Çağrı - 134

Page 1

Vatan Haini “Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Nazım Hikmet (28.7.962)


AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SAY

Haziran 2009/06 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X134

E I l H JM AR

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden...

İçindekiler

Değerli Okuyucu, yeni sayımızla -Haziran sayımızlatekrar beraberiz. Haziran ayında işçi sınıfı açısından akla gelen iki önemli olay vardır: 1963 yılının Haziran ayında Türkiye ve dünya işçi sınıfının en büyük şairlerinden birisi, NAZIM HİKMET, yaşama gözlerini yumdu. Geride bıraktığı eseri ise birkaç nesil güncelliğini koruyacak, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin yeni dünya mücadelelerinde yaşayacak ve onlara ışık tutacaktır. İkinci büyük olay ise, 15-16 Haziran 1970'de gerçekleşen, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde her zaman özel yerini koruyacak olan Büyük İşçi Direnişidir. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişini bu sayımızın kapağına, Nazım Hikmet'i ise arka kapağa koyduk. Bu sayımızda gündemi oluşturan

konulardaki haber ve yorumlarımızı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Gündem bölümünde son dönemin önemli gelişmelerini irdeledik. Güncel sayfalarımızda özellikle devrimcilerin anmasına ilişkin yazılara yer verdik. Yeni İşçi Dünyası sayfalarımızda krizin kimi sonuçlarına ilişkin ve sınıfın mücadelelerine ilişkin yazıları okuyabilirsiniz. Halkların Kardeşliği sayfalarında özellikle son dönemde bizzat hükümet ve Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye'nin en önemli sorunu olduğu ifade edilen Kürt Sorunu'na ilişkin yazıları ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Panorama sayfalarında Nepal ve Sri Lanka'daki son gelişmeleri mercek altına aldık. Ayrıca son günlerde gündemi belirleyen Türkiye- Ermenistan arasındaki ilişkilerin perde arkasını sizin için inceledik. Yeni Kadın Dünyası, Yeni Dünya Gençliği ve Okur Mektubu sayfalarındaki yazıları da ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Değerli Okurlar, birkaç sayıdan beri H. Yeşil'in kaleminden çıkan yeni kitabı "Nereden Nereye Türkiye, Türkiye'nin Sosyo-Ekonomik Yapı Araştırması" proletaryanın bilimsel dünya görüşü temelinde yapılan titiz çalışmanın tanıtımını yapıyoruz. Bütün okurlarımızı bu kitabı incelemeye ve ondaki bilgileri işçi sınıfının pratik mücadelesiyle birleştirmeye çağırıyoruz. Yeni sayımızda tekrar görüşmek üzere... 6.6.2009, Yeni Dünya İçin Çağrı❧

Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı - kitapçılarda -

GÜNDEM “Faşizm var” Günaydın! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Anayasa değişikliği rafa kaldırıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yargının fotoğrafı, hali pür meali. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Genel Kurmay’dan yeni balans ayarları. . . . . . . . . . . . . . . . . . Basın özgürlüğü ve Türkiye. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ve Türkiye- Ermenistan . . . . . . . . .

3 4 4 5 7 7

GÜNCEL İbrahim’i andık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Orhan Yılmazkaya katledildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Kaypakkaya Adana’da anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 “Fırat suyu kan akıyor baksana". . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Esenyurt’ta Denizler anıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI 15-16 Haziran: Yeniden Mümkün…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Mayıs’ın ardından…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . IMF’in yeni öngörüsü gerçekleşecek mi?. . . . . . . . . . . . . . . Nasıl geçiniliyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2008 yılı işsizlik rakamları açıklandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . Okuyun sıkılmayacaksınız! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mersin Limanında işçiler kazandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kriz paneli üzerine notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Toros Gübre'de 6. Grev de Anlaşma ile Sonuçlandı . . . . . . . . . . Adana'da kriz ve işçi sınıfı paneli. . . . . . . . . . . . . . . . . . . Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı. . . . . . . . . . . . . . . . . Denizli’de 1 Mayıs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

EK:1 EK:2 EK:3 EK:4 EK:4 EK:5 EK:6 EK:7 EK:7 EK:7 EK:8 EK:8

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Kürt sorunu”nda güzel şeyler mi olacak? . . . . . . . . . . . . . . . . DTP’den en kitlesel . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . süreli açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Güney Kürdistan’a yönelik askeri operasyon . . . . . . . . . . . . . . “İyi şeyler olmuyor” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İsmi değiştirilen köy sayısı: 12 bin 211 . . . . . . . . . . . . . . . . . .

11 12 12 12 13 13

YENİ KADIN DÜNYASI Emine Arslan direnişe devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 PANORAMA İktidar mücadelesini kim kazanacak? - NEPAL - . . . . . . . . . . . . . 15 Katliamların hesabı bir gün mutlaka sorulacak! - SRİ LANKA -. . . . . . 16 Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde gelişmeler…. . . . . . . . . . . . . . 17 OKUR MEKTUBU Dokunulmayanlara bir örnek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ ÖSS Duvarını Yıkalım etkinliği yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 19

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 134 · Haziran 2009 • ISSN 1301-692X134 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.org www.ydicagri.org

2


gündem

“Faşizm var” Günaydın!

Kürt sorunu için tarihi fırsat açıklamaları yapılıyor, diğer taraftan yasalar çerçevesinde kurulan sendikalar basılıyor, operasyonlarla sorunun “çözülmesine” gayret ediliyor, savaş tırmandırılıyor. vb. vb. Son noktada insanlar trübin sloganlarına zorlanıyor: “Burası Türkiye! Buradan çıkış yok!” Oysa tarih çıkış yolunu berrak bir şekilde gösteriyor.

U

luslararası ekonomik kriz sürüyor ve sürdükçe işçileri, emekçileri vurmaya devam ediyor. Buna karşı alınan önlemler ise sadece patronlar tarafını sevindiriyor, işçi ve emekçiler lehine krizin etkilerini azaltmıyor. Örneğin otomotiv ve mobilya sektöründeki stokların eritilmesi için yapılan KDV indirimlerine rağmen satışlarda beklenen artış olmadı. Ama patronlar bu indirimleri fırsata çevirmek için, kar oranlarını arttırdılar. Yine bu dönemde işçilerin işten atılmasında veya büyük bir kısmının kazanılmış haklarına saldırılarda bir azalma olmadı. Hatta bazı şirketler işçi çıkararak, kalan işçilerin daha fazla çalıştırılması ile karlarına kar kattılar, kriz döneminde büyüdüler. Kısaca işçi sınıfı geçtiğimiz ayda da patronların yaratmış olduğu krizin faturasını ödemeye devam etti. Son olarak patronlar ve kendi üyelerinin bile taleplerine kulak tıkayan bazı sendikalar birleşerek işçi ve emekçilere “evine kapanma pazara çık” dediler. Aslında işten atılan, ücretleri düşürülen milyonlarca işçi ve emekçi ile dalga geçtiler. Eğer kendilerine güveniyorlarsa evlerinde karlarını hesaplayan patronlar ve onların işbirlikçisi olan sendika bürokratları pazara çıksınlar. Pazarda esnafın, işçinin, emekçinin, işsizin onlara diyeceklerini dinlesinler. Gerçi yüksek karlar elde eden patronlar ile bu

karlardan nemalanan işbirlikçi sendikacıların insanları pazara çıkmaya davet etmeleri de olağan. Çünkü onlar tüm insanların kendi gittikleri büyük alışveriş merkezlerine gittiklerini sanıyorlar. Durumları İngiltere kraliçesinden farksız. Kraliçe, halkın çok yoksul olduğunu, ekmek bulamadıklarını söyleyenlere cevabı tarihe geçer: “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”. Krize karşı hükümet cephesinde de durum farklı değil. Tuzları kuru olanlar ne anlasınlar yoksulun halinden. Şimdi yeni ekonomik paketler açıklama arifesindeler. Yıllarca devletin elini ekonomiden çekmesini, üretim ve ticaret yapmamasını savunanlar şimdi tersi bir durumdalar. Devletin her ekonomik müdahalesinde yaygara koparan patronlarda “her şeyi devletten beklemeye” başladılar. Patronlar adeta birbirleri ile yarışarak hükümetten yardım talep ediyorlar. Eee tabi ki “devletin malı deniz yemeyen keriz”.

Demokrasi, faşizm ve adaletsizlik… Geçtiğimiz günlerde Hükümetin AB’den sorumlu bakanı AB ile uyum sürecinde “vites büyüteceklerini” açıkladı. Cumhurbaşkanı Gül “Kürt sorunu Türkiye’nin birincil sorunudur” dedi. Öncesinde ise Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat

olduğu ve iyi şeyler olacağı açıklamaları yapıldı. Bir anda olumlu bir hava esti. Merakla neler olacağını beklemeye başlamışken KESK Genel Merkezi ile birlikte eş zamanlı olarak Van, İstanbul, Manisa ve İzmir’de KESK’e bağlı sendikalar polis tarafından basıldı. Çok sayıda sendikacı gözaltına alındı. Gerekçe ise KESK’in PKK ile bağlantılı olduğu iddiası. Yine İçişlerine bağlı olan polis DTP milletvekillerini ifade vermeye ve eğer gelmezlerse zorla götürüleceklerini açıkladı. Bunun üzerine yeni bir gerginlik dönemi yaşandı. Tüm milletvekilleri gibi dokunulmazlıkları olan ve bu nedenle de yargılanamayacak olan DTP milletvekilleri haklı olarak ifade vermeye gitmeyeceklerini açıkladılar. Meclis başkanı başta olmak üzere birçok milletvekili DTP’nin gerginliği arttırmaması gerektiğini, yani kısaca ifade vermeye gitmelerini istedi. Ama söz konusu Cumhurbaşkanı Gül olduğunda tersini savunmaya başladılar. Ama tüm bunlara rağmen geçtiğimiz aya damgasını vuran açıklama Başbakan Erdoğan’dan geldi: “Farklı etnik kimliklerin kovulması faşistlikti. Bu hatalara zaman içerisinde, zaman zaman biz de düştük”. Bir taraftan böyle bir açıklamaya kadar gelinmesi elbette sevindirici. Ama yıllarca bu ülkenin faşizmle yönetildiğini söyleyen, Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlere baskı uygulandığını, katledildiklerini, soykırıma uğradıklarını söyleyen devrimcilere, komünistlere kulaklarını tıkayanların, tersine bunları açıklayanları bölücülükle suçlayanların bu açıklamayı yapmaları şaşırtıcı. Oysa aynı Erdoğan zaman zaman “ya sev, ya terk et” söylemini de kullanıyordu. Şimdi ise bunu “zaman zaman bizde aynı hatalara düştük” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Biz yıllardır söylüyoruz, bu ülke faşizmle yönetildi, yönetiliyor. İktidar dalaşı çerçevesinde AKP Hükümeti ile bazı şeylerin değişmeye başlaması sorunun esasını değiştirmedi. Örneğin bir taraftan böyle açıklamalar yapılırken, diğer taraftan KESK’e olduğu gibi birçok kurum, Temel Demirer’e olduğu gibi bir çok insan faşizmin soğuk yüzü ile tekrar karşılaşıyor. İnsanlar “bölücülük” suçlaması ile yargılanıyor, hapse atılıyor. Başbakanın bu açıklaması üzerine ise CHP’liler ayağa kalktı. CHP’li Canan Arıtman TBMM’ye Başbakan Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle “Türkiye Cumhuriyeti Devleti faşist bir devlet midir? Hangi etnik kimlikten kaç kişi kovulmuştur?” sorusunu yöneltti.

Başbakanın daha önceleri de olduğu gibi açıklamasını ilerletmeyeceğini, çark edeceğini tahmin edebiliriz. Ancak biz bu konuda hem Erdoğan’a hem de CHP’lilere “Günaydın” dedikten sonra Arıtman’ın sorusuna olumlu cevap veriyoruz. Yaklaşık bir milyon Ermeni sürgün edilerek soykırıma uğramıştır. Yıllardır Kürt halkına baskı uygulanmış, insanlar katledilmiş, binlerce Kürt yerini, yurdunu terk etmeye zorlanmıştır. Zorunlu mübadele yasalarıyla, yaratılan provokasyonlarla, katliamlarla Rumlar, Süryaniler, dini farklılıkları nedeniyle Aleviler yok edilmeye çalışılmış, asimilasyona uğratılmış, kovulmuşlardır.

Buradan çıkış yolu… Zaman zaman söylenir “Burası Türkiye!”. Gerçekten de yaşanan gariplikleri açıklamak için bazen kelimeler yetersiz kalıyor ve “Burası Türkiye!” diyoruz. İç dinamikleri, karmaşıklıkları, çelişkileri kendine özgü bir yol izliyor. Bir taraftan demokratikleşiyoruz, bir taraftan son birkaç yıldır nispi olarak uzaklaşılan faşizme dönüyoruz. Bir taraftan 301. madde değiştiriliyor, diğer taraftan insanların yargılanmaları hız kesmiyor. Gül’ün dokunulmazlığı var yargılanamaz deniyor, diğer taraftan DTP’liler ifade vermeye zorlanıyor. Kürt sorunu için tarihi fırsat açıklamaları yapılıyor, diğer taraftan yasalar çerçevesinde kurulan sendikalar basılıyor, operasyonlarla sorunun “çözülmesine” gayret ediliyor, savaş tırmandırılıyor. vb. vb. Son noktada insanlar trübin sloganlarına zorlanıyor: “Burası Türkiye! Buradan çıkış yok!” Oysa tarih çıkış yolunu berrak bir şekilde gösteriyor. 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi bize çıkış yolunu gösteriyor. Sendikalar yasasında yapılacak bir değişiklik ile DİSK’in tasfiyesini amaçlayan hakim sınıflara, işçi sınıfı büyük bir cevap verdi. İstanbul ve İzmir’de 150 bin işçinin direnişini durdurmaya, fabrika bölgelerinden gelen işçilerin birleşmesini engellemeye çalışan asker ve polis barikatları dağıtıldı. Silahsız işçilere karşı silah kullanan güvenlik güçleri üç işçiyi katletti. Yine de eylemi durduramadılar. İşçi sınıfı bu mücadelesi ile yasanın değiştirilmesini engelledi. İşte bu ders bugünkü sorunların çözümünün biricik yolunu gösteriyor: İşçi sınıfının, egemenleri iktidardan alarak kendi iktidarını kurmasının yolunu. Halklar arasında gerçek barışın olacağı, ekonomik krizlerin, yoksulluğun, adaletsizliğin son bulacağı yeni bir dünya işçi sınıfının mücadelesi ile kazanılabilir. İşçi sınıfı önderliğindeki emekçilerden, ezilenlerden başka güçlerden medet ummak bizi başladığımız noktaya getirir. İşçi sınıfı önderliğinde devrim olmadan, buradan çıkış yok! 31.05.2009 √

3


gündem

Anayasa değişikliği rafa kaldırıldı

A

4

KP bilindiği gibi seçim kampanyası sırasında Anayasa değişikliği sorununu yeniden gündeme getireceğini ve Anayasa değişikliği için partiler arasında anlaşma sağlamaya çalışacağını açıklamıştı. Yine bilindiği gibi, AKP programında 1982 Anayasasında değişiklikler değil, yeni bir Anayasa öngörüyordu. Yeni Anayasa taslağı üzerine tartışmaların bir mutabakat sağlamaya izin vermediğinin görüldüğü noktada, AKP, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde kendisinden önceki hükümetler döneminde başlanmış olan mevcut Anayasa’da bazı maddelerin değiştirilmesi yönünde adımlar atmaya başladı ve AKP hükümeti döneminde bir dizi maddede CHP’nin de katılmasıyla bir dizi değişiklik yapıldı. Şimdi yerel seçimler sonrasında Anayasa değişikliği yine gündeme geldi. Başbakan Erdoğan'ın Meclis Başkanı Köksal Toptan ile görüşmesi tartışmaları alevlendirdi. Anayasa'nın tümden değiştirilmesi için tüm partilerin katılımıyla uzlaşma komisyonu kurulması gerekiyor. CHP bu komisyona üye vermediği için, yeni bir anayasa için kapılar şu anda kapalı. O yüzden şimdi, birkaç maddelik yeni bir paket gündeme geldi. Bu yeni “mini paket”te Avrupa Birliği'nin ev ödevi olarak dayattığı ombudsmanlık yani kamu denetçiliği kurumu, parti kapatmaların, sadece şiddete yönelen partiler için uygulanması, onun dışında parti yasağı olmaması, Anayasa Mahkemesi'nin yeniden yapılandırılması, Yüksek Askeri Şura'ya, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na ilişkin düzenlemeler öngörülüyor. Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine açılması öngörülüyor. Aslında CHP’nin (ve Anayasa

Mahkemesinin) on ay l a m a d ı ğ ı bir Anayasa değişikliğinin geçmesi mümkün değil. CHP’nin on ay l a m a d ı ğ ı bir A nayasa değişikliği, bu nd a n önc e Anayasa’nın 10. ve 42. maddesinde yapı la n değişiklikte yaşandığı gibi, Anayasa mahkemesi ne göt ü r ü lüp ipt a l ettirilme tehdidi altındadır. Anayasa mahkemesi söz konusu değişikliği iptal kararıyla aslında kendisinin Anayasa yapıcı kurum olduğunu göstermiştir. Bu yüzden CHP’nin Anayasa değişikliği önerileri konusunda tavrı belirleyicidir. CHP’nin andaki tavrı ise, AKP ile hiçbir Anayasa değişikliği yapmamak tavrıdır. Bu bağlamda Oktay Ekşi’nin 8 Mayıs’ta Hürriyet’teki köşesinde yayınlanan yazısı, CHP zihniyetinin nasıl işlediğini göstermesi açısından ilginçtir. Şöyle diyor Oktay Ekşi: “ (…) Gerçi yeni projenin asıl karakteri henüz belli değil. Ama hiç değilse "Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısını 11'den 17 veya 21'e çıkartalım. Bu sayı 17 olursa 9'unu, eğer 21 olursa 12'sini TBMM seçsin. Hatta iktidar bütün üyeleri kendi adayları arasından seçmesin diyorsanız, aynen Radyo Televizyon Üst Kurulu Yönetimi'nde olduğu gibi burada da iktidara ve muhalefete kontenjan ayıralım" dediklerini biliyoruz. Bir de "siyasi partileri kapatm ay ı z orl a ş tır m a" niye tin d e n söz ediliyor ama onu -yer darlığı nedeniyle- erteleyelim. Elbet ihtiyaç varsa Anaya sa Mahkemesi'nin yapısı da ele alınabilir, işlevleri de konuşulabilir. Ama in saf edil sin , Anaya sa Mahkemesi'nin daha bundan 12 gün önce yapılan 47'nci kuruluş yıldönümü töreninde yanılmıyorsak en az bir saat konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın bir tek kelimeyle olsun değinmediği bir "üye yapısını değiştirme önerisi"nin mahkemenin ihtiyacından doğduğunu kim söyleyebilir? Buradaki ihtiyaç, AKP iktidarının karambole getirip Anayasa Mahkemesi'ni kendi yörüngesine sokma -ele geçirme demiyoruz- planından doğmaktadır. "Sen bu partiyi kapatmaya gücünün yettiğini mi sanıyorsun? Kimin gücü kime yetermiş görürsün" hesabı-

dır bu. Ve o kararda verilen bir "son damla" mesajı vardı ya... Hani "AKP aslında Anayasanın temel ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir. Bunun bir adım sonrası kapatılmaktır. Ama şimdilik para cezasıyla yetinmekteyiz" anlamındaki hüküm... AKP bu sonucu engellemek için Anayasa'ya uymayı değil, Anayasa'yı kendine uydurmayı tercih ediyor. Bardağı taşıracak o son damlayı tartışmaya gerek kalmadan, "kapatılma" ihtimalinin önünü kesmeye çalışıyor. Hele bir de " kapatılma yerine şunu şunu yapmaya mecbur edilme" veya "partiyi değil, ilgili kişiyi cezalandırma" gibi yaptırımlar getirilirse, artık AKP'ye karada ölüm yok diyebilirsiniz. O zaman liseler medrese olmuş ne yazar? Kamu çalışanları arasında türban egemen hale gelmiş, hiç sorun olmaz. Sonra sıra "erkek hastaya erkek,

kadın hastaya kadın doktor"a gelir, "kızlarla erkek öğrenciler ayrı sınıflarda ders görsün"le devam eder... Ve Türkiye, "menzil-i maksuda" yani istenen adrese tıpış tıpış yürür gider. "Abartıyorsun" diyenler çok değil 10 sene önceki Türkiye ile bugünkünü kıyaslasın yeter.” Yani kısacası: Anayasadaki Parti Kapatılması ile ilgili hükümler kalmalıdır. Bunlar kaldırılırsa şeriata gideceğizdir. Parti kapatılması ve diğer konulardaki Anayasa değişiklik önerilerinin arkasındaki niyet Türkiye’yi şeriata götürmektir! vs. B u k a f a d a o l a n l a r ı n 19 8 2 Anayasasını demokrasi savunma adına savunmalarından doğal bir şey olamaz. Bu yüzden de şimdi yürüyen Anayasa değişikliği tartışmaları şimdilik nafile tartışmalar olarak yürüyor. 9 Mayıs 2009 √

Yargının fotoğrafı, hali pür meali

T

ürkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) adına Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırmacı Süavi Aydın tarafından gerçekleştirilen ‘Algılar ve Zihniyet Yapıları’ adlı proje, iki kitap haline getirildi. Kitaplardan birinde farklı illerde yüz yüze görüşülen 70 vatandaşın, diğerindeyse 51 hâkim ve savcının görüşleri yer alıyor. Araştırmaya göre halk da yargı mensupları da yargıdan çok ümitli

değil. Bu bağlamda görüşülen kişilerin yargı hakkında kimi düşünceleri şöyle : Vat a nd a ş ı n gözünden * Arabam soyuldu. Yüzde 100 ha k l ı oldu ğ u nu z konuda polisler rapor tutuncaya kadar göbeğimiz çatladı. Yok sigara al, yok kola al, yok bilmem ne! Nerede ka ldı ha k, ada let , hukuk.. Yanlış mıyım? (Bursa) * Yargı devletin kendisi... (Kars) * Allah kimseyi mahkemeye salmasın (düşürmesin). (Karslı bir kadın) * Ağ ı r cez a ma h kemesi deyince suratsız hâkim ve savcılar hatırlıyorum. * Düşünce suçundan yargılandığınızda daha tedirgin oluyorsunuz. ... Adi suçlarda insanlar kendini biraz daha rahat hissediyor. (Diyarbakır) * Adliyeye girdiğin zaman ilk başta korku hissediyorsun. Güvende hissetmiyorum. (Denizli) * Yıllardır bizde mahkeme fobisi var. Çünkü işkenceler baskılar vs. çok olmuş. (Diyarbakır)


gündem

Arabam soyuldu. Yüzde 100 haklı olduğunuz konuda polisler rapor tutuncaya kadar göbeğimiz çatladı. Yok sigara al, yok kola al, yok bilmem ne! Nerede kaldı hak, adalet, hukuk.. Yanlış mıyım? (Bursa) * Adalet demek bir görgü demektir, iyi insanlara, iyi adamlara adalet denir. (Erzurum) * (İdeal hâkim) Sosyal yaşantıya sahip olabilmeli. Günde iki farklı gazete okumalı. Kahveye, diskoya gitmeli. Plaja inmeli. Her yerin nabzını tutup aksaklığı da kafasında bir sentez etme yetisine sahip olmalı. Onun için iyi bir akla sahip olması gerek. (Samsun) * Mahkemelerden biraz adaletli olmasını beklerim yani. (Kars) * Siz ifade veriyorsunuz, hırsızı salıyorlar. ‘Yine çağırabiliriz sizi’ diyorlar. Hiç olmadık bir zamanda çağırıyorlar, o zaman işinizi gücünü bırakmak zorunda kalıyorsunuz. (Bursa) * Hâkimin verdiği karara herkes saygı duymalı. Ama valla yüzde 60’ı adil karar verse, yüzde 40’ının verdiğini sanmıyorum. * Ben bir olay yaşadım, savcının bana direkt dediği laf şu: Para mafyada, mafya da iş yaparsa olacağı bu. Yani boşuna gelme diyor. * Mafya babaları takım elbiseyle mahkemeye çıkınca, iyi halden cezaları epey indirilebiliyor. Siyasi tutuklulara bu tür ayrıcalıklar tanınmıyor. Bu etkisi var ama bence yanlıştır. (Diyarbakır) Hâkim ve savcı gözünden * Gerçekten yargı bağımsız değil bana göre. Ya Türkiye bir kere hukuk devleti değil ki yargı bağımsız olsun. * ... Ferhat Sarıkaya (Şemdinli iddianamesini yazan) arkadaşımız! Meslekten ihraç edilmesi, çok yanlış... * Yargı etki altına alınmak isteniyor, yargıya baskı var bugün diyebilirsiniz, baskı altına alınmak isteniyor... * Vallahi biz hâlâ bir adım ileri gidiyoruz, iki adım geri gidiyoruz... Dur deyip durmayana ateş edilmez, önce başka tedbirleri almak lazım. Kolluk güçleri yerini bilecek, yani hâkim yerine, savcı yerine geçmeyecek; ona izin vermemek lazım. Araştırmanın daha önce basına yansıyan yargıdaki devletçi ve ulusalcı zihniyeti ortaya koyan sonuçlarının da ayrıntıları kitapta dikkat çekiyor. Yargıç ve savcıların Avrupa Birliği uyum süreci, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa’nın uluslararası antlaşmaları mevcut yasaların üstünde gören 90. maddesinin uygulanması ilgili söyledikleri. Araştırmada insan haklarının önemini vurgulayan yargıç ve savcıların

bile bu konulara milliyetçi, izolasyonist ve hatta ırkçı kalıplarla baktıkları tespiti yapılıyor. Özellikle AB uyum sürecinde 90. maddede yapılan değişiklikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mahkemelerde hâkimler tarafından dikkate alınıp alınmadığı konusunda verilen cevaplar dikkat çekici. Adları verilmeyen bazı üst düzey hâkimlerin verdiği cevaplardan kimi örnekler: - “Bence yanlış. Niye yanlış? Türkiye Cumhuriyeti bu yetkiyi tanımakla Meclis’in egemenliğini hiçe saymıştır bence. O zaman nerede kaldı egemenlik.” - “Uluslararası antlaşmalarda ilk aklıma AB ile yaptığımız o absürd anlaşmalar geliyor. Tabii ki ben dünyada insanların eşit olmasından yanayım. Ama ben Türkiye Cumhuriyeti savcısıyım benim iç hukuk kurallarım vardır.” - “Önce onuru gelir, ülkemin onuru, bağımsızlığı, saygınlığı, yani onurlu bir ulusun mensubu olmayalım. Ben biraz dışarıya kapalıyım herhalde. Ben bir ay maaş almam. Bir ay maaşımı ülkeme bağışlarım. Bağımlı yaşatmasın beni.” - (AİHM kararıyla yargılanmanın yenilenmesi için) “Çok çirkin buluyorum, yani Türkiye’de bir hukuk sistemi vardır. O kişi yargılanıyor, Yargıtay’a gidiyor, kesinleşiyor, gidiyor başka bir ülkeye ben beğenmedim diyor. Bir ülkeyi ülke yapan bağımsız yargısı.” TESEV araştırması aslında malumu bir kez daha ilan ediyor. TESEV söylemiyor ama biz sonucu söyleyelim: Türkiye Hukuk değil, Guguk devletidir. Bu arada fakat bir şeyin de bilince çıkartılması lazım: Bir ülke ancak vatandaşları haklarının ne olduğunu bildiğinde ve bu haklara sonuna kadar sahip çıktığında, hakkı için sonuna kadar mücadele ettiğinde hukuk devleti olur. Bu bağlamda, araştırma “vatandaş“ın aslında hukukun işleyişinden memnun olmadığını gösteriyor. Hukuksuzluğun hüküm sürdüğünü biliyor vatandaş. Fakat bundan çıkardığı sonuç -genelde“Allah Mahkemeye düşürmesin“ sonucu. Bu yanlış. Türkiye’de bu genel yaklaşım değişmedikçe, insanlar hakkını aramayı en temel hak ve görevlerden biri olarak kavramadıkça ve buna uygun davranmadıkça, bu sistem böyle sürüp gidecektir. 14 Mayıs 2009 √

Genelkurmay’dan yeni balans ayarları

G

enel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ Harp Akademisinde yaptığı 200’e yakın medya temsilcisinin de çağrılı olarak katıldığı toplantıdan iki hafta sonra bu kez Genel Kurmay karargahında yalnızca çağrılı medya mensuplarının katıldığı bir “İletişim Toplantısı” gerçekleştirdi. Bu toplantıda Genel Kurmay başkanı, bir parti başkanı gibi güncel siyasi gelişmeler konusunda, bir savcı gibi yürüyen bir dava konusunda açıklamalarda bulundu, her kurumun görevleri hakkında ordunun görüşlerini anlattı. Yaptığı aslında kağıt üzerinde yapmaya hakkı olmadığı bir şeydi. Fakat burası Türkiye. Ve konuşan devletin gerçek başı ! İşte devletin gerçek başına bu toplantıda sorulan (bazılarını kendi kendine sorup/cevap veriyor!) bazı sorular ve cevapları : “Murat Çelik: Obama’nın ziyaretinde TBMM’de locadaki yerinizi almanız farklı yorumlara neden oldu. (…) Başbuğ: Biz TSK olarak ne TBMM’yi ne de Meclis’teki partileri protesto etme durumumuz olmaz. Ancak Meclis içinde yer alan bir grup siyasi parti olarak gözüküyor. Bu siyasi parti terör örgütü ile olan ilişkisini ve bakışını açıklığa kavuşturmadan onlarla aynı ortamda olmamız söz konusu değil. Ben bu sabah 9 şehit veren bir kurumun komutanıyım. Her şey ifade edilince olay daha karmaşık hale geliyor. Terör örgütü ile arasına mesafe koyamayan bir grupla aynı yerde bulunmamaya özen göstermemizi bütün Türk halkının anlayışla karşılayacağını düşünüyorum. İşte bu parti terör örgütü ile hala mesafe koyamıyor. Bu terör örgütü bu sabah 9 tane personelimizin canını aldı.” Görüldüğü gibi Başbuğ burada Meclise seçilip gelmiş DTP’yi açıkça hedef gösteriyor. DTP’ye yönelik saldırılar göz önüne alındığında, bu

saldırıların arkasında duran gerçek gücün adının konmasıdır bu. Burada Başbuğ’un bu sözlerinden şu anda kapatılma davasının beklediği Anayasa mahkemesinde görev çıkartacak yeter sayıda yargıç vardır. “Uğur Dündar: Savunma el bombalarından söz ettiniz. Poyrazköy'deki kazılarda bulunan el bombalarının kafile numaralarını taşıyan benzeri mühimmat Emniyet’e verilmiş olabilir mi?” Doğan Medya’dan Ergenekon sulandırıcılarının başında gelen Uğur Dündar, buradaki çanak soruyla silahları Emniyet’teki Fettullahcılar Atatürkçü güçleri en başta orduyu karalamak için koydu tezine destek arıyor. “Başbuğ: Daha ilk raporlar gelmedi. Size bir şey söylemeyeceğim. Bu konuyu inceleyip söyleyelim. Dolu bulunan lav var orda. O lavların bir tanesinde bir stok numarası olan SAT komandolarının envanterinde yok. MKE tarafından üretilen lav silahları sadece Türkiye içinde üretilmiyor. Yabancı ülkelere de satılıyor. Her lavın üzerine stok numarasını vurduğumuz zaman bu sorun ortadan kalkacak.” Başbuğ, el bombalarıyla ilgili somut soruya cevap vermeyip, LAW silahı tartışması içinde boğuyor sorunu. El bombalarının gösterdiği adres bellidir! “SORU: Eski Genelkurmay Başkanı Özkök tanıklık yaptı geçen hafta. Genel olarak yaklaşımınız nedir bu davaya? Sizin kanaatiniz nedir? Başbuğ: İsim zikrediyorsunuz. Bu yanlış. Dava ile ilgili özel isim olmadığı yönünde mahkemenin kararı var. Bu davanın özel isimle anılmayacağı yönünde mahkeme kararı var. Hukuk devletiyiz, saygı göstereceğiz. İşimize gelince evet, işimize gelmeyince hayır. TSK olarak demokratik rejime bağlıyız ve saygılıyız. Bunda da kimsenin en ufak tereddütte olmaması lazım. Gerçekten bugün her ülke için ana-

5


gündem

6

yasal düzen ve hukuk düzeni çok önemli. Biz yargıya ve hukuk sürecine dikkatle hareket etmeye azami ölçüde dikkat ediyoruz. Biz her zaman hukuka her zaman güvenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ben bu konuda devam etmekte olan yargı süreçleriyle ilgili bunları söyleyince benim bu konuda yorum yapmamı beklemezsiniz. Burada sizlerle paylaşacağım düşünceler TSK’yı kurum olarak ilgilendiren konular. Mahkeme kesin karar verinceye kadar herkes suçsuzdur. Bu uluslararası bir hukuk kuralıdır. Bu yürütülen soruşturma kapsamında masumiyet ilkesine uyuluyor mu? Ben soruyorum cevap da vermeyeceğim.” Başbuğ, görünürde gayet ilkeli tavırlarla, Ergenekon Terör Örgütü’nün isminin bile anılmasına karşı çıkıyor. Sonra “yürüyen yargı süreçleriyle ilgili konuşmayacağını” söylüyor. Ama aslında yürüyen davada “masumiyet ilkesi”nin çiğnenmiş olduğunu “söylemeden” söylüyor! Burada yapılan balans ayarının içeriği şu : Ergenekon davasında yargılananları katiyen teşhir etmeyin. Onları teşhir eden belgeleri yayınlamayın! Suç işlemiş olursunuz! Bunları söyleyen Başbuğ fakat “yürüyen dava”yı değerlendirmekten de vaz geçemiyor. Şöyle devam ediyor: “Medya bu konuda sağlıklı hareket etse, bu konuda sorun olmaz. Medya olarak lütfen siz de kendinizi sorgulayın. Soruşturmanın gizliliği ilkesi Türkiye’de gerçekten var mı yok mu? En önemli olan noktadan bir tanesi bu soruşturmaların veya yargılamaların yapılırken kurumların saygınlığına da zarar verilmemesi lazım. Mecbur kaldım örnek vereceğim. Poyrazköy’ de bulunan mühimmat ve silahlar bir TV’de kaç dakika gösterildi? 50 dakika. Sürekli gösterildi. Gösterilen bant herhalde 6-7 dakika. Haberi 10 sefer geçiyorsunuz. Orada bulunduğu için bir SAT ilişkisi kuruluyor, bir iki kişiyle bağlandırılıyor. Bu haberdir. Kamuoyuna verilmelidir. 50 dakika verilmesinin amacı nedir? 50 dakika bu kazıların gösterilmesi defalarca gerçekten bir habercilik midir? Yoksa acaba kamuoyuna korku ve karamsarlık vermek midir? Medyanın da haber verme ile verilen haberle karamsarlık yaratıyor muyuz? Bu sorgulanmalı. Bir itirafçı çıkıyor. Bir gazete bu itirafçının konuşmalarını 5 gün yayınlıyor. Bu bir haberdir. Bir yerde kurumsal bağ ilişkisi kurulmaya çalışıyor. Bu elbette bizi rahatsız ediyor. Haber elbette verilecektir. Ama elbette bu haberin süresi ve kamuoyu üzerinde yaratacağı etki de düşünülmeli. (Medya’da bir haberin kaç dakika verileceğine, kaç kere döndürüleceğine kararı bundan böyle Genel Kurmay versin bari! BN) Türkiye her sabah kalktığınızda acaba kimin ses bandıyla karşılaşacağınız bir ortama geldi. Bunlar legal yollarla mı oluyor? (Ergenekon dava dosyasında yer alan tüm konuşmalar mahkeme kararıyla dinleme sonucu ! Yani legal yolla ol-

muş ! Başbuğ bütün dinlemeleri bir kaba atıp, hepsini illegal ilan ederek Ergenekon’da delil olanları da sulandırıyor. BN) Hayır. Peki o ses kayıtları doğru mu? Değil. (Başbuğ kesin karara varmış ! Mahkemeye de direktifi veriyor. BN) İddianamelere bakıyoruz. İddianamede yer alan öyle konular var ki. İkinci iddianamede 1993’de Bingöl’de meydana gelen olayla ilgili bir gizli tanığın ifadesi var. Gizli tanık kimdir, ne kadar güvenilir? Buna ne kadar güvenilir? Olay var ama suçlanan kişilerle organik bağı yok. O zaman neden koydunuz? Ortada delil de yok. Madem bir şey koydunuz iddianameye ismi geçen kişi ve olaylarla bir ilişkisi olsun ki bir anlam ifade etsin. (Başbuğ askerliği bırakmış, yargıya geçmiş, savcılara iddianamenin nasıl hazırlanacağı konusunda ders veriyor. Başbakanın savcılığına, ana muhalefet partisi başkanının da avukatlığına soyunduğu bir davada, TC’nin

aynen ifade ediyorum. SORU: Günlükler yok mu, yoksa günlüklerde yer alan iddialarla ilgili mi yok diyorsunuz? Başbuğ: Resmi bir şey kavramında herhangi bir belge bizde mevcut değil. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ikinci iddianamede bu konuyu tefrik etti. O süreci bekleyeceğiz. Özden Örnek de bu günlüklerin kendisine ait olmadığını ifade ediyor. Bu ifadelerin büyük bir kısmı bu sürecin kamuoyuna yansımasıyla ilgili tespitlerimizi ifade ettim. Bunlar yeni değil. Daha önce de ifade ettim. Konuyla ilgili düşüncelerimizi gerekli yerlerde ilgililerle de paylaşıyoruz.” Demek ki neymiş? Genel Kurmay’ın elinde “Resmi bir şey kavramında herhangi bir belge “mevcut değil”miş. Eh Genel Kurmay belgeleri arasında resmen darbe notları belge olarak yoksa, o zaman darbe günlükleri de yoktur! Mantık bu. Neyse ki, şimdi bilirkişi

Başbuğ, görünürde gayet ilkeli tavırlarla, Ergenekon Terör Örgütü’nün isminin bile anılmasına karşı çıkıyor. Sonra “yürüyen yargı süreçleriyle ilgili konuşmayacağını” söylüyor. Ama aslında yürüyen davada “masumiyet ilkesi”nin çiğnenmiş olduğunu “söylemeden” söylüyor! Burada yapılan balans ayarının içeriği şu : Ergenekon davasında yargılananları katiyen teşhir etmeyin. Onları teşhir eden belgeleri yayınlamayın! Suç işlemiş olursunuz! başı Genel Kurmay Başkanı’nın da söyleyecek sözü olması yadırgatıcı değil tabii. Burası Türkiye nihayet! BN) Tabi bir de iddianamelere bakınca bazı olayların gizli tanık ve itirafçılara dayandığını görüyorsunuz. Tüm yan dosyaları incelemedik ama sadece itirafçı ve gizli tanıklara dayanması olayların insanı bir noktada düşünmeye zorluyor. (Evet, Genel Kurmay Başkanına göre bütün dava “sadece!!!” evet sadece !!! itirafçı ve gizli tanıklara dayanıyor!!! Aynen böyle söylüyor! Böylece davaya ne kadar vakıf olduklarını da söylemiş oluyor. Onun gözünde “yerden fışkıran” silahlar, bombalar, mühimmat; paşa eskilerinin ordu evinde kurduğu karargahlardaki dolaplarından çıkan belgeler, maddi deliller aslında hiç !!! BN) Yargı süreci devam ediyor. Yargı sürecine saygılıyız.” (Bu da alay etme babından söylenen bir söz herhalde, bunca açıklama ertesinde. BN) Başbuğ Darbe Günlükleri konusunda da şu ilkeli açıklamayı yapıyor: “Medyada çıkan günlükler konusu ile ilgili olarak 12 Nisan 2007’ de Büyükanıt’a bu soru soruldu. Büyükanıt’ın verdiği cevabı hatırlatmak isterim: Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bu konu ile ilgili hiçbir belge yoktur. Bunu açıkça ifade ediyorum. Ben de 29 Nisan’da bunu

raporu yayınlandı ve Örnek’in “bana ait değil” dediği notların ona ait olduğu belgelendi. Başbuğ konuşmasının bir bölümünde Ergenekonculardan gelen askeriyenin kendilerine yeterli sahip çıkmadığı, askerin denetimindeki mekanlarda arama yapılmasına göz yumulduğu, hükümetle Genel Kurmay arasında Ergenekoncuların tasfiyesi bağlamında zımni bir anlaşma olduğu vb. değerlendirmelerinden rahatsızlığını dile getiren şu tespitleri de yapıyor: “Kamuoyunda çok yanlış yansıtılan bir konu. Bu süreçle ilgili olarak deniliyor ki soruşturma sürecine Gen. Kurm. Başkanlığı izin veriyor, destek veriyor. Hukuk devletinde (Guguk devleti aslında. Hukuk devletinde bu Genel Kurmay Başkanı bu demecin ertesi günü kapı önüne konur! BN) herhangi bir kurumun yürütülmekte olan bir yargı sürecine destek vermesi ya da vermemesi gibi bir şeyin düşünülmesi kadar ayıp bir şey yoktur. Önemli olan bu sürecin yasalar çerçevesinde yürütülüp yürütülmemesi. (Fakat bu soruşturma sadece gizli tanık ve itirafçı ifadelerine dayanılarak yürütülmüyor muydu???!!! BN) Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin yetki ve görevlerini iyi anlamalısınız. Bunların yetkilerini iyi anlamak lazım. Ceza Muhakemeleri

Kanunu’nun 11. madde 5. fıkrasında askeri mahallerde nasıl arama yapılacağı belli. Cumhuriyet savcılarının istem ve katılımıyla askeri makamlar tarafından yerine getirilir. Bu arama askerin müsaadesi ile yapıldı. Hayır efendim böyle bir şey yok. Madde çok açık. Bu bazen bu aramaya asker müsaade etti diye yorumlanıyor. Savcılık Merkez Komutanlığına bilgi verir. Merkez Komutanlığı’na gelinir ve arama neyse yapılır.” Başbuğ kimi paşa eskilerinin GATA’ya sevkedilip, Gata raporlu tahliye edilmeleri konusunda medyanın bir bölümünde çıkan yorumlardan rahatsızlığını da sorulmadan dile getirip şöyle diyor: “Sormadınız ama açıklayacağım. GATA ile ilgili yazılan çizilen konuşmalar. Tutuklu statüsünde olan muvazzaf veya emekli askerlerin askeri hastanelere sevki mevcut mevzuat çerçevesinde ve Adalet Bakanlığı’nın dahilinde yapılır. Bizim hiçbir dahilimiz yoktur. Adalet Bakanı bu konuyla ilgili açıklama da yaptı. Sanki sevkleri biz yapıyoruz gibi gösteriliyor. Bu yalan ve iftira GATA Haydarpaşa’ya yapılan sevkler İstanbul Tabip Odası tarafından incelendi ve rapor da yayınlandı. Sevk ve Hekimlik konusunda sorun yoktur dendi. Siz kalkıp sistemli bir şekilde bu kişiler hasta değil, bilerek sevkedildi derseniz. Bu sevkler Bakanlık dahilinde oluyor. (Adalet Bakanlığı bu konuda açıklama yaptı ve bakanlığın GATA’ya havale konusunda hiçbir dahli olmadığını açıkladı. Birileri yalan söylüyor yani. BN) Tedaviler asılsız derseniz ne biliyorsunuz denir. Bazı tutukluların nakli asker tarafından yapıldı. Tutukluluktan serbest kalan bir kişi söyleyin. GATA Haydarpaşa’da yapılan her şey hukuk ve kanun neyse ona göre yapılmaktadır. Bu konuyu böyle yalanlarla gündeme getirmek ahlaksızlıktır.” Başbuğ darbe konusunda TSK’nin kendi bünyesinde bir soruşturma yürütüp yürütmediği sorusuna da şu cevabı veriyor: “Burada bu kelimelerin tartışılması bile bizi rahatsız ediyor. TSK olarak demokrasiye bağlıyız. TSK’nın bünyesinde mevcut rejime aykırı faaliyette bulunan kimse bulunamaz ve barınamaz. Biz hukuk devletine bağlı ve saygılıyız. TSK bünyesinde farklı düşüncede olan kimse barınamaz. Buna müsaade etmeyiz. Böyle bir durum söz konusu değil. Bu konulara ilişkin olarak TSK bünyesinde böyle bir araştırma ihtiyacı da yoktur.” Bunu söyleyen 86 yıllık cumhuriyet tarihinde resmi ve açık ve üstü örtülü darbeler gerçekleştirmiş olan kurumun başı! Mevcut rejim içinde seçilmiş bir başbakanı asan/astıran kurumun başı! Tabii ki darbeciliği rejimin koruyuculuğu olarak kavrayan bir kurumun bünyesinde darbecilik konusunda bir araştırma ihtiyacı yoktur. Darbecilik TSK’nin genlerinde mevcuttur. 30 Nisan 2009 √


gündem

Basın özgürlüğü ve Türkiye

Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ve TürkiyeErmenistan Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ile böylece Türkiye/ Azerbaycan arasında esen soğuk rüzgarlar dindirilmiş oldu. Fakat bu Türkiye/Ermenistan arasında sınırın açılmasının – ki bu Ermenistan Türkiye ilişkileri açısından en önemli konu- çok net bir biçimde dağlık Karabağ bölgesi üzerinden Ermenistan işgalinin kaldırılması şartına bağlanmasının kategorik olarak yinelenmesi pahasına oldu.

T

A

merika'daki Freedom House (Özgürlük Evi) adlı sivil toplum kuruluşu (ki bu kuruluşun en önemli finansörünün CIA olduğu bilinen bir “giz”) “2009 Basın Özgürlüğü Raporu”nu yayınladı. Washington’daki Basın Müzesi’nde Özgürlük Evi tarafından açıklanan raporda 2009 yılında basın özgürlüğü açısından "kaygı verici" gelişmeler yaşandığı belirtildi. Kuruluşa göre dünya nüfusunun sadece yüzde 17’si basının tamamen özgür olduğu ülkelerde yaşıyor. Özgürlük Evi Raporunda 64 ülkede basın özgürlüğü olmadığı; 61 ülkede kısmen özgür bir basın bulunduğunu, 70 ülkede ise basının "özgür" olduğu belirtildi. Basın Özgürlüğü açısından en iyi puana sahip üç ülke, İzlanda, Finlandiya ve Norveç oldu. Basın özgürlüğü açısından en sorunlu ülkeler Kuzey Kore, Türkmenistan, Burma, Libya, Eritre, Küba, Özbekistan ve Beyaz Rusya olarak sıralandı. Basın özgürlüğünde en özgür kıta Avrupa oldu. Avrupa’daki 25 ülkeden 23’ü, Freedom House’ın kriterlerine göre özgür basına sahip. Avrupa kıtasında “kısmen özgür basına sahip” iki ülke İtalya ve Türkiye olarak açıklandı. İtalya, medya patronu olan Silvio Berlusconi’nin iktidara dönmesi ve gazetecilere hakaret davaları açılması nedeniyle 2009 yılında "kısmen özgür" sınıfına geriledi. Türkiye’de kısmi bir iyileşme olsa da belli başlı sorunlar devam ederken, raporun yazarlarından Özgürlük Evi uzmanı Karin Deutch Karlekar, Amerika’nın Sesi Radyosu’na, şu değerlendirmeyi yaptı: “Türkiye’deki basın özgürlüğüne ilişkin birtakım endişelerimiz var. Örneğin, 301’nci madde, basına ve

yazarlara yönelik baskı gibi konulardaki kaygımız sürüyor. Asıl sorun 301’nci maddede hala gerekli düzenlemenin yapılamamış olması. Aynı zamanda basına yönelik sindirme ve yıldırma politikaları da sürüyor. Yani genel anlamda Türkiye’de basın özgürlüğünün geçen yıldan biraz daha iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz ama bu bahsettiğim sorunların hala sürmesi endişe verici. Son birkaç yıl içinde hükümet yetkililerinin basına yönelik olumsuz tutumlarının arttığını görüyoruz. Bazı medya kuruluşlarına uygulanan yasal ya da ekonomik baskılar da var. Türk medyasının bazı medya gruplarının tekelinde olduğunu biliyoruz. Kimi zaman hükümetle bazı medya grupları arasında konuların kişiselleştiğini de görüyoruz. Bu da resmi bir baskıya benziyor.” Türk iye, basın özgürlüğ ünde Arnavutluk, Komor Adaları ve Tanzanya’yla 101’inci sırayı paylaştı. Kuşkusuz bu tespitleri yaptıranların derdi gerçek anlamda basın özgürlüğünün savunulması vb. değil. Onların özgür basından anladığı devrimci basın vb. de değil. Devrimci basına yönelik saldırılar, Freedom House gibi kuruluşlar açısından da demokrasinin kendini savunması için gerekli tedbirler çerçevesinde değerlendiriliyor. Sözünü ettikleri ve kınadıkları baskılar bizzat burjuva basının bir bölümüne yönelen baskılar. Bunun bilincinde değerlendirilmeli bu tespitler. Böyle bakıldığında bile Türkiye’nin 101. sırada yer alması, basın özgürlüğü konusunda ülkelerimizin durumunu göstermesi açısından ilginçtir. 2 Mayıs 2009 √

ürkiye- Ermenistan ilişkilerindeki görünürdeki yumuşama, sorunların çözümü için bir “yol haritası”nın ilanı Bakü ile Ankara arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştu. Gerek Türkiye’de hükümet karşıtı medyanın bir bölümü, gerekse Azerbaycan medyası, Türkiye’nin “ Azerbaycan’ı sattığı” içerikli bir kampanya başlatmışlardı. Türkiye ile Ermenistan arasındaki diplomatik yakınlaşmanın hemen ertesinde, Azerbaycan ile Rusya arasında, Azerbaycan gazının belli bir bölümünün Rusya tarafından satın alınacağını öngören bir anlaşma imzalanmıştı. Azerbaycan bu tavrı ile “kardeş Türkiye”yi uyarıyor, Ermenistan’a karşı eski uzlaşmaz tavrını, örneğin Ermenistan Türkiye sınırının açılmasını Dağlık Karabağ bölgesinde Ermenistan işgalinin kalkmasına bağlı ele alan tavrını sürdürmesi için adeta şantaj yapıyordu. Aksi taktirde Nabucco projesinde Azeri gazı’nın garanti olmadığı mesajı veriliyordu. Bu şantaj aynı zamanda duygusal ve demagojik bir “bir millet/iki devlet”, “özel ilişkiler”, “kardeş devlet” vb. kampanyası ile destekleniyordu. Gelişmeler üzerine apar topar bir Bakü ziyareti gündeme getirildi. 13 Mayıs’ta Erdoğan içinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da yer aldığı bir heyetle Azerbaycan’ı ziyaret etti. Bu ziyarette Azerbaycan Başkanı E. AliyevErdoğan arasında ikili görüşme dışında, heyetler arası görüşmeler yapıldı. Ayrıca Azerbaycan meclisinde Erdoğan bir konuşma yaptı. Erdoğan gerek ikili görüşme ertesinde yaptığı açıklamalarda, gerekse Meclis’te yaptığı konuşmada aslında Azerbaycan’ın istekleri doğrultusunda açıklamalar yaptı. İkili görüşme ertesinde yapılan basın toplantısında söyledikleri özet olarak şöyle:

- İkili ilişkiler yanında tek millet iki devlet anlayışımız devam ediyor. Karabağ konusunda Azerbaycan’ın hassasiyeti neyse Türkiye’nin de odur. - Karabağ ile ilgili şu anki durum kabul edilemez ve asla kabul edilmeyecek. Çünkü burada bir sebep var. - Karabağ’ın işgali bir sebeptir. Sınırın kapanması sonuçtur. Bir kez daha açık bir şekilde ifade etmek istiyorum. İşgal sona ermeden sınır kapıları açılmayacaktır. Bu bağlamda gazetecilerden gelen soru lara verdi k leri cevaplarda da Erdoğan ve Aliyev aslında Türkiye’nin siyasetinde bir değişiklik olmadığı, algılamadaki yanlışlığın iletişimsizlik ve yanlış anlamalardan kaynaklandığı tavrını takındı. Şöyle: “Azeri gazeteci: Niye sınırın açılması konusunda Türkiye tarafı bizi şüpheye düşürdü? Erdoğan: Eğer benim Londra’daki konuşmamı dinleseydiniz. Bu konuda bir şüpheye yer bırakmadığımı anlardınız. Meclis’teki ve televizyonlardaki konuşmalarımda da aynı noktayı vurguladım. Türk gazeteci: Dağlık Karabağ konusunda somut bir açıklama bekliyoruz demiştiniz. Cevabınızı aldınız mı? Aliyev: Bundan daha açık bir cevap olamaz. Türk gazeteci: Hiçbir şüphe kalmadı dediniz. Ancak Türk tarafı defalarca kapı açılmayacak dediği halde bu şüpheler neden devam etti. Aliyev: Ermeni basınında Şubat ayında sınır kapısı açılacak yönünde haberler çıktı. Bir süre bunlar muhatapsız kaldı. Nisan ayının sonunda bu şüpheler sona erdi.” Bu ziyarette üzerine konuşulan konulardan biri de doğal gaz fiyatları idi. Azerbaycan tarafı uzun süredir “kardeşlik” adına Türkiye’nin aldığı Azeri gazının fiyatının düşüklüğünden yakınıyordu. Ve Ermenistan/ Türkiye arasındaki diplomatik yakınlaşma ertesinde fiyatı yükselteceğini açıklamıştı. Ortak basın toplantısında bu konuda bir Azeri gazeteci-

7


gündem

8

nin sorusu ve ona Erdoğan’ın verdiği cevap şöyle idi: “Azeri gazeteci: Türkiye Rusya’dan doğal gazı 400-450, Cezayir’den 300350 ve Azerbaycan’dan da 100-150 dolara alıyor bu adaletli bir fiyat mı? Erdoğan: Bu noktada fiyatların adil olduğunu söyleyemem.” Sonra anlaşıldı ki, ikili görüşmelerde taraflar Azeri gazının fiyatının yükseltilmesi konusunda (yine de Rusya gazının fiyatından daha ucuz) anlaşmışlar. Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ile böylece Türkiye/Azerbaycan arasında esen soğuk rüzgarlar dindirilmiş oldu. Fakat bu Türkiye/Ermenistan arasında sınırın açılmasının – ki bu Ermenistan Türkiye ilişkileri açısından en önemli konu- çok net bir biçimde dağlık Karabağ bölgesi üzerinden Ermenistan işgalinin kaldırılması şartına bağlanmasının kategorik olarak yinelenmesi pahasına oldu. Bu ise Türkiye/Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzeltilmesinin Azerbaycan ipoteğine alınması anlamına geliyor. Eğer bu arada başlayan Ermenistan/ Azerbaycan görüşmelerinde tarafların tavrında bir değişiklik olmaz ise; eğer Türkiye, Rusya ve Ermenistan ile görüşmelerinde Karabağ sorununun -işgalin bir biçimde kalkması ile- çözümleneceği konusunda garanti almadı ise, Erdoğan’ın Azerbaycan’daki açıklamaları Ermenistan konusunda Türkiye’de son dönemde oluşan olumlu havanın yanıltıcı olduğunu, sınırın açılmasının çıkmaz ayın son çarşambasına kaldığını gösteriyor. Diğer yandan bu gelişme gerek batılı emperyalist güçler açısından, gerekse Türkiye açısından Nabucco projesinin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Önemli ölçüde Azeri gazının da ondan akacağı hesabı üzerine kurulu olan Nabucco projesinde gelinen durum şöyle: -Anlaşma metninde çok büyük ilerleme kaydedildi ancak müzakereler daha tamamlanmadı. Bununla birlikte metin üzerindeki son pürüzlerin Mayıs sonuna kadar giderilmesi bekleniyor. Böylece, imza töreninin Haziran sonuna yetiştirilmesi hedefleniyor. Ancak imza töreni ile ilgili olarak kesin bir tarih belirlenmedi. 50 yıl süreli anlaşmanın hükümleri arasında, geçiş hakkı veren ülkelerin tanıyacağı vergi kolaylığı, ayrımcılık yapılmayacağı, devletleştirilmeyeceğine dair taahhütler yer alıyor. Andaki uzlaşmazlık noktası ise gelir vergilerinin nasıl paylaşılacağı konusu. Bu konuda çok sıkı pazarlıklar yürüyor. Anlaşma, boru hattının geçeceği Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya tarafından imzalanacak. İmza törenine devlet ve hükümet başkanları düzeyinde katılımda bulunulması hedefleniyor. Hatta Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'nun da gelmesi

söz konusu. Barroso Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le yaptığı görüşmede, imza törenine katılmak istediğini belirtti. Üst düzeyde katılım tarafların ciddiyetini göstermesi açısından önem taşıyor; zira, imzayı takiben, boru hattının inşasını gerçekleştirecek olan konsorsiyum, uluslararası kuruluşlardan finansman arayışına çıkacak. Anlaşmanın imza aşamasına gelinmesinde, Türkiye'nin bazı taleplerinden geri adım atması etkili oldu. Türkiye'nin hattan geçecek gazın yüzde 15'lik bölümünün kendisine ayrılması, üstelik bu gazın daha düşük bir fiyattan kendisine satılması talebi, Nabucco projesini en az bir yıl geciktirdi. Enerji Bakanlığı'nın bu talepler konusundaki ısrarından vazgeçmesiyle ve geçen Ocak ayında müzakerelerde sorumluluğun tamamen Dışişleri'ne geçmesiyle müzakerelerde önemli bir mesafe kat edildi. Abartılı taleplerden vazgeçilmiş olmakla birlikte, Türkiye'nin enerji arz güvenliği ihtiyacını dikkate alan bazı hükümlerin anlaşmaya sokulduğu belirtiliyor. Bu arada uluslararası piyasalarda doğalgaz 300-400 dolardan satılırken Azerbaycan'dan 120 dolara alınan gaz fiyatına fazla zam yapmaya yanaşmayan Enerji Bakanlığı’nın bu tavrı da son Azerbaycan ziyareti sırasında resmen değişti, Azeri gazı da zamlandı. Böylece Nabucco projesinde ilerlemenin önündeki bir engel daha kalkmış oldu. Fakat bu artık bütün sorunların aşıldığı anlamına gelmiyor. Azerbaycan Türkiye'yle ikili bazda doğalgaz alım satım anlaşmasında uzlaşsa da geri kalan doğalgazını Nabucco hattına tahsis etme konusunda sıkı pazarlıkları sürdürecek, elindeki kozu en iyi biçimde kullanmaya çalışacaktır. Batının ve Türkiye’nin Rus gazına bağımlılıktan kurtulma konusundaki istek ve planları, Azerbaycan için önemli bir kozdur. Azerbaycan’ın Nabucco projesine gaz verme konusundaki çekinceleri, Haziran’da projenin sahibi ülkeler anlaşymayı imzalasalar bile, imzalar atıldıktan sonra finansman arayışına çıkacak olan Nabucco konsorsiyumunun işini zorlaştıracaktır. Yani kısacası gelinen aşamada Yukarı Karabağ sorununun çözümü hem Nabucco hem de Türk-Ermeni ilişkileri açısından anahtar konumunda. Bu sorunun çözümü için Nabucco projesinin bütün tarafları önümüzdeki dönemde çok yoğun bir diplomasi trafiği işleteceklerdir. Ancak bu trafiğin nafile bir trafik olarak kalması da olasıdır. Gerek Ermenistan, gerek Azerbaycan, gerekse Türkiye’de çözümsüzlükten nemalanan ulusalcı güçler oldukça yoğundur. 15 Mayıs 2009 √

İbrahim bir piknikle anıldı

Proletarya diktatörlüğünü savunmak her dönemde komünist olmanın tek kıstası değildir. Güncel alanda çeşitli dönemlerde öne çıkan noktalarda doğru tavır takınmak komünist olmanın kıstası/kıstasları haline gelebilir.

3

6 yıl önce faşist katillerce işkencede katledilen komünist önder İbrahim Kaypakkaya’yı düzenlediğimiz bir piknik ile andık. Piknik yerine vardıktan sonra kahvaltı edildi. Kahvaltıdan sonra bir yoldaş sunum yaptı. Yoldaş yaptığı sunumda; İbrahim ile Deniz ve Mahir arasındaki temel ideolojik farklılıkların neler olduğunu anlattı. Deniz ve Mahir’in küçük burjuva devrimcisi olduklarını, İbrahim’in komünist olduğunu, İbrahim’in 60’lı yıllarda modern revizyonizme karşı mücadelede, tüm hata ve sapmalarına rağmen Marksizmin devrimci özünü savunan Mao Zedung Düşüncesi’nden yana saf tuttuğunu, açıkça proletarya diktatörlüğünü savunduğunu, Mahir ve Deniz’in proletarya diktatörlüğünü savunmadıklarını, modern revizyonizme karşı mücadelede ortada bir tavır takındıklarını anlattı. Kemalizm ve ulusal sorunda, İbrahim ile Deniz ve Mahir arasındaki farklılıkların neler olduğunu örnekleri ile anlattı. Su nu md a n son r a su nu m ve İbrahim hakkında çeşitli sorular soruldu. İbrahim hatalarına rağmen ortaya koyduğu siyasi çizgi komünisttir. İbrahim’i savunduklarını söyleyen siyasi yapıların siyasi çizgisi komünist midir? Proletaryanın ideolojik önderliği ne demektir? Marksizmin özü olan proletarya diktatörlüğünü savunmak, her dönemde komünist olmanın tek kıstası mıdır? İbrahim’in yaşadığı dönemde yarıfeodal tespiti doğru mudur? Sosyoekonomik yapı nedir? İbrahim ülkelerimizin sosyo-ekonomik yapılarını araştırdı mı? vb. Bu sorulara sunum yapan arkadaş

tarafından cevap verildi. İbrahim’i savunduğunu söyleyen yapıların siyasi çizgileri komünist olarak adlandırılamaz. Bu yapılar esas olarak İbrahim’in hatalarını sistemleştirme yolunda ilerleyerek revizyonizme vardılar. Proletarya diktatörlüğünü savunmak her dönemde komünist olmanın tek kıstası değildir. Güncel alanda çeşitli dönemlerde öne çıkan noktalarda doğru tavır takınmak komünist olmanın kıstası/kıstasları haline gelebilir. İbrahim’in yaşadığı dönemde de yarı-feodal tespiti doğru değildi. İbrahim’in Çorum ve Kürecik bölgesini kapsayan araştırması ve Kemalizm değerlendirmesinde kısmen sosyo ekonomik değerlendirmeleri olmasına rağmen, o esas olarak MZD’den etkilendiği için Çin’deki devrimin gelişme sürecini birebir aynen ülkelerimize uygulamıştır. Gün boyunca birlikte oyunlar oynandı. Şiirler okundu. Türküler, marşlar söylendi. Genç arkadaşlar hazırladıkları iki tiyatro oyununu oynadılar. Dönüş yolunda otobüs içinde türküler, marşlar söylenmeye devam edildi. Piknik hakkında değerlendirme yapıldı. Piknik esas olarak olumlu olmasına rağmen, ayrı sofralar kurulup, ayrı yemek yenilmesinin ve genç arkadaşların tartışmalara katılmamalarının, soru sormamaların olumsuz olarak değerlendirildi. Özellikle de İbrahim’i andığımız bir piknikte ortak sofraların kurulmasının önemli olduğuna vurgu yapıldı. İbrahim Kaypakkaya mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak! 18 Mayıs 2009 √


gündem

Orhan Yılmazkaya katledildi Orhan Yılmazkaya, devrimci kararlılığın, direnmenin, teslim olmamanın bir örneğini sergiledi. Diğer yandan fakat onun direnişi, savunduğu çizginin yanlışlığını da, bu çizginin eleştirilmesi gerekliliğini de ortadan kaldırmaz, kaldırmamalıdır.

P

olis 1 Mayıs’a üç gün kala “Devrimci Karargah” isimli örgüte karşı bir saldırı gerçekleştirdi. Aynı gün Kürt illerinde de “Vasat” isimli İslamcı bir örgüte karşı geniş çaplı bir operasyon gerçekleştirildi. Vasat operasyonunda önemli bir direnme/çatışma yaşanmazken, İsta nbu l ’ da Bostancı’daki bir evde polis yoğun bir direnişle karşılaştı. Polis telsizinden isminin Orhan Yı l m a z k a y a olduğunu söyleyen ve Devrimci Karargah örgütü savaşçısı olduğunu, sonuna kadar direneceğini, ölse de devrimin süreceğini belirten kişi, tek başına 6 saat boyunca etrafını çeviren polise karşı direndi. Teslim olmadı. 6 saat süren çatışma ertesi polis tarafından evin içine atılan bombalarla öldürüldü. Çatışma sırasında bir polis ve olay yerinden geçerken seken bir kurşunla başından yaralanan 16 yaşında bir Kürt genci de öldü. 6 polis ve bir NTV muhabiri gazeteci yaralandı. Çatışmanın bir gün ertesinde Orhan Yılmazkaya’nın PKK kamplarında askeri eğitimde çekilmiş görüntüleri, eğitim ertesinde yapılmış bir söyleşisi internette Devrimci Karargah adına yayınlandı. Bu r juva medyada da Orha n Yılmazkaya’nın İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bazı gazete ve dergilerde çalıştığı, “Türk Hamamı” isimli bir de kitap yazdığı bilgileri yayınlandı. Yine burjuva medyanın bir bölümünde, Yılmazkaya’nın Ergenekon soruşturması kapsamında dinlenen bazı kişilerle görüşmelerinin kayıtları

olduğu haberleri yayınlandı. Milliyet internet sitesinde operasyonun Ergenekon savcılarının isteği üzerine gerçekleştirildiği haberi de çıktı. Bunlar gerçek mi, yoksa Yılmazkaya ve örgütünü karalamak için dezenformasyon mu ilerde göreceğiz. Devrimci Karargah adlı örgütün adı da ha önce E m n i y e t ’e karşı girişilen ve fakat başarısız ola n L AW si la h l ı bir sa ldırıda, daha sonra da İstanbul A K P Merke z i ne karşı girişi len bir bombalı saldırıda duy u l mu ş t u . Örgüt açıklamalarında “Türkiye Solu” tarafından yalnız bırakılan PKK’nin silahlı mücadelesine, Türkiye ayağından destek vereceğini duyurmuştu. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinden bağımsız ve fakat onlar adına silahlı mücadele yürütme iddiasında tipik küçük burjuva devrimci anlayışının ifadesi olan bir çizginin savunucusu idi. Bu çizgi her zaman egemenlerin iktidar dalaşında, o dalaşın taraflarının manipülasyonuna açık olan bir çizgidir. Bu o çizginin savunucularının iyi niyetli, devrimci isteklerinden, sübjektif devrimciliklerinden, devrim için canlarını gözlerini kırpmadan verecek kadar özverili olmalarından vs. bağımsız bir olgudur. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun çok zor okunabildiği bu dönem, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin devrim için silahlı mücadeleden çok uzak olduğu bu dönemde, devrimcilerin işçi sınıfı ve emekçi yığınlar adına gerçekleştirdiklerini düşündükleri silahlı eylemler, o eylemlerin gerçekleştiricilerinin isteğinden bağımsız olarak, egemen sınıfların iktidar dalaşının kullanı-

lır parçaları haline gelebilmekte, işçi ve emekçi kitlelerini devrime yaklaştıracak yerde, devrimci mücadeleden uzak durmaya götürmektedir. Bunun yanında devrim için canını vermeye hazır olan, yetişmesi güç olan devrimcilerin enerjisi de yanlış bir mücadele çizgisi temelinde heba olmakta, devrimci enerji yanlış kullanılmaktadır. Orhan Yılmazkaya, devrimci kararlılığın, direnmenin, teslim olmamanın bir örneğini sergiledi.Diğer yandan fakat onun direnişi, savunduğu çizginin yanlışlığını da, bu çizginin eleştirilmesi gerekliliğini de ortadan

K

kaldırmaz, kaldırmamalıdır. Bu bağlamda Devrimci Karargah adına yapılan açıklama, direnişi güzellerken bu direnişi yanlış çizgilerini savunma ve sürdürme çağrısı olarak da kavrıyor. Orhan Yılmazkaya evet tavrıyla kavganın süreceğini gösterdi. Sorun “nasıl” sorusuna verilen cevapta yatıyor. Küçük burjuvazinin öncü savaş çizgisi ile sürecek kavga işçi sınıfını ve emekçi yığınları devrime götürmez. Devrim ve sosyalizm, ya örgütlü işçi sınıfı ve emekçi yığınların eseri olacaktır, ya da hiç olmayacaktır! 30 Nisan 2009 √

Kaypakkaya Adana’da anıldı

omünist Önder İbra him Kaypakkaya Adana’da yapılan bir yürüyüş ile anıldı. 18 Mayıs Pazartesi günü saat 18.00’de Beşocak Meydanında bir araya gelen yaklaşık 100 kişi sloganlarla İnönü Parkı’na kadar yürüdü. Yol boyunca “Vartinik’te bir ses, Kaypakkaya ölmez”, “Mahir, İbo, Deniz, sürüyor mücadelemiz”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “İbrahim yoldaş kavgamızda yaşıyor”, “Biji bratiya gelan” sloganları atıldı. İnönü Parkı’nda basın açıklamasından önce bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Yapılan açıklamada “Bu toprakların güneşlerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya aradan geçen onca yıla rağmen, hala bu ülkenin işçileri, köylüleri ve ezilen milyonları tarafından hatırlanmakta ve kavgası yaşatılmaktadır. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya 1971 devrimci çıkışının mimarlarından olup, bugünde devam eden sınıf mücadelesinin devrimci ve komünist önderleridir. Kuşkusuz Kaypakkaya öne sürdüğü düşüncelerle çok farklı bir yerde durmakta ve özel bir ilgi çekmektedir. O dönemlerin ve hala bugünün iki tabusu olan Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu üzerine yaptığı teorik açılımlar, bu genç komünistin ideolojik ve politik aydınlığını haykırmaktadır adeta.” denilerek İbrahim Kaypakkaya’nın komünist bir önder olduğuna ve diğer devrimci önderlerden ayrıldığına vurgu yapıldı. Açıklama “… bizlere bıraktıkları kavga bayrağını dalgalandırma şerefine layık olma görevine sahip çıkıyoruz. Onlara sözümüz devrim yeminimizdir. Şan olsun devrim kavgasında ölümsüzleşenlere… İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür.” denilerek sona erdi. Eyleme BDSP, DHF, DİP-Girişimi, Devrimci Gençlik, ESP, Gençlik Muhalefeti, İHD, Liseli Genç Umut,

ÖDP, Öğrenci Kollektif i, SDP, Sosyalist Parti, Tahy-Der, Türkiye Gerçeği ve Ydi Çağrı katılarak destek verdi.

Anma etkinliği: 16 Mayıs tarihinde ise DHF tarafından bir anma etkinliği gerçekleştirildi. Anma etkinliğinde İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm, Kürt Ulusal sorunu ve Halk Savaşı konusundaki düşünceleri sunuldu. Yapılan sunumun ardından bu konular üzerinde tartışmaya geçildi. Tartışma esasta etkinliğe katılan Ydi Çağrı okurları ile DHF adına sunum yapan arkadaş arasında yürüdü. Bunun dışında iki arkadaş daha söz alarak düşüncelerini söyledi. Ydi Çağrı adına katılan bir arkadaş İbrahim Kaypakkaya’nın bir komünist olduğunu ve ancak özellikle “Mao Zedung Düşüncesinden” etkilenmesi üzerinden bazı hataları olduğunu örnekleri ile birlikte açıkladı. Daha sonra Mao Zedung’un da birçok konuda hataları olduğunu ve büyük bir M-L olmasına rağmen Dünya Komünist Hareketini yönlendirmede yetersiz kaldığını, revizyonizmin gelişmesine karşı yeterli derecede açık ideolojik bir mücadele yürütemediğini, bu nedenle de bir klasik sayılamayacağını belirtti. Ayrıca Mao Zedung’un düşüncelerinin onu savunduklarını iddia edenler tarafından farklı yorumlanarak hatalar yaptıklarını açıkladı. Bu eleştirilere karşılık DHF temsilcisi Türkiye/ Kuzey Kürdistan’ı yarı-feodal, yarısömürge olarak değerlendirdiklerini, böyle ülkelerde Halk Savaşının geçerli olduğunu, bu nedenle ne İbrahim Kaypakkaya’ya ne de Mao Zedung’a getirilen eleştirilen doğru olmadığını söyledi. Mao Zedung’un M-L’me katkılarından dolayı bir usta olduğunu belirtti. 19.09.2009 Ydi Çağrı/Adana √

9


gündem

“Fırat suyu kan akıyor baksana"

M

10

ersin de demokratik kitle örgütleri sendikalar ve partiler “Türkiye’nin demokratikleşmesi” talebiyle saat 12.30 da IHD’nin çağrısıyla, Ergenekon sürecine toplumsal muhalefet cephesinden müdahale etmek için halkta duyarlılık yaratılması amacıyla İHD önünde bir araya geldi. Katılımcılar “FIRAT SUYU KAN AKIYOR” u tek tek harflerini boyunlarına asarak zincir oluşturdular. İHD önünde önce bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan açıklamadan, “Yazar

cezaevlerinde katliamların, Kürtlere karşı suç işleyenlerin” engellendiği vurgulandı. Hükümetin bir taraftan darbeye karşı çıkma izlenimi vermeye çalıştığını ve diğer tarafta 12 Eylül darbecilerine dokunmadıkları belirtildi. Bu hükümetin de darbecileri koruduğunu, “anayasanın geçici 15. Maddesine dokunamadığı belirtildi. Açıklamada hükümet yetkililerine şu soru yöneltildi; “siz her türlü darbeye mi, yoksa sadece size karşı olan darbeye mi karşısınız?”

Yaşar Kemal’in Fırat’ın doğusunda, 1. Dünya savaşı sonrasında, Türkler, Ermeniler, Kürtler, Rumların kısaca tüm Anadolu halklarının yaşadığı acıları konu edinen romanında yola çıkarak, bugün Fırat’ın doğusunda yaşananları Türkiyenin görmesi, sadece görmesi için değil sorumlularının da yargılanması için buradayız” denildi. Ergenekon sürecine de değinilen açıklamada, bu sürecin “Türkiye’de derin-gizli bir çok gerçeği ortaya çıkardığı”nı ve fakat, çıkarılan bu gerçeğin, “Henüz buz dağının görünen yüzüdür. Gerçekler buz dağının altındadır.” denildi. Hükümetin Ergenekon süreci ile yalnızca kendisine karşı suç işleyenleri açığa çıkararak yargılamak isteyerek bu süreci sulandırmaya çalıştığı belirtilen açıklamada; buz dağının görünmeyen kısmı olan, “faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, köy boşaltmaların,

Basın açıklamasının ardından, Tevfik Sırrı Gür Lisesi önü ve karşı sokakta insan zinciri oluşturularak Mersin kamuoyunun dikkati çekildi. Sloganlar atıldı. “İnsan zinciri” eylemin hemen arkasında aynı kitle KESK şubelerinin bulunduğu binanın önünde bir araya geldi. Bu r a d a “K E SK ’ E YÖN E L İ K SA L DI R I L A R DE R H A L S ON BULSUN, GÖZALTILAR DERHAL SER BEST BIR AKILSIN” Kesk Şubeler Platformu adına hazırlanan pankartın ardında kitle taş binaya doğru yürüyüşe geçti. “Baskılar bizi yıldıramaz!” KESK’e yönelik baskılara son!” sloganları ile yüründü. Yürüyüş güzergâhında çevredekilere baskılara sessiz kalmamaları çağrısı yapıldı. Taş bina önünde de polis yoğun güvenlik önlemi almıştı. Taş bina önünde yapılan basın açıklamasını

KESK Şubeler Platformu dönem sözcüsü Yılmaz Bozkurt yaptı. Basın açıklamasını kitle oturarak dinledi. “KESK’e yönelik operasyon emek ve demokrasiye yönelik bir saldırıdır!” diye başlanan basın açıklamasında, KESK yönetici ve üyelerine yönelik gerçekleştirilen bu operasyonların, “Türkiye toplumsal mücadele tarihine kara bir leke olarak düşecektir.” denildi. Sabahın erken saatlerinde Kesk yöneticilerinin evleri basılmış, resmi yazışmalar, dergi ve takvimlere kadar her şey alt üst edilerek aranmış ve el konulmuş, Cunta dönemini aratmayan bu uygulamalar ile 250 bin üyesi bulunan bir kitle örgütü aranırken, savcının bulunmamasının “Anayasa’nın 13. ve 90. maddeleri açıkça ihlal edilmiştir.” denildi. Başbakanın geçmiş dönemdeki kimi uygulamaları “faşizan baskı” olarak eleştirmeden önce, “bizzat kendi sorumluluğu dönemindeki bu

uygulamanın faşizan karakteri üzerine düşünmelidir.” denildi. Açıklama sık sık, “Baskılar bizi yıldıramaz!, İnadına sendika inadına Kesk!, Gözaltılar serbest bırakılsın!, Yaşasın onurlu mücadelemiz!” sloganları ile kesildi. Açıklama da; “Ancak bilinmelidir ki KESK yalnız değildir. Ulusal ve uluslar arası demokrasi güçleri KESK’in yanındadır. Tüm Türkiye emekçileri KESK’in yanındadır. Özgürlük, eşitlik ve barışa inananlar KESK’in yanındadır. Tüm demokratik kamuoyunu, siyasi parti ve çevreleri, sendika ve konfederasyonları, meslek örgütlerini ve duyarlı yurttaşlarımızı KESK’le dayanışmaya çağırıyoruz. Sürecin başından bu yana bizlerle dayanışma içerisinde olan kurum ve kuruluşlara şükranlarımızı sunuyoruz” denildi. Gözaltına alınan 35 kişiden 6’sının serbest bırakıldığı ve diğerlerinin de derhal serbest bırakılması çağrısı yapıldı. Ydi çağrı Mersin 31.05.2009 √

Esenyurt’ta Denizler anıldı

3

7 yıl önce 6 Mayıs 1972 yılında idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan Esenyurt’ta düzenlenen basın açıklaması ile anıldı. Deniz, Yusuf, Hüseyin üç yiğit devrimci, baş eğmemenin, direnmenin sembolleri, idam sehpasında devrim davasına sahip çıktılar. Baş eğmediler. Emperyalizme karşı mücadeleyi, halkların kardeşliğini savundular. ESP, BDSP, İLGP, GKM, ÖDP, Gençlik Muhalefeti, Proletaryanın Kurtuluşu, KÖZ tarafından ortak örgütlenen anma, 7 Mayıs Perşembe günü saat 19:00’da depo durağında yapıldı. Kapalı caddede gerçekleşti-

Kısa yürüyüş ve basın açıklaması sırasında önceden belirlenen ortak sloganlar atıldı. “Emperyalistler, işbirlikçiler, 6. Filo’yu unutmayın!, Faşizme karşı omuz omuza!, Krizin bedeli patronlara!, Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!, Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Yaşasın halkların kardeşliği! atılan sloganlardı. Etkinlik Denizleri anma etkinliği olsa da, Mazlum Doğan, İbrahim Kaypakkaya ve Orhan Yılmazkaya’da anıldı. Toprağa düşen devrimcilerin mücadele ettiği emperyalist sistemin

rilen kısa yürüyüş ve ardından basın açıklaması yapıldı. En önde “Deniz, Yusuf, Hüseyin kavgamızda yaşıyorlar!” ortak pankartı taşındı. Çeşitli ortak dövizler taşındı.

günümüzde yaşadığı ekonomik krize karşı da vurgu yapıldı. İşçiler, emekçiler krize karşı mücadele etmeye çağrıldı. 7 Mayıs 2009 √


Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

15-16 Haziran: Yeniden Mümkün… dikensiz gül bahçesi yaratılacaktı. Bu yasanın çıkarılmasını engellemek için 15 Haziran’da İstanbul ve İzmir’de işçiler yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşe 70 bin işçi katıldı. 16 Haziran’da ise yapılan yürüyüşlere 150 bin işçi katılmıştı. DİSK yöneticilerinin hesaplamadığı, beklemediği bir şekilde birçok fabrikada işçiler üretimi kendiliğinden durdurmuş, sanayi bölgelerinden yürüyen işçi kolları bir araya gelmeye başlamışlardı. Polisin yetersiz kalması ve işçilerin daha da çoğalması üzerine ordu devreye sokuldu. İşçilerin önüne barikatlar kuruldu. Silahsız olan işçilere ateş açılarak 3 işçi katledildi. Buna rağmen direnişi sürdüren işçiler barikatları aştılar. Anadolu ve Avrupa yakasından işçilerin birleşmemesi için vapur seferleri iptal edildi, köprü geçişleri engellendi. Devletin durduramadığı direnişi, DİSK yöneticileri “direnişin başarılı olduğu ve amacına ulaştığı” gerekçesi ile durdurdular. Ardından sıkıyönetim ilan edildi. 15-16 Haziran direnişi işçi sınıfının büyük gücünü göstermesi açısından önemliydi. Bu direniş ile devrimin mutlaka şiddete dayanacağı, halkın

274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapmaya hazırlandılar. Bu değişiklikler ile bir işyerinde toplu sözleşme yapma hakkı işyerinin dahil olduğu iş kolunda en çok üyeye sahip olan sendikaya veriliyordu. Bu değişiklik DİSK’in toplu sözleşme yapma hakkını alıyor ve böylece zorunlu olarak tasfiyesini getiriyordu. DİSK yanında birçok küçük sendika da tasfiye edilmiş olacaktı. Böylece Türk-İş’in kesin egemenliği sağlanacak, patronlar için

gerçek kurtuluşunu sağlayacak sonuna kadar tek devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu, küçük-burjuva unsurlardan veya ordudan bir şeyler beklemenin hayal olduğunu gösterdi. Aynı zamanda direniş MarksistLeninistlerin tüm güçlerini işçi sınıfı içerisine yoğunlaştırmaları için açık bir çağrı niteliğindeydi. 15-16 Haziran bundan 39 yıl önce yaşandı. O günden sonra da işçi sınıfının bu gücü tekrar ortaya çık-

madı, çıkamadı. Tüm halk darbeler, işkenceler, hapis cezaları ile sindirildi, insanlar katledildi. Ancak bu gerçek 15-16 Haziran’ın yeniden gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Bunun gerçekleşmesi için dev-

ortaya çıkardığında kazanamayacağı bir şey yoktur. Bugünde sürdürülen birçok eylem, grev işçi sınıfının mücadele azmini göstermektedir. Örneğin aylarca, yıllarca sürdürülen Novamed, SCT

15-16 Haziran bundan 39 yıl önce yaşandı. O günden sonra da işçi sınıfının bu gücü tekrar ortaya çıkmadı, çıkamadı. Tüm halk darbeler, işkenceler, hapis cezaları ile sindirildi, insanlar katledildi. Ancak bu gerçek 15-16 Haziran’ın yeniden gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. rimciler/komünistler işçi sınıfını bilinçlendirmek, örgütlemek için tüm güçleri ile çalışmalıdırlar. İşçi sınıfı burjuvazinin ideolojik etkisinden, sendikalar işbirlikçi bürokratlardan temizlenmelidir. Bunun için işçi sınıfının her grevi, her eylemi desteklenmelidir. Ancak bugün sıkça yapıldığı gibi işçi sınıfı ile bağ sadece eylemlerde, direnişlerde, grevlerde değil, öncesinde ve sonrasında da sürdürülmelidir. İşçi sınıfı gücünü bağrında taşımaktadır. Onu

Turbo, Akan-Sel, Sinter Metal direnişleri, grevleri işçi sınıfının azmini ve başarısını göstermektedir. 15-16 Haziran yeniden mümkün. İşçiler, emekçiler bu karanlık günlerden kendi güçleri ile çıkabilirler. Tek sorun bu gücün bilincine ve farkına varmak, örgütlenmektir. Bu görev sınıf bilinçli işçilerin, işçi sınıfının çıkarlarını savunan mücadeleci sendikacıların, devrimcilerin omuzlarındadır. 31.05.2009 √

Bu broşürleri isteyin, okuyun...

T

ürkiye işçi sınıfı hareketinin en önemli olaylarından biri 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişidir. Hakim sınıf ların işçi sınıfı içerisinde gücü iyice artmaya başlayan ve birçok yerde Türk-İş’e rakip olan DİSK’i tasfiye yasasına karşı verilen bir cevaptır bu direniş. 1963 yılında çıkarılan yasa ile grev hakkını yasal olarak elde eden işçi sınıfı, bu silahı yıllar içerisinde kullanmayı öğrendi. 1970 yılına kadar hak alma mücadelesinde grev ile önemli mevziler kazandı. Ancak bu mücadele süreci içerisinde ilerici, devrimci işçiler, Türk-İş’in başında bulunan sendika bürokratlarının işçi sınıfına ihanet ettiklerini, patronlarla işbirliği içerisinde olduklarını gördüler. Bu ortamda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu kuruldu ve kısa zamanda güçlendi. DİSK işçi sınıfının güvenini kazanmaya, önemli grevler ve eylemler ile güçlenmeye başladı. Kısa zaman içerisinde Türk-İş’e rakip olmaya, patronlara da korku vermeye başladı. Bu durumdan rahatsız olan hakim sınıflar ve onların temsilcileri 1970 yılında DİSK’i tasfiye etmek için

EK:1


İ

1 Mayıs’ın ardından…

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

lginç bir 1 Mayıs yaşadık bu yıl. En önemlisi tabii bu yılki 1 Mayıs’ın Türkiye tarihinde ilk kez resmen “emek ve dayanışma günü” olarak kabul edilmiş olduğu, tatil günü ilan edildiği 1 Mayıs olmasıydı. Bunun yanında uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye’de de bütün şiddeti ile yaşanan bir ekonomik kriz ortamında yaşanan bir 1 Mayıs. Emekçilerin milyonlarla sokağa dökülmesi için her türlü nedenin olduğu bir 1 Mayıs. Çeşitli şehirlerde 1 Mayıs gösterileri yapıldı. Ve bu yıl -Taksim yasağı dışında- emekçileri gösterilere katılmaktan alıkoyacak fazla engel de yoktu. Her yanda katılanlar açısından oldukça coşkulu gösteriler yaşadık. Fakat bir bütün olarak ele alındığında katılım -olması gerekenle, mümkün olanla karşılaştırıldığında- oldukça düşüktü. Bir kez daha aslında hem sendikaların, hem genel olarak “sol” ve devrimci hareketin gücü/güçsüzlüğü görüldü. Aslında 1 Mayıs değerlendirmesinde kendi kendimize gaz verecek yerde, durumu objektif ve gerçekçi olarak değerlendirip, işçi ve emekçi hareketinin ve devrimcilerin bu hareketle olan bağlarının zayıflığının nedenlerini tartışıp, bunu nasıl aşacağımız üzerine kafa yormamız gerekli. Bu yıl 1 Mayıs öncesinde sendikalar ve sol içinde tartışmanın kilitlendiği noktalardan biri, İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarının nerede yapılacağı sorusu idi. Sonuçta Türk-İş ve Hak İş, valiliğin güya güvenlik gerekçesiyle Taksim’de kutlamaya izin vermeyeceğini açıklaması üzerine Kadıköy’de kutlama yapacaklarını ilan ettiler. DİSK ve KESK ise

EK:2

Taksim’de ısrarlı olduklarını açıkladılar. 1 Mayıs’ın bir gün öncesine kadar süren pazarlıklarda, Valilik/ Emniyet Müdürlüğü ile DİSK/ KESK temsilcileri arasında yapılan pazarlıklardan, DİSK ve KESK’in ve onlarla birlikte hareket eden 75 Sivil Toplum Örgütünün “makul bir sayıyla” Taksim’de anma yapacakları, buna izin olduğu sonucu çıktı. Hem DİSK ve KESK temsilcileri, hem de Valilik adına konuşanlar yalnızca “makul sayı”dan söz ettiler, fakat her iki taraf ta bu makul sayının ne olduğu konusunda somut bir rakam vermedi. Her halde valiliğin İstanbul’da Taksim inadı için yığdığı “makul sayı”yı belirleme aracının görünümü 25.000 civarında polisti!!! Sonuçta DİSK ve KESK’in çağrısı üzerine Pangaltı’da toplanan ve giderek katılmalarla sayısı 4000’e ulaşan bir kitle iki tarafı polis duvarıyla çevrili olarak polis tarafın-

İÇİNDEKİLER 15-16 Haziran: Yeniden Mümkün…

EK:1

1 Mayıs’ın ardından…

EK:2

IMF’in yeni öngörüsü gerçekleşecek mi?

EK:3

Nasıl geçiniliyor?

EK:4

2008 yılı işsizlik rakamları açıklandı

EK:4

Okuyun sıkılmayacaksınız!

EK:5

Mersin Limanında işçiler kazandı

EK:6

Kriz paneli üzerine notlar

EK:7

Toros Gübre'de 6. Grev de Anlaşma ile Sonuçlandı

EK:7

Adana'da kriz ve işçi sınıfı paneli

EK:7

Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı

EK:8

Denizli’de 1 Mayıs

EK:8

dan abluka altına alınan Taksim alanına “güvenlikli”! bir biçimde ulaştırıldı. Bu kitle polis kordonu altında Taksim’e doğru ilerlerken, ara sokaklardan gelerek bu yürüyüş koluyla birleşmek isteyenlere karşı polisin tavrı gayet haşindi. Ne de olsa “makul sayı” konusunda anlaşılmıştı ve o makul sayının ne olduğu konusunda belirleyen polis olacaktı. Ve de makul sayı Pangaltı’da toplananlar ve onlara katılmayı becerenler olarak belirlendi polis tarafından. Ara sokaklardan gelenlere polis gaz bombalarıyla, yer yer polis arabalarından yükselen “gelin ulan kaçmayın” naralarıyla, coplarla, gazlı tazyikli suyla saldırdı. “Makul sayı”nın çoğalması polis açısından “başarıyla” engellendi. Bu “başarı”nın 1 Mayıs Taksim gösterisine katılmak isteyen devrimci güçler açısından ödenen bedeli onlarca yaralı, yüzlerce gözaltı oldu. Ana yürüyüş kolu yer yer ara ve arka sokaklarda yaşananları protesto için yürümesine ara vermesine rağmen, sonuçta “makul sayı”yı oluşturan “makul”ler olarak polis denetiminde polis işgali altındaki Taksim’e yürümesini sürdürdü. “1 Mayıs’ta, 1 Mayıs Alanındayız”, “İşte Taksim-İşte 1 Mayıs” temel sloganları eşliğinde Taksim’e girildi. DİSK başkanının ve KESK başkanının konuştuğu bir miting gerçekleştirildi. Taksim’de birçok katılımcı için, en başta 1977’yi yaşayanlar için duygulu anlar yaşandı. 1977 1 Mayısında taşınmış olan büyük bir 1 Mayıs afişi açıldı. Sonuçta yıllar sonra sınırını devletin belirlediği “makul sayıyla” da olsa Taksim’e resmen çıkılmış, devlet bir geri adım atmak durumunda kalmıştı. Bundan sonrası için, hele hele 1 Mayıs’ın resmi tatil günü ilan edilmiş olduğu şartlarda, devle-

tin Taksim inadını sürdürmesi oldukça zor olacaktır. Taksim eninde sonunda sınırı devlet tarafından belirlenen “makul sayı”da temsilci-göstericiye değil, geniş emekçi yığınların katılımına da açılacaktır. Bu yılki “makul”ler eylemi, devletin Taksim konusundaki inadının saçmalığını gösteren bir eylem oldu. Görmek isteyen herkes aslında polisle arka/yan sokak çatışmalarının temel nedeninin de polisin “Taksim’e çıkanı biz belirleriz” inadı olduğunu net olarak gördü. Bu yılki Taksim eylemi, devletin reformist güçleri (“makuller”), devrimci güçlerden (“makul dışındakiler”) ayırmak siyasetinde de oldukça başarılı olduğunu da gösterdi. Bunda reformcuların işbirlikçi tavırları yanında, devrimci grupların taktik yanlışları da rol oynadı, oynuyor. KESK, DİSK, TMMOB ve TTB 5 Mayıs’ta İstanbul'da düzenlenen bir basın toplantısıyla 1 Mayıs'a ilişkin ortak değerlendirmelerini açıkladılar. Ortak açıklamanın bir bölümü şöyle: “Tartışmanın “Taksim Alanı”nda yapılacak kutlamalara kilitlenmesi, sürdürdüğümüz mücadelenin muhtevasının anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. 32 yıldır sürdürülen bu mücadelenin bütünlüğü içerisinde Taksim Alanı’nın inatla emekçilere kapatılması başlı başına bir demokrasi sorunu haline gelmişti. 12 Eylül askeri darbesine uzanan ortamın yaratılmasında “1 Mayıs 1977 katliamı” önemli bir kilometre taşıdır. Bugüne kadar katliamdan sorumlu olanların açığa çıkarılması yolunda hiçbir çaba gösterilmemiş, hiçbir soruşturma yapılmamış, hiçbir dava açılmamış, aksine olayın üzeri örtülmeye ve toplumsal bellekten silinmeye çalışılmıştır. Türkiye, yaşadığı siyasi travmaların en önemlilerinden biri olan 1977 1 Mayıs katliamıyla yüzleşmediği sürece, ülkemizde demokrasi ve özgürlükler sorunu hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecektir. İşte bu nedenle 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması bir demokrasi sorunudur. Dolayısıyla bu basit bir yer tartışması değildir. Siyasi iktidarlar sorunun farkındadır. Aslında yasaklanan Taksim değil demokrasi mücadelesidir. İşte bu nedenle emek örgütlerinin birlikte tutum alması çok önemliydi. 4- 2009 1 Mayıs’ı bütün olumsuzluklara ve engellemelere rağmen, Taksim’ de kutlanmıştır. Burada emeği geçen, katkı veren, bizlerle dayanışma içerisinde olan uluslararası sendikal harekete ve bizzat katılan temsilcilerine, 1 Mayıs kutlamalarında canla başla çalışan 70’e yakın meslek örgütü ve demokratik kitle örgütü temsilcilerine, siyasi partilerimizin temsilcilerine, milletvekillerine, aydınlara, sanat-


En büyük çabayı biz gösterdik. Taksim'e konfederasyonların sırayla girmesi önerisini biz yaptık'' diye konuştu. Aslında Hak İş’in Taksim’e çıkışı ile DİSK’in Taksim’e çıkışı arasında çok fark yok. Her ikisi de polis denetiminde ve gözetiminde çıktılar Taksim’e; çelenklerini koyup, mitinglerini yapıp, polisin belirlediği şartlarda kutlamalarını yapıp dağıldılar. DİSK eylemini diğerinden ayıran, devrimci grupların bu yürüyüşe katılmaya çalışmaları, 1 Mayıs’ı kendilerine daha ya-

kın gördükleri DİSK ile birlikte Taksim’de kutlama istekleri idi. Polis buna izin vermedi. Yaşanan çatışmaların nedeni budur. Ve bu bağlamda DİSK-KESK-TMMOB -TTB için “makul sayıyla” Taksim’e çıkmak, devrimci gruplara yönelen polis saldırısına karşı onlarla dayanışma içinde olmaktan daha önemli olmuştur. Bu arada tabii aslında sayıları on bini aşan devrimci grupların neden DİSK gibi örgütlere güvendikleri, neden kendilerini DİSK gibi örgütlere göre ayarladıkları da sorgulanmalıdır. Örneğin bu

1 Mayıs’ta bizim de içinde yer aldığımız, Devrimci 1 Mayıs Platformunu oluşturan örgütler, enerjilerini Taksim’e çıkma konusu üzerine yoğunlaştıracak yerde, birlikte işçi semtlerinde eylemler düzenlemeye yoğunlaştırsalardı; ya da merkezi bir eylem daha doğru bulunuyorduysa, merkezi izinli bir eylemi bizzat düzenlemeye yoğunlaşsalardı, bu işçilerle birleşme, onlara devrimci bilinci taşıma açısından daha yararlı olmaz mıydı? Bu sorular sorulmalı, üzerine tartışılmalıdır. 6 Mayıs 2009 √

IMF’in yeni öngörüsü gerçekleşecek mi?

Avro bölgesi ekonomilerinin bu yıl yüzde 4,2, 2010 yılında da yüzde 0,4 oranlarında küçüleceği öngörülüyor. Yani kriz’in en yoğun vurduğu alan Avrupa. Özellikle Avrupa'nın finansal sisteminin inşasına ilişkin sorunların çözümü için koordine edilmiş finansal politikaya ihtiyaç duyulduğu belirtilen raporda, ekonomik durgunluğun İrlanda'da “şiddetli”, İngiltere'de “epeyce şiddetli” olduğu, gelişmiş Avrupa ekonomilerinde işsizliğin, 2009'un sonunda yüzde 10'un üzerine çıkacağı ve 2011 yılına kadar da tırmanacağı ifade ediliyor. Gelişmekte olan Avrupa ekonomilerinin 2009'da yüzde 3,75 daralacağı, gelecek yıl yüzde 1 büyüyeceği belirtilen raporda, eski SSCB ülkelerinin bu yıl 5,1 küçüleceği ve gelecek yıl yüzde 1,2 büyüyeceği kaydediliyor. Rapora göre, Rusya'nın ekonomisi bu yıl yüze 6, Almanya'nın yüzde 5,6, İngiltere'nin yüzde 4,1, Meksika'nın yüzde 3,7 ve Kanada'nın yüzde 2,5 küçülmesi bekleniyor. Gelişmekte olan ülkelerden Çin ve Hindistan'ın ekonomik büyümeleri yavaşlarken, Çin’in bu yıl yüzde 6,5 ve Hindistan’ın yüzde 4,5 büyüyeceği öngörülüyor. 2010 yılında Almanya'nın ekonomisinin yüzde 1 ve İngiltere'nin ekonomisinin yüzde 0,4 küçüleceği öngörülüyor. IMF Japonya'nın bu yılki ekonomik küçülmesini revize ederek yüzde 2,6'dan yüzde 6,2 oranına çıkarttı. Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük küçülme. Japonya, Rusya, Kanada ve Meksika'nın ise 2010 yılında tekrar büyüyeceği, Çin ve Hindistan'ın büyümesinin ise hız kazanacağı ifade ediliyor. IMF'ye göre, ABD'de işsizlik oranı bu yıl yüzde 8,9 ve gelecek yıl yüzde 10,1 olacak. Almanya'da işsizlik bu yıl yüzde 9 ve gelecek yıl yüzde 10,8, İngiltere'de bu yıl yüzde 7,4 ve 2010 yılında yüzde 9,2 olacak.

I

MF her ay dünya ekonomisi ile ilgili aylık raporlar, her yıl ise yıllık bir öngörü raporu yayınlıyor. Aylık ve üç aylık raporlarda öngörüler son dönemde revize edilmekten bir hal oldu. Revize de hep aşağıya doğru yapıldı. Şimdi 2008 verileri temelinde “Dünyanın Ekonomik Görünümü” Raporu yayınlandı. IMF'nin yayımladığı Dünyanın Ekonomik Görünümü raporunda, Türkiye'nin ekonomisinin, bu yıl yüzde 5,1 küçülmesi bekleniyor. Türkiye'de tüketici enf lasyonu, yıllık ortalamalara göre, bu yıl için yüzde 6,9, 2010 için de yüzde 6,8 olarak tahmin ediliyor. Bu % 10’un altında bir enflasyon olarak olumlu görünüyor, fakat temelinde tüketimin, dolayısı ile pazarın daralması yatıyor. Türkiye'de cari açık beklentisi de bu yıl için gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 1,2'si, gelecek yıl da yüzde 1,6'sı olarak verildi. Bu da şimdiye kadar olanlarla karşılaştırıldığında oldukça düşük rakamlar ve yine olumlu görünüyor. Fakat bunun da temelinde üretimin daralması, dolayısı ile ara mal ithalatında gerileme, bir bütün olarak ithalatta gerileme sonucu, ihracat ithalat dengesinde açığın kapanması yatıyor. Raporda küresel ekonominin, büyük bir finans krizi ve güven

kaybından dolayı derin bir durgunluktan geçmekte olduğuna işaret ediliyor. Burjuva ekonomistleri devrevi aşırı üretim krizini gözlerden gizlemeye devam ediyorlar. Kriz “finans krizi” olarak görülüyor, “güven kaybı” giderildiğinde krizden çıkılacağı masalları yayılıyor. Raporda dünya ülkelerinin küresel krize karşı aldığı çeşitli önlemler sayesinde, finans piyasalarının istikrara kavuşturulması yönünde bir ölçüde ilerleme sağlandığı belirtiliyor ki “güven krizini” aşma yönünde moral takviyesi babında bir açıklama. Bu açıklama ardından, “fakat” geliyor. Alınan tedbirlerin henüz güveni yeniden sağlayamadığı ve zayıf ekonomik aktiviteyle finansal sıkıntıların negatif etkileşimini ortadan kaldıramadığı kaydediliyor. Bu da herkesin gözü önünde söylenen moral verme yalanını biraz relative etme operasyonu. Raporda küresel ekonomik küçülmenin, bu yılın ikinci çeyreğinden sonra yavaşlayacağı ve bu yılki küresel küçülmenin yüzde 1,3 olarak gerçekleşeceği tahmin edildi. Buna ancak IMF denir. Yani İnşallah, Maşallah, Fesuphanallah! Gelecek yıl ise mütevazı ölçülerde büyüme beklendiği, ancak bu büyümenin, ülkelerin finans makamlarının alacağı önlemlerin başarısına bağlı olacağı dile getiriliyor. Burada da devletlere “pamuk eller cebe” siyasetinin devamı öneriliyor. Tabii temel soru kimin cebine sorusu. Ve bu sorunun cevabı net: Emekçilerin cebine! Raporda, 2010 yılı için küresel ekonominin yüzde 1,9 civarında büyümesi beklentisi dile getiriliyor. Bu da IMF. Raporda, ABD ekonomisinin bu yıl yüzde 2,8 oranında küçüleceği, 2010 yılında da 0 büyüme olacağı öngörülüyor.

5 Mayıs 2009 √

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

çılara teşekkür ediyoruz. Taksim’de 32 yıl sonra yeniden 1 Mayıs’ı kutlamanın heyecanını taşıyan bizler, konuyu bir “zafer kazanılması” ya da “bir alanın fethedilmesi” gibi ifadelendirmek istemiyoruz. Olay, demokrasi güçlerinin kararlı ve direngen tutum göstermesi sonucu, emeğin 1 Mayıs kürsüsünün Taksim Meydanı’na yeniden kurulmasıdır. Emniyet güçlerinin saldırgan tutumu bu 1 Mayıs’ta da gerginliği ve çatışmaları büyütmüş ve istenmeyen bazı aşırılıklara yol açmıştır. Alana giremeyen ve girmeleri engellenen onbinlerce insana yönelik “orantısız güç” kullanan anlayışı bir kez daha kınıyoruz.” Bu ortak açıklamada dikkat çekmek istediğimiz yan Taksim’e polis kontrolünde çıkartılan “makul sayı”cıların, onlar Taksim’de kutlama yaparken polisin saldırısına uğrayan binlerce 1 Mayıs göstericisi konusunda takındığı tavır. Bu tavrı belirleyen şey “orantısız güç kullanan anlayışa” yönelik eleştiri. Yani “makul sayı”cılar için polisin güç kullanarak 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenleri engellemesinde sorun yok. Sorun kullanılan gücün “orantısız” olmasında! Burada tabii oranı kim belirleyecek sorusu var. Eğer polisin 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenleri güç kullanarak engellenmesi meşru ise, hak ise, o zaman tabii ki bu hakkı gerçekleştirmek için kullanılacak şiddetin dozunu belirleme de onun işi olacaktır. Nitekim oldu da. Reformizmin bir türlü içinden çıkamadığı kısır döngü de buradadır. Reformistler düzenin kimi aşırılıklarının törpülenmesi gerektiğini savunurlar, bunun için mücadele ederler. Sonuçta düzeni iyileştirme mücadelesidir mücadeleleri. Mücadeleleri hastalığı değil, hastalığın kimi görüntülerini hedef alır. Sistemin hatalarını düzeltmeye çalışırlar. Anlamadıkları bizzat sistemin kendisinin hata olduğudur. Bu arada Hak İş Başkanı Salim Uslu da bir açıklama yaparak Bir Mayıs Tabu’sunu yıkanın Hak İş olduğunu iddia etti. Onun yaptığı değerlendirme de şöyle: ''İki bin işçiyle Taksim'e çıkmak ve Taksim tabusunu yıkmak sadece ve sadece bizim başarımızdır. İki bin üyemiz Taksim'e çıkmıştır. 50 dakika orada kalmışlardır ve bizim açtığımız yoldan diğer sendikalar da Taksim'e girmiş ve yıllardır süren özlemlerini gidermişlerdir.'' Hem mülki idarenin, hem de bazı sendika ve sivil toplum örgütlerinin ''Taksim inadını'' abartılı bulduklarını belirten Uslu, kendileri için doğru olanın, bu Taksim inadını kırmak olduğunu söyledi. Uslu, akıl ve sağduyuyla hareket ettiklerini belirterek, ''Bu sayede Taksim fenomeni, Taksim tabusu aşılmış oldu. Taksim'in emeğe açılmasındaki en büyük pay bizimdir.

EK:3


Nasıl geçiniliyor?

2008 yılı işsizlik rakamları açıklandı 2008 yılında Türkiye genelinde işsiz sayısı bir önceki yıla göre 235 bin kişi artarak 2 milyon 611 bin kişiye yükseldi. Bu bağlamda işsiz sayısının artmasında çalışma çağındaki nüfusun 778 kişilik bir artış gösterdiği bilindiğinde, artışın öncelikle bununla bağıntılı olduğu ortadadır.

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

K

EK:4

endi kendimize hep sorduğumuz, cevaplandırılmasında zorlandığımız bir soru var: Nasıl oluyor da insanlarımız açlık sınırının altında gelirle yaşamlarını sürdürebiliyorlar? Bunun cevabının bir yanında kuşkusuz kayıt dışı ekonomi var. Diğer yanında da yardımlar var. Özellikle seçim dönemlerinde çokça dile getirilen yardımlar. Bununla ilgili olarak TÜİK’in bir araştırması yayınlandı. İlginç veriler var, yukarıdaki soruya cevabın bir yanının resmi istatistiki görünüşü bu veriler: TÜİK’in 2008 yılı Ekim ayında 2 bin 878 örnek hanede, 6 bin 465 kişiyle gerçekleştirdiği "Yaşam Memnuniyeti Araştırması" kapsamında, hane halkı yaşam koşulları da değerlendirildi. Araştırma sonucundan derlenen verilere göre, 2008 yılında ayni veya nakdi yardım alan toplam hane halkı oranı yüzde 14,6 olarak belirlendi. Bu hane halk larının y üzde 36,1’ini aylık geliri 450 lira ve altında olanlar oluşturdu. Gelir dilimlerine göre 451-700 lira arasında aylık geliri bulunanlar, yardım alanların yüzde 29,4’ünü, 701-900 lira arasındakiler yüzde 13,4’ünü, 901-1.500 lira arasındakiler yüzde 16’sını, 1.5012.500 lira arasında geliri olanlar da yüzde 3,7’sini oluşturdu. Yardım alanların yüzde 1,5’inin ise aylık geliri 2 bin 500 liranın üzerinde. TÜİK yayımladığı araştırmada, 2003-2008 dönemine ilişkin verilere de yer verdi. Yardım kaynağına bakıldığında, akraba, eş-dost yardımının başta geldiği görülüyor. Belediye ile Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundaki (SYDTF) artış ise dikkati çekiyor. Bu çerçevede, nakdi veya ayni yardım alan hane halkları içinde 2003 yılında belediyeden yardım temin eden hane halklarının oranı yüzde 8,8 düzeyindeydi. Bu oran, 2004’te yüzde 14,4’e, 2005’te 15,3’e

yükseldi. 2006’da yüzde 13,1 olarak belirlenen yardım alanların oranı, 2007’de yüzde 20,3, 2008’de yüzde 21,4 oldu. Yardım alanlar içinde, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan yardım sağlayanların oranı da 2003’te yüzde 16,2 idi. Bu grupta, 2004’te 9 puan artışla yüzde 25,5’e çıkan yardım alanların oranı, 2005’te yüzde 22,6, 2006’da yüzde 24,3, 2007’de 29,1 ve 2008’de de yüzde 29,8 olarak tespit edildi. Hane ha l k larından yardım alanlar içinde, gönüllü kişi ve kuruluşlardan yardım alanların oranı 2004 yılında, 2003’e kıyasla 9,9 puan artış gösterdi ve yüzde 12,8’e çıktı. Ancak daha sonra 2005’te yüzde 2,5, 2006’da yüzde 5,4, 2007’de yüzde 6,3 ve 2008’de yüzde 3,7 oldu. Hane halklarının son bir yılda aldığı yardımların türüne bakıldığında da nakit yardımı öne çıkıyor. 2003 yılında yardım alanların yüzde 38,7’si nakit para aldığını belirtti. Nakdi yardım alanların oranı 2004’de yüzde 59,1’e yükseldi. 2005’te yüzde 47,8, 2006’da yüzde 49,7, 2007’de yüzde 51, 2008’de yüzde 52,2 olarak belirlendi. 2003-2008 döneminde yiyecek, giyecek yardımı alanların oranında fazla bir oynama görülmüyor. Ancak yakacak yardımında 2003’e kıyasla artış göze çarpıyor. Yardım alanlar içinde yakacak yardımından faydalananların oranı 2003’te yüzde 8,5 olarak tespit edildi. Söz konusu oran, 2004’te yüzde 31’e yükseldi. Yıllar itibariyle de 2005’te yüzde 23,9, 2006’da yüzde 22,5, 2007’de yüzde 34,5, 2008’de yüzde 30,8 oldu. Bir bütün olarak ele alındığında bu istatistikler aile ve çevre yardımının hala belirleyici olduğunu ve fakat bunun giderek gerilediğini, devlet ve belediye yardımlarının giderek arttığını gösteriyor. 28 Nisan 2009 √

T

ürkiye İstatistik Kurumu, Hanehalkı İşgücü Araştırması 2008 Yıllık Sonuçlarını açıkladı. Buna göre; 2008 yılında Türkiye'de kurumsal olmayan nüfus bir önceki yıla göre 823 bin kişilik bir artış ile 69 milyon 724 bin kişiye, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus ise 778 bin kişilik artış ile 50 milyon 772 bin kişiye ulaştı. 2008 yılında istihdam edilenlerin sayısı, bir önceki yıla göre 456 bin kişi artarak, 21 milyon 194 bin kişiye ulaştı. 2008 yılında tarım sektöründe çalışan sayısı 149 bin kişi, tarım dışı sektörlerde çalışan sayısı ise 307 bin kişi arttı. 2008 yılında istihdam edilenlerin yüzde 23.7'si tarım, yüzde 21'i sa nay i, y ü zde 5.9'u inşaat, yüzde 49.5'i ise hizmetler sektöründe yer aldı. Bir önceki yıl ile karşılaştırıldığında, tarım ve sanayi sektörlerinin istihdam edilenler içindeki pay l a r ı n ı n 0. 2 puan arttığı, buna karşılık hizmetler sektörünün payının 0.3 puan azaldığı, inşaat sektörünün payının ise değişmediği görüldü. 2 0 0 8 y ı l ı nd a Türkiye genelinde işsiz sayısı bir önceki yıla göre 235 bin kişi artarak 2 milyon 611 bin kişiye yükseldi. Bu bağlamda işsiz sayısının artmasında çalışma çağındaki nüfusun 778 kişilik bir artış gösterdiği bilindiğinde, artışın öncelikle bununla bağıntılı olduğu ortadadır. Yani 2008 yılında ekonomik krizin işsizlik alanındaki yansımalara henüz tam yaşanmamıştır. Bu bağlamda dramatik gelişmeler bu yıl içinde yaşanıyor. İşsizlik oranı ise 0.7 puanlık artış ile yüzde 11 seviyesinde gerçekleşti. Kentsel yerlerde işsizlik oranı 0.8 puanlık

artışla yüzde 12.8, kırsal yerlerde ise 0.4 puanlık artışla yüzde 7.2 oldu. Türkiye'de tarım dışı işsizlik oranı bir önceki yıla göre 1 puanlık artışla yüzde 13.6 seviyesinde gerçekleşti. Bu oran erkeklerde geçen yılın aynı dönemine göre 0.9 puanlık artışla yüzde 12.3, kadınlarda ise 0.8 puanlık artışla yüzde 18.1 oldu.

Çalışanların yüzde 43,5'i kayıt dışı Yaptığı işten ötürü herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan çalışanların oranı, bir önceki yıla göre 1.9 puanlık azalışla yüzde 43.5 olarak gerçekleşti. 2008

yılında bir önceki yıla göre tarım sektöründe sosyal güvenlikten yoksun çalışanların oranı yüzde 88.1'den yüzde 87.8'e, tarım dışı sektörlerde yüzde 32.3'ten yüzde 29.8'e düştü. Bu hala çok büyük bir oran. 2008 yılında Türkiye genelinde işgücüne katılma oranı, bir önceki yıla göre 0.7 puanlık artışla yüzde 46.9 olarak gerçekleşti. Erkeklerde işgücüne katılma oranı bir önceki yıla göre 0.3 puanlık artışla yüzde 70.1, kadınlarda ise 0.9 puanlık artışla yüzde 24.5 oldu. Kentsel yerlerde işgücüne katılma oranı


0.7 puanlık artışla yüzde 45, kırsal yerlerde ise 0.6 puanlık artışla yüzde 51.4 seviyesinde gerçekleşti. 2008 yılında işgücüne katılma oranının en yüksek olduğu bölge yüzde 61.1 ile Doğu Karadeniz oldu. İşgücüne katılma oranının erkeklerde (yüzde 74.5) ve kadınlarda (yüzde 48.2) en yüksek olduğu bölge yine Doğu Karadeniz oldu. 2008 yılında en yüksek istihdam artışı 120 bin kişi ile Batı Anadolu bölgesinde gerçekleşti. Buna karşılık en fazla istihdam azalışının yaşandığı bölge Orta Anadolu bölgesi oldu. Bu bölgede toplam istihdam 54 bin kişi azaldı, bu azalışın yüzde 79.6'sı tarım istihdamının azalışından kaynaklandı. Bölgelerdeki istihdamın sektörel dağılımına bakıldığında, tarım sektörünün payının en yüksek olduğu bölge yüzde 60 ile Kuzeydoğu Anadolu, sanayi sektörünün payının en yüksek olduğu bölge yüzde 40.1 ile İstanbul ve yüzde 39.2 ile Doğu Marmara, hizmetler sektörünün payının en yüksek olduğu bölge ise yüzde 62.5 ile Batı Anadolu bölgesi oldu.

İşsizliğin en yoğun olduğu bölge Kürt coğrafyası

7 Mayıs 2009 √

E

vet, sevgili YDİ Çağrı okurları sizlere değerli patronumuz Emektar Mustafa Özbek' in veda mektubundan bazı bölümlerini ve biz metal işçileri olarak verdiğimiz cevabı satır satır sizlerle paylaşacağız. Bu yazımızda Türk Metal sendikasının aylık dergisinden yararlanılmıştır.

Mustafa Özbek (M.Ö.): Değerli Genel Kurul Delegeleri, benim sevgili işçi kardeşlerim, arkadaşlarım, Metal işçilerinin değerli eşleri, kız kardeşlerim, bacılarım, değerli misafirler, değerli basın mensupları... Hepinizi en derin duygularla, saygıyla selamlıyorum... Sizlere bu mektubu haksız ithamlar neticesi gönderildiğim Silivri' den yazıyorum.. Dört duvar arasında mektuplarınızla, mesajlarınızla 71 gündür beni yalnızlığa mahkûm etmediğiniz Silivri'den... Biz Metal İşçileri (BMİ): Sen haksızsan neden tutuklanırken hiç bir itiraz yapmadın ve neden evinde ve kanalında (ART) yapılan araştırmada proje planlar ele geçirildi. Sonra bizler sana ne mektup nede mesaj yazdık. Sana yazsa yazsa yine senin parayla tuttuğun sahtekâr yandaşlarındır.

isminin hatırından çok 34 yıllık bir kara lekesi kaldı. Sonra biz işçi sınıfının senin gibi işbirlikçi, şoven, ırkçı ve sermaye dostu bir şahsiyetin vasiyetine hiç ihtiyacımız yok... M.Ö.: Önce hepimizin şunu çok iyi bilmesi gerekiyor.Türk Metal sendikası, sıradan bir sendika değil...45 yıl boyunca , onurla, gururla, haysiyetle metal işçilerinin ekmek kavgasına damgasını vurmuş bir sendika...Bugüne kadar işçilerin ekmek kavgasında bir kuruş da olsa taviz vermemiş bir sendika... BMİ: Deliye sorsalar güler yahu. Hangi ekmek davasında yanında oldun. Destek olacağına daha çok

ki padişahlık tahtını kurdu ve oturdu. M.Ö. : Değerli Metal İşçileri, Türk Metal , Metal işçilerinin Türkiye' ye kazandırdığı büyük bir eserdir.. Bu eserin altında sadece benim imzam yok..bu hepimizin eseri..Şimdi bu esere sahip çıkma zamanı..Çünkü bu sendika metal işçilerinin sığınacağı tek liman... Güvendiği tek dağ... Bu dağlara kar yağdırmayın... BMİ: Biz metal işçilerinin güvendiği tek dağ vardır, sığınacağımız tek liman vardır, güvendiğimiz tek saf vardır. O da proletarya diktatörlüğünde kurulmuş olacak sosyalist, bolşevik saflardır.

M.Ö.: Değerli Arkadaşlarım, ben, Genel Başkan olarak olmasam da Türk işçi hareketinin ve Türk Metal' in bir neferi olarak yine sizlerle birlikte olacağım... BMİ: Evet sen olmayacaksın başta, ama yine de sen sana düşen karı paylaşacaksın. Bizler buna eminiz. M.Ö.: Yüce Allahım ve Türk adaleti o günleri elbet gösterecek. Ben buna inanıyorum sizlerde inanın. BMİ: O Yüce Allahın gösterir mi bilmeyiz ama bu Türk Adaleti 86 yıldır adaletini bir türlü gösteremedi gitti. Bizler hangisinin adaletine inanalım. M.Ö.: Değerli Arkadaşlarım, sendikacılık hayatımın her döneminde sizlere evlatlarım ve kardeşlerim gibi sahip çıktım... Sizleri eşimden ve çocuklarımdan ayrı tutmadım. BMİ: Evet 34 yıl boyunca sömürdüğün bizler, krallar gibi yaşayan senin eşin ve çocukların oldu. Ne zaman kimlere sahip çıktın? M.Ö.: Eğer Mustafa Özbek isminin sizlerin yüreğinde birazcık hatırı kalmış ise bu yazdıklarımı vasiyet olarak kabul edin. BMİ: Bizlerde Mustafa Özbek

köstek oldun. Hep kaşığın arkasıyla aldın kepçeyle geri verdin. M.Ö. : Bayrağımıza, bağımsızlığımıza, millete, cumhuriyete ve demokrasiye kendini adamış bir sendika.. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk' ü, davasını ve ilkelerini her zaman aklında ve sırtında taşımış bir sendika... Böyle olduğu için metal işçileri, bu sendikayı, 14 binlerden 350 binlere taşıdı.. Böyle olduğu için Türk Metal, Türk milletinin gönlünde taht kurdu. BMİ: Kurduğu Cumhuriyet ve demokratik yaşam şüpheli olan Mustafa Kemal Atatürk' le sadece isim benzerliğinden başka bir ortak yönü olmayan Mustafa Özbek sendika üye sayısını 14 binlerden 350 binlere acaba saymakla bitiremeyeceğimiz hangi sahtekarlıkla ve zorbalıklarla ulaştırdı. Evet o kadar işçiyi sömürdü o kadar çaldı

M.Ö. : Bu sendikayı kısır tartışma lara kurban etmey in .. Siyasetçilerin arka bahçesi olmasına izin vermeyin... Kişisel tartışmaların odağı haline getirmeyin... BMİ: Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu Musyafa bey, Ülkü ocaklarına paraları yağdırıp işçilere gözdağı verdiren, korkmayanları dövdüren Mustafa bey sonra bir siyasi oluşum için parti kurma aşamasına kadar gelen Mustafa bey ... Siz mi söylüyorsunuz bunları .. Bırak eğer inanıyorsan Allahını seversen... M.Ö.: Değerli dava arkadaşlarım, Metal iş kolu, Türk sanayinin can damarı... Sendika olarak bu damarlardan akan kanın durmasına asla izin vermeyin... Bu konuda işverenler ve sanayiciler ile sendikal hedeflerden uzaklaşmadan uzlaşma içinde olun...

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

İşsizlik oranının en yüksek olduğu bölge yüzde 15.8 ile Kürt illeri olurken, en düşük olduğu bölge yüzde 5.8 ile Doğu Karadeniz bölgesi olarak belirlendi. 2008 yılında erkeklerin işsizlik oranının en yüksek olduğu bölge yüzde 17.3 ile yine Kürt coğrafyası bölgesi iken, kadınlar için yüzde 15.6 ile Batı Anadolu ve Akdeniz bölgeleri oldu. İşgücüne katılma oranının en düşük olduğu kentler ise yüzde 30.7 ile Mardin, Batman, Şırnak, Siirt ve yüzde 31.8 ile Şanlıurfa, Diyarbakır olarak belirlendi. 15 ve daha yukarı yaştaki nüfusun yüzde 18.7'sini barındıran İstanbul, toplam istihdamın da yüzde 18.5'ine sahip oldu. Toplam çalışma çağındaki nüfus içindeki payı yüzde 6.7 olan Ankara bölgesi toplam istihdamın yüzde 6.4'üne sahip bulundu. Antalya, Isparta, Burdur bölgesinin ise toplam çalışma çağındaki nüfus içindeki payı yüzde 3.6 iken, toplam istihdamın yüzde 4.4'üne sahip olduğu belirlendi. Buna karşılık, çalışma çağındaki nüfusun yüzde 3.3'üne sahip olan Şanlıurfa, Diyarbakır bölgesinin toplam istihdam içindeki payı yüzde 2.2 oldu. 2008 yılında işsizlik oranının en yüksek olduğu iller yüzde 17.4 ile Mardin, Batman, Şırnak, Siirt olurken, bunu yüzde 16.8 ile Adana, Mersin izledi. İşsizlik oranının en düşük olduğu bölge ise yüzde 5.6 ile Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan bölgesi oldu.

O k uy u n s ı k ı l m ayac a k s ı n ı z !

EK:5


BM İ: Di k k at! A ld ı n ı z m ı mesajı? M.Ö. : Pevrul Kavrak kardeşiniz Makine Kimya' dan Çerkezköy'e oradan Ankara' ya uzanan yolda şimdi Genel Başkan Yardımcımız olarak hem de Türk-İş yöneticisi olarak yaşamına devam ediyor.. BMİ: Diyerek atama işlemini gerçekleştirmiş bulunmaktadadır. Hani insan birde kardeşlerinin istediğini sormaz mı, bu nasıl kardeşlik.Bu nasıl adalet bu nasıl demokrasi.Böyle sendikacılık olmaz bizde reddediyoruz.

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

M.Ö.: Birbirinize olan inancınızı, birbirinizle dayanışmanızı her zaman koruyun. Birbirinizden kopmayın, ayrı durmayın... Önce Allah' a sonra da sendikanıza inanacaksınız... Bunu yaparsanız büyüklüğünüzü ve gücünüz de devam edecektir.. BMİ: Başlarken güzel başladın da devamını niye getirmedin be birader . Onun senin sendikandan ne farkı var ki.. Pardon sen biraz daha barbar ve şovensin unutmayalım. M.Ö.: Mustafa Özbek olarak , mensup olduğum Türk milletiyle ve sahip olduğum milli kimliğimle onur duydum , gurur duydum... Devletimi ,milletimi sevdim,ü saydım.Cumhuriyetimizi ve demokrasimiziyaşatmak uğruna mücadele ettim... Bir türk milliyetçisi olarak, Türkçülüğe sahip çıktım.Türkçülüğü savundum.. Ömrüm oldukça da bu ülküden asla vazgeçmeyeceğim...

EK:6

BMİ : Ulan Mustafa Ağa bu topraklarda sadece Türk yaşamıyor. Bu sendikanın üyeleri içinde hiç mi kürt vatandaşı, hiç mi ermeni vatandaşı, hiç mi rum vatandaşı yok.Her birinden birer tane dahi olsa onları asümile etmeye hakkın yok.Emin ol onlarda kendi kimlikleriyle gurur duyuyordur ama senin gibi bu şekilde ırkçi söylemlerde bulunmuyorlar. M.Ö.: A ma şu na ina nı n... Düşüncelerimin içinde hiçbir zaman kalleşliği, haramı, ihaneti koymadım. BM İ: İ ş te bu r ad a a k l ı ma Mahsuni' nin türküsü aklıma geldi " Bak ite hele". Bizce eksik bir şeyler daha var ama utanıp söylemedi herhalde… Evet, sevgili YDİ Çağrı okurları umarım sıkılmamışınızdır. İşte, sevgili eski patron Mustafa Özbek Paşanın son mektubumu dersiniz, son vasiyetimi dersiniz ne derseniz deyin. Fakat biz son veda hutbesine benzettik… Gelecek Ekimlerde, yeni Ekimler gelmesi dileğiyle. Hoşçakalın. Dostça kalın. Bursa’dan bir YDİ Çağrı okuru Mayıs 2009 √

Mersin Limanında işçiler kazandı

M

ersin Limanı’nda 128 gündür işlerine dönme mücadelesi veren liman işçilerinin direnişi başarıyla sonuçlandı. TÜMTİS yöneticileriyle liman ana işleticisi MIP ve Taşeron firma MPO arasında yapılan görüşme sonucu prensip anlaşmasına varıldı. Prensip anlaşmasına göre ilk etapta 141 işçi işbaşı yaptı. Geri kalan 49 işçi ise en geç bir ay içinde işlerine başlayacak. Ancak işçiler, diğer 49 işçi de işe alınana kadar direnişi sürdürme kararı aldılar. Yapılan anlaşmaya göre işçilere bir defaya mahsus olmak üzere 1000TL verilecek. İşçilerin yeni taşeron firma olan MPO’da da sendikaya üye olmalarının önüne engel çıkarılmayacak. TÜMTİS bu yeni işyerinin kendi işkollarında olup olmadığı temelinde durum tespiti yaptırdıktan sonra işçiler sendikaya kayıtlarını yaptıracaklar. Akansel’in attığı 19 şoför de tekrar işbaşı yaptı. Varılan bu anlaşmanın hemen ardından TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk ile sürece ilişkin bir söyleşi yaptık. YDİ Çağrı: Direnişteki son süreci bize bir anlatır mısınız? Kenan Öztürk: Buradaki son süreç ilk aşamada 121 işçi arkadaşımız işten çıkarılmıştı. 127 gündür direniş devam ediyordu. İşveren asıl işçilerin daha önce çalıştığı taşeronun işyerini feshetti ve yeni bir şirket kurdu. Bu arada içerde çalışan 72 işçinin daha işine son verildi. Bu yeni şirkete yeni işçi alarak sendikalı işçiyi burada tamamen tasfiye etmek istediler. Fakat bu 72 arkadaşında atılması, mücadeleyi daha da yükselti. Her gün gösteriler, basın açıklamaları, dışarıda getirilen kaçak işçiye karşı işçilerin tepkisi ve öfkesini gördüler. Ana firmanın oyunlarına karşı tepkiler yoğunlaşınca, Mersin Vali yardımcısı araya girerek görüşme talebinde bulundular. Biz başta ana firma ile görüşme talebinde bulunduk. Burada asıl, sendika düşmanlığını tezgâhlayan ana firma IMP’dir. Dışarıda getirilen işçiler, buradaki işçilerin haklı

mücadelesini ve tepkileri görünce kendiliğinden vazgeçti gitti. Bu tepkiler sonucu işverende görüşme önerisi geldi. Bu öneri üzerine biz, IMP yetkilileri ile görüştük. Gelen öneri; ilk görüşmelerimizde tabi işveren önce, 10 kişi alalım, 20 kişi alalım, en son çıktıkları rakam 34 kişi alalım dedi. Biz hayır ya işçinin tamamı ya da biz görüşmeyeceğiz dedik. Bu tavrımız üzerine sonra tekrar görüşme önerileri geldi. Daha sonra görüşmelerimizde 72 işçinin hemen işbaşı yapması, 127 gün direnişteki 19 şoför işçinin hemen başlatılması, yine normal işçi olarak çalışan 50 işçinin de hemen işbaşı yapması idi. Geriye kalan 49 işçi kalıyor. Bu 49 işçiyi de bir ay içerisinde işbaşı yaptıracaklarına dair taahhütleri oldu En son gelinen aşama buydu. YDİ Çağrı: Bu görüşmeleriniz ile ilgili işçileri bilgilendirdiniz mi? Kenan Öztürk: Biz işverenlerle görüşmelerimiz ertesinde işçi arkadaşlarımızla görüşüp ona göre bir karar vereceğimizi söyledik. Direnişe katılan bütün işçi arkadaşlarla uzun bir toplantı yaparak işverenin önerisini anlattık. Bu konuda tamamen kendi özgür iradeleri ile karar vermeleri gerektiğini söyledik. İşverenlere bu toplantıya kadar verilmiş bir söz ve imzalanmış bir yazının olmadığını, işçi arkadaşların karar vereceğini söyledik. Bütün işçi arkadaşlar bu önerinin makul olduğunu, sendikanın bunu onaylaması gerektiğini oybirliği ile karar verdi. İşçilerin onayı üzerine işverenler ile görüşerek öneriyi kabul ettik. YDİ Çağrı: Bu yeni taşeron firmaya geçildiğinde işçilerin sendikalı durumu devam edecek mi? Patronun herhangi bir talebi oldu mu? Kenan Öztürk: Hayır, IMP yetkililerinden direk böyle bir talep gelmedi. Biz işverenle görüşmelerimizde sendikal faaliyetin devam edeceğini söyledik. Sendikadan istifa edilmesi gibi bazı sözler sarf edildi. Biz buna sert tepki göster-

diğimizde işveren bu önerisinden vazgeçti. İşbaşı yapan işçiler sendikalı olarak çalışabilir, burada bir problem yok. Türkiye’de son dönemde örgütsüz yerlerde birçok direniş yaşandı. Bu ülkede her sendikalı örgütlenme talebine kıyımla cevap veriliyor. Mevcut siyasi iktidarın demokrasinin geliştiğine dair sözlerinin ne kadar palavra olduğunu, emekçiler her gün yaşamında görüyor. Son sürece baktığımızda atılan işçilerin direnerek geri döndükleri çok az örneği var. Tabii ki bu o direnen işçinin suçu değil. Sendikal hareketin içinde bulunduğu kötü durum ve sınıf dayanışmasının yoksunluğundan kaynaklanıyor. Mersinde gerçekte onurlu bir mücadele verildi. Mersin’deki emek örgütleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, direnişin başından bu yana direnen işçilerle omuz omuza oldular. İşçiler her türlü baskıya, polis baskısına rağmen yılmadılar bilakis daha da kararlı direndiler. İki defa arkadaşlarımız gaz bombalı, coplu saldırıya uğradılar. Bütün bu baskılara rağmen işçi arkadaşlarımızın kararlı ve onurlu tutumu, demokratik kitle örgütleri ve sendikaların aktif dayanışması, bu mücadeleyi buraya taşımıştır. Dolayısı ile her şey bitmiş de değil. İçerde sendikalaşma faaliyetimiz devam ediyor. Yasal yetki ile ilgili prosedür süreci devam ediyor. Sendika hedefimiz bu işyerinde sendikasız işçi bırakmama. Toplu iş sözleşmeli düzene geçmektir. Burada mücadele devam ediyor. Bu kazanım sınıf hareketi ve emekçiler açısında önemli bir kazanımdır. Bugüne kadar dayanışmadan bulunan bütün kurumlara, bütün demokratik kitle örgütlerine, emekten yana bütün siyasi oluşumlara ve partilere çok teşekkür ediyoruz. Çok büyük katkıları olmuştur. YDİ Çağrı: Burada sendika olarak gerçekte örnek bir mücadele sergilediniz. Sınıf sendikacılığı açısından örnek oldunuz ve işçilere çok şey öğrettiniz. İşçilerle yattı, işçilerle kalktınız. Sizleri kutluyorum. Kenan Öztürk: Ben de size çok teşekkür ediyorum. Özellikle şahsınıza. Direnişin ilk gününden itibaren işçilerle beraber oldunuz. Hep işçiye moral verdiniz, motife ettiniz, kararlı olmaları, birliklerini bozmamaları konusunda telkinde bulundunuz, direnişin önünü açmaya çalıştınız. Direnişte büyük katkınız oldu. Teşekkür ediyorum. YDİ Çağrı: Bende teşekkür ediyorum. Yapılması gerekeni yaptık 12 Mayıs 2009 √


Kriz paneli üzerine notlar Toros Gübre'de 6. Grev de Anlaşma ile Sonuçlandı

M

1

sınıfının örgütsüzlüğü, sendikaların güçsüzlüğü ve en önemlisi devrimci-komünist hareketin zayıflığının önemli bir etken olduğu vurgulandı. Panelin ikinci bölümünde, dile getirilen görüşlerde esas olarak krize karşı nasıl bir mücadelenin yürütülmesi gerektiği üzerinde duruldu. Tartışmaya geçmeden önce gelen soruların bazıları şunlardı: Mali/finansal kriz, borsa krizi ve aşırı üretim krizi arasındaki fark nedir, birbiriyle ilişkisi nedir? Ekonominin giderek merkezileştiği bugünkü emperyalist sistemde yerel krizler mümkün mü? Sosyalizmde kriz olur mu ya da sosyalist bir ülkenin varlığında yaşanacak bir kapitalist ekonomik krizin sosyalist ülkeye etkileri ne olur? 1929 dünya krizi ile bugünkü kriz arasında ne gibi farklar var? Ekonominin militarizasyonu ne demek? vs. Sorulara verilen cevapların ardından tartışma bölümüne geçildi. Panele katılanların söz alarak katkıda bulunduğu etkinlikte esas tartışma ekonomik krize rağmen işçi sınıfının suskunluğu, devrimcilerin alternatif olamaması, güçlü bir işçi sınıfı partisinin yoksunluğu üzerinde yoğunlaştı. Yoğunlaşılan bir diğer nokta ise oportünist reformist hareketlerin krize yaklaşımı idi. Bu çevrelerin hemen hemen hepsinin, bir bütün olarak kapitalist sistemi karşısına almak yerine sistemin aksayan yanları ile uğraştıkları ve reformist anlayışların bu konuda da hakim olduğu belirtildi. Krize karşı sınıf bilinçli işçiler ne yapmalı? Sorusuna ise, kriz dönemlerinin işçi sınıfı içerisinde çalışma açısından elverişli koşullar yarattığı, sınıf bilinçli işçilerin bunu uygun araçlarla en iyi şekilde değerlendirerek işçi sınıfına gitmesi ve işçi sınıfının bilinçlenmesi mücadelesine daha sıkı bir şekilde sarılması gerektiği dile getirildi. Mayıs 2009 √

imzalandığını belirtti. Üzerinde anlaşmaya varılan toplu iş sözleşmesine göre, işçilerin ücretlerine ilk yıl 100 TL zam ve sosyal haklarda %6’lık artış yapılması, ikinci yılda ise, ücret ve sosyal hakların enflasyon oranın da artırılması kararlaştırıldı. Tekfen Holding yönetimi ilk görüşmelerde Toplu İş Sözleşmesi Anlaşmasında yer alan greve çıkış nedeni olan kapsam maddesi; "Sendikasız çalışanların sayısı, toplam çalışan sayısının 44/1'ini geçemez."kabul

oturulduğunu ve kriz bahanesiyle ödettirilmek istenen faturaya hayır dedik” dedi. Alaybeyoğlu yapılan toplu iş sözleşmesinin aynı zamanda işçilerin de onayı alınarak

edilmeyerek kazanılmış olan bir hak korundu.

2

18.05.2009 YDİ Çağrı Mersin √

Adana'da kriz ve işçi sınıfı paneli

4 M ay ı s Pa z a r g ü nü Adana’da “Ekonomik Kriz ve İşçi Sınıfı” konulu bir panel düzenledi. Yeni Dünya İçin Çağrı okurlarının düzenlediği panelde krizin ne olduğu, ekonomik krizin nasıl gerçekleştiği, devrevi kriz, krizin aşamaları vb. sunuldu. Yapılan sunumda ekonomik krizlerin kapitalizmin yapısı gereği ortaya çıktığı ve aşırı üretimden kaynaklandığı, kapitalizmde krizlerin kaçınılmaz olduğu, kriz döneminde işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının gasp edildiği, insanların daha fazla yoksulluğa itildiği anlatıldı. Krizin nedeni örnekle-

riyle açıklandı. Sunumun ardından soru-cevap bölümünde kapitalizm bir devrimle yıkılmadan işçi ve emekçilerin mutluluğunun olamayacağı, sosyalist ekonomiden üretimin planlı yapılmasından dolayı krizlerin olmayacağı belirtildi. Panel az sayıda insanın katılmasına rağmen canlı bir atmosferde geçti. Özellikle genç katılımcılar konuyu anlayabilmek için dikkatle dinlediler. Panel ardından yapılan sohbetlerde sunumun ve tartışmaların verimli geçtiği belirtildi. 26.05.2009 Ydi Çağrı / Adana √

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

0 May ıs Pa z a r g ü nü Güney Kültür Merkezi’nde “Ekonomik Kriz ve Sonuçları. Krize karşı ne yapmalı? Konulu bir panel düzenlendi. Panelin konusu iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde genel olarak krizin ne olduğu, nereden kaynaklandığı, hangi evrelerden geçtiği üzerine duruldu. Kapitalist dünyanın ayrılmaz bir parçası olan ekonomik krizlerin her 8-12 yıllık sürelerle tekrarlandığı ve krizin bunalım, durgunluk, canlanma ve kalkınma olmak üzere toplam dört devreden geçtiği belirtilerek bu evrelerin her birinde yaşanan gelişmenin ne olduğu somut örneklerle ortaya konuldu. Her ekonomik krizin, bir sonraki krizin önkoşullarını yarattığı ifade edildi. Kapitalist ekonomik krizlerin son tahlilde aşırı üretimden kaynaklandığı vurgulanarak kapitalizmin emek-sermaye çelişkisinin ekonomik krizlerin temelini oluşturduğu dile getirildi. Daha fazla kar amacıyla aşırı boyutlarda üretilen malların, geniş emekçi kesimin alım gücünün sınırlı olması nedeniyle elde kalması, bunun sonucu olarak işçilerin işten çıkarılması, emeğin daha yoğun bir şekilde sömürülmesi, işsiz kalan kitlelerin alım gücünün daha da düşmesi ve yoksulluk, ekonomik kriz dönemlerinin tipik göstergeleri olduğu belirtildi. Panelist arkadaş konuşmasının devamında içinde bulunduğumuz ekonomik krizin ortaya çıkışı üzerinde detaylı bir şekilde durdu. ABD’den başlayan ve tüm dünyaya yayılan krizi ve yaşanan çöküntünün boyutlarını ortaya koydu. Ekonomik krizin geniş işçi ve emekçiler açısından ne anlama geldiğini yine dünyadan ve Türkiye’den verdiği örneklerle detaylandırdı. Ekonomik kriz, işçi ve emekçi yığınları derinden etkilemiş olmasına karşın ciddi bir karşı duruşun gösterilmediği, gösterilemediği üzerinde durulurken, işçi

ersin ve Adana Ceyhan da Tek fen Holding’e bağlı Toros Tarım işletmesinde patronun sıfır zam dayatması sonucu 115 işçiyle 7 Nisan da çıkılan grev 32. gününde anlaşma ile sonuçlandı. Patronun krizi bahane ederek işçilerin kazanılmış haklarını geri almak istediğini belirten Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu, “İki yıl gibi bir süre için sıfır zam talebi kabul edilemezdi. Patronun geri adım atması sonucu masaya

EK:7


Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı dir sürdürdüğü şiddeti şimdi de eğitimcilere uyguladığını belirtti. KESK’e ve Eğitim- Sen’e yapılan operasyonların karşısında hala sokakta olduklarını vurgulayan Şimşek, tüm emek kesimleriyle,

Eğitim emekçileri, polis saldırısı sonrası yaklaşık bir saat boyunca oturma eylemi yaptılar. Barikatın kaldırılmasını ve yürüyüşün başlamasını isteyen eğitimciler saat 16.30'da yürüyüşe başladılar.

Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

S

EK:8

aat 13.00'da Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan Danıştay park ında biraraya gelen Eğitim Sen’lilerin önüne polis barikat kurdu. Polisin yürüyüşü yaptırmayacağını söylemesi üzerine yürümekte ısrar eden eğitimciler yolu kapattılar. Yolu tarafiğe kapatan eğitim emekçilerine polis coplarla, gazla ve tazyikli suyla saldırdı. Polis saldırısı nedeniyle 10'u aşkın emekçi yaralandı. Polis gazı ile dağıtılmak istenen Eğitim-Sen üyeleri ve onlara destek veren kurum temsilcileri, Atatürk Bulvarı üzerinde toplanarak oturma eylemi yaptılar. Saldırı sonrası bir açıklama yapan Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç, sendikalarının günlerdir maruz kaldığı polis saldırısına bir yenisinin daha eklendiğini ifade ederek, barikat açılarak Milli Eğitim Bakanlığı'na yürüyene kadar eylemlerinin süreceğini ifade etti. Eğitim emekçileri, polis saldırısı sonrası yaklaşık bir saat boyunca oturma eylemi yaptılar. Barikatın kaldırılmasını ve yürüyüşün başlamasını isteyen eğitimciler saat 16.30'da yürüyüşe başladılar. Eylem boyunca “Barikat açılsın, yürüyüş başlasın”, “Zafer direnen

emekçinin olacak”, “Söz, yetki, karar çalışanlara”, “Eğitim haktır satılamaz”, “İşte sendika işte KESK”, “Parasız eğitim, parasız sağlık”, “Toplu sözleşme hakkımız grev silahımız”, “KESK’e kalkan eller kırılır”, İnsanca yaşam demokratik Türkiye” sloganları atan eğitim emekçileri, toplu sözleşme taleplerini içeren pankartlarıyla yürüdüler. Milli Eğitim Bakanlığı’na gelindiğinde burada bir açıklama yapan Eğitim-Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç; 3 Haziran’da başlayan Eğitim-Sen yürüyüşünün her türlü saldırı ve baskıya karşın sürdüğünü, fakat aynı saldırıya Ankara’da uğradıklarını ve bu faşizan uygulamaların emekçileri yıldıramayacağını ifade etti. Eğitim emekçilerinin haklı taleplerle yürüdüğünü söyleyen Kılıç, bu talepleri görmezden gelenlere grevle yanıt verileceğini hatırlattı. KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek ise konuşmasında, KESK’in TİS talepleri için sokaklarda olduğunu ve Eğitim-Sen’in de bu talepler için yürüdüğünü söyledi. Eğitimcilerin yürüyüşe başladıkları ilk günden bu yana her türlü saldırıya maruz kaldığını söyleyen Şimşek, Ankara polisinin günler-

1

işsizlerle, yoksullarla birlikte mücadele yürütecekleri toplu sözleşme sürecinin başladığını ve 20 Haziran’da Ankara’da olacaklarını söyledi. Haziran 2009 √

Denizli’de 1 Mayıs

Mayıs Emek ve Dayanışma günü, Denizli’de yürüyüş ve mitingle kutlandı. Denizli Belediye binası önünde siyasi partilerin basın açıklamalarıyla başladı. Katılanlar İstiklal Caddesi önünde toplanma yeri olan Tarım İl Müdürlüğü önüne hareket ettiler. Toplanma yerinde herkesin üzeri arandı. Yürüyüşe katılan örgütler: KESK, Eğitim-Sen, İP, ÖDP, TMMOB, Alınteri, SDP, SP, Teksif, CHP. Öne çıkan sloganlar: Yaşasın halkların kardeşliği!, AKP’nin imamı, kaça sattın vatanı!, Yaşasın 1 Mayıs!, ve zaman zaman atılan faşizme ölüm, tek yol devrim! İçerik olarak düzeni sorgulamayan sloganlar hakimdi. Bu yıl 1 Mayıs’a ortalama 3 bin kişi katıldı. Bu sayı Denizli’nin somutunda yüksek bir katılımın ifadesiydi. Bunun nedeni teğet geçmeyen ekonomik kriz, 1 Mayıs gününün tatil olması ve katılan örgütlerin niteliğine bakılmamasıydı. Miting alanında ilk konuşmayı Tertip Komitesi sözcülerinden Teksif Başkanı Recep Okay yaptı. Konuşmasında; birlik ve beraberlik mesajı verdi. Emekçilerin yaşanan olumsuzluklara karşı mücadelenin gerektiğini belirtti. KESK dönem sözcüsü Şenol Akyol da sınıf da-

yanışması içinde tüm emekçilerin omuz omuza mücadele vermesini, demokratik mücadelelerinin başarısının, toplumun demokratikleşmesine katkı sunduğu unutulmamalı dedi. Miting alanında İP’nin bulunması diğer örgütler tarafından protesto edildi. “Ergenekon çetesi 1 Mayıs’ı terk et!” sloganı atıldı. Ortam iyice gerilmişti. Ortam miting görevlileri ve emniyet güçleri tarafından sakinleştirildi. İP’liler pişkinlikle kendilerine yapılan itirazları halay çekerek karşılık verdiler. Bu olumsuz durumdan sonra olay çıkmaması için örgütlerin yarıya yakını miting alanını terk etti. Yarım saat sonra da diğerleri alandan ayrıldılar. Sanatçı Hakan Akmaz türkülerini bitirmeden 1 Mayıs etkinlikleri sona erdi. Güvenlik nedeniyle İP tüm gruplar dağılıncaya kadar emniyet güçlerince alanda tutuldu. Bu tür olumsuzlukların yaşanmaması için Tertip Komitesi başından itibaren İP’ni dışlamaları gerekirdi. İlkesizlik 1 Mayıs kutlamalarını bu haliyle de zarar verdi. Yaşasın devrimci 1 Mayıs! Yaşasın ulusların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı! Faşizme ölüm, tek yol devrim! Denizli’den YDİ Çağrı okuru √

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 134’ün İşçi Eki ·Haziran 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için

“Kürt sorunu”nda güzel şeyler mi olacak?

T

ürkiye’nin siyaseti ilginç. Birçok halde en önemli mesajlar yurtdışında veya yurtdışına seyahatlerde veriliyor. Bu kez de Kürt sorununda böyle oldu. Mart ayında İran'a giderken "Kürt sorununda iyi şeyler olacağını" söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mayıs ayında Prag dönüşü de önemli mesajlar verdi. Gül, "İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye'nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır" dedi. Çek Cumhuriyeti'ndeki Prag zirvesinden dönerken uçakta aralarında Murat Yetkin'in de bulunduğu bir grup gazeteciye konuşan Cumhurbaşkanı Gül, şöyle dedi: "İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes işin çok daha farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Böyle bir ortamda iyi şeyler olur. O yüzden iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lazım." Abdullah Gül’ün bunları söylediği dönemde Türkiye’de Milliyet gazetesinde Hasan Cemal’in Kandil’de yaptığı bir röportaj yayınlanıyordu. Röportaj yapılanlar arasında PKK yöneticilerinden Murat Karayılan da vardı. Murat Karayılan röportajda PKK’nin değiştiğini ve silah bırakmak için devletten beklentilerini anlatıyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da, Nisan ayında “dağdan inmeyi sağlayacak yasal düzenlemelere gidilmesi” gerektiğini söylemiş, bu af tartışmalarına neden olmuştu. Kü r t S or u nu’nu n Cu m hu rba ş k a n ı’n ı n a ğ z ı nd a n “Türkiye’nin en önemli sorunu” olarak adlandırılmış olması ve bu sorunun çözümü için fırsatlardan söz edilmesi, Genel Kurmay Başkanının “dağdan inmeyi sağlayacak yasal düzenlemelere gidilmesi”nden yana tavır koyması, devletin değişik -ve başka konularda pek de barışık olmayan- kurumlarının, PKK’yi silahsızlandırmak ve silahlı kuruluş olarak devreden çıkarmak konusunda belirli bir planda mutabakatı olduğunun işaretini veriyor. Bu mutabakatın geri planında tabii en başta PKK’nin salt savaşla bitirilemeyeceğinin görülmesi yatıyor. PKK’nin de zaten yıllardan beri açıkça bağımsız bir Kürdistan talebinden geri çekilmiş olması ve bugünkü taleplerinin elde edilmesi açısından silahlı eylemlerin amaca uygun olmamasını görmesi, silahları bırakmak için devletten kimi adımlar beklemesi de bu gelişmenin bir diğer yanı. İşin bir de uluslararası boyutu var: Irak’taki ABD askeri iş-

Görünen yaz aylarında bir yandan savaş boyutlandırılırken, diğer yandan dağ kadrosunu dağdan indirmek için ismi af olmayan bir takım yasal düzenlemelere gidileceği; bu arada Güney Kürdistan yönetimi ile ilişkilerin daha da iyileştirilmesi ve “üçlü koordinasyon” (ABD - IRAK (+Güney Kürdistan Yönetimi) -Türkiye) yoluyla PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı; gali kaldırıldıktan sonra, Türkiye ile Irak ve öncelikle de Güney Kürdistan (Kürdistan Bölgesi Özerk Yönetimi) arasında iyi ilişkiler ve Türkiye’nin bir çeşit hami/koruyucu rolü üzerlenmesi planlanıyor. Bunun için Güney Kürdistan’da PKK’nin Türkiye’ye yönelik bir silahlı tehdit unsuru olmaktan çıkartılması, tasfiyesi gerekiyor. ABD bu bağlamda açık tavır takınmış durumda. Şimdi Güney Kürdistan yönetimi bunun gerçekleştirilmesi için baskı altına alınıyor. Şu anda PKK’nin arkasında açıkça duran herhangi bir emperyalist güç yok. Güney Kürdistan yönetimi de açıkça destekleme durumunda değil. Bu arada İran da PKK’nin İran’daki yapılanması PJAK’a karşı acımasız savaşını sertleştiriyor ve Kandil’i bombalıyor. Burada da Türkiye ile İran arasında PKK’ye karşı savaş bağlamında de fakto bir ittifak söz konusu. Büyük olasılıkla bu konuda anlaşma da var. Bu anlamda PKK sıkışmış durumda. İşte bu uluslararası ortam da, hem Genel Kurmay, hem Cumhurbaşkanı tarafından “kaçırılmaması gereken tarihi fırsat” olarak adlandırılan şeyin arka planının bir parçası. Görünen yaz aylarında bir yandan savaş boyutlandırılırken, diğer yandan dağ kadrosunu dağdan indirmek için ismi af olmayan bir takım yasal düzenlemelere gidileceği; bu arada Güney Kürdistan yönetimi ile ilişkilerin daha da iyileştirilmesi

ve “üçlü koordinasyon” (ABD IRAK (+Güney Kürdistan Yönetimi) -Türkiye) yoluyla PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı; bunun için planlanan “Kürdistan Konferansının” (bu şimdilik en azından Irak’taki yerel seçimler sonrasına ertelendi) da kullanılacağı anlaşılıyor. Planın Kuzey boyutunda DTP’ye yapılan baskıların arttırılması yoluyla DTP’nin kendini PKK’den açıkça ayırmaya zorlanması var. DTP’ye yapılan baskıların amaca götürmemesi şartlarında DTP’nin başı üzerinde kapatılma kılıcı zaten sallanıyor. Olası bir kapatılma ertesi DTP’nin bölünmesi, ılımlıların ayrı bir parti olarak ortaya çıkması da kuşkusuz “siyaset mühendisleri”nin planları içinde var. Fakat bilinen başka bir şey daha var: Siyaset, mühendislik işi değil. Bazen ince eleyip sık dokunan planlara hiç uymayan gelişmeler yaşanıyor. İşte AKP’nin durumu. Hükümetin ve genelde AKP’nin yerel seçimler ertesinde -biraz da bu seçim sonuçlarının gösterdiği kimi gerçekler temelinde - Kürt meselesinde yeniden inisiyatif almaya, sorunun adını açıkça koyarak, emperyalistlerin de istekleri doğrultusunda çözüm için adımlar atmaya hazır olduğunu açıklaması - sadece açıklama, atılan bir adım filan yokve hükümetle andaki ordu yönetimi arasında da bugün bir anlayış birliği sağlanmış/varmış gibi görünmesi, muhalefeti çileden çıkarmaya yetti.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Cumhurbaşkanı tarihi fırsattan söz ediyor. Bu konuda bir açıklama bekliyorum. Nedir bu tarihi fırsat? Cumhurbaşkanı şifreli konuşuyor, ne diyorsa açık söylemeli. Açık konuşsun ki biz de anlayalım. Anayasayı mı değiştireceğiz. Af mı çıkartacağız" diyerek esip gürledi. Hürriyet gazetesinin 14 Mayıs sayısında Fatih Çekirge'nin haberine göre Baykal, "Öğrenmemiz gereken şudur: Terörün bitmesi konusunda ciddi bir tablo mu var. Umut yaratmak için birtakım adımların atılmasını mı istiyorlar. Bunun karşılığında bizden istenen nedir?" diyerek aslında kapalı kapılar ardında satış yapıldığı anlamına gelen sözler etti. Baykal’ın ağzında gevelediğini aynı gün partisinin grup toplantısında çok daha açık ifade etti. Şöyle dedi: “Sayın Cumhurbaşkanı'nın, 'Kürt sorunu Türkiye'nin birinci sorunudur' tanımlaması çok dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı vatanın bölünmez bütünlüğünü koruyacağına yemin etmiştir. '2009 yılının fırsat yılı olduğu' açıklamaları izaha muhtaçtır.(…) Başbakan'ın sutre gerisine çekilerek kamuoyunun psikolojik olarak hazırlanması sürecini izlediği bugünkü ortamda, Sayın Cumhurbaşkanı'nın ön safta yer alarak Türk toplumuna şifreli mesajlar vermesi, bu konuda bir rol paylaşımının yapıldığını da akla getirmektedir. (…) MHP'den sözde barışa katkı adına ne bekleniyor? İmralı canisine kadar uzanacak PKK affına göz yumulması mı? Federatif bir yapılanmanın yürürlüğe konulmasına alkış tutulması mı? Hangi rezalete hangi ihanete katkıda bulunmamız için servis yapmamız isteniyor? Cumhurbaşkanı Gül'ün umut dağıttığı bir dönemde kimlerle anlaşılmıştır? Kiminle müzakere edilmiş, kimler muhatap alınmıştır? Gül ve Erdoğan 'kaçırılmaması gereken fırsat'ın ne olduğunu açıklamalıdır. Bir savaşın tarafıymışız gibi 'Barıştan başka yol kalmamıştır' sözü sinsi bir oyunun parçasıdır.” Görüldüğü gibi muhalefet partileri gelinen yerde ordudan da şahin kesilmiş durumda, Kürt meselesinde çözümsüzlük bunların gıda kaynaklarından biri. Reaksiyonları bunu gösteriyor. Kendilerine yakışanı yapıyorlar. Gelinen yerde Cumhurbaşkanı ve Hükümet bu konuda 2005’de de yaptığı gibi çözümün adresi olabilirmiş gibi umut dağıtıyor. Bu umudun bundan öncekiler gibi boş olup olmadığını, AKP’nin bu konuda pratikte ezber bozan bir tavır içinde olup olmayacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. 12 Mayıs 2009

11


halkların kardeşliği için

DTP’den en kitlesel süreli açlık grevi

D

12

emokratik Toplum Partisi (DTP), 14 Nisan'da parti üyelerine yönelik yapılan operasyonu protesto etmek için 3 Mayıs’ta Diyarbakır'da 2 gün sürecek açlık grevi başlattı. Koşuyolu Parkı'nda yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı açlık grevine, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, partinin milletvekilleri, belediye başkanları ve PM üyeleri katıldı. Bu Türkiye tarihinin en büyük kitle katılımlı açlık grevi eylemi. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, partilerine yönelik operasyonlarla ‘adeta dağa çıkmanın teşvik edildiğini’ belirtti. Açlık grevi için 3 Mayıs sabahından itibaren kitleler Koşuyolu Parkı'na gelmeye başladı. Çevre il ve ilçelerden gelen DTP'liler için park içerisinde ayrı bölümler oluşturuldu. Polisin sadece parka uzak dış tarafta önlem aldığı eylem Ahmet Türk'ün milletvekilleri ve Belediye Başkanları ile birlikte parka gelmesi ile başladı. Açlık grevinin yapılacağı çadıra geçen DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve milletvekilleri Kürtçe ‘Biji Serok Apo’, ‘Dişe diş, kana kan seninleyiz Öcalan’ ve ‘Baskılar bizi yıldıramaz’ sloganları ile karşılandı. Oluşturulan platformun üzerine milletvekilleri ile çıkan Genel Başkan Ahmet Türk, 29 Mart yerel seçimlerinin üzerinden 1 ayı aşkın süre geçtiğini hatırlatırken, “Seçim öncesi kamuoyunda halkın tercihlerinin esas alınacağı siyasal zemin oluşturulabileceği beklentisi mevcuttu. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün bu zeminde gelişebileceği noktasında duyarlılık vardı. Halkımızın ve Türkiye’de demokrasi yanlısı tüm dinamiklerin haklı olarak beklentisi de bu yöndeydi” dedi. Türk, şöyle devam etti: “Yerel seçimlerinde, DTP esas aldığı demokratik siyaset, yönetim an-

layışı ve örgütlenme modeli, içerik olarak halkımızın tüm dinamiklerini dikkate alan ve bu dinamikleri iradeleştiren tarzı ile ciddi başarı elde etmiştir. 14 Nisan'daki operasyon bu demokratik yönetim anlayışına karşı geliştirilmiştir. Bu operasyon siyasal çizgimize, halkımızın iradeleşmesine, barışçıl özlemlerine karşı girişilen ve siyasal ahlaka sığmayan saldırıdır. Yakalanan yüzlerce yönetici ve üyemizin şahsında, 18 yıllık siyasal geleceğimizin yarattığı siyasal değerlerimizi tasfiye etmeye yöneliktir. Son yıllarda Türkiye demokrasisinin gelişim ya da gerileme ölçüsü olan Kürt sorununun çözümü ve muhatabı tartışmalarında adres olarak ortaya çıkan partimiz DTP’ye yönelik bu darbenin doğru okunması halkların özgür geleceği açısından belirleyici olacaktır. Bu sorun özü itibariyle Türkiye’nin demokrasi ve Kürt halkının özgürlük sorunudur.” Genel Başkan Ahmet Türk, hükümet ve Genelkurmay'ın dağdaki silahlı grupları indirme amacıyla politikaların gerekliliğine vurgu yaptığını, ‘Darbe’ olarak nitelendirdiği DTP'ye yönelik operasyonla çatışmalı sürecin derinleşmesine hizmet eden politik yaklaşımında ısrarcı olduğunun görüldüğünü söyledi. Türk, “Bu tür toplumsal sorunlarda köklü çözüm gelişebilmesi ve bu çözümün demokratik bütünlük içinde gerçekleşebilmesi, halkın tercihi ile açığa çıkan siyasal iradenin dikkate alınması ile sağlanır. Kürt sorunu da bu yaklaşımla ele alındığı taktirde hiç de çözülemeyecek karaktere sahip değildir” dedi. DTP'ye yöneli k operasyonun ‘Özgür Kürd’ün, demokratik özerkliği esas alan demokratik siyaset yönetim anlayışına karşı bir saldırı' olduğunu öne süren Ahmet Türk, demokrasisini yaratan ve iradeleşen

Kürt siyasetine olduğu kadar, Türk halkının barışçıl ve demokratik özelliğini dirilten umutlarına, demokrasi dinamiklerine bunların talep ve özlemlerine vurulan bir darbe olduğunu anlattı. DTP lideri Ahmet Türk, şöyle dedi: “Bu seçimde açığa çıkan demokratik siyasetin başarısını barışçıl zemine dönüştürme şansı veren PKK'nın 1 Haziran'a kadar sürdüreceğini açıkladığı çatışmasızlık kararı ve bu süreçte gelişebilecek diyalog ve uzlaşıya karşı ağır darbedir. Bu temelde Hükümet, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünden yana olanlara cevap vermiştir. Bu cevap sorunu çatışmasızlık ortamı içerisinde ve diyalog yoluyla çözme yerine bastırma, inkar ve tasfiye politikaları ile geçmişte uygulanan ve sonucu belli yöntemlere mahkum etmenin ısrarı ve itirafıdır. 2 günlük açlık greviyle demokratik siyaset yönetim anlayışımızda ısrarlı olacağımızı hem de demokratik siyasetin birer öncüsü neferi ve yürütücüsü

olacağımızı bir kez daha belirtiyoruz. Ayrıca bu seçimde açığa çıkan başarı ve 1 Haziran'a kadar oluşan çatışmasızlık kararının yarattığı barış havasının heba olmaması için demokratik siyasi direnişimizde ısrarcı olduğumuzu belirtiyor ve diyoruz ki; ‘DTP'yi susturma silahları sustur, Barış için diyalogun önünü aç, iradesiz ve siyasetsiz bir Kürt olmayı asla kabul etmeyeceğiz.” Bu kitlesel açlık grevi eylemi gerçekte Kürt ulusunun önemli bir bölümünün legal temsilcisi olarak ortaya çıkan DTP’nin sorunun barışçı çözümünde muhatap olarak alınmasına yapılan bir çağrı. Görünen ne yazık ki bu çağrının da cevapsız kalacağı. Çünkü sorunun barışçı çözümünde savaştan elde ettikleri rantı kaybedecek olan geniş ve güçlü bir çevre var Türk egemenleri içinde. Onlar savaştan, kandan besleniyorlar. Onlar için DTP’nin barışçıl kitlesel eylemleri, en az PKK’nin silahlı eylemleri kadar tehlikeli ve istenmeyen bir şey. 5 Mayıs 2009

Güney Kürdistan’a yönelik askeri operasyon

G

enel Ku rmay Ba şk a nı Orgeneral İlker Başbuğ’un “İletişim Toplantısı”nın ağırlıklı konularından biri de Kuzey Irak/ Güney Kürdistan konusu idi. Bu bağlamda toplantının yapıldığı 29 Nisan günü Lice’de bir mayının patlaması sonucu zırhlı araçta ölen dokuz asker toplantıda Güney Kürdistan’a yönelik bir askeri saldırının da gerekliliğinin gerekçesi olarak kullanıldı. Başbuğ toplantıda Kuzey Irak'la ilgili olarak şunları söyledi: "Irak'ın kuzeyinde yer alan PKK bölücü terör örgütünün elimine edilmesi, tasfiye edilmesi bizim için önemli. Türkiye 2009 yılında belki de 84 yılından beri sahip olamadığı bir şans, bir an yakalamıştır. Bölücü terör örgütünün tasfiye edilmesi, elimine edilmesi açısından bir şansı, bir fırsatı yakaladık. O halde bizim bu fırsatı en iyi şekilde kullanmamız lazım. Burada sorumluluk kime ait? Irak'ın kuzeyindeki PKK terör örgütünün varlığıyla ilgili, merkezi Irak yönetimine aittir. BM Güvenlik Konseyi kararı bu görevi onlara vermiş. Elbette bir de güç olarak, de facto olarak Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetime ait peşmerge gücü var. Bunların da bu işe dahil olması lazım. Çünkü TSK olarak biz bunun farkındayız. Irak'ın kuzeyindeki PKK terör örgütünün varlığının ortadan kaldırılması için Irak kuzeyindeki yerel yönetimin de bu işe aktif olarak dahil olması zorunludur. Ve her zaman söylüyoruz; bu yıl içinde

bu konuda artık somut sonuçlar almak mecburiyetindeyiz. Bu nasıl olur? Tabii değişik hareket tarzları olabilir. Biz bunları kendileriyle açık olarak konuştuk." Burada net olarak T.C.’nin ABD/ Irak Merkezi Yönetimi/ve Güney Kürdistan Kürt Yönetimi ile ittifak içinde PKK’nin askeri olarak tasfiyesine yönelik bir büyük harekatın hazırlıkları içinde olduğu görülüyor. Bu arada İran’ın Kandil'i bombardımanını yoğunlaştırması ve Suriye ile sınırda yapılan askeri tatbikat, İran ve Suriye’nin bu ittifak içinde yer aldığını gösteriyor. Başbuğ'un sözlerinden önümüzdeki dönemde PKK kamplarına yönelik kapsamlı bir harekâtın hazırlıklarının yapıldığı ve son günlerde “Türkiye ziyaretleri” gerçekleştiren ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen'ın yanı sıra ABD Başkanı Obama'nın Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones ile de bu konunun görüşüldüğü anlaşılıyor. PKK da bu planın ve hazırlıkların farkında. Son dönemde DTP’ye yönelik eylemler, Güney Kürdistan’a yönelik geniş çaplı bir askeri operasyonun Türkiye ayağında hazırlıkları olarak da görülmek zorunda. Bu planlar kuşkusuz halkları birbirine karşı kışkırtan, düşman etmeye yarayan planlar. Bunlara dur demek gerçekte işçi sınıfının, bütün ezilenlerin görevi. 29 Nisan 2009 √


halkların kardeşliği için

“İyi şeyler olmuyor” Egemenlerin bu politikasına karşı anda Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları uğruna mücadele yürüten başta DTP olmak üzere tüm dostlarımızın yanındayız. Ancak sermaye düzeninin en demokratik olanında bile Kürt ulusunun bu demokratik talepleri karşılansa bile bu hakların bir güvencesi olamayacağı gibi Kürt ulusunun gerçek özgürlüğü olmayacaktır.

D

TP, 24 Mayıs 2009 Pazar günü İstanbul – Çağlayan’da “DTP’yi Susturma, Silahları sustur!” mitingi düzenledi. Sabahın erken saatlerinde Çağlayan Meydanına açılan caddelerden kortejler halinde alana gelen -çoğu gençonbinlerce her yaştan kadın erkek; polisin yoğun provakatif tavırlarına rağmen ciddi bir sorun yaşanmadan alanda toplandı. Taşınan döviz ve pankartlar, kadınların çoğunun yöresel kürt giysileriyle katılımı ilkbaharı yaşayan doğada varolan baskın renklerden sarı, kırmızı, yeşili ile canlı doğayla güzel bir uyum sergiliyor, büyük insanlığın geleceğine dair coşku veren, umutlandıran bir manzara ortaya koyuyordu. Bir tarafta bu güzel tablo hemen göze çarparken diğer tarafta buna aykırılık ve çirkinlik gösteren bir tablo daha vardı. Bu da egemenlerin yüksek binaların çatılarına yerleştirilen keskin nişancıların ve binlerce polisi savaşa gidiyormuş gibi tehçizatlandırarak her tarafı ablukaya alması durumu idi. Tüm kitle alana gelene kadar programa başlanmadı. Bu bekleyiş boyunca sık sık “DTP’yi suturma, silahları sustur!” , “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız!” ve “Güneşin özgürlüğü bizim özgürlüğümüzdür!” sloganları atıldı. Bazı gençlerin tesbit edilen sloganlar dışında sloganlar atması Tertip Komitesi tarafından engellenmeye çalışıldı. Yürüyüş ve miting boyunca başka sloganlar da atıldı. En çok atılan sloganlar; “AKP şaşırma bizi dağa taşırma!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Direniş, isyan serhıldan,önderimiz Öcalan!”, “Kürdistan faşizme mezar olacak!”, “Selam selam İmralı’ya bin selam!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!” vb. İlk konuşmayı Tertip Komitesi adına Emrullah Bingöl yaptı. Ardından sırayla DTP İstanbul İl Başkanı Halil Aksoy, DTP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ve EHP Genel Başkanı kısa birer konuşma yaptılar. AKP’yi CHP’yi ve hükümeti eleştiren; hükümete Kürt sorununun “barışçıl çözümü” için çağrılarda bulunan DTP Eş Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın “iyi şeyler olacak” söy-

lemlerinin tersine iyi şeylerin olmadığına özellikle vurgu yapan oldukça uzun bir konuşma yaptı. Tüm konuşmacıların belirttikleri ortak şey egemenlerin PKK tarafından ilan edilen çatışmazlık ortamının Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için iyi değerlendirmediğini tersine savaştan yana olduğunu pratikte gösterdiğini ve bundan vazgeçilmesini istediler. DTP’ye yönelik operasyonlara derhal son verilmesini, siyasi bir genel af çıkarılması sorunun muhatabları ile çözmek için görüşülmesini demokratik bir anayasa ve yasalar çıkarılarak Kürtlerin ulusal – demokratik hakları anadilde eğitim vb. haklarının hukuksal güvenceye kavuşturulmasını istediler. DTP’li bazı Belediye Başkanları, Ufuk Uras, EMEP, SDP, EHP, ÖDP, DSİP, SP, SODAP, ESP, TÖP, UİDER, Pa r t i z a n, Köz , P role t a r y a n ı n Kurtuluşu, 78’liler Girişimi yer aldığı miting kısa bir müzik dinletisinin ardından sona erdi. Egemenlerin Kürt sorununda bugünkü pratikleri ve onyıllardır süren bunca mücadele ve bedele rağmen imha ve inkar politakalarından vazgeçmediklerini görmek isteyen herkese gösteriyorlar. Egemenlerin bu politikasına karşı anda Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları uğruna mücadele yürüten başta DTP olmak üzere tüm dostlarımızın yanındayız. Ancak sermaye düzeninin en demokratik olanında bile Kürt ulusunun bu demokratik talepleri karşılansa bile bu hakların bir güvencesi olamayacağı gibi Kürt ulusunun gerçek özgürlüğü olmayacaktır. Gerçek özgürlük; Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkını elde ettiği, diğer halklarla özgür bir irade ile gönüllü eşit temelde bir arada kardeşçe yaşadığı koşullarda sağlanır. Bu koşullar da ancak işçi sınıfı önderliğinde devrim ve sosyalizmle kazanılır. O yüzden ezilen ve sömürülenlere çağrımız; anda acil taleplerimiz uğruna mücadelemizi sınıfsal, ulusal, cinsel vb. hiçbir sömürü baskı ve zülmün olmadığı yeni bir dünya kurma mücadelesini güçlendirecek şekilde verelim. Devrim ve sosyalizm için örgütlenelim! Mayıs 2009 √

İsmi değiştirilen köy sayısı: 12 bin 211 İsimleri değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var. Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar hâlâ eski isimleri tercih ediyor.

C

umhurbaşkanı A. Gül tarafından yapılan Kürt sorununun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğu tespiti, bu konuyu bu konuda çözüm sorunu konusunu gündemin baş köşesine oturttu. (Hadi haksızlık etmeyelim: Hadise’nin giydiği elbisenin uygun olup olmadığı tartışmasından sonra ikinci gündem maddesi !!!) Bu tartışmalar içinde hükümetin, isimleri değiştirilen Kürtçe köylerin eski isimlerine kavuşabileceğinin mesajını vermesi dikkatleri bu yöne çekti. Ve bu tartışma içinde şu gerçek bir kez daha görüldü: Fırat Üniversitesi Beşeri ve İktisadi Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Harun Tunçel’in araştırmasına göre; 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi. Erzurum’un 653, Mardin’in 647, Diyarbakır’ın 555, Van’ın 415, Sivas’ın 406, Kars’ın ise 398 köyü bir gecede haritadan silindi. Kürtçe, Gürcüce, Lazca ve Ermenice olarak bilinen köy isimleri büyük ölçüde değiştirilirken, içinde ‘kızıl’, ‘çan’ ve ‘kilise’ sözcüğü geçen ‘sakıncalı’ bazı köylere de yeni isimler verildi. Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe sanılan bir köy isminin de Ermenice olabileceğine dikkat çeken Tunçel, “Dilbilimcilerin incelemesi sonucu Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinden izlere de rastlanabilir” dedi. Tunçel’in verdiği bilgiye göre köy isimlerine değişiklik tablosu şöyle: * İsimleri değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu

Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var. Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar hâlâ eski isimleri tercih ediyor. * Türkiye’de yer adlarının değiştirilmesi işlemleri Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yapılıyor. Örneğin Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiy ye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi. 1940 dönüm noktası oldu. * Ad değiştirme işlemleri İçişleri Bakanlığı’nın 1940 yılı sonlarında hazırladığı 8589 sayılı genelgeyle resmileşti ve ‘yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan yerleşme yerleri ile tabii yer adlarının Türkçe adlarla degiştirilmesi’ başlatıldı. Genelgenin ardından valilikler tarafından yabancı dil ve köklerden gelen yer adlarına ilişkin dosyalar hazırlanarak bakanlığa gönderildi. Ancak bu çalışmalar 2. Dünya Savaşı nedeniyle uzun süre aksadı. 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’yla isim değiştirme işlemleri yasal bir dayanağa kavuştu. 1957’de ‘Ad Değiştirme İhtisas Kurulu’ kuruldu. Bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte 1978 yılında ‘tarihi değeri olan yer adlarının da’ değiştirildiği gerekçesiyle işlemlere son verilinceye kadar sürdü. * Türkiye’de ismi değiştirilen köylerin sayısı 12 binden fazla. Bir başka ifadeyle köylerin yaklaşık yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme işlemlerinde en çok dikkat

13


yeni kadın dünyası edilen özellik Türkçe olmayan veya olmadığı düşünülenler ile karışıklığa sebep olan isimlerin öncelikle ele alınması.

Bütün etnik grupları vurdu

14

* Apt a ld a m, At k a f a sı , C ad ı , Çürük, Deliler, Domuzağı, Dönek, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Keçi, Kıllı, Komik, Kötüköy, Kuduzlar, Sinir gibi anlamları güzel çağrışımlar uyandırmayan isimler ile içinde ‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ kelimesi olan köylerin isimleri de değiştirildi. Kürt, Gürcü, Tatar, Çerkez, Laz, Arap, muhacir gibi kelimeler içeren köy isimleri de ‘bulundukları ortamda bölücülüğe meydan vermemek’ için tarihe gömüldü. * Karadeniz bölgesinde en çok dikkati çeken özellik Trabzon ile Rize arasındaki yoğunlaşma. Trabzon ve Rize’de toplam 495 köyün ismi değiştirildi. 20’si Türkçe’yken, diğerleri Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce olduk ları için silindi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da yok olan isimler çoğunlukla Ermenice, Kürtçe veya Arapça kökenliydi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinin eski ve halen halk arasında yaygın olan ismi ise ‘Potomya’. Doç. Dr. Tunçel’in araştırmasına göre 2000 yılı itibarıyla ismi değiştirilen köylerin illere göre dağılımı şöyle: Adana (169), Adıyaman (224), Afyonkarahisar (88), Ağrı (374), Amasya (99), Ankara (193), Antalya (168), Artvin (101), Aydın (69), Balıkesir (110), Bilecik (32), Bingöl (247), Bitlis (236), Bolu (182), Burdur (49), Bursa (136), Çanakkale (53), Çankırı (76), Çorum (103), Denizli (53), Diyarbakır (555), Edirne (20), Elazığ (383), Erzincan (366), Erzurum (653), Eskişehir (70), Gaziantep (279), Giresun (167), Gümüşhane (343), Hakkâri (128), Hatay (117), Isparta (46), İçel (112), İstanbul (21), İzmir (68), Kars (398), Kastamonu (295), Kayseri (86), Kırklareli (35), Kırşehir (39), Kocaeli (26), Konya (236), Kütahya (93), Malatya (217), Manisa (83), Kahramanmaraş (105), Muğla (70), Muş (297), Nevşehir (24), Niğde (48), Ordu (134), Rize (105), Sakarya (117), Samsun (185), Siirt (392), Sinop (59), Sivas (406), Tekirdağ (19), Tokat (245), Trabzon (390), Tunceli (273), Şanlıurfa (389), Uşak (47), Van (415), Yozgat (90), Zonguldak (156). İsim değiştirme kuşkusuz yalnızca Türkiye’ye ait bir olgu değil. Fakat isim değişikliğinin yoğunluğu konusunda Türkiye kuşkusuz ön sıralardadır. İsim değiştirme ile ismi değiştirilen şeyin değişeceğini düşünenler yanılıyor. Dersim, ona Tunceli deseniz de Dersim’liğini koruyor. Amed’e zorla Diyarbakır gömleği giydirmeye çalışsanız bile, sonunda o gömleğin altında çıplak vücudunda Amed olmaya devam ediyor. 13 Mayıs 2009 √

Emine Arslan direnişe devam ediyor

E

mine Arslan sekiz yıldır çalıştığı DESA'nın Sefaköy'deki fabrikasından sendikalı olduğu ve diğer işçileri örgütlediği için işten çıkarıldı. Bugünlerde direnişinin 1. yılını geride bırakmak üzere. Hergün sabahın erken saatlerinden akşam saat 7’ye kadar fabrikanın önünde bekleyerek direnişini duyurmaya çalışıyor. Hem kadın hem de hakkını arayan bir işçi olarak yaşadığı zorluklara rağmen kararlılığı ve direngenliği sayesinde mücadelesini kamuoyuna duyurmayı başardı. Türkiye’nin değişik illerinde, DESA direnişiyle dayanınşma kadın platformları oluşturuldu. Bu platformlar yaptıkları çeşitli eylemlerle Emine Arslan’ın bu onurlu mücadelesinde yalnız olmadığını göstermeye çalışıyorlar. Bu platformlardan bir tanesi olan DESA Direnişiyle Dayanışma İstanbul Kadın Platformu da her fırsatta çeşitli etkinlikler düzenleyerek, Taksim Beyoğlundaki DESA mağazası önünde protesto eylemleri gerçekleştirerek Emine Arslan ile dayanışmasını sürdürmeye devam ediyor. Çoğunluğunu İstanbul Kadın Platformunun bileşenlerinin oluşturduğu bu platformun, kadınların sadece kadın olmalarından kaynaklı yaşadığı baskı ve şiddete karşı değil aynı zamanda işçi kadınların sorunları ve mücadelelerinin de yanında yer alması oldukça sevindiricidir. Emine Arslan’ın direnişinin başlangıcından itibaren onun yanında yer alan kadın platformunun istikrarlı bir şekilde desteğini devam ettirmesi, bu tür platformların çoğu zaman bir kaç eylemle sınırlı kalması gözönünde bulundurulduğunda özellikle dikkate değerdir. Türkiye’de kadın sendikalılık oranının oldukça düşük olduğu bilindiğinde Emine Arslan’ın mücadelesi işçi ve emekçi kadınlar açısından önemli bir yere sahiptir. Tüm okurlarımızı, özellikle kadın okurlarımızı Emine Arslan’ın sendikalı olarak işe geri alınması mücadelesinin yanında yer almaya, DESA Direnişiyle Dayanışma İstanbul Kadın Platformu’nun etkinliklerine aktif bir şekilde katılmaya çağırıyoruz. Aşağıda Emine Arslan ile yapılan kısa bir söyleşiyi, direniş ile ilgili hafızalarımızı tazelemek amacıyla yayınlıyoruz: "Bazen, öğlen yemeğinde hazır malları yüklemek zorunda bırakıldığımızdan yemek yiyemiyorduk. Solvent ve ağır yapıştırıcı maddelerle çalışıyoruz ama bunlardan bizi koruyucu bir önlem yoktu.Ancak patron, bütün bunlara rağmen DESA’nın anlaşmalı olduğu bir marka ziyarete geldiğinde bütün uluslar arası stan-

dartları uyguluyormuş gibi fabrikada düzenleme yapıyordu, daha doğrusu bunu bile bize yaptırıyordu. Eğer talep ettiği bir şeye karşı çıkarsak, hepimizi kapının önüne koymakla tehdit ediyordu. Anlaşmalı markalar gelmeden önce; yangın merdivenin hep kapalı olan kapısının önü açılır, çocuk odaları yapılırdı. Onlar gittikten sonra her şey eski haline getirilirdi. Kendi hastalığımızda veya çocuğumuz hasta olduğunda elimizdeki iş bitene kadar işten izin alamazdık; bırakıp gidersek işten atmakla korkutuluyordu. Tırlardan yükleri indirme işini kadınlara da yaptırırlardı. Bir arkadaşımız hamile kaldığı için işten çıkarıldı mesela. Yaptığımız mesaileri gerçek saati ile yazdırmazdı. 12 saat mesai yapıyorsak 6 saat imzalatırdı. Bütün bu kötü çalışma koşulları beni sendikalaşmaya götürdü. Arkadaşlarımı da eve çağırıp, onlarla sendikalaşma üzerine konuşmaya başladık. Sonra Deri_İş sendikasına üye olduk. Patron bizim sendikaya üye olduğumuzu duyunca çok sinirlendi. “DESA 36 yıldır sendikasızdı ve öyle de kalacak”, dedi. Ama onun demesiyle olmaz. Biz cumartesi ve Pazar çalışmak istemiyoruz. Fazla mesailerimizin karşılığını almak istiyoruz. Asgari ücretle çalışmak istemiyoruz.Sendikalı olduğumuzu ve işçilerin benim evimde örgütlendiğini öğrendiklerinde bana iş aksattığım iddiasıyla iki kez ihtarda bulundular ve ihtar tutanağını imzalamamı istediler. İmzalamayacağımı, bunun tuzak olduğunu söylediğimde de aynı günün akşamı işten çıkarıldığımı söylediler. Tazminatımı istediğimde de vermediler. İşten çıkarıldığımı sendikama ilettim, sendika DESA’ya baskı yapmaya başladı. Ben ve sendikadan görevli arkadaşlar fabrikanın önünde beklemeye başladık. Bu arada polisler de bize baskı yapmaya başladı. Kaldırım işgal cezası kestiler, gözaltına aldılar. Bizi işçilerle buluş-

turmamak için her gün çevik kuvvet polisleri aramızda etten duvar ördü. Fabrika içinde de patron, işçi arkadaşlarımın bana selam vermesini bile onları tehdit ederek engelledi. Direnişe başlarken ve sonrasında ev içinde bir sorunla karşılaştın mı? Ben DESA’daki haklarımı almak için direnişe başladığımda eşim beni destekledi. Fakat direnişimi desteklemeseydi ve karşı çıksaydı da ben haklarımı almak için direnişi seçerdim. Zaten çalışırken daha zor bir hayatım vardı. İki gün eve gidemiyordum. En azından şimdi evime akşam 7’de gidebiliyorum. İşten çıkarılıp eve erken gittiğimde oğlum çok şaşırmıştı. Direnişe geçtikten sonra hayatında ne değişti? Hayata ba k ışı m değ işt i. Fabrikadayken nefes alacak zamanımız yoktu. Direnişe geçmekle birlikte kendime güvenim arttı. Sevdiklerimle daha çok vakit geçirme şansı buldum. Kadınlarla dayanışmanın gücünü fark ettim. Çalışırken ya da direnişteyken erkek egemenliğinin sana yansıyan taraflarını gözlemledin mi? Erkek egemenliği, aynı işi yaptığımız erkek arkadaşımın, ondan önce işe alınmış olmama rağmen, benden daha fazla maaş almasını sağlıyor. Kadının emeğime değer verilmiyor. Aynı şeyi polis de yaptı. Direnişe başladığımda, “Git evine çamaşırını, bulaşığını yıka” dedi. Karşısındaki erkek olsaydı bunu diyemezdi. “Git başka yerde iş bul” derdi. Beni eve kapatıyor, git çamaşırını yıka diyor. Sendikalarda da fabrikalarda da kadınlar çoğalmalı. Gelecek umudun ne? İşçi hakları açısından daha iyi durumda olabileceğimiz, insanca yaşayabileceğimiz bir dünya. Söyleşi sosyalistfeministkolektif. org sitesinden alınmıştır. Haziran 2009 √


panorama

PANOR AM A

İktidar mücadelesini kim kazanacak? - NEPAL -

N

epal’de iktidar mücadelesi Mayıs ayı başındaki gelişmelerle yeniden kızıştı. Fakat iktidar mücadelesi, NKP(M)’nin silahlı mücadele sürecini saymazsak ve gelişmeleri 21 Kasım 2006 tarihli barış anlaşmasıyla başlatsak bile sürekli var olmuştur. Şimdi gündeme gelen mücadele de esas olarak bu barış anlaşmasının ön gördüğü sürecin doğrudan bir parçasıdır. NKP(M)’nin yürüttüğü silahlı mücadele açıkça Kral’ın iktidarına, yönetimine karşıydı. Bu dönemde esas olarak iktidar mücadelesi de bu iki güç arasında yürüyordu. Kral’ın 1 Şubat 2005 tarihinde bir nevi “darbe” gerçekleştirerek hükümeti lağvetmesi ve yüzlerce siyasetçiyi gözaltına aldırması ve sözkonusu partileri yasaklaması, iktidar mücadelesinde “üçüncü” bir gücün ortaya çıkmasına yol açtı. Kral’ın bu adımı bir başka açıdan bakıldığında kendisinin sonunu hazırlama adımlarından biriydi. Kral’ın iktidarı ve NKP(M)’nin yanısıra, ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı bir “burjuva demokratik hareketin” ortaya çıkması ile birlikte iktidar mücadelesi de başka bir mecraya girdi. Daha önce Kralcı olan veya Kralcı olmayan ama yine de NKP(M)’nin silahlı mücadelesine karşı olan kimi partiler (7 parti) “Birleşik Cephe” kurdu. Sözkonusu cephe ilk başta NKP(M)’nin cepheye destek verme yönlü tavrını kabul etmedi. Ama NKP(M)’nin desteğini almadan başarıya ulaşamayacaklarını kabul etmeleriyle birlikte NKP(M) ile ortak davranmayı da kabul etmek zorundaydılar, kabul ettiler. Bunların işbirliği temelinde gerçekleşen mücadele Nisan 2006 ortalarında milyonlarca insanı harekete geçirmişti. Doğru bir siyasetin egemen olması durumunda Kral’ı de-

virmek mümkündü. Fakat “Birleşik Cephe”nin yanlış siyaseti kitlelerin mücadelesinin daha ileriye gitmesini engelliyordu. Buna rağmen Kral geri adım atmak zorunda kaldı ve parlamentonun açılacağını ilan etti. Parlamento açıldı ama Kral koltuğunda kaldı. Mutlakiyetçi monarşik yönetim, yerini meşruti monarşik yönetime bırakıyordu. Kral’ın kimi yetkileri parlamento tarafından törpüleniyordu… Bu gelişmelerin yaşandığı dönemde takındığımız tavırda şunları da söylemiştik: “Bu bağlamda Krala geri attırılan adımların halk demokrasisi iktidarını gerçekleştirebilecek demokratik devrime kadar götürebilecek mücadele, esas olarak NKP(M)’nin tavrına, siyasetine bağlıdır.” (Çağrı, sayı 101, sayfa 6) NKP(M)’nin tavrı ve siyaseti “Birleşik Cephe” ile görüşmeler sürecinde hızlı bir biçimde değişikliğe uğradı. Temeli önceden varolan, ama silahlı mücadele sürecinde geri planda kalan reformcu yol, 2005-2006 yıllarında iyice öne çıkmaya başladı. Bu süreçte NKP(M)’nin devrimci mücadelesi de reformist temele oturdu. Bu temel üzerinde de “Birleşik Cephe” ile “barış süreci” görüşmeleri başladı. 21 Kasım 2006 tarihinde 7 partinin birliği olan “Birleşik Cephe” ile NKP(M) arasında 10 yıldan fazla süren savaşı sonlandıran “Barış Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmadan sonraki süreçte NKP(M) silahlı mücadeleye son verdiğini pratiğiyle de gösterdi. Bunun da ötesinde NKP(M) kurulan hükümete bakanlık düzeyinde katılıyordu. NKP(M) legal siyasete çekilmişti ama “Birleşik Cephe” içinde yer alan partilerin NKP(M)’ye karşı tavırları değişmemişti. Bunlar arasındaki iktidar mücadelesi bu sefer “Barış Anlaşması”nın uygulanması teme-

linde yürümeye başlamıştı. “Barış Anlaşması”nın temel köşe taşları şunlardı: Monarşinin kaldırılması, barışçıl yolla bir cumhuriyetin kurulması, Kurucu Meclis için seçimlerin yapılması, Başkan ve yardımcısının seçilmesi, özgür ve adil seçimlerin sonucunda hükümetin kurulması ve tüm partilerin içinde yer aldığı bir çalışma ile yeni bir Anayasa’nın oluşturulması. Bunlar dışında tabii ki NKP(M)’nin silahlı mücadeleyi bırakması ve 19.000’den fazla gerillanın Nepal Ordusu içine entegre edilmesi gibi noktalar da vardı. Tüm bu noktalar esasında geçici anayasada da yer alan noktalardır. Burada sayılan tüm adımlarda şimdiye kadar öyle ya da böyle iktidar mücadelesi, çelişkiler ve dalaş kendisini gösterdi. Hemen hiç bir şey öngörülen zaman içinde gerçekleştirilemedi. 2007’de planlanan Kurucu Meclis için seçimler ancak 10 Nisan 2008 tarihinde yapılabildi. Seçimlerde NKP(M) 601 milletvekiliden 220’sini kazanarak birinci parti oldu. 28 Mayıs 2008 tarihinde toplanan Kurucu Meclis (Anayasa oluşturulana ve yeni seçimler yapılana kadar parlamento görevini de yerine getiriyor) Monarşiye son vererek Nepal’i “Demokratik Cumhuriyet” ve 29 Mayıs gününü “Cumhuriyet Günü” olarak ilan etti. 21 Temmuz 2008 tarihinde Başkan ve yardımcısı seçildi. NKP(M) ve KPN(Birleşik ML) adaylar üzerine anlaşamayınca Nepal Kongre Partisi (NC) adayı Ram Baran Yadav başkanlık seçimlerini kazandı. Uzun görüşmeler ve pazarlıklar sonrasında ise 15 Ağustos 2008 tarihinde NKP(M) Lideri Pushpa Kamal Dahal (Prachanda) Başbakanlığa seçildi. Prachanda’nın başbakanlığındaki hükümet ancak seçimlerden dört ay sonra kurulabiliyordu. Bu gelişmelerden sonra iki senelik

zaman süreci öngörülen yeni Anayasa oluşturma ve NKP(M)’nin gerilla gücünün orduya entegre edilmesi vb. sorunların çözülmesi gerekiyordu. Anayasa taslağı bağlamındaki çalışmalar çok yavaş yürüyor. Kurucu Meclis’in oluşmasının üzerinde bir seneden fazla zaman geçti, ama bu konuda elle tutulur bir sonuç yok. Bu konuda herhangi bir gelişmeden bahsedilecekse, kimi partilerin, kendilerinin tartışmaya sunduğu Anayasa taslaklarını Meclise sunmalarıdır. Mayıs ayı başında iktidar mücadelesinin yeniden kızışmasına yol açan esas mesele ise NKP(M)’nin gerilla gücünün orduya entegre edilmesi meselesidir. Yeni hükümetin kurulduğu bu süreçte Genelkurmay Başkanı Katawal NKP(M) gerillalarının orduya entegre edilmesi için hiç bir somut adım atmadığı gibi, hükümetin, somutta da Savunma Bakanlığı’nın kararlarını da hiçe sayan bir tutum sergiledi. Bu tavır esasında sivil yönetimin de hiçe sayılmasıydı. Buna karşı hükümetin tavrı, burjuva demokrasisinin ülkeye yerleştirilmesi bağlamında önemliydi. Başbakan Prachanda hem koalisyon ortakları ile hem de koalisyon dışındaki partilerden Genelkurmay Başkanı’nı görevden almak için destek aradı, ama aradığı desteği bulamadı. Bunun üzerine Prachanda (Ocak ayından beri Maşal ile birleşme ile adı Birleşik NKP(M) olarak değiştirilen) BNKP(M) çoğunluğuna dayanarak Genelkurmay Başkanı Katawal’ı görevden alma ve yerine Bahadur Katka’yı atama kararı aldı. Bu karara koalisyon ortakları karşı çıktı. KPN (Birleşik ML) sadece bu karara karşı çıkmakla yetinmedi, koalisyondan çekildiğini de açıkladı. Nepal Kongre Partisi 3 Mayıs tarihinde Katawal’a destek için “bütün partiler buluşması” adı altında bir

15


panorama platform oluşturarak Başkan Yadav’a, Genelkurmay Başkanı Katawal’ın görevden alınması kararını onaylamaması için bir muhtıra/ mektup gönderdi. Başkan Yadav da, sözkonusu muhtırayı gerekçe göstererek Katawal’ın azil kararını “anayasaya aykırı” olarak değerlendirip, sözkonusu kararı onaylamadı. Bunun üzerine de Başba ka n Prachanda 4 Nisan’da “ulusa sesleniş” konuşması yaparak görevinden istifa ettiğini açıkladı. Prachanda hükümetinin halkın beklentilerine cevap veremediğini, ne koalisyon ortaklarının ne de muhalefetin sorunların çözümü için destek olmadığını, tersine hep önlerine engel konduğunu da anlatarak halkın desteğini istedi. Prachanda’nın istifası ile Nepal Kongre Partisi, KPN (Birleşik ML) ve bunlarla hareket eden diğer partilere BNKP(M)’siz bir hükümet kurma ortam ve imkanı doğdu. Sonuçta, sözkonusu partiler arasında yapılan görüşmeler kısa sürede ürününü verdi: KPN (Birleşik ML) eski lideri Madhav Kumar Nepal 23 Mayıs’ta kurucu Meclis’te yapılan oylama ile ve 359 oyla Başbakanlığa seçildi. BNKP(M) bu oylamayı boykot etti ve Prachanda taraftarlarını uyanık davranmaya çağırdı. Buna göre Monarşiye karşı savaş daha bitmemiş, sadece strateji değişmişti. Yakın zamandaki siyasi değişiklikler “devrimi tamamlamanın” imkanlarını yaratmış mış… Kuşkusuz ki Nepal’de iktidar mücadelesi bazen dinip bazen kızışarak sürüyor. Anda yürüyen iktidar mücadelesi ama devrim ile karşıdevrim arasındaki bir mücadele değildir. Monarşiye son verilmesi ile iktidar mücadelesi tümüyle bir burjuva cumhuriyet yönetiminin sağlamlaştırılması çerçevesindeki bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu ise esas olarak sözkonusu burjuva cumhuriyetin monarşik yönetimden ne kadar kopacağı, hangi partinin ülkenin kaderini belirleyeceği vb. sorunlar çerçevesinde yürümektedir. Şimdi hükümette yer almayan BNKP(M)’nin iktidar mücadelesinde nasıl bir muhalefet yürüteceği, hükümetin Maoist gerillaları orduya entegre etme sorununu nasıl çözeceği ve yeni Anayasa taslağının Kurucu Meclis’te nasıl ve hangi süreçte ortaya konacağı gibi sorun ve sorular iktidar mücadelesinin gelişmesini de belirleyecektir. Sonuçta yazımızın başlığında sorduğumuz sorunun cevabı, yani iktidarı kimin kazanacağı da cevaplanmış olacaktır. Kim kazanırsa kazansın, iktidar en iyi halde burjuva demokratik bir iktidar olacaktır. Bu iktidar ise, monarşik yönetime göre ileri de olsa, halkın iktidarı olmayacaktır. Nepal’de de halk demokrasisi ve iktidarı ancak ve ancak devrimle elde edilebilir! 16

26 Mayıs 2009 √

Katliamların hesabı bir gün mutlaka sorulacak! - SRİ LANKA -

S

ri Lanka’daki gelişmeler ve devletin Tamillere karşı işlediği cürüm, katliam hakkında en son dergimizin 132. sayısında, 25 Mart tarihli yazımızda tavır takınmıştık. O tarihten bugüne kadar geçen iki aylık zaman sürecinde de gerçekleştirilen katliamlar soykırıma benzer biçimlere büründü. Sri Lanka devletinin barbarlığını –ki gerçekte yaşananların, yani barbarlığın gerçek düzeyi, sözkonusu bölgeye gazetecilerin bırakılmaması sonucu tam olarak bilinmemektedir– yazmak, tarif etmek bile zor. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü çalışanlarının ifadelerine göre yaşananlar “akıl almayacak düzeyde insani bir felaket”tir. Katledilen sivil insan sayısı düşük gösterilse bile, BM verilerine göre Ocak 2009 tarihinden Mayıs ayı ortalarına kadar 10.000 civarında sivil insan katledilmiştir. Yüzbinlercesi göç yollarında… Resmi açıklamalara göre 280.000 insan “toplama kamplarında” toplatılmış ve “potansiyel terörist olma” suçlamasıyla her an devletin terörüne maruz kalma durumundadır. Göç yollarındaki tüm bu insanların yaşama koşulları her an açlıkla, ölümle yüz yüze kalınan bir ortamdır. Tüm bu barbarlık “terörizme karşı mücadele” adına Sri Lanka devletinin Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) örgütüne karşı başlattığı yok etme yönlü savaşının ürünü. LTTE 2002 yılında hem de devletle karşılıklı anlaşma temelinde ateşkes

ilan etmiş ve 2008 yılı başına kadar, devletin ateşkesi tek yanlı olarak sonlandırmasına kadar da esasında bu karara uymuştu. Ateşkesi bitiren devletin başkanıydı. Mahinda Rajapakse özellikle LTTE’nin önder kadrosunu elimine etmeye kararlıydı. Bu hedefini açıkça da ilan etmişti. 2008 yılı ortalarında gerçekleştiremediği bu hedefine 2009 yılının Nisan ayı ortalarına kadar varmak için elinden ne geldiyse yaptı. Sonuçta, dünyanın gözü önünde katliamlar gerçekleştire gerçekleştire LTTE’yi askeri olarak Mayıs ayı ortasında yenilgiye uğratıp çoğu önde gelen yönetici kesimi de katlettiler. 17 Mayıs’a gelindiğinde LTTE silahları bıraktığını ilan etti. LTTE sözcüsü Pathmanathan sözkonusu kararı şöyle açıkladı: “Halkımızın desteği ile aleyhteki koşullara rağmen gelişen Sri Lanka ordusuna karşı durduk. Şu anda bombardıman, hastalık ve açlıkta ölenler bizim halkımızdır. Biz halkımıza daha fazla zarar verilmesine izin vermeyiz. Elimizde son bir seçeneğimiz kaldı, düşmanın insanlarımızı katletme gerekçesini ortadan kaldırmak. Biz silahlarımızı susturma kararı verdik. Tek üzüntümüz kaybedilen masum yaşamlar ve daha fazla direniş göstermeyişimizdir.” (18 Mayıs tarihli medyadan) Böylece LTTE silahları susturma temelinde mücadeleyi durdurduklarını ilan ediyordu. Bu tavır silahıyla düşmana teslim olma biçiminde olmasa da, gerçekte teslim olmayı başka bi-

çimde ilan etme tavrıydı. LTTE’nin gerçekten de ya teslim olma ya da toplu ihtihar dışında bir seçeneği kalmamıştı. Bunun bilincinde olan devlet güçleri, “barış görüşmeleri başlatılsın” yönlü LTTE’nin çağrısına yeni bir katliamla cevap verdi. 250-300 civarında LTTE gerillasını, silahlarını bıraktıkları halde katletti. Bunlar arasında örgütün beyin takımı da vardı. Örneğin LTTE’nin siyasi kolu lideri olan B. Nadesan ile yine liderlerden biri olan Puleedevan’ın katledilmesi olayı Pathmanathan’ın açıklamasına göre şöyle gerçekleşmiştir: “LTTE’nin ‘silahın sesini kısma’ kararını açıkladıktan hemen sonra uluslararası toplumun bazı üye devletleri, Sri Lanka ordusu ile savaşın sona erdirilmesi yönünde tartışmaların yapılması için anlaşmaların yapıldığını ilettiler. Bize, silahsız bir şekilde ve elimizde beyaz bayraklar taşıyarak savaş bölgesine gidip, Sri Lanka ordusunun 58’inci bölüğü ile görüşmemiz söylendi. siyasi kolumuzun başı olan B. Nadesan ile Puleedevan 58’inci bölük yetkilileri tarafından çağrıldılar ve silahsız bir şekilde, ellerinde beyaz bayraklarla görüşmek üzere belirtilen yere gittiler. Ancak katledildiler. Bu olayı şiddetle kınıyoruz.” (22 Mayıs, Yeni Özgür Politika) Pathmanathan burada sözkonusu devletlerin adını vermiyor ama başta BM olmak üzere ABD, AB içindeki emperyalistler, Rusya, Çin, Japonya gibi güçlerin Sri Lanka devletinin katliamlarına destek verdiği aşikardır. LTTE’nin silahları bırakma kararını açıklamasının ardında LTTE’nin baş lideri Prabhakaran’ın öldürüldüğü haberi de medyaya yansıdı. İlk başta liderlerinin hâlâ yaşadığı yönlü açıklama yapan LTTE, sonraki günlerde: “Bugün, anlatılmaz bir üzüntü ve ağır bir yürekle eşsiz liderimizi, Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları (LTTE) yüksek komutanının, Sri Lanka hükümetinin askeri operasyonuna karşı savaşarak şehit düştüğünü ilan ediyoruz.” (26 Mayıs tarihli medyadan) yönlü açıklamayı yaptı. Sri Lanka ordusunun LTTE yöneticilerini elimine etme yönlü amacına ulaştığını, ülkeyi “teröristlerden temizlediğini” açıklaması ve evet bu kadar cinayeti, katliamları kutlaması; egemenlerin iktidarlarını korumak için ezilenlere karşı her tür barbarlığa başvurabileceğinin yeni bir ispatıdır. Bunlar ölüsevicidir. Ne kadar insan katlettiklerine göre sevinç nidaları da yükselmektedir. Sri Lanka egemenleri şimdilik zafer naraları atıp duruyor. Fakat LTTE’nin askeri yenilgisi, önderlerinin büyük bölümünün katledilmesi gerçeği de, ezilenlerin kurtuluş için mücadelesini bitirmeye yetmeyecektir. Baskının, zulmün olduğu her yerde, buna karşı direniş ve mücadele de olacaktır. Kuşkusuz ki LTTE büyük bir ye-


panorama nilgi almıştır. Özellikle de örgütün beyin takımının çoğu katledilmiştir. Fakat buna rağmen LTTE güçleri tümüyle yok olmamıştır. Hem ülke içinde hem de yurtdışında Tamil halkının özgürlüğü için mücadeleyi sürdürecekler vardır, olacaktır. Sri Lanka devletinin Tamil halkına yönelik katliamlarının hesabı bir gün mutlaka sorulacaktır.

Emperyalistlerin sahtekarlığı… Sri Lanka devletinin ateşkesi tek yanlı olarak sonlandırdığı 2008 yılı Ocak ayından beri LTTE’ye yönelik yoğun biçimde sürdürdüğü savaş, kelimenin gerçek anlamıyla çoğu emperyalist devletin de savaşıydı. Bu açıdan Tamil halkına yönelik katliamlardan, Sri Lanka devletine destek veren tüm güçler sorumludur, suçludur. LTTE Avrupalı arabulucularla görüşmeler sonucunda devletle birlikte ateşkes ilan edip bu karara uyduğu halde ABD ve AB LTTE’yi “terörist örgütler listesi”ne aldılar. Mali kaynaklarını kurutmaya çalıştılar. Sri Lanka devletini mali ve askeri olarak destekleyip ordusunu modernize etmesini sağladılar. Mahinda Rajapakse devlet başkanı olarak ateşkese son verip saldırıya geçtiğinde seslerini çıkarmadılar. LTTE gerçekte saldırıya karşı kendisini koruma çabası içindeyken, LTTE’yi savaşın sorumlusu ve suçlusu ilan ettiler. Tüm tavırları aslında Sri Lanka devletine ve ordusuna “LTTE’yi elimine et ama sivillere fazla zarar verme” biçimindeki bir tavırdı. Kuşkusuz ki sivillerin durumu gerçekte bunların umurunda değildi, değildir. Gerçek durumun böyle olduğunu son üç-dört aylık süreçte yeniden yaşadık, gördük. BM Güvenlik Konseyi Sri Lanka’daki durumu ilk kez Mayıs ayı başlarında resmi olarak gündemine aldı ve Tamillere yönelik katliam gerçekleştiren Sri Lanka devletini değil, LTTE güçlerini suçladı, yargıladı. Aynı biçimde yaptığı çağrıda LTTE güçlerinin teslim olmasını ve sözkonusu çatışma alanındaki sivilleri “serbest bırakmasını” talep etti. Ne kadar büyük bir yüzsüzlük ve sahtekârlık! LTTE hep yeniden ateşkesten yana olduğunu ilan ettiği halde, Sri Lanka yönetiminin tüm uluslararası kurum ve kuruluşların ve emperyalistlerin cılız çağrılarına açıkça hayır cevabını verdiği; ne olursa olsun LTTE’yi yenilgiye uğratana kadar savaşılacaktır yönlü açıklamalara rağmen, savaşın suçlusu ve sorumlusu olarak LTTE yargılanıyor! Emperyalistlerin sahtekârlıklarına uzun uzun örnekler verilebilir. Ama bu kadarı yeter! Sri Lanka’daki gelişmeler ve LTTE’ye karşı takınılan tavırlar, bir kez daha emperyalistlerin halkların düşmanı olduğunu, ezilen ulus ve milliyetlerin özgürlüğü, kurtuluşu için mücadelede sömürücülere

güvenilemeyeceğini belgelemiştir. Sözkonusu gelişmeler ezilen ulusun temsilcilerinin ezen ulus, devletin temsilcileriyle pazarlıklar yürüterek kurtuluşa varamayacağını da bir kez daha göstermiştir. Emperyalistlerin Tamillere ve milli azınlıklara daha fazla hak verilmesi, çatışmalara son verilmesi yönlü çağrıları da gerçekte sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Sri Lanka yönetimi daha şimdiden ordusunun sayısını 200 binden 300 bine çıkarmayı planlamış ve Tamillerin özgürlüğü

için gelişebilecek yeni bir mücadeleyi başından bastırma ve sözkonusu güçleri yok etmenin önlemlerini almaya yönelmiştir. Sri Lanka ordusunun komutanlarından Sarath Fonseka ordunun asker sayısını yükseltme kararının, Tamil gerillalarının yeni bir lider önderliğinde yeniden silahlı mücadeleye başlayabileceği ihtimaline karşı alındığını açıkladı. Egemenler önlemlerini alıyor. Ezilen millet ve milliyetler için esas mesele, doğru bir siyaset temelinde

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde gelişmeler… Karşılıklı resmi diplomatik ilişkilerin olmaması, Türkiye’nin 1993’te Ermenistan’a kara sınır kapısını kapatması gibi durumların sürmesi hem ABD, AB içindeki emperyalistlerin istemediği bir durumdu; hem de bu durum ne Türkiye’nin ne de Ermenistan’ın işine yarıyordu. Kısacası öyle ya da böyle değişmesi gereken bir durumdu bu.

T

ü rk i ye -E r men i s t a n a r asındaki ilişkilerin genelde Ermenilere yönelik soykırım ve Ermenistan’ın Dağlık Karabağ meselesine endekslendiği biliniyor. Son döneme kadar da taraflar arasında resmi görüşmeler bile yapılmıyordu ya da yapılan görüşmeler genelde gizli tutuluyordu. Avrupa’nın şu ya da bu ülkesinde planlanan kimi

gereken bir durumdu bu. Bu durumun değişmesi kuşkusuz ki tarafların isteğinden bağımsız şu zorlukların da aşılmasını gerektiriyor: Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde sürekli olarak kışkırttığı, ama özellikle 1980’li yıllardan sonra ayyuka çıkardığı Ermenilere yönelik düşmanlığın; Ermenistan’da da Ermenilere yönelik yapılan soykırım

görüşmeler ise çoğunlukla erken ve sonuçsuz bitiyordu. Karşılıklı resmi diplomatik ilişkilerin olmaması, Türkiye’nin 1993’te Ermenistan’a kara sınır kapısını kapatması gibi durumların sürmesi hem ABD, AB içindeki emperyalistlerin istemediği bir durumdu; hem de bu durum ne Türkiye’nin ne de Ermenistan’ın işine yarıyordu. Kısacası öyle ya da böyle değişmesi

ve bu soykırımın tarihi bir gerçeklik olarak Türk devleti tarafından inkar edilmesinin Ermeniler arasında Türklere karşı oluşturduğu tepki ve düşmanlığın aşılması. Bu zorlukları aşmak kuşkusuz ki bir anda, ya da hemen mümkün değil. Ama aşılmayacak zorluklar da değildir bunlar. Türkiye Cumhuriyeti egemenlerinin tarihi şovenizmle, katliamlarla, Ermenilere yönelik tavırda

özgürlük için mücadeleyi geliştirmektir. Bunun için alınan yenilgiden ders çıkarmak zorunludur. Tamil milletinin gerçek kurtuluşu Sri Lanka egemenleriyle pazarlıklarla değil, ancak ve ancak onların egemenliğinin devrimle yıkılmasıyla kazanılabilir. Bir kez daha Tamil halkına yönelik katliamları lanetliyor ve Tamil ulusuna özgürlük şiarını haykırıyoruz. Dayanışmamız Tamil ulusunun özgürlük için mücadelesiyledir! 27 Mayıs 2009 √

da Osmanlı /Türk devletinin soykırımıyla belirlenen bir tarih olmuştur. Şimdi Ermenistan ile görüşmelere başlanmış olması bu özden bir şey değiştirmiyor. Fakat kendi çıkarlarını düşünmeleri ve buna uygun davranma durumunda da Ermenistan ile ilişkilerde kimi önemli değişiklikler gündeme geliyor. Medyaya yansıdığı kadarıyla 2007 yaz aylarından bu yana Türkiye ve Ermenistan İsviçre aracılığıyla görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmelerin kamuoyuna yönelik ilk meyvesi, Cumhurbaşkanı Gül’ün ErmenistanTürkiye futbol maçını izlemek için, Ermenistan Başkanı Serj Sarkisyan’ın davetini kabul edip Erivan’a gitmesi oldu. Sarkisyan’ın Gül’ü davet etmesiyle birlikte medyada –8 Temmuz 2008 tarihinde– Türkiye-Ermenistan arasında gizli görüşmelerin yapıldığına yönelik haberler de yayınlandı. Gül’ün Erivan’ı ziyaret etmesiyle sözkonusu bu görüşmeler kamuoyuna karşı da resmen Dışişleri Bakanlıkları düzeyine çıkarıldı. İsviçre’nin arabuluculuğuyla başlayan görüşmeler, dışişleri bakanlarının ve başbakan ya da cumhurbaşkanı düzeyindeki görüşmelerle paralel yürümektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Ermenistan ile hiç bir dönem bu kadar sıkı ilişkiler, görüşmeler yaşanmamıştır. Biz iki devlet arasındaki bu gelişmeleri, Gül’ün Erivan’ı ziyareti bağlamında 25 Eylül 2008 tarihinde yazdığımız “Maç diplomasisidiplomasi maçı” başlıklı yazımızda şöyle değerlendirmiştik: “Buna rağmen ama Sarkisyan’ın Gül’ ü davet etmesi ve Gül’ ün de Erivan’a gitmesi ve bu dönemde ortaya çıkan atmosfer, Türk-Ermeni ilişkileri bağlamında yeni bir gelişmedir. Bu gelişme, her iki devletin yöneticilerinin hesaplarından, siyasi tavırlarından bağımsız olarak, pratikte Ermeni ve Türk halkının birbiriyle ilişkilerini geliştirmesi için önemlidir. Aradaki setler, duvarlar, tabular yıkıldıkça halkların kardeşliğine biraz daha yaklaşılmış olacaktır.” Gül’ün Erivan’a gitmesi sonrasındaki dönemde ortaya çıkan bu atmosfer, taraflar arasındaki ilişkilerin düzelmeye doğru gideceğine işaret eden bir atmosferdi. Örneğin Kayseri’de daha önceleri soykırımın

17


okuyucu mektubu

18

tarihi gerçeklik olduğunu reddeden yaklaşımlar üniversite, bilimsel çalışma vb. adı altında yaygınlaştırılırken ve böylesi tavırlar öne çıkarken; bu atmosfer çerçevesinde Kayseri Belediye Başkanı Cumhurbaşkanı Gül’e Türkiye-Ermenistan milli maçının Kayseri’de yapılması yönünde çağrıda bulundu. Hem de “bu şehirde kültürel, tarihi bir bağ” olduğu, Ermenilerin en eski kiliselerinin Kayseri’de olduğu biçimindeki açıklamalar eşliğinde… Soykırım bağlamındaki resmi devlet siyaseti ve yaklaşımın değişmediği bilinçte tutularak böylesi tavırların halklar arasındaki düşmanlığın azalmasına hizmet ettiğini teslim etmek gerekiyor. Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmelerin sürdüğü ve artık “gizli” olmadığı düşünülerek sözkonusu görüşmelerin numaralanmaya başladığı bir ortamda, soykırımın yıldönümü tarihi olan 24 Nisan’a gelindi. ABD Başkanı Obama’nın soykırım kavramını kullanıp kullanmayacağına odaklanmış olunsa da, bu aradaki süreçte basına yansıyan haberler taraflar arasında bir mutabakatın sağlandığına işaret ediyordu. Hatta kimileri 24 Nisan’da Türkiye’nin Ermenistan’a kara yolunu açacağını bile yazıyordu. 22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan gece Türk Dışişleri Bakanlığı’nın –Ermenistan ve İsviçre ile eşzamanlı, ortak– bir açıklaması yayınlandı. Obama’ya mesaj niteliğindeki bu açıklamaya göre: “Türkiye ve Ermenistan, İsviçre’nin arabuluculuğunda, ikili ilişkilerini normalleştirmek; iyi komşuluk ve karşılıklı saygı çerçevesinde geliştirmek ve bu suretle tüm bölgede barış, güvenlik ve istikrarı ileri götürmek amacıyla yoğun çaba göstermektedirler. İki taraf, bu süreçte somut ilerleme ve karşılıklı anlayış sağlamış ve ikili ilişkilerinin her iki tarafı da tatmin edecek şekilde normalizasyonu için kapsamlı bir çerçeve üzerinde mutabık kalmışlardır. Bu çerçevede yol haritası belirlenmiştir. Üzerinde mutabık kalınan bu zemin, devam eden bu süreç için olumlu bir perspektif sağlamaktadır.” (internetten) Bu açıklamada yol haritası hakkında somut bir bilgi yok. Fakat medyada üzerinde hemfikir olunan kimi konular dile getirilmektedir. Karşılıklı büyükelçilerin açılması, tarih komisyonu kurulması, Ermenistan’ın SSCB-Türkiye arasındaki 1921 tarihli anlaşmayı kabul etmesi, Türkiye’nin kara sınır kapısını açması vb. noktalar öne çıkanlarıdır. Sözkonusu yol haritasının gerçekte neyi içerdiği, nasıl ve hangi hızda gerçekleşeceğinden bağımsız olarak yapılan açıklamanın önemi, esas olarak iki devletin resmi olarak bir mutabakat sağlamış oldukları yönlü ortak açıklamasıdır. Bu açıklama Gül’ün Erivan’ı ziyaretiyle resmen başlatılan yeni sürecin daha da iler-

letilmesi adımıdır. Gizli görüşmeler resmi açıklamalara dönüşmüştür. Bundan sonraki gelişmelerin hangi yönde olacağı konusunda kesin belirlemeler yapmak zordur. Fakat andaki durumda varolan gelişmenin Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine de bağlı olduğu açıktır.

Azerbaycan-Türkiye ve Ermenistan… “Yol Haritası”nın bu biçimde açıklanması ve açık lamada Dağlık Karabağ sorunundan bahsedilmemesi Azerbaycan’ın ve açık milliyetçi kesimlerin tepkisine yol açtı. Mutabakatta sınırın açılması bağlamında önkoşul falan yoktu. Oysa Türkiye’nin kara sınır kapısını 1993’te kapatmasının resmi gerekçesi Dağlık Karabağ sorunuydu. Sınır kapısının açılması da bu sorunun çözümüne bağlı ele alınıyordu. Dağlık Karabağ sorunundan bahsedilmeden ve önkoşul olarak bu sorunun çözümü dayatılmadan Türkiye’nin Ermenistan ile yakınlaşma görüntüsü Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde belli bir gerginliğin yaşanmasına yol açtı. Aliyev Türkiye’ye misilleme gibi bir tavırla Rusya ile doğalgaz bağlamında kimi anlaşmalar imzaladı ve Türkiye’nin çok önem verdiği Nabucco Projesi’ni riskli hale getirdi. Türkiye’nin çok yönlü hesap ve çıkarları bir an önce Azerbaycan ile ilişkileri yeniden rayına oturtmayı dayatıyordu. Sıkı bir diplomatik çaba gösterildi ve en sonunda Erdoğan’ın 13 Mayıs’ta Azerbaycan’a yaptığı ziyaretle, sözkonusu gerginlik sonlandırıldı. Erdoğan Azerbaycan’da Türk devletinin Ermenistan’la kara sınır kapısını açma yönlü tavrını yineledi ve bunun önkoşulunun Dağlık Karabağ meselesinin çözümü olduğunu açıkladı. Erdoğan: “Yukarı Karabağ’ın işgali bir sebeptir, kapıların kapanması bir neticedir. Orası işgal edildiği için Türkiye kapıları kapatmıştır. İşgal ortadan kalkmadıktan sonra kapıların açılması da mümkün değildir.” (Hürriyet, 14 Mayıs 2009) biçiminde tavır takındı. Böylece Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerin geleceği yeniden Dağlık Karabağ ya da AzerbaycanErmenistan ilişkilerine de endeksleniyordu. Bu durumda TürkiyeErmenistan ilişkilerindeki gelişmelerin belli bir dönem sürüncemede kalma ihtimali yüksektir. Bu sürecin uzunluğu kısalığı aslında Azerbaycan-Ermenistan arasındaki görüşmelerde Dağlık Karabağ meselesinin çözümü konusunda anlaşmalarına da bağlıdır. ABD, Rusya ve Fransa AGİT çerçevesinde oluşturulan “Minsk Grubu” çerçevesinde Ermenistan ve Azerbaycan Başkanlarını bir araya getirerek sorunun çözümü için diplomatik çabayı yoğunlaştırmış durumdalar.

7 Mayıs tarihinde Prag’da ABD Büyükelçiliği’nde bir araya getirilen Aliyev ve Sarkisyan arasında sorunun çözümü hakkında belli bir mutabakatın sağlandığı ABD, Rusya ve Fransa temsilcileri tarafından açıklandı. (Hürriyet, 8 Mayıs 2009) Haziran ayında St. Petersburg’ta yeniden bir araya geleceklermiş. Buna göre yapılan tahminler, Dağlık Karabağ meselesinin yakın bir zamanda çözülebileceği yönündedir. Çözüm için Azerbaycan tarafından öne sürülen konu, beş (5) “rayon”un (i lç e) E r men i s t a n t a r a f ı nd a n boşaltılmasıdır. Türkiye-Ermenistan, Azerbaycan-

Ermenistan arasındaki ilişkilerde görüşmeler ayrı ayrı yürütülse de birbirini etkileyen, ya da birbirine bağlı ilişkilerdir. Karabağ meselesinin çözümüne bağlı olarak Türkiye’nin kara sınır kapısını açmasının önünde görünürde de herhangi bir engel kalmayacaktır. Sancılı da olsa gelişmeler bu temeldeki bir çözümün mümkün olduğunu gösteriyor. Anda bilinmeyen bunun ne zamana sarkacağı ve bu yolda ilerlerken hangi engellerle karşılanacağıdır. Gelişmelerin hangi yönde seyredeceğini birlikte göreceğiz… 28 Mayıs 2009 √

Dokunulmayanlara bir örnek İki ayrı kurul iki ayrı karar! Tire İlçe İnsan Hakları Kurulu, kadınların tüm giysilerinin çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin kontrol edilmesini “kanun ve yönetmeliklere” uygun olduğunu söylüyor. İzmir İl İnsan Hakları Kurulu da, insan hakları yönünden bir ihlalin olduğunu tespit ediyor.

T

ürkiye’de dokunulmayanların sayısı giderek artıyor. Devletin bekası için, hukuk ve insanlık dışı uygulamaya imza atanlar, yasalar ile korunuyor. Yıllardır hukukun herkese eşit olduğu masalı anlatılıyor. Bir yandan yargının bağımsız olduğu masalı anlatılırken, öte yandan AKP hükümeti dokunulmayanlarla ilgili yasal düzenleme yapma gereği duymuyor. İktidar mücadelesinde kendilerine dokunulmazlık zırhı sağladıkları gibi, « Türkiye’nin bekası » için insanlık dışı uygulama yapanlara da göz yumuyor. Hukukun üstünlüğü ve demokrasinin olmazsa olmazı olarak nitelendirilen "herkese dokunma" faslında bir grup var ki, onların bu kapsama alınması akıllara bile gelmiyor. Türkiye, sürekli olarak gözaltında kayıplar, işkenceler, polis ablukaları ve polis şiddeti ile gündeme gelen bir ülke. Ancak, bu Türkiye gerçekliğine rağmen, "polisler" asla dokunulmayanlar listesinin başında geliyor. Türkiye’nin imajı için bazı polislerin yargı karsısına çıkartılması, Türkiye gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye'de polisin etrafındaki kalkanlar, yalnızca polislere tanınan yasal yetkilerle sınırlı değil. Polislerin soruşturul-

masına karşı yasal kalkanlar örülmüş. 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun, bu konuda önemli zırhlardan biri olarak işlev görüyor. Diğer memurlar gibi, polisin de, amirinin izni olmadan yargılanmasının önüne engeller var. Polisin görev sırasında işlediği bir suçtan dolayı yargılanabilmesi için, en yetkili mülki amirin izin vermesi gerekir. Polisleri etkileyen ikinci türden yasal düzenlemeler ise, yargılanmalarının önüne fiili engeller koymanın yanı sıra, polisin etkisi ve yetkileri de artırılıyor. Bir bayan polis memuru hakkında soruşturma izni verilmemesi bağlamındaki gelişmeleri anlatmak istiyorum. Ama bunun için de önce bir olayı hatırlamakta fayda var.1 ve 4 Temmuz 2008 tarihinde, Tire B Tipi Kapalı Cezaevi Jandarma nizamiye kapısında, mahkumlari ziyarete gelen 48 kadına, insanlık onurunu zedeleyen, aşağılayan ve hakarete varan bir uygulama yapılmıştı. Bu uygulamaya imza atan, Tire İlçe Emniyet Müdürlüğünde görevli bir bayan polis memuru idi. Bu olayın 10 Temmuz 2008 tarihinde basına yansıması sonucu, Tire Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma


yeni dünya gençliği başlatılmıştı. Tire Cumhuriyet Başsavcılığı, 25.07.2008 tarihinde, Tire Kaymakamlığına bir yazı yazarak bayan polis memuru hakkında soruşturma izni verilmesini talep etmişti. Tire Kaymakamlığı, “dosya muhteviyatı gereğince suçlamaların sübuta ermediği” sonucuna vararak, bayan polis memuru hakkında soruşturma açılmasına izin vermemişti. Yapılan on incelemede 26 kadının ifadesine başvurulmuştu. Kaymakamlık ifadesi alınan kadınların büyük çoğunluğunun şikayetçi olmamasını neden göstererek, bayan polis memuru hakkında soruşturma açılmasına izin vermemişti. Tire Kaymakamlığı, bayan polis memurunun arama adı altında yaptığı üst arama şeklinin “Cumhuriyet Başsavcılığının talimatları ile kanun ve yönetmelikler çerçevesinde” yapıldığını belirtiyordu. Kaymakamlık, kadınların tüm giysilerinin çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin kontrol edilmesini “kanun ve yönetmeliklere” uygun olduğunu söylüyordu! Tire Kapalı Cezaevi Jandarma Nizamiye Kapısında, yaşanan insanlık dışı uygulamaların basına yansıması sonucu, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, İzmir Valiliği’ne bir yazı yazarak sorunun araştırılmasını istemişti. İzmir Valiliği de Tire Kaymakamlığından araştırma yapılmasını talep etmişti. Yasa gereği tüm il ve ilçelerde İnsan Hakları Kurulları var. Bu kurulların işlevi ve içeriği sürekli tartışılıyor. Tire İlçe İnsan Hakları Kurulu yaptığı araştırma sonucunda “insan hakları yönünden bir ihlalin olmadığı” sonucuna vardı!! Kurulda yer alan katılımcıların insan hakları alanında bilgi ve birikimleri var mı? Sorusunu sormak gerekiyor. Kurulda kaymakam dışında, tüm partilerin ilçe başkanları, mahalle muhtarı, Yardim Sevenler Derneği, Ticaret Odası, Okul Aile Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Ziraat Odası ve Baro temsilcisi var. Kurul, raporunu İzmir Valiliği İnsan Hakları İl Kuruluna gönderiyor. İzmir Valiliği İnsan Hakları İl Kurulu su tespitleri yapıyordu: “Tire İlçe İnsan Hakları Kurulu tarafından yapılan araştırmanın çok taraflı bilgi alarak yapılmış olması olumlu bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak rapor içeriğinde olduğu gibi başvurucu ile benzer iddiaları taşıyan kişilerin de bulunduğu ortadadır: Diğer kişilerin beyanları da başvurucunun beyanlarını doğrular nitelikte olup, olguya ilişkin detaylar benzerdir: Diğer taraftan polis memurunun beyanları soyma eylemine ilişkin olarak ayrılmaktadır. Mevzuat, duyarlı kapının olmaması veya duyarlı kapıdan sinyal alınması gibi durumlarda elle arama yapılmasına izin vermektedir. Ancak elle arama mahrem yerlerin görülmesi gibi bir arama yöntemi olmayıp, sa-

dece elle yoklama seklinde gerçekleştirilen bir arama turudur. Raporda, kişilerin iç çamaşırlarının sıyrılarak bakıldığının tespiti konusunda kesin bir ibare komisyon üyeleri tarafından belirtilmiştir. Bu durumda, insan hakları yönünden bir ihlalin olmadığı konusunda bir tespitin yapılmış olması İzmir Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu üyelerince şaşırtıcı bulunmuştur.” İki ayrı kurul iki ayrı karar! Tire İlçe İnsan Hakları Kurulu, kadınların tüm giysilerinin çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin kontrol edilmesini “kanun ve yönetmeliklere” uygun olduğunu söylüyor. İzmir İl İnsan Hakları Kurulu da, insan hakları yönünden bir ihlalin olduğunu tespit ediyor. Bayan polis memuru hakkında soruşturma açılmasına izin verilmemesi sonucu, bu kararın kaldırılması için İzmir Bölge İdare Mahkemesine başvuru yaptım. İzmir Bölge İdare Mahkemesi Eylül 2008 tarihinde, kaymakamlığın verdiği kararı onayladı. Bölge İdare Mahkemesinin kararında hiç bir gerekçe yoktur. Bölge İdare mahkemesi tek bir cümle ile, kaymakamlığın kararının bozulması için öne sürülen talebin reddine karar vermiştir! İlginç olan durum sudur. İdare mahkemesi, kararı adresime tebliğ etme gereği duymuyor. İdare Mahkemesine başvuran ve kaymakamlığın kararının bozulmasını talep eden benim. Bu anlamda ben bir tarafım. Dosyayı takip etmem sonucu, idare mahkemesinin verdiği kararı öğrendim ve Tire Kaymakamlığı’ndan kararın bir örneğini avukatım aracılığıyla aldım. İç hukukta izlenecek başka bir yol kalmadığından dolayı, AIHM’e başvuru yapacağım. 1 ve 4 Temmuz 2008 tarihinde, 48 kadın mahkumları ziyarete geliyor. Kadınların tümü insanlık dışı uygulamaya tabi tutuluyor. Yapılan on inceleme de sadece 26 kadının ifadesi alınıyor. İfadesi alınan kadınlardan 21 kişi şikayetçi olmadıklarını beyan ediyor. Sadece 5 kadın yapılan uygulamadan şikayetçi olduğunu soyluyor. Kaymakamlık, bu durumu soruşturmaya izin verilmemesine dayanak olarak gösteriyor. Bu bağlamda Türkiye’nin acı bir gerçeği ortaya çıkıyor. Toplumun büyük bölümü hak arama mücadelesini yürütmüyor. Topluma dayatılan her uygulama sineye çekiliyor. Hak arama mücadelesinin yükseltilmesi sonucu, egemenlerin geri adim atacakları sorunu kavranmıyor. Uzun söze, ayrıca yoruma hacet yok, burası Türkiye! Mücadele yürütülmeden, bedel ödenmeden kazanımlar elde edilemiyor. O halde korkmadan, bıkmadan yasamın her alanında mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. 22 Mayıs 2009 Mehmet DESDE √

ÖSS Duvarını Yıkalım etkinliği yapıldı

Ö

SS sınavına sayılı günler kaldı. Her yıl yüz binlerce kişiyi eleyen, yalnızca sınava girenleri değil toplumun büyük bir kesimini etkisi altına alan ÖSS bir eleme mekanizmasıdır. Her yıl 1.5 milyon insan bu sınava giriyor. Fakat yalnızca 500 bin kişi yerleştiriliyor. Toplumun sadece ayrıcalıklı bir kesimi bu sınavdan “alnı ak” olarak çıkıyor. Çünkü eğitim sistemini paralı hale getirerek yalnızca parası olanın okuduğu, emekçi gençlerin ise sadece bir hayali olarak kalıyor üniversite kapılarından girmek. Sistem kendi elleriyle özel dershaneler açıyor ve bin bir çeşit kampanyalarla gençleri bu dershanelere gitmeye zorluyor. Adaletsiz eğitim sistemiyle küçük bir azınlık özel dersler alarak, kolejlerde okuyarak dershanelere milyarlarca para dökerek bu sınava hazırlanırken, emekçi çoğunluk ise sadece devlet okullarında okuyarak ve çoğu bir işte çalışmak zorunda kalarak bu sınava hazırlanıyor. Milliyetçi ve ırkçı eğitim sistemi, anadilde eğitimi reddettiğinden kendi dilleri dışında eğitime zorlanan Türk olmayan gençler, daha baştan bu eleme mekanizmasından bir sıfır geride başlıyor. Yine sınava bir sıfır geriden başlayan erkek egemen sistemden kaynaklanan pederşahi yaklaşımlar nedeniyle zaten çok az kısmi okula yollanan genç emekçi kadınlar, bu eleme mekanizmasından nasiplerine düşeni alıyorlar. ÖSS ve diğer sınav sistemleri birer eleme aracıdır. Çok açıktır ki sınavlar emekçilerle zenginleri birbirlerinden ayıran ve kafa kol emeğini derinleştiren birer mekanizmadırlar. ÖSS’ye karşı birlikte örgütlenmek, bu mücadeleyi sınıf mücadelesine taşımayı görev bilmeliyiz. ÖSS’ye karşı çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Mitingler, basın açıklamaları, toplantılar ve paneller. Bizlerde Esenyurt’ta 24 Mayıs Pazar

günü, Güney Kültür Merkezi’nde, Yeni Dünya Gençliği, Gençli k Muhalefeti, Esenyurt Kolektifi ve Serinkuyu Köyü İnisiyatifi olarak, ÖSS Duvarını Yıkalım adı altında, ortak bir panel düzenledik. Panel dört kurumun ortak bildirisinin okunması ile başladı. Ardından ÖSS’nin ne olduğu, kimleri elediği, kitle örgütlerinin ÖSS’ye karşı ortak etkinliklerinin gösterildiği bir slayt gösterisi ile devam etti. Panele Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden genç bir arkadaş ile Eğitim-Sen 7 No’lu Şube’den Öğretmen bir kadın arkadaş katılarak sunum yaptılar. Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden genç arkadaş; ÖSS’nin ne olduğunu, kimleri nasıl elediğini ve buna karşı nasıl örgütlenmek gerektiğini anlattı. Sunumunda AOBP’yla ilgili kısa bir slayt göstererek anlatımını güçlendirdi. Da ha son r a E ğ it i m-S en’ den Öğretmen arkadaş soruna temelden yaklaşmak gerektiğini ve tarihsel olarak eğitim sisteminin nasıl geliştiğini ve nasıl mücadele edildiği ile ilgili bir sunum yaptı. Konuşmasında sık sık ÖSS sınavının kaldırılmasıyla, sorunun aşılamayacağı, sorunun bir sistem sorunu olduğunu ve ancak sınıf mücadelesi ile birleştirilirse çözüme gidileceğine vurgu yaptı. Panel daha sonra soru-cevap ve tartışma bölümü ile devam etti. Panelde sınava hazırlanan liseli arkadaşlarımız çoğunluktaydı. Katılımın 45 kişi olması olumlu idi. Panel Tiyatro Güney’in kendilerinin yazdığı ÖSS Kabusu adlı kısa skeçin oynanması ve ardından verilen müzik dinletisi ile sona erdi. Bizler diğer devrimci kurumlarla ortak etkinlik yapmayı önemsiyoruz. Bu tür etkinliklerin gelecekte de yapılması gerektiğini düşünüyoruz. 27 Mayıs 2009 YDG/Esenyurt √

19


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.