Çağrı - 100

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SA

HE J

AR

Mayıs 2006/5 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X100

Il Y

M

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


 içindekiler - editörden

Editörden... 100. sayımızla merhaba sevgili okurlarımız... Sosyalist bir yeni dünyanın yaratılması için çıktığımız uzun ve zorlu mücadelede 100. sayımızla size merhaba diyebilmenin sevincini yaşıyoruz. Yeni Dünya İçin Çağrı ilk sayısıyla Nisan 1997’de yayın yaşamına başlamıştı. Ancak esasta isteğimiz dışında gerçekleşen bir duraklamadan sonra devam anlamına geliyordu. Sosyalist ve devrimci basının hep yeniden başına gelen bir iş gelmiş, 32 sayıyı bulan Yeni Dünya İçin dergimizin yayınlanması aldığı cezalarla belirli bir süre için de olsa sekteye uğratılmıştı. Bugün esasta 32+100’ü kutluyoruz. Ve ne güzel bir rastlantı ki, 100. sayımız 1992’deki ilk çıkışımızda olduğu gibi yine işçi sınıfının mücadele günü 1 Mayıs’a denk geliyor. * Çağrımız dün olduğu gibi bugün de emperyalist barbarlığın tüm biçimlerinin toplumların yaşamından sökülüp atıldığı bir dünya için mücadeledir. * Çağrımız, ırkçılığın, şovenizmin ve milliyetçiliğin izlerinin yeryüzünden silinmesi için mücadeleyedir. * Çağrımız, kadınların tam kurtuluşunun sağlanması için erkek egemenliğinin yokedilmesi mücadelesinedir. * Çağrımız, gerici karşı-devrimci savaşların kökünün kazandığı, dünya yüzünde kalıcı barışın yeşertilmesi mücadelesinedir. * Çağrımız insanın insan üzerindeki her türden sömürüsünün bertaraf edilmesi mücadelesinedir. * Çağrımız barbarlığın gerçek alternatifi sosyalizme-komünizmedir! Dergimiz bu mücadeleyi güçlendirip geliştirmek için yayın faaliyetini

İçindekiler sürdürüyor. Türk devletinin devrimci ve muhalif basın üzerindeki her türden baskı ve saldırılarına rağmen işçilerin emekçilerin sesi olmaya, onların mücadelelerinin bayrağını yükseltmeye devam ediyor. Bugünün emperyalist dünyasında günbegün yaşanan ve bizi tehdit eden barbarlıkları somut olarak teşhir etmeye ve bu temelde alternatifimiz sosyalizmin propagandasını güçlendirmeye devam edeceğiz. 100. sayımızı kutlarken bir yenilik getirmenin sevincini de yaşıyoruz. Bu sayımızdan itibaren İşçi Gazetesinin öncülü olarak “Yeni İşçi Dünyası”nı ek bir dergi olarak veriyoruz. Bu adımı, gelinen yerde bir gereksinime olumlu pratik yanıt verebilecek gücün oluştuğunun göstergesi olarak önemsiyoruz. Bu adımın daha da ilerletilmesi hepimizin ortak görevidir! Sevgili okurlarımız... Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi en başından itibaren okur kitlesinin aktif desteğine dayanmaya özel çaba göstermiştir. Bugün de aynı talebimizi yenilemekten vazgeçmiyoruz. Çağrı okurlarının desteğiyle yaşamaktadır. Dergimizin okur kitlesince sahiplenilmesi, yazı, haber ve maddi katkılarla güçlendirilmesi kendisini ivedilikle dayatmaktadır. Her türden baskılara ve sosyalizm propagandasının susturulması çabalarına karşı 100. sayımızda bir kere daha haykırıyoruz, okurlarımızla birlikte! Çağrımız var: Örgütlenmeye! Çağrımız var: Devrime! Çağrımız var: Yeni bir Dünya için Mücadeleye! Çağrımız var: Sosyalizme, Komünizme! 15 Nisan 2006 

GÜNDEM Faşizme ölüm, tek yol devrim! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 YENİ KADIN DÜNYASI 100 sayı Yeni Dünya İçin ÇAĞRI ve Kadınların Kurtuluşu Mücadelemiz... Eren Keskin’le Dayanışma Kampanyası. . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Mart’ın ardından…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Şovenizme Karşı Örgütlü Mücadeleye . . . . . . . . . . . . . . . . . . YAŞAM TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Çernobil felaketi hala güncel…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . NÜKLEER ENERJİ, NÜKLEER SANTRALLER NE KADAR GÜVENLİ? . . . . . Zehirli atıkların suçlusu kim?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kutuplarda buzullar neden eriyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

9 10 12 13

PANORAMA Korkunun ecele faydası yok! - FİLİPİNLER - . . . . . . . . . . . . . . . 14 Seçimler yapıldı, değişen ne? - İSRAİL - . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Lukaşenko yine başkan! - BEYAZ RUSYA -. . . . . . . . . . . . . . . . 16 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Bu gidişle nereye? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Lenin ve Sta­lin’den 1 Ma­yıs.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Devrimcileri anmak…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 RÜZGAR EKEN FIRTINA BİÇİYOR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 OKUYUCU MEKTUPLARI Sol içi sorunların çözüm yöntemi şiddet olmamalıdır!. . . . . . . . . . 22 YENİ İŞÇİ DÜNYASI 1 Mayıs 2006: BAŞ­KA BİR DÜN­YA MÜM­KÜN: Sos­ya­lizm­le! . . . . . . . . . 1 Neden özel “yeni işçi dünyası” eki? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 EGEMENLERİN ANLADIĞI TEK DİL: Militan sınıf mücadelesi! . . . . . . . . 3 Yeni yol ayırımına geliniyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 “Sendikalarda Örgütlenme Sorunları” paneli düzenledik. . . . . . . . . 5 SCT Filtre’de grev 43. gününde.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Fil Filtre’de işçi kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Deri işçilerinden Basın Açıklaması: “Tuzla’da Zehirli Atık İstemiyoruz!” . . . 7 Devrimci 1 Mayıs Platformu.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Sendikalaştıkları için işten atılan MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 100 · MAYIS’2006 ISSN 1301-692X100 v Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli

6 7 8 8


gündem

ÇEŞİTLİ ULUS VE MİLLİYETLERDEN İŞÇİLERE EMEKÇİLERE KARŞI HAZIRLANAN TOPYEKÛN SAVAŞA VE PROVOKASYONLARA KARŞI MÜCADELEYE!

Faşizme ölüm, tek yol devrim! Hakim sınıflar içindeki iktidar dalaşı gündemi belirlemeye devam ediyor. Evet, gün geçtikçe derinleşen bir iktidar dalaşı yürüyor Türkiye’de. Ve bu iktidar dalaşında çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere yönelen bir topyekûn saldırı tezgâhlanıyor, hakim sınıflar iktidar dalaşında halklara saldırıyı kendi çıkarları için manivela olarak kullanmak istiyorlar. İktidar dalaşının bir ucunda olan ve iktidarı gerçek anlamda elinde tutan ordu merkezli Kemalist kesimler, iktidarlarına göz diken, bu dalaşta önemli ölçüde ilerleme kaydeden ve orduyu siyasetin denetimine almayı hedef leyen AKP hükümetini etkisizleştirmenin, böylece iktidarlarını sürdürmenin yollarından birisi olarak gerginlik siyasetinden medet umuyorlar. Bunun için Kürt ulusal hareketine yönelme, savaşı derinleştirme, bunun üzerinden toplumu bölme, gerekirse sıkıyönetim, olursa olağanüstü hal üzerinden inisiyatifi ellerine geçirmeye çalışıyorlar. Son aylarda yaşanan olaylar bunun en iyi kanıtı. Savaş derinleştiriliyor, büyük bir askeri güç bölgeye yığılıyor, askeri operasyonlar yoğunlaşarak sürüyor. “Terörizme karşı mücadele” adına Kürt işçilerine, emekçilerine karşı saldırılar yoğunlaşıyor, çeşitli provokatif eylemlerle halka gözdağı veriliyor, halk sindirilmeye provokatif ortama çekilmeye çalışılıyor; halkın haklı tepkisi yeni eylemlere temel olarak kullanılmaya çalışılıyor.

ŞEMDİNLİ’NİN İNTİKAMI…

Son dönemde gelişen olaylar saldırgan Türk şovenizminin gelişmesine yol açıyor. 2005 yılında yaşanan bayrak krizi ardından bir dizi yerleşim biriminde yaşanan linç girişimleri bunun önemli göstergeleri oldular. Ardından Şemdinli provokasyonu

geldi. Bu provokasyonda devlet “suçüstü” yakalandı. Ancak yöre halkının bu provokasyon karşısında gösterdiği haklı tepki ve korku sınırını aştığını gösterdiği eylemlere yönelmesi karşısında devlet halkın üzerine ateş açarak ve kitlelerin üzerinde savaş uçakları uçurarak halkı sindirmeye, korkutmaya çalıştı. Bu arada hükümetin “soruşturmada, işin ucu kime dokunursa dokunsun, sonuna kadar gidileceği” sözlerini vermesi ve bunun devamında Şemdinli Cumhuriyet Savcısının hazırladığı iddianamede, suçüstünde yakalanan devletin bombacıları “çete kurmak” ve “cinayet”le suçlanması; dahası gelecek dönem Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturacak olan Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın soruşturma kapsamında adının zikredilmesi ve hakkında “soruşturma izni” istenmesi; dava iddianamesinde adının geçmesi… vs. vb. Şemdinli provokasyonunu iktidar dalaşında kullanılan unsurlardan birisi haline getirdi. Ordunun Şemdinli soruşturmasında sergilenen tabloya tavrı oldukça sert oldu. Soruşturma izni talebine sert bir biçimde karşı çıkılarak, “ordunun yıpratılmasına izin verilmeyeceği” yönlü sert açıklamalar yapıldı. Bunun önüne geçmenin anayasal kurum ve kuruluşların görevleri olduğu, bu görev yerine getirilmezse

ordunun gereğini yapacağı belirtildi; gerek hükümet, gerekse yargı başta olmak üzere kimi kurum ve kuruluşlar göreve çağrıldı. Bu tehdit karşısında hükümet; anda ortamın gerilmesini kendi çıkarlarına uygun görmediğinden ve anda orduyla açık bir çatışmaya girmek istemediğinden geri adım atmak zorunda kaldı. Ordunun “Hizaya gir!” komutu ile hükümet köşeye sıkıştırıldı. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Şemdinli soruşturmasında sonuna kadar gidileceği sözleri unutuldu; bu sözlerin yerini orduya övgüler aldı. Bu arada ordunun göreve çağırdığı anayasal kurumlar da görevlerini yerine getirmeye koyuldular. Adalet Bakanlığı, önce Şemdinli soruşturmasında ifade veren ve çeteleşmeye vurgu yapan istihbarat görevlisinin, ardından Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu aracılığıyla Şemdinli iddianamesini hazırlayan Cumhuriyet savcısının görevlerine son verdi.

DEVLET TERÖRUNDE ARTIŞ…

Kaos ortamının yaratılması ve bu kaos ortamından siyasi çıkarlar için yararlanma esas hedef olunca her türlü eylem ve etkinlik de bu amaçla kullanılmaya çalışılıyor. Örneğin bu yıl Newroz kutlamaları öncesinde yine gerilim tırmandırılmaya çalışıldı. Yasaklamalarla Kürt emekçileri provokasyonlara açık hale getirilmek istendi. Sahibinin sesi

medyadaki köşe yazarları “bahar sendromu”ndan bahsederek büyük olayların çıkacağından vs. dem vurdular. Ancak Newroz tüm bu provokatif çabalara karşın barış içinde kutlandı. Milyonlarca Kürt emekçisi taleplerini barışçıl etkinliklerde haykırdılar. Hakim sınıflar açısından bu istenmeyen bir durumdu. Bunu tersine çevirmek için bu kez de Newroz etkinlikleri karalanmaya, bu etkinliklerde “bölücü terör örgütü”nün propagandası yapıldığı, bunun en önemli nedeninin hükümetin bölücülüğe gözyumması olduğu görüşü orducu medyada işlenmeye başlandı. Hükümetin çıkarmış olduğu yasalar gerekçe gösterilerek güvenlik güçlerinin bölücü eylemlere müdahalesinin yasal olarak ortadan kaldırıldığı, güvenlik güçlerinin “elinin kolunun bağlandığı” vs. vb. türünden düşünceler işlenmeye başlandı. Hükümet bu yolla da köşeye sıkıştırılmaya çalışıldı. Bunun etkisiyle de ordunun ve muhalefetin taleplerinden birisi olan Terörle Mücadele son şekli verilerek Meclis Genel Kurulu’na sevkedildi. Bu edimiyle de hükümet, bir kez daha ordu karşısında geri adım attığını gösteriyordu. Provokasyon la r ve sa ld ı r ı la r Newroz sonrasında artarak sürdü. PKK güçlerine yönelik saldırıların yoğunlaşması sonucu 14 kişinin katledilmesi karşısında Kürt ulusundan emekçiler katledilenlerin cenazelerine sahip çıkarak kitlesel gösterilerde tepkilerini ifade ettiler. Başta Kürt illeri olmak üzere İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropollerde kitlesel gösteriler düzenlendi. Kimi Kürt illerinde esnaf kepenk kapatarak protestosunu bu yolla gösterdi. Bu gösteri ve tepkiler karşısında devlet şiddete başvurdu. Güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu içinde çocukların da bulunduğu18 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı, binlerce kişi gözaltına alındı. Bu şiddet dalgasıyla birlikte tepkisini gösteren halkı yatıştırmaya çalışan Demokratik Toplum Parti’sinden kimi belediye başkanları hedef tahtasına kondu. Bu saldırıya devletin hizaya getirdiği AKP hükümetinin başı


gündem da katıldı. DTP’yi “PKK’yı “terörist” olarak tanımaya” çağıran Başbakan, DTP’yi devletin yanında açık yer alma konusunda sıkıştırmaya başladı. DTP’li belediye başkanları hakkında soruşturmaların açılması, müfettişlerin görevlendirilmesi ile bu partinin yasal olarak kapatılmasının taşları dizilmeye çalışılıyor.

“AKP HİZAYA GEÇ!”

Savaşın derinleştirilmesi ile birlikte ordu merkezli Kemalist güçler hükümetin beceriksizliğini ileri sürmeye, demokratikleşme adına çıkarılan kimi yasaların “güvenlik güçlerinin elini kolunu bağladığı”, teröre karşı mücadeleyi zayıflattığı düşüncesini ağırlıklı olarak işlemeye başladılar. Bu arada hükümetin başı R. Tayyip Erdoğan’ın son aylarda sıkça dillendirdiği kimlik tartışmalarının,“Tü rkiyelilik” kavramının bölücülüğe taviz anlamına geldiğinin üzerinde duruldu. Tüm bu propagandayla hükümetin yıpratılması ve en azından hükümetin hizaya getirilmesi hedefleniyordu. Son dönemde yaşananlar bir kez daha açıkça göstermiştir ki; ordunun savaşı derinleştirme, gerginlik ortamı yaratma ve bunun üzerinden inisiyatifi ele geçirme planı karşısında AKP hükümeti orduyla birlikte hareket etmek durumunda kalmıştır. Kendi içlerinde iktidar dalaşı yürütenler genelde işçilere, emekçilere ve özelde de en temel haklarını talep eden Kürt emekçilerine karşı saldırı ortak noktasında buluşmuşlardır. Kürt illeri başta olmak üzere son dönemde bir çok ilde yaşanan olaylar karşısında Başbakan R. Tayyip Erdoğan yaptığı açıklamalarla Kürt emekçilere saldırı konusunda pratikte ordudan farklı, ondan ayrı bir siyasetinin olmadığını göstermektedir. AKP hükümeti, kendinden önceki hükümetlerden –tüm önceki söylemlerine rağmen!– Kürt sorununa yaklaşım konusunda farklı olmadığını, Kürt halkına, Kürt emekçilerine saldırı konusunda şimdiye kadar izlenen resmi çizginin dışına çıkamadığını pratikte göstermiştir. Ordu savaşı yürüten güç olarak operasyonları genişletirken hükümet, ordunun ihtiyaç duyduğu, hükümetten talep ettiği yasaları çıkarmaktadır. Son olarak hazırlanan ve çok ağır yaptırımlar getiren Terörle Mücadele Yasası bunun en iyi göstergesidir. Bu tür adımlar, daha düne kadar AB’ye üyelik için gerekli olan demokratikleşme yasalarını çıkaran, bolca AB demokrasisinden, özgürlüklerden dem vuran, hükümetin ne kadar tutarlı(!) olduğunu da göstermiştir.

Bugüne kadarki gelişmeler önümüzdeki dönemin halklara yönelik saldırı ve provokasyonların artacağını, 2006 yazının “sıcak geçeceğini” gösteriyor. Yaz sadece Türkiye’li işçiler, emekçiler açısından değil; bölge emekçileri açısından da sıcak geçeceğe benziyor. YANIBAŞIMIZDA HAZIRLANAN YENİ SAVAŞ…

Çeşit l i u lus ve mi l l iyet lerden Türkiyeli işçiler, emekçiler Mayıs ayını hakim sınıfların topyekûn saldırı hazırlıkları ve çabaları koşullarında karşılıyorlar. Bugüne kadarki gelişmeler önümüzdeki dönemin halklara yönelik saldırı ve provokasyonların artacağını, 2006 yazının “sıcak geçeceğini” gösteriyor. Yaz sadece Türkiye’li işçiler, emekçiler açısından değil; bölge emekçileri açısından da sıcak geçeceğe benziyor. Irak’ta ABD ve müttefiklerinin işgali ve işgale karşı Iraklı emekçilerin mücadelesi sürüyor. Bu arada yanı başımızda hazırlanan yeni bir savaş, İran’a yönelik bir ABD-İsrail saldırısı da gündemde. Bölgede süren Irak işgali yanında İran’a yönelik yeni ABDİsrail saldırı hazırlığı da Türkiye’deki hakim sınıfların hesapları dahilinde. Özellikle Kemalist kliğin savaşı yükseltmesi, yarattığı kaos ortamında kendinin vazgeçilmezliğini kanıtlamak istemesinin Ortadoğu’daki yeni gelişmelerle bağı vardır. Özellik le 11 Eylül sonrasında uluslararası alanda “terörizme karşı mücadele” söylemi geçer akçe oldu. Emperyalist güçler, kendi terörlerini, halklara yönelik saldırılarını bu söylemin ardına gizlenerek de sürdürmeye çalışıyorlar. Dünya dalaşında birbirini yiyen emperyalist güçlerin hemen hepsinin ortak noktalarından birisi olan “terörizme

İşgal altında olan Irak’ta sular bir türlü durulmamış, ABD emperyalistlerinin birçok hesabı tutmamıştır. Belirsizlik hakimdir. Suriye ve İran ABD’nin ilan ettiği “şer güçler” arasındadır. İran’da radikal İslamcılar iktidardadır ve bu iktidarın yıkılması ABD’nin –ve İsrail’in– istediği bir şeydir. Bu yüzden İran, son dönemde ABD’nin –ve İsrail’in saldırı hedefindedir. Filistin’de yapılan seçimlerde radikal dinciler iktidara gelmiştir vs. vs. Böylesi bir coğrafyada emperyalistlerin dayanacağı “istikrarlı, dayanılacak, güvenilir bir güç” olarak Türkiye’nin önemini arttırmaktadır. Bu bağlamda AKP hükümetinin gerek geldiği köken, gerek 1 Mart Tezkeresine yönelik olumsuz tavrı, Filistin’de işbaşına gelen HAMAS’la görüşmesi, ABD ve İsrail’in saldırı hazırlığı içindeyken İran’la işbirliği içine girmesi vb. AKP hükümetini emperyalistler açısından soru işareti haline getirmektedir. Buna karşın; İran’a yönelik olası saldırı sonrasının belirsizliği, yine Irak’ın parçalanma olasılığı, böyle bir durumda Türkiye’nin olası bir Güney Kürdistan harekatı vb. vb. Türk ordusunu emperyalistler açısından dayanılacak güç haline getirmektedir. Bunun bilincinde olan ordu, bizzat yükselttiği savaş üzerinden mevcut konumunu sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.

SALDIRGAN ŞOVENİST DALGA YÜKSELTİLİYOR…

karşı mücadele” söyleminden Türk hakim sınıfları da yararlanmaya çalışıyorlar. Uluslararası arenada “terör örgütü” olarak görülen PKK’ye karşı –esasta Kürt işçilerine ve emekçilerine karşı– savaşı yükseltmesi kendi çıkarları için bölgede istikrar arayan emperyalist güçler açısından iktidarını korumaya çalışan orduyu yeniden dayanılacak esas güç görmeye götürebilir. Ordunun savaşı yükseltmesi, diğer şeylerin yanında emperyalist güçlere “terörizme karşı ben varım”, “istikrarın garantisi benim” mesajıdır. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler emperyalistler açısından Türk ordusunun önemini artırmaktadır.

Savaşın yükselmesiyle birlikte gelen “şehit cenazeleri” Kürt düşmanlığını körüklemek amacıyla kullanılıyor, toplum bir kez daha Kürt-Türk çatışmasına sürüklenmek isteniyor. Böylece yaratılan kaos ortamından ordu inisiyatifi tamamen ele almaya, “vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak için” ordunun “can vermekten”, “kan dökmekten” çekinmediği, düşüncesi işlenerek “orduya güven” pekiştirilmeye çalışılıyor. Kürt kimliğini açıkça savunanlara karşı yapılan “bölücü” “vatan haini” damgalaması temelinde kontrollü bir Türk-Kürt çatışması yaratılmaya çalışılıyor. Bunun sonuçları geçmişte de görüldüğü üzere milliyetçi-şoven dalganın güçlenmesi, halkların birbirine düşman edilmesidir. Bu plan aynı zamanda AKP hükümetini zayıflatırken yerine ordunun yanında saf tutan milliyetçi-ırkçı güçlerin iktidar alternatifi olarak güçlendirilmesinin yolunu açmaya hizmet etmektedir. Yükseltilen ırkçı-şoven dalga en başta AKP ile girişilen iktidar dalaşında rakibi zayıf düşürmek amacı ile kullanılmak istenmektedir. Kendilerini “laikliğin” savunucusu


gündem olarak görüp gösteren, “bağımsızlıkçı” geçinen, “çağdaşlığın” temsilciliği payesini kendisine alan… vb. ama gerçekte bu söylenenlerle alakası olmayan Kemalistler, siyasi hasımlarının ilerlemesi karşısında gittikçe darlaşan halk desteğini genişletmek için şovenizme sarılıyor; iktidarlarını sürdürmenin araçlarından birisi olarak Türk şovenizminin körüklenmesi silahına başvuruyorlar. Kemalistlerin karşısında iktidar için dalaşan AKP’nin şovenizmin yükseltilmesinde bir çıkarı yok. Ama onun da başka bir silahı var: Din! AKP, istediği kadar içinden geldiği Refah Partisi –Milli Görüş çizgisinden uzaklaştığını söylese de, gerçekte din üzerinden siyaset yapma ve bunu iktidar yürüyüşünde bir araç olarak kullanma siyasetinden vazgeçmiş değil. Bunlar da kitleleri kendi peşlerine takma, iktidar yürüyüşünde halk desteğini din üzerinden genişletmenin yolunu yapıyor. Yani iktidar için dalaşan güçler toplumu “laik”-dinci, Kürt-Türk, Alevi-Sünni vb. vb. şeklinde bölüp parçalamaya, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçileri, emekçileri kendi peşlerine takmaya çalışmaktadırlar. İşçi sınıfı ve emekçiler bu iki klikten birinin peşine takılmak, bunların birini diğerine karşı tercih edip desteklemek, bunların iktidar mücadelesinde bunlara dayanak ve kaldıraç olmak zorunda değildir. Siyaset yapmak, siyasete katılmak için egemen sınıf kliklerinin ve onların partilerinin peşine takılmak zorunda değiliz. Egemen sınıf klikleri arasında, onların şu veya bu siyasi akımı, partisi vb. arasında tercih, işçi sınıfı ve emekçiler açısından özünde farklı olmayan “kötü”ler arasında bir tercihtir.

ÇAĞRIMIZ TOPYEKÛN SALDIRIYA KARŞI DİRENİŞ ÇAĞRISIDIR!

Saldırıların yoğunlaştığı, şovenizmin bilinçli olarak yükseltildiği, kontrollü bir Kürt-Türk çatışmasının yaratılmak istendiği, bölgede yeni saldırıların hazırlığının yapıldığı; tüm bu gelişmenin bir ayağının hakim sınıfların iktidar dalaşının bir parçası olarak kullanıldığı koşullarda çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere düşen görevler var. Bu görevlerin en başında hakim sınıfların kendi iktidar dalaşında manivela olarak kullanmak istedikleri halkları birbirine kırdırma, boğazlatma oyunlarına, bu temelde yükseltilen ırkçılığa ve şovenizme karşı çıkmak; Kürt işçilerine, emekçilerine yönelen saldırılara topyekûn dur demektir. Hazırlanan kaos ortamından, işçileri, emekçileri milliyetlerine göre bölüp birbirine kışkırtma siya-

setinden işçilerin, emekçilerin çıkarı yoktur. “Şovenizme hayır! Kürt-Türk düşmanlığına hayır! Yaşasın halkların kardeşliği!” Yükseltmemiz gereken düşünce bu olmalıdır! Kürt ulusunun en temel haklarının gasp edilmesine, Kürt ulusuna, onun örgütlü güçlerine karşı yönelen saldırılara karşı çıkmak, mücadele yürütmek çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, en başta da Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin görevleri arasındadır. “Bir ulusu ezen bir başka ulus özgür olamaz! Kürt ulusunun kurtuluşu için de devrim, sosyalizm!” Yükseltmemiz gereken düşünce bu olmalıdır! Çeşitli ulus ve milliyetlerden Türkiyeli işçilerin, emekçilerin bir diğer görevi iktidar için dalaşan hakim sınıfların şu ya da bu kanadının peşine takılmaktan, onların kendi çıkarları için kurdukları kumpasların araçları olmaktan uzaklaşmalarıdır. Gerçekte işçilerin, emekçilerin sınıf düşmanları olan hakim sınıfların şu ya da bu temsilcisi arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz. Bizim tercihimiz işçilerin, emekçilerin gerçek kurtuluşunu getirecek olan devrim olmalıdır. Tercihimiz sosyalizmden yana olmalıdır. Tercihimiz, yeni bir dünyayı yaratma düşüncesi olmalıdır. “Ne dinci gericilik, ne Kemalist faşist rejim! Faşizme ölüm, tek yol devrim!” Yükseltmemiz gereken düşünce bu olmalıdır! Bölgede yaşanan gerginliklere, işgale, savaşa yenileri eklenmek istenmektedir. Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin, bölgede söz sahibi olmak isteyen dinci-gerici rejimlerin bölgenin işçilerine, emekçilerine vereceği hiç bir şey yoktur. Onların bölge emekçilerine vereceği şey savaştır, kandır, baruttur, ölümdür, acıdır, gözyaşıdır. Bölgede yürüyen savaşa, hazırlanan yeni saldırılara karşı çıkmak günün görevleri arasındadır. “Kahrolsun emperyalist gerici savaşlar! Yaşasın çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesi!” Yükseltmemiz gereken düşünce bu olmalıdır! Çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere çağrımız bu görevleri yerine getirme çağrısıdır! İşçilere, emekçilere, demokrasi güçlerine, devrimcilere, yurtseverlere çağrımız topyekûn saldırılara karşı topyekûn mücadeleyi yükseltme çağrısıdır! Çağrımız devrim ve sosyalizm çağrısıdır! 24 Nisan 2006 

Bu Kitapları isteyin, okuyun, okutun...

DÖNÜŞÜM YAYINLARI

5 li 200 lık dirim a r n A İ i s 40 te % at Lis Fiy

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • •

3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00

• • • • • • • • • •

GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00

• • • •

KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00

• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00

Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16


yeni kadın dünyası

100 sayı Yeni Dünya İçin ÇAĞRI ve Kadınların Kurtuluşu Mücadelemiz...

D

ergimizin 100. say ısını çıkarıyor olmamızın sevincini yaşarken, yayın faaliyetimizde Yeni Kadın Dünyası sayfalarının sürekliliğini sağlamış olmamızın gururunu da duyuyoruz. Başka bir dünya, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya için mücadelemiz işçi ve emekçi kadınların kurtuluşu mücadelesidir aynı zamanda... Bu dönemde kadın sayfalarımızda işçi ve emekçi kadınların eşitlik ve özgürlük için talepleri ve mücadelelerinin çeşitli sorunlarını ele aldık, ideolojik-siyasi önderlik görevimizi yerine getirmeye çalıştık. İşçi ve emekçi kadınların kurtuluşunun önündeki engel erkek egemen kapitalist sistemdir. Erkek egemen kapitalist sistemin kadınlar üzerindeki ikili-üçlü baskılarının teşhir edilmesi görevini gündemde olan baskı ve zorbalıklara karşı mücadelemizle birleştirerek yerine getirdik. Ülkelerimizde kadınların sınıfsal, cinsel ve ulusal ezilmişliğinin çeşitli yönleriyle ortaya konulması, Türk devletinin erkek egemen yapısının teşhir edilmesi görevimiz vardı, vardır. Son yıllarda özelde Avrupa Birliği’yle uyum yasaları çerçevesinde gündeme gelen bazı kadın düşmanı yasaların değişmesi Türk devletinin ve Türkiye toplumunun erkek egemen yapısının değiştiği anlamına gelmiyor. Yasalar değişiyor, ancak sosyal yaşamda erkek egemenliği vargücüyle devam ediyor. Namus cinayetlerinden tutun.... devletin sivil ve resmi görevlileri tarafından gerçekleştirilen saldırılara dek (gözaltında taciz ve tecavüz) yaşanan barbarlıklar bunun en bariz kanıtıdır. Bu noktada yürüttüğümüz mücadelemizle şimşekleri üzerimize çektik, devlet dergimize ceza yağdırdı. Erkek egemen kapitalist sistemin barbarlıklarının en vahşi biçimlerle yaşayanlar bu dünyanın ezilen kadınlarıdır. Haksız-gerici savaşlarda katledilen, yerinden yurdundan edilip göç yollarına düşürülen kadınlar, savaş ganimeti olarak görülen, kitlesel taciz ve tecavüze maruz kalan kadınlar... Emperyalist ve gerici barbarlıklar kelimenin tam anlamıyla kadın bedeni üzerinde gerçekleşiyor. Eski Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın daha bir dizi bölgesinde

süren savaşlarda ezilen kadınların cephesinden emperyalist-gerici barbarlığın ne anlama geldiğinin teşhirini biz görev bildik. Ve bütün bu barbarlıklardan kurtulmanın yolu olarak devrime, alternatif bir dünya olarak sosyalizme-komünizme çağrımızı hep yeniden yükselttik. Bu alternatifi gerçekleşmesinin işçi ve emekçi kadınların örgütlenmesine ve sınıf mücadelesi içinde hak ettikleri yeri almalarına bağlı olduğunun bilinciyle, işçi ve emekçi kadınların işyeri ve sendikal mücadelelerdeki sorunlarına, taleplerine ve mücadelelerine sahip çıkmayı özel görev bildik. Bugünün erkek egemen dünyasında kadın işçi ve emekçileri ikinci sınıf insan gören anlayışın bir ürünü olan düşük kadın ücretlerine karşı mücadeleyi “eşit işe eşit ücret, kadın ücretleri derhal arttırılsın” şiarıyla yürüttük. İşçi ve emekçi kadınlar olmadan devrim olmaz şiarı, biz ezilen kadınların kendi davamıza sahip çıkmamız ve kendi taleplerimiz ve örgütlenmelerimizle sınıf mücadelesinde yerimizi almamız anlamına gelmektedir. Toplumun yarısıysak mücadelenin yarısını da omuzlayanlar olmamız gerekmektedir. Bu alandaki görevlerimiz bağlamında daha yapılacak çok iş olduğu açık bir gerçektir. Yeni Kadın Dünyası sayfalarında önem verdiğimiz konulardan biri de bizzat ezilenlerin mücadelesinin saf larında, devrimci ve komünist saflarda olan erkek şovenisti yakla-

şımlara karşı mücadeleydi. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri bizzat ezilenlerin saf larında olan kadınlara yönelik şiddete karşı nasıl tavır alınacağına ilişkindir. Diğeri ise, en bariz biçimde 8 Mart eylemliklerinde kendisini gösteren yanlış anlayışlara karşı mücadeledir. Özellikle oportünist kesim, sınıf mücadelesini öne çıkarmak adına, feminizme karşı mücadele adına yanlış tavırlar içine girmiş ve bu son iki yıldır 8 Mart eylemliklerinde ayrışmalara yol açmıştır. Bizler bir yanda son tahlilde burjuva sistem içinde kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği için mücadeleyle sınırlı kalan feminizme karşı ideolojik-siyasi mücadele yürütürken, diğer taraftan okun sivri ucunun kadınların her alanda baskılanması ve ikinci plana itilmesi anlamına gelen erkek egemenliğine, erkek şovenizmine karşı mücadeleye çevrilmesi gerektiğinin bilinciyle hareket ettik. Komünistlerin, devrimcilerin ezilen kadın kitlelerinin kendi örgütlenmelerine sahip olmasına, kendi talepleriyle sınıf mücadelesi içinde yeralmasına, kendi eylemliklerini, toplantılarını vs. örgütlemelerine hiçbir itirazı olamaz; tam tersine işçi ve emekçi kadın kitlelerinin mücadelesinin yükseltilmesi için bu araçların sonuna kadar desteklenmesi görevdir. Biz bu genel yaklaşımımız çerçevesinde sınıf mücadelesinin her somut durumunda bir yanda feminizme ve diğer yanda da egemen olan erkekşovenizmine karşı mücadele göre-

vimizi yerine getirmeye çalıştık. Bu tavrımızla, kendisini komünist–devrimci gören kesimler arasında çok net bir şekilde ayrı bir pozisyonda duruyoruz. Yeni Kadın Dünyası sayfaları kadınların ezilmişliğini katmerleştiren Türk şovenizmine ve bunun özelde her türden baskı ve sindirilme çabalarına rağmen yılmadan muhalif mücadeleyi sürdüren Kürt kadınlarına karşı saldırılarına karşı tavır koymayı görev bilmiştir. Nasıl ki, ‘Başka bir cinsi ezen cins özgür olamaz!’ şiarıyla ezilen erkeklerin erkek şovenisti tavırlardan kurtulmalarının gereğini vurguluyor, bu yönde bilinç yaratmaya çalışıyorsak, aynı şekilde ‘Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz!’ şiarına da sahip çıkıyor ve ezilen kadın kitleleri arasındaki her türden şovenist-milliyetçi anlayışlara karşı da mücadele görevimize sarılıyoruz. Kürt kadınları ve azınlık milliyetten kadınların özgürlüğü mücadelesi bizim kurtuluş mücadelemizin ayrılmaz bir parçasıdır. Yeni Kadın Dünyası, ülkelerimizdeki ezilen kadınların mücadelesine sahip çıkarken, uluslararası alandan öğrenmeye ve başka ülkelerde gelişen ezilen kadınların mücadelelerine elinden gelen en büyük desteği vermeye önem vermiştir. Dergimiz sayfalarından onların mücadeleleri okur kitlemize aktarılmaya ve bunlardan öğrenilmeye çalışılmıştır. Bütün bu yaptıklarımızla gurur duyuyoruz. Ancak, bunların, bugünün barbarlığını aşıp, baskının ve sömürünün olmadığı, kadınların eşit ve özgür olduğu yeni bir dünya, sosyalist/komünist bir dünya kurmada uzun ve zorlu mücadelemizde küçük adımlar olduğunun da bilincindeyiz. İşçi ve emekçi kadınların mücadelesinin örgütlenmesine yol gösterme görevimiz var. Görevlerimiz büyük! Ancak, bugünkü durumu değiştirmek için mücadele etmekten başka yolun olmadığının bilincindeyiz. Hakim sınıflardan gelen her türden saldırılara karşı okurlarımızla birlikte bu yolda ilerleyecek, gelişip güçleneceğiz. Daha nice sayılarda birlikte olma ve birlikte mücadele etme arzumuzla.... Yaşasın kadınların kurtuluşu mücadelemiz! Nisan 2006 


yeni kadın dünyası

Eren Keskin’le Dayanışma Kampanyası

H

epinizin bi ldiğ i g ibi Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu kurucularından Avukat Eren Keskin, 2002 yılında Almanya’nın Köln kentinde gerçekleşen “Kadın Hakları Eşittir İnsan Hakları” başlıklı konferansta yaptığı konuşma nedeniyle hakkında dava açıldı. Devletin uyguladığı cinsel şiddetle ilgili başvurulardan elde ettiği verileri kamuoyu ile paylaşmaktan başka birşey yapmamış olan Eren Keskin hakkında “ordunun manevi şahsiyetine hakaret” gerekçesiyle Genelkurmay Başkanlığı ve Necla Arat tarafından açılan dava sonucunda Eren Keskin 2006 Mart’ında 10 ay hapis cezası ile cezalandırıldı. Ceza yasasının 301. Maddesinden verilen bu hapis cezası mahkeme tarafından 6 bin YTL para cezasına çevirildi. Dosya şu anda Yargıtayda. İfade özgürlüğünün ihlal edildiğini belirten Eren Keskin, bu parayı ödemeyeceğini çünkü özgürlüğünü para ile satın alamayacağını belirtti. Bunun üzerine çeşitli kurumlardan kadınlar biraraya gelerek “Kadınların Eren Keskin ile Dayanışma Ağı” nı oluşturarak bir kampanya başlattılar. Bu kampanya çerçevesinde bir web sitesi hazırlandı. Tüm kadınları www.erenkeskinedestek.org sitesinden kampanyaya katılarak verilen bu cezanın Yargıtay tarafından bozulması için başlatılmış olan imza kampanyasına katılmaya ve Eren Keskin’le dayanışmaya çağırıyoruz. Eren Keskin’le dayanışmak ve başlatılan kampanya hakkında bilgi vermek amacıyla 8 Nisan’da Taksim Hill Otel’de çeşitli kurumlardan kadın temsilcilerinin davet edildiği bir basın toplantısı yapıldı. Basın toplantısına geçmeden önce, Eren Keskin’in açıklamalarına kaynaklık eden ve devlet kaynaklı cinsel şiddete maruz kalmış kadınlarla yapılmış kısa bir söyleşi gösterildi. Kadın temsilciler yaptıkları konuşmalarda; devletin gözaltında taciz ve tecavüzü muhalif kadınlara yönelik bilinçli bir politika olarak uygulaya geldiğini belirterek, Eren Keskin’in yıllardır bunları açığa çıkarmak, mağdurlara hukuki yardımda bulunmak amacıyla mücadele yürüttüğü, Keskin’in Türkiye’de çok önemli bir insan ve kadın hakları savunucusu olduğu, yaşanan sorunların üzerine cesaretle gittiği için bazı çevrelerce rahasızlık duyulduğunu asıl yargı-

lanması gerekenlerin gözaltında cinsel taciz ve tecavüz yapanların olması gerektiği belirtildi. Tüm konuşmacılar Eren Keskin ile sonuna kadar dayanışma içerisinde olacaklarını dile getirdiler. YDİ Çağrı dergisinden kadınlar olarak bizler de bu toplantıya katıldık ve Eren Keskin ile dayanışmamızı dile getirdik. Yeni Dünya İçin Çağrı dergisinden sosyalist kadınlar olarak Eren Keskin’le dayanışma içerisinde olduğumuzu, Eren Keskin’in gittiği her yerde sözünü ve politik duruşunu sakınmadan ifade edebilen bir insan hakları savunucusu ve anti-faşist olduğu için devletin gözüne battığını, onun hapis cezaları, para cezalarıyla ve çeşitli faşist çevrelerce tehdit edilerek yıldırılmak istendiğini dile getirdik. Özgürlük mücadelesi yürüten kadınlara yönelik devlet politikalarından biri gözaltında taciz ve tecavüz iken diğer bir yöntemin ise kontra yöntemlerle illegal kaçırmalar, işkenceler ve tecavüzler olduğunu, buna karşı mücadelemizi yükseltmemiz gerektiğini, bu nedenle kadına yönelik cinsel taciz ve tecavüzü açığa çıkarmak gibi çok zor bir işle uğraşan Eren Keskin’in yürüttüğü bu mücadelede yanında olduğumuzu vurguladık. Sosyalist basın çalışanları olarak bizlerin de devletin bu saldırıları ile karşı karşıya olduğumuzu, ifade özgürlüğümüzü kullanamadığımızı, çıkardığımız dergide bütün yazılarımızda oto sansür uyguluyor olmamıza rağmen bir sürü para cezası ve hapis cezaları ile karşı karşıya olduğumuzu aktardıktan sonra, gözaltında cinsel taciz ve tecavüzün, yıldırma politikalarının bu devletin niteliğinden kaynaklandığını ve bunlara karşı mücadelenin bir bütün olarak sisteme karşı yürütülecek mücadele ile birleştirilmesi gerektiğini vurgu-

ladık. Bu mücadelede kadınların yerinin çok önemli olduğunu çünkü bu sömürü sisteminden en çok kadınların zarar gördüğünü belirttik. Kurum temsilcilerinin ardından Eren Keskin bir konuşma yaptı. Keskin; insan hakları savunucuları olarak kendileri için böyle kampanyalar yapmaya pek alışık olmadıklarını aldıkları cezaları pek duyurmadıklarını, bu nedenle tüm katılımcılara özellikle de FKÇ’li arkadaşlara çabalarından dolayı teşekkür ettiğini belirttikten sonra, 1997’den beri bu çalışmayı sürdürdüklerini, devlet güçleri tarafından cinsel şiddete uğrayan kadınlara hukuki yardım veren bir büroları olduğunu, bugüne kadar 222 kadının başvuruda bulunduğunu fakat bu sayının son derece az olduğunu çünkü gerçekte bu sayının çok daha fazla olduğunu belirtti. Bunun nedenleri ile ilgili çalışma süreci içinde yaşadığı ve kendisini çok etkileyen bir olayı katılımcılarla paylaştı. “Bundan 5-6 yıl kadar önceydi. Yaşlı bir baba geldi büromuza ve kızından 5 yıldır haber alamadığını, gerillaya katıldığını söyledi. Biz 2 ay boyunca uğraştık ve kızının Diyarbakır Cezaevi’nden olduğunu öğrendik. Ben gittim, görüştüm kendisiyle. İsmini veremiyorum, çünkü o bu güne kadar ismini açıklamak istemedi. 68 gün boyunca Silopi Jandarma Karakolu’nda hiç aralıksız her gün Özel Timler tarafından tecavüze uğramıştı ve tek kelime ifade vermemişti. Ben tabi çok heyecanlandım, ‘konuşalım, doktora götürelim seni, açıklama yapalım’ dedim. Bana ‘biraz beklemek istiyorum; bana izin ver’ dedi. Sonra ilk celsede tahliye oldu ve Mersin gitti. Beni Mersin’den aradı. ‘Biliyorum, bana çok kızacaksın, ama ben suç duyurusunda bulunmak istemiyorum’ dedi. Bu kendi seçimi. Hiçbir kadını bu konuda zorlamak zaten mümkün

değil. ‘Neden?’, diye sordum. ‘Çünkü, babamı üzmek istemiyorum’ dedi. Bize başvuran adli, siyasi, savaş kaynaklı olsun hiçbir kadının, annemi üzmek istemiyorum, dediğine şahit olmadım. Herkes babasını üzmekten, ağabeyini üzmekten, yani evindeki erkeklerden birini üzmekten korkuyor ve bu nedenle açıklamıyor. O nedenle, erkek egemenlikle militarizm son derece iç içe. Militarizm, erkek egemenliğin son aşaması. Ne yazık ki, alternatif örgütler de zaman zaman egemenlerine benziyorlar. O nedenle onlar da kadınlarının açıklama yapmalarını çok fazla istemiyorlar. Ben bu çalışma içerisinde onu da gördüm. Birçok örgütsel yapının, kendi mensubu olan kadın arkadaşlarının yaşadığı cinsel şiddeti açıklamalarını istemediklerini gördüm. Bu son derece kötü birşey. İkna edilerek itaate zorlanan bir toplumuz. Bunu değiştirmek gerekiyor. “ dedi. Vicdani retci Mehmet Tarhan’ın da katıldığı toplantıda, Eren Keskin, Tarhan’ın yaptıklarının son derece önemli olduğunu, militarizme karşı çıkmanın çok zor olduğunu belirterek, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engelin Türk militarizmi, Türk ordusu olduğunu belirtti. Şemdinli olaylarından sonra yasama-yürütme-yargı kurumlarının ne kadar militarizme bağımlı olduğunun bir kez daha ortaya çıktığını, Barolar Birliğinin, Savcıyı değil Genel Kurmayı desteklediğini, Yargıtay Savcısının, Savcıyı değil Genel Kurmay’ı desteklediğini, Üniversite öğretim üyelerinin en güvendikleri kurumun ordu olduğunu belirtti. Konuşmasının sonunda; Diyarbakır’da yaşanan olaylara da değinen Eren Keskin çoğalmak gerektiğini ve daha aktif mücadele etmek gerektiğini dile getirdi. Nisan 2006 


yeni kadın dünyası

8 Mart’ın ardından…

2

006 yılının 8 Mart’ı da geride kaldı. Bu yıl geçen yıllara benzer tartışmalar çok yoğun olarak yaşanmadı. Kadın-erkek karma veya sadece kadın katılımlı eylemler yapma ile 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü veya Dünya Emekçi Kadınlar Günü olduğu tartışmaları yaşanmadı. Bu yıl artık saflaşmaların olgunlaşması nedeniyle platform çağrıları tavrı bilinen örgütlere yapıldı. Aynı tablo Adana için de geçerliydi. Adana’da KESK, ÖDP, EMEP, DÖKH, Amargi, İşçi Mücadelesi ve Ydi Çağrı’nın oluşturduğu Adana 8 Mart Kadın Platformu ile DHP, DBSP, HÖC, Partizan, EKD, S.Barikat ve Alınteri’nin oluşturduğu Devrimci 8 Mart Platformu olmak üzere iki ayrı platform kuruldu ve iki ayrı yürüyüş gerçekleştirildi. (Ayrıntılı bilgiler için Ydi Çağrı gazetesinin Mart/2006 tarihli 98. sayısına bakınız. Sayfa:16) Bizim de içinde bulunduğumuz Adana 8 Mart Kadın Platformu ile Devrimci 8 Mart Platformu tarafından düzenlenen eylemlerde önemli olan bir dizi nokta vardı. Bunlar hakkında tavrımızı belirtmeyi ve yaşanan sorunları kamuoyuna duyurmayı gerekli görüyoruz. Devrimci 8 Mart Platformu’nun 5 Mart Pazar günü düzenlediği eyleme daha önce ESP içerisinden ayrılan bir grup ta katıldı. Ayrılan bu gruba ESP’nin daha önce şiddet uyguladığını duyurmuştuk. (Ydi Çağrı Aralık/2005 tarihli 95. Sayı, Sayfa: 18) Bu grubun eyleme katılması ve başka bir devrimci örgüt içerisinde yürümesi ESP tarafından tepkiyle karşılandı. ESP eylemde grubun kürsüden bir mesaj vermesini engelledi. Eylem sonrasında ise ayrılan grup güvenlik endişesi ile diğer devrimci kurumların temsilcileri ve üyeleri ile birlikte alanı terk etti. Ancak bu durum ESP’yi durdurmadı. Eylemden sonra bir grup ESP’li ve ESP temsilcilerinden biri bu gruba saldırdı ve şiddet uyguladı. Şiddeti uygulayan bir erkek, şiddet gören ise bir kadındı. Hem de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü eyleminden dönerken… Bir devrimci/ devrimci örgüt diğer bir devrimciye şiddet uyguluyor. Bunun (kendini savunma dışında) haklı bir gerekçesi olamaz. Sol-içi şiddeti kınıyoruz. Daha önceleri uygulanan şiddetin planlı olmadığını, münferit olduğunu belirten ESP’nin bu dediklerinin doğru olmadığı görüldü. Çünkü bu kez şiddet ESP üyeleri veya “gençleri” tarafından değil, bir temsilci tarafından uygulanıyordu. Hem de planlı bir şekilde. Daha önceleri yaşanan şiddeti kamuoyuna duyurma konusunda tavırsız kalan diğer kurumlar ise bu kez olayı kendi gözleri ile gördüklerin-

den olacak tavır almak zorunluluğu hissettiler. Bu günlerde konu ile ilgili toplantılar yapılıyor ve ESP’nin uyarılması düşünülüyor. Ydi Çağrı olarak bizler de platform içerisinde yer alıyoruz. Bizce diğer tüm devrimci örgütler sol-içi şiddetin yaşandığı ilk anda tavır almış olsalardı, olay bu kadar ilerlemeyecek, ESP şiddeti sürdüremeyecekti. Adana 8 Mart Kadın Platformu’nun eylemi sırasında ise kadın-erkek yürüme tartışması yaşandı. Platformun bu konuda kesin bir kararı bulunmaktaydı: Sadece kadın katılımlı bir eylem yapılacaktı. Platform toplantıları sırasında bileşenler sendikaların sadece kadınlara çağrı yapmasını ama buna rağmen erkeklerin katılması durumunda en arkada yürüyebilecekleri konusunda anlaşmıştı. Ancak daha sonra yaşanan tartışmalar neticesinde önceki karardan dönülerek, sadece kadın katılımlı eylem yapma kararı alındı. Bunlara rağmen EğitimSen Adana Şube Yöneticilerinden bir grup erkek KESK pankartı arkasında ve kadınlarla birlikte yürüme konusunda ısrar etti. Bunun üzerine kortejin başında bulunan Amargi yürüme kararı aldı. Yaşanan tartışmalar sonrasında Eğitim-Sen Şube yöneticileri ve bazı kadınlar KESK pankartını da alarak eylemden ayrıldı. Ancak ayrılmayan fakat pankartsız kalan birkaç sendikalı kadın eyleme devam etti. Ayrılanlar arasında kürsüden Türkçe sunum yapacak bir kadın da vardı. Eylem sonrasında ise ayrılan grup bir basın açıklaması yaparak platformu cinsiyetçi ve yasakçı ilan etti. Oysa gerçek sorun platformun aldığı kararı Eğitim-Sen Şube yöneticilerinden bazılarının çiğnemesiydi. Bizce platformun aldığı karar uygulanmalı ve buna uygun bir tavır sergilenmeliydi. Kaldı ki ayrılan Eğitim-Sen’li üyeler ve yöneticiler KESK’in sadece kadın katılımlı eylemlere katılma konusundaki tavsiye kararına rağmen KESK adına keyfi davranmışlar ve eylemden ayrılırken KESK pankartını da yanlarında götürerek ve aldıkları sorumlulukları unutarak eylemi terk etmişlerdir. Eğitim-Sen’in basın açıklaması yapmasından sonra ise platformun diğer bileşenleri olayı açıklamak için bir metin hazırlayarak bunu KESK merkezine ve Eğitim-Sen Adana Şubesine iletti. Ancak bu metne EMEP imza atamayacağını belirtti. Nedeni ise gayet basit; çünkü eleştirilenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda EMEP’e yakın kişiler. EMEP kendisinin de bulunduğu bir platformun kararına uymayanları eleştirmeyi gerekli görmüyor. Yani “başkaları yaparsa hata, biz yaparsak hata olmaz” mantığı geçerli EMEP için. 8 Mart’ta yapılan eylemde ayrıca

DÖKH’li konuşmacı Asrın Hukuk Bürosu tarafından yapılan bir açıklamayı okudu. Açıklama Kürt ulusal hareketi bağlamında kadının konumu ve kurtuluşuna ilişkindi. Ancak bu açıklamadan platformun haberi yoktu. Ortada böyle bir karar yoktu. Bu olay üzerine DÖKH’li temsilciler eylemin değerlendirilmesi toplantısında olayın kendi bilgileri dışında geliştiğini, bilgileri olmadığını, okuyanın tamamen kendi inisiyatifi olduğunu belirttiler ve özeleştiri yaptılar. Bu doğru bir tavır olsa da bizce pek yeterli değil. Çünkü olay son yıllarda sıkça karşılaştığımız “önce yaparım, sonra özeleştirimi veririm” ilkesinin bir yansımasıydı. Oysa bu konularda daha dikkatli ve sorumlu davranılmalıdır. Aksi halde kurulan platformlar işlevsizleşir, bu platformların kurulmasında bir yarar kalmaz. Son olarak kadın-erkek yürüme veya sadece kadın katılımlı yürüme konusundaki duruma değinmek istiyoruz. Adana’da yapılan iki ayrı mitingin bilançosu şöyle: 5 Mart’ta yaklaşık 500 kişi yürüdü, yarısından

fazlası erkek, kadınların bir kısmı ise sınıf mücadelesinde bilinçli olarak yer alan kadınlar. Yani emekçi kadınlara bilinç taşıma görevi olan kadınlar. 8 Mart’ta ise 1000’in üzerinde kadın yürüdü, bunların çok büyük çoğunluğunu Kürt emekçi kadınları oluşturuyordu. Aynı zamanda eylemde KESK’e bağlı sendikaların üyeleri (daha sonra çoğunluğu eylemi terk ettiler, ancak hazırlık aşamasında böyle bir durum yoktu) ve Amargi’li kadınlar vardı. Yani sınıf mücadelesine kazanılması gereken kadınlar. Bu bilanço bize şu tabloyu gösteriyor, “görevliler görev alanlarını terk etmişlerdir.” Devrimci gruplar YDİ Çağrı olarak bizim de kısmen pek farklı düşünmediğimiz (devrimin kadın ve erkek elele yapılacağı) gerekçelerle kadın katılımlı eylemlere katılmayı ilkesel olarak reddediyorlar. Bizi devrimci değerlendirdikleri için “kadınerkek karma katılımlı mitinglerde görmek” istediklerini belirtenleri biz de asıl görev yerlerinde, emekçi kadın kitleleri arasında görmek istiyoruz. Ydi Çağrı/Adana, 04.04.2006

Şovenizme Karşı Örgütlü Mücadeleye

D

iyarbakır’da, devlet güçleri tarafından katledilen gerillaların cenazeleri kaldırılırken yaşanan ve ardından çeşitli provokasyonlarla devam ettirilen ve 13 kişinin ölmesiyle sonuçlanan olayları protesto etmek ve Kürt halkı ile dayanışmak amacıyla bir basın açıklaması gerçekleştirildi. İçinde YDİ Çağrı olarak bizlerin de yer aldığı çeşitli sendikalardan, partilerden ve kadın kurumlarından olmak üzere toplam onsekiz kurumdan kadınların 6 Nisan’da Taksim Tramvay durağında yaptığı etkinliğe yaklaşık 60 kadın katıldı. Yapı lan basın açı k lamasında: Kadınların Diyarbakır’da yaşanan olaylara sessiz kalmamak için biraraya geldikleri belirtildikten sonra yedi yıllık ateşkes sürecine rağmen operasyonların devam ettirildiği, Jitem’in Şemdinli’de suçüstü yakalandığı ve hükümetin Newroz öncesinde provokatif açıklamalarıyla militarizmi körükleyerek savaş kışkırtıcılığı yaptığı dile getirildi. Ondört gerillanın kimyasal silahlar kullanılarak katledilmesinin ardından devletin bu vahşete tepki gösteren Kürt halkına saldırdığı ve bu demokratik tepkiye çocukları öldürerek yanıt verdiği belirtildi. “Analar çocuklarınıza sahip çıkın, yoksa çocuklarınız için gözyaşı dökmeye devam edersiniz” diyen başbakanın kadınları ve çocukları hedef gösterdiğini, kadınların militarizme karşı en önde olmalarının tesadüf

olmadığını çünkü bundan en çok kadınların ve çocukların etkilendiği vurgulandı. Başbakanın “gerekeni yapın” talimatlarının sonucunda, Diyarbakır, Batman ve Kızıltepe’de onüç kişinin öldürüldüğü, 320 kişinin yaralandığı ve bini aşkın kişinin tutuklandığı, gözaltılar sırasında yaşları 12 ile 18 arasında değişen çocukların aç bırakmak, ekmeğe tükürüp yedirmek gibi çok çeşitli işkencelerden geçirildiği dile getirildi. Devletin çözümsüzlük politikasında ısrar etmesinin yarattığı şiddetin İstanbul’da da üç kadının hayatını kaybetmesine neden olduğu belirtildi. Son olarak şunlar dile getirildi: “Biz kadınlar bölgede yeniden çatışmaların başlamasının militarizm ve milliyetciliği güçlendireceğini, bunun da kadınlar için daha fazla şiddet, baskı ve ezilmişlik anlamına geleceğini bildiğimizden, uygulanan devlet şiddetini ve şiddet ortamını ortadan kaldırmak için kadınları dayanışmaya ve mücadeleye çağırıyoruz. Militarizme, milliyetçiliğe ve kürt halkına yönelik saldırılara karşı olan biz kadınlar, Başbakanın bütün tehditlerine rağmen susmayacağız ve ezilenlerle dayanışmaya, kurtuluşumuz için mücadeleye devam edeceğiz.” Okunan basın açıklamasının ardından; ”Yaşasın kadın dayanışması”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Biji yekitiya jinan”, “Milliyetçiliğe ve şovenizme hayır” sloganları eşliğine basın açıklaması sona erdirildi. Nisan 2006 


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Çernobil felaketi hala güncel… 26 Nisan 2006 tarihi, Çernobil felaketinin 20. yıldönümü. 1986’da yaşanan bu nükleer felaketin üzerinden 20 yıl geçse de, bu felaket ve sonuçları üzerine tartışmalar hala sürüyor ve felaketin sonuçları da hala güncelliğini koruyor. 1986’ da Çernobi l ’ dek i Atom Santralı’nın 4. bloğunun patlamasıyla gündeme gelen tartışmalarda batılı emperyalist güçler, o dönemin SSCB’sini sosyalist olarak gördüklerinden, sosyalizmi kötülemek için “Rusların santralleri kötü ve eski” biçimindeki propagandaya başvurdular. Onlar bunu yaparken, kendilerinin nükleer planlarını, projelerini sürdürmenin de yolunu düzlüyorlardı. Bu arada nükleer santrallerin gerçek bir felaketin temeli olduğunu gizlemek için de Çernobil’in etkisini, zararını mümkün olduğunca en alt düzeyde göstermeye çalıştılar, çalışıyorlar. Yirmi yıl önce bloklar arası dalaşın bir ürünü olan sosyalizmi kötüleme, sosyalizme saldırı çabaları bugün biçim değiştirmiş, ama Çernobil’in doğaya ve insan yaşamına verdiği zararı en düşük düzeyde gösterme, gerçekleri tersyüz etme çabaları sürüyor. Hem de Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) gibi kurumları tarafından! IAEA ve WHO Çernobil’in 20. yıldönümü için hazırladığı rapor esas hatlarıyla Eylül 2005’te ortaya kondu. Bu rapor Çernobil bağlamında tam bir tarihi çarpıtma olayıdır. Gerçeklerin tersyüz edilmesi o kadar açık ki, kimi burjuva bilim insanları bile buna dayanamadığından rapora karşı tavır takındı. IAEA’nın verilerine göre radyasyon sonucu ölenlerin sayısı 2005 ortalarına kadar 50 civarındadır. 4000 kişi de tiroit kanserine yakalanmıştır. Gelecekte toplam 4000 kişinin ölme ihtimali vardır. WHO’nun araştırmasına göre ise 9000 civarında insan gelecekte ölebilir. Toplam olarak Çernobil’den dolayı ölen ve öleceklerin sayısı 8000 ile 22.000 arasında hesaplanmaktadır. WHO’nun verileri IAEA’nınkinden yüksek olsa da her iki kurumun verileri de açıkça gerçekleri çarpıtmaktadır. Nükleer felaketin barbar sonuçlarını süsleyip kitlelere “bu enerji hiç de söylendiği gibi çevreye ve insanlara önemli zarar vermemektedir” düşüncesini empoze etmeye çalışmaktadırlar.

Çernobil’in çevreye, doğaya ve insanlara verdiği zararın gerçek ölçüsü bugün de tam olarak bilinmemektedir. Önümüzdeki on ya da yirmiotuz yıl içinde uzun vadeli zararların ne kadar olduğu biraz daha net ortaya çıkacaktır ama tam ve kesin bir sonuç yine de olmayacaktır. Bugünden ama belli olan zararlar, nükleer santrallere karşı çıkmak için yeterli malzeme sunmaktadır. Bu zararın kimi verilerini ortaya koyarken şunu da vurgulamakta yarar var: Bu zararlar sadece bir atom santralinin bir bloğunda ortaya çıkan kazanın doğaya saldığı zehirin bilinen ya da yaklaşık tahmini sonuçlarıdır. Yani zarar gerçekte daha büyüktür. Çernobil kazası çıktığında santralın yanan bloğunun söndürülmesi için çalışan insan sayısı kimi verilere göre 600.000 ile 860.000 arasındadır. Bunlara “likidatör” de deniyor. Bunların hemen hepsinin radyasyona maruz kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin ediliyor. Ukrayna’nın verilerine göre bunların %94’ü hastadır. Bunların onbinlercesi –kimi verilere göre 50.000 ile 100.000 arasında– ölmüştür. Halk arasında –yani Çernobil yangınını söndürme

işine katılmayanlar– bugüne kadar 10.000’den fazla insan tiroit kanserine yakalanmıştır. 50.000 kadar çocuk tiroit kanserine yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan kısa süre sonra ölmüştür. Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan verilere göre Çernobil bölgesinde çocuk ların %80’i hastadır. Kuşkusuz veriler sadece bunlar değildir. Örneğin Rusya Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre 1990’lı yılların başında hasta olanların sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor… Beyaz Rusya’nın tarım alanının % 22’si işlenemez durumda ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur. Ukrayna’nın %7 ve Rusya’nın Avrupa kesiminin de %1.6’sı radyasyonludur. Hem Beyaz Rusya hem de Ukrayna’da yerleşim alanlarının önemli bir bölümü de oturulmaz durumda. Yaklaşık 162.000 kilometrekarelik alan boşaltılmış ve bugüne kadar yasaklı bölge olarak kalmıştır. Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya dışındaki ülkelerde de Çernobil’in büyük zararlara yol açtığı da bilin-

diğinde, ölümlerin sayısının onbinlerce olduğu ve bu felaketin toplam kurbanlarının birkaç milyon olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aslında onbinlerce insanın daha şimdiden bu felakete kurban gittiği gerçeği bile, burjuvazinin kurumlarının insanlık düşmanı tavırlarını görmek için yeterlidir. Burjuvazinin temsilcileri için insanın değeri yoktur. 4000 ya da 22.000 ya da 500.000… belirleyici değil onlar için. IAEA ve WHO’nun Eylül 2005’te ortaya koydukları raporlarla artık Çernobil dosyasının kapanabileceğini savunmaları da gerçekte insana ve doğaya düşmanlıklarını ortaya koymaktadır. Bilmediklerinden değil, bilinçli olarak sonuçları çarpıtmaktadırlar. Çernobil felaketiyle atmosfere yayılan radyoaktif ışınların-radyasyonun 100 atom bombası üretebilecek kapasitede olduğunu biliyorlar. Stronsiyum-90 ya da Plutonium’un ne kadar sene etkili olacağını da biliyorlar. Ve bunların etkisini sürdürdüğü sürece de hep yeniden insanların hastalığa bulaşacağını da biliyorlar. Sorun bunu bilmediklerinden değil, çıkarları gereği kitleleri aldatmaya çalışmalarındandır. IAEA’nın esas görevlerinden biri nükleer enerjinin–tekniğinin “barışçıl” amaçlarla kullanımını teşvik etmektir. Bu görevine uygun davranmaktadır IAEA. Dünya çapında emperyalist güçlerin enerji kaynakları üzerindeki dalaşı, nükleer enerjiye sahip olma çabalarını da yeniden aktüelleştirmiş durumdadır. Geçmişte kimi ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçmesi ya da nükleer santrallerini kapatması, genelde burjuvazinin nükleerden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Anda dünya üzerinde toplam 22 santral inşa halindedir. Almanya atom santrallerinin çalışma süresini uzatmak istemektedir ve aynı zamanda atom silahına sahip olma isteğini de açıkça ilan etme durumundadır. Afrika, Doğu Avrupa ve GüneyDoğu Asya bölgelerinde yeni atom santrallerinin planları yapılıyor. Sadece Çin 2020 yılına kadar 30 atom santrali inşa etmeyi planlıyor. ABD emperyalizmi İran’a saldırma hazırlıkları yaparken, yeni atom silahları üretiyor. Nükleer enerjinin tekelini eline almaya çalışıyor. Petrol, doğal gaz ve kömürden sonra uranyum


yaşam temellerini koruma mücadelesi

NÜKLEER ENERJİ, NÜ NE KADAR

5

10

enerji kaynağı bağlamında dördüncü sırada ele alınıyor. Uranyumun enerji kaynağı olarak kullanımı da atom santralini gerektiriyor. Bu kaynaklara sahip olanlar enerji tekelini elinde tutacağı gibi dünyaya da egemenlik dalaşında avantaj elde edeceği için enerji alanında da dalaş giderek kızışıyor. Sözkonusu enerji kaynaklarının tükeneceği, sonsuz kaynak olmadığı da bilindiğinde emperyalistlerin enerji kaynakları üzerindeki dalaşının yeni savaşlara da yol açacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Kısaca özetlediğimiz bu durum emperyalistlerin bir kurumu olan I A EA’n ı n d a ne den Çernobil’in sonuçlarını olduğundan çok daha düşük gösterdiğini anlamamıza imkan vermektedir. Nükleeri zararsız bir enerji türü, ucuz ve temiz bir enerji türü olarak göstereceksin ki atom santrallerine, nükleer enerji üretimine karşı mücadele etmesin! Nükleer enerji ne temiz ne de ucuz! Çernobil örneği bunun açık ispatıdır. Sadece bir bloğun yanması, patlamasıyla yüzbinlerce insan ölümle karşı karşıya gelmiş, milyonlarca insan değişik biçimlerde hastalığa bulaşma durumunda ve arazi olarak üzerinde yaşanacak topraklar, tarım yapılacak alanlar yaşanamayacak biçimde zehirlenmiştir. Ekonomik olarak Çernobil’in verdiği zarar trilyonlarca dolarla hesaplanmakta, buna rağmen ama gerçek zararın ne kadar olduğu hesaplanamamakta. Çernobil’in sadece Türkiye’ye verdiği zarar bile küçümsenmeyecek düzeydedir. Verilen bilgilere göre Türkiye’de yok edilmesi gereken çayın 58.500 ton olduğu bilindiğinde –ki zarar sadece çay ile sınırlı değil, bu sadece bir örnek–, nükleer santrallerin ve enerjinin ucuz olduğunu söyleyenlerin büyük bir sahtekar-

lık yaptıkları görülebilir. Özellikle Karadeniz bölgesinde kanser hastalığının çoğalması ve benzeri olgular da zararın ne kadar büyük olduğunun işaretleridir. Nükleer atıkların doğaya ve çevreye verdiği zarar, bunların depolanması için gerekli yatırımlar da gözönüne alındığında nükleer enerjinin-santrallerin çok kirli ve çok pahalı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Çernobil felaketinin 20. yıldönümünde burjuvazinin yalakalarının felaketin sonuçlarını çarpıtmasına karşı da mücadele etmek, yaşanır bir dünya yaratma mücadelesinde olmazsa ol-

maz görevler arasındadır. Türkiye’de kimi çevreci kesimin, ya da antinükleercilerin 24 Şubat’ta Ankara’da yaptıkları kongre ile 2006 yılını “Çernobil faciasının 20. yılında nükleere hayır yılı” olarak ilan etmeleri ve nükleer santral yapımına karşı mücadeleyi kararlaştırmaları iyidir ama yetersizdir. Sınıf bilinçli işçilerin görevi böylesi hareketlerin içine doğru görüşleri taşımaktır. Doğayı, çevreyi koruma mücadelesinin kaçınılmaz olarak kapitalizme, kapitalist sisteme karşı bir mücadele olarak yürütülmesi gerektiği gerçeği bilinçlere kazınmak zorundadır. Kapitalizm doğanın da insanlığın da düşmanıdır. Nükleer santrallere hayır! Varolanlar hemen kapatılmalıdır! 16 Nisan 2006 

7. Hükümet döneminde rafa kaldırılan nükleer santral projesinin AKP Hükümeti tarafından yeniden gündeme getirilmesi ile birlikte nükleer enerji, nükleer santraller üzerine tartışma yeniden alevlendi. Dergimizin değişik sayılarında, nükleer enerji, nükleer santraller üzerine çeşitli tavırlar takındık. İşçi sınıfının çevreyi koruma mücadelesi alanında, nükleer enerjiye, nükleer santrallere karşı tavrının nasıl olması gerektiğini ortaya koyduk. Bu yazımızda da, AKP Hükümeti tarafından yeniden gündeme getirilen, nükleer enerji, nükleer santraller üzerine, bir kez daha tavrımızı, yürütülen tartışma ile bağ içerisinde ortaya koymak istiyoruz.

Nükleer enerji, “temiz enerji” türü mü?

Nükleer enerjiyi, nükleer santralleri savunanların ileri sürdükleri gerekçelerinden biri, “nükleer enerjinin, temiz enerji olduğu”, “nükleer enerjinin karbondioksit emisyonu yaymadığı” iddiasıdır. Bu iddia nükleer enerjiyi, nükleer santralleri istemenin, savunmanın gerekçelerinden biri olarak getirilmektedir. Bu tezi savunanlardan biri de Milliyet gazetesinde yazan Metin Münir’dir. O bir yazısında şöyle diyor: “Acilen, havaya püskürtülen karbondioksidi azaltacak bir enerji kaynağına ihtiyacımız var. Bunun için tek aday, nükleer enerjidir. Başka hiçbir seçenek yok. Doğru mu, yanlış mı? Tükettiğimiz fosiller (petrol, doğal gaz, kömür, linyit, diğer biyolojik kökenli yakacaklar) her yıl atmosfere 27.000 milyon ton karbondioksit püskürtüyor. Bu karbondioksit katı olsaydı tabanı 20 kilometre genişliğinde yaklaşık iki kilometre yüksekliğinde bir dağ meydana getirirdi. Havaya 27.000 milyon ton karbondioksit püskürtülerek elde edilen enerji nükleer füzyon reaktörlerinden temin ediliyor olsaydı hava iki milyon kez daha az kirletiliyor olacaktı. Ve ürettiğimiz kirlilik katı olsa bir dağ yerine on altı metre küplük yer işgal edecekti. Hesap bu kadar basit. Tamam mı, devam mı?” (27 Şubat 2006, Milliyet)

Metin Münir; fosil yakıtlara dayalı enerji türleri ile nükleer enerjiyi karşı karşıya koymakta, karbondioksit yaymadığı için nükleer enerjinin tercih edilmesi gerektiğini, nükleer enerjiden başka seçenek olmadığı tavrını takınmaktadır. Hayır, Bay Metin! “Hesap bu kadar basit” değil! Biz nükleer enerjiye mahkum değiliz. Sadece güneş, rüzgar enerjisi ile Türkiye enerji ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır. Alternatif olarak, senin aklına bile bu enerji türlerinin gelmemesi, acaba “atom lobisi”nin işi olmasın!! Nükleer santralde, fosil (petrol, kömür, doğal gaz) yakıtlar tüketilerek enerji üretilmediği için, doğal olarak karbondioksit atmosfere salınmaz. Eğer nükleer enerjinin “temiz” olmasının ölçütü, karbondioksit emisyonu yaymaması ise, sadece bu anlamda nükleer enerji “temiz”dir. Ama nükleer enerjinin “temiz” olmasının ölçütü, çevreye olağanüstü zarar vermesi, verme rizikosunun sürekli olması ise, nükleer enerji bu anlamda “temiz” bir enerji türü değildir. Nükleer enerjinin temel kaynağı uranyum madenidir. Uranyum madeni yenilenebilir bir enerji kaynağı değildir. Uranyum, fosil yakıtlar gibi gün gelecek doğada bitecektir. Bu anlamda uranyum madeni hep yenilenebilir, bu anlamda sonsuz bir enerji kaynağı da değildir. Ortalama gücü 1000 MW olan bir nükleer santral, bir yıl içinde yaklaşık olarak 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretir. Atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları, 30-40 yıl reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda, radyasyon düzeyinin düşmesi için bekletilir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ve geçici depolarda, 200.000 ton tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplamıştır. Yılda ortalama 10.500 ton artan bu rakamın 2010 yılına kadar %70 artarak 340.000 tonu aşması bekleniyor. Nükleer santrallerin ürettiği, onbinlerce, yüzbinlerce, radyasyonlu atığın, güvenli bir şekilde depolanması, günümüz tekniği ile mümkün değildir. Radyasyonlu atıkların depolara götürülürken, bir kaza sonucu


yaşam temellerini koruma mücadelesi

ÜKLEER SANTRALLER GÜVENLİ?

Nükleer santrallerin ürettiği, onbinlerce, yüzbinlerce, radyasyonlu atığın, güvenli bir şekilde depolanması, günümüz tekniği ile mümkün değildir. Radyasyonlu atıkların depolara götürülürken, bir kaza sonucu doğaya radyasyonun yayılması riski vardır. Radyasyonlu atıkların depolandığı alanlarda, doğal nedenlerden dolayı (deprem, sel, vb.) sızıntı olması olasılık dahilindedir. doğaya radyasyonun yayılması riski vardır. Radyasyonlu atıkların depolandığı alanlarda, doğal nedenlerden dolayı (deprem, sel, vb.) sızıntı olması olasılık dahilindedir. Nükleer santraller karbondioksit üretmiyor. Ancak, uranyum madeninin çıkartılmasından, zenginleştirilmesine ve yüzbinlerce yıl etkisi devam eden radyoaktif atıkların, sızıntılardan, soğutma suyundan ve kazalardan sonra yayılan radyasyonun etkisi ile milyonlarca insanın, doğanın kirlenmesine, yok olmasına neden oluyor. Bu enerji türünün, karbondioksit yaymadığı için “temiz enerji” olarak adlandırılması, bu tezi getirenlerin cehaletini ya da kötü niyetini göstermektedir.

Nükleer santraller ne kadar güvenli?

Nükleer enerjiyi, nükleer santralleri savunanların, getirdikleri bir diğer gerekçe, “nükleer santrallerin güvenli olduğu” iddiasıdır. “Hafızayı beşer nisyan ile malüldür”, denilmiştir. Unutanlara, unut-

turmak isteyenlere, hatırlatalım: • 1957 Windscale (İngiltere), 1979 Three Mile İsland (ABD), 1986 Çernobil (Sovyetler Birliği) felaketleri dışında, nükleer santrallerde yüzlerce kaza yaşandı. • Nük leer Denet leme Komisyonu’nun (NRC) kayıtlarına göre, sadece ABD’de felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya’da 1992 yılında 20 önemli kaza rapor edilmiştir. 1992 yılında Rusya, 205 kazayı rapor etmiştir. İngiltere’de gizlenen, sonra ortaya çıkarılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır. • 3 0 Ey lü l 19 9 9 g ü nü Japonya’nın Tokaimura Nükleer Santrali’nde meydana gelen kazada, 49 işçi yüksek radyasyona maruz kaldı. 1 teknisyen öldü. • 4 E k i m 19 9 9 g ü nü , Güney Kore’de Wolsung Nükleer Santrali’nde bir kaza meydana geldi. Resmi açıklamaya göre, 22 kişi yüksek radyasyona maruz kaldı. 9 Ağustos 2004 günü, Japonya’nın Mihama Nükleer Santrali’nde mey-

dana gelen kazada, 4 kişi öldü. 7 kişinin radyasyon buharına maruz kaldığı açıklandı. • İ ng i lt e re ’ d e Wi nd s c a le Nükleer Santrali’ndeki kaza, 25 yıl sonra ortaya çıkarıldı. Kazanın tam boyutu ortaya çıkarılamadı. ABD’de meydana gelen Three Mile Island Nükleer Santrali’ndeki kazadan sonra, iki gün içinde 900 bin kişi tahliye edildi. • Çernobil felaketinin etkileri sürüyor. 1992 yılında Ukranya Çevre Bakanı, Rio’daki Çevre Zirvesi’nde; 1986 yılında meydana gelen Çernobil felaketi sonucunda 6.000 kişinin öldüğünü ve ölü sayısının 40.000’e varacağını, yüzbinlerce insanın kansere yakalanacağını açıklamıştı. Karadeniz bölgesinde kanser vakalarında yaşanan artış, insanların kanserden ölmeleri Çernobil felaketinin sonucudur. Sıraladığımız bu kaza örneklerinin gizlenilemeyen, kamuoyuna açıklanan, sonradan açığa çıkartılan nükleer santral kazaları olduğu, yaşanılan kaza sayılarının tam olarak bilinmediğini de bu arada ekleyelim. Bilinen kaza örnekleri bile durumun ne kadar vahim olduğunu ortaya koyuyor. Nükleer enerji insanlık için, çevre için felaketli sonuçlara neden olan enerji türüdür. Nükleer enerji güvenli bir enerji türü değildir. Nükleer santrallerde olası –örneklerde görüleceği üzere– kazaları önlemek günümüz tekniği ile mümkün değildir.

Nükleer enerji ucuz mu?

Nükleer enerjiyi, nükleer santralleri savunanların, getirdikleri bir diğer gerekçe, nükleer enerjinin ucuz olduğu iddiasıdır. 1300-1400 MW’lık bir nükleer santralin 4 milyar dolara mal olacağı hesaplanmaktadır. Bu maliyet yanında, bir nükleer santralın yapımı 6-7 yıl sürmektedir. Nükleer santralde, enerjinin temel kaynağı olan uranyum madeninin fiyatının artmayacağının garantisi de yoktur. Uranyum madeninin fiyatında 2004 yılında, 2003 yılına göre %49 civarında bir artış olmuştur. Uranyum madeni, doğada bol miktarda bulunmamaktadır. Uranyum madeni yenilenebilir bir maden türü değildir. Gün gelecek doğada tükenecektir. Nükleer santrale yapılacak yatırım, finansman, kredi maliyetleri, yapım süresinden kaynaklanan faizler, güvenlik, kaza, arızalardan kaynaklı maliyetler, söküm ve atık maliyetleri, hepsi birlikte ele alındığında, biraraya getirildiğinde, nükleer enerjinin ucuz olduğu iddiası havada kalmak-

tadır. Nükleer santralde, yakıt maliyetinin düşük olması, nükleer santrale yatırılan para, nükleer santrallerin güvenli olmaması ile birlikte ele alındığında bir avantaj oluşturmamaktadır. Geriye dillendirilmeyen tek birşey kalıyor. Atom bombasına sahip olma isteği! Nükleer santralde, uranyum madeninin işlenmesi, zenginleştirilmesi ve uygun teknik düzenlemeler yolu ile atom bombasına sahip olmak mümkündür. “Türk ’ün Türkten başka dostunun olmadığı” bu dünyada, atom silahına sahip olmak hiç de fena olmaz hani!!

Alternatif var: Yenilenebilir enerji türleri!

Ne fosil yakıtların kullanımına bağlı enerji türlerine, ne de nükleer enerjiye muhtaç değiliz. Güneş, rüzgar, su ile giderek artan enerji ihtiyacını karşılamak mümkündür. Doğa ile uyumlu, toplumun sağlığına zarar vermeyen enerji türleri vardır. Bunlar; güneş, rüzgar, su, dalga, jeo termal, bio gibi enerji türleri olarak sıralanabilir. Türkiye’de güneş, rüzgar, dalga, bio, jeo termal enerji türlerinden hemen hemen hiç yararlanılmamaktadır. Kaynağında fosil yakıtların kullanımının durduğu enerji türü, yaratılan enerjinin temelini oluşturmaktadır. Fosil yakıtların kullanımı, insanlığa, çevreye zarar vermektedir. Eğer alternatif enerji türleri kullanılmıyorsa, bu sermaye için fazla karlı olmadıkları içindir. Fosil yakıtların kullanımı ile sağlanan enerjinin satışından çok daha fazla kar elde edilmektedir. Sermaye için belirleyici olan, çevrenin, toplumun sağlığı değil, daha fazla kardır. Daha fazla kara dayalı enerji türlerine hayır! Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır! Çevre ile uyumlu enerji türlerine evet! 23 Mart 2006 

11


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Zehirli atıkların suçlusu kim?

12

Son günlerde Türkiye’nin gündemine oturan tartışmalardan biri de Tuzla çevresinde ortaya çıkarılan ve çıkardıkça da yenileri bulunan zehirli atıkları içeren variller ve çevrenin kirletilmesi, doğanın katliamı olayıdır. Varillerin ortaya çıkarılması tartışmasına derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi gibi sonuçlar ya da Türkiye çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850 milyon ton atığın sonucunun ne olduğu sorularının da gündeme getirildiği tartışmaları da eklendi. Bir tartışma, bir başkasını doğururken, Türkiye’de çevre katliamının taşınılamaz boyutları da ortaya çıkıyor. Verilen bilgilere göre Türkiye’de atıkların yakıldığı ya da “bertaraf ” edildiği sadece bir tesis var. O da Kocaeli’deki İZAYDAŞ. Çevreciler aslında bu yatırımın da yanlış olduğunu savunmaktadırlar. Çünkü esas olan şey zehirli atıkların üretiminin mümkün olduğunca aza indirilmesidir. Bir de arıtım tesislerinin atmosfere zehirli gaz yaymayacak biçimde inşa edilmesidir. İZAYDAŞ’ta ise atıklar bertaraf edilirken de atmosfere zehirli gaz yayılmaktadır. Sor u nu n bu ya n ı na rağ men ama Türkiye’de yine de tek tesis İZAYDAŞ. Bu 1.850 milyon tonluk Türkiye’deki atığı bertaraf etmeye yetmiyor. Türkiye’de bertaraf edildiği resmen bilinen atık oranı 200 bin ton civarındadır. Buna göre 1.650 milyon tonluk atığın Türkiye’de kurulu tesislerde bertaraf edilmesi mümkün değildir. Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi koruma diye bir yaklaşımın olmadığını, zehirli atıkların, artık kim nereyi uygun ve boş bulursa oraya atmasının temelinin varlığını ortaya koymaya yeterlidir. Kuşkusuz ki sadece bundan kaynaklanmıyor zehirli atıkların doğaya salınması veya topraklara gömülmesi… Atıkların bertaraf edilmesi, o atıkları üretenler için aynı zamanda mali külfeti de beraberinde getiriyor. Atıkları üretenler için mali külfetten kurtulmak var iken, sözkonusu atıklar, atıklardan kazanç elde etmeye çalışanların mafyalaşmasına bile yol açan bir gelir kaynağı durumunda… Türkiye’deki sanayi kuruluşlarından özellikle küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (KOBİ) büyük bölümü ruhsatsız. Ruhsatlı olanların

Sorun sadece varillerin gömülmesi sorunu değil, tümüyle çevreyi katletme, doğayı talan etme sorunudur. Marmara Bölgesi’nde bazı fabrikaların kuyulardaki suları boşaltıp yerine kanserojen sıvı atık enjekte ettikleri yönlü bilgiler de, bu sorunun çok yönlü olduğunu gösteriyor. da büyük bölümü çevreyi koruma standartlarına uygun çalışmamaktadır. Özetle vurgulanırsa Türkiye’de çevre katliamı, doğanın talanı devletin eliyle yürümektedir. Kapitalizm Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve evet insanın düşmanı bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor. Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin her tür barbarlığı meşru görmesini beraberinde getiriyor. Hükümet veya yetkililerin tavırları da bunun bir parçası. Çevre ve Orman Bakanı’nın zehirli atıklara karşı almaya çalıştığı önlemin başında da, yasa ile cezaları yükseltmek oluyor. Böylece kendisini çevreyi korumaya çalışan biri olarak da göstermeye çalışıyor Bakan Pepe! Bu arada tabi ki kendisinin doğrudan sorumlu olduğu bu alanla ilgili sorumluluğunun, suçluluğunun üzerini de örtmeye çalışmaktadır. Bakan Pepe, varilleri gösterirken, suçluları gizliyor! Pepe 6 Aralık 2004 tarihli Hürriyet gazetesinde “Çernobil’den beteriz” tespitini yapıyordu. AB İlerleme Raporu hakkında Hürriyet gazetesine konuşan Pepe; “Kanalizasyon atıklarının yarattığı

çevre felaketinin boyutu Çernobil’i gölgede bırakacak durumda” tespitini yapıyordu. AB İlerleme Raporu’nda Türkiye’ye yönelik “Siz daha endüstrinin arıtmasının, evsel atıkların arıtmalarını yeterince yapamıyorsunuz. Çöplerinizi standartlara uygun depolamıyor ya da bertaraf etmiyorsunuz.” biçimindeki eleştiriyi, “doğru söylüyorlar” diye onaylayan Pepe, belediyeleri çöp depolama bağlamında eleştirirken, sanayicilerin gündeme getirilen standartlar bağlamında kendilerine şikayetçi olduklarını anlatıyordu. Hatta kimilerinin “Çok üstümüze gelirseniz işçileri çıkartırız” tehditlerini savurduklarını da açıklıyordu. Peki Pepe 2004 Aralık ayından bu yana ne yaptı Bakan olarak? Onun tavrını belirleyen şey yine sözkonusu

konuşmasındaki işçileri çıkarmakla tehdit edenlere yönelik şu tespiti oldu: “Bu arkadaşlarımızı anlayışla karşılıyorum.” Evet Pepe bu arkadaşlarını anlayışla karşıladı… AB’nin öngördüğü çevreye uygunluğun sağlanması için 10 yıl süre ve 20 milyar euro gerektiğini açıklamakla yetiniyordu. Çevreyi korumak için gerçekte önemli hiç bir önlem alınmıyordu. Örneğin sormak gerekiyor: 3280 belediyeden sadece 225 tanesinin atık su arıtma tesisi olduğu bilgisini veren Pepe, 2004 Aralık ayından beri kaç belediyenin bu tesise sahip olmasını sağlamıştır? 3000 belediyenin atıklarının arıtılmadan denize, göllere ve akarsulara bırakılmasına karşı hangi önlemleri aldırmıştır? 50 milyon insanın atıklarına hiç bir temizleme işlemi yapılmaması karşısında nasıl bir önlem almıştır? Katı atıkların sadece %35’inin düzenli toplatıldığı bilgisini veriyordu. Bu oranın yükseltilmesi için hangi önlemler alındı? vb. vb. soruları çoğaltabilirsiniz. 14 ay sonra variller ortaya çıktığında Pepe’nin “Bu variller Türkiye’nin ciddi sanayicilerinden birine ait. 50-100 bin dolar için koskoca metropolün zehirlenmesini göze alacak kadar paragöz, açgözlü bir adam.” (Milliyet, 13 Nisan 2006) tavrını takınması, gerçekte kendi sorumluluğunun, suçluluğunun üstünü örtme çabasıdır. Pepe kendisinin ve hükümetinin sorumluluğunu gizlemeye çalışırken gerçekte zehirli varillerin kimler tarafından toprağa gömüldüğünü de gizliyor. Kimsenin ismini açıklamıyor. Sorunu meclise getirdiği yasa ile, cezalarla çözmeye çalışıyor. Bu arada Yeni Türk Ceza Kanunu’nun çevre ve imar kirliliği ile ilgili maddesi ise (181. madde) Ekim 2006’da yürürlüğe giriyor. Bundan dolayı da zehirli varillerin suçluları tespit edilse bile, onlara hapis cezası verilemeyecek. Bu durumda varillerin ait olduğu şirketlere en iyi halde 7850 YTL para cezası verilecek. Ve bu da sözkonusu şirketler için “devede kulak” bile olmayacaktır. Çevre ve Orman Bakanı olarak Pepe sorunun üzerine yürüyen biri olma görüntüsüyle sözkonusu şirketlere de “çevreyi kirletmeye devam edin!” anlamına gelen bir jest yapmış olacaktır. Mecliste bek let i len Çev re Kanunu’nun gündeme getirilmesiyle tepkiler azaltılmaya çalışılıyor.


Mayıs 2006

1 Mayıs 2006:

BAŞ­KA BİR DÜN­YA MÜM­KÜN:

Sos­ya­lizm­le!

NE KADERDİR NE DE SONSUZ ÇEKTİĞİMİZ ACILAR YIKILACAK EN SONUNDA SÖMÜRÜCÜ ZORBALAR!

V

a­ro­lan bü­tün zen­gin­lik­ le­ri ya­ra­tan­lar; iş­çi­ler, emek­çi­ler! Bir 1 Ma­yıs’ı da­ha “aş­sız­lık”, “iş­ siz­lik” ko­şul­la­rın­da kar­şı­lı­yo­ruz. İş­çi sı­nı­fı­nın bir mar­şının di­ze­le­ ri­ne yan­sı­dı­ğı gi­bi; “Ça­lı­şan biz, ya­ra­tan biz, hep açız!” Açız, çün­kü; bir­ço­ğu­muz aç­lık sı­nı­rı­nın al­tın­da bir ge­lir­le, as­ga­ri üc­ret­le ya­şa­mak zo­run­da bı­ra­kı­lı­ yo­ruz. Al­dı­ğı­mız as­ga­ri üc­ret 380 YTL 46 ku­ruş! Bu üc­ret­le na­sıl ya­şa­na­bi­lir? Bu üc­ret biz­zat ser­ ma­ye­nin söz­cü­le­ri/ku­rum­la­rı ta­ ra­fın­dan bi­le “aç­lık sı­nı­rı” ola­rak ta­nım­la­nı­yor… Ya­ni “aç­lık sı­nı­rı”, “yok­sul­luk sı­nı­rı”nda ya­şa­dı­ğı­mı­zı bi­zi bu ha­le so­kan­la­rın bir bö­lü­mü bi­le ka­bul edi­yor. Oy­sa on­lar kal­ kın­ma­dan, iler­le­me­den sö­ze­di­yor; kâr­la­rı­na kâr ka­tı­yor­lar… Bi­zim aç­lı­ğı­mız on­la­rın da­ha da­ha faz­la ka­zan­ma­sı de­mek… Üc­ret­li kö­le­lik dü­ze­ni ka­der ola­ bi­lir mi? İş­siz­lik il­le­ti ya­ka­mı­za di­kil­ miş… Her ge­çen gün yüz­ler­le, bin­ ler­le iş­siz­ler or­du­su­nun saf­la­rı­na iti­li­yor. İş­ye­ri­ni kay­bet­me kor­ku­su gös­te­ri­le­rek her­şe­ye bo­yun eğ­me­ miz is­te­ni­yor… Ser­ma­ye sa­hip­le­ri­ nin da­ha faz­la ka­zan­ma­sı için bi­ze da­ya­tı­lan ya çok dü­şük üc­ret­ler­le, hiç hak ta­le­bin­de bu­lun­ma­dan bo­ yun eğip ça­lış­mak; ya da iş­siz­ler or­du­su­na ka­tıl­mak! Son on­yıl­la­rın ge­çer­li si­ya­set­le­ri olan özel­leş­tir­me, ta­şe­ron­laş­tır­ma ile iş­çi­ler iş­siz­li­ğin ku­ca­ğı­na atı­lı­yor­lar. İşi­ni kay­bet­ mek kor­ku­suy­la ser­ma­ye sa­hip­le­ri­ nin is­tek­le­ri­ne bo­yun eğen­le­ri­miz ka­za­nıl­mış hak­lar­dan vaz­ge­çe­rek; pat­ro­nun is­te­di­ği ko­şul­lar­da, is­te­ di­ği za­man­da, is­te­di­ği üc­ret­le ça­lış­ mak zo­run­da… Ve bü­tün bu ya­pı­ lan­lar dev­let ta­ra­fın­dan ya­sa­lar­la ga­ran­ti al­tı­na alı­na­rak ya­pı­lı­yor. Bun­lar ka­der ola­bi­lir mi? Zen­gin­li­ği ya­ra­tan biz iş­çi­le­re,

emek­çi­le­re re­va gö­rü­len ya­şam çi­le­li ya­şam­dır. Bi­zim alın­te­ri­miz sa­ye­sin­de ser­vet­le­ri­ne ser­vet ka­tan­lar zevk ve se­fa için­de ya­şar­ken bi­ze se­fa­let re­va gö­ rül­mek­te­dir. Sağ­lık ala­nın­dan eği­tim ala­nı­na, ula­şım­dan ko­nut so­ru­nu­na her alan­da çi­le­li bir ya­şa­ma mah­kum edil­mi­şiz. Has­ta­ne ka­pı­la­rın­da sü­rü­ nen bi­ziz. Ço­lu­ğu­nu ço­cu­ğu­nu oku­ta­ ma­yan biz­le­riz. Bir yer­den bir ye­re git­ mek için sa­at­ler­ce araç bek­le­yen yi­ne bi­ziz. Bi­ziz en sağ­lık­sız ba­ra­ka­lar­da ya­şa­mak zo­run­da bı­ra­kı­lan… Bi­ziz en te­mel in­sa­ni ya­şam ko­şul­la­rın­dan mah­rum edi­len… Bun­lar ka­der ola­bi­lir mi? Bi­zim hak­la­rı­mı­zı ko­ru­ma adı­na or­ta­ya çı­kan sı­nıf ör­güt­le­ri­miz, ya­ni sen­di­ka­la­rı­mız var… Bir bö­lü­mü­müz bir­li­ği­mi­zi sağ­la­sın, pat­ro­nun sal­dı­rı­ la­rı kar­şı­sın­da hak­la­rı­mı­zı ko­ru­sun di­ye sen­di­ka­la­ra üye­yiz… An­cak on­ lar da bir iki göz bo­ya­ma tü­rün­den ba­sın açık­la­ma­sı ile “mü­ca­de­le eder” gö­rün­me­nin dı­şın­da bir­şey­ler yap­mı­ yor­lar. Çün­kü bu sen­di­ka­la­rın baş­la­ rı­na çö­rek­le­nen sen­di­ka ağa­la­rı­nın ger­çek an­lam­da mü­ca­de­le et­me, iş­çi­ nin hak­kı­nı ko­ru­ma di­ye bir dert­le­ri yok. On­lar bu­nu yap­ma­dık­la­rı gi­bi on­lar­dan ba­ğım­sız ge­li­şen iş­çi ey­lem­le­ ri­ni/di­re­niş­le­ri­ni boğ­mak için el­le­rin­ den ge­le­ni ya­pı­yor­lar. Sen­di­ka ağa­la­rı de­di­ği­miz bu asa­lak­lar ger­çek­te sen­ di­ka için­de ser­ma­ye­nin söz­cü­lü­ğü­nü ya­pan ha­in­ler­dir.

Bun­la­rın var­lı­ğı ka­de­ri­miz mi! Tüm bun­lar yet­mez­miş gi­bi ser­ ma­ye sa­hip­le­ri ve on­la­rın dü­ze­ni­nin ko­ru­yu­cu­su olan dev­let, sa­hi­bi­nin se­si med­ya iş­çi­le­rin bir­li­ği­ni ve mü­ ca­de­le­si­ni en­gel­le­mek için biz­le­ri mil­li­yet­le­ri­mi­ze gö­re böl­mek, bi­zi bir­bi­ri­mi­ze dü­şür­mek/kır­dır­mak için ağu­lu­yor­lar. Biz iş­çi­le­ri bö­lüp par­ça­la­mak, ken­di çı­kar­la­rı­nın sa­vu­ nu­cu­la­rı ha­li­ne ge­tir­mek is­ti­yor­lar; “va­tan”, “mil­let” adı­na kan­dır­dık­la­rı iş­çi­le­ri sı­nıf kar­deş­le­ri­nin kar­şı­sı­na dik­mek is­ti­yor­lar. Ne ya­zık ki, bu bö­ lün­müş­lük­ten hiç bir çı­ka­rı ol­ma­yan iş­çi­ler, emek­çi­ler ser­ma­ye­nin bu oyu­ nu­na ge­li­yor; de­ği­şik ulus ve mil­li­yet­ ler­den sı­nıf kar­deş­le­ri­nin kar­şı­sı­na di­ki­le­bi­li­yor­lar! Bu ka­der ola­bi­lir mi? Ül­ke­le­ri­miz­de bun­lar ya­şa­nır­ken dün­ya­da­ki sı­nıf kar­deş­le­ri­miz de ser­ma­ye sa­hip­le­ri­nin ben­zer sal­dı­rı­ la­rı­na ma­ruz ka­lı­yor­lar. Ka­za­nıl­mış hak­lar bu­da­nı­yor. İş­siz­lik ar­tı­yor. Çe­ şit­li ulus ve mil­li­yet­ler­den iş­çi­ler ve emek­çi­ler “ken­di” ser­ma­ye­dar­la­rı­nın çı­kar­la­rı uğ­ru­na böl­ge­sel sa­vaş­la­ra sü­rü­lü­yor. Yok­sul yı­ğın­la­rın cep­he­ye sü­rü­le­rek ser­ma­ye sa­hip­le­ri­nin çı­kar­ la­rı için öl­me­si de­mek olan ye­ni sa­vaş­ lar ha­zır­la­nı­yor. Bun­lar ka­der ola­bi­lir mi? Ha­yır! Bun­la­rın hiç­bi­ri ka­der de­ ğil­dir… Ka­der de­ni­len şey ser­ma­ye

sa­hip­le­ri­nin ken­di çı­kar­la­rı için kur­ duk­la­rı dü­zen­dir, bu dü­zen­de bi­ze bi­çi­len rol­dür. Biz ya bu ro­lü üzer­le­ ne­ce­ğiz ve “ka­de­ri­mi­zi” ya­şa­ya­ca­ğız; yok­sul­luk için­de ya­şa­yıp öle­ce­ğiz; ya da “ka­der” de­ni­len şe­yi or­ta­dan kal­ dı­ra­cak, ka­de­ri­mi­zi ken­di eli­mi­ze ala­ ca­ğız! “Ne­den böy­le öf­ ke­mi­zi içi­miz­de sak­la­rız” di­ye so­ru­lur yukarıda değindiğimiz işçi mar­şı­mı­zın bir ye­ rin­de… Evet, biz­le­ri böy­le aç­lık, yok­sul­luk ve se­fa­let için­de bı­ra­kan­la­ra kar­şı öf­ ke­li­yiz… An­cak öf­ke­mi­zi içi­miz­de sak­lı­yo­ruz… Hak­lı­lı­ğı­mı­zın far­ kın­da de­ği­liz, gü­cü­mü­zün far­kın­da de­ği­liz… Ça­re­siz de­ği­liz… Oy­sa “Hak­lı bi­ziz, güç­lü bi­ziz, bu­nu an­la­ ma­lı­yız!” Bu köhnemiş ücretli kölelik düzeninin bir alternatifi vardır. Bize egemenler tarafından reva görülen sömürünün, zulmün ve baskının, yokluğun ve yoksulluğun dünyası kader değildir… Değişmez değildir. Hayır; başka bir dünya mümkündür… Sömürünün ortadan kaldırıldığı, açlığın, yokluğun, yoksulluğun olmadığı, aşsızlığın, işsizliğin olmadığı, insanın insanca yaşadığı bir dünya mümkündür. Bu dünya sosyalizmin dünyasıdır! Bu­nun için ör­güt­len­me­li ve mü­ca­ de­le et­me­li­yiz. Bu­nun için tüm sı­nıf kar­deş­le­ri­miz­le bir­lik­te or­tak düş­ ma­na kar­şı; ser­ma­ye­ye ve onun ko­ru­ yu­cu­su/kol­la­yı­cı­sı dev­le­te kar­şı or­tak mü­ca­de­le bay­ra­ğı al­tın­da top­lan­ma­lı­ yız. Unutmamalıyız ki, birleşmiş örgütlü gücümüz karşısında hiçbir güç duramaz! “Dur­ma öy­le boy­nu bü­kük ça­re­siz Sen de ka­tıl yük­se­len kav­ga­mı­za! Ne ka­der­dir, ne de son­suz çek­ti­ği­miz acı­lar, Yı­kı­la­cak en so­nun­da sö­mü­rü­cü zor­ba­lar!” Çağ­rı­mız sö­mü­rü­cü zor­ba­la­rın dü­ ze­ni­ni yık­ma­ya! 15 Ni­san 2005 


Neden özel “yeni işçi dünyası” eki?

1

Mayıs 2006’dan itibaren Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi olarak yeni bir uygulamaya başlıyoruz. Bu sayımızdan itibaren, dergimizin şimdiye dek “Yeni İşçi Dünyası” başlığı altında yayınlanan, işçi sınıfının mücadele alanlarından haberleri, işçi sınıfının andaki mücadelesinin sorunları üzerine yorumları, işçi sınıfı içinden gelen mektupları vb. yazıları, şimdi dergimizin içinden çekilip alınabilecek ikinci bir dergi, dergimizin bir eki olarak yayınlamaya başlıyoruz

Şimdilik dergimizin orta sayfalarında, dergiden ayrı bir renk kağıda basılı olarak yayınlanacak bu bölümlerin gelişme perspektifi ayrı bir işçi gazetesi olacaktır. Bu şimdi 100. sayısını kutladığımız dergimizin tarihinde önemli bir dönüm noktası, aynı zamanda dünya işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününde bu güne bizim selamımızdır, onun devrimci özünü yaşatmaya kararlılığımızın ilanıdır. Neden bu uygulama? Dünya işçi sınıfı biliminin yaratıcıları Marks ve Engels, dünya komünist hareketinin ilk programı olan Komünist Manifesto’da “Bugün burjuvazi ile karşı karşıya duran bütün sınıflar içersinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve nihayet yok olurlar, proletarya ise onun öz üründür.” (Komünist Manifesto; Dönüşüm Yayınları, Nisan 1994, İstanbul, sf. 117) tespitini yapıyorlardı.

Aynı programda “proletarya” tanımının içini “… kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak zorunda kalan modern ücretli işçiler sınıfı” olarak dolduruyorlardı. (age. sf. 112) Manifesto şu sözlerle kapanıyordu: “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak şimdiye kadarki tüm toplumsal düzenin şiddet kullanarak yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Onda, proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” Manifestonun yayınlanmasından bu yana bir buçuk asırdan fazla zaman geçti. Dünya bu arada bir dizi demokratik, sosyalist devrim deneyimleri, sosyalizm inşa girişimleri yaşadı. Anda bir zamanlar bu deneyimlerin

İÇİNDEKİLER Neden “yeni işçi dünyası” eki? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1 Mayıs 2006: Başka bir dünya mümkün... Sosyalizmle! . . 2 Egemenlerin anladığı tek dil: Militan sınıf mücadelesi! . . . 3 Yeni yol ayırımına geliniyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 “Sendikalarda Örgütlenme Sorunları” paneli . . . . . . . . . . . . 5 SCT Filtre’de grev 43. Gününde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Fil Fİltre’de işçi kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 “Tuzla’da Zehirli Atık İstemiyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7

yaşanmış olduğu ülkelerde burjuvazi yeniden iktidarda olsa da, devrimler yenilmiş olsa bile, bu ilk deneyimler dünyada komünizme uzanan uzun yürüyüşte yalnızca bir ilk sözdür. Bu ilk sözlerde bile dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin, eğer işçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ayağa kalkar ise nelere kadir olduğunu göstermiştir. Evet Manifesto’nun yayınlanmasının üzerinden bir buçuk asrı aşkın zaman geçti, fakat dünya işçi sınıfının burjuvaziye karşı duran sınıflar arasında gerçekten devrimci tek sınıf olduğu gerçeği değişmedi. Yeni bir dünya, sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesi bu yüzden öncelikle işçi sınıfının mücadelesidir. İşçi sınıfı, toplumu bir bütün olarak sömürüden kurtarmaksızın, kendini de kurtaramayacak olan biricik sınıftır. Kapitalizmi yıkma, sosyalizmi kurma, komünizme ilerleme tarihi görevini taşıyan sınıftır işçi sınıfı. Bu yüzden bu sınıfın mücadelesinde, bizzat bu sınıfın mücadelesinin içinden çıkıp gelen, işçi sınıfının bakış açısı ile, işçi sınıfının andaki sorunlarını yorumlayan, işçi sınıfının aydınlanmasına, örgütlenmesine hizmet eden, işçi sınıfının değişik alanlardaki mücadelesinin deneyimlerini tüm sınıfa aktaran, işçilerin serbest kürsüsü olan bir işçi gazetesi yeni dünya için mücadelenin mutlaka gerekli bir aracıdır. Bizim şimdi dergimiz içinde işçi sayfalarını özel, çekilip alınabilecek, ayrı bir bölüm olarak okunup, dağıtabilecek bir biçimde yayınlamaya başlamamız, gelecekteki “Yeni İşçi Dünyası” gazetesinin bir ön hazırlığıdır. Kuşkusuz burada neden şimdiye kadar yapılmadı sorusu çıkabilir. Bu doğrudan doğruya güç ve

ihtiyaç sorunu ile açıklanan bir durumdur. Biz yeni, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden devrimcilerin bir kürsüsü olarak, bugüne dek ihtiyaçlardan ancak, olayları işçi sınıfının bakış açısı ile yorumlayarak, işçi sınıfına ve tüm emekçilere bilinç taşıma işine cevap verecek durumda idik. Aynı anda iki işi birden yapacak durumda değildik. Öncelikli ihtiyaca cevap veren bir yayın siyaseti izledik. İşçi sınıfı hareketinin geriliği, bizim işçi sınıfı hareketi ile bağlarımızın zayıflığı da, işçi gazetesini bize ertelenemez bir ihtiyaç olarak dayatmıyordu. Gelinen yerde iki ayrı gazeteyi çıkaracak olanaklara da sahip olmadığımız için, şimdiki çözümümüz, bir dergi içinde iki dergi biçiminde oldu. Şimdi sıra yeni bir dünya için mücadele eden Çağrı okurlarında, öncelikle de Çağrı’nın işçi okurlarında. Egemen sınıfların para cezalarıyla, toplatmalarla, hapis cezası tehditleri ile susturmaya çalıştığı sesiniz Çağrı’ya ne kadar sahip çıkarsanız, onu hem maddi açıdan bağışlarınızla destekleyerek, onu satıp yaygınlaştırarak, hem de yazınsal olarak haber, yorum, mektup, çizim, fotoğraf vb. ile ne kadar desteklerseniz, bu bir dergi içinde iki dergi pratiğinden, bir genel siyasi gazete, bir de işçi gazetesi biçiminde iki ayrı yayın organının çıkmasını o kadar hızlandırırsınız! Buna ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamada bizim desteğe, işçi sınıfının öncü unsurlarının aktif desteğine ihtiyacımız var! Haydi iş başına! Haydi yeni bir dünyayı kurma mücadelesinde birleşmeye! 10 Nisan 2006 

Devrimci 1 Mayıs Platformu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Sendikalaştıkları için işten atılan MİTO işçilerinin haklı

direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27; mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 143· Mayıs 2006; Fiyatı: 0,50 YTL (KDV DAHİL); Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)


EGEMENLERİN ANLADIĞI TEK DİL:

Militan sınıf mücadelesi! A vrupa’da burjuva devrimlerinin beşiği Fransa. “1789 Fransız İhtilali” bütün Avrupa’da burjuva devrimleri çağının en radikal uygulamalarının yaşandığı bir devrim. Fransa’nın emekçileri burjuva demokrasisi konusunda en derin geleneğe sahip emekçiler. Bu kendinikazanılmış demokratik haklara karşı bütün dünyada burjuvazinin giriştiği topyekün saldırıya karşı Fransa cephesinden gelen tepkiyle de bir kez daha görüldü. Bütün dünyada emperyalist burjuvazi kazanılmış haklara saldırıyor. Bu hakları buduyor. Emperyalist ülkelerde kazanılmış haklardan biri de işe alınan işçilerin, bir çok ülkede altı ay olan “deneme süresi”ni geçip, sözleşmeli işçi haline geldikten sonra işten çıkarılmasını zorlaştıran kural-yasalardır. “İşten atılmaya karşı güvence”ler, ülkeden ülkeye belirli farklılıklar gösterse de, hemen tüm emperyalist ülkelerde özünde aynı idi. Patronların bir kez deneme aşamasını geçip, sözleşmeli olarak istihdam ettikleri işçileri keyfi olarak işten atmaları mümkün değildi. İşten çıkardıkları işçilere yüklü tazminatlar ödemek zorunda idiler vs. Şimdi bir dizi emperyalist ülkede burjuvazinin kazanılmış haklara topyekün saldırı sürecinde, “deneme

süresi” denen süre uzatılmış ve “işten atılmaya karşı güvence”ler sessiz sedasız kısıtlanmıştır. Bu gelişmeyi gören Villepin hükümeti de Fransa’da aynı alanda bir saldırıyı sessiz sedasız geçireceği hesabıyla bir adım atmış ve Fransız burjuvazisinin istekleri ve çıkarları doğrultusunda “işten atılmaya karşı güvence”ler sağlayan yasayı değiştirmeye kalkmıştır. Villepin hükümeti, tüm işçi sınıfını karşısına almamak için bu alandaki saldırıyı önce işe yeni başlayan 26 yaşına kadar olan genç işçi kesimiyle sınırlı tutmuş ve 26 yaşına kadar olan ücretlilerde, “deneme süresi”nin iki yıl olmasını, bu iki yıl içinde patronların genç işçileri hiçbir gerekçe göstermeden ve bir tazminat ödemeden işten çıkarabilmesini öngören bir yasa tasarısını hazırlayarak parlamentoya sunmuştur. Villepin bu yasayı işsiz gençlerin istihdam

edilmesini sağlamak amacıyla çıkarmak istediğini, patronların gözü “tazminat”tan, işten çıkarma konusunda varolan yasal zorluklardan korktuğu için yeni-genç işçi istihdam etmekte çekingen davrandıklarını vb. söyleyerek, bu yasayı aslında işsiz gençlerin lehinde, yeni işyerleri yaratmaya hizmet edecek bir yasa olarak tanıtmıştır. Fakat Fransa’nın çeşitli milliyetlerinden emekçileri, en başta da genç emekçiler, genç işçi ve işsizler, geleceklerinin karartıldığını gören lise ve yüksek okul öğrencileri kitleler halinde bu yasayı protesto etmeye başlamıştır. Yürüyüşler, mitingler, kitlesel sivil itaatsizlik eylemleri, üniversite-okul boykot ve işgalleri, gar işgalleri, işçilerin grevleri, eylemlere saldıran polis ve jandarmaya karşı militan direniş eylemleri vb. yüzlerce, binlerce eylem Fransa’yı sarsmıştır. Villepin hükümeti ve parlamento çoğunluğu bu protesto eylemlerine rağmen yasayı geçirme hayali içinde, gaulist parlamento çoğunluğunun oylarıyla yasayı çıkarmış ve onaylanmak üzere Cumhurbaşkanı Chirac’a göndermiştir. Yasanın çıkması, ve Chirac’ın önüne gelmesi ile birlikte eylemler burjuvazinin beklentisi-

nin tersine azalmamış, tersine daha da çoğalmış ve militanlaşmıştır. Burjuvazi yasayı olduğu gibi çıkaramayacağını, yasanın olduğu gibi çıkması durumunda eylemlerin daha da gelişip, militanlaşma ve sistemi sorgulama yönünde bir radikalleşme olacağı korkusu içinde, yuvarlak masalar, diyalog grupları vb. kurarak; yasanın nasıl düzeltilebileceği sorununu tartıştırarak protestocu yığınları uyutmaya, avutmaya kalkmıştır. Fakat eylem içindeki emekçi yığınlar bu oyuna da gelmemiş, biz bu yasanın nasıl düzeltileceğini tartışmaya yokuz, bu yasayı istemiyoruz, bu yasa geri çekilmelidir talebini dayatmıştır. Sonunda bu yasayı apar topar çıkararak burjuvazinin güvenini kazanmaya çalışıp, önümüzdeki kısa dönemde yapılacak başkanlık seçimleri için puan toplamaya çalışan Villepin, tükürdüğünü yalamak zorunda kalmış, Chirac’ın imzalamadığı, görüşülmek için geri gönderdiği yasayı geri çektiğini açıklamıştır. Böylece Fransa’nın mücadele eden emekçileri, burjuvazinin kazanılmış haklara karşı saldırısının geri püskürtülebileceğini, bunun için burjuvazinin anladığı dilden konuşmak gerektiğini bir kez daha göstermiştir. O dil militan sınıf mücadelesi dilidir! Kuşkusuz kazanılan bu başarı sonuçta bir hak koruma mücadelesinde, yani bir savunma mücadelesinde kazanılmış olan bir başarıdır. Fazla büyütmemek gerekir. Yine de bu başarı, bir çok ülkede burjuvazinin benzer saldırıları sessiz sedasız geçirebildiği bilindiğinde, bütün dünyada işçilerin emekçilerin öğrenebileceği ve öykünmesi gereken bir başarıdır. Fransa’da olduğu gibi bütün diğer ülkelerde de işçilerin savunma mücadelesinden, saldırı mücadelesine; ücretli kölelik sistemini yıkmak için saldırıya geçeceği günler de gelecektir. O günleri hazırlamak ve o günlere hazırlanmak sınıf bilinçli işçilerin en önemli görevidir. Bu günün savunma mücadeleleri de gelecekteki mücadeleler için en önemli okullardır. Nisan 2006 


Yeni yol ayırımına geliniyor

A

lmanya’da işçi hareketi yeni yol ayırımına geliyor. Bilindiği gibi daha önce Opel işçilerinin Bochum’da başlattıkları mücadele Almanya kamuoyunda geniş tartışmalara yol açmıştı. Öyle ya, eylem biçimi yasal mıydı değil miydi? General Motors’un Amerika’daki şef leri daha fazla kâr elde etmek ve dünya piyasalarında yerlerini daha sağlamlaştırmak için dünyanın değişik ülkelerinde üretim yapan bazı fabrikalarını kapatmak istiyordu ve kurban edilmek istenen fabrikalardan birisi de neredeyse yüz yıllık geçmişe sahip olan Bochum’daki Opel fabrikasıydı. Ama sermayenin menajerleri bir hata yapmışlardı… Onlar hesabı Bochum’daki işçileri hesaba katmadan yapmışlardı. Bochum’daki Opel işçileri işyerlerini korumak için fabrikayı haftalarca işgal ettiler ve sonunda Opel tekeli şimdilik geri adım atmak zorunda kaldı: Fabrika şimdilik üretime devam edecekti… Çok sayıda işçinin işyeri korunmuştu… Ama Almanya’nın o çok uysal görünen işçi sınıfı sermayenin yasalarından “yasal” sayılmayan bir mücadeleyi gündeme getirmişti ve evet kazanmıştı. Bu nu n a rd ı nd a n Da i m ler Chr ysler işçileri Stuttgar t’ın Mettingen şehrinde iş bırakarak 10 km’lik otoyolu işgal etmiş, yürümüş, sloganlarını haykırmış ve üretimden gelen gücünü üretmeyerek ve yine yasalarda yazılmamış şekilde kullanmıştı. Bu örneklere yeni bir örnek daha eklendi, AEG işçileri Nürnberg’de

Ama sermayenin menajerleri bir hata yapmışlardı… Onlar hesabı Bochum’daki işçileri hesaba katmadan yapmışlardı. Bochum’daki Opel işçileri işyerlerini korumak için fabrikayı haftalarca işgal ettiler ve sonunda Opel tekeli şimdilik geri adım atmak zorunda kaldı: Fabrika şimdilik üretime devam edecekti… Çok sayıda işçinin işyeri korunmuştu… Ama Almanya’nın o çok uysal görünen işçi sınıfı sermayenin yasalarından “yasal” sayılmayan bir mücadeleyi gündeme getirmişti ve evet kazanmıştı. yüzyıllık fabrikanın bacalarının tütmesi ve işyerlerinin korunması için yine yasaları yok sayarak mücadele etti. AEG işçileri, İsveç’li Elektrolux tekelinin patronlarının ve menajerlerinin 1750 işçinin çalıştığı işyerini kapatma kararına karşı süresiz olarak “grev”e gittiler. Yasal olarak ancak TİS görüşmeleri sırasında grev, uyarı grevleri gibi araçlarla mücadele edilebilirdi. İki sözleşme arasındaki dönem “barış”ın olduğu dönem olarak Alman devletinin yasaları sermayenin çıkarlarını garanti altına almış görünüyordu. Ama bu hesap tutmuyordu artık… Almanya’daki işçiler yasaların kendilerini koru-

yamadığını gördüğü yerde haklarını koparıp almak için “yasal mı, değil mi” tartışmasında “benim çıkarım nasıl korunacak” sorusuna doğru cevabı bularak bizim direniş dediğimiz mücadele biçiminin adına onlar GREV diyerek kavgalarını verdiler ve veriyorlar. Alman emekçileri artık giderek “Fransız”laşıyorlar… Fransızlar da daha dün gördüğümüz gibi çıkarlarına karşı olan bir şeyi engellemek için milyonlarca emekçi olarak alanlara, sokaklara çıkıyorlar ve sermayeye karşı ve onların beslemelerine karşı can bedeli direnerek kazanımlar elde ediyorlar… Hem de bu mücadelenin başında

bizim ülkemizde “okullarda siyaset yasak” denildiği ve bunun uygulanmaya çalışıldığı bir ortamda, orada lise öğrencileri var ve onlar günlerce polislere karşı da barikat savaşı verdiler ve sermayenin hükümetine karşı kısmi başarılar elde ettiler… İşte Almanya’daki emekçiler de bundan öğreniyorlar… AEG işçileri de yanlarına Almanya’nın değişik bölgelerinde ziyaretlerine gelen işçi ve emekçilerden destek alarak, Nürnberg ve civarındaki emekçilerden ve hatta esnaf lardan destek alarak İsveçli patrona “postu” pahalı satmaya çalıştılar. Onlar işyerini tam koruyamadılar ama İsveçli patronun “istediğim gibi kapatırım” şeklindeki küstahlığına karşı “işyerini kapatmanın da bir bedeli var” diyerek mücadele ettiler. AEG işçileri mücadele yolunu seçerek kısmi başarılar elde ettiler… ama tam olarak galip gelemediler! Ama Almanya işçi sınıfı ve onun örgütleri bu mücadeleden de öğrenecek. Gün gelecek bir fabrikada, bir bölgede değil ülke çapında örgütlenerek mücadeleyi de ülke çapına yayarak kazanmasını öğrenecektir! Sonuçta kazanmak için önlerine çıkan engellerin aşılması için gerekeni yapmayı öğreniyor ve bu yeni bir yol ayırımında doğru yönde yol alıyorlar! Ülkemiz işçi sınıfının ve onun örgütlerinin de bu gelişmelerden alacağı birçok ders vardır. Öğrenmesini bilene! Nisan 2006 


“Sendikalarda Örgütlenme Sorunları” paneli düzenledik

Sendikalarda Örgütlenme Sorunları” konulu panelimizi 23 Nisan’da Esenyurt DİSK Bölge Temsilciliğinde gerçekleştirdik. Oturumlara geçmeden önce Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi adına selamlama ve sınıf mücadelesinde düşünlerin anısına saygı duruşunun ardından kısa bir giriş konuşması yapıldı. Konuşmada; son üç yıllık süreçte çıkarılan bütün saldırı yasalarına rağmen işçi ve emekçi cephesinden ciddi bir mücadelenin gelişmediğini ve bunda kuşkusuz uzlaşmacı sendikacılığın da önemli bir rolü olduğu dile getirildi. Sınıfa karşı sınıf temelinde mücadeleci bir sendikal anlayışın, sendikaların sadaka isteme kurumları değil işçi sınıfının sonal hedefi olan sınıfsız sömürüsüz topluma giden yolda mücadele okulları olduğu anlayışının sendikalarda hakim kılınması gerektiği vurgulandı. Sermayenin en azgın saldırılarının iyi örgütlenmiş bir mücadele ile geri püskürtülebileceğinin en iyi örneğini Fransa gençliğinin yiğit ve kararlı mücadelesi verdiğini, milyonlar mücadeleye katıldığında milyonerlerin, milyarderlerin geri adım atmak zorunda kaldıkları dile getirildi. Konuşmanın sonunda işçi sınıfının bir yandan doğrudan kendisini ilgilendiren sorunlarda mücadele ederken, diğer yandan bütün toplumu, bütün insanlığı ilgilendiren konularda da, örneğin; Kürt halkı üzerinde estirilen yoğun devlet terörüne karşı çıkması, yanı başımızda işgal altındaki Irak ve Filistin halkları ile dayanışma içerisinde olması, İran’a yapılması planlanan emperyalist saldırıyı durdurmak ve gözü dönmüş sermayenin atom santralleri ile zehirli varillerle geleceğimizin karartılmasına izin vermemesi gerektiği vurgulandı. 1 Mayıs’a yapılan bir çağrı ile konuşma sona erdi. İki oturumdan oluşan panelin birinci oturumunda “İş ve sendika yasaları ve örgütlenme sorunları” ele alındı. Bu bölümde ilk konuşmacı Avukat Olcay Yanar, 4857 sayılı İş Kanunu’nun işçiler için ne anlama geldiğini detaylı ve somut örneklerle aktardı. Bu yasanın da esas olarak burjuvazinin çıkarına bir yasa olduğunu, yasadaki kuralsızlaştırma, esnek çalışma, denkleştirme ve telafi çalışmalarının, çalışma sürelerinin patron tarafından belirlenmesinin, prim gün sayılarının arttırılmasının

vs. işçi sınıfının çalışma koşullarına önemli bir saldırı olmasının yanında örgütlenmesinin önünde de ciddi engeller teşkil ettiğini vurguladı. Bu bölüm, yöneltilen sorularla ve bu sorulara verilen canlı örneklerle İş Kanununun daha iyi anlaşılabilmesi açısından oldukça verimli oldu. Oturumun ikinci konuşmacısı, Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Daire Uzmanı Mehmet Beşeli idi. Beşeli, 2822 sayılı TİS, Grev ve Lokavt Yasası ve 2821 sayılı Sendikalar Yasası hakkında bilgi verdi. Beşeli, işçi sınıfının sayısı ve örgütlülüğü konusunda verdiği bilgilerin ardından, yasalaştırılmak istenen bu yasaların ücretli kölelik durumunun yasa haline getirilmesinden başka bir anlam ifade etmediğini vurguladı. Bu yasalarla işçi sınıfı arasındaki rekabet kızıştırılırken sendika yönetimlerine de özellikle mali kaynak açısından değişik kolaylıklar gösterilerek sendikaların, işçi sınıfının hakkını arayan örgütler olmaktan çıkarılıp sisteme iyice entegre olmuş organlar haline getirilmesinin amaçlandığını belirtti. Bu yasa tasarılarının geri çekilmesini talep eden Beşeli, bunun ancak işçi sınıfının güçlü ve örgütlü mücadelesinden geçtiğini dile getirdi. Birinci oturumun son konuşmacısı; Birleşik Metal-İş Örgütleme Uzmanı Hasan Arslan idi. Arslan; bir işyerinde sendikal örgütlülük açısından -gizlilik kuralı vs.- atılması gereken adımları dile getirdikten sonra sendikaların bugün nasıl örgütler haline geldiğini anlattı. İşçi sınıfının öncelikle kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf haline getirilmesi gerektiğini, bunu yapacak olanların bu günkü sendikalar değil sınıf bilinçli işçilerin, sosyalistlerin olduğunu vurguladı. Fakat bugün işçi sınıfının geldiği noktada sınıf bilinçli devrimcilerin de önemli bir payı olduğunu, işçi sınıfının örgütleri olarak ortaya çıkanların işçi sınıfına gereken önemi

vermediğini belirtti. Arslan işçilere verilecek sendikal bilincin yanı sıra siyasal bilincin çok önemli olduğunu söyledi. Birinci oturumun ardından yarım saatlik bir ara verildi. Aradan sonra Grup Özgürlük Korosu söylediği türküler ve marşlarla katılan kitleyi coşturdu. Son dönemdeki işçi mücadelelerinden derlenen sinevizyon gösterimiz ilgiyle izlendi. İkinci oturumun konusu “Kadın ve Sendika” idi. Bu bölümde panelistlere söz vermeden önce Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi adına bir giriş konuşması yapıldı. Konuşmada; Türkiye’de işgücüne katılan insan sayısının 22 milyon olduğunu bunun yaklaşık 6 milyonunu kadınların oluşturduğunu, Kadın işçiler erkek işçilerle karşılaştırıldığında daha fazla sömürülüyor olmalarına rağmen daha az ücret aldıklarını, iş güvencesinden ve sosyal güvenceden yoksun oldukları, işyerlerinde erkek iş arkadaşları ya da patron, ustabaşı vb. tarafından cinsel tacize maruz kaldıkları, ev işi ve çocuk bakımının işçi ve emekçi kadınların omuzlarında olduğunu bu nedenle ev ve iş arasında iki kat daha fazla ezildikleri belirtildi. Kamu alanında çalışan kadın emekçilerin durumunun da daha iyi olmadığı, kamuda çalışanların %33’ünü oluşturuyor olmalarına rağmen yönetim kademelerinde yer almadıklarını, cinsiyetçi politikalar nedeni ile halen bazı kurum ve kuruluşlarda çalıştırılmak istenmedikleri dile getirildi. Buna karşılık sendikalardaki kadın işçi sayısının çok az olduğu, özellikle sendikaların karar alma mekanizmalarında ve yönetimlerinde yok denecek kadar az temsil edildikleri, bugünkü sendikaların gerçek anlamda erkek egemen organlar durumunda oldukları, işçi ve emekçi kadınların kota, pozitif ayrımcılık gibi taleplerinin sendika yönetimleri tarafından pek dikkate alınmadığı vs. vurgulandı. Bütün bu ayrımcılıkla

nasıl mücadele edilmesi gerektiği ve bu mücadele içerisinde sendikaların nasıl örgütler haline getirilmesi gerektiği üzerine birlikte tartışmak istendiği belirtildi. İkinci oturuma iki kadın panelist katıldı. KESK eski Kadın Sekreteri Nevin Kaplan ve Tez-Koop-İş Sendikası Örgütleme Uzmanı Hazal Züleyha Şahinkaya. İlk konuşmacı Nevin Kaplan; verdiği istatistiki bilgilerle kamu alanında çalışan emekçi kadınların gerek kamu alanında temsiliyet düzeylerini gerekse de sendikalardaki örgütlülük seviyesini ortaya koydu. Devletin bütçeden esas payı orduya ve silahlanmaya ayırdığını, son dönemde çıkarılan Kamu Personeli Yasasının en çok kadınları olumsuz yönde etkilediğini, devletin üzerlenmesi gereken işleri işçi ve emekçi kadınların üzerlendiğini, kadınların ucuz işgücü olarak görüldüğünü belirtti. Kamu alanındaki örgütlülüğün, özelliklede KESK içerisindeki örgütlülüğün diğer işçi sendikaları ile karşılaştırıldığında biraz daha iyi fakat olması gerekenden çok uzaklarda olduğunu belirterek, kota vs. gibi önlemlerin hayata geçirilmedikçe kağıt üzerinde kabul edilmesinin pek bir anlamı olmadığını, gerçek bir çözüm için sendika politikasının kadın politikası ile birleştirilmesi gerektiğini belirtti. İkinci konuşmacı çalıştığı alandan canlı örnekler vererek işçi kadınların çalışma ve yaşam koşullarını anlattı. Kadınların büyük çoğunluğunun ücretsiz aile işçisi olduğunu belirterek ev işlerinin ücretlendirilmesi talebini dile getirdi. Erkek egemen durumda olan sendikalara karşı sınıf bilinçli işçi kadınların mücadele etmesi gerektiğini, mücadelenin erkek egemen kapitalist sisteme karşı yöneltilmesi gerekirken sosyalist çevrelerde de kadın sorununa daha fazla önem verilerek bu örgütler içerisinde de var olan erkek egemenliğine karşı ciddi bir mücadelenin verilmesi gerektiğini vurguladı. Her iki konuşmacının sunumlarının ardından soru cevap bölümüyle canlı bir tartışma yürütüldü. Bu bölümde eşit işe eşit ücretten ne kastedildiği, ev işlerinin ücretlendirilmesinin nasıl olacağı, işçi kadınlar içerisinde göçmen ve Kürt ulusundan kadınların oranının ne olduğu vs. üzerinde duruldu. Yaklaşık altı buçuk saatlik etkinliğin ardından, katılan herkesi düzenleyeceğimiz yeni toplantılara ve 1 Mayıs işçi sınıfının birlik dayanışma ve mücadele gününde aramaza katılmaya çağırdık. Nisan 2006 


S

SCT Filtre’de grev 43. gününde...

CT işçisi tüm zorluklara rağmen kararlı biçimde greve devam diyor. Bu arada patron da boş durmuyor. SCT patronu, grevin 24. gününde işyerine kamyonlar getirerek „borcum var“ bahanesiyle içerde bulunan hammaddeleri dışarı çıkarmaya çalıştı. İşçiler sendikaları ile birlikte patronun bu oyununu da boşa çıkarmak için fabrika önünde etten duvar ördüler. Fabrikadan mal çıkaramayacağını anlayan patron her zaman olduğu gibi yine jandarmaya baş vurdu. İşçilerin, Jandarmanın sürekli patrondan yana tavrına karşı; jandarma komutanına „Komutan Allah aşkına, ne olur, bir kez de işçiler haklı de, hep işverenden yana tavır takınıyorsunuz. Kanunları çiğneyen onlar. Patron bu malları içerden çıkarırsa bizim grevimizin ne anlamı kalacak. Kamyonlar bizi çiğnemeden içeri giremez“ tepkilerine, Jandarma komutanı „Ya severek, ya da zorla bu mallar çıkacak“ diyerek tehditler savurdu. Jandarmanın bu tavrına karşılık işçiler; „Yeter ulan, ne olacaksa olsun, sonuna kadar direneceğiz“ dediler. İşçilerin bu kararlı tutumu sonucu jandarma geri adım atmak zorunda kaldı. Daha sonra Ta r s u s Kaymakamı’nın içeriden hiçbir mal çıkarılamayacağına dair mahkeme kararını görmek istemesi ve bu karar doğrultusunda bu malların fabrikadan çıkmasının yasal olmadığını söylemesi üzerine jandarma geri çekildi, kamyonlar geldikleri gibi döndüler. SCT patronunun bu oyunu da işçilerin kararlı tutumu sonucu boşa çıkarılmış oldu. 13 Nisan’da işçiler, „SCT Filtre işyerinde 15 Mart’tan bu yana grev uygulandığından haberiniz var mı?“ başlıklı sendikanın kamuoyuna yönelik bildirisini dağıtmak için sendika binasının önünde toplandılar. İşçilere içerisinde YDİ Çağrı gazetemizin de bulunduğu „Mersin Demokrasi Platformu“ destek sundu. Platform adına Gürsel SIĞINIR burada bir basın açıklaması yaptı. „SCT işçisi yalnız değildir“, „Yaşasın sınıf dayanışması“, „İş ekmek yoksa barışta yok“ sloganlarının atıldığı basın açıklamasında; „Sermayenin topyekün saldırılarına karşı işçi ve

emekçilerin birliği bugün dünden daha fazla gerekmektedir. Biz Mersin Demokrasi Platformu olarak onurlu SCT Filtre işçilerini haklı mücadelelerinden dolayı kutluyor, bu mücadelelerinde sonuna kadar yanlarında olduğumuzu buradan beyan ediyor, işvereni de işçilerin taleplerini yerine getirmeye davet ediyoruz.“ dendi. Daha sonra 1 Mayıs için çağrı yapılarak açıklama sona erdirildi. Basın açıklamasından sonra hep beraber bildiri dağıtarak TTB, KESK ve DİSK’in merkez postahane önünde „Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası“ ile ilgili basın açıklamasına katılarak destek verildi. Burada basın açıklamasını SES Mersin Şube Başkanı Yılmaz Bozkurt yaptı. Bozkurt „Türkiye genelinde %99 hayır oyu ile reddedilen bu yasa tasarısının meclis gündemine getirilmesi halkın iradesini hiçe saymak anlamına gelir“ diyerek bu yasanın geri çekilmesi gerektiğini belirtti. Bu açıklamadan sonra Milletvekillerine faks çekildi. Daha sonra SCT işçileri, Hastahane ve Zeytinlibahçe caddelerinde yoğun bir biçimde bildiri dağıtarak Mersin halkından ve esnaftan grevlerine destek istediler. 22 Nisan 2006: SCT işçileri, Birleşik Metal-İş merkezi yöneticilerinin de katılımıyla merkezi bir basın açıklaması yapmak için bir haftadır hazırlanıyorlardı. 22 Nisan Cumartesi günü saat 12.30’da işçiler sendika yöneticileri ile birlikte sendikalarının önünden Taş Bina olarak adlandırılan Büyük Şehir Belediyesinin önüne kadar sloganlar atarak yürüdüler. Birleşik Metal-İş sendikasının örgütlü olduğu CİMSATAŞ fabrikasından işçiler de „Grevdeki SCT Orturbo işçileri yalnız değildir/ Çimsataş işçileri“ pankartıyla SCT işçilerine destek verdiler. Ayrıca basın açıklamasına sendikalar, de-

mokratik kitle örgütleri, partiler ve devrimci dergiler de destek verdi. Basın açıklamasını Birleşik Metalİş Sendikası Yönetim Kurulu adına Adnan Serdaroğlu yaptı. Serdaroğlu açıklamada; grevin 38. gününde 300 grevci işçi ve aileleri ve çocukları ile 1000’i aşkın insanın onur mücadelesi olan bu mücadeleye nasıl geldiklerini anlattıktan sonra, „İŞVEREN NEREDEN GÜÇ ALIYOR?“ sorusuna şu cevabı verdi: „SCT işvereni bu pervasız ve dayatmacı tutumu sergileme gücünü iki önemli kaynaktan alıyor. Birincisi; yabancı sermayeye „ne olursan ol gel...“ diyen ekonomik ve siyasi yaklaşım, ikincisi ise işverenlerin; Toplu İş Sözleşmesi ve Grev yasalarındaki kısıtlayıcı ve yasaklayıcı hükümleri kullanmalarıdır.“ Serdaroğlu konuşmasında: „Yabancı sermaye ülkemize kölece çalışma koşulları vaat edildiği için mi geliyor? Yabancı sermaye Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını açlığa, yoksulluğa ve çaresizliğe mahkum etmek için mi geliyor? Yabancı sermaye Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına ikinci sınıf insan muamelesi yapmak üzere mi geliyor?“ diye sorduktan sonra tüm bu haksızlık ve hukuksuzluğa rağmen işverenin yasaları çiğnemeye devam ettiğini söyledi. Serdaroğlu „Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, Adana Bölge Çalışma Müdürlüğü’nün, Jandarma Bölge Komutanlığı’nın ve Cumhuriyet Savcılığı’nın SCT grevinde süren hukuka aykırılıklara son verilmesini talep“ ettiklerini belirtti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın hazırlamakta olduğu 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasasının mevcut halinin aslında yasanın nasıl olmaması gerektiğini açıkça gösterdiğini belirten Serdaroğlu „Tüm halkımızı SCT grevcileri ile dayanışmaya çağırıyo-

ruz!“ diyerek konuşmasını bitirdi. Serdaroğlu’nun konuşması sık sık şu sloganlar ile kesildi; „İş ekmek yoksa barışta yok“, „SCT işçisi yalnız değildir“, „İşçilerin birliği sermayeyi yenecek“, „Direne Direne Kazanacağız“, „IMF defol bu memleket bizim“, „Zafer direnen emekçinin olacak“, „Parasız eğitim parasız sağlık“, „Kahrolsun ABD emperyalizmi“, „Sağlık haktır satılamaz“, „Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek“, „Susma sustukca sıra sana gelecek“. 25 Nisan 2006: Grevin 42. gününde SCT işçileri Tarsus’ta sürekli bir araya geldikleri EğitimSen önünden Yarenlik Meydanına kadar sloganlar atarak yürüdüler. Yürüyüş sırasında polis işçilere müdahale ederek yürüyüşün yasal olmadığını, basın açıklamasının bulundukları yerde yapılmasını ve daha fazla yürünmesine izin vermeyeceklerini söyledi. Bunun üzerine işçiler sloganlar atarak basın açıklamasına başladılar. Burada basın açıklamasını Birleşik Metal-İş Sendikası Anadolu Şube Başkanı Uğur Tozlu yaptı. Tozlu da yukarıda konulan talepleri dile getirerek Tarsus halkından grevci işçilere destek vermelerini istedi. Basın açıklamasından sonra işçiler Tarsus halkına ve esnafa, „SCT Filtre işyerinde 15 Mart’tan bu yana grev uygulandığından haberiniz var mı?“ başlıklı bildirileri dağıttıktan sonra tekrar EğitimSen’de bir araya geldiler. Burada sendika yetkilileri ile bir değerlendirme toplantısı yapan işçiler „mücadeleye devam“ dediler. SCT işçileri grev mücadelesi içerisinde sermayenin sömürüde sınır tanımaz pervasızlığını ve bu sömürü mekanizmasının sermaye lehine devlet ve devletin kurumları tarafından nasıl korunduğunu bir kez daha gördüler. Gün gelecek işçi ve emekçiler baskı ve sömürünün olmadığı, yoksulluğun tarihe gömüldüğü günleri görecektir. Bu ancak işçi ve emekçi yığınların mücadelesi sonucu devrim ile kazanılacaktır. Yoksulluğun, sömürünün tarihe gömülmesi bir hayal değil, biz istersek mümkündür! Ydi Çağrı / Mersin 26.04.2006 


İ

Fil Filtre’de işçi kıyımı

skenderun’un Akçay mevkiinde kurulu bulunan Fil Filtre Fabrikasında işçi kıyımı yaşanıyor. 650 işçinin çalıştığı fabrikada 100’ün üzerinde işçi çırak statüsünde çalıştırılıyor. Türk Metal Sendikasının örgütlü olduğu işyerinde 300 üyesi bulunduğu bilgisini veren sendika yetkilileri 28 yıldır bu işyerinde herhangi bir sorun yaşanmadığını söylüyorlar. Ve bugüne kadar da „işçi, sendika ve işveren çalışma barışı içerisinde olmaları“nın her zaman örnek gösterildiği bir işyeri olmasının işçiler açısından ne anlama geldiği açık olsa gerek. Eylül 2005 yılında kurulan Türk Metal Sendikası’nın İskenderun Şubesi’ne yeniden Ahmet Hilmi Şahiner’in seçilmesiyle, Fil Filtre işvereni Ökkeş Çirkin sendikanın „anlam veremediği“ baskılar uygulayarak işçileri sendikadan istifaya zorladığı belirtilmektedir. İşveren bu arada sendikadan istifa etmeyen 19 işçiyi işten atmıştır. Atılan bu işçiler 10 ile 20 yıl

arasında çalışan kalifiyeli işçiler. Bu işçilerden 10’unun iş akdi herhangi bir tazminat ödenmeksizin feshedilmiş. Gerekçe ise bu işçilerin kötü niyetli oldukları temelindedir. İşveren bir taraftan gelişen teknoloji ile işçi fazlası var diyerek küçülmeyi planlarken, diğer taraftan 50’ye yakın yeni işçiyi işe almıştır. İşyeri temsilcisi Yusuf Gazi’den aldığımız bilgiye göre; 22.04.2006 tarihinde işveren 56 işçinin işine daha son vermiştir. İşverenin 46 işçinin daha işine son vereceği söylenmektedir. 76 işçi fabrikanın karşısında kurdukları grev çadırlarında 48 günden bu yana direnişe devam ediyor. İşçilere içeride çalışan işçilerden de destek verenler var. Yusuf Gazi „şu an sendikalı olarak çalışan 80’in üzerinde işçi“ olduğunu söylüyor. Bir işyerinde işverenlerle „iş barışından“ bahsetmek demek, o iş yerinde sermayenin her türlü baskısına boyun eğmek demektir. Fil Filtre’de işveren iş barışından ne anladığını pratiği ile göstermiştir.

Emek ile sermaye arasında „barış“ olmaz, olamaz. Emek ile sermaye arasında sürekli bir mücadele var ve bu mücadele sınıf mücadelesidir. Bu mücadelede işçi sınıfı ancak sınıf sendikacılığını kendine rehber edinmiş sendikalar önderliğinde örgütlendiğinde sermayenin saldırılarını daha da kararlı bir şekilde geri püskürtebilir.

Fil Filtre işçilerinin de görevi sınıf sendikacılığı temelinde örgütlenmek için mücadele etmek olmalıdır. Zafer Direnen FİL FİLTRE işçilerinin olacaktır! Mersin/Ydi Çağrı 26.04.2006 

Deri işçilerinden Basın Açıklaması: “Tuzla’da Zehirli Atık İstemiyoruz!”

20

Nisan Perşembe günü Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesinde, Deri İş Sendikası Tuzla Şubesinin çağrısıyla bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Öğle saatlerinde yapılan basın açıklamasına işçi tulumları ve önlükleri ile yaklaşık 800 kadar işçi katıldı. İşçiler arasında şu anda direnişte olan Dünya ve Cevahir Deri işçilerinin yanısıra, yaklaşık bir ay önce sendikalı oldukları için işten atılan ve Birleşik Metal-İş Kartal Şubesine bağlı olarak örgütlenen MİTO işçileri de vardı. Basın açıklamasında çok sayıda pankart taşındı. Deri-İş Tuzla Şubesi adına taşınan pankartlarda ‘Kölelik yasasına hayır’, ‘Yaşasın Tuzla Direnişimiz’, ‘Zehirli atıklarla mücadele eden Bergama, Tunceli, Sinop ve Tuzla halkı yalnız değildir’. Eyleme katılan Mito işçileri de ‘Yaşasın MİTO direnişimiz, yaşasın sınıf dayanışması’

yazılı dövizler taşıdılar. İşçiler adına basın açıklaması yapan Hasan Sonkaya; Öncelikle bu eyleme destek verenlere teşekkür ettikten sonra, emperyalistlerin ülkeyi çöplüğe çevirdiklerini, Nükleer Santral kurmak için yarış içinde olduklarını belirtti. Bölgede yıllardır zehirli atık üreten fabrikaların kapatılması için halkın mücadele yürüttüğünü, fakat bu haklı taleplerin hep terörize edildiğini, burdaki jandarma ablukasının da bunun bir göstergesi olduğunu söyledi. Konuşmasının devamında çevreye zehirli atık bırakanların devlet tarafından derhal açığa çıkarılarak teşhir edilmelerini, bu konuda yasaların çıkartılması ve gerekli cezalarla cezalandırılmaları gerektiğini belirtti. Bölgede yaşayan halkın zaman kaybedilmeden devlet tarafından sağlık kontrolünden geçirilmesini talep eden Sonkaya işçi sınıfını yakından ilgilendiren bu çevre

katliamına karşı sessiz kalmayacaklarını ve demokratik tepkilerini dile getirmeye devam edeceklerini belirtti. Ayrıca halen direnişte olan deri işçilerine de seslenerek, sendika hakkını elde edene kadar mücadeleye devam edeceklerini belirtti. Ardından söz alan Deri İş Sendikası Başkanı Yener Kaya da; Arıtma tesislerinin yeterli hale getirilmesini talep ederken kimsenin halkın hayatıyla oynamaya hakkı olmadığını dile getirdi. Tuzla’daki zehirli atıkların herkesi etkilediğini belirttikten sonra bölgede yaşayan tüm emekçileri buna karşı durmaya ve mücadele etmeye çağırdı. Konuşmasının devamında, son dönemde çıkarılan Genel Sağlık Sigortası yasasını ve TMY

tasarısını eleştirerek, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı bu topyekün saldırıya karşı topyekün mücadele çağrısı yaptı. Yaklaşık yarım saat süren eylem; ‘Atılan işçiler geri alınsın’, ‘Direne direne kazanacağız’, ‘Tuzla’da atık istemiyoruz’, ‘Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek’, Çeteler halka hesap verecek’ sloganları eşliğinde sona erdi. Eylemden sonra halen direnişlerine devam eden Cevahir Deri ve Dünya Deri işçilerini ziyaret ettik. Son durum hakkında bilgi aldıktan ve güncel konularda yaptığımız sohbetlerin ardından, yanımızda götürdüğümüz dergimizden işçilere dağıttık. Nisan 2006 


Devrimci 1 Mayıs Platformu....

G

eçen yıl olduğu gibi bu yıl da devrimci bir anlayış temelinde 1 Mayıs’ı kutlamak amacıyla daha Mart ortalarında bir platform oluşturuldu. 1 Mayıs’ı reformist, uzlaşmacı ve gerici bir temelde kutlayanlardan kendimizi isim olarak da ayırmak için bu yıl da kendimize “DEVRİMCİ 1 MAYIS PLATFORMU” adını verdik. YDİ ÇAĞRI olarak üç yıldır içinde yer aldığımız bu platform, temel ilkeleri açısından ele alındığında esas olarak 2004‘de kurulan ve 2005‘te de devam eden “DEVR İMCİ 1 M AYIS PLATFOR MU”nun ay nısıdır. Değişen şey iki-üç bileşenin değişmiş olması. Bu yıl ESP katılmadı. Partizan ve Devrimci Hareket Dergisi çevreleri ise bir kaç toplantıdan sonra çeşitli nedenlerle platformdan ayrıldılar. Platform; bizimle birlikte Haklar ve Özgürlükler Cephesi, Emekçi Hareket Partisi, Kaldıraç, Demokratik Haklar Platformu, Halk Kültür Merkezleri, Halkın Kurtuluş Partisi, Alınteri, Bağımsız

D e v r i mc i S ı n ı f Pl at for mu , Kurtuluş Sosyalist Dergi, Proleter Devrimci Duruş ve Devrimci Komünistler‘den oluştu. Platform ilk iş olarak dışındaki devrimci demokrat ilerici dergi, parti, sendika, sendika şubesi ve DKÖ’lerine platforma katılmaları veya desteklemeleri için çağrıda bulundu. Onlarla, sendika ve sendika şubeleri ile toplantılar düzenledi, bire bir gorüşmeler yaptı. Kimlerle ve nasıl bir 1 Mayıs örgütlemek istediğini tüm çevrelere bildirdiği gibi bir Basın Açıklaması ile de kamuoyuna deklare etti. Biri „Emperyalist Saldırganlığa,

IMF, AB, TÜSİAD Yasalarına, Şovenizme ve Provokasyonlara Karşı İş Bıra kara k A lanlara Çıkalım!“ ve diğeri „1 Mayıs Resmi Tatil İlan Edilsin! Taksim‘de 1 Mayıs Yasağına Son! Birleşik Kitlesel Devrimci 1 Mayıs İçin İleri!“ sloganlarının yazılı olduğu iki afişten 6‘şar bin adet çıkarılarak aynı gün İstanbul‘un en kalabalık tüm ana cadde ve otoyollarına afişlemesi yapıldı. Nisan ayı boyunca „1 Mayıs resmi tatil ilan edilsin! Taksim’de 1 Mayıs yasağı kalksın ve 1977 1 Mayıs katliamının failleri yargılansın! Ve tüm saldırı yasaları iptal edilsin!“ talepleri içeren bir imza kampanyası yürütüldü. İstanbul‘un 12 merkezi yerinde imza standları açılarak toplanan imzalar 28 Nisan‘da TBMM‘e gönderilecek. Bazı standlara resmi ve sivil faşist saldırılar oldu. Platform ayrıca emperyalistlerin ve sermayenin saldırılarının teşhir edilmesinin yer aldığı ve imza kampanyasındaki üç talebi içeren bir metni bir

dizi DKÖ, sendika, sendika şubesi ve İstanbul’daki tüm direnişte veya grevde olan işçilerle ortaklaşa duyuru olarak yayınladı. Çıkarılan „İşçi Sınıfı Örgütlü ise Heptir, Örgütsüz ise Hiçtir! YAŞASIN 1 MAYIS! YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ!” başlıklı 30 bin bildiriden onbinlercesi bu standların yanında dağıtıldı. Platform; İstanbul‘da sendika, DKÖ ve siyasi çevrelerle birlikte birleşik kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs örgütlemek için büyük bir çaba gösterdi. Fakat siyasi partilerden TKP ayrı bir yerde kutlamakla 1 Mayıs’ı boldü. Başta DİSK ve KESK olmak üzere tüm sendika konfederasyonlarının bürokrat ve sendika ağası yöneticileri de her yıl yaptıkları gibi bu yıl da bildiklerini okudular. Sermayenin bunca ağır saldırılarına karşı işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’ta sokağa çıkmalarını sağlayacak tüm demokratik ve devrimci güçlerle birlikte çaba göstermek yerine DEVRİMCİ 1 MAYIS PLATFORM‘una bir dizi ağır suçlamalarda bulundular. 27 Nisan 2006 

lar. Şu anda işten atılan işçilerin iki aya yakın maaşları içerde bulunuyor. Patronun ve ustabaşının taciz, dayak ve küfürlerine maruz kalıyorlar. İş arasında tuvalete gitmelerine izin verilmiyor. Bazı işçilerin hasta oldukları ve bu doktor tarafından rapor edildiği halde işten atıldıklarını söylüyorlar. İşçiler sendikanın ortaya çıkması ve direnişe geçmelerinden sonra patronun fabrikanın içinde ve dışında olmak üzere toplam 83 tane kamera taktırdığını, uzaktan ses kaydı da yapabilen bu kameraların her birinin fiyatının bir milyardan aşağı olmadığını belirttiler. Direnişte olan işçiler sendika aracılığı ile işe iade davası

açtıklarını, sendikalı olarak tekrar işe alınıncaya kadar direnişlerine devam edeceklerini belirttiler. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmadığının çok iyi farkında olduklarını dile getiriyorlar. İşçiler ziyaretimizde bizleri şu sloganlarla karşıladılar: “Sendika ha k k ımız, söke söke a lırız”, “Kahrolsun sermaye uşakları”, “Direne direne kazanacağız”. Direnişteki işçilerle yaptığımız sohbetlerin ardından yanımızda götürdüğümüz gazetemizden işçilere verdik. Bizleri sloganlarla uğurlayan işçilere en kısa zamanda tekrar geleceğimizi belirterek direniş yerinden ayrıldık. Nisan 2006 

Sendikalaştıkları için işten atılan MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim!

Ü

lkenin çeşitli yerlerinde sendikalı olmak için mücadele eden ve direnişe geçen işçilere, Tuzla / Aydınlıköy’de bulunan MİTO işçileri de katıldı. Uzunca bir üretim geçmişine sahip olan bu fabrika esas olarak dış pazara yönelik Filtre üretimi yapıyor. İhracat yaptığı ülkelerin başında; İtalya, Belçika, Avusturya, Almanya, İngiltere, Macaristan, Yunanistan geliyor. MİTO işçilerinin Birleşik Metalİş’de, yaklaşık dört ay süren sendikal örgütlenme sürecinin sonucunda 31 Mart günü örgütlülükleri patron tarafından açığa çıkarılıyor ve bu süreçten sonra işçiler çeşitli gerekçelerle işten atılmaya başlanıyor. Bölüm bölüm işten atılan işçilerin şu andaki sayısı 43 kişi. Bunlardan 6 tanesini kadın işçiler oluşturuyor. 3 Nisan’da direnişe geçen işçilerin eylemi, fabrikanın önüne kur-

dukları çadırda sürüyor. İşçilerin direnişine içerde çalışan işçilerden de destek geliyor. İçerdeki işçiler yemek boykotu, iş yavaşlatma ve mesaiye kalmama ile işten atılan işçilerin tekrar işe alınması için dayanışma eylemleri yapıyorlar. Buna karşı patron da içerdeki sendikalı işçileri sendikadan istifaya zorluyor. Patronun taşeron ile çalıştığını belirten işçiler, kendileri işten atıldıktan sonra patronun yeni ve genç işçileri işe alarak sendikal örgütlülüğü tasfiye etmeye çalıştığını belirtiyorlar. Konuştuğumuz direnişçi işçilerin hepsi ne kadar zor koşullarda çalıştıklarını anlattılar. Yıllarca çalışıyor olmalarına rağmen ücretlerine herhangi bir zam alamıyorlar. Bütün işçiler asgari ücret ile çalıştırılıyor, zorla mesaiye bırakılıyorlar, aylık ücretlerini ancak bir sonraki ayın sonlarında alabiliyor-


panorama Kanun meclisten geçse bile sorunu çözmeyeceği açıktır. Bu arada tabi ki alınacak önlemler arasında kirletilen sular, toprak ve genelde çevreye verilen zararların giderilmesi için alınacak önlemler akıllarına bile gelmemektedir. Olanın bir çevre katliamı olduğunu tavır takınan hemen herkes kabul etmektedir. Yine esas olarak suçlunun sadece sözkonusu şirketler olduğu yaklaşımı da egemen olan yaklaşımdır. Suç veya sorumluluk şu ya da bu şirkete, şu ya da bu kişiye maledilerek, gerçekte sistemin kendisinin çevrenin katledilmesine yol açtığı, azami kar dürtüsünün bir sonucu olduğu ve bunun da kapitalizmin yol arkadaşı olduğu gerçeğinin üzeri hep örtülmeye çalışılıyor. Binden fazla varilin ortaya çıkarıldığı ve daha ne kadarının gömülü olduğunun bilinmediği bir ortamda bile şirketler kendi karlarının peşinde olduklarını ispatlıyorlar. Herkes kendi şirketinin çevreyi koruma kurallarına uygun üretim yaptığını açıklıyor, prestijini korumaya çalışıyor. Biliyorlar ki adı “kötü”ye çıktı mı karları da düşecektir. Çevre ve Orman Bakanlığı şimdilik Tuzla Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duy u r usu nda bu lu ndu. Soruşturmanın, olursa eğer açılacak mahkemenin sonucunun ne olacağını gerçekten merak ediyoruz. Hangi sermaye grubunun, ya da şirketin hangi sermaye grubu ya da şirketiyle dalaş içinde olduğunu öğrenmek fena olmaz… Çevreyi ve doğayı koruma bağlamında ciddi bir adımın atılacağını beklemek ise boşunadır. Dilovası’na benzer bir durum da Tuzla’da yaşanıyor, yaşanacak… Kanserden ya da değişik hastalıklara bulaşmak, ölmek bu sistem varoldukça yoksulların “kaderi”… Sorun sadece varillerin gömülmesi sorunu değil, tümüyle çevreyi katletme, doğayı talan etme sorunudur. Marmara Bölgesi’nde bazı fabrikaların kuyulardaki suları boşaltıp yerine kanserojen sıvı atık enjekte ettikleri yönlü bilgiler de, bu sorunun çok yönlü olduğunu gösteriyor. Zehirli atıkların, varillerin ortaya çıkarılması ve devletin yetkililerinin tavırlarıyla; yaşamanın pahalı, insan değerinin sıfır olduğu bir sistemde ve ülkede yaşadığımız bir kez daha belgelenmiştir. Sorun bu gerçeği işçilere, emekçilere kavratmaktır. Çevrenin kirletilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütmektir. 19 Nisan 2006 

Kutuplarda buzullar neden eriyor?

N

or veç’te yay ınlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre, 100 yıl içinde Kuzey Kutbu’nda hiç buzul kalmayacak. Araştırmaya göre, 1960’lardaki kirlenme buzulların yüzde 20’sini eritti. Sadece 2005’te Alaska büyüklüğünde bir buzul alanı ortadan kayboldu. Buzullar sadece Kuzey Kutbu’nda erimiyor. Güney Kutbu’nda da buzulların erimesi giderek artıyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, Güney Kutbu’ndaki buzulların erimesi son yıllarda hızlanmıştır. Bu araştırmaya göre, Güney Kutbu’ndaki içbuzul yılda 152 kilometreküp erimektedir. Güney Kutbu’nda buzulun ne kadar hızlı eridiğinin anlaşılması için, ABD’nin ikinci büyük kenti olan Los Angeles’ta yılda 1.6 kilometreküp içme suyunun tüketilmesi örnek olarak verilmektedir. Grönland buzullarının erimesi nedeniyle Atlas Okyanusu’na dökülen su miktarı beş yılda iki kat artmıştır. Grönland buzullarının kapladığı alan yaklaşık olarak 1.7 milyon kilometrekaredir. Grönland, yaklaşık olarak Meksika’nın yüzölçümüne eşit ve üç kilometre kalınlığındadır. Güney ve Kuzey Kutbu’nda, buzulların erimeye devam etmesinin yol açacağı sonuçlar bilim insanları tarafından şöyle sıralanıyor: * Okyanuslarda su seviyesi 7 metre yükselecek. Bunun sonucu olarak, aralarında Londra, İstanbul, New York, Kahire, New Orleans, Venedik vb. bulunduğu birçok büyük şehir sular altında kalacak. Deniz seviyesinden yüksekliği pek fazla olmayan adalar da sular altında kalacak. * Atlas Okyanusu’ndak i Golf Stream akıntısı yok olacak. Bunun so-

nucu olarak Avrupa ve Amerika’nın bugünkü iklimi ortadan kalkacak ve daha kurak bir iklim gelecek. Bu iki kıtada iklimin değişmesinin sonucu olarak, bitkilerden hayvanlara kadar tüm ekosistem altüst olacak. * Tarımda verim azalacak. Özellikle Avrupa ile Rusya’da hasatlarda büyük düşüş yaşanacak. * Kuzey Afrika’nın çölleşmesi artarak sürecek. Çölleşmenin sonucu olarak büyük oranda göç olacak. * 2.8 milyar insan susuzlukla karşı karşıya kalacak. * Mercan resiflerinin yüzde 97’si yok olacak. * Afrika ve Kuzey Amerika’da sıtma yayılacak. Buzulların erimesinin nedeni küresel ısınmadır. İklim değişikliklerinin, aşırı sıcakların, aşırı soğukların, sellerin, kasırgaların, aşırı yağışların vb. temelinde de küresel ısınma yatmaktadır. O halde nedir küresel ısınma? Bu soruya kısaca yanıt verelim: Atmosferin alt tabakası olan troposferde, sıcaklık birikiminin oluşmasına sera efekti deniliyor. Bazı gazların troposferde yoğun birikmesi, sera efektine yol açıyor. Sera gazları da denilen bu gazlar, kısa dalga güneş ışınlarının geçmesini engellemiyorlar, ama bunlar dünyanın yüzeyini ısıttıktan sonra, daha uzun dalgalı ışıklar olarak geri yansırken, bu kez bu ışınlar su buharı ve karbondioksit gazları tarafından emiliyor, yeniden yansıtılıyor ve böylece atmosferde sıcaklık artıyor. Atmosferde sıcaklığın artması, yerkürede de sıcaklığın artmasına yol açıyor. Sera gazları; karbondioksit, ozon, metan, azotoksit, kloroflorokarbon ve su buharıdır. Sera gazlarının oluşmasının teme-

linde fosil (petrol, kömür, doğal gaz) yakıtların kullanımı yatmaktadır. Atmosfere yaydığı sera gazı miktarıyla ABD başı çekiyor. ABD’yi sırasıyla; Rusya, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, İrlanda, Hollanda, Danimarka, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Almanya, Norveç, İngiltere, Japonya, Yunanistan, Slovakya, Avusturya, Fransa, Letonya, İsveç ve İsviçre izliyor. İsviçre kişi başına yılda 3 ton sera gazını atmosfere salmaktadır. Yunanistan’da bu değer 3 tona yakındır. (24 Şubat 2006, Milliyet) Kapitalist/emperyalist üretimin temel mantığı hep daha fazla kardır. Hep daha fazla kâr peşinde koşan sermayeyi, doğanın dengesinin bozulması, küresel ısınma ilgilendirmiyor. Kapitalist toplumda üretim, toplumun ihtiyacını gidermek için yapılmadığı, üretimin amacı daha fazla kâr olduğu için, çevrenin korunması, toplumun sağlığı, gelecek nesillere üzerinde yaşanılabilir bir çevre bırakma, küresel ısınmaya yol açan fosil yakıtların kullanımına son verilmesi, çevre ile uyumlu enerji türlerine, yenilenebilinir enerji türlerine yönelinmesi gibi edinimler emperyalistlerden beklenilemez. Aşırı kâr uğruna doğal dengeyi bozan, çevreyi kirleten, küresel ısınmaya neden olan kapitalizm/emperyalizmdir. Emperyalizm kendisi ile birlikte dünyayı yok etmeye sürüklemektedir. Gelecek nesillere üzerinde yaşanılabilir bir çevre bırakmanın yolu emperyalizmi yıkmaktan geçmektedir. O halde işbaşına! Emperyalist sistemi yıkmaya! 21 Mart 2006 

13


panorama

PANORAMA

T

14

a m 20 sene önceyd i. Filipinler’de halkın protestoları ve mücadelesi sonucu zamanın diktatörü Marcos’un aile fertleriyle özel uçağa binip ABD’ye –Hawaii’ye– kaçışı… Marcos’un tahtından indirilişi Filipinler’e demokrasinin geleceğinin bir işareti olarak değerlendirildi burjuvazinin kimi kalemşorlarınca. Bu düşünce Marcos’un yerine başkanlık koltuğuna oturan kişinin bir kadın olması olgusuyla da destekleniyordu. Aradan tam 20 yıl geçti. Corazon Aquino’y u Joseph E . Est rada, Estrada’yı Gloria Arroyo izledi… Filipinler halkı için durum özde değişmedi. Görünürde seçimlerle başkan seçilmekte ve burjuva demokrasisi yürürlükte. Gerçekte ise orduya dayalı, kişi yönetiminin öne çıktığı faşist bir rejim varlığını sürdürüyor. Oligarşi denen yapı Filipinler’de kendisini çok açık gösteriyor. Devlet terörünün öncelikli hedefleri arasında olanlar ise başta komünistler, devrimciler olmak üzere işçi ve köylü birliklerinin, sendikaların önde gelenleri ve genelde “sol” partilere üye insanlardır. Genelde Arroyo yönetimine karşı olanlara, muhalefete –insan hakları savunucuları, kilise temsilcileri, gazeteciler, avukatlar vd.– söz hakkı tanınmazken, hedef tahtasına konanlar ardı ardına katledilmektedir. Verilen bilgilere göre Arroyo iktidarı döneminde, sadece 2005 yılı içinde 152 kişi kolluk güçlerince katledildi. Filipinler halkının maddi, geçim koşulları somut verilere göre Marcos döneminden daha da kötü. Dünya Bankası’nın verilerine göre –ki gerçek durum bu verilerden daha kötü– nüfusun %40’ı günde iki dolar altındaki gelirle yaşamak zorunda. Resmi verilere göre işsizlik oranı 1986’da %12 iken, 2004 yılında %15’e yükselmişti. Yoksulların oranı da %57 olarak verilmektedir. Yine burjuva medyanın kimi temsilcilerine göre bile, Filipinler’deki ekonomik çöküntü ve yoksulluğun nedeni ülkedeki rüşvetçilik, yiyicilik, akraba korumacılık, hamilik vb. siyasete dayanıyor. 2001 yılında Estrada’nın koltuğundan olmasıyla başkanlık koltuğuna oturan Arroyo’nun 2004 yılında yapılan seçimlerde, seçim sahtekarlığı yaptığı, oy sayımını manipüle ettiği ve bunun sonucu yeniden başkanlığa seçildiği gerçeği de ortaya çıktı.

Korkunun ecele faydası yok! - FİLİPİNLER -

Gerek ülkedeki ekonomik ve siyasi durum, gerekse de seçimlerde yapılan sahtekarlığın ortaya çıkması, halkın büyük bölümünü Arroyo yönetimine karşı hoşnutsuzluğunu körükleyen temeller oldu. Halkın Arroyo yönetimine tepkisinin yükselmesine paralel, ya da doğrudan bunun sonucu olarak muhalefet hareketi de giderek güçlenmeye başladı. Özellikle Filipinler Komünist Partisi (CPP), yoksullar arasında sistemli yürüttüğü çalışmaların meyvelerini almakta; kırsal alandaki Yeni Halk Ordusu (NPA) birliklerine dayanarak köylüler arasındaki örgütlenmesini de güçlendirmektedir. NPA temsilcisi Rosal’ın açıklamasına göre kırsal alanlarda, kontrolleri altında olan bölgelerde tarım devrimi yapacak güce sahip hale gelmişlerdir ve andaki hedefleri ise devlet güçleri karşısında ”dengeyi sağlamak”tır. Burada şu olgunun da bilince çıkarılması gerekiyor: 1990’lı yıllarda üye kaybına uğrayan Filipinler Komünist Partisi ve Yeni Halk Ordusu, son birkaç yıldır yeniden güç kazanmaya başlamıştır. Hakim sınıfların temsilcileri bu gelişmeyi ”komünist isyanın yeniden canlanması” olarak değerlendirmektedirler. Kuşkusuz bu değerlendirmeye bağlı olarak önlemlerini de almaktadırlar. ”Eğer biz bu gelişmeyi önlemezsek,

Marcos’un yıkıldığı günlerde buluruz kendimizi” diyerek isteklerini veya amaçlarını açıkça ortaya koymaktadırlar.

SIKIYÖNETİM İLANI…

Marcos’un tahttan indirilmesinin 20. yıldönümünü Arroyo yönetimini protesto etmek ve Arroyo’nun istifasını dile getirmek için bir vesile olarak gören birçok örgüt, 25 Şubat’ta ülkenin hemen hemen tüm şehirlerinde mitingler, yürüyüşler yapma çağrısı yaptı. 22 Şubat’ta güya ”genç subayların” Arroyo’ya karşı darbe planlarının ortaya çıktığı ve darbenin engellendiği haberleri yayıldı. 24 Şubat’ta ise Arroyo televizyonda yaptığı konuşmada sıkıyönetim ilan ettiğini açıkladı. Arroyo’ya göre ordu mensupları yönetime karşı gelmek ve ”anayasa dışı bir rejim” kurmak istemişlerdir ve ”aşırı sağcı ve solcuların taktik birliği” sözkonusuydu. Arroyo kendisini halka sözümona ”anayasal” bir demokrasi savunucusu olarak gösteriyordu. Ne büyük bir sahtekarlık. Gerçekte ise 25 Şubat’ta Arroyo’nun istifasının kitlelerce dile getirileceği eylemlerin ve kitlenin olası bir isyanını engellemenin, bununla Arroyo’nun iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak sıkıyönetim gündeme getirilmişti.

Arroyo ”demokratik rejim” savunucusu olarak kendisini halka lanse ederken, kolluk güçleri Manila’da binlerce insanın katıldığı yürüyüşe barbarca saldırıyor, sayısı belli olmayan kitlesel tutuklamaları gerçekleştiriyordu. Sıkıyonetimin ilanıyla sözkonusu planlanan eylemler de yasaklandı… Bu arada tabi ki ”istenmeyen” kimileri, –bazı muhalif milletvekilleri de darbe planları yaptıkları suçlamasıyla– tutuklandı, haklarında davalar açıldı. Savcının açılan davalar hakkındaki yorumu: ”Sonuç getirmeyecek davaları mahkemeye götürmeyiz” vb. biçiminde olmuştur. Yani mahkemenin vereceği karar baştan belirlenmiştir… 3 Mart’ta ”herşey kontrol altındadır” açıklamasıyla sıkıyönetim resmi olarak kaldırıldı. Gerçekte ise ”uluslararası teröre karşı mücadele” adına gündeme getirilen önlemler, sıkıyönetimle işlerliğe konmuş ve başta komünistler, devrimciler olmak üzere muhalefete karşı yeni bir saldırı başlatılmıştır. Sıkıyönetim, keyfi yönetimi kamuoyu gözünde meşru kılmanın, keyfi tutuklamaların, gözaltına alınmaların, uzun süre mahkemeye çıkarılmadan kodese tıkılmaların, kısacası, muhalefete saldırının bir aracı olarak gündeme getirilmiştir. ABD emperyalizminin doğrudan desteğine sahip Arroyo yönetimi sözde darbeyi engelleme adına ilan ettiği sıkıyönetimle, 25 Şubat’ta yapılacak eylemlerden korkmuş, olası tehditlerden kendisini korumaya çalışmış ve sıkıyönetimi kaldırdığına göre de bu hedefini gerçekleştirmiştir… Fakat, korkunun ecele faydası yoktur derler. Doğrudur da! Arroyo yönetimi Filipinler halkından kormakta haklıdır… Zalimlerin, zulmün olduğu yerde, zalimlere, zulme karşı mücadele de vardır, olacaktır. Ve sonunda kazananlar ezilenler; işçiler, emekçiler, ezilen halklar olacaktır. Arroyo rejiminin Filipinler halkına karşı zulmünü lanetlerken genelde faşizme karşı mücadele edenlerle, özelde de Filipinler Komünist Partisi’yle dayanışma içinde olduğumuzu; onların sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadelesinin bizim de mücadelemiz olduğunu haykırıyoruz. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Yaşasın dünyanın tüm işçilerinin, emekçilerinin, ezilen halklarının birliği. 23 Mart 2006 


panorama

- İSRAİL -

Seçimler yapıldı, değişen ne?

2

0 05 Kası m ay ı nda İşçi Partisi’nin lideri Şimon Perez parti içi mücadelede yapılan güvenoyu oylamasında yenilgiye uğradı, yerine Amir Peretz seçildi. Amir Peretz Likud Bloku ile yaptığı koalisyondan çekileceğini açıkladı. Bunun üzerine koalisyon ortağı Şaron ile görüşmelerde Kasım 2006’da yapılması gereken seçimleri öne çekip erken seçim yapma konusunda anlaştılar. Seçimlerin tarihi 28 Mart 2006 olarak belirlendi. Erken seçimlerin gündeme geldiği bu dönemde Likud içinde Şaron’un Gazze Şeridi’nden geri çekilme adımlarına karşı yükselen muhalefet sesleri eşliğinde Şaron, Likud’dan istifa ederek kendisine yeni bir parti kurma çalışmalarına başladı. İşçi Partisi liderliğinden olan Şimon Perez’i de yanına alan Şaron, Likud içinden kendisiyle hareket edenlerle birlikte Kadima (İleri) partisini kurdu. Şaron’un Likud’dan ayrılıp ayrı parti kurması, Şaron’un Filistin sorununa çözüm getirmek istediği, Netanyahu ve benzeri sağ kesimin ise Likud içinde Şaron’un getirmek istediği çözüme engel olanlar olarak gösterildi, gösteriliyor. Yani daha dünün şahini ve katili Şaron, anda İsrail’de Filistin sorununu çözecek olan ”barışsever” biri olarak gösterilme durumunda. Bu, somut olarak Filistin sorununun çözümsüzlüğünün en açık göstergelerinden biridir aslında. Filistin yönetimini muhatap olarak bile kabul etmeyenlerin, İsrail’in sınırlarını çizmek için başvurduğu taktik siyaset –Gazze Şeridi’nden çekilme siyaseti gibi–, bu konuda en uzlaşmacı, yumuşak siyaset olma görüntüsünde… Daha fazla Filistin toprağını işgal ederek İsrail devletinin sınırlarını çizmek ve böylece Filistin devletinin de sınırlarını belirlemek sorunun çözümü olarak sunuluyor. Böylesi bir plan Filistin devletine destek verme siyaseti olarak kitlelere empoze ediliyor. Bu yöndeki planların esas mimarı da Şaron ve ne yapmak istediğini de esasta kendisi biliyor… kimilerine göre kendisi de ne yapacağını bilmiyor. Onun esas amacı ilhak edilecek en fazla toprakla, en az Arap kökenlinin içinde yaşadığı bir İsrail devlet sınırlarına sahip olmaktır. Bunun sınırlarını ise güçler dengesi belirlemektedir. Örneğin batı Şeria’nın

%58’ini ilhak etmek, Filistin Arap kesimi ile görüşmeler yürütmemek ve Kudüs’ün tümüne sahip olmak vb. amaçlar da bu amacın içindedir. Ocak ayı başında beyin kanaması geçiren Şaron, partisi Kadima’yı seçimlere hazırlama durumunda değildi. Onun görevini yardımcısı Ehud Olmert devraldı. Bu arada Filistin’de yapılan seçimleri Hamas’ın kazanması da İsrail seçimlerinde kimin neyi öne çıkaracağı konusunda önemli rol oynadı. İsrai l ’ dek i seçimler esasında İsrail’in Filistin’e yönelik siyasetinin belirlenmesinin de seçimleriydi. Bu seçimleri kim kazanırsa kazansın, kaybeden yine Filistin Arap halkı olacaktı. Öyle de oldu. 28 Mart 2006 tarihinde İsrail’de parlamento (Knesset) seçimleri yapıldı. Seçimlere katılım oranı %63.3’tü. Bu İsrail’deki seçimlere katılım oranı bağlamında en düşük katılımdı. Son on yılda beşinci kez seçimlere gidiliyordu İsrail’de. 120 milletvekili koltuğu için 30’dan fazla parti yarıştı. Bunların 12’si %2’lik seçim barajını aşarak parlamentoya girme hakkı kazandı. Hiç bir parti tek başına hükümet kuracak durumda değil. Knesset’te salt çoğunluk ve hükümet kurmak için 61 milletvekili/oy gerekiyor. Partilere göre milletvekili dağılımı şöyledir: Kadima, 29; İşçi Partisi, 19; Şas, 12; Likud, 12; Yisrael Beteinu (İsrail Evimiz), 11; Ulusal Birlik; 9; Emekliler Partisi, 7; Birleşik Torah Partisi, 6; Meretz, 5; Balad, 3; Demok ratik Cephe (Hadaş), 3; Birleşik Arap Listesi (Taal), 4. (İsrail’de yaşayan Filistinli Arap kesimi –Balad, Hadaş ve Taal– toplam 10 milletvekili ile Knesset’te temsil edilmektedir.) Knesset koltuklarının bu şekildeki dağılımı esas olarak kurulacak hükümetin çok partili bir koalisyon hükümeti olmasını zorunlu kılıyor. Kadima birinci parti durumunda ve Likud’un oylarını esasında almıştır. 2003 yılı seçimlerinde Likud bloğu 38 milletvekili kazanmıştı. Kadima ile Likud’un kazandığı milletvekili sayısının toplam 41 olduğu gözönüne alındığında; İşçi Partisi’nin de 21 yerine 19 milletvekili kazandığı hesaplanırsa, koalisyonda belirleyici olan partiler bağlamında güçler den-

gesinde aslında önemli bir değişiklik olmadığı görülür. Bunu değiştiren esas şey, Şaron’un Likud’dan ayrılıp Kadima’yı kurmasıdır. Bu bağlamda İsrail’deki gelişmeler bu ayrışma temelinde de belirlenecektir. Seçimlerin bu sonucu İsrail halkının önemli kesiminin artık Filistin sorununun bir şekilde çözülmesinden yana olduğunu; bunun radikal siyonist veya sorunu Filistinlere yönelik savaşı kızıştırma temelinde çözme biçiminde olmasına karşı olduğunu da göstermiştir. Şaron’un İsrail’in çıkarlarını temel alıp Filistinlilere yaşanamaz parçalı bir devlet sınırları bırakma tavrı, esas olarak kimi Yahudi yerleşim alanlarının boşaltılması adımlarının gölgesinde kalmakta ve çoğu insan tarafından da görülmemektedir. Seçimlerden hemen sonra Şaron’un doktorları, onun komadan çıksa da aktif siyaset yapamayacağını tescil ettiler ve böylece Ehud Olmert Şaron’un başbakanlık ve Kadima liderliği görevinin emanetçisi olmaktan çıkıp Kadima lideri ve hükümeti kurmakla görevli biri durumuna geldi. Kadima ve İşçi Partisi kurulacak koalisyon hükümetinin esas gücünü oluşturacağa benziyor. Bu yazı yazılırken bu iki parti ile dincilerin, emeklilerin ve aşırısağcı partinin de içinde yer alacağı bir koalisyon hükümeti konusunda anlaşmaya varılmasının yakın olduğu haberleri veriliyordu medyada. Büyük olasılıkla da böyle olacaktır. Bu koalisyon hükümetinin kurulması –hangi partinin koalisyonda yer alıp almayacağından bağımsız– aslında yine seçimlerden önceki durum gibi çok parçalı bir hükümetin kurulacağını gösteriyor. İşçi Partisi bu seçimlerde ülkedeki sosyal sorunları öne çıkaran bir propaganda yürüttü. Kadima Şaron’un Likud’dan ayrılmasını gerekli kılan, Filistin sorununun çözümünden yanaymış gibi gösterilen ama gerçekte İsrail’in işgal ettiği toprakların önemli bölümünü tüm zamanlar için İsrail’in toprakları haline getirecek ilhak siyasetini ”çözümden, barıştan yanayız” teraneleriyle sundu kitlelere. Dinci ve aşırı sağcı kesim ise ”Kutsal topraklar”ın savunucusu… Buna ek olarak Filistin’de Hamas’ın birinci parti olarak seçimleri kazanması ve hükümeti kurması du-

rumu da var. Bu, esasında İsrail’de Şaron’un gerçekleştirmeye çalıştığı ve partisi Kadima’nın da esasında bu siyaset temelinde birinci parti durumuna geldiği koşullarda, Kadima’nın siyasetinin uygulanması için de öne sürülecek gerekçelerden biridir. Ha ma s gerekç e göster i lerek Filistinlilerle görüşmeleri kabul etmemek ve tek yanlı adımlarla İsrail’in sınırlarını belirlemek ve Filistin tarafını ”oldu-bitti” ile karşı karşıya bırakarak ölümü gösterip kansere razı etmeye çalışacaklardır. Bu tek yanlı adımların başında da İsrail ile Filistin arasında inşa edilen ve inşası sürdürülen duvarın bitirilmesi gelmektedir. 700 kilometre civarındaki uzunlukta olan duvarın inşasıyla bile işgal edilen toprakların geniş bir alanı oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Duvarın inşaasının İsrail devletinin sınırlarını belirlemek adına işgal alanını genişlettiği somut verileriyle ortaya konabilir. Başvurulan asıl sahtekârlık ve kitlelerin hatta çoğu siyasetçilerin bile inandığı şey, kimi Yahudi yerleşim alanlarının boşaltılmasının İsrail’in Filistin sorununu çözmeye çalıştığı biçiminde gösterilmesidir. Gazze Şeridi’ndeki yaklaşık 8000 Yahudi yerleşimcinin geri çekilmesi de bunun somut ispatı olarak ortaya konmaktadır. Gerçek ise, Gazze Şeridi’nin boşaltılmasının Batı Şeria’daki 250.000 kadar Yahudinin yerleşim alanlarını daha da güçlendirmek için atılan bir adım olduğudur. Nitekim Şaron’un ve ardılı Kadima’nın siyaseti de bunu ispatlıyor. Onların açıklamaları Batı Şeria’da kimi yerleşim alanlarının boşaltılabileceği yönündedir. Bu kimi yerleşim alanları –ki bu alanlar nüfusu az olan alanlardır– boşaltılmak istenirken, Yahudi nüfusun yoğun olduğu ve İsrail devletinin çizilmek istenen sınırlarına bitişik alanlar İsrail’in toprakları olarak ilan edi-

15


panorama lip resmen ilhak edilmek isteniyor. Bu durumda Batı Şeria’nın önemli bölümü daha şimdiden İsrail’in çizilecek devlet sınırlarının içinde ele alınıyor. Bu plan ve amaçlar Filistin sorununun çözümüne yönelik değil, sorunu daha da bir çıkmaza sokacak olan tavırlardır. İsrail ile Filistin arasındaki pazarlıklarda çözülmesini bekleyen temel dört konu vardı. İsrail’in işgal bölgelerinden çekilmesi, Yahudi yerleşim alanlarının boşaltılması, Kudüs sorununun iki devletli olma anlayışıyla çözümü ve ilke olarak sürgündeki Filistinlilerin geri dönme hakkının tanınması. Bu dört konunun da kısa sürede çözülemeyeceği, İsrail’in siyasetinin bu sorunları çözmeye yönelik değil, çözümsüzlüğünü sağlamak olduğu açıktır. Gerçekte bu sorunlara yenileri ekleniyor. Bu da İsrail-Filistin arasındaki çatışmaların, işgalin, savaşın değişik biçimlerde süreceğini gösteriyor. Çok yönlü hesapları var… Çıkmaz sokakları çok, caddeleri yok! Hamas’ı sonuçta İsrail’in varlığını kabul etmeye, silahlı eylemlere son vermeye ve Filistin bağlamında yapılan uluslararası anlaşmalara uymaya ikna etseler de; Hamas, Arafat ya da Abbas gibi İsrail ve ABD başta olmak üzere batılı emperyalistlerle içli-dışlı olsa da ve tabii ki onlar tarafından kabul görse de; Filistin sorunu Ortadoğu’nun kanayan yarası olmaya devam edecektir. Toprakları daha çok işgal edilmiş ve etrafı ”güvenlik duvarı” ile sarılmış bir açık hava cezaevinden başka bir şey olmayacak olan ”mini”nin de ”mini”si bir parçalı devletin kurulması bile daha çok zaman alacağa benziyor. Ve bu İsrail’de kimin yönetimde olduğuna bağlı olarak daha çok uzayabilir de. Kadima, gerçekte Filistin sorununun çözümü için ”ileri” atılan bir adım değildir! İsrail’in işgal ve ilhak alanlarını büyütmede ”ileri” gitmenin adımıdır. Sonuçta ABD emperyalizminin de desteğine sahip İsrail’in Filistinlileri ilgilendiren temel sorunlarda yakın süreçte herhangi bir anlaşmaya yaklaşmayacağı nettir. Eğer herhangi bir anlaşma yapılırsa, bilinmelidir ki bu, Filistin Arap halkı için şimdiye kadarki anlaşmalardan daha geri düzeydeki ve Filistinlilerin aleyhine olan bir anlaşmadan başka bir şey olmayacaktır. İsrail ve Filistin’de seçimler gerçekleşti, seçim hesapları geride kaldı ve gelişmelerin nasıl olacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. 16

23 Nisan 2006 

- BEYAZ RUSYA -

Lukaşenko yine başkan!

1

9 Mart’ta Beyaz Rusya’da başkanlık seçimleri gerçekleşti. Seçimlere katılım %92.6’lık oranla rekor düzeyde bir katılım olarak değerlendirildi. Başkanlığa dört kişi aday olmuştu. Lukaşenko oyların %82.6’sını alıp yeniden başkanlığa seçilirken, batılı emperyalistlerin açıkça desteklediği Milinkeviç %6’lık oy oranıyla yetinmek zorunda kaldı. Diğer iki adayın aldığı oy oranı ise % 3.5 ve % 2.3’tü. Seçimlerden önce muhalefetin kendisi de seçimleri kazanacağını düşünmüyordu. Tüm hesaplar ve tahminler Lukaşenko’nun yeniden seçileceğini ortaya koyuyordu. Açık olan tek şey oyların yüzde kaçını alacağıydı. Sorunun bu yönüne bakıldığında aslında Beyaz Rusya’daki başkanlık seçiminin sonuçları önceden belli idi. Batılı emperyalist güçler açısından da belli olan şey, Lukaşenko’nun yeniden seçilmesini kabul etmeyecekleriydi. Tam da Lukaşenko’nun yeniden seçileceğini bildiklerinden, seçimlerin ”adil, demokratik ve eşit” seçimler olmayacağını ilan ettiler. ”Avrupa’daki son diktatörü” devirmek için de muhalefeti açıkça desteklediler. Bir kez daha denediler şanslarını ama hevesleri bu sefer de kursaklarında kaldı. Bu sefer de diyoruz çünkü 2001 Eylül ayında gerçekleştirilen seçimlerde de Lukaşenko’yu devirmek için çaba göstermişlerdi. Batılı emperyalistlerin, somut olarak ABD ve AB’nin eski Doğu Bloku ülkelerine yönelik siyaseti biliniyor: Gürcistan, Ukrayna bunun en iyi örnekleri. Seçimlerin sonuçları kendilerinin istediği sonucu verene kadar seçimleri yinelemek… Sonuçta kendi istedikleri kesimi yönetime getirmek. Böylece, dağılan sosyalemperyalist blokun egemen olduğu coğrafyada yeni pazar alanlarına sahip olmak, nüfuz alanlarını genişletmek istiyorlar. Yönetim değişikliği istedikleri ülkelerde uyguladıkları yol, yöntem esasta hep aynı. Bunu birkaç kez yazmış olsak da hep yeniden yazma durumunda kalıyoruz. Seçimler yapılır, muhalefet seçim sonuçlarını seçim sahtekârlığı yapıldı diyerek tanımaz, kitlesini protesto eylemlerine seferber ederek seçimlerin yenilenmesi için mücadele eder… Seçim sonuçları

iptal edilip seçim yenilenene, ya da seçimi kazananlar muhalefet güçleri tarafından yönetimden indirilene kadar da eylemler sürdürülmeye çalışılır. Kuşkusuz ki yönetimin değişmesinde iç güçler dengesi, dış güçlerle ilişkilerin düzeyi veya farklılığı yönetimin değişip değişmemesinde de önemli rol oynamaktadır. Beyaz Rusya’da Ukrayna’daki gibi bir ”portakal” ya da ”turuncu devrim” gerçekleştirmek için Batılı emperyalistler ellerinden geleni yine yaptılar. Lukaşenko’nun üçüncü kez başkanlığa aday olacağının, 2004’te yapılan yasa değişikliğiyle ortaya çıkması bu çabaları daha da çoğalttı. 2005 yılı başlarında Beyaz Rusya’da yapılması istenen ”devrimin” adı da bulundu: ”Peygamberçiçeği devrimi”. Bunu ”Mavi devrim” olarak adlandıranlar da var. Peygamber çiçeği Beyaz Rusya’nın ulusal sembolü olarak kabul edildiğinden; ”Mavi” de, Avrupa Birliği’nin bayrağının rengi olarak ve AB’nin de desteğinin simgesi olarak kullanılmıştır. Lukaşenko’nun devrilmesi için muhalefete destek verildiği gerçeği ABD veya AB tarafından gizlenmeye gerek duyulmayan bir olgudur. Örneğin, adı kamuoyu tarafından da bilinen Soros’un Beyaz Rusya’da da çalışmaları var. AB seçimlerde Lukaşenko karşıtı muhalefeti desteklemek için 2 milyon dolar harcayarak radyo ve televizyon yayını gerçekleştirmiştir. Sözkonusu yayın ”Beyaz Rusya için Avrupa Radyosu” ya da te-

levizyon yayını Alman iletişim ajansı ”Media Consulta” tarafından gerçekleştirildi. Tabii ki AB’nin verdiği 2 milyon dolarla… Şubat ayından itibaren internette dinlenebilen radyo yayını seçimlerden birkaç gün önce yayına başladı. Yayını Varşova’dan yaptı. Polonya Başkanı Valesa ve Çek Cumhuriyeti Başkanı Havel de Lukaşenko’ya karşı muhalefeti desteklediklerini tavırlarıyla gösterdiler. AB Dışişleri Komiseri FerreroWaldner de seçimlerden birkaç gün önce başkanlık seçimlerinin ”demokratik seçimler” olmadığı taktirde AB’nin Beyaz Rusya’ya karşı yeni önlemler alacağı, yaptırımlar uygulayacağı tehditini savuruyordu. Özetle ABD ve AB, AB’nin içinde de önde gelen emperyalist güçler Beyaz Rusya’daki seçimlerde Lukaşenko’nun seçilmemesi için kendilerince mümkün olan her şeyi yapmaya çalışıyorlardı, çalıştılar da… Seçimlerin ilk sonuçları ilan edildiğinde ABD emperyalizminin ”Beyaz Saray sözcüsü” Scott McClellan ve AB temsilcilerinin açıklamaları ”seçimlerin geçersiz” ve ”kabul edilmez” olduğu yönündeydi. Seçim için Beyaz Rusya’ya giden ”uluslararası gözlemciler” adına da ABD’li Hastings, seçimlerin ”demokratik, adil” olmadığını, uluslararası standartlara uygun gerçekleştirilmediğini açıkladı. Beyaz Rusya’da seçimlerin adil, eşit ve demokratik seçimler olarak gerçekleştiğini savunmuyoruz. Tersine, burjuva demokrasisinde seçimlerin dört ya da beş yılda bir halkı kandırmak için gerçekleştiğini, bir aldatmaca olduğunu; mücadelenin sisteme karşı ve işçilerin, emekçilerin kendi iktidarını kurması için yürütülmesi gerektiğini düşünüyor ve savunuyoruz. Fakat emperyalist güçlerin seçimlerin ”adil, eşit ve demokratik” olmasından anladığı şey, gerçekte adil, eşit ve demokratik olma değildir. Onlar için ”adil, eşit ve demokratik” olarak görülmesi, ya da değerlendirilmesi, kendi istedikleri kişilerin, grup ya da partilerin seçilmesidir. Onların istedikleri kişi, grup veya partiler seçimi kazanmazsa, seçimler kesinlikle ”adil, eşit ve demokratik” olmamıştır… Bu arada tabii ki Afganistan’da, Irak’ta veya başka


panorama ülkelerde, emperyalistlerin gerçekte demokratik olmakla hiçbir alakası olmayan seçimleri meşru ve geçerli ilan ettiğini de biliyoruz. Çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre de davranıyorlar… Bu bağlamda revizyonist, devlet kapitalizmi temsilcisi bürokrat burjuva Lukaşenko’nun Rusya yanlısı olması, Rusya ile iyi ilişkilere sahip olması, onu Batılı emperyalistler tarafından sevimsiz kılıyor, istenmeyen kişi haline getiriyor. Emperyalistler için belirleyici olan şu ya da ülkede ”diktatörlüğün” olup olmaması değil, kendilerinin çıkarına uygun bir yönetimin, ya da iktidarın olup olmadığıdır. Gerçekte her burjuva devlette bir diktatörlük vardır: Burjuvazinin diktatörlüğü! Buna rağmen ama burjuvalar sahtekâr. Örneğin ABD Beyaz Rusya’ya seçimlerin demokratik biçimde geçmesini telkin ederken ve muhalefetin özgürce propaganda yapmasını savunurken, seçim sonuçlarını kabul etmeyen muhalefetin eylemlerinin engellenmemesini, insanların tutuklanmamasını isterken, aynı anda Washington’da Pentagon önünde savaş karşıtlarının protesto eyleminde düzinelerce insan tutuklanıyordu. Lukaşenko’yu zayıflatmak, ya da yönetimden düşürmek için denemede bulundular. Muhalefet, onbin ya da kimi verilere göre yirmi bin kişilik protesto eylemleri yaptı. Eylemcilere karşı tavır tam bürokrat burjuva yönetime uygundu… Kolluk güçlerinin yer yer eylemcilere karşı yumuşak davranması ile gerekli gördüğünde eylemcilere saldırması ve tutuklaması içiçe yaşandı. Seçim sonuçlarını protesto edenlerin sayısı 2001 Eylül ayındaki seçimlere göre –o dönem protesto edenlerin sayısı 2000 olarak verilmektedir– daha yüksek olsa da Lukaşenko’nun iktidarını sarsacak güçte değildi ve birkaç günlük denemelerden sonra protesto eylemleri bitti. Böylece batılı emperyalistlerin Lukaşenko’yu devirmek ve kendilerinin istediği kişileri yönetime getirme hayali ertelenmiş oldu. 2001’de ABD emperyalizminin Lukaşenko’yu devirmek için 40 milyon dolar harcadığı, ”özel örgüt” veya ”vakıflara” yatırım yaptığı bilgisine sahip olunduğunda, bu seçimlerde ABD ve AB’nin toplam ne kadar para harcadığını merak etmemek elde değil… Seçim sonuçlarının ”kabul edilmez” olduğunu ilan eden ABD ve AB, Beyaz Rusya’ya karşı yaptırımlara başvuracağını pratiğiyle de ispatladı. AB 6 Nisan’da aldığı bir kararla, Lukaşenko’nun da içinde olduğu 30 Beyaz Rusyalı siyasetçi, görevli ve

gazeteciye AB sınırları içine girme, seyahat yasağı koydu. Seçimler sürecinde Batı lı emperyalistlerin temsilcilerinin tehditlerine karşı Lukaşenko’nun, Beyaz Rusya üzerinden Avrupa’ya taşınan petrol ve doğal gaz bağlamında dolaylı tehditleri, ya da açıklamaları, AB’nin şimdilik ekonomik yaptırımlara başvurmamasını sağlayan etkenlerden biridir. Avrupa Parlamentosu’nda ko-

Böylesi bir durumda muhalefetin büyük çoğunluğu da sokağa çıkmıyor. Bunu ”diktatörlükle” ”halkın korktuğu” vb. gerekçelerle açıklayamazsınız. Çünkü gerçekte ortam ve koşullar anda bu tezleri haklı çıkarmıyor. Aradaki farklılıkların bilincinde olarak Bush ya da Blair ne kadar diktatörse, Lukaşenko da o kadar diktatördür tespiti yapılabilir. Hatta, Bush’un ya da batılı emperyalislerin

nuşan ve Lukaşenko’nun rakibi olan Milinkeviç ise 30 kişiye yönelik yaptırımı yeterli görmediğinden, yüzlerce beyaz Rusyalıyı AB’nin kara listesine yazılmasını talep etti. Karar vericiler ”ağababaları”, uşaklar değil… Buna uygun olarak da Milinkeviç’in talebi şimdilik kabul edilmedi.

birinin başı daha çok saldırgan, daha çok diktatör olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda baskıların kitle üzerinde rol oynadığını düşünüyoruz, ama buna rağmen Lukaşenko’nun devrilmemesinin nedenleri başka yerlerde aranmalıdır diyoruz. Kısaca ortaya koyarsak Lukaşenko’nun yeniden seçilmesinde temel rol oynayan kimi olgular şunlardır. Beyaz Rusya, Rusya ile Birleşik Devletler Topluluğu (BDT) içinde yer almakta, Rusya ile gümrük birliği anlaşması yapmış durumda ve diğer kimi BDT ülkelerinden daha çok Rusya ile yakın ilişkide. Rusya için Lukaşenko yönetimindeki Beyaz Rusya güvenilir bir müttefiktir. Beyaz Rusya ise SSCB döneminden kalan ilişkileri başka biçimlerde sürdürse de Rusya’ya önemli ölçüde bağımlı. Özellikle petrol ve doğal gaz bağlamında. İçerdeki durum bağlamında ise, Lukaşenko bürokrat-devlet kapitalizminden ”serbest piyasa” özel sermayeli kapitalizme ”kontrollü geçiş” yapan bir politik-ekonomi siyaset gütmektedir. Batılı emperyalistlerin temsilcilerinin ifadeleriyle ”şokterapi”yi kabul etmemiştir Lukaşenko. Bu ”kontrollü geçiş” siyaseti sayesinde de ülkesindeki ekonomik durumu diğer BDT ülkelerindeki ekonomik durumdan daha iyi. Son on sene içinde Brüt İç Ürün

LUKAŞENKO NEDEN DEVRİLMEDİ?

Beyaz Rusya’daki seçimlerde öne çıkan soru Lukaşenko’nun batılı emperyalistlerin tüm çabalarına rağmen neden devrilmediği, neden yeniden –üçüncü kez– başkanlığa seçildiği sorusudur. Kuşkusuz k i bu soruya emperyalistlerin kamuoyunu aldatmak için öne sürdükleri iddialardan birini, ”o bir diktatör, herkesi baskı altında tutuyor, halk ondan korkuyor” vb. açıklamayı alıp cevap vermek mümkün. Ama doğru cevap olmaz bu. En basitinden, ABD’nin ve AB’nin desteğini arkasına alan bir muhalefetin varlığı ve bunların seçim sonuçlarını kabul etmediği, Lukaşenko’ya oy vermeyenleri de protesto eylemlerine çekmeye çalıştığı bir ortamda, protesto eylemlerine katılımın on ile yirmi bin arası olduğu bir durum yaşanıyor. Lukaşenko’nun karşısında başkanlığa aday olan üç kişinin toplam oy sayısı yaklaşık 800.000.

neredeyse iki katına çıkmıştır. Sanayi üretimi ve yatırımlar 2.5 kat artırılmıştır. Dış ticaret volümü üç katına çıkmıştır. Tarım alanında ve kırsal alandaki halkın felaketlerden korunması bağlamında yatırımlar veya sübvansiyonlarla önlemler alınmıştır, alınmaktadır. Herşeyden de önemlisi ücretlerin ve emekli aylıklarının yükseltileceği bağlamında verilen sözler tutulmuştur. Lukaşenko halk arasında ”sözünü tutan biri” olarak kabul edilmektedir. Ücretler ve emekli aylıkları Rusya, Ukrayna veya Gürcistan’dakinden yüksektir. Aylıklar zamanında ve nakit olarak ödenmektedir. Devlet işletmeleri ağırlıklı olan işletmelerin verimliliği düşük ama işsizlik oranı %1.5 olarak verilmektedir. Yani çoğu insan çalışıyor. SSCB’nin yıkılmasından sonraki ilk yıllarda yaşam standartlarının kötüleştiğini düşünenlerin oranı %80 iken, şimdi bu oran, Lukaşenko yönetimi dönemi bağlamında %12’dir. Ki, nüfusun %20’sinin açlık sınırındaki gelirle yaşadığı koşullarda bu düşünceler savunuluyor. Serbest piyasa ekonomisine, ya da özel sermayeli kapitalizme ”kontrollü geçiş” siyaseti aynı zamanda Beyaz Rusya’da –Rusya’nın veya diğer kimi BDT ülkelerinin tersine–, ”oligark”ların ortaya çıkmasını da frenlemiştir. Yolsuzluk, yiyicilik diğer BDT ülkelerine göre çok daha azdır. Kendisine ”istikrar ve refah”ı slogan edinmiştir Lukaşenko. Lukaşenko kendisinin halk tarafından istenmediği koşullarda –ki uluslararası alanda batılı emperyalist güçlerin tavırlarının da bilincindedir– yönetimde kalamayacağını çok iyi biliyor. Burada kısaca ortaya koyduğumuz olgular, içteki güç dengesi Beyaz Rusya’da andaki yönetimin değişmesine imkan vermiyor. Halkın büyük çoğunluğunun da anda böylesi bir istemi yoktur. Kuşkusuz ki bu durum da değişecektir. Batılı emperyalistler her fırsatı kullanmaya çalışırken, Rusya’nın Beyaz Rusya ile ilişkilerinin de bu değişikliğe katkıda bulunacağı açıktır. Sorunun özü, Lukaşenko yerine Milinkeviç’in ya da adı ne olursa olsun bir başkasının geçmesinin Beyaz Rusya halkı için, işçileri, emekçileri için özde bir şey değiştirmeyeceğinin bilinçlere çıkarılmasıdır. Beyaz Rusya’da da gerçek kurtuluş devrimle, sosyalizmle mümkündür. Beyaz Rusya proletaryasının, geçmiş deneyimlerden de öğrenerek burjuvazinin iktidarına tüm zamanlar için son vereceği günler gelecektir elbette. Bir gün mutlaka! 21 Nisan 2006 

17


halkların kardeşliği için

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

T

18

Bu gidişle nereye?

ürkiye’de gidişat, son yıllarda AB’ye uyum yasalarıyla yasal düzeyde gerçekleştirilen kimi “demokratikleşme” adımlarının yaşama geçirilmeden geçersiz kılınacağı bir yönde ilerliyor… Faşizmin Türkiye’de çözülüş süreci, iktidarı elinde tutanlarca frenleniyor, donduruluyor. Günlük gazetelerin manşetleri 1990’lı yılların başlarındaki gibi askeri harekatların, öldürülen insanların, çatışmaların, bombaların, patlamaların haberleriyle doluyor. Çatışmalarda ölen askerlerin cenazelerinde Türk şovenizmi, ırkçılığı kışkırtılıyor, Kürtlere düşmanlık körükleniyor. 2005 yılı Newroz’unda “bayrak provokasyonu” ile basılan düğmenin çalıştırdığı makina, Şemdinli olayları sonrasında giderek çarkını daha hızlı döndermeye başlamış ve bu yılki Newroz sürecinde ise hızla dönen bu çark, savaş makinasına dönüşmüş durumda. Evet, Türkiye’de resmen adı konmamış bir savaş hali yaşanıyor. Egemenler arasındaki dalaş, anda özelde Kürt halkına, genelde de demokratik, devrimci muhalefete karşı topyekün bir saldırıya dönüşmüş, “terörizme karşı mücadele” adına savaş yeniden gündeme getirilmiştir. AKP hükümeti, iktidarı elinde tutan kemalist kesimin, öncelikle de ordunun “balans ayarlarına” kendini uydurma ve savaşın kızıştırılmasının baş propagandacısı ve yöneticisi olmaya ortaklık etme durumunda… Aksi halde onlar için de gidişat iyi görünmüyor. Ordu ile AKP’nin ilişkilerini gözden geçirenler pratik olarak “post modern” bir “darbe”nin gerçekleştiğini savunuyor… “Terörle mücadele” adına Irak ve İran sınırına yüzbinlerce askerin yığılması, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargahı’nın Şırnak’a taşınmak istenmesi, Türk devletinin resmen savaşa karar verdiğinin en açık ispatlarından biridir. Şemdinli olaylarının üzeri daha şimdiden örtülmeye başlanmış, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı “Şemdinli İddianamesi”nde Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın adını vermesi, savcının mesleğinden men

edilmesine yol açmıştır. Ordunun adını verdiği kişiler tek tek görevlerinden alınmaktadır. Kürtlere yönelik baskılara ve saldırılara ise her geçen gün yenisi eklenmektedir. Son bir ay içerisinde gündeme gelen çatışmalarda veya kolluk güçlerinin saldırılarında ölen insan sayısı yüz civarındadır. DTP’ye yönelik saldırılar saymakla bitmez. Yöneticileri gözaltına alınmakta, tutuklanmakta, haklarında soruşturmalar açılmakta ve haklarını dile getiren, Kürt kimliğine sahip çıkan herkes potansiyel “terörist” olarak –devletin kolluk güçlerinin kurşunlarıyla ölen 3, 6, 9 yaşlarındaki çocuklar bile terörist ilan edilmektedir– görülmekte, Kürtlere düşmanlık körüklenmektedir. Bu ırkçı yaklaşımın verdiği ürün, Türk ve Kürt halkı arasındaki düşmanlığı kızıştırmada önemli bir tehlike olarak kendisini gösteriyor. Sivil faşistler Kürtlerin veya kurumlarının üzerine saldırtılıyor, kitlesel linç havası yaratılıyor. Kısaca özetlenirse, 15 yıl sürdüğü söylenen silahlı çatışmalar döneminde bile Türk-Kürt halkları arasındaki düşmanlık bu kadar körüklenememişti… Manisa, Erzincan, Sakarya, Adana ya da diğer yerleşim alanlarında provokasyonlar gerçekleştirilmekte, sivil faşistler eliyle açıkça çatışmalar körüklenmektedir. Niğde’de örneğin sivil faşistler “Ya Türk olacaksınız ya da hepiniz defolup gideceksiniz”

biçimindeki faşist, ırkçı sloganlarla DTP İl binasına saldırmışlardır. Böylesi saldırılar her geçen gün çoğalmaktadır. Manisa’da 15 Nisan’da “Bayrak yürüyüşü” yapan ve kendilerine “Vatansever Kuvvetler Güç Birliği” (VKGB) adını veren binlerce sivil faşist, kimi MHP faşistleri tarafından bile “Türk-Kürt çatışması çıkartmaya çalışan bir provokasyon örgütü” olarak değerlendirilmektedir. Ve bu örgütün baş destekleyicilerinden birinin Org. Yaşar Büyükanıt olduğu da medyaya yansıyan haberler arasındadır. Antalya’da da “Yeniçağ” gazetesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerin isimleri tek tek verilmekte, Kürtlere karşı saldırı hazırlanmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan bu gidişatın farkına varmak ve Türk-Kürt halkları arasındaki düşmanlığın körüklenmesine karşı mücadele cephesi yaratmaktır. En başta Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin devletin Kürt ulusuna karşı topyekün saldırısına izin vermemesi gerekir. Gündemde olan saldırılar sadece Kürtlere karşı değildir. Varolan demokratik hakların ortadan kaldırılması, düşünceyi ifade özgürlüğünün sıfırlanması, resmi devlet ideolojisine uygun görülmeyen herşeyin “terörizm”, bunları savunanların da “terörist” ilan edilmesi, basın özgürlüğünün ayaklar altına alınıp postallarla ezilmesi; halklar arasında şovenizmin, ırkçılığın kışkırtılması

vb. tüm bunlar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan tüm ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere yönelik saldırılardır. Bu saldırılar adım adım planlanmış, gündeme getirilmiştir. Devletin iktidarı elinde tutan kesiminin, başta da ordunun ve genelde kolluk güçlerinin “terörizme karşı mücadele edemiyoruz, yasalar elimizi kolumuzu bağlıyor” vb. yakınmaları; gerçekte olguları çarpıtmak, kamuoyunu yeni yasalara hazırlamak içindir. Bir milyondan fazla asker, polis ve ek olarak köy korucuları gibi kolluk güçlerine sahip bir devlet, sayısını üç-beş bin olarak gösterdiği ve bunların da çoğunun Güney Kürdistan’da, Kandil dağında yaşadığını kabul ettiği “teröristlere” karşı eli-kolu bağlı olduğunu söylemeleri açık bir yalandır. Elleri-kolları yasalarca da bağlı değildir. Ama onlar daha fazlasını istiyor. Çünkü iktidar dalaşında, ayakları altında kayan toprağı durdurmaya çalışıyorlar. Bunun için de AKP hükümetini kendi çizgilerine çekme, istedikleri yasaları meclisten çıkarma çabalarını yoğunlaştırdılar. Önce “Gizli anayasa” olarak bilinen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ni (MGSB) Bakanlar Kurulu’na onaylattılar. MGK’nın Ekim 2005 toplantısında kabul edilen bu MGSB’nin Aralık ayında onaylandığı haberi 20 Mart’ta kamuoyuna yansıdı. 3 Nisan 2006’da Bakanlar Kurulu, “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu”nun daha aktif çalışmasına karar verdi. Yine aynı toplantıda Bakanlar Kurulu; “Terörle Mücadele Yasası başta olmak üzere mevzuatta güvenlik güçlerinin şikayetleri doğrultusunda yapılabilecek düzenlemelerin azamisi, gecikmeden hayata” geçirilmesini kararlaştırdı. Devamında da bu toplantıda alınan kararlara uygun adımlar atılmaya başlandı. Atılan adımlar “güvenlik güçlerinin” istediği yöndedir. Bunun en açık örneği yeniden gündeme getirilen “yeni” “Terörle Mücadele Yasası” tasarısıyla yasalaştırılmak istenenlerdir. Burjuva medya bile bu yasa tasarısının DGM’den daha ağır olduğunu ifade etmektedir. Kimi farklılıkları bilinçte tutmak şartıyla, yapılan bu tespite “gerçekten de öyledir” dememek mümkün


klasiklerimizden öğrenelim değil. “Terör” veya “terör suçu” tanımı öylesine genişletilmiş ve lastikleştirilmiştir ki, herkes “terör suçu” işler hale gelmiştir yasaya göre. Faşizmin temel özelliklerinden biri hukukun değil keyfiyetin egemen olmasıdır. Türkiye’de bu zaten 82 yılı aşkındır var. Ama yeni yasa tasarısı ile son birkaç yıl içinde gerçekleştirilen kimi “demokratikleşme” adımları da geri alınıyor. Keyfiyet tamamen egemen kılınıyor. Daha yakın zamanda Kürt illerinde “dur ihtarına” uymadı açıklamasıyla birçok insan katledildi. Şimdi tüm Türkiye’de bu yasayla meşru kılınmaya çalışılıyor. Polis, asker “dur ihtarına” uymadı diyerek istediğini katledebilir ve bu da “terörizme karşı mücadele” olarak övülür… Yani yasalarda kaldırılan idam, bu biçimiyle, hem de mahkemeye, yargıya gerek kalmadan gerçekleştirilecektir. Yine isteyenin istediği gibi yorumlayabileceği “polis ve kamu görevlisine direnme” ile de, her polisin ve kamu görevlisinin hoşuna gitmediği insanı cezalandırmak için kullanabileceği yetkilerden biri verilmektedir. “Terörle Mücadele Yasası” tasarısının tümünü burda ele almaya gerek yok. Sorunun özü bu yasayla Türkiye’de varolan kimi demokratik hakların da ortadan kaldırılacağı, demokratik, devrimci ve komünist muhalefete kelimenin gerçek anlamında yaşam hakkının tanınmadığı; yargısız infazların yasalaştırıldığı, keyfi gözaltıların, tutuklanmaların, baskıların yoğun olarak yaşanacağı bir dönemle karşı karşıya olduğumuzun bilinçlere çıkarılmasıdır. Devletin “Yeni Terör Yasası” işçilere, emekçilere savaş ilanıdır. Bu, aynı zamanda tüm demokratların, devrimcilerin, komünistlerin bu saldırılara karşı ortak mücadele etme görevini de dayatmaktadır. “Susma sustukça sıra sana gelecek!” sloganı her zamankinden daha yakıcı… Susmamayı mücadeleyle birleştirmek hepimizin görevidir. Egemenler kendi aralarındaki dalaşa rağmen işçilere, emekçilere, ezilenlere karşı birleşmektedir. Egemenlerin ve onların çanak yalayıcılarının oyununa gelmeyelim. Ezilenlerin egemenlere karşı birleşmesi, ortak mücadele vermesi gerekiyor. Değişik ulus ve milliyetlerden halkların kardeşliğini sağlamak için, Türk şovenizmine, ırkçılığına ve her türden milliyetçiliğe karşı mücadele gerekiyor. Egemenlerin topyekün saldırılarına karşı, işçilerin, emekçilerin topyekün birliğini ve mücadelesini sağlamak için işbaşına! 20 Nisan 2006 

KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM

Lenin ve Sta­lin’den 1 Ma­yıs...

V.İ. LE­NİN İş­çi yol­daş­lar! Bü­tün dün­ya iş­çi­le­ri­nin bü­yük bay­ ra­mı ge­li­yor. İş­çi­ler 1 Ma­yıs’ta ay­dın­ lı­ğa ve bil­gi­ye ka­vu­şa­rak uyan­ma­la­ rı­nı, tüm bas­kı­la­ra, tüm zu­lüm­le­re ve tüm sö­mü­rü­ye kar­şı top­lu­mun sos­ya­list in­şa­sı mü­ca­de­le­sin­de kar­ deş­çe bir bir­lik oluş­tur­ma­la­rı­nı kut­ lar­lar. Bü­tün ça­lı­şan­lar, emek­le­ri ile zen­gin­le­ri ve soy­lu­la­rı bes­le­yen­ler, çok az üc­ret­le güç­le­ri­nin üze­rin­de ça­ lı­şıp, emek­le­ri­nin ürün­le­ri­ne hiç bir za­man sa­hip ol­ma­dan ha­yat sür­dü­ ren­ler; uy­gar­lı­ğı­mı­zın tüm lük­sü ve ih­ti­şa­mı için­de yük hay­va­nı gi­bi ya­ şa­yan­lar, bun­la­rın hep­si iş­çi­le­rin kur­ tu­lu­şu için ve mut­lu­lu­ğu uğ­ru­na sa­ vaş­mak için bir­bir­le­ri­ne el­le­ri­ni uza­tı­ yor­lar. Kah­rol­sun de­ği­şik mil­li­yet­ten ve de­ği­şik din­den iş­çi­ler ara­sın­da­ki düş­man­lık! Böy­le bir düş­man­lık yal­ nız­ca pro­le­tar­ya­nın bi­li­nçsiz­li­ğin­den ve pa­ram­par­ça ol­ma­sın­dan çı­ka­rı olan hay­dut­la­ra ve za­lim­le­re ya­rar. Ya­hu­di ve Hı­ris­ti­yan, Er­me­ni ve Ta­ tar, Po­lon­ya­lı ve Rus, Fin ve İs­veç­li, Le­ton­ya­lı ve Al­man -bun­la­rın hep­si or­tak bir bay­rak al­tın­da, sos­ya­lizm bay­ra­ğı al­tın­da be­ra­ber­ce yü­rü­yor­lar. Bü­tün iş­çi­ler kar­deş­tir ve on­lar ara­sın­ da­ki sağ­lam bir­lik, bü­tün emek­çi ve ezi­len in­san­lı­ğın re­fa­hı ve mut­lu­lu­ğu için tek gü­ven­ce­dir. 1 Ma­yıs’ta bü­tün ül­ke­le­rin iş­çi­le­ri­nin bu bir­li­ği, en­ter­ nas­yo­nal sos­yal-de­mok­ra­si, gü­cü­nü göz­den ge­çi­rir ve öz­gür­lük, eşit­lik ve kar­deş­lik için yo­rul­maz, baş eğ­mez ye­ni mü­ca­de­le­ler için da­ha sı­kı­ca bir­ le­şir... İş­çi­ler, köy­lü­ler si­lah ba­şı­na! Giz­li top­lan­tı­lar ya­pın, mü­ca­de­le grup­la­rı

oluş­tu­run, müm­kün olan her tür si­ lah­la do­na­nın, Rus­ya Sos­yal-De­mok­ rat İş­çi Par­ti­si’ne da­nış­mak için tem­ sil­ci­ler gön­de­rin! Bu yıl­ki 1 Ma­yıs, halk ayak­lan­ma­sı­nın bay­ra­mı ol­sun. Bu­na ha­zır­la­na­lım. Za­li­me kar­şı ta­ yin edi­ci sal­dı­rı işa­re­ti­ne dik­kat ede­ lim. Kah­rol­sun çar­lık hü­kü­me­ti! Biz bu hü­kü­me­ti yı­ka­rak ye­ri­ne ku­ru­cu halk mec­li­si­ni top­lan­tı­ya ça­ğı­ra­cak ge­çi­ci dev­rim­ci bir hü­kü­me­ti ge­çi­re­ ce­ğiz. Hal­kın tem­sil­ci­le­ri doğ­ru­dan, ge­nel, giz­li, eşit oy­la se­çil­me­li­dir. Tüm öz­gür­lük sa­vaş­çı­la­rı zin­dan­lar­ dan kur­ta­rıl­ma­lı, sür­gün­den kur­ta­ rıl­ma­lı­dır. Halk mec­lis­le­ri ka­mu­ya açık top­lan­ma­lı, hal­kın ga­ze­te­le­ri la­net­li me­mur­la­rın kont­ro­lü ol­mak­sı­ zın ya­yın­lan­ma­lı­dır. Hal­kın ka­de­ri­ni bir avuç hay­dut ye­ri­ne hal­kın ken­di­si­ nin ta­yin ede­bil­me­si için bü­tün halk si­lah­lan­ma­lı, her iş­çi­ye bir si­lah ve­ril­ me­li­dir. Köy­ler­de top­rak ağa­la­rı­nın ve çift­lik sa­hip­le­ri­nin ik­ti­da­rı­nın yı­ kıl­ma­sı, hal­kın me­mur­lar ta­ra­fın­dan aşa­ğı­lan­ma­sı­nın son bul­ma­sı, köy­lü­ ler­den gas­pe­di­len top­rak­la­rın köy­lü­ le­re ge­ri ve­ril­me­si için öz­gür köy­lü ko­mi­te­le­ri oluş­tu­rul­ma­lı­dır. Sos­yal-de­mok­rat­lar bu­nu is­ti­yor, sos­yal-de­mok­rat­lar bu­nun için el­de si­lah sa­va­şa ça­ğı­rı­yor: Tam öz­gür­lük için! De­mok­ra­tik Cum­hu­ri­yet için! 8 sa­at­lik iş gü­nü için! Köy­lü ko­mi­te­le­ri için! Bü­yük mü­ca­de­le için si­lah­la­nın iş­çi yol­daş­lar. 1 Ma­yıs’ta fab­ri­ka­la­rı, iş­let­me­le­ri dur­du­run, ve­ya si­lah­la­ra sa­rı­lın. Sos­yal-De­mok­rat İş­çi Par­ti­si ko­mi­te­le­ri ne öne­ri­yor­sa o doğ­rul­ tu­da ha­re­ket edin. İs­yan sa­ati he­nüz ge­lip çat­ma­dı, fa­kat ar­tık o uzak de­ ğil. Şim­di tüm dün­ya iş­çi­le­ri ne­fes­ le­ri­ni tu­ta­rak öz­gür­lük da­va­sı için sa­yı­sız kur­ban ve­ren yi­ğit Rus iş­çi sı­nı­fı­na ba­kı­yor. Pe­ters­burg iş­çi­le­ri da­ha o ün­lü 9 Ocak’ta “Ya öz­gür­lük, ya ölüm!” di­ye ba­ğı­rı­yor­lar­dı. Tüm Rus­ya iş­çi­le­ri şim­di bu şan­lı şi­arı tek­ rar­lı­yo­ruz! Kur­ban ver­mek­ten kork­ mu­yo­ruz! İs­yan yo­luy­la öz­gür­lü­ğü; öz­gür­lük yo­luy­la sos­ya­liz­mi ka­za­na­ ca­ğız! Ya­şa­sın 1 Ma­yıs! Ya­şa­sın en­ter­ nas­yo­nal sos­yal-de­mok­ra­si! Ya­şa­sın iş­çi­le­rin ve köy­lü­le­rin öz­gür­lü­ğü! Ya­ şa­sın De­mok­ra­tik Cum­hu­ri­yet! Kah­ rol­sun Çar­lık is­tib­da­tı! (25 Ni­san 1905, RSDİP/Bol­şe­vik ka­ na­dı adı­na bil­di­ri ola­rak da­ğı­tıl­dı.)

YA­ŞA­SIN 1 MA­YIS!

J.V.STA­LİN

Yol­daş­lar! Bü­tün ül­ke­le­rin iş­çi­le­ri, bu gü­nü, 1 Ma­yıs gü­nü­nü her yıl kut­la­ma­yı da­ha ge­çen yüz­yıl­da ka­rar­laş­tır­dı­lar. 1889’da bü­tün ül­ke­le­rin sos­ya­list­le­ri­ nin Pa­ris Kong­re­sin­de, iş­çi­le­rin tam da 1 Ma­yıs’ta, do­ğa­nın kış uy­ku­sun­ dan uyan­dı­ğı, or­man­la­rın ve dağ­la­ rın ye­şil­le ör­tün­dü­ğü, tar­la­la­rın ve ça­yır­la­rın çi­çek­ler­le süs­len­di­ği, gü­ ne­şin da­ha güç­lü ısıt­ma­ya baş­la­dı­ğı, ha­va­da ye­ni­len­me­nin se­vin­ci his­se­ dil­di­ği ve do­ğa­nın ken­di­ni dan­sa ver­ di­ği bu gün, iş­çi­le­rin in­san­lı­ğa ba­ha­rı ve ka­pi­ta­liz­min zin­cir­le­rin­den kur­tu­ lu­şu ge­tir­di­ği­ni, iş­çi­le­rin dün­ya­yı öz­ gür­lük ve sos­ya­lizm te­me­lin­de de­ğiş­ tir­mek­le yü­küm­lü ol­du­ğu­nu yük­sek ses­le ve açık­ça dün­ya­ya bil­dir­me ka­ ra­rı al­dık­la­rı gün ol­du. Her sı­nı­fın sev­di­ği öz bay­ram­la­rı var­dır. Asil­ler ken­di bay­ram­la­rı­nı yü­rür­lü­ğe ko­yu­yor ve bu gün­ler­de köy­lü­le­ri yağ­me et­me “hak­la­rı­nı” il an edi­yor­lar­dı. Bur­ju­va­lar ken­di bay­ ram­la­rı­na sa­hip­ler ve bu gün­ler­de iş­çi­le­ri sö­mür­me “hak­la­rı­nı” ak­lı­yor­ lar. Pa­paz­la­rın da ken­di bay­ram­la­rı var ve bu gün­ler­de, ça­lı­şan­la­rın se­fa­ let için­de çü­rü­dük­le­ri, fa­kat asa­lak­la­ rın lüks için­de se­fa­h a­te dal­dı­ğı mev­ cut du­ru­mu övü­yor­lar. İş­çi­le­rin de ken­di bay­ram­la­rı ol­ ma­lı­dır ve on­lar bu gün­de şu­nu ilan et­me­li­dir: Ge­nel iş, ge­nel öz­gür­lük, bü­tün in­san­la­rın ge­nel eşit­li­ği. Bu bay­ram 1 Ma­yıs bay­ra­mı­dır. İş­çi­ler da­ha 1889’da böy­le ka­rar al­dı­lar. O za­man­dan bu ya­na pro­le­ter sos­ ya­liz­min sa­vaş slo­gan­la­rı 1 Ma­yıs

19


klasiklerimizden öğrenelim

20

gü­nün­de­ki top­lan­tı ve gös­te­ri­ler­de git­tik­çe da­ha güç­lü ses ve­ri­yor. İş­çi ha­re­ke­ti ok­ya­nu­su ge­niş­le­ye­rek ka­ ba­rı­yor ve Av­ru­pa ve Ame­ri­ka’dan, As­ya, Af­ri­ka, Avust­ral­ya’ya ka­dar ye­ni ül­ke­le­ri ve dev­let­le­ri kap­sı­yor. Bir za­man­lar güç­süz olan iş­çi­le­rin en­ter­nas­yo­nal bir­li­ği, bir­kaç on­yıl için­de, mun­ta­zam kong­re­ler dü­zen­ le­yen ve dün­ya­nın her kö­şe ve bu­ca­ ğın­dan mil­yon­lar­ca iş­çi­yi bir­leş­ti­ren mu­az­zam bir en­ter­nas­yo­nal kar­deş­ li­ğe ulaş­tı. Pro­le­ter öf­ke de­ni­zi yük­ sek dal­ga­lar­la ka­ba­rı­yor ve ka­pi­ta­liz­ min sal­la­nan ka­le­le­ri­ne git­tik­çe da­ha teh­dit edi­ci bi­çim­de sal­dı­rı­yor. Kı­sa za­man ön­ce İn­gil­te­re, Al­man­ya, Bel­ çi­ka, Ame­ri­ka’da mey­da­na ge­len, bü­tün dün­ya­nın sö­mü­rü­cü­le­ri­ne ve kral­la­rı­na kor­ku ve en­di­şe ve­ren kö­ mür iş­çi­le­ri­nin bü­yük gre­vi, sos­ya­list dev­ri­min pek uzak ol­ma­dı­ğı­na da­ir açık bir işa­ret­tir… “Al­tın da­na­ya say­gı­mız yok!” Bur­ju­ va­la­rın ve za­lim­le­rin ege­men­li­ği­ne ih­ ti­ya­cı­mız yok! Se­fa­let ve kan dök­me kor­kunç­lu­ğuy­la ka­pi­ta­liz­me l a­net ve ölüm! Ya­şa­sın eme­ğin ege­men­li­ği, ya­ şa­sın sos­ya­lizm! Bü­tün ül­ke­le­rin sı­nıf bi­linç­li iş­çi­le­ ri­nin bu gün il an et­tik­le­ri bu­dur. Za­fer­le­rin­den emin, sa­kin ve güç­lü ola­rak adan­mış ül­ke yo­lun­da, ay­dın­ lık sos­ya­lizm yo­lun­da gu­rur­la iler­li­ yor­lar ve adım adım Karl Marx’ın bü­yük çağ­rı­sı­nı ger­çek­leş­ti­ri­yor­lar: “Bü­tün ül­ke­le­rin iş­çi­le­ri bir­le­şin!” Öz­gür ül­ke­le­rin iş­çi­le­ri 1 Ma­yıs’ı böy­le kut­lu­yor­lar. Du­rum­la­rı­nın bi­lin­ci­ne var­ma­ya baş­la­dık­la­rı ve yol­daş­la­rı­nın ge­ri­ sin­de kal­mak is­te­me­dik­le­ri za­man­ dan bu ya­na, Rus iş­çi­le­ri ya­ban­cı yol­ daş­la­rı­nın ko­ro­su­na sü­rek­li ola­rak ka­tıl­dı­lar ve on­lar­la bir­lik­te, her şe­ye rağ­men, Çar­lık hü­kü­me­ti­nin vah­şi bas­kı­la­rı­na rağ­men 1 Ma­yıs’ı kut­la­dı­ lar. Rus iş­çi­le­ri son iki-üç yıl için­de kar­şı-dev­rim­ci ba­ka­nal’ler(*) ve Par­ ti­nin par­ça­lan­ma, sa­na­yi­in dep­res­ yon ve ge­niş kit­le­le­ri fel­ce uğ­ra­tan po­li­tik il­gi­siz­lik dö­ne­min­de, ay­dın­lık iş­çi bay­ra­mı­nı es­ki bi­çim­de kut­la­ma ola­na­ğı­nı yi­tir­di­ler kuş­ku­suz. Fa­kat son za­man­da ül­ke­de baş gös­te­ren can­lı­lık, ik­ti­sa­di grev­ler ve II. Du­ ma’da­ki Sos­yal-De­mok­rat tem­sil­ci­le­ rin mah­ke­me­si­nin hiç ol­maz­sa re­viz­ yo­nu­nu ka­bul et­tir­mek için iş­çi­le­rin si­ya­si pro­tes­to­la­rı, 20’den faz­la vi­la­ ye­te ya­yı­lan aç­lık so­nu­cu köy­lü­lü­ğün ge­niş kit­le­le­rin­de olu­şan hoş­nut­suz­ luk, yüz­bin­ler­ce ti­ca­ri kal­fa­nın Rus baş ge­ri­ci­le­ri­nin “ye­ni­len­miş” dü­zen­ le­ri­ne kar­şı pro­tes­to­la­rı –tüm bun­lar, kö­tü­rüm­leş­ti­ren uy­ku­nun geç­ti­ği­ni, ön­ce­lik­le pro­le­tar­ya ara­sın­da ol­mak üze­re ye­ri­ni bü­tün ül­ke­de si­ya­si can­ lan­ma­ya bı­rak­tı­ğı­nı gös­te­ri­yor. Bu

yıl bu gün­de Rus iş­çi­le­ri­nin ya­ban­cı yol­daş­la­rı­na eli­ni uza­ta­bil­me­si­nin ve uzat­mak zo­run­da ol­ma­sı­nın ne­de­ni bu­dur. On­lar­la bir­lik­te şu ya da bu bi­çim­de 1 Ma­yıs’ı kut­la­ma zo­run­lu­lu­ ğu­nun ne­de­ni bu­dur. Rus iş­çi­le­ri bu günde, öz­gür ül­ke­ ler­de­ki yol­daş­la­rıy­la bir­lik­te al­tın da­ na­ya say­gı duy­ma­dık­la­rı­nı ve duy­ma­ ya­cak­la­rı­nı açık­la­ma­lı­dır­lar. On­lar, bü­tün ül­ke­le­rin iş­çi­le­ri­nin ge­nel ta­lep­le­ri­ne, çar­lı­ğın yı­kıl­ma­sı ve De­mok­ra­tik Cum­hu­ri­ye­tin ku­rul­ ma­sı doğ­rul­tu­sun­da ken­di Rus ta­lep­ le­ri­ni ek­le­mek zo­run­da­dır­lar. “Hü­küm­dar­lı­ğın des­pot­la­rın­dan nef­ret edi­yo­ruz!” “Çok çi­le çek­miş hal­kın zin­cir­le­ri­ne say­gı­lı­yız!” Kan­la le­ke­len­miş Çar­lı­ğa ölüm! Soy­lu top­ rak mül­ki­ye­ti­ne son! Fab­ri­ka­lar­da, iş­let­me­ler­de, ocak­lar­da pat­ron zul­ mü­ne son! Köy­lü­ye top­rak! İş­çi­ye 8 sa­at­lik iş­gü­nü! Rus­ya’nın tüm va­tan­ daş­la­rı­na De­mok­ra­tik Cum­hu­ri­yet! Ge­nel ta­lep­ler­den baş­ka, Rus iş­çi­le­ ri­nin bu gün açık­la­mak zo­run­da ol­ duk­la­rı bu­dur. Rus li­be­ral­le­ri ken­di­le­ri­ne ve baş­ka­ la­rı­na, Rus­ya’da Çar­lı­ğın sağ­lam­laş­tı­ ğı­nı, hal­kın en önem­li ih­ti­yaç­la­rı­nı kar­şı­la­ya­bil­di­ği­ni söy­le­dik­le­rin­de, ya­ lan­cı­lık ve so­nun­cu Ni­ko­la­us’a uşak­ lık ya­pı­yor­lar. Rus li­be­ral­le­ri bü­tün ton çe­şit­le­ rin­de dev­ri­min öl­dü­ğü­nü ve “ye­ni­len­ miş” bir dü­zen­de ya­şa­dı­ğı­mı­zı söy­le­ dik­le­rin­de, do­lan­dı­rı­cı­lık ve iki­yüz­lü­ lük ya­pı­yor­lar. Et­ra­fa bir ba­kın: Bun­ca çi­le çe­ken Rus­ya, “ye­ni­len­miş”, “mut­lu” bir ül­ ke­ye ben­zi­yor mu aca­ba? De­mok­ra­tik bir ana­ya­sa ye­ri­ne – da­ ra­ğa­cı ve bar­bar is­tib­dat re­ji­mi! Bü­tün halk ta­ra­fın­dan ta­şı­nan bir par­la­men­to ye­ri­ne –ka­ra top­rak sa­ hip­le­ri­nin ka­ra Du­ma’sı! “Bur­ju­va öz­gür­lü­ğü­nün sar­sıl­maz te­mel­le­ri” ye­ri­ne, da­ha 17 Ekim Ma­ ni­fes­to­su’nda va­ade­dil­miş olan söz, top­lan­tı, ba­sın, ör­güt­len­me ve grev öz­gür­lü­ğü ye­ri­ne – “key­fi­li­ğin” ve “ya­sak­lar”ın ölü eli; ya­sak ga­ze­te­ler, sür­gün edi­len re­dak­tör­ler, da­ğı­tı­lan sen­di­ka­lar, dar­ma­da­ğın edi­len top­ lan­tı­lar! Ki­şi­nin do­ku­nul­maz­lı­ğı ye­ri­ne –ha­pis­ha­ne­ler­de iş­ken­ce­ler, va­tan­ daş­la­rın ala­ya alın­ma­sı, Le­na al­tın ocak­ların­da grev­ciler­le kan­lı hesap­ laş­malar! Köy­lülerin sıkın­tılarının tat­min edil­mesi yerine –köy­lü kit­lelerinin top­rak­sız­laş­tırıl­ması siyasetinin sür­ dürül­mesi! Düzen­li dev­let ekonomisi yerine –idari kısım­lar­da, demir­yolu iş­let­ melerin­de, or­man iş­let­mesin­de, Bah­ riye Vek aletin­de dolan­dırıcılık! Hükümet mekaniz­masın­da, düzen

ve disip­lin yerine –mah­kemeler­de sah­tek ar­lık, polis­te şan­taj ve rüş­vet, Ok­rana’da cinayet ve provokas­yon! Rus­ya’nın en­ter­nas­yonal büyük­ lüğü yerine –Yakın- ve Uzak-Doğu meselelerin­de Rus “siyasetinin” acık­lı fiyas­kosu, kanayan İran meselesin­de yıkıcı ve cel­l at rolü! Nüfusun rahat ve mut­lu yaşamı yerine –kent­ler­de in­tihar­lar, köy­ler­de 30 mil­yon köy­lünün kor­kunç aç­lığı! Ah­l akın sağ­lığa kavuş­turul­ması ve arın­dırıl­ması yerine –manas­tır­lar­da, res­mi moralin bu kalelerin­de görül­ memiş fuhuş! Ve man­zaranın tamam­lan­ması için –Lena al­tın ocak­ların­da yüz­ler­ce emek­çinin vah­şice kur­şun­lan­ması!… Kazanılan öz­gür­lük­lerin yıkıcıları, darağacı ve kur­şun taraf­tar­ları, “key­filiğin” ve “yasak­lar”ın yazar­ ları, hır­sız yöneticiler, hır­sız mühen­ dis­ler, yağ­macı polis­ler, katil Ok­rana memur­ları, fuhuş yapan Ras­putin’ler –iş­te size Rus­ya’nın “yenileyicileri”! Ve dün­yada h al a, Rus­ya’da her şeyin mükem­mel ol­duğunu, dev­rimin öl­düğünü id­dia et­meye cüret eden in­ san­lar var! Hayır, yol­daş­lar, nerede mil­yon­ lar­ca köy­lü aç­lık çekiyor ve iş­çiler bir grev nedeniy­le kur­şun­lanıyor­sa, orada dev­rim, in­san­lığın utan­cı Rus Çar­lığı dün­ya yüzün­den kay­bolasıya değin yaşayacak­tır. Ve bugün, 1 Mayıs günü biz şu ya da bu biçim­de, miting­ler­de, kit­le top­lan­ tıların­da veya giz­li top­lan­tılar­da –en el­veriş­lisi han­gisi ise– Çar­lık monar­ şisinin tamamen yıkıl­ması için savaşacağımıza and iç­tiğimizi, Rus­ya’nın kur­tarıcısı gelen Rus dev­rimini selam­ ladığımızı açık­lamalıyız! O hal­de gelin, yaban­cı ül­keler­deki yol­daş­larımıza elimizi uzatalım ve on­lar­la bir­lik­te hay­kıralım: Kah­rol­sun kapitalizm! Yaşasın sos­yalizm! Rus dev­riminin bay­rağını yük­sel­ telim ve üzerine yazalım: Kah­rol­sun Çar­lık monar­şisi! Ya ş a s ı n Demok­ r at i k Cu m­ huriyet! Yoldaşlar! Bugün 1 Mayıs’ı kutluyoruz! Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın uluslararası SosyalDemokrasi! Yaşasın Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi! RSDİP Merkez Komitesi Nisan 1912’de özel bildiri olarak yayınlanmıştır. Rusça elyazmasına göre.

1 MAYIS ŞARKISI 1. 1935 1 Mayısı’nda, New York’ta, zenci Bill Wood işçilerin yürüyüş kolunda, 64 yaşında ve hasta olmasına rağmen, yardımcı oldu bir pankartın olmasına rağmen, yardımcı oldu bir pankartın taşınmasına: Pankartta “Sovyet Çin’ini Savunun” yazıyordu. Yürüyüş kolu rüzgara karşı yürüdüğünden, iki kişi daha yürüyor pankart taşıyıcılarının yanında ve pankart iplerini tutuyorlardı ki üzerinde yazan okunabilsin. Soldaki Bill Wood idi. 2. O gün New York’ta, beyaz, siyah ve sarı yürüdü 90.000 işçi, ve pankartları üzerinde, örgütlerinin isimlerini ve afişlerinde ücret, daha iyi okul ve taleplerini savaşa ve faşizme karşı taşıdılar lanetlerini. Onlarla birlikte, onların arasında zenci Bill Wood da vardı: “Sovyet Çin’ini Savunun” talebi ile. 3 Neden yürüyordu o? 4. Sovyet Çin’inde bir oğlu mu var acaba? Yoksa bir bekleyen mi var onu orada? Orda iş mi bulacak acaba? İşsiz şimdi o. Sovyet Çin’ini görmüş mü ki o? Ordaki dağları ve nehirleri mi sever yoksa? Ya da orda yaşayanlar onun ırkından mı? (Bertolt Brecht, Şiirler 2, Toplu Eserler 9, sayfa 563-564, Almanca)

… Düşmanlarımız diyor ki Düşmanlarımız diyor ki: Mücadele bitti. Biz diyoruz ki fakat: O yeni başladı. Düşmanlarımız diyor ki: Yok edildi doğru. Biz diyoruz ki fakat: Biz biliyoruz hala onu. Düşmanlarımız diyor ki: Bilinse bile hala doğru, yayılamaz artık o. Biz fakat yayıyoruz onu. Meydan savaşının arifesidir bu. Kadrolarımızın çelikleştirilmesidir bu. Savaş planının eğitimidir bu. Düşmanlarımızın düşeceği günün bir öncesidir bu.

(*) Bakanal: Eski Yunan’da şarap tanrısı Dionysos’a adanan şölenler; sefih içki alemi. Burada karşı-devrimin şarap yerine kan içmesi anlamında kullanılıyor. –ÇN. (Stalin, Eserler, Cilt 2, sayfa 192-196, İnter Yayınları)

Bertolt Brecht


D

Devrimcileri anmak…

evrimcileri anmak sadece Türkiye devrimci hareketinin geleneğinden değil. Tüm dünyada aynı dava uğruna mücadele edenlerin, bu mücadelede yitirdikleri yoldaşlarını anmaları, onları mücadelelerinde yaşatmaları normal olması gereken işlerdendir. Devrimcileri anmak, onları sahiplenmek aynı dava uğruna mücadele edenlerin birbirlerine sahip çıkmasıdır da bir anlamda. Sorunun özü bu sahiplenmenin gerçekte devrimcilerin mirasını devrimci mücadelede yaşatmaya uygun olup olmadığı, devrimci mirastan öğrenilip öğrenilemediği ve içinde bulunulan koşullara uygun yaşama geçirilip geçirilmediğidir. Türkiye devrimci hareketinde içinde bulunduğumuz koşullarda, şu ya da bu devrimcinin karşıdevrim güçlerince katledilmesi karşısında ortak eylemler, toplantılar yapılması “siper yoldaşlığı” olarak da övülmektedir ve böylesi siper yoldaşlığının neden daha tutarlı ve sürekli olmadığından da yakınılmaktadır. Devrimciler arası siper yoldaşlığının övülmesi ve vurgulanması gerekir ve bunun sürekli kılınması da devrimcilerin görevidir. Aslında devrimcilerin siper yoldaşlığı, normal olması gereken şeydir. Şu ya da bu saldırı sonrasında birlikte ortak protesto eylemi yapmanın övülmesi ya da öne çıkarılması esas olarak devrimciler arasında bu normal olması gerekenin ne yazık ki sürekli bir tavır olmamasından kaynaklanmaktadır. Sorun siper yoldaşlığının ne olduğunun gerçekte kavranmamasıdır. Sorun devrimcilerin düşmana karşı birlik olup ortak mücadele verirken, devrim için mücadelede doğrunun kavgasını kendi aralarında yoldaşça ve açık ideolojik mücadele verebilme yeteneğine sahip olmamalarındandır. Eleştirilerin devrim için mücadeleye katkı olarak değil, “örgüte” ya da “gruba” saldırı olarak kabul edilmesindendir. Düşünce farklılıklarına rağmen, devrim için mücadelede aynı cephede yer alındığının ve “bizim cephede” olanların “bize” ait olduğunun bilinciyle onları sahiplenmenin devrimciliğin bir gereği olduğunun kavranmamasındadır sorun. Daha da önemlisi devrimin, devrimci mücadelenin sadece şu ya da bu devrimci ya da komünist örgütün işi olmadığı; devrimin, devrimci mücadelenin çok yönlü olduğu, bu mücadelede elde edilecek her kazanımın devrim mücadelesini ilerleteceğinin, sonuçta da devrimin kitlelerin eseri olacağının kavranmaması ve buna uygun davranılmamasıdır.

Bir nefeste peşpeşe dizdiğimiz devrimci hareketin bu zaaflarını sıralamak kolay, bunların devrimcilere kavratılması zor. Kimileri bunları lafta savunur arasıra, ama pratikleri yine de buna uygun değil. Tüm devrimci örgüt veya gruplar kendi mücadele tarihlerinde belirleyici rol oynayan devrimci önderleri ve devrimcileri her sene yeniden anmaktadır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi özellikle THKP-C, THKO ve TKP/ML kökenlerine göre bu anmaları gerçekleştirmektedirler. 30 Mart, Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de katledilmeleri (Kızıldere’de THKO’dan da devrimciler vardı); 6 Mayıs, Deniz, Yusuf, Hüseyinlerin ve 18 Mayıs da İbo’nun katledilmesinin yıldönümleri olarak devrimcilerin belleklerindedir. Daha da gerilere gidilirse Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmeleri ve onların anılmaları da Türkiye devrimci ve komünist hareketinin belleğinde yerini alan olaylardandır.

“tek devrimci”, “özdevrimci benim” falan iddiasıyla diğer devrimci örgütgrubu esas rakipmiş gibi algılaması ve buna uygun da davranmasıdır. Bunun da doğal bir sonucu, devrimciler arası şiddete başvurma ve hatta devrimcileri öldürme olayları olmaktadır. Oysa sahip çıktıklarını iddia ettikleri devrimci önderler, örneğin Mahirler, Denizler, İbolar devrimci dayanışmanın örneklerini miras bırakmışlardır bize. Tabii ki bu mirası gerçekte sahiplenenlere… Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de kat ledi lirken, on la r Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin idamlarını engellemek için, yani kendi örgütlerinden olmasa da devrimcilere sahip çıkmak, onları kurtarmak için eylem gerçekleştirmişlerdir. İbrahim devrimcilere sahip çıkmasından ötürü kendi örgütünden olmasa da Sinan Cemgil ve arkadaşlarını ispiyon eden ve çoğunun katledilmesinde önemli rol oynayan Muhtar Mustafa Mordeniz’i

Devrim mücadelesinde yitirdiğimiz binlerce devrimcinin de anıldığı, ama pek öne çıkmadığı anma günlerinin sayısı da bitmez… Biz de devrimcileri, komünistleri anıyor onları sahipleniyoruz. Onların sömürü sistemine karşı mücadelelerinin bizim de mücadelemiz olduğunun bilincindeyiz. Buna uygun davranmaya çalışıyoruz. Devrimcileri mücadelemizde yaşatıyoruz. Mahirleri, Denizleri, İboları anarken onların devrimciler arası dayanışmasından, birbirlerine sahip çıkıp aynı cephenin insanları olarak karşıdevrime karşı mücadele örnekleri vermelerinden öğrenilmesi gerektiğinin de altını çizmek gerekiyor. Türkiye devrimci hareketinin günümüzdeki temel özelliklerinden biri tekkecilik olarak da adlandırdığımız dar grupçu, sekter yaklaşımdır. Bunun da en belirgin özelliklerinden biri, şu ya da bu devrimci örgüt eğer diğer devrimci gruba eleştiri yöneltmişse, eleştiri yöneltilen örgüt-grup sözkonusu eleştirinin doğru olup olmadığına değil, eleştiriyi getiren örgüte karşı tavır almaya; onu nasıl “halledeceğine” kafa yormasıdır. Devirmesi gereken devlet ve kolluk güçlerini unutup, devrimcilere karşı

cezalandırmıştır… O bunu yaparken yoldaşlarına şunları da anlatmıştır: “Faşistler şimdiye kadar ülkemizde 100’e yakın devrimciyi yok etti. Bunların büyük çoğunluğu canlarını, kahramanca çarpışarak, halkın kurtuluş davasına bağışladılar. Halkımızın zulme karşı yükselen hıncı, evlatlarının dökülen kanlarıyla daha da arttı. Bizler yaşadığımız sürece yoldaşlarımızın ve bütün yurtseverlerin faşizme karşı verdiği cesur ve kararlı mücadeleyi yürütmekle görevliyiz.” (Nihat Behram, İbrahim Kaypakkaya Hayatı ve Mücadelesi, sayfa 34) İbo devrimcileri sahiplenmeyi şu şiirinde de ortaya koymaktadır: “ÖLEN YOLDAŞLAR İÇİN Siz ki canınızı verdiniz halkımız için/ Siz ki herşeyinizi verdiniz bu kavga uğruna/ Göğsümüzde onurla dalgalanan Kavganın bayrağına siz ki al rengini verdiniz/ Ey, ölümsüz halkımız için toprağa düşenlerimiz/ Ey, yüce oğulları halkımızın/ Gururla ve sabırla dinlenin şimdi/ Kavganızı sürdürüyor yoldaşlarınız…” (agk, sayfa 33) İbo çok açık bir şekilde devrimcileri yoldaşları olarak gördüğünü, onlara sahip çıktığını, kendisini de onların

kavgasının sürdürücüsü olarak gördüğünü ifade etmektedir. Evet, kısaca uzandığımız 1970’li yılların başında devrimciler, komünistler arasındaki dayanışmadan öğrenmek ve buna uygun davranmak bugünkü devrimcilerin, komünistlerin görevidir. Devrimciler arasındaki ilişkiyi doğru kavramayan ve devrimcilere kendi örgüt veya grubunda olmasa da sahip çıkmasını öğrenmeyen, buna uygun davranmayanların, Mahirleri, Denizleri, İboları anmaları boşunadır. Devrimcileri, komünistleri anmak, onların mücadelelerinden öğrenmektir. Onların doğrularını sahiplenip ilerletmek, yanlışlarını aşmaktır onları anmak. Herşeyden önce de devrimci kalabilmektir bir ömür boyu… Mücadeleyi bayrak edinip insanca yaşanır bir dünya için mücadelede gerektiğinde ölebilmektir, ölümü yüceltmeden. Devrimciliği “şehit olmakla” ölçmek, “şehitliği” ise ulaşılabilecek en yüksek mertebe olarak görüp savunmakla da devrimciler doğru temelde sahiplenilemez, anılamaz. Mahirler, Denizler, İbolar ölmek için mücadele etmedi. “Şehit” olmak içinse hiç değil. Onlar devrim için mücadelede gerektiğinde ölünebilineceğini, düşmanın devrimcileri teslim alamayacağını son nefeslerini verene dek “Yaşasın devrim!” şiarlarını haykırarak da pratikleriyle göstermişlerdir. 30 Mart, 6 Mayıs, 18 Mayıs… ve daha nice devrimcinin anıldığı günler, tarihler… Geçmişi anlatmak, onları anmak, gerçeklere çıplak gözle bakmak, bakabilmek ve tüm devrimcilerin mirasından bugün ve yarın için öğrenmek. Devrimci dayanışmayı ilmek ilmek örmek… Devrimcilerin tüm bunları başarması gerekiyor. Aksi halde devrimci mücadeleyi ilerletmek, kazanımları elde tutmak ve devrimi gerçekleştirmek bir hayal olarak kalacaktır. Bunun için de devrimcileri, komünistleri anarken yapılması gereken ilk şey, ya da atılması gereken ilk adım; tüm devrimcilerin, devrimciler arasında şiddeti ilkesel olarak reddettiklerini ilan etmeleri ve ortak tavır takınmalarıdır. Gelin, yitirdiğimiz devrimcilerin devrimciler arası dayanışma mirasını, devrimcilere layık biçimde sahiplenelim. Gelin, sekter tavırlardan, tekkeci yaklaşımlardan, eleştirileri saldırı olarak görme yaklaşımlarından köklü biçimde kopalım! Mahirleri, Denizleri, İboları… ve daha nice “isimsiz” devrim neferini, mücadeleyi güçlendirerek analım. Biz onları devrimci, komünist duygularımızla anıyor, bir kez daha mücadelelerinin mücadelemiz olduğunu ilan ediyoruz. 19 Nisan 2006 

21


B

22

RÜZGAR EKEN FIRTINA BİÇİYOR

ugün medyada gençlik sorunları ve şiddet üzerine yazılar yayınlanıyor. Medya “Ne oluyor bu gençliğe?” sorularına yanıt arıyor. Medya, neden bu soruna şimdi değinme gereğini hissediyor? Sorunun nedeni artık ilköğretim okullarına kadar kaymış olan “şiddet”tir. Liseli öğrenciler, meslek okulları öğrencileri, ilköğretim okulları öğrencileri kavga ediyorlar. Öğrenci grupları çeteleşiyor, bıçaklı kavgalar çıkıyor, yaralananlar oluyor ve hatta ölümler meydana geliyor. Bundan dolayı bu sorun yazılı ve görsel medyanın gündemine geliyor. Şiddet patlaması yaşıyor gibiyiz. Bu ülkede şiddet kültürü yeni ortaya çıkmıyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, medyanın dikkatini yeni çekiyor. Çabuk unutuyoruz. Biraz geriye gidelim. Cumhuriyet tarihini anlatmaya gerek yok. Resmi ideolojiyi savunmayanlar, muhalif olanlar susturuldu. Kimileri hapishanelerde çürütüldü, kimileri işkencelerde katledildi, kimileri yargısız infazlarla öldürüldü. Bu ülkede 12 Eylül askeri faşist darbesi, toplumun üzerinden buldozer gibi geçti. 650 bin kişi gözaltına alındı. İşkence tezgahları fazla mesai yaptı. 12 Eylül 1980’den beri, toplumun geniş kesimlerine şiddet uygulandı. 1980–1990 arasında bir milyondan fazla insan politik nedenlerle gözaltına alındı. Politik olarak gözaltına alınan insanların tamamına gözaltında ya da hapishanelerde şiddet uygulandı. Yani sadece 10 yılda bir milyon insana işkence yapıldı. 1984’te PKK hareketi başladı. Üç milyon insan zorunlu olarak göç ettirildi. Dört bin köy boşaltıldı ve yakıldı. Binlerce faili meçhul (esasta belli) cinayet işlendi. Son 25 yılda 5–6 milyon insan bu ülkede doğrudan devlet tarafından şiddete maruz kaldı. Şiddete uğrayan kitlenin yakınlarını da bu sayıya kattığımızda ortaya çok daha büyük bir rakam çıkıyor. Şiddeti uygulayanlara karşı, toplumda büyük bir nefret gelişiyor. Şiddeti uygulayanlardan hesap sorulmuyor. Tam tersine şiddeti uygulayanlar terfi ettiriliyor. Şiddet kültürü bu sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Önce şiddet evde başlıyor. İstisnalar genel kuralı bozmuyor. Çocuklara, anne ve babaları tarafından şiddet uygulanıyor. Kadın erkeğin şiddetine maruz kalıyor. Kadına uygulanan şiddet sadece evde değil, artık caddede, sokakta aleni olarak yapılıyor. Evde şiddet gören çocuk okula başlıyor ve okulda da öğretmenin şiddetine maruz kalıyor. Gel zaman, git zaman askerlik vakti geliyor. Askerlikte de komutan şiddet

uyguluyor. Hak arama mücadelesi için sokağa çıkıldığında, kolluk kuvvetleri şiddet uyguluyor. Gözaltı merkezlerini belirtmeye gerek yok. Yani sistem, şiddeti bir amaç olarak benimsemiştir. Bu ülke de eğitim sisteminin kendisi de şiddet içermektedir. Tarih, yurttaşlık kitaplarında militarist, ırkçı, erkek egemenliği öğretilmektedir. Bu söylemde, Türkler hep iyi, Türk olmayanlar ise kötü ve düşmandır. Evde, okulda, askerdeki şiddet Türkiye’deki en önemli, üç şiddet modelidir. Anne, baba, öğretmen ya da subay şiddeti kullanabilme meşruiyetini kendilerinde görmektedir. Şiddet kültürü ile büyüyenler, zamanı geldiğinde şiddet aracına başvuracakları açıktır. Şiddet bu sistemde bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaşmıştır. Televizyonlarda gösterilen film, dizi vb. filmler, gençler ve çocuklarda yaygınlaşan şiddet ile doğrudan bağıntılıdır. Dizilerde gösterilen yaşamı, gençler kendilerine örnek almaktadır. Kurtlar Vadisi’ndeki Polat

A

Alemdar’a gençlik özenmekte ve onun taklidini yapmaktadır. Liselerde öğrenciler artık bıçak vb. aletler taşımaya başlamıştır. Kız öğrenciler arasında bile bıçaklı kavgalar oluyor, hatta bir kız öğrenci kavga ettiği öteki kızlara tabanca ile ateş ediyor. Bu ülkede mantar gibi internet cafeler türemiştir. İnternet cafelerde, savaş oyunları ve şiddet içerikli oyunlar oynanmaktadır. Gençlik kimlik arayışlarına girdiği anda, toplumun nelere değer verdiğine bakmaktadır. Bu ülkede sahtecilik, gasp, hırsızlık, yolsuzluk olayları artarak devam ediyor. Artık devlet ve mafya iç içe geçmiş durumdadır. Çünkü bu ülke hukuksuzluk, mafya gibi yöntemlerle zenginleşme ve güç sahibi olma konusunda büyük imkanlar tanıyor. Her gün basın yapılan “çete” operasyonlarına yer veriyor. Buzdağının görünen kısmında, mafya örgütlenmesi içerisinde, devlet görevlileri, askerler, bürokratlar, polisler vb. vb. yer alıyor. Bu ise, sistemin çürüdüğünü ve pislik

Sol içi sorunların çözüm yöntemi şiddet olmamalıdır!

dına insan denilen canlı türünün, tarihin belirli bir evresine kadar mücadelesinin merkezinde doğa vardı. Bu mücadelede insan türü kat ettiği yolla, doğanın öznesi haline gelmiştir. Fakat belli bir tarihsel süreçten sonra insanın yaşam alanına doğa ile mücadelesinin yanı sıra bu türün ekonomik, kültürel, ideolojik ve siyasi olarak ayrışmasından doğru bir de sınıf mücadelesi misafir olmuştur. Bu mücadelenin tarafları olan ezen ve ezilen veya başka bir deyişle sömüren ve sömürülen sınıflar olaylara ve olgulara kendi sınıfsal pencerelerinden yaklaşırlar ve müdahale ederler. Bu yaklaşım ve müdahale tarzı özsel anlamda ayrıdır, farklı renk ve tondadır. Çünkü beslendikleri toprak aynı ve bir değildir. Her ne kadar bilimsel bir gerçeklik olsa da bu durum, sınıfların birbirinden etkilenmediği anlamını ifade etmez. Günlük yaşantımıza baktığımızda gerek düşünsel kimliğimizde gerekse de yaşamsal pratiğimizde sınıf düşmanlarımıza ait ideolojik ve kültürel yansımalar bolca görülebilir. Bu yansımalar son süreçte yerelimizde, yani Adana’da sol içi şiddet dediğimiz olumsuz olayla kendisini hissettirmekte. Bugüne kadar devrim

ve demokrasi mücadelesi ülkemiz egemenlerince kanla, gözyaşıyla, işkenceyle kısacası insani değerlere yabancılaşmış tüm baskı ve zor siyasetiyle boğulmaya çalışılmış ve hala da çalışılmaktadır. Bu tarihsel tecrübe göstermiştir ki baskı ve zor insanların düşünce dünyasını ve bu dünyanın rehberliğinde şekillenen pratik duruşunu ortadan kaldırmıyor. Kendinden farklı renklere tahammül edemeyip fiziksel şiddete baş vurma siyaseti burjuvazinin siyasetidir. Burjuvazinin bu siyaseti maalesef devrim ve demokrasi mücadelesinde saf tutan kesimleri de etkisi altına almaktadır. Bunun en son örneğine 5 Mart’ta ESP’li arkadaşların kendilerinden ayrılan bir gruba karşı gündemleştirdikleri fiziksel şiddet pratikleriyle tanık olduk. Kanımızca bu olayın meşru hiç bir gerekçesi yoktur. Bir örgütün demokrasi anlayışını kendisinden ayrılanlara karşı izlediği siyasetten çok rahat görebiliriz. Devrimci şiddet ancak ve ancak karşı-devrimcilere karşı uygulanan bir politikadır. Aksi anlayış kökten yanlıştır. Sol siyasetler birbirlerine karşı siyasi mücadele yürütmezler, ideolojik mücadele yürütürler. Bu konuda bilinçler net ve açık olmalı bu iki mücadele birbirine karıştırıl-

üretmeye başladığını gösteriyor. Hakim sınıf lar ektiğini biçiyor. Televizyon aracılığı ile topluma ne dayatılıyor? Ünlülerin yaşamı, küçük bir azınlığın nasıl lüks içerisinde yaşadığı, vb. Toplum gerçek sanatçıları tanımıyor. Sanatçı olarak sahnede şov yapanları tanıyor! Paparazzi programlarında gösterilen şahısları tanıyor! Gençlere olanlar, toplumda olup bitenlerdir. Gençlerin şiddete özenmesiyle, toplumun genel durumu arasında bir fark yoktur. Bugün sustalı bıçak kullananlar, zamanı gelince parayı da, yetkiyi de aynı biçimde kullanacaklardır. Sonuçta ekilen biçilmektedir. Sonuç olarak, gelecek hakkında umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Ülkenin içinde bulunduğu durum, sistemden bağımsız olarak ele alınamaz. Böyle devam etmeyecektir. Gün gelecek devran dönecektir. Görev, sisteme karşı mücadeleyi yükseltmek ve örgütlenmektir. Nisan 2006 

mamalıdır. Sol içi şiddet çözümü değil, var olan sorunları büyüterek yeni sorunlar doğurur. Bugüne kadar bu sorunlarla çok uğraşıldı. Halka ve devrime zarardan ve düşmana faydadan başka bir işe de yaramadı. Yeryüzü coğrafyasında en ileriyi temsil eden komünistler ve devrimciler tarihin çöplüğünde yeri hazır olan gerici dünyanın ideolojisine ve kültürüne ihtiyaç duymazlar. Çünkü ideolojik ve kültürel olarak onlardan daha sağlamdırlar. Bizler dostları olarak ESP’nin bu duygu ve düşüncelerimizi ciddiye almalarını istiyoruz. Kelimenin açık anlamıyla bugüne kadar yapmadıklarını yapmalarını istiyoruz. Yukarıda aktarılmaya çalışılan anlayışı savunan bizler: 1)ESP’nin uygulamış olduğu fiziksel şiddeti derhal durdurmasını ve bulunduğu haksız konumdan ötürü de kamuoyuna dönük samimi bir çerçevede özeleştiri vermesini; 2)Kendini devrimci demokrat ve emekten yana olarak nitelendiren kişi, kurum ve kuruluşların bu olaya tepkisiz kalmamalarını istiyoruz. İ m z a s ı bu lu n a n k u r u m l a r : Alınteri, BDSP, Ç.H.K.M, Devrimci Demokrasi, Devrimci Hareket, DTP, İşçi Mücadelesi, SDP, TÖP, YDİÇağrı (Devrimci Hareket, DTP, SDP, ESP ile protokol alış-verişine devam edeceklerini belirttiler.) 


23


24


Başbakanın not defterinden...

A

skerlerin söylediği her söz dikkate alınacak; artık her gün düzenli olarak askere övgü düzülecek, karşılarında göz büzülecek. Biraz da böyle götürelim bakalım ne olacak? isan 2007’ye daha bir yıl var… Bu kadar süre dayanılması için önce partinin sağlam durması gerekiyor. Bunu sağlamanın yolu Kızılcahamam’da gelecek yıl Nisan’a kadar sürecek bir kamp. Yalnız tek tehlikesi, bu kadar süre kampta kalarak tembelleşen milletvekillerinin Nisan 2007’de Meclis’e taşınıp oylarını isteğim yönünde kullanmalarını sağlamak zor olabilir… Onu da yaparız, allahın izniyle… u arada askerin de gıcık olduğu DTP’ye bindirilecek… Gerekirse, – ki gerekmese buraya yazmaaaaam– bu parti kapatılacak. Askerin dediği olur! u yıl 23 Nisan törenlerine katılınmayacak. Hasta olunup evde yatılacak. Medyadaki dostlarımdan bel fıtığım olduğunu, bunun Cumhurbaşkanı Sezer’de de olduğunu; dolayısıyla cumhurbaşkanı olmak için bel fıtığı olmak gerektiği ‘şartının’ –ki onu ben taşıyorum– gazetelerde yer alması sağlanacak… Nisan törenlerinde İmam Hatipli yaşlı bir “çocuk” irisinin Meclis Başkanı koltuğuna oturtulması çok mu göze battı ne? Gelecek yıl

N

İ

Büyüklük sınır tanımaz!

şte bu! Tam da bu! En sonunda birileri tüm uzayın Atatürk’ü tanıdığını gerçeğini de yazdı… Meseleye son nokta konulmuştur dünyalılar! Neden mi bahsediyoruz? Yukarıdaki kupüre bakın… Bu kupür Milliyet gazetesinin okurlarına, özel olarak da çocuk okurlarına ücretsiz armağan ettiği masal kitapçıklarından birisinin iki sayfası… Kitabın ismi “Uzaylı Rola Türkiye’yi geziyor” Yazan Melek Güngör isminde birisi… Masalın konusu isminden de anlaşılacağı üzere, uzaylı Rola’nın, – kendisi Kristal Yıldız dolaylarında bir yerlerde yaşıyormuş– Türkiye seyahati. Karadeniz bölgesinde bir yerlere inen Rola bir inek çobanı ile tanışır. Çobandan Türkiye’yi gezdirmesini ister. Bir şemsiyeyle uçarak Ağrı Dağı’nı, Nemrut’u, Van Gölü’nü gezdikten sonra Ankara’ya uzanırlar. Orada bilgisiz ve cahil, uzayın yüzkarası Rola Anıtkabir’in kime ait olduğunu sorar. Çoban çocuk da Atatürk’ün yattığı yer olduğunu söyler. Anıtkabir’i tanımayan cahil Rola, Atatürk’ü tanımaktadır, tüm uzaylılar gibi. Kupürde de okuyacağınız üzere;

“Tüm uzay Atatürk’ü tanır. Çünkü o çok büyük bir adam” der. Masal bu… Şemsiye ile uçmak gibi kimi abartılara takılıp kalmamak lazım, her masalda bu tür abartılar vardır. Ama masallarda “gerçekler” de anlatılır. Örneğin bu masalda “Atatürk’ü bütün uzayın tanıdığı” gerçeğinin anlatılması gibi… Evet, Atatürk’ü Kristal Yıldız yıldızının da içinde olduğu tüm uzay tanımaktadır. “Bu basit gerçeğin bir masal kitabında vurgulanmasına gerek var mıydı acaba?” diye sorabilirsiniz. Canım herkesin bildiği basit bir şeyin bir masal kitabında yer almasında bu kadar garipsenecek ne var? Abartmayın, böyle sorularla adamın ayranını kabartmayın! Tüm uzaylıların Atatürk’ü tanımaları onun büyüklüğünü kanıtlamaya yeter. Ancak rehavete kapılmamak gerekir. Onu tanıyan tüm uzaylılara onun yattığı yeri, yani Anıtkabir’i de tanıtmak gerekir. Gerekirse bu yıl bütçede “Anıtkabir’i Uzaya Tanıtım Fonu” ayrılmalı, bu alanda çalışmalar hızlandırılmalıdır. Vatan da, uzaylı da bizden bunu da bekliyor!

Haber mi şimdi bu?

Bangladeş Başbakanı Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a Kemal Paşa kitabı hediye etmiş… Eee, haber mi şimdi bu? Tüm uzaylıların Atatürk’ü tanıması karşısında Bangladeş gibi muhitimizden bir ülkenin başbakanının Atatürk’le ilgili bu “jesti”nin kıymeti harbiyesi ne? Haydi “Kristal Yıldız”, Lepus, Scutum gibi yıldızlardan birisinin yöneticisinden böyle bir jest gelseydi bir anlamı olurdu… Geçin bunları geçin… Uzay çağındayız artık… Her alanda!

B B

23

bir başka İmam Hatiplinin başka bir yerlere oturmasının ne kadar göze batacağı hakkında Emine’anımın görüşü alınacak. ener’in Galatayı dağıttığı maçta sevinirken belim yine azmaya başladı. “Yahu önümüzdeki günlerde Avrupa’da maça çıkacaktım, şimdi maç seyredemeyen yarın nasıl maç oynar?” diye düşünülmeyecek. Kasımpaşalılık hatırlanacak… Askere bir selam çaaak! atandaşın birisine “Lan!” demem iyi oldu. Bu halkın küfüre de, küfürü öğrenmeye de ihtiyacı var. Kalkınma her alanda olmalı… Kasımpaşalı olarak kalkınmanın öncüsü olmalıyız. Bu yüzden benden daha fazla yararlanılması gerekir. En büyük asker bizim asker! vet, benden daha fazla yararlanılması gerekir. Örneğin ben örneğin daha uzun yıllar Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak hizmet edebilirim. ABD’yi buna ikna etmek gerekir. Danışmanımın yaptığı bu. Bir tarafa atılmamam gerektiği, eğer atılacaksam Cumhurbaşkanlığı koltuğu gibi bir yere atılmamın iyi olacağı bilinmeli… Ordumuz cicidir! ünlük yazmak iyi de Cumhurbaşkanı olmaya pek bir faydası yok… Kalemi bırakalım, işimizi yapalım… Unutma; asker övülecek…

F

V E

G

SÖZ MECLİSTEN DIŞARI “Bu adam dürüst bir adamdır. Kendi inançları var. Kolay anlaşılır. Lütfen gayret gösterin. ‘Sömürün’ kötü bir kelime. Kullanın onu.” (Çevresine bakındı ve birisi – ‘Take advantage of him’ deyince) “…yararlanın ondan, yararlanın bu adamdan. Başbakan çok güvenilir biridir.” Cüneyd Zapsu

—T.C. Başbakanının Özel Danışmanı – ABD’de siyaset çevrelerine Başbakan pazarlarken söylediği sözlerden—

karika[türlü]

— Şovenizm her alanda kışkırtılıyor…—

AYIN KUPÜRLERİ

Nihayet başımız da göğe erdi!

İşkence yapanı, çetecilik yapanı, biber gazı sıkanı, sivili, joplusu vardı; bir modellik yapanı kalmıştı; o da oldu… Hem de ‘şehit olurken bayrağı dik tutmaya çalışan polis memuru’ heykeli modeli! Türkiye burası… Ne ararsan var; “Yok”, yok!

35



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.