EKİM 2009/09 FİYATI 1 TL ISSN 1302-692X137
AYLIK SİYASİ GAZETE
YA BARBARLIK YA SOSYALİZM
SEL FELAKETİ:
SORUMLU KAPİTALİST SİSTEM ▼ Açılım sürüyor “Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na! ▼ IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı ▼ İşçi kadınları kar hırsı öldürdü ▼ Bir G20 Zirvesi daha yapıldı! - Pittsburg / ABD ▼ Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!
• editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Değerli okuyucu, dergimizin bu sayısında hem içerik hem de biçim olarak belli değişiklikler yaptık. Dergide şimdiye kadar yer alan Yeni İşçi Dünyası sayfalarını bundan sonra her ayın onbeşinde ayrı gazete olarak yayınlayacağız. Bu değişiklikle amacımız işçi sınıfının mücadele deneyimlerine ve örgütlenme sorunlarına daha fazla yer vermek ve bu mücadele içerisinde yer alan işçi ve emekçilere daha fazla ulaşabilmektir. Tabii ki bu kendiliğinden olmayacaktır. Tüm okurlarımızdan isteğimiz her iki
yayın organını da mümkün olduğunca yaygınlaştırmalarıdır. Bu sayımızda hükümetin ‘Kürt Açılımı’nı irdelemeye devam ediyoruz. IMF ve DB toplantılarını protesto eden Birlik’in eylemlerine yer verdik. Eylül ayı başında yaşanan sel felaketinin asıl sorumlularını ortaya koyan bir yazımız var. Ayrıca Pameks patronlarının kar hırsı yüzünden canlarından olan 8 işçi kadını yazdık. Yeni sayımızda görüşmek üzere... 03-10-2009, YDİ ÇAĞRI ❦
İÇİNDEKİLER GÜNDEM
Açılım sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Yargı reformu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Üzmez’i protesto eden kadınlar yargılanıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . 15 PANORAMA
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 “Demokratik Açılım” gazetesi kapatıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 “Açılım” gölgesinde 1 Eylül . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Türkiye’de 36 dil konuşuluyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 GÜNCEL
IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı. . . . . . . . . . . . . . . . 10 IMF, Bürosu önünde protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Sel felaketi: Sorumlu kapitalist sistemdir!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 12 Eylül faşist darbesi protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Savaşın ve işgalin sonu görünmüyor!- Afganistan . . . . . . . . . . . . 16 Bir G20 Zirvesi daha yapıldı!- Pittsburg / ABD. . . . . . . . . . . . . . . . . 18 BM Genel Kurulu’ndan… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
BM’nin iklimi bozuk…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Sürgünlerden doğan bir yaşam; Aram Tigran. . . . . . . . . . . . . . . . . 24 GÜNCEL
YENİ KADIN DÜNYASI
İşçi kadınları kar hırsı öldürdü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
2
6-7 Eylül Olayları: Unutma, Unutturma!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 BDSP’ye yönelen şiddeti kınıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer · Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasarayİstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 137 · Ekim 2009 • ISSN 1301-692X137 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
Tüm bu süreçte AKP açılımın içeriği ile ilgili somut herhangi bir şey açıklamadı. Açılımın neler içerdiği çeşitli medya organları tarafından açıklandı.
“D
emokratik Açılım”, “Kürt Açılımı” veya “Milli Birlik Projesi” adına ne denirse densin açılım iyi, kötü sürüyor. AKP yaptığı açıklama ile açılım çalışmalarının tamamlandığını ve 1 Ekim’de açılacak TBMM’de görüşüleceğini açıkladı. Ağustos ayında Orgeneral Başbuğ’un açıklamalarını AKP’nin ve Cumhurbaşkanı’nın da desteklemesi ertesinde Açılım ile ilgili beklentiler sekteye uğradı. TC’nin kırmızı çizgilerinin bir kez daha hatırlatıldığı açıklamalardan sonra, açılım çalışmalarını yürüten Bakan Beşir Atalay Anayasa değişikliği ve genel af öngörülmediğini belirtti. Yani “Kürt Açılımı” Anayasa değiştirilmeden ve bir genel af çıkarılmadan yapılacak. Atalay’ın açıklamasında hemen sonra Demokratik Toplum Partisi olumlu havanın dağıtıldığını belirterek, “dağ fare doğurdu” açıklamasını yaptı. Tüm bu süreçte AKP açılımın içeriği ile ilgili somut herhangi bir şey açıklamadı. Açılımın neler içerdiği çeşitli medya organları tarafından açıklandı. Haber Türk gazetesi açılımın ayrıntılarına ulaştığını belirterek bunları yayınladı. Bu habere göre “Demokratik Açılım” genel hatları ile şöyleydi: - Alfabeye Q, W ve X harfleri eklenecek, - İlköğretimde öğrencilere okutulan Andımız kaldırılacak, - “Suça” karışmayanlar bir dönem rehabilitasyona tabi tutulduktan sonra serbest bırakılacak, - “Suça” karışıp pişman olan 5 yıl gözetim altında tutulduktan sonra serbest bırakılacak, - PKK’nin üst düzey yöneticileri affedilmeyecek, ancak yurtdışına çıkmaları sağlanacak, - Eğitimde Kürtçe seçmeli ders olarak konacak, - Kürtçe yer isimleri iade edilecek, - Devlet Kürtçe yayınları destekleyecek, - Karayollarına Kürtçe tabelalar asılacak,
- Devlet dairelerinde Kürtçe tercüman bulundurulacak, - Kürtçe bilen polis ve imamlar görevlendirilecek, - Kürtçe Kuran devlet tarafından bastırılacak, vb. Açılım eğer basına sızdığı şekliyle gerçekleşecek olursa, 90 yıllık statükocu Kemalist ideoloji en azından ret ve imha siyasetinden, Kürt ulusunu kabul etme noktasına gelmiş olacak. Ancak açılımın bu hali Kürt halkını tatmin etmeyecektir. Devlet açılım ile kırıntılar vererek, ama kırmızı çizgilerine dokundurtmayarak PKK’nin mücadelesini tasfiye etmeyi planlıyor. Daha çok eğitim alanında olan bu konular ise, o kadar kolay aşılamayacak gibi görünüyor. Çünkü geçen aylarda süren üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünün açılması talebi şimdilik hüsranla sonuçlandı. Mardin’de açılan Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay YÖK’e “Kürt Dili ve Edebiyatı” açılması için talepte bulundu. YÖK bu talebe öğretim görevlisi olmadığı gerekçesi ile olumsuz yanıt verdi. Böyle bir bölüme ancak “Yaşayan Diller Enstitüsü” adı altında onay verilebileceğini bildirdi. Bu duruma tepki gösteren Omay, Kürtçe eğitim için öğretim görevlisi olduğunu, gerekli altyapının kısa sürede hazırlanabileceğini belirterek “Bir bilim olarak kuruluşu 1787 yılına kadar giden ve halen dünyadaki 30 kadar üniversitede enstitü, bölüm, merkez, kürsü gibi birimler bünyesinde ele alınmakta olan Kürdoloji’nin, ülkemizde de aynı isimle anılmamış olmasının bilimsellik açısından izahı zordur. Kürdoloji yerine ‘yaşayan dil’ ifadesinin kullanılması, ülkemizin ayrılmaz unsuru olan Kürt vatandaşlarımızı da rencide edecektir.” dedi. Yaşamayan dillere bile onay veren, bu dillerin üniversitelerde okutulması konusunda herhangi bir itirazı olmayan YÖK, Kürtçe’nin “Yaşayan Diller” adı al-
gündem
Açılım sürüyor…
3
gündem 4
tında öğretilebileceğini açıkladı. Aynı zamanda Diyarbakır Barosu’nun başvurusu üzerine Dicle Üniversitesi tarafından da YÖK’e aynı talep iletildi. YÖK bu talebi de usul açısından olumsuz yanıtlayarak, Diyarbakır Barosunu da “terörist ve “siyasi bir yapılanma” olarak adlandırdı. Açılım üzerine tartışmalar Meclis’in açılmasından sonra hızlanacaktır. Çünkü AKP Meclis’in ilk gündeminin “Demokratik Açılım” olacağını açıkladı. Ayrıca yürüyen tartışma üzerine Başbakan Erdoğan Meclis oturumlarınında kamuoyuna açık olarak yapılacağını bildirdi. Yine de bu konu henüz net değil. Çünkü kapalı oturum isteyen, ülkenin güvenliğini vb. gerekçe gösterenler de var. Her ne kadar AKP’nin ilk başta açıkladığı “Demokratik Açılım” ifadesi artık aynı olumlu havayı yansıtmıyorsa da pek çok şeyin değişeceği, en azından Anayasa’ya girmese bile devletin resmen Kürt ulusunu ve Kürtçe’yi tanıdığı bir noktaya gelecek olması olumludur. Bu değişim verilen ulusal mücadele sonucudur. Gelinen nokta ulusal mücadelenin artık engellenemediğini ve kısmen taleplerin kabul edileceği noktasıdır. Buna rağmen gelinen nokta arzulanan nokta değil. Çünkü açılım konusunda adım atan devlet, Kürt ulusunu Anayasal düzeyde tanıma ve kısmen de olsa özerlik verme noktasından çok uzakta. Bu kırmızıçizgi hem andaki iktidar partisi AKP’nin, hem de Kemalist kesimin, en başta da ordunun koruduğu bir yan. Bu nedenle adına ne denirse densin, açılım burjuva demokrasisinin bile gerisinde bulunuyor. Açılım diye ifade edilen şey anda PKK’yi tasfiye etme, Kürt ulusal mücadelesini durdurma/bölme hedefini güdüyor. Bu haliyle yapılacak açılım (ki daha fazlasını da beklemiyoruz) Kürt ulusuna özgürlük getirmeyecektir. Kürt ulusu da diğer uluslar gibi kendi kaderini tayin etme, ayrılıp ayrı devlet altında yaşama hakkına, eğer isterse gönüllü bir şekilde, eşit, özgür yurttaşlar olarak barış içerisinde birlikte yaşamayı seçme hakkına sahiptir. Ancak bu hak ulusal baskının, zoraki birliğin sürdüğü TC’nin egemenliği altında kullanılamaz. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edeceği özgür ortam devrimle yaratılacaktır. Gerçek özgürlük, eşitlik ve barış Türk, Kürt, Arap ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin ortak mücadelesi ile devrim ile kurulacak Demokratik Halk Devletinde mümkündür. 29.09.2009 ✓
İktidar dalaşında yeni bir girişim
Yargı reformu Emekli Yargıtay başsavcılarının “onursal başkan” olarak fetva kesmeye devam ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Savcıların kendilerinin sanık avukatları ile aynı seviyede olduklarını “hazmetmeleri” zordur bu ülkede.
Y
argı egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında çok önemli bir rol oynuyor. “Yargının bağımsızlığı”nı, birçok halde yargıç kararlarının yasalardan bağımsız olması biçiminde yorumlayıp, uygulayan ve T.C.’de egemen bürokrat elitin önemli bir bölümünü oluşturan yargı bürokrasisi, egemenliğini tehdit eden her gelişmeye karşı çıkıyor. AKP hükümeti için özellikle yüksek yargıyı bugünkü belirleyici/engelleyici konumundan çıkarmak, tüm yargıyı kendine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek AKP’nin iktidar yürüyüşünde olmazsa olmazlardan biri. Haziran ayı içinde yaşanan HSYK krizi bunu bir kez daha gösterdi. Bilindiği gibi AB’de Türkiye’deki yargı sisteminin AB normlarına uymadığı görüşünde ve uzun süreden beri T.C.’den Türkiye’deki yargı sisteminin AB normları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasından yana, köklü bir “Yargı Reformu” talep ediyor. Bu talep Türkiye’de TÜSİAD gibi büyük patron kuruluşları tarafından da sahiplenilen bir talep. AKP’nin de parti programında ve seçim programlarında ve hükümet programlarında “Yargı Reformu” yer alıyor. AKP hükümeti geçen yıl Mayıs ayında o zamanki Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin üzerinden “Yargıyı bağımsızlaştırın” diyen Avrupa Birliği’nin yetkilisi Olli Rehn’e ilettiği “Yargı Reformu Stratejisi” adlı metinde nasıl bir reform düşündüğünü ortaya koymuş, bunun üzerine yargı ayağa kalkmış, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direği bağımsız yargı’nın
gündem
şimdi “siyasetin sultasına” sokulmak istendiği vb., yargıya hiç danışılmadan AB’nin direktifleri temelinde reform yapılmak istendiği vb. yorumları temelinde, “Türkiye laiktir laik kalacak” şiarları eşliğinde kimi hakimler ve savcılar cübbeleri ile gösteri yürüyüşleri, mitingler yapmışlardı. Hükümet bu gürültü karşısında geri adım atmış, yargı reformu üzerine toplumun çeşitli kesimleri ile toplantılar düzenlemeye yönelmişti. Şimdi, Adalet Bakanlığı internet sitesinde “Yargı Reformu Strateji Taslağı” isimli yeni bir belge yayınlandı. Bu belgede atılması planlanan değişiklikler yer alıyor. Buna göre yapılması öngörülen değişiklikler ana hattıyla şunlar: * Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yeniden yapılandırılacak. Bugün Yargıtay ve Danıştay’ın yönetimlerinin kendi içinden belirlediği adaylar arasından Cumhurbaşkanı’nın seçip gönderdiği 5 üye + Adalet Bakanı + bir Adalet Bakanlığı temsilcisi olmak üzere 7 kişiden oluşan kurul, 2 veya 3 daireli, 20-21 üyeli bir kurula dönüştürülecek. Böylece Cumhurbaşkanı’nın, Yargıtay ve Danıştay tarafından boş kontenjan için önerilen adaylar arasından seçim yapma dönemi kapanıyor. Yargıtay ve Danıştay Genel Kurulu, üyelerini doğrudan HSYK’ya gönderecek. Bunun dışında kürsüdeki 12 bin hakim ve savcının HSYK’ya doğrudan üye seçmesi sağlanacak. Birinci sınıfa ayrılmış tüm hakim ve savcılar aday olabilecek.
Tüm hakim ve savcılar oy kullanacak. Adalet Akademisi, hukuk fakültesi öğretim üyeleri ve avukatlar da HSYK’ya girebilecek. Bunun yanında HSYK kararları temyiz edilebilecek. Sekretarya işleri Bakanlık Personel Genel Müdürlüğü’nden alınarak, Kurul’a bırakılacak. Hakim ve savcıların disiplin ve soruşturma işlemleri Bakanlık’tan alınarak, kurul bünyesinde müfettişler tarafından gerçekleştirilecek. HSYK’nın müstakil binası ve bağımsız bütçesi olacak. Ayrıca bir bölüm HSYK üyesi Parlamento tarafından seçilip gönderilecek. Kurulda Adalet Bakanı’nın yer alması durumu sürecek. Bu reform görüldüğü gibi, hakimlerin ve savcıların atanmasında belirleyici kurum olan HSYK’nın Yüksek Yargının iki temel kurumu tarafından (Danıştay ve Yargıtay) atanması yoluyla (Cumhurbaşkanının seçimi ancak önerilen adaylar içinde tercih yapma biçiminde bir seçim) oluşturulması pratiğine son vermeyi amaçlıyor. Ayrıca HSYK kararlarına temyiz yolunu açarak, kurumun denetim dışı konumunu da ortadan kaldırıyor. Buna Yüksek Yargının itiraz edeceği, bu konuda yoğun mücadeleler yaşanacağı kesindir. * Anayasa Mahkemesi’nin görev tanımının belirlenmesi ve yeniden yapılandırılması için çalışma yapılacak. Ergin bunu AB’ye uyum açısından gerekli olan “Bireysel başvuru hakkının sağlanması” talebinin yerine getirilmesi sonucu olarak açıklıyor. Bireysel başvuru hakkının sağlanması halinde mahkemenin görev tanımı ve organizasyon yapısının değişmesi gerekiyor. Bu bağlamda tabii Yüce Divan yetkisi de tartışılacak konular arasına girecektir. Bu bağlamda reformla yapılmak istenen Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü onu adeta Anayasa yapıcı konumuna getiren yetkilerinin sınırlandırılması, tırpanlanmasıdır. Buna da Yüksek Yargının direneceği kesindir. Söz konusu olan sonuçta Yüksek Yargının iktidarının kısıtlanmasıdır. * Türkiye Hakim ve Savcılar Birliği kurulacak. Birlik, İçişleri Bakanlığı’nın denetimine tabi olmayacak, idari ve mali özerklik taşıyacak. Sivil inisiyatif haline gelecek. Mevcut derneklerin kapatılmasına ilişkin yasal düzenlemeden vazgeçilecek. “Yargıya sivil inisiyatif “ başlığı altında sunulan bu reformla bugün kendini “Laik Cumhuriyet bekçiliğine” adamış, en militan AKP düşmanlığı yapan “Yargıçlar ve Savcılar Birliği ” isimli kuruluşun etkisi kırılmak isteniyor. * Askeri mahkemeler karargah dışına taşınacak, ayrı binada faaliyet gösterecek. Mümkün değilse ayrı giriş kapısı olacak. Hakim sınıfından olmayan üye-
5
gündem 6
ler çıkarılacak. Askeri mahkemenin görev alanı yeniden düzenlenecek. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi de daireler şeklinde yapılandırılacak ve Türkiye’nin AİHM’de ceza almasının önüne geçilmesi amacıyla bir üst dairede kararların temyizine imkan sağlanacak. Reform Strateji Taslağı Askeri Mahkemelerin yetkilerinin kısıtlanmasını utangaç bir tarzda öngören bir taslak görüldüğü gibi, bu konuda yapılan yasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesinden döneceğinin bilincinde olan hükümet, askerle doğrudan karşı karşıya geleceği reformlar yapma cesaretine sahip değil. Bu konuda yaptığı idare-i maslahat. Ancak bu kadarı bile ordu ile hükümeti, askeri yargı ile hükümeti karşı karşıya getirebilir. * 2010 sonuna kadar Bölge Adliye Mahkemeleri faaliyete geçecek. İdari yargıda da İstinaf Mahkemeleri kurulacak. Bu Türkiye’de adli ve idari yargının olağanüstü ölçüde merkezi olmasını eleştiren AB’nin yıllardan beri getirdiği reform talebi. Adli ve idari yargıda Yargıtay ve Danıştay’ın önüne “Bölge Adliye Mahkemeleri” ve “İstinaf Mahkemeleri” konarak, bu aşırı merkezilikten uzaklaşılması öngörülüyor. Bu tabii aynı zamanda Yargıtay ve Danıştay açısından yalnızca “dava yükünün azaltılması” anlamına gelmeyecek, bunun yanında bu iki merkezi yargı kurumunun iktidarı da azalacak. Danıştay’ı ve Yargıtay’ın nerdeyse sınırsız iktidarını sınırlayan ve onların hiç hoşuna gitmeyecek bir reform taslağı bu. * Savcılar mahkeme heyetinden ayrılıp farklı bir yere konuşlandırılacak. Bunun anlamı şudur: Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkelerde, hakimler “üstte”dirler. Savcılar, hakimlerden ayrı kürsüde, onlardan daha aşağı ve avukatlarla aynı seviyede yer alırlar. Bu şeklen sanık ve suçlama makamının “eşitliği”ni ifade eden bir tavırdır. Türkiye’de bu böyle değildir. Hakim ve savcılar aynı kürsünün değişik yerlerinde, aynı seviyede otururlar. Buna karşı avukatlar daha “aşağıda” sanıkların yanında, hakim ve savcıdan oluşan bir cephe karşısında otururlar. Bu aslında Türkiye’de işleyen hukukun gelişmiş burjuva hukuku olmadığının, Türkiye’de burjuva hukukunun “suçlanan kişi suçu ispat edilip, mahkemece hüküm giyene kadar suçsuzdur” ilkesinin geçerli olmadığının, hakimlerin en baştan savcılarla birlikte sanığın suçlu olduğundan yola çıktığının mahkemenin şekli düzeninde ifadesidir. Reform şimdi avukatlar ve savcıların aynı düzeyde
olması için kademeli geçiş sağlanmasını öngörüyor. Emekli Yargıtay başsavcılarının “onursal başkan” olarak fetva kesmeye devam ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Savcıların kendilerinin sanık avukatları ile aynı seviyede olduklarını “hazmetmeleri” zordur bu ülkede. * Adli Tıp Kurumu, Sağlık Bakanlığı ile koordineli çalışacak. * Türk vatandaşlarının yoğun yaşadığı ülkelerde adli müşavir görevlendirilecek. Bilirkişi kurumu, yeniden düzenlenecek. * Bilirkişi hukuk rehberi çıkarılacak. Etik ilkeler açıklanacak. Bilirkişi raporlarının nasıl hazırlandığı bilindiğinde bu “etik ilkeler”in açıklanması önemsiz değildir. Fakat sorun ilke açıklamasından çok, bunların nasıl kullanıldığının denetimidir. * Çocukları yargılama sistemi iyileştirilecek. * Hukuk eğitimi 5 yıl olacak. İlköğretimde temel hukuk bilgisi ve hak arama öğretilecek. * Büyük adliyelerin yönetimi profesyonellere devredilecek. * Yüksek Yargı ve büyük adliyelerde basın-halkla ilişkiler birimi kurulacak. * Tercüme hizmetleri standarda bağlanacak. * Cezaevlerinin dış güvenliği, orta vadede jandarmadan Adalet Bakanlığı’na devrolacak. Bu orta vadenin, eğer bu plan gerçekleştirilirse ne kadar süreceğini göreceğiz. Sivilleşme yönünde atılmak istenen bu adıma karşı da direnişler olacağı kesindir. Kısaca yargı alanında önümüzdeki dönemde AKP’nin yukarıdaki reform planını uygulama çabaları ile buna yargıdan -medyanın bir bölümünün desteğinde, (Oktay Ekşi, 27 Ağustos’ta Reform Taslağı hakkında “Bu ‘yargıyı bağımsızlaştırmak’ değil, ‘yargı bağımsızlığı’nın ırzına geçmektir.” değerlendirmesini yaptı. Bunun çok daha ağırlarını bu taslak yönünde somut adımlar atılmaya başlandığında göreceğiz) büyük olasılıkla ordu desteğinde de- gelecek direnişleri yaşayacağız. 28 Ağustos 2009 ✓
“Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na!
✌ halkların kardeşliği için
Son dönemde bugüne kadar gizli diplomasi ile sürdürüldüğü basına yansıyan “Ermeni açılımı” tekrar “Demokrasi açılımı” içinde gündemde yerini aldı.
S
on günlerde ortalık açılımlardan geçilmiyor. “Kürt açılımı”, daha sonra adı “demokrasi açılımı” “milli birlik projesi” olarak değiştirildi. “Alevi Çalıştayı”na dönüştürülen “Alevi açılımı” şimdilik unutulmuşa benziyor. Son dönemde bugüne kadar gizli diplomasi ile sürdürüldüğü basına yansıyan “Ermeni açılımı” tekrar “Demokrasi açılımı” içinde gündemde yerini aldı. Bu tartışmalar CHP ve MHP gibi ırkçı, faşist partileri adeta sevindirdi. Bu partiler siyasetteki esas gıdaları olan, “bölünüyoruz”, “vatan elden gidiyor” gibi ırkçı, şoven söylemlerle milliyetçiliğin ve ırkçılığın etkisindeki yığınları kışkırtarak, orduyu göreve çağırdılar. Bu partilerin yer yer orduyu ve MGK’yı da hedef alan saldırılarının karşısında, 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, yine baş siyasetçi edasıyla “Demokratik Açılım”a yönelik TSK’nın tavrını, Anayasanın 3. maddesine vurgu yapıp, açılıma balans ayarı yaparak, ordunun tavrını ortaya koydu. Başbuğ; “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemez olan 3’üncü maddesinde ifade edildiği gibi “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” Türk Silahlı Kuvvetleri, ATATÜRK tarafından bizlere emanet edilen ve Anayasa’nın 3’üncü maddesinde de belirtildiği şekilde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir.” demesinin arkasında ırkçılar rahat bir nefes aldılar. Başta AKP olmak üzere tüm burjuva partiler, bu açıklamaya alkış tutarak memnuniyetlerini dile getirdiler. Bayramın 2. günü Başbuğ, Mardin Sınırtepe karakolunda yine aynı açıklamaları yaparak, bir kez daha açılımın sınırları konusun da ordunun tavrını ortaya koydu. “Demokrasi açılımı” içinde ele alınan “Ermeni açılımı” da İsviçre de sürdürülen gizli diplomasi erte-
sinde, nihayet iki ülkenin parlamentolarında görüşülmek üzere “paraf altına” alınmış durumda. Türkiye ile Ermenistan arasında paraf ve deklare edilen protokol, sınırın açılması, diplomatik ilişki kurulması ve soykırım ihtilafı dahil çeşitli konular üzerinde çalışacak komisyonların hayata geçmesini öngörüyor. “Bu konu iç siyasete malzeme edilmezse, bu noktada adımlar atılmazsa, paraf edildiği takdirde anlaşma zabıtı 10-11 Ekim’de Meclis’e getirilecek” diyor Başbakan Erdoğan. Bu sorunu iç siyasete daha şimdiden CHP ve MHP zaten “malzeme” ettiler. Malzeme etmeye de devam edecekler. O zaman Başbakanı “bu noktada adımlar atılmazsa” diye düşündüren güç, bu konularda sürekli açıklamaları ile gündemde olan Genelkurmay olsa gerek! Daha düne kadar Genelkurmay tarafından hazırlanıp Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderilen “Sarı Gelin Belgeseli” ile daha ilköğretim çağındaki öğrencilere, Ermeni düşmanlığını aşılamada sınır tanımayan bu devletin “Ermeni açılımı”, Ermenilerin “Soykırımın tanınması” gibi temel tanımlarını yok sayan bir açılım olacaktır. Bu açılımın içeriğinde tam nelerin olduğu hala bilinmese de, sınırın açılması, diplomatik ilişki kurulması, Azerbaycan ile Ermenistan arasında sorunlu olan Dağlık Karabağ önemli bir rol oynayacağa benziyor. Biz “Kürt açılımı”n da olduğu gibi, Ermeni açılımı konusunda da fazla iyimser olmamakla birlikte, Türk devletinin bugüne kadarki, inkarcı siyasetinde geri bir adım atmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. İleride adına “Demokrasi açılımı” denen açılımın nasıl bir açılım olacağını hep beraber göreceğiz. Çeşitli uluslar, milliyetler üzerinde ulusal baskı uygulayan bu devlet, işçilerin köylülerin devrimi ile yıkılmadıkça, gerçek demokrasiden bahsedilemez. Gerçek demokrasi demokratik halk devrimi ile mümkündür. 25.09.2009 ✓
7
✌ halkların kardeşliği için
“Demokratik Açılım” gazetesi kapatıldı
“Açılım” gölgesinde 1 Eylül
“
Kürt açılımı”nı “demokratik açılım”a, “Milli birlik projesi”ne dönüştüren devletin demokrasi anlayışı yalnız kendisiyle sınırlı. Hele birde Kürtler demokratik açılımla ilgili bir şeyler söylemek isterlerse hiç olmaz. Devlet açısından ulusal hareketin “demokratik açılımdan” bahsetmesi “bölücülük”tür. “Milli birlik projesine” aykırıdır. “Vatanı böl”mektir. 22 Ağustos’ta yayın hayatına bir ay süreyle son verilen “Günlük” gazetesi yayın siyaseti ile ulusal hareketin sesi olmuş, “Kürt açılımı ile ilgili yorum ve haberler ile ne düşünüldüğünü kamuoyuna açıklamıştı. Günlük gazetesinin 22 Ağustos’ta bir ay süreyle kapatılmasının ardından, 26 Ağustos’ta yayın hayatına başlayan ve Genel Yayın Yönetmenliğini avukat Eren Keskin’in yaptığı Demokratik Açılım gazetesi de bir ay süreyle kapatıldı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, gazetenin 22 Eylül de yayınlanan 29. sayısında yer alan HPG’li Aliye Timur’un cenazesine ilişkin olarak ‘Cenaze törenleri mitinge döndü’ başlıklı haberde ‘yasa dışı örgüt propagandası’ yapıldığını iddia ederek ceza verdi. Günlük gazetesi de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 14. sayfasında yer alan Toronto Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Medeniyetleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Amir Hassanpour’un ‘Gelişen dünya dilbilim düzeninde dilsel haklar: Devlet, pazar ve iletişim teknolojileri’ başlıklı yazısını ‘Örgüt propagandası’ sayarak bir aylık kapatma ‘cezası’ almıştı. Gazete kapatarak, operasyonlara hız vererek, gözaltı ve tutuklamalarla vb. yapılacak bir “Demokratik açılımın” nasıl bir açılım olacağı daha şimdiden belli! Gerçek anlamda demokratik açılım, ancak demokratik halk devrimi ile mümkündür.
8
26.09.2009 ✓
B
u yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü eylemleri, AKP Hükümeti ile ordu arasında, PKK’yı muhatap almadan Kürt sorununu bazı siyasi adımlar atarak “çözme” planının bir süreden beri yoğun olarak tartışılması şartlarında yapıldı. DTP, 1 Eylül’de düzenlenen eylemlerde muhatabın A. Öcalan olduğunu, A. Öcalan muhatap alınmadan sorunun çözümümün mümkün olmadığını, “açılım”ın yetersiz olduğu vb. mesajlarını verdi. Demokratik Çözüm İçin Barış Platformu tarafından 1 Eylül’de Kadıköy’de yürüyüş ve miting düzenlendi. Tepe Natilius önünde toplanan 10 bin kişi İskele Meydanına yürüdü. Yürüyüşün ağırlığını DTP oluşturdu. DTP yanında yürüyüşe ve mitinge; KESK, ÖDP, EMEP, ESP, KÖZ, Halkevleri, EHP, SP, SDP, Mücadele Birliği Platformu, BDSP, Ürün, DSİP, TMMOB, TTB, UİD-DER, SODAP, SEH ve MGH katıldı. DTPlilerin taşıdığı pankartlarda, attıkları sloganlarda, yaptıkları konuşmalarda, öne çıkan vurgu barış ve muhatabın A. Öcalan olduğu idi. DTP kortejinde her yaştan insan vardı. Kadınlar geleneksel giysileri ile yürüdü. Sık sık A. Öcalan lehine sloganlar atıldı. Mitingde, KESK dönem sözcüsü Hatun İldemir, Doç. Dr. Haluk Gerger, DTP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel birer konuşma yaptılar. Miting verilen müzik dinletisi ve halaylarla son buldu. 1 Eylül 2009 ✓
Bianet’te yayınlanan bir yazı bu coğrafyada çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli bir yapı olduğunu görmek isteyenlere bir kez daha gösteriyor.
T
ürkiye çok uluslu bir ülke. Egemen ulus olan Türk ulusu dışında, Kürt, Arap ulusu ve Abaza, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Laz, Roman, Rum, Yahudi vb. azınlık milliyetler yaşıyor. Yok sayılan, katliamdan geçirilen, asimile edilmek istenilen, inkar ve imha politikalarına maruz kalan ulus ve milliyetler varlıklarını her şeye rağmen sürdürüyor. Bianet’te yayınlanan bir yazı bu coğrafyada çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli bir yapı olduğunu görmek isteyenlere bir kez daha gösteriyor. Öneminden dolayı yazıyı olduğu gibi aşağıda yayınlıyoruz. “Kerem MORGÜL – Bianet Türkiye’de konuşulan dilleri dünya dilleri üzerine kapsamlı çalışmalara yer veren ethnologue.com’un Türkiye raporuna göre Türkiye’de Türkçe’yle birlikte 36 dil konuşuluyor. Ancak Ethonologue’un rakamları da birçok dil için eski. Çoğu 1980’lere ya da 1990’lara ait. Bu durum, Türkiye’nin dilleri için de güncel çalışmalara ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Abazaca: 10 bin civarında insan tarafından konuşuluyor (1995). Abhazca: 35 bin (1993) Abhazyalının 4 bin kadarı (1980) tarafından çoğunlukla Çoruh, Bolu ve Sakarya’da anadili olarak konuşuluyor. Adigece (Çerkesçe): 1965 nüfus sayımında önemli bölümü Kayseri, Tokat ve Kahramanmaraş’ta 71 bin kişi tarafından anadili olarak konuşulduğu tespit edildi. Arapça (Kuzey Mezopotamya): Mardin ve Siirt ağırlıklı olmak üzere 400 bin kişi bu dili konuşuyor (1992). Arnavutça: 65 bin Arnavut’un 15 bin kadarı konuşuyor (1980). Azerice (Güney): Çoğu Kars’ta 530 binden fazla kişi tarafından konuşuluyor (1996). Boşnakça: Ağırlıklı olarak Batı illerinde olmak üzere 20 bin kişinin anadili (1980). Bulgarca: Bulgaristan göçmenleriyle birlikte 300 bin kişi konuşuyor (2001). Çingene Dilleri: Ethnologue.com’un Domarve Romani olarak ikiye ayırdığı dilleri toplamda 50 bini aşkın kişi konuşuyor. Ermenice: 70 bin civarın-
da Ermeni’nin 40 bini konuşuyor (1980). Gagavuzca: 327 bin kişi konuşuyor (1993). Gürcüce: Başta Artvin, Ordu ve Sakarya olmak üzere 40 bini aşkın kişi tarafından konuşuluyor (1980). Kabartayca (Çerkesçe): Önemli kısmı Kayseri ve çevresinde 202 bin kişi konuşuyor (1993). Kazakça: 600 kadar kişi konuşuyor (1982). Kırgızca: Van ve Kars yörelerinde binden fazla kişi konuşuyor (1982). Kırım Türkçesi (Balkan Tatarcası): Tam olarak kaç kişi tarafından konuşulduğu bilinmiyor. Özellikle Ankara’nın Polatlı yöresindeki Tatar köylerinde kullanılıyor. Kumukça: Birkaç köyde konuşuluyor. Kürtçe: Ethnologue.com Zazaca, Dimlice ve Kırmançi ile Kırmançi’nin lehçeleri sayılan Şikaki ve Herki’yi ayrı diller olarak değerlendiriyor. Tüm bunlar Kürtçe ana başlığında toplanırsa 5 milyondan fazla kişinin anadili olarak Kürtçe konuştuğu söylenebilir. KONDA’nın 2007 tarihli araştırmasına göre kendini Kürt olarak tanımlayanlarsa 11,5 milyon civarında. Ladino: Çoğu İstanbul ve İzmir’de 8 bin kişi konuşuyor (1976). Lazca: 30 binden fazla kişi anadili olarak konuşuyor (1980). KONDA’ya göre Türkiye’de kendini Laz olarak tanımlayanlar 220 bin civarında. Ağırlıklı olarak Rize’nin doğusu ve Artvin’de konuşuluyor. Osetçe: Digor lehçesi Bitlis, Erzurum, Kars, Muğla ve Antalya yörelerinde konuşuluyor (1993). Özbekçe: Hatay, Gaziantep ve Urfa’da 2 bine yakın kişinin anadili (1982).Rumca (Yunanca): Büyük çoğunluğu İstanbul’da 5 bine yakın kişi konuşuyor (1993). Süryanice: Ethnologue.com tarafından Turoyo ve Hertvince gibi lehçeleri ayrı ayrı değerlendirilen Süryanice yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Hertvince lehçesi Siirt’te 1000 kadar kişi tarafından konuşuluyor (1999). Turoyo ise Mardin yöresinde 3 bin civarında insanın anadili (1994). Tatarca: İstanbul’daki Tatarlar tarafından konuşuyor. Türkçe: Türkiye nüfusunun yüzde 90’ının anadili (1987). KONDA’ya göre bu oran yüzde 85. Türkmence: Tokat ve çevresinde bin kadar kişi tarafından konuşuluyor (1982). Uygurca: Çoğu Kayseri’de 500 kişi konuşuyor (1981).“ 20 Eylül 2009 ✓
✌ halkların kardeşliği için
Türkiye’de 36 dil konuşuluyor
9
güncel
IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı
Emperyalistlerin finans kurumları İMF ve DB (Dünya Bankası) 6 – 7 Ekim 2009 tarihleri arasında İstanbul’da toplanıyorlar...
E
10
mperyalistlerin finans kurumları İMF ve DB (Dünya Bankası) 6 – 7 Ekim 2009 tarihleri arasında İstanbul’da toplanıyorlar. Bu toplantıda da her zaman yaptıkları gibi dünya ezilen halklarını, işçi sınıfını ve emekçileri nasıl ezip sömürerek karlarına kar katacaklarını kararlaştıracaklar. Ülkelerimiz işçi ve emekçileri ile birlikte İstanbul’u bu kan emici haydutlara dar etmek bu zalim sömürücülerin gerçek yüzünü herkese göstermek için 30 devrimci, demokrat parti ve çevre ile bir birlik oluşturuldu. Bizim de YDİ Çağrı gazetesi olarak içinde yer aldığımız bu birlik; IMF ve Dünya Bankası Karşıtı Birlik’tir. Bu birlik içinde bizim dışımızda şu çevreler yer alıyor: Demokrasi İçin Birlik Hareketi (DTP, TÖP, SDP, Sosyalist Parti, SODAP, EHP, SEH, Anti-Kapitalist, Türkiye Gerçeği, Demokratik Dönüşüm, 14 Mayıs Platformu), Halk Cephesi, Bdsp, Partizan, Dhf, Alınteri, Esp, Özgürlükçü Sol Hareket, ÇHD, Kaldıraç, Devrimci Hareket, Mücadele Birliği, Emek Ve Özgürlük Cephesi, Odak, Köz, Proletaryanın Kurtulu-
şu, Otonom, Proleter Devrimci Duruş. Birlik 11 Eylül 2009 günü yaptığı bir basın toplantısı ile amaçlarını ve yapacağı eylem ve etkinlik programını açıkladı. Bu program çerçevesinde13 Eylül 2009 günü Taksim Tramvay Durağı’ndan Galatasaray Meydanına doğru her bileşenin kendi flaması ve dövizi ile katıldığı “IMF ve Dünya Bankası defol!” yürüyüşü yapıldı. 1500’ün üzerinde kişinin katıldığı yürüyüşün en önünde “IMF ve DB defol!” ortak sloganının yazılı olduğu pankart ve dövizler taşındı. Yürüyüş boyunca “IMF defol, bu dünya bizim, emperyalistler, işbirlikçiler 6. filoyu unutmayın, IMF ve DB’na karşı sokağa, eyleme, mücadeleye, IMF’ye karşı sokaklardayız, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz, işçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sloganları ortak ve gür bir şekilde atıldı. Yürüyüşün sonunda okunan basın açıklaması ile emperyalizmin mali kuruluşları olan IMF ve DB’nın tüm dünyada işçilere, emekçilere ve ezilen halklara nasıl saldırdığı anlatıldı. İşçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilen halkların düşmanları bu haydutların şimdiye kadar kaç ülkede toplantılar yapmışlarsa o ülke-
IMF, bürosu önünde protesto edildi
güncel
nin onurlu insanları, işçi ve emekçileri sokağa çıkmış protesto etmiş toplantılarını engellemeye çalışmış oldukları belirtildi. Yaşadığımız bu toprakları onlara dar etmek için bizim de “IMF ve Dünya Bankası defol!” şiarıyla sokağa çıkmamız ve isyan ateşini körüklememiz gerektiği vurgulandı. Açıklama, 28 Eylül’de hazırlık toplantılarıyla başlayacak zirveyi daha başlamadan bitirtmek için güçlerimizi birleştirmemiz gerektiği, işçilere ve emekçilere ekmeğine ve onuruna sahip çıkmak için 28 Eylül – 7 Ekim tarihleri arasında birliğin yapacağı eylemlere katılması çağrısıyla bitirildi. Birliğin üçüncü eylemi 17 Eylül 2009 günü Merkez Bankası İstanbul şubesi önünde yapılan ve150’ye yakın kişinin katıldığı basın açıklaması oldu. Bu eylem de aynı şekilde önde ortak pankart ve dövizler, arkada her bileşenin kendi flama ve döviziyle durduğu, ortak sloganların atıldığı bir basın açıklaması idi. Farklı olarak IMF ve DB ile işbirliği yapan devletin en yüksek mali kuruluşu Merkez Bankası’nın emperyalistlerin mali politikasını aynen uygulayan yerli işbirlikçisi bir kurum olduğu teşhir edildi. Ülkemizin onurlu işçileri ve emekçi halkları tarafından bu sömüren ve ezen zalimlerin yarattığı büyük bir öfke ile sokağa çıkıp onları “sıcak”; tıpkı Seattle’deki, Cenova’daki gibi karşılayacağı belirtildi. Birliğin dördüncü eylemi 24 Eylül 2009 günü saat 13:00’da IMF’nin İstanbul’daki (Levent- Kanyon’da) bürosu önünde protesto ve basın açıklaması yapılacak. Birlik, 1 Ekim 2009 günü İstanbul – Taksim’de sendika ve meslek örgütlerinin yapacağı yürüyüşe katılacak. Yine birlik 1 – 7 Ekim 2009 tarihleri arasında Taksim ve çevresinde alternatif çeşitli etkinlikler düzenleyecek. 6 – 7 Ekim’de de IMF ve Dünya Bankası toplantısının yapılacağı salona gidip “Bizim de sözümüz var” diyecek. Birlik, kararlaştırdığı ve basın toplantısında kamuoyuna açıkladıkları ile kendini sınırlamadığını emperyalistlerin bürokratlarına İstanbul’u dar etmenin yolunun meşru olduğunu bu bilinçle hareket edeceğini belirtti. Başta sendika ve meslek örgütleri olmak üzere tüm devrimci ve demokratik kurumları bu programı sahiplenmeye IMF ve Dünya Bankası toplantılarını yaptırmamaya çağırdı. 20 Eylül 2009 ✓
IMF
ve DB Karşıtı Birlik, IMF ve DB’nı 24 Eylül 2009 günü saat 13’de IMF’nin İstanbul – Levent’teki bürosu önünde bir basın açıklaması ile protesto etti. Birlik bu eylemi de diğer basın açıklamalarında olduğu gibi aynı içerikle “IMF ve DB defol!” ortak pankartını açarak yaptı. IMF Bürosu’nun olduğu bu binanın çok lüks olması, polisten daha fazla özel güvenlik görevlisinin bulunması ve hepsindeki telaşlı davranışlar buranın emperyalistler ve onların işbirlikçileri açısından ne kadar önemli bir yer olduğunu gösteriyordu. Katılabilen Birlik bileşenlerinin her birinin bir tek flamayla katıldığı eylemde tesbit edilen ortak sloganlar gür bir şekilde defalarca atıldı. Yüz kişiye yakın katılımın olduğu ve devrimci bir disiplin içinde yarım saat süren eylem bir sonraki eylemin duyurusu yapılarak bitirildi. Birliğin şimdiye kadar yaptığı tüm eylemlere gelmeyen burjuva medya bu eylemde de yoktu. Bu durum bu medyanın hizmetinde oldukları emperyalistlere ve emperyalistlerin işbirlikçisi Türk hakim sınıflara ne denli sadakat içinde olduklarını gösteriyor. 26 Eylül 2009 ✓
11
güncel
Sel felaketi:
Sorumlu kapitalist sistemdir! Doğanın doğal döngüsü içinde yaşanılan doğal olaylar, yağmur, deprem vb. kapitalizmde felakete dönüşerek esas olarak yoksulları vuruyor.
T
12
ekirdağ ve İstanbul’da yaşanılan sel felaketi 30’u aşkın insanın ölümüne yol açtı. Dereler taştı. Binlerce ev ve işyeri sular altında kaldı. Yol ve köprüler çöktü. Felaketin ardından sorumsuz yetkililer, Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş, ‘Gezegenimizi kötü kullanıyoruz’ diyerek insanları suçlarken, İstanbul Valisi felaketi ‘takdir-i ilahi’ olarak yorumladı. Çevre Bakanı Mehmet Eroğlu ise, ‘ABD’nin bile felaketi önleyemeyeceğini’ savundu. İkitelli, Güneşli, Küçükçekmece, Gaziosmanpaşa, Yenibosna, Halkalı gibi semtlerde yüzlerce ev ve iş-
yeri su altında kaldı. İkitelli TIR parkında uyuyan 10 şoför uykularında can verdi. TIR garajında 50 kişi ise yaralı olarak kurtarıldı. Bağcılar’da tekstil işçisi 7 kadın eşya gibi konuldukları minibüste can verdi. Şiddetli yağış nedeniyle İstanbul’un Arnavutköy, Sultangazi, Bağcılar, Eyüp, Esenler, Bahçelievler, Başakşehir, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Gaziosmanpaşa, semtlerinde binlerce ev ve işyerini ve altgeçitleri su bastı. ‘Takdir-i ilahi’ mi? Her felaket sonrası, ‘takdir-i ilahi’ sözünü duyuyo-
Sel yoksulları vurdu! Doğanın doğal döngüsü içinde yaşanılan doğal olaylar, yağmur, deprem vb. kapitalizmde felakete dönüşerek esas olarak yoksulları vuruyor. Dere yataklarında ev yapmak zorunda bırakılan emekçiler her sel felaketinde can veriyor. Eşyalarını kaybediyor. Yetkililer her zaman “yaraların sarılacağı” sözünü veriyorlar. Gerçekte ise değişen bir şey olmuyor. Verilen sözler unutuluyor. Emekçiler yeni bir felakete kadar geçim derdine düşüyorlar. Kendi yaralarını kendileri sarıyorlar. Sel felaketi, yoksulluk, yokluk kader değil. Merkezinde insanın durduğu yeni bir dünya yaratmak işçilerin, emekçilerin ellerinde! 11 Eylül 2009 ✓
12 Eylül faşist darbesi protesto edildi
güncel
ruz. Her şey ‘allah’dan! O zaman yapılacak bir şey yok. ‘Kader’e razı olmak lazım! Bu sözle verilen bilinç bu. Oysa sel felaketi kader değil. Sel felaketlerinin asıl sorumlusu şiddetli yağmurlar değil, düşen yağmurun sağlıklı bir şekilde emilmesini, akmasını ve buharlaşmasını sağlayan doğal ortamı bozan kapitalizmdir. Doğal ortamın sağlıklı olduğu yerlerde, yağmur ne kadar şiddetli düşerse düşsün, belli bir kısmı ağaç yapraklarında kalmakta, belli bir kısmı yeşil örtü tarafından, belli bir kısmı toprak tarafından emilmekte, yeraltı kanallarına karışmakta, bu kanallar vasıtasıyla derelere, ırmaklara, göllere, denizlere akmakta, buharlaşarak yeniden yağmur olarak toprağa düşmektedir. Bu doğal dönüşüm sırasında emilemeyecek derecede şiddetli yağan yağmur suları, derelerin, ırmakların kenarlarındaki doğal taşma ortamlarının sular altında kalmasına yol açmaktadır. Doğal ortam ve ormanlar kar uğruna tahrip edildiği için, çok şiddetli biçimde yağan yağmurlar, yeşil örtü ve toprak tarafından o hızlılıkta emilememekte, emilemeyen sular taşarak aşağılara doğru akmakta, doğal taşma alanları yok edildiğinden, dere yolları değiştirilip kenarları betonlandığından, dereler darlaştırılarak yerleşim alanı yapıldığından, suyun normal akış hızı ve yüksekliği için düşünülen tüm önlemler yetersiz kalmakta, su dereleri de aşarak felaket getirmektedir! Eskiden yüzyılda bir iki defa gerçekleşen sel felaketleri, son yıllarda sık sık gerçekleşmektedir! Bu, doğa daha fazla kâr uğruna talan edildikçe, yaşadıklarımızdan çok daha büyük felaketlerin kapıda olduğunun işaretidir.
12
Eylül 1980 faşist askeri darbesi 29. Yıldönümünde, Kadıköy’de yapılan bir yürüyüşle protesto edildi. Yürüyüşe, 78’liler girişimi, TMMOB, KESK, DTP, EMEP, ÖDP, SP, SDP, TKP, ESP, Kaldıraç, UİD-DER, Ürün, PDD vs. katıldı. Saat 14.00’de başlayan yürüyüş, sağanak yağmur altında coşkulu bir şekilde Kadıköy meydanına kadar sürdü. Kadıköy meydanında konuşmalar yapıldı. İlk sözü 78’liler girişimi Başkanı Celalettin Can aldı. Ardından DTP Diyarbakır Milletvekili Gülten Kışanak, KESK Genel Başkanı Sami Evren, DESA direnişçisi Emine Aslan, direnişte bulunan Sinter işçileri adına Halit Yıldırım birer konuşma yaptılar. Sağanak yağmur nedeniyle, miting planlanandan erken bitirildi. YDİ Çağrı olarak yürüyüşe flamalarımızla, kortej kurarak katıldık. Darbecilerden hesabın devrimle sorulacağını haykırdık. “Umut isyanda, kurtuluş devrimde, sosyalizmde!, Faşizme ölüm tek yol devrim! Faşizme karşı omuz omuza!, Halkların kardeşliği için tek yol devrim!, Gerçek barış devrimle gelecek!, Zam, zulüm, işkence, işte TC!” vb. sloganlarını attık. 12 Eylül 2009 ✓
13
yeni kadın dünyası
İşçi kadınları kar hırsı öldürdü İnsan taşımanın yasak olduğu bu yük aracıyla balık istifi gibi işe taşınan 10 kadın işçiden ikisi önde oturdukları için kurtulmayı başarırken, araca dolan çamurlu sulardan kurtulamayan diğer 8 kadın o kadar şanslı değildi.
E
14
ylül ayının ilk haftasında iki gün boyunca yağan yoğun yağmurun ardından yaşanan sel felaketinin yoksullar için bilançosu ağır oldu. Şimdiye kadar 24 kişi İstanbul’da olmak üzere toplam 36 insan hayatını kaybetti. Yüzlerce ev ve işyeri sular altında kaldı, onlarca araç sel sularına kapıldı. Evleri su basma tehlikesi ile karşı karşıya olan emekçilere ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş üst kattaki komşuya çıkmayı önerdi. Yaşanan bu sel felaketinin asıl suçlusu, kar uğruna doğanın dengesini bozan kapitalistler olmasına rağmen suçlu hepimiz olduk. Egemenler, bu felaketin iklim değişikliğinden kaynaklandığını ve bunda herkesin sorumluluğu olduğunu söyleyerek çevre düşmanı politikalarını gözlerden gizlemeye çalıştılar. Kapitalistlerin sadece çevre düşmanı değil aynı zamanda işçi düşmanı olduklarına 8 tekstil işçisi kadının sel sularında boğularak yaşamını yitirmesiyle bir kez daha tanık olduk. Güldane Çiftçi, Özlem Ünal, Nuriye Can, Altun Yüksek, Naciye Karadeniz, Bircan Karadaş, Nebahat Salkım ve Fikriye Özentürk İstanbul İkitelli’de bulunan Pameks Tekstil fabrikasında çalışıyorlardı. 9 Eylül sabahı her gün bindikleri ve adına ‘servis’ denilen kapalı bir yük kamyonetiyle işlerine gitmek zorunda bırakılan 10 kadın işçiden 7’si olay yerinde, yaralı olarak hastaneye kaldırılan Fikriye Özentürk ise 14 Eylül günü hayatını kaybetti. Böylece Pameks patronu tarafından ölüme gönderilen işçi sayısı 8’e çıktı. Çünkü ‘servisin’ ne penceresi, ne oturacak koltuğu ne de içeriden açılan bir kapısı vardı. İnsan taşımanın yasak olduğu bu yük aracıyla balık istifi gibi işe taşınan 10 kadın işçiden ikisi önde oturdukları için kurtulmayı başarırken, araca dolan çamurlu sulardan kurtulamayan diğer 8 kadın o kadar şanslı değildi. Kadın işçilerin ölüm nedeni anlaşılınca fabrika patronlarından işçileri suçlayan açıklamalar gecikmedi. İşçileri taşıyan aracın servis olarak kullanılmadığını, şoförün kendi inisiyatifini kullanarak bu aracı aldığı-
nı, işçilerin yağmurdan ıslanmamak için araçtan inmediklerini ve yağmuru görünce kapıları kapattıklarını vs. açıkladılar. Fakat bütün bu açıklamaların yalan olduğunu yaşamını yitiren kadın işçilerden 19 yaşındaki Özlem Ünal’ın babası Hikmet Ünal’ın anlattıkları ortaya koyuyor: “Şimdi ortaya çıkınca durum, sanki yağmur yağdığı için bu arabayı göndermişler, normalde başka araba gönderiyorlarmış gibi konuşuyorlar. Yalan. Ben her gün kendi ellerimle bindiriyordum kızımı o arabaya. Bu mahallede bir tek o fabrikanın servisi değil ki, bütün servisler öyle. Çıkın bakın sabah giderken, akşam mesai bitiminde, bütün kadınlar, genç kızlar balık istifi, kamyonetten bozma arabalara bindirilip işe götürülüyorlar. Tutunacak yer bulamamış, elleri kan içinde geldi yavrumun ölüsü.” Özlem Ünal’ın annesi Nezihe Ünal ise şunları söylüyor: “Ben de bindim o servise. Oturacak yerimiz bile yoktu. Yere otururduk da varana kadar bir yerimize bir şey olmasın diye birbirimize tutunurduk. Kızım tutunacak yer bile bulamamış, patron tutunacak bir yeri bile çok görmüş kızıma. Kızıma layık gördüğü kara toprakmış. Yavruma işyeri mezar oldu.” 8 Tekstil işçisi kadın, Pameks patronu daha fazla kazansın diye canlarından oldular. Ürettikleri mallar kadar değeri olmayan kadın işçilerin göz göre göre ölüme gönderilmesi ne ilk ne de son. Tıpkı 2005 yı-
ye verdiği değeri ortaya koyuyor: ‘Burada beslediğimiz köpek bile bir aracın üzerine çıkıp kendisini kurtardı. Onlar da araçtan inseydi bir şey olmayacaktı. İçlerinde bana hizmet eden çaycım vardı; (kastettiği kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Fikriye Özentürk’dür. bn) bir tek ona çok üzüldüm’. Pameks patronlarının bu utanmazca açıklamaları yapabilmelerinin nedeni işçi ve emekçi kadınların güçsüzlüğü, örgütsüzlüğüdür. Kadın işçiler bilinçlendikleri, örgütlendikleri ve en temel haklarına sahip çıkmayı öğrendikleri zaman, ancak o zaman patronlar bu tür açıklamalar yapabilme cüretini gösteremeyeceklerdir. Biz işçi kadınların da işçi düşmanı kapitalist sisteme karşı örgütlenmek ve patronları tarihin çöplüğüne atmak için mücadelenin en önünde yer almak dışında bir alternatifimiz yok. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
yeni kadın dünyası
lında Bursa’da Özay tekstil fabrikasında gece vardiyasında çalışan kadın işçilerin üzerine kapılar kilitlenerek çıkan yangında 5 kadının yanarak hayatlarını kaybetmesi gibi yada 2007 yılında Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde fındık toplamaya giderken bindirildikleri traktörün devrilmesiyle can veren 10 tarım işçisi kadın gibi. Türkiye’de kadın emeği ucuzdur. Kadınlar tekstil, gündelikçilik, hizmetçilik gibi emek yoğun işlerde bir çok durumda sigortasız, güvencesiz, sağlıksız koşullarda çalıştırılıyorlar. Bu alanlarda çalışan kadınların önemli bir bölümünün kalifiye işçi olmaması patronun her türlü keyfi davranışı kendinde hak görmesini beraberinde getiriyor. Ne de olsa dışarıda bekleyen binlerce işsiz işçi var! Kadın işçilere bir servis aracını bile çok gören Pameks patronu gibilerinin kar ve rekabet için yapmayacakları şey yoktur. Bu uğurda birkaç işçinin ölmüş olması onlar için fazla bir şey ifade etmiyor. Nitekim Pameks yetkilisi Ahmet Alkan’ın şu açıklaması işçi-
Eylül 2009 ✓
Üzmez’i protesto eden kadınlar yargılanıyor!
14
yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu için 13 yıl hapis cezasına çarptırılan ve şu anda hapiste yatan Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’i protesto eden kadınlar yargılanıyor! Bursa Cumhuriyet Savcısı Pınar Koyuncular ve Nergiz Şişek için 7.5 yıl hapis istemiyle dava açtı. Bursa kadın platformundan Pınar Koyuncular ve Nergiz Şişek’in, Hüseyin Üzmez’i 10 Şubat 2009’daki mahkeme çıkışında şemsiye ve yumurtalarla protestoları medyaya da yansımıştı. Pınar ve Nergis kadınlara yönelik şiddete, tacize, tecavüze ve erkek egemenliğine sessiz kalmadıkları için yargılanıyorlar. Açılan bu dava kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden, kadınların kurtuluş mücadelesinde yer alan tüm kadınlara açılmıştır. Bu nedenle Pınar’ın ve Nergiz’in bu davalarında yanında olduğumuzu ve bu davanın bir an önce iptal edilmesini talep ediyoruz. Bu iki kadının 1 Ekim’de Bursa Adliyesi’nde davası görülecek. Davanın görüleceği sırada kadın plat-
formları da davanın iptal edilmesi talebiyle adliye önünde protesto gösterileri düzenleyecekler. Biz de tüm okurlarımızı Pınar ve Nergiz’in yanında olmaya onlarla dayanışmaya çağırıyoruz. Pınar, Nergis yalnız değildir! Kahrolsun erkek egemen sistem! Eylül 2009 ✓
15
panorama
PANORAMA 2001-2009
Savaşın ve işgalin sonu görünmüyor! - AFGANİSTAN -
B
16
u yazıyı okuduğunuzda Afganistan’daki işgal ve savaş 8. yılını doldurmuş olacak. Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik saldırılar sonrasında, başını ABD emperyalizminin çektiği savaş koalisyonu “terörizme karşı mücadele” adına, 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a yönelik saldırı savaşını başlatmıştı. Taliban rejimi yaklaşık üç ay süren savaşla yıkılmıştı. Savaş başlatıldığında, emperyalistlerin borazanları kitlelere Afganistan’a “demokrasi götürme”, “kadınları özgürleştirme” vb. vb. masallar anlatıyordu. O dönemde bu masallara aldananların sayısı hiç de az değildi. Savaş ve işgal ile demokrasinin mümkün olamayacağı ve emperyalistlerin amaçlarının Afganistan halkını Taliban’dan kurtarmak olmadığını; onların dünyayı paylaşma dalaşındaki hesap ve çıkarlarına uygun olarak Afganistan’ı işgal ettiklerini anlatan az sayıda devrimci ve komünistin haklı olduğu da kısa sürede ortaya çıktı. Sözkonusu bu 8 (sekiz) yıllık süreçteki gelişmelerle ilgili tavırlarımız ise dergimizin sayfalarında takip edilebilir. Sadece yıldönümlerinde değil, “yol haritası” ya da “geçiş takvimi” bağlamında yaşanan somut gelişmeler, seçimler, ya da NATO zirvelerinde takınılan tavırlar bağlamında da tavır takınarak mümkün olduğunca gelişmeleri ortaya koyduk. “Geçiş takvimi” tamamlandı ama Afganistan’a ne barış geldi, ne de demokrasi! Tersine ülke daha çok yakıldı, yıkıldı, sayısı belli olmayan binlerce sivil insan katledildi, katlediliyor. Doğrudan işbirlikçi olmayanlar Taliban dönemini arar oldu. ISAF güçlerinin komutası 11 Ağustos 2003 tarihinde NATO’ya devredilirken, yani savaş ve işgalden hemen hemen iki
sene sonra, işgal güçlerinin sayısı 15 bindi. Gelinen yerde ISAF ve doğrudan ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekatı” (Operation Enduring Freedom) (OEF) güçlerinin sayısı 100.000’i bulmuştur. Bu hesaplar içinde “söldner” denilen paralı askerler yoktur. Bunların sayısı hakkında kesin rakam yok, sadece tahminler medyaya yansımaktadır. Gelişmeler kısa sürede işgalci güçlerin bu sayısının da artırılacağını göstermektedir. İşgal gücü sayısının artırılmasının ötesinde, savaş, pratik olarak da Pakistan’ın Afganistan sınırlarındaki bölgelere kadar genişletilmiştir. Bunun bir göstergesi de artık sadece Afganistan savaşından, ya da stratejisinden değil, AfPak (Afganistan ve Pakistan) stratejisinden bahsedilmesidir. Özellikle Nisan ayından bu yana Pakistan ordusu Taliban ve El Kaida güçlerine karşı savaş adına, milyonlarca insanı Afganistan sınırına yakın bölgeden sürmüştür. Katledilenlerin sayısı belli değil. Kimi veriler 3-4 milyon civarında insanın yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldığını, sürgün edildiğini ortaya koymaktadır. Kısacası Pakistan ordusu sınır bölgesini insansızlaştırarak, Afganistan’ı işgal eden güçlere destek olmaya çalışmaktadır. Kısa vadede Pakistan’ın egemenlerinin hem ABD’ye yaranma hem de mümkün olduğunca Taliban ve El Kaida güçlerine zarar vermeme hesapları tutabilir, ama uzun vadede tutmaz. Pakistan egemenleri eğer siyasetlerini ve uygulamalarını değiştirmezlerse, andaki gelişmeler er ya da geç Pakistan’da iç güçlerin çatışmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Afganistan’daki işgalci güçler açısından Afganistanlıların ne kadarının katledildiğinin hiç bir önemi yoktur. İşgal ve savaş bağlamındaki tartışmalar, sözkonusu işgalci güçlerin ülkelerinde, esas olarak şu ya
lık seçimleri öncesinde “barış yanlısı” gösterilen Obama’nın gerçek yüzünü, özünde Bush’tan farklı olmadığını, ABD emperyalizminin çıkarlarını temsil ettiğini, bunun için savaşı da sürdüreceğini ortaya koymasıdır. Obama sadece Afganistan’daki ABD asker sayısını ikiye katlamamıştır. Aynı zamanda savaş gücüne onbinlerce yeni asker katmıştır. Böylece genelde ABD ordusunun sayısı da yükseltilmiştir, yükseltilecektir. Sekiz yıllık bir savaş ve işgalin bilançosu için hem çok şey söylemek, binlerce sayfa kitap yazmak mümkün, hem de bir tek cümleyle, “özünde hiçbir şey değişmemiş, işgal ve savaş sürüyor, sürecek” biçiminde formüle etmek mümkündür. Evet Afganistan’a “özgürlük ve demokrasi” uğramamış, teğet bile geçmemiştir… İkinci kez başkanlık seçimi yapılması da gerçekte demokrasinin belgesi değildir.
panorama
da bu işgalci ordu mensubu askerin öldürülmesi, ya da uluslararası toplantılarda konunun gündeme getirilmesine bağlı olarak yürümektedir. Savaş karşıtı güçlerin sorunu gündeme getirmesi ve işgalcilerin Afganistan’dan çıkmasına yönelik talepler; ya da kamuoyu araştırmalarına göre halkın önemli çoğunluğunun savaşa ve işgale karşı olması durumu da işgalci güçlerin yönetici kademelerini fazla ilgilendirmiyor. Onlar, üzerlerine düşen göreve –emperyalist çıkarları savunma görevine– uygun davranıp yapmaları gerekeni yapıp bu arada da esasta kitleleri “ulusal çıkar adına” peşlerine takmaya çalışmaktadırlar. Afganistan’dan çıkma taleplerine askerlerce verilen yanıtlar 10-20 sene ile 30-40 sene daha “oradayız” biçiminde ifade edilmektedir. Siyasetçiler ise bu açıklamalara karşı gelmeden, kitlelerin nabzına göre şerbet dağıtma taktiğini, genel laflarla sorunu geçiştirme yolunu seçmektedirler. NATO toplantılarında ise açıkça bu savaşın ne olursa olsun kazanılması gerektiği dile getirilmektedir. Aksi halde NATO’nun varlığı soru işareti olacak! Savaşın kazanılması için daha çok asker, silah, daha çok ölüm, yakıp yıkma sözkonusudur. Asker sayısını daha da yükseltmek için başvurdukları taktiklerden biri, savaşın kaybedilme durumu olduğunu anlatmaktır. Eh, savaşın kazanılması için de daha çok asker ve silahın Afganistan’a gönderilmesi gerekir… Gönderiliyor da! Savaşın kazanılması meselesi bağlamında ortaya çıkan sorulardan biri, gerçekte kazanılmak istenenin ne olduğu sorusudur. Bunun da ötesinde, gerçekte Taliban ve El Kaida güçlerine karşı savaşın kazanılmasını ve bir an önce Afganistan’dan çıkılmasını istiyorlar mı? Bu soru aslında işgalci güçlerin başını çeken emperyalist büyük güçlerin dünyayı paylaşım dalaşında uzun vadeli planlarının sorgulanması temelinde cevaplandırılabilir. En başta ABD emperyalizminin -ama sadece onun değil-, Çin ve Rusya’ya karşı uzun vadeli mücadele planlarında Afganistan’a yerleşme hesabı vardır. Hatta gidişat bu hesaba Pakistan’a yerleşmenin de eklendiğine işaret etmektedir. Tüm tahminleri ve olasılıkları bir kenara bıraktığımızda bile, gelişmeler, Afganistan’daki işgalin ve savaşın daha çok süreceğini göstermektedir. Şimdiden İkinci Dünya Savaşı’ndan daha uzun sürdüğü de, geçerken bilince çıkarılması gereken bir olgudur. Bilince çıkarılması gereken bir başka olgu da, Afganistan’daki işgal ve savaşın ABD Başkan-
Başkanlık seçimi ve sonucu… İşgalciler, 2001 yılı Aralık ayından itibaren Taliban rejimi yerine yerleştirecekleri işbirlikçi yönetimi oluşturmaya yöneldiler. Karzai, onlar için dayanılabilecek, güvenilebilecek esas seçenekti. O’nu atadılar! Karzai başkanlığında oluşturulan hükümet ile “geçiş takvimi”ni gecikmeli de olsa gerçekleştirdiler. 2004 yılında 9 Ekim’de ilk başkanlık seçimleri yapıldı ve Karzai seçildi. Kuşkusuz ki Karzai’nin seçilmesi de, seçimin yapılması da savaşın ve işgalin gölgesinde, işgalcilerin belirlediği kapsam veya çerçevede olmuştur. Seçimler dünya kamuoyuna Afganistan’a demokrasinin yerleştirildiğinin bir belgesi olarak sunuldu. Oysa, gerçekte ülkenin büyük bölümünde seçim yapılamamış, seçmenlerin önemli kesimi oy kullanmayı bırakın kayıt bile olamamıştı. Olsun! Emperyalistlerin çıkarına uygun olduğu sürece hiç bir seçim “antidemokratik” değildir! Onlar için zaten belirleyici olan seçimlerin demokratik olup olmadığı değil, bekledikleri sonucu verip vermemesidir. Bu temelde Karzai, atandıktan sonra, formel olarak seçimle de yeniden başkanlık koltuğuna oturtulmuştu. Fakat 2004 seçimlerinden sonraki süreçte yaşanılan gelişmeler, başta ABD emperyalizminin yönetimi olmak üzere işgalci güçlerin Karzai’den memnun olmadığı, aslında onun yerine koyabilecekleri bir alternatifin olmaması sonucu ona katlandıkları bir durum ortaya çıkardı. Bu konuda dergimizin 131. sayısında NATO Güvenlik Konferansı hakkında takındığımız tavırda şunları söylemiştik:
17
panorama 18
“Obama yönetimi Karzai’den memnun değil. Ama onun yerine getirebileceği ve tabii ki Karzai’den daha etkili olabilecek kimse şimdilik ortalıkta görünmüyor. Fakat Afganistan’daki gelecek seçimlerde Karzai’nin yeniden seçilmesi, ancak yerine konulacak kimsenin olmamasına –ya da küçük bir ihtimal de olsa, halkın gerçekte Karzai’yi işgal güçlerine karşı biri olarak görmesine– bağlı olacaktır.” (Sayfa 16) Bu bağlamda 20 Ağustos 2009 tarihinde yapılan seçimlere bakıldığında, ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin Karzai’ye en az bir dönem daha mecbur oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Evet, 20 Ağustos’ta seçimler yapıldı! Ama ne seçim! Serbest ve hür seçimler işgalci güçlerin sayısının artırılmasını sağlıyor, silahların ve tehditlerin gölgesinde seçmenlerin “güvenliği” sağlanıyordu… “Güvenliği” sağlanan seçmenlerin sayısı ise belli değil! Ülkenin gerçek nüfusu da belli değil ya, kimin umrunda! Formel olarak adaylar var, ama esas yarış Karzai ile en yakın iki rakibi arasında yürüyor. Abdullah Abdullah, Karzai hükümetinde Dışişleri Bakanlığı yapmış biri, Eşref Gani ise eski Dünya Bankası eski çalışanı. İkisi esas olarak ABD emperyalizminin Karzai’ye karşı alternatif olarak güçlendirmeye çalıştığı, güvendiği insanlar. Ama bunların gerçekte Karzai’nin yerine geçmesi için halk içindeki desteği az. Böylesi bir durumda ABD emperyalizminin temsilcileri –diğer işgalci güçlerden daha çok karar verici durumda olmasına dayanarak da– çıkmazlarına çözüm bulmaya çalıştı… Gerçekte ne seçmen sayısı belli, ne de gerçekte kullanılan oyların sayısı. Seçim sonucuna karar veren, oyları sayanlardır. Seçim ve oyların sayımı da işgalcilerin kontrolündedir. Seçimlerde hile yapıldığına yönelik tartışmalar, oyların yeniden sayımı vb. tavırların tümü de, seçim sahtekarlığının esasının, bizzat seçim oyununun kendisi olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye, işgalcilerin Karzai’den kendilerini kurtarma hesaplarında kararsızlıklarını gizlemeye hizmet etmiştir. Almanca yayınlanan “Der Spiegel” dergisindeki bir habere göre, Obama’nın Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Holbrook, Karzai’yi ziyaretinde, O’na “Zor bir soru sorabilir miyim?” sorusunu sormaktadır. Buna göre Holbrook, Karzai ve Abdullah arasında ikinci tur seçimin yapılmasının, Afganistan’ın demokratik inanırlığını güçlendireceği ve Batı’nın Afganistan’daki maceracılığın eleştirisini azaltacağı görüşündedir. Karzai ise buna, bunun Afganistan’ın
iç işlerine karışmak olduğunu, ikinci tur seçimler hakkındaki kararı “bağımsız” seçim komisyonunun vereceği yönünde yanıt vermektedir. Sonuçta, Karzai’nin oyların %54’ünü alarak seçimi kazandığı açıklandı. Bu gelişmeler işgalci güçlerin Karzai yönetimini mecburen kabul ettiklerini ortaya koymaktadır. İşgalcilerin işbirlikçisi olsa da, Karzai de kendi koltuğunu korumanın dalaşı içindedir. O, ülkedeki insanları kendi tarafına çekmeyi, işgalcilerden daha iyi bilmektedir. Seçimler esasta işgalcilerle Karzai kliğinin çatıştığı bir durumun ötesine geçmemiştir. Anda kazanan Karzai olmuştur. Afganistan’daki savaşta işbirlikçiler de işgalcilere zorluk çıkarıyor! 26 Eylül 2009 ✓
Bir G20 Zirvesi daha yapıldı! - PİTTSBURG / ABD -
G20 grubu içinde yer alan 19 ülke ve AB temsilciliği dünyanın ekonomisinin %85’ini, ticaretin de %80’ini temsil etmektedir. Bu aslında ekonomideki eşitsizliğin de bir kanıtıdır.
D
ergimizin 133. sayısında G20’nin Londra’daki zirvesi hakkında tavır takınmış ve bu güçlerin krize gerçekte çözüm arama ve de bulma konumunda olmadıklarını ortaya koymuştuk. 11 ay içinde gerçekleştirilen G20 zirvelerinin üçüncüsü de 24-25 Eylül tarihlerinde ABD’nin Pittsburg kentinde yapıldı. Zirvenin gündeminde birçok sorun vardı. Öne çıkanlar ise finans sektörünün, bankaların denetimi ve menejerlerin primleri vb. sorunlardı. Tüm bunlar da finans sisteminin reforme edilmesi olarak ele alınıyor. Sözkonusu reformların yapılıp yapılmayacağından ve de hangi içeriğe büründürüleceğinden bağımsız olarak, bu güçlerin kitleleri aldatmaya çalıştığı şey, sanki sözkonusu reformlarla krizlerin önleneceği so-
panorama
runudur. Bu konuda menejerlerin primlerinin ve ödemelerinin alınan riske göre değil de bankaların uzun vadeli başarısına göre belirlenmesi gibi sorunlar, kuşkusuz ki kendilerini sağlam kazığa bağlama açısından önem taşımaktadır. Fakat bu da, esas olarak primlerin yüksekliği ya da düşüklüğü tartışması temelinde değil, krizin suçunu esas olarak açgözlü menejerlere bağlama yaklaşımı temelinde ele alınmaktadır. Bu mantığa göre sözkonusu şu ya da bu menejer risk üzerlenmede uzun vadeli başarıyı gözetleyecek ve adına çalıştığı soyguncuyu -bu somutta genelde finans işlerini yürüten bankalar oluyor- büyük risklerin altına sokmayacaktır… Balon çok çok fazla şişmeyecektir! Kendilerini koruma, kurtarma açısından alınmaya çalışılan bu önlemler ama, sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı olan krizleri önlemenin, krizleri ortadan kaldırmanın önlemleri değildir, olamazlar da. Gerçekte kendi zararlarını daha aza indirebilecek önlemleri, kitlelere krizlere karşı önlemler olarak yutturmaktadırlar. Kitlelere yutturmaya çalıştıkları bir şey de, sanki G20 gibi forumlarda yer alan tüm devletlerin (biri AB olarak geçiyor) ortak çıkarları varmış ve bunların çözümleri de ortak çıkarlara hizmet ediyormuş biçimindeki sahtekarlıktır. Egemenlerin işçilere, emekçilere, ezilen halklara karşı birleştiği, bu konuda ortak çıkarlara sahip olduğu olgudur. Fakat dünyanın ekonomisinde söz sahibi olma, dünyanın paylaşımı pastasından pay alma, diğer bir deyimle dünyaya egemen olma dalaşında her emperyalist, kapitalist gücün kendi çıkarları vardır ve bu çıkarlar uzun vadede diğerlerinin çıkarlarıyla çelişir. Bunların kısa vadeli birlikle-
ri, ya da ortaklıkları, bunlar arasında çıkar dalaşının, çelişkilerin olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu olgulara dayanarak da G20 zirveleri gibi toplantılarda, herkesin ortak çıkarını oluşturan noktalarda uzlaşma sağlanır ve özellikle de bağlayıcı kararlar alınmaz; diğer noktalarda da esasında görüş alışverişi yapmanın ötesine geçilmez. Ortak noktalarda da genelin ötesinde somut belirlemeler yapılmaz. Örneğin G20 Zirvesi’nde bankaların sermaye miktarı ve kalitesinin düzeltilmesi ve ödemeler ile primleri de kapsayan aşırılıkların önüne geçilmesi konusunda hemfikir oldukları yönlü bir sonuç çıktı. Ama bunun somut olarak nasıl yapılacağı, bankacılık sektöründe yeni kuralların neler olduğu gibi somut bir sonuç yoktur. Bu 2010 yılı sonuna kadar belirlenmek ve 2012 yılına kadar adım adım uygulamaya konmak isteniyor. G20 grubu içinde yer alan 19 ülke ve AB temsilciliği dünyanın ekonomisinin %85’ini, ticaretin de %80’ini temsil etmektedir. Bu aslında ekonomideki eşitsizliğin de bir kanıtıdır. Bütün emperyalistlerin dünyayı paylaşımı için yürüttüğü dalaşta da eşitsizlik vardır. ABD gibi dünya jandarması bir güç ile G20 grubu içinde bile yer almayan bir Avusturya arasındaki dalaşın eşitliğinden bahsedilemez elbette. Buna rağmen ama G20 Zirvesi’nde “adil rekabet”in sağlanması, ya da alınacak önlemlerle bozulmaması dile getirilmektedir. TÜSİAD Başkanı Yalçındağ da Başbakan Erdoğan’a görüşlerini ileten mektupta, G20’nin “adil rekabeti bozmayacak kurallar geliştirmesi gerektiğini” (Hürriyet, 25 Eylül) savunarak, kapitalizmde adil rekabetin olacağı, ya da rekabetin adil olabileceği görüşünü yaygınlaştıranlar arasında yerini aldı.
19
panorama 20
Bunların hepsi de kitlelerin bilincini karartmaktan başka işe yaramamaktadır. G20 Zirvesi gibi zirvelerde işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların çıkarına olan herhangi bir karar verilmez. Verilen her karar egemenlerin çıkarınadır. Egemenlerin kendi aralarındaki çıkar dalaşı, diğer bir deyimle rekabet ise dalaş içinde olanların güçlerine orantılıdır. Burada adil bir rekabet, ya da rekabetin adilliği sözkonusu değildir. Olsa ki ne olur? Olacak olan rekabetin sürmesidir. Rakiplerin rekabette eşit ölçüde yararlanmasıdır. Sorunun özü de rekabetin, dalaşın varlığıdır. Nasıl yürüdüğü, yürütüldüğü değildir. Örneğin ABD’nin ithalat ve ihracat dengesindeki açığının Almanya ve Çin gibi ülkelerin ithalat ve ihracattaki fazlalığı karşısına konup, ABD’nin daha fazla tassaruf yapması ve daha az tüketmesi; Çin’in ise iç pazarı güçlendirmesi ama daha az ihracat yapması, dengesizliğin bir önlemi olarak tartışılmaktadır. Böylesi bir durumda, ABD kendisini daha da güçlendirmek için bu önlemleri kabul edebilir. Ama Çin, niye daha az ihracat yapsın ki? İç pazarın güçlendirilmesi niye daha fazla ihracatla kolkola gitmesin ki? Obama’nın “Biz böyle devam edemeyiz, Çinliler, Almanlar ya da başka ülkeler bize mümkün olan herşeyi satıyor biz borçlanıyoruz, ama bir şey geri ihraç etmiyoruz.” ve “Yeni bir dengeye ihtiyacımız var” demesi kuşkusuz ki ABD emperyalizminin krizden çıkış arayışının göstergeleridir. Denge herhalükarda ABD aleyhine bozulmuştur. Eğer Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler gelinen yerde dünya ekonomisini belirleme tartışmalarına ve kararlarına katılabiliyorsa; IMF’de daha fazla söz söyleme hakkına kavuşuyorsa, bu, tam da kapitalizmdeki eşitsiz gelişmenin dayattığı bir sonuçtur. Yoksa ABD emperyalizminin, ya da diğer önde gelen emperyalistlerin adilliğinden kaynaklanmıyor. Tüm sahtekarlıkların gölgesinde G20 Zirvesi’nde alınan kimi kararlar oldu. Medyaya yansıdığı kadarıyla en önemli karar, G20 grubunun bundan böyle dünyanın ekonomi politikalarını koordine eden esas forum haline gelmesi yönlü karardır. Böylece G8’in rolünü ekonomik alandan almış olmaktadır. Kriz, yeni bir gruplaşmayı dayatmış, G8 içindeki güçlere gelinen yerde artık sözkonusu diğer güçleri hesaba katmadan, onlarla uzlaşma sağlamadan sorunların altından kalkamayacakları gerçeğini kabul ettirmiştir. G8 toplanmaya devam edecekmiş ve jeopolitik konularla ilgilenecekmiş. G8 Zirvesi de G20
Zirvesi’nden bir gün önce toplanacakmış mış… G20, 2010 yılında iki kere toplanmayı planlamıştır. 2010 Haziran ayında Kanada’da, Kasım ayında ise Güney Kore’de toplanacak. 2011 yılında ise Fransa’da toplanmayı planlamıştır. G8 yerine kendisine verdiği rolü ise 2010 yılındaki toplantılarda oynayacak. Dünya ticareti bağlamında son G8 Zirvesi’nde alınan karara uygun olarak 2010 yılı başlarında görüşmelerin sonlandırılması hedeflenmektedir. Özellikle tarım ve sanayi ürünlerine konan gümrük oranı ve devletler tarafından tarımsal ürünlerin sübvanse edilmesi konuları tartışılan konuların başında geliyor. İklim sorunu bağlamında ise G20 Zirvesi tam bir fiyasko olmuştur. Konu üzerine hemen hemen hiç tartışılmamıştır. Oysa bu zirveden iki gün önce, aynı güçler BM Konferansı’nda yer almışlardı. Bu olgu, daha şimdiden kimi burjuva siyasetçilere bile Aralık ayında Kopenhag’ta yapılacak BM İklim Konferansı’nda Kyoto Anlaşması’nın devamı olacak anlaşmanın rizikoya girdiğini söyletmektedir. Zirvede üzerinde anlaşılan ve ortak kararlar içinde de yer alan konulardan biri devletlerin krize müdahalesinidoğru olduğu; bu yardımların planlı biçimde ama krizden çıktıktan sonra geri çekilmesi yönlü tavırdır. Esas mesele devletin ekonomiye müdahalesinin yeniden azaltılmasıdır. Fakat devletin krizden net biçimde çıkılmadan önce elini çekmesinin de daha kötü sonuçlara yol açabileceği yönlü korkuları var. Bu yüzden hedefte anlaşsalar da, somut adımların ne zaman ve nasıl atılacağı konusunda herhangi bir karar yoktur. Finans sisteminin reforme edilmesi konusunda, genelde hemfikir olunmuş görüntüsü var. Neler yapılacağı herkes için belli değil. Belli olan Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin IMF’de daha çok söz sahibi olma paylarına kavuşacaklarıdır. Şimdilik %5 oranındaki payın sözkonusu ülkelere dağıtılacağı tartışılıyor. Özellikle yoksul ülkelere yardım niyetli tarım fonu bağlamında ise niyet ve dilekler dile getirildi. Sonuçta finans sisteminin reforme edilmesi, bankaların denetime tabi tutulması, menejerlerin primlerinin uzun vadeli başarılara bağlı ele alınması gibi kontrol ve denetim önlemleri konusundaki genel uzlaşı, G20 Zirvesi’nin belirleyici tavrı olmuştur. İşçiler, emekçiler, ezilen halklara düşen yine her zamanki gibi, bu egemenlerin hükümdarlığına karşı, kendi iktidarlarını kurma, devrim için mücadeledir. 27 Eylül 2009 ✓
panorama
BM Genel Kurulu’ndan… Genel Kurul öncesi ve sırasında ABD-Rusya yakınlaşması, Rusya’nın İran’a yönelik yaptırımlara yeşil ışık yakması boşuna değildir.
B
M İklim Konferansı’nın hemen ertesi günü gündemde 64. BM Genel Kurulu toplantısı vardı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre öne çıkan üç nokta vardı. a) Libya Başkanı Muammer Kaddafi’nin Genel Kurul’daki konuşmasıydı. İlk kez bir BM Genel Kurulu’nda ve dönem başkanı olarak konuşan Kaddafi, 15 dakikalık konuşma süresini 90 dakikaya çıkarmış, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin veto hakkını eleştirmiş ve BM Sözleşmesi kitapçığını oturum başkanına fırlatmıştı… b) Ahmedinejad’ın konuşması. Ahmedinejad konuşmasında İsrail’i eleştirmiş ve onun konuşmasını birçok ülke temsilcisi Yahudi düşmanlığını içerdiği için protesto edip salondan çıkmışlardı. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Ahmedinejad’ın Yahudi düşmanlığı yapma konumuna sahip olmadığını söylemiyoruz. Fakat somut olarak konuşmasında İsrail’e ve ABD’ye eleştiri yöneltmesini antisemitizm olarak değerlendirip salonu terketmek, esasında İsrail’in ve destekleyicisi ABD’nin Filistin Arap halkına yönelik baskılarını temize çıkarmaktır. Ahmedinejad’a karşı bu titizliği gösterenlerin İsrail yöneticilerine karşı da göstermediği yerde çifte standart tavır ortaya çıkmaktadır. c) BM Güvenlik Konseyi’nin atom silahlarına karşı aldığı karar. Bu konuda Obama’nın konuşması ve taslağı onaya sunması ile Güvenlik Konseyi’nin oybirliğiyle kararlaştırdığı BM 1887 sayılı Karar, atom silahlarından arındırılmış bir dünya biçimindeki propagandayla tarihi bir karar olarak kamuoyuna yansıtıldı. Sözkonusu 1887 sayılı kararı, kararda bahsedilen diğer tüm kararlar temelinde inceleme durumunda değiliz. Fakat hem kararın internet çevirisinde hem de medyadaki yorumlarından görebildiğimiz kadarıyla, gerçekte atom silahlarından arındırılmış bir dünyayı sağlayacak bir karar alınmamıştır.
Alınan karar esas yönü ile nükleer güç olarak kabul edilenlerin, en başta da ABD ve Rusya’nın egemenliğini pekiştirmek; İran gibi nükleer silah üretmesi istenmeyen ülkelerin baskı ve kontrol altına alınması ve buna ek olarak da nükleer tesis inşa etme ve silah üretmede kullanılan hammaddenin, tekniğin kontrol altına alınmasını sağlamaya yöneliktir. Bu da nükleer terörizme karşı mücadele olarak lanse ediliyor. Genel Kurul öncesi ve sırasında ABD-Rusya yakınlaşması, Rusya’nın İran’a yönelik yaptırımlara yeşil ışık yakması boşuna değildir. İran ile görüşmelerde bulunan beş daimi üye ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya İran’a görüşmelere dönmesi için 1 Ekim’e kadar mühlet tanıdılar. 1 Ekim’de Cenevre’de görüşmelerin başlayacağı haberi medyaya yansırken, Genel Kurul’da Ahmedinejad’ın İran’ın “ikinci uranyum zenginleştirme tesisini inşa” ettiğini açıklaması yeni tartışmalara yol açtı. Rusya’nın yaptırımlara yeşil ışık yakması ve İran’a yönelik baskının artırımasına karşı Çin’in tavrı, yaptırımları artırmakla, baskılarla sorunun çözülemeyeceği biçimindedir. Brezilya ise İran’ın nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ülkelerle aynı hakka sahip olduğunu savunma temelinde İran’a destek çıkmıştır. BM’nin ikliminin bozukluğu gibi nükleer ayarı da bozuk! Emperyalist büyük güçler dünyamızı yok etme tekelini bile kimseye kaptırma niyetinde değiller… Onlar dünyamızı yok etmeden, işçilerin, emekçilerin onları, tüm iktidarlarıyla yok etmesi, dünyamızın barbarlık içinde batışını engelleyebilecek, “büyük insanlığı” sosyalizme götürebilecektir. 27 Eylül 2009 ✓
21
yaşam temellerini koruma mücadelesi 22
BM’nin iklimi bozuk… Sonuçta bir günlük konferans, Kopenhag’da Kyoto Anlaşması yerine geçecek olan anlaşmanın sonuçlandırılmasının, üzerinde anlaşılıp onaylanmasının soru işareti olduğunu göstermiştir.
B
irleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki Moon, BM üyesi 192 devletin hükümet ve devlet başkanlarını bir günlüğüne, 22 Eylül tarihinde yapılan BM İklim Konferansı’na davet etmişti. Sözkonusu davete 100 civarında hükümet ve devlet başkanı katıldı. Kimi ülkeler ise daha alt düzeydeki yetkililerce temsil edildi. Ban Ki Moon’un bu davetinin perde arkasında, Aralık ayında Kopenhag’da yapılması planlanan ve Kyoto Anlaşması’nın devamını sağlayacak anlaşmanın sonuçlandırılması beklenen BM İklim Konferansı’na hazırlıkları hızlandırmak ve ön anlaşmaları mümkün olduğunca sağlamaya hizmet etme niyeti vardı. Kopenhag’da sonuçlandırılmak istenen anlaşmanın tartışmaları en gecinde 2007’den beri değişik konferans ve zirvelerde, ülkelerin temsilcilerinin toplantılarında yürütülmektedir. En son görüşmeler ise 10-14 Ağustos 2009 tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde yürütülmüştü. Yürütülen tüm tartışmalar ve görüşmeler BM Genel Sekreteri’ni bile memnun etmeyen, daha doğrusu kaygılandıran biçimde yavaş sonuç vermektedir. Tam da bu yavaş gelişmeyi değiştirmek, anlaşmalara hızlı bir tempo kazandırmak niyetiyle, BM, G20 Zirvesi’nden önce bir günlüğüne İklim Konferansı örgütlemiştir. Konferansta öne çıkan ABD ve Çin başkanlarının tavırları oldu. Obama sorunun aciliyetine dikkat çekerken, ABD’nin iklim değişikliğine tepkisinin yavaş olduğunu “özeleştirel” olarak teslim ediyordu. Çin Başkanı Hu Jintao ise yaptığı konuşmada CO2 emisyonunu azaltmaya çalışacakları sözünü veriyordu. Çin’in Norveç’in toprakları büyüklüğündeki alanı yeni orman alanı yapacağını, 2020 yılına kadar 2005 yılı baz alınarak, orman alanını 1,3 milyar metreküp büyüteceğini; 10 yıl içinde enerji ihtiyacının %15’ini yenilenebilir enerjiden karşılayacaklarını vb. vb. anlattı. Buradaki rakamların verilmesi ama Çin’in CO2 emisyonunu ne kadar azaltacağı so-
rusuna cevap değildir. Ne Obama, ne de Jintao somut hedef tespiti yapmadılar. Oysa Çin ile ABD atmosfere salınan zehirli gazın %40’ı kadarını salan iki ülkedir. Çin son dönemde ABD’yi az da olsa geçmiş durumdadır. Bu durumda Obama ve Jintao’nun sorunun önemine dikkat çekmeleri, aciliyetini vurgulamaları bu konudaki çelişkilerin varlığı bilindiğinde önemlidir. Buna rağmen ama bunların bu konuda aralarındaki çelişkiler ortadan kalkmış değildir. ABD, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin sorumluluğuna vurgu yapıp, sözkonusu ülkeleri yükümlülük altına sokmaya çalışırken, Çin ve Hindistan gibi ülkeler ise önce ABD sorumluluk altına girsin, ondan sonra biz anlaşmaya bakarız vb. tavırlar takınmaktadırlar. Gelinen yerde aralarında bir yumuşama var ama daha ortak noktaya gelmemişlerdir. Tam da bu farklılık olduğundan Jintao iklim değişikliğini “sadece bir çevre sorunu olarak değil, bilakis aynı zamanda ve herşeyden önce de kalkınma problemidir” biçiminde değerlendirmektedir. Ban Ki Moon bu konferansı, önde gelen siyasetçilerin anlaşmayı imzalamaya hazır olduğu sinyalini verdiği ve başarılı olduğu biçiminde değerlendirdi. Buna rağmen ama zehirli gazların atmosfere salınımını azaltma yükümlülüğü altına girmenin yetersiz kaldığını tespit etti. Ki, başarılı olarak gösterilemeyecek bir konferansı başarılı olarak nitelendiren Ban Ki Moon’un yetersiz kalındığını tespit etmesini, bizler çok az diye okuyabiliriz. Sonuçta BM İklim Konferansı görüş alışverişinde bulunulan bir toplantı olmanın ötesine geçmedi. İk-
Bakanlar düzeyinde katılımın örgütlendiği Kopenhag BM İklim Konferansı’na, ev sahibi sıfatıyla Danimarka Başbakanı Rasmussen ülkelerin hükümet ve devlet başkanlarını davet etti. Kopenhag’daki konferans katılımın üst düzey yetkililerin de katıldığı bir toplantı olacağa benziyor. Fakat anlaşmanın sonuçlandırılmasının hiç bir garantisi yoktur, tersine veriler dağın fare doğuracağının işaretlerini veriyor. Geçen sayımızda G8 Zirvesi bağlamında takındığımız tavırda tespit ettiğimiz gibi: “Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak zirvede sözkonusu yeni anlaşma sonuçlandırılsa da, uygulanması konusunda fazla umutlu olmamak, sorunun çözümünü emperyalistlerden beklememek gerekiyor.” (sayı 136, sayfa 17) Eylül 2009 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
lim değişikliğine karşı önlemler için BM’nin ihtiyaç duyduğu para meselesi ise hala açıkta duruyor. G20 Zirvesi de bu sorunu geçiştirdi. Sonuçta bir günlük konferans, Kopenhag’da Kyoto Anlaşması yerine geçecek olan anlaşmanın sonuçlandırılmasının, üzerinde anlaşılıp onaylanmasının soru işareti olduğunu göstermiştir. Bu konudaki kaygıların ya da beklentilerin sonucunu ise Aralık ayına kadar yapılacak görüşmeler ve konferansın kendisinde yapılacak tartışmalar gösterecektir. 28 Eylül-9 Ekim tarihleri arasında Bangkok’ta BM iklim görüşmeleri yapılacak. 29-30 Ekim tarihlerinde AB bu konudaki tavrını, ne kadar finans yardımı yapacağını belirleyecek. 2-6 Kasım tarihlerinde de BM iklim görüşmelerinin son pazarlıkları Barcelona’da yapılacak. Bu görüşmelerden çıkacak olan taslak ise 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’da ele alınacak.
Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!
M
unzur ve Pülümür çayı üzerinde kurulması planlanan 9 baraj ile dersim coğrafyası tamamen tahrip edilmek isteniyor. Munzur ve Pülümür çayı üzerinde kurulan Uzunçayır Barajı’nda 17 Ağustos’tan itibaren su tutulmaya başlandı. Bu nedenle baraj gölündeki 20 kilometrelik alan su altında kaldı. Uzunçayır Barajı’nı Fenerbahçe Spor Kulübü 2’inci Başkanı Nihat Özdemir, “yap-işlet-devret” modeli ile 49 yıllığına kiraladı. 21 Ekim’den itibaren birinci, Aralık ayında 2 tribünde test üretimine başlanacak olan barajda 1 Mart 2010 tarihinde 3 tribünden
birden elektrik üretimine geçilecek. Munzur çayı, 100 kilometre akarak Keban Baraj Gölü’ne dökülüyor. Barajların inşası ile birlikte, Munzur 25 kilometre akmayacak ve göl olacak. Barajlarla birlikte Dersim’de kısıtlı olan tarım alanları ortadan kalkacak. Barajlar bölgede iklimin değişmesine yol açacak, Munzur suyunun ana kaynağı olan kar yağışı azalacak. 1971 yılında milli park ilan edilen Munzur Vadisi barajlarla birlikte yok olacak. Endemik bitki türleri, yöreye özgü hayvan türleri, yabani hayvanlar, doğal güzellikler vb. yok olacak. 1990’lı yıllarda yürüyen savaş nedeniyle Dersim’de yüzlerce köy boşaltıldı. Onbinlerce insan göç etmek zorunda kaldı. En çok göç veren il olan Dersim’in azalan nüfusu barajlar nedeniyle daha da azalacak. Munzur ve Pülümür çayı üzerinde 9 baraj yapılmak istenmesinin esas nedeni elektrik üretmek değildir. Esas neden baskı, katliam, asimilasyon politikalarıyla yola getirilemeyen Dersimlileri baraj yolu ile dize getirtmektir. Devletin yapamadığını barajlar yapacak, Dersimliler zorunlu olarak göç edecek, Dersim insansızlaştırılacaktır. Bunun olmaması için, Dersim’in yok olmaması için mücadele dışında başka seçenek yok! Munzur’da barajlara hayır! 28 Eylül 2009 ✓
23
Sürgünlerden doğan bir yaşam yeni dünya gençliği
Aram Tigran
Aram Tigran 8 Ağustos 2009 tarihinde Yunanistan’da hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Diyarbakır’a defnedilmesi planlanan Ermeni kökenli sanatçı Aram Tigran’ın, vasiyeti ne yazık ki yerine getirilemedi. Sebebi malum Türkiye halleri ve bürokratik engeller! Türk vatandaşı olmadığı bahanesi öne sürülerek engel olundu.
H
24
alkların kardeşliğini yapmış olduğu müzik ve değişik dillerde söylediği parçalarla topluma anlatmaya çalışan ender insan Aram Tigran. Sürgünlerle geçen bir yaşam öyküsüne sahip. Babasının ailesi 1915 ermeni tehcirinden kurtulanlar arasındadır. Batman’ın Sason İlçesi Bianda Köyü’nde o zamanlarda sadece 15-20 kişi hayatta kalabiliyor. Kurtulanlardan biriside Aram’ın babasıdır. Oradan bir şekilde Suriye’ye kaçıyorlar. 15 Ocak 1934 tarihinde Aram Tigran, Suriye’nin Qamişlo kentinde dünyaya geliyor. Yaşamı yoksulluk içinde geçiyor. Aram, dokuz
yaşındayken müzikle ilgilenmeye başlıyor. Bu yaşlarda ut çalmaya başlayan Aram, 20 yaşındayken Kürtçe, Ermenice ve Arapça şarkılar seslendiriyor. 55 yıllık müzik yaşamı boyunca Aram, 230’u Kirmancî, 150’si Arapça, 30’u Türkçe, 10’u Süryanice, 8’i Yunanca, 7’si Zazaca şarkı okudu. Unutulmaz beste ve albümler bırakan Aram’ın Keçê Dînê, Heva Ferat, Ey Welato, Em Hatin, Diyarbekira Şerîn, Dayê Min Bedre, Çiyayê Gabarê ve Ay Dîlberê’den oluşan bir albümografisi bulunuyor. Aram Tigran 8 Ağustos 2009 tarihinde Yunanistan’da hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Diyarbakır’a defnedilmesi planlanan Ermeni kökenli sanatçı Aram Tigran’ın, vasiyeti ne yazık ki yerine getirilemedi. Sebebi malum Türkiye halleri ve bürokratik engeller! Türk vatandaşı olmadığı bahanesi öne sürülerek engel olundu. Vasiyetinin yerine getirilemeyişinin esas nedeni bizce Ermeni asıllı oluşu ve Kürtçe dilinde albümler yapmasıdır. Fakat bu gerekçeyle engel olan devlet bürokrasisi -zihniyeti- yakın tarihte, bir zamanlar vatandaşlıktan çıkardığı Nazım Hikmet’i yeniden vatandaş kabul ederek mezarının Türkiye’ye getirilmesini istemektedir (tabi bunu da değişik çıkarları söz konusu olduğu için yapmaktadır). Kürt dilinde müzik yapmak isteyen veya yapan insanlar bu ülkede bu vb. yaklaşımlarla hep karşı karşıya kalmışlardır. Aram yalnızca bunlardan biriydi. Fakat Aram, söylemiş olduğu türkülerle ve hayattaki duruşuyla Kürt halkının gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Ona bir avuç toprağı çok gören (zamanında topraklarından da eden) bu zihniyet bugün açılımdan bahsetmektedir. Onlara göre açılımın kırmızı sınırları vardır ve bu kırmızı sınırlar her geçen gün kendini göstermektedir. Bizlere göre de Aram’ın dağ gibi bir yüreği vardır ve o sınırların çok çok üzerindedir. Halklar hapishanesine çevrilen bu topraklar uzun yıllardır çok büyük acılar çekti. Aram’da bu acıyı en çok yaşayanlardandır. Kürt halkı elbet bir gün Aram’ı yeniden bu topraklara getirecektir. Ruhuna kelepçe vurmak isteyen bu zihniyet istese de istemese de… Yeni Dünya Gençliği 28/09/2009 ✓
G
üney Kültür Merkezi kendi Tiyatro Salonu’nda 6 Eylül 2009 günü, 6-7 Eylül 1955 olayları ile ilgili bir panel düzenledi. Panele konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Füsun ÜSTEL (Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı) 6-7 Eylül olaylarının nedenleri ve sonuçları üzerinde durdu. Prof. Dr. Füsun ÜSTEL, azınlık sorununun esas olarak 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıktığını, kavram olarak daha çok “Gayrı Müslim” ve Doğu sorunu olarak tartışıldığını belirterek Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerindeki dini ve ulusal azınlıklar ile ulusların durumu hakkında kısa bilgiler verdi. Ulus ve azınlıklar hapishanesi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de tıpkı Cumhuriyet döneminde olduğu gibi ulus, ulusal azınlık ve Gayrı Müslim azınlıklar arasında gerçek anlamda eşitliğin olmadığını örnekler vererek açıkladı. Prof. Dr. Füsun Üstel Türk ırkçılığının ilk partisi olan İttihat Terakki ile başlayan 1915 Ermeni katliamının ve 1923’ün Ocak ayında Nüfus Değişimi ile süren baskı, zülüm ve katliamların günümüze kadar süregeldiğini çarpıcı örnekler vererek açıkladı. Örneğin 1923’de Nüfus Değişimi öncesinde Türkiye’de yaşayan 1 milyon 400 bin Rum’dan yalnız 350 bin kişinin kalabildiğini, diğerlerinin Yunanistan’a göç ettirildiği vurgulandı. Panelde Gayrı Müslim azınlıklardan Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerin Lozan Antlaşması ile bazı haklar elde ettiklerini, fakat Cumhuriyetin gerek tek parti-
li döneminde gerekse çok partili döneminde devlet ve hükümetlerin çoğu zaman antlaşmada tanınan hakların tümünü vermediğini, sürekli dış konjonktüre bağlı olarak Gayrı Müslimler üzerinde baskı kurulduğu anlatıldı. Jön Türklerin politikasını devralan Cumhuriyetin, Müslüman olmayan azınlıklara uyguladığı saldırıların aynısını Müslüman azınlık ve Kürt ulusuna o dönemde yapmamış olmasının temel nedenlerden birinin onların Müslümanlığını kullanarak daha rahat Türkleştireceği düşüncesinde olmaları ile açıklandı. Yani; Rum, Yahudi ve Ermeniler dışında Süryaniler, Lazlar ve Çerkezlere vb. diğer azınlıklara ve Kürt ulusuna da hiçbir hak tanımadığını cumhuriyetin de Osmanlının yolunda yürüdüğü anlatıldı. Başta Rumlar olmak üzere Yahudi ve Ermeniler içinde yurtdışı ve yurtiçi ticaretini önemli oranda elinde tutan çok sayıda zenginin olması onları bu saldırıların baş hedefi haline getirdiğini, 1927’de İzmir’de Rumlara ve 1934’de Trakya’da CHP’nin de içinde yer aldığı Yahudilere yapılan saldırıların Türk egemenlerinin Türkleştirme; devlet eliyle yaratmak istediği kendi Türk – Müslüman “milli” burjuvazisini güçlendirmek için olduğu vurgulandı. İkinci Dünya Savaşından sonra 1942’de esas amacı Gayrı Müslim azınlıkların mallarını elinden almak amacıyla “Varlık Vergisi” adı altında bir yasa çıkarılarak mülklerinin bir kaç katı kadar vergi istendiği, malları; vermesi gereken vergiye yetmediği durumlarda ise “Cumhuriyetin Amele Tugayları”nda askere alınıp iki yıl yol, baraj, kamu binalarının yapımında çalıştırıldıkları anlatıldı. Çok partili döneme geçildikten sonra her seçimde Gayrı Müslim azınlıklar üzerinde ki baskıları; Varlık Vergisi Yasasını kaldıracağı sözünü veren DP (Demokrat Parti) azınlıkların yoğun yaşadığı İstanbul gibi büyük şehirlerde onların oylarını almak için seçimlerde kendi listelerinde azınlık milliyetlerine mensup kişileri Milletvekili adayı gösterdiğini hatta bir kaçını seçtirdiği belirtildi. Türk egemenlerinin her iç politikada tıkandığında bir dış düşman yaratarak işini kolaylaştırma politikası bu yıllarda da DP hükümeti tarafında yürütüldü. Gayrı Müslim azınlıklar, daima vatana ihanet edecek potansiyel hainler olarak görülüyordu. 1955’de Eylül ayı başında İngiltere ile Doğu Akdeniz’in Güvenliği ile ilgili Londra’da bir toplantı yapıldığı günlerde 6-7 Eylül olayları başladığı açıklandı.
güncel
6 –7 Eylül 1955 olayları: UNUTMA, UNUTTURMA!
25
güncel 26
O günlerde başta Rum Patriği olmak üzere, Gayrı Müslim azınlıkların Kıbrıs’ta Türklere zülüm yapan EOKA’cılara yardım ettiğini Hürriyet, Akşam Postası gibi gazetelerin baş sayfalarında yalan haberlerle kışkırtmalar yaptığı belirtildi. O yıllarda kurulan KTC (Kıbrıs Türktür Cemiyeti) özellikle İstanbul’da Rumların yoğun olarak oturduğu semtlerde şubeler açarak başta Rumlar olmak üzere Ermeni ve Yahudilere ait işyeri ve evleri işaretledikleri, yine o dönemin MİT’i MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) elemanları da görevlerini yerine getiriyor. Yine o dönem yüksek okul öğrencilerinin birliği olan MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) ve bazı ırkçı sendikalar da bu saldırılara katılıyorlar. Olaylar 1955’in 6 Eylül günü devletin radyosunda saat 13.00 de Atatürk’ün Selanik’teki evine Rumlar tarafından bomba atıldığı haberini vermesiyle başladığı belirtildi. 6 Eylül öğleden sonra başlayan, 7 Eylül akşamına kadar devam eden balta, kazma, balyoz ve satırlarla yapılan yakıp/yıkma ve talan etme olaylarına, çoğu KTC ve aynı zamanda DP üyesi olan 100 bine yakın insan katılıyor. Polisin karışmaması, müdahale etmeme emri aldığını gösteriyor. Sadece Rum Patriği ve etrafındaki evler Jandarma tarafında korunduğu için hasar görmüyor. Diğer başta Rumların olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin oturduğu onlarca semtte ev, işyeri kilise ve azınlık okulları yıkılıyor/yakılıyor ve eşyalar talan ediliyor. Bu iki gün süren saldırılarda (Devletin resmi kaynaklarına göre) 15 kişi (5’ı papaz) öldürülüyor. 4214 ev,1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5317 tesis saldırıya uğruyor. Evlerin %80’ni Rumlara, % 9’u Ermenilere, % 3 Yahudilere % 5’ı de Türklere ait. İşyerlerinin ise %59 Rumlara, % 17’si Ermenilere, % 12 Yahudilere, % 10’u Müslümanlara ait olduğu belirtildi. Olayların hemen ardından resmi makamların açıklamalarında olayları yapanların komünistler olduğunu belirtmeleri çok ilginç olarak karşılandı. O dönem devrimci, ilerici aydın bilinen birçok aydın yazar, şair de tutuklanıyor. Daha sonra olayların bir kaç gazetenin kışkırtması sonucu milli hassasiyetleri olan vatandaşların tepkisi olarak değerlendirilerek baş sorumlular gizleniyor. Diğerleri de ya aklanıyor, ya da çok kısa süre sonra hapisten çıkarılıyor. Saldırılarda zarar görenlere doğru dürüst zararları ödenmiyor. Daha sonra 1960’a kadar DP seçimlerde zararları ödeme sözü vererek azınlıklardan oy almaya çalışıyor. Fakat sözünde durmuyor. Bu saldırıdan son-
ra binlerce Gayri Müslim mensubu insan canına ve malına zarar verileceği korkusuyla, malını mülkünü geçmişi anılarını geride bırakarak göç ediyor. Binlercesi taşınmazlarını yok pahasına satarak İstanbul’ dan Yunanistan’a Avrupa’nın başka ülkelerine veya ABD’ye kaçmak zorunda kalıyor. Olaylardan sonra 5 yıl içinde yaklaşık olarak 60 bin Ermeni, 15 bin Yahudi, 12 bin Rum İstanbul’u terk etmiştir. Yani egemenlerin “İstanbul’u Hıristiyanlardan arındırmayı”, malını mülkünü gasp etmeyi önemli oranda başarmış olduğu anlatıldı. Panelin ikinci bölümünde katılımcıların konu ile ilgili sorularına yanıt verilerek panel bitirildi. 10 Eylül 2009 ✓
BDSP’ye yönelen şiddeti kınıyoruz! ‘Sol’ içi şiddet sadece devrimci, demokrat kurumlar arası güvenin sarsılmasına, dostluğun, dayanışmanın ve ortak mücadelenin zayıflatılmasına yol açmıyor. Aynı zamanda devrimcilere sempati duyan insanların devrimcilere olan güvenini sarsıyor, onların devrimci mücadeleden uzak durmalarına neden oluyor.
D
emokrat, devrimci, yurtsever gruplar arası şiddet, devrimci hareketin geçmişten bu yana hala kanamaya devam eden yaralarından birisidir. Grupçuluk, kendisini büyük örgüt görme, ideolojik mücadeleye ve eleştirilere tahammülsüzlük, kıskançlık gibi olumsuz yaklaşım ve tavırlar, devrimci, demokrat grup ve kişilerin birbirine karşı uyguladığı şiddetin nedenlerinin başında geliyor. Bu konuda son olay İstanbul Ümraniye’de 28 Ağustos’ta başlayan ‘1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali’nde yaşandı. BDSP’nun yaptığı açıklamaya göre olay şöyle gelişti: “Aralarında DTP İl örgütünden DTP temsilcisinin
görmeyen, tüm devrimci harekete verdiği zararı anlamak istemeyen ve böylece sol içi şiddeti meşrulaştıran ve devam etmesine hizmet eden tavırlar oluyor. ‘Sol’ içi şiddette tavır takınanlar esas olarak en iyi halde şiddet kendilerine yöneldiğinde, şiddetin hedefi kendileri olduklarında tavır takınıyor, soruna ilkesel olarak yaklaşmıyorlar. ‘Sol’ içi şiddetin etkilerini devrimci saflarda en aza indirmenin, uzun vadede ortadan kaldırmanın tek tutarlı yolu tüm sol yapıların sol içi şiddeti ilkesel olarak reddettiklerini açıklamaları ve kendi geçmişleri hakkında tutarlı bir özeleştiri yapmalarından geçmektedir. Bu bugüne kadar yapılmadı. Geçmişte oluşturulan platformlarda da bu sorunun ciddiyeti kavranıp geçmiş hatalardan öğrenmeye çalışmak yerine, daha bu platformların kuruluş aşamasında devrimci kurumlar ‘hassasiyetlerini’ dile getirerek gelecekte şiddet uygulamanın zeminini yaratmaya çalıştılar. Bu yaklaşım aslında sol içinde yaşanılan karşı devrimci şiddeti köklü bir şekilde ortadan kaldırma niyetinde olunmadığını göstermektedir. Sol içerisinde yaşanılan şiddet bırakalım devrimci ahlak ve sorumluluğu, karşısında mücadele yürütülen burjuva ahlakın bile gerisindedir. Sömürünün ve şiddetin olmadığı bir dünya için yola çıkanların kendi aralarındaki çelişkileri devrimci yöntemlerle çözmek yerine, karşı devrimci yöntemler kullanarak haletmeye çalışması, aslında değiştirilmek istenen toplumun çokta ilerisinde olunmadığını gösteriyor. Sol hareketin en önemli zaaflarından biri olan sol içi şiddetin ortadan kalkması, yukarıda da vurguladığımız gibi ancak, kendisini gerçekten devrimci ve demokrat gören kurumların sol içi şiddetin devrimci mücadeleye çok büyük zararlar verdiğini kavraması, küçük burjuva alışkanlıklardan kopması, karşı devrimci bir edim olan sol içi şiddeti mahkum etmesi ve geçmişin tutarlı bir özeleştirisini vermesinden geçiyor. Ancak o zaman kanayan bu yara kapanabilir, devrimci kurumlar kitlelerin güvenini kazanabilir! DTP, BDSP ile varsa bir sorunu, bu sorunu şiddet kullanarak değil, barışçı yollarla çözmelidir. Yapıların birbirleri ile olası sorunlarında şiddet ilkesel olarak reddedilmeli, ideolojik mücadele yöntemi benimsenmelidir. Sol içi şiddet karşı devrime yarar! Sol içi şiddete hayır! 11 Eylül 2009 - YDİ Çağrı ✓
güncel
de bulunduğu üç kişi BDSP standına gelerek gazetede çıkan yazı hakkında konuşmak istediklerini belirtiyorlar. Önderlik hakkında tasfiyeci, teslimiyetçi diyen ve hakaret içeren yazıların olduğunu, bu gazeteyi bulundukları alanlarda sattırmayacaklarını, gazeteyi standdan kaldırmalarını talep ederek tehditlerde bulunuyorlar. Stand görevlilerinin gazetelerin kaldırılmayacağını söylemelerinin ardından bir süre uzaklaşıyorlar.” ( Bu saldırıya gerekçe gösterilen yazı Kızıl Bayrak’ta yayınlanan M. Can Yüce’nin “Açılımlar ve devrimci yurtsever tutum üzerine” başlıklı yazısı. Yazı internet sitelerinde de var.) Gerilimin devam etmesinin ardından Festival Tertip Komitesi bir görüşme yaparak yaşanan sorunu aşmaya çalışıyor. Yürüyüş başlayacağı için tam olarak bir sonuca bağlanamayan tartışmada DTP’liler yürüyüşten sonra tekrardan yapılacak olan görüşmeye kadar herhangi bir şey yapmayacakları sözünü veriyorlar. Fakat yürüyüşten sonra festival alanına gelerek ellerine aldıkları sopa ve borularla standa saldırıyorlar. O sırada standın başında bulunan bir kişi aldığı sopa darbeleri sonucunda kafasından yaralanıyor. Bir kişinin ise kaburgalarında ezilme meydana geliyor. Olaya müdahale eden diğer kurumlardan kişiler de bu saldırıdan payını alıyor. Yaşanan bu saldırı sonrasında Tertip Komitesi kendi arasında görüşerek festivale devam etmeme kararı alarak festivali 30 Ağustos’ta sonlandırıyor. 1 Mayıs mahallesinde yaşanılan bu olay sonrası, Sarıgazi festivali iptal edildi. BDSP’na göre, “DTP’nin çeşitli yerlerde BDSP’lilere tehditleri sürüyor.” Bu iddialar karşısında DTP İstanbul il teşkilatı ise suskun. Ezilen Kürt ulusunun demokratik hakları için mücadele eden, bu mücadelede devletin saldırılarına, şiddetine maruz kalan DTP’lilerin nedeni ne olursa olsun, BDSP’ye karşı uyguladığı şiddet kabul edilemez. ‘Sol’ içi şiddet sadece devrimci, demokrat kurumlar arası güvenin sarsılmasına, dostluğun, dayanışmanın ve ortak mücadelenin zayıflatılmasına yol açmıyor. Aynı zamanda devrimcilere sempati duyan insanların devrimcilere olan güvenini sarsıyor, onların devrimci mücadeleden uzak durmalarına neden oluyor. Yaşanılan bu şiddete karşı, şiddet ya suskunlukla karşılanıyor ya da ‘ne şiş yansın ne kebap’(1 Mayıs mahallesinde ESP’nin gazetelerin standdan kaldırılmasının ‘olgunluk’ olacağını söylemesi böyle bir tavırdır.) tavrı takınılıyor. Bu gibi tavırlar da devrimciler arası şiddeti küçümseyen, bu sorunun vahametini
27
IMF, DÜNYA BANKASI VE ONLARIN YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞI MÜCADELE
DEVRİMİ
GEREKTİRİR!