AYLIK S‹YAS‹ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tifltekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kad›n ve erkek iflçiler! Zincirlerinizden baflka kaybedecek birfleyiniz yok! Kazanaca¤›n›z yeni bir dünya var!
Ekim 2005/9 • F‹YATI 2 YTL KDV DAH‹L • ISSN 1302-692X93
içindekiler - editörden
Editörden... Değerli Okuyucu,
D
ergi büromuz artık Okmeydanı'nda! Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak böylece yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Emekçi halkın ve demokratik kamuoyunun önemli bir potansiyele sahip olduğu Okmeydanı, halkla, kitlelerle bütünleşmek, kaynaşmak için bize büyük olanaklar sunuyor. Artık dergi büromuz, ağırlıklı olarak derginin teknik işlerinin ve dağıtımının organize edildiği bir "dergi bürosu" olmaktan çıkacak, geniş salonuyla, haftasonu etkinlikleri yapmamıza, okurlarımızla "okur günleri" düzenlememize, eğitim toplantıları ve seminerler hazırlamamıza, işçi toplantıları organize etmemize, film göstermemize ve hafta ortası da okurlarımızla buluşup rahat bir ortamda çay kahve eşliğinde sohbet etmemize olanak veren, kitlelerle buluşmamızın mekanı haline gelecek. Artık bizimle görüşmek isteyip de akşamları ve haftasonları kapalı olduğumuz için gelemeyen okurlarımızın bizimle düzenli buluşup etkinliklere faal olarak katılmalarının önündeki en önemli engellerden biri kalkmış durumda. Dergimizi kitlelerle buluşturmak, doğru görüşlerini işçi sınıfı içinde yaygınlaştırmak için okurlarımızın dergi faaliyetlerine daha aktif, daha özverili, daha büyük bir azimle ve daha militanca katılmaları gerekmektedir.
B
u sayımızın "Gündem"inde emperyalist/kapitalist barbarlığın günümüzde yaşanan değişik görüntüleri irdeleniyor: İşte en gelişmiş emperyalist devlet olan ABD'de yaşanan Katrina kasırgasının ezilenler için kabusa dönüşmesi felaketi!... İşte en demokratik haklarını dile getirmek için yapılmak istenen ve
İçindekiler yasaklanan bir basın açıklamasından dönen Kürt halkı üzerinde estirilen faşist linç terörü... İşte 1955 yılında, gayri müslim halklar üzerinde estirilen devlet tertipli terörü konu alan sergiye yapılan faşist saldırılar... Bu sayımızda bir yandan insanlığı yokoluşa sürükleyen kapitalizmin bu barbarlıklarını ele alırken, diğer yandan bu barbarlığın hiç de alternatifsiz olmadığını gösteren yazılara yer verdik: Ekim Devrimi ve sosyalizme ilişkin yazıların dikkatle okunması gerekiyor. Bu sayımızda bir kısmını bizzat ziyaret ettiğimiz işçi direniş ve grevlerine önemli bir yer verdik. Okurlarımızı işçi sınıfının direniş ve grev yerlerini düzenli ziyaret etmeye, az sayıda ve küçük çapta da olsa, mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz. Dostlar, dergimizin önündeki en önemli engellerden birisi ise mahkeme cezaları ile daha da ağırlaştırılan para sıkıntısıdır. Bu konuda tüm okurlarımızı ve çevremizdeki dostlarımızı ellerinden gelen her türlü yardımı yapmaya çağırıyoruz. 03.10.2005, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
İNTER Yayınları'nın kurucusu ve sahibi Ali Yavuz Çengeloğlu işçi sınıfının egemen olduğu, sömürüsüz dünyayı yaşamadan 5 Ekim 2002’de, 60 yaşında ayrıldı aramızdan. O ve onun gibiler yeni dünyada yaptıklarıyla, bıraktıklarıyla yaşamaya devam edecekler. Teşekkürle anılacaklar. Mutlaka.
GÜNDEM Bu barbarlıkla nereye? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Öldüren Katrina değil kapitalizm!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Migros’ta patronun dediği mi olacak, işçilerin dediği mi? . . . . . . . . . 6 Migros işçileri greve hazır!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !. . . . . . 7 Koç Holding’e Tüpraş hediyesi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Son dönemde yapılan özelleştirmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor 10 Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme eylemine ara verdi. . . . . . 10 Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile söyleşi . . . . 12 Taşeron işçisi iş bıraktı!.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı . . . . . . . . . . . . 13 Günöz Tekstil Fabrikası işçileri: “Sendika hakkımız, söke söke alırız!” . . . 13 Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . 13 Bornova Belediyesi’nde eylem var . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 İleri Deri Fabrikası işçileri direnmeye devam ediyor!. . . . . . . . . . . 14 Çukurova köylüsü isyan ediyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ KADIN DÜNYASI 2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ “Özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet ve barış…” Hepsi sosyalizmde! . . . 15 Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . 16 Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 PANORAMA ALMANYA Seçimlerde kazanan Alman tekelci burjuvazisidir!. . . . . . . . . . . . 17 EKVADOR Sadece mücadele eden kazanır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 İSRAİL-FİLİSTİN Yahudi yerleşimciler Gazze Şeridi’nden çıkarıldı…. . . . . . . . . . . . 19 Faşist Saldırılar Protesto Edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 12 Eylül Faşizmine Karşı Miting. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN 6-7 Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde tarih çarpıtıcılığı… . . . . . 21 Ekim Devriminin uluslararası karakteri. . . . . . . . . . . . . . . . 22 Gelecek sosyalizmdir! Sosyalizm gelecektir! . . . . . . . . . . . . . . . 23 OKUYUCU MEKTUPLARI BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 BULMACA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine . karşı çık, hesap sor!
GELECEK YEN‹ EK‹MLERDE! YEN‹ EK‹MLER GELECEK!
www.ydicagri.com
gündem
T
Bu barbarlıkla nereye?
ürk hakim sınıflarının ırkçılığı ve şovenizmi kışkırtması gün demin en önemli maddesi… Durum vahim bir hal almaya başladı: Türkler Kürtlere saldırmak için kışkır tılıyor… Bunda da şimdiye kadar kıs men “başarılı” sonuçlar alınıyor. Öyle ki Türkiye’de kimi kışkırtılmış grup lar işi linç olaylarına kadar vardırıyor. Trabzon, Adapazarı, Ayvalık, Seferihi sar, İzmir, Mersin, Denizli gibi yerlerde linç girişimleri yaşandı. Maçka’da bir kişi linç edildi. Ardından Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzel tilmesini isteyen Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernek leri Federasyonu’nun (TUHAD-FED) Gemlik’te yapmak istediği mitinge katılmak isteyenler yol güzergâhın daki kimi ilçelerde —Bozüyük, Polatlı vd.– çeşitli saldırılara maruz kaldılar; otobüslere saldırıldı, birçok insan yara landı, gözaltına alındı. Her zaman olduğu gibi hakim sınıf ların medya ordusu ağız birliği yapmış çasına “olayları bölücü terör örgütü yandaşlarının çıkardığı”, “bölücülerin provokasyonu” vs. şeklinde yansıtıyor. Bu tavrıyla burjuva medya kışkırtılan ırkçı-şoven kesimlerin yaptıklarını ak lıyor, onları koruyor. Köşe yazarları –en “iyisi” bile!– önce Kürtleri hedef gösteriyor, olayları “bölücü örgüt yan daşlarının çıkardığından” dem vuru yor; ancak bunun ardından “galeyana gelinmemesi”, “güvenlik güçlerinin olaylara hakim olduğundan” dem vu ruyorlar. Kamuoyu tarafından aydın bilinen kimileri yaptıkları değerlendir melerle “toplumu birbirine düşürenle rin bölücü provokatörler” olduğunu söylüyor; “Kürt öcüsü” ile kışkırtma ları haklı çıkarmaya çalışıyorlar… Hakim sınıfların çıkarlarının savu nucusu devlet linç girişimlerini “provo kasyon” olarak niteliyor; halkı göster melik olarak “galeyana gelmemeye” ça ğırıyor; ama diğer yandan “bölücülük” demagojisiyle kitleleri kışkırtmaya devam ediyor. Bununla da kalmıyor devlet: Bizzat kendisi Kürt ulusu üze rindeki baskılarına ve Kürt illerinde operasyonlarına devam ediyor. Kongra Gel’in pasif savunmaya geç mesinden sonra devlet güçleri operas yonları yoğunlaştırdı. Batman’ın Beşiri ilçesinde, Van’ın Başkale, Diyarbakır’ın Silvan ve Lice, Hakkari’nin Yüksekova, Siirt’in Eruh ilçeleriyle Şırnak, Mardin gibi diğer Kürt illerinde yürütülen ope rasyonlarda onlarca insan katledildi, ormanlık alanlar bombalandı, hayvan
lar telef edildi vb. vb. Devlet terörü karşısında Kürt işçi ve emekçileri özellikle Kürt illerinde tep kilerini ortaya koyuyor, bu tepkiler ha kim sınıflar ve onların medyası tarafın dan “iç savaş görüntüleri”, “Türkiye’de Filistin manzaraları” manşetleriyle ve riliyor; Kürtlere karşı düşmanlık bu yolla da yoğunlaştırılmaya çalışılıyor. Kırsal alanda yürütülen operasyon lar yanında devletin şehirlerde Kürt siyasetçilerine yönelik saldırıları da sürüyor; kimi DEHAP yöneticileri he def gösteriliyor. Kürt basın yayın ku ruluşlarına yönelik saldırılar sonucu Almanya ile işbirliği yapılarak Özgür Politika gazetesi, bu gazetenin yazarla rının ve yöneticilerinin evleri Alman polisince basılıyor, gazete kapatılıyor. Basına yönelik saldırılar çerçevesinde aylık olarak çıkan Özgür Halk ve Öz gür Bakış dergileri Beyoğlu Cumhuri yet Başsavcılığı tarafından yasaklanı yor. Bilinen sivil faşist güçler de boş dur muyorlar… 6-7 Eylül olaylarının 50. yıldönümü olması dolayısıyla İstan bul-Beyoğlu’nda “50. Yılında 6-7 Eylül Olayları” fotoğraf sergisine saldıran MHP’li ve İP’liler fotoğrafları tahrip ediyorlar, ortalığı yıkıp döküyorlar; çe şitli ulus ve milliyetlere karşı kinlerini bir kez daha kusuyorlar.
OYNANAN OYUN NASIL BİR OYUN?
Irkçılık ve şovenizm kışkırtılıyor… Saldırılar sürüyor… Olayların nerede biteceğini kestirmek güç… Burjuva medyanın kimi kalemleri, köşelerinde yeni oyunların tezgâhlandığından bah sediyor, “Türkiye’de daha büyük provo kasyonların yaratılması için uygun an ların kollandığı; özellikle Akdeniz ve batı illerinde Kürtlerin evlerinin tespit edildiğini, kışkırtılan Türklerin silah landığını ve kurşun depoladıklarını”
yazıyorlar. Olaylar bütünlüklü biçimde değerlendirildiğinde oynanan oyunun vehametini göstermesi yanında, ırkçı ve şoven kışkırtmaların, Kürt ulusuna yönelik saldırıların daha da tırmandı rılacağını; 1990’lı yılların başında ya şanan günlere dönülmek istendiğini gösteriyor. Bu olaylar ve kışkırtmalar tesadüfi değildir. Son dönemde yaşanan bu tür olaylar halkları birbirlerine karşı kış kırtarak bulanık suda balık avlamak
isteyen hakim sınıfların kendi arala rındaki dalaşın bir ürünüdür. Oyunun bir başka yönü de AB’ye uyum yasaları çerçevesinde kaldırılan kimi baskı yasalarının yerine yenileri nin konulması istenmesidir. Yeni bir “Terörle Mücadele Yasası Paketi” üze rinde çalışılmakta, son dönemde tır mandırılan ırkçı-şoven kışkırtmalar bu amaçla kullanılmaya çalışılmakta dır. Sahneye konulan senaryo bellidir: Hakim sınıflar arasında yürüyen da laşta ordu merkezli “laik”-kemalist ke sim AKP hükümetini alaşağı etmek is temektedir. Bunu demokratik yollarla yapma gücünden anda yoksundur. Dahası AKP hükümeti “demokrasiyi” kullanarak “derin devlet”in hareket alanını daraltmıştır. Ordu merkezli “laik”-kemalist kesim hükümeti yıprat mak ve köşeye sıkıştırmak için Kürt sorununu kullanmak istemektedir. Bu nun sonucu olarak PKK eylemlerinin artması “askerin duruma daha fazla el koyması”, azalan etkinliği eline ge çirmesini beraberinde getirecektir. So kağın/ülkenin karışması, olayların tır manması AKP hükümetini “acz içinde kalan” bir hükümet olarak yıpratacak, aynı zamanda kışkırtılan Türk şove nizmi üzerinden parlamento dışında kalan MHP, DSP gibi partilerle, parla mentoda olmasına rağmen cılız kalmış ANAP, DYP gibi partiler güçlenmeye çalışacaklardır. AKP’nin yıpranması ve “güven ortamının bozulması” sü reci erken seçimin de daha çok dillen dirildiği bir dönem olacaktır. AKP bir erken seçime girmeyi reddettiği koşul larda başka yollar –CHP’nin sine-i mil lete dönmesi, AKP’nin parçalanması ve yeni grupların kopması gibi– dene necektir. Irkçılığın ve şovenizmin kışkırtıl ması oyunu tehlikeli bir oyundur; ne rede sonlanacağı belli değildir. Son yaşanan olayların gösterdiği gerçekler den birisi hakim sınıf siyasetçilerinin iktidar dalaşında Kürtlerin kurban se çildiğidir. Kürtlerin kurban edilmesi siyasetinde de Türk işçi ve emekçileri araç olarak kullanılmak; her iki ulus tan emekçiler birbirine düşürülmek is tenmektedir. Filler tepinmekte, çimen ler ezilmektedir. Hakim sınıfların kendi aralarındaki kavgaları objektif olarak işçi sınıfının kendi sorunlarından uzaklaştırılması nın bir aracı olarak da hizmet görüyor. İşçiler, emekçiler hakim sınıfların şu ya da bu kesiminin peşine takılmak,
gündem birbirlerine düşürülmek; böylece işçi sınıfı içindeki bölünme ve parçalanma derinleştirilmek isteniyor. Irkçı-şoven kışkırtma işçi sınıfına yönelik saldırı ların üzerini örten bir perde işlevi gö rüyor. İşçi sınıfına yönelik saldırılar yoğun laştırılıyor: Özelleştirilme saldırısı bo yutlanıyor. İşsizlik artıyor. Reel ücret ler düşürülüyor. Dolaylı ve doğrudan vergiler artırılıyor vb. vb. Bu saldırılar karşısında işçiler, emek çiler oynanan oyunu görmeli; derinleş tirilmek istenen sınıfın bölünmesine ve saldırılara karşı sınıf birliğini sağla malı, örgütlenmeli ve mücadele etmeli dirler.
Emperyalist barbarlığın biricik alternatifi devrimdir, sosyalizmdir!
Öldüren Katrina değil
k a p i t a l i z m !
için günlerce kılını kıpırdatmayan bur juvazinin ilan ettiği sıkıyönetimin na sıl barbarca uygulandığını, sorgusuz sualsiz vur emrinin emperyalist bir ülkede nasıl bugünden yarına verilebil diğini ve uygulandığını gördük. Anla mak isteyene çok şey anlattı Katrina ismi verilen kasırga.
AZDIRILAN IRKÇILIĞA VE ŞOVENİZME KARŞI GÜÇLÜ MÜCADELE!
Olaylar karşısında sınıf bilinçli işçiler başta olmak üzere çeşitli ulus ve mil liyetlerden işçilerin, emekçilerin yap ması gereken şey, azdırılan ırkçılığa ve şovenizme karşı “halkların kardeşli ğine” vurgu yapan mücadeleyi yükselt mektir. Hakim sınıfların kendi aralarındaki dalaşta Kürt, Türk, Laz, Çerkes… tüm çeşitli ulus ve milliyetlerden işçi lerin, emekçilerin bir çıkarı yoktur. Hangi kesimin temsilcisi olursa olsun hakim sınıfların tümü; onların dev leti, hükümeti işçilerin, emekçilerin düşmanıdır… Onların halkları birbir lerine karşı kışkırtma ve olayların bir “iç savaşa” dönüştürülmesi planlarını bozmak için milliyeti, dili, ulusal kim liği… ne olursa olsun; tüm kadın ve erkek işçileri, emekçileri hakim sınıf ların iktidar dalaşının bir parçası ola rak sahneye koydukları bu tür tehlikeli oyunlar karşısında duyarlı olmaya, bu tür oyunlara karşı ortak mücadele cephesinde, sömürücü düzene karşı, ücretli köleliğe karşı mücadeleye çağı rıyoruz. Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçi lerin, emekçilerin düşmanı birdir: Sö mürücü sistem! Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçi lerin, emekçilerin hedefi birdir: Sömü rücü sistemi yıkmak! Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden iş çilerin, emekçilerin mücadelesi de bir olmak zorundadır! Çağrımız; çeşitli ulus ve milliyetler den işçileri, emekçileri sınıf kardeşliğin den koparıp kendi iktidar dalaşlarına alet eden, kendi iğrenç politikalarına destek vermeye çağıran; kendi kuyruk larına taktıkları bilinçsiz işçi, emekçi yığınları başka bir ulusun işçilerine, emekçilerine saldırtan sömürücü sınıf lara, onların devletine, sistemine karşı mücadele çağrısıdır!
Eylül 2005 ✓
Geliyorum diyen felaket, nedenleri ve burjuvazinin hazırlığı…
H
er yıl yeniden ilan edilen “yüz yıl felaketleri”ne bir yenisi ek lendi. Bu kez felaket resimleri yoksul bir ülkeden değil, dünyanın en zengin ülkesi, dünya hegemonyası dala şında başı çeken ABD’den geldi. Yoksul ülkelerden görmeye alışık olduğumuz aç, susuz, doktorsuz, yardım isteyen in san resimleri, sokaklarda suda yüzen ölü insan resimleri, çöp kutularında yiyecek arayan insan resimleri, bu kez ABD’den yayınlandı. Canlı yayınlarda yiyecek bulma peşinde yağmalayan insan resimleri, silah elde küçük ikti darlar kuran çete resimleri, evlerinin üzerine büyük harflerle “Silahlıyım, gi reni vururum!” yazan insan resimleri gördük. Kasırganın yakıp yıktığı evler mahalleler gördük. Dünyanın en zen gin ülkesinde günlerce elektriksiz, su suz kalan kentler, insanlar gördük. Bu arada devletin güç gösterisini, yardım
Kasırgalar milyonlarca yıldır yaşanan doğal olaylar. Bunların nasıl oluştuğu konusunda bugün yeterince veri ve bilgi var. Okyanuslarda su yüzeyinin 26 derece ve üzerine çıkması durumunda oluşan hava akımlarının sarmal bir biçimde birleşmesi, ilerlemesi ve hep yeni hava akımlarını kendine katması ile oluşan kasırgaların bir bölümü hare ketlerinde karaya varıp, yerleşim alan larına rastladıklarında yıkıcı güçleri yerleşim alanlarını vuruyor. 200 km/h ve üzerinde bir hızla esen fırtınalar önündeki her maddeyi vuruyor, hele zoni hareket önüne gelen maddeleri ye rinden kaldırıp, götürebildiği yere ka dar taşıyor. Bu arada çoklukla kasırga lar büyük fırtınalı yağmurlarla birlikte geliyor. Bilim kasırgaları hafiften, en ağıra doğru 5 kategoriye ayırmış. Ok yanuslar üzerinde oluşan kasırgaların hangi yönde nasıl bir hızla ilerleyeceği, karaya, yerleşim yerlerine nasıl ve ne zaman varacağı, şiddetinin ne olabile ceği önceden öngörülebiliyor. Ağustos ayı sonunda ABD’nin gü neydoğu eyaletlerini vuran Katrina adı verilen kasırga Atlantik okyanusu üzerinde oluşup 26 Ağustos’ta Florida üzerinden geçtiğinde henüz en hafif kategoride (1. Kategori) bir kasırga idi. Florida üzerinden geçen Katrina yü zeyi 26 derecenin üzerinde ısıya sahip Meksika körfezinde sıcak-nemli hava kitlelerini emerek (Hurrikan/Urağan) gücünü 3. kategoride bir kasırgaya yük selterek yoluna devam etti. Bir gün sonra 28 Ağustos’ta artık en güçlü kate goride bir kasırga (Hurrikan/Urağan) idi. Hareket ettiği yönde Missisipi, Lo uisiana ve Alabama eyaletleri vardı. Louisiana eyaletinin kasırgalar bağla mında zarara en fazla açık kentlerin den biri New Orleans’tı. Burada bir parantez açıp neden New
Orleans sorusuna cevap verelim…
New Orleans ve su baskını tehlikesi…
New Orleans çok değil bundan 300 yıl kadar önce insansız bataklık bir bölge idi. 1718'de, Amerika’nın sömürgeleş tirilmesi sürecinde Fransızlar burada bir yerleşim merkezi kurmaya başladı lar. Üç tarafı su ile çevrili, bir yanında Pontchartrain gölü, bir yanında Missi sipi nehri deltası, bir yanında ise Mek sika körfezi olan bir alandı burası. Sular yükseldiğinde alçak bölgeler su altında kalıyordu. İlk yerleşim yerleri bu yüz den yüksek yerlerde idi. Giderek şehir büyüdü, bataklık kurutulmaya, bentler kurularak alçak bölgelerde yerleşim yer leri açılmaya başlandı. Sonuçta ortaya doğal coğrafi yapıyı hiçe sayan bir bü yük şehir çıktı. Öyle bir şehir ki, tüm yerleşim alanının % 80’i, ve tüm şehir merkezi deniz seviyesinin altında. Şe hir merkezinde derinlik deniz seviye sinin 1,5 metre ve daha fazla altında. Şehir merkezini bir tarafta, Missisipi nehrinin her yıl yaşanan su baskınla rına karşı deniz seviyesinden yüksek liği 6,5 metreyi bulan bir bent, diğer tarafta yüzeyde deniz seviyesinden 31 cm yüksekte olan Pontchartrain gö lünden, deniz seviyesinden yüksekliği 4,42 m olan bir bent ayırıp, koruyor. Gölün ve nehrin sularının yükselmesi halinde yayılabileceği alan yok. Böyle bir yerleşim doğanın normal döngüsü içinde felakete “gel” diyen bir yerleşim. Fakat bölgenin petrol bölgesi olması, ABD’nin petrolünün çoğunu ikmal et tiği Meksika Körfezinde en büyük lima nın olması böyle bir yerleşimi gerekli kılıyor. Kâr, en kısa zamanda azami kâr, “biz her şeyi yaparız, doğaya hük mederiz” anlayışı bu gibi yerleşim si yasetlerini gündeme getiriyor. Sonuç eğer doğaya uygun yerleşim siyaseti iz lense, insanlara belki hiç zarar verme yecek olan doğal olayları, insanlar için, en başta da tabii yoksullar için, büyük felaket haline getiriyor. New Orleans kentinin yaşadığı ilk “doğal felaket” değil Katrina kasırgası. 1927’de Missisipi olağanüstü yağışlar sonucu yatağından taşıyor ve New Or leans’ın önemli bölümü sular altında kalıyor. 700 bin kişi evsiz kalıyor. Kaç ölü olduğu bilinmiyor.
gündem 1957’de Audrey kasırgası karada 40 km içlere kadar giriyor. Sonuç yüzlerce ölü. 1957’de şehir Betsy isimli kasırga so nucunda yine sulara gömülüyor. Bütün bunların bilgisine sahip bilim adamları her önemli kasırgada, eğer kasırga bu kent yönünde bir yön tut turacaksa, kentin boşaltılması gerek tiği konusunda uyarıyorlar. En yüksek derecede bir “hurrikan”ın doğrudan kenti vurması halinde neler olabileceği konusunda yapılmış araştırmalar, or taya konmuş sonuçlar, alınması gere ken tedbir önerileri var. Projeksiyonlar kenti koruyan bentlerin 3 şiddetinde bir kasırgaya dayanabileceğini, daha yüksek derecede bir kasırgada bentle rin delinme, yıkılma olasılığının ol duğunu öngörüyor. Yine araştırmalar bir kasırga durumunda kenti boşaltma çağrısında, kentin en azından dörtte birinin kenti terk etmeyeceğini, ya da terk edecek imkânlara sahip olmadı ğını gösteriyor.
Kenti terk edin çağrısı ve sonrası…
Bütün bunlar ortada iken ve 28 Ağus tos’ta Katrina 5 gücünde bir kasırga ha line gelip, Missisipi eyaletinde büyük bir yıkıma yol açarak, Louisiana eya letinde önüne geleni yıkarak New Or leans’a doğru ilerlerken, nihayet o za man resmi ağızlardan halka kenti terk etme çağrısı yapılıyor. Çağrı yapılıyor, ama bu çağrıyı uygulamak için devle tin insanlara sunduğu en küçük bir yardım yok. Şehrin zenginleri zaten ön ceden uçaklarla, helikopterlerle vb. şe hirden ayrılmıştır. Çağrı üzerine özel arabalara sahip olanlar, parası olup da panik içinde şehri trenle, havayoluyla vb. terkedebilecek araçlarda terk edebi lenler şehri terk ediyor. Geriye çoğun luğu siyah olan çaresiz yoksullar kalı yor. Bu bağlamda şunların bilinmesi gerek: Hurrikan öncesi nüfusu 462 bin kişi olan New Orleans kentinde yaşa yanların üçte ikisi Afroamerikanlardı (siyah). Bunların çok önemli bir bölü münün şehri terk etmek için yeterli parası veya özel arabası yoktu. New Orleans nüfusunun beşte biri yılda 10 bin dolardan az gelirle geçinmek duru mundaydı. 27 bin aile resmi yoksulluk sınırı altında yaşıyordu. Bu zorunlu olarak kentte kalanların bir bölümü valilik tarafından üzeri kapalı büyük futbol arenasına sığınmaya çağrıldı. 60 bine yakın kişi Superdom adı verilen üzeri kapalı stadyumda toplandı. Ege menlerin beklentisi, kasırganın biraz yıkıntı ile geçip gideceği, birkaç saat sonrasında herkesin evine döneceği yö nünde idi. Öyle olmadı. “Kötümserlik” “her şeye kara gözlüklerle bakmak”la suçlanan kimi bilim adamlarının fela ket senaryosu gerçek oldu. Korkunç fırtınada yükselen Missisipi, kendini
dizginlemeye çalışan benti birkaç ye rinden deldi. Diğer yandan Meksika körfezinde yükselen suların da şehri basması ile şehir kısa süre içinde su al tında kaldı. Elektrikler, sular kesildi. Birkaç saatlik bir “felaket”e hazırlanan egemenler ne yapacaklarını şaşırdılar. Birkaç saatlik yiyecek, içecek kısa sü rede tükendi. Etrafı sularla çevrili, bü yük çoğunluğu siyah, onbinlerce yok sul insan aç, susuz, elektriksiz, ilaçsız, her türlü sıhhi araçtan yoksun mahsur kaldı. Dünyanın en zengin ülkesinde, bu ülkenin yoksullarının gerçek duru
ikmalinin önemli bölümünün Meksika körfezinden yapıldığının bilincinde, Katrina’nın körfezdeki birkaç petrol platformuna ağır zarar verdiğinin bi lincinde, petrol fiyatlarına yeni zamlar bindirdiler. Ham petrol varil fiyatı 70 dolar sınırını aştı. Katrina bu anlamda yoksullar için felaket olurken, örneğin petrol tekelleri için kârlarını arttırma nın bir aracı oldu. O petrol tekelleri ki zaten akıl almaz kârlarla çalışıyor. Ex xon Mobil’in net kârı 2005 yılının ilk 6 ayında bir yıl öncenin aynı dönemi ile karşılaştırıldığında % 38 artarak 15,
HER YIL “YÜZYILIN FELAKETLERİ”NE YENİLERİ EKLENİYOR… DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ ABD’DE BİR KASIRGA VE SU BASKINI BİNLERCE EMEKÇİNİN CANINA MAL OLDU! DOĞA FELAKETLERİNİN İNSANLARA BUNCA ZARAR VERMESİNİN SORUMLUSU AZAMİ KÂR DÜRTÜSÜ ÜZERİNE KURULU KAPİTALİZMDİR! munu bütün dünya ibretle gördü. Yine bütün dünya burjuvazi için önemli ola nın ne olduğunu da gördü. New Orle ans’a susuz insanlara su, aç insanlara yiyecek götürülmesinden önce örgütle nen, olası bir isyanın bastırılması için dişine tırnağına kadar silahlı, elleri te tikte ve vur emrine sahip askerler, özel timler vb. oldu. New Orleans su altında kaldıktan altı gün sonra nihayet merkezi olarak örgütlenen yardım New Orleans’a ak maya başladı. Burjuvazi New Orleans’ı, onu yeniden inşa etmek iddiasıyla bo şaltma kararı aldı ve bunu uygulamaya koydu. Evinden çıkmak istemeyenler yer yer silah zoruyla çıkarıldı.
Katrinanın zarar bilançosu… Şimdilik ölü sayısının ne olduğu ke sin olarak bilinmiyor. 900’e yakın ölü sayılmış durumda. Fakat “temizlik” çalışmaları sürüyor. Tüm Louisiana eyaletinde 9200 kişi için resmi kayıp başvurusu var. Yaralılar onbinlerle sa yılıyor. Devletin 2000 yılında kabul ettiği ve ilan ettiği kıyı bölgelerinin güvenli ğinin sağlanması için ayrılan paradan Louisiana eyaletine düşen pay 50 yıllık bir dönem için 14 milyar dolardı. Yal nızca bu kasırgada, yalnızca New Orle ans kentindeki zararın 50 milyar dolar civarında olduğu var sayılıyor.
Katrinanın kar bilançosu… Katrina öncelikle ABD’nin güneydoğu eyaletlerinde siyah yoksul halka daha fazla yoksulluk, evini yurdunu terk ve ölüm getirirken, kimileri için kârlarını arttırmanın bir aracı oldu. Büyük petrol tekelleri ABD’nin petrol
5 milyar dolara varmıştı. BP’nin aynı dönem için net kârı 12, 2 milyar dolar, Royal Dutch Shell’in kârı 11, 9 milyar dolardı. Şimdi kuşkusuz New Orleans’ın te mizlenmesi, yeniden inşası da bir dizi tekelin kârına kâr katmasının bir aracı olacak. O yüzden tuzu kuruwwların doğal felaketler karşısında döktükleri yaşlar timsah gözyaşlarıdır. Onlar için doğal felaketler de aslında yeni azami kârların çıkış noktalarıdır. New Or leans somutunda ayrıca bu felaketin şimdi bir çeşit etnik temizlik için kul lanılması olasılığına da bir dizi aydın dikkat çekmektedir. Siyah nüfusun bu kadar yoğun olması burjuvazinin “ge nel huzur”u açısından pek uygun bir şey değildir. Şimdi boşaltılmış olan New Orleans nüfusunun bir çoğu kul lanılmaz hale gelmiş olan eski evlerine yeniden geri dönmeleri ve yerleşmeleri de mutlak gereklilik değildir. Bu felake tle şimdi New Orleans nüfusunun be yaz nüfus lehine değiştirilmesi müm kündür.
Kasırgaların sıklığının ve şiddetinin artmasının nedeni global ısınma sonucu iklim değişikliğidir… Baştan söyledik: Her yıl yeniden yüzyıl felaketi olarak adlandırılan doğal fela ket haberleri kasıp kavuruyor ortalığı. Depremler, tsunamiler, kasırgalar, sel baskınları boyutları büyüyerek ve sık lığı artarak geliyorlar. Yüzyılın ilk beş yılında birçok yüzyıl felaketi yaşandı. Batı Sibirya’da dünyanın en büyük bu zulu eriyor. Portekiz’de kuraklık orman yangınlarında ülke ormanlık alanının
büyük bölümünün yok olmasına yol açarken, Orta ve Güney Avrupa’yı sel ler götürüyor. Latin Amerika’da, Orta Amerika’da kasırga üzerine kasırga ya şanıyor, bunların şiddeti her geçen gün artıyor. En son olarak Katrina’da bu ge lişmenin felaketli sonuçlarını ABD’de yaşadık. Şimdi egemenlerin bir bö lümü, kader diyor, doğal felaket diyor, kayıpların nedenini doğal felaket ola rak gösteriyor, bu sonucun kaçınılmaz olduğunu söylüyor vb. Yukarda kasırga nın bir doğa olayı olduğunu ve milyon larca yıldır kasırgaların olduğunu söy ledik. Bu olgu. Bu olgu olduğu kadar, kasırgaların insanlar için bu boyutta felaketli sonuçlara yol açmasının doğa değil insan işi olduğu da bir olgu. Bu bağlamda örneğin yerleşim politikası nın bunda oynadığı rolü New Orleans somutunda yukarda ortaya koymaya çalıştık. Diğer yandan kasırgaların şimdilerde sıklaşması ve şiddetlerinin artması da, aynı buzulların erimesi, bir yandan kuraklık artarken, bir yan dan su baskınlarının sellerin artması ve bunların ağır zarar vermesi de doğa değil insan işidir. Bütün bu gelişmele rin maddi temeli global ısınmadır. Son yüzyılda dünyanın ortalama ısısı yük selmiştir, yükselmeye devam etmekte dir. Bu ısı yükselmesinde atmosferdeki karbondioksit gazı artışı, atmosferde açılan yine insan, kapitalist endüstri ürünü ozon deliği vb. çok önemli rol oynamaktadır. Meteoroloji uzmanları son 50 yıl içinde kasırgaların yıkıcı et kisinin % 50 arttığı tespitini yapıyorlar. Konu uzmanı bilim adamları 60’lı yıl ların başından beri gelişmelere dikkat çekmektedir. Bu gidişin durdurulması için kömür ve petrol kullanımının kı sıtlanması lazımdır. Gelişme ise tersi yöndedir. Kapitalist azami kâr dürtüsü doğaya karşı, doğa yasalarını hiçe sayan, en kısa sürede en fazla kâr getirme üze rine kurulu üretim tarzı ve sistemi ile, insanlığın doğal yaşam kaynaklarını kurutuyor. ABD de yoksul insanlar için Katrina’nın bunca felaketli sonuç lara yol açmasının suçlusu ve sorum lusu kapitalizmdir. Öldüren Katrina değil kapitalizmdir. Bunun kavranması, kapitalizmin insanlığı felakete sürüklediğinin, ka pitalizmin insanlığı barbarlık içinde çöküşe sürüklediğinin kavranması hayati önemdedir. Gelinen yerde ya ka pitalizm işçi sınıfı önderliğinde tarihe gömülecek, doğa tahribatına sosyalist bir sistem içinde kurulacak doğayla uyum içinde üretimle son verilecektir ya da her yıl yenilerini yaşayacağımız yeni “yüzyıl doğal felaketleri” ile adım adım barbarlık içinde çöküşe yaklaşıla caktır. Alternatifler bunlardır. 16 Eylül 2005 ✓
yeni işçi dünyası
Migros’ta patronun dediği mi olacak, işçilerin dediği mi?
M
igros Türkiye’nin önde gelen perakende ticaret devlerinden birisi. Sahibi Türkiye’nin en büyük sömürücülerin den olan Koç Holding, yani Türk pat ron. Migros işçileri (Gima ile birlikte) mücadele ile sendikalaşma haklarını perakende ticaret sektöründe ilk ka bul ettirenlerin başında geliyor. Hatta Migros işçileri patron Koç’a karşı 12 Eylül faşizmi ertesinde perakende tica ret sektöründe en uzun grevi yaparak sendikalaşma hakkına sahip çıkmış, en zorlu dönemde bu hakkını koru muş ve yeni haklar almasını bilmiş bir işçi kitlesi. Migros işçilerinin bu müca deleci geleneğinin doğal bir sonucu da çalışanların çoğunluğunun sendikalı olmasıdır. Bu durum önemli bir kazanım ve önemli bir dayanak noktasıdır. Fakat Migros işçisinin hem mücadeleci hem de sendikal açıdan örgütçü geleneği ne yazık ki daha ileriye götürülmemiş, iş çiler için yeni ve daha ileri kazanımlar elde etmek amacı ile bir dayanak nok tası yapılmamıştır. Örneğin işçilerin sendikal örgütlü lüğü, Migros’ta yetkili olan Tez-Koopİş Sendikası tarafından özünde aidat
ödeyen üyeye indirgenmiş, sendika yönetimi “işveren” ile arasını fazla aç mamak ve bozmamak için her toplu sözleşme görüşmesinde başından en geri ücret ve hak talepleri ile masaya oturmuştur. Örneğin daha önceki imzalanan toplu sözleşmede Tez-Koop-İş Sendi kası, çok uzun yıllardır çalışanların çoğunluğunun örgütlü olduğu böyle bir işyerinde işçileri asgari ücrete mah kum eden anlaşmaya imza atmıştır.
2005 TOPLU SÖZLEŞME SÜRECİ
Migros işçileri greve hazır!
M
igros Türk T.A.Ş. ile Tez-Koop-İş arasındaki 1 Mayıs 2005 tarihinde başlayan toplu sözleşme görüşmeleri ücret zammı, part-time işçilerin verilmeyen, gaspedilen sosyal hakları, çalışma düzeni ve işverenin performans primi dayatması konularında uyuş mazlıkla sonuçlanmıştır. 19 Temmuz 2005’te uyuşmazlık zaptı tutulmuş, girilen arabulucu evresinden de bir sonuç çıkmamıştır. Daha önceki toplu sözleşmelerde ekonomik krizi ve işverenin rekabet şartlarını öne sürerek kazanıl mış haklardan taviz veren, işçileri asgari ücretle yaşamayla başbaşa bırakan Tez-Koop-İş genel ve şube yönetimleri şu anda da grev kararı almamakta ve gereğini yapmamakta dır. Varlık nedeni üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını insanca yaşayacak seviyeye çıkarmak ve sınıf hareketinin sermaye karşısında daha ileri gitmesi için mücadele etmek olan sendika yönetimi işverenin anlaşmaz tutumu karşı sında “GREV”i neden ağzına almamakta ve grevi bir si lah olarak kullanmamaktadır? Bunu yapmaması için ya işçilerin grev yapmak istememesi lazım ya da sendikanın varlık nedenini işçiler olarak değil sermaye olarak görmesi gereklidir. Sözleşme sürecinde yapılan temsilci toplantılarında sen
dika yöneticileri grevi ağzına almazken greve gitmekten bahseden ve bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapalım diyen temsilciler ve Migros’a bağlı işyerlerinde çalışan biz işçiler bunu defalarca söyledik. Ama Tez-Koop-İş’in bu tu tumu sendikanın işveren için var olduğunu akla getiriyor. Sermayenin asgari ücreti dahi yüksek bulduğu ve asgari ücretin düşürülmesi için hükümetle saldırı hazırlıklarına giriştiği bu dönemde Tez-Koop-İş yönetimi işbirlikçi, uz laşmacı tutumlarında öyle bir noktaya varmıştır ki; ken dilerini kurtarmak için efendilerinden üç beş kuruş dahi fazla alamamaktadır. Ve bu öyle bir noktadadır ki; Migros işvereninin işçileri daha az ücretle daha fazla çalıştırma isteklerini (performans) “siz üç beş kuruş verirseniz bunu da kabul ederiz, siz ne istediniz de biz yapmadık” dercesi nedir. Biz Migros işçileri uzun bir mücadele de gerektirse bu sendika ağalarını ve onların zihniyetlerini yenecek ve birliğimizi güçlendireceğiz! Biz Migros işçileri greve hazırız!!! Kahrolsun teslimiyetçiler!!! İstanbul’dan Tez-Koop-İş üyesi Migros işçileri ✓
Migros işçileri, genelde çok uzun yıllar dır çalışanlar da dahil olmak üzere, al dıkları ücretlerle en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamamaktadırlar. Ücretler çoğu kez ya asgari ücret düzeyinde ya da biraz üstündedir. Enflasyon oran ları gözönünde bulundurulduğunda gerçekte Migros işçileri son yıllarda önemli reel ücret düşüşü yaşamışlar dır. Fakat Migros patronu her yıl hem cirosunu hem de kârını hızla artırmak tadır. Sermayedar Koç Migros işçisinin sömürüsünü de artırarak zenginliğine zenginlik katmaktadır. Ama sahip ol duğu zenginlik, işçilerden yürüttüğü kârlar yetmemekte; daha fazla kâr, daha fazla zenginlik birikimi istemek tedir. Bu yüzden Migros patronu bu yılki toplu sözleşmelerde daha sert, daha yüzsüz taleplerle toplu sözleşme masasına oturmuştur. Bir başka önemli faktör ise, ülke mizde son yıllarda perakende ticaret sektöründe artan rekabettir. Alman Metro Group, İngiliz Tesco (Kipa ma ğazaları sahibi), Fransız Carrefour (Sabancı Holdingle ortak) gibi yabancı ticaret devlerinin yanısıra Gima gibi geleneksel yerli rakipler arasında kıya sıya bir rekabet çatışması yaşanmakta ve artarak devam etmektedir. Piyasaya BİM gibi kısa dönemde ortaya çıkan ve hızla büyüyen yeni yerli rakiplerin çık ması bu rekabeti daha da kızıştırmış tır. Amerikan Walmart gibi dünyanın en büyük ticaret devinin de Türkiye pa zarına girmesi de beklenmelidir. Migros patronları giderek artan ve şiddetlenen rekabet ortamında başarılı olmanın ve galipler arasında yer alma nın temel kıstasının daha faz kâr, daha fazla sömürü olduğunu, şimdiki ve yakın dönemde piyasaya girecek rakip lerinden daha avantajlı bir konumda olmaları gerektiğini çok iyi bilmek
yeni işçi dünyası tedirler. Bu yüzden Migros patronu 2005 toplu sözleşme görüşmelerine daha sert, daha yüzsüz taleplerle otur muştur. Yerli ve yabancı büyük ticaret devle rinin Türkiye pazarında da artan reka betlerinin kaçınılmaz bir sonucu ise, tüm toptan ve ticaret sektöründe hızlı bir tekelleşmenin yaşanması, gelenek sel ve küçük dükkân, küçük çarşı, kü çük yerel pazar üzerine oturan şimdiye kadarki ticaret sektörünün giderek çok hızlı bir biçimde çok az sayıda birkaç büyük yerli ve yabancı ticaret impara torluğunun kontrolü ve denetimi al tına alınmasıdır. Büyük ve orta büyük lükteki kentlerle, önemli turizm mer kezlerindeki perakende ticareti zaten şimdiden önemli ölçüde bu devlerin kontrolüne geçmiştir. Bu ticaret dev leri sektörde kurdukları ve hızla inşa ettikleri etki ve egemenliklerini işçiler üzerinde de daha sıkı bir biçimde pe
kiştirmek amacındadırlar. Bu nedenle çalışanların sendikalaşma hakkı, sen dikaların yetkili olması eldeki tüm araçlar kullanılarak engellenmekte; çalışanların örgütlü oldukları, sendi kaların yetkili oldukları şirketlerde ise ya sendikanın yetkisi düşürülmeye, iş çiler sendikasızlaştırılmaya, ya da bu amaca erişilemediğinde sendikaların etkisi en aza indirilmeye çalışılmakta dır. Bu nedenle Migros patronu 2005 toplu sözleşme sürecinde daha sert, daha yüzsüz taleplerle Tez-Koop-İş Sendikasının karşısına oturmuştur. Patronların giderek artan bir bi çimde kullandığı araçlardan birisi de yetkili sendikalar içerisindeki etkili sendika yöneticilerini satın alma yön temidir. Bunun somut bir örneği yine Tez-Koop-İş Sendikasının yetkili ol duğu Gima mağazalarında yaşanmış tır. Tez-Koop-İş Sendikası İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı Gürsel Doğru’nun
Gima patronundan taşeron firmalar aracılığı ile iş aldığı ve ortaklaşa patron luk yaptıkları, daha çok değil 2004 so nunda belgeleri ile ortaya konmuştur. Buna rağmen bu taşeron sendika şube başkanı genel merkez ve şube yönetici leri tarafından görevde tutulmakta ve korunmaktadır. Bu bir sendika yöneti minin açıkça işçilere ihanet edenlere, patronlarla sömürü ilişkisi içine giren lere ve böylelerinin satın alınmasına sa hip çıkması ve desteklemesi demektir. Aynı dönemde Tez-Koop-İş Sendi kası içerisinde mücadeleci kanat ile uzlaşmacı taraf arasında bir mücadele yaşandı. Genel Merkez yönetiminde ve azınlık olan ve sendika içerisinde de azınlık durumda olan mücadeleci kanat tümüyle sendikadan tasfiye edil meye çalışıldı, çalışılıyor. Taşeron şube yöneticisi sözkonusu ol duğunda işi sessizliğe boğarak taşeron sendikacıya sahip çıkan Tez-Koop-İş
Genel Merkezi, mücadeleci şube yöne timleri ve yöneticileri olduğunda tasfiye etmeye kadar “çok ilkeli” davranmıştır. Genel Merkezin mücadeleci kanadı tas fiye etmeye çalışması ve en açık sınıf iş birlikçisi kendi taraftarlarını korumaya almasını tabii ki sektördeki patronlar da yakından takip etmekte, sendikaya ve onunla yapacakları toplu sözleşme görüşmelerinde hesaba katmaktadır lar. Onlar şunu çok iyi bilmektedirler ki, bir sendika içerisinde, özellikle yö netiminde mücadeleci şube ve yönetici sayısı ne kadar az olursa toplu sözleşme lerde kendi taleplerini geçirme imkânı o kadar artar. Bu nedenle Migros patronu 2005 toplu sözleşme sürecinde masaya daha sert ve daha yüzsüz taleplerle otur muşlardır. Tez-Koop-İş Sendikası yönetiminin açık uzlaşmacı ve mücadeleden kaçan anlayışı Genel Sekreter Hüseyin Ha murcu’nun açıklamaları ile bir kez
Aşağıda bize e-posta ile ulaşan bir haberi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. YDİ Çağrı
Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !
T
ez-Koop-İş Sendikasının Migros ve Şok perakende satış mağazalarında çalışan 6 bin üyesi adına, toplam 416 satış mağazasında, grev kararı almasına karşı, Migros işvereni de bütün bu işyerlerini kapsamak üzere lokavt kararı almıştır. İşçi sendikasının grev kararına karşı işverenin lokavt kararı alması 2822 sayılı yasada işverenlere tanın mış bir anti demokratik “hak”tır. Çalışma ve ücret koşullarını iyileş tirmek isteyen, bu istekleri yerine getirilmediği için grev kararı alan işçilere lokavt kararı ile yanıt veren işveren, “Siz işçiler olarak grev ya parsanız; ben de işveren olarak iş yerini ya da işyerlerini kapatırım.” tehdidinde bulunmaktadır. İşçileri, insanlık dışı, çağdışı bir tehditle korkutmaya çalışmaktadır. Migros T.A.Ş’de bu insanlık dışı tehdidi kim yapmaktadır? Yabancı sermaye ile kurduğu ortaklıklarla neredeyse Türkiye’yi satın almaya kalkışan KOÇ Holding yapmakta dır. Migros ve Şok mağazalarında çalışan işçilerin sırtından elde et tiği karlarla TANSAŞ’ı da satın alan ve Türkiye’nin en büyük perakende satış zincirini oluşturan Migros işve reni, bütün bu mağazalarda çalışan ve asgari ücret + prim vahşetine da yalı bir ücret sistemine mahkum ol mamak için direnen ve de grev kararı
alan işçileri, lokavt uygulamakla tehdit etmektedir. Türkiye’nin en büyük hol dinginin en büyük şirketlerinden olan Migros, lafa gelince en çağdaşlık yan lısı söylemlerle ortaya çıkmakta ve Koç Grubu olarak AB’deki hak ve özgür lüklerden yana olduklarını ileri sür mektedirler. Gerçekte ise; tam tersini yapmaktadırlar. 10-15 yıl kıdemi olan ve full-time çalışan ve de ayda 400450 YTL sefalet ücretine razı olmayan işçileri lokavtla korkutmaya ve açlık ücretine razı etmeye çalışmaktadırlar. Part-time işçilerin ise yasal haklarını dahi gasp etmeye devam etmektedirler. Onlara sorarsanız; hemen her işletme lerinde işçilerin sendikalı olduklarını, sendikalılaşmaya karşı olmadıklarını söylerler. Ancak; tek ve değişmez şartları var dır: Sendika yönetimi onların güdü münde olacak. Sendika yönetimi ile “bir aile gibi” olacaklar, fakat ailenin reisi holding yönetimi olacak. Koç Holding şimdi, bu aile reisi ro lüne soyunmuştur. “Aile”nin fertlerin den bir kaçını oluşturan işbirlikçi ve teslimiyetçi sendikacılarla paslaşarak; bu “kutsal aile”ye isyan eden 6 bin iş çiyi yıldırmaya ve teslim almaya çalış maktadır. İşte bu nedenle biz diyoruz ki; Koç Holdinge bağlı Migros işvereni lo kavt ilan etmekle BLÖF yapmaktadır. Migros’larda ve Şok’larda lokavt uygu lanamaz.
Her gün için milyonlarca YTL nakit girişi sağlayan bu mağazaların bir gün dahi kapalı kalmasının işverene mali yeti çok ağır olacağı gibi, müşterilerin diğer marketlere yönelmesi daha da ağır bir darbe olacaktır. Ayrıca Migros işvereni lokavt teh didi ile, yani mağazaları kapatmakla kimi korkutuyor ya da kandırıyor. Sen Migros işvereni olarak mağazalarını kapatırsan, diğer büyük market zin cirleri de yeni mağazalar açarlar ve senin boşalttığın alanı fazlasıyla dol dururlar. Market işçileri de; “Bizim, Migros’lardan başka yerde çalışmamız yasak değildir ve yeni açılacak mar ketlerde çalışmamıza da bir engel bu lunmamaktadır.” diyerek, yeni açıla cak marketlerde çalışırlar. Dolayısıyla bu boşuna yapılan, sahte bir tehdittir. Özcesi: Sen kapatırsan, başkaları açar. Sen de Migros olarak bitersin! Ancak, Migros işvereni şunu da ak lından çıkarmasın ki; Migros işçileri yalnız değildir. Her şeyden önce 51 yıldır hizmet ettikleri müşteriler Migros işçilerinin yanındadır. Bütün sendikal ve demokratik örgütler işçile rin yanındadır. İşveren “kutsal aile”nin içinde yer alan işbirlikçi ve teslimiyetçi kimi sözde sendikacılara ve onların verdik leri sahte sözlere güveniyorsa aldanı yordur. Onların geçmişte verdikleri sözlerin, önce anlaşma tutanaklarına sonra da sahte grev kararlarına attık
ları imzaların ne denli sahte oldu ğunu da görmesine rağmen; bu sah tekarlara güvenerek, dayatmalarını sürdürdüğü takdirde; önümüzdeki günlerde “müşteriler”, 3 M mağa zalarda “kasa kilitleme” eylemlerini başlatacak ve bu mağazalar greve ge rek kalmaksızın işletilemez duruma getirilecektir. Migros işvereni, bu işbirlikçi, teslimiyetçilere dönüp “Siz bana ne söz verdiniz, ne yapıyorsu nuz?” diye sorduğunda; Sadık Özben, “Ben başlatmadım. İşçiler başlattı. Ben korkumdan karşı koyamadım. Ne olur beni affedin.” diyecektir. Türkiye’nin en büyük iktisadi iş letmelerini almaya başlayan, yurt içinde ve dışında hızla büyüyen ve bunu da çalıştırdığı işçilerin sırtın dan kazanan Koç Holding, Migros ve Şok işçilerinin haklı taleplerini kabul etmeli, greve gerek kalmadan anlaşma yolunu seçmelidir. Geçmişte yaşanan 134 günlük grevin nelere mal olduğunu hatırlayarak, işçileri asgari ücret + prim kıskacına mah kum etmek ve yasal haklarını gasp etmeye devam etmek sevdasından vazgeçmelidir. Migros işçilerinin talepleri, haklı taleplerdir. Yasal ve insani talepler dir. Bu taleplere karşı insanlık dışı tavırlar sergilemenin hiçbir anlamı yoktur. Levent Koç ✓
yeni işçi dünyası daha görülmektedir. Hamurcu, “işverenin enflasyon ora nında zam ve yüzde 1-2 oranında iyi leştirme teklif ettiğini, kendilerinin ise 120 milyon seyyanen zam istedik lerini” belirtiyor. (Alıntılar Evrensel, 2 Eylül 2005’den…) Yine Genel Sek reter Hamurcu, “performans primi uygulamasına karşı olmadıklarını da belirtiyor, ancak önce ücretlere birinci yıl 120 milyon seyyanen artış yapılma sını, ikinci yılda yüzde 5 zam talep et tiklerini” de ekleyerek taleplerini biraz daha açıyor. Aslında H. Hamurcu’nun söyledikle rinden çıkan sonuç şudur: — İşverenin en temel ve en önde da yattığı performans zammı konusunda sendika yönetimi baştan boyun eğmiş tir. İşverenin bu talebi kabul edilmiştir. — Ücret zammı konusunda da önemli bir farklılık yoktur. Patron % 1-2 demekte, sendika yönetimi de % 5 demektedir. Bu ikisi arasındaki fark aylık düzeyde bir günlük bakkal parası düzeyinde bile değildir. — Tek önemli fark birinci yıl için is tenen 120 milyonluk seyyanen artıştır. Bu konuda da sendikanın baştan açık uzlaşmacı tavrı ile –istediğini kabul ettirmesi imkânsız olmasa bile– pek mümkün değildir ve bu konuda da as lında Tez-Koop-İş yönetimi uzlaşma aramaktadır.
lerinin zararına, Migros patronunun yararına olacaktır. İşçilerin taleplerini patrona kabul ettirmesinin biricik yolu doğrudan mü cadeleye atılmak, yani grev silahını kul lanmayı diretmek olmalıdır.
İşçiler sendika yönetiminin kapalı kapılar arkasında Migros patronu ile yaptığı anlaşma yöntemine karşı varı lan uzlaşma hakkında işyerinde refe randum yapılmasını dayatmaları ge reklidir.
Bu yönde mücadeleci bir çabanın ürünü olarak Tez-Koop-İş İstanbul 2 No’lu Şube’nin konu ile ilgili savunduğu görüşleri dikkate almak gereklidir. 15 Eylül 2005 ✓
Koç Holding’e Tüpraş hediyesi…
GREVE HAZIRLIK YAPILIYOR MU?
Başından patronla, onun kabul edebile ceğini tahmin ettiği düzeyde uzlaşma talepleri ile gelmek aslında işverene inisiyatifi terketmek, onun belirlediği sınırlar içerisinde hareket etmektir. Bu toplu sözleşme görüşmelerinde Migros patronu inisiyatifli davranmış ve sendi kanın önüne kendi taleplerini koymuş tur. Savunma durumunda olan ve kö şeye sıkışan sendika yönetimidir. Aynı sınıf uzlaşmacılığı nedeni ile sendika yönetimi Migros işyerlerinde daha toplu sözleşme görüşmeleri başla madan önce olası bir grev yönünde hiç bir ciddi hazırlık yapmamış, görüşme lerin tıkandığı aşamaya kadar da bu yöndeki pasifliğini sürdürmüştür. Patr onun sendika yönetiminin sunduğu çok geri talepleri bile kabul etmemesi ve kendi taleplerini dayatması sonu cunda, prosedürün bir sonucu olarak grev yapma zorunluluğu gündeme gir miştir. Gelinen yerde Tez-Koop-İş yönetimi işçileri greve çıkarmamak, patronla bu düzeyde bir uzlaşmazlığa girmemek için elinden gelen her çabayı göstere cek ve görüşmelerde bir uzlaşma zemi nini zorlayacaktır. Bu zemin her durumda Migros işçi
İ
kinci Tüpraş ihalesi bitirildi ve Tüpraş’ın % 51 hissesi 4,14 milyar dolara Koç Holding-Shell ortaklı ğına satıldı. İhaleye girenler içerisinde bu hediyenin kendisine düşmemesine kızanlar bozulsalar bile, sermaye devle tinin ve onun bugünkü AKP hüküme tinin sermayeye hediye dağıtma konu sundaki kararlılığına çok sevindiler, medyada olayı bir bayram havasında kutladılar. Açıklanan rakamlara göre 4,14 mil yar dolara gerçekleşen ihale rakamı boyalı basına göre umulandan da daha iyi bir rakam olmuştur. Hatırlanacağı gibi ilk yapılan ihalede Tüpraş Zorlu Holding’in içinde bulunduğu Eframof grubuna 1 milyar 302 milyon dolara hediye edilmek isteniyordu. O zaman da sermaye medyası ikinci gerçekleşen ihaleden çok daha düşük bir rakamla yapılmak istenen hediyenin “iyi bir fiyat” olduğunu vaaz ediyor, ihaleye karşı mücadele eden işçileri, en başta Tüpraş’ta yetkili olan Petrol-İş Sendi kası’nı ihalenin iptal edilmesi çabala rından geri çevirmeye çalışıyordu.
İşçilerin ve Petrol-İş Sendikası’nın çabaları ile çok daha ucuza gidecek hediyeyi kamuoyuna yutturma çaba larını sermaye medyası şimdi unuttur maya çalışıyor ve şimdiki fiyatın çok uygun olduğu yalanlarını vaaz ediyor. Hükümet çevreleri aynı yüzsüzlüğe sahip çıkıyorlar. Peki ama Tüpraş’ta çalışanlar başta olmak üzere mücadele etmeselerdi, Petrol-İş Sendikası iha lenin iptali için Yargıtay’a başvurup yürütmeyi durdurma kararı çıkarma saydı sermaye basını ve sermaye hükü meti bugünkü fiyattan çok düşük bir rakamla Tüpraş’ın satışını bir oldubittiye getirip bitirmeyecek miydi? En basit hukuk kuralları çerçevesinde bile bu yapılanın siyasi ve hukuki sorumlu luğu olmayacak mıdır? Aslında sermayenin kendi sınıf çı karları açısından savunduğu ve yaptığı tamamen doğru ve mantıklı: “Madem bu düzen sermaye düzeni, madem bu devlet ve onun hükümeti benim çıkar larımın savunucusu o zaman benim çıkarlarıma en uygun ne ise onu yap malıdır!” diyor. Bu yüzden de özelleş
tirmede özel sermayenin çıkarlarına en uygun olan uygulamanın yapılma sını, devletin mülkiyeti altındaki mal ve mülklerin özel sermayeye hızla he diye olarak dağıtılmasını istiyor. Sermaye devleti ve onun bugünkü hükümeti buna uygun davranıyor. Şimdiden bir dizi devlet malının sa tışı bitirildi. Satışı bitirilenlerin toplam değeri 1 milyar 348 milyon 115 bin do lara ulaşmış durumda. İhalesi bitmiş ve onay bekleyen devlet işletmelerinin toplam değeri 16 milyar 894 milyon 891 milyon dolar. İhalesi bitmiş ve onay bekleyenlerin içerisinde Tüpraş dışında Türk Telekom, Hilton Oteli, Araç Muayene İstasyonaları, Mersin Limanı, Tekel İkiz Kuleler ve Atatürk Hava Limanı var. Bunlardan belki bir kısmının özelleştirilmesinde geçici problemler çıkabilir fakat yol ve amaç belli. Bu yönde sermaye ve onun dev leti yürümekte kararlı. Hiçbir hukuk kuralı, hiçbir yürütme zorluğu şu an için bu gidişin yönünü ters çeviremez. Bu gidişe dur diyecek güç sermaye hukukunda ve hukuk organlarında
yeni işçi dünyası değil, işçilerde, onların mücadelesinde bulunmaktadır.
İŞÇİLERİN KAZIĞA KARŞI MÜCADELESİ En başta Tüpraş işçileri olmak üzere, ihalesi tamamlanmış bir çok diğer işlet melerde çalışan işçiler özelleştirme ka rarlarına ve Tüpraş’ın yeniden ihaleye çıkartılmasına karşı çeşitli mücadele ler yürüttüler. İşçiler zaman zaman Tüpraş’ta işi durdurdular, birçok yerde çadırlar kurup “memleket nöbeti” tut tular, yürüyüşler yaptılar. Ankara’da olduğu gibi sendika şube platformundaki çeşitli sendikalara üye işçiler ve sendika yöneticileri Tüpraş iş çilerinin mücadelesine destek verdiler, dayanışma gösterdiler. Bu dayanışma ve destekler ne yazık ki çok sınırlı kaldı, geniş işçi kesimlerini kapsamadı, sendikalarda örgütlü işçilerin ortak bir eylem birliğine götürülmedi. İşçilerin ve sendikaların özelleştirme saldırısına karşı bir birliğinin, eylem cephesinin kurulamamasının en başta gelen sorumlusu Türk-İş ağalarıdır. İşçilerin ve özelleştirmeden en fazla etkilenen bazı sendika yönetimlerinin zorlaması ile birlikte Başkanlar Kuru lu’nu toplayan Türk-İş yönetimi “özel leştirmeyi bu boyutta kabul edemeyiz” türünden laflar edip, pratikte özelleş tirme mücadelesini lafla boğma yoluna girdiler ve bu yolda devam ediyorlar. Özelleştirme, özellikle Tüpraş özel leştirme mücadelesinde en büyük rolü oynayan sendika Petrol-İş Sendikası oldu. Petrol-İş yönetimi Tüpraş’ta işçi leri harekete geçirdi. Kimi yerde çadır kurma, yürüyüş ve mitingler yapma gibi eylemler düzenledi. Fakat Petrolİş’in eylemi de mücadelenin taleplerini karşılamaktan, ona uygun olmaktan çok uzaktı: — Özelleştirme mücadelesindeki en önemli yanlış mücadelenin içeriği ve temel talebi ile ilgilidir. İster Tüpraş’ta yetkili Petrol-İş Sendikası olsun isterse de genelde özelleştirmeye karşı tavır takınan sendikaların geneli açısından olsun mücadele var olan işletmelerin devlet mülkiyetinde kalması çerçeve sinde ve bu hedefle yürütülüyor. Bu tavır yanlış… Bu mücadele perspektifi özelleştirmeye karşı doğru bir mücade lenin önünü karartan bir anlayış. Bu devlet kimin devleti? Devlet malları hangi sınıfın çıkarları için kullanılı yor? Devlet işletmelerindeki işçiler ni telik olarak aynı kapitalist sömürü ve baskı yok mu? Bu devlet, her burjuva devlet gibi ser maye sınıfının devleti. Bu devlet tüm kurum ve kuruluşları ile sermaye sı nıfının çıkarlarını korumak, sermaye sınıfının ortak çıkarları için işçilerin
sömürülmesini örgütleyen ve yürüten bir devlet. Devlet işletmelerinde de işçi ile patron uzlaşmaz çelişkisi tümüyle ortada. Devlet işletmeleri ile özel işlet meler arasında bunlara hangi sınıfın elinde sömürü aracı oldukları bakımın dan hiç bir nitelik farkı yok. Nitelikleri aynı olanlar arasında nitelik farkı ya ratmak ve devlet işletmelerini “mille tin, halkın malı” ilan etmek tümüyle yanlış bir tavırdır. Özelleştirmeye karşı mücadele yanlış bir bilinçle yürütüldü, devlet malının “millet malı, halkın malı” olduğu “mil letin, halkın malının satılamayacağı” gibi sermaye devleti hakkında işçilerin bilinci köreltildi. İşçiler iki sömürücü arasında, “beni sömüren sermaye dev leti mi olmaya devam etsin yoksa özel kapitalist mi olsun” ikilemine sokuldu. Bu yüzden özelleştirmeye karşı müca dele var olanın savunusu temelinde sür dürüldü. Yapılması ve savunulması ge reken özelleştirmeye karşı çıkmak ama
aynı zamanda “ne devlet kapitalizmi ne ne özel kapitalizm” anlayışı olması gerekiyordu, gerekiyor. Bu çıkış noktası ile özelleştirmeye karşı çıkmak doğru ve gereklidir. Zira özelleştirme devlet işletmelerinde ça lışan işçiler başta gelmek üzere tüm işçi ve diğer emekçilerin durumunu, yaşam şartlarını hızla daha da kö tüleştirmeye yol açmaktadır. Özel leştirme işçiler üzerinde sermayenin bugün daha ağır bir boyunduruk kur masını sağlamaktadır. Bu perspektifle ve devlet işletmeleri üzerinde yanlış hayaller yaymadan, hedefi yanlış koy madan özelleştirmeye karşı güçlü bir mücadele hedefi örgütlenebilir. — Hükümetin Tüpraş’ı özelleştirme kararlılığı kesinlikle belli olmasına rağmen, birinci ihalenin yargıtaydan dönmesi üzerine işçilerin eylemliliği öne çıkartılacağına burjuva yargı or ganlarına güven taktiği temel alındı ve işçi eylemliliği bir yan unsur olarak
görüldü. — Bu nedenle hem Petrol-İş üyesi iş çilerinin hem de özelleştirmeden doğ rudan etkilenen diğer sendikalara üye işçiler başta olmak üzere en geniş işçi kesiminin özelleştirmelere karşı bir eylem cephesi kurulmasına özel bir önem verilip uğraşılmadı. Bunun ye rine olmayacak işle uğraşılıp Türk-İş yönetimi özelleştirmeye karşı mücade leye çekilmeye zorlandı. Sermayenin özelleştirme saldırısının hızı devam edecek. Şimdi sırada Erde mir işletmelerinin ihalesi var. Eğer şim diye kadarki işçi ve sendika mücadelesi nin eksiklik ve hatalarından arınılırsa bundan sonraki mücadelenin daha ba şarılı olmasının şansı ancak o zaman artabilir. Sorun bu imkânın gerçekten kulla nılmasına bağlıdır. Eylül 2005 ✓
Son dönemde yapılan özelleştirmeler Kamu Sektörü Satılan Şirket
Alan Şirket
Satış Değeri - Durumu
Türk-Telekom Saudi Oger (Lübnan) Atatürk Hava Limanı İşletmesi Tepe-Akfen Venture (Türk.-Avus.) Mersin Limanı Akfen - PSA (Türkiye-Singapur) Tüpraş Koç Holding - Shell (Türk. - İng./Hol.) Seydişehir Alüminyum Cengiz İnşaat (Türkiye) Petkim Halka arz (Türkiye) İstanbul Hilton Ortadoğu Otomotiv (Türkiye) Tekel İkiz Kuleler TOBB (Türkiye) Kuşadası Tatil Köyü Boğaziçi Yatırım Holding (Türkiye) THY’deki KTHY payı Ada Havacılık (KKTC)
6 milyar 550 milyon dolar (Satış için iptal davaları var) 3 milyar dolar (15.5 yıllık işletme hakkı devri) 755 milyon dolar (36 yıllığına kiralandı) 4,14 milyar dolar 305 milyon dolar (Devir gerçekleşti KİGEM’in açtığı dava sürüyor) 267 milyon dolar 255.5 milyon dolar 100 milyon dolar 34.5 milyon dolar 33 milyon dolar
Özel Sektör Satılan Şirket
Satılan Pay
Alan Şirket
Satış Değeri
Garanti Bankası Yapı Kredi Bankası Dışbank Tansaş Türk Ekonomi Bank. (TEB) Gima ve Endi Havaş Swissotel Şekerbank
% 25.5 % 57.4 % 89.3 % 70.7 % 42.1 % 60 % 60 % 100 % 35.5
GE Consumer Finance (ABD) Koç / UniCredito (Türkiye-İtalya) Fortis Bank (Belçika) Koç Grubu - Migros Türk (Türkiye) BNP Paribas (Fransa) CarrefourSA (Türkiye-Fransa) TAV (Türkiye) Fiba Grubu Rabobank (Hollanda)
1 milyar 556 milyon dolar 1 milyar 427 milyon dolar 1 milyar 280 milyon dolar 387 milyon dolar 266.6 milyon dolar 132.8 milyon dolar 105 milyon dolar 100 milyon dolar 90 milyon dolar
yeni işçi dünyası
SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor
S
10
E R N A- S E R A L F a b r i k a s ı , İstanbul- Bostancı Oto Sanayi Bölgesinde kurulu penyelik kumaş üreten ve ürettiği kumaşın çoğunu ihraç eden 20 yıllık bir tekstil fabrikası. Grevin 4. gününde ziyaret ettiğimiz işçilerin ve İşyeri İşçi Temsilcisi Suzan GÜNDÜZ’ün (12 yıllık işçi) verdikleri bilgiye göre; fabrikada 20’ye yakını idari personel olmak üzere toplam 130 işçi çalışmaktadır. 1,5 yıldır yürüttükleri sendikal örgütlülük mücadelesinin neticesinde çoğu kadın olan işçilerden 72’si Türk- İş’e bağlı TEKSİF Sendikası’na üye olmuşlar. 2005’in Nisan ayında TİS görüşmeleri başlamış. TİS’in çoğu maddelerinde anlaşma sağlanmış fakat ücret zamlarında anlaşamamaları üzerine patron lokavt (toplu işten çıkarma) ilan etmiş ve bunun üzerine işçiler greve çıkmışlar. Suzan GÜNDÜZ, greve çıkmadan önce kendisiyle birlikte üç işçiyi işten atan patrona karşı fabrikanın önünde direnmiş ve içerde sendika üyesi işçi arkadaşlarının 4 günlük direnmeleri sonucu patron kendilerini tekrar işe almak zorunda kalmış. Greve böyle bir kazanımın moraliyle başlamışlar. Talepleri arasında lokavtın kaldırılması, ücretlerin yükseltilmesi, ikramiye sayısının arttırılması, sürekli mesai yapmanın kaldırılması, izin sürelerinin arttırılması v.b. var. İşçilerin en kıdemlisi 15, en kıdemsizi ise 3 yıllıkmış. İşçilerin anlatımına göre bu işyerinde, yıllardır düşük ücretle (ayda 350- 450 milyon arası) çocuk ve sigortasız işçi çalıştırılmaktadır; işçiler haftalarca 2- 3 saat masalar üzerinde uyunan uykularla çalıştırılmaktadır, kadın işçiler -erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen- erkeklere göre %30 düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Cinsel tacizlere ve benzeri saldırılara kadar ücretli kölelik düzeninin her türlü barbarlığının en katmerli şekilde yaşandığı bu işyerine hiçbir devlet görevlisi gelmemiş, oysa şu an hak aramaya çıktıklarında köpekli çevik kuvvet polislerince etrafları sarılmış. Görüşmeyi yaptığımız sırada yüzlerce çevik kuvvet polisi fabrikanın önünden geçen caddenin karşı kaldırımına küçük bir grev çadırı açtırmamak için uğraşıyordu.
Grevin 8. gününde ikinci kez ziyaret ettiğimiz işçilerin ilk günkünden daha büyük bir kararlılık ve coşku içinde grevi sürdürdüklerini gördük. Gittiğimiz saatlerde greve çıkacak MİGROS işçilerinden bir grup işçi de grev ziyaretine gelmişlerdi. Ziyaretçileri “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganıyla karşılayan iş-
çalıştıklarını, greve çıktıktan sonra da tüm ailelerin beklenilenden daha güçlü ve kararlı bir şekilde kendilerini desteklediklerini söylediler. Grevci işçilerin yarıdan fazlası kadın. Grevci kadın işçilerden Fadime DUMAN (8 yıllık işçi) erkek işçi arkadaşıyla aynı tezgahta aynı işi yap-
çiler, saatlerce süren sohbetlerde sendikalarda hakları için örgütlenmemiş işçilerin bırakın insan onuruna yaraşır çalışma koşullarına sahip olmayı insan yerine konulmadığını yaşadıkları somut canlı örneklerle anlattılar. Örgütlenme aşamasında kendilerine ailelerin pek desteği olmadığını belirten işçiler, greve çıkmadan önce aileleri tek tek ziyaret edip ikna etmeye
masına rağmen, erkek işçi 400 milyon alırken kendisinin 370 milyon aldığını ifade ederek, eşit işe eşit ücret ödenmediğinden, kadın ücretlerinin düşük olduğundan bahsetti. Sendikalaşmadan önce işyerinde patronlar ve şefler tarafından cinsel tacize uğradıklarını, bilinçl enip sendikada örgütlendikten sonra hiçbir patron veya şefin böyle davranışlarda
bulunamadıklarını belirtti. Grevci kadın olarak fabrikanın önünde grev gömlekleriyle erkek işçi arkadaşlarıyla omuz omuza direnmeyi ilk başlarda bazı ailelerin sıcak karşılamadığını; grup halinde ev ziyaretlerinde anlatımların ve grev yerine ailelerin bizzat gelerek aynı amaç etrafında birleşmiş kavga dostluğunun nasıl içten, güvenilir ve samimi bir dostluk ve iyi bir ortam olduğunu görerek ikna olduklarını söyledi Çevre fabrikalara bildiri dağıttıklarını, çevre fabrikalardaki işçilerden az da olsa dayanışma ve destek gördüklerini fakat bunun istenildiği düzeyde olmadığını, bunun nedenlerinden birinin grevde olduklarının henüz kamuoyunda yeterince duyurulamadığını, önümüzdeki günlerde destek talep eden geniş tanıtım kampanyaları yürüteceklerini söylediler. SERNA işçilerini grevlerinin 17. gününde (2 Ekim) ziyaret ettiğimizde artık grev çadırları yoktu. İşçilerin grev çadırı patron-devlet işbirliği ile, çevik kuvvet güçleri tarafından işçilerin az sayıda bulunmaları nedeniyle bir geceyarısı operasyonuyla - işçiler buna “Şafak Operasyonu” diyorlar - dağıtılmış. Aynı zamanda direnişin sembolü de olan çadırdan yoksun kalan işçiler ziyaret ettiğimiz gün yağmurun altında nöbet tutuyor ve yemeklerini yerde taşların üzerinde oturarak yağmur altında soğuk havada yiyorlardı. Öğlen yemeği sonrasında işçiler ve ziyaretçileri sloganlar ve alkışlar eşliğinde yürüyüş halinde kültürel etkinliğin düzenleneceği Tez-Koop-İş 2. Şube’nin toplantı salonuna gidildi. Burada düzenlenen ve coşkulu geçen şiirli, korolu ve tiyatrolu etkinliğe 100 kişilik bir katılım oldu. Tüm ziyaretçilerini, “Güle Güle Dostlar, Yine Bekleriz!” sloganları ve alkışlarla uğurlayan grevci işçi arkadaşlardan, candan ilgiye ve sohbete doymadan, başka zaman görüşmek üzere ayrıldık. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak tüm sınıf bilinçli işçileri ve duyarlı kamuoyunu son yıllarda pek fazla yaşanmayan grev mücadelelerinden biri olan SERNA- SERAL işçilerinin grevini ziyaret ederek dayanışmada bulunmaya ve desteklemeye çağırıyoruz. Eylül 2005 ✓
yeni işçi dünyası
Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme eylemine ara verdi
L
imanların özelleştirilmesine karşı 76 günden bu yana iş yerini terk etmeme eylemi sürdüren Mersin Limanı işçilerinin eylemine 26 Eylül 05 tarihinde Liman-İş Genel Merkezinde, Genel Mali Sekreter Önder Avcı’nın yaptığı basın açıklaması ile ara verildi. Av c ı y a p t ı ğ ı a ç ı k l a m a d a “Özelleştirme belası, emeği tehdit etmeye emekçileri işsiz ve örgütsüz bırakmaya, ülke değerlerini yabancı sermayeye peşkeş çekmeye devam ediyor” diyerek tepkisini dile getirdi. Konuşması sık sık “Vur vur inlesin, Erdoğan dinlesin”, “Limanları, Telekomu, Tüpraş’ı, Erdemir’i, THY’i sattırmayacağız” … sloganları ile kesilen Avcı, “Bir avuç yerli sermayedarın, uluslararası sermayenin komisyoncusu ve piyonu durumuna düştüğü, emek karşıtı pazarlamacıların söz sahibi olduğu bir ülkede yaşamak ve nefes al-
mak çok zorlaştı.” diyerek “vahametin” farkında olmayan sessiz çoğunluğun artık uyanması gerektiğini belirtti. 76 gün süren işyerini terk etmeme eylemlerinin, 24.08.2005 tarihinde Mersin İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı ile haklılığını pekiştirerek güçlendirdiğini, yargının bağımsızlığına ve üst mahkemenin de
aynı temelde karar alacağına inandıklarını belirten Avcı; kendilerini vatan bekçileri olarak gördüklerini, bugün bu talancıların da yarın Yüce Divan’da yargılanacaklarını söyledi. Konuşmasını “Mücadelemizin sonucunu alıncaya kadar, direnişimiz farklı yöntemlerle devam edecektir. KAZANMAK ZORUNDAYIZ!” diye-
rek bitirdi. Mersin Liman işçileri 76 gün kararlı bir biçimde mücadele yürüttü. Bu mücadelenin Mersin İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararında belli ölçüde etkili olduğu da söylenebilir. Şu unutulmamalıdır ki, bu ülkede yargının bağımsızlığından söz etmemek için çok neden vardır. Çok önemli kararlarda siyaset her zaman yargının önünde olmuş ve ona müdahale etmiştir. Kapitalist sistemin egemen olduğu ve belli ölçüde burjuva demokrasisinin işlediği ülkelerde dahi sisteme karşı gelişen önemli kararlara siyasiler yani sistemin savunucuları müdahale etmişlerdir. Bu ülkemizde daha fazla olmaktadır. Sorun sistemin kendisidir. Kapitalist sistemi yıkmadan bu beladan nihai olarak kurtulmak mümkün değildir. 26 Eylül 2005 Mersin’den bir YDİ Çağrı Okuru ✓
AKP hükümeti özelleştirme saldırılarında pervasızlığını sürdürüyor. Mersin limanının da özelleştirilmeye çalışılması nedeniyle liman işçileri 13 Temmuz 2005 tarihinden itibaren işyerini terk etmeyerek saldırılara karşı direnişe geçmişlerdi. Aşağıda geçen sayımızda yer nedeniyle yayınlayamadığımız ve henüz eyleme ara verilmediği bir dönemde Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile özelleştirme saldırıları ve direnişleri hakkında yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. YDİ Çağrı
YDİ Çağrı : Recep Bey bizlere gelişmeler hakkında bilgi verir misiniz? Bugüne nasıl gelindi? R. Özbey : 31.12.2004 tarihinde Özelleştirme Yüksek Kurulu tebliğinin 06.01.2005’te Resmi Gazetede yayınlanması ile birlikte Devlet Demir Yollarına ait 6 limanın 2005 yılında özelleştirme programına alınmasıyla başlayan süreç bugüne kadar devam ediyor. Bu nedenle 1 Şubat’ta 1 saatlik ve 3 Mart’ta 2 saatlik iş bırakma eylemi yaptık. 13 Temmuz 2005’ten itibaren ise işyerini terk etmeme eylemimiz başladı. İş yerini terk etmeme eylemi, son dönemlerde işçi ve emekçilerin kendilerine dayatılan özelleştirme saldırılarına karşı geliştirmiş olduğu farklı bir yöntem. İlk örneğini SEKA’da, ikinci örneğini Seydişehir’de gördük. Hem üretirken hem işyerini korumak, işyerine sahip çıkmak anlamına gelen pasif bir direniştir. 11 Ağustos 2005 tarihinde ise 3 vardiya yani 24 saat üretimden gelen gücün kullanılması, 12 Ağustos 2005 tarihinde Özelleştirme İdaresinin Mersin Limanının 36 yıllığına işletme hakkının devri yöntemiyle satılmasına
ilişkin pazarlığın yapılacağı günün öncesinde ciddi bir ihtardır. Bugüne kadar Liman-İş Sendikasının Özelleştirme sonucu uğramış olduğu bir yığın saldırı vardır. T. Denizcilik İşletmeleri Antalya, Trabzon, Hopa, Tekirdağ ve Giresun limanlarında, Liman-İş Sendikasının özelleştirme kararlarının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açmış olduğu davaların tamamında yargıdan olumlu kararlar çıkarmıştır. Buna rağmen o günkü ve daha sonraki siyasi erk yargı kararlarını hayata geçirmeyerek bu konuda sabıka işlemiştir. Ve büyük ihtimalle, 17 Ocak’ta Liman-İş Sendikası Genel Merkezinin Ankara İdare Mahkemesine açmış olduğu dava, 6 Temmuz’da ise Mersin İdare Mahkemesine bizim açmış olduğumuz davaların da neticesi lehimize çıkacaktır. Dolayısıyla net olarak ifade ediyoruz; AKP Hükümetine yargı kararlarını uygulamama şansını tanıyamayacağız Mersin Limanında. YDİ Çağrı : Peki işyerini terk etmeme ve bir günlük iş bırakma eyleminizde gördüğünüz destek ne durumda,
yeterli mi? Bu konuda sıkıntılarınız oluyor mu? R. Özbey : Mersin’in demokratik yapısını göz önünde tuttuğumuzda belki diğer birçok il ve ilçeden farklı bir yapısı olduğunu görürüz. Çok değişik kültürlerin bir arada yaşadığı bir kent olması münasebetiyle bir araya geliş refleksi son derece gelişmiş. Demokratik kitle örgütlerinden, sendikalardan ve emeğin örgütlülüğüne sıcak bakan siyasi partilerden arzu edilen desteği aldığımız söylenebilir. Bu desteğin Mersin kamuoyundan başlayarak Türkiye kamuoyuna mal edilmesinde olağanüstü olumlu etkileri oldu. Bu anlamıyla destek veren tüm kurumlara sizin vasıtanızla teşekkür ediyoruz. Ancak en büyük sıkıntı sembolik olarak gerçekleştirilen ziyaretlerin mutlak surette tabana doğru yayılmasına daha fazla çaba harcanması, tabanın bu işe yeterince sahip çıkmasıdır. Mersin’den ve Mersin dışı bir çok emek kurumundan, siyasi partilerden destek aldığımızı söyleyebiliriz. Bir şekilde Liman işçisinin haklı ve onurlu mücadelesinin Mersin’den başlayarak
Türkiye kamuoyuna mal edilmesinde çok büyük katkıları olmuştur. Ama bunun mutlak surette kitlesel bir harekete dönüşmesi lazım. Lokal anlamda tek tek eylemlerin, dün SEKA işçisinin, SEYDİŞEHİR işçisinin, ERDEMİR’in, TELEKOM’un ve TEKEL işçisinin
11
yeni işçi dünyası haklı mücadeleleri yalnız bırakıldığında bunların maalesef boğulduğuna şahit olduk. Bugün Liman işçisinin yapmış olduğu bu mücadele, eğer özellikle emek kurumları başta olmak üzere toplumsal muhalefetin tüm dinamiklerini harekete geçiremezse başarı şansı maalesef çok düşüktür. A K P Hü k ü me t i n i n 3 K a s ı m 2002’den bu yana iktidarını şöyle bir gözden geçirdiğimizde belki de iktidar döneminin en zayıf günlerini yaşıyor. 17 Aralık’taki AB rüzgarı çoktan etkisini yitirdi. ABD ile münasebetler eskisinden çok daha kötü. Meclisin içerisinde veya dışında muhalefet partileri ağız birliği etmişçesine topyekün AKP’ye saldırıyor. Sadece işçinin değil, memurun, işsizin, esnafın, köylünün, çiftçinin, üreticinin kısacası emeği ile geçinen bütün halk kesimlerinin durumu dünden daha iyi değil. Çok ciddi anlamda toplumsal muhalefete ihtiyaç var ama maalesef bizim de üst kuruluşumuz olan TÜRK-İŞ başta olmak üzere emek kurumlarının bu anlamda üzerine düşeni yapmadıklarını çok rahat söyleyebiliriz. DİSK, ya da HAKİŞ için, ya da Memur Sendikaları için fazla bir şey söyleme hakkımız olmayabilir. Ancak özellikle üst kuruluşumuz olan TÜRK-İŞ için açık açık şunu söyleyebiliyoruz. Sayın genel başkanımız TÜRK-İŞ’ten bahsederken, genel başkanlığını yaptığı kurumdan bahsederken; “TÜRK-İŞ Türkiye’nin en büyük işçi teşekkülüdür” diyor. Ama büyüklük sadece üye sayısıyla büyük olmakta değil. Türkiye’nin bütün ekonomik, demokratik, sosyal ve kültürel sorunlarına ciddi anlamda çare bulmak, projeler üretmektir.
ganın içerisinde yer aldıklarını söyleyebiliriz. Özellikle Liman tel örgüleri içerisinde çalışan, Mersin limanından ekmek yiyen ve özelleştirme sonrası bizim kadar Mersin limanının dışına itilerek, açlığa ve sefalete sürüklenecek olan, nakliyecilerin, şoför arkadaşlarımızın, acente ya da mal sahibi mükellef olarak ifade ettiğimiz kesimler dışındaki bütün çalışan kesimlerin olaya bizden farklı bakmadığını görüyoruz ve ilk defa böylesine kitlesel bir gücü yakaladığımız söylenebilir. YDİ Çağrı : Özelleştirme karşısındaki talepleriniz neler, açıklayabilir misiniz? R. Özbey : Liman-İş Sendikası liman işçileri olarak, özelleştirmeye karşı duruşumuz kamusal alandaki sorunların, hatta verimsizliğin ve hantallığın olmadığı biçiminde anlaşılmasın. Bu tür sorunların olduğunu işçilik hayatımızda da, özellikle sendikacılık hayatımızda arkadaşlarımızla paylaşarak gördük. Kamusal alandan bahsettiğimizde, kamusal yararın ön planda tutularak, çalışanlar tarafından öncelikli olarak
ifade edilmesi ve bu şekilde hayata geçirilmesinde fayda var. Örnek aldığımız SEKA işçisinin 51 gün boyunca eylemini destekledik, yüreğimiz onlarla birlikte attı. Ancak 52. günden sonraki duruşlarına ve özellikle üst kuruluşumuz olan TÜRK-İŞ’in tutumuna, SEKA işçilerinin İzmit Büyükşehir Belediyesi’nde istihdam edilmesine karşı tepkimiz var. Basından İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin 4.5 milyar dolar gibi korkunç bir borcunun olduğunu öğrendik. 600’den fazla SEKA işçisinin hiç üretmeden İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne gönderilerek orada istihdam edilmesi, her ay 1 trilyonun üzerinde bir paranın İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin zarar hanesine yazılması anlamına geliyor. Bizim Mersin liman işçisi ve Liman-İş Sendikası olarak özelleştirmeye karşı çıkışımız sadece Mersin Limanında işçi olarak sahip olduğumuz hakların elimizden alınması değil. Burada çalışarak, üreterek, kazandırarak ve kazanarak sahip olduğumuz değerleri bu rada tekrar aynı şekilde devam ettirme inadımız olacaktır. Değilse; benzer hakların, yakın hakların bir başka
Taşeron işçisi iş bıraktı!...
YDİ Çağrı : Liman işçileri arasında kararlılık ne düzeyde ve işçilerin eylemlere katılımı nasıl?
12
R. Özbey : Liman-İş Sendikasına bağlı 7 şube içerisinde, Mersin Liman işçisinin ve Liman-İş Mersin şubesinin özel bir yeri vardır. İşçinin bir kesimine ya da tamamına uygulanmak istenen herhangi bir baskı ya da şiddet söz konusu olduğunda geçmişindeki o mücadeleci geleneğine uygun olarak direniş gösteriyor. İki gün önce yapmış olduğumuz 24 saatlik bir fiil işin durdurulmasında da katılım %100’dü. Bundan sonraki benzer eylemliliklerde de mutlak surette Mersin Liman işçisinin kendi meselesine sahip çıkması konusunda herhangi bir tereddüdümüz yok. Burada sadece Mersin Liman işçilerinden bahsetmemek gerekir. Mersin limanında çalışan memur arkadaşlarımızdan da aynı şekilde destek aldığımız, destek almanın ötesinde bu kav-
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi’nin park ve bahçelerin bakımı için anlaştığı taşeron Bostancı Şirketi’nde çalışan yaklaşık 300 işçi Ağustos ayından bu yana maaşlarını alamadıkları için geçtiğimiz Cuma günü iş bıraktılar. İş bırakan işçiler Konak’ta bulunan şirket merkezi önünde beş günden bu yana bekliyorlar. Eylemlerinin beşinci gününde ziyaret ettiğimiz işçiler; daha önce farklı bir taşeronda çalıştıklarını, bu süre zarfında herhangi bir sorun yaşamadıklarını, Ağustos ayında Taşeron Bostancı Şirketini’nin işleri devralmasının ardından bugüne dek herhangi bir ödemenin yapılmadığını, sigortalarının eksik gösterildiğini, yağmurlu havalarda çalışamadıklarında yevmiyelerinin kesildiğini söylediler. İşçilerle görüşürken eylemlerinin sonuç verdiğini ve bugün taşeronun ödemelere başladığını öğreniyoruz. İşçiler beşer beşer yukarıya çıkıp birikmiş maaşlarını alıyorlardı. Bu arada gelen işçi temsilcisi maaşını alan işçilerin şirketin önünden ayrılmamasını, son işçi maaşını alana kadar burada bekleyeceklerini hatırlatıyor ve işçiler de hep beraber bunu onaylıyorlar. Biz de bu esnada eylemci arkadaşlara başarılar diyerek yanlarından ayrılıyoruz. 27.09.2005, İzmir’den bir YDİ Çağrı okuru ✓
işyerinde ya da işletmede çalışmadan, üretmeden, kazandırmadan bu ülke ve bu ülke insanları için artı-değer yaratılmadan sunulması halinde dahi Liman işçisi valizini toplayıp Mersin Limanını terk edecek yapıya sahip bir işçi değildir. Burada tutunabilme konusunda sonuna kadar mücadele edeceğiz. Çünkü özelleştirmenin genel mantığı olan zarar eden kurumların rehabilite edilerek daha verimli hale getirilmeleri her ne kadar 20 yıldır bu ülkede anlatılıyorsa da Mersin Limanının zaten kâr eden bir kurum olduğunu burayı özelleştirmek isteyen insanlar dahi ifade ediyorlar. Biz burada zarar eden bir kurum değiliz. Demir Yollarının ise bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zarar ettiğini biliyoruz. Zarar eden bir kuruma sadece maaşlı bankamatik çalışanı olarak gitmek gibi bir düşüncemiz söz konusu olmayacaktır. Bizim amacımızın bu olduğunu da net olarak söylüyoruz. Sahip olduğumuz imkanlar özelleştirmeye karşı duruş için sebeplerimizden sadece bir tanesidir. YDİ Çağrı : Bundan sonraki süreç hakkında bilgi verir misiniz, ne tür eylemler yapmayı düşünüyorsunuz? R. Özbey : 12 Ağustos’ta Özelleştirme İdaresi Başkanlığı 3 teklifi değerlendirerek %60’ı yerli, %40’ı yabancı iki ortaklı bir şirkete Mersin Limanının 36 yıllığına işletme hakkının devri sözleşmesini imzaladı. Bundan sonra yasal süreç olarak Özelleştirme İdaresinin yapması gerekenler, özelleştirme kararını rekabet kurulundan geçirmek, Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından Bakanlar Kuruluna göndermek ve en son Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla Resmi Gazete’de yayınlatmak biçiminde bir prosedür olacak. Bunlar tabi kendi işlerini yapmış olacaklar. 32 gün boyunca söylediğimiz bir şey var. Hükümet, Maliye Bakanı, yerliyabancı sermaye, Özelleştirme İdaresi kendi işini yapıyor. Ancak burada önemli olan Mersin Liman işçilerinin, Mersin Liman-İş Sendikasının kendi işi olan bu konuda direnmek, sonuna kadar mücadele etmektir. Yapacağımız eylemler konusunda önümüzdeki günlerde Mersin Liman-İş Sendikasının kendi üyeleri içerisinde yapacağı değerlendirme büyük oranda belirleyici olacaktır. Bizden sonra özelleştirme ihalesine çıkacak olan İskenderun Limanı başta olmak üzere, diğer 6 limanımızın ve Genel Merkezimizin de bu konudaki önderlik rolü küçümsenmeden gelişmelere göre Liman işçisi tavır koyacaktır. 13.08.2005 ✓
yeni işçi dünyası
D
Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı
iya rba k ı r’ da ü ret i m i ni sürdüren A k y ı l Tekstil Fabrikası işçileri düzenli olarak alamadıkları ücretlerini al mak için iş bırakma eylemine gittiler. İşverenin baskılarına, rağmen istek leri kabul edilene kadar direnişlerini sürdürme kararlılığı gösteren işçiler, direnerek haklarını elde ettiler. Sözleşmeye göre: İşveren, işçilerin maaşlarından kalan alacaklarının ya rısını işbaşı yaptıklarında, diğer yarı sını ise Kurban Bayramı öncesinde ödeyecek. Fazla mesailer de Kurban
Bayramı’na kadar ödenecek. Eylem nedeniyle hiçbir işçi işten atılmayacak. Bundan böyle maaşlar düzenli olarak ödenecek. İşçilerin si gortaları yarım değil, tam yatırılacak. Bütün fabrika işçileri aynı haklardan yararlanacak. Akyıl Tekstil işçileri, kararlı tutum ve birlikte mücadelenin sonunda ne ler kazanacaklarının örneğini her kese kanıtladılar. Sırada anlaşmaya göre işverenin ne kadar sözünde du racağının takibinde... 30.09.2005 ✓
Günöz Tekstil Fabrikası işçileri haykırdı: “Sendika hakkımız, söke söke alırız!”
T
ekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde kurulu GÜNÖZ Tekstil fabri kasında çalışan 300 işçi, varo lan hakları gaspeden ve işçilere 12 saat çalışmaya karşılık asgari ücretten biraz fazla ödemeyi şart koşan bir sözleşme dayatma şeklindeki patronun saldırı larına karşı birleşerek 10 gün gibi kısa süre içinde önemli bir bölümü DİSK/ Tekstil Sendikası’nda örgütleniyorlar. Bunu duyan patron elebaşı olarak bil diği 26 işçiyi 25 Temmuz 2005 günü tazminatsız olarak işten attı.
Bunun üzerine DİSK/Tekstil Sendikası 27 Temmuz 2005 günü bu saldırıyı protesto eden ve patronu işçilerin Anayasal hakları olan sendikallaşma hakkına saygılı olmaya atılan işçilerin işe tekrar alınmadan görüş melere oturmayacağını belirten bir Basın Açıklaması yaptı.Sendikalaştıkları için iş ten atılan ve direnişte olan Çorlu’daki İleri Deri ile Birsin Deri fabrikalarındaki işçiler, Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası ve DİSK/ Birleşik Metal-İş Sendikalarının Çorlu Temsilciliklerinin destek verdiği açıklama 50’ye yakın kişinin katılımıyla Günöz
Tekstil Fabrikası’nın önünüde yapıldı. İş ten at ı la n 26 i ş ç i n i n Ba sı n Açıklaması sırasında coşkulu ve hiç dur madan; sık sık “Sendika Hakkımız Söke Söke alırız”,”İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Susma ,Susutukça sıra sana gelecek ”, “işte Sendika işte DİSK”, “Direne direne Kazanacağız” v.b. slo ganlarla oratalığı inlettiler. Vardiye değişimi olduğu sırada devam eden bu direngen tavıra içerde çalışan işçiler de alkışlarla destek veriyorlardı. Yarım saattan fazla süren bu açıkla maya patronun şikayeti üzerine gelen jandarmanın tahamülsüzlüğü “Hemen bitirin yoksa dağıtırız” şeklindeki tavır larında açık görülüyordu. Jandarmanın bu tavrı aynı zamanda devlet güçlerinin
Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor
G
eçen sayımızda da belirttiği miz gibi, Balıkesir’in Gönen il çesindeki deri işletmelerinde, işçilerin sendikal örgütlenme yapma larını bahane eden işverenler, bazı iş çileri işten atmışlardı. Bu işyerlerinde işçilerin sendikalaşma mücadeleleri devam ediyor. 500’den fazla işçinin sendika üyesi olduğu Gönen deri fabri kalarında, işverenlerin, işçilere yönelik yıldırma ve direnişi kırma girişimleri de devam ediyor. Ağustos ayının son günlerinde bir deri fabrikasının önünde meydana gelen olayda işveren korumaları ve dı şarıdan eylem kırıcı olarak tutulan sal dırganların müdahalesi sonucu iki işçi yaralandı. Aynı akşam deri işçilerinin yoğun olarak ikâmet ettiği mahallede de bir işçi silahla vurularak yaralandı. Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Musa Servi’nin ifadesine göre: “31 Ağus tos günü Çolakoğlu Deri Fabrikası’nın önünde bekleyen işçilere patronun ko
rumaları saldırdı. Bu saldırı sonucu bir işçi kafasından yaralanırken, bir diğer işçinin de kolu kırıldı. Burada yaşanan olayın ardından akşam saatlerinde işçilerin yoğun olarak oturduğu Kar şıyaka Mahallesi’nde Çolakoğlu Deri patronlarının kiraladıkları kişiler, dire nişteki işçilerden H. Kökçü’yü silahla vurdular. Saldırganların belirlendiğini ve gözaltına alınıp, daha sonra serbest bırakıldığını söyleyen Servi, yaralanan işçinin sağlık durumunun da iyi oldu ğunu ifade etti. Saldırıları protesto eden Gönen Orga nize Deri Sanayi Bölge işçilerinin 1 Ey lül’de bir günlük iş bırakma eylemi ger çekleştirdiğini söyleyen Servi, işveren lerle yaptıkları görüşmeler sonucunda ise, işten atılan işçilerin peyderpey işbaşı yapacaklarını bildirdi. Servi’nin ifadesine göre şimdilik 4 işyerinde yetki belgesi alındı. Gönen’deki saldırıları protesto için İstanbul Zeytinburnu’nda da bir basın
ne kadar “tarafsız” olduklarını göster diği gibi, bu durum işçileri Anayasal haklarını kullandıkları için işten atarak açlığa mahküm eden patronun Anayasa ve yasaları çiğnediği için devlet tarafın dan ödüllendirildiğinin de resmiydi. Devletin temel kurumu ordunun iç güvenlikten sorumlu olan jandarmaya göre işçilerin sendikalaşmasına izin ver meyen, işçileri işten atan patron kamu düzenini bozmuş olmuyordu! Onu bo zan, bu haksızlığı fabrikanın bahçe ka pısı dışında kamuoyuna bildiren 26 işçi ve dostları oluyordu. Patronlar ve dev letine sonsöz olarak bir halk deyimi ile yanıtımızı verelim: “Zülmünüz artsınki çabuk zeval bulasınız!” 30 Temmuz 2005 ✓
Bornova Belediyesi’nde eylem var
açıklaması yapıldı. Zeytinburnu’nda bu lunan Çolakoğlu Deri Mağazası önünde toplanan bazı sendika şube yöneticileri, adı geçen mağazadan çıkan kişilerce si lahlı saldırıya uğradı. Basın açıklaması yapmak isteyen sendikacılara saldıran lar işçilerce etkisiz duruma getirildi. Diğer yandan, Çorlu Deri Organize Sanayi Bölgesi’nde sendikalı oldukları için işten atılan Birsinler ve İleri Deri işçilerinin direniş çadırları yıkıldı. Ge lişmeleri değerlendiren Deri-İş Şube Başkanı Ali Bayram; “Polisin ve işve renlerin baskısı sonucu direnişteki deri işçileri potansiyel suçlu gibi göste rilmekte… Oysa amacımız bu işyerle rinde sendikanın kurumsallaşmasını sağlamaktır. Önümüzdeki en büyük engel işyerlerinde sigortasız ve kimlik siz işçilerin çalıştırılmasıdır. Bakanlığa bunun için şikayette bulunduk” diye ko nuştu.
ornova Belediyesi’inde çalışan temizlik işçileri çeşitli bahane lerle işlerinden atıldı. Yıllardır belediye bünyesinde temizlik işçiliği yapan işçiler, taşeron firmalara geçme dikleri ve sendikaya üye oldukları için işten atıldıklarını ifade ediyorlar. İşten atılmalarını protesto eden işçiler, İzmir Valiliği’nin verdiği üç aylık vize ile tek rar işbaşı yapmalarına rağmen bu süre tamamlanmadan Belediye yönetimi tarafından tekrar kapı dışarı edildiler. 12 Eylül’den beri Bornova Belediyesi önünde oturma eylemlerini sürdüren 250 işçinin amacı sadece işlerine geri dönebilmek. Gelinen aşamada işçiler tekrar işbaşı yapana kadar eylemlerini sürdürmekte kararlılıklarını dile getiriyorlar.
24.09.2005 ✓
28.09.2005 ✓
B
13
yeni işçi dünyası
İleri Deri Fabrikası işçileri direnmeye devam ediyor!
S
endikalaştıkları için işten atılan Çorlu (Tekirdağ) Deri Organize Sanayi’de bulunan İleri Deri işçileri; patronun ve devletin saldırılarına rağmen 8 aydır dişe diş direniyor. Geçtiğimiz ay arabasını fabrika önünde bekleyen direnişçi işçilerin üzerine sürerek iki işçinin yaralanmasına neden olan patronu karakola götürüp ifadesini dahi almayan polis, bu ay da bu saldırgan patronun “Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde çalışan tüm işçileri korkutuyorlar, bu teröristlerden işçiler korkup huzursuz oluyorlar, rahat çalışamıyorlar.” şeklindeki bir ihbarıyla, o an direniş çadırında bulunan 17 işçiyi gözaltına alıyor. Gözaltına alınan işçilerden 10’u 3-4 saat sonra bırakılıyor, diğer 7 kişi de TMŞ (Terörle Mücadele Şubesi) polislerince sorgulanıyor ve içerde zorunlu ihtiyaçları bile karşılanmadan 24 saat gözaltında tutuluyorlar. Gözaltında tutulan işçilerden Ali Bayram, Hasan Kılıç, Hasan Saka, Sevim Şener, Tekin Köz, Mürüvvet Coşkun ve Nuran Gülenç savcılığa çı-
karıldıktan sonra serbest bırakılmalarının ardından, bir gün önceden gelmiş olan Deri- İş Sendikası Genel Başkanı Yener Kaya ve Genel Başkan Yardımcısı Musa Servi ile Çorlu şehir merkezinde bir Basın Açıklamasıyla bu haksızlığı teşhir ederek İlçe Emniyet Müdürü ve kaymakamın hukuksuzluğunu ve patronlar yanlısı tutumunu kınadılar. Ayrıca hem sendika yetki davasını hem de işten attığı işçilerle ilgili işe iade davasını kaybetmiş olan İleri Deri patronundan aylardır kapı önünde masumca bekleyen işçilerin işe alınıp TİS görüşmelerine gelmesi istendi. İleri Deri ve Birsinler Deri fabrikalarının direnişteki işçilerin aileleriyle katıldığı bu Basın Açıklamasında “Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “İleri Deri İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” v.b. sloganlar coşkulu bir şekilde atıldı. Aynı anda işçilere yapılan bu saldırıyı kınayan ikinci bir Basın Açıklaması da ÇORLU EMEK VE DEMOKRASİ PLATFORMU (bu platformun kimler-
Çukurova köylüsü isyan ediyor!
C
eyhan Ziraat Odası tarafından 16.09.2005 tarihinde düzenlenen mitinge yaklaşık 500 çiftçi katıldı. Tabut içinde buğday ve mısırın cenaze namazını kılan köylüler ürünlerini uçakla Ceyhan Nehrine döktüler. Adana ve ilçeleri Seyhan, Feke, Kozan,
14
Karataş, Yumurtalık ile Osmaniye Ziraat Odalarının destek verdiği eyleme birçok köyden traktörleri ile katılan köylüler “Hükümet istifa”, “Vur vur inlesin hükümet dinlesin” sloganlarını attılar. “IMF’ye Hayır” pankartlarının taşındığı eylemde konuşan Ceyhan
den oluşturulduğunu yazarsınız) tarafından yapıldı. Savcının gözaltındaki deri işçilerini sorguladığı saatlerde aynı Deri Organize Sanayiinde bulunan 24 işçinin çalıştığı PERK Deri Fabrikası’nda adına “iş kazası” denilen, aslında bir iş cinayetinde Cahit Ay isminde 35 yaşında bir işçinin yaşamını yitirdiği, bir işçinin de yaralandığı haberi geldi. Ülke genelinde olduğu gibi Çorlu’da da sadece Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde çalışan 5 bine yakın işçinin % 80’i sigortasız ve asgari ücretle her türlü iş güvencesinden yoksun olduğu gibi, can emniyetinin olmadığı çalışma koşullarında üretim yapıyorlar. Patronlar için bir sömürü cenneti
olan ama işçiler için zalimce ve amansızca sömürüldükleri bir cehennem olan bu düzende işçilerin sendikalarda örgütlenmesine hem patronlar hem de devletin etkili ve yetkili kademelerindekiler rıza göstermezler çünkü gasp edilen emekten pay alıyorlar. Ama tüm bu patron yanlısı yasalara ve baskılara rağmen biz işçiler örgütlenir, birleşir ve diğer ezilen ve sömürülenlerin de desteğini kazanır ve direnirsek mutlaka kazanırız. Sınıfımızın tarihindeki zaferler bunun kanıtıdır. Yeter ki biz tüm ezilenler patronların ve onun devletinin saldırılarına karşı direnen sınıf kardeşlerimizi yalnız bırakmayalım.
Ziraat Odası başkanı Yavuz Tezcan üreticilerin maliyetlerinin artmasına rağmen ürünlerin fiyatlarının geçen yılın fiyatlarının dahi altında olmasından bahsetti. Mısırın geçen yılki fiyatı 300 bin liranın üzerinde iken, bu yıl Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) 260 bin liradan alım yapıyor. Bu fiyat, sermaye sahibi tüccarların elinde daha da düşüyor. TMO’nun iki taksitte (ilk taksitte çok az bir kısmını, kalanını yaklaşık 1,5 ay sonra) ödediği ürün bedelini tüccarlar, peşin vererek veya TMO’nun alım yapmadığı sıralarda yani çiftçi zor durumdayken alarak, fiyatları daha da düşürüyor. Bu yüzden birçok çiftçi borçlarından dolayı zor durumda kalarak, tarlalarını, aletlerini satmak zorunda kalıyor. Ellerinde Türk bayrakları ile Ceyhan nehrinin kıyısında toplanan çiftçilerin, eyleme karayolunu trafiğe kapatarak devam etmek istemelerini polis engelledi. Yapılan eylem hükümet tarafından dikkate alınmazsa, çiftçiler eylemlerini Ankara’ya taşıyacaklarını belirttiler. Geçmiş hükümetler döneminde çiftçilerin durumunun pek farklı olmadığını unutan CHP milletvekilleri de köylünün alınterini AKP’ye karşı oya
dönüştürme hesaplarıyla eyleme destek verdiler. Bugüne kadarki hiçbir hükümet işçi ve köylülerin hükümeti olmamıştır. AKP ve alternatif olduğunu iddia eden diğer sermaye partilerinin köylüler çıkarına yapacağı hiç bir şey yoktur. Onlar sadece temsilcisi oldukları zengin sınıfların, sermayenin çıkarlarına uygun olarak IMF ve Dünya Bankası ile “iyi ilişkilerini” geliştirmeye, işçi ve köylüleri sermayeye, emperyalistlere kul-köle yapmaya çalışmışlardır, çalışacaklardır. “Köylü milletin efendisidir” ninnileri ile köylüleri uyutanların, köylülere bu ülkede yoksulluk, eğitimsizlik ve sağlıksız koşullar altında üretim yaptırarak tüccarların, faizcilerin, kısacası sermayenin kölesi olması dışında bir şey vermemişlerdir Köylünün bugün daha da yoksullaşmasının nedeni, şu veya bu hükümet politikasının yanlışlığında değil, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak IMF ve Dünya Bankasının dayattığı tarım politikalarında aranmalıdır. Köylülerin tek gerçek alternatifi; işçi sınıfıyla birlikte sermayenin köylüleri daha da yoksullaştıran tarım politikalarına karşı örgütlü mücadelesidir.
Eylül 2005 ✓
16.09.2005, YDİ Çağrı/Adana ✓
yeni kadın dünyası
2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ
“Özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet ve barış…”
Hepsi sosyalizmde! 17 Ekim’de Ankara’da “2005 Kadın Yürüyüşü” düzenle niyor. Bu eylem, “İnsanlık İçin Küresel Kadın Şartı”nı kabul eden dünyanın çeşitli ülkelerindeki kadın ör gütlerinin ortak eylemi. Türkiye ağını oluşturanlar, “17 Ekim tarihinde, hü kümete ve Meclise ‘Taleplerimiz için, biz kadınlar için ne yaptınız?’ diye so racağız” diyorlar. Şart, dünyanın “özgürlük, eşitlik, da yanışma, adalet ve barış” üzerinde ku rulabilmesini hedeflediğini söylüyor. Ve şöyle devam ediyorlar: “Biz kadınlar, * Bize dayatılan yoksulluğu ve şid deti “doğal” kabul etmeyen; * Adaletsizliğe, baskılara, savaşa, iş gale ve sömürüye boyun eğmeyen; * İkinci sınıf görülmeye, cinsiyet ayrımcılığına, farklılıklarımızın yok sayılmasına karşı çıkan bir anlayışla yürüyeceğiz. * Biz Türkiyeli kadınlar, dünyadaki diğer bütün kadınlarla birlikte aynı ka rarlılığı ifade ediyoruz: “Geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktık. Adil, eşit, özgür, dayanışmacı ve barış içinde yaşayacağımız bir dünyayı yaratmak için ellerimizi birleştirdik.” Bu söylenenler gayet güzel, hoş! An cak yürüyüşü düzenleyenler yine de yanlış yoldalar. Çünkü “Küresel Kadın Şartı”nın bütün çıkış noktası Birleşmiş Milletler’in ve onun üzerinden de tek tek devletlerin ‘yoksulluğu ve kadın
lara yönelik şiddeti’ yoketmeye zorla nabileceği yönündedir. Bu yaklaşım, emperyalizmden ve emperyalistlerin örgütü olan Birleşmiş Milletler’den medet uman bir yaklaşımın ürünüdür. Birleşmiş Milletler, bugün dünya çapın daki yoksulluğun, kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin ve şiddetin sür mesinden sorumlu emperyalist-kapita list ve gerici devletlerin bir örgütüdür, esasta da emperyalist büyük güçlerin bir örgütüdür. Bunlardan zengin ile yoksul, kadın ile erkek arasındaki eşit sizliği bertaraf etmelerini talep etmek, sömürücülerden sömürü sisteminden vazgeçmelerini talep etmek demektir ve olmayacak bir iştir.
Kadınların kurtuluşunu Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası getiremez!
Dünyayı kökten değiştirmeyi hedefle diği iddiasıyla ortaya çıkan “Küresel Kadın Şartı”nda bir dizi reform talebi altalta sıralanmaktadır. Bu taleplerin bir çoğu haklı taleplerdir de... Fakat so run bunu tespit etmekle ortadan kalk mıyor. Çünkü “Küresel Kadın Şartı”, “politik karar alıcıları” bu talepleri uy gulamaya zorlayabileceklerini ve böyle likle de dünyayı değiştirebileceklerini iddia etmektedirler. Yani “Küresel Ka dın Şartı” Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası’nın bu talepleri karşıla maya zorlanabileceğini ve bu şekilde de dünyanın yoksulluk, kadınlara yönelik şiddet ve savaştan arındırabileceği ha
yalini yaymaktadır. Bu boş bir hayal dir. Birleşmiş Milletler’e üye devletler birçok kez kadınların yasal ve toplum sal eşitliğini sağlamak için tedbirler alacaklarını ilan etmişlerdir. Düzenle nen onlarca uluslararası toplantı, imza lanan sayfalarca uluslararası anlaşma vardır. Bütün bunlar ama, emperyalist lerin ve gerici devletlerin bu dünyanın ezilenlerini uyutma çabasından başka birşey değildir. Dünyayı değiştirmek, emperyalist örgütlerden “sözünüzü tu tun” çağrılarıyla olamaz. Dünyayı de ğiştirmek dünya ezilenlerinin, işçi ve emekçi kadınların emperyalist sisteme karşı mücadelesiyle olacaktır. Kısmi talepleri elde etmenin tek doğru yolu da sisteme karşı mücadele temelinde hareket etmektir. Eşitsizliği, baskı ve sömürüyü yara tan özel mülkiyet sistemidir! Dünyayı değiştirmek, ancak özel mülkiyet siste mine karşı tutarlı mücadeleyle müm kündür. Devrim mücadelesiyle müm kündür. Yürütülecek reform mücade lesi bu bilinci karartmayacak biçimde yürütülmelidir.
Türk devleti, kadınların özgürleşmesinin önündeki temel engeldir! Birleşmiş Milletler’in “Kadınlara karşı ayrımcılığa karşı” sözleşmesine imza atan devletlerden biri de faşist Türk devletidir. 20 yıl önce imzalanan bu sözleşme bağlamında çok az yol kate dilmiştir. Bütün yapılan yasalardaki kimi eşitsizlikleri kaldırmaktır. Bun ların da tümü şu son bir-iki yıl içinde Avrupa Birliği “uyum yasaları”na bağlı olarak gerçekleşmiştir. Yasalardaki bu değişiklikler, ülkemizde kadınların büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kadınlar açısından fazla bir şey ifade etmemektedir. Ülkemizde işçi ve emekçi kadınların yaşamını belirleyen büyük ekonomik zorluklardır. Kadınların büyük ço ğunluğu ekonomik olarak ailelerine, kocalarına bağımlı bir yaşam sürdür mektedir. Ezilen kadınların önemli bir bölümü ücretsiz aile işçisi konu mundayken, ücret karşılığında çalı
şanların da sorunları dağlar kadardır. Sigortasız-sosyal güvencesiz iş, ağır çalışma koşulları, uzun iş günü, düşük ücretler, kreş ve çocuk yuvalarının ye tersizliği bu sorunların en başında gel mektedir. Devlet, kadınların çalışma koşullarının iyileştirilmesi için hiçbir önlem almazken, “özelleştirme”yle bir likte zaten sınırlı olan kadın istihdamı daha da daralmaktadır. Kadınlara yönelik şiddet, taciz ve tecavüz bu devletin gözaltında, ceza evlerinde, işkencehanelerinde sistemli bir biçimde uygulanan sindirme ve yo ketme politikasıdır. Faşist Türk devleti özellikle ulusal hakları için mücadele eden Kürt kadınlarına karşı terör ve sindirme yöntemlerine başvurmakta dır. Faşizmin şiddet ve terör politikasıyla biçimlenmiş bu toplumda kadınlara ve çocuklara şiddet günlük yaşamın “ola ğan” bir parçasıdır. Bütün bunların kaynağı, sorumlusu hakim sınıfların erkek egemen faşist devletidir. Bu devlete sunulacak “talep kataloglarıyla”, "kadınlar için ne yaptı nız?" şikâyetlenmesiyle, sistem içi yürü tülecek “lobi” çalışmalarıyla yoksullu ğun ve kadınlara yönelik şiddetin son bulması beklenemez! Burjuva kadın hareketinin yaydığı boş hayallerin karşısına biz şu gerçeği koyuyoruz: Dünyayı değiştirmek için tek çare işçi ve emekçi kadınların kendi müca delelerini kendi ellerine almasındadır. Özgürlüğümüz ve gerçek kurtuluşu muz için faşizme ve erkek egemenli ğine karşı örgütlenmek gerektir. Bizim dayanışmamız kadınların ezil mişliğine karşı mücadeleyi antiemper yalist-antikapitalist ve devrimci tarzda yürüten dünya kadınlarıyladır. Yeryüzünden yoksulluğu, savaşı, ırkçılığı, şiddeti, tacizi, tecavüzü silip atmak için, dünyayı değiştirmek için devrim mücadelesine omuz vermek gerekir! Yaşasın emperyalizme, faşizme, er kek egemenliğine karşı devrimci mü cadele! 16 Eylül 2005✓
15
yeni kadın dünyası
Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!
2005
Newroz kutlamalarından bu yana devletin bilinçli olarak kışkırttığı Türk şovenizmi ve bunun ardından Kürt ulusuna yönelik linç girişimleri bugün de etkisini biraz yitirmiş olarak devam ediyor. Kışkırtılan bu milliyetçiliğe karşı bütün devrimci demokrat çevrelerden tepkiler yükseldi. Bu tepkiler çeşitli etkinliklerle ve açıklamalarla dile getirildi, getiriliyor. Devlet eliyle Kürt ulusu üzerinde estirilen teröre dur demek ve Kürt ulusunun haklı taleplerini dile getirmek amacıyla içinde YDİ Çağrı dergisi kadın okurları olarak bizlerin de yer aldığı çeşitli kadın grupları ve sendikalardan kadınlar bir araya gelerek, “Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiyatifi”ni kurdular. Kadın inisiyatifi etkinliklerini uzun bir zamana yayarak, kampanya tarzında bir çalışma yürütmeyi hedefliyor. Bu etkinliklerin ikisi geçtiğimiz günlerde gerçekleştirildi.
İlk olarak hem platformu tanıtmak, hem de yaşanan olaylara tepkiyi dile getirmek amacıyla 22 Eylül’de İstanbul İnsan Hakları Şubesinde bir basın açıklaması yapıldı. Burjuva medyanın hemen hemen hiç ilgi göstermediği açıklamaya devrimci- demokrat basından katılım oldu. Kadınların yo-
ğun olarak katıldığı etkinlikte basına okunan bir basın metninin yanı sıra, Newroz olaylarından bu yana yaşanan süreç, çeşitli generallerin yaptıkları hedef gösteren açıklamalar, Baykal, Muhsin Yazıcıoğlu vs.nin yaptıkları kışkırtıcı açıklamaların yer aldığı bir CD hazırlanarak basına gösterildi.
Bu özellikle katılan kadın arkadaşların büyük ilgisini çekti. Gösterilen bu belgeselin ardından platform adına hazırlanan aşağıdaki basın açıklaması okundu. Platform ikinci eylemini 29 Eylül’de Beşiktaş İskelesinde gerçekleştirdi. Saat 19.00’da başlayan mumlu eyleme yaklaşık 50 kadar kadın katıldı. Taşınan dövizlerin yanı sıra halklar arasındaki kardeşliği simgeleyen ve çeşitli renklerden oluşan büyük bez parçaları birbirine bağlanarak taşındı. Beşiktaş Barbaros Parkı'nda yapılan basın açıklamasından sonra İskeleye gidilerek yakılan mumlar denize bırakıldı. Eylem boyunca sık sık ‘yaşasın halkların kardeşliği’, ‘Jin Jiyan Azadi’, ‘Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son’, ‘yaşasın kadın dayanışması’ sloganları atıldı. Çevik kuvvetin olağanüstü yığınak yaptığı eylemde kadınlar zılgıt ve alkışlar eşliğinde dağıldılar. Eylül 2005✓
Basına ve Kamuoyuna
B
iz aşağıda imzası bulunan kadın örgütleri ve karma kurumlardaki kadınlar, son dönemde resmi ve gayrı-resmi ağızlardan kışkırtılan linç kültürüne, operasyonlara, infazlara, yükselen ırkçılığa ve şovenizme, bunların ayrılmaz bir parçası olan cinsiyetçiliğe karşı bir araya geldik. Kitleleri farklı bir kimliğe karşı şiddete yönelten hiçbir gerekçeye, hiçbir “milli hassasiyet"e inanmıyoruz, bunların hepsini reddediyoruz ve bütün kadınları bizimle birlikte farklı kimlikleri düşmanlaştırmaya, şiddet içeren çağrılara karşı çıkmaya çağırıyoruz. Newroz’da başlayan, Trabzon Maçka’da, İzmir Seferihisar’da, Bozüyük’te meydana gelen linç girişimleri yaşandı. 6-7 Eylül 1955’de gayrimüslim vatandaşlarımıza dönük düzenlenen örgütlü saldırıların yıldönümünü belgeleyen sergiye sözkonusu güçler saldırıda bulunarak insanları tehdit ettiler, fotoğrafları yağmaladılar. Dün ise, Çorum-Maraş-Sivas-Dersim’de yapılanlar hiçbir zaman mahkum edilmedi, hatta gündeme getirenlere karşı aynı saldırgan tarz tekrarlanmaya devam ediyor. Yönetenler linç girişimlerinde bulunanları ‘halk’ olarak tanımlarken, mağdurlar yasal soruşturmaya uğramakta, düşman ve hain olarak gösterilmektedir. Bu coğrafyada biz kadınlar bu oyunun asla bir parçası olmayacağız. Yükselen ırkçı ve şovenist söylemler medya tarafından da meşrulaştırılırken, kimi medya organları da bu linç kültürünü halkın doğal tepkisi olarak lanse etmekte ve linç güruhlarından ‘ülkücü vatandaşlarımız!’ diye söz etmektedir. Genelkurmay Başkanlığının hiç yetkisi olmadığı halde basını, sivil toplum örgütlerini, muhalif kesimleri hedef alan açıklamaları ile birlikte Kürtlere "sözde vatandaş" derken, Başbakan Erdoğan "Kürt sorunu vardır" demekten öteye gitmemektedir. Muhalefet partilerinden CHP lideri Baykal demokratik haklarını isteyen Kürtlerin varlığını yok sayarken, BBP Başkanı Yazıcıoğlu ise linç gi-
16
rişimlerini halkın kendi hak arayışı olarak değerlendirmekte, iç savaş çağrısı yapmaktadır. Bu tür açıklamalar halkları etkiliyor ve kışkırtıyor. Siyasi iktidarı hiç vakit kaybetmeden şoven, ırkçı saldırılara ve söylemlere karşı önlem almaya davet ediyoruz. Bu coğrafyada linç kültürü hiç eksik olmadı. Bugün de milli hassasiyeti uyandıran her konuda devam ediyor. Biz kadınlar linç kültürünün bütün bileşenlerini, en başta militarizmi, ırkçılığı, şovenizmi, nefret söyleminin her türlüsünü reddediyoruz. Binlerce yıldır bu coğrafyada çok kültürlülük içinde yaşarken, halklar sürekli kışkırtılmaya çalışılıyor. Biz farklı etnik ve dinsel kökenden kadınlar, milliyet ve dini farklılıklarımızın bizi birbirimize düşman etmesine izin vermeyeceğiz. Bunun için biz kadınlar; Operasyonlara karşıyız, Savaşa karşıyız, Linçlere karşıyız, İnfazlara karşıyız, Militarizme karşıyız, Faşizme karşıyız, Cinsiyetçiliğe karşıyız, Kürt ve Türk halklarının karşı karşıya getirilmesine karşıyız. Halkların kardeşliği için sen de bir el ver. Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiyatifi Bileşenleri: Amargi, İHD’li kadınlar, EHP’li kadınlar, Lambda İstanbul Eşcinsel Sivil Toplum Girişiminden Kadınlar, Eğitim-Sen 2-3-4-5-6-8 Nolu şubelerden kadınlar, SDP’li kadınlar, EMEP’li kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği, EKB, Özgür Kadın, Halkevlerinden kadınlar, Göç-Der’li kadınlar, MKM’li kadınlar, Yeni Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar, Demokratik Özgür Kadın Hareketi, Yakay-Der’den kadınlar, Genel İş’den kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği
panorama
ALMANYA
Seçimlerde kazanan Alman tekelci burjuvazisidir!
“
Trafik lambası koalisyonu” mu ola cak yoksa “Jamaika koalisyonu” mu? Belki “Büyük koalisyon”, belki “kırmızı-yeşil-kırmızı” renkli bir koalisyon? Evet, Almanya siyaseti 18 Eylül’de tarihinde Almanya’da Meclis seçimle Parti ismi
şıdı. Seçimler öncesinde oluşturulan Sol Parti (ki bu parti de kırmızı renkle anılıyor!) ilk kez katıldığı seçimlerde öncülü PDS’in oylarını artırarak Mec lis’e girmeyi başardı. Seçim sonuçları şöyle:
Aldığı oy oranı
Kazandığı milletvekili sayısı
CDU/CSU (Hristiyan Demokrat Birliği)
35,2
225
SPD (Sosyal Demokrat Parti)
34,3
222
FDP (Hür Demokrat Parti)
9,8
61
Sol Parti
8,7
54
Birlik 90/Yeşiller
8,1
51
Diğer
3,9
—
rinde seçmenin bir partiye ya da seçim sırasında koalisyon kuracaklarını ilan eden ve seçmenden bu koalisyonlar için oy isteyen iki ittifaka da (biri şim diye kadar hükümet eden SPD-Birlik 90/Yeşiller; diğeri hükümet kurmaya talip olan Hristiyan Demokrat-Liberal ler) yetki vermemesi sonucu “renkleni yor”; hangi partinin hangi parti ya da partilerle yanyana geleceği; hangi parti lerin koalisyona gireceğini tartışıyor. 18 Eylül’de yapılan seçimlerde seç men ne eski SPD (kırmızı renkle anı lıyor bu parti!) - Birlik 90/Yeşiller ko alisyon hükümetine; ne de CDU/CSU (Hristiyan Demokrat Birliği – bu par tiler siyah renklerle anılıyorlar) önder liğinde, FDP’nin (Hür Demokrat Parti – bu parti de sarı renkle anılıyor) ka tılabileceği bir çoğunluğu Meclis’e ta
Seçim sonuçlarının birçok koalisyon olasılığını ortaya çıkarması sonucu par tiler arasında hükümet trafiği yoğunla şıyor. Aritmetik olarak üçlü koalisyon larda anahtar pozisyonunda bulunan FDP ve Birlik 90/Yeşiller’in kapıları çalınıyor… Koalisyon arayışları sü rerken siyah-sarı-yeşil renkli Jamaika bayrağına atıfta bulunularak “Jamaika koalisyonu”ndan, “trafik lambası” (kır mızı-sarı-yeşil) koalisyonundan sözedi liyor; kimileri büyük koalisyonu dillen diriyor… Ancak şu ana kadar yapılan görüş meler çerçevesinde bu koalisyon olası lıkları gündemden düşüyorlar: Kırmızı-yeşil-kırmızı koalisyon hü kümeti olasılığı, SPD dışındaki ikinci kırmızı Sol Parti’nin koalisyon hükü metlerine katılmayı reddetmeleri so
nucu seçimlerin hemen ertesinde orta dan kalkmıştı. Birlik 90/Yeşiller’in CDU/CSU ile yaptığı görüşmelerde “çok farklı anla yışlara sahip olduklarını” açıklamaları üzerine olası “Jamaika koalisyonu”nun üzerine bir çizik atıldı. Bir başka koalisyon olasılığı olan “trafik lambası koalisyonu”; yani SPDFDP-Birlik 90/Yeşiller’in biraraya gelec ekleri koalisyon planı da FDP’nin SPD ile yanyana gelmek istememesi üzerine üzerine çizik atılan bir başka koalisyon planı oldu… Geriye büyük koalisyon, yani kır mızı-siyah koalisyon olasılığı kalıyor… SPD-CDU/CSU’nun yanyana gelerek oluşturacakları büyük koalisyon Al man burjuvazisinin istediği bir koalis yondur. SPD-Birlik 90/Yeşiller koalis yon hükümeti döneminde işçi sınıfı nın kazanılmış haklarının budanması temelinde yükselen “reform” hareketi nin derinleştirilerek sürdürülmesi ve Alman emperyalizminin dünya pazar dalaşında daha etkin hale getirilmesi planlarının sürdürülmesi güçlü bir hü kümetle olabilecektir. Yine böyle bir hükümet Avrupa Birliği içinde Alman ya’nın etkinliğinin sürdürülmesinin de bir anlamda garantisi olacaktır. Bu yazı yazıldığında henüz olası “büyük koalisyon” partileri arasında görüşmeler başlamamıştı. 28 Eylül’de SPD-CDU/CSU partileri arasında ko alisyon görüşmelerinin başlaması plan lanmıştı. Görünen o ki, Alman tekelci burjuva zisinin istekleri temelinde “büyük ko
alisyon” zorlanacaktır. Eğer böyle bir hükümet kurulursa tekelci burjuvazi fazlasıyla memnun olacaktır. Şimdilik bu koalisyonun önündeki en büyük engel başbakanın hangi par tiden çıkacağı sorusudur. Hem SPD, hem de CDU başbakanın kendilerin den olması için ısrarlıdır. Bu sorun aşıl dığında bir SPD-CDU/CSU koalisyon hükümeti gündemdedir. Aslında hangi koalisyon kurulursa kurulsun gelen hükümet Alman bur juvazisinin isteklerini yerine getirme konusunda üzerine düşeni yapacaktır. Bu anlamda hangi koalisyon kurulursa kurulsun seçimlerde kazanan Alman tekelci burjuvazisidir. Hangi koalisyon hükümeti kurulursa kurulsun işçilerin, emekçilerin hakları nın budanması temelinde yükselen ve “reform” adı verilen saldırıları sürdüre cektir. Bu anlamda Almanya işçileri, emekçileri seçimlerin mağlubudur… Seçimlerin Almanya işçi sınıfı ve emekçilerine birşey kazandırmayacağı bellidir. Kazanılmış hakların budan masına, yükselen işsizliğe, artan yok sulluğa, iç faşistleşmeye… karşı seçim lerin çare olmadığı, olmayacağı açık tır. Çünkü sorun seçimlerle aşılacak bir sorun değildir; bizzat kapitalist/em peryalist sistemin kendisi sorundur. Sistemi aşmak ise sınıf mücadelesiyle, devrimle mümkündür. Almanya işçi leri, emekçileri bu amaçla kendi sınıf sal çıkarları temelinde mücadeleyi yük seltmelidirler. Tek gerçek çözüm budur! 25 Eylül 2005 ✓
EKVADOR
Sadece mücadele eden kazanır!
E
kvador, petrol, kakao, muz, kahve vb. malları ihraç eden bir ülke olsa da Latin Amerika ül kelerinin fakir ülkelerinden biridir. En büyük gelir kaynağı petrol. Fakat pet rolü de esas olarak başta ABD emper yalizmi olmak üzere başka ülkelerin tekellerinin elinde. Sözkonusu tekelle rin kârları milyarlarca dolarla hesapla nırken, yerli halka işsizlik, yoksulluk ve özellikle de çevrenin kirletilmesi sonucu hastalık ve ölümler kalmakta dır. Buna bir de İndigen halkın üze rindeki ırkçı, şoven baskılar eklenince Ekvador halklarının içinde bulunduğu
durumun kaba bir görüntüsü ortaya çıkmaktadır. İktidarı elinde tutanların siyasi tem silcileri, yönetime gelmeden halka, halkın istedikleri temelde bir siyaset –ülkenin ve yerli halkların ekonomik ve sosyal durumunu iyileştirme teme linde bir siyaset– yürütecekleri vaadini veriyorlar… Fakat yönetime gelince, so
17
panorama nuçta emperyalist güçlerin çaldığı mü zikle dansediyor; IMF, Dünya Bankası gibi emperyalistlerin kurumlarının dikte ettiği siyaseti uyguluyorlar. Örneğin, bu siyasetin doğrudan bir sonucu olarak 2000 yılının başında Ekvador para birimi olan ‘sucre’nin yerine, yüzbinlerce insanın protesto suna ve Jamil Mahuad’ın başkanlıktan edilmesine rağmen ‘dolar’ getirildi. Bu değişiklik Latin Amerika ülkelerinde gerçekleştirilmek istenen “dolarize et me”nin bir adımıydı. Genelde emperyalistlerle işbirliği ya pan, başta da ABD emperyalizminin güdümünde hareket eden siyasetçilere, somut olarak da başkanlara karşı müca dele, Ekvador halklarının da mücadele sinin önemli bir parçası. Egemenler saldırılarını sürdürürken, bu baskılara, haksız, sömürücü siste min somut görüngülerine karşı müca dele de değişik düzeylerde de olsa sü rekli yaşandı, yaşanıyor. Latin Amerika ülkelerinin büyük bö lümünde mücadelede yaşanan benzer liklerin başında, bu mücadeleler içinde İndigen halkların yer alması ve evet yer yer de mücadelenin öncülüğünü yapma
18
çek yaşamda fazla hayat bulmuyor… Bu yıl, Eylül ayına gelene kadar Ek vador’da öne çıkan mücadeleler Nisan ve Ağustos aylarında yaşandı. Nisan ayında bir başkan daha koltuğundan edilirken, Ağustos’ta petrol kuyularını, iki havaalanını işgal eden ve birçok yolu bloke eden grev ve çatışmalar gün demi belirledi.
BAŞKANIN KOLTUKTAN EDİLMESİ… Nisan ayında kitlesel protesto hareketi ne yol açan, ya da mücadeleyi ateşleyen gelişme Aralık 2004’de Başkan Guti errez’in Yüksek Mahkeme’nin hakim lerinin büyük bölümünü görevden alıp kendisinden yana olan hakimleri göreve getirmesi oldu. Bu adımla Guiterrez, kendisinin gö
Devrik Başkan Gutierrez...
İndigen halklar ...
Yeni Başkan Alfredo Palacio...
sıdır. Ekvador’daki mücadeleler, hem ekonomik, hem genelde sosyal sorunla rın, hem de somut olarak İndigen halk ları bağlamında ulusal/etnik sorunu gibi sorunların içiçe geçtiği mücadele ler durumundadır. Mücadelelerin çeşitliliği gibi, müca dele edenler de çeşitli… çok renkli. Yani değişik kesimlerden oluşuyor. Bu mücadelelerin önemli bölümü kitlesel mücadeleler. Normal koşullarda beş yılda bir ülkenin başkanı seçilmesi ge rekirken, 1997’den bu yana altı değişik başkan başkanlık görevine geldi, geti rildi. Giden başkanlar, kitlesel mücade lelerin doğrudan etkisiyle ya kendileri istifa etmiş ya da parlamento tarafın dan görevinden alınmıştır. İndigen halkların mücadelesi sonucu da 1998’de kimi azınlık hakları elde edildi. Örneğin iki dilde –İspanyolca ve İndigen halkların dilinde– eğitim, ulusal/etnik kimliğin kabulü vb. hak lar anayasal hak olarak elde edilmiştir. Genelde burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde yasalarla gerçeklik arasındaki çelişki Ekvador’da da yaşanmaktadır. Kağıt üzerinde elde edilen haklar, ger
revden alınmasına yönelik olası bir da vayı engellemek istiyordu. Fakat böylesi bir değişiklik anayasaya aykırıydı. Anayasaya aykırı bir değişikliği ger çekleştirebilmek için de Guiterrez par lamentoda, şimdi Panama’da bulunan eski Başkanlardan Abdala Bucaram yan lısı partinin desteğini almaya çalıştı. Bucaram hakkında, rüşvetçilikten dolayı dava açılmış ve takibat kararı ve rilmişti. Bu yüzden de Bucaram ülkeyi terketmişti. 2004 Aralık ayındaki deği şiklikle Bucaram yanlısı Castor Dagar Yüksek Mahkeme Başkanlığına atandı ve mahkeme Bucaram hakkındaki taki bat kararını kaldırdı. Guiterrez’in bu yaptırımlarına karşı mücadele giderek sertleşti. Nisan ayı nın ortalarına gelindiğinde kitlesel mü cadele Başkan Guiterrez’in koltuğunu sarsmaya başladı. Başkent Quito’da ger çekleştirilen sokakların bloke edilmesi, protesto yürüyüşlerine bir günlük ge nel grev eylemi de eklendi. Bu eylemlere karşı Başkan’ın verdiği cevap sıkıyönetim ilanı oldu. Asker ve polis gücüyle protesto eylemlerindeki kitle arasında çatışmalar yaşandı. Sı
kıyönetime rağmen eylemler sürdü ve kitle Guiterrez’in istifasını istediği gibi “hepsi gitmeli” sloganını atarak parla mentonun feshedilmesini de talep etti. Sıkıyönetime rağmen eylemlerin sür mesi ve ordunun Başkan Guiterrez’in isteğinin tersine eylemcilere karşı sal dırgan tavrını eylemcilere saldırmama biçiminde değiştirmesi Guiterrez’in ka derini belirledi. 20 Nisan’a gelindiğinde aylarca süren protesto hareketi Başkan Guiterrez’i kol tuğundan etme amacına ulaştı. 20 Ni san’da parlamentoda yapılan oylamada 40’a karşı 60 oyla Guiterrez’in görevine son verildi. (Ekvador parlamentosunda toplam 100 milletvekili var.) Böylece protesto hareketi mücadele sonucunda başkanı koltuğundan etme amacına ulaştı, küçük de olsa bir zafer elde etti. Guiterrez’e karşı mücadeleyi Yüksek Mahkeme hakimlerini ve baş kanını değiştirmek ateşlese de, müca delede esas olarak onun ABD emperya lizmi taraflı siyasete yönelmiş olması, Kolombiya’daki paramiliter güçlerle ilişkiler içinde bulunduğu, bu güçleri desteklediği yönlü iddialar belirleyici rol oynadı. Kuşkusuz ki sorunun bir yanı, müca dele edildiğinde ve mücadele amaca ula şana kadar sürdürülmek istendiğinde sonuçta mücadelenin kazanılacağıdır. Bu bağlamda Ekvador’da mücadele edenler bunu bir kez daha gösterdi. Sorunun diğer yanı ise, mücadelenin amacının, ufkunun ne ile sınırlı oldu ğudur. Kitle parlamentonun dağıtılması talebini yükseltse de, gerçekte mücadele nin amacı sömürü sistemini ortadan kal dırma, işçilerin, emekçilerin kendi ken dini yönetme vb. değildir. Sorun sistem içi mücadele ile sınırlı ele alınmaktadır. Aylarca süren protesto eylemleri Gu iterrez’i koltuğundan etti ama özde bir şey değişmedi. Guiterrez’in yerine, şim diye kadar başkanlık yardımcılığı gö revini yapan Alfredo Palacio getirildi. Palacio başkanlık koltuğuna oturdu ğunda, kendisinin seçilmesini “anaya sal yönetime geri dönüş” ve “cumhuri yetin yeniden kuruluşu” için bir temel taşın atılması olarak değerlendirdi ve yakın zamanda bir kurucu meclisin oluşmasını hedeflediğini açıkladı. O bu açıklamayı yaparken protesto eylemleri devam ediyordu ve ülkedeki siyasi ve ekonomik durum da Palacio’nun işinin zor olduğunu gösteriyordu.
AĞUSTOS AYINDAKİ GREV VE İŞGAL EYLEMİ… Mücadele ve sorunların çeşitliliği kendi sini Temmuz ayı sonlarında ve Ağustos ayında petrol kuyularının işgal edildiği eylem biçiminde gösterdi. Bu eylemde grev ve işgalin içiçe geçtiği bir durum
yaşandı. Bu grev ve işgal eyleminin perde ar kasında yerli halkın bölgede daha fazla istihdam yaratılması ve petrol gelirle rinin “adil dağılımı” ve bölgedeki alt yapıya daha fazla yatırım yapılması ve petrol üretiminde doğaya ve insanlara verilen zararlara karşı mücadele yönlü talepler vardı. Bu taleplerin dile getirildiği eylem lerde somut olarak 14 Ağustos’ta Orel lana ve Sucumbios’ta bölge halkı devlet ten ve özel petrol şirketlerinden “yerli halk” için daha fazla iş yeri ve bölgeleri için altyapıya daha fazla yatırım yapıl ması talebini dile getirdiler. Orellana ve Sucumbios, Amazona böl gesinde yer almaktadır. Devletin bütçe sinin gelirinin %40’ı bu bölgede, petrol den elde edilmesine rağmen, bölgedeki nüfusun % 85’i fakir. 14 Ağustos’taki eylemde yer alanla rın Nisan ayında koltuğundan edilen Başkan Guiterrez’in kışkırtmasıyla ha reket ettikleri suçlaması eylemlerin ra dikalleşmesini beraberinde getirdi.
Eylemciler 200’den fazla petrol kuyu sunu, bölgedeki iki havaalanını işgal etti, birçok yolu da bloke etti. Bu işgal ile petrol üretimi hemen hemen sıfır landı. Günlük normal üretimin 200 bin varil olduğu, işgal ile bunun 10 bin varile düştüğü bilgisi verildi medya üze rinden. Bunun doğrudan sonucu petrol ihracının durdurulması oldu. Petrol ihracının büyük bölümü ABD’ye yapıl maktadır. İhracın durdurulması hemen petrol fiyatlarına yansıtıldı… Başkan Palacio petrol kuyularının işgal edilmesi eylemine olağanüstü hal ilanıyla karşılık verdi. Guiterrez’in kol tuğundan edilmesinin hemen ertesinde kaldırılan sıkıyönetim, Palacio önderli ğinde daha da katı biçimde gündeme getirildi. Olağanüstü halin yasakları arasında şu yasaklar da vardı: Her tür medyada düşüncesini açıklamanın her biçimi ya sak. Barışçıl amaçlar için de olsa toplantı yapmak yasak. Orellana ve Sucumbios eyaletlerinde dolaşmak yasak vb. vs. Bu ilanın doğal sonucu ordunun ve polisin işgal eylemini gerçekleştiren lere karşı saldırganlığı oldu. Çatışma lar yaşandı, içinde kadın ve çocukların da olduğu onlarca insan yaralandı ve onlarca insan tutuklandı. Bu arada Sa
panorama vunma Bakanı Solon Espinosa, Başkan Palacio’nun grevicilere karşı yanlış ta vır içinde olduğu suçlaması nedeniyle istifa etti. Yerine getirilen emekli general olan Jarrin ise grevcilere karşı gerektiğinde daha sert tavır takınılacağını ilan etti. On gün süren eylem, eylemcilerin pa zarlığa hazır olduğunu açıklamasıyla ve devletin ve petrol şirketlerinin tem silcileriyle pazarlıklara oturmasıyla daha fazla şiddetlenmeden sona erdi. Olağanüstü hale de şimdilik son ve rildi. Eylül ayı başına gelindiğinde pazar lıklarda, sonuçta petrol şirketlerinin gelirlerinin %16’sının bölgelere devre dileceği ve üç yıl içinde toplam 260 ki lometrelik yolun asfaltlanmasını üzer lenmesi hakkında anlaşıldı. Petrol tekelleri işe alımlarda bundan böyle bölgedeki işçilere daha fazla yer vermeyi gözönüne alma konusunda da görüşbirliğine vardıklarını açıkladılar. Bu kısa süreli grev-işgal eylemi de esas olarak amacına ulaştı. Bu da mü cadele edenlerin kazanabileceğini gös terdi. Fakat bu kazanım da Ekvador halkının, özellikle de sözkonusu böl gedeki halkın sorunlarını gerçek an lamda çözecek bir kazanım değildir. Somut olarak eylemin yapıldığı iki eyaletteki halkın durumundan birkaç örnek verilirse durum şöyledir: Çocukların yetersiz beslenmesi % 43. Petrol üretimi olmayan bölgelerde bu oran % 21.5. Petrol üretilen bölgelerde cilt hastalıkları diğer bölgelere göre üç kat daha fazla. Verem ve benzeri bula şıcı hastalıklar ise iki kat daha fazla. Petrol üretimi alanına yakın yaşayan kadınların diğer bölgelerdeki kadın lara göre çocuk düşürme ya da sakat doğurma oranı % 147’dir. Genel ölüm oranı ise petrol üretimi olmayan bölge lerin iki katı. Bunun esas nedeni de iş kazaları ve kanser gibi hastalıklar. Bölgede doğanın talanı, çevrenin kir letilmesi cilt hastalıkları, kanser gibi hastalıkların yanısıra nefes alma zor lukları, hazımsızlık sorunu, gözlerin zedelenmesi vb. sorun ve hastalıkları da beraberinde getirmektedir. Bu duruma kısaca bakıldığında bile, mü cadelenin bu soygun düzenine karşı yürü tülmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Elde edilen kazanımın da aslında bu durumu değiştirmek bağlamında fazla bir öneme sahip olmadığı da ortaya çık maktadır. Yazının başlığında da söylediğimiz gibi, sadece mücadele eden kazanır. İşin esas yanı da mücadelenin doğru bir içerikle ve doğru bir amaç için yürütülmesidir. 18 Eylül 2005 ✓
İSRAİL-FİLİSTİN
Yahudi yerleşimciler Gazze Şeridi’nden çıkarıldı…
İ
srail ile Filistin yönetimi arasındaki sorunlarda son döneme damgasını vuran esas gelişme İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim alanlarını boşaltması oldu. Arafat’ın ölümüyle Filistin Başkanlı ğına seçilen Abbas yönetimiyle pazar lıklarda güvenlik sorunu esas sorun olurken, Şaron Gazze’den çekilme soru nunu da gündeme getirdi. Şaron’un bu planına esas muhalefet başta yerleşimciler olmak üzere İsra il’in kendi içinden geldi. Özellikle yerle şimciler arasındaki Ortodoks dinci ke sim Şaron’un bu planını reddediyordu. Bu planı parlamentoda reddeden bir kesim de sözkonusu dinci kesimin Kneset’teki temsilcileriydi. Bu yüzden de Kneset’teki diğer siyasetçiler de Şa ron’un planına onay verip vermeme konusunda karar vermede epeyce zor landılar. Sonuçta Şaron’un planı çoğun lukla onaylandı. Bu planın onaylanması aşamasında eski başbakanlardan ve an daki Maliye Bakanı Netanyahu Gazze Şeridi’nde çekilme kararını onaylamadı ve “bunun vebaline katlanamam” diye rek istifa etti. İsrail hükümeti Şaron’un planını 5’e karşı 17 oyla onaylayarak
Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kararlaş tırdı. Karara göre Gazze Şeridi’ndeki 21 yerleşim alanının tümü ve Batı Şeria’da ise 4 yerleşim alanı boşaltıla caktı. Gerektiğinde yerleşim alanlarını boşaltmak için şiddet de kullanılacaktı. Toplam 25 yerleşim alanında 9000 civa rında yerleşimcinin işgal bölgesinden çekilmesi sözkonusuydu. Yahudi yerleşimcilerin hükümetin yerleşim alanlarını boşaltma kararını uygulamaya karşı direnebileceği, hatta şiddetli çatışmaların yaşanabileceği he saplarıyla, yerleşimcilerin elindeki si lahlar toplanmaya başlandı. 16 Ağustos’ta yerleşimcilere yaşadık ları yerleri terketmeleri için 48 saat tanındığı açıklandı. 18 Ağustos’ta bin lerce İsrail askeri silahsız biçimde yerle şimcileri, yerleşim alanlarından tahliye etmeye başladı. Bu tahliye sırasında çoğu yerde dire nişler yaşansa da, direnişler esas itiba riyle beklenenden çok daha azdı. Kimi sürtüşmelerde yaralananların sayısı onlarca olsa da, yerleşim alanları bek lenenden çok daha hızlı ve sorunsuz boşaltıldı. Bunda rol oynayan önemli bir nokta da, yerleşimcilerin ve bun
lar içindeki radikal kesimin sayısının azlığıdır. Örneğin Batı Şeria’nın boşal tılması –İsrail yönetimi bunu istese bile– Gazze Şeridi’nden çok daha so runlu olacaktır. Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim cilerin tahliye edilmesi adımıyla İsrail, 1967’den bu yana ilk kez işgal ettiği toprakların bir bölümünden çekilme adımını atmıştır. İşin bu yanına bakıl dığında bu adım Filistin Arap halkı açı sından önemli bir adımdır. Bu adımla yerleşim alanlarının, istendiğinde bo şaltılabileceği de ispatlanmıştır. Fakat bu adımın İsrail-Filistin sorununu gerçekte çözmek için atılan bir adım olduğu söylenemez. İsrail Gazze Şeridi’nden çekilme planlarını yaparken ve bu yönde adım lar atarken bile Şaron açıkça Batı Şe ria’daki yerleşim birimleri, Doğu Ku düs ve Filistinli mülteciler konusunda taviz vermeyeceğini ilan ediyordu. Aynı zamanda “Yerleşim birimleri topraksal olarak İsrail devletiyle bağlantısını sür dürecek” açıklamasını yapıyordu. Bu açıklamalara göre İsrail, Gazze Şe ridi’nden çekilse de esas olarak işgal et tiği topraklardan çekilmeyi reddetme; işgal ettiği topraklar üzerindeki, özel likle Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Ya hudi yerleşim alanlarını boşaltmama; Kudüs sorununun iki devletli olma an layışıyla çözümüne yaklaşmama ve sür gündeki Filistinlilerin geri dönme hak kını tanımama siyasetini sürdürmek tedir. Bu ise, esasta sorunun varlığını sürdüreceğine işaret etmekte ve evet çatışmaların yeniden sertleşmesinin te melini de içinde barındırmaktadır. Diğer kimi noktaları bir kenara bırak sak bile, bu konulardaki çözümsüzlük sorunun daha uzun yıllar süreceğinin garantisidir.
ÇEKİLMENİN PERDE ARKASINDA NE VAR? Her şeyden önce Gazze Şeridi’nden çe kilme tartışmaları ve bu yönde karar alma süreciyle kararı uygulama, belli bir dönem daha bu konudaki gelişme ler üzerine tartışmakla, dikkatler bu yöne çekilmiş olacaktır. Böylece İsra il’in Filistin’i açık cezaevine çeviren, çevirecek olan duvarın inşası tartışma ları gölgede bırakılmış ve bu arada du varın yapımına devam edilmiş olacak tır. Daha önceki sayılarımızda da dikkat çektiğimiz gibi, duvarın inşasıyla da Filis tinlilerin toprakları işgal edilmektedir. Bunun Gazze Şeridi somutundaki yansıması ise, İsrail’in Gazze’yi kelime nin gerçek anlamında havada, karada, denizde kontrol etmesidir. Yerleşim alanlarının boşatılması bu gerçeği or tadan kaldırmamaktadır. Gazze Şeri
19
panorama di’ne gitmek bile İsrail’in kontrolünde. Yiyecek, ham madde, su ve yakıt gibi temel ihtiyaçların giderilmesi yolu da İsrail’in kontrolünde olmaya devam edecek. İsrail, yerleşim alanlarını ayakta tut mak ve orada yaşayan Yahudileri koru mak için hem büyük oranda para har cama, hem de bunun için önemli sayıda insan gücünü –daha doğrusu koruma, kolluk gücünü– bu bölgeye bağlama durumundaydı. Gazze’nin çevresine örülen duvarla, ya da çizilen sınırla gü venliğini daha az insan gücüyle ve daha az para harcamayla sağlamakla ekono mik bir sorundan da kurtulma duru munda. Bu bağlamda geri çekilmeyle İsrail, ordu gücü ve paradan tasarruf edecektir. Bu adımla İsrail, Gazze’de 1.5 milyon civarındaki Arap nüfusundan kendisine yönelik olası mücadelelere, saldırılara
20
karşı güvenliğini de Filistin yönetimine devretmektedir. Bilindiği gibi Gazze Şeridi İsrail’in baskılarına karşı müca delede önemli rol oynayan, İntifada’nın kıvılcımını ateşleyen ve mücadeleyi belir leyen bir konuma sahip. Böylesi bir bölgede İsrail, en ufak bir eyleme, harekete karşı tankıyla, to puyla, bombasıyla saldırıda bulunmuş ve insanları katletmeyi de kendi güven liğini sağlama adına savunagelmiştir. Şimdi Yahudi yerleşim alanlarının bo şaltılmasıyla ve İsrail askerinin Gazze Şeridi’nden geri çekilmesiyle, şimdiye kadar İsrail askerinin yaptığı iş Filistin Güvenlik Güçleri’ne devredilmiştir. Bu ise, esas olarak Filistinliler arasında bir iç çatışmanın, savaşın temelini oluştu ran önemli bir faktördür. Filistin Gü venlik Güçleri Gazze Şeridi’nde İsrail’e yönelik saldırı eylemlerini engelleme görevini yerine getirirken, Filistinli lerle karşı karşıya gelme durumunda olacaktır. Filistin yönetiminin İsrail’in güvenliğini sağlayamadığı yerde ise İsrail yine Gazze Şeridi’ndeki Filistin Arap halkına saldırma hakkını saklı tutmaktadır. Yukarıda Şaron’dan aktardığımız ta vıra baktığımızda, Batı Şeria’daki Ya hudi yerleşim alanlarının boşaltılması nın sözkonusu olmadığı açık. Gazze’den çekilmenin perde arkasında yatan bir he sap ya da plan da, esas olarak bu işgal alanlarının boşaltılması tartışmasının
ertelenmesidir. Bu arada da bu alanların daha da sıkı biçimde korunması, kimi alanların ise İsrail topraklarının doğru dan bir parçası haline getirilmesi hesap ve planları yapılmaktadır. Gazze Şeridi’nden çekilmek aynı za manda açık cezaevi durumunda olan bu bölgede yaşayan 1.5 milyon civarın daki Filistinlinin sorunlarının sorum luluğundan kurtulma, sorunu Filistin yönetimine devretmektir. Gazze, dün yanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip yerlerinden biridir ve burada ya şayan Filistinlilerin büyük çoğunluğu günde iki dolardan az bir parayla yaşa mak zorunda. İşsizlik oranı ise %5060’larda… İsrail Gazze Şeridi’nden çekilmekle kendisini “barış yanlısı” gösterme “so runu çözmekten yana olduğu” vb. gö rüntüsü vermeye de çalışmaktadır. Bu sahtekarlığın en ustaca oynandığı alan dan biri de Yahudi yerleşimcilerin yerle şim alanlarından çıkarılmasıydı. Şöyle ki, basına yansıyan haberlerde dünya kamuoyuna yansıtılan esas şey, yerle şimcilerin yerlerinden edilmesi, mağ dur olan insanlar olarak gösterilmesi, yer yer de askerlerle yerleşimcilerin bir likte gözyaşları dökmesiydi… Bu, gerçekte İsrail’in, evet somut ola rak yerleşimcilerin işgalci oldukları ger çeğinin üzerini örtmek için kullanıldı, kullanılıyor. Şaron Gazze Şeridi’nden çekilmekle daha şimdiden hem İsrail içinde hem de uluslararası alanda bir zafer ilan et miş durumda… Şaron’un ve hükümette yer alan kimi temsilcilerin açıklamalarına baktığı mızda, yakın zaman içinde bu adımı izleyecek önemli bir ilerleme gözükme mektedir. Bu durumda eğer Gazze’den çekilme adımını, Filistin yönetimi ile pazarlıklarda yeni adımlar izlemezse yeni bir intifadanın gündeme gelmesi, yaşanması da mümkündür. Gazze’de daha şimdiden baş gösteren “zaferi kendine maletme” ve bölgedeki yönetim için iktidar dalaşı da gözönüne alındığında hem Filistinliler arasında iç çatışmaların, hem de Filistin-İsrail ara sındaki çatışmaların yeniden kızışarak gündeme gelmesinin maddi temelinin ortadan kalkmadığı açıktır. Açık olan diğer bir şey ise, İsrail’in Filistin yönetimine şimdiye kadar olan anlaşmalardan çok daha geri düzeydeki anlaşmalar dayattığı ve kısa vadede iki taraf arasında yapılacak anlaşmaların Filistin tarafı açısından herhalükarda şimdiye kadar olanlardan daha geri düzeyde anlaşmalar olacağıdır. Görünen bu… Bunun somut olarak nasıl gelişece ğini de göreceğiz. 16 Eylül 2005 ✓
Faşist Saldırılar Protesto Edildi
M
ersin’ de başlay ıp, Trabzon’da sürdürülen ve Bozüyük’te doruğa ulaşan faşist saldırılar, Adana’da bir araya ge len sendikalar, demokratik kitle örgüt leri ve devrimci çevreler tarafından bir basın açıklaması ile protesto edildi. Yapılan açıklamada linç girişimlerini, Kürtlere yönelen saldırıları meşru gö ren medyanın tutumu kınanırken, sal dırganların hiçbir engellemeye maruz kalmadan ve hatta “duyarlı vatandaş lar” olarak lanse edilmesi, ceza yasa larının uygulanmaması, buna rağmen saldırıya uğrayanların provokatörlükle
suçlanması teşhir edildi. Açıklama Türk, Kürt, Arap emekçile rini; faşist, şovenist kışkırtmalara karşı halkların kardeşliğini yükseltme, hak ve özgürlükler için birlikte mücadele etme çağrısıyla son buldu. Protesto eylemi sı k sı k at ı la n “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları ile sonlandırıldı. Bizler de Ydi Çağrı okurları ola rak eyleme destek verdik ve “Şovenist Kışkırtmalara Son Verilsin” yazılı bir dövizle yer aldık. 09.09.2005, Ydi Çağrı/Adana ✓
12 Eylül Faşizmine Karşı Miting
12
E y l ü l A s k e r i F a ş i st Darbenin 25. yıldönümü bu yıl 78’liler tarafından İstanbul, İzmir, Ankara ve Mersin’de mitinglerle protesto edildi. Saat 11’de Mersin Devlet Hastanesi önünde bir araya gelen kitle polisin engellemeleri ile ancak 12:15’te yürü yüşe geçebildi. Metropol alanına doğru yürüyüş sırasında sık sık ‘Darbeciler halka hesap verecek’, ‘Yaşasın devrim ve sosyalizm’, ‘Kahrolsun faşizm tek yol devrim’, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’
sloganları atıldı. Faşist darbenin sorumlularını lanet leyen konuşmaların ardından eylem sona erdi. Yaklaşık 1500 kişinin katıldığı ey lemde bir grup MHP’li faşistin Türk bayrakları ile eylemi provoke girişimi başarısız kaldı. Polis keskin nişancıları, özel timleri ile tüm yürüyüş güzerga hını ve eylem alanını çok yoğun bir bi çimde ablukaya almıştı. 11.09.2005, Ydi Çağrı/Mersin ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
6-7 Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde tarih çarpıtıcılığı… 1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasındaki gücün devletin kendisi olduğu gerçeğinin üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır. “Yeni tanıklıklar” adına detaylara boğarak üzeri örtülmeye çalışılan gerçek, Türk devletinin ulusal azınlıklara yönelik siyasetinin sistemli bir ulusal baskı ve zulüm siyaseti olduğu gerçeğidir.
6-7
Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde “ta rihle yüzleşmek” adına olaylarla ilgili birçok gazetede yazılar yayınlandı, “tanıklar” konuşturuldu… Konu hakkında tavır takınan ve anıla rını okurlara aktaran köşe yazarları da genelde olayların ne kadar “utanılacak” olaylar olduğu yönlü tavırlar takındılar. Kimi köşe yazarları böylesi olayların iyi hatırlanması ve bilinmesinin benzeri olayların bir daha yaşanmaması için ge rekli olduğunu da vurguladılar. Egemenlerin yazılı medyasındaki ta vırlara bakıldığında ortaya esas olarak şu görüntü çıkmaktadır. Medyada tavır takınanların bir kesimi, olayların devlet içinde olan bir kesimin, “derin devlet’in oyunu olduğunu tespit ederek bugünle bağını kurmakta ve “derin devlet”e karşı liberal burjuvazinin siyasetini sa vunmaktadır. Bu konuda yazılanlara bakıldığında, 50 yıl sonra da olsa, sözkonusu olayla rın yanlışlığının, bu olayların arkasın daki gücün “derin devlet” olduğunun kimileri tarafından ortaya konmasının olumlu bir gelişme olduğu söylenebilir. Tavır takınanların bir kesimi ise böy lesi olayların devletin ve milletin anane sine ters, ona zarar veren olaylar oldu ğunu savunmaktadır. Bu konudaki tavırlara bir de 6-7 Eylül ile ilgili resim sergisine MHP ve İP taraftarları olduğu söylenen bir kesimin saldırıları ve bu saldırıları kınama yönlü tavırlar eklendi. Sonuç olarak öne çıkan esas şey, yapılanların, yaşananların Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türk toplumunun geleneğine ters olaylar olduğu düşüncesiydi. Böylece tarih çarpıtıcılığı yapılıp Türk devleti, hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun kirli sayfaları temize çıkarılmaya çalışıldı, çalışılıyor.
yuyor. Sorunu Türk devletinin ve toplu munun ananesini zedeleyen bir çılgın lık ve “bin yıllık Türk hakimiyetinin tanımadığı, bilmediği” bir tertip olarak gösteriyor. En iyi halde bu olaylar “im paratorluğun bıraktığı miras üstünde bir leke” olarak değerlendiriliyor. Tam da bu noktada “tarihle yüzleş mek” adına tarih çarpıtılmaktadır. “Yeni tanıklıklar” adına kimi olaylar ortaya çıkarılırken, bu olaylar tarihin çarpıtılarak yeniden yazılması için kullanılmaktadır. İlber Ortaylı’ya göre böylesi olaylar Türk devletinin ananesini zedeliyormuş! Türk devletinin ve toplumunun ananesinin 6-7 Eylül olayları gibi olayları tanımadığı yönlü düşüncenin gerçekleri çarpıttığını göstermek için geçmişe kısaca bakmak yetmektedir.
ANANE VE MİRASTA NE VAR?
Tarih çarpıtıcılığının en açık görüldüğü tavırlardan biri özellikle son yıl larda Türk devletinin “tarih danışman larından” biri olan İlber Ortaylı’nın 4 Eylül tarihli Milliyet gazetesindeki yazı sıdır. Takınılan tavır şöyledir: “…1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türki ye’nin dışarıdaki adına çok zararı doku nan, aleyhte abartılan bir propagandayı daima besleyen yüz karası bir tertip ve kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hakimi yetinin tanımadığı, bilmediği bu saçma tertip; imparatorluğun bıraktığı miras üstünde bir lekedir. II. Dünya Savaşı sı
rasında konulan Varlık Vergisi gibi an lamsız ve istismara açık uygulamayla birlikte yeni nesillerin başına bir bela ola rak kalmıştır. (…) Bu toplumun bu gibi olayları tekrar edeceğini hiç sanmıyoruz ama olayları da unutmak değil, iyi öğ renmek gerekir. 6-7 Eylül olayları bazıla rının dediği gibi 1938 Kasım’ın Almanya ve Avusturya’sındaki Kristal Gecesi gibi değildi; 1950’lerin kabuk değiştirmeye başlayan ve denetimin elden çıktığı ve mutlaka kötü yönetilen İstanbul’unda devlet ve toplum ananemizi zedeleyen bir çılgınlıktı.” (Milliyet, 4 Eylül 2005) İlber Ortaylı sorunu böyle ortaya ko
6-7 Eylül 1955 saldırılarında zarar gören ler esas olarak Rum ulusal azınlığı olsa da, Ermeniler ve kısmen Yahudi’ler de zarar görmüştür. Bu bağlamda hedefin gayrimüslim azınlıklar olduğu açıktır. İlber Ortaylı’nın bahsettiği Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta, sadece 1890’lı yıllardan 1922’ye kadarki kesimine baktığımızda bile karşımıza çok daha büyük “kara lekeler” çıkmak tadır. Evet “tertip” biçimindekileri de! Osmanlı İmparatorluğunun tarihinde de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de böylesi oyunlar, tertipler burada sayı lamayacak kadar çoktur. “Osmanlıda oyun çok” deyimi boş yere söylenme miştir… Oyunlar tertipler bir yana, Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta, yaşanan katliamlar ve soykırımın izleri günümüze kadar gelmiştir. Ermenilere yönelik yaşanan soykırımda Rumlar da, Süryaniler-Keldaniler (Asurlar) de pa yını almışlardır. Yüzbinlercesi yerinden
21
halkların kardeşliği için yurdundan edilmiş, büyük bölümü kat ledilmiştir. Ortaylı gibilerinin tavırları en başta bu tarihi gerçekliklerin üzerini örtmeye çalışan ve “imparatorluğun mirası”nı temize çıkarma ve tarihi çar pıtma tavırlarıdır. Bu ve benzeri tavırlar aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt ulusuna ve ulusal azınlıklara yönelik baskıların, ulu sal zulmün üzerini de örten tavırlardır. Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan Anlaşması’yla varlığını kabul ettiği dini azınlıkların bu anlaşmaya göre sahip ol maları gereken hakları bile vermemiş ve sürekli bir baskı uygulamıştır. Rum, Ermeni ve Yahudiler (Museviler) dini azınlık olarak kabul edilirken gayrimüs lim olduğu halde Süryaniler-Keldaniler dini azınlık olarak bile kabul edilme miştir. Bunların ulusal azınlık olarak varlığı ise hâlâ kabul edilmiş değildir. Gayrimüslim azınlıklara karşı saldı rılar, baskılar Lozan Anlaşması sonra sında kurulan Cumhuriyet döneminde sürekli varolagelmiştir. Bu baskılar doğ rudan devlet tarafından gerçekleştiril miştir. Özellikle Ermeni ve Rum azınlığı si yasi ve belirleyici ekonomik alanlardan kelimenin gerçek anlamında temizlen meye çalışılmıştır. 1942 yılında karar altına alınan Var
22
lık Vergisi esas olarak azınlıklara karşı alınan bir önlemdi. Kamuoyuna bu kararın gerekçesi ve amacı başka türlü yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki gayrimüslimleri safdışı etmek de bu nun doğal bir sonucuydu. Böylece eko nomik alandaki saldırı, özellikle Rum ve Ermeni azınlığına mensup binlerce insanın sürgün edilmesi ve sürgün edi lenlerin önemli bölümünün katledilme sini de beraberinde getirmiştir. 1955’teki talan girişimleri, saldırıları da ekonomik alanda Varlık Vergisi’nin bir devamı niteliğindedir. Varlık Ver gisi, İlber Ortaylı’nın anlatmaya çalış tığı gibi “anlamsız ve istismara açık uy gulama” değil, bilinçli olarak kararlaş tırılan ve istendiği gibi uygulanan bir karar ve uygulamadır. Bu uygulamayla ve 1955 yılı 6-7 Eylül saldırılarıyla Türk devleti elde etmek istediğini esas olarak elde etmiştir. Rum azınlığının Türkiye’yi terket mesi amacı da Rumlara yönelik baskı
ların perde arkasındaki olgulardan bi ridir. Tüm baskılara rağmen Türkiye’yi ter ketmeyen Rumlar ise daha sonra çıka rılan yasa(lar) ile Türkiye’yi terketmeye zorlanmışlardır, kelimenin gerçek an lamında sürgün edilmişlerdir. 1964 yılında Türk devleti açıkça Rumları “sınırdışı etme” kararı çıkarıp uygula mıştır. Tüm bu uygulamalar sonucunda Tür kiye’de yaşayan Rumların sayısı sıfır lanmaya çalışılmıştır. Az sayıda Rum insanının anda Türkiye’de yaşıyor ol ması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu, Lozan Anlaşması sonrasında Tür kiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşa yan Rumların sayısıyla karşılaştırılarak gösterilebilir bir gerçekliktir. Verilere göre Lozan Anlaşması döne minde 370 bin Rum vardır. Türk devleti nin kimi entrikalarıyla bu sayı 200 bine düşürülmüştür. Daha sonraki yıllarda da Rum azınlığın nüfusu giderek azal maktadır. Kimi verilere göre 1955-1962 yılları döneminde Türkiye’yi terk eden Rumların sayısı 70 bin civarındadır. 1964’teki “sınırdışı etme” kararı son rasında ne kadarının sınırdışı, sürgün edildiği ise belirsiz… Türk devletinin Rum azınlığı üzerin deki baskıları ve Rum düşmanlığı deği şik biçimlerde de olsa günümüzde de sürmektedir. Bunun en açık görüldüğü alan Fener Rum Patrikhanesi’ne, Patrik Bartholomeos’a ve Rum Ruhban Oku lu’nun açılması talebine karşı tavırlar dır. Bilindiği gibi Heybeli Adası’ndaki Rum Ruhban Okulu, devletin Rumlara yönelik baskılarının bir parçası olarak kapatılmıştı. Kısaca aktardığımız bu olgular Os manlı İmparatorluğu’nun bıraktığı mi rasın da, Türkiye Cumhuriyeti tarihi nin de kara lekelerle dolu olduğunu; bu kara lekelerin “devlet ve toplum anane mizi zedeleyen bir çılgınlık” olmanın ötesinde, devletin ananesi olduğunu or taya koymaktadır. Hiçbir çarpıtma bu gerçeklerin üzerini örtemez. 1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasın daki gücün devletin kendisi olduğu ger çeğinin üzeri de örtülmeye çalışılmak tadır. “Yeni tanıklıklar” adına detaylara boğarak üzeri örtülmeye çalışılan ger çek, Türk devletinin ulusal azınlıklara yönelik siyasetinin sistemli bir ulu sal baskı ve zulüm siyaseti olduğu ger çeğidir. 50. yıldönümü vesilesiyle yayınlanan yazılarda bu gerçeği ortaya koymak ve devletin siyasetini teşhir etmek için de epey malzeme, veri vardır. Tüm sınıf bilinçli işçilerin görevi, bu gerçeği kitlelerin bilincine yerleş tirmeye çalışması, Türk şovenizmine karşı amansız bir mücadele vermesidir. Eylül 2005 ✓
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Ekim Devriminin uluslararası karakteri Ekim’ in onuncu yıldönümü dolayısıyla
J. V. STALİN
“Ekim Devrimi salt “ulusal çerçevede” bir devrim de ğildir. O herşeyden önce uluslararası çapta, dünya ça pında öneme sahip bir devrimdir, çünkü o dünya in sanlık tarihinde eski kapitalist dünyadan yeni sosyalist dünyaya doğru temel bir dönemeç demektir. Eskiden devrimler genellikle devletin dümenindeki bir sömürücüler grubunun yerini bir başka sömürü cüler grubunun almasıyla sonuçlanırdı. Sömürücüler değişirdi, sömürü kalırdı. Kölelerin kurtuluş hare ketleri döneminde böyle oldu. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da bilinen “büyük ” devrimler döneminde böyle oldu. Proletaryanın, tarihi kapitalizme karşı çe virmek amacını taşıyan onurlu, kahraman ama yine de başarısız kalan ilk girişimi olan Paris Komününden sözetmiyorum. Ekim Devrimi bu devrimlerden ilkesinde ayrılmak tadır. O kendine amaç olarak, bir sömürü biçiminin yerine bir başka sömürü biçimini, bir sömürücüler grubunun yerine bir başka sömürücüler grubunu ge çirmeyi değil, insanın insan tarafından her türlü sömü rülmesini ortadan kaldırmayı, kim olursa olsun bütün sömürücü grupları ortadan kaldırmayı, proletaryanın diktatörlüğünü kurmayı, bugüne dek var olan bütün ezilen sınıf lar arasında en devrimci sınıfın iktidarını kurmayı, yeni bir toplum, sınıfsız, sosyalist toplumu örgütlemeyi almaktadır. İşte bu yüzden Ekim Devriminin zaferi, insanlık ta rihinde köklü bir dönemeci, dünya kapitalizminin ta rihsel kaderinde köklü bir dönemeci, bütün dünyanın sömürülen yığınlarının mücadele yöntemlerinde ve ör gütlenme biçimlerinde, yaşam tarzı ve geleneklerinde, kültür ve ideolojisinde köklü bir dönemeci kaydetmek tedir. Ekim Devriminin uluslararası çapta, dünya çapında öneme sahip bir devrim olmasının nedeni budur. Bütün ülkelerin ezilen sınıf larının, kendisinde kur tuluşlarının güvencesini gördükleri Ekim Devrimine karşı besledikleri derin sempatinin kaynağı burada ya tar.” J. V. Stalin, Eserler Cilt 10; İnter Yayınları
gündem
Gelecek sosyalizmdir! Sosyalizm gelecektir!
D
evrim… Sosyalizm… Bu iki sözcükle sıklıkla karşılaşıyor, kullanıyoruz. Çivisi iyice çık mış bu sömürücü sistemden kurtulmak istiyoruz; onun için devrim gerekli di yoruz. Bu barbar ve kan emici sistemin alternatifi vardır diyoruz; sosyalizmi işaret ediyoruz… Peki bu birbirine bağladığımız iki söz cük neyin karşılığı? Hayır, öyle derin te oriler yapmaksızın; bu sistemden yaka silken insanlar için alternatif olarak ileri sürdüğümüz şeyin pratik karşılığı ne olacak? Neyi değiştirecek sosyalizm? Bugüne kadar devrime ilişkin yapılan konuşmalarda, yazılan yazılarda çoğun lukla büyük değişimden sözedildi… Ge nel olarak devrimle sömürü, sömürücü sınıflar ortadan kaldırılacak, yerine iş çilerin, emekçilerin devleti kurulacak. Sosyalizm inşa edilmeye başlanacak; “herkes topluma yaptığı katkı ölçü sünde kazanacaktır”. Sosyalizm, daha da gelişerek komünizme varacak; komü nist toplumda “herkes yeteneğine göre topluma katkıda bulunacak ve ihtiyacı kadar alacaktır.” Bu bir hayal mi? Bir sosyalizm deneyi yaşandı… Sov yetler Birliği 1917’den 1950’lerin orta larına kadar sosyalizmi inşa etti, bu temelde işçilerin, emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi açısından bir çok kazanım elde edildi. Yaşanan bu kısa deneyim bile sosyalizmin ha yal değil gerçek olabileceğini; işçilerin, emekçilerin sosyalizmde birçok şey ka zanabileceğini gösterdi. Sosyalist top lumda sömürücü sınıf ların ortadan kaldırılmasıyla yaratılan zenginliğin işçilere, emekçilere dağıtılması sonucu yaşam seviyesinin nasıl yükseldiği, na sıl bir refah toplumunun oluştuğu yaşa nan deneyimle görüldü.
İŞ, İŞÇİ VE SOSYALİZM! Ekim Devrimi’nin en büyük özelliği sö mürücü sınıfların iktidarının yıkılması ve onun yerine işçi sınıfının iktidarının kurulmasıdır. Bu devrim insanın insan üzerindeki sömürüsünün kaynağı özel mülkiyet sisteminin yok edilmesinin yolunu açmıştır. Bolşeviklerin önderliğinde kurulan sosyalizmde emeğin karakteri, emeğin toplumsal örgütlenmesi, ücretlendiril mesi, yeniden üretim bir bütün olarak yeniden düzenlenmiş ve yepyeni bir ka rakter almıştır.
kaldırılması ancak ve ancak sosyalizm koşullarında mümkündür. Bunun için sosyalizm diyoruz… Bunun için sosya lizmi gerçeklik haline getirecek devrim den sözediyoruz…
“Herkese yeteneğine göre, herkesten katkısına göre”
Sosyalizm dünya üzerinde ilk kez bir ilkeyi gerçekleştirmiştir: 1936 Sovyet Anayasası’nda iş hakkı temel anayasa ilkesi olmuştur. Bu çalışabilir yaştaki herkese iş hakkı anlamına gelmektedir. “Herkese iş” hakkının gerçekleşmesi işsizliğin toplumsal olarak yokedilme sinden başka birşey değildir. Kapita lizm şartlarında mümkün olmayan
Sosyalizm bir “asalaklar” toplumu değil; toplum refahı için çalışmanın görev sa yıldığı bir toplumdur. Anayasasında “ça lışmayana yemek de yok” ilkesinin yazıl dığı bir toplumdur. Sosyalist sistemde geçerli olan; “herkese yeteneğine göre, herkesten katkısına göre” ilkesidir. Sosyalizmde, toplumun bütün üyele rinin çalışma yükümlülüğü vardır. Bu aynı zamanda emeğe ve çalışmaya karşı yaklaşımın değişmesi anlamına gelir. Kapitalist toplumun insanları zengin
sosyalizmde gerçekleşmiştir: İşsizliğin yokedilmesi kapitalizmde mümkün ol mayan birşeydir; çünkü kapitalistler işgücünü daha ucuza satın almak ve mümkün olan en büyük kârı elde etmek için her zaman yedek işsizler ordusuna ihtiyaç duyarlar. Sosyalizmde üretimin amacı kapitalist sistemde olduğu gibi kâr değil, toplum refahı olduğundan, sosyalist sanayileşmeye bağlı olarak iş sizliğe karşı tutarlı bir mücadele yürüt mek olanaklıdır. Resmi rakamlara göre % 10’larda dolaşan, resmi olmayan rakamlara göre ise % 20’lerin üzerinde seyrettiği bilinen Türkiye’de işsizliğin ortadan
olmak, çalışmadan yaşamak hayalleri peşinde koşarken, sosyalist toplumda çalışarak, topluma katkıda bulunarak yaşamak onurlu bir görev sayılır. Çalış mak angarya değil, toplumsal yaşamın bir gerekliliğidir. Çalışmadan zengin olmanın özen dirildiği, umutların milli piyangoya, totoya, “topçuluğa-popçuluğa” bağ landığı; bir avuç zenginin yaşamının çekici hale getirilerek toplumun insan larının buna özendirildiği, “havada bulup tavada yeme”nin, vurgunun, üç kağıdın, kapkaçın, rantiyeciliğin, rüş vetin… vs. vb. geçer akçe olduğu Tür kiye toplumunda bu çürümüşlüğün ve
Kâr için değil, toplumun refahı için üretim!
geleceksizliğin alternatifinin adıdır sos yalizm. Sosyalist bir Türkiye’de herkes toplumun daha zenginleşmesi için çalı şacaktır. Çalıştığı oranda yaratılan zen ginlikten payını alacaktır. Sosyalizmde her birey kapitalist toplumun aksine kendi geleceğini toplumun geleceğiyle özdeşleştirecek ve bireysel kurtuluşun yerini toplumsal kurtuluş alacaktır. Bunun için sosyalizm diyoruz…
Kadınların üretime ve toplumsal yaşama çekilmesi…
Ekim Devrimi’nin en büyük özellikle rinden biri Çarlık Rusyası döneminde ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görülen kadınlara hukuksal ve sosyal eşitliğin sağlanmasının yolunu açmış olmasıdır. Sosyalizmde kadınlar kitleler halinde toplumsal üretici çalışmaya çekilmiştir.
Kadınların üretici çalışmaya çekilmesi, işçi çocuklarının bakımı ve eğitiminin toplumsal olarak çözülmesi temelinde olmuştur. Kreş ve çocuk yuvaları, tatil okulları; toplumsal beslenmeyi sağla yan kolektif mutfaklar... açılmış; bu alanda büyük atılımlar yapılmıştır. Bugün sınıfsal, ulusal, cinsel üçlü bas kı altında yaşayan Türkiye toplumun daki emekçi kadının kurtuluşunun yolu devrimdedir; devrim sonrası kuru lacak sosyalizmdedir. İşçi kadınlar sos yalist toplumda sözkonusu baskılardan kurtulmuş özgür bireyler olarak top lumsal gelişmeye erkek işçilerle birlikte eşit olarak katılacaklardır. İşçi kadınlar
23
gündem açısından sosyalizm sadece iş yaşamı açısından değil, toplumsal yaşamın her alanında bir özgürleşme ve kurtuluşun adıdır.
Sosyalist toplumda işçi ve emekçi yığınların çalışma koşulları sürekli iyileşecektir.
24
İnsanın insan üzerindeki sömürü sünü ortadan kaldırmayı ve insanca yaşamayı hedefleyen sosyalizm işçi ve emekçi kitlelerin çalışma koşullarının sürekli iyileştirilmesini bayrağına ya zan bir toplumdur. Kapitalistlerin bü tün kaygısı, “nasıl olur da işçileri daha fazla sömürürüz”dür. Sosyalist devletin çıkış noktası ama “işçileri nasıl olur da daha iyi koşullarda yaşatırız”dır. Çar lık Rusyasında işçiler günlük 10-12 saat çalışırken sosyalizm koşullarında iş sa ati genelde 7 saat, bazı işkollarında ise 6 veya 5 saat olarak uygulandı. Sosyalizm koşullarında ücretler sü rekli bir artış halindeydi; her beş yıllık kalkınma planında bu artış tespit edili yordu. “Eşit işe eşit ücret” talebi sosyalizmde gerçekleştirilmiştir. Kapitalizmde kafa emeğinin temsilci lerinin önemli bir bölümü kol emeği ile çalışanları sömürmek için kullanılmak tadır. Sosyalizmin zaferiyle kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlığının çözülmesi yönünde önemli adımlar atılmıştır. Sosyalist işletmelerde işçiler kapita list patron için değil, kendileri için üret mektedirler. Ve “üreten biziz yöneten de biziz” ilkesi gerçekleşmiştir. Sosyalizmde işçi ve emekçilerin ko nut sorunu çözülmüştür. Bu konuda kapitalist toplumda yaşanan olumsuz koşullar sosyalist toplumda özel ön lemlerle de ortadan kaldırılmış; toplu konut yapımıyla sorunun üstesinden gelinmiştir. Sosyalizmde işçi ve emekçilere din lenme hakkı tanınmaktadır. Sekiz sa atlik işgünü anayasal bir maddedir ve ama işgününün giderek kısaltılması hedefi sözkonusudur. Dinlenme hakkı nın bir parçası da ücretli yıllık izindir. İşçilerin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere sanatoryumlar, tatil ve kür alanları, spor alanları… olanak ları yaratıldı. Hastalanma ve işgücünü kaybetme durumunda devlet işçinin tüm sağ lık masraflarını karşılamakta (sosyal sigorta), emeklilik hakkını garantile mektedir. Eğitim hakkı ve emeğin kali fiyeleştirilmesi işçiye devletçe tanınan haklar arasındadır. Kapitalizmde üretim tekniğinin ge liştirilmesi sadece ve sadece daha fazla sömürü vaadettiğinde gündeme gelmek tedir. Dikkatinin merkezinde “insan” olan sosyalizmde işçi sağlığını ve işçi nin çalışma koşullarını iyileştirmek mer
kezde durduğundan üretim tekniğinin yenileştirilmesi sürekli gündemdedir. Üretimin modernleştirilmesi sonucu iş koşullarının iyileştirilmesi, bununla ba ğıntı içinde iş kazalarında düşüş sosya lizmin kazanımları arasındadır. Yukarıda sosyalist iktidarla işçilerin yaşam koşulları açısından kazandıkla rından sadece bazılarını aktardık. Şüp hesiz bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Bu yaşanan deneyimler ışığında çe şitli ulus ve milliyetlerden Türkiye işçileri açısından sosyalist toplum dü zeniyle kazancın neler olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek… Kapi talist boyunduruk altında ücretli köle ler olarak patronun daha fazla kârı, en fazla kârı için günde en az sekiz saat, çoğunlukla çok düşük ücretlerle 10-12 saat çalışan, mesai adı altında ek bir çalışmayla daha fazla sömürülen bir ül kenin insanlarıyız. Aynı işi yaptığımız halde aynı işe farklı ücretler aldığımız, bazen bu yüzden kızgınlığımızı bu işi yapan patronlara değil birbirimize karşı gösterdiğimiz iş koşullarına sa
varsa otur televizyon seyret! Böylece ka pitalist toplum senin emeğini sömürme yanında bilincini de esir alsın! Üreten lerin yönetmesi mi? Gerek yok! Patron ların çıkarlarını, onların düzenlerini savunan siyasetçiler dururken “ayak ta kımının” yönetimde söz sahibi olması da neymiş? En iyi halde bu toplumda işçilere, emekçilere yönetim bâbından biçilen görev, seçim dönemlerinde san dık başına gitmek ve varolan düzen par tilerine oy vermektir… Bunun adı da demokrasi oluyor!!! Kapitalist toplumun Türkiye işçile rine sunduğu kabaca bunlar! Geçtiğimiz yıllardaki yaygın deyi miyle “iki ayrı Türkiye”de yaşıyoruz… Yokluğun, yoksulluğun, açlığın ve sefa letin kol gezdiği ezilenlerin Türkiyesi… Diğer yanda ezilenlerin hayal bile ede mediği koşullarda, zevk ve sefa içinde, şatafat içinde yaşayanların Türkiyesi… Böyle iki farklı Türkiye’den ezilenle rin yararına kurtuluşun yolunun adı dır devrim… Devrim yeni bir düzenin, sosyalizmin yolunu açacaktır.
liliğinin arttırılması emeğin korkunç sömürüsü temelinde gerçekleşir. Sos yalizmde üretimin verimliliğinin art tırılması kendisi için çalıştığının bilin cinde, özgür insanların kolektif çabala rının ürünüdür. İşletme kolektiflerinde işçiler, aktif olarak sosyalist üretimin planlamasına, hedeflerine ve uygulan masına katılmaktadırlar. Bugün Türkiye’de işçi, tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi makinanın bir uzantısı haline getirilmiştir. Patronların işçiden istediği onların özgür düşünce den, kolektif yaratıcılıktan uzak, uysal köleler halinde çalışmasıdır. Kapitalist toplum işçinin kendisine, kendi gerçekli ğine yabancı kalmasını sağlar… Sosyalist bir Türkiye’de bu durum ter sine dönecektir… İşçi kendi devletinin, kendi düzeninin çıkarının bilincinde, kolektif çalışma içinde sosyalizmin ge liştirilmesi için, kendi toplumunun ge lişmesi için çalışacaktır. Kendi gerçekli ğinin, gücünün farkına varmasıyla işçi sömürüden uzak, kâr için değil, toplu mun çıkarı için, özgür iradesiyle çalışa caktır…
Sosyalist toplum işçilerin kültürel seviyesinin sürekli yükselmesinin maddi koşullarını sağlar
Enternasyonal
hibiz. İş bulabildiğimiz için sevindiği mizden çoğunlukla “eşit işe eşit ücret”i düşünenimiz bile çok az… Patronların daha fazla kârı için çoğunlukla sigorta sız çalıştırılıyoruz… Peki köle gibi çalışmamızın karşılığı ne? Çok az bir ücret; yüksek kira ödedi ğimiz izbe evler, hastalandığımızda en iyi halde “yeşil kart” karşılığında has tane kapısında sürünmek, ölmek; kötü iş koşullarında bir iş kazası sonucu sakatlığa ve açlığa mahkumiyet… vb. vb. Dinlenme hakkı, sosyal, kültürel, sanatsal olanaklardan yararlanmak da ne demek? Bir turizm ülkesi olan Türkiye’de tatil bir işçi açısından lüks! Sanata, sosyal etkinliklere katılmak, iş çinin kendisini yetkinleştirmesi vs. ne demek? Gereksiz! Eğer ertesi günü işe gitme diye bir derdin yoksa, yorgunluk tan ayakta durabilecek kadar mecalin
Kapitalistlerin el koyduğu zenginli ğin hakça dağıtılması, toplumun bir bütün olarak zenginlikten pay alması nın adıdır sosyalizm! Sosyalist bir Tür kiye’de işçilerin yaşam koşullarının kısa sürede bugünkünün birkaç misli yükselmesi mümkündür. Salt iş günü açısından bile bugünkü toplumdan farklı olacaktır sosyalizm. Zenginler için bugün “normal” olan, fakirler için bir “hayal” sayılabilecek sağlık, eğitim, ulaşım, dinlenme vb. vb. koşullar hızla düzeltilebilir şeylerdir. Ama sosya lizmde! Sadece yaşam koşulları mıdır sosyalizmle düzelecek olan? Hayır, el bette değil! Sosyalist toplumda işçidir yönetecek olan… İşçidir yöneteni de netleyebilecek olan… Şeffaf olan toplu mun adıdır sosyalizm…
Üretim verimliliğinin arttırılması Kapitalist toplumlarda üretim verim
Sosyalizmde üretimin verimliliğinin arttarılması doğrudan işçilerin kültü rel seviyesinin artmasıyla ilişkilidir. Her toplum kendi iş disiplinini yaratır. Köleci toplumda köle sahipleri kırbaçla insanları çalışmaya zorluyorlardı. Ka pitalist toplumda açlık ve işsizlik kor kusu ücretli çalışma disiplinini zorla dayatmaktadır. Sosyalist toplumda ise çalışma disiplini insanların toplum için çalışma gerekliliğini kavraması, insan onuruna saygı ve kişisel çıkarların ko lektif çıkarlara bağlı olarak ele alınması üzerinde yükselir. Kültür ve bilinç seviyelerinin sürekli artışını temel alan sosyalist toplumda işçiler makinanın bir parçası olmaktan çıkarlar. Onlar artık üretimin gözetle yicisi ve denetleyicisidir. Kalifiyelileştir menin sürekliliğinin sağlandığı koşul larda kapitalist toplumda egemen olan örneğin teknisyen ve basit bant işçisi arasındaki ayrım da ortadan kalkar, teknik bilgiye sahip işçiler, bizzat üre tim tekniğinin yenileyicisi olurlar. Türkiyeli işçiler de sosyalizm koşulla rında tüm bu olanaklara sahip olacak lardır. Tüm bu söylenenler olmayacak şey ler değildir; hayal değildir… Gerçek leşebilir olan, gerçekleşecek olan şeyler dir… Ve ücretli köleliğin ortadan kal dırılması için, insanca bir yaşam için mutlaka gerçekleştirilecektir! İşçiler için gelecek sosyalizmdedir! Sosyalizm gelecektir! 16 Eylül 2005 ✓
okuyucu mektubu
✉
BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II
Ö
ğlen saatlerinde bir genç geliyor. Hücrenin kapısını açıyor. Konuşmak istediğini söylüyor ve nezarethane polisine yalnız konuşmak istediğini söylüyor. Kim olduğunu soruyorum. Burada çalıştığını ve avukat olmadığını söylüyor. Bana bilgisayarı nasıl kullandığımı soruyor. Ben bilgisayarı fazla bilmediğimi, sadece yazabilecek kadar bir bilgimin olduğunu söylüyorum. Bir ihtiyacın olursa, benimle konuşabilirsin diyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde gel diye sesleniyorlar. Gözlerim bağlandıktan sonra, nezarethane polislerinin odasına götürülüyorum. Biri bana enigma programının şifresini soruyor. Bilmiyorum cevabından sonra, ‘ulan yavşak ben internetten şifre programını indirir çözerim’ diyor. Amacının fazla uğraşmak olmadığını da ekliyor. Şifreyi bilmediğimi ve bilgisayardan da anlamadığımı söyledikten sonra, hücreye geri dönüyorum. Öğ len sonu Yeşi ly ur t Devlet Hastanesi’ne kontrole götürüyorlar. Dayanılmaz acılar yaşıyorum. Başımda korkunç bir ağrı var. Yürümede zorlanıyorum. Muayene eden doktor sadece sırt ve göğüs bölümüne bakıyor. Bu işlem bir dakika bile sürmüyor. Doktor şikayetin var mı diye soruyor. Olanları kısaca anlatıyorum. Başımın çok ağrıdığını ve kendi paramla bir ağrı kesici almak istediğimi söylüyorum. Biz ilaç veremeyiz, eczaneden alırsın diyor. Durumu polislere anlatıyorum. Eczaneden bir ağrı kesici almak istediğimi söylüyorum. Nezarethane polisinden alırsın diyorlar. Sonuçta ilaç alamıyorum. Ağrılarımla baş başa kalıyorum. 12 Temmuz 2002: Günlerden Cuma olduğunu biliyorum. Bugün savcılığa, çıkarabileceklerini düşünüyorum. Ama bir türlü gelen olmuyor. Öğlen sonu hücreden alınıyorum. Nereye gideceğimi soruyorum. Polis “parmak izi alınacak” şeklinde yanıt veriyor. Alt katlardan birine iniyoruz. Önce parmak izi alınıyor, resim çekiliyor ve kamera kaydı yapılıyor. İşlemler tamamlandıktan sonra geri hücreye dönüyorum. Cuma günü sorguya götürmüyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde, hücrenin kapısı açılıyor. Bir polisin elinde kağıt ve kalem var. “Bunu imzala” diye sesleniyor. Okumadan i m z a la mayac a ğ ı m ı söylüyor u m. Kağıdı okuyorum. Hakkımda yazılan düzmece bir ifade tutanağı olduğunu anlıyorum. İmzalamayacağımı
“İmzalayacaksın” diye bağırıyor. Kolunu kaldırıyor, vuracakmış gibi yapıyor. İmzalamayacağımı söylüyorum. O esnada nezarethane görevlisi geliyor. Polise gel diye sesleniyor. Adam hücreden çıkıyor, kapının önünde nezarethane görevlisine, “yahu bunda ne var, bunu bile imzalamıyor” diye sitem ediyor. söylüyorum. “İmzalayacaksın” diye bağırıyor. Kolunu kaldırıyor, vuracakmış gibi yapıyor. İmzalamayacağımı söylüyorum. O esnada nezarethane görevlisi geliyor. Polise gel diye sesleniyor. Adam hücreden çıkıyor, kapının önünde nezarethane görevlisine, “yahu bunda ne var, bunu bile imzalamıyor” diye sitem ediyor. 13.07.2002: Günlerden Cumartesi. Bugün DGM’ye çıkarılacağımızı düşünemiyorum. Bir polis çağırıyor. Fotoğrafımı çektikten sonra, yeniden hücreye dönüyorum. Saat 11’e doğru hücreden çıkarılıyorum. Mahkemeye çıkarılacağımız söyleniyor. Eşyalarım geri veriliyor. Eşyaları geri aldığıma dair imza atıyorum. Beni yeniden hücreden alıyorlar, mahkemeye çıkarılacağımız söyleniyor. Polisler bir koşturma içerisinde bulunuyorlar. Şube Müdürü polislere emir veriyor. Her ekibin bir numarası var. O numaralarla birbirlerine hitap ediyorlar. Gözaltındaki insanları sıraya diziyorlar. Aralarında iletişimin olmaması için özel bir çaba harcıyorlar. İlk önde ben duruyorum. 2. ve 3. sırada iki kadın arkadaş yer alıyor. 3. sırada yer alan kadın arkadaş çok bitkin görünüyor. Bu arada polisler, üstünde polis yazılı yelekler giyiyor. Koluma iki polis giriyor, merdivenlerden aşağı iniyoruz. Kapı önünde televizyon kameraları bir sıra oluşturmuş, dışarı çıkmamla birlikte Şube Müdürü, beni çekmeleri için işaret ediyor. Yüzümü kapatmaya çalışıyorum, ama her yönden çekim yapılıyor ve flaşlar patlıyor. Minibüse biniyoruz. Minibüsün kapısına geliyor kameralar. Mehmet Bey ne diyorsunuz? diye soruyorlar. Konuşacak bir şeyimin olmadığını söylüyorum. Bir şey hemen dikkatimi çekiyor. Gazeteciler ismimi biliyor. Demek ki polisler ismimi daha önce gazetecilere vermiş. Sıraya göre şubeden çıkan kişilerin kim olduğunu gazeteciler biliyor. Bindiğim arabaya
iki kadın arkadaş da bindiriliyor. Araba hareket ediyor. Yeşilyurt Devlet Hastanesine geliyoruz. 10 kişinin doktor muayenesine girip çıkması 13 dakika sürüyor. İçeri girdiğimde doktor, tişörtü kaldır diyor. Sırt ve göğüs bölümüne bakıyor. ‘Darp ve cebir izi yoktur’ yazısını rapora yazıyor. Hastaneden sonra DGM’ye doğru yola çıkıyoruz. DGM’ye geldiğimizde arabadan iniyoruz. Duvarın ön cephesinde sarmaşıklardan oluşan bir yeşillik var. Ekip başı bana ‘bak ne güzel bir yeşillik’ diye sesleniyor. Evet öyledir diyorum. DGM’ye çıkıyoruz. 10 kişi yuvarlak bir daire şeklinde oturtuluyor. Kimisi bankta, kimisi yerde oturuyor. İki kişinin arasına bir sivil polis oturuyor. Hiç kimsenin bir biri ile konuşmaması için uyarıyorlar. Göz temasının sağlanmasını bile istemiyorlar. Sigara içenlere, sırayla sigara içmelerine izin veriyorlar. Polisler, döner almak için bir polisi görevlendiriyorlar. Bizler için de, para verilirse alabileceklerini söylüyorlar. Bütün arkadaşlar paralarını vererek, döner ısmarlıyorlar. Sırasıyla iki savcı ifade alıyor. Sırası gelen bir üst kata çıkıyor. Sıram geldiğinde ben de savcıya çıkıyorum. “Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan/ Türkiye)” örgütü ile hiç bir ilgimin olmadığını, hakkımda öne sürülen iddiaları reddettiğimi ve ‘Terörle Mücadele Şubesi’nde susma hakkımı kullandığımı belirttikten sonra, ifadeyi imzalıyorum. İfadeler alınmaya devam ediliyor. Bulunduğumuz salonun kapısında aniden, avukat olduğunu söyleyen ve müvekkili ile görüşmek istediğini belirten bir bayan görünüyor. Polisler önce şaşırıyor, sonra hayır görüşemezsin şeklinde tavır takınıyorlar. Bayan avukat ile birlikte başka avukatların da olduğunu farkediyoruz. Polisler kendi aralarında, bunlar nerden geldi, nasıl haberleri oldu şeklinde konuşuyorlar.
Polislerin amiri olduğu belli olan biri, ‘Cumhurbaşkanı gelse bile görüştürmem’ diyor. Daha sonra bayan avukat müvekkili ile kısa bir görüşme yapıyor. Bu kısa görüşme, polislerin tacizi altında gerçekleşiyor. Görüşme odasından dışarıya çıkıldığında, ben avukat arkadaşa; Salı gününden beri gözaltında olduğumu, işkence gördüğümü, aileme haber verilmediğini ve avukat isteğimin yerine getirilmediğini belirterek, hukuki yardım talebinde bulundum. Ailemin telefonunu vererek, haber verilmesini rica ettim. Avukat arkadaş ile konuşmak isteyen diğer sanıklar polisler tarafından engellendiler. İfadelerin alınmasından sonra dört arkadaş serbest bırakıldı. Ben ve diğer beş arkadaş, DGM yedek hakimi izinli olduğundan, tutuklanma talebi ile 3. Sulh Ceza Hakimliğine sevkedildik. Konak Adliye binasına geldiğimizde, avukatların da geldiğini gördük. İzmir Barosu’nun görevlendirdiği dört avukat (Çetin Bingölbalı, Metin Erçağlar, Muammer Kopaç, Ayşe Kuru) hakime, dosyanın içeriğini bilmediklerini, sorgu öncesi sanıklar ile konuşmak istediklerini belirttiler. Hakim uzun sürmemesi kaydıyla, avukatların sanıklar ile görüşmelerine izin verdi. İzmir 3. Sulh Ceza Hakimliğindeki sorgu sırasında bana yapılan işkence ve kötü muameleyi anlattım. Sorguda bulunan İzmir Barosu’nun görevlendirdiği avukatlar yapılan işkence ve kötü muamelenin tespiti için Adli Tıbba sevkimi talep ettiler. Ayrıca ‘Terörle Mücadele Şubesi’ görevlileri hakkında da mahkemece suç duyurusunda bulunulmasını talep ettiler. Ancak 3. Sulh Ceza Hakimliği ileri sürülen bu talepler için, “DGM Savcılığınca değerlendirilmesi” gerektiğini belirterek, adli tıbba sevk ve suç duyurusu taleplerini reddetti. ‘Terörle Mücadele Şubesi’nde olanları bir kez daha özetlemek gerekirse: Ben dört gün boyunca İzmir Bozyaka ‘Terörle Mücadele Şubesi’nde fiziki ve psikolojik işkencelere maruz kaldım. Kuvvetli bir ışık altında havasız bir hücrede tutuldum. Aç ve uykusuz bırakıldım. Belli aralıklarla gözlerim bağlanarak sorgu odasına götürüldüm. Sorgu odasında dayak yedim. Göğsüme, sırtıma ve kafama darbeler aldım. Bin bir çeşit küfür ve hakarete uğradım. Çırılçıplak soyularak hayalarım sıkıldı. Beni zorla domaltarak tecavüz girişiminde bulundu-
25
✉ okuyucu mektubu
26
lar. Kaybetme tehdidinde bulundular. ‘Terörle Mücadele Şubesi’, “Bolşevik Parti –Kuzey Kürdistan/Türkiye-“ adlı örgütün üyesi olduğumu kabul etmemi, bir takım eylem ve sorumlulukları üstlenmemi istiyordu. Böyle bir örgütle ilgim ve alakam yoktu. Bundan dolayı da bana yöneltilen suçlamaları kabul etmem söz konusu olamazdı. Bu yüzden işkencecilerin bana yönelttikleri tüm suçlamaları geri çevirdim, ifade vermeyi reddettim. Gözaltına alındığımda yasal haklarımın ne olduğu, neden gözaltına alındığımı bana söylemediler. Aileme haber verme isteğim reddedildi. Avukat ile görüşme talebime olumsuz cevap verildi. Alman vatandaşı olmama rağmen, Alman Konsolosluğuna haber verme isteğim yerine getirilmedi. İfadelerin alınmasından sonra üç kişi daha serbest bırakıldı. Ben, Maksut Karadağ ve Hüseyin Habib Taşkın tutuklandık. Serbest bırakılan arkadaşlar ile vedalaştıktan sonra, polisler eşliğinde Buca Cezaevine doğru yol alıyoruz... Cezaevine girerken, iyice arandıktan sonra, giriş bölümünde kayıtlarımızın yapılması için bekliyoruz. Müdür odası hemen karşı tarafta yer alıyor. Bizi getiren ekibin şefi müdür ile konuşuyor. Bir sorun olduğu belli oluyor. Müdür bizi Buca Cezaevine almak istemiyor. Polisler de bizi teslim edip, bir an önce gitmek istiyorlar. İki jandarma da kayıt defterine kaydımızı yapmaya çalışıyor. Sarışın bir jandarma, diğerine diyor ki; bunların mesleğini ‘vatan haini’ diye yazalım! Bu jandarma bize hakaret etmeye başlıyor. “Sizin siyasi görüşünüz nedir?” diye soruyor. Siyasi görüşümün olmadığını söylüyorum. Müdürle yapılan konuşmalar ertesinde, Buca Cezaevine alınmayacağımız netleşiyor. Kırıklar F-Tipi cezaevini arıyorlar. Oradan gelen olumlu yanıt üzerine, tekrar yola çıkıyoruz. Dolmuşu kullanan polis sürekli konuşuyor. Güya bize nasihat veriyor! Nasıl bir avukat tutmamız gerektiğini anlatıyor! Siyasi davalara bakan avukatların paracı olduğunu, ideolojik görüşlü avukat tutmamamız gerektiğini, normal bir avukat tutmanın bizim yararımıza olacağını söylüyor. Takriben saat 22.00. Yol güzergahında insanların piknik yaptığını, eğlendiğini görüyoruz. Aynı kişi şimdi ‘buralarda rakı içmek varken, cezaevine gitmenin doğru olamayacağını’ söylüyor. Habib Taşkın’a; “Habib, koğuşun ağası sen olursun” diyor. Peşinden “yok yok koğuşun ağası Mehmet olur” diyor. Ben koğuş ağası olmak istemediğimi söyledikten sonra, polis söylemek istediği esas şeyi söylüyor. “Yahu” diyor, “Mehmet sen hala inkar ediyorsun, biz senin kim olduğunu ve ne iş yaptığını
biliyoruz”. F Tipi cezaevinin önüne geliyoruz. Polis bana “Mehmet pişman mısın?” diye soruyor. Ben pişmanlık duyacak hiç bir şey yapmadığımı söylüyorum. Polis, “bak geldik cezaevine gireceksin, hala inkar ediyorsun” diyor. Aynı şeyleri söylüyorum: Pişmanlık duyacak hiç bir şey yapmadığımı ve örgüt vb. şeylerle ilgimin olmadığını söyledikten sonra arabadan iniyoruz. İçeri giriyoruz. Önce jandarmada kaydımız yapılıyor. Daha sonra cezaevi yönetim odasına alınıyorum. Soy undurara k arama yapıyorlar. Üzerimizde var olan eşyaların tutanağını tutuyorlar. Bizi getiren ekipten bir şikayetimizin olup olmadığını soruyorlar. Bir şikayetimin olmadığını belirttikten sonra, tecrit denilen bir odaya alıyorlar. Pazartesiye kadar burada kalacaksın diyorlar. Diğer iki arkadaş da ayrı bir hücreye alınıyor. Tecrit denilen hücrede dört tane ranza ve yatak var. Başka hiç bir şey yok. Battaniye ve nevresim veriyorlar. Pazartesi günü parmak izi alınıyor. Resim çekiliyor ve sosyal hizmet uzmanları ile görüşme yapıldıktan sonra, koğuşlara çıkarılacağımız söyleniyor. Diğer iki arkadaşla birlikte kalıp kalmayacağımı soruyorlar. Birlikte kalacağımı belirtiyorum. 15.07.2002 tarihinde koğuş dedikleri, aslında hücre olan C Bloka çıkarılıyoruz. Kantin listesi veriyorlar, alışveriş yapabileceğimizi söylüyorlar. İlk anda ihtiyaçlarımız olan eşyaları ısmarlıyoruz. Dışardan hiç bir şeyin alınmasına izin verilmediği için, kantinden alınması gerekenleri alıyoruz. Hücremizi kontrol ediyoruz. Temizlik yapmaya başlıyoruz. Tıraş olmaya başlıyorum. Birden kapı çalıyor. Avukat geldi diyorlar. Tıraşı yarım bırakarak hücreden çıkıyorum. Ziyarete Çetin Bingölbalı, Muhammer Kopaç ve Ayşe Kuru’nun geldiğini görüyorum. Avukatlarla görüştükten sonra hücreye dönüp, yarım kalan işleri tamamlamaya çalışıyorum. 16 Temmuz 2002: Gardiyanlar sürekli gelip, çifte vatandaş olup olmadığımı soruyor. Ben çifte vatandaş olmadığımı, Alman vatandaşı olduğumu söylüyorum. Anlamıyorlar, ya da anlamak istemiyorlar. Türk kimliğimin olup olmadığını soruyorlar. Türk kimliğimin olmadığını, Alman kimliğinin de kendilerinde olduğunu belirtiyorum. Kapı açılıyor, gel diyorlar. Müdür yardımcısı olduğunu tahmin ettiğim birisi ile konuşuyorum. Ona Alman vatandaşı olduğumu söylüyorum. “O zaman” diyor, “seni ayrı odaya alacağız”. Nedenini soruyorum. Cezaevi tüzüğüne göre; yabancıların ayrı kalması gerektiğini, cezaevinde başka yabancı olmadığı için de yalnız bir odada kalacağımı belirti-
yor. İtirazlarım üzerine, “O zaman bir dilekçe yaz” diyor. Bir dilekçe yazıyorum. Alman vatandaşı olmama rağmen, Türk kökenli olduğumu, Türkçe bildiğimi, uyumlu bir insan olduğumu ve arkadaşlarla kalmak istediğimi yazıyorum. 17.07.2002 tarihinde, dilekçenin cevabının olumsuz olduğu belirtilerek, dört ay yalnız kalacağım ayrı bir hücreye alınıyorum. Olayın perde arkasını daha sonra öğreniyorum. DGM savcılığında, yakınlarıma haber vermesi için Av. Ayşe Kuru’ya telefon numarasını vermiştim. Olayı öğrenen kardeşim Baki Desde apar topar İzmir’e geliyor. İlk olarak Alman Konsolosluğuna gidip durumu anlatıyor. F-Tipi cezaevinde olduğumu söylüyor. Bunun üzerine Alman Konsolosluğu, F-Tipi Cezaevini arayarak, bilgi istiyor. Cezaevi yetkilileri, Alman vatandaşı bir kişinin cezaevinde olmadığını söylüyorlar. Alman Konsolosluğunun Cezaevine yazılı başvurusu sonucu, Alman vatandaşı olan bendenizin orada olduğumu kabul ediyorlar. F-Tipi denilen ve bu ülkenin Adalet Bakanı tarafından ‘lüks otel’ olarak adlandırılan bir cezaevinde yedi ay kaldım. Bunun dört ayını, yalnız başına bir hücrede geçirdim. Siz hücrede yaşamı bilir misiniz? Günlerce değil, aylarca değil, yıllarca gri duvarlara bakıp yaşayacaksınız. İradeniz dışında her zaman bir mazgaldan gözetleneceksiniz! İstediğiniz kitabı okuyamayacaksınız! Paranız yoksa veya izin verilmiyorsa bir televizyon seyredemezsiniz! Buzdolabı alamazsınız! Aydınlanma yerine bir denetim aracına dönüştürülen ampulünüze bile hükmedemezsiniz! Arkadaşlarınızla görüşemezsiniz! Havalandırmaya tek başınıza çıkmayı veya her an birilerinin gelip sizi böyle yapayalnızken alıp götürme veya karşınıza dikilip sizden belli taleplerde bulunabilme olasılığı ile yaşarsınız. 13.7.2002 tarihinde tutuklanarak, Kırıklar F Tipi hapishanesine konuldum. 15.07.2002 tarihinde cezaevinde avukatım Ayşe Kuru ile yaptığım görüşmede işkence ve kötü muamele ile ilgili şikayetlerimi tekrarlayarak, gerekli işlemlerin yapılmasını istedim. Adli Tıpa sevkimin sağlanması için de yazılı başvuru yaptım. Avukatım Ayşe Kuru 18.07.2002 t a r i h l i bi r d i lekçe i le C ez aev i Savcılığından işkence iddiaları ile ilgili olarak bir üniversite hastanesine sevkimin yapılmasını istedi. Ancak hastaneye sevk talebi yerine getirilmedi. İşkence iddiaları ile ilgili olarak, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı, 2002/29808 hazırlık nolu bir soruşturmayı resen başlattı. Ancak bu soruşturma sonucunda sadece benim
ifadem alınarak ve başka hiçbir işlem yapılmaksızın 09.09.2002 tarihinde takipsizlik kararı verildi. Avukatım Çetin Bingölbalı’nın yaptığı 2. Suç duyurusuna da 2002/33336 hazırlık nolu suç duyurusu hakkında takipsizlik kararı verildi. Açılan iki tane soruşturma dosyasında sanık polislerin ifadeleri alınmadı ve soruşturma derinleştirilmedi. Tüm girişimlere rağmen işkence izlerinin tespiti için tam teşekküllü bir hastaneye sevkim yapılmadı. Bir üst mahkeme olan Karşıyaka Ağır Ceza Mahkemesi, takipsizlik kararlarına itirazlarımızı reddetti. Bu sebeple iç hukukta gidilecek başka yol kalmadığından AİHM’ne başvuru yapıldı. Ben Alman vatandaşıy ım. Gözaltında gördüğüm işkence ve kötü muamele ile ilgili olarak, İzmir Federal Almanya Başkonsolosluğu’na bilgi verdim. Bana yapılan işkence ve kötü muamele için başkonsolosluğun girişimlerde bulunmasını talep ettim. Alman Başkonsolosluğu 22.10.2002 tarihinde faksla, İzmir 1 Nolu F Tipi Cezaevi Müdürlüğü’nden işkence ve kötü muamele görüp görmediğimin tarafsız bir kuruluş tarafından, örneğin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi tarafından tıbbi muayenemin yapılarak bu konudaki kuşkuların giderilmesini talep etti. Başkonsolosluğun bu isteği karşısında Cezaevi Müdürlüğünce “tarafsız bir kuruluş tarafından tıbbi muayenesi konusu kurumumuz yetkisinde olmadığından” denilmek suretiyle 23.10.2002 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na söz konusu talep hakkında bilgi verilmiştir. İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı, 2 5 . 10 . 2 0 0 2 t a r i h i n d e A d a l e t Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü ’ne başvurarak, Başkonsolosluğun tarafsız bir kuruluş tarafından tıbbi muayenemin yapılması talebi karşısında bunun mümkün olup olmadığı konusunda “tereddüt edildiği” bildirilerek ve ne şekilde hareket etmeleri gerektiği konusunda bilgi istenildi. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına 30.10.2002 tarihli yazı ile Almanya Başkonsolosluğunun söz konusu faksının suç ihbarı niteliği taşımakta olduğu belirtilerek “... suç ihbarları hakkında Cumhuriyet Başsavcılığınızca ne şekilde işlem yapılıyor ise aynı şekilde işlem yapılması konusunda gereğinin yapılması” bildirildi. Bunun üzerine İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca 31.10.2002 tarih, 2002/43882 hazırlık numarasıyla 3. hazırlık soruşturması başlatıldı. 15.08.2005, MEHMET DESDE ✓ (Devam Edecek)
bulmaca
1 SOLDAN SA⁄A: 1– Mihayliç Vasiliyeviç … Rus bilgini ve yazar›. 1711’de Arhangels’te do¤du, 1765’te Denisovka’da yaflam›n› yitirdi. Bir bal›kç›n›n o¤luydu. 1730’da evden kaçarak Moskova’ya gitti. Bir kefliflin yard›m›yla Slav-Yunan-Latin akademisine kabul edildi. Ö¤renimini sürdürmesi için Almanya’ya gönderildi. Orada filozof ve matematikçi Wolff ile tan›flt›. Ama profesörlerden birisiyle münakafla ederek kaçt›. Zorla Prusya ordusuna al›nmak istedi, hapse at›ld›, oradan da kaçt›. 1741’de Petersburg’a döndü, üniversiteye fizik ve kimya profesörü olarak atand›, bu tarihten itibaren verimli bir bilim adam› ve yazar oldu. Y›ld›r›m, havan›n tabiat›, elektrik, maddenin yap›s› üstüne önemli kuramsal çal›flmalar yapt›. M›srada vurgulu heceyi kullanarak Rus fliirine yenilik getirdi ve edebiyat dilini kilise dilinden kesin olarak ay›rd›. Rus Grameri isimli eseri bu türdeki ilk yap›tt›. Kilise Kitaplar›n›n Faydalar› Üstüne Önsöz, Belâgat adl› eserleri Rus edebiyat› için büyük kazançt›r. ‹lk modern fliirleri yazd› (Hotin’in Zapt› Üstüne Od). Yelizevata Petrovna zaman›nda saray flairi oldu. Çeflitli konularda odlar ve manzum mektuplar (Cam›n Faydalar› Üzerine) ve iki trajedi (Tamire ve Selim ile Demophon) yazd›. Bielinski’ye göre “edebiyaton büyük Petro’su” olan flair, Puflkin’in dedi¤i gibi Ruslar için “ilk üniversite” oldu. Moskova Üniversitesi bu flair ve bilginin giriflimiyle kuruldu; Tersi küçük bitki; 2– Büyüklük; Hayvanlar›n s›rt›na konulan, oturmak ve yük ba¤lamak için kullan›lan, iskeletli a¤açtan yap›lan bir çeflit yast›k; 3– Bir peynir türü; Erimifl bir parçan›n yüzeyini etkileyen pürüzlülük tipi; Eski dilde ay; 4– Genifllik; Bir tepe veya bir kayal›k içine do¤ru uzanan kovuk; Su; 5– Gümüfl; Bir nota; Eski dilde naz›mda “gibi” anlam›nda kullan›lan bir söz; 6– Yabanc›; Gökle ilgili; Uzunçalar simgesi; 7– Gerekli olan duruma karfl›t; 8– Erginlik; Teori; 9– ‹nmifl olan; Tersi, Mu¤la’n›n bir ilçesi; 10– Tersi, gençli¤i veya tazeli¤i, körpeli¤i kalmam›fl; 11– Eski bir uygarl›k; Eski dilde yemek; 12– ‹van Sergeyeviç … Rus yazar›. 1818-1883 y›llar› aras›nda yaflad›. Toprak sahibi bir ailenin o¤luydu. Çocuklu¤unda köleli¤in kötü sonuçlar›n› gördü. ‹lkö¤renimini evinde gördükten sonra Petersburg
Üniversitesi’ne girdi, Berlin’de yüksek ö¤renimini tamamlad›. Rusya’ya dönünce devlet memurlu¤u yapt›. Annesinin ölümü üzerine büyük bir mirasa kondu, topraklar›ndaki bütün köleleri azletti. Memuriyetten çekildi, kendisini edebiyata verdi. Bir süre Bat› Avrupa’da yaflad›. Yap›tlar›nda Rus toplumunu yans›tt›. ‹ki Dost, Han, ‹lk Aflk, Rudin, Bir As›lzade, Babalar ve O¤ullar, , Duman, S›¤›nt›, Avc›n›n Notlar› eserlerinden baz›lar›d›r. YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– Osmanl› tarihinde 1818-1830 aras›ndaki döneme verilen ad. Bir dizi yenilik girifliminin de yap›ld›¤› dönemin esas özelli¤ini saray ve varl›kl› kesimin sürdürdükleri e¤lence dolu yaflant›y› uç noktalara götürmeleri oluflturur. Dönem, Patrona Halil önderli¤indeki isyanla kapanm›flt›r; Bir müzik aleti; 2– A¤›r kokulu bir gaz; Nam, flan; Yüz, çehre; 3– Y›lan; Aleni; 4– Kemiklerin toparlak ucu; Güzel kokulu bir madde; Tak›m›n k›sa yaz›l›fl›; Tersi, bir a¤›rl›k ölçüsü; 5– Piflmanl›k; Bir cetvel türü; 6– Padiflah çad›r›; Kuzu sesi; Ö¤ütülmüfl tah›l; 7– Uzaya sald›¤› dalgalar›n bir cisme çarp›p yans›mas›n› alarak o cismin yerini bulan, genelde uçak ve gemilerde kullan›lan alet; 8– Nikolay Aleksayeviç … 1905-1936 y›llar› aras›nda yaflam›fl olan Sovyet yazar. Güç koflullar alt›nda geçen çocukluk döneminden sonra, serüven dolu bir hayat yaflad›, iç savafla kat›ld› ve Polonya’da yaraland›. Sonra Komünist Gençlik Örgütü’ne (Komsomol) girdi. Kör ve sakat olmas›na karfl›n bu örgütün manevi lideri oldu. Ve Çeli¤e Su Verildi roman› çok büyük bir baflar› kazand› ve ikiyüz bask›s› yap›ld›. Daha sonra F›rt›nan›n Yarat›klar› adl› bir romana bafllad›ysa da bitiremeden öldü; Tersi, bir besin maddesi; 10– Milimetre; Tarihte Bat› Anadolu’da Tralles (Ayd›n) kenti yak›nlar›nda bir yerleflim merkezi; 11– Eskiden beri yap›lagelen; Akdeniz bölgesinde bir akarsu; 12– Günümüz romanc›lar›ndan. 1952’de ‹stanbul’da do¤du. Ortaö¤renimini Robert Kolej’de bitirdi. ‹stanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Karanl›k ve Ifl›k adl› roman›yla 1979 Milliyet Roman Yar›flmas›’nda birincilik ödülünü Mehmet Ero¤lu ile paylaflt›. Daha sonra Cevdet Bey ve O¤ullar› ile Orhan Ke-
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 mal Roman Arma¤an›’n›, Sessiz Ev ile 1984 Madaral› Roman Ödülü’nü kazand›. Bunu Siyah Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Gizli Yüz, Benim Ad›m K›rm›z›, Kar romanlar› büyük ilgi toplad›. Bir ‹sviçre gazete-
sinde yapt›¤› röportajda “Türklerin Ermeni ve Kürtleri katletti¤i” yönündeki sözleri dolay›s›yla hakk›nda dava aç›lmas› sonucu AB görüflmelerinin ön gününde ad› s›k s›k tart›fl›lan yazar…(Resim)
92. SAYIDAK‹ BULMACANIN ÇÖZÜMÜ
SOLDAN SA⁄A: 1– MONA L‹SA, BAB, 2– OPAL, KR‹KO, 3– ZET, TAKAS, RT, 4– ACUN, DAR, BOT, 5– RED‹F, P‹, 6– ‹FADE, OC, 7– LALE, LE, 8– S‹NEMA, ‹L, 9– SAZ, S‹NEK, SL, 10– ARMA, ROB, 11– AY, VA, EK, ‹M, 12– TAY, RÖNESANS YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– MOZA, ‹L, SAAT, 2– OPEC, FASARYA, 3– NATURAL‹ZM, 4– AL, NEDEN, AV, 5– DE, ES, AR, 6– ‹RAD‹, AM‹K, 7– KAFA, AN, EN, 8– AKAR, ERKE, 9– RS, KO, 10– B‹, B‹A, 11– AKROPOL‹S, MN, 12– BOTT‹CELL‹
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜREL‹ YAYIN
‹flçinin, emekçinin, ezilenlerin sesidir! Bu sese güç ver! Abone ol, abone bul!
ABONE FORMU Aboneli¤in bafllat›labilmesi için seçilen abonelik süresine ba¤l› olarak abonelik ücreti yurtiçi ise: ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti.’nin Türkiye ‹fl Bankas› Galatasaray fiubesi 1022 0 738654 numaral› hesab›na, yurtd›fl› ise: Garanti Bankas›, Galatasaray - ‹stanbul fiubesi, Hesap-No: 9006021-1 EURO (068023875) hebab›na yat›r›l›p, ödemenin yap›ld›¤›na dair makbuzla abonelik formunun dergimize fakslanmas› veya mektupla gönderilmesi gerekmektedir.
Ad›
: .....................................................................................................................................................................................
Soyad›
: .....................................................................................................................................................................................
Adresi
: ..................................................................................................................................................................................... ......................................................................................................................................................................................
Tel.No.
: .....................................................................................................................................................................................
6 Ayl›k 1 Y›ll›k
Yurtiçi: 18 YTL Yurtiçi: 30 YTL
Yurtd›fl›: 20 Euro Yurtd›fl›: 40 Euro
...........................................................................................................................................................................................................................
Tarih ve abonenin imzas›
ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti Ad›na Sahibi ve Yaz›iflleri Müdürü: Aziz Özer º Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmutpafla Mah., ‹mranl› Sk. No: 8, Okmeydan›/ fiiflli - ‹stanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com www.ydicagri.com º Banka Hesap No: Türkiye ‹fl Bankas› Galatasaray-‹stanbul Hesap No: 1022 0 738654 º Yurtd›fl› Temsilcili¤i: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845 º SAYI: 93 · EK‹M’2005 ISSN 1301-692X93 º Türkiye: 2 YTL (KDV DAH‹L) 2,50 Euro º Bask›: Senfoni Matbaas› (493 37 60)
27