Çağrı - 128

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SAY

Aralık 2008/11 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X128

E I l H JM AR

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden...

Değerli okuyucu, son dönemde egemenlerin uygulamaları bir zamanlar eylemlerde çok yaygın atılan şu sloganın hala ne kadar güncel olduğunu kanıtladı: "Zam, zulüm, işkence, işte faşist TC!" En son katıldığımız 29 Kasım Ankara mitinginde bu sloganın dönüştürülmüş halini gördük: "Zam, zulüm, işkence, halk düşmanı AKP!" Sloganı bu hale dönüştüren arkadaşlar herhalde zam, zulüm, işkencenin sorumlusu olarak andaki hükümeti görmektedir. Bu arkadaşlar bunun bir sistem sorunu olduğunu, AKP'den önce de var olduğunu, AKP'den sonra da var olacağını göremiyorlar herhalde. AKP'nin gitmesiyle sorunun çözüleceği hayalini

İçindekiler yaymaktadırlar. Bu yaklaşımın devrimci bir yaklaşım olmadığı, reformist bir yaklaşım olduğu ortada. Oysa biz şunu çok iyi biliyoruz: Zamın da, zulmün de, işkencenin de sorumlusu Türkiye'de egemen olan emperyalizme bağımlı kapitalist sistemdir. İşte görev bu sistemi değiştirmektir. Bu ise şu ya da bu hükümetin değismesi sorunundan biraz daha fazlasıdır, mevcut sistemin bir devrim ile yıkılıp yerine insana yaraşır bir sistemin kurulmasıdır. Eğer devrimci olmak iddiasındaysak bunu istemek, bunun propagandasını yapmak, bunun için mücadele etmek ve örgütlenmek zorundayız. Aksi durumda o hükümet gider bu hükümet gelir, hem de milyonlarca emekçinin oylarıyla gidip gelirler ama milyonlarca ve milyonlarca emekçinin sefalet ve yoksulluk durumunda hiç bir değişiklik olmaz. Öyleyse değiştirmek için bilinçlenelim ve örgütlenelim! Bu görevin yerine getirilmesinin en önemli araçlarından birisi olan Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesini güçlendirelim, yaygınlaştıralım, işçi ve emekçilerle buluşturalım, abone sayısını artıralım! Öyleyse görev başına!

3 Aralık 2008, YDİ Çağrı ❦

GÜNDEM Mücadele ve örgütlenme!. . . . . . . . . . . “İşsizliğe, yoksulluğa ve zamlara karşı, emek, yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . “İşkenceye sıfır tolerans”a bak!. . . . . . . . . Çağdaş'ımızı polis katletti!. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . 3 barış ve demokrasi” mitingi . . . . . . . . . . . . . 4 . . . . . . . . . . . . . 5 . . . . . . . . . . . . . 5

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN AKP’nin Kürt sorunundaki çözümü: “Ya sev, ya terk et!” . . . . . . . . . . 6 “Eşit Yurttaşlık Hakkı” için yapılan “Büyük Alevi Yürüyüşü” . . . . . . . . 7 ‘Ekim devrimi, Ulusal Sorun ve Kafkaslar’ konulu paneller yapıldı . . . . . 8 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Metal işçisi mücadele alanlarında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Metal’de sular ısınıyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Asil Çelik işçilerinden grev uyarısı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Asil Çelik işvereni işçiye ücretsiz izin dayatıyor! . . . . . . . . . . . . EK:3 Metal işçileri İzmir’de yürüdü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 KESK İstanbul Şubeler Platformu zamları protesto etti . . . . . . . . . EK:4 Krizin yükünü, onu yaratanlar taşısın!. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 “Krizin faturasını ödemeyeceğiz!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Krize karşı DİSK basın açıklaması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 E-postalarınızla Philips işçilerine destek olun . . . . . . . . . . . . . EK:6 Uluslararası bir toplantının notları . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Petrol–İş Sendikası Bursa Şubesi 8. Genel Kurulu yapıldı . . . . . . . . EK:7 Adana Organize Sanayide patronların kuralsız dayatmaları... . . . . . . EK:8 IBM’de sendikal nedenden dolayı işçiler işten atılıyor . . . . . . . . . EK:8 PANORAMA Seçimler yapıldı, başkan: Obama - ABD - . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Devlet terörü ve çatışmalar sürüyor - Demokratik Kongo Cumhuriyeti - . 10 Şovenizmin dayanılmaz ağırlığı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 YENİ KADIN DÜNYASI 25 Kasım'da kadınlar alanlardaydı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Kadınlar taciz ve tecavüzü protesto etti . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 25 Kasım Paneli. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Çölleşme giderek artıyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 2B yeniden gündemde!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Ekim Devrimi ve Gençlik. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 128 · Aralık 2008 • ISSN 1301-692X128 • Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.org www.ydicagri.org

2


gündem

Krize, zamlara, saldırılara karşı verilecek tek yanıt:

Mücadele ve örgütlenme!

Ö

nemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Kriz olgusu emperyalist dünyayı sarsmaya devam ediyor. Reel sektöre yansıyan mali krizi fırsat bilen kapitalistler işçileri işten atmaya başladılar. Öte yandan zam furyası sürüyor. Ocak ayından bu yana sadece doğal gaza yapılan zam yüzde 82’yi, elektriğe yapılan zam yüzde 60’ı buldu. Diğer kimi önemli gelişmeleri ise şöyle sıralayabiliriz:

Ergenekon davası başladı AKP Hükümeti ve Genelkurmay, devlet içinde oluşturulan, süreç içinde açığa çıkan, teşhir olan Ergenekon örgütlenmesinin bir bölümünün yargılanması konusunda anlaşmıştı. AKP devlet içinde kendi denetiminde olan güçleri kullanarak, kendi iktidarını yıkmaya yönelen, örgütlenen, açığa çıkan çeteleri hedef almakta, tasfiye etmeye çalışmaktadır. Ne AKP’nin ne de ordunun, devlet içinde gizli örgütlenmeleri bütünüyle tasfiye etme dertleri, tavırları vardır. Tam tersine her iki kesim açısından da, devlet içinde çeşitli hedef lerle kurulan örgütlenmelerin var olması elzemdir. 40’ı tutuklu, 46’sı tutuksuz toplam 86 sanıklı, “Ergenekon terör örgütü” yargılanması, 20 Ekim tarihinde başlandı. İlk gün mahkeme salonunda kargaşa yaşandı. Tutuklu ve tutuksuz sanıklar, avukatlar, medya mensupları, sanık yakınları mahkeme salonuna doluşunca izdiham yaşandı. Mahkeme heyeti bu kargaşadan nasıl çıkacağı üzerine düşünerek, önce tutuksuz sanıkları salona almama kararını alsa da, bu kararın hukuk açısından yanlış olacağının kısa sürede anlaşılması üzerine, bu kararından vazgeçti. Sanıkları savunan, sayıları kimi sanıklar için 16’yı bulan avukatlara sınırlama getirildi. Salona en fazla 3 avukat girebilecekti. Ayrıca sadece salona 6 basın ajansı temsilcisi alınacaktı. Medya mensupları mahkeme salonu dışında, başka bir odadan yargılamayı naklen yayın üzerinden izleyecekti. Salonun büyütülmesi için de işlemlere başlandı. Bu gelişmeler ve değişiklikler ile birlikte, ilk gün yaşanılan kargaşa son buldu. Diğer yandan 2 bin 455 sayfa olan iddianamenin okunup, okunmayacağı tartışması yaşandı. Getirilen itirazlar sonucu, mahkeme heyeti iddi-

anamenin okunmasına karar verdi. İddianamenin okunması iki hafta sürdü. Gelinen aşamada sanıkların sorgusuna başlandı. Mahkeme heyeti müdahil olma taleplerini de karara bağladı. Sadece Cumhuriyet gazetesi ve Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın müdahil olma talebi kabul edildi. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, DTP Millet vek illeri Sabahat Tuncel, Akın Birdal ve Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in müdahil olma talepleri kabul görmedi. Bilindiği üzere, Ergenekon’un DTP yöneticileri hakkında suikast planları basına yansımıştı. ‘Derin devlet’ tarafından katledilen Musa Anter, Vedat Aydın, Mehmet Sincar, Savaş Buldan ve gözaltında kaybedilen Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz’in yakınlarının müdahil olma istemleri de kabul edilmedi. Ergenekon örgütlenmesinin devlet için çalıştığı dönemde, yüzlerce, binlerce cinayet işlediği, her türlü pisliği yaptığı sır değil. Mahkemenin Kürt coğrafyasında işin bu yanına bulaşmaması, yargılamanın hangi yöne doğru gideceğine işaret ediyor. Bu yargılamaya büyük umut bağlayanlar, yanılacaklardır! Dağ fare doğuracaktır!

Erdoğan ve AKP neden şahinleşti? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan son dönemde esip gürlüyor. Gittiği her yerde, özellikle de Kürt illerinde

“tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak” ırkçı nakaratını tekrarlıyor. Tekçi Başbakan, Hakkari’de “bunları istemeyenin bu ülkede yeri yok. İstediği yere çekip gitsin.” “Ye sev, ya terk et” anlamına gelen ırkçı bir tavır takındı. Tavrına getirilen eleştiriler karşısında, geri adım atmayarak söylediklerini savundu. İstanbul Kasımpaşa’da, Öcalan’a yapılan fiziki işkenceyi protesto eden bir gösteriye, iş bilir bir vatandaşın, polisin yanında pompalı tüfekle müdahalesini “vatandaş kendini savunuyor” sözleri ile savunarak, “TürkKürt çatışmasına” çanak tuttu. Tekçi Erdoğan’ın bu tavırları, 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi takındığı kimi tavırlarla, evet çelişiyor. Örneğin “Kürt sorunun varlığını kabul etmesi, bu sorunda hataların yapıldığını söylemesi, Türkiyelilik üst kimliği altında, alt kimliklere vurgu yapması, Güney Kürdistan’a yönelik bir askeri harekâta, “sorun içeride” diyerek karşı çıkması” vb. tavırları ile son dönemlerde takındığı tavırlar çelişiyor. Takınılan bu tavırlar ve başka etkenler sonucu olarak, AKP 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden Kürt illerinde birinci parti olarak çıktı. Erdoğan’ın iyi bir demagog olması, nabza göre şerbet vermesi özellikleri biliniyor. AKP’den, Erdoğan’dan özgürlük bekleyenler şimdi hüsranları oynuyor. Erdoğan’da diğerleri gibi burjuva siyasetçisidir. Sermayenin çıkarlarını, devletin, düzenin bekası koruma ve kollama onun da temel

derdidir! AKP, Erdoğan şahsında şunların da bilinmesi önemlidir: AKP’yi kapatma davasının sonuçlanmasından bu yana, AKP’de ve Erdoğan’da belirgin değişiklikler vardır. Özellikle de bu değişiklikler Kürt sorunu ve “teröre karşı mücadele” bağlamındadır. Anayasa Mahkemesi kararı AKP’ye ciddi gözdağıdır. “Ayağını denk al” uyarısıdır. Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu kabul etmiş”, uygulanacak müeyyide konusunda mahkeme üyeleri kendi aralarında anlaşamadığı için AKP kapatılamamıştır. AKP ve Erdoğan bu karar ile ciddi bir şekilde uyarıldı. Gelişmeler Erdoğan’ın mesajı aldığını gösteriyor! Anayasa Mahkemesi kararı bir yönüyle de, ideolojik Kemalist kesim içerisinde, Kemalistlerin bir bölümünün AKP’yi bütünüyle tasfiye etmenin mümkün olmadığını gördüğü anlamına geliyor. AKP’yi iyice hırpalayıp uslandırarak, çizgi içine çekerek iktidarı paylaşmayı zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Anayasa Mahkemesi kararı ile birlikte iktidar mücadelesi yürüten iki kanat arasında geçici ve zoraki bir uzlaşma sağlandı. Kapatma davası sonuçlanana kadar oldukça sert yürüyen mücadele, geçici ve zoraki uzlaşma ile yumuşadı. Taraflar şimdi gayet dikkatli hareket ediyorlar. Ortamı germemeye çalışıyorlar. Bu durum iktidar mücadelesinin bittiği anlamına gelmiyor. İktidar mücadelesi geçici mola ile durmuş gibi görünse de, sorunlar olduğu yerde durduğu için mücadele değişik araç, yol ve yöntemlerle sürecektir. Öyle ki mücadeleyi yeniden sertleştirecek olan, yeni anayasa tartışması gündeme getirilmemektedir. AB yolunda değiştirilmesi gereken bir dizi yasadan oluşan paket gündeme getirilmemektedir. Sırtı duvara dayanan, geriletilmesine rağmen hala esas iktidar sahibi Kemalist kanattır. İktidar yürüyüşünde önemli mesafe kat eden AKP, bir yerde durmak zorunda bırakıldı. AKP Hükümetinin zayıf latılması, düşürülmesi için her türlü çabanın –yargı ve ordu tarafından da- gösterildiği bir ortamda, iktidar yürüyüşünde durmazsa, sonucun ne olacağı AKP’ye gösterildi. Erdoğan’ın değişmesinin önemli bir nedeni budur. Bu değişiklik esas olarak liberalleri

3


gündem hüsrana uğrattı. AKP’den demokrasi bekleyenler, iktidar mücadelesinde AKP’yi destekleyenler, şimdi birer birer desteklerini çekiyorlar. Bu kesime günaydın demek gerekiyor! Ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı olanların hüsrana uğraması gayet doğaldır. Diğer yandan AKP ile ordu arasında, Kürt ulusal hareketine karşı yürütülecek mücadele konusunda, üzerinde anlaşılan ortak bir konsept var. “Teröre karşı mücadele” adına, yeni yol ve yöntemler devreye sokuluyor. İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurumlar arası koordinasyonu sağlamak üzere, İç Güvenlik Yüksek Kurulu’nun kurulması kararı buna işarettir. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğun Bakanlar Kurulu toplantısına katılarak, ‘teröre karşı mücadele’ hakkında brifing vermesi, Güney Kürdistan Federal Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, Erdoğan’da ki değişiklikler AKP ile ordu arasında bir konsept olduğunun işaretleridir. 85 yıllık TC tarihi boyunca, ulusal sorunda uygulanan inkar ve imha siyasetine AKP sıkı sıkıya sarılmış durumda. Erdoğan ırkçı tavırlarla, tekçi tavırlarla DTP’nin Kürt illerindeki etkinliğini güya zayıf latmak, Mart 2009 yılında yapılacak yerel seçimlerde, DTP’nin ‘kalesini’ almak istiyor. Irkçı tavırlar, sert söylemler, inkar ve imha siyaseti, Kürt coğrafyasında rüzgar ekiyor. Rüzgâr eken, fırtına biçer! Fırtınayı biçecek olan ise AKP değil, DTP olacaktır!

Kurtuluş devrimde! Ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu kapitalist düzen, işçi sınıfı önderliğinde devrimle yıkılmadığı sürece özgürlük, demokrasi gelmeyecektir. Gerçek demokrasi devrimle kazanılacaktır! Demokrasi eğemenler arasındaki iktidar mücadelesi ile yukarıdan gelmez. Egemenler arasındaki iktidar mücadelesi, sonuçta burjuvazinin çeşitli kanatlarının çıkarları için yürütülmektedir. Burjuvazinin çeşitli kanatları düzenleri tehlikeye girdiğinde, topyekûn sınıf hareketine karşı birleşirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Burjuvazinin çeşitli kanatlarının kuyruğuna takılmadan, aralarındaki dalaşta taraf tutmadan, işçilerin, emekçilerin bağımsız sınıf mücadelesini örgütlemek, yürütmek temek görevimiz olmalıdır. Kurtuluş işçilerin, emekçilerin kendi iktidarlarındadır. Kurtuluş bu düzeni yıkacak işçi sınıfı önderliğindeki devrimdedir. Kurtuluş işçilerin, emekçilerin geleceği kendi ellerine almalarındadır. Haydi, mücadeleye, örgütlenmeye! 18 Kasım 2008 ✓ 4

“İşsizliğe, yoksulluğa ve zamlara karşı, emek, barış ve demokrasi” mitingi yapıldı

D

İSK ve KESK tarafından örgütlenen, çeşitli siyasi parti, sendika ve devrimci kurumların da katıldığı “İşsizliğe, yoksulluğa ve zamlara karşı, emek, barış ve demokrasi” yürüyüş ve mitingi on binlerin katılımıyla yapıldı. Ankara Hipodrom’da toplanan on binler, Sıhhiye Meydanı’na yürüdü. Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar pankartlarıyla yürüyüşte yer aldılar. KESK üyesi Eğitim-Sen kitleselliği ile dikkat çekti. DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş yürüyüşte kitlesel olarak yer aldı. Birleşik Metal İş’in örgütlü olduğu ve direnişlerin sürdüğü Philips, Asil Çelik, Tezcan Galvaniz ve Tega işçileri kendi pankartlarıyla yürüyüşe katıldılar. Metal işçileri “Hamdolsun direniyoruz” pankartı taşıdılar. Metal işçileri bu pankart ile, Erdoğan’ın “Hamdolsun kriz bizi etkilemeyecek” tavrına gönderme yaptılar. Mitingde, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ve KESK Genel Başkanı Sami Evren birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmalarda, AKP karşıtlığı ve teşhiri, krizin faturasını emekçilerin değil, sermayenin ödemesi gerektiği öne çıktı. Sami Evren’in konuşma yaptığı sırada, arama noktasında polis saldırısı oldu. Cop kullanan, gaz bombası atan polis, 10’un üzerinde insanın yaralanmasına neden oldu. YDİ Çağrı olarak, yürüyüşte kendi pankartımız, dövizlerimiz, f lamalarımız ile kortej kurarak yer aldık. Hipodrom’da ve miting alanında

“Krizin sorumlusu biz değiliz!, Faturayı krizi yaratanlar ödesin!” başlıklı bildirimizden beş bin adet dağıttık. “Zam, zulüm, işkence; işte faşist TC!, Savaş, kriz, yıkım, kapitalizmi yıkın!, Parasız sağlık, parasız eğitim, sosyalizmde!, Umut isyanda, kurtuluş devrimde, sosyalizmde! Marks, Engels, Lenin, Stalin, yaşasın Marksizm, Leninizm!, Ya barbarlık, ya sosyalizm, ya faşizm ya devrim!, Gün gelecek, devran dönecek, sermaye halka hesap verecek!” vs. sloganlarını haykırdık. Yürüyüşe genel anlamda antiAKP’ci tavır ile reformist tavır damgasını vurdu. Ancak yine de eyleme damgasını vuran olgulardan biri hiç kuşkusuz, sermayenin özellikle son dönemdeki pervasızca işten atmalarına ve diğer saldırılarına karşı geniş emekçi kesimlerde biriken öfke ve tepkidir. Devrimci ve komünist hareketin emekçilerden kopukluğu ve genelde zayıflığı koşullarında kitlele-

rin bu haklı öfkesi maalesef düzen içi yanlış hedefler için kullanılmaya çalışılıyor. Biz YDİ Çağrı gazetesi olarak az sayıdaki gücümüzle gerçekleri işçi sınıfına ve emekçi kesimlere taşımaya çalıştık. Tertip Komitesi’nin belirlediği sıralamaya uyarak yürüyüş sıralamasında yer almamıza rağmen, güzergâhın belli bir noktasında bekleyen Halkevlerinin, geçişimiz sırasında önümüzü keserek, yürümemize engel olmaları, sorumluları ile tartışma sırasında, bir grup Halkevcinin önümüzde set oluşturmaları, sorumluluk ile bağdaşmayan yanlış tavırlar olarak değerlendiriyoruz. Bu tavır devrimci harekette varlığını sürdüren, “kafa sayım seninkinden fazla, o halde istediğimi yaparım” tavrıdır. Bu tavrın doğru görülecek, onaylanacak bir yanı yoktur. Halkevlerinin kafa sayısının fazla olması, sorumsuz tavırlar takınmasını haklı çıkarmaz! 30 Kasım 2008 ✓


gündem

K

“İşkenceye sıfır tolerans”a bak!

arakollarda, tutukevlerinde, hapishanelerde her türlü hak gaspının, hak ihlalinin, işkencenin yaşandığı, arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bütün bunların Türkiye’de her dönem –bazen artarak, bazen azalarak- yaşandığı, işkencenin sistematik olarak uygulandığı yadsınamaz bir gerçektir. AKP Hükümeti, AB uyum yasaları çerçevesinde yasal değişiklikler yaptı. Yakalama, tutuklama vb. noktalarında AB standardı kağıt üzerinde sağlanmaya çalışıldı. Gözaltında ölümler, yargısız infazlar bu dönemde oldukça azaldı. Bu dönemde Başbakan; “işkenceye sıfır tolerans” gösterecekleri tavrını takındı. Başbakan bu tavrı takındı, ama işkence sürdü. İşkenceci polisler korunmaya, aklanmaya devam edildi, ediliyor. 2007 y ılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda yapılan değişiklik sonucu, hak ihlallerinde, keyfilikte, işkencede patlama yaşanmaya başlandı. Bir dönem gözaltına azalan ölümler giderek artmaya başladı. İşkencede Engin Çeber katledildi. 17 yaşındaki Ferhat Gerçek, 7 Ekim 2007’de Bahçelievler’de Yürüyüş dergisi satarken polisin açtığı ateş sonucu felç kaldı. Ferhat Gerçek’i sakat bırakan polisler görevden alınmadığı gibi, Gerçek’e 15 yıl dört ay, polislere dokuz yıl hapis istemiyle dava açıldı. Ferhat Gerçek’i vuran polislerin tutuklanmamasını eleştiren, Temel Haklar Federasyonu üyeleri Engin Çeber ve bir grup arkadaşı, Sarıyer Derbent Mahallesi’nde basın açıklaması yapıp Yürüyüş dergisi dağıttılar. Dergiyi dağıtırken polis müdahale etti. Engin Çeber ve arkadaşları dövülerek gözaltına alındılar ve İstinye Karakolu’na götürüldüler. Engin Çeber ve arkadaşları İstinye Karakolu’nda işkence gördüler. 1 gün sonra Engin Çeber ve arkadaşları, ‘Polise mukavemet ve görevini yaptırmamak için direnme’ suçlamasıyla Sarıyer Sulh Ceza Mahkemesi’nde çıkarıldı. Engin Çeber ve üç arkadaşı tutuklandı. Engin Çeber arkadaşları ile birlikte Metris Cezaevi’ne gönderildi. Burada Metris Cezaevi’nde de işkence sürdü. Askerler ve gardiyanlar tarafından, Engin Çeber ve arkadaşları coplarla, demir çubuklarla her gün dövüldü. 7 Ekim günü Engin Çeber fenalaştığı için Şişli Etfal Hastanesi’ne kaldırıldı. 10 Ekim günü Engin Çeber gördüğü işkenceler sonucu toprağa düştü. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in Engin Çeber’in işkence sonucu öldürüldüğünü kabul etmesi, hükümet adına özür dilemesi bir ilktir. Bu ilklik, ilk olması dışında bir anlam ifade etmiyor. Üç müdür, dört jandarma, bir dok-

tor, 39 infaz koruma memuru, 13 polis olmak üzere, 60 kamu görevlisi hakkında “işkence yapmak” suçundan dolayı dava açıldı. “İşkence yapmaktan” dolayı yargılanacak olan 13 polis memurunun, İstinye Polis Merkezi’nde görevlerine devam ediyor olmaları, dilenen özürün, açılan soruşturmanın tutarlı olmadığının işaretidir. Öbür taraftan işkence karakollarda, tutukevlerinde, hapishanelerde sürüyor. Gözaltında ölümler sürüyor. Polis ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle, insanları sokak ortasında öldürmeye devam ediyor. Dolayısıyla, Hükümetin işkence konusunda takındığı tavır tutarlı değildir. Engin Çeber olayında, artık minare kılıfa sığmadığı için, işkence olayı üzerine gidildiği görüntüsü verilmektedir. İşkencecilerin yargılama süreci sonucunda, cezalandırılıp cezalandırılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Engin Çeber işkencede öldürülen ne ilk, ne de son insan olacaktır. TC tarihi boyunca işkencede yüzlerce, binlerce insan katledildi. Sadece Ocak-Kasım 2008 ayları arasında, 18 kişi polis kurşunları ile öldürüldü. Aşağıdaki döküm, yaşanılan hukuksuzluğun, vahşetin, keyfiliğin, polis terörünün vardığı boyutları gösteriyor. 26 Ocak: Hüseyin Turgut, Yalova’da park etme meselesi yüzünden tartıştığı polisin açtığı ateş sonucu öldü. 15 Şubat: Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin yıl dönümünde, Şırnak’ta düzenlenen protesto gösterisinde, 16 yaşındaki Yahya Menekşe, polis panzeri altında kalarak öldü. 5 Mart: Van-Erciş’te, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nde yapılan şölende polis tarafından dövülen 51 yaşındaki Mehmet Deniz öldü. 22 Mart: Van’daki Newroz kutlamalarında polisin açtığı ateş sonucu Zeki Erik öldü. 23 Mart: Yüksekova’daki Newroz kutlamalarına müdahale edildi. İkbal Yaşar polis kurşunu ile öldü. 1 Nisan: Van’daki Newroz kutlamaları sırasında, polis müdahalesi ile yaralanan Ramazan Dal öldü. 10 Nisan: İkbal Yaşar’ın cenaze töreninde, Fahrettin Sedat polisin açtığı ateş sonucu öldü. 16 Haziran: Ankara-Mamak’ta polisten kaçan Ercan Ceylan vurularak öldürüldü. 20 Haziran: Iğdır’da karakola götürülmek üzere polis aracına bindirilen 22 yaşındaki Vusale Süleymanova’nın araçtan düşme sonucu öldüğ ü açıklandı. 2 Temmuz: Zonguldak’ta gözaltına alınan 38 yaşındaki Metin Yüksel Gözaltında öldü. 15 Temmuz: Ankara’da polisin ‘dur’ ihtarına uymayarak kaçtığı id-

dia edilen Gürsel Varol, açılan ateş sonucu öldü. 6 Ağustos: İstanbul’un Bahçelievler semtinde bir polis, kendi kendine söylenen 23 yaşındaki Cem İnci’yi kendisine küfür ettiği gerekçesiyle vurarak öldürdü. 25 Ağustos: Sivas’ta, ‘dur’ ihtarına uymayan otomobile ateş açıldı. Sürücü Turan Özdemir öldü. 26 Ağustos: Bursa’nın Nilüfer ilçesinde polis, ‘dur’ ihtarına uymayan 24 yaşındaki Cengiz Koç’u vurarak öldürdü. 13 Ekim: İstanbul Bağcılar’da 30 yaşındaki Ahmet Laçin Bağcılar Polis Merkezi’nde dövüldü. Ahmet Laçin kaldırıldığı hastanede öldü. 20 Ekim: Ağrı Doğubeyazıt’ta protesto gösterisine polis müdahalesi sırasında Ahmet Özhan öldürüldü. 27 Ekim: Antalya’da ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle, Çağdaş Gemik polis tarafından öldürüldü. 8 Kasım: Adana’da 14 yaşındaki Ahmed Yıldırım polisin açtığı ateş sonucu yaralandı. İşkence yapan, insanları “durmadığı için” öldüren polisler, uzun süren yargılamalar sonucu ya beraat ediyorlar, ya az ceza alıyorlar, ya da davalar uzun sürdüğü için zaman aşımından dolayı kurtuluyorlar.

İşkenceci polislerin nasıl korunduğuna bir örnek vermek istiyoruz. Alparslan Yelden 2 Temmuz 1999 günü İzmir’de gözaltına alındı. Gözaltında işkence gören Yelden 14 Temmuz’da hayatını kaybetti. 10 polis hakkında “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermekten” 22,5’ar yıl hapis istemiyle dava açıldı. 17 Mayıs 2006 tarihinde 8 polis 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. 2 polis de beraat etti. İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı, hem polisler tarafından hem de Yelden ailesi tarafından temyiz edildi. Başvuruyu inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesi, “sanıkların beraat etmeleri gerekirken ceza verildiği” gerekçesiyle mahkûmiyet kararını bozdu. Bu kararda da görüldüğü üzere sistem işkenceci polisini koruyor. Sömürü üzerine kurulu bu düzen sürdüğü sürece, devlet sermayenin çıkarlarını koruduğu sürece, işkence dönemsel farklılıklar gösterse de sürecektir. Bu düzende işkenceye sıfır tolerans değil, tolerans vardır! İşkenceye, hak ihlallerine, haksızlıklara son vermenin yolu, bunları üreten kapitalist düzeni mezara gömmekten geçmektedir. 25 Kasım 2008 ✓

Çağdaş'ımızı polis katletti!

Ş

imdi okuyacağınız olay kardeşinizin, babanızın, ailenizin, çok sevdiğiniz bir insanın başına geldiğini düşünerek okuyup değerlendirin lütfen. Halamızın oğlu Çağdaş'ımız, 27 Ekim Pazartesi günü Antalya'da Yeşildere mahallesinde oturan teyzesini motosikletle ziyarete giderken, arkadaşıyla birlikte saat 15.40 sularında motosikletli yunuslar tarafından durdurulmak istenmiştir. Ancak Çağdaş ehliyeti olmadığı için ve motosikleti babasından habersiz aldığı için korkup kaçmak istemiş, bunun üzerine polis arkasından ateş ederek Çağdaş'ı katletmiştir. Polis bir metre kala ateş açmış ve Çağdaş katledilmiştir. Bir metre yakınına kadar gelen ve altında son model çok hızlı motor bulunan polis, istese Çağdaş'ı bir şekilde durdurabilirdi. Durdurmak için kafasına nişan alması gerekmiyordu. Örneğin motosikletin lastiğine sıkarak durdurabilirdi. Ancak tüm kanıtlar gösteriyor ki bu cinayet kasıtlı olarak işlenmiştir. Çağdaş Gemik gariban bir ailenin çocuğuydu. Hiç bir kötü alışkanlığı olmayan hayatın baharında, 18 yaşında pırıl pırıl bir çocuktu. Bunu polisin kendisi de Çağdaş'ın sicilini tararken arkadaşının yanında "kah-

retsin sicili de temiz çıktı" şeklinde itiraf ediyor. Saat 15.40 civarlarında yaşanan bu olaydan, ailesi saat 20 civarlarında haberdar ediliyor. Bu süre içerisinde polis ailenin oturduğu mahalleye gelerek aileyle ilgili bilgi toplayarak işledikleri cinayete kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Ancak Çağdaş ve ailesi hakkında en ufak bir pürüz bulamadıkları için Çağdaş'ın, dur ihtarına uymadığı için katlettiklerini kendi emniyet sitelerinde dahi itiraf etmişler. Hukuk devletinde yaşadığımız söyleniyor. Hukuk devleti yargısız infaz mıdır? Hukuk devletinin anlamı şudur: Şüpheli ya da suçlu şahıs yakalanır mahkemeye çıkarılır. Bu ülkenin hakim yada savcıları yok mudur ki, sokak ortasında polis sorgusuz sualsiz katliam gerçekleştiriyor? Bizler bu işin sonuna kadar takipçisi olacağız. Şu anda hukukçular devreye girmiştir. Bu cinayetleri işleyenler mutlaka hesap verecektir. Yarın başka Çağdaşların ölmemesi için, teker teker canlarımızın yanmaması için, ocaklarımıza ateş düşmemesi için sizleri duyarlı olmaya çağırıyorum. Çağdaş'ın akrabası bir YDİ Çağrı okuru, Kasım 2008 ✓

5


halkların kardeşliği için

AKP’nin Kürt sorunundaki çözümü:

Y

6

“Ya sev, ya terk et!”

erel seçimler yaklaşırken, siyasetin nabzı da giderek daha fazla atmaya başladı. Başbakan Erdoğan, Diyarbakır, Tunceli, Van ve Hakkari illerine gidip, açılışlar yaparak yerel seçimlerde oy toplama peşine düştü. Diyarbakır, Tunceli ve Van’da umduğunu bulamayan Erdoğan’ın, Hakkari’ye havaalanı vaadi de işe yaramadı. Yıllardır Kürtlerin ulusal taleplerine kulak tıkayıp duymazlıktan gelen, diğer hakim sınıf temsilcileri gibi Erdoğan da, bu taleplere kulak tıkayarak saldırıya geçti. Hakkari’deki konuşmasına, DTP’lileri işaret ederek, “Bunların bu ülkenin ne topraklarına saygısı var, ne de buralarda yaşayan vatandaşıma saygısı var. Yok. Ve bunlar benim Kürt kökenli vatandaşlarımı istismar ediyorlar. Bunlar kimlik siyaseti yapıyorlar. Kimlik siyaseti yapmak suretiyle, etnik ayrımcılık yapmak suretiyle buradan oy toplamayı hedefliyorlar. …Şu anda geldikleri noktanın çok daha gerisine gidecekler. Niçin? Çünkü terörle demokrasi bir arada olamaz, bunu böyle bilelim. Terörle özgürlük bir arada olamaz, bunu böyle bilelim”. Başbakan DTP’lileri terörist ilan ediyor. Bilinen o meşhur hamlesini yaparak devam ediyor: “Biz ne dedik? ‘Tek millet’ dedik. Ne dedik? ‘Tek bayrak’ dedik. Ne dedik? ‘Tek vatan’ dedik? Ne dedik? ‘Tek devlet’ dedik. Buna kim karşı çıkabilir yahu? Buna karşı çıkabilenin bu ülkede yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin. Bundan daha normal şey ne olabilir?..” Erdoğan’ın “Ya sev ya terk et” anlamına gelen bu sözlerine ; “Ben ya sev, ya terk et demedim bu sözler MHP patentlidir” diyerek topu MHP’ye attı. MHP yaptığı açıklama ile kendilerinin böyle bir resmi görüşlerinin olmadığını savundu. Daha sonra sorulan sorular üzerine Erdoğan “Ne düşünüyorsam onu savundum” diyerek, söylediklerinin arkasında durdu. Sanki Erdoğan yeni bir şey söylemiş gibi kimi liberal ve ‘sol’ basın kıyametleri kopardı. Türk hakim sınıfları Cumhuriyet tarihi boyunca, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” üzerine siyaset güderek bu devleti oluşurdular. Ermeni soykırımı ve tehciri, Yahudi, Rum ve geri kalan Ermenilerin Nüfus mübadelesi ile yerlerinden yurtlarından edilmesi, gitmeyip de direnenlerin 1955, 6-7 Eylül olaylarında, mallarının yağmalanarak zorla sürülmesinin mantığı bu mantıktı. Erdoğan yeni bir şey söylemedi. Erdoğan da bugüne ka-

dar sürdürülen bu ırkçı, şoven faşist siyaseti sürdürmedeki kararlılığını gösterdi o kadar. Erdoğan yalnız bununla da yetinmedi. “Vatandaşında sabrının bir sınırı olduğunu” söyleyerek Kürtleri açık hedef gösterdi. İstanbul’daki göstericiler üzerine, pompalı tüfekle saldırı olayını açıkça savundu. Erdoğan bunları söylerken, onun Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül Brüksel’de milli devletin nasıl oluştuğunu açıklarken, “Rumlar, Ermeniler, Yahudiler bu topraklardan iyi ki gönderildi, yoksa milli devlet olamazdık” dedi. Vecdi Gönül, nihayet Türk milli devletini oluşturan etmenler arasındaki yeri resmen kabul ederek bir tabuyu yıktı. Vecdi Gönül’ün bu açıklamasına, diğer bakanlardan, Başbakan’dan, üyesi olduğu partinin sözcülerinden, Genelkurmay Başkanlığı’ndan herhangi bir eleştiri gelmedi. Milli Savunma Bakanı’nın Belçika dönüşünde havaalanında yaptığı telafi amaçlı sözler, işin esası-

nın daha bir vurgulanmasına yaradı. Bu açıklama ile kapsamlı bir etnik temizleme resmen kabul edilmiş oldu. l. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çok büyük bir etnik temizlik harekatı başlatıldı. Önce Ege’de Rumlar, Trakya’da Bulgarlar hedeflendi. Ardından 1915’te Osmanlı Ermenilerine yönelik kapsamlı ve sistemli biçimde yürütülen tehcir kararı uygulandı. Tehcir sırasında büyük bir kıyım yaşanarak, Ermeni soykırımı yapıldı Lozan’da kararlaştırılan, Yunanistan’la Türkiye arasındaki Müslüman ve Ortodoks nüfusun zorunlu mübadelesi sırasında tehcir artığı Ermenilerin bir kısmı daha ülkelerini terk etmeye mecbur edildi. Ardından sıra Yahudilere geldi. 1930’larda Trakya’daki Yahudi nüfus neredeyse bütünüyle bölgeden göç ettirildi. Vecdi Gönül, mübadele ve tehcirin nasıl hayırlı bir iş olduğu görüşünü desteklemek için, İzmir Valisi iken İzmir Ticaret Odası’nın kurucuları

arasında hiçbir Müslüman’ın olmadığını, verimli toprakların azınlıkların elinde olduğunu müşahede ettiğini söylüyor. “Cumhuriyet öncesinde Ankara Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluşurdu” diye hatırlatıyor. Tehcir ve mübadele olmasaydı, ‘Türk ulusunun başkenti böyle olacaktı, halinize şükredin’, demeye getiriyor. Organize yağma, mübadele, tehcir, korkutup kaçırma, toplu katliamlar sermayenin bütünüyle el değiştirmesine, gayrimüslimlerin iktisadi ve sosyal yaşamdan dışlanmalarına neredeyse bütünüyle yetmedi. Etnik temizlikten geriye kalmış gayrimüslimlerin servetlerinin bir kısmına, daha sonra Varlık Vergisi ile el konuldu. Bu sadece servetin bir kısmına el koyma değil, aynı zamanda gayrimüslimlerin iktisaden belini kırma operasyonu idi. 6-7 Eylül’de bu kez vergi yoluyla değil, özendirilmiş ve organize edilmiş yağma aracılığıyla nihai darbe vuruldu. Türkiye artık tamamen Türklerindi! “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” temelleri üzerinde oluşmuş bu devlete karşı, ulusal kimlik arayışı ile mücadele eden Kürtler, ayağını denk almalılar. Sevmeyenlerin sonu terk edenler gibi olacak diyor Erdoğan. Bunu Hrant Dink’in katillerinin duruşmaya getirilirken, Adalet Bakanlığı’na bağlı mahkum taşıyan araçların plakalarına yapıştırılan “Ya sev ya terk et”le sevmeyenlerin sonunun Hrant gibi olacağını göstermemişler miydi? Türk hakim sınıflarının farklı ulusların kendi kimlikleri ve kültürleri ile bir arada yaşamalarına tahammülleri yok. Yaşamak isteyenler yok sayılmış, katliamlardan geçirilmişlerdir. Yalnız uluslar değil, gayrimüslimler, Aleviler, Süryaniler… yok sayılmıştır. Bu ülkede yaşayan herkesin kimliğine, Türk ve İslam yazılmaktadır. Bir halklar hapishanesi olan bu ülkede, halkların kardeşçe bir arada özgürce kendini ifade ederek yaşaması mümkün değildir. Burjuvazinin iktidarı koşullarında demokrasi, ezenin ezilen üzerine baskısıdır. Ezen ulusun ezilen uluslar üzerine baskısıdır. Ezen cinsin ezilen cins üzerindeki baskısıdır. Bu baskıları ortadan kaldırmanın tek yolu, burjuvazinin iktidarını bir devrimle alaşağı edip, işçilerin köylülerin iktidarını kurmaktan geçer. Bunun için örgütlenmeli, bunun için mücadele etmeliyiz. Halkların kardeşliği, ancak bir devrimle mümkün olacaktır! 26.11.2008 ✓


halkların kardeşliği için

“Eşit Yurttaşlık Hakkı” için yapılan

“Büyük Alevi Yürüyüşü”

A

–bu konuda değişik düşünceler vardır- bağımsız olarak, baskı altına alınan Alevilerin örgütlenmeleri, inançlarını serbestçe yaşamak istemeleri, eşit yurttaş muamelesi görmek istemeleri vb. demokratik haklarıdır. Devlet açısından ele alındığında, din kişinin özel sorunudur. İsteyen inanır, isteyen inanmaz. Kişinin inancına devletin, toplumun karışması kabul edilemez.

Bu broşürleri isteyin, okuyun...

levi Bektaşi Federasyonu tarafından örgütlenen, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenen, “büyük Alevi yürüyüşü” 9 Kasım günü Ankara’da yapılan bir miting ile son buldu. Mitinge 100 bin civarında insan katıldı. “Eşit Yurttaşlık Hakkı” talep eden Aleviler ayrıca; zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, Diyanetin kaldırılmasını, Madımak Oteli’nin müze yapılmasını, Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilmesini, Cemevlerine ibadethane statüsünün tanınmasını vb. talep ettiler. İlk defa büyük bir miting düzenleyerek taleplerini dile getiren, Alevilere karşı ilk tepki Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu’ndan geldi. Yazıcıoğlu talepleri “uç fikirler” olarak adlandırdı. Son dönemde Başbakan Erdoğan’ın sürekli dillendirdiği, “tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek millet” ırkçı nakaratı, “beğenmeyen çeksin gitsin” tavrı, TC devletinin kuruluş felsefesini, yapılanmasını anlatmaktadır. Sadece bu mu? Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün yaptığı bir konuşmada, “Ermeniler, Rumlar gitmeseydi, milli devlet olamazdık” sözleri, Ermeni soykırımını, Rumların topraklarından sürülmelerini, katledilmelerini olumluyan, kabul eden bir tavırdır. Son dönemde ortalık ırkçı tavırlardan geçilmiyor! Beyinlerde, bilinçlerde yer edinen ırkçılık, Türk şovenizmi açıkça dışa vuruluyor! TC devleti “tek millet, tek bayrak, tek devlet” ırkçı temelinde kurulmuştur. Türk ulusu dışında, Kürt ulusu ve diğer milliyetler yok sayılmıştır. İslam’ın Sünni yorumu doğrultusunda şekillendirilen Diyanet, diğer dinleri, inanışları yok saymıştır. Devletin İslam dini anlayışı, Sünni yorum temelinde olmuştur. Sünni yorum din dersleri üzerinden İslam dini olarak öğretilmiştir. Diğer inanışlar baskı altına alınmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı imamıyla, memuru ile aldığı ödenek ile bütçeden önemli pay alan bir kurum haline gelmiştir. Bütün bunlar laiklik adına yapılmıştır. TC devleti laik bir devlet değildir. Laiklik din işleri ile devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılmasını, devletin tüm inançlara eşit mesafede davranmasını gerektirir. TC tarihi boyunca ulusal, dinsel farklılıklar kullanılarak işçiler, emekçiler, birbirlerine karşı kışkırtılmış, yer yer katliamlar düzenlenmiştir. Maraş, Çorum, Malatya, Sivas ve Gazi’yi bu bağlamda anmak yeterli olacaktır. Alevi inancının ne olduğundan

Hiçbir ulus, milliyet, dinsel inanış vb. baskı altına alınamaz! İsteyen istediği gibi inansın. İsteyen istediği gibi inancının gerekliliklerini yerine getirebilsin. Uluslar, milliyetler, inanışlar üzerindeki baskılara son verilsin! Uluslar, milliyetler, inançlar arasında eşitlik sağlansın. Devlet tüm dini inanışlara eşit mesafede dursun. İnsanların ibadetlerini nasıl yapacaklarına devlet karışmasın vb.

bu konuda çıkış noktalarımızdır. Fakat aynı zamanda biz materyalistiz. İdealizmin her türüne karşıyız. Dinin her türünün egemenler tarafından işçileri, emekçileri uyutmak için kullandıkları afyon olduğuna inanırız. İşçiler, emekçiler için cennetin bu dünyada yaratılacağına inananlardanız. Dini gericiliğin her türüne karşı mücadele ederiz vb. TC devleti varlığını sürdürdüğü sürece, uluslar, inanışlar arasında eşitliğin sağlanması, gerçek anlamında laikliğin olması mümkün değildir. Sermayenin egemenliği sürdüğü sürece, “böl ve yönet” siyaseti şu veya bu şekilde sürdürülecek, ulusal, dinsel farklılıklar yeri geldiğinde kullanılacak, işçiler, emekçiler birbirlerine karşı kışkırtılarak, işçilerin, emekçilerin birliği baltalanmaya çalışılacaktır. Halklar ve inanışlar hapishanesi olan TC devleti bunun örnekleri ile doludur. AB yolunda bu alanda da, bir dizi yasal değişikliğin yapılmasının istenmesi, bu gerçeği değiştirmiyor. Gerçek anlamda laiklik, din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin dini inanışlara karışmaması, dinin kişinin özel sorunu olması işçilerin, emekçilerin devrimi ile sağlanacaktır. Uluslar, milliyetler, inanışlar arasında tam eşitlik devrim ile sağlanacaktır. Ulusal, dinsel ayrıcalıklara devrim ile son verilecektir. Dinin yaygın olmasına yol açan, ekonomik, kültürel, toplumsal koşullara karşı mücadelenin yolunu demokratik devrim açacak, sosyalizmi inşa süreci içinde bu mücadele sürdürülecek, toplumun ekonomik, kültürel gelişmişlik şartlarında, işçiler, emekçiler için cennetin bu dünyada yaratılması şartlarında, öteki dünyaya olan inanışın temelleri de ortadan kalkacaktır. O halde iş başına! Devrim mücadelesini yükseltmeye! 26 Kasım 2008 ✓

7


halkların kardeşliği için

‘Ekim devrimi, Ulusal Sorun ve Kafkaslar’ konulu paneller yapıldı

İstanbul

8

Bu yıl Ekim devriminin 91. yıldönümünde "Ulusal Sorun ve Kafkaslar" konulu bir panel düzenledik. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde u lusa l sor u nu n ve öz elde de Kafkaslarda ulusal sorunun nasıl ele alındığını ve bu konuda atılan adımların neler olduğunu ortaya koymak ve bilince çıkarmak istedik. 2 K a s ı m' d a G ü n e y Kü l t ü r Merkezinde gerçekleştirdiğimiz panelde YDİ Çağrı Gazetesi adına Çetin Desde ve Araştırmacı-Yazar Turabi Saltık birer sunum yaptılar. Çetin Desde sunumunda bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya'sı çatısı altında yaşayan halkların yaşadığı ulusal baskıları ve zulümleri ortaya koyduktan sonra 1917 Ekim devriminin ulusal sorunda bir dönüm noktası olduğunu, 1921 yılına gelindiğinde gerek hukuksal alanda gerekse de pratikte tüm ulusların özgür ve eşit birliktelikler içerisinde yaşamalarının sağlanması için önemli adımların atıldığını, ulusların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının tanınması ve bunun pratik bir hak olarak hayata geçirilmesinin yanında henüz ulusal bilince sahip olmayan küçük halklar ve ulusal azınlıkların da tam hak eşitliği için mücadele yürütüldüğünü ortaya koydu. SSCB'deki devlet yapılanmasını ortaya koyarken birlik cuhuriyetlerin, özerk cumhuriyetlerin, özerk bölgelerin nasıl bir yapıya sahip olduklarını ve birbirleriyle ne tür bir bağ içerisinde olduklarını anlattı. İlk dönemlerde 4 tane olan Birlik Cumhuriyetinin daha sonraki yıllarda 16 Birlik Cumhuriyetine yükseltildiğini belirterek, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin ulusal sorundaki siyasetinin tüm ulusların tam hak eşitliğine sahip olması, uluslar ve halklar arasındaki yüzyıllarca süregelen düşmanlıkların ortadan kaldırılması, en küçük bir milli topluluğun bile çıkarlarının gözetildiği bir siyaset olduğunu vurguladı. Bunun sonucu olarak Sovyetler Birliğinde ulusal sorunun önemli ölçüde çözüldüğünü ve çeşitli milliyetlerden halklar arasındaki dostluğun sağlandığını dile getirdi. S ov ye t le r Bi rl i ğ i Komü n i s t Partisinin Kafkaslardaki ulusal siyasetine de değinen Desde, burada da çıkış noktasının tüm uluslara tam hak eşitliği, halklar arasındaki düşmanlığın ortadan kaldırılması ve büyük ulus şovenizmine karşı mücadele olduğunu belirtti. Sovyet döneminde 1956'lı yıllara kadar önemli oranda çözülmüş olan Kafkasya sorununun geriye dönüş ile birlikte yeniden çelişkilerin ve çatışmaların merkezi haline geldiğini fakat bunun bazı burjuvaların iddia ettiği gibi Sovyetler Birliğinin yanlış ulusal siyasetinden kaynaklanmadığını ortaya koydu. Sovyetler Birliğinin yıkılması ve

emperyalist paylaşım dalaşının bu bölgede tekrar gündeme gelmesiyle birlikte halkların birbirine karşı kışkırtılarak boğazlatıldığını, son dönemde yaşanan Güney Osetya sorunuyla bir kez daha gündeme geldiğini dile getirdi. İkinci konuşmacı, araştırmacıyazar Turabi Saltık ise çok önemli bir kültürel zenginliğe ve çok eski bir uygarlığa sahip olan Kaf kasya denilen coğrafyada hangi ulus ve ulusal azınlıkların yaşadığını ve bunların tarihsel olarak nasıl oluştuğunu detaylı bir şekilde ortaya koydu. Kafkasya'nın dil, din kültürler açısından son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğunu, bu nedenle çıkar dalaşlarının çokça yaşandığını ve esas sorunun buradan kaynaklan-

Kooperatifi’nde yapıldı. Panelde ilk olarak Jineps gazetesi adına konuşan konuşmacı, Kafkasya’nın etnik yapısını anlatarak konuşmasına başladı. Kaf kasya’da konuşulan dillerden, yaşam biçimlerinden bahsetti. Kafkas uygarlığının ne kadar eskilere dayandığını somut örneklerle açıkladı. Kaf kasya’nın din, dil ve kültürel zenginliğinden ve enerji kaynaklarına sahip olmasından dolayı, çeşitli dönemlerde istilalara uğradığını ve bu saldırıların sonucunda kurulan devlet ve beylikleri anlattı. İkinci olarak Komünist Köz adına konuşma yapıldı. Ekim Devrimi’nin nası l gerçek leşt iğ ini, Bolşev i k Partinin nasıl bir yöntem izlediğini anlatan konuşmacı, Ekim devrimi-

dığını dile getirdi. Önemli bir göç bölgesi olan Kaf kasya'nın zaman içerisinde önemli bir ticari merkez haline geldiğini, özellikle köle ticaretinin çok yaygın olduğunu, bununla birlikte çeşitli krallıkların ve uygarlıkların meydana geldiğini belirtti. Daha sonraları Çarlık Rusya'sının bu bölgeyi ihlakı ile birlikte 400 yıllık savaşların yaşandığını, 1.5 milyon halkın Osmanlı imparatorluğu ile yapılan bir dizi anlaşma sonucunda Osmanlı topraklarına sürüldüğünü ve geride kalan halkların ise özgürlük mücadelesine devam ettiklerini belirtti. Rusya'da 1905 devriminin ve daha sonra 1917 Ekim devriminin burada yaşayan halklar açısından önemli bir tarihsel gelişme olduğunu ve Komünist Partisinin özellikle Lenin'in Kaf kasya'ya büyük önem verdiğini vurguladı. Sunumların ardından soru-cevap ve söyleşi bölümüne geçildi. Bu bölümde sorulan sorularla hem Sovyetler Birliğinin ulusal sorundaki marksist-leninist siyaseti hem de Kafkasya sorununun daha iyi bir şekilde bilinçlere çıkarıldığı verimli bir etkinlik gerçekleştirilmiş oldu.

nin bugün de ulusal sorun konusunda ezilen halklara kılavuz olduğunu, Ekim devriminin halkların nasıl özgürleşebileceğini gösterdiğini anlattı. Üç ü nc ü ola r a k, S os y a l i st Mezopotamya adına konuşma yapıldı. Konuşmada, Ekim devriminin eksiklik ve olumsuzluklara rağmen yol göstermeye devam ettiği, Kaf kasya’nın sahip olduğu enerji kaynakları nedeniyle ABD ve Rus emperyalizmi arasında bilek güreşine sahne olduğu anlatıldı. ABD’nin Kürdistan üzerindeki politikalarından, Irak ve Afganistan işgalinden söz edilerek, Kürt sorununun bir ülke sorunu olduğu, tek bayrak, tek millet, tek dil diyerek çözülemeyeceği anlatıldı. Dördüncü olarak Tevkurd adına konuşma yapıldı. Tevkurd’un anlamından ve kuruluş amaçlarından bahsedildi. Ortadoğu’da bir trajedi yaşandığı, Şeyh Sait’in, Seyit Rıza’nın asılmalarının trajedi olduğu, 3. Enternasyonal’in Kürt isyanları konusunda takındığı tavır nedeniyle, trajediye ortak olduğu anlatıldı. Beşinci olarak Yeni Dünya İçin Çağrı adına konuşma yapıldı. Yapılan konuşmada, Ekim Devrimine önderlik eden Bolşevik Parti’nin devrim öncesi, ulusal sorun konusunda takındığı tavır aktarıldı. Devrimden sonra, ulusal sorunda savunulan görüşlerin pratikte nasıl uygulandığı, ‘Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi’ aktarılarak anlatıldı. Kafkasya somutunda, Trans Kafkasya ve Kuzey Kafkasya’da yaşayan ulusların, halkların eşit, özgür temelde birlik oluşturma süreçleri anlatıldı. Aralık 1922

3 Kasım 2008

İzmir Düzenleyicileri Jineps, Sosyalist Mezopota mya, Komünist Köz , Te v k u rd (Kü r t U lu s a l Bi rl i k Hareketi), Yeni Dünya İçin Çağrı olan, Ekim Devrimi'nin 91. yılında, İzmir’de ortak bir panel düzenlendi. Panel 8 Kasım’da Özgür Yaşam

yılında 4 birlik cumhuriyetinin oluşturduğu SSCB’nin süreç içinde 16 birlik cumhuriyetine dönüştüğü, birlik cumhuriyetlerinin oluşma şartları, her birlik cumhuriyetleri içinde özerk cumhuriyet, özerk bölge, milli bölgelerin nasıl kurulduğu anlatılarak, SSCB’de ulusal sorunun çözüldüğü, uluslar, halklar arasındaki ekonomik, kültürel eşitliklerin zamanla büyük oranda kapandığı, özgür şartlarda gelişmenin muazzam olduğu örneklerle anlatıldı. Paneli düzenleyen kurumlar adına yapılan konuşmalardan sonra, verilen kısa bir aradan sonra panele devam edildi. Dinleyiciler kısaca görüşlerini ifade ederek, konuşmacılara sorular sordular. Panel konusunun çok geniş olduğu, konuşma sürelerinin az olduğu eleştirisi getirildi. Bir dinleyici, kendilerine komünist diyenlerin Bolşevik hegemonik, klasik, resmi söylemi terk etmediklerini, aynı söylemi kullandıklarını, Kafkasya’da yeniden ulusal çatışmaların gündeme gelmesinin, bu söylemin rolünün olup olmadığını, sistemin niye yıkıldığını sordu. Bir başka dinleyici, Ekim devriminin neden gerekli olduğunun anlatılmasını istedi. İkinci bölümde paneli düzenleyen kurumlar adına konuşanlar, dinleyicilerin sordukları sorulara cevap verdiler. Yeni Dünya İçin Çağrı adına konuşan arkadaş, ikinci konuşmasında sorulan sorulara cevap verdi. Yıkılanın sosyalizm olmadığını, bürokratik devlet kapitalizmi olduğunu, SB’de dönüşümün 20 Parti Kongresi ile başladığını, süreç içinde SB’nin yozlaştığını, ulusal sorunda doğru çizgiden sapıldığı için Rus şovenizminin ve yerel bölgelerde milliyetçiliğin yeniden geliştiğini, bunun 1989 yılında Kafkasya’da ulusal çatışmalar yol açtığını örneklerle açıkladı. Ulusal sorunun sadece devlet kurma sorunu olmadığını, sorunun emperyalizmden bağımsızlık sorunu olduğunu, sermayenin boyunduruğundan kurtuluş sorunu olduğunu anlattı. Ekim devriminin ulusal sorunu çözüm yönteminin günümüzde de geçerli olduğunu, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim olmadan ulusal sorunun gerçek anlamda çözülemeyeceğini açıkladı. Panele 60 civarında bir katılım oldu. Panel konusunun çok geniş olması, düzenleyici kurumların sayısının fazla olmasından dolayı konuşma sürelerinin azlığı eksiklik teşkil etse de, ulusal sorun konusunda farklı görüşlere sahip olan kurumların, birlikte bir paneli örgütlemiş olmaları ve tartışma yürütmüş olmaları olumludur. 9 Kasım 2008, YDİ Çağrı/İzmir ✓


Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Metal işçisi mücadele alanlarında! 2008 – 2010 dönem Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanmasının ardından metal işçisinin eylemleri artarak devam ediyor. Metal Patronları Sendikası MESS'e karşı mücadele eden tek sendika DİSK'e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikasıdır. Tüm eksikliklerine rağmen, işçileri mücadele alanlarına sürerek metal patronlarını rahatsız eden BMS, bu eylemlerine merkezi olarak aldığı kararlarla devam ediyor. Her cuma günü vardiya girişlerinde işçileri alanlara çekerek üretimden gelen gücünü de kısa süreli de olsa kullanarak taleplerini kabul ettirme yollarını arıyor. İzmir ve Mersin'de salon toplantıları ile işçileri hazırlamaya çalışırken, Gebze'de bir dizi işyerinde vardiya girişlerinde üretime geç başlama eylemlerini sürdüren BMS, 24 Ekim Cuma sabahı Şekerpınar'da bulunan ISUZU fabrikası işçilerini HONDA tekelinin fabrikasının yanında toplayarak ISUZU fabrikasına kadar yürüttü. Fabrika önünde topladığı

Metal patronlarına karşı mücadele, sınıfın sınıfa karşı kavgasıdır... işçilere hitaben yapılan konuşmada, patronların 2007 yılı ve 2008 yılının ilk altı aylarında büyük karlar elde et-

tiğini, TİS döneminde ise bu karların unutulduğunu, Uluslar arası alanda finans sektöründe yaşanan krizin bahane edilerek TİS'in en düşük düzeyde zamlarla kapatılmak istendiğini, buna izin vermeyeceklerini, krizin yükünün de patronlar tarafından çekilmesi gerektiğini, işçilerin bu yükü paylaşmayacaklarını, esnek çalışmaya karşı oldukları savunuldu. İşçilerin yürüyüş sırasında sık sık, “MESS MESS şaşırma, sabrımızı taşırma”, “iş-

çilerin birliği sermayeyi yenecek”, “direne direne kazanacağız”, “kölelik ücreti istemiyoruz”, “kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “esnek çalışma istemiyoruz” vb. sloganlarla eylemi sıcak tutan işçiler, bu konuşmayı da sık sık sloganlarla keserek sendikaları ile birlikte mücadele etmeye hazır olduklarını gösterdiler. İşçiler bir saat işe geç başladılar ve telafi çalışması yapmayacaklarını, az araç üreteceklerini belirttiler. Satılık sarı sendika Türk Metal ve Çelik İş Sendikalarının işbirlikçi duruşları karşısında BMS'nın örgütlediği bu eylemlere sahip çıkmak, bu eylemleri güçlü kılmak bizim de görevimiz. Biz BMS'nın daha güçlü eylemler yapması için kaçınılmaz bir şekilde Grev ve Mücadele Komitelerini kurup eğitimden geçirmesi gerektiğini düşünüyoruz. ISUZU eyleminde de görüldüğü gibi, böyle bir komitenin bilinçli önderliği olmadan daha canlı ve başarılı eylemleri örgütlemenin zorluğunun yanı sıra, grev kararı alıp bunu uygulamanın da büyük zorlukları olduğunu düşünüyoruz. BMS hiç vakit geçirmeden bu komiteleri eğitimden geçirerek eylemlerin nasıl planlanıp uygulanacağı, eylem anında sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, hangi sloganların atılacağı, grev sırasında nelere dikkat edilmesi gerektiği, büyük bir grevin getireceği zorlukların nasıl göğüsleneceği vb. konularında yapılacak eğitimlerle metal patronlarına karşı daha güçlü bir mücadelenin örgütlenmesi sağlanmalıdır. Bu eylemler şimdilik demokrat, devrimci ve sosyalist çevrelerin açık desteği olmadan sürdürülmektedir. Halbuki mücadele bir bütündür. Metal patronlarına karşı mücadele, sınıfın sınıfa karşı kavgasıdır. Dolayısıyla da işçi sınıfından yana olan tüm kişi ve örgütlerin bu mücadelenin yanında olduklarını, bu eylemlere katılarak, güç vererek göstermesi gerekmektedir. Biz bunu elimizde geldiği kadar yapmaya çalışacağız! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz! İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! 28 Ekim 2008 YDİ Çağrı okuru ✓ EK:1


Metal’de sular ısınıyor…

B

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

ir taraftan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri son raunda doğru yaklaşırken, diğer taraftan patronlar işçileri kapının önüne koymaya ve ücretsiz izine çıkarmaya devam ediyorlar. Bursa’da sendikaların örgütlü olduğu yerlerde, taşeron ve sözleşmeli işçiler kapının önüne konmuş durumda. Bu bağlamda Birleşik Metal İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Asil Çelik işletmesinde, 14 Kasım’da üç işçi patronlar tarafından, ücretsiz izine gönderilmelerinden bu yana, BMİ Sendikası müdahale etmesine rağmen sular durulmuyor. Patronlar bildiklerini okumaya devam ediyorlar ve bir adım daha ileri giderek, iş olmayan bölümleri kapatarak işçilere ücretsiz izini dayatmış durumdalar. Asil Çelik’te sürekli hareketlilik var. İşçiler her gün işyerine gelerek orada olduklarını tespit ettirmekte ve işverenin yasal olmayan eylemini protesto etmektedirler. 19 Kasım’da Bursa’da BMİ Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, işçilere yönelik olarak, içinden geçilen süreç ve son gelişmeler hakkında bilgi verdi. “Krizin yükünü krizi yaratanlar taşıyacaktır.” diyen Serdaroğlu, Türk Metal Sendikası’na yönelik olarak, “Emlakçı Mustafa’nın yakasını bırakmayacağız. Yetimin hakkını, işçinin hakkını soracağız. İşçiler mutlaka bunun hesabını bir gün soracaklardır.” dedi. Serdaroğlu 20 Kasım günü Asil Çelik işçilerinin yapacağı eyleme destek çağrısında bulundu. 20 Kasım günü, saat 07.30’dan itibaren Orhangazi Asil Çelik işletmesinin önünden başlayarak, Gemlik, daha sonra Bursa kent meydanı ve Bölge Çalışma

EK:2

Müdürlüğü’ne kadar devam eden, on saate varan bir yürüyüş ve eylem yapıldı. Bu yürüyüşün Bursa metal işçileri üzerinde çok önemli etkileri oldu, olacaktır. Özellikle de Türk Metal Sendikası’nda örgütlü olan işçiler üzerinde. Faşist Türk Metal Sendikası, deyim yerindeyse işçilerle alay edercesine, bu zorlu süreci ‘geyik’ muhabbetiyle geçiştiriyor. Yürüyüş yer yer jandarma ve polisin müdahalesi olmasına rağmen olaysız geçti. Sayıları 300’ün üzerinde olan işçiler, tüm yürüyüş boyunca coşkuluydular. Yürüyüşe çevrede yer alan insanlar alkışlarla destek verdiler. Gemlik şehir merkezinde miting yapıldı ve Kaymakam’a durum üzerine bilgi verildi. İşçiler yol boyunca şu sloganları attılar: “Direne direne kazanacağız!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Asil çelik işçisi köle değildir!”, “İş ekmek yoksa barış da yok!” vb. Asil Çelik’te şöyle bir paradoks da yaşanıyor. İşveren ihtiyacı olan işçileri çalıştırmakta, diğer taraftan işçileri ücretsiz izine ayırmaktadır. Sendika ilk başta 2009 yılının iznini kullanalım önerisini getirdi. Çünkü ücretsiz izin, işçileri açlığa mahkum etmektir. İşveren tarafından bu öneri reddedildi. Soru şu: Neden sendika buna boyun eğmekte ve çalışanların çalışmasına sesini çıkarmamaktadır? Bu tavır işçiler içinde huzursuzluk yaratmaktadır. Bu durum işçilerin de gücünü bölmektedir. Bu sorun çözülmüş değildir. Sorun olarak ortada durmaktadır. Her şeye rağmen, bu eylemler bir kez daha işçilerin gücünün ne olduğunu

İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI

Metal işçisi mücadele alanlarında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Metal’de sular ısınıyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Asil Çelik işçilerinden grev uyarısı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Asil Çelik işvereni işçiye ücretsiz izin dayatıyor! . . . . . . . . . . . . EK:3 Metal işçileri İzmir’de yürüdü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 KESK İstanbul Şubeler Platformu zamları protesto etti . . . . . . . . . EK:4 Krizin yükünü, onu yaratanlar taşısın!. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 “Krizin faturasını ödemeyeceğiz!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Krize karşı DİSK basın açıklaması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 E-postalarınızla Philips işçilerine destek olun . . . . . . . . . . . . . EK:6 Uluslararası bir toplantının notları . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Petrol–İş Sendikası Bursa Şubesi 8. Genel Kurulu yapıldı . . . . . . . . EK:7 Adana Organize Sanayide patronların kuralsız dayatmaları... . . . . . . EK:8 IBM’de sendikal nedenden dolayı işçiler işten atılıyor . . . . . . . . . EK:8

göstermektedir. BMİ Sendikası sadece Bursa’da değil, İzmit’te de kıvılcımı tutuşturmakta ve suları ısıtmaktadır. BMİ diğer işçileri de etkilemektedir. Bu arada Bursa’da BMİS’na bağlı Asemat işyerinde grev oylaması yapıldı. 68 işçi greve evet, 21 işçi greve ret oyu verdi. Küçük bir işyeri olmasına rağmen, önemli bir tavırdır bu. Metal işçisinin yanında olmak, ona omuz vermek sınıf bilinçli işçilerin temel görevidir. Ona bilinç taşımak, öncüye ulaşmak bizim

temel görevlerimizdir. Bu görevi şu veya bu gerekçeyle ertelemek, uzak durmak, vahim bir hata olur. Ve bizi sınıftan koparır. Bizi dar entelektüel bir gruba dönüştürür. Önümüze koyduğumuz hedeflerden bizi alıkoyar. Onun için bizler tüm güçümüzle sınıfın içinde ve yanında olmak zorundayız. Sermayenin dayatmaları sonucu işçiler kendi mevzilerini savunacaklardır, onu daha ileri taşımak ise öncünün görevidir. 21 Kasım 2008 Bursa’dan YDİ Çağrı okuru ✓


Asil Çelik işçilerinden grev uyarısı

B

ursa-Orhangazi’de Kurulu, yaklaşık 1200 çalışanı bulunan, Birleşik Metal İş Sendikası’nda örgütlü 530 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri uyuşmazlık ile sonuçlandı. Patron tarafı, işçilerle alay edercesine sıfır zam, en fazla yüzde bir zam önerisi getirdi. Patron bu uzlaşmaz tavrı ile toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlık ile sonuçlanmasına yol açtı. Arabulucu süreci devam ediyor. Büyük olasılıkla Asil Çelik’te grev süreci başlayacaktır. Asil Çelik’te İşyeri Komitesi’nin aldığı eylem kararlarının (sakal bırakma, mesaiye kalmama, alkışlı, sloganlı yürüyüş vb.) yanısıra, BMİ Sendikası Genel Merkezi’nin almış olduğu karar doğrultusunda, Grammer, Çimtaş, Prysmian işletmelerinde aynı doğrultuda eylemler gerçekleştirildi. Orhangazi meydanında toplanan, sayıları 300 üzerinde olan işçiler, patronların dayatmala-

rına karşı greve çıkacaklarını haykırdılar. İşçilere seslenen BMİ Sendikası Genel Sekreteri Selçuk Göktaş: “Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, işsizler, köylüler ve yoksul halk kesimleri olarak diyoruz ki; kriz sermayenin krizidir. Faturayı biz ödemeyeceğiz. Reel ücretleri düşürerek, dolaylı vergileri artırarak, sosyal hakları gerileterek, batan

bankaların zararlarını toplumun sırtına yükleyerek, faturayı işçi sınıfı ve yoksul halka çıkarmaya çalışıyorlar. Krizde gasp edilen haklarımızı savunacağız. İşçi çıkarmalarına karşı mücadele edeceğiz” diyerek “haklı taleplerle mücadele edeceklerini” vurguladı. Ve bu olumsuz süreci, “yeni yaşamadıklarını, 2001 krizinin de faturasını yine işçilere emekçilere yükledi-

ler.” dedi. “Bu sürece mücadeleyle karşı koyacaklarını, bütün işçilerin mücadeleye hazır olmalarını’’ istedi. Kriz gerekçesiyle haklarının ellerinden alınmak istendiğini; “Sıfır zam dayatılarak işçilerle alay ediliyor, esnek çalışma dayatılıyor, ikramiyelerimizden taviz vermemiz isteniyor” diyerek, “daha önce de greve çıktıklarını” hatırlatarak, “bugün aynı baskılar devam ederse, grevden kaçmayacaklarının” altını çizdi. Krize karşı BMİ Sendikası’nın hazırladığı programla ortak mücadele çağırdı. Bu konuşmanın ardından işçiler; “Yaşasın sınıf dayanışması!", "Sermayeye karşı omuz omuza!", "İş ekmek yoksa barış da yok!", "Direne direne kazanacağız!", "Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakıyoruz, ya siz?” sloganları attılar. Eyleme, Petrol-İş Şube Başkanı N. Han, Polif leks, Prysmian, Döktaş işçileri ve Bamesa Metal fabrikasından atılan işçiler de katılarak destek verdi. 10.11.2008 Bursa’dan YDİ Çağrı okuru ✓

Asil Çelik işvereni işçiye ücretsiz izin dayatıyor!

14

rin!!'' dedi. İşveren vekilleri ve BMİS yöneticilerinin görüşmesinden bir sonuç çıkmayınca, işçiler fabrika önünde beklemeye başladılar. Çalışma olan kısımlardaki işçiler yemeğe gitmeden önce toplu bir şekilde çıkış kapısına sloganlarla yürüyerek, dayanışmada bulundular. Burada konuşan Ayhan Ekinci, ''A rkadaşlar tüm iyi niyetimize rağmen; elimizi uzatmamıza rağmen işveren bize elini uzatmadı. Biz sorumlulu-

ğunu bilen insanlarız. Kavga istiyorsan al sana kavga. Arkadaşlar kesinlikle ücretsiz izin dayatmalarını kabul etmiyoruz. Bu ateşi buradan yakıyoruz, bu ateş önce Bursa' ya oradan da tüm Türkiye' ye yayılacak. Biz bedelini ödemeye hazırız.'' dedi. Aynı yerde konuşan Erol Bektaş ise ''Arkadaşlar kesinlikle ücretsiz izin kağıtlarını imzalamayacağız. Allah rızası için imzalamayın'' dedi. 16. vardiya girişinde konuşan

BMİS Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar ise, ''Bu dayatmaları TİS'lerde de dayatıyorlar. Bugüne kadar imzalamadık, bundan sonra da imzalamayacağız. TİS taleplerimiz günümüz şartlarıyla çelişen talepler değildir. Yasalar işverenlerin yanında, ancak ücretsiz izin bu aşamada yasal değildir. Biz onlara kazandırdık sıra onlarda. Krizin sorumlusu biz değiliz, bedelini de biz ödemeyeceğiz. Başbakan ne diyor ''2 senelik zulaları var'' diyor. Ama bir yandan da prim indirimi yapıyor. ''Tavşana kaç tazıya tut'' demek istiyor. Arkadaşlar bundan sonra da eylemlerimiz artarak devam edecektir. Çalışma Bakanlığı önünde oturma eylemi yapacağız. Kesinlikle ücretsiz izinleri kabul etmiyoruz. İşe gelip de kartları bloke edilen (yani ücretsiz izin dayatılan) işçiler tutulan tutanakları imzalasınlar. Yasal olarak haklarımızı faiziyle alacağız.''dedi. İşçilerin vardiyalarına gelerek nöbet tutacakları da ayrıca belirtildi. Atılan sloganlar. “Direne direne kazanacağız! İş ekmek yoksa, barışda yok! Kurtuluş yok, tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz! İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız! Yılgınlık yok, direniş var! İşveren şaşırma, sabrımızı taşırma!” 19 Kasım 2008 Bursa'dan YDİ Çağrı okuru ✓

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Kasım Cuma günü işverenin işçilere ücretsiz izin dayatmasına karşılık eylem kararı alınan Asil Çelik'te, işverenin tavrının devam etmesi üzerine, 17 Kasım Pazartesi günü fabrika önünde toplanan işçiler, işverenin bu tavrına karşılık direnişe geçeceklerini, ücretsiz izini kesinlikle kabul etmeyeceklerini haykırdılar. Çalışma olmayan bölümlerdeki ve 2008 yılı izni kalmamış işçilerin işe giriş kartlarının bloke edildiğini gören işçiler ve Birleşik Metal İş Bursa Şube yöneticileri fabrika önünde işverene uyarı eylemlerine devam ettiler. Burada konuşan BMİS Bursa Şube Başkanı Ayhan Ekinci, ''Ortada bir kriz var, bu krizi biz yaratmadık. Ama faturasını bize ödetmek istiyorlar. Kendi başlarına hareket ediyorlar, bizi muhatap almıyorlar. Biz buradayız elimizi taşın altına koyuyoruz. Çözüm istiyorsanız alın size çözüm. 2009 izinlerini verin diyoruz. Siz zorla ücretsiz izin dayatıyorsunuz. Eğer ücretsiz izin olacaksa bize geleceksiniz, biz de bunu işçimizle beraber değerlendiririz. Bizi muhatap alacaksınız sendikayı size ezdirmezler.'' dedi. Burada konuşan Şube Sekreteri Erol Bektaş ise, ''Burada bu işe bizden başlamayacaksınız, önce emek lileri göndereceksin.120 emekli var, önce bunları gönde-

EK:3


Metal işçileri İzmir’de yürüdü

B

irleşi k Meta l İşçi ler i Sendikası ile MESS arasında süren grup toplu iş sözleşmesi görüşmeleri 10 Ekim tarihi itibariyle uyuşmazlıkla sonuçlandı. BMİ Sendikası grup toplu iş sözleşmesi sürecinde çeşitli etkinlikler, eylemler gerçekleştirdi, gerçekleştiriyor. Bu eylemlerden birini de, Cuma yürüyüşleri adı verilen, MESS’e bağlı işyerlerinde işçilerin Cuma günü yaptıkları yürüyüşler oluşturuyor. İzmir’de BMİ Sendikası’nın örgütlü olduğu, MESS’e bağlı Delphi

işçileri Cuma günleri yaptıkları yürüyüşü şehir merkezine taşıdılar. 28 Kasım Cuma günü, 07.00-15.00 vardiyasından çıkan Delphi işçileri, Lemförder, Şenkaya, Totomak işyerlerinden gelen işçiler Üçyol’da toplandılar. Üçyol’dan Konak’ta bulunan Çalışma Bakanlığı Bölge Müdürlüğü önüne kadar yürüdüler. Yürüyüş boyunca, BMİ Sendikası İzmir Şubesi pankartı dışında, Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!, MESS dayatmalarına hayır! Pankartları taşındı. Çalışma Bölge Müdürlüğü önünde basın

açıklaması yapıldı. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “AKP şaşırma, sabrımızı taşırma!, Faturayı biz değil, patronlar ödesin!, Yaşasın örgütlü mücadelemiz!, İşten atmalar yasaklansın!, Vur vur inlesin AKP (yer yer Hükümet ve patronlar) dinlesin!, Direne direne kazanacağız!, İş, ekmek yoksa, barış da yok!, Susma sustukça, sıra sana gelecek!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Direnişin simgesi, metal işçileri!, Zafer direnen emekçinin olacak! vb. sloganları atıldı.

Bası n açı k la ması n ı BMİ Sendikası İzmir Şube Başkanı Ali Çeltek okudu. Ali Çaltek, MESS ile yürütülen grup toplu iş sözleşmesi görüşmeleri hakkında bilgi verdi. MESS’in yüzde 4.15 oranında ücret artışı, ikramiyelerin ve fazla mesai ücretlerinin düşürülmesini teklif ettiğini, işçilere esnek çalışmanın dayatıldığını, bu dayatmaları kabul etmeyeceklerini açıkladı. Patronların krizi bahane ederek işçileri işten çıkardıklarını, haksız ve insanlık dışı dayatmaların olduğu bütün işyerlerinde, gereken tepkiyi gösterdiklerini, BMİ Sendikası’nın önderliği ve kararlılığı ile işyerlerini direniş alanına döndürdüğünü açıkladı. IMF ile yapılan anlaşmaların iptal edilmesi, işten çıkarmaların yasaklanması, haftalık çalışma süresinin 40 saate düşürülmesi, İşsizlik Fonu’nun mağdur olan işçilerin hizmetine sunulması, yapılan zamların geri alınması talep edildi. Yürüyüşe 300 civarında işçi katıldı. Yürüyüş güzergâhı boyunca çevreden alkışlarla işçilere destek verildi. Genel İş 3, 4, 5 Nolu Şube başkanları ve yöneticileri, Lastik İş Şube başkanı, Nakliyat İş Şube Başkanı, Emekli Sen üyeleri, KESK’in bazı şube yöneticileri de yürüyüşe katılarak destek verdiler. 28 Kasım 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓

KESK İstanbul Şubeler Platformu zamları protesto etti

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

15

EK:4

Ka sı m 20 08 g ü nü İstanbul Bakırköy’deki Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde toplanan bine yakın işçi ve emekçi AKP hükümetinin yaptığı zamları protesto etti. İstanbul’daki KESK şubelerinin düzenlemiş olduğu bu eyleme çoğu Eğitim – SEN’li, SES, BES ve diğer sendika şubelerinde örgütlü emekçiler katılmıştı. DİSK’in az sayıda işçi ve sendika yöneticisiyle desteklediği bu yürüyüş ve mitinge gençlerin ve öğrencilerin yoğun katılımı göze çarpıyordu. Her zaman olduğu gibi yine devlet çevik kuvvet polisleri ile ve panzerlerle yürüyüşün semtin ana caddesinden geçmesini engelledi. Arka sokaklarda Bakırköy Özgürlük Meydanına kadar yapılan yürüyüş boyunca evlerinin veya bürolarının camlarından ve balkonlarından alkışlarla yürüyüşe destek verenler oldukça kalabalıktı. Yürüyüş ve miting boyunca en çok atılan sloganlar “Doğalgaz zammı geri alınsın, parasız eğitim, parasız sağlık, susma ,sustukça yeni zamlar gelecek, zam zulüm iş-

kence işte AKP, emekçiye değil çetelere barikat, faşizme karşı omuz omuza, işçi memur el ele genel greve, zamlara karşı sokağa faturası patronlara, İMF değil emekçiler yönetsin, sefalete teslim olmayacağız, yaşasın halkların kardeşliği, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” vb. idi. Mitingde KESK Genel Başkanı S. Evren ve DİSK MYK üyesi Genel Örgütlenme Sekreteri A. Rıza Küçükosmanoğlu birer kısa konuşma yaptılar. Her iki konuşmacı A K P hü k ü me t i n i n faşizan söylem ve uygulamalarda bulunduğunu, azdırılan ırkçışöven milliyetçilikle halkı birbirine düşürmeye ve özelleştirme t a ş eron l a ş t ı r ma ve zamlarla krizin faturasını işçi ve emekçilerin sırtına yüklemeye çalıştığını uluslararası sermayeye ve İMF’ye hizmet ettiğini söylediler. Tüm bunlara karşı

birlik olup mücadele edilmesi gerektiğini belirttiler. Tüm taşınan pankart, döviz, atılan sloganlar ve yapılan konuşmalar ezilen ve sömürülenlerin anda acil bazı ekonomik demokratik talepleri uğruna birlik olup mücadele edilmesi mesajını içeren çağrılardı. Fakat bu eylemin içeriğinin reformist olmasını değiştirmiyor. Son günlerde işçi sınıfından, ezilenlerden yana olduğunu söyleyen hemen hemen tüm sen-

dikalar, partiler, hatta yer yer devrimci çevreler de kapitalist sisteme doğru dürüst tek laf etmiyorlar. Sınıf bilinçli işçiler, egemenlerin her geçen gün artan saldırılarına karşı işçi ve emekçilerin anda yürüyen ve giderek artacak hak mücadelesini devrimci bir temelde yürütülmesini sağlamak için reformistlere karşı siyasi ve ideolojik mücadeleye ağırlık vermelidirler. Kasım 2008 ✓


Krizin yükünü, onu yaratanlar taşısın!

E

Ne yapmalı?

Krizin sorumluları işçiler, emekçiler değil. Krizi yaratanlar ve sorumlu olanlar kapitalistlerdir. O halde sorumlu olanlar krizin yükünü taşımalıdır. Patronlar ücretli emek sömürüsü ile her yıl karlarını katlıyorlar. İşçilerin sırtından kazandıkları karların bir bölümünden feragat ederek, krizi kullanarak işçileri işten çıkarmayabilirler. Ama yok, onlar tam tersine krizi fırsat bilerek karlarını daha da artırmanın peşindeler.

İşçiler, emekçiler eğer kararlı karşı duruş sergilemezlerse, örgütlü mücadele yürütmezlerse, kapitalistler krizin yükünü işçilerin, emekçilerin sırtına yıkacaklardır. Kapitalistlerin krizi, işçi sınıfı ve emekçilere; işsizlik, mutlak ve göreceli yoksulluğun artması şeklinde yansıyacaktır. Bu yansımanın ne kadar olacağını belirleyecek olan, işçilerin ve emekçilerin bilinçli ve örgütlü savaşımıdır. Olan bütün iş, çalışabilir du-

rumda olan herkese eşit olarak paylaştırıldığında, herkes için iş vardır. Herkese iş ve tüm giderleri patronlar ve devlet tarafından karşılanan işsizlik sigortası talebini yükseltmeliyiz. Ayrıca; *İşten çıkarmalara son verilsin! Herkese iş güvencesi! *7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası, hafta sonu tatil edilsin! * Grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı! * İnsanca yaşamaya yeterli ücret! vb. talepleri doğrultusunda işçilerin, emekçilerin mücadele cephesini örmeliyiz. Ücretli emek sömürüsü sistemi, sömürü üzerine kurulu kapitalist sistem bütün temelleri ile yıkılmadıkça, işçilerin, emekçilerin sömürüsü devam edecektir. Ücretli kölelik devam edecektir. İşçiler, emekçiler açısından yapılacak tek şey vardır; kapitalizmi yıkmak için, sömürüsüz yeni bir dünya için, sosyalizm için mücadele ve örgütlenme! Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için iş başına! 12 Kasım 2008 ✓

“Krizin faturasını ödemeyeceğiz!”

15

Kasım Cumartesi günü İzmir’de, KESK, DİSK tarafından organize edilen, çeşitli siyasi parti ve devrimci kurumların da katıldığı bir yürüyüş ve basın açıklaması yapıldı. Basmane Meydanı’nda toplanan kitle, Konak Meydanı’na yürüdü. Konak Büyük Şehir Belediyesi önünde basın açıklaması yapıldı. Yürüyüşe KESK, DİSK, TMMOB, SDP, ÖDP, EMEP, TKP, ESP, Partizan, Kaldıraç, DİP G, Mücadele Birliği, Halk Evleri vs. katıldı. Yürüyüşün ağırlığını KESK oluşturdu. DİSK’e bağlı Genel İş ve Birleşik Metal İş Sendikaları da kısmen kitlesel katılım gösterdiler. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Sefalete teslim olmayacağız!, Zam, zulüm, işkence, işte AKP!, Kahrolsun İMF, işbirlikçi AKP!, İnsanca bir yaşam istiyoruz!, İMF’ye uşak, halka Kasımpaşalı!, Vur vur inlesin, AKP dinlesin!, Susma, sustukça yeni zamlar gelecek!, İşçi, memur elele, genel greve!” vb. sloganları atıldı. KESK İzmir Şubeler Platformu adına basın açıklamasını Ramis Sağlam, DİSK adına Genel İş 3 No’lu Şube Başkanı Cafer Gonca okudu. Okunan basın açıklamalarında, “Kriz kapitalizmin krizidir, faturasını ödemeyeceğiz” denilerek, yapılan zamların geri alınması talep edildi. DİSK adına yapılan basın açıklamasında; “Sermaye düzeni kapitalizme ve krizlerine mahkûm değiliz. Biliyoruz ki açlığın sefaletin, sa-

vaşların, çocuk ölümlerinin, çevre felaketinin ve krizlerin olmadığı başka bir dünya mümkündür. Bu dünya her kesin kendi renkleriyle yaşadığı, barışçıl, özgür ve eşit bir dünya olacaktır. Biz emekçiler yeni bir dünyanın umuduyla bugün kapitalizmin krizine karşı, hem ulusal hem uluslar arası alanda tüm emekçiler ve yoksul halklarla omuz omuza mücadele ederek hep birlikte haykırıyoruz: Krizin faturasını ödemeyeceğiz!” denildi.s Evet, başka bir dünya mümkün! Sadece sosyalizmde! Basın açıklaması, 29 Kasım’da Ankara’da yapılacak, “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi”ne katılım çağrısı ile son buldu. 15 Kasım 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

mperyalist dünyayı sarsan, giderek derinleşen mali kriz, “hamdolsun Türkiye’yi teğet geç”medi!! Geçemedi!! Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de mali kriz reel sektörü etkiledi, etkiliyor. Patronlar krizi fırsat bilerek hemen işçileri kapı önüne koymaya başladılar. Türkiye’de geçen yıl ile karşılaştırıldığında sanayi üretimi, Ağustos ayında yüzde 4.1, Eylül ayında yüzde 5.5, Ekim ayında yüzde 3.3 azaldı. Kriz üzerine YDİ Çağrı’nın 126 ve 127. sayılarında yayınladığımız yazılarda, emperyalizme bağımlı olan Türkiye’nin bağımlı ekonomisi sonucu, krizden çok daha fazla etkileneceği tespitini yapmıştık. Kapitalistler krizin yükünü işçilerin, emekçilerin sırtına yıkmaya çalışıyorlar. Son dönemde kriz bahane edilerek işçiler işten çıkarılıyor. Sadece Bursa’da 20-25 bin işçi işten çıkarıldı. Tekstil, inşaat, otomotiv sektörlerinde yoğun işten çıkarmalar yaşanıyor. Kriz esas olarak küçük ve orta kapitalistleri etkilerken, kriz ortamını fırsat bilen büyük kapitalistler, bir yandan işçi alımlarına devam ederken, diğer yandan görece yüksek ücret alan işçilerin işine son veriyorlar. Böylece krizi fırsat olarak kullanarak, maliyetleri aşağıya çekerek daha fazla kar elde etmek istiyorlar. Sadece bu kadar değil! Patronlar İşsizlik Sigortası Fonu’na da göz dikmiş durumdalar. T İ S K B a ş k a n ı Tu ğ r u l Kudatgobilik, İssizlik Sigortası Fonu’nun tamamen patronların emrine verilmesini istemektedir: “Zora giren şirketlerin işçi çıkarmalarının önüne geçebilmek amacıyla İşsizlik Sigortası Fonu’ndan belli koşullarda ve sürelerde yararlanılması için gerekli düzenlemeler yapılmalı. İşçi çıkarılması kaçınılmaz olan şirketler açısından da kıdem tazminatları İşsizlik Fonu’ndan ayrılacak karşılıklarla oluşturulacak bir “Borç Fonu” aracılığıyla ödenmeli.” (12 Kasım 2008, Radikal) İşsizlik Sigortası Fonu (İSF), zaten İstihdam Paketi adı altında patronlara peşkeş çekilmişti. İstihdam Paketi, sermaye yararına bir takım değişiklikleri kapsamasının yanı sıra, İSF’unda biriken işçilerin paralarını da bir açıdan patronların hizmetine sunmuştu. Bu patronlara yetmemiş olacak ki, patronlar sorumlu oldukları krizi kullanarak, İSF’nun tamamen emirlerine verilmesini istiyorlar. Yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu!!

EK:5


Krize karşı DİSK basın açıklaması

D

İSK Ege Bölge Temsilciliği adına, Basmane Fuar kapısı önünde krize karşı bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında kapitalizmin krizinin sonuçları hakkında şunlar söylendi: “Şu ana kadar binlerce işçi işinden oldu, fabrikalar kapandı. Sadece işten çıkarma değil, saldırılar da arka arkaya gelmektedir. Ücretsiz izin uygulamaları başladı, sözleşmeler askıya alınmak isteniyor, yeni sözleşmeler imzalanamıyor. Elektrik, su, doğalgaz zamları tokat gibi peşi sıra geliyor. Ve “İşsizlik Sigortası” fonunda biriken paralar patronların krizine mehlem yapılmak isteniyor.” Son bir buçuk ayda Çiğli Organize Sanayi Bölgesinde 3 bin 500 işçi işten çıkarıldı. Ülke genelinde 300 bin işçinin işten çıkarıldığı söylenmektedir. Küçük ve orta işletmeler krizden etkilenip kapanırken, büyükler krizi fırsat olarak kullanarak işçileri kapı önüne koyuyorlar. Zamlara, işsizliğe karşı en geniş toplumsal muhalefeti örgütleme çağrısının yapıldığı basın açıklamasında; “Artık 'Krizin bedelini ödemeyeceğiz'in yerine, 'Bu politikalardan sorumlu siyasilere ve sermayeye bedel ödettireceğiz!' diyoruz.” denildi. Basın açıklaması sırasında; “İşçi, memur elele, genel greve!, Hükümet zammını al başına çal!, Faturayı biz değil, patronlar ödesin!, Direne direne kazanacağız!, Zafer direnen emekçinin olacak!, İş, ekmek yoksa, barış da yok!, İşten çıkarmalar yasaklansın!” vb. sloganları atıldı. Basın açıklamasına KESK de destek verdi. KESK Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Ramis Sağlam’da yaptığı konuşmada, “Krizi işçilerin,

emekçilerin çıkarmadığını, krizin sorumlusunun kapitalistler olduğunu, faturayı da sorumluların başlarında paralayacaklarını” açıkladı. Basın açıklamasına, DİSK’e bağlı Genel İş, Birleşik Metal İş, Sosyal İş, Lastik İş, Nakliyat İş’in İzmir Şube yöneticileri ve üyeleri olmak üzere, 250 civarında işçi katıldı. Krizin sorumlularına faturayı ödetebilmek için, mücadele ve örgütlenmek, devrim mücadelesini yükseltmek dışında başka seçenek yok! 26 Kasım 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

E-postalarınızla Philips işçilerine destek olun

EK:6

İşlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan Philips Türkiye işçileri mücadelelerine destek bekliyor. Philips yöneticilerine göndereceğiniz e-postalarla direnişe destek olabilirsiniz. Philips Group, Gebze Organize Sanayi Bölgesinde yer alan Philips Türkiye fabrikasını 31 Aralık 2008 tarihinde kapatmaya hazırlanıyor. İşlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan Philips işçileri ise yaptıkları eylemlerle kapatma kararına karşı direniyor. Kapatma kararının alındığı günden bu yana “Philips Kapatılamaz” sloganıyla eylemler ve yürüyüşler gerçekleştiren Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye 150 Philips işçisi mücadelelerine destek bekliyor. Aşağıda bulunan mektubu iletişim bilgileri kısmını doldurarak Philips Group Yönetim Kurulu üyelerine göndererek Philips işçileriyle dayanışma içinde olduğunuzu gösterebilirsiniz. Adresler: President: gerard.j.kleisterlee@philips.com Senior Vice President: gerard.ruizendaal@philips.com CEO Philips Lighting Eindhoven: rudy.provoost@philips.com SC& Industrial Manager: iain.logan@philips.com CEO Turkey and Caucasus: ton.booij@philips.com SOLIDARITY WITH TURK PHILIPS WORKERS TO: PHILIPS GROUP EXECUTİVE COMMİTTEE We declare that we fully support the struggle of the workers of Türk Philips who have been fighting for their jobs. With its quality, customer satisfaction, profitability and productivity Türk Philips is one of the most successful plants of Philips Group. We have been informed by Birlesik Metal-Is that company would close Türk Philips which is located in Gebze. However, the information arise from your subsidiaries and also your declarations in the newspapers tell us that your intention is to continue production in Turkey by

different ways.(i.e. by using subcontractors). It is unacceptable for us that you are trying to close the factory and leave 150 Philips workers jobless. We want to remind you that you were able to achieve a production volume of 24 million Euro thanks to the workers in Philips. And today, your wish to get them out in order to reduce labor costs is anti unionism which will badly damage the reliability of Philips Groups with a strong impact on customer preferences of us. We strongly condemn Philips Group and urgently call you to declare off your decision on closure of the plant in Turkey . Name/İsim: Organization/Kurum: Date/Tarih: Bizler işleri için mücadele eden Türk Philips işçilerinin mücadelesini sonuna kadar desteklediğimizi açıklarız. Philips Türkiye fabrikası müşteri memnuniyeti, kalite, verimlilik ve karlılık açısından dünyada ön sıralarda olan Philips Group işyerlerinden biridir.Birleşik Metal-İş Sendikasından Philips'in Gebze'deki fabrikayı kapatacağı bilgisini aldık. Ancak gerek tedarikçilerinizden gelen bilgi gerekse sizin gazetelere yaptığınız açıklamalar Türkiye'de üretime farklı yollarla devam edeceğinizi göstermektedir(taşeronlar yoluyla) Bizim açımızdan fabrikayı kapatma ve 150 işçiyi işinden etme çabanız kabul edilemez. Sizlere 24 milyon Euoluk üretim hacmini Philips işçileri sayesinde elde ettiğinizi hatırlatmak isteriz. Ve bugün emek maliyetlerini düşürmek amacıyla onlardan kurtulmak istemeniz sendikasızlaştırma çabasıdır. Bu durum Philips Grup'un güvenilirliğini zedeleyecek ve bizlerin tüketim tercihlerini de etkileyecektir. Phlips Grubu'u kınıyor ve sizleri acilen Türkiye'deki kapatma kararından vazgeçmeye çağırıyoruz. (Kaynak: Sendika.Org)


A

Uluslararası bir toplantının notları

lmanya ve İsveç'ten gelen bir grupla, 12-17 Ekim tarihleri arasında İstanbul'da Tekstil/Konfeksiyon sektöründeki durum ve AB'ye katılımın katkıları konulu yapılan bir toplantıya bizler de katıldık. 13-14 Ekim günü Alman Sosyal Demokrat Parti’nin Vakfı olan Friedrich Ebert Vakfı’nın şemsiyesi altında yapılan toplantıya değişik sendikalardan, üniversite ve “sivil” toplum örgütlerinden 30 kişinin üzerinden kadın ve erkek katıldı. Toplantıya bazı patron örgütü temsilcileri de katıldı. İlk gün çağrılanlardan birisi de, İstanbul'da büro açmış olan Alman Patron­ larının Alman Endüstri ve Ticaret Odası olan DIHK'dan gelmişti. Bu zat Türk devleti ile Alman devletinin ticaretlerinin durumunu ve Alman patronlarının Türkiye'deki yatırımları hakkında bilgi verdi. Buna göre Türkiye’ye yatırım yapan Alman şirketlerinin sayısının 3 bin civarında olduğu, ve bu ilişkilerin gelişmekte olduğunu, Türk devletinin de en fazla ihracat yaptığı ülkelerin başında Almanya'nın geldiğini, Türk devletinin ihracatının ciddi anlamda büyüdüğünü anlattı. Kendisine sorulan sorular içe-

risinde en ağırlıklı olanı, “Alman şirketleri altına imza koydukları sözleşmeleri neden Türkiye'de uygulamıyorlar ve yerel yasaların arkasına gizleniyor” şeklindeydi. Bu sorunun cevabı esasen verilmedi. Kendilerinin bu sözleşmelere uyulması gerektiğini, fakat bazı istisnaların olduğu yönlü tavır takındı. Toplantıya katılan “sivil toplum örgüt”lerinden birisi de, “Temiz Giysi Kampanyası” temsilcileri idi. İsveç, Almanya ve Türkiye'den katılanlar şirketlerin imzaladığı “Davranış Kuralları”na uymaları gerektiğini, aksi halde buna karşı Uluslar arası çapta mücadele etmek gerektiği filan savunuldu. Bizler toplantıda, işçilerin uluslar arası alanda dayanışma içerisinde bulunması gerektiğini, işyerinden işyerine ilişkilerin güçlendirilmesinin patronlara karşı başarıyı sağlamanın temel taşı olduğunu, patron örgütlerinden ve siyasilerden dilenmekle çalışma yaşamının demokratikleşmeyeceğini, insani koşulların yaratılamayacağını, bu gün geçerli olan yasaların sendika ağaları ve bürokratları tarafından bahane olarak kullanıldığını, işçi hareketinin önündeki en önemli engellerden birisinin bu bürokratlar tayfası olduğunu, sınıfın

bunlara rağmen ve yasalara rağmen örgütlenerek geleceklerini ellerine ele alabileceklerini, bunun için daha çok uluslar arası alanda ortak ilişki geliştirilmesi ve birlikte mücadele etmesi gerektiğini savunduk. Toplantıya katılanların büyük bölümü bürokratlar takımından olsa da, toplantıya katılan az sayıda işyeri temsilcisi -Türkiye ve Almanya'dan- pratik deneyimlerini anlatarak daha fazla ortak çalışmanın gerekli olduğunu belirttiler. Toplantının bir önemli noktası da, Almanya'dan toplantıya katılan TIE, uluslararası bilgileri/ tecrübeleri aktaran ve böylece işçilerin olumlu deneyimlerden yararlanmasını sağlayan, olumsuz deneyimlere karşı bilgilenerek mücadele etmeyi örgütleyen bu yapının verdiği bilgiye göre; Bangladeş, Sri Lanka ve Fransa'dan sendikacıların ve işçilerin Carrefour'larda çalışan işçi ve sendikalarla ilişki geliştirmek istediklerini açıklamasıydı. Carrefour'dan katılan arkadaşların örgütlü olduklarını öğrenince bunun büyük başarı olduğunu ve bundan yararlanmak istediklerini açıkladılar. Bu, eğer biz iyi bir çalışma yaparsak başkaları da

bizim bu olumlu deneyimlerimizden yararlanabilecekleri anlamına geliyordu. Yine DESA Deri’deki örgütlenme ve olumsuz sonuçları üzerine de Deri İş Sendikası tarafından ve işten atılan bir işçi tarafından bilgi verildi. DESA deri patronuna yazı yazılarak bu tavır protesto edildi ve atılan işçilerin geri alınması talep edildi. Toplantının ikinci günü, DESA Derinin İstiklal caddesindeki satış mağazasına gidilerek satışın yapılması kısa bir zaman için olsa da engellendi. Medya bu durumu haber yaptı. Toparlarsak; Katılımının büyük bölümü işçilerden oluşmayan bu gibi toplantıların otel salonlarında “iyi” laf etmenin ötesine pek geçemediğini tespit ediyoruz. Biz bu duruma rağmen oraya katılanlara düşüncelerimizi aktardık ve daha sonra Almanya'dan gelen işyeri temsilcileri ve TIE ile birlikte özel bir toplantı yaparak, işçi hareketinin sorunlarını ve çıkış yollarını, kendi deneyimlerimizi anlattık. Bu toplantıya Carrefour'dan çalışanları katmaya çalıştık. YDİ ÇAĞRI okuru 17 Ekim 2008 ✓

Petrol–İş Sendikası Bursa Şubesi 8. Genel Kurulu yapıldı

B

ortaya çıkmıştır. Bu krizin sorumlusu biz değiliz, kapitalizmin ta kendisidir. Serbest piyasa ekonomisini övüp göklere çıkaranlar bu gün geldiğimiz süreçte iflas etmiştir ve hükümetler onu kurtarmak için ha bire yarış halindedirler. Bu yetmezmiş gibi sorumluğunu işçi sınıfına yükleyerek işçileri sokağa atmaktadırlar. Buradan hükümete çağrı yapıyoruz; İşçi çıkarmalar yasaklanmalıdır. Krize dur diyebilmek için özeleştirmenin önüne geçinmeli, Petkim gibi işletmeler tekrar devletin güvencesi altına almalıdır" dedi. Öztaşkın "terör’ sorun adı altında Kürt sorununa da tavır takındı. “ Bu topraklarda sadece biz yaşamıyoruz. Tarihte çeşitli halklar hep beraber kardeşçe yan yana yaşamışlardır. Ülkemizde kan akmakta, bu sorun büyük güçler tarafından ha bire kışkırtılmaktadır. Kardeşlerim bu kışkırtmalara kesinlikle gelmeyelim. Biz Kürt kardeşlerimizle barış içinde bu topraklarda beraber yaşadık, yaşacağız. Kesinlikle ülkemizin bölünmesine fırsat vermeyeceğiz.” dedi. Son olarak sermayeye karşı sendikaların birleşmesi çağrısı yaptı.

Sendikaların mutlaka partilerden uzak durması gerektiğini belirtti. Bundan sonra konuklara konuşma fırsatı verildi. BMİ Sendikası Marmara Bölge Sorumlusu, Bursa Şube Başkanı Ayhan Ekinci, ÖDP ve EMEP Bursa temsilcileri kısa birer konuşma yaptılar. Delegeler konuşmalarında 10 yıldan beri tek bir işçinin sendikaya üye yapılmadığını, sendikanın küçüldüğünü, şubenin hazırladığı rapora çalışma raporu denilemeyeceğini, ona ancak uyuma raporu denileceğini dile getirdiler. İşçiler birbirlerini tanımasın diye yan yana getirilmediklerini, çeşitli eylemlerden haberleri olmadığını, ‘yatma raporu’nda Botaş ilgili bir kelimenin dahi olmadığını, çünkü yaptıkları bir şey olmadığını vurguladılar. Konuşmaların sonunda yönetime geldik leri taktirde, daha iyisini yapacakları vaadinde bulundular. Bunun üzerine söz alan Nuri Başkan, Kibrit işletmeleri kapandığını, bundan dolayı üye kaybının yaşandığını, fakat yeni örgütlenen işletmeler olduğunu ve mahkeme sürecinin devam ettiğini söyledi. Daha sonra seçime geçildi. Seçim

sonuçları açıklandı. Seçimi Nuri Han ve ekibi kazandı. Genel Kurul sönük geçti. Günün anlamıyla ilgili herhangi bir slogan atılmadı. Petrol-İş Bursa Şubesi’nde ileriye yönelik yeni bir ışık yoktu. Burada da işçilerin geriliği hissediliyordu. Aslında Türkiye'deki genel işçi hareketin politik geriliğini yansıtan bir tabloydu bu. Sorun bu durumun nasıl aşılacağı sorunudur. İşçi sınıfın ideolojisi olan bilimsel sosyalizmi işçi sınıfına taşımak, onun malı haline getirmek, işçi sınıfın partisi olan Bolşevik Partinin sistemli ve planlı çalışmasıyla mümkündür. Petrol- İş Genel Başkanı krizin sorumlusunu kapitalizm olarak göstermesine rağmen, çözümü devlet kapitalizminde görmektedir. İşçi sınıfın mücadelesinden dem vuran başkan, bize ölümü gösterip sıtmaya razı etmektedir ve sendika temsilcilerinin büyük bir çoğunluğunun görüşü de budur. Tabiî ki sınıfın başındaki bu reformist sendika ağalarına sınıf terk edilirse olacağı budur. Onun için mutlaka bu aşılmalıdır. 2 Kasım 2008, Bursa'dan bir YDİ Çağrı okuru ✓

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

ursa Şubesi 5 ayrı işletmeden gelen 100 delegeyle temsil edildi. İşletmelerden gelen delegeler sırasıyla şöyleydi: Botaş Şube Müdürlüğü 6 delege, Gemlik Gübre San. A.Ş 37 delege, Faurecıa Polifleks Otomotiv San. Tic A.Ş 39 delege, T.M.O. Afyon Alkoloidleri Fab. İşletme Müdürlüğü 5 delege, Toprak Seniteri ve İzalatör San. A.Ş Toprak Akrilik Küvet Müessesesi 4 delege ve doğal delegelerle temsil edildiler. Olağan Genel Kurul’da 2 liste yarıştı. 1. Liste Bursa Şube Başkanı Nuri Han’ındı. İkinci liste Botaş baş temsilcisi Faruk Ünal’ındı. Kongre açılış konuşmasını yapan Petrol-İş Başkanı Mustafa Öztaşkın konuşmasında şunlara dikkat çekti. "İçinde yaşadığımız bu süreç, emekçiler için zor süreçtir. Bu günkü kriz kapitalizmin sonucudur. Onun doymak bilmeyen kar hırsından kaynaklanmaktadır. Bu kriz kapitalizmin ana yurdu olan ABD'de yaşanmaktadır ve oradan her tarafa yayılmaktadır. Ama bu gelişme bize şunu göstermektedir ki; neoliberal, küresel ekonomi dayanak ve sağlam dedikleri ekonominin yalan olduğu

EK:7


Adana Organize Sanayide patronların kuralsız dayatmaları...

Aralık 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

A

EK:8

dana Organize Sanayide Kurulu bulunan Dentaş Ambalaj sanayinde yaşananlar patronların ne kadar kural tanımaz olduklarını göstermektedir. İşçiler açısından da çıkarılması gereken ders, hak alma noktasında ne kadar bilinçsiz oldukları gerçeğidir. Yaşadıklarımı ayrıntılarıyla sizinle paylaşmak istiyorum. Dentaş işyerine iş ararken başvuruda bulundum, beni görüşme için çağırdılar gittim. Görüşme normalinde işyerinde yapılmalıydı. Adana merkezde bir otel lobisinde görüşme yaptılar. İş gürüşmesinde karton toplayacağım, verilen işleri yapmam gerektiği belirtildi. Bir liste elime tutuşturdular, bu uzunca listeyi en kısa zamanda yapmamı ve beklememi istediler. Ardı sıra bana talimatlar göndererek evraklarımı nerede nasıl yapacağımı bildirdiler. Devamında işe alınacağımı ve şu tarihte doktor kontrolü için adres verdiler oraya evraklarımı tamamlayıp götürmemi istediler. Evrağım eksikti, ertesi gün bir plastik boya satış yerinin üst katında birkaç kişiyle birlikte yere yatarak muayeneden geçtik. Sağlam olanlar ertesi gün verilen bir saatte işyerine götürüldük. Burada güvenlik eğitiminden geçtik, üretimden sorumlu müdür bize eğitim verdi. Bir sonraki gün işe çağrıldık, önce iş eğitimi alacaktık, iş elbiseleri verildi. Giyindik işbaşı yaptık, bir süre sonra bir kağıt uzattılar iş eğitimi aldığımız yönünde imzaladık. Oysa biz eğitim değil normal üretim yapıyorduk. Tehlike arz eden bu işyerinde daha detaylı bilgileri vermeleri gerekiyordu ama vermediler. O gün fabrikadan dönüşte giren işçilerden birinin bana ilettiği bilgi bizim niçin işyerinde normal bir çalışmayla alınmadığımızı açıklamaya yetti. İşyerinde yaklaşık olarak 46 işçinin işine son verilmişti, biz güvenlik eğitimi için gittiğimiz gün fabrika üretim yapmıyordu. Yaklaşık olarak 150 çalışanı olan fabrika büro ve yönetici kadroyla birlikte 180-200 kişiyi buluyordu. Biz de Dentaş fabrikasının değil Adaco Turizm ve Tanıtım ajansının elemanı olarak işe alınmıştık. Yani fabrikada ana firmanın elemanları yanında taşeron firma elemanları olarak çalışıyorduk. 23 Ekim 2008 tarihinde 46 işçi işten çıkarıldı. Çıkarılan 46 işçi ikramiye ve maaşlarının yüksek olması nedeni ile çıkarıldılar. Bir gerçek te şuydu: çıkarılan hiçbir işçi buna tepki

göstermemişti. Tepki gösteren işçilerin de bu bölgede yeni bir iş bulma olanağı yoktur, bu da işverenlerin işçilere karşı bu kozu nasıl örgütlü kullandığını göstermektedir. İşletme işlerinin bir bölümünü taşerona devrederek işçilere ikramiye ödemelerine son vermişti. Asgari ücretle çalışanlar alarak, onlara daha az maaşla daha fazla işgücünden yararlanma yoluna gitmişti. İkramiyesini kaldırdığı işçiye istediği an işletmeyi işçiyle dolduracağını göstermişti. Böylece mesai ücretleri için ödenmesi gereken %100 ödemeyi yapmayarak burada da kendi sömürü hanesine artı koymaktaydılar. İş olduğunda iliklerine kadar işçinin kanını emmek, işlerinin olmadığında ise işçilerin açlıktan ölmesini istemektedirler. Fabrika bant usulü çalıştığı için makineden çıkan işleri herkes yetiştirmek zorunda, bir koşuşturmacadır sürmekte, bizler sıcak Adana'nın bu fabrikasında terler içinde kalmaktayız. Çalıştığın makinede işler azalınca şef geliyor seni alıp diğer ma k ineye götürüyor, döndüğünde senin makinedeki işler yığılmış olmakta, yine koştur ki işi

yetiştiresin. Esnek üretimle başlayan kuralsızlık bu işyerinde var, yasal düzenlemeden kaynaklı kuralsızlıkları işveren çok iyi değerlendirmektedir. Bu işyerinde üretimde çalışan işçiler kendilerini sınıfın bir parçası olarak görmediğinden, sınıfsal bilinçten yoksun örgütsüz ve dağınık bir şekilde oldukları için işini ve aşını oluruna bırakmaktadırlar. “Kısmetimiz buraya kadar!”, “Ne yapabilirim!”, “Kimse bir şey yapamaz!” gibi bir dizi bireysel yaklaşımlar sergilenmekte, yapılacakları ve yapılması gereken doğruyu görememektedirler. Burada sınıfa karşı sınıf duruşu sergileyenlerin bilinçli ve kararlı duruşları böylesi fabrikalarda bu anlayışı değiştirir. Patrona ve onun kollayıcısı devletine karşı nasıl bir direniş sağlaması gerektiğini öğretecek sınıf bilinçli önderliklere çok ihtiyaç vardır. İşte bizi sınıfla buluşturacak mücadele hattı bu fabrikalarda örülür ve örülmelidir. Bunun için kendimiz oralarda çalışan değilsek çalışmanın koşullarını yaratmalıyız ya da orada çalışanlarla ilişki geliştirmeliyiz. Dentaş'ta işçiler bu kuralsızlığa ve hak gaspına karşı bir mücadele

hattı örmüş olsaydı Adana’da geçmişte yaşanan Tekel, Bossa, Güney Sanayi vb. örgütlü mücadele filizleri gelişebilirdi. Lenin’in deyimiyle “Fabrikalar kalemiz olmalıdır!” şiarı işte fabrikalarda vereceğimiz mücadeleler sonucu işçilerin güveni ve özlemine dönüştüreceğimiz yeni bir dünyanın kapılarını açmak bu sömürünün en yoğun olduğu yerlerdeki mücadele ve direnişlere bağlıdır. Dentaş'ta bir kişinin atacağı bir kıvılcım bir SCT yaratabilirdi. Bugün bu olmadı, yarın bu suskunluğu bozmak için dersler çıkarmalıyız. Kapitalizm öldürür! Yaşamak için örgütlenmekten başka bir çıkar yolun olmadığı gerçeğidir. Gerçek toplumsal adaletin olduğu yeni bir dünya olan sömürüsüz dünyadadır. Yeni bir dünya bu fabrikalardan yükselen seslerle anlam bulacaktır. Biz barbarlık içinde çöküşü değil devrimle varacağımız sosyalizmle yeni dünyayı taçlandırmak istiyoruz. Yaşasın Devrim ve Sosyalizm! Ekim 2008 YDİ Çağri okuru ✓

IBM’de sendikal nedenden dolayı işçiler işten atılıyor

U

luslararası bir bilişim firması olan IBM çalışanları, bir yıldır Tez Koop – İş’de sendikal örgütlenme çalışması yürütüyorlardı. IBM patronu ise bir tane işçi coğunluğu olmadığı, idaasıyla işkolu itirazında bulunarak işçilerin sendikalaşmasını engellemek ve TİS imzalamamak için şu an üç dava açmış durumda. Sendika her şeyi yasalara uygun bir şekilde yürütüp yetki aldıklarını, mahkemece TİS yapma yetkisinin verilmesi gerekirken verilmediğini açıklıyor. IBM firmasının üst düzey yetkilisi ve Yürütme Kurulu Başkanı Sam Palmisano’nun 12 Kasım’da Türkiye’ye IBM’in davet ettiği uluslararası firmalardan 400’e yakın firma üst düzey yöneticileriyle iki günlük bir toplantı yapmak üzere İstanbul’a geldiler. Sendika genel merkezi 13 Kasım 2008 günü, Sam Palmisano konuklarıyla İstanbul Cemal Reşit Rey Kongre Merkezinde toplantı halindeyken yine kitlesel bir basın açıklaması yaptı. Buradaki açıklamada da IBM patronunun Türkiye’deki çalışanları 5-6 yıldır düşük ücretle çalıştırıldığı, sosyal hakları gasp ederek işçilerin baskı altına aldığını ve bu yüzden çalışanların %80’inin sendikalarına üye oldukları belirtildi. Şimdi ise işçilerin sindirilmeye ve sendikadan uzaklaştırılmaya çalışıldığı söylendi. Sendika “Sam, Türkiye’mizde 70 yıldır IBM’in kazandığı milyarlarca doların hakkını ver ve IBM çalışanlarının sendikal özgürlüklerini tüm gelişmiş

ülkelerde olduğu gibi tanı” çağrısı yaptı. Bu çağrılara kulaklarını tıkayan patron hemen peşinden örgütlenme sürecinde en aktif çalışan öncü işçilerden İşyeri Sendika Temsilcisi Nedim Akay’ı işten attı. Bununla ilgili de Tez Koop – İş Sendikası Genel Merkezi 18 Kasım 2008 günü yazılı bir basın açıklaması yaparak bu saldırıyı kınadı. “Çalışma, örgütlenme ve sendikal faaliyette bulunma hakkı en temel insan hakkıdır” diyen sendika daha önce de işçilerin sendikalaşmasını engellemedikleri gerekçesiyle üst düzey yöneticilerden üç kişinin işten atıldığını, asılsız gerekçelerle temsilcilerinin işten atılmasına karşı temsilci işe başlatılana kadar meşru ve hukuki her türlü mücadeleyi vereceklerini belirttiler. Avrupada tüm IBM işçilerinin sendikalı olmasına rağmen IBM patronunun Türkiye’de bu kadar asılsız gerekçelerle davalar açarak sendikallaşmayı bir yıl engelleyebiliyorsa bu ülkenin patronlar için nasıl bir cennet, işçiler için ise nasıl bir cehennem olduğunu gösteriyor. Egemenlerin “Vatan, millet, sakarya” nutuklarıyla kanarak bu vatanın ve devletin biz işçi ve emekçilerin olduğunu düşünen işçi ve emekçiler böyle örnekler üzerinden bu düzeni sorgulasalar gerçekleri görecekler. Görecekler ki ancak bizim olan vatanda emeğin sömürülmediği bizim olan devlette insanca ve kardeşçe dünyanın bütün halklarıyla barış içinde yaşamak mümkün olacaktır. Kasım 2008 ✓

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 128’in İşçi Eki · Aralık 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


panorama

PANOR AM A

Seçimler yapıldı, başkan

Obama - ABD -

O

cak ayından bu yana gürültüsü yapılan seçimler 4 Kasım’da yapıldı. Barack Hussein Obama, “demokratlar”ın başkan adayı olabilmek için önce Hillary Clinton ile yarıştı ve yarışı birincilikle bitirdi… Ağustos ayından itibaren de “cumhuriyetçiler”in adayı John McCain ile direkt seçim yarışı başladı. Gerek Clinton ile yarışta, gerekse de McCain ile yarışta medyanın önemli kesimi Obama’nın seçilmesi için elinden geleni yaptı. Sonuçta, seçimlerden önce Obama’nın seçileceğine yönelik tahminler doğru çıktı. Kesin olmayan seçim sonuçlarına göre Obama oyların %53’ünü alarak –McCain %46– başkanlık seçimini kazandı. ABD seçim sistemine göre, başkan seçmenlerin verdiği oylarla seçilmiyor. Seçmenler “İkinci Seçmen” adı verilen ve sayısı toplam 538 olan “Seçiciler Kurulu”nu, bu kurul ise başkanı seçiyor. 538 “İkinci Seçmen”in 270’ini kazanan ise başkanlığı kazanmış oluyor. Buna göre Obama’ya 365 “İkinci Seçmen”, McCain’e ise 173 “İkinci Seçmen” düşmüştür. Bu seçmenler 15 Aralık’ta toplanıp başkan ve yardımcısını seçecekler. Oyları Senato Başkanlığı’na gönderilecek ve Senato Başkanı 6 Ocak 2009 tarihinde Senato ve Temsilciler Meclisi toplantısında oyları sayıp –zaten belli olan– sonucu resmen açıklayacak. 20 Ocak 2009 tarihinde ise yeni başkan –Obama– koltuğuna oturacak. Seçmen sayısı ve seçime katılım bağlamında ise kesin bir veri yok. Seçmen sayısı kimi verilere göre 213 Milyondur. Kimi hesaplara göre ise daha yüksektir. Bu seçimler için kendi kaydını yapan seçmenlerin sayısı ise 180 Milyon olarak verilmektedir. Seçimlere katılım oranı ise, kimi yorumculara göre % 66 ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki

süreçte en yüksek katılım olmuştur. Obama ve McCain’in aldığı oyların sayısı toplandığında, –66.882.230 oy Obama’ya, 58.343.671 oy ise McCain’e– 125.225.901 oy hesaplanmaktadır. Buna göre seçimlere katılım oranı kayıtlı seçmen sayısına göre hesaplanmaktadır. Tüm seçmenlerin sayısı 213 Milyon olarak kabul edilip temel alındığında 90 Milyona yakın seçmen hiç birini seçmemiştir. ABD’de 4 Kasım’da sadece başkanlık seçimi yapılmadı. Temsilciler Meclisi, Senato’nun üçte birinin yenilenmesi –35’i yenilendi– ve kimi Valilerin seçimi de yapıldı. Temsilciler Meclisi’nde “demokratlar” 435 Milletvekilinin 254’ünü, “cumhuriyetçiler” ise 173’ünü kazandı. Senato seçiminde ise yine “demokratlar” toplam 100 koltuklu Senatonun 57’sini, “cumhuriyetçiler” ise 40’ını elde etti. Sonuçta “demokratlar” her üç seçimde de çoğunluğu kazandı, milletvekili ve senatör sayısını geçen döneme göre yükseltti.

SEÇİMLER SONRASI… Obama’nın başkanlık seçimini kazanması –takip edebildiğimiz kadarıyla– hem dünya medyasında hem de Türkiye medyasında genelde olumlu olarak karşılandı. ABD karşıtı islamcı kesimi bir kenara bırakırsak, Obama şahsında kitlelere “umut” dağıtıldı. Hürriyet gazetesi bile “Amerikan İhtilali”, “Amerikan Rüyası” vb. biçimde başlıklar atarak seçim haberlerini verdi. Kimine göre “yeni dönem” başlamış, kimine göre “ABD’de değişim” olmuştu. Bu “yeni dönem” ve “değişim” ise Obama’nın ten renginin siyah olmasına dayanılarak söyleniyordu, söyleniyor. Gerçekten de ABD’de ilk kez siyah renkli tene sahip bir insan başkan

oluyordu. Bu seçimin diğer seçimlerden bir farkı var ise, o da budur. Afro-Amerikan kökenlilerin renginden dolayı kendinden saydığı birinin başkan seçilmesini başarı olarak sayıp kutlaması anlaşılır bir şeydir. Fakat Obama’nın seçimini “Kölelik ve ırk ayrımcılığı yüzünden 1861’de başlayan Amerikan İç Savaşı, asıl şimdi bitti” (New York Times yazarı Thomas Friedman, aktaran Hürriyet, 6 Kasım 2008) biçiminde göstermek; ya da siyah birinin seçilmesinin artık ABD’de ırkçılığın son bulduğu; hatta, “Amerikan toplumu bir devrim gerçekleştirdi” (M. Ali Birand) biçiminde yorumlamak gerçeklerin üzerini örtmekten, kitlelerin bilincini karartmaktan başka bir şey değildir. M. Ali Birand’ın aynı yazısında “Ne olursa olsun, Beyaz Saray’daki Obama ile hem ABD, hem de dünya çok farklı olacak.” (Hürriyet, 6 Kasım 2008) yönlü tavrı ise Türkiye’deki “liboşların” kitleleri egemenlerin, sömürücülerin, dünyanın talancılarının peşine takmaktan başka bir işe hizmet etmeyen bir tavırdır. Obama ile de hem ABD hem de dünya, bugünkünden özde farklı olmayacaktır. Yine dünyaya egemenlik dalaşı, yine dünyanın ezilenlerinin zulme uğraması, sömürülmesi sürecektir. Bütün ciddi burjuva yorumcuların bile teslim ettiği gibi, Obama, kendi rengini, siyahların temsilciliğini öne çıkararak başkanlık seçimlerine girmemiştir. Obama ABD’nin Bush dönemindeki politika sonucu dünya çapında zedelenen imajını düzeltmek esas rolüne sahip biri olma rolüyle seçim arenasına çıkmıştır. Bunu da “değişim” adı altında sunmuş ve kit-

lelere Bush yönetiminden daha iyi olacağı düşüncesini kabul ettirmiştir. Yani sonuçta kitleler, Obama’ya “bu siyahların temsilcisidir, onların baskı altında kalmasına karşı eşitliği, özgürlüğü savunmaktadır, bunun için de onun seçilmesi gerekir” düşüncesiyle oy vermemişlerdir. Nasıl ki Reis’ın hem siyah hem de kadın olarak Bush kabinesinin Dışişleri Bakanı olması ne ırkçılığa ne de erkek şovenizmine son vermemişse, Obama’nın seçilmesi de ırkçılığa son vermemiştir. Ya da ırkçılık son bulduğu için Obama seçilmemiştir. Olgu olarak ilk kez bir siyahın başkan olduğu gerçeğini bilinçte tutarak vurgulanması gereken esas şey, Obama’nın kendisini siyah olarak değil, beyazların kabul ettiği bir siyasetin savunucusu olarak kabul ettirdiği gerçeğidir. Obama rakibi McCain’den farklı olarak saldırgan bir dış politika yerine diyalog ve diğer güçleri işin içine çekmeye ağırlık verme ve Irak’taki ABD işgal gücünü 16 ayda geri çekme yönlü vaatleriyle ortaya çıkmış, “ortadirek” dediği kesimlere yönelik politikayı vurgulamış ve 2004 yılındaki seçimlerde Kerry’nin vaatleriyle özde aynı olan iş edinme ve sağlık sigortası vaatleriyle seçmenlerin oyunu almaya çalışmıştır. Obama’nın seçimi kazanması esas olarak Bush döneminin politikalarının, özellikle de Irak savaşının kitlelerin önemli kesiminin tepkisini çekmesi ve Obama’nın dışında başka alternatif olmaması olgusu temelinde mümkün olmuştur. Bu olgulara bir de mali krizin eklenmesi ve Obama’yı destekleyen lobilerin mali politika-

9


panorama

10

daki siyasetin değiştirilmesi yönlü –devletin daha çok müdahalesini de içeren bir siyaset– tavırları eklenince; Obama’nın siyah olduğu için değil, anda ABD egemenlerinin bir bölümünün siyaset vitrinindeki bir süs olarak seçildiği görülebilir. Bunun göstergelerinden biri de Obama’nın seçimden sonra Martin Luther King’e değil de Abraham Lincoln’a atıfta bulunarak kimin siyasetinin sürdürücüsü olduğunu açıklamasıydı. Obama ABD’nin “ulusal birliği”nin temsilcisi olduğunu açıkladı. Obama’nın seçilmesiyle ABD’nin politikalarında ne özde bir değişim gerçekleşecek ne de Bush’un savaş saldırganlığı vb. politikasına karşı olumlu anlam yüklenen yeni bir dönem başlayacaktır. Obama balonunu pompalama havasına kapılmayan yorumcuların ve yetkililerin öngördüğü esas değişiklik, ABD’nin siyasetinde değil, tarzındaki bir değişikliktir. Yani aynı siyasetin farklı tarzdaki uygulayıcıları arasındaki bir değişiklik sözkonusudur. Bu değerlendirmenin doğruluğu daha şimdiden ortaya çıkmış durumdadır. Seçimlerden sonra gerek Obama’nın kurmak istediği hükümete seçtiği isimler, gerekse de Bush ve McCain’in Obama’ya karşı destekleme tavırları, bunlar arasında özde bir farkın olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Obama ile McCain seçim kampanyası sürecinde bile rakip olmalarına rağmen yer yer birbirlerine övgü dizdiler. Örneğin Obama McCain hakkında, “Bu ülkeye McCain gibi fedakarca, örnek olan ve onurlu biçimde hizmet eden çok az kişi vardır.” diyordu. McCain ise “Senatör Obama tarih yazmaktan bahsediyor ve o bunun bazılarını gerçekleştirdi bile. Partisinde ve dışında bu kadar insanı örgütlemesi boşuna değildir.” (Stuttgarter Zeitung, 3 Kasım 2008, Almanca) deyip Obama’nın başkan olmasından korkulmaması gerektiğini anlatıyordu. McCain seçimden sonra ise şunları söyledi: “Tanrı bu adamın yardımcısı olsun. Eski rakibimdi, şimdi başkanım olacak. Bunlar ülkemiz için zor günler. Güçlüklere karşı ona yardım etmek için elimden geleni yapma sözü veriyorum.” (Hürriyet, 6 Kasım 2008) Bu söz verme işi Bush yönetiminin daha görevi devretmeden Obama ile koordineli çalışmaya başlamasıyla da yerine getirilmektedir. Irak’ta anlaşma mı, mali krizden etkilenen araba sanayinin kurtarılması mı, Afganistan’a asker gönderme mi ya da G20’ler toplantısı mı sözkonusu, Obama ve temsilcileri ya doğrudan haberdar edilmekte ya da toplantılara, görüşmelere doğrudan katılmaktadırlar. Bu tavır hepsinin ABD egemenlerinin ortak çıkarlarını koruma amacında olduklarını ve onlara hizmette kusur etmemeye çaba gösterdikle-

rini açıkça ortaya koyan tavırlardan biridir. Obama da –şimdilik gazete haberlerine göre– örneğin andaki “Savunma Bakanı” Gates’i kabinesine alma yönlü tavırla ve Bush yönetiminin deneyimlerinden yararlanma ve onlardan destek alma tavrıyla, özde farklı olmadığını belgeliyor. Obama yönetiminin esas olarak Bill Clinton yönetimine benzer bir tarz siyaset yürüteceği varolan öngörüler arasındadır. Kabineye seçtiği söylenen isimlerin çoğu bu öngörüyü onaylayan bir görüntü sergilemektedir. Sonuç olarak ister Clinton ister Bush ya da hangi ABD Başkanı olursa olsun onun siyaseti güdülsün, güdülen siyaset ABD egemenlerinin dünyaya hükmetme, nüfuz alanlarını genişletme, ABD’nin dünyanın bir numaralı jandarması olma rölünü sürdürme vb. vb. siyasetinden başka bir siyaset güdülmeyecektir. Savaşlara karşı tavır bağlamında da özde farklılık yoktur. Kuşkusuz ki Irak ya da Afganistan’a yönelik, ya da İran, Suriye vb. devletlere yönelik tavırlar bağlamında ayrıca yazılar yazılabilir. Fakat işin özünde Obama da ABD emperyalizminin dünya üzerindeki egemenlik dalaşında sadece bir hizmetkar olmaktan başka bir role sahip değil, olmayacaktır da. Irak’tan askerleri çekme vaadi gerçek bir istek olarak kabul edilse bile, bunun Obama’nın savaş karşıtı olduğu biçiminde yorumlanması gerçekleri tersyüz etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Aynı Obama Afganistan’a daha fazla asker yollamaktan yanadır. Afganistan’da savaşı yoğunlaştırmaktan ve bu temelde “savaşı kazanmak”tan yanadır. Bu arada Pakistan’ı da Afganistan savaşının içine çekme yanlısıdır. Yani zaten Bush yönetiminin başlattığı işi sürdürmekten yanadır. Irak bağlamında da Bush yönetimi Irak yönetimi ile 2011 yılına kadar –Irak yönetimi süreyi uzatmayı talep etmezse– askerini çıkarma anlaşması yapmış ve bu anlaşma 27 Kasım’da Irak Parlamentosu tarafından onaylanmıştır. Yani bu konuda da esas olarak Bush yönetimi ile Obama arasında belli bir uyumluluk sözkonusudur. İşin içine mali krizin yüksek boyutlara varması olgusu da eklenince, Obama’nın Bush yönetiminin ABD egemenlerinin isteklerine ters gelişmeleri düzeltmesi; Irak, Afganistan savaşlarında gelişmeleri ABD’nin isteğine uygun gelişmelere dönüştürmesi vb. sorunlar “başarı” ya da “başarısızlık” ölçüsü olarak gösterilmektedir. Peki ama Obama bu konularda “başarılı” olursa ne olacak, ya da bu “başarı” ne anlama gelecek? Bu sorunun cevabını yazarsak yazımız uzayacak. En iyisi siz bu soruya cevap verin ve bize gönderin. 28 Kasım 2008 ✓

Devlet terörü ve çatışmalar sürüyor… - DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ -

D

emok ratik Kongo Cum­ huriyeti’ndeki gelişmeler ve emperyalistlerin Kongo’daki yeraltı zenginliklerine sahip olma dalaşı hakkında durumun ne olduğunu dergimizin 102. ve 104. sayılarında tavır takınmıştık. Kongo hakkında 2006 yılında 20 Eylül tarihli yazımızda tavır takınırken, başkanlık seçimlerinin ikinci turu daha yapılmamıştı. Seçimin ikinci turu 29 Ekim 2006’da gerçekleşti ve Kabila, 27 Kasım 2006’da Yüksek Mahkeme tarafından seçimi kazanan kişi olarak ilan edilip koltuğunda oturmayı sürdürdü. 2006’da yapılan seçimden bu yılın Ağustos ayına kadar iç savaş gibi gösterilebilecek çatışmalar yaşanmadı. Ama doğrudan devlet güçlerinin muhalefete karşı terörü sürdü. Kabila’ya karşı olduğu iddia edilen muhalefete karşı sürekavı gerçekleştirildi. Sadece açık muhalefet olan kesime değil seçimlerde Kabila’ya rakip olan Bemba’nın aşiretinden, ya da kökeninden olduğu insanlara karşı da devlet terörü sürdürüldü. Türkiye’de özellikle 1990’lı yıllarda Kuzey Kürdistan’da Kürtlere karşı gerçekleştirilen “yargısız infazlar”, işkenceler, talan ve tecavüzler Kongo’da son iki yılın yaşanan görüntüleriydi. İnsan Hakları Örgütü’nün (HRW) raporuna göre 500 insan “yargısız infaz” sonucu katledildi. Çoğunun cesedi ya Kongo-Irmağı’na atıldı, ya gizli olarak toplu mezarlara gömüldü ya da başka yollardan ortadan kaldırıldı… Yani bu insanların cesetleri bile sahiplerine verilmedi. Her türlü inceleme talebinin önü kesildi. Kısacası Kabila rejiminin kendisi gibi barbarca devlet terörü de varlığını sürdürüyor. Kongo’da varlığını sürdüren bir başka gerçeklik ise, ülkede değişik savaş ağalarının ve bunlara bağlı silahlı güçlerin varlığıdır. Ülkedeki varolan çelişkiler çatışmalara bir de emperyalist güçlerin ve onların yerel ayaklarının varlığı eklenmektedir. Kimi kuruluşların verilerine göre özellikle 1990’lı yılların sonlarından bugüne kadar –esasta 2003’e kadar– yaşanan çatışmalarda beş milyon insan yaşamını yitirmiştir.

Sözde barışı ve güvenliği sağlamak için BM’nin Mavikasklı ordusu işin içine sokuldu. BM Güvenlik Konseyi yıllardır hep yeniden aldığı kararlarda Kongo’daki durumu “dünya barışını ve uluslararası güvenliği tehdit” eden bir durum olarak değerlendirmiş ve her seferinde Mavikasklı işgal gücünün sayısını yükseltmiştir. BM’nin Mavikasklı gücünün en yüksek sayılı gücü Kongo’da bulunmaktadır. Şimdiye kadar sayısı 17.000 olarak veriliyordu. Fakat son aylardaki çatışmalar gözönüne alınarak 20 Kasım’da yeni bir karar alındı. Buna göre 2785 asker ve 300 polis daha Kongo’ya gönderilecek. BM’nin bu kararı almasının perde arkasındaki gelişmeler ise Ağustos ayı sonlarından bu yana Doğu Kongo’da yaşanan çatışmalar ve BM verilerine göre 250.000, başka kaynaklara göre ise 500.000 kadar insanın evini barkını terketmek zorunda kalıp sürgün yollarına düşmesidir. Ağustos ayı sonlarına doğru Tutsi kökenli savaş ağalarından biri olan ve adı “İsyancılar generali” olarak da bilinen Laurent Nkuda’nın “Tutsi azınlığı koruma” adına Kabila güçlerine, onunla ortak hareket eden “Mai-Mai-Milisleri”ne ve aynı zamanda BM Mavikasklı güçlerine de karşı başlattığı çatışma giderek ülkeyi yeni bir iç savaşa doğru sürükleyen gelişmeler oldu. Eğer Kabila ile Nkuda arasında anlaşma sağlanmazsa, çatışmaların giderek yoğunlaşacağına kesin gözüyle bakılıyor. BM Temsilcisi olarak eski Nijerya başkanlarından Obasanjo arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Son üç aylık süreçte yaşanan çatışmalara Joseph Koni önderliğindeki Ugandalı asilerin Kongo’da saldırılarda bulunması ve esasta Nkuda’yı destekleyen Ruanda ordusunun 29 Ekim’de Kongo sınırındaki saldırıları eklenince, ortaya çok yönlü bir çatışma çıktı. İlk bakışta insanların pek anlam veremediği bu çatışmaların perde arkasında, Doğu Kongo bölgesinde “Büyük Göller Bölgesi” adı verilen yerde, ama genelde Kongo’daki yeraltı zenginliklerine sahip olma dalaşı yatıyor. Sözkonusu bölgelerde özellikle altın, coltan, pet-


panorama

rol kaynakları bulunuyor. Kuşkusuz ki sadece bu madenler veya petrol bulunmuyor orada. Bakır, elmas, kobalt, kalay, çinko, kadmiyum, volfram, germanyum gibi önemli ve değerli madenler ve önemli ekonomik gelir kaynaklarından biri olan tropik ağaçlara da sahiptir Kongo. Nkuda Tutsi kökenli biri ve Ruanda’daki soykırım sonrasında Kongo’ya kaçan ve savaş suçlusu olarak “aranan” biri… Buna rağmen ama Ruanda Başkanı ile arasının iyi olduğu söyleniyor. Ruanda Başkanı ise özellikle Alman ve ABD emperyalizmiyle iyi ilişkiler içindedir. Bu emperyalist güçler Tutsi kökenli asiler üzerinde Kongo’daki yeraltı zenginliklerine sahip olmaya çalışıyor. Bu, özellikle son dönemde Çin ile Kongo / Kabila rejimi arasında milyarlarca doları bulan ve yeraltı zenginliklerinin talanını içeren anlaşmayla daha da körüklenmiş durumdadır. Bir yandan Nkuda “Birleşik Kongo” talebini yerel zengin kaynaklara sahip çıkma vb. temelinde dile getirip kitleleri peşine takmaya çalışırken, diğer yandan da özellikle emperyalistlerin sözcüleri sözkonusu çatışmalara etnik çatışma görüntüsü de vermeye çalışmaktadır. Gerçekte içte iktidar dalaşı ile etnik çatışmaların ve dıştan da emperyalistlerarası dalaşın yerel ayaklar üzerinde yürüdüğü bir içiçe geçmişlik sözkonusudur. İşin belki de ilginç olan bir yanı, 2006 yılındaki seçimlerde Batılı emperyalistler Kabila’yı destekledi. Fakat Kabila’nın “batılı ölçülere göre” bir yönetimi yerleştirmesi için kelimenin gerçek anlamında hiç bir şey yapmadılar. Yaptıkları esas olarak seçimin güvenliği adına ek silahlı güçler yerleştirmeleri oldu. Kabila’nın yerine geçebilecek, ülkede çatışmalara son verebilecek ve aynı kendileriyle iyi ilişkileri sürdürebilecek bir alternatiflerinin olmaması durumu hem Kabila’yı desteklemeyi beraberinde

Her şeyden önce belirtilmesi gereken şey, kadınlara karşı erkek egemen sistemin barbar yüzünün Kongo’daki gerçekliğinin sadece son üç-dört aylık çatışmalar dönemiyle sınırlı olmadığı olgusudur. Son dönemde başlayan çatışmalar gerçekte varolan barbarlığa yeni kurbanlar eklemiştir, fakat kadın ve çocuklara yönelik barbarlık –son on yılları alırsak– her zaman varolmuştur. getirirken hem de Kabila’ya alternatif olarak ortaya çıkabilecek birilerinin aranmasını da gündemden çıkarmıyordu. Nkuda’nın böylesi bir alternatif olup olmayacağı ise şimdilik belli değil. Ama bu yöndeki hesapların varlığı da gözönünde tutulması gerekiyor. Bunun yanısıra dikkat çeken bir durum ise, BM’nin Kabila yönetimine karşı hemen hiç bir şey söylemediği ve Doğu Kongo’daki durumu öne çıkardığıdır. Özetlenirse, Kabila’nın devlet güçlerinin, Kabila güçleri ile ortak hareket eden Tutu kökenli ve kimi diğer silahlı güçlerin, BM’nin Mavikasklı işgalci güçlerin, Nkuda önderliğindeki Tutsi kökenli asilerin; Ugandalı asilerin ve Ruandalı silahlı güçlerin içinde bulunduğu çok yönlü bir çatışma sözkonusudur. Kimi burjuva medya temsilcilerine göre bile Kongo’da barışı sağlamak ve “batılı demokrasi” benzeri bir yönetim biçimini yerleştirebilmek için hem Kabila ve yönetimini hem de savaş ağaları ve onların önderliğindeki güçleri devredışı bırakmak, önderleri savaş suçluları olarak mahkemeye çıkarıp cezalandırmak gerekiyor.

Sözkonusu yeniden alevlenen bu çatışmalarda doğal olarak yine en çok zarar gören yoksul emekçilerdir. Özellikle de çocuk ve kadınlardır.

SAVAŞIN, ÇATIŞMALARIN ERKEK YÜZÜ-BARBARLIĞI… Her şeyden önce belirtilmesi gereken şey, kadınlara karşı erkek egemen sistemin barbar yüzünün Kongo’daki gerçekliğinin sadece son üç-dört aylık çatışmalar dönemiyle sınırlı olmadığı olgusudur. Son dönemde başlayan çatışmalar gerçekte varolan barbarlığa yeni kurbanlar eklemiştir, fakat kadın ve çocuklara yönelik barbarlık –son on yılları alırsak– her zaman varolmuştur. Bu durum kendisini, özellikle sürgün yollarında bulunan, kendisini kurtarma derdiyle dağlarda, ormanlarda gizlenmeye çalışan yüzbinlerce insan somutunda çok daha açık biçimde göstermektedir. Öyle bir durum yaşanıyor ki, BM temsilcileri dünya çapında cinsel şiddetin boyutunun en kötü olduğu ülkenin Demokratik Kongo Cumhuriyeti olduğunu tespit etmektedirler.

Verilen kimi rakamlara bakıldığında, örneğin 2006 yılı ikinci yarısından Haziran 2007’ye kadar 11 ay içinde UNICEF’in kayıt ettiği tecavüz kurbanının sayısı 12.000’den fazladır. Bunların üçte biri çocuklardır. Yine yapılan tahminlere göre bunların %30’u AIDS virüsüne kurban olmuştur. Tecavüz edenlerin esasta devletin silahlı güçleri de içinde olmak şartıyla silahlı güçler ve gruplar olduğu tespit edilmektedir. Kadınlar sadece tecavüz kurbanı olmuyorlar. Feodalizmin ve erkek egemen sistemin “namus” anlayışının kurbanları olarak ayrıca kendi çevrelerinden de, köylerinden de, eşleri tarafından da dışlanmaktadırlar, çocukları varsa böylece onları da kaybetmektedirler. Bu kadarla da kalınmıyor, tecavüze uğrayan kadınlar, kendi yaşadıkları köylerde ya da yerleşim alanlarındaki erkekler tarafından “serbest av”, yani Türkçesi “isteyen erkeğin istediği zaman bu kadınlara tecavüz etme hakkına sahip olduğu, kim kaparsa kadının sahibi olduğu bir av” olarak görülmektedir. Kimi başka verilere göre 2007 yılının ilk yarısında 4500 tecavüze uğrama durumu kayıt edilmiştir. Ya da Ocak-Eylül 2008 döneminde sadece Kuzeykivu bölgesinde 3500 tecavüz olayı kayıt altına alınmıştır. Bu rakamları verenler gerçek durumun bu sayıdan daha çok yüksek olduğunu da vurgulamaktadırlar. Son aylardaki durum bağlamında ise gerçek durumun bilinmediği ve herhangi bir tahminde bulunmanın bile mümkün olmadığının altı çizilmektedir. Kadınlara ve çocuklara karşı sürdürülen bu barbarlığın güç aldığı temel kaynaklardan biri devletin kendisidir. Tecavüzcülere, tacizcilere, katillere –kadınların katillerine tabii ki– devletin herhangi bir cezası bile bulunmuyor. Yani sorun çok açık biçimde sistem sorunudur. Kimi burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde bu sorun başka ölçülerde yaşanıyor, kimilerinde kadınlara tecavüz ve tacizin gizlenmesi için biçimler çok, ama Kongo gibi ülkelerde çok açık yürüyor. Savaşların, çatışmaların özel bir aracı, özel bir silahı olarak kadınlara tecavüze son vermenin yolu, erkek egemen sistemin, kapitalizmin –aynı biçimde feodalizmin kalıntılarının yoğun olduğu ülkelerde de, feodalizmle kapitalizmin içiçe geçtiği sistemin– emekçilerin devrim için mücadelesiyle yerlebir edilmesinden; sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünya, komünist bir dünya kurulmasından geçmektedir. Bu amaç anda bize çok uzak görünmektedir. Fakat böyle de olsa, kadın erkek, tüm insanların, insanca, eşit ve özgürce, halkların kardeşçe birlikte yaşadığı dünya, her türlü barbarlığa son verecek olan komünist bir dünyadır ve böylesi bir dünya için mücadele her şeye değer. 29 Kasım 2008 ✓

11


panorama

A

Şovenizmin dayanılmaz ağırlığı…

BD’deki başkanlık seçimlerini siyah tenli Obama’nın kazanması, hem Türkiye’de, hem de dünya çapında değişik tepkilere, yorumlara yol açtı. AfroAmerikalıların ve Obama’yı renginden dolayı kendinden sayan Afrikalıların, ezilmişliklerinin bir tepkisi olarak Obama’nın seçilmesini kutlaması, bunu bir başarı olarak kabul etmesi, ABD’deki siyahlara karşı kölelik tarihi bilindiğinde anlaşılır bir şey olarak görülebilir. Fakat işin biraz derinine inildiğinde yapılan yorumların en azından bir bölümünün siyahlara karşı ırkçılığın nasıl farklı biçimlerde sürdüğünü göstermektedir. Şovenizmin bir biçimi olan erkek şovenizmi ise Obama’nın babasının öne çıkarılıp annesinin hiçe sayılmasında kendisini göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkililerinin şoven tavırlarıysa, kendisini açıkça siyahlara karşı tavırdan

12

çok, ABD Başkanı’nın Ermenilere yönelik soykırımı tanıyıp tanımayacağına endekslenmiştir. Her sene 24 Nisan’da “Kıbleye” dönmüş gibi ABD Başkanı’nın ağzından çıkacak laflara kilitlenen tavır, her başkanlık seçiminden de kendisini göstermektedir. Sırasıyla sözkonusu şovenist tavırlara bakarsak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. Obama’nın biyografisi anlatılırken onun kimliği hakkında özetle şunlar söylenmektedir: 4 Ağustos 1961’de Stanley Ann Dunham ve Barack Hussein Obama’nın oğlu olarak Havai’de doğdu. Beyaz annesi Kansas, babası ise Kenya kökenlidir. Öğrenci olarak Manao’da Havai Üniversitesi’nde tanıştılar. 1963’te boşandılar. Obama Havai’de annesinin yanında büyüdü. Annesi Endonezyalı petrol şirketi menejeriyle evlendiğinde Jakarta’ya taşındılar. 1971’de Obama Havai’ye geri

döndü ve anne tarafından büyükebeveynlerince yetiştirildi. Böylesi bir biyografik açıklamaya göre, aslında Obama’nın kökeni Afrika’dan götürülen köleler olmadığı açıktır. Babası Kenya kökenli bir öğrenci olarak ABD’ye gitmiş ve orada tanıştığı ABD’li bir kadınla evlenmiştir. Obama da bu evlilikten doğmuştur. Buna göre babası Kenya kökenli ama aslında Obama ABD’de doğmuş, ANNE’si de ABD’li biridir. Üstüne üstlük Obama 2 yaşındayken baba ve annesinin boşanmasıyla birlikte annesinin yanında kalmış, büyümüştür. Böylesi bir durumda sadece babasının Kenya kökenli olmasına dayanılarak Obama’nın da Afrika’lılara sayılması, esas olarak onun renginin annesinin rengine değil de babasının rengine benzemesine dayanmaktadır. Sadece renginden dolayı şu ya da bu insanı şu ya da bu ırka, şu ya da bu kıtaya ait olarak göstermenin kendisi bile ırkçılığın biçimlerinden biridir. Böylesi bir tavır siyah renkli insanların sadece ve sadece Afrikalı olabileceğinden yola çıkmaktadır. Böylesi bir tavır aynı zamanda Obama’nın annesinin ABD’li ve beyaz olduğunu gözardı eden, bir çocuğun kökeninin sadece bir ebeveyn tarafınca –baba tarafınca– belirlenmesi, annenin hiçe sayılması, yani sonuçta erkek şovenizminin de tavrıdır. Oysa Obama rengiyle babası, düşüncesiyle ve tavrıyla annesidir. ABD’deki veya genelde Amerika kıtasındaki siyahların kökeninin Afrika’dan götürülen köleler olması olgusu Obama için geçerli değildir. Obama, egemen beyaz çevrelerin siyasetinin sürdürücüsü konumunda olmasaydı, siyasi olarak yükselme şansı sıfırdı, sıfırdır. Obama’ya karşı açık ırkçı tavırlardan ikisi şöyledir: Obama’nın Kenya kökenli olması, İsrail’deki kimi Bedeviler’in kendisini Obama’nın akrabası olarak göstermeye kadar değişik tavırlara yol açtı. Böylesi tavırları Obama’nın Afrika ile bağı çerçevesinde ele alan Polonya Dışişleri Bakanı, kendilerinin de Obama ile bağlarının olduğunu şu sözlerle anlattı: “Obama’nın Polonya ile de tarihi bir bağlantısı olduğunu biliyor muydunuz? Dedesi Afrika’da Polonyalı bir misyoneri yemiş.” (Hürriyet, 20 Kasım 2008) Böylesi bir tavrın açıkça ırkçı bir tavır olduğunu söylemeye ihtiyaç bile yoktur. Polonyalı Dışişleri Bakanı’na göre Afrikalılar “yamyadır”. Bu tavıra karşı tepkiler gösterildiğinde ise Polonya Dışişleri Bakanlığı, Dışişleri

Bakanı’nın bu ifadeyi kullandığı “fakat ırkçı bir şaka yapmak veya Bay Obama’ya hakaret etmek gibi bir amacı olmadığı”nı bildirmiştir. Buna Türkçe “özrü kabahatinden büyük” derler. Yani ırkçılık, “ırkçılık yapma amacı” olmadan yapılmıştır. Bir başka açık ırkçılık da Avusturya kaynaklı. Avusturya televizyonu ORF’nin eski çalışanı olan Klaus Emmerich aynı programın seçim için hazırladığı yayın programında şunları söyledi: “Bir siyahın batı dünyasına hükmetmesine izin verilmemeli. (…) Buna izin verilmesi Avusturya’nın bir sonraki başkanının Türk olması kadar düşünülemez.” (Hürriyet, 18 Kasım 2008) ORF Avusturya devlet televizyon kanalı. Böylesi ırkçı tavırların sergilenmesi de sözkonusu devletlerin gerçekte ırkçılıkla özde bir problemlerinin olmadığının bir göstergesidir. Böylesi ırkçılara herhangi bir takibat ya da cezalandırma da sözkonusu değildir.

TÜRKİYE’NİN TAVRI… Türkiye Cumhuriyeti devletinin ABD’deki seçimler bağlamında takındığı tavırlarda sürekli kendisini gösteren şey sözkonusu başkan adaylarının seçim kampanyası döneminde Ermeni seçmenlere yönelik verdiği mesajlardır. Eğer bir başkan adayı seçim kampanyasında Ermeni soykırımını tanıyacağına dair söz veriyorsa, o başkan adayı Türkiye tarafınca istenmeyen başkan adayıdır. Bu seçimlerde de böyle oldu. Obama’nın Ermeni soykırımını tanıyacağına dair verdiği söz, Türkiye’nin egemenlerinin McCain’den yana tavır takınmasını beraberinde getirdi. Seçimler öncesinde açıkça McCain’in seçilmesinden yana tavır takınıldı. Kuşkusuz ki bu tavır takınma saldırgan bir biçimde değil, herhangi tersi bir durumun yaşanması halinde takınılacak yeni tavıra engel olunmayacak ölçüde belirlenen bir eğilim olmasına da dikkat edilen bir tavır. 8 Kasım tarihli Hürriyet’in haberine göre Cumhurbaşkanı Gül “Obama’ya mesaj için ‘ince taktik” yolunu seçmiştir… 6-7 Ocak’ta İsrail’e yapacağı ziyarette Cumhurbaşkanı Gül, Obama’ya İsrail’den mesaj verecek. Bunu da esasta İsrail yönetiminin ABD’deki Yahudi lobisini yoğun şekilde devreye sokmasını ve ABD’deki yeni yönetime Türkiye’nin istediği mesajın verilmesi talep edilecek. Böylesi bir cek’li, cak’lı tavrın çözüm olamayacağını düşünen Türk devleti yetkilileri, Obama’nın Irak’taki işgalci ABD güçlerini geri çekme ve Afganistan’a aktarma siyasetine karşı kullanacağı silahı bulmaya çalıştı ve buldu da: İncirlik üssünü, gerektiğinde kapatırız! Hürriyet gazetesinin verdiği habere göre “Soykırıma karşı

kozumuz İncirlik”tir. Burjuvazinin diplomasisinde genelde gazete haberleri değil, devlet yetkililerinin açıklamaları geçerlidir. Buna bakıldığında Türk devlet devlet yetkilileri de bu konuda işbaşında! Sadece Cumhurbaşkanı Gül değil, Başbakan Erdoğan da işbaşında! G20 toplantısına katılmak için New York’ta bulunan Başbakan Erdoğan yaptığı konuşmalarda Hürriyet gazetesinin aktarımına göre şunları savundu: “Türkiye aleyhine yapılan kampanyalar adil değil. Gelin bu işi tarihçilere hukukçulara bırakın dedim. Sonra rapor önümüze gelsin hesaplaşalım dedik. Bizim en ufak endişemiz yok. Ermeniler bu işe heves etmediler. Bırakın tarihçiler gelsin. Üçüncü ülkeleri de çağıralım, Ermeniler de varsa arşivlerini açsınlar. Neticeye katlanalım. Biz tarihimizle yüzleşmeye hazırız dedik, bize cevap vermediler. Umarım yeni ABD yönetimi, diasporanın bu oyununa gelmez. Ermenistan da diasporanın sesine değil, kendi halkının sesine kulak versin. ABD’nin yeni yönetiminin bunları değerlendirmeye alacağını umuyorum. Böyle basit siyasi lobilerle, kulislerle bir ülke hakkında karar verilmez.” (Hürriyet, 15 Kasım 2008) Türkçede “Yarası olan gocunur” diye bir laf vardır. Obama seçildikten sonra Ermeni soykırımı bağlamında hiç bir söz söylemedi, açıklama yapmadı. Ama Türkiye’nin Cu m hu rba şk a n ı ve Ba şba k a n ı ABD’nin yeni seçilen Başkanı’na karşı “uyarı”larda bulunmayı bir devlet görevi olarak kabul ettiklerinden bu konuda tavır takınmaktadırlar. Bunların tarihin gerçekliklerinin sonunda ABD yönetimi tarafından da kabul edileceğinden korkuları vardır. Bu korkudan kaçmak ve kurtulmak için böylesi tavırlar takınmaktadırlar. Bu arada tabii ki sahtekarlık da yapmaktadırlar. Örneğin Erdoğan’ın sözkonusu ettiği “tarihi tarihçilere bırakalım” ya da “arşivleri açalım” tavrı Ermenistan’a yönelik yapılırken, yukarıda aktardığımız Erdoğan’ın tavrında sanki bu tavır diaspora Ermenilerine yapılmış gibi de gösterilmektedir. Sonuçta, şovenizmin dayanılmaz ağırlığı her konuda ve her somutta kendisini gösteriyor. Örneğin bu satırların yazarı bir tarihçi ve bu tarihçi Ermenilere yönelik soykırım suçu işlenmiştir dediğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan bu sonuca katlanacak mı? biçiminde sorulması gereken soru esas sorulardan biridir. Sizi daha fazla uğraştırmamak için, tüm biçimleriyle şovenizme hayır sloganıyla son veriyorum yazıma. 29 Kasım 2008 Bir YDİ Çağrı okuru ✓


yeni kadın dünyası

25 Kasım'da kadınlar alanlardaydı! İstanbul: Kadın Platformundan 25 Kasım eylemi İstanbul Kadın Platformunun ortaklaşa düzenlediği 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü eylemi polisin engeline takıldı. Taksim Meydanından Galatasaraya yürünmesi planlanan yürüyüşe polis izin vermedi. 25 Kasım günü saat 19.30'dan itibaren kadınlar Taksim Meydanını doldurmaya başladılar. Yürüyüş izini alınmış olmasına rağmen polis bariyer kurarak kadınların yürümesine engel oldu. Çevikkuvvet ve su sıkma panzeri de gözdağı vermek için hazır bulunuyordu. Ön sıralarda polisle kısa bir itişme kakışma yaşandı. Yürüyüşün ardından Galatasaray Meydanında okunması planlanan Kürtçe ve Türkçe basın açıklaması protesto edilerek okunmadı. Polisin bu saldırgan tutumuna rağmen kadınlar coşkularından birşey kaybetmeyerek hep bir ağızdan gür bir şekilde sloganlar attılar. Bunlardan bazıları şunlardı; "Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına isyan inadına özgürlük! Kimsenin namusu olmayacağız!, Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir. Bağır herkes duysun, erkek şiddeti son bulsun!" "Yaşasın kadın dayanışması" sloganı sıkça atılan sloganlar arasındaydı. Türkçe sloganların yanısıra Kürtçe sloganlar da atıldı. Eylemin ilerleyen saatlerinde araba ve ses sistemi alana getirildi. Oradan görevli olan kadınlar 25 Kasım ile ilgili ve polisin keyfi davranış ve tavırlarını kanayıcı konuşmalar yaptılar. Yapılan konuşmalarda kadınlara değil Üzmez'lere barikat kurulması talep edildi. Daha sonra tek tek kadınlar, kadın üzerindeki şiddeti anlatan konuşmalar yaptılar. Bir arkadaş ta Kürtçe bir konuşma yaptı. Eyleme DTP milletvekili Sabahat Tuncel katıldı. Tuncel, devletin yasalarıyla, kurumlarıyla, polisiyle, kadına yönelik şiddeti her gün yeniden ürettiğini dile getirdi. Buna karşı mücadelenin önemine vurgu yaptı. Konuşmaların ardından yürüyüşe izin verilmediği için eylem sona erdirildi. Aynı gün saat 12 ile 17 arası Galatasaray Meydanında sergi yapılması planlanmıştı fakat polis buna da izin vermeyerek sergiyi dağıttı. Gece eyleminde polisin bu tavrı da teşhir edildi. Eylem çok coşkulu geçti ve katılımın öbür senelere göre daha fazla olduğu görüldü. Kasım 2008 ✓

İzmir’de 25 Kasım

25 Kası m, Kad ı n la ra Yönelen Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde, Kadınlara Yönelen Şiddete Karşı, İzmir Kadın Platformu tarafından bir basın açıklaması yapıldı. Alsancak-Kıbrıs Şehitleri Caddesi

girişinde toplan 150 civarında kadın, cadde üzerinde yürüyüp basın açıklaması yaptılar. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında şu sloganlar atıldı: “Şiddet sürüyor, kadınlar direniyor!, Cinsel şiddet, tecavüze son!, Devlet şiddetine son!, Yaşasın kadın dayanışması!, Jin,

jiyan. Azadi!, Cinsel, sınıfsal, ulusal sömürüye son!, Zam, zulüm, işkence, şiddet sürüyor, kadınlar direniyor!, Vardık, varız, var olacağız!” Basın açıklamasında, erkekler ve devlet tarafından kadınlara yönelen fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddet, cinsel taciz ve tecavüz kınanarak son bulması istendi. “Biz kadınlar devletin, ataerkil sistemin ve erkeğin tüm dayatmalarına, cinsel taciz ve tecavüz saldırıları ile her türlü şiddetine karşı yan yanayız. Bir Kürt, Türk, Ermeni ve niceleri olarak, ama her şeyden önce kadın olarak yaşamda var olmanın mücadelesini vermeye, yan yana olmaya ve örgütlenmeye devam edeceğiz. Kadın varlığımızı devletin ve onun erkek anlayışının ellerine terk etmeyeceğimizi tüm kamuoyuna buradan haykırıyoruz. Yaşasın kadın dayanışması!” Basın açıklaması, kadınların çektiği halaylarla, atılan sloganlarla son buldu. 25 Kasım 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓

Kadınlar taciz ve tecavüzü protesto etti

S

on dönemde kadınlara yönelik cinsel şiddet, özellikle kız çocuklarına karşı taciz ve tecavüz daha da artarak davam ediyor. Buna karşı çeşitli şehirlerde bir dizi kadın kurumu protesto eylemleri gerçekleştirerek tepkisini dile getirdi. İstanbul'da da çeşitli kadın kurumları ve bağımsız kadınlar bir araya gelerek Galatasaray Meydanı’nda 5 Kasım Çarşamba günü bir gece eylemi gerçekleştirdiler. Eylemde, üzerinde "Tecavüze göz yuman devlet suçludur!", yazılı bir pankart ve "tacize hayır, aile içi cinsel şiddet örtülemez, kimsenin namusu olmayacağız" yazılı çok sayıda döviz taşındı. "Şiddet kadınların ruh

ve beden sağlığına her zaman ve her durumda zarar verir! Tecavüze göz yuman devlet suçludur. Şiddetin üstünün örtülmesine izin vermiyoruz!" diye başlayan basın açıklamasında son dönemde basına yansıyan taciz ve tecavüz olayları hatırlatılarak devletin, mahkemelerin, emniyetin ve Adli Tıp Kurumu’nun elele vererek kadına yönelik şiddeti meşrulaştırdıkları vurgulandı. Son olarak Hüseyin Üzmez olayında görüldüğü gibi 14 yaşında bir çocuğun kendisinden kat be kat büyük bir erkeğin cinsel tacizine uğradığı halde Adli Tıp Kurumunun "ruh ve beden sağlığının bozulmadığı" yönünde bir rapor verdiği, “Şeytana uyduğunu,

nefsine kırgın olduğunu” söyleyen ve “14 yaşında bir kızla evlenilir ama ben evlenmem” diyen lütufkâr tacizcinin bu rapor nedeniyle serbest bırakıldığı dile getirildi. Şiddetin üzerinin örtülmesine izin vermeyeceklerini belirten kadınlar, kadına yönelik şiddeti engellemekle sorumlu olan kurumların yaşanan şiddete göz yummaları nedeniyle, kadınların şiddet görmeye devam ettiklerini, üstelik medyanın da bir yandan kadınların yaşadığı şiddeti magazinleştirip hafif letirken, bir yandan da şiddet uygulayan erkeğe iş vermeye, söz vermeye ve mikrofon uzatmaya devam ettiğini söylediler. Açıklamanın sonunda, "Biz kadınlar yıllar yılı verdiğimiz mücadeleler sonucunda elde ettiğimiz kazanımların yok sayılmasına izin vermeyeceğiz! Erkek egemen sistemin bedenlerimiz üzerindeki denetimine, taciz ve tecavüze, dayağa, bekâret kontrolüne, küçük yaşta evlendirilmeye boyun eğmeyeceğiz! Tüm bedenlere yönelik tecavüz, şiddet ve yasak son bulana kadar isyanımız sürecek. Bütün kadınları tecavüzcülerin yargılanması ve tecavüzde cezaların artırılması için bu isyana ortak olmaya çağırıyoruz" denilerek eylem alkış ve zılgıtlarla sona erdirildi. 6 Kasım 2008 ✓

13


yaşam temellerini koruma mücadelesi

25 Kasım Paneli Panelde söz alıp görüşlerini dile getirenler, erkek egemen anlayışın kadınlarca da sahiplenilip savunulduğunu ve kadınlar ve çocuklar üzerindeki şiddetin toplum tarafından olağan görüldüğünü belirttiler

23

Kasım Pazar günü, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü dolayısıyla GKM’de bir etkinlik düzenlendi. Etkinlik öncesi çıkarılan afişlerle etkinliğin duyurusu yapıldı. Güney Kültür Merkezi Kadın Grubunun düzenlediği panel iki kadın arkadaşın sunumları ile başladı. Sunumda ilk olarak 25 Kasım’ın tarihçesi ortaya konuldu. Daha sonra 2 bölüm başlığı altında güncel tecavüz olayları, kadın ve çocuklar üzerindeki cinsel şiddet (istismar) ele alındı. Sunumların ardından soru cevap ve söyleşi bölümüne geçildi. Söyleşide toplantıda bulunan kadınların hemen hemen hepsi söz alarak görüşlerini dile getirdiler. Çocuklara yönelik cinsel istismarın istatistiki verilerinin ortaya konulduğu panelde söz alan konuşmacılar, çocuklara yönelik cinsel saldırının bu kadar ciddi boyutlarda olduğunu bu toplantıda öğrendiklerini dile getirdiler. Panelde söz alıp görüşlerini dile getirenler, erkek egemen anlayışın kadınlarca da sahiplenilip savunulduğunu ve kadınlar ve çocuklar üzerindeki şiddetin toplum tarafından olağan görüldüğünü belirttiler. Sorulan sorulara verilen cevapların ve söyleşinin ardından bir ara verildi. Aradan sonra kadınlara yönelik şiddetin sosyal, psikolojik ve ekonomik boyutunu uzmanların değerlendirdiği “İklimsiz Kadınlar” adlı belgesel film gösterildi. Belgesel, tüm katılımcılar tarafından beğeniyle izlendi. Etkinlik belgesel film gösteriminden sonra sona erdirildi. Kasım 2008 ✓ 14

D

Çölleşme giderek artıyor

oğanın hoyratça kullanımının, kar uğruna talanının diğer bir sonucu da; çölleşmedir! Erozyon, aşırı otlatma, iklim değişikliği, ormanların yok edilmesi, toprağın aşırı kullanımı ve yanlış sulama vb. nedenler çölleşmeye yol açıyor. Verilere göre dünyada 250 milyon insan çölleşmenin olumsuz sonuçlarından direkt olarak etkileniyor. Bir milyardan fazla insan ise çölleşme riski bulunan topraklarda yaşamını sürdürüyor. Dünyada her yıl, toprağın üst tabakasının 24 milyar tonu, başta erozyon olmak üzere çeşitli nedenlerle kaybediliyor. Altı milyar hektar alan çölleşiyor. Çölleşme, dünyada 110 ülkeyi etkiliyor. Bu ülkeler arasında 18 ‘gelişmiş ülke’ de bulunuyor. Türkiye’de doğal çöl şartları mevcut değil. Ancak, belirli bölgelerde yağışların azalması, tarım alanlarının çoraklaşması, ormanların yok edilmesi, tür çeşitliliğinin ve doğal yapının bozulması, betonlaşma, toprak kirliliği, erozyon ile toprak kaybının yaşanması, çölleşmeye davetiye çıkarıyor. Yapılan hesaplara göre Türkiye’nin yüzde 89’unda hafif, orta, şiddetli ve çok şiddetli olmak üzere erozyon ve buna bağlı olarak çölleşme riski var.

Erozyonla her yıl kaybolan toprak miktarının bir milyar tonun üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bunun yarısından çoğu tarım alanlarından gidiyor. Doğal nedenlerden dolayı oluşan çölleşme, insan kaynaklı oluşan çölleşme ile karşılaştırıldığında devede kulak kalmaktadır. Kapitalizm öncesi toplumlarda doğanın kirletilmesi, doğanın hoyratça kullanımı, onun insanın verdiği zararı doğal döngüsü içinde aşamayacağı boyutlara varmamıştı. Kapitalizm kar amacıyla doğayı özel mülkiyeti çoğaltan bir sömürü aracı olarak görüp kullanması so-

2B yeniden gündemde!

2B

olarak bilinen orman vasfını yitirmiş arazilerin satışını, AKP Hükümeti yeniden gündemine aldı. Orman vasfını yitirmiş arazilerin satışını sağlamak için 2003 yılında Anayasa değişikliği yapılmıştı. Bu değişiklikler dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından iki kez veto edilince, 2B rafa kaldırılmıştı. Gelinen yerde kriz bahanesiyle, 2B raftan indirildi. 2B düzenlemesi için Çevre ve Orman Bakanlığı, Maliye Bakanlığı tarafından ortak bir çalışma başlatıldı. Orman arazilerinin satışından 25 milyar dolar gelir elde edilmesi hedefleniyor. Orman arazileri satışının nasıl yapılacağı, Anayasa değişikliğinin gerekli olup olmadığı üzerine tartışma sürüyor. AKP kılıf bulma peşinde! 2B arazilerinin beş farklı şekilde değerlendirilmesi konusu önplana çıktı. Buna göre; 1-Üzerinde yerleşim yerleri bulunan illerdeki 2B arazileri, Toplu Konut İdaresi ve belediyelere devredilecek, bu araziler üzerine konutlar yapılacak. 2-Üzerinde konut siteleri bulunan, 2 B arazileri hak sahiplerine satılacak.

3-Üzerinde sanayi kuruluşları bulunan 2B arazileri, tesis sahiplerine satılacak. 3-Üzerinde tarımsal faaliyetle bulunulan araziler, tamamen tarımsal arazilere dönüştürülecek. 4-Orman alanlarına yakın olan ve yeniden orman vasf ını kazanma durumunda olan araziler, ağaçlandırılacak. 2B arazileri üzerinde bütün bu değişikliklerin yapılabilinmesi için Anayasa değişikliği yapılması gerektiği konusunda ilgili kurumlar arasında fikir birliği sağlandı. 2B arazileri, toplam 473 bin hektarlık alanı kapsıyor. 2B yasasının ilk gündeme getirildiği 2003 yılında, YDİ Çağrı’nın 72. sayısında şunları vurgulamıştık: “ "2B Yasası", orman alanlarını peşkeş çekme yasasıdır. Yaz döneminde kasıtlı çıkarılan yangınlar da bunu doğruluyor. Hükümetler, Çevre Bakanlığı yasal değişikliklerle çevre katliamının yolunu açıyorlar. Yapılan yasal düzenlemelerle sadece 1974-2000 yılları arasında 3,9 milyon dönüm ormanlık alan, orman niteliğini yitirdiği gerekçesiyle orman rejimi dışına çıkarıldı. Kaçak yapı-

nucu; tekniğin gelişmesi ölçüsünde doğal maddelerin niteliklerini değiştirerek doğanın kendi kendini tamirini imkânsız kılacak maddelere dönüştürerek, doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinin asıl başlangıcını oluşturur. Doğanın kar uğruna hoyratça talanının, kullanımının, doğal kaynakların yok edilmesinin, sorumlusu kapitalizmdir. Kapitalizm kendisi ile birlikte dünyayı mahva sürüklüyor. Bu gidişe son vermek için henüz vakit geçmiş değil! Çok geç olmadan, mücadeleye! Kapitalizmi yıkmaya! 25 Kasım 2008 ✓ laşma, kasıtlı çıkarılan yangınlarla ormanlık alanlar yok ediliyor.” (YDİ çağrı, Sayı 72) Planlanan 2B arazileri satışının, 2009 yılında orman yangınlarını tetikleyeceğini söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de bu tür yasal değişiklikler ormanların rant uğruna yok edilmelerine yol açmıştır, açacaktır. Kapitalizmde toprak önemli bir rant aracıdır. Kar uğruna doğa hoyratça talan ediliyor. Kapitalistlerin devleti, hükümetleri sermayenin çıkarları için her şeyi yapıyorlar. Bu yapılırken, ekolojik dengenin korunması, doğanın korunması onların umurunda değil. Onlar için önemli olan daha fazla kârdır. Daha fazla kâr için her şey mubah olarak görülüyor. AKP hükümeti de sermayenin çıkarları gereği, yapması gerekeni yapıyor. İşçiler, emekçiler de yapmaları gerekeni yapmalı, üzerinde yaşanılabilinir bir çevre isteniyorsa, kapitalizmin kendisiyle beraber dünyayı yok etmesi istenmiyorsa, bu gidişe dur demeli, devrim mücadelesini yükseltmelidirler. 25 Kasım 2008 ✓


yeni dünya gençliği

G

Ekim Devrimi ve Gençlik

ençlik hareketinin tarihine baktığımızda tek tek ülkelerdeki gençlik hareketinin, gençlik örgütlerinin kapitalizmin üst aşaması olan emperyalizmle birlikte geliştiğini görürüz. Proleter gençlik hareketi, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasında ve olgunluğunda, ancak kapitalist sistemin ve işçi hareketinin gelişmesinin belli aşamasında örgütlü birlikler biçiminde ortaya çıkıp genel bir görünüm haline gelebildi. Emperyalizmle gelişen üretimin gençlik üzerindeki acımasızlığı, gelişen teknolojiyle if lasa sürüklenen zanaattaki çırakların ızdırabı ve tüm bunların üstüne bütün keskinliğiyle eklenen kapitalizmin askeri aygıtı militarizmin kıyımları artık özel olarak örgütlenmiş gençlik birliklerinin kurulmasını şart kıldı. Genç işçilerin ve çırakların üzerindeki acımasızlık olan militarizm baskısı sonucu gençlik birlikleri 1900'lu yıllarda birbirinden bağımsız olarak tek tek ülkelerde kuruluyordu. Fakat dünya ekonomisinin ortaya çıkışı, emperyalist savaşların ve devrimin olgunlaşması sonucu herşeyin uluslararası boyuta taşındığı süreçte, birbirinden bağımsız proleter gençlik birliklerinin de uluslararası karaktere bürünmesini zorunlu kıldı. 2. Enternasyonal'in devrimci kanadını oluşturan önderler (Lenin, Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg...), gençliğin özel örgütlenmesi gerektiği, militarizme karşı devrim için uluslararası gençlik örgütünün olması gerektiği bilincinde gençlikle yakından ilgilendi ve onların öncülüğünde Gençlik Enternasyonali’nin temelleri atıldı. Lenin'le birlikte Bolşeviklerin Gençlik Enternasyonalindeki birliklere muazzam katkısı vardır; Lenin, emperyalist savaş döneminde gençlerle diyalogun nasıl olması gerektiğine önem vererek, gençlik örgütlerinin Bolşevik temelde örgütlenmesi gerektiği bilincini taşıdı. Askeriyeyi tecrit mi etmeli, yoksa içerisinde devrimci çalışma mı yapılmalı konusunda, birliklerin teori-pratik ilişkisi konusunda, gençlik örgütlerinin yetişkinlerin oluşturduğu parti ile ilişkisi konusunda, silahsızlanma konusunda hem gençlik birliklerine hem de genel olarak devrimci harekete çok büyük katkı yapmıştır.

Rusya'da durum Rusya'da asıl anlamıyla gençlik örgütleri, emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürüldüğü ve Çar'ın devrildiği 1917 Mart devriminden sonra yaratılabildi. Fakat bu zamanlarda genç proleterler yetişkin işçilerin örgütlerinde en ön saflarda mücadelesini vermiştir. Emperyalist paylaşım savaşında Rusya'da Çarlık ise, 3 yıl boyunca savaşı devam ettirme politikasını izledi. 1917 yılında savaşla birlikte artan yi-

yecek, hammadde, yakıt sıkıntısı beraberinde katmerleşerek açlığı, yoksulluğu ve ölümleri de getirdi. 1917 Ocak aylarından itibaren daha da gelişmeye başlayan grevlerle, isyanlarla kitleler alanlarda Çarlığın yıkılması gerektiğini haykırıyordu. Kitlelerin hareketinin korkutacak boyutlara erişmesiyle bakanlar, generaller tutuklanıp ve nihayetinde Çarın tahtı bırakmasını zorunlu kıldı. Rusya'da Çarın devrilmesinden sonra geçici hükümet kuruldu. Geçici hükümet ikili iktidar tarafından oluşturuluyordu. Bir yanda burjuvazinin temsili hükümeti diğer yanda ise devrimin baş kahramanı olan, en geniş kitleye sahip olan fakat burjuva hükümetine gönüllü olarak bağlanan İşçi-Asker Sovyetleri. Bu ikili iktidar, sınıfsal ve politik karakteri tamamıyla farklı ve zıt olan, Lenin'in de dediği doğrultuda şimdiye kadar düşünülmemiş ve düşünülmesi mümkün olmayan bir yapıya sahipti. Lenin en başından beri “burjuva hükümetinin kendisini güvenilir kılmak zorunda olduğunun, işçi ve emekçilerin ise burjuvaziye asla güvenmemek zorunda olduğunun” altını çiziyordu. Devrimin gelişmesinin güvence altına alınması için devrimin 2. aşamasının yani proletaryanın iktidarı tek başına ele geçirmesinin gerektiğini dile getirdi. Bolşevikler geçici hükümetin sahte devrimciliğini ve ikiyüzlülüğünü teşhir etmek için kitleler üzerinde yoğun bir çalışmaya giriştiler. Geçici hükümet devrilmeliydi. Çünkü o burjuvazinin temsil ettiği bir hükümet olarak ne gerçek bir barış, ne ekmek, ne de özgürlük getirebilirdi. Geçici hükümet halkın en baştan beri talep ettiği savaşın bırakılması yerine diğer emperyalistlerin işçi ve emekçilerine ukalaca burjuvazinin oyununa gelmeyin çağrısı yapıyordu. Burjuva hükümeti Sovyet hükümetini görmezden ve duymazlıktan gelerek kendi iktidarını mutlaklaştırmaya çalışıyordu. Geçici hükümetin bu uygulamaları üzerinden gelişen kitle tepkisinin yanında, devrimin 2. aşaması yolunda yeni oluşan gençlik birlikleri de boy vermeye başladı. Örgütlü ilk gençlik birliği “Emek ve Işık” adında Haziran 1917 yılında oluştu. Daha sonra ismini “Sosyalist Gençlik Birliği” olarak değiştirdi. Birlik doğrudan Bolşeviklere bağlı olmasa da onun çizgisinden yürüdü. Gelişmeler kendisini Moskova'da d a gö s t e rd i . H a z i r a n 1917 ' d e Bolşevikler kendi “Gençlik Birliği”ni oluşturdu. Bu birlik sadece parti üyelerini kapsadığından başta partinin üye sayısını düşürdü. Fakat kısa süre sonra Bolşevik Parti'nin siyasi önderliğinde ve ona tabi olan, sadece üyeleri değil tüm gençliği kapsamayı görev edinen, özel bir gençlik birliği gereksinimiyle ismini “Üçüncü Enternasyonal İşçi Gençlik Birliği” olarak değiştirdi

ve en geniş kitleye hitap etti. Gençlik birlikleriyle beraber gelişen kitle hareketleri bolşevik sloganlar eşliğinde büyüyordu. Artık kitleler kendi taleplerinin görmezden gelinmesine, seslerine kulak asılmamasına karşı tepkisini Bolşevikler eşliğinde ve öncülüğünde gerçekleştiriyordu. Geçici Hükümetin kitlenin ürkütücü gücüne meydanlarda silahla karşılık vermesi ve binlerce kişinin ölmesi üzere artık Geçici Hükümetin devrilmesi için hiçbir kuşku kalmamıştı. Devrimci durumun gelişmesi ve bunalımın olgunlaşması üzerine Lenin Kızıl Ekim ayaklanması zamanının geldiğini açıkladı: “Ne erken, ne geç şimdi tam zamanı... Devrimimiz 2-3 günlük mücadeleye bağlıdır”. Lenin proleter gençliğin değerini ve mücadele gücünü değerlendirmeyi çok iyi bildi. Ekim ayaklanmasının son direktiflerinde en kararlı unsurlar dediği işçi gençlikten oluşan hücum kıtalarına büyük önem düştü. Silahlandırılmış halkın ayaklanması sonucu geçici hükümet devrildi ve yerine tarihte bir ilk olan Proletarya Diktatörlüğü kuruldu. Dünyanın ilk Proleter Devleti olan Sovyetler Birliğinin kurulmasıyla kuşkusuz ki insanlık tarihinin en ileri seviyesi yaşandı. Eğitim ve kültür alanında, kadın sorununda, köylü sorununda, ezilen uluslar konusunda, emeğin değeri konusunda... vb Sovyetler Birliği en iyi iyileştirmeleri uygulamıştır. Genç işçilerin ve çırakların emeğinin korunması ve iktisadi durumunun iyileştirilmesi yasalarla garanti altına alınmıştır: 1. 14 yaşına kadar çocuklara ücretli işte çalışma yasağı. 2. İşgününün 18'den küçük gençler için altı, 16'dan küçük gençler için dört saate indirilmesi. 3. Başlangıçta 18, ileriki dönemde 20 yaşın altındaki gençler için give ve akort çalışma yasağı, gençliğin sağlığına zararlı işletmelerde çalışma yasağı. 4. Kısaltılmış işgününü garanti altına almayı (kısaltılmış işgünü tam işgünü gibi ücretlendirilir) ve işçi gençliğin iktisadi durumunun yetişkin işçilerin yaşam koşullarıyla aynı ölçüde yükseltilmesini sağlayan bir ücret politikası. Eşit işe eşit ücret. 5. 18 yaşın altındaki gençler için tam ücretin ödenmesi şartıyla dört haftalık izin. 6. Düzenli aralıklarla yapılan sağlık kontrolü ve işçi gençlerin özel ya da genel dinlenme yurtlarına, sanatoryumlara vs. gönderilmesi kaydıyla işçi gençliğin sağlığının korunması. 7. Sanayide gençliğe belirlenmiş bir oranda işyerinin ayrılması (kota uygulaması -ÇN) 8. Hastalık durumunda, çalışma yeteneğinin kaybı ya da işsizlik durumunda esasen devletin ve işverenlerin ödediği sosyal sigorta.

Devrimden Sonra Gençlik Birliği

Ekim Devriminden sonra ülkenin her yerinde proleter gençlik örgütleri ortaya çıkmaya başladı ve bunlar Ekim 1918’de Rus Komünist Gençlik Birliği (KGB)'nin kurulmasıyla bu ad altında birleştiler. Devrim sonrasında Rus gençliği diğer dünya ülkeleriyle hemen irtibat kurmaya çalıştı ve Gençlik Enternasyonali hakkında bilgi almak istedi. Rus KGB’nin çabaları ilk başta sonuçsuz kalsa da 1919 Martında kurulan 3. Enternasyonalle ilişkileri kurmayı başardı ve Sosyalist Gençlik Enternasyonali'nin içerisinde yer alan birçok örgütle birlikte Komünist Gençlik Enternasyonali’ni kuruldu. Sovyetler Birliği’nin kurulması elbette yeniliği, güzelliği, onurlu bir yaşamı beraberinde getirdi fakat, dünyada ilk kez tek ülkede kurulan sosyalizmin devam ettirilebilmesi için gençliğin önünde yeni görev ve sorumluluklar duruyordu. Lenin: "Ancak gençliğin öğretimini, örgütlenmesini ve eğitimini temelden değiştirdiğimizde, genç neslin, eski topluma hiç benzemeyen yeni, yani komünist toplumun kurulması çabalarının sonuç vermesini sağlayabiliriz." demişti. Sovyetlerde de tam da bu amaç doğrultusunda hem mesleki hem siyasi eğitim veren politeknik-işletme okulları açıldı. Bu okullarda, üretim sürecinin anlamı ve hedefini, teknik ve toplumsal açıdan öğrenmeleri yoluyla işçi gençliğin çok yönlü eğitimi amaçlanmıştır. Bu okullar sosyalizmin acil ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmiştir. Devletin sınıf karakterinin değişmesiyle birlikte Rus KGB'nin faaliyetlerinin içeriği de değişmekteydi. İktidarı ele geçirmek ve devrimi gerçekleştirmek döneminde, gençliğin eğitimi ve örgütlenmesi kapitalist burjuva toplum düzeninin yıkılması için sınıf mücadelesine katılmak ise, proletarya diktatörlüğü şartlarında da yeni yaşamın inşası için olumlu çalışma, proletarya diktatörlüğünün sağlamlaştırılması ve eskinin tüm kalıntılarına karşı mücadeledir. KGB'nin temel görevi, doğrudan sosyalist inşaya aktif katılımı sürecinde en geniş emekçi gençlik kitlelerinin oluşturulması ve onların komünist eğitimi. Lenin’in dediği gibi ülkede hala alışkanlığın korkunç gücü vardır. Bu aşamada gençlik için işletme okullarındaki eğitiminin önemi had safhaya ulaşmaktadır. Ülkenin ihtiyacını karşılayacak sanayi üretimi ve savaş sanayisinin gelişmesi için teknik elemanlar, mühendisler yetiştirildi. KGB ve işletme okulları, devrim için ön saflarda savaşan genç kitlelerinin şimdi ise sosyalizmin emperyalist ülkelerce kuşatılmasına karşı kızıl orduda savaşması için çalışmıştır. KGB en cesur, en iyi güçlerini Kızıl Orduya donanma komutanı olarak vermiştir ve bu gençler devrimci anavatanı kelimenin tam anlamıyla canları pahasına savunmuştur. Yeni Dünya Gençliği ✓

15


2009

www.ydicagri.org

YA BARBARLIK, YA SOSYALiZM!

mail@ydicagri.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.