunların katılımcılardan tepki çekmesini, maçoluklarını ortadan kaldırmadı. Örneğin başkanların toplantısında tepki olarak “Lula, Obama, Chavez, kapitalizmi yönetmek barbarlıktır” sloganı atılıyordu. Ya da kimi kesimler “Chavez, Lula ve yoldaşları etkinlikleriyle kapitalizmi aşmaya değil, korumaya çalışıyor” diyerek hayal kırıklığını dile getiriyordu. Kimi katılımcılar ise “başkanlar bizi dinledi ama cevap vermedi” değerlendirmesini yapıyordu. Topraksızlar Hareketi Lula’yı toplantılarına davet etmezken, Ekvador’lu İndigenlerin örgütü CONAI, Başkan Correa’nın “güvenilmez partner” olarak forumda “istenmeyen adam” ilan edilmesini talep ediyordu. 2001 yılından beri hiç bir sosyal forum, savunduğu çözümle Davos’a bu kadar yakınlık içinde olmamıştı. Krize çözüm için sunulanlara yakından bakıldığında, her iki forumda da –tüm farklılıklara rağmen– Keynesçi ekonomik siyasetin savunuculuğu yapılmıştır. Neoliberalciler devletin yardımını istedikleri halde, devletin kısa sürede işin içinden çıkmasını dile getirmektedirler. Kendilerini “21. yüzyıl sosyalizmi” savunucuları ve alternatif olarak gösterenler ise ekonominin doğrudan devletin eliyle yürütülmesini savunmaktadırlar. Forumdaki alternatif, liberal ekonomili kapitalizm mi, devlet kapitalizmi mi? biçiminde kendisini ortaya koydu. Alın birini vurun ötekine! Forumda kuşkusuz ki üzerinde durulacak çok şey vardı. Fakat belirleyici olan tartışma kriz tartışmasıydı ve bu tartışmada gerçek bir alternatif ortaya konmadı. “Globalleşen Dünyada Devletsiz Halkların Özgürleşme Stratejileri” başlıklı toplantıda öne çıkanlar ise, Filistin halkıyla dayanışma ve özellikle Türkiye’de Kürtler’e yönelik baskılar ile Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı gibi, Tamillerin, Bask halkının ve birçok diğer halkların kaderlerini tayin sorunuydu. Sonuçta bir DSF daha sona erdi. Seneye yapılmayacak. 2011’de ise nerede yapılacağı belli değil. Öneriler ABD’de, Afrika’da, ya da üç kıtada
yapılması yönünde… Geçen sene DSF yapılmadığı halde bu sene yapılanı 9. DSF olarak göstermek ise medyanın ciddiyetini soru işareti haline getiriyor. “Emin değilim, forum bu biçimiyle günlük mücadelemizi geliştirir mi” diyen bir katılımcı, doğru bir soru soruyordu. Katılımcı emin değil, ama şu açıktır ki, bu biçimiyle
ve içeriğiyle forum küreselleşme karşıtı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleye dönüştüremez ve başka bir dünya kazandıramaz insanlığa! Krizli, krizsiz, kapitalizm dünyasından başka bir dünya, mümkündür. Ancak ve ancak devrimle, sosyalizmde! 25 Şubat 2009 √
Krizin gölgesinde Dünya Ekonomik Forumu… DAVOS - İSVİÇRE
D
ünya sömürücülerinin senede bir buluştuğu, tekellerin ekonomik temsilcileriyle –modern tanımıyla CEO’larıyla– devletlerin siyasi temsilcilerinin bir araya gelip planlarını gözden geçirdiği; gelecek dönem çalışması için görüş alışverişinde bulunduğu Dünya Ekonomik Forumu (DEF), bu sene 28 Ocak-1 Şubat tarihlerinde yapıldı. İstisnaları –bir-iki kere– bir yana bırakırsak sözkonusu forum her seferinde olduğu gibi, İsviçre’nin kayak turizm merkezlerinden biri olan Davos’ta yapıldı. Forum ekonomiyle ilgili olduğundan krizin tartışılmaması mümkün değildi. Daha bir ya da iki sene önce kârlarından dolayı göklerde uçanların bir bölümü forumda yoktu bile. Kimi krize batmış, iflasları oynarken, kimi de krizin işsizleri arasına katılmış, tanınmış böylesi bir forumda bay göstermekten kaçınmıştı… Forumda boy göstermekten kaçınanların başında da ABD emperyalizminin yeni başkanı ve bakanları geliyordu. Daha önceki forumlara abone müşteri olan eski senatör yeni Başkan Yardımcısı Joe Biden de Davos’a gitmemişti. Obama’nın alt düzeyde danışmanlarından birileri dışında aktif siyasetçi yoktu. Bill Clinton ABD’nin görünür yüzüydü… Forum “Kriz Sonrası Dünyasının Biçimlendirilmesi” sloganı altında toplandı. Gerçekten de kriz üzerine tartışmalar, egemenlerin krizden nasıl çıkılacağı tartışmasının yanısıra, krizden sonraki dönemde hangi siyasete ağırlık verileceği, nasıl veya hangi önlemleri almalarının daha doğru olduğu, olacağı üzerine yoğunlaştı. Basına yansıdığı kadarıyla bu yılki foruma 96 ülkeden 2500 civarında
kişi katılmıştır. Rekor düzeyde görülen katılım ise 41 devlet ve hükümet başkanının foruma katılmasıydı. Başbakan Erdoğan da foruma katılıp dikkatleri üzerine çekmeyi başaran az sayıda kişiden biriydi… Katılımcıların büyük bölümü, kimi verilere göre %60’dan fazlası şu ya da bu tekelin köşebaşını kapmış “ekonominin seçkinleri”ydi. Bu 2500 kişinin korunması için ise binlerce kollukgücü görevlendirildi. Sadece görevlendirilen asker sayısı 5000 olarak verilmektedir. Polislerin sayısı en az bu kadardır. Ortalama her kişiye dört polis-asker ayrılmıştır. Ayrıca kimi protesto eylemlerine ise izin verilmedi. Buna rağmen ama cılız da olsa “Kriz sizsiniz!” vb. sloganlarla protestolar gerçekleştirildi. Bu “seçkinlerin güvenliğine” harcanan para bile on milyonlarca dolar tutarındadır. Kriz yine de bunları da vurmuştu! 1700 dolarlık şaraplar tükenmiş ve “zavallılar” şampanya yerine beyaz şarapla yetinmek zorunda kalmışlardı… diye yazıyor kimi gazeteler. Bu arada foruma katılımın 40.000 ABD Doları (yaklaşık 31.000 Euro) olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Tabii ki 2500 “seçkin”in dışındaki basın mensupları vb. için farklı fiyatlar da yok değil. Forum’un açılış konuşmasını Putin yapacak diye basına yansımıştı. Fakat Çin Başbakanı Wen Jiabao ile Rusya Başbakanı Putin’in konuşmalarıyla forum açılışı yapıldı. ABD emperyalizminin siyasi temsilcileri forumda olmasa da eleştirilerin yöneldiği merkez ABD idi. Jiabao iyimserlik içeren konuşmasında ABD’ye dolaylı eleştiri getirirken, ABD’ye ortak davranma çağrısında da bulundu. Putin ise sert eleştiri tavrını takındı. ABD’nin öncelikle suçlulu-
ğundan dolayı özür dilemesi gerektiğini ve ABD’nin dünyayı tek başına yönetemeyeceğini artık kabul etmesi gerektiğini vurguladı. İlginç olan bir tavır da Putin’in herkesi krizden kurtulmak için sorumluğu sadece devlete yüklemekten sakınmaya yönelik çağrısıydı. Herkese göre Putin devlet kapitalizminin en yağız savunucusuydu. Böylesi bir tavır acayip geliyordu. Oysa Putin devlet kapitalizmine karşı değil, krizden çıkmanın ilacı olarak sadece devlete sorumluluk verilmesine karşıydı ve uyarıyordu. “K r i z Sonrası Dü nyası n ı n Biçimlendirilmesi” bağlamında hemen tüm Avrupalılar ABD damgalı “serbest kapitalist” ekonomiye karşı “sosyal pazar ekonomisi”nin çığırtkanlığını yaptılar. Bu arada tabii ki “hepimiz Keynesçiyiz” denecek düzeyde devletin müdahalesinin gerekliliği üzerine de konuşuldu. Kimi “ekonomi seçkinleri” devlet müdahalesine ihtiyatlı yaklaşırken ve müdahale ettiğinde de en yakın zamanda ekonomiden geri çekilmesi gerektiğini savunurken bile, anda devletin müdahalesinin kaçınılmaz olduğunu kabulleniyorlardı. Buna bir yandan da siyasetin ekonomiyi kurtarması deniyor. Foruma katılımcıların çoğunun karamsar olduğu, krizin ne zaman son bulacağı üzerine tahmin bile yapılamadığı, hatta daha da kötü olacak yönlü düşüncelerin savunulduğu bir ekonomik forumun, devletin müdahalesine hayır demesi ise beklenemezdi. Forum karar alma durumunda olmadığından sadece görüş alışverişi yapıldı ve bu konuda Nisan ayı başında Londra’da yapılacak olan G20 toplantısında kimi kararların alınmasının yolu açıldı. Uluslararası düzeydeki krizden hiç kimsenin tek başına dünya ekonomisini rayına oturtamayacağı, krizden çıkamayacağı görüşü egemen görüşlerden biriydi. Kriz emperyalistlerin emekçilere karşı birliğini daha da güçlendirmenin ortamını yaratmış ve egemenler, kendi aralarındaki tüm çelişkilere, dalaşlara rağmen, sistemi ayakta tutabilmek için birleşmiştir, birliğini güçlendirmektedir. “Sosyal pazar ekonomisinin” en ateşli savunucularından biri olan Almanya Başbakanı Merkel, bu birliğin bir üst kurumu olarak BM’ye bağlı bir Dünya Ekonomi Konseyi’nin oluşturulmasının propagandasını da yaptı. Kimileri de IMF’nin bu görevi devralıp almayacağı üzerine görüş belirtti. Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk de bu konuda şunları savundu: “IMF dünyanın polisi olmasındansa mali sistemi denetleyecek bir polis olabilir. Bunun için bir kuruma ihtiyacımız var. Bizim ihtiyacımız olan acil bir adım çünkü gelişmiş ülkelerin aksine gelişmekte olan ekonomilerde bir tehlike var ve bu sadece işsizlik ve yoksulluk tehlikesi değil. Eğer bu kriz
panorama daha uzun sürerse o zaman bütün dünya çapında sosyal ve siyasi krizlere yol açacaktır. Mutlaka bunu dikkate almalıyız.” (Sabah, 29 Ocak 2009) Evet, egemenler sosyal ve siyasi krizden korkuyorlar ve bunu dikkate alarak işçilere, emekçilere karşı kendi aralarındaki birliği güçlendiriyorlar. Göze çarpan konulardan biri de, krizin suçlusu ABD’dir biçimindeki tartışmalara benzer olan menejerlerin krizin kaynağı olduğu yönlü tartışmadır. Gerçekten de bu krizi tetikleyen gelişmeler ABD kaynaklıdır. Fakat krizin kaynağı ne ABD, ne de şu ya da bu “kötü” menejerdir. Tüm bu tartışmalar, krizin kapitalist sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye yaramaktadır. Almanya’daki Hristiyan Demokrat Birlik’in eski genelsekreterlerinden ve küreselleşme eleştirmenlerinden Geissler ise şöyle diyordu: “Para hırsı bu adamların beynini parçaladı”. Böylece o da krizi kimi beyni parçalanmış adamlara bağlıyordu. Ama yine de “Bütün sistem kökünden çürümüş” tespiti yapıyordu. Kuşkusuz ki Geissler’in çürüdüğünü söylediği sistem kapitalizm değil, son 20-30 yıllık dönemde uygulanan ekonomi siyasetidir. Tartışmaların başlıklarını özetlersek, öne çıkanlar şöyledir: Krizin ne zaman son bulacağı belli değildir. Devlet, siyaset ekonomiyi kurtarmalıdır, ekonomiye müdahale etmelidir, etmeyi sürdürmelidir. Krizin sorumlusu ABD’dir. Krizin sorumlusu görevini iyi yapmayan kötü menejerlerdir. Krizden hiç kimse tek başına belini doğrultamaz, herkes herkese muhtaçtır. “Sosyal pazar ekonomisi” “en iyi” ekonomik yoldur. Uluslararası denetim sağlanmalıdır. Ne olursa ol-
sun ama sistem kurtarılmalıdır! Bunun yanısıra öne çıkan noktalardan biri Rusya ve Çin’in öne çıkan güçler olmalarıdır. Kimisi ABD ile Çin’in G2 olarak dünya ekonomisini belirleyeceğini, kimi de Rusya, Japonya ve AB’nin içinde olmadığı böylesi bir ilişkinin “ulusal çıkarların” öne çıkarılması olacağını söylemekte ve küresel krizin ancak küresel olarak şeffaf ortamda aşılabileceğini savunmaktadır. Kuşkusuz ki her emperyalist güç, krizden nasıl daha kârlı çıkarırımın hesabını yapmaktadır. DEF’nin tartışmalarında hem gerçekten devletin ekonomiye müdahalesinden yana olanların, hem de mecburi bir durum içinde olunduğundan dolayı devletin müdahalesini kabul edenlerin hiç biri, sürekli bir devlet müdahalesinden yana değildir. “İpini koparan kapitalizmin dizginlenmesi” istenmektedir devletten, hükümetlerden. Keynesçi önlemler şimdilik can simidi olmuştur. İçinde bulunduğumuz koşullarda eksik olan şey, krizden kurtulmalarını engelleyecek, onları can simidiyle batıracak işçi ve emekçilerin devrim için mücadelesidir. Onlar göründüğü kadar güçlü değiller. Biz, işçiler-emekçiler birlik değiliz. Gücümüz birliğimizden, mücadelemizden doğar. Dünyanın sömürücülerine, talancılarına karşı bütün ülkelerin işçileri, emekçileri, ezilen halklar birleşin! Görev kapitalizmin krizini, dünyayı sömürücülerin başına yıkmak için mücadeledir! Eski dünyanın yıkıntıları üzerinde yükselecek, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünya! Çağrımız, yeni bir dünya için mücadeleyedir! 26 Şubat 2009 √
“45. NATO Güvenlik Konferansı”ndan… - MÜNİH - ALMANYA
N
ATO’nun emperyalistlerin yönetimindeki savaş örgütü olduğu her toplantısında yeniden belgeleniyor. Özellikle bu sene NATO’nun kuruluşunun 60. yıldönümünün “kutlamalarına” hazırlanılıyor. Sözkonusu etkinlikler 3 ve 4 Nisan’da Fransa’nın Strassbourg ve Almanya’nın Baden Baden ve Kehl kentlerinde gerçekleştirilecek.
7 ve 8 Şubat tarihlerinde 45.si yapılan “NATO Güvenlik Konferansı”nın gündeminde yine savaş vardı. Başka türlüsü nasıl olabilirdi ki? Savaş lobisi buluştuğunda, başka neyi tartışacaktı ki? Adına “güvenlik” konferansı diyorlar ama, sözkonusu olan egemenlerin kendi güvenliğidir. Örneğin 450 civarındaki konferans katılımcısını (siz bunu sa-
vaş suçlusu diye okuyun) korumak için 4000’den fazla polis ve asker görevlendirilmişti. NATO’ya karşı yapılan eylemlere yönelik polisin geçmiş yıllara oranla fazla saldırgan tavır içinde olmaması, 7 Şubat’ta yapılan yürüyüşün abluka altında yapılan bir yürüyüş olması gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Sadece polise itiraz ve hakaret gerekçesiyle 17 kişi gözaltına alındı. Yürüyüş kordonunda kenarlara açılan pankartlara yasaktır diye el kondu. Münih şehir merkezi tam bir polis asker işgali yaşadı. Buna rağmen ama 5000-6000 arası kitlenin katıldığı protesto miting ve yürüyüşü gerçekleştirildi. Miting alanından çıkıp evinize gitmeye çalıştığınızda bile polis çemberiyle karşı karşıyaydınız. Özellikle binaların çatıları üzerinde silahlarını gizlemeye bile gerek duymayan keskin nişancıların görüntüleri 1977 Taksim katliamındaki görüntüleri andırıyordu. Konferansın gerçekliği NATO’nun savaş örgütü olarak yeni stratejisini ortaya koymaya hazırlandığını, özellikle Afganistan’daki savaşın giderek bölgesel bir savaşa genişletileceğinin açık işaretlerini sundu. “Güvenlik” konferansı gerçekte bir savaş konferansı olduğunu hem katılımcılarıyla hem de konuşulanların içerdiği konularıyla ortaya koyuyordu. Konferansın gündeminde başta NATO’nun kendisi, stratejisi üzerine hazırlık konuşmaları vardı. ABD’nin Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Obama yönetiminin “yeni” siyasetini açıklaması; Afganistan’daki savaş, İran ve atom santrali, silahları sorunu, NATO-Rusya ilişkileri vb. vb. sorunlar vardı. Fakat gündeme damgasını vuran Biden’in konuşmasında dile getirdiği ABD yönetiminin “yeni” politikası ile Afganistan’daki savaş oldu. Biden’in konuşmasında dile getirdiği sorunlar ve ABD’nin “yeni” tavrı bağlamında yapılan propaganda, sanki ABD emperyalizminin siyasetinde çok önemli ve köklü bir değişiklik varmış yönünde oldu. Gerçekte söylenenlere, kullanılan kavramlara dikkat edildiğinde, Bush yönetiminin savaş siyasetinde özde hiç bir şey değişmemiştir. Değişen, Obama’nın seçimi bağlamında dergimizin 128. sayısında, sayfa 10’da belirttiğimiz gibi, “esas değişiklik, ABD’nin siyasetinde değil, tarzındaki bir değişikliktir.” Gerçekten de NATO konferansında Biden tarafından ortaya konanlar bu tespiti onaylamaktadır. Biden’in tavrı burjuva basında da “yeni hava esti”, “ayrı bir tarz”, ya da “tarz değişikliği” biçiminde ifade edildi. Biden’in konuşması, Obama yönetiminin “saldırgan bir dış politika yerine diyalog ve diğer güçleri işin içine çekmeye ağırlık verme” siyaseti olduğunu da onayladı. Biden, “Biz daha çok şey yapmaya varız, ama partner-
lerimizden de daha fazlasını yapmasını talep ediyoruz” diyerek, savaş siyasetini ortaklarıyla daha üst düzeye çıkarmaya, ABD’nin tek başına artık altından kalkamayacağı işleri ortaklık adına diğerlerinin üzerine atmaya çalıştığını ve eğer siz daha fazla söz hakkı istiyorsanız, o zaman da daha çok savaşın içine girmeniz gerekir uyarısında bulunuyordu. Bu “tek başına davranmama” sorunu ilk anda ABD emperyalizminin saldırganlıktan geri adım attığı görüntüsü vermektedir. Ama gerçekte saldırganlıktan geri atılan bir adım yoktur. ABD emperyalizminin “diyalog” ve diğer güçleri savaşın içine çekmeye çalışması, esasta kendisinin çıkarlarını başka yollarla artık koruyamamasının; ABD’nin imajının değiştirilmesi gerektiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. ABD bu adımla saldırganlıkta değil ama, saldırganlığı tek başına yürütme, diğer emperyalist, saldırgan güçlere rağmen istediği gibi davranma siyasetinden geri bir adım atmıştır. ABD emperyalizminin temsilcileri, dünya üzerindeki gelişmelerin, ABD’ye artık söz sahibi olan “tek güç” olmadıklarını göstermiş, egemenliklerini korumak için taktik değişikliğine gitmişlerdir. Şimdi Obama yönetiminde ABD diğer emperyalistlerin gözünde konuşulabilir, pazarlık yapılabilir bir muhataptır. Çünkü sözkonusu NATO içindeki diğer emperyalist güçler de daha fazla söz sahibi olmaktan yanadırlar. İşte Biden’in biz daha fazlasını yapmaya hazırız ama sizden de daha fazlasını bekliyoruz demesi iki tarafın da çıkarına olan yaklaşımdır. ABD emperyalizmi NATO içinde diğer emperyalistlerin daha fazla söz sahibi olması için, onlardan daha fazla savaş gücü, asker, silah istemektedir. Biden’in konuşmasını alkışlayan AB içindeki emperyalist güçlerin temsilcileri, başta da Almanya ve Fransa ise daha fazla söz sahibi olmak için daha fazla asker ve silahı savaş hizmetine sunmaya hazır olduğunu pratiğiyle göstermektedir.
Afganistan’da daha fazla asker, daha fazla silah, daha yoğun savaş... Konferans’ta İran’ın nükleer programına karşı sert tavırlar takınılsa da, Merkel ve Sarkozy tarafından “eğer İran herhangi bir adım atmazsa” sert önlemler alınacağı yönünde tehdit edilse de, savaş saldırganlığının kendisini gösterdiği esas tartışma Afganistan’daki savaşla ilgili tartışmaydı. NATO eski yetkilisi, Obama yönetiminin güvenlik danışmanı James Jones başta olmak üzere NATO’nun üst kurmayları, Afganistan’daki yetkilisi de konferanstaydı. Hepsi, Afganistan’dak i durumun kötü olduğundan, andaki duruma bakıldığında savaşı kazanma durumu olmadığından bahsetti.
15
okuyucu mektubu
16
General Petraeus “ne kolay ne de ucuz, önümüzde uzun bir mücadele duruyor” diyerek, sorunun sadece askeri önlemler almak olmadığını, sivil önlemlerin de alınması gerektiğini anlatarak, ISAF’ın sadece daha fazla askeri birliğe değil, daha fazla yardımcı personele de ihtiyacı olduğunu anlattı. “Daha fazla logistik, daha fazla aydınlatma, daha fazla uçak, daha fazla bilgilendirme birlikleri” talep etti. General Petraeus konuşmasında: “Öyle düşünüyorum ki, biz yavaş yavaş Afganistan’daki sorunun sadece bir ülkeyi ilgilendirmediğini, bilakis bunun bir bölgesel sorun olduğunu öğrendik.” (08.02.2009, dpa/ Reuters) biçiminde de tavır takındı. Burada “özeleştiri” gibi görünen mesele, esasında ABD emperyalizminin müttefikleriyle savaşı Afganistan dışına da taşıma amacının bir yansımasıdır. Eğer sorun bölgesel ise, o zaman savaşın da bölgesel olarak yürütülmesi gerekir… Gerçekte söylenen budur. Afganistan, Pakistan vd. ülkelerin durumunun Nisan başındaki NATO Zirvesi’nde ele alınacağı da verilen bilgiler arasındadır. Afganistan’daki savaşın durumu, hem ABD’li yetkililerin durum açıklaması, hem de NATO yetkililerinin tavırlarına bakıldığında “yeni” bir aşamaya girmiştir. Obama yönetiminin Afganistan’a onbinlerce askeri güç daha kaydırma kararlarına da bakıldığında, önümüzdeki dönemde savaşın daha da kızışacağına kesin gözle bakılabilir. Bu tespit sadece daha fazla askerin talep edilmesine değil, aynı zamanda Afganistan’da Taliban’ın gelir kaynağı olarak gösterilen haşhaş vb. üretimine karşı saldırıya geçeceği yönlü tavırlara da dayanmaktadır. Bir yandan uyuşturucu tüccarları, bir yandan Pakistan derken, hedefe kendileri tarafından atanan Karzai de yerleştirilmiş durumdadır. Onlar Karzai’yi uyuşturucuya ve yolsuzluğa karşı yeterli mücadele vermemekle suçlarken, Karzai hem sivillerin öldürülmesinden NATO’nun suçlu olduğunu, hem de Taliban güçlerinin üslerinin yok edilmesinde gecikildiği yönlü eleştiriler yöneltmektedir. Karzai Taliban güçlerine El Kaida ve benzeri terör örgütlerine bulaşmayanlara geri dönme çağrısında bulundu. Bu çağrı aslında Taliban güçlerinin terör örgütü güçleri olarak görülmediğinin bir belgesiydi. Obama yönetimi Karzai’den memnun değil. Ama onun yerine getirebileceği ve tabii ki Karzai’den daha etkili olabilecek kimse şimdilik ortalıkta görünmüyor. Fakat Afganistan’daki gelecek seçimlerde Karzai’nin yeniden seçilmesi, ancak yerine konulacak kimsenin olmamasına –ya da küçük bir ihtimal de olsa, halkın gerçekte Karzai’yi işgal güçlerine karşı biri olarak görmesine– bağlı olacaktır.
Daha çok yerel güçlere dayanma, halkı daha çok dinleyip “birlikta çay içme”yi dillendiren yetkililerin, işbirliğine hazır Taliban güçleriyle de uzlaşmaya hazır oldukları da ayrı bir gerçekliktir. Sadece askeri önlemlerle çözüm olmaz diyenlerin daha çok iş-
galci güç istediği de açıktır. Öyle ya da böyle, bir savaş konferansı daha yapılmış ve yeni savaş zirvesine hazırlıklar tüm hızıyla sürmektedir. NATO’nun 60 yılının, halklara, ezilenlere karşı savaşın, katliamın 60 yılı olduğu gerçeğini bi-
linçlere kazımak ve emperyalistlerin savaş örgütüne karşı mücadeleyi emperyalizme karşı mücadeleye dönüştürmek, devrim için mücadeleyi güçlendirmek için iş başına! 26 Şubat 2009 √
“Sarı Gelin" belgeseli:
Devletin ırkçı siyasetinin devamı
S
arı Gelin-Ermeni Sorununun İç Yüzü belgeseli, 2001’de kurulan “Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Komisyonu” tarafından 2007’de bu belgeseli “Türkiye’ye izlettirme” kararı aldı. Milli Eğitim Bakanlığı, 25 Haziran 2008'de Türkiye’deki tüm ilköğretim okullarına Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlandığı iddia edilen “sarı gelin - ermeni sorunun iç yüzü” adlı belgeseli gönderdi. İl Milli Eğitim Müdürlükleri 23 Ocak 2009'da ise okullara gönderdiği bir yazı ile dağıtılan belgeselin ilkokul öğrencilerine uygun görülen saatlerde izlettirilmesi ve sonuç raporlarının da 27 Şubat mesai bitimine kadar İl Milli Eğitim Müdürlüklerinin kültür bölümlerine gönderilmesi istenmişti. Bu ırkçı belgeselin okullarda gösterilmesinin duyulması üzerine, başta Ermeni aileler olmak üzere basının önemli bir kesimi ve duyarlı insanlar tepki gösterdi. Bu belgeseller gösterilmeden önce Milli Eğitim Bakanlığı 2004 yılında, Ermeni okullarının da aralarında bulunduğu ilk ve orta dereceli okullara bir genelge göndererek, ‘Ermeni soykırımının asılsız olduğu’ temalı konferansların verilip kompozisyon yarışmaları yapılmasını istedi. Genelgede, konferanslarda, konuyla ilgili seminerlere katılmış öğretmenler ile çevrede bulunan yüksek öğretim kurumlarında görevli ‘uzman’ akademisyenlerden yararlanılması isteniyordu. Sarı Gelin belgeseline gelen tepkiler üzerine Milli Eğitim Bakanlığı; “iç kamuoyunu bilgilendirme maksatlı olarak” yalnızca tarih öğretmenlerine verilmek üzere Milli Eğitim Müdürlüklerine gönderildiğini söylüyor. Ve fakat bu belgeselin önemli ölçüde okullarda gösterildiği ortaya çıktı. Bunun üzerine Ermeni ailelerin bu zorunlu belgesel gösterimine itiraz etmeleri karşısında, Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı açıklamada, “belgeselin gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olabileceği görüşüne varıldığı” belirtiliyor. Daha sonra ise; “eğitim materyalinin kullanımı sırasında amacı aşan uygulamaların or-
taya çıktığı anlaşıldığından,(...) yarısı dağıtılan DVD’lerin diğer yarısının dağıtımının durdurulduğu” nu duyuruyor. Eğer bu belgesel “gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olabilecekse”, kullanımı sırasında amacını nasıl ve neden aşabilir? Daha doğrusu, bu nasıl bir gerçektir? Özel bir anlama kılavuzuna mı ihtiyaç gösteriyor? Filmde Ermenilerin Türkleri nasıl kestiği, Türklerin/Müslümanların bütünüyle nasıl masum ve iyi niyetli oldukları gerçeğini bol kanlı sahneler eşliğinde öğrenen ilkokul öğrencilerinden, sonra bu anlama kılavuzuna bakıp, dünyadaki ve Türkiye’deki Ermenileri sevgiyle kucaklamaları mı bekleniyor? Nitekim bir Türk babası, Dr. Serdar Kaya, bakanlığa dava açmakta gecikmedi. Belgeseli izlemiş olan küçük kızı uykularından olmuş, ikide bir büyüklerine ‘Ermeniler bizi kesti mi?’ diye soruyor, başka hiçbir şey düşünemiyormuş. Kaya yaptığı basın açıklamasında; "Gazeteci arkadaşlar beni aradıklarında 'Ermeni misiniz' diye sordu. Ermeni olmam gerekmiyor. Değilim, 'beyaz Türk'üm. Ama halkların kardeşliğine inanıyorum. Milliyetçilik ve faşizm bize bunları yaşatıyor. Herkes bizim kadar yerli ve buranın sahibi." Açıklamasını yapıyor. (Bianet) Minik yavrulara apoletler takıp ortalara salan, onlara İstiklâl Marşı’nın bütününü ezberletip karşısına geçip ağlayan, onları Ermenilere karşı doldurmakta bir sakınca görmeyen Türkoğlu Türk Müslümanlar, Kürt çocuklarının meydanlara dökülüp taşlara sarılmasını asla affedemiyor. Bebeklerden katil yaratan bu zihniyetler, çocukların kendilerini yaralayıp kanlarıyla boyadıkları bayrak karşısında gururdan şişinenler, çok doğal, Kürt çocuklarına yetişkin muamelesi yapmaktan bir türlü vazgeçemiyor. Çünkü çocuklar bir an evvel büyüsünler, şehitlik mertebesi için şimdiden kuyruğa girsinler diye savaştan, nefretten, milliyetçilikten, ırkçılıktan vazgeçilmiyor. Çocuklar bu kanlı satranç tahtasına çoktan sürüldü.
‘Sarı Gelin’ ve ‘Allah’ın Kızları’ Sarı Gelin belgeseli konusunda şimdiye kadar çalışmayan Ceza Kanunu’nun 216. maddesi, iş saldırgan muhafazakâr ırkçı faşist çevrelerin şikayetine gelince tıkır tıkır çalışıyor. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi, halkın ırk ve din bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse(nin), bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını öngörür. Nedim Gürsel’in 2008 Mart’ında “Allah’ın Kızları” başlıklı bir romanı yayınlandı. Roman hakkında yüksek inşaat mühendisi olan Ali Emre Bukağılı suç duyurusunda bulunur. Suç duyurusuna savcılık önce takipsizlik kararı vermişti. Suç duyurusunda, yazarın; “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğini” ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığını” iddia ediyordu. Takipsizlik kararına itirazı değerlendiren üst mahkeme, geçen ay dava açılmasına karar verdi. Bu yetmiyormuş gibi, geçtiğimiz günlerde, kitabın ikinci baskısı için de ikinci bir suç duyurusu yapıldı ve soruşturma başlatıldı. Bunlar da yetmedi, kendisine açılan dava ile ilgili basında yer alan değerlendirmeleri nedeniyle, Gürsel ve avukatı hakkında yargıyı etki altına almaya teşebbüs iddiasıyla soruşturma açıldı. Bizim demokratik ve laik hukuk devletimizin kurumlarına göre, Sarı Gelin belgeseli gerçekleri anlamaya yardımcı olan bir eğitim materyalidir; Allah’ın Kızları ise, dini değerleri alenen aşağılayarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme suçlaması mahkemelerce incelenmeye değer görülen bir romandır. Bugüne kadar bu ırkçı, şoven faşist eğitim okullarda hep verildi verilmeye de devam edecek. Bebeklerden katil yaratan zihniyet devletin politikasının bir ürünüdür. 01.03.2009 √
okuyucu mektubu
“3– ‘ASİMİLASYONCULUK’ MİLLİYETÇİ UMACISI Geçen sayımızda bir okurumuzun, 129'uncu sayıda yayınlanan "Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..." başlıklı yazıya "Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır" başlıklı eleştirel yazısını yayınlamıştık. Okurumuzun yazısının eki olan Lenin'in bu makalesini yer darlığı nedeniyle yayınlayamamıştık. Bu sayımızda yayınlıyoruz. Tartışmanın derinleştirilmesine katkı sunması dileğiyle...
A
similasyonculuk1, yani ulusal özelliklerin yitirilmesi, başka bir ulusun içine geçiş sorunu, Bundçuların ve yandaşlarının milliyetçi yalpalamalarının sonuçlarını açıkça gösterme olanağı sunuyor. Bundçuların alışılmış argümanlarını, daha doğrusu pratiklerini sadakatle ileten ve yineleyen Bay Libman, verili bir devletin tüm milliyetlerinden işçilerinin yekpare işçi örgütlerinde birlik ve beraberliği talebini (bkz. yukarıda ‘Severnaya Pravda’dan makalenin sonu) ‘eski asimilasyoncu lafazanlık’ diye adlandırılmıştır. ‘Buna göre’, diyor Bay F. Libman ‘Severnaya Pravda’daki makalenin sonuyla ilgili olarak, ‘bir işçi hangi milliyete mensup olduğu sorusuna şu yanıtı verecektir: Ben sosyaldemokratım.’ Bundçumuz bunu nüktedanlığın doruğu sayıyor. Gerçekte ise, tutarlıdemokratik ve Marksist şiara karşı yönelen bu tür esprilerle ve ‘asimilasyonculuk’ yaygarasıyla kendini kesin olarak teşhir ediyor. Gelişen kapitalizm ulusal sorunda iki tarihsel eğilim tanır. Birinci eğilim: ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, her türlü ulusal baskıya karşı mücadele, ulusal devletlerin yaratılması. İkinci eğilim: Uluslar arasında çok çeşitli ilişkilerin gelişmesi ve yoğunlaşması, ulusal çitlerin yerle bir edilmesi, sermayenin bir bütün olarak ekonomik yaşamın, politikanın, bilimin vs. uluslararası birliğinin yaratılması. İki eğilim de kapitalizmin evrensel yasasıdır. Birincisi, gelişiminin başlangıç evresinde ağırlıklıdır, ikincisi sosyalist toplum biçimine dönüşümüne doğru yol alan, olgun kapitalizmi karakterize eder. Marksistlerin ulusal programı, her iki eğilimi de hesaba katar, çünkü birincisi, ulusların ve dillerin hak eşitliğini, bu konuyla ilgili herhangi bir ayrıcalığa izin verilemeyeceğini (ve daha aşağıda ele alınacak olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını) ve ikincisi, proletaryaya en kurnazca da olsa burjuva milliyetçilik bulaştırılmasına karşı enternasyonalizm ve uzlaşmaz mücadele ilkesini savunur. ‘Asimilasyonculuk’ üzerine vaveyla koparan Bundçumuzun meselesi aslında nedir? Uluslara karşı şiddet eylemlerinden, uluslardan birinin ayrıcalıklarından burada söz ede-
mezdi, çünkü ‘asimilasyonculuk’ ifadesi buraya hiç uymuyor; çünkü gerek tek tek, gerek resmi, yekpare bir bütün olarak tüm Marksistler en küçük bir ulusal tecavüzü, baskıyı ve hak eşitsizliğini tüm kararlılıklarıyla ve tartışmasız mahkûm etmişlerdir; ve son olarak, Bundçunun saldırdığı ‘Severnaya Pravda’ makalesinde de, bu genel Marksist düşünce mutlak bir kesinlikle dile getirilmiştir. Hayır. Burada hiçbir kaçamak mümkün değildir. Bay Libman ‘asimilasyonculuğu’ mahkûm ederken, bundan anladığı şiddet eylemleri değildi, hak eşitsizliği değildi, ayrıcalıklar değildi. Peki, her türlü şiddet ve her türlü hak eşitsizliği çıkarıldıktan sonra asimilasyonculuk kavramından geriye gerçek bir şey kalıyor mu? Mutlaka. Geriye, kapitalizmin ulusal çitleri yıkma, ulusal farklılıkları silme, ulusları asimile etme tarihi eğilimi kalıyor, bu eğilim, geçen her on yılla birlikte daha güçlü ortaya çıkıyor ve kapitalizmi sosyalizme dönüştüren en büyük itici güçlerden birini temsil ediyor. Ulusların ve dillerin hak eşitliğini tanımayan ve savunmayan, her türlü ulusal baskıya ya da hak eşitsizliğine karşı mücadele etmeyen, Marksist değildir, demokrat bile değildir. Buna hiç kuşku yok. Fakat aynı şekilde, başka bir ulusun Marksistlerini ‘asimilasyonculuk’tan ötürü yerin dibine batıran böyle bir hakeza-Marksist’in gerçekte sadece milliyetçi bir küçük-burjuva olduğuna da hiç kuşku yoktur. Saygıya layık olmayan bu insan türüne tüm Bundçular ve (hemen göreceğimiz gibi) Bay L. Yurkeviç, Dontsov ve şürekâsı ayarında Ukraynalı ulusal sosyaller dahildir. Bu milliyetçi küçük-burjuvaların görüşlerinin tüm gerici karakterini somut olarak göstermek için, üçlü bir kanıt sunacağız. Rus ortodoks Marksistlerinin ‘asimilasyonculuğu’na karşı en çok genelde Rusya’daki Yahudi milliyetçileri ve onlar arasında da özelde Bundçular verip veriştiriyor. Fakat yukarıda sunulmuş olan verilerden görüldüğü gibi, dünyadaki 10,5 milyon Yahudiden yaklaşık yarısı uygar dünyada, en büyük ‘asimilasyonculuk’ koşulları altında yaşarken, sadece, şansız, gözü korkmuş ve
hiçbir hakka sahip olmayan, (Rus ve Polonyalı) Purişkeviçlerin kan kusturduğu Rusya ve Galiçya Yahudileri, en az ‘asimilasyonculuk’, ‘yerleşim bölgesi’, ‘numerus clausus’ ve diğer Purişkeviç kepazeliklerine kadar varan en büyük soyutlanma koşulları altında yaşıyor. Uygar dünyanın Yahudileri bir ulus değildir; en çok asimile olan onlardır, diyor K. Kautsky ve O. Bauer. Galiçya ve Rusya’daki Yahudiler ulus değildir; onlar burada ne yazık ki hâlâ (ve bu onların kendi suçu değil, Bay Purişkeviçlerin suçudur) bir kasttır. Yahudiliğin tarihini hiç kuşkusuz bilen ve yukarıda belirtilen olguları göz önünde bulunduran kişilerin yadsınamaz yargısı budur. Bu olgular neyi ifade ediyor? ‘Asimilasyonculuğa’ karşı sadece, tarihin tekerleğini geri döndürmek, Galiçya ve Rusya’daki koşullardan Paris ve New York’taki koşullara değil, tersine çevirmek isteyen gerici Yahudi küçük-burjuvalarının yaygara koparabileceğini ifade ediyor. Yahudiliğin en iyi adamları, dünyaya demokrasi ve sosyalizmin ilerici önderlerini vermiş olan dünya tarihinin ünlü adamları, asimilasyonculuğa karşı asla verip veriştirmemişlerdir. Asimilasyonculuğa karşı sadece Yahudi ‘kıçı’nı huşu içinde seyredenler verip veriştiriyor. Gelişmiş kapitalizmin modern koşulları altında ulusların asimilasyonu sürecinin genelde hangi boyutta gerçekleştiği konusunda, örneğin Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edenler üzerine veriler temelinde yaklaşık bir fikir edinilebilir. On yıl içinde (1891-1900) oraya Avrupa’dan 3,7 milyon kişi ve dokuz yıl içinde (1901-1909) 7,2 milyon kişi göç etmiştir. 1900 yılındaki nüfus sayımında Birleşik Devletler’de 10 milyon yabancı sayılmıştır. Bu nüfus sayımına göre 78.000’den fazla Avusturyalı, 136.000 İngiliz, 20.000 Fransız, 480.000 Alman, 37.000 Macar, 425.000 İrlandalı, 182.000 İtalyan, 70.000 Polonyalı, 166.000 Rusya göçmeni (çoğu Yahudi), 43.000 İsveçli vs.’nin bulunduğu New York eyaleti, ulusal farkları öğüten bir değirmene benzemektedir. Ve New York’ta büyük ölçekte, uluslararası ölçekte gerçekleşen şey, her büyük kentte ve her fabrika yerleşiminde de gerçekleşmektedir.
Milliyetçi önyargılara saplanıp kalmayanlar, kapitalizmin yol açtığı ulusların bu asimilasyonu sürecinde muazzam bir tarihsel ilerleme, özellikle Rusya gibi geri ülkelerde var olan tüm taşranın ulusal kemikleşmesinin yerle bir edildiğini görmeden edemezler. Rusya’y ı ve Büy ü k Rusla r ı n Ukraynalılarla ilişkisini alalım. Bırakalım Marksistleri, her demokrat bile, Ukraynalıların eşi görülmedik aşağılanışına karşı mücadele edecek ve onların tam hak eşitliğini talep edecektir. Fakat Ukrayna proletaryasının Büyük Rus proletaryası ile şimdi bir devlet çerçevesinde mevcut olan bağını ve ittifakını zayıflatmak, sosyalizme düpedüz ihanet ve Ukraynalıların burjuva ‘ulusal görevleri’ bakış açısından bile budalaca bir politika olurdu. Kendini hakeza Marksist olarak tanımlayan (zavallı Marx!) Bay Lev Yurkeviç, bu budala politikanın tipik bir örneğini sunuyor. 1906 yılında, diye yazıyor Bay Yurkeviç, Sokolovski (Basok) ve Lukaşeviç (Tuçapski), Ukrayna proletaryasının tamamen Ruslaşmıştır ve özel bir örgüte ihtiyacı yoktur diye iddia etmişlerdi. Sorunun özüne ilişkin tek bir olgu bile öne sürmeye çalışmadan, Bay Yurkeviç bu nedenle bu ikisine üzerine saldırıyor ve isteriyle, tamamen en ucuz, en aptalca ve en gerici milliyetçilik ruhuyla, bu ‘ulusal pasiflik’tir, ‘ulusal inkâr’dır, bu kişiler ‘Ukraynalı Marksistleri bölmüşler’dir (!!) vs. diye sızlanıyor. Bizde şimdi ‘işçiler arasında Ukrayna ulusal bilinci canlanmasına’ rağmen, işçilerin azınlığı ‘ulusal bilinçliyken’, çoğunluk, diye temin ediyor Bay Yurkeviç, ‘hâlâ Rus kültürünün etkisi altındadır.’ Görevimiz, diye haykırıyor milliyetçi küçük-burjuva, ‘kitlelerin peşinden gitmek değil, onlara önderlik etmek ve onlara ulusal görevleri kavratmaktır’ (‘Dzvin’, s. 89). Bay Yurkeviç’in tüm bu değerlendirmesi baştan sona burjuva milliyetçidir. Fakat, bazılarının Ukraynalılara tam hak eşitliği ve özerklik, diğerlerinin ise bağımsız bir Ukrayna devleti istediği burjuva milliyetçilerinin bakış açısından bile, bu değerlendirmenin eleştiriye gelir tarafı yoktur. Ukraynalıların özgürlük çabalarının karşıtları, büyük Rus ve Polonyalı çiftlik sahipleri sınıfıdır, sonra da bu iki ulusun burjuvazisidir. Bu sınıflara hangi sosyal güç karşı koyabilir? 20. yüzyılın ilk on yılı bu soruya fiili bir yanıt verdi: Bu güç ancak ve yalnız, demokratik köylülüğü de beraberinde sürükleyen işçi sınıfıdır. Zafer kazanması halinde ulusal tecavüzün olanaksız olacağı gerçekten demokratik gücü bölme ve böylece zayıflatma
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
18
çabasıyla Bay Yurkeviç, sadece genel olarak demokrasinin değil, aynı zamanda kendi ülkesinin, Ukrayna’nın çıkarlarına da ihanet ediyor. Büyük Rus ve Ukrayna proleterlerinin birlikte hareketiyle özgür bir Ukrayna mümkündür, böyle bir birlik olmadan bunun lafı bile edilemez. Ancak Marksistler burjuva-ulusal bakış açısıyla yetinmezler. Onlarca yıldır, Güneyde, yani Büyük Rusya’dan onbinlerce ve yüzbinlerce köylüyü ve işçiyi kapitalist tarım işletmelerine, maden ocaklarına ve kentlere çeken Ukrayna’da daha hızlı bir ekonomik kalkınma süreci açıkça gerçekleşiyor. Bu sınırlar içinde Büyük Rus ve Ukrayna proletaryasının ‘asimilasyonu’ olgusuna hiçbir kuşku yoktur. Ve bu olgu kuşkusuz ilerici bir olgudur. Kapitalizm ahmak, kemikleşmiş, yerleşik ve ayı gibi kaba Büyük Rus ve Ukrayna köylüsünün yerine, yaşam koşulları, gerek Büyük Rus gerek Ukrayna’nın özgül ulusal darlığını dinamitleyen hareketli proleteri koyuyor. Varsayalım ki, zamanla Büyük Rusya ile Ukrayna arasında bir devlet sınırı oluşacak –bu durumda da Büyük Rus ve Ukraynalı işçilerin ‘asimilasyonu’nun tarihsel ilericiliğine, aynen Amerika’da ulusların öğütülmesinin ilericiliği gibi kuşku olmayacaktır. Ukrayna ve Büyük Rusya ne kadar özgür olursa, kapitalizmin gelişmesi de o kadar kapsamlı ve hızlı olacak ve devletin tüm bölgelerinden ve tüm komşu devletlerden (Rusya Ukrayna’nın komşu devleti olursa) tüm ulusların işçi kitlelerini daha güçlü ölçüde kentlere, maden ocaklarına ve fabrikalara çekecektir. Bay Lev Yurkeviç, Ukrayna ulusal meselesinin geçici bir başarısı uğruna, iki ulusun proletaryasının karşılıklı ilişkilerinin, kaynaşmasının, asimilasyonunun çıkarlarını yabana attığında, gerçek bir burjuva gibi, üstelik de basiretsiz, kuş beyinli ve ahmak bir burjuva gibi, yani bir darkafalı gibi davranıyor. Önce ulusal mesele, ancak ondan sonra proletaryanın meselesi, diyor burjuva milliyetçileri ve onların maiyetinde Bay Yurkeviç, Dontsov ve benzeri zavallı Marksistler. Her şeyden önce proletaryanın meselesi, diyoruz biz, çünkü o sadece emeğin kalıcı, temel çıkarlarını ve insanlığın çıkarlarını değil, aynı zamanda demokrasinin çıkarlarını da teminat altına alır, demokrasi olmadan ise ne özerk ne de bağımsız bir Ukrayna düşünülemez. Son olarak, Bay Yurkeviç’in milliyetçi inciler açısından alışılmadık ölçüde zengin değerlendirmesinden şu inciye de değinmek gerekiyor. Ukraynalı işçilerin azınlığı ulusal bilinçliyken, diyor Bay Yurkeviç, ‘çoğunluk hâlâ Rus kültürünün etkisi altındadır’. Proletarya sözkonusu olduğunda, bir bütün olarak Ukrayna kültürüyle, yine bir bütün olarak Büyük Rus kültürünün karşı karşıya konması, burjuva milliyetçiliği yararına
proletaryanın çıkarlarına en utanmazca ihanettir. Her modern ulus içinde iki ulus vardır, diyoruz biz tüm ulusal sosyallere. Her ulusal kültür içinde iki ulusal kültür vardır. Purişkeviç, Guçkov ve Struve’lerin bir Büyük Rus kültürü vardır, ama Çernişevski ve Plehanov’un adıyla karakterize olan bir Büyük Rus kültürü de vardır. Aynen Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Yahudilerde vs. olduğu gibi Ukraynalılarda da iki tür kültür vardır. Ukraynalı işçilerin çoğunluğu Büyük Rus kültürünün etkisi altındaysa, burada Büyük Rus papaz ve burjuva kültürünün düşüncelerinin yanı sıra, Büyük Rus demokrasisinin ve sosyal-demokrasisinin düşüncelerinin de etkili olduğunu kesinlikle biliyoruz. Birinci türden ‘kültür’e karşı mücadelesinde Ukraynalı bir Marksist, ikinci tür kültürü her zaman hariç tutacak ve işçilerine şöyle diyecektir: ‘Sınıf bilinçli Büyük Rus işçilerle, onların edebiyatıyla, fikirler manzumesiyle her ilişki olanağına mutlaka var güçle sarılın, ondan yararlanın, onu sağlamlaştırın –hem Ukrayna hem de Büyük Rus işçi hareketinin temel çıkarları bunu talep ediyor.’ Ukraynalı bir Marksist, Büyük Rus zalimlere duyduğu kesinlikle haklı ve doğal nefretin, onu, sadece yabancılaşma duygusunu da olsa, bu nefretin çok küçük bir bölümünü, proleter kültüre, Büyük Rus işçilerin proleter davasına yansıtacak kadar sürüklemesine izin verecek olursa, böylece bu Marksist burjuva milliyetçiliğinin batağına batacaktır. Aynı şekilde bir Büyük Rus Marksisti, sadece bir an da olsa Ukraynalıların tam hak eşitliği talebini veya onların bağımsız bir devlet kurma hakkını unutacak olursa, sadece burjuva milliyetçiliğinin değil, kara-Yüzler milliyetçiliğinin de batağına batacaktır. Büyük Rus ve Ukraynalı işçiler ortaklaşa ve –bir devlet içinde yaşadıkları sürece– en sıkı örgütsel birlik ve kaynaşma içinde proleter hareketin genel ya da enternasyonal kültürünü savunmak ve propagandalarının dili ve bu propagandanın saf yöresel ve saf ulusal özellikleri sorunu konusunda mutlak hoşgörüyle davranmak zorundadırlar. Bu Marksizmin mutlak bir talebidir. Bir ulusun işçilerinin diğerinden ayrılmasına yönelik her propaganda, Marksist ‘asimilasyonculuğa’ her saldırı, bütün olarak bir ulusal kültürün, proletaryayı ilgilendiren sorunlarda güya bir bütün oluşturan başka bir kültürle karşı karşıya konması vs., buna karşı amansız bir mücadele yürütülmesi gereken burjuva milliyetçiliğidir. √ 1 Ha r f iye n : b e n z e ş l e ş t ir m e , özümleme.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sayfa, 143150, “Ulusal Soruna İlişkin Eleştirel Notlar” yazısından, İnter Yayınları)
Türkiye Kyoto Protokolü’ne resmen katıldı Bu nedenle yapılması gerekli olan, küresel ısınmanın temel nedeni olan sera gazlarını belirli yüzdelerle azaltma mücadelesi değil, bir bütün olarak sera gazlarını sıfırlama mücadelesi olmalıdır. Fosil yakıtların kullanımına enerji üretiminde son verilmelidir.
B
akanlar Kurulu 2 Haziran 2007’de Kyoto Protokolü’nü imzalama kararı almıştı. Bu kararın resmiyet kazanması için Meclis tarafından da onaylanması gerekiyordu. Türkiye’nin, Kyoto Protokolü’ne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı, TBMM Genel Kurulu’nda Şubat ayı başında kabul edilerek yasalaştı.
Kyoto Protokolü nedir?
Kyoto Protokolü, küresel iklim değişikliğiyle mücadele etmek için, Bi rleşmiş Mi l let ler' i n 1997 ' de Japonya'nın Kyoto şehrinde düzenlediği çevre toplantısında katılımcı hükümetler tarafından kabul edilen bir anlaşmadır. Protokole göre gelişmiş ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008 - 2012 yılları arasında, 1990 seviyesine göre yüzde 5.2 düşürmelerini öngörüyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 2001'den itibaren 84 ülke anlaşmayı imzaladı, 34 ülke onayladı. En son Rusya'nın 18 Kasım 2004'te Protokole katılmasıyla 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde protokol yürürlüğe girdi. Bugün Protokolü imzalayan ülkelerin sayısı
179’dur. Ancak Protokolün bağlayıcılığı olmadığı için, bu anlaşma sonrasında dünyada gaz salınımlarında bir düşüş gözlenmedi. Dünya'da tek başına sera gazı salınımının yüzde 25'inden sorumlu olan Amerika, hala Kyoto Protokolü'nü imzalamış değil.
Kyoto nelerin değişmesini öngörüyor?
Kyoto Sözleşmesi şunların yapılmasını öngörüyor: -Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azaltmaya yönelik mevzuat yeniden düzenlenecek. -Daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerini endüstriye yerleştirme, ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik, temel ilke olacak. -Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif enerji kaynaklarına yönelinecek. -Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5'e çekilecek.
yeni dünya gençliği -Fosil yakıtlar yerine örneğin, bio dizel yakıt kullanılacak. -Çimento, demir çelik ve kireç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlenecek. -Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokacak. -Güneş enerjisinin önü açılacak. Nükleer enerjide karbon oranı sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak. -Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak. -Sanayi tesileri havaya daha az karbondioksit salmaları için altyapı sistemlerini yenileyecek. -Ulaşımda motorlu araçlar yerine raylı sistem ile, biyodizel ve elektrikli araçların oranı artırılacak -Çöp ve atık depolamada modern tesisler kurulacak. (7 Şubat, Milliyet) Kyoto Protokolü’ne katılma kararı alan Türkiye’nin, bütün bu değişiklikleri gerçekleştirmesi için tahminen 20 milyar doları gözden çıkarması gerekiyor. Türkiye Protokol’e katılımı ile, 2012 yılı sonuna kadar sera gazı azaltımı yükümlülüğü altına girmiyor. Yukarıda sıralanan bütün bu değişiklikleri bugünden yarına Türkiye’nin yapması zaten mümkün değil. Ekonomik olarak emperyalizme bağımlı, IMF kredilerine muhtaç Türkiye’nin bütün bu değişiklikleri yapması mümkün görünmüyor. Kağıt üzerinde protokol bu değişiklikleri öngörse de, baglayıcılığı ve yaptırım gücü olmadığı için, değişiklikler yerine getirilmese de olur! Protokol bağlayıcı ve yaptırım gücüne sahip olsaydı, zaten Türkiye tarafından imzalanmazdı! Türkiye 1990-2004 yılları arasında sera gazlarını 170 milyon tondan 357 milyon tona çıkarmış, yüzde 110 artışla rekor kırmıştır. Bu rakamlarla yüzde 1,3’lük paya sahip olan ve dünyanın en fazla sera gazı üreten 13. ülkesi olan Türkiye’nin asıl derdi başkadır.
Türkiye’nin yükümlülüğü olacak mı? Uluslararası alanda 2012’den sonra Kyoto Protokolü yerine geçecek, yeni bir protokol oluşturma çalışmaları, pazarlıkları, çevre zirveleri devam ediyor. 2009 yılının Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak BM’ler 15. Çevre Zirvesi’nde yeni bir protokole son şeklinin verilmesi planlanıyor. Türkiye’de esas olarak, yeni protokolü oluşturma çalışmalarına katılma, çekincelerini ifade etme, sürece dahil olmak için Kyoto Protokolü’ne katılmıştır. Bugün Kyoto Protokolü’ne katılma kararı alan Türkiye, esas olarak herhangi bir yükümlülük altına girmemektedir. Nitekim Çevre ve Orman Bakanlığı 6 Şubat’ta yaptığı açıklamada; “Kyoto Protokolü’nün imzalanmasının 2012 yılı sonuna kadar Türkiye’ye herhangi bir sera
gazı azaltım yükümlülüğü getirmediğini ” açı k lamıştır. Meclis Çevre Komisyonu Başkanı Haluk Özdalga’da, “2012’ye kadar Kyoto Protokolü’nün Türkiye’ye maliyetinin sıfır olduğunu, 2013’ten itibaren ise yeni bir sözleşmenin gündeme geleceğini, bunun getireceği maliyetin de belli olmadığını” açıklıyor. (7 Şubat, Milliyet) Konu ile ilgili iki yetkili ağzın yaptığı açıklamalar, yaptığımız tespiti doğrulamaktadır. Kyoto Protokolü’ne katılan Türkiye herhangi bir yükümlülük altına girmiyor. Türkiye, Kyoto Protokolü yerine geçecek, yeni bir protokol oluşturma sürecine katılmak için Kyoto Protokolü’ne katılmıştır.
Çözüm protokollerde değil! Sera gazlarını belirli yüzdelerle azaltma, sınırsız salınıma göre olumlu olsa da, son tahlilde çözüm değildir. Yerküredeki yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji ihtiyacını karşılama potansiyelinin olduğu yerde, insanlık fosil yakıtlara muhtaç değildir. Bu nedenle yapılması gerekli olan, küresel ısınmanın temel nedeni olan sera gazlarını belirli yüzdelerle azaltma mücadelesi değil, bir bütün olarak sera gazlarını sıfırlama mücadelesi olmalıdır. Fosil yakıtların kullanımına enerji üretiminde son verilmelidir. Çevrenin en büyük kirleticileri olan emperyalistler, düzen sınırları içinde sistemi sorgulamadan çevre mücadelesi yürüten yeşilci çevrecilerden bu mücadele beklenemez. Bu mücadeleyi yürütecek olan, çevre mücadelesini sınıf mücadelesinin önemli bir parçası olarak gören sınıf bilinçli işçi hareketidir. İnsanlık küresel ısınmanın nedeni olan fosil yakıtların kullanımına muhtaç değildir. Yenilenebilir, alternatif doğal enerji kaynakları (güneş, rüzgar, jeotermal, bio, su, hidrojen vb.) enerji ihtiyacını karşılamak için kat be kat yeterlidir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji üretiminde yeterince kullanılmaması, bu kaynakların enerji üretiminde kullanımının teknik olarak mümkün olmadığı için değil, kapitalistler için karlı olmadığı içindir. Doğal kaynakları, kendinden önce hiçbir üretim biçiminde olmayan bir vahşilikle tüketen kapitalizm insanlığın geleceğini tehdit eder hale gelmiştir. Ya emperyalist kar hırsı ile doğanın mahvedilmesi, doğal kaynakların hoyratça kullanılması, ya da emperyalist sömürü sisteminin proleter dünya devrimi ile yıkılması, doğa yasalarının bilincinde olarak, onlarla uyum içinde bir ekonominin kurulması. Ya barbarlık, ya sosyalizm! Çevre alanında da seçenekler bunlardır. 10 Şubat 2009 √
“Hamdi Bey'in teklifine
VAR MISIN? YOK MUSUN?”
E
vet sevgili dostlar ve sevgili çağrı okurları.Bundan iki sayı önce Türk Metal Sendikasının Çifte Bayram Müjdesinin Nasıl Hainlikle sonuçlandığını açıklamıştık. Şimdi ise Bursa’daki fabrikalarda Sermaye Kanalı Show TV’de yayınlanan Var Mısın? Yok Musun? Programında sorulan “ Hamdi Bey’in teklifine Var mısın? Yok musun?” sorusu soruluyor işçiler arasında. Bundan 1 - 1,5 ay önce fabrikalar yeni yıl sürprizi yapıp toplu çıkışlara karar almış ve işçi arkadaşlarımızı kapı önüne koymuşlardı. Çıkışların ardından işçi arkadaşlarımıza “ihbar tazminatı ve kıdem tazminatını alıp çıkmak isteyen çıkabilir” demişlerdi. Kabul edip işten ayrılmayı kabul eden işçi sayısı az olunca işveren başka yöntemler üretmenin çarelerini aradı.
“Yok mu arttıran?” İşte arkadaşlarımızı bu şekilde işsiz bırakan sermayelerden Renault Devlet ile Teşvik anlaşması yaptı. İşçilere haftada 4 gün garanti çalışma var.Diğer günler devlet tarafından karşılanacak. Devletin bu teşviği tabi işçilerin işten çıkarılmaması üzerine yapılan bir anlaşmadır.Tofaş’ ta ise vardiyalar ikiye düştü .Yine çalışma 4 garanti gün fakat burada çalışma saatleri arttırıldı.Son günlerde Koç ve Sabancı’nın da devlet ile anlaşma yapmak üzere Başbakan Erdoğan’ı ziyaret ettikleri gözden kaçmamalı. Evet şimdi gelelim büyük teklifin yapıldığı Bosch Grubu sermaye temsilcilerinin yaptığı teklife. ihbar tazminatı + kıdem tazminatı + 6 aylık brüt maaş. “Hamdi Bey’in teklifine Var mısın? Yok musun?” “Gel vatandaş gel .” Nasıl iyimi. Bosch Grubu ise Almanya’daki yönetim kurulunun devlet teşvikinden yararlanmak istediğini fakat Türk Metal Sendikası temsilcilerinin devlet teşvikini kabul etmediğini söylüyor bir işçi arkadaşımız. Sebep ise devlet teşvikinin işçi arkadaşlarımızın yararına olmayacağını savunmaktadır bu üçkağıtçılar. Peki “Bu zaman kadar nerdeydiniz.” diye soruyoruz bu üçkağıtçılara. Siz ne zaman işçilerin hakkını savundunuz ki şimdi yırtık dondan çıkar gibi ortaya atlıyorsunuz? Evet büyük teklife aldanıp kabul eden işçiler var. 140- 150 işçi bu teşvik için idari personele başvuruda bulundu.Başvuranların yarısı emekliliği gelmiş geçmiş ve askerliğini yapmamış olan bazı işçiler.Diğerleri ise borcu harcı olan, elinde kendine ait müstakili olan ve köyüne dön-
mek isteyenler. Fakat personel toplam sayının 250 kişi olması gerektiğini söylemişti. Personel bu andan itibaren farklı yollar deneyip bu sayıyı tamamlayacaktır. Askerliğini yapmamış olan diğer işçilere, eşi ile birlikte çalışan çiftlerden birine ve emekliliğine 1-2 sene kalanlara aynı teklifi tekrar sunmuşlardır. Kabul etmeyenlere de Mart ayında yapılacak olan çıkışta böyle bir teklifin kendilerine sunulmayacağını söyleyerek işçi arkadaşlarımızı bir bakıma tehdit etmişlerdir. Sermaye burda da elinden geleni yapmış istediği sayıya ulaşmıştır. Tam 255 işçi arkadaşımız işinden olmuştur. Yılbaşından 10 gün sonra çıkartılan işçi arkadaşlarımızdan bazıları ise kendilerine böyle bir teklif yapılmadığını ve bu meblağı kendilerininde hakettiklerini söyleyerek işveren ve temsilcisi personel yetkililerini mahkemeye vermişlerdir. Bu teklifi kabul edip işini bırakanlara ve tehdit yolu ile işinden çıkarılanlara söylüyoruz:
“Ya sonrası.” Bu küresel mali krizin ekonomistler tarafından 7 sene kadar süreceği söylenmektedir. Daha biz krizin 6. ayındayız ve işverenin bu oyunlarını kabulleniyoruz. “Ya işverenin elinde mezara kadar ölmeye razı olacaksın ya da işsiz kalıp açlıktan öleceksin.” Bu değil mi sistemin parolası. Ya verem ya kanser tercihini yap. Altını çizmek gerekir.İşverenin bu teklif leri sonrası işçiler işsizlik sigortası kapsamı dışında kalıyorlar. Çünkü istekli olarak işten ayrılıyorlar. Ve yine altını çizmek gerekir işverenlerin devlet ile yapmış olduğu teşvik anlaşmaları, anlaşma yapılmış olan fabrikalarda çalışan arkadaşlarımız tarafından anlaşmanın süreli olduğu (bazı işyerlerinde 3, bazılarında ise 4-5 aylık bir anlaşma yapılmış.Anlaşma bittikten sonra ne olacak.) söylenmektedir. Önümüzdeki dönemde yapılacak olan Mart yerel seçimlerini hesaba katacak olursak bu oyundaki en büyük rolün devlette yani iktidar partisi AKP' de olduğu açık ve anlaşılırdır. Sermayenin bu acayip tuzaklarına düşmemek, Mezarda emekli olmamak, Hamdi Beyleri konuşturmamak için... BOLŞEVİK SAFLARI SIKILAŞTIRIN. Bursa’dan Genç Bir YDİ Çağrı Okuru 18 Şubat 2009 √
19
YAŞASIN 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ!
05.03.2009 15:46:20
Ç 131 kapaks.indd 2