Çağrı - 132

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SAY

Nisan 2009/04 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X132

E I l H JM AR

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden...

Değerli okuyucu, Bu yıl işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs'ı uluslararası krizin tam ortasında karşılıyoruz. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de egemen sınıflar krizin tüm yükünü işçiler, emekçiler ve ezilen halkların sırtına nasıl yüklerimin hesapları içindeler. Krizin tüm yükünü şimdiden taşıyan, en büyük fedakarlığı göstermesi beklenen işçi sınıfı ve emeğiyle geçinenler ise henüz suskunluğunu koruyor. İşçi sınıfının sınıf örgütleri olduklarını iddia eden işçi sendikaları ise (bazı küçük istisnalar dışında) işçilerden,

İçindekiler emekçilerden daha da suskun. Büyük ihanet içindeler. Ve bunun hesabını mutlaka birgün işçiler onlarden soracak! Gerçekleşen yerel seçimler de bir kez daha net biçimde gösterdi ki işçi sınıfı kendisine düşman olan düzenden medet ummayı kesmemiştir. Bu noktada işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin ve ezilen halkların çıkarlarının gerçek temsilcisi olan biz sosyalistler ise maalesef yeterince sesimizi duyuramamaktayız. Bize bu durumu aşmak için büyük görevler düşüyor. Bu görevlerimizi hakkıyla yerine getirmemiz için tüm dostların deteğine, dayanışmasına ihtiyacımız var. Tüm işçi sınıfının davasının dostlarından beklentimiz YDİ Çağrı'yı destek kampanyalarına bütün imkanlarıyla katılmalarıdır. * Bu yıl 1 Mayıs'ı Taksim'de kendi özüne uygun bir biçimde kutlamak için bizim de içinde yer aldığımız "Devrimci 1 Mayıs Platformu" büyük çaba göstermektedir. Tüm dostlarımızı bu yılki 1 Mayıs'ta en kitlesel biçimde YDİ Çağrı saflarına bekliyoruz. 6 Nisan 2009 ❧

GÜNDEM Sandıktan Ne Çıktı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ekonomik kriz derinleşiyor; dünya ‘devleri’ sarsılıyor!. . . . . . . . . . . “4. Kuvvet Medya” iktidar mücadelesinde nerede duruyor?. . . . . . . . Bir darbecinin not defterinden.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ergenekon ve ordu iç içe! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Krize karşı İzmir’de yürüyüş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . TÜBİTAK ve bilim: O da ne? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

3 4 6 7 8 8 9

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Ankara – Washington hattında 24 Nisan. . . . . . . . . . . . . . . . 10 “Kürt sorunu” çözülüyor mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 GÜNCEL GKM Dünya Tiyatrolar Günü’nü kutladı. . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Devletin; “işkenceye sıfır tolerans” aldatmacasına bir yenisi daha eklendi!.12 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Fırtınadan önceki sessizlik? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor. . . . . . . . . . . . . . . . Zavallı milyarderler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 Mayıs'ta Taksim'deyiz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de basın açıklaması yaptı . . . . . . ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor. . . . . . . . . Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında! . . . . . . . . . . Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor. . . . . . . . . . . .

EK:1 EK:2 EK:3 EK:4 EK:4 EK:5 EK:6 EK:7 EK:8

GÜNCEL Onbinlerin Newroz coşkusu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 El Salvador’da reformist solun seçim zaferi. . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ KADIN DÜNYASI Kadınlar kapitalizme ve erkek egemenliğine karşı alanlardaydı. . . . . . 15 Savaş Suçları Mahkemesi'nin tarihi kararı. . . . . . . . . . . . . . . . 16 PANORAMA Katliamlara son, Tamil ulusuna özgürlük! - SRİ LANKA -. . . . . . . . . 17 Seçimlerin galibi kim? - İSRAİL - . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Ateşkes pazarlıkları… - İSRAİL–FİLİSTİN -. . . . . . . . . . . . . . . . 19 OKUR MEKTUBU Asimilasyon tartışması üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ 5. Dünya Su Forumu İstanbul’da yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . 22 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ “Su İnsan Hakkıdır” üzerimize alınmayalım! . . . . . . . . . . . . . . . 23

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 132 · Nisan 2009 • ISSN 1301-692X132 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.org www.ydicagri.org

2


gündem

29

Sandıktan Ne Çıktı?

Mart yerel seçimleri yapıldı. Tüm il ve ilçelerin resmi olmayan sonuçları açıklandı. İl Genel Meclis sonuçlarına göre iktidar partisi AKP %39,1 ile birinci, %23 ile CHP ikinci, %16 ile MHP üçüncü ve %5,3 ile DTP dördüncü parti oldu. Bu sonuç aynı zamanda genel parlamento seçimlerine ışık tutacak bir sonuç. Belediyeler açısından ise AKP elindeki Büyükşehirler ile birlikte bir dizi belediye başkanlığını CHP, MHP ve DTP’ye kaptırmış oldu. Sahil şeridini çoğunlukla CHP alırken, geçen seçimde önemli bazı Kürt illerini AKP’ye kaptırmış olan DTP buraları geri aldı. Seçim sonuçları açısından AKP oylarında bir miktar azalma olsa da, hala seçmenlerin çoğunluğu tarafından desteklendiği ortaya çıktı. Buna karşı hemen hemen diğer tüm partilerin oyları artma gösterdi. Ancak bu artış devletin bazı organlarının tüm desteğine rağmen, muhalefet partilerinin AKP’ye karşı bir alternatif olmaktan uzak olmalarını engelleyemiyor. Çünkü Mecliste grubu bulunan CHP, MHP ve DTP’nin toplam oy oranı %44.3. Kaldı ki AKP karşısında CHP ile MHP’nin birleşmesi olanaklı iken bu partilerin DTP ile birleşmesi şu anda mümkün değil. Çünkü her iki parti de Kürt sorunu bağlamında ırkçı, şovenist tavırlarını sürdürüyorlar. Elbette yukarıda yaptığımız tespitler bugün genel geçerliliği olan, insanların ve burjuva yorumcularının yaptığı yorumlara göredir. Yani AKP’yi iktidardan uzaklaştırmayı amaç edinmiş bürokrat burjuvazi açısından yapılan bir değerlendirmedir. Oysa hem toplumun ve doğal olarak seçmenin çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler açısından sonuç nasıl okunmalıdır? Bu açıdan bakarsak sandıktan ne çıktı? Öncelikle bu konuda işçi sınıfının ve ezilenlerin partileri olduklarını söyleyen partilerin durumuna bir göz atalım. Bu konuda EMEP, ÖDP, TKP ve diğer sol partilere bakmamız gerek. Bu partilerin platformlar halinde girdikleri bir-iki ilçe dışında bildiğimiz kadarıyla aldıkları belediye başkanlığı yok. Sadece Tunceli’de seçime bağımsız olarak giren ve devrimcidemokrat örgütlerin desteklediği bir aday %24 oy olarak ikinci oldu. Diğer bölgelerde DTP listelerinden aday olan, gösterilen ve kendine devrimcidemokrat diyen bazı adaylar en fazla %8-9 oranında oy alabildi. Ancak alınan bu oyların çok büyük çoğunluğu DTP tabanından gelmektedir. Bu duruma örnek olarak Adana’yı gösterebiliriz. Bu dipnotlardan sonra genel tablonun aslında kendine sosyalist diyen partilerin toplamda %2 oranında oy

Tablo bu olduğuna göre en sonda söyleyeceğimizi burada söyleyelim: İşçi ve emekçiler, ezilenler kendi koşullarının bilincinde değiller. Kendi sınıf çıkarlarını, verdikleri oyu kimlere, hangi sınıfın temsilcilerine verdiklerini bilmemektedirler. aldıklarını gösteriyor. Ezilen Kürt ulusu açısından ise durum biraz daha farklı. Çünkü DTP birçok bölgede oylarını ve belediye başkanlıklarını arttırdı. DTP ile birlikte diğer sol partilerin toplam oy oranı %7,5 civarında. Bu aynı zamanda var olan sistemden, kapitalizmden, ırkçı-şovenist siyasetlerden rahatsız olan, sosyalizm, daha adil bir sistem ve Kürt sorununun demokratik çözümünden yana olanların oy oranıdır. Diğer taraftan hala ikiyüzlüce sosyal devletten, daha adil bir paylaşımdan bahseden CHP ve DSP’nin toplam oy oranı %25’ler civarında. Yani sonuç olarak parti ideolojisi ne olursa olsun, halkın sol olarak gördüğü partilerin toplam oranının %32,5 olduğunu görüyoruz. Ki bu oyların büyük bir kısmının bürokrat burjuva devlet mekanizmasının olduğu gibi sürdürülmesinden yana olan Kemalist kesimden geldiğini göz ardı etmemeliyiz. Bu açıdan çıkan tablo seçmenin büyük bir çoğunluğunun şu veya bu gerekçe ile büyük sermayenin temsilcisi olan, açık ırkçı-faşist ve dinci partilere oy verdiği sonucu çıkıyor. (Ancak buradan CHP ve DSP’yi diğerlerinden farklı olarak, emekten ve demokrasiden yana partilermiş gibi gördüğümüz sonucu çıkarılmasın. Bizim değerlendirmemiz neye hizmet ettiğinden bağımsız olarak seçmenin oylarını kime verdiğine ilişkin bir değerlendirmedir.) Tablo bu olduğuna göre en sonda söyleyeceğimizi burada söyleyelim: İşçi ve emekçiler, ezilenler kendi koşullarının bilincinde değiller. Kendi sınıf çıkarlarını, verdikleri oyu kimlere, hangi sınıfın temsilcilerine verdiklerini bilmemektedirler.

Son altı-yedi yıldır, çıkarları özel sermayeli büyük burjuvazi ile bütünleşmiş, çıkarlarını uluslararası emperyalist tekellerin yanında gören büyük sermayenin çıkarlarını temsil eden AKP ile var olan bürokratik devlet mekanizmasını korumaya çalışan, askeri otoritenin sözünden çıkmayan burjuvazinin temsilcisi CHP arasında devleti ele geçirme-kaptırmama dalaşı sürmektedir. Dalaş devletin tüm kurumlarında zaman zaman sertleşerek, boyut ve ivme değiştirerek sürmektedir. Seçim sonucu seçmenin bu dalaşın neresinde durduğunu da ortaya koymaktadır. Aslında her iki kesimde çıkarları farklı olan sermayenin, burjuvazinin temsilcileridir. Sandık başına gitmeyen (üşengeç oylar hariç) (sonucu henüz bilmiyoruz, ancak tahminen %15-20 arasında seçime katılmama durumu var) seçmeni dışta tutarsak geçerli oyların %80’i bu dalaşan taraflardan birini desteklemektedir. Tüm düzen partilerine verilen oyları tersten okursak ve biraz da ağırlaştırırsak seçmenin %90’ından fazlası sermayeden, kapitalizmden yana oy kullanmıştır. Verilen oyların büyük kısmının kişisel çıkarlar, iş ve daha iyi bir gelecek vaadi ile verildiğini bilmemiz bu durumu değiştirmeyecektir. Bu yerel seçim öncesi biz doğru olarak “Vaatlere kanma, Düzen partilerine oy verme” çağrısı yaptık. (Bunun nedenleri için önceki sayılardaki yazılarımıza, bildirilerimize vb.’ne bakılabilir.) Bir dizi devrimci örgütte aynı çağrıyı yaptı. Biz verem ile tifo arasında, kötüler içinde biraz daha iyisi arasında seçim yapmak yerine devrimci programa sahip devrimci adayları destekleme, bu

adayların olmadığı yerlerde seçime katılmama çağrısını yaptığımızda da bu çağrının yeterince karşılık bulamayacağını biliyorduk. Bu sonuca rağmen doğru yapmak adına çağrımızı yineledik. Her platformda, toplantılarda, bildirilerde bu görüşü işçi ve emekçilere taşımaya çalıştık. Şimdi sonuç komünistler, devrimcidemokratlar açısından son yıllara göre farklı değil. Ancak şu anda bizi asıl ilgilendiren sonuç değil, doğrunun ne olduğudur. Doğru; işçi ve emekçilerin kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olarak, sermaye partilerinden bağımsız ve karşı bir siyaset yapmalarıdır. Doğru; seçimleri devrim ve sosyalizm için örgütlenme, kitleleri bu amaç için kazanma mücadelesidir. Tüm dünyanın, ülkenin, işçi ve emekçilerin şu andaki durumunu dikkate alırsak devrim cephesi açısından sonuç ne sürprizdir, ne de hüsrandır. Çünkü sonuç ne olursa olsun doğru olan, doğruyu en umutsuz zamanlarda bile savunabilmek, doğruda ısrarlı olmaktır. Sonuçtan önce: Seçim sandıklarından yine sermayenin, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir sonuç çıktı. İşçi ve emekçiler burjuvazinin çıkarlarını kendi çıkarlarıymış gibi sahiplendi. Vaatlere kandı, düzen partilerine oy verdi. Artan işsizlik, yoksulluk, kapitalizmin krizi ve buna karşı tüketimin canlandırılmasıyla sermayenin stoklarının eritilmesi için alınan önlem paketleri seçimlerin gölgesinde kaldı. Yani işçi ve emekçilerin kendi öz sorunları, sınıf çıkarları, sermayenin dalaşının, sömürü yarışının gölgesinde kaldı. Sonuç yerine: Tabloya göre yaptığımız değerlendirmelerimize rağmen ekleyelim; bu hep böyle gitmez. Çünkü değişim kaçınılmazdır. Çünkü ne kölelik, ne feodalizm sonsuza dek sürmemiştir. Çünkü kapitalizm, sermayenin iktidarı er ya da geç bugüne kadar deneye-yanıla ilerleyen ve yeni yeni deneyimlerle öğrenen işçi ve emekçiler tarafından devrilecektir. Gereken tek şey işçi ve emekçilerin devrim için örgütlenmesi, bilinçlendirilmesi, kendi sınıf çıkarlarının gösterilmesidir. Yani aslında sorun burada aranmalıdır. Sınıf bilinçli işçiler, devrimciler bir tanımla “devrimci basil” kitleleri devrimci bir kabarış için mayalamalıdır. Görev öğrenmek-öğretmek, bilinçlenmekbi linçlendirmek, örg üt lenmekörgütlemektir. İşte sadece ve sadece o zaman seçimleri gerçek seçime, bu sistemi seçmek veya seçmemek durumuna getirebiliriz. 30.03.2009 √

3


gündem

Ş

4

Ekonomik kriz derinleşiyor; dünya ‘devleri’ sarsılıyor!

ubat ayı sonunda dünyanın en büyük tekelleri içinde yer alan iki ‘dev’ bilançolarını açıkladı. Açıklanan bilançolar milyarlarca dolarlık zarar gösteriyor. Biri finans diğeri otomotiv alanında dünya devlerinden sayılan iki kuruluş, İngiliz Bankası Royal Bank of Scotland (RBS) ve otomotiv devi General Motors’un açıkladığı zarar, derinleşen krizin boyutlarını gösteren önemli veriler. RBS, İngiltere’de bir şirketin tarihindeki en büyük yıllık kayıpla rekor kırdı. İngiltere Kraliçe’sinin dahi mevduatını değerlendirdiği RBS, 2008 bilançosunda 34,3 milyar dolar zarar ettiğini açıkladı. İngiliz hükümetinin geçen yıl “kurtardığı” RBS’in bu rekor zararının 23 milyar dolarlık kısmı, Hollandalı ABN Amro bankasının 2007’de satın alınması dahil çeşitli spekülatif alımlardan kaynaklandı. 2007’de yaklaşık 10 milyar dolar kar eden banka, hisse senedi çıkararak 18 milyar dolar sermaye artırımına gitmeyi ve masraflarını da 3,5 milyar dolar kısmayı kurtuluş planı olarak açıklıyor. İngiltere’nin ikinci büyük bankası RBS’nin Başkanı Philip Hampton, bankanın büyük zararından, finansal piyasalardaki ‘benzeri görülmemiş türbülans ve dünyadaki ekonomik koşulların kötüleşmesini sorumlu tuttu. Hampton, 2009 yılının zor bir yıl olacağını da ifade etti. Ayrıca zararda yöneticilere ödenen paraların da etkili olabileceği belirtildi. Bankanın eski CEO’su Sir Fred Goodwin’e her yıl 650 bin sterlin ödendiği belirtildi. Yüzde 70’i devlete ait olan RBS, oluşturduğu yeni bölümde 325 milyar pound değerindeki varlığını sigorta altına alacak. Hükümet bankayı kurtarabilmek için daha önce yaptığı 30 milyar (20 milyar sterlin) dolarlık enjeksiyonun ardından 13 milyar dolar daha enjekte edecek. Royal Bank of Scotland’ın, deniz aşırı işlerinde, faaliyet gösterdiği 54 ülkeden 36’sındaki faaliyetleri azaltılarak ya da satılarak kesintiye gidilecek. Bankanın tasarruf tedbirlerinin toplam 20 bin kişinin işine mal olacağı belirtiliyor. 2008’de 30 milyar + 2009’da 13 milyar dolar devlet desteği (!) + 20 bin emekçinin sokağa atılması ile “tasarruf ”! Büyük bankaların krizden çıkması için alınan ve düşünülen tedbirler bunlar. Yalnızca İngiltere’de değil, bütün emperyalist dünyada

böyle bu. “Sistemik bankalar” diye adlandırılan büyük bankalar (yani çökmeleri halinde dünya finans sistemini çökertme tehlikesi taşıyan bankalar) hiç bir şart altında çökertilmek istenmiyor. Devlet devreye sokulup, gerekirse banka bütünüyle devletleştirilerek “kurtarılıyor”. Bu kurtarma kamu borçlarının artması, daha büyük ekonomik kriz ve çöküşlerin mayalanması pahasına yapılıyor.

tırımcıları bu imtiyazlı hisseleri adi hisseye dönüştürmek için ikna etmeye çalıştığı belirtiliyor. Bir zamanlar ABD'nin varlıkları bakımından Bank of America'dan sonraki ikinci büyük bankası olan Citigroup'un devlet yardımına bu denli muhtaç kalması ve açıkça devlet yardımı alması, sallanan diğer büyük kimi bankaları da sıraya sokuyor. Ama bu kuyu dipsiz bir kuyu! Öte yandan, ABD'de verilen ko-

Ama her halde gün kurtarılmış olunuyor. ABD’de City Bank’ın durumu İngiltere’deki RBS’in durumuna benziyor: Çok değil bundan bir yıl önce hala dünyanın en büyük özel bankası olarak görünen Citigroup, Şubat ayı sonunda 2008 faaliyetlerinden 32,1 milyar dolar zarar ettiğini açıkladı, hem de ABD Hazinesi tarafından atılan bir adımla bir anlamda kısmen kamulaştırılmış oldu. ABD Hazinesi, günlerdir süren kamulaştırma tartışmalarında nokta koyan açıklamayı yaparak elinde bulunan 25 milyar dolarlık Citigroup imtiyazlı hissesini, diğer imtiyazlı hisse sahibi kişi ve kuruluşların da aynı şekilde hareket etmesi durumunda, adi hisseye çevireceğini duyurdu. Citigroup, zaten Bush döneminde hazırlanan “kurtarma paketi” çerçevesinde Hazine'den 45 milyar dolar nakit destek almıştı. Banka yetkililerinin, bankanın imtiyazlı hisselerini alan Singapur hükümeti kontrolündeki Kamu Yatırım Şirketi, Abu Dabi Yatırım İdaresi ve Kuveyt Yatırım İdaresi gibi özel ya-

nut kredilerinin yarısına sahip olan ve geçen yıl esasta “devletleştirilen” ve 14'er milyar dolar destek verilen Mortgage kreditörleri Fannie Mae ve Freddie Mac de hâlâ belini doğrultabilmiş değil. Fannie Mae, 27 Şubat 2008'de yaklaşık 60 milyar dolar zarar ettiğini, hükümetten 15 milyar dolar daha yardım alması gerektiğini açıkladı. Önümüzdeki günlerde Freddie Mac'in de Hazine'den 35 milyar dolarlık ek destek talebinde bulunabileceği de iddia ediliyor. Geçen hafta, ABD’nin Başkanı Ba rack Oba ma'nı n duy u rduğ u Mortgage planının bir parçası olarak ABD yönetimi, Fannie Mae ile Freddie Mac şirketlerinin ayakta kalabilmesini sağlamak için şirketlerin olası zararlarının karşılanacağına ilişkin hükümet teminatını 200'den 400 milyar dolara yükseltmişti. Mali sektörün bankalar dışında ikinci önemli ayağı sigorta şirketleri. Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG’in 2008 bilançosu açıklandı. Buna göre AIG 2008 yılında 100 milyar dolara yakın zarar etmiş. 2008’in

son çeyreği için verilen zarar rakamı şimdiye kadarki bütün rekorları kıran bir rakam. AIG 2008 yılının son üç ayında toplam 61,7 milyar dolar zarar etmiş!!! Bu şimdiye kadar kapitalizm tarihinde bir firma bazında bildirilmiş olan en büyük zarar miktarı. Merkezi New York’ta bulunan AIG dünyanın 130 ülkesinde “sigorta” yapıyor. Son dönemde özellikle spekülatif banka kredilerini sigortalama; “cross border işlemleri”ni sigortalama konusunda uzmanlaşan bir sigorta şirketi. Cross border işlemlerinde, banka herhangi bir kamu kuruluşuna, örneğin diyelim ki Almanya’da, bilmem ne kentinin su işletmesinin işletme hakkını bilmem kaç yıllığına kiralıyor. Bu şekilde “yurtdışında yatırım” yapmış görünüyor. Bunun karşılığında devletten teşvik alıyor, veya bu “yatırılmış meblağ” için vergi ödemiyor. Bu ABD’de büyük para. Kiralama karşılığında bankanın yabancı kamu kuruluşuna ödemesi gereken para gerçekte bankadan hiç çıkmıyor. Bankada kamu kuruluşunun parası olarak kalıyor. Ve banka söz konusu kamu kuruluşu adına bu parayı başka spekülatif işlerde kullanıyor. Bu fiktif paranın faizi ve spekülatif yatırımlardan gelen karı su işletmesinin mülkiyet hakkını elinde bulunduran kamu kuruluşuna akıyor. O da böylece görünürde havadan para kazanıyor. Bu noktada AIG devreye giriyor. Hem anaparayı, hem de faizi yüksek ödemeler karşılığı sigortalıyor. Böylece kamu kuruluşu görünürde çok akıllı bir iş yapmış oluyor. Görünürde böyle. Tabii altın yumurtlayan tavuğun ölmesi halinde -örneğin kamu kuruluşunu işleten bankanın iflası halinde, parayı sigortalayan şirketin de iflası halinde- ne olacağı onları fazla ilgilendirmiyor. Öyle ya bu Con Ahmet’in devir daim makinesi sistemin sonsuza dek böyle işleyeceğine güvenleri tam! Büyük banka if lasları, bankaları sigortalayan AIG’yi de büyük zarara soktu. Lehman Brothers’ın çöküşü ertesi, Eylül 2008’de AIG de büyük ödeme zorlukları ile karşılaştı. AIG hisse senetleri borsada birkaç gün içinde büyük değer kaybetti. AIG’in bütün alacak lıları panik içinde AIG’in kapısına dayandılar, AIG de çökme, iflas bayrağını çekme noktasına geldi. ABD’nin ve dünyanın bu en büyük sigorta şirketinin çökmesi, yalnızca ABD’de değil, bütün dünyada mali sistemi alt üst eder, çökme noktasına getirirdi. AIG’in dış müş-


gündem terilerinin de -en başta Çin’in dedevreye girip, baskı yapması sonucunda da ABD devleti devreye girdi. AIG’in hisse senetlerini satın almaya başladı. Ekim 2008 itibarıyla -ve bugün de- AIG’in hisse senetlerinin % 80’i ABD devletinin eline geçti. Yani devlet AIG’in en büyük ortağı haline geldi. Çöküşü önlemek için devlet bunun yanında AIG’e doğrudan mali yardıma başladı. AIG’in zarar açıklamasının hemen ertesinde, borsalar hızla düşmeye başladı. ABD’nin “değişimci” Obama yönetimi, derhal yeni “kurtarma paketinden” 30 milyar doların AIG’e aktarılması kararını açıkladı. Bu Ekim 2008’den bu yana devletin AIG’e üçüncü mali yardımı. 6 ay içinde devletin –sıfır faizli kredi biçiminde- AIG’e yaptığı toplam yardımın tutarı 180 milyar doları buldu. Bütün dünya borsalarının bunca yardım alan AIG’in bilanço açıklamasına verdiği cevap panik satışları ile bütün dünya borsalarında büyük değer kaybı olarak yansıdı. Borsalar 2 Mart akşamı işlemlerinin son on yılların en düşük borsa değeri ile kapadılar. Yani spekülatörler de artık sistemin işlemeyeceğini görüyor, sistemin işleyeceğine duyulan güven dibe vurmuş durumda. Devletlerin devreye girmesi de güven tazelemeye yetmiyor. Dipsiz kuyu bu sistem çöktü. Şimdi artık yeni bir siyaset gerekli ve buna geçişin sancıları yaşanıyor, yaşanacak. Bu arada AIG hakkında geçerken bir not: AIG menejerlerine 2008’deki “başarılı çalışmaları”! nedeniyle toplam 450 milyon dolar ikramiye dağıttı! İşte krizin menejerler cephesinde etkisi böyle! Onlar için kriz filan yok aslında. Tuzları kuru, keyifleri yerinde. Mali sektörde bunlar yaşanırken, sanayide de benzer gelişmeler var. Kriz kendini en başta ve en derin olarak sanayinin motoru görünümündeki otomotiv sanayinde gösterdi, gösteriyor. Burada da ABD yine “öncü” rolünü oynuyor. Krizde de öncüler bu kez: Birleşik Devletler hükümetinden aldığı desteklerle ayakta kalmaya çalışan General Motors’un (GM) 2008 yılı zararı 30,9 milyar dolar olarak açıklandı. Otomotiv devi, son bilançosu ile 100 yıllık tarihinin en büyük ikinci kaybını yaşadı. 2007 yılında yazdığı 38,7 milyar dolarlık rekor zarardan daha düşük kayıp veren General Motors CEO’su Rick Wagoner, "Bilançomuz krizde sektörün gördüğü etkinin en büyük göstergesi. 2009 çok daha zorlu bir yıl olacak" dedi. Wagoner, 2008 son çeyrek zararı 9,6 milyar doları bulan GM kriz koşullarının kendilerini çok zorladığına dikkat çekerek, "Bu durumda çok daha agresif ve zor ölçüler ile yeniden yapılanmak zorunda kalacağız. Tüm bu zorlukların 2009 boyunca da sürmesini bekliyoruz" dedi. General Motors, ABD Sermaye

Piyasası Kurulu'na (SEC) sunduğu 2008 yılı raporunda, ''Herhangi bir sebepten dolayı başarısız olursak, artan kaygılarla devam edemeyebiliriz ve potansiyel olarak ABD İcra ve İflas Kanunu gereğince başvuruda bulunarak rahatlama yolunu seçmek zorunda kalabiliriz.'' diyerek if las tehdidinde bulundu. GM devletin önüne ya hemen 30 milyar dolar kredi -ki bunun da krizi

pıp yapmayacağı konusunda 31 Mart’a kadar karar vermesi gerekiyor. Bu aşamada ABD’de Hazine Bakanlığı’nın danışmanları da ihtiyaçları olması durumunda kullandırabilmek için ABD’li otomotiv devleri GM ve Chrysler’e 40 milyar dolar kredi arayışına giriyor. Bu yolla iflas koruma başvurusuna girişen şirketleri iflastan kurtarmayı amaçlayan bakanlık, "Bu adıma ihtiyaç duyul-

aşmak için yetmeyeceği, ardından yeni taleplerin geleceği garantidir- ya da iflas tehdidini koyuyor. Bu “ya/ ya” ya devletin vereceği cevap belli: Devlet büyük tekellerin devleti sonuçta. Dipsiz kuyuya dolar atmaya devam! Nasreddin Hoca’nın göle mayası gibi: Ya tutarsa?! GM’in cirosu ise 180 milyar dolardan 149 milyar dolara kadar geriledi. GM yönetimi, bu gerilemeyi de ABD ve dünyanın diğer ülkelerindeki tü-

mayabilir. Ancak, danışmanlarımız ‘ya gerekirse’ düşüncesiyle provokatif davranıyor" diyorlar. Chrysler de, devletten destek istemek konusunda en önde yürüyen diğer bir otomotiv şirketi olarak göze çarpıyor.

İlginç kriz görüntüleri… Düne kadar “Devlet ekonomiye karışmamalı” diyenler şimdi “devlet

Bu arada krizde sermayenin enternasyonalliğinin sınırları da daha açık görülüyor. Her “ulusal devlet” merkezi o ulusal devlet içinde olan “kendi” tekelinin çıkarlarını gözetiyor öncelikle. Ya da tersi, her büyük tekel, esasta bir devleti, kendi çıkarlarını savunmanın esas aracı olarak kullanıyor. Daimler, VW Alman; GM Amerikan; Toyota Japon; Renault Fransız vs. ketici güvenindeki düşüşe bağladı. Yani Türkçesi: Üretilen satılamıyor. Depolar dolu. Tipik bir aşırı üretim kriziyle karşı karşıya otomotiv sektörü. ABD’de son 29 yılın en büyük gerilemesini yaşayan otomotiv sektöründe bu yıl 10–11 milyon adet araç satılması bekleniyor. GM ise devletten almış olduğu 13,4 milyar dolarlık yardımın yanı sıra 22,6 milyar dolar daha ek yardım talep ediyor. Bu yolla içinde bulunduğu yavaşlamayı aşmayı hedefliyor. Hazine’nin GM’e bu yardımı ya-

baba kurtar bizi” diye bağırıyorlar. Bu bağlamda da eğer devlet kurtarmazsa o zaman yüz binlerce insanın işini kaybedeceği tehdidini kullanıyorlar. Tekellerin sahibi ve yöneticileri birdenbire “çalışanları” ile aynı safta görünüyor. Bunun ilginç örnekleri yaşanıyor: Almanya’da otomotiv sektöründe en büyük otomobil aksanı üreticilerinden Schaeffler firmasının sahibi milyarder Schaeffler Metal Sendikası ile kol kola devlet yardımı talepli yürüyüşlere katılıyor. Ağlayarak konuşmalar yapıp, 22.000 çalışanının hak-

larını savunuyor!! Düne kadar kendi firmalarında sendikal örgütlenmeyi engelleyen bu bayan, şimdi sendika ile birlikte “hepimiz aynı sandaldayız” nutukları atıyor. İşçiler, devlet’in kurtarma adına yaptığı yardımın her kuruşunun aslında kendi ceplerinden de çıktığının farkında değil. Haklı bir işsizlik korkusu onların bugünkü esas derdi. Onlar da günü kurtarma derdinde. Aradaki fark şu: Patronlar ve onların devleti açısından söz konusu olan aşırı karların, normal seviyelerine çekilmesi, “kardan zarar” edilmesi; orta ve küçük işletmeler açısından yoğun iflaslar iken, işçiler açısından işsizlikle birlikte yoksullar arasına katılmak. Devletin “sosyal yardımı”na!! muhtaç hale gelmek. Bu arada krizde sermayenin enternasyonalliğinin sınırları da daha açık görülüyor. Her “ulusal devlet” merkezi o ulusal devlet içinde olan “kendi” tekelinin çıkarlarını gözetiyor öncelikle. Ya da tersi, her büyük tekel, esasta bir devleti, kendi çıkarlarını savunmanın esas aracı olarak kullanıyor. Daimler, VW Alman; GM Amerikan; Toyota Japon; Renault Fransız vs. Ve kriz sırasında “ulusal devlet”ler, u lusla ra ra sı tekel ler i n ‘u lusa l karakteri’ne göre tavır takınıyor. Bunu şimdi GM/Opel örneğinde yaşıyoruz. Öncelikle ABD tekeli olan GM yukarıda aktardığımız gibi kriz içinde. Krizden çıkış yolu olarak: a) devlet yardımı, ABD devletinin açtığı şimdi toplam 1,8 trilyon dolarlık “kurtarma paketi” içinden mümkün olan en büyük payı alma; b) küçülme/ tasarruf görülüyor. ABD devlet yardımını verirken ABD’deki işyerlerinin korunmasını şart koşuyor. GM bu durumda “tasarruf ” bağlamında öncelikle diğer emperyalist ülkelerdeki üretiminden kısmaya gideceğini açıklıyor. Bunun o ülkelerdeki işçiler için anlamı şu: Fabrikalar kapanacak, işsiz kalacaklar! Almanya’da GM’un şimdiye kadarki “kızı” Opel firması idi. Almanya’nın dört kentinde Opel GM’un patentleri ile üretim yapıyor. Şimdi bu işyerleri “Ana” firma tarafından gözden çıkarılmış durumda. GM dayatıyor: Ya Alman devleti devreye girer, Opel’e maddi destek sağlar, ya da ben bu firmayı kapatırım. Buna karşı Alman devleti, “Benim yaşayıp yaşamayacağı bile belli olmayan bir Amerikan Tekeli’ni desteklemek diye bir görevim ve siyasetim yoktur.” diyerek, maddi desteği, -eğer verecekse- o zaman Opel’in “Ana” firmadan koparak bağımsızlaşması –Almanlaşmasışartına bağlıyor. Opel yönetimi de Şubat ayı sonunda tam da bunu öngören bir kurtarma planı ile çıktı ortaya. Bu plan “işçi temsilcileri” ile “işveren temsilcileri”nin ortak planı!! Kahrolsun kötü Amerikan tekeli, yaşasın “Bizim Alman” tekelimiz!!! 8 Mart 2009 √

5


gündem

“4. Kuvvet medya” iktidar mücadelesinde nerede duruyor? E

gemen sınıf ların iki kanadı arasında yürüyen iktidar savaşında medya çok önemli bir rol oynuyor. Gelinen yerde Türkiye’de medya alanının devi -ama yalnızca medya alanının devi değil, birçok alanda yatırımları olan Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri Doğan Grubu- Doğan Medya, AKP’ye karşı esas muhalefet odağı haline gelmiş durumda. Bütün tarafsız ve bağımsız görünümü kurtarma çabalarına rağmen, AKP karşıtlığı bu grubun medyasının belirleyici özelliği. AKP’de bu medyayı gelinen yerde açıkça karşısına almış durumda. Biri AKP’yi yıpratma kampanyası yürütürken, AKP’de bir yandan kendi yandaş medyası üzerinden -ki bu kesim de hiç de küçümsenmeyecek bir medya gücüne sahip- bir yandan da kontrolündeki mali denetim organları üzerinden Doğan Medya’yı vuruyor. Musta fa Sönmez, Türk iye’ de medya mülkiyetinin resmini şöyle çıkarıyor:

muazzam gücünü gösterirken, diğer yandan “İslami Medya”nın da hiç de küçük olmayan ve giderek gelişen gücünü gösteriyor. Bu bağlamda nasıl ki Doğan Medya grubunun değişik yayın organları, biraz değişik gruplara sesleniyor,

bölünmede doğrudan bu iki kesimin birinin mülkiyetinde olmayan anlamında diğerleridir. Bunların bir bölümü çok sıkı AKP /hükümet düşmanı iken -burada Ulusal Kanal eksik-; esası orta yolda bir çizgi izlemektedir.

ayrı işlev görüyorsa -Örneğin CNN Türk’ün seyircisi ile Star’ın seyircisi değişik, Hürriyet’in okuyucusu ile Radikal okuyucusu değişik vs.-; Mustafa Sönmez’in İslami Medya başlığı altında topladığı kesimde de örneğin Yeni Şafak ile Vakit ara-

Birgün ve Evrensel’in konumu diğerlerinden değişiktir. Bunlar egemen sınıfların medyası dışında ele alınmak zorundadır. Burada nedense Gündem atlanmıştır. Halbuki Gündem hiç de önemsiz değildir. Kürt medyasının basılı kesiminin en

Medya Mülkiyetinde İki Kutuplu Yapı Doğan Grubu: MEDYA: Hürriyet, Kanal D, CNN Türk, Milliyet, Vatan, Posta-Radikal, Referans, Doğan Burda, Hür Dally News, Ultra Kablo TV, (D-Smart), DMC , DP C , D o ğ a n E g mont , Doğan Facktoring, Doğan Kitap, Doğan Ofset, Doğan Online, DPP Doğan Productons , D&YaysatYenibiriş,Enerji (Petrol Ofisi, elektrik), Sanayi(Ditaş, Çelik, Halat, Organik), Ticaret (Doğan oto, Milpa), Finans (Ray Sigorta) AKP Destekli (İslami) Medya: ATV-Sabah, Zaman, Samanyolu, Mehtap TV, S Haber, Yeni Şafak, Kanal 7, Ülke TV, Star, 24 TV, Kanaltürk, Bugün, TRT, AA, Vakit, TGRT Haber Ve Diğerleri: Karamehmet Grubu (A k şa m, Güneş, Show Tv,Skytürk, Dıgıtürk) Ciner Grubu: Habertürk, HB Gazete, Kanal 1 Doğuş Grubu: NTV, Cnbc-e, Kral Tv Diğer gruplar: TV 8, Flash TV, Cem TV vb. ART, Kanal B, Cumhuriyet, Anka, Sözcü, Biz TV, Fox, Birgün, Evrensel

6

Medya mülkiyeti açısından bu tablo bir yandan Doğan Medya’nın

Bugün Türkiye’nin en çok dağıtılan -40.991haftalık haber yorum dergisi MHP’ye yakın Aksiyon! Azgın ulusalcı! Bir başka azgın ulusalcı, Ergenekoncu dergi Aydınlık’ın dağıtılan sayısı 16.500! sında; Yeni Şafak ile Zaman arasında küçümsenmeyecek farklar var. ATV /Sabah grubu AKP yanlısı olmasına rağmen, onun hitap ettiği kesim ile örneğin Vakit’in hitap ettiği kesimden çok daha değişik. Yani bu ayrım yalnızca çok kaba bir ayrım olarak alındığında doğrudur. “Diğerleri” başlığı altında toplananlar da ilk bakışta “AKP” yanlısı grup altında bir alt grupmuş gibi görünebilir bu tabloda. Böyle bir görünüm yanlıştır. Diğerleri bu kaba

önemli olanıdır. Bunun yanında Türkiye’de gündemi belirleyen haber ve yorumlarıyla öne çıkan Taraf ’ta atlanmıştır. Gerçek anlamda liberal burjuvazinin medya alanındaki sözcüsü olan konumuyla Taraf ’ta önemsiz değildir. Satışta şimdi kendisinden mali açıdan çok daha güçlü Doğan medya’nın Radikal’iyle yarışır hale gelmiştir. 9-15 Şubat arası gazete satış verilerine bakıldığında, birkaç şeye dikkat çekmek gerekiyor.

Önce Türkiye’nin en çok satan gazetesi olarak Zaman gazetesi -763.175görünmektedir. Fetullah Gülen cemaatinin gazetesi olan Zaman’ın satışının yaklaşık % 97’si abone satışıdır. Bayi satışı çok düşüktür. Bu abonelerin ne kadarının gerçek / ödeyen abone olduğu; ne kadarına Zaman’ın bedava gittiği Zaman’ın gizidir. Her halükarda bu cemaatin kendi iç disiplini bilindiğinde abonelerin çoğunun ödeyen gerçek abone olduğundan ve gazeteyi de okuduklarından yola çıkmak gerekir. Siyasi tavrı itibarıyla gazete AKP hükümetine destek vermektedir. Fakat bu destek kayıtsız koşulsuz bir destek de değildir. AKP’nin yarı resmi gazetesi konumunda olan Yeni Şafak’ın tirajı 100.000’in biraz üzerindedir. Ve tümü bayi satışıdır. Zaman gazetesi dışında esas olarak abone gazetesi olan gazeteler şunlardır: Türkiye, -142.684- MHP’nin gazetesi, satışın % 93’ü abone. Referans, -12.152- Doğan Medyanın ekonomi gazetesi; satışın % 75’i abone. Yeni Mesaj, 5 bin 500- BTP /Haydar Baş’ın gazetesi; % 93’ü abone satışı. Dünya, -2.598- Ekonomi gazetesi ; % 64’ü abone satışı. Hürses, 2.199- Sanayiciler gazetesi ; % 95’i abone. Ortadoğu, -7.699- BBP ve MHP’ye yakın; %43’ü abone satışı. Zaman’ın ayrıca Todays Zaman isimli günlük İngilizce gazetesi de % 85 abone satışı ile abone gazetesi konumundadır. Posta: Bay i sat ı şı açısı nda n Türkiye’nin en çok satan -609.418gazetesi durumundadır. En büyük özelliği salt haber gazetesi konumunda olmasıdır. Köşe yazısı /yazarları yoktur. “Yorum”lar haberler üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca “ucuz”luğu ile öne çıkmaktadır. Doğan Medya’nın “Amiral gemisi” konumundaki Hürriyet’in satışı gününe göre 450-500 bin arası oynamaktadır. Hürriyet’e –siyasi tavır konusunda da- rakip olmaya çalışan Sabah; satış açısından ortalama olarak Hürriyet’i 200 bin geriden izlemekte ve satış açısından yine Doğan Medyanın Vatan’ı ve Milliyet’i ile yarışmaktadır. Birgün ve Evrensel’in toplam günlük ortalama satışı 12-13 bin civarında oynamaktadır. Buna 7-8 bin Gündem -hep yasaklanıyor, başka isimlerle çıkıyor, şu andaki ismi Günlük- eklen-


gündem

diğinde günlük 20-21 bin civarında sol gazete satışı söz konusudur ki bu tüm günlük gazete satışı içinde binde 4-5’lik bir satıştır. Buna “devrimci sol”un tümünün haftalık/iki haftalık tüm yayınlarının tirajlarını da eklesek en iyi halde % 1 civarında bir tiraj/satışa ulaşılır ki; bu seçimlerde bu kesimin aldığı oy toplamına da eşittir hemen hemen. Bu basılı medyada “sol”un gerçek gücünü/ güçsüzlüğünü gösteren bir veridir. Egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşında günlük basın bağlamında partiler bazında AKP ve AKP karşıtları arasında kaba bir temel ayrım yapıldığında saflaşmada şu tabloyu çıkarabiliriz: AKP’ye karşı olanlar: Doğan Medya, Hürriyet+Milliyet+ Radikal+Vatan+Referans+Posta+MH P/BBP gazeteleri, Türkiye+Ortadoğu + A k ş a m+ S öz c ü+ Gü ne ş+ Cumhuriyet+ Şok+ Yeni Çağ+ Yeni Mesaj+ Önce Vatan+Yeni Asır. AK P yanlıları: -AK P ka rşıtlarının yandaş medya diye adl a n d ı r d ı k l a r ı - Ye n i Ş a f a k+ Zaman+Sabah+Star+Takvim +Vakit+ Yeni Mesaj (Bunlardan Yeni Şafak dışındakiler tam AKP medyası konumunda değil. Bir bölümü, örneğin Vakit, SP’ne daha yakın; bir bölümü AKP yanlısı ama aynı zamanda araya belli bir mesafe de koymaya çalışıyor vb.) Bugün+Yeni Asya: yerleri tam belli değil. Bu resme bakıldığında basılı medyada -aslında TV’de de öyle- AKP karşıtlarının büyük ağırlığı olduğu görülmektedir. Medyaya kalsa, AKP’nin çoktan hükümetten gitmiş olması gerekir. Fakat gerçek durum bu değil. Bu da siyasi yönlendirme bağlamında medyanın gücünün sınırları olduğunu gösteriyor. Türkiye’de sol radikal dergiler dışındaki dergiler bağlamında da son satış istatistiklerine bakıldığında durum şudur: Bugün Türkiye’nin en çok dağıtılan -40.991- haftalık haber yorum dergisi MHP’ye yakın Aksiyon! Azgın ulusalcı! Bir başka azgın ulusalcı, Ergenekoncu dergi Aydınlık’ın dağıtılan sayısı 16.500! Yani siyasi dergi, haber yorum dergisi bazında meydan esasta ulusalcıların! MHP’li ve İP’lilerin elinde. Fakat bu “egemenlik” fazla büyütülmemeli. Çünkü önce bu sayılar satış değil, dağıtım sayıları. Dağıtımdan ne kadarının geri döndüğü bilinmedikçe bu sayıların pek fazla bir değeri yoktur. Dağıtımdan en az üçte birin geri döndüğünden yola çıkılması gerçekçi olur. İkinci olarak da batıda yerleşik haber yorum dergilerinin satışı ile karşılaştırıldığında sayı çok düşük. Örneğin Almanya’da haftalık Spiegel’in satışı 1 Milyon, Focus’un satışı yarım milyonun üzerindedir. 26Şubat 2009 √

E

Bir darbecinin not defterinden...

rgenekon davasının ikinci iddianamesinde yer aldığı ileri sürülen Cumhuriyet gazetesi tutuklu yazarı Mustafa Balbay’ın not defterindeki kimi notlar internet ortamına düştü. Tabii dikkatli olmak gerek. Bugünkü bilgi kirliliği ortamında bu notların gerçekten de yayınlandığı gibi olup olmadığı ve eğer notlar yayınladığı biçimde ise gerçekten de iddianamede yer alıp almadığı ancak iddianame kamuoyuna bütünüyle yayınlandığında belli olacaktır. Burada şimdilik henüz yayınlanmamış bir iddianamede yer aldığı iddia edilen ve aslında hukuken yayınlanması suç olan bir belge söz konusudur. Burada geçerken değinmek istediğimiz bir ilginçlik de var: Günlük lerin yayınlandığı site Doğan Medya’nın tempo24.com. tr adresli sitesi. Şimdiye kadar Ergenekon haberlerinde Ergenekon’u küçümseyen, gayrı ciddi gösteren bir tavır içinde olan Doğan Medya’nın bu internet sitesinde şimdi Balbay’ın darbe günlüklerinin yayınlanması ilginç. Hem haber kaynağı açısından, hem de haberi yayınlayan açısından ilginç. Fakat günlük notları okununca bu ilginçliğin mantıklı açıklaması da çıkıyor ortaya. Günlüklerde darbecilerin Doğan Medya’ya pek güvenmedikleri, onlardan aşağılayarak söz ettikleri vs. görünüyor. Yani bu günlükler Doğan Medya açısından bir nevi darbecilikten- darbe destekçiliğinden arınma belgesi oluyor. Bütün bunlar akılda tutularak ve “eğer doğru ise” kaydı ile notlar hakkında şunları vurgulamak istiyoruz: * Bu notlar Ergenekon’cu kimi komutanların daha henüz emekli olmadıkları dönemde, henüz ordu komutanı görevinde iken kimi gazetecilerle açıkça darbe sohbetleri yaptıklarını, darbe için onlardan destek isteyip; görev verdiklerini vs. göstermektedir. * Bu notlar M. Balbay’ın siyasi görüşleri nedeniyle vb. değil, askeri darbe görüşmeleri nedeniyle, darbe planlayıcıları içinde yer alması vb. bir suçlamayla gözaltına alındığını göstermektedir. * Kuşkusuz burjuva hukukunda, bir sanığın suçu mahkeme tarafından ispatlanıp cezalandırılmadıkça sanığın suçsuz sayılacağı ilkesi vardır. Ve M. Balbay hakkındaki suçlamalar da şimdilik bir iddiadır. M. Balbay şimdilik askeri darbe suçuna ortaklık etmeyle suçlanan bir gazetecidir, şimdilik bir zanlıdır.

Bu notlarda en ilginç tavırlar aslında sivil “aydın” gazetecilerin tavırlarıdır. Askerlerin tavrı zaten bilindiği için sivillerin tavrı ilginç. Tavır aslında darbecileri göreve çağırma ve kışkırtma tavrı. İlişki gazeteci-ordu mensubu ilişkisi değil, darbenin sivil ve asker kanadı unsurlarının ilişkisi. * Onlarca gazeteci yan yana gelerek M. Balbay’a sahip çıktılar. Onun tutuklanmasını “fikir özgürlüğüne yapılan bir saldırı” olarak değerlendirip, savcılığa ve AKP’ne yüklendiler. Burada yürütülen mantık, bir gazeteciye, hem de M. Balbay gibi “saygın bir gazeteci”, “aydın” vb.nin gözaltına alınması ve tutuklanmasının olmayacak bir şey olduğu, bunun onun gazeteci kimliğine yönelik bir saldırı, bu anlamda fikir özgürlüğüne bir saldırı olduğu, başka bir şey olamayacağı mantığıdır. Bir gazeteci aynı zamanda darbe yanlısı olamaz mı? Darbe yanlısı olmaktan öte, darbe hazırlıkları yapan bir örgütlenme içinde yer alamaz mı? Bizim bu sorulara verdiğimiz cevap her iki halde de evettir. Bir başka soru: M. Balbay hakkında göz altına alınma ve evinin iş yerinin aranma emri çıkarılmasa idi, şu anda ulaşılmış olduğu söylenen belgelere ulaşılma imkanı ve ihtimali var mı idi? Ve eğer olsa bile, bu belgelerin bir davada kullanılması imkanı olur muydu? Bu sorulara verdiğimiz cevap ta hayır ve hayırdır. O halde M. Balbay gibi bir gazetecinin gözaltına alınıp tutuklanmasının anlaşılır bir mantığı ve gerekçesi vardır. * Şimdi tabii eğer internet ortamına düşen ilk belgeler doğru ise ve bunlar iddianamede yer alıyorsa, artık birinci iddianamenin tersine, Ergenekon davası askeri darbe hazırlıklarının da sorgulandığı bir davaya dönüşme ihtimali olan bir yönde

gelişecek demektir. Bu bir yanı ile iyidir. Fakat daha 1980 gerçek darbecilerinin bile yargılanmadığı bir ülkede, “darbe teşebbüs”ünün nasıl yargılanacağı, yüksek yargının kendisinin darbelerin parçası olduğu bir ülkede bu işin nasıl yapılacağı soru işaretedir. Diğer yandan Ergenekon davasının darbe teşebbüsünün de yargılanmasının gündeme getirildiği bir davaya dönüşmesi, askeri yargının devreye girip, asker kişileri bugünkü Ergenekon davasından koparıp alma ihtimalini de içeren bir gelişme olur. Bunun olup olmayacağı tabii iddianame tam metin yayınlandığında görülecektir. Her halükarda Ergenekon davası daha çok gelişmelere gebe bir davadır. * Bu notlarda en ilginç tavırlar aslında sivil “aydın” gazetecilerin tavırlarıdır. Askerlerin tavrı zaten bilindiği için sivillerin tavrı ilginç. Tavır aslında darbecileri göreve çağırma ve kışkırtma tavrı. İlişki gazeteci-ordu mensubu ilişkisi değil, darbenin sivil ve asker kanadı unsurlarının ilişkisi. * İkinci iddianame yayınlandığında aslında herkesin zahmet edip iddianamenin tümünü bizzat okuması, medyadaki haberlerle yetinmemesi en doğru tavır olur. Çünkü burjuva medyanın tümü bu bağlamda taraftır. Ya darbeci, ya AKP’ci. Ve haberler medya patronlarının çıkarlarına göre kitleyi yönlendirmek için kullanılan propaganda araçları aslında. 18 Mart 2009 √

7


gündem

O

8

Ergenekon ve ordu iç içe!

rdu ile Ergenekon’u birbirinden ayırmak oldukça zor. Hem muvazzaf, hem emekli subaylar üzerinden bu ikisinin ilişkisi belgeli. Başka türlü de olamaz zaten. Ergenekonla ilgili operasyonlarda muvazzaf subayların da gözaltına alınması, kimi muvazzaf subayların evlerinde Ergenekon’la bağıntılı silah ve mühimmatın bulunması, ordu Ergenekon bağını çok net belgeledi. Bunun yanında ordu intihar eden -veya intihar ettiği söyleneneski Jitem görevlisi albayın cenazesinde tam takım gösteri yaparak ve Genel Kurmay açıklaması üzerinden Ergenekon’da yargının bu işin peşini izleyen kesimini, medyanın yine Ergenekon konusunda sıra dışı davranan kesimini açıkça tehdit etti. Kimi ordu emeklisi Ergenekoncular ordunun denetimindeki GATA raporları ile tutukluluk durumundan kurtarıldı. Bunu teşhir eden medya kesimine yine ağır bir ihtar geldi. Genel Kurmay adına yapılan açıklamada Tuğgeneral Metin Gürak, konuyla ilgili şunları söyledi: “Emekli Orgeneral Şener Eruygur, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesinde Eylül 2008 ayında ağır bir ameliyat geçirmiş, ilgili mahkemece aynı ay içerisinde tutukluluk halinin kaldırılmasını müteakip, Ekim 2008 ayı içerisinde GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'ne gelmiştir. Emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un Adli Tıp Kurumu 3’üncü Adli Tıp İhtisas Kurulu'nun 29 Aralık 2008 tarihli kararı ile tedavisine tam teşekküllü bir hastanede yapılmasına karar verilmiş ve 5275 sayılı kanuna uygun şekilde yapılan sevk işlemi ile GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'nde tedavisine başlanılmış, tedavisi devam ederken ilgili Mahkemenin kararı ile de tutukluluk hali kaldırılmıştır. Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz ise rahatsızlığı nedeniyle hastaneye sevk edilmiş, Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin Sağlık Kurulu Raporu ile tam teşekküllü bir hastanede tedavi edilmesi kararı ile, bir süre sonra Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi tarafından GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'ne sevk edilmiştir. Hal böyle iken, yapılan bütün işlemlerin ilgili kanun ve mevzuat içinde, Adalet Bakanlığı'nın gözetiminde yürütülmesine rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir kurumu olan GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesine ilişkin olarak ortaya atılan çirkin iddialar, hiçbir mesnede dayanmadığı gibi bu iddiaları ifade edenler de iyi niyetten uzak kişi ve kurumlardır. Ayrıca, şu anda ciddi sağlık sorunları ile karşı karşıya olan söz konusu emekli generallere karşı yürütülen

bu kampanyalarda her şeyden önce etik ve insani değerlerle bağdaşmayan davranışlardır." Bu ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya olan generallerin gerçek durumları aslında Eruygur’un eşinin medyaya yansıyan telefon görüşmelerinde ortaya çıkıyor. İş darbecilik yapmaya kalkınca maşallah turp gibiler!! Ergenekon’un baş tutuklusu Veli Küçük’de sağlık nedenleriyle hastaneye sevk edildi. Onun da GATA raporu ve “bizden olan mahkeme” -bayan Eruygur- kararı ile serbest bırakılması kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu bağlamda bugünkü ordu yönetim kademesinin kendilerini yalnız bıraktığı konusunda şikayetlenen paşa eskileri -Eruygur’da Tolon’da şikayetlenmişlerdi- biraz haksızlık ediyorlar. Bugünkü paşalar dünkülerden pek hoşnut olmasalar da, yine de ellerinden geleni “yasalar çerçevesinde” –şimdilik- yapıyorlar! Bu arada askeri savcılık ve askeri yargı da Ergenekon olayına el attı. Bu el atma işinin ne anlama geldiği askeri mahkemenin yargılayıp hükme bağladığı ilk davada net olarak görüldü. Askeri yargı güya Ergenekon’un p e şi n i i z leme , ordu iç i ndek i Ergenekoncuları bulup çıkarma ve mahkum etme adına, gerçekte açığa çıkmış muvazzaf Ergenekoncuları sivil yargının elinden kurtarma operasyonu yürütüyor. Alınan ilk karar hakkında Radikal’de yayınlanan haber aynen şöyle: Ergenekon patlayıcıları Fikret Emek'i yaktı. Askeri mahkemeden 1 yıl 8 aylık hapis cezası: Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli Binbaşı Fikret Emek, annesinin evinde ele geçirilen silah ve patlayıcı maddelerle ilgili olarak yargılandığı askeri mahkeme tarafından suçlu bulundu ve 1 yıl 8 ay 25 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme Emek'in aldığı cezanın 2 yıldan fazla olmaması, tutum ve davranışlarını göz önüne alarak 5 yıl denetim kaydıyla hükmü uygulamamaya karar verdi. Mahkeme ayrıca Emek'in TSK'dan çıkarılmasına gerek olmadığına da karar verdi. Ergenekon davasının dosyasına giren mahkumiyet kararı 25 Aralık 2008 tarihini taşıyor.” Bu haber yalnızca askeri yargının Ergenekon konusundaki aklayıcı tavrını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda Doğan Medya’nın da Ergenekon’da nasıl taraf olduğunu da gösteriyor. Askeri yargı güya sanığı cezalandırıp ona 1 yılı 8 ay yirmi beş gün hapis cezası veriyor! Fakat verilen cezanın sanık için hiçbir yaptırımı yok. Çünkü ceza hükmünün uygulanmaması kararı alınıyor. Ayrıca sanık

TSK’dan da çıkarılmıyor. Görevine devam ediyor. Yani cezalandırma değil yapılan, aklama! Kahraman Türk ordusunun çok adaletli yargısı(!) kahraman bir vatan evladına sahip çıkıyor, olan bu!!! Doğan Medya’nın en “liberal” müşterili ve görünümlü ayağı Radikal ne yapıyor: AA’nın haberini olduğu gibi yayınlıyor, fakat başlığa haberle il-

gili yanıltıcı bir başlık atıyor. Fikret Emek’in yandığı yalanını başlık yapıyor. Ne yanmakmış ama! Bir gün bile hapis yatmayacak cezalı beyimiz! Orduda da görevine aynen devam edecek! Onu yarın öbür gün ordunun kodaman generalleri arasında görürsek şaşırmayız! Böyle “vatansever” le dolu bu ordu! 26 Şubat 2009 √

Krize karşı İzmir’de yürüyüş

K

apitalizmin krizi işçileri, emekçileri vurmaya devam ediyor. İşten çıkarılan işçilerin sayısı giderek artıyor. Krize karşı yapılan eylemler de devam ediyor. Bu eylemlerden biri de İzmir’de yapıldı. DİSK Ege Bölge Temsilciliği, KESK İzmir Şubeler Platformu, TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu tarafından, 5 Mart Perşembe günü İzmir’de, “İşsizliğe, yolsuzluğa, yoksulluğa, ırkçılığa, gericiliğe ve taşeronlaştırmaya karşı eşit, özgür, demokratik Türkiye” y ürüy üşü düzenlendi. Basmane 9 Eylül Fuar Kapısı önünde toplanan 2500 civarında işçi ve emekçi, yağmur altında Konak Büyükşehir Belediyesi önüne yürüdü. Yürüyüşe DİSK’e bağlı Genel-İş, KESK’e bağlı Eğitim-Sen kitlesel olarak katılım sağladılar. Birleşik Metal-İş İzmir şubesi pankart ve flamalarıyla yürüyüşe katıldı. Yürüyüşe ayrıca İzmir Birlikte Başaracağız Platformu bileşenleri, BDSP, ÖDP, TKP, HKP, Halkevleri vs.de katıldı. Türk-İş’e bağlı sendikalardan sadece TÜMTİS Sendikası yürüyüşe katıldı. 60 günü aşkındır Büyükşehir Belediyesi önünde çadır kurup açlık grevi yapan Vira taşeron işçileri de yürüyüşe katıldı. Yağmura rağmen işçilerin coşkulu olduğu yürüyüş ve miting sırasında; “Zam, zulüm, işkence, işte AKP!, Direne direne kazanacağız!, Vur vur

inlesin, AKP dinlesin!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Faşizme karşı omuz omuza!, Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek!, İşçi, memur elele, genel greve!, Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!” vb. sloganları atıldı. Konak Büy ükşehir Belediyesi önünde, KESK İzmir Dönem Sözcüsü Ergun Demir, DİSK Genel-İş 5 No'lu Şube Başkanı Mehmet Çınar ve TMMOB İKK Başkanı Ferdan Çiftçi birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmalarda; yaşanılan krizin kapitalizmin krizi olduğu, krizin faturasını işçilerin ödemeyeceği, 29 Mart’ta AKP’nin sandığa gömüleceği vb. vurgulandı. “İşsizliğe, yolsuzluğa, ırkçılığa, gericiliğe, taşeronlaştırmaya karşı şimdi mücadele zamanıdır. Yaşadığımız işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin son bulması, haklarımızın gasp edilmesinin durdurulması herkesin barış içinde kardeşçe yaşadığı, bağımsız, demokratik, eşitlikçi bir Türkiye’nin kurulması ancak bizlerin ortak ve kararlı mücadelesine bağlıdır.” Basın açıklamasında dile getirilen bu düşüncelerin, özlemlerin gerçekleşmesinin tek yolu, işçi sınıfı önderliğinde köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir. 5 Mart 2009 YDİ Çağrı/İzmir √


gündem

ÜBİTAK, devlete bağlı bir kurum. Bir “Bilim ve Araştırma Kurumu”. İsmi öyle. Fakat bu devletin bilimden ve araştırmadan ne anladığı bilindiğinde, yapılanların bilimle, bilimsel araştırma ile pek fazla ilişkisi olamayacağı da bellidir. Hele söz konusu olan sosyal bilimlerse. Bugünkü, şimdi yönetimi hükümet partisi AKP’ye yakın “dini bütün” ilim adamı ve kadınlarının

bir sansür söz konusu ise burada hedef lenen Darwin’in aslında bütün dinlerin en temel dogmalarından biri olan yaratılış masalını yerle bir eden bilimsel evrim teorisidir. Yalnızca İslam değil tüm tek tanrılı dinler için evrim teorisi bir zındıklıktır, engellenmelidir. Bunun din adına yapılması şaşırtıcı değildir, fakat “bilim ve araştırma” iddialı bir kurumun Prof. Dr. vb. ünvanlı yöneticileri tarafın-

elinde olan TÜBİTAK’ın bilimsellikten ne anladığının bir örneği son günlerde yaşandı. TÜBİTAK yayını olan “Bilim ve Teknik” dergisinin Mart sayısı için hazırlanan (Darwin’in bütün dünyada kutlanan 200. doğum günü dolayısı ile) Darwin dosyasının ve bu dosyayı öne çıkaran Darwin resimli kapağın yayınlanması, yayının matbaa aşamasında

dan yapılması büyük bir utanmazlık örneğidir. Bu, bu utanmazlığı yapanların ne tür bilim adamı/ kadını olduklarını da göstermektedir. 13 Mart’ta TÜBİTAK yönetimi adına yazılı bir açıklama yapıldı ve Darwin konusunda bir Sansür’ün söz konusu olmadığı bildirildi. Yazılı açıklamada şunlar söyleniyor: “ Bu süreçte ne TÜBİTAK yö-

Diğer yandan tabii bir de buna Türkiye’de “bilim özgürlüğü” adına tepki koyanlardan bir bölümünün gerçekte bilimle filan bir ilgileri olmadığını, onların derdinin TÜBİTAK’ta AKP egemenliğini teşhir olduğu, bunun için fırsat kolladıkları da eklenmeli. TÜBİTAK başkan yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci’nin müdahalesi ile durduruluyor. Darwin dosyası yayınlanmıyor. Kapak da değiştiriliyor. Bu arada Bilim ve Teknik’in Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Çiğdem Atakuman’a da sözlü olarak Genel Yayın Yönetmenliği görevinden alınmış olduğu tebliğ ediliyor. Neresinden bakılırsa bakılsın bilim düşmanı ve rezilce bir karardır bu. Buna rağmen konunun Darwin dosyasının yayınının engellenmesi olduğu bilindiğinde, fazla açıklamaya da gerek yok aslında. Eğer gerçekten

netiminden ne de Tübitak Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci’den, genelde veya özelde Darwin için bir baskı veya sansür söz konusudur. Ancak Atakuman’ın (Bilim Teknik’in görevinden alındığı sözlü olarak tebliğ edilen Yayın Kurulu Başkanı) daha önceki dönemlerde de yetkilediği yetki aşımı ile ilgili olaylar da göz önüne alınarak, kendisine kurum içinde birim değişikliği önerilmiştir. Kurumumuzun Darwin ve Evrim kuramına yaklaşımı bütün bilimsel olgulara ve teorilere yaklaşımından farklı değildir. Evrimsel biyolojide

modern sentezin öncülerinden biri olan Ernst Mayr’ın “Biyoloji Budur” isimli kitabı, Kasım 2008 tarihinde kurumumuz tarafından yayınlanmıştır. Her yıl olduğu gibi Darwin Yılı olan 2009’da da konu Bilim ve Teknik dergisinde detaylı ve yeterli olarak ele alınacak, Bilim ve Teknik dergisinin bir sayısı bu konuya tahsis edilecektir.” Açıklamada ayrıca “tamamen kurum içi süreçlerdeki aksaklıklardan kaynaklanan sorunların “Darwin sansürü” olarak algılanmasından duy ulan üzüntü” de dile getirildi. Bu yazılı açıklama dışında sözlü açıklamalar da var. Bunlardan birinde TÜBİTAK Bilim Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Abdullah Atalar şöyle anlatıyor gelişmeleri: “Darwin’le ilgili Bilim ve Teknik özel bir sayı yayınlayacak. Darwin çok önemli bir bilim adamı ve 200. yılı kutlanıyor. TÜBİTAK’ın Darwin’i sansürlemesi gibi bir durum yok. Mart sayısı bir iki hafta önce belirleniyor. 27 Şubat Cuma günü Mart sayısı konuşulmuş. Hafta sonu derginin başındaki hanım Darwin’in 200. yılı olduğunu keşfetmiş “Bunu da haber yapalım” demiş, son anda. Alelacele insanları çağırmış, hafta sonu çalıştırmış onları. Ömer Bey de “Böyle aceleye gelmez” demiş. Peki demişler, dergiyi eski haline getirmişler. Bunda Darwin’le ilgili bir durum yok yani. Bunu basına yansıtanlar sanırım hafta sonu çalışanlar. “Bizim çalışmamızı sansürlediler mi?” diye düşünüp, herhalde böyle bir şey oldu.” Şimdi eğer bu açıklamalar doğru ise, olan kurum içi iktidar savaşında

birbirini yiyen kurum üyelerinin bu iktidar savaşına Darwin’in alet edilmesi oluyor. Bu da kötü. Fakat bilinçli Darwin sansüründen biraz daha az kötü. Tabii bu Darwin sansürü öyküsünde iyi olan bir şey var: Gerek Türkiye ve gerekse yurtdışında Darwin’e sansür haberi büyük yankı buldu ve büyük tepkiyle karşılandı. Bu çok iyi bir şey. Ve kurum içinde gönüllerinde belki Darwin sansürü aslanı yatanlar varsa bile, bu tepkiye rağmen kolay kolay yapamazlar böyle bir işi. Diğer yandan tabii bir de buna Türkiye’de “bilim özgürlüğü” adına tepki koyanlardan bir bölümünün gerçekte bilimle filan bir ilgileri olmadığını, onların derdinin TÜBİTAK’ta AKP egemenliğini teşhir olduğu, bunun için fırsat kolladıkları da eklenmeli. Örneğin CHP gibi kazma Kemalist bir partinin yöneticilerinin “bilim yandaşlığı” dincilerin “bilim yandaşlığı”ndan özde farklı değildir. Bu bağlamda Hıncal Uluç Sabah’ta yayınlanan “Darwin’i ilk yasaklayan kimdi bilir misiniz?” başlıklı yazısında “Bu ülkede Darwin’i ilk yasaklayan CHP’dir. Deniz Baykal’ın da bakanı olduğu Bülent Ecevit hükümetinin TRT Genel Müdürü yaptığı İsmail Cem’dir.” diyerek bu yasaklamanın öyküsünü anlatıyor. Şimdi meydanlarda güya AKP’ye karşı “bilim savunucusu” kesilen Deniz Baykal’ın bu yasaklama olayına tek söz etmediğini anlatıyor H. Uluç. Anlaşılan o zaman öyle uygunmuş! Şimdi ise böyle uygun! Bilim konusunda ne AKP’nin CHP’ye, ne de CHP’nin AKP’ye söyleyecek sözü yoktur. Yoktur birbirlerinden aslında farkları. Al birini vur ötekine!! 17 Mart 2009 √

Bu broşürleri isteyin, okuyun...

T

TÜBİTAK ve bilim: O da ne?

9


halkların kardeşliği için

Ankara – Washington hattında 24 Nisan 24

10

Nisan günü söz konusu edildiğinde Türk hakim sınıf larının, genelde de tüm Türk şovenlerinin antenleri, Washington’a, ABD Başkanı’nın yapacağı konuşmaya yönelmektedir. Hemen hepsi “kıble”ye dönmüş gibi ABD Başkanı’nın ağzından çıkacak kelimelere kilitlenmektedir. ABD Başkanı’nın ağzından o çok korktukları soykırım kavramının çıkıp çıkmayacağı, merakla, korkuyla beklenir ve çıkmaması umut edilir… Bu tavırlar her sene 24 Nisan’a yaklaşılırken gündeme gelmekte ve her seferinde ABD Başkanı’nın soykırım kavramını kullanmamasıyla “bu seneyi de kurtardık” dercesine derinden bir oh çekilmekte ve antenler yeniden ayarlanmaktadır. Böylece antenler bazen gündeme gelen başkanlık seçimlerine, bazen de ABD Temsilciler Meclisi’ne sunulan karar tasarılarına yöneltilmektedir. Bir devletin, yöneticileriyle, savunucularıyla soykırım kavramının ABD Başkanı tarafından kullanılıp kullanılmadığına bu kadar önem vermesinin kendisi bile, suçüstü yakalanmaktan korkmanın bir işaretidir. Bu aynı zamanda Türkiye’de egemen yaklaşımın, resmi ideolojinin kendi tarihinde yaşanan olaylara nasıl yaklaştığını da göstermektedir. Burada ortaya çıkan birkaç soru var tabii ki. Önemli olan yaşanan barbarlığın, soykırımın tarihi bir gerçeklik olması mı, yoksa bunun ABD Başkanı tarafından dile getirilmesi midir? ABD Başkanı soykırım kavramını kullanmadığında bu tarihi gerçeklik ortadan kalkacak mı? Ya da, –Türk devletini belki de en çok ilgilendiren soru budur– ABD Başkanı soykırım kavramını kullanırsa değişecek olan nedir? Bize göre özde değişecek bir şey yoktur. Olacak olan sadece ve sadece tarihi bir gerçekliğin ABD Başkanı tarafından da dile getirilmesi olacaktır. Türk devleti için ama bu adım, bu tarihi gerçekliği inkar etmenin hemen hemen tüm olanaklarını ortadan kaldırmaya hizmet eden bir adım olacaktır. Öyle ya, Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli müttefiki ABD’nin böylesi bir tavır takınması, bu konuda çekingen kalan birçok devletin daha soykırım gerçekliğini kabul etmesini beraberinde getirebilecektir. Korkunun ecele faydası yok derler… Kuşkusuz ki Türk devletinin bu konudaki hesaplarının tümünü burada aktaramayacağız, ama temel istekleri, soykırımın tarihi gerçeklik olduğunun üzerini örtmek, reddetmektir. Bu yaklaşımları bu sene de 24 Nisan’dan çok önce kendisini göstermekte ve Obama yönetiminin soykırımı tanımaması için yoğun çabalar

verilmektedir. Bu çaba lar Obama’nın seçim propagandasında “soykırımı tanıyacağım” yönlü verdiği söz göz önüne alınarak, daha da yoğunlaştırılmış durumdadır. Obama’nın yakın çalışma arkadaşlarının, özellikle Başkan Yardımcısı Biden, Dışişleri Bakanı Clinton ve Obama’ya özellikle Ermenilere yönelik soykırım konusunda danışmanlık yapan, bu konuda akademik çalışmaları olan Samantha Power’in; bunlara ek olarak Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin de soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu savunan kişiler olması, Türk hakim sınıflarını bu konuda iyice rahatsız eden bir durumdur. 7 Şubat 2009 tarihli Hürriyet gazetesinin verdiği haberin başlığı “24 Nisan atağı”dır. Habere göre TBMM Başkanı Toptan: “ değişik ülkelerin meclislerinde 24 Nisan’dan önce gündeme gelmesi beklenen Ermeni

tüm çabalarını soykırımın kabul edilmesini engellemeye yöneltmişlerdir. Türk tarafının –bu ister söz konusu heyetler olsun, ister başbakan, isterse de başka bir yetkili olsun değişmiyor– soykırımın tanınmasını engellemek için öne sürdüğü esasta iki açıklama var: Birincisi ortak çıkarların büyük zarar göreceğine yönelik, tabii ki bu çıkarlar çok yönlüdür, ticaretten savaş ortaklığına kadar genişlemektedir. İkincisi ise son dönemde Ermenistan ile görüşmelerde önemli adımlar katedildiği, çözüme çok yaklaşıldığı, ABD’nin resmen soykırımı tanımasının, ya da 24 Nisan’da Obama’nın soykırım tanımını kullanmasının bu çabaları boşa çıkaracağı vb. biçimindedir. Yani Türk tarafı “kibarca” tehdit savurmaktadır: “Eğer siz soykırım tanımını kullanırsanız, ben de Ermenistan ile görüşmelere son veririm” demeye getiriyor. Türk tarafının çabaları ABD

Soykırımı tasarılarıyla ilgili olarak atağa geçtiklerini” söylemiştir. Söz konusu atak özellikle ABD’ye temaslarda bulunmak için peşpeşe heyetler gönderilmesi, söz konusu ülkelerin parlamentoları ve parlamenterleriyle diyalog içinde olmalarını sağlamaktır. Bu temelde ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin Ankara’ya davet edildiği ve Pelosi’nin söz konusu daveti kabul ettiği ama ziyaret tarihinin henüz belli olmadığı da verilen bilgiler içindedir. ABD’ye giden heyetlerden birinde yer alan AKP Milletvekili Suat Kınıklıoğlu, 24 Nisan’daki Obama’nın mesajının içeriğinin ne olacağının belli olmadığını söylerken, Temsilciler Meclisi’ne sunulmak üzere yeni bir karar tasarısının hazırlandığını da belirtiyordu. (7 Şubat 2009, Hürriyet) Söz konusu heyetler kuşkusuz ki

Temsilciler Meclisi’ne soykırımı tanımak için yeni bir karar tasarısının sunulmasını engelleyemedi. ABD’de 4 Kasım 2008 tarihinde yapılan seçimlerde Temsilciler Meclisi’nin yenilenmesine bağlı olarak 2007 yılında sunulan karar tasarısı geçersiz hale gelmişti. Bu durumu göz önüne alan kimi milletvekilleri yeni bir karar tasarısı hazırladı ve Temsilciler Meclisi’ne sundu. Tasarının kabul edilmesinin prosedürü ise, önce Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu’nda görüşülüp kabul edilmesi, sonra da Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’nun gündemine alınması ve onaylanması gerekiyor. Böylesi bir durumda da aslında bu karar bağlayıcı değil, sadece bir tavsiye niteliğinde olacaktır. Obama’nın bu tavsiyeye uyup uymayacağını ise yine her zaman olduğu ABD emperyalizminin andaki çıkar-

ları belirleyecektir. Sonuçta 24 Nisan’da Obama’nın soykırım tanımını kullanıp kullanmayacağı konusunda Türk devletinin yöneticilerinin ve aynı cephede yer alanların çekinceleri, korkuları ve umutları 24 Nisan’da Obama konuşana kadar sürecektir. Ondan sonra da 2010 yılı 24 Nisan’ı gündeme gelecektir. Bu seneki 24 Nisan’da Obama’nın soykırım tanımını –soykırımı tanıyacağına dair söz verse de– kullanmayacağı yönlü değerlendirme, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Afganistan’a yönelik siyasetinde Türkiye ile ilişkileri bozmama hesabına dayandırılmaktadır. Bu hesabın tutma olasılığı büyüktür. Fakat Obama’nın soykırım tanımını kullanmayacağının garantisi yoktur. ABD’ye gönderilen TBMM heyetinin birçok Yahudi kuruluşuyla da yaptığı görüşmelerde, söz konusu kurum ve kuruluşların temsilcilerinin “Ermeni soykırımı kararının reddedilmesi için bu kez Türkiye’ye destek olmayacaklarını, ancak aleyhte de çalışmayacaklarını” (15 Mart 2009, Sabah) belirtmeleri de söz konusu tasarının kabul edilme olasılığını yükseltmektedir. T ü m b u n l a r ı n Te m s i l c i l e r Meclisin’de tasarının kabul edilmesinin ve aynı zamanda ama Obama’nın 24 Nisan’da soykırım tanımını kullanmamasının birbirini dıştaladığı anlamına gelmiyor. Obama Türk devletine oynarken, Temsilciler Meclisi de Ermeni seçmenlere oynamaya ağırlık verebilir. Ayrıca 24 Nisan öncesinde söz konusu tasarının gündeme alınıp kararlaştırılması da zorunlu değildir. Gelişmelerin hangi yönde olacağını, nelerin yaşanacağını göreceğiz. Her sene “24 Nisan sendromu”ndan kurtulmanın aslında bir tek yolu vardır: Tarihi gerçekleri olduğu gibi kabul etmek! Ermenilere yönelik soykırım yapıldığı gerçeği kabul edildiğinde, her sene 24 Nisan’da ABD Başkanı’nın ağzı “kıble” olmaktan da çıkar, kullanacağı soykırım tanımı da kimseyi korkutmaz, tersine tarihi bir gerçeğin hatırlatılması olarak kabul edilip günümüzde katliamlara, soykırımlara karşı olmanın bir aracı olarak kullanılabilir. 94. yılında soykırımı bir kez daha lanetliyor, özellikle de Ermeni halkıyla halkların kardeşliğini sağlamanın yolunun aynı zamanda soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun kabulü ve diaspora Ermenilerinin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme ve ayrı devlet kurma hakkının kayıtsız koşulsuz savunulmasından geçtiğini de bir kez daha vurguluyoruz. 27 Mart 2009 √


halkların kardeşliği için

“Kürt sorunu” çözülüyor mu?

N

isan ayı içinde Erbil ’de düzenlenecek olan Kürt Konferansı üzerine tartışmalar giderek yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Hillary Clinton’un Türkiye ziyareti ertesinde yaptığı “Kürt sorununda güzel şeyler olacak” açıklaması, “Kürt sorunu”nda önemli gelişmelerin olacağı yorumlarının yapılmasına yol açtı. Burjuva medyada yayınlanan bir bizi yorumda Gül’ün bu sözleri ABD ile Türkiye arasında, Güney Kürdistan yönetimi ile Türkiye ilişkileri konusunda ve PKK’nin silahsızlandırılması konusunda belli bir ilke anlaşmasına varıldığının işareti olarak yorumlandı. ABD, Türkiye, Güney Kürdistan Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak’ın, PKK’nın silahsızlandırılması için bir plan üzerinde anlaştıkları, Erbil’de düzenlenecek Kürt Konferansı’nın bu planı uygulamaya koymada önemli bir rol oynayacağı vb. yorumları yapıldı, yapılıyor. PK K yönetici lerinden Duran Kalkan, Cemil Bayık yaptıkları açıklamalarda, “Düzenleyicisi olmadıkları Kürt Konferansı’nı tanımayacaklarını” açıkladılar. Öcalan İmralı’dan yaptığı açıklamada, Kürt Konferansı’nı önemsediğini vb. açıkladı. Yapılan yorumlara göre bu konferansta “PKK’nın silah bırakması” kararı çıkacak ve Türkiye’nin eli de güçlenmiş olacak. Yani devlet, “Bakın PKK, hala silah bırakmadı biz kendimizi savunma hakkına sahibiz” diyerek baskı, imha ve inkar politikasına uluslararası alanda daha fazla meşruluk kazandırmış olacak. Basına yansıyan bu gelişmeler hakkında görüşü sorulan Genelkurmay sözcüsü; “terörle mücadelenin yöntemleri bellidir” diyerek, bu konuda bir değişikliğin olmayacağı mesajını verdi. Başbakan Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu da hemen hemen aynı sözcükleri tekrarladı. Dışişleri Bakanı Babacan; “Davet edilmeleri durumunda bunu ayrıca değerlendireceklerini” açıkladı. Bi l i nd iğ i g ibi PK K 1999’ d a Abdullah Öcalan’ın bir komplo sonucu yakalanıp Türk devletine teslim edilmesinden bir süre sonra, bizzat Öcalan’ın çağrısı üzerine, ateşkes ilan etmiş ve silahlı güçlerinin önemli bir bölümünü Güney Kürdistan’a çekmişti. Devlet isteseydi, daha o dönemde bugün istenilen sürecin bir silahsızlanmaya varması mümkündü. Hatta PKK daha öncesinde, 1993’den itibaren dönem dönem ilan ettiği tek yanlı ateşkesler ile adım atmış, atılan adımların taktik bir anlayış olmadığı, stratejik olarak böyle düşündüklerini bizzat A. Öcalan’ın ağzından ilan etmişti.

Devlet, Kürt sorununda inkar ve imha politikasından vazgeçmeyeceğini, “tek bir terörist kalmayana kadar savaş” politikasını sürdüreceğini yetkili ağızlardan açıkladı ve öyle de davrandı. Bugün gelinen yerde, inkar ve imha politikalarının pratikte Kürtlerin kararlı mücadelesi sonucu iflas etmesi üzerine, bir anda Kürtlerin varlığını keşfediverdiler. Böyle bir konferansla, PKK’nın etkisizleştirilmesi ya da uzlaşmaya “razı edilmesi”nin, böylesi bir durum ve plana yardımcı olacağı öngörülüyor. A. Gül’ün “Kürt sorununda iyi şeyler

fiye edilecektir. Yani bu konseptte, Kürdistan Özerk Bölgesi ve Talabani ile Barzani'nin resmi olarak tanınmasının karşılığı, on binlerce gerilla ve onurlu Kürdün kellesi vardır. Bunun dışında başka bir anlam ifade etmeyen bu konseptin, Kürt kanı ile yoğrulmak istendiği kesindir. 'Kürdistan Konferansı' ise, Kürt kanı ile yoğrulmak istenilen bu konsepte meşruluk kazandırmaktan başka bir şey değildir. Konferans, tasfiyenin Kürtlerin eliyle gerçekleştirilmesinin adı olacaktır. Sözde, Kürtler bu konferansta bir araya gelecek, ardından 'silahların

Yapılan yorumlara göre bu konferansta “PKK’nın silah bırakması” kararı çıkacak ve Türkiye’nin eli de güçlenmiş olacak. Yani devlet, “Bakın PKK, hala silah bırakmadı biz kendimizi savunma hakkına sahibiz” diyerek baskı, imha ve inkar politikasına uluslararası alanda daha fazla meşruluk kazandırmış olacak. olacak” demesinin nedeni de budur.

Öcalan’a Mandela benzetmesi DTP Newroz kutlamalarında bu konferans ile ilgili tavrını net bir biçimde kamuoyuna açıkladı. DTP Eş Başkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna meydanlarda, “Kürt sorununda bir muhatap aranıyorsa bu Öcalan ve PKK’dir” diyerek sorunun muhatabının Öcalan olduğunu, Kürt sorununda PKK’siz, Öcalan’sız çözüm olamayacağını bir kez daha deklere ettiler. Newroz alanlarında yapılan konuşmalarda Emine Ayna; “Kürt özgürlük hareketi, bu sorunun çözümü için 30 yıldır mücadele ediyor. Ve bir 30 yıl daha sürdürecek güce sahip. Bu sorunun çözümü dünyadaki diğer örnekleri gibi muhataplarıyla çözülebilir. Nasıl Güney Afrika’da Mandela’ya terörist deniliyordu, ardından cezaevinde çıkıp bir barış adamı olduysa, bu ülkede de bu halkın sorunun çözümü için mücadele eden önderleri var.” (Günlük, 23 Mart 2009) diyerek açıktan “muhatabın Öcalan” olduğunu söyleyerek konferans hakkında noktayı koydu. Günlük gazetesi köşe yazarı Fuat Kav; “Kürt Konferansı mı Kürt kapanı mı?”başlıklı makalesinde şöyle diyor: “Konseptte 'ne mi var?' Öncelikle Türkiye, Kürdistan Özerk Bölgesi'ni resmen tanıyacak , Barzani ve Talabani'yi muhatap alacak, Güney'e ekonomik yardımda bulunacak, buna karşılık ise Özgürlük Hareketi tas-

zamanı geçmiştir.' Bu nedenle 'PKK silahları bırakmalıdır' diye bir karar alınacak ve eğer PKK bu karara uymazsa, bu kez şiddet devreye konulacaktır. Ali Babacan'ın, 'Eğer PKK silahsızlandırılacaksa konferansı destekleriz, yoksa karşı çıkarız' demesi, tasarlanan konferansın nasıl bir tuzak olduğunu göstermektedir. Aslında 'Kürt Konferansı' bir Kürt kapanıdır. Kürtlere karşı kurulmak istenilen bir tuzaktır.” PKK’de Kürt Konferansı’na davet edildi. PKK’nin Konferansa katılıp katılmayacağını, Konferans sonrası gelişmeleri birlikte göreceğiz. Bu konuda devletin sesi olduğundan şüphe edilmeyen, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök 17 Mart 2009 tarihli köşesinde, süreci anlattıktan sonra şöyle diyor; “Buraya kadar yazdıklarıma bakıp, bu gelişmelere karşı çıktığımı düşünebilirsiniz. Hayır, tam aksine, ben bu süreci, bütün ayrıntılarıyla destekliyorum. O nedenle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, "Kürt meselesinde iyi şeyler olacak" sözlerini de çok ciddiye alıyorum. Türkiye'nin geleceğini düşünen herkes de bu sürece destek vermeli. İster kızalım, ister isyan edelim. Geldiğimiz noktada, PKK, Türkiye'nin Kürt sorununda önemli bir aktördür.” Diyerek esasında devletin içindeki hazırlıkları ve gelinen noktada devletin tavrını aktarıyor. Düne kadar “Karda yürürken kart kurt sesi çıkaranlara Kürt denir” diyen ırkçı, şoven kafalar birden bire Kürtleri keşfediverdiler. Ve devletin başı olan Cumhurbaşkanı

Abdullah Gül’ün, Bağdat’a giderken uçakta gazetecilere “Kürdistan” lafını kullanması, gazetecilerin sorusu üzerine Adalet Bakanı M.Ali Şahin’inin; “Cumhurbaşkanımız devleti temsil ediyor” diyerek bunun bir devlet politikası olduğunu söylemesi, inkar politikasında geri adımların atılacağını gösteriyor. Her ne kadar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Türkiye’ye geri döndüğünde basın toplantısında “Ben Kürdistan demedim” dese de, uçakta bulunan Milliyet yazarı Hasan Cemal dışındaki diğer gazetecilerin bunu doğrulaması, A.Gül’ün seçim arifesi ve tepkiler nedeniyle böyle bir açıklama yaptığı yönündedir. Burjuva medyanın bir kesimi PKK’yi tasfiye etmeye başladı bile! PKK’nin silahsızlandırılması için önem affedilen Konferans yapılmadan, yapılan yorumlarda silahsızlandırma planının yürürlüğe konulduğu, PKK’nin silah bırakacağı, af ilan edileceği, “Kürt sorunu”nun artık nihai olarak çözüleceği vb. yorumları yapılıyor. Yapılan yorumlar perde arkasında yapılan pazarlıkları işaret etse de, henüz ortada somut olarak elle tutulur bir şey yok! Egemenler, burjuvazi PKK’yi dıştalayarak istenilen şekilde sorunu çözemezler. PKK’de bunu bildiği için yapılan açıklamalar kendisinin muhatap alınması gerektiği yönündedir. Bugün Kürt coğrafyasında işlenen cinayetleri Ergenekon terör örgütünün işlediği yönlü açıklamalar yapılıyor. Ölüm kuyularında kazılar yapılıyor. Devlet, ölüm kuyularından çıkan insan kemikleri sonucu, bazı timleri gözden çıkarıp tutuklayarak kendini temize çıkartıyor. Sanki o dönem işlenen bu cinayetlerden haberi yokmuş gibi davranıyor. Bu cinayetlerin işlenmesinde devletin bizzat elinin olduğu, varlığı inkar edilen JİTEM’in Ergenekon iddianamesine girmesi ile kanıtlanmıştır. Devletin 90 yıllık inkar ve imha siyasetinde geri adım atması verilen mücadelenin sonucudur. Kürt sorununda emperyalist çözümler bugüne kadar nasıl çözüm olmadıysa bundan sonra da olmayacaktır. İnkardan kabule gelinmesi olumlu olsa da, gerçek anlamda Kürt sorununun çözümü ülkelerimizde yaşayan tüm halklarının ortak mücadelesi, ortak devrimi ile olacaktır. Ulusal baskının son bulması, zoraki birliğe son verilmesi, ayrılma hakkının özgürce kullanılacağı ortamı devrim yaratacaktır. Burjuvazinin iktidarı koşullarında bazı demokratik hakların alınması için, büyük bedellerin ödendiği bu mücadele ile bir kez daha görülmüştür. Mart 2009 √

11


gündem

GKM Dünya Tiyatrolar Günü’nü kutladı

G

12

üney Kültür Merkezi, 29 Mart 2009 günü kendi tiyatro salonunda 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü nedeniyle bir tiyatro şenliği düzenledi. Etkinliğe tiyatro şenliği diyoruz; çünkü etkinliğe dört tiyatro grubunun güncel konuları işleyen birer kısa oyunuyla katılmış olması söyleşi ve konuşmaların tümünün tiyatro ile ilgili olması bu isimlendirmeyi daha doğru kılıyor. Şenliğe katılan tiyatro grupları; Tiyatro Güney, Tiyatro Veto, Ortadirek Tiyatrosu ve Esenyurt Belediyesi tiyatrosundan bir grup tiyatrocuydu. Oyunların gösterimine başlama-

duruldu. Zorlukları alt etmenin ve engelleri aşmanın tüm tiyatro emekçilerinin tiyatro gruplarının semtten başlayarak birlik olması, oradan il çapında, daha sonra bölge ve en son ülkelerimiz çapında güçlü bir birlik oluşturmaktan geçtiği özellikle vurgulandı. Etkinlik kısa bir müzik dinletisinden sonra sona erdi Söyleşide bir kaç tiyatro grubu sözcüsünün tiyatronun sınıf mücadelesinde bir araç olduğunu, bir amaç olamayacağını belirtmesi üzerine bir seyirciden ve GKM sanat yönetmeninden bir itiraz geldi. Her ikisi böyle bir düşüncenin sanatçıyı ve sanatı küçümsediğini, bir çok çevrede bu

dan önce tiyatro ile ilgili Dünya Tiyatroları Günü bildirgesi, bir bildiri ve Tiyatro Güney’in eğitmeninin yazdığı bir açıklama okundu. Okunan her üç yazıda da tiyaronun ne olduğu, toplumun eğitiminde ve iyiye güzele yönlendirilmesinde oynadığı rol anlatıldı. Daha sonra her dört tiyatro grubunun eğiticileriyle Güney Kültür Merkezi Sanat Yönetmeni Osman Genç’in yönetiminde seyircilerin de aktif olarak katıldığı bir söyleşi yapıldı. Bu söyleşide genelde sanat ve sanatçının, özelde de tiyatro ve tiyatrocuların bugün içinde bulunduğu kötü koşullar ve buna karşı mücadele yöntemleri, araçları tartışıldı. Gerek semtimizde gerekse ülkelerimiz çapında işçi – tiyatroculardan oluşan amatör tiyatro gruplarının içinde bulunduğu maddi ve manevi zorluklar ve engellerin ne olduğu üzerine

düşünceyle sanatçıya doğru yaklaşılmadığını sanatsal faaliyeti sadece anda siyasi gruba adam kazanmanın bir aracı olarak gördüğünü belirttiler. Zaman darlığı nedeniyle bunun üzerine fazla tartışma yürütülemedi. Belki bu arkadaşlar bu güne kadar bu konuda yaşadıkları ve gözlemledikleri yanlış hareketlerden hareketle söylediklerinde haklı olabilirler. Fakat burada sanatçının özgürlüğü adına sınıf mücadelesine eseriyle katılmayı reddeden bir tavrı da farkında olmadan savunma durumuna düşmüş oluyorlar. Toplumun ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen şeklinde sınıflara bölündüğünden bu yana, çıkarları birbirine zıt sınıf ve tabakaların birbiriyle kavgası başladığından bu yana hiçbir sanatçı ve sanat ürünü tarafsız olamadı. Sanatı araç olarak değil amaç haline getirmek istiyenler “sanat sanat içindir” deyip egemen

sınıflara hizmet ettiler. Ve onlar tarafından göklere çıkarıldılar. Oysa tersini yapanlar halkın sanatçısı oldular ve onların gönlünde sonsuza dek yok olmayacak büyük bir taht kurdular. Bütün insanlık tarihi boyunca tüm devrimci sanatçı yazar, çizer kendi eserinde, sömürülen ve aç bırakılanları sadece güldürmek için değil güldürürken o kötü durumdan nasıl kurtulunacağı üzerine de düşünmesini sağlamışlardır. Bu nedenle döneminin devrimci sanatçıları adlarına layık olmuşlardır. Gerçek bir

devrimci kişi ya da kurum hiçbir zaman sanatçıya kısa günün karı dar anlayışıyla faydacı bir şekilde yaklaşmaz. Sanatçının toplumu yeni bir dünya yaratmaya yönlendirmesi, onu aydınlatması, sanatıyla tüm toplumu kurtaracak işçi sınıfının öncü rolünü yerine getirmesi için gerekli aydınlatma çalışmasına katılması ile ancak yaratıcılığı artar. Diğer türlüsü anda en iyi sanatçı da olsa kısa bir gelecekte tükenmesi ve yok olması kaçınılmazdır. Mart 2009 √

Devletin; “işkenceye sıfır tolerans” aldatmacasına bir yenisi daha eklendi!

B

ursa’da bir polisi vurduğu iddiası ile göz altına alınan Ender Bulhaz Aktürk adlı devrimcinin çok yoğun işkenceye maruz kaldığı, İnsan Hakları Derneği Bursa, ÇDH Bursa şube başkanı ve Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonunun ortak açıklamasıyla kamuoyuna duyuruldu. Basın açıklamasını okuyan Av. Zeliha Kabataş şunları söyledi: “Ender Bulhaz Aktürk 18.03.09, 19.03.09, 20.03.09 tarihlerinde gözaltında bulunduğu Bursa terörle mücadele şube müdürlüğünde işkence gördüğünü avukatlarına ve kendisi ile Bursa H Tipi Cezaevinde gör üşme yapa n ÇDH Bu rsa Şubesi Başkanı Avukat Aslı Evke ve Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Gül Emek’e aktarmıştır. Ayrıca uğradığı işkence sonucu kaburgasının kırıldığı,vücudunun çeşitli yerlerinde ekimozların oluştuğu,cinsel organında işkence sonucu oluşan izlerin bulunduğu Adli Tıp raporlarıyla tespit edilmiştir. Eder Bulhaz Aktürk’ün anlatımlarına göre çırılçıplak soyulmuş, sözle tacize, aşağılama ve tehdide maruz kalmış vücuduna su dökülerek vantilatör karşısına oturturulmuş, kuruyan vücudu ıslak bezle ıslatılarak aynı işleme uzun bir süre devam edilmiş, çırılçıplak zemine yatırılarak üzerine su tutulmuş ıslak battaniyenin üzerine yatırılarak böbreklerine, ciğerlerine ve cinsel organına buz konulmuş ve bu şekilde uzun bir süre bekletilmiştir. İşkence mağduru Aktürk “bu işlemin üç büyük torba buz eriyinceye kadar devam ettiğini” anlatmaktadır. Normal oturma şekillerine aykırı bir şekilde bacakları çapraz açtırıp yerde oturtarak (ayakları leğen kemiğine değecek şekilde) sırtına yüklendiklerini,

bunun bir süre devam ettiğini daha sonra kollarının arkadan Filistin askısına benzer şekilde bağlandığını ve yukarıya doğru çekildiğini, göğüs uçlarına ve cinsel organına acıtacak şekilde temas edilerek uyanık tutulduğunu aktarmaktadır. Guantanamo işkencehanesinde yapılan uygulamaların kendisine de uygulandığını, yüzünü bezle kapatıp doğrudan su dökmeye başladıklarını, bu sırada nefes almanın imkansız hale geldiğini ve boğulacak gibi olduğunu, ağzını naylon torbayla kapatarak nefes almasının engellendiğini anlatmaktadır. Açıklamanın devamında yapılan bu işkencelerin Adliyeye çıkarıncaya kadar devam ettiği söylendi. Sorgu sırasında polislerin işkence yaparken sık sık “ böbreklerini ciğerlerini bitirelim dedikleri belirtildi. Basın açıklamasında Aktürk çok ağır darp aldığı, kaburgaları ve yürüyemez durumda olduğu için katılamadı. Terörle mücadele şubesinin linç girişimine seyirci kaldıklarını, saatlerce şubede beklediklerini daha sonra çevik polisin gelmesiyle Aktürk’ün zırhlı araçla getirilerek adliyeye çıkarıldığı söylendi. “İşkenceye sıfır tolerans” palavları bir tarafa bırakılırsa,tüm egemenlerin kendi iktidarlarını sürdürmek için; komünist ve devrimci muhalefeti bastırmak için kullandıkları en önemli silahlardan biridir işkence. Ama egemenlerin bu çabaları boşunadır. Bu aşağılık silahlarıyla başarsalardı kölelik yıkılmazdı! İşkence,Öldürme, kurşuna dizme, asit kuyuları onları yıkılmaktan kurtarmayacaktır.Yeter ki devrimin öznesi olan sınıfı örgütleme becerisini gösterebilelim! 01.04.09 / Bursa √


Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Kriz büyüyor, işçiler ve emekçiler sessizliğini koruyor

FIRTINADAN ÖNCEKİ SESSİZLİK? Kriz ve işsizlik emeğin sömürüsü üzerine kurulu olan kapitalist sistemin yol arkadaşlarıdırlar. İnsanı, milyonlarca insanın sağlığını ve yaşamını değil de azami kar dürtüsünü merkeze koyan kapitalizmde kaçınılmazlardır. Kapitalizmde “kaderdir”. Krizin ve işsizliğin olmadığı bir kapitalist düzen hayaldir.

Türk iye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi ekonomik krizin en önemli göstergelerinden biri, işsizliğin artmasıdır. TÜİK’e göre geçtiğimiz yılın Aralık ayı işsizlik oranı %13,6, uzmanlara göre %20/25. Yani TÜİK’e göre çalışabilen insanların yedide biri, uzmanlara göre ise dörtte biri işsiz. Bunu da biraz gözümüzde canlandırmak istersek şöyle bir resim çıkıyor: TÜİK’in verdiği rakama göre 3 milyon iki yüz binden fazla insan ailesinin geçimini sağlayabilmek için işgücünü satabileceği bir patron bulamıyor! Uzmanların tahminlerine göre gerçek rakamın bunun çok üzerinde olduğu, nerdeyse iki katı olduğu, yani 6 milyon civarında olduğu bilindiğinde ve bu işsizlerin bir de geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu bilindiğinde -böylece işsizlikten etkilenen nüfus hızla 15-20 milyona çıkar!durumun vahameti çıkar ortaya! İşsizlik gerçekten kapitalizmin acımasızlığının, barbarlığının, insanlık dışılığının en bariz göstergelerinden biridir. “İyi zamanlarda” iliğine kadar sömürülen, her türlü haktan yoksun ücretli kölelik koşullarında çalıştırılan milyonlarca insan, “kötü zamanlarda” doğrudan ölüme terk edilmektedir. Peki işçilerin emekçilerin daha “şanslı”, ölüme terk edilmiş olanlara kıyasla daha “imtiyazlı” (işgücünü satabileceği bir patron bulmuş olması anlamında) olan kesimi açısından durum nedir? Kriz dönemlerinde daha “şanslı” olan milyonların durumu da aslında hiç de iç açıcı değil. Her şeyden önce, işsizlik olgusu anda “şanslı” olup da bir “iş sahibi” olanlar için her an kellelerini kesecek Demoklesin kılıcı gibi sallanıp durmaktadır. Bu nedenle bu milyonlarca işçi emekçi, işinden olmamak için patronun dayattığı her türlü koşulu baştan kabul eder, ücretlerine zam yapılmamasına ve her türlü keyfiliğe boyun eğmek zorundadırlar. Neden “zorundadır”,

Milyonlar suskun. Milyonlar hala bu düzenden umudunu yitirmemiş. Milyonlar hala kendi öz kurtuluş davalarına yabancı. Fırtınadan önceki sessizlik mi? çünkü onlar şu düşünceyi benimsemişlerdir: Eğer hakkımı arar, daha fazlasını talep edersem, benim patronun da işleri yokuş aşağı gider, bu durumda da patron işçilerin ücretlerini ödeyemez duruma gelir, dolayısıyla da ya işyerini kapatarak tüm işçileri işten çıkarır ya da en iyi durumda

bazı işçileri işten çıkarır. Dolayısıyla en azından kriz atlatılana kadar sesimi çıkarmayıp bir işim olduğuna şükür etmeliyim. Dolayısıyla çalışan “şanslılar”ın da hiç de dıştan görüldüğü gibi “şanslı” olmadıkları, onların da kriz dönemlerinde en ağır modern kölelik koşul-

larında çalıştıkları anlaşılıyor. Peki bu kriz denen şey “normal bir şey” mi, mutlaka yaşanmak zorunda mı, kader mi? Kriz ve işsizlik emeğin sömürüsü üzerine kurulu olan kapitalist sistemin yol arkadaşlarıdırlar. İnsanı, milyonlarca insanın sağlığını ve yaşamını değil de azami kar dürtüsünü merkeze koyan kapitalizmde kaçınılmazlardır. Kapitalizmde “kaderdir”. Krizin ve işsizliğin olmadığı bir kapitalist düzen hayaldir. Bundan çıkan net gerçek şu ki: Krizi ve işsizliği istemeyen, kapitalizmi reddetmek zorundadır. Krizin ve işsizliğin olmadığı, bu iki kavrama temelden yabancı olan tek toplumsal sistem, merkezine insanın insan tarafından sömürüsünü değil de, insanın insanca yaşamasını koyan sosyalizmdir. Dolayısıyla krizsiz ve güvenli bir yaşamın özlemini duyanlar ve hasretini çekenler, sosyalizm için mücadele etmek zorundadırlar. Maalesef bugün açısından - yerel seçim sonuçları bunu çok açık gösterdi- milyonlarca işçi ve emekçi, sosyalizm davasının çok uzağında duruyor. Kendisini iliğine kadar sömüren ve işine yaramadığında kaldırıp bir kenara atan sisteme umut bağlamaya devam ediyor. Milyonlarca işçinin, emekçinin, ezilenlerin hala kölelik sistemine umut bağlamalarında reformist ve ulusalcı solun payı büyük. Milyonlar suskun. Milyonlar hala bu düzenden umudunu yitirmemiş. Milyonlar hala kendi öz kurtuluş davalarına yabancı. Fırtınadan önceki sessizlik mi? Bunun cevabını öğrenmek için oturup beklemeyelim, fırtına yarın çıkacakmış gibi hazırlanalım, milyonlarla bütünleşelim ve milyonları kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtarmaları gerektiğine ikna edelim. İşçi ler i n ku r t u luşu kend i ellerindedir! 6 Nisan 2009 ✓

EK:1


Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor

E

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

konomik krizin -kapi­t a­ lizmin devrevi aşırı üretim krizinin- en önemli göstergelerinden biri hızla artan işsizliktir. Aşırı üretim sonucu üretilen mallar satılamaz hale gelir, üretim yavaşlar, yer yer durma noktasına gelir. Sanayide kapasite kullanımı hızla düşer. Bir dizi firma if las noktasına gelir. Büyükler kendilerini kurtarmak için yoğun kısa çalışma, işçi çıkarma tedbirlerine başvururlar. İşsizlik büyür. Türkiye’deki işsizlik le ilgili resmi rakamlar, teğet geçeceği söylenen krizin derinleştiğini, giderek daha da derinleşeceğini gösteriyor. Hadi haksızlık etmeyelim: Eğer kastedilen mali kriz, öncelikle banka krizi idi ise, krizin bu yönü Türkiye ekonomisine, diğer birçok ülkeye vurduğundan daha az vurdu. Bir anlamda “teğet” geçti. Bunun nedeni 2001 krizi ertesinde bankacılık sektöründe alınmak zorunda kalınan oldukça radikal tedbirlerdi. IMF’nin dayatmaları sonucu da izlenen “mali disiplin” siyaseti idi. Kastedilenin bu olmadığı, Başbakan’ın aslında bir bütün olarak ekonomik krizi kastettiği, medyaya yansıyan beyanları ile ayan beyan ortada. Sanki devrevi kriz alınacak siyasi önlemlere bağlıymış gibi Başbakan “Seçim ertesinde kriz aşılacak” yollu açıklamalar yapıyor. Her halde başbakan krizi seçim nedeniyle terk edilen mali disipline geri dönme ile ve IMF ile yapılacak anlaşmayla vb. aşacağını sanıyor. Her ne kadar ekonomi bürokratları, en başta da Merkez Bankası Başkanı Durmuş durumun öyle olmadığını biliyor ve açıkça söylüyorsa da, Başbakan palavralara devam ediyor. Belki de ekonomik

Türkiye’deki işsizlikle ilgili resmi rakamlar, teğet geçeceği söylenen krizin derinleştiğini, giderek daha da derinleşeceğini gösteriyor. krizi gerçekten de “evel allah” ve inşallah-maşallah-fesupanallahla aşacağına inanıyordur!!! TÜİK’in işsizlikle ilgili Aralık verilerine göre, işsizlik oranı % 13,6’ya, tarım dışı işsizlik % 19,7’ye, kentlerdeki genç işsizlik % 25,7’ye yükselerek, işsiz sayısı 3,2 milyonu aşmış bulunuyor. TÜİK’in Ocak, Şubat, Mart 2009 verileri açıklandığında, çok daha vahim bir tablonun ortaya çıkacağı kesindir. Burada şuna da dikkat edilmelidir: Bunlar sadece resmi veriler; sigortasız ve kayıt dışı çalıştırılan kesimi kapsamıyor. Daha önce de aktardığımız gibi değişik uzmanlar -örneğin M. Sönmez- TÜİK’in % 13,6 olarak hesapladığı işsizliğin gerçeği yansıtmadığını söylüyor ve gerçek işsizliği % 20/25 bandında gösteriyor. Ki bu tahminler gerçeğe, TÜİK’in hesaplamasından daha yakındır. Şimdi Mart ayındayız. Bu arada köprülerin altından çok su aktı. İşsizler ordusuna her ay 50 binin üzerinde yeni işsiz eklendi ve eklenen sayısı katlanarak artıyor. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun açıklanan toplantı tutanaklarında, tarım dışı işsizliğin 2009’un ilk çeyreğinde daha da artarak, “tarihi değerlere” ulaşacağına dikkat çekiliyor. (Radikal, 4 Mart) Bu arada Türkiye Ziraat Odaları Birliği Başkanı Şemsi Bayraktar uyarıyor: “Bu krizde işsizler tarıma sığınıyor. Tarımın kurta-

İÇİNDEKİLER Kriz büyüyor, işçiler ve emekçiler sessizliğini koruyor. Fırtınadan önceki sessizlik? . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor. . . . . . . . . . . . . EK:2 Zavallı milyarderler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 1 Mayıs'ta Taksim'deyiz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de basın açıklaması yaptı . . EK:4 ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor. . . . . EK:5 Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!. . . . . . . . . . . . . . EK:6 Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında! . . . . . . EK:7 Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor. . . . . . . . EK:8

EK:2

rıcı sektör olabilmesi için, tarım ürünlerinin para etmesi lazım.” Tarım sektörünün istihdamdaki payı 2001’de % 37,6 iken, 2007’de % 26,4’e geriledi. Gelişmiş ülkelerde bu oran % 10’un çok altında; Türkiye’de de gerilemenin sürmesi bekleniyordu. Nitekim 2008’in ilk 6 ayında tarımsal istihdam 1 milyon kişi azaldı. Ancak 2008 Ekim ayında 384 bin kişi, Kasım’da 283 bin kişi arttı. 2008 sonu itibarıyla 1 milyon kişinin yeniden tarıma döndüğüne işaret eden Bayraktar’a göre bu eğilim, 2009’da da artarak sürecek. Bu eğilimin artması fakat işsizliğin eksilmesi anlamına gelmiyor, gelmeyecek. Türkiye ekonomisinin önemli bir ayağı olan ihracat rakamları da ekonomik krizin büyüyen boyutlarını göstermek açısından önemli. TİM Başkanı Mehmet Büyük­ ekşi, Şubat ayı ihracat rakamlarını, Bursa’da düzenlediği basın toplantısıyla açıkladı. Büyükekşi’nin verdiği bilgiye göre, Türkiye’nin Şubat ayındaki ihracatı, geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 35’lik düşüşle 6 milyar 866 milyon dolar oldu. İlk iki aydaki ihracat 13 milyar 908 milyon dolar, Şubat

ayı itibarıyla geriye dönük bir yıllık ihracat ise yüzde 8,01’lik artışla 121 milyar 68 milyon doları geride bıraktı. Kuşkusuz 2008 bütünü için toplam ihracatın geçen yıla göre % 8’lik bir artışla 121 milyar dolarlık bir değere varması, geçmişteki rakamlarla karşılaştırıldığında önemlidir. Türkiye ekonomisinde son yıllardaki büyük gelişmenin işaretidir. Diğer yandan fakat 2009’un ilk çeyreğinde; geçen yılın ilk çeyreğine göre üçte birden fazla düşüş krizin ihracat alanındaki yansımasını göstermesi açısından önemlidir. Bu 2009 yılında Türkiye ekonomisinde hiç de küçümsenmeyecek bir küçülme olacağının, hükümetin % 4’lük büyüme hedefinin boş bir balon olduğunun açık göstergesidir. TÜİK, imalat sanayinde eğilimler Anketi Şubat ayı sonuçlarını göre, Şubat ayında imalat sanayinde kapasite kullanım oranı, devlet sektöründe yüzde 86,2; özel sektörde yüzde 63,6 oldu. 2008 yılının aynı döneminde kapasite kullanım oranları kamuda yüzde 84,1; özel sektörde yüzde 78,7 olarak belirlenmişti. Kriz esas olarak işçileri, emekçileri vuruyor. Oysa bu durum kader değil. Kapitalizmin ürünü olan krizi engellemek, krizsiz bir dünya için, kapitalizmi yıkmak gerek! 15 Mart 2009 ✓

Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı - yakında kitapçılarda -


Zavallı milyarderler!

A

“Zavallı milyarderlerimiz” hemen ağlamaya, devlet tarafından kurtarılma talepleri getirmeye, bunu da iş yerlerinin korunması adına yapmaya başladılar. Milyarderler

Hangi ülke vatandaşı

Anil Ambani Lakshmi Mittal Warren Buffet Carlos Slim Helu Kushal Pal Singh Oleg Deripaska Mukesh Ambani Sheldon Adelson Bill Gates

Hindistan Hindistan ABD Meksika Hindistan Rusya Hindistan ABD ABD

Kayıp miktarı (milyar dolar) - 31,9 -25,7 - 25,0 - 25,0 - 25,0 - 24,5 - 23,5 - 22,6 - 18,0

2009 yılı milyarderler listesinin ilk onu da şöyle: Milyarderler (milyar dolar olarak) 1. Bill Gates 2. Warren Buffet 3. Carlos Slim Helu 4. Larry Ellison 5. Ingwar Kamprad 6. Karl Albrecht 7.Mukesh Ambani 8. Lakshmi Mittal 9. Theo Albrecht 10. Amancio Ortega

Ülkesi ABD ABD Meksika ABD İsveç Almanya Hindistan Hindistan Almanya İspanya

2008 kaybı 40,0 37,0 35,0 22,5 22,0 21,5 19,5 19,3 18,8 18,3

Andaki kişisel serveti 18,0 25,0 25,0 2,5 9,0 5,5 23,5 25,7 4,2 1,9

Türkiye açısından ise dolar milyarderliği konusunda durum şöyle: Listedeki sıra

İsim

221. 224. 450. 451. 559. 647. 647. 647. 647. 701. 701. 701. 701.

Hüsnü Özyeğin Mehmet Emin Karamehmet Şarık Tara Ali İbrahim Ağaoğlu Ahmet Nazif Zorlu Mübariz Gurbanoğlu Ferit Şahenk Murat Ülker Murat Vargı Ahmet Çalık Tuncay Özilhan Filiz Şahenk Kamil Yazıcı

sinde Türkiye’den toplam 35 kişi yer alıyordu. 2009 listesinde bu sayı 13’e düştü. Yani bir yıl içinde

Kişisel serveti (milyar dolar) 2,9 2,8 1,6 1,5 1,3 1,1 1,1 1.1 1,1 1.0 1,0 1.0 1.0

Türkiyeli 22 kişi dolar milyarderi, dolar milyarderi olmaktan çıktı, kişisel servetleri 1 milyar doların

altına düştü. Bunda kurdaki dolar lehine değişikliklerin oynadığı rol büyük. Fakat bunun yanında bu yüksek kayıpların bir başka nedeni daha var: Türkiye’nin dolar milyarderleri yüksek kazançlı ve fakat yüksek rizikolu işler yapıyor. Türkçesi zenginliklerine kısa sürede spekülasyon yoluyla aşırı zenginlik eklemeye çalışıyor. Bu hesap borsalarda balonların patlamaya başladığı 2008’de tutmadı. Türkiye’nin kişisel servet bazında en zenginlerinin 2008 yılındaki toplam kaybı 41,5 milyar dolar! Asgari ücretin 300 dolar civarında oynadığı bir ülkeden söz ediyoruz!!! Bu ülkede en zengin spekülatörlerin bir yıldaki kaybı 41,5 milyar dolar!!! Sistem bu! Sonra da haktan, adaletten vs. söz ediyorlar hiç utanmadan! Ağlayıp zırlayıp kayıplarının devlet tarafından karşılanması için yardım talep ediyorlar, IMF ile anlaşmanın bir an önce imzalanmasını, yoksa kötü olacağını vb. söylüyorlar. Dertleri kardan zararlarının karşılanmasıdır! Başka hiç bir şey değil. Türkiye’den en zenginler listesinde yer alanlar, sıraları ve servet değerleri şöyle: Türkiye’nin bu aktüel en zenginler listesinde en dikkat çekici olan şey yerleşik İstanbul burjuvazisinin en zenginlik bağlamında giderek yerini yeni yetmelere -ki bunlar çoğunlukla Anadolu kökenli ve İslamla araları daha barışık olan kesim- bırakıyor olması. Andaki iktidar mücadelesi açısından bu listenin bir ilginçliği de Doğan Holding’in durumu. Geçen yılki listede birçok iştirakiyle listede yer alan grup bu yıl listeden önemli ölçüde dışlanmış durumda. Doğan Medya’nın bundan hükümeti sorumlu tutarak, onu geriletmek mümkünse devirmek için bastırmasının, Erdoğan’ın ise Doğan Medya’yla açıktan kavgasının geri planında çıplak maddi çıkarlar var.

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

BD ekonomi dergisi Forbes her yıl “dünyanın en zengin insanları” listesini yayınlar. Bu listede 1 milyar ve üzeri kişisel servete sahip olanlar yer alır. 2008 yılı bilindiği gibi son on yılların en büyük mali krizinin yaşandığı, devrevi ekonomik krizin de derinleştiği bir yıl oldu. Bunun “en zenginler listesi” açısından getirdiği birçok milyarderin milyarderlik ünvanını yitirmesi, hala listede yer alanların da kişisel zenginliklerinin büyük kayıplar sonucu gerilemesi oldu. “Zavallı milyarderlerimiz” hemen ağlamaya, devlet tarafından kurtarılma talepleri getirmeye, bunu da iş yerlerinin korunması adına yapmaya başladılar. Geçmiş yıllarda öncelikle spekülasyonlarla akıl almaz boyutlarda karlar eden ve milyarlarına milyarlar katanların 2008’deki kayıpları onların sonu filan değil sadece kardan zarar! Spekülasyon karlarında belirli bir gerileme. Spekülasyon karlarının boyutları akıl almazdı, tabii bu kaynakların geçici kuruması ile gerilemenin boyutları da akıl almaz. Forbes 2009 listesinde verilen bilgiler şöyle: 2008 yılında dünyada 1.125 dolar milyarderi vardı. 2009 yılında bu sayı 793’e düştü. Bir yıl içinde 332 dolar milyarderinin servetindeki erime onların servetinin 1 milyar doların altına inmesini beraberinde getirdi. 12 ay içinde 2008 milyarderlerinin servet kaybı toplam 2 trilyon (2.000 milyar) doları aştı. 2009 y ılında dolar milyarderlerinin yaşadığı ülkeler baz alındığında, yalnızca üç ülkede (Nijerya (+0,4 milyar), Birleşik Arap Emirlikleri (+1,2 milyar) ve Filipinler’de (+1,2 milyar)) dolar milyarderlerinin kişisel servetlerinde bir büyüme yaşandı. Bütün diğer ülkelerde dolar milyarderlerinin kişisel servetleri azaldı. En fazla dolar milyarderinin yaşadığı ABD’de milyarder sayısı 2008’deki 469’dan, 2009’da 359’a düştü. ABD’de 12 ayda milyarderlerin buharlaşan kişisel servet toplamı - 549,2 milyar dolar!!! Rusya’da 2008’in toplam 87 milyarderinden 2009’da geriye kalan 32 milyarder! Rusya’daki milyarderlerin buharlaşan toplam servet miktarı - 369.3 milyar dolar! Hindistan’da milyarder sayısı 53’ten 24’e düşmüş. Milyarderlerin toplam servet kaybı bu ülkede -227,8 milyar dolar. Kişi olarak en fazla servet kaybına uğrayan milyarderler ve kayıpları şöyle: 2008 yılında milyarderler liste-

18 Mart 2009 ✓ EK:3


Emperyalist saldırganlığa, işsizliğe, açlığa, yoksulluğa, baskılara karşı

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

K

EK:4

1 Mayıs'ta Taksim'deyiz!

apitalist-emperyalist sistemin krize girdiği ve krizin yükünü işçi-emekçilere, halklara yıkmak için önlem üstüne önlem aldığı, kitlesel işten atmaların yaşandığı, yaratılan işsizlik korkusu ile, kölece çalışma koşulları ve ücretlerin dayatıldığı, tüm bu saldırılara karşı ise, öfkenin biriktiği, işyerlerinde direnişlerin, grevlerin yavaş yavaş geliştiği bir dönemde 2009 1 Mayıs'ını karşılıyoruz. Eğitim ve sağlıktan sonra suyun da piyasalaştırılmasının adımları atılarak yağma ve talana devam ediliyor. Keyfi arama ve gözaltıların sıradanlaştırılıp, gözaltında ve hapishanelerde, sokaklarda işkencelerle ölümlerin yaşandığı baskı ortamı olağanlaştırılıyor. Keyfi kimlik kontrolleri ve aramalarla halk potansiyel suçlu olarak görülüyor. 15 Mart günü Nurtepe mahallesinde yaşanan polis destekli faşist saldırı ise devletin emekçi halka ve emekçi mahallelere nasıl baktığının bir aynasıdır. Halkın her kesimine karşı dizginsiz bir saldırı dalgasının sürdüğü bugünlerde ortak mücadelenin örgütlenmesi can alıcı bir noktada durmaktadır. 2007 ve 2008 1 Mayıs'larının bize gösterdiği ise birleştiğimizde, kararlarımızın içini doldurup, arkasında durduğumuzda başarabildiğimizdir. Son iki yıldır, birleşik mücadeleyi başardığımız her yerde, önemli kazanımlar elde ettiğimizdir. 1 Mayıs 2008'de, devlet terör estirmesine rağmen, Taksim'e çıkma iradesini kıramamış, binlerce işçi-emekçi, devrimci, her sokaktan Taksim meydanına çıkmak için saatlerce direniş göstermişti. 2007 1 Mayıs'ından sonra, 2008'de tekrarlanan bu kararlılık, 2009 1 Mayıs'ının yerini netleştirmiştir. Bizler son iki yıl atılan güçlü adımların daha da büyütülmesi gerektiğine inanıyoruz. Sorun 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanıp kutlanmama sorunu değildir artık. Yer tartışması yoktur. Sorun, emekten ve halktan yana tüm devrimci, ilerici güçlerin bir araya gelip Taksim 2009 1 Mayıs'ını birlikte örgütlemesi sorunudur. Bu sorumluluk hepimizindir. Sendikalar, meslek odaları, DKÖ'ler, siyasi partiler, devrimci güçler kısacası tüm emek güçleri bu sorumluluğun altına girip 2009 Taksim 1 Mayıs'ını bir an önce örgütleme çabasına başlamalıdır. Hiç kimse Taksim ısrarından vazgeçmemeli, ısrarında "pazarlık payı" bırakmamalıdır. Geçen yıl

yaşanan süreçten gerekli sonuçlar çıkarılmalı, eksiklikler ve hataların üzerine kararlılıkla gidilme gücü gösterilmelidir. Biliyoruz ki; bu ülkede hiçbir hak mücadele edilmeden kazanılamaz. Ve biliyoruz ki; haklar, bedeller göze alınmadan elde edilemez. Bizler birleşirsek büyük bir güç oluruz ve önümüze ne tür engeller çıkarırlarsa çıkarsınlar hepsini birer birer aşarız. Bu anlamıyla son iki 1 Mayıs, olumlu ve olumsuz yanları ile paha biçilmez derslerle doludur. Bu ülkenin en büyük şehrini açık bir hapishaneye çevirdiler. Karadan, denizden, havadan koca bir şehri kuşattılar. Yolları kestiler, 1 Mayıs sabahı önlerine kim geldiyse saldırdılar, gözaltına aldılar. Sıkıyönetim uygulansa herhalde bundan daha fazla önlem alınamazdı. Peki, ne yaptılar? Hiçbir şey. Başaramadılar, işçi-emekçilerin, devrimcilerin Taksim'e çıkma iradesini engelleyemediler, kıramadılar. Bu yıl da engelleyemeyecekler. Başta DİSK ve KESK olmak üzere ilerici, devrimci güçler fazla zaman geçirmeden bir araya gelmeli 2009 1 Mayıs'ını Taksim'de örgütlemek için ortak bir mücadele komitesi oluşturulmalıdır. Krizin tüm yakıcılığı ile hissedildiği bir dönemde, emperyalistlerin, işbirlikçileri ve uşaklarının halka dönük saldırılarına güçlü bir cevap vermek istiyorsak birlikte hareket etmeli, buna uygun bir yaklaşım sergilemeliyiz. Kürt halkına yönelik saldırılara sessiz kalmamalıyız. Bu ülkede on yıllardır sürdürülen imha, inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı bir duvar örmeliyiz. Bu duvar halkların kardeşliğini savunarak, Kürt halkına yönelik saldırıların karşısında durarak örülür ancak. Bizler beş yıldır, Devrimci 1 Mayıs Platformu olarak üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirdiğimize inanıyoruz. Bu yıl da birleşik, kitlesel ve devrimci bir 1

Mayıs'ı örgütlemek için her türlü çabayı sarfedeceğimizi deklare ediyoruz. Bu düşüncelerle; - Taksim'de 1 Mayıs yasağına son verilmesi, - 1 Mayıs'ın resmi tatil ilan edilmesi, - '77 katliamcılarının yargılanması ve - Krizin bedelini ödememek için, 1 Mayıs 2009 günü Taksim'de olacağız. Tüm emek örgütlerini, DKÖ'leri, partileri, devrimci güçleri ve emekçi halkımızı bu hedefler doğrultusunda 1 Mayıs'ı birlikte örgütlemeye davet ediyor, sendikaların 1 Mayıs günü iş bırakma çağrısında bulunmasını istiyoruz. Devrimci 1 Mayıs Platformu 1 Nisan 2009

Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de basın açıklaması yaptı

B

irleşik Metal-İş Sendikasına bağlı işçilerin fabrikalarının önünde yaptıkları grevi 87 gündür kar, yağmur, soğuk demeden devam etmektedir. Bundan 87 gün önce her iki fabrikanın (Sinter ve Gürsaş) işçileri anayasal hakları olan sendika hakkını kullanmak isteyince patronları tarafından işten atıldılar. İşçilerin hukuk dışı uygulamalarla işyerlerinden atılmalarına ve bu durum resmi raporlarla da sabitlenmesine rağmen hükümet bu haksızlığa sessiz kalmış, kimin hükümeti olduğunu açıkça göstermiştir. İşten atılan 380 işçinin 87 gündür ödenmesi gereken ihbar ve kıdem tazminatları ödenmeyip, ücret alacaklarının da çok az bir kısmı ödenmiştir. Bu davranışla işçiler dize getirilmek istenmektedir. Kışın ortasında soğuğa mahkum edilip, ailelerinin aç yatıp aç kalkması sağlanmıştır. Dört yüz işçinin aileleriyle bir bütün olup, onurlu direnişlerini sürdürmeleri patronları iyice çileden çıkarmaktadır. Ekonomik krizin gittikçe ağırlaştığı, işçi atılmalarının çığ gibi büyüdüğü bir dönemde Sinter ve Gürsaş işçilerinin çaresizliğe tes-

lim olmayarak verdikleri onurlu mücadele her yerde bir çığlık gibi yankılanmakta, küçük çapta da olsa direnişin simgesi haline gelmektedir. 19.03.2009 tarihinde direnişlerini Ümraniye emekçilerine ve halkına duyurmak için saat 13:00’de Netaş fabrikası önünden yürüyüşe geçen 600 emekçi şehir merkezine doğru yürüdü. Kar altında büyük bir coşkuyla attıkları sloganlara ve yaptıkları anonslarla Ümraniye halkından destek istediler. Ümraniye halkı bu çağrıya işçileri destekleyerek cevap verdi. Şehir meydanında yürüyüşlerini tamamlayan işçiler, yaptıkları basın açıklamasıyla eylemlerine son verdiler. YDİ Çağrı okurları olarak Sinter ve Gürsaş işçilerinin haklı mücadelelerinin hep yanında olduk, sonuna kadar da yanlarında olacağız. Tüm okurlarımıza da çağrımız şudur: Sinter ve Gürsaş işçilerine manevi ve maddi destek verelim! Herşeyi üreten işçiler bir gün gelecek yöneten de olacaklar! 20 Mart 2009 ✓


ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor

H

temel nedenlerinden birisi de bu imkana kavuşmak içindir. YDİ ÇAĞRI: Ne zamandan beri sendikalaşma mücadelesi yürütüyorsunuz? Bu süre içinde ne gibi baskılar ve engellerle karşılaştınız?

sit gerekçelerle işçileri sendikadan istifa ettirebiliyor. Örneğin gazeteci olarak çalışanı gazeteci kadrosuna alacağım deyip 60 kişiyi bir defada kandırıp sendikadan uzak tutmayı başarabiliyor. YDİ ÇAĞRI: ATV-Sabah’ta toplam kaç kişi çalışıyorsunuz? İlk başlarda toplam kaç kişi sendikaya üye olmuştu, şu an üye olarak kaç kişi kaldı? Selim Suner: ATV-Sabah’ın Türk iye çapında İstanbul ve Ankara olmak üzere iki işyeri var. Buralarda çalışan sayısını toplam 800-900 kişi olarak biliyorum. İlk yetki başvurusunda bulunduğumuzda 500’ün üzerinde çalışan sendikaya üye olmuştuk. Fakat arkadaşların bilinçsizliğinden ve işsiz kalma korkusundan, önemli bir bölümü patronun rüşvetlerine kandı. Bir bölümü de tehdit baskı ve saldırılarda korktu, yıldı ve sendikadan istifa etti. Bizleri sendikadan vazgeçirmek için yaptıkları saldırıların ne denli sinsi amansız ve zalimce olduğunu anlayabilmeniz için bir tek şey belirteyim: Yetki başvurusunda bulunduğumuz günlerde neredeyse çalışanların üçte ikisi sendika üyesi iken bu sayı grev arifesinde 40’lara düştü. Şu an 50’nin üzerinde ve -hala patronun zorla istifa ettirilme saldırıları sürmesine rağmen- üye sayısı her geçen gün artıyor. YDİ ÇAĞRI: Daha önce burası kimindi, şu an resmen patronunuz kim, yani burası hangi holding medyasının elinde? Selim Suner: İlk başlarda patronumuz Turgay Ciner’di. 2007 Nisan ayında buraya TMSF el koydu ve devlet yönetimine geçti bir süre. Ondan sonra Turkuvaz aldı. Yani Çalık grubuna geçti. Şu an patronumuz Ahmet Çalık’tır. YDİ ÇAĞRI: Çalışma koşullarınız nasıl, ne kadar ücret alıyorsu-

nuz? Ücret farkları ne düzeyde? Selim Suner: Çoğu arkadaş uzun ve yorucu bir şekilde çalıştığı halde çok düşük asgari ücret dolayında para alıyor. Normal çalışma süresi 10 saat. O süreden sonra zorunlu mesai yaptırılıyor. Bu da daha önce imzalattıkları bir sözleşmeye göre aylık mesai ücreti 400 YTL’den fazla olamıyor. Yani ne kadar mesai yaparsan yap 400 YTL’den bir kuruş fazla alamazsın. Çoğu yılda en az 270 saat ücretsiz çalışıyor. Çok az bir bölüm dışında diğer arkadaşların çoğu çok düşük ücretlerle çalıştığı için ücretler arasında korkunç bir fark var. Örneğin Sabah gazetesinin yıllarca spor sayfalarının editörlüğünü yapan bir çalışanın ücreti -ki bunların sayısı oldukça azdıryeni o işe başlayanınki ile karşılaştırırsak, yeni işe girenin ücreti eskisinin ücretinin yüzde 20’sini geçmiyor. Hala birçok arkadaşımız gazeteci olduğu halde 212. madde kapsamında değiller. Bu gazeteci arkadaşları sendikadan istifa ettirmek için grev arifesinde “gazeteci kadrosuna alma” sözü vermişlerdi ve sendikadan istifa ettirmişlerdi. Uzun zaman geçmesine rağmen durumlarında bir değişiklik olmamış. Onu n d ışı nda ça lışa n la rı n önemli bir bölümü gazeteci olarak çalışıyor. Fakat gazeteciliğin gerçekten sorumluluğunu yerine getirecek, gazetecinin özgür bağımsız çalışacağı bir ortam yoktu. Esas sıkıntımız ücretlerden çok gazeteci olarak çalışma ortamının olmaması idi. Sendikasız çalışılan tüm medyada gazetecilerin işgüvenliği olmadığı için özgür ve rahat çalışma, halkın doğru ve objektif haber alma hakkını sağlamanın temel şartı olan gazetecinin özgür ve bağımsız bir şekilde çalışma imkanı da yoktur ve olamaz. Biz gazeteciler açısından sendikalaşmanın

Selim Suner: 2007 Nisan’ında TGS İsta nbu l şubesinde örgütlenmeye başladık. 2008’in Haziran’ında da yetk i a ldık. Sendikalaşma sürecimiz 2 yıldır sürüyor. Bu süre içinde bir dizi saldırıya maruz kaldık. Tehdit, şantaj, rüşvetle satın alma vb. saldırı ve engelle karşılaştık. Üç arkadaşımız işten atıldı. Bu saldırılar hala sürüyor, bizim de bu saldırılara karşı mücadelemiz devam ediyor. YDİ ÇAĞRI: Talepleriniz nedir? Selim Suner: Sendikamızın geçtiğimiz yıl Anadolu Ajansı ile imzaladığı TİS’deki hakları istiyoruz. YDİ ÇAĞRI: Bu TİS’deki hakları kısaca özetleyebilir misiniz? Selim Suner: Onu tam olarak hatırlayamadığım için şube başkanımıza soralım. (Biz de sorumuzu orada bulunan ve bizimle tanıştırılan TGS’nin İstanbul Şubesi Başkanı Rüya Özkalkan’a sorduk.) Rüya Özkalkan: TİS’le istediğimiz, ağırlıklı olarak iş güvencesi, sosyal koşulların iyileştirilmesi ve iş koşullarının düzeltilmesidir. Ücretlere zam anlamında çok boyutlu bir talebimiz olmadı aslında. Net bir ücret zammı oranı daha henüz konuşamadık. Çünkü yaptığımız 5 oturumdan sonra sıra iş güvenliği ve ücret zamlarına gelmişti ki patronlar TİS masasından kalktılar. YDİ ÇAĞRI: Genelde çalışanlar özelde de sizin işkolunuzda büyük medya tekellerinde çalışan binlerce insan kötü çalışma koşullarında düşük ücretlerle her türlü haktan yoksun çalıştırılıyorlar. Buna rağmen sendikalaşma oranları oldukça düşüktür. Bu durumu yaratan nedenler sizce nelerdir? 12 Eylül askeri faşist cuntasının devam eden hukukunun etkisi var mı? Selim Suner: 12 Eylül’ün etkisini hukuktan ziyade örgütlenme alanında gördük. Örgütlenme çalışmalarımız esnasında gördüğümüz insanların sendikadan, örgütlenmeden uzak durmalarında, korkmalarında 12 Eylül’ün etkisi büyüktür. Bu etkiyi çalışanların

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

olding medyasında 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta sonrası yaşanan bu ilk grev, üçü Balmumcu’da, 7’si de Sefaköy’de olmak üzere toplam 10 işçi tarafından sürdürülüyor. Balmumcu’daki grev yerini ziyaretimiz sırasında bir işçi ve TGS (Türkiye Gazeteciler Sendikası) İstanbul Şube Başkanı ile yaptığımız söyleşiye geçmeden önce bu işyeri ve süreç hakkında kısa bilgi vermek istiyoruz. Edindiğimiz bilgilere göre daha önce Turgay Ciner’in elinde olan ATV-Sabah, 2007 yılının Nisan ayında TMSF’nin eline geçiyor. Bu dönemde o güne kadar iş güvencesinden yoksun, çoğu düşük ücret ve ağır çalışma koşullarında çalışan işçiler TMSF’nin atadığı yönetimin gevşek denetiminden yararlanarak çok kısa bir sürede TGS’de örgütlenmeyi başarıyorlar. Yetki başvurusundan 8 ay sonra çoğunluk sağlanamadığı gerekçesiyle yetki verilmiyor. Dava mahkemeye taşınıyor. Bir buçuk ay sonra mahkemeden gelen yetki kararı ile TİS sürecine başlanıyor. Fakat tam o günlerde ATV-Sabah TMSF tarafından kamuoyunda bilinen şaibeli bir ihale ile hükümet yanlısı Çalık Turkuvaz Grubu’na veriliyor. Bu şirketle yürütülen TİS görüşmelerinde idari maddeleri içeren 22’si kabul ediliyor. Fakat ekonomik haklara gelince “0 zam” teklifiyle geliyor patronlar ve görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanarak 17 Aralık 2008 günü grev kararını asma aşamasına geliyor. İki ay boyunca sendikanın defalarca aracılar vasıtasıyla yaptığı görüşme taleplerine yanıt vermeyen patron grevden bir gün önce gelerek “madem ki iyi niyetlisiniz, grev kararını kaldırın süreci bir değerlendirelim, bir yıl sonra bakarız” diyor. Grev kararını kaldırmanın sendikadan vazgeçmek anlamına geldiğini çok iyi bilen patron, işçileri üçkâğıda getirmeye çalışmış. Fakat sendika da kendilerinin iyi niyetli olup olmadığını sınamak için anlaştıkları maddeleri içeren ve bir yıl geçerli olacak bir protokol yapabileceklerini belirtiyorlar. Bu da kabul edilmiyor ve sendikaya üye olmuş olan işçilerin üzerinde büyük bir baskı uygulanıyor, tehdit ve rüşvetle çalışanlar sendikadan istifa ettiriliyor, işçiler işten atılıyor. Tüm bu saldırılardan dolayı yüzlerce sendika üyesi, grev arifesinde 30-40’a kadar düşürülüyor. Greve 10 işçi ile başlanabiliyor. Çalışanların bilinçsizliğinden ve işçilerin işsiz kalırım korkusundan vb. cesaret alan patron sahte ve ba-

EK:5


sendika, sendikalaşmanın gerekliliği ve bunun ne kadar iyi birşey olduğu hakkında bilgi sahibi olmamasında gördük. Bu da örgütlenme sürecimizin böyle olmasına yol açan ve bizim burada 10 kişi olmamıza neden olan önemli etkenlerden bir tanesidir. Bu nedenler olmasaydı, 500 sendika üyesiyle yola çıkan bizlerin 40 üyeye düşmesi, bunlardan da ancak 10 kişisinin greve katılması durumu söz konusu olmayacaktı.

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

YDİ ÇAĞRI: Yaklaşık 1,5 aya yakındır grevdesiniz. Gerek işkolunuzda gerekse diğer çevrelerden sizinle yeterli dayanışma gösteriliyor mu?

EK:6

Selim Suner: Büyük medya tekellerinde tek tek tanıdık arkadaşların desteği dışında bir destek görmüyoruz. Kurumsal bazda bize destek veren işkolumuzda sendikalı olan Anadolu Ajansı ile Cumhuriyet Gazetesi çalışanları dışında hiçbir büyük medya kuruluşunun çalışanları tarafından desteklenmedik. Bırakın desteği grevimizin haberini dahi yapmadılar. Rüya Özkalkan: En yoğun desteği alternatif sol medya ve internet medyası gösterdi. Onun dışında bir dizi sendika STK (Sivil Toplum Kuruluşu) parti ve bazı partilerden kişiler ziyaret ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Greve gitmeden önce grevimizin bu kadar destekleneceğini hiç tahmin etmemiştik. Beklentimizin çok çok üstünde bir dayanışma ve destek görüyoruz. Büyük medyada çalışanlar tarafından az da olsa destekleniyoruz. Çoğu sendikalaşmak isteyen ve onun için grev yapan işçilerle görünmek istemedikleri, korktukları için açıktan yanımıza gelemiyorlar ama bizim kazanmamızı istiyorlar. Grevimiz emekten yana kamuoyunda her geçen gün artan duyarlılıkla destekleniyor. Grevdeki biz 10 işçiye hergün emekten yana; işçi ve emekçiden yana kurumlardan, çevre, parti, basın emekçilerinden ve öğrencilerden ziyaretimize gelenler oluyor. Bizim yanımızda olduklarını belirtiyorlar. Bu anlamda biz 10 kişi değil onbinlerceyiz. Bizi sevindiren ve gururlandıran bu destek ve dayanışma sayesinde ilk başlarda grevimiz hakkında bir tek kelime söylemeyen ve yazmayan büyük ana medya son günlerde köşe yazarları vasıtasıyla ve haber yaparak kamuoyuna duyurmaya başladı. Ve bu haberi yapan köşesinde yazanlara karşı patronları tarafından herhangi bir tepki gösterilmedi. Gösteremezlerdi çünkü bu kadar güçlü desteklenen dolayısıyla sesi gür olarak çıkan ve şehrin göbeğinde taydaşları bir medya olan ATV-Sabah binasına asılan büyük pankarttaki “Bu

İşyerinde Grev Var” yazısını uzun süre görmemezlikten gelemezlerdi. Gelemediler. Bundan hepsinin rahatsızlık duyduğunun işaretlerini alıyoruz.

Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!

YDİ ÇAĞRI: Gazetemiz aracılığıyla okuyucularımıza ve kamuoyuna duyurmak istediğiniz bir mesajınız var mı? Selim Suner: Duyurmak istediğimiz bizi duyursunlar, grevimizi, mücadelemizi bizim burada yapmak istediğimizi duyursunlar. Bazılarına inat duyursunlar. Bazıları bunun ne kadar duyulmasını istemiyorlarsa da onlar duysun, onlara inat onlara da herkese de duyuralım öğrensinler. Sizden tek isteğimiz bu. YDİ ÇAĞRI: Sayın başkan sizin de aylık olarak çıkardığımız sosyalist gazetemiz aracılığıyla duyurmak istediğiniz bir mesajınız var mı? Rüya Özkalkan: Evet basında örgütlenmenin bir başka anlamının daha olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu belki duyurmakta siz yardımcı olabilirsiniz. Tabii ki iş güvencesi çok önemli ama iş güvencesi demek zaten basın özgürlüğünün ilk adımı demek. Bu anlamda halkın sesi olabilmek için önce kendi sesimizi duyurabilmeliyiz. Biz çoğu zaman sesimizi güçlü duyurmada yetersiz kalıyoruz. Anarko medyada olamadığımıza göre kendi sesimizi duyuramıyoruz. O halde bu grev aslında sadece basın çalışanlarının bir hak alma grevi ya da ücret artırma grevi değil aynı zamanda örgütlü ve özgür basının da önemini vurgulayan bir somut mücadele örneği olarak görülmesi ve aslında kamuoyunun halkın mutlaka kendi sesine sahip çıkan bu direnişi, bu mücadeleyi kendi mücadelesi olarak görüp desteklemesi, sahip çıkması gerekiyor. Yoksa zaten yok denecek kadar az olan basın özgürlüğü ve halkın haber alma özgürlüğü tamamen yok olacaktır. Biz YDİ ÇAĞRI gazetesi ATVSabah adıyla faaliyet yürüten bu medya tekelinin çalışanlarını işçi sınıfının önemli bir parçası olarak gördüğümüz için grevlerini de tüm sınıf adına yürütülen önemli bir mücadele olarak değerlendiriyoruz. Tüm sınıftan yana olan güçleri bu grevle dayanışmaya çağırıyoruz. Bu dayanışmayı 09.0018.00 saatleri arasında grev yerinde olan işçileri ziyaret ederek, grevcilerin her Cumartesi saat 18.00’de İstanbul Taksim’den Galatasaray’a meşaleli yürüyüşlerine katılarak gösterebiliriz. Mart 2009 ✓

B

ursa Orhangazi Sanay i Bölgesi’nde bulunan fabrikanın önünde işçiler, yerel basının da ilgi gösterdiği bir miting yaptılar. Mitingde BMİS Genel Başkanı A. Serdaroğlu, Genel Sekreter S. Göktaş ve BMİS’in Bursa Şubesi Başkanı A. Ekinci yer aldılar. BMİS’e bağlı işyerleri, grevde olan Asıl Çelik işçileri ve diğer işyerleri de destek verdiler. Demokrat ve devrimci dergi temsilcilerinin yanında, DİSK’e bağlı Tekstil İş Genel Başkanı Rıdvan Budak da eyleme katılanlar arasındaydı. Basın açıklamasını okuyan A. Serdaroğlu’nun konuşmasında öne çıkanlar şunlardı: “ Sermaye ve Asemat işverenleri krizi fırsat bilerek işçiye sıfır zam dayatmaktadırlar. İşçileri sokağa atarak krizin ağır bedelini işçilere ödetmektedirler. Biz alınterimizle bu fabrikaları yarattık. Bunlar babalarından, dedelerinden kendilerine miras kalmadı. Bunları bu işçiler emekleriyle yarattılar. Gece gündüz demeden, aile ve çocuk demeden çalıştılar. Şimdi sıfır zam dayatıyorlar. Ve bize açlığı reva görüyorlar. Biz sanayiciye somut teklifle gitmemize rağmen anlaşmaya yanaşmıyorlar. İnsanlarımız eve ekmek götüremiyorlar. Ama patronların umurunda değil. Metal patronlarının işçinin sırtından kazandığı kar o kadar yüksektir ki bütün metal işçileri çalışmadan dört yıl boyunca tüm gereksinimlerini karşılayabilir durumdadırlar. Ama metal patronları masaya sıfır zam teklifiyle ya da yüzde 4 zam teklifiyle geliyorlar. Açgözlü sermaye doymak bilmiyor. Sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını, özeleştirme, taşeronun önündeki her türlü engeli kaldırmak istiyorlar. Bunların hepsi yapıldı. Hani kriz olmayacaktı. Ne oldu? Demek ki kriz kapitalizmden kaynaklanıyor! Biz işçiler bunları yaşarken hükümet ve muhalefet hepsi seçim meydanlarında koltuk kavgasının derdindeler. Hiç birinin diğerinden farkı yoktur. Ülkemizin çok önemli olan imalat sanayisi durma noktasına gelmiştir. Metal sanayi de diğer sanayi dallarında olduğu gibi daralma yaşamaktadır. İşten çıkarmalar hem Bursa’da hem de ülke genelinde korkunç boyutlarda. Hepimiz biliyoruz ki kayıt

dışı bu ülkede önemli yer tutmaktadır. İşçilerin kendi örgütlülüğü ve mücadelesi önemlidir. Ülkeyi yöneten siyasiler IMF kapısında borç dilenmektedirler. IMF’den gelecek krediler patronların kasalarına girecektir.” dedikten sonra, konuşmasının devamında; ”şunu biliyoruz ki 12 Eylül faşist darbesi Disk’i kapatıp kendisi için taşeron sendikalar yaratmış ve güçlendirmiştir. İşçi kıyımlarına taşeron sendikadan ses yoktur. Bugün sermaye karşısında gıkı çıkmayanların yanında bu mücadeleyi omuzlamak yine bize düşmüştür.” dedi. İşçiler “Sermayeye karşı omuz omuza!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Faşizme karşı omuz omuza!, İş emek yoksa barış da yok!” sloganlarıyla konuşmaya destek verdiler. Daha sonra sarı sendika ağası Rıdvan Budak söz aldı. Kendisinin tüm illeri dolaştığını, yakın zamanda işverenler kulübüyle görüştüğünü, durumun “vahim” olduğunu işverenler tarafından kendisine anlatıldığı bilgisini verdi. İmalat ve metal sektöründe de durumun vahim olduğunu, çözüm bulunmazsa vahim sonuçların ortaya çıkacağını söyledi. (Sendika ağasının dediği vahim sonuçlar işçilerin ayaklanabileceği korkusudur.) Sarı sendika ağası Budak, on metre ötede Guafıs Türkiye tekstil işletmesi olmasına rağmen, ki bu işletme Disk Tekstil sendikasına bağlı, desteğe gelmedi. Ama sendika ağası medyatik Rıdvan, daha sonra medyada hangi canlı yayında pazarlığın olacağının peşine düştü. Bursa’da Tekstil işçileri de mağdur durumda! Bursa’da tekstil işçisi aylardır seslerini çeşitli eylemliklerle duyurmaya çalışıyorlar. Cavit Çağlar’a ait Sifaş-Nergis iş yerlerinde, 1500 işçi kapının önüne konmuş durumdalar. Çağlar hırsızı sokağa attığı işçileri kıdem ve ihbar tazminatı da vermeyerek işçileri işten çıkardı. Sendikanın ihaneti ve işçilerin sınıf bilincinden yoksun olmaları; Faruk Çelik ve Cavit Çağlar’ın işini kolaylaştırmaktadır. Ama işçiler halen Çalışma Bakanından medet umuyorlar. 10 Mart 2009 Bir YDİ Çağrı okuru / Bursa ✓


Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında!

B

sormak gerekir, işveren bu zenginliğini ve servetini nereden sağlıyor? Herhalde bir başka gezegenden değildir. Orada çalışan ve üreten işçiler olmasa ve üretilen bu değerlere patron tarafından el koyulmasa neyin hesabını yapacaksın? Tuvalete günde kaç kez gidileceğini kişinin kendisi değil de bir başkasının karar vermesi kişilik hak ve hürriyetinin ihlalidir. Bu yapılan çalışanları kurulu birer robot haline getirmektir. Yerlikaya, 1200 ile 3 bin TL’ye mal olan sistemin kendisini bir, iki ayda amorti ettiğini söylüyor. Türkiye’de şu anda 132 fabrikada kullanılan sistem, Kıbrıs, Arap ülkeleri, Mısır, Türki cumhuriyetler, Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi ülkelere de şimdiye kadar 40 adet satılmış. Yerlikaya sistemi kullanan firmaların isimlerinin duyulmasını istemediklerini şu sözlerle ifade ediyor: “Çok tanınmış tekstil şirketleri de var. Aklınıza gelebilecek en fazla ismi duyulmuş markaları düşünün. Biraz rahatsızlık duyuyorlar bu konuda. Eskiden sigara odalarında da kullanılıyordu. Şimdi sigara içeride yasaklanınca o sistem bitti. Komple personelin içeri giriş çıkış saatlerinden tutun da, bölümler arasında geçirmiş oldukları zamana kadar her şeyi kurduğumuz firmalar var. İsimlerinin duyulmasından rahatsız olan firmalar var.” İnsan sormadan edemiyor; acaba isimlerinin duyulmasından neden rahatsızlar? Acaba uyguladıklarının gayri insani olduğunun farkındalar mı? Evet, farkındalar ama sınıfsal ayrıca şirket imajları sarsılıp satışları düşer diye de endişeleniyorlar. Daha fazla sömürü bu asalaklara çok tatlı geliyor. “Bu sistemimiz için tepkiler de aldık” diyen Yerlikaya şöyle devam ediyor: “İşçiler sabah 8’de işe başlıyor. 10.00 -10.30 arası çay paydosu, 12.00 - 13.00 arası yemek, 16.00 - 16.30 arasında da yine çay paydosu var. Bu molalar süresince sistem otomatik olarak devreden çıkıyor. Kişiler limitsizce ihtiyaçlarını gideriyorlar. Sıkıntı mesai saati içinde sürekli gitme olayı. Hak ve özgürlüklerini kısıtlayan bir unsur değil.” Özgürlükleri kısıtlamıyormuş. Bu uygulama bir insan hakkı ihlalidir. Kişinin en insani haklarından birini kullanması işverenin keyfiyetinde olacak ve işçinin tuvalete kaç kez gideceğini ve ne kadar süre kalacağını işveren belirleyecek ve bundan fazlasına müsaade etmeyecek. Bunu da gayet doğruymuş gibi utanmadan anlatıp savunacaksın. Arsızlığın bu kadarına da pes doğrusu! Bu mantıktan yola çıkıldığında, Arjantin’de çalışan

kasiyer kadınl a r a t u v a le t e gitmesinler diye çocuk bezi takılmasına kadar gidilmesinin bir engeli var mı? Sistemi kullanan firmalardan biri olan Sema Te k s t i l İd a r i İşler Müdü r ü S e d a t Ay d ı n sistemi bir buçuk yıl önce kullanmaya başladıklarını söylüyor ve şunları anlatıyor: “Çin’le rekabette zorlanıyoruz. Bu yüzden kâr edemiyoruz. Bu sistemi kurmadan bir hafta önce aldığımız işi vaat ettiğimiz zamanda yetiştiremediğimiz için 72 bin TL ceza yedik. Personellerimizin sorumsuz davranışları yüzünden firmamız ciddi zarara girdi. Şu an personelimiz mesai saatleri içerisinde iki kere tuvalete girme hakkına sahip. Zaten sabah çayı, öğle yemeği ve akşam çay molalarında sınırsız kullanabiliyorlar. Günde beş kere tuvalete girilmesinin de yeterli olacağını düşünüyoruz. Pek rahat ettik. 220 personelimizden aylık toplam 3 bin TL civarında fazla tuvalet kullanmalarından dolayı kesinti yapılıyor. Bu paraları yine işçiler için kullandık.” Sayın müdür işçilerin sorumsuzluğu yüzünden zarar ettik diyor. Çalışanları birer köle olarak görüp onların sırtına istedikleri kadar iş yükleyebileceklerini kendilerine bir hak olarak görüyorlar. Ve iş yetişmeyince de bunun faturasını işçilere çıkarıyorlar. Kesintileri işçiler için kullanılıyormuş, demagojiye bakın, ne yaptınız, bir işçinin maaşından kesinti yapıp bir diğer işçinin hesabına mı yatırdınız? Böyle olduğunu kabul etsek dahi yaptığınız bu insanlık dışı uygulamanızı temize mi çıkaracak? İşçi kadınlar ne dedi! Tekstil işçisi Ayşe, eski iş yerinde bant sistemiyle çalıştıklarını, bu bantların her birinde yaklaşık 15 işçi olduğunu belirtiyor: “Her bantta bulunan bir liderde tuvalet kartı vardı. İşçiler ancak liderden kartı alarak tuvalete gidebiliyordu. Aynı anda iki işçi tuvalete gidemiyordu. İşe başlamadan ve paydostan yarım saat önce tuvalete gitmek yasaktı. Ben böbrek hastasıyım. Doktor günde 15 bardak su içmemi tavsiye etti. Tuvalete daha sık gitmemek için o suyu içmiyordum. Hakaret ediyorlardı.” Bir başka tekstil işçisi Gül ise “Sistemden önce de iş yetişsin diye kimse tuvalete bile gitmiyordu” diyor ve yaşadıklarını şöyle özetliyor: “Hastayken çok sık tuvalete giden

birisiydim. Bağırıp çağırıyorlardı. Kendimi sıkıyordum paydosa kadar. Böyle çok arkadaşımız vardı. Sürekli hakaret vardı. Bir keresinde yine hastaydım çok gittim diye maaşımdan 10 TL kesmişlerdi. Tuvallette biri kalınca lider kapıda bekliyordu. ‘Çık’ diyordu.” Hekimler ne dedi? Hekimler bu uygulamaya karşı çıkıyor. Ankara Tabip Odası Başkanı Prof Dr Gülriz Ersöz “Sadece patalojik durumlarda değil, fizyolojik farklılıklar nedeniyle de insan farklı zamanlarda tuvalet ihtiyacı hissedebilir. Uygulama kabul edilebilir değil” derken Türk Tabibleri Birliği İşyeri Hekimliği Komisyon Başkanı Mustafa Tamyürek şöyle diyor: “İnsani değil. Eğer ortada bir sorun varsa, bu insani ihtiyaçların engellenmesiyle, tuvalet kapısına kilit vurarak engellenemez. İşçiler bu kadar çok tuvalete gidiyorlarsa, ‘çok mu uzun oturuyorlar, birbirleriyle özel bir şey mi paylaşmak istiyorlar, neden burası amacının dışında kullanılıyor’ diye sormak gerekir. Böbrek, akut bağırsak, kadın hastalığı gibi nedenlerle işçiler beş altı kereden fazla tuvalet ihtiyacı duyabilir. Mantıklı bir yöntem değil, hukuk açısından da geçerli değil.” Biz, işçi ve emekçilere karşı burjuvazi tarafından yöneltilen hak saldırıları ne ilktir ne de son olacaktır. Kapitalist sömürü sistemi devam ettikçe bu ve benzeri saldırılar devam edecektir. Bu sistemde yapılabilecek olanlar (bizler saldırılara karşı aktif bir şekilde mücadele edersek) değişiklikler ancak yüzeysel ve şartlar biraz daha iyi olacaktır. Bu saldırı ve hak gasplarının gerçek anlamda son bulması, ancak ve ancak işçi ve emekçilerin mücadelesiyle gerçekleşecek olan sosyalist devrim ile son bulacaktır. (16 Mart 09 tarihli Radikal Gazetesi Ömür Şahin’in yazısından faydalanılmıştır.)

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

urjuva asalak sömürücü sınıf gün geçmiyor ki üreten işçilerin kanını daha fazla içmek için insanlık dışı yeni yöntemler bulup uygulamasın. İş verimini arttırmak, işçilerin ‘tuvalette kaybettiği zamanı kazanmak için’ patronların imdadına, Perkotek Personel Devam Kontrol Teknolojileri ve Güvenlik Sistemleri’ firması yetişti! “Tuvalet takip sistemi” adlı bir elektronik sistem geliştirdi. Firma ortaklarından Cenk Yerlikaya geliştirdikleri sistemi şu şekilde açıkladı; “Tuvaletin girişine ve çıkışına kart okuyucu ya da parmak izi terminalinin montajı yapılır. Kapıya elektronik kilit takılır. Çalışan kişilere Proximity kart verilir yahut sistemin parmak izlisini almışsanız personelin parmakları sisteme tanıtılır. Eğer işletmede Bilgisayarlı personel devam kontrol sistemi var ise yeni kart vermeye gerek kalmaz, aynı kartı hem işe hem de tuvalete giriş çıkışlarda kullanılır. Kart okuyucu cihazlar bilgisayara kablo ile bağlanır ve bilgisayara tuvalet sınırlandırma yazılımı yüklenir. Müşterinin istemiş olduğu toleranslara göre parametreler girilir. Örneğin ilgili personel mesai saatleri içerisinde bir günde maksimum 3 kez girebilir ve içeride 5 dakikadan fazla kalamaz şeklinde parametreler girilirse, ilgili kişi dördüncü kez tuvalete girmek istediği zaman okuyucu kapıyı açmayacaktır. Program personelin toleransları aşan yani, kaytardıkları zamanı toplar, isterseniz günlük isterseniz aylık olarak raporlar. PERKOTEK Personel Devam Kontrol Sistemimiz kullanılıyorsa bu kesintiler PDKS programında WC Kesintisi adlı bordro alanında gözükür ve maaşından otomatik olarak düşer. Perkotek Firması ortaklarından Cenk Yerlikaya; “Personelin mesai saatleri içerisinde tuvalete gitmek bahanesi ile sigara içmesi, arkadaşları ile muhabbet etmesi ve işten kaytarmasını engelleyerek, çalışma saatlerinin verimli geçirilmesini sağlamak.” Pektotek bir hesap yapmış: Her personel tuvalette günde 20 dakika ekstra vakit harcasa 100 personelden, eder 2 bin dakika. 22 işgünü var desek, eder 44 bin dakika. İşçilerin bir saatlik ücreti ortalama 3 TL desek, eder 2 bin 199 TL. Patronlara “İşçilerin hakları olmadan sizden aldıkları zamanın para olarak size geri dönüşümü...” diyerek Perkotek, ‘tuvalet takip sistemi’ni pazarlıyor. Ne kadar da güzel hesap yapıyor beyimiz. Yok şu kadar personelden eder bu kadar dakika ve para. Peki,

22.03.09 Adana’dan bir YDİ/Çağrı okuru ✓ EK:7


Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor

Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

7

EK:8

Mart 2009 da, Toros Devlet Hastanesi Başhekim’i tarafından ihale sözleşmesine eklenen bir madde ile “40 yaşını aştıkları” için işten atılan işçiler, Mersin Limanı A Kapısı önünde 2 aydır direnişte olan işçileri ziyaret ederek direnişe destek oldular. Ziyaret sırasında sık sık “Yaşasın sınıf dayanışması!, Sağlık çalışanları yalnız değildir!, İş ekmek yoksa barış da yok!, Direne direne kazanacağız!” sloganları atıldı. Ziyaret sırasında ilk konuşmayı TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz yaptı. Yılmaz konuşmasında şunları söyledi: ”Bu ziyaretin anlamı bizim için oldukça büyük. Hem liman, hem de sağlık işçileri olarak geleceğimizi iki dudak arasında görmek isteyenlere, kaderimizi çizmek isteyenlere karşı direnerek yanıt veriyoruz.” dedi Basın açıklamasında ikinci konuşmayı ise SES Mersin Şube Başkanı Yılmaz Bozkurt yaptı. SES Şube Başkanı Bozkurt konuşmasında, liman işçilerinin 60 gündür süren onurlu direnişlerini kutlayarak başladığı konuşmasında “liman işçilerinin bu direnişi bize şunu gösteriyor ki, eğer direnirsek, sorunlarımıza sahip çıkarsak kazanırız. Liman işçilerinin bu onurlu direnişi sağlık işçilerine önderlik etmiştir. Bir taraftan çıkardığınız yasalar ile emeklilik yaşını önce 60’a, daha sonra 65’e çıkarıyorsunuz, diğer taraftan ise 40 yaşını aştıklarından dolayı işçilerin işlerine son veriyorsunuz” dedi. Direnişin 67. gününde, sendikalı oldukları için işten atılan Akan-Sel işçileri ile dayanışma gecesi, Mersin Emek ve Demokrasi Platformu bileşeni kurumlar tarafından 12 Mart Perşembe günü Mersin Büyükşehir Belediyesi Kongre Merkezinde gerçekleşti. Geceye 600 civarında işçi ve emekçi katıldı. Geceye direnen işçiler, aileleri ve işçi ve memur sendikasının üyeleri, devrimci dergi çevreleri ile dernek temsilcileri de katılarak destek verdi Gecede 40 yaşını doldurdukları gerekçesi ile işten atılan Toros Devlet Hastanesi işçileri de vardı. Gecede “Direne direne kazanacağız!, İş ekmek yoksa barış da yok!, Sendika limana halaylarla girecek!, Yaşasın örgütlü mücadelemiz!, Liman işçisi sağlık işçisi omuz omuza!” sloganları atıldı. Etkinliğin açılış konuşmasını ve sunumunu KESK dönem sözcüsü ve BES Şube Başkanı Yusuf Kaya yaptı. Yusuf Kaya yaptığı konuş-

mada, “Siyasi iktidar krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkartmak istiyor. Mevcut haklarımızı da elimizden almak istiyor. Saldırıları boşa çıkarmak, haklarımızı korumak ve yeni mevziler kazanmak için bir araya gelmek ve örgütlenmek gerekiyor. Tıpkı 67 gündür direnişte olan TÜMTİS üyesi AkanSel işçilerinin yaptığı gibi. Bizlere düşen görev anayasal haklarını kullandıklarından dolayı işten atılan ve onurlu bir mücadele sürdüren liman işçilerinin, 40 yaşını aştıklarından dolayı işten atılan Toros Devlet Hastanesi çalışanı işçilerinin mücadelesinin başarıya ulaşması için onlara destek olmamız gerekiyor” dedi. Mersin Emek ve Demokrasi Platformu adına TÜR K-İŞ İl Temsilcisi ve Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu da bir konuşma yaptı. Alaybeyoğlu konuşmasında, “İşçi sınıfı mücadelesi örgütleri ile verilir. Bundan dolayı sermaye en acımasız ve en vahşi saldırılarını işçi sınıfı örgütlerine yapıyor. Sendikalarımıza yapıyorlar. Amaçları kendi sömürü sistemlerini devam ettirmek. Fakat bu saldırılara inat TÜMTİS üyesi liman işçileri 67 gündür dosta düşmana inat limanda tarih yazıyor. İşverenler işçilerin örgütlendiklerinde ve inandıklarında neleri başarabileceklerini, TÜMTİS sendikamızın tarihinin birçok işçi mücadelesini başarıya ulaştırdıklarını bilmiyorlar. Mücadelelerimiz ancak birbirlerimize destek verir isek başarıya ulaşır. Bizler sizlerin verdiği mücadeleyi bizlerin mücadelesi olarak görüyor ve başarıya ulaşması için elimizden geleni sonuna kadar yapacağımızı belirtiyoruz” dedi. TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz ise yaptığı konuşmada, “İlk günden bu yana yanımızda olan, mücadelemizin başarıya ulaşması için bizleri yalnız bırakmayan

Emek ve Demokrasi Platformu bileşeni kurumlara sendikam ve direnişteki liman işçileri adına teşekkür” ederek, Toros Devlet Hastanesinde çalışırken, ihaleye eklenen bir madde 40 yaşını aştıklarından dolayı işten atılan sağlık çalışanlarını selamladı. Gecede, Türkiye işçi sınıfı tarihinin anlatıldığı sinevizyon gösterisi ile Hayat TV Mersin muhabiri Kadir Baziki’nin hazırladığı 67 gündür direnişte olan liman işçilerini konu alan sinevizyon gösterisi yapıldı. Programın sonunda ise direnişteki işçiler sahneye çıkarak kendi yazdıkları "direniş marşını" okudular. Direnişin 73. Gününde direnişteki işçilerin eş ve çocukları, DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, DTP Akdeniz Belediye Başkan Adayı Mehmet Fazıl Türk ile Mersin Emek ve Demokrasi Platformu bileşeni kurumlar katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında içerde çalışan işçilerde A Kapısı önüne gelerek destek verdiler. Sık sık atılan; “Direne direne kazanacağız!, İş ekmek yoksa barış da yok!, Sendika limana girecek başka yolu yok!, İşçiyiz haklıyız kazanacağız!, Köle değil işçiyiz sendikayla güçlüyüz!, Sendika limana halaylarla girecek!” sloganları ile işçiler bir kez daha kararlılıklarını gösterdiler. Basın açıklamasında ilk konuşmayı Gürel Yılmaz yaptı. Yılmaz konuşmasında “Mücadelemizin 73. gününde yine limanın A Kapısı önündeyiz. Söylemiştik bizleri işten çıkararak sindiremezsiniz. İşten çıkarmalarla bu mücadeleyi durduramazsınız. Mücadelemizin üzerinden 73 gün geçmesine rağmen emek ve demokrasi güçleri ile, üyelerimizin eş ve çocukları ile buradayız. İşverenler limanda yaşanan surunu çözmek yerine hala üyelerimizi sindirmeye, onları işleri ile tehdit etmeye çalışa-

rak sorunu çözmeye çalışıyor. 103 işçi arkadaşımızdan sonra dün de bir şoför arkadaşımız da işten çıkarıldı. Arkadaşımızın neden işten çıkarıldığını soran şoför arkadaşlarımıza kullanmaları gereken araçlar verilmeyerek arkadaşlarımızın çalışmaları engelleniyor. Bu mücadeleyi kazanımla sonuçlandırıncaya kadar sürdürmekte kararlıyız. Sayın DTP Milletvekili Hasip Kaplan’dan 73 gündür sürdürdüğümüz mücadeleyi TBMM kürsüsüne ve salonlarına taşımaları talep ediyoruz” dedi. Basın açıklamasına katılan DTP milletvekili Hasip Kaplan ise yaptığı konuşmada, “işçi ve emekçilerin her zaman mücadelelerinde yanlarında olduklarını bundan sonra da yanlarında olmaya devam edeceklerini” belirterek, limanda yaşanan sorunu meclis kürsüsünden dile getireceğini belirtti. “Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in ve Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in burada yaşananlar hakkında bir çift sözlerinin olması gerekir. Mücadelenizde sonuna kadar yanınızda olacağım ve sizlerin Mecliste de sesiniz olacağıma söz veriyorum” dedi. Mersin Emek ve Demokrasi Platformu adına konuşan TÜRK-İŞ İl Temsilcisi ve Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu ise yaptığı konuşmada “Başbakanın teğet geçti dediği kriz, bizim yüreğimizi deliyor. Krizin faturasını bizler ödemeyeceğiz. Mersin Emek ve Demokrasi Platformu olarak MIP Genel Müdürü John Philipps’ten sorunun çözümü için randevu istedik. Buradan bir kez daha yineliyorum. Bu sorunu işçileri işbaşı yaptırarak çözün. Eğer anlaşma sağlanamazsa 7 Nisan’da Ak Gübrede greve gideceğiz. Fabrikanın önüne grev çadırını kuracağız. Grev davulları ile bu mücadelenin bir ucundan da bizler tutacağız” dedi. Akansel patronu işçilere gözdağı vermeye devam ediyor. En son 9 işçinin daha çıkışının verilmesine, içerdeki işçiler tepki göstererek iş yavaşlatma ve durdurma eylemi gerçekleştirdiler. Çalışan işçiler atılan arkadaşlarını omuzlarına alarak liman içinde gezerek, patronun bu saldırılarına sessiz kalmayacaklarını gösterdiler. AkanSel’den atılan işçilerin sayısı 124’e ulaştı. Zafer direnen işçilerin olacaktır! 24.03.2004 YDİ Çağrı/Mersin ✓

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 132’nin İşçi Eki · Nisan 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için

İstanbul

Onbinlerin Newroz coşkusu

Her yıl olduğu gibi bu yıl da egemenler Kürt halkının en önemli bayramlarından ve mücadele simgelerinden biri olan Newroz'u engellemeye ça-

lıştılar. Bu yılki gerekçe meydanların seçim için ayrılmış olmasıydı. Fakat bütün engelleme ve yıldırma çabaları yüz binlerin biraraya gelerek coşmasını engelleyemedi. İstanbul Kazlıçeşme Meydanı sabahın erken saatlerinde doldu taştı. Alan dolduğunda onbinler sokaklarda alana doğru yürüyordu. Genel tahminler uçsuz bucaksız kitlenin 300 bin civarında olduğuydu. Yoğun bir biçimde Abdullah Öcalan lehine sloganlar atılmasına ve gösteriler yapılmasına ve kürsüden de "Sayın Abdullah Öcalan"lı konuşmalar yapılmasına rağmen polisin tutumu -yer yer provokatif tutum sergilemesine rağmen- genelde ılımlıydı. Onbinler bir yandan halaylar çekip, türküler söyleyip ateşlerin üzerinden atlarlarken, diğer yandan Ayna, Tuncel, Birdal, Bakırhan, Çaçan, Yoleri, Tüzel ve Uras'ın kürsüden yaptıkları konuşmaları dinlediler. Konuşmalar beklendiği üzere seçim propagandası biçimindeydi. Konuşmalarda genel olarak bir yandan hükümet eleştirilirken, diğer yandan 29 Mart yerel seçimlerinde DTP adaylarına ve emekten ve barıştan yana adaylara destek istendi. Genel olarak Kürt sorununun çözümü ABD ve benzeri güçler tarafından değil Türkiye'nin kendi içinde aranması gerektiği savunuldu. Bakırhan buna "Abdullahların Çözümü" diyordu, yani ona göre Kürt sorununun çözümü "Sayın Abdullah Gül ile sayın Abdullah Öcalan" arasındaki görüşmeye bağlıydı. Böylece bir dizi devrimci grubun da yerel seçimlerde kitlelerin oylarını yönlendirdiği ve umut bağladığı DTP Esenyurt Belediye Başkanı'nın çö-

zümü nerede gördüğü net olarak ortaya çıkıyordu. Ayfer Düztaş ve Rojda Kürtçe şarkılarını yüzbinlerce kişi hep birlikte söylerken, Tuncel, Ayna, Birdal, Tanbay, Koçali ve Aksoy sah-

nede halay çekti. YDİ Çağrı olarak pankart, döviz ve f lamalarımızla kortej oluşturarak ve slogan atarak miting meydanına yürüdük. Alanda "Newroz 2 0 0 9 ’ d a ; Mo d e r n D e h a k l a r a karşı devrim mücadelesini yükselt!" başlıklı bildirimizden 3.000

adet dağıttık ve dergi sattık. √

Mersin

Newroz Mersin’de tarihinin en görkemli mitingiyle, yaklaşık 80 bin kişinin katılımı ile kutlandı. DTP’nin düzenlediği bu miting aynı zamanda seçim mitingi idi. Tıklım tıklım dolan alanda kitle sık sık “Bıji Serok Apo” diyerek Öcalan’a olan bağlılıklarını dile getirdi. Mitinge DTP milletvekilleri Emine Ayna ve Osman Özçelik de katıldı.

Osma n Özçeli k konuşmasını Kürtçe yaptı. Konuşmasında; “DTP'yi kimlik siyaseti yapmakla eleştirenlere seslenerek, 'Kimliğimiz bizim dilimiz, kültürümüz, özgürlüğümüz ve şehitlerimizdir. Onlar ise ırkçılık yapıyor' diye konuşan Özçelik, Erdoğan'ın bugünün 'Dehak'ı' olduğunu söyledi. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, sahneye çıktığında coşku doruktaydı. “Ey güneşin çocukları hepinizin 21 Mart Newroz’unu kutluyorum” diye başlayan konuşmasına planlanan Kürt konferansına atıfta bulunarak yaptığı konuşmada, 'Newroz alanlarında halkımız iktidara, bizi yönetenlere diyor ki, 'Bana rağmen savaşı dayatamazsın, bana rağmen Kürt sorununu çözemezsin. Ben buradayım ve talebimiz bu' diye konuştu. Kürt sorununun sadece kültürel değil, siyasal ve ulusal bir sorun olduğunu belirten Ayna, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni birlikte kurduk. Türklerin ne hakkı varsa Kürtlerin de o hakka sahip olmasını talep ediyoruz. Bu da ancak mevcut anayasanın bir bütün değişmesiyle olur' diye konuştu. Kürt sorununun muhataplarıyla çözüleceğini belirten Ayna, 'Bu sorunun çözümü dünyadaki diğer örnekleri gibi muhataplarıyla çözülebilir. Güney Afrika'da Mandela'ya terörist deniliyordu, ardından barış adamı olduysa, bu ülkede de bu halkın sorununun çözümü için mücadele eden önderleri vardır. Ve bu sorun bu ulusun

önderleriyle çözülür. İmralı'da bulunan Sayın Abdullah Öcalan, sorunun çözümü için Demokratik Özerklik projesini ortaya koydu. Sorunun çözümü için bu dikkate alınmalı.' şeklinde konuştu. Kürt sorunu var deyip daha sonra bunu görmezlikten gelen partilerin silinip gittiğini belirten Ayna; AKP’nin de akıbetinin aynı olacağını belirtti. DTP milletvekilleri Newroz alanlarında açık bir biçimde eğer Kürt sorunu çözülecekse, bu PKK’nin yok

sayılarak, onun önderinin yok sayılarak çözülemeyeceği mesajını verdiler. Eğer bu sorun çözülecekse onun muhataplarıyla çözülecek diyerek düzenlenecek Kürt Konferansına sıcak bakmadıklarını, Kürt sorununun “ancak mevcut anayasanın bir bütün değişmesiyle” çözüleceği mesajını verdiler. Biz bu konuda DTP gibi düşünmediğimizi belirtmek istiyoruz. Tarih bize burjuvazinin iktidarı şartlarında bazı demokratik hakların mücadele sonucu alınabilineceğini fakat ulusal sorunların gerçek anlamda çözülemeyeceğini göstermiştir. Bu ülkede ulusal sorunun çözümünün de ancak burjuvazinin iktidarının bir devrimle yıkılıp halkların özgürce bir arada yaşayabileceği kurulacak olan demokratik halk iktidarı ve bu iktidarın oluşturacağı anayasa ile mümkün olacaktır. Halkların kardeşliği de ancak gerçek anlamda o zaman mümkün olacaktır. Bugünün görevi halkların gerçekten özgürce bir arada yaşayacağı bu iktidar için mücadeleyi yükseltmektir. Bıji Newroz! Newroz ateşi ile devrim ateşini bu bilinçle körüklemek için ileri. Halkların kardeşliği için tek yol devrim!

Bursa Bursa’da yoğun yağmura rağmen, Bursa Gökdere Bulvarında Newroz 2000 kişinin katılımıyla coşkuyla kutlandı. Newroz Tertip Komitesi adına yapılan konuşmaya esas olarak Kürt ulusunun demokratik talepleri, Kürt ulusu üzerindeki baskılar ve seçimler damgasını vurdu. Komitenin açıklamasında dikkat çekilen noktalar şunlardı: “Newroz dirilişin adıdır. Newroz Ortadoğu halklarının barış ve kardeşlik içinde kutladığı bayramıdır. Newroz emperyalizme, şovenizme, ırkçılığa, baskıya ve sömürüye karşı mücadele günüdür. Bugün Türkiye’de Kürtler barışa elini uzatmalarına rağmen baskı altındalar. Bugün operasyonlar tüm hızıyla devam etmektedir. Bugün demokrat ilerici ve devrimciler baskı altındadırlar. Bugün Fıratın doğusunda asit kuyularında cesetler çıkarılmaktadır. Bugün AKP çetelere karşı mücadele ettiğini söylemekte, ama aynı zamanda kendi çetelerini de yaratmaktadır. 29 Mart yerel seçimler Kürt halkı için referandum niteliğini taşımaktadır. Kürtler iradelerini mutlaka sandığa taşımalıdırlar. AKP terörüne karşı tavrı sandığa yansıtılmalıdırlar. Devlet artık Kürtlerin taleplerini görmezden gelemez…’’ Kitle Erdoğan aleyhinde ve Öcalan lehinde sık sık sloganlarla konuşmaya destek veriyorlardı. Daha sonra DTP millet-

13


halkların kardeşliği için

El Salvador’da reformist solun seçim zaferi

14

vekili Sebahat Tuncel konuşmasında şunları söyledi: “Kürt sorununda uzağa gitmeye gerek yoktur. Kürt sorununda muhatap sayın Öcalan’dır. ABD vs. ile sorun çözülemez. Burada çözülür.’’ dedi. Eyleme Koma Sipan ve Bengi müzik dinletisiyle katıldı. Mitingin bitiminde Öcalan lehine slogan atıldığı gerekçesiyle 6 kişi gözaltına alındı. Bir söz vardır: ‘Su boşluk tanımaz’ derler. Politikada da boşluk kabul edilmez! Bu Newrozda Kürt ulusunun korkunun duvarlarını yıktığını hep beraber yaşadık ve gördük. Faşist devletin her türlü katliam ve baskılarına rağmen Kürt ulusu ve halkı ayaktadır. Kürt ulusunun haklı demokratik talepleri, ne yazık ki

den köşe taşlarını döşeyelim ve görevlerimize dört elle sarılalım! Modern Dehaklara karşı devrim ateşini körükle! Yıkalım bu köhne düzeni! Yaşasın halkların kardeşliği! Yaşasın Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Newroz piroz be!

Kürt reformist burjuva siyasetin güdümündedir. Hem uluslararası emperyalistler hem de devletin tasfiye planlarının yapıldığı bu günlerde. PKK ve DTP de Kürt sorununun çözümünü düzen içinde arıyorlar. Peki alternatif ve çözüm nedir? Bugün de Türkiye’de Komünist siyaseti ısrarla Kürt işçisine, köylüsüne taşımak ve örgütlemek. Eğer gerçekten bu sistemi tarihin çöplüğüne atmak istiyorsak Türkiye’de yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin ittifakını sağlamamız gerekiyor. Türkiye’de komünist siyasetin öncülerinin ve onun partilerinin üzerine düşen görevi yerine getirmesi zorunludur. Yarını kazanmak için bugün-

İzmir/Buca Hipodrom arkasında bulunan boş bir alanda toplanan binlerce kişi Newroz’u kutladı. Newroz kutlaması, Birlikte Başaracağız Platformu’nun seçim gösterisine dönüştü. Büyükşehir Belediye Başkan adayı ve ilçeler belediye Başkan adayları tanıtıldı. Tertip Komitesi adına yapılan konuşmanın ardından, belediye başkan adayları kısa konuşmalar yaptılar. Kutlamaya DTP Batman Milletvekili Bengi Yıldız da katılarak bir konuşma yaptı. Newroz kutlaması MKM müzik grubu ve Koma Azad'ın verdiği konser sonrası son buldu.

Bir YDİ Çağrı okuru / Bursa √

İzmir Newroz, bu yıl 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin yarattığı atmosferde kutlandı.

21 Mart 2009 YDİ Çağrı/İzmir √

E

l Salvador'da Mart ayı içinde yapılan başkanlık seçimini eski Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (FMLN) adayı Mauricio Funes kazandı. Funes, FMLN'nin gerilla mücadelesine katılmamış şehirli aydın kadrosundan geliyor. Bilindiği gibi 1991'de sona eren iç savaşta, askeri üstünlüğü ele geçiren ancak karşıdevrim güçlerinin ABD tarafından desteklenmesi ve bu arada “Reel Sosyalizm” denen sosyal emperyalist sistemin çözülüşüyle dış desteğini de önemli ölçüde yitiren FMLN bir yasallaşma ve sağa kayma süreci yaşadı. İç savaştan bugüne ülkede başkanlık hep ülkede emperyalizmin açık işbirlikçilerinin partisi olan Arena Partisi’nin elinde idi. FMLN yer yer hükümetler içinde yer alsa da, başkanlığı elinde bulunduran Arena iktidarda hep ağırlıkta idi. Hafta sonu yapılan başkanlık seçimlerinde ilk kez FMLN’in adayı, Arena Partisi’nin adayına karşı başkanlığı kazandı. Arena Partisi’nin adayı % 48,7 oy alırken, FMLN’in adayı % 51,3 oranında oy aldı. FMLN adayı Funes seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı ilk konuşmada "Hayatımın en mutlu gecesini yaşıyorum, bu gecenin El Salvador'un en büyük umudu olmasını istiyorum" dedi, "değişim ve umudu" seçtikleri için de seçmenlerine teşekkür etti. Kısaca Funes, ABD’deki seçim kampanyasında Obama’nın da kullandığı temel iki slogana sahip çıktı, çıkıyor: “Değişim ve umut”! 1959 doğumlu ve gazeteci olan Funes, 1980-1992 iç savaş sırasında gerilla liderleriyle yaptığı haber ve röportajlarla tanınıyor. Kendisini Brezilya İşçi Partisi (eşi de bu partinin üyesi) Lula’nın hayranı merkez solcu olarak nitelendiriyor. Aslında bu bile El Salvador’da bu seçim sonucunun halk lehine köklü değişim

umudunun ne kadar sınırlı olduğunun açık göstergesi. FMLN daha önce 18 Ocak’ta yapılan genel ve yerel seçimlerde önemli bir başarı elde ederek; parlamentodaki 84 sandalyenin 35’ini ve çok sayıda belediye kazanmıştı. Yedi milyon nüfuslu El Salvador başkanlık sistemiyle idare ediliyor ve Funes yeni hükümeti kendisi atayacak. Yeni yönetimin en önemli gündem maddesinin ekonomik krizle ve tırmanışa geçen suç olaylarıyla mücadele olacağı açıklanıyor. FMLN'nin seçim zaferinin ardından uzun yıllar sağın mutlak hakimiyeti altında olan Orta Amerika'da Nikaragua ve Guatemala'nın ardından üçüncü bir kendini sol olarak tanımlayan hükümet iktidara gelmiş olacak. Orta Amerika devrimlerinin 1990-1991 dönemindeki yenilgisinin ardından, FMLN ve FSLN/ Sandinistlerin içinde yer aldığı bu hareketler antiemperyalist devrimler çağının kapandığını ilan ederek düzen içi bir pozisyona geri adım atmışlardı. Seçim zaferinin bu genel pozisyonda yaptığı bir değişiklik yok. Ancak yine de halkoyu bazında kendini sol olarak tanımlayan bir başkan adayının El Salvador tarihinde ilk kez % 50’nin üzerinde oy alarak başkan seçilmesi önemli bir gelişme ve ezilenlerin gerçekten de değişim umudu içinde olduğunun, emekçi kitleler bazında bir sola kayışın görüldüğünün ifadesi. Bu anlamda El Salvador’daki gelişme Latin Amerika’da yaşanan genel sola kayış dalgasının yeni bir halkası. Yeni hükümetin değişim umudu bağlamında halka vereceği esas olarak hayal kırıklığı olacaktır. Devrimci solun, komünist güçlerin bu hayal kırıklığını devrim mücadelesinin bir dayanak noktası olarak kullanıp kullanamayacaklarını, ne ölçüde kullanabileceklerini önümüzdeki süreç gösterecek. 18 Mart 2009 √


yeni kadın dünyası

Kadınlar kapitalizme ve erkek egemenliğine karşı alanlardaydı

İstanbul “Biz kadınlar erkek egemenliğine ve kapitalizme karşı direniyoruz!” İstanbul Kadın Platformu bu yıl 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla örgütlediği mitingde bu sloganı öne çıkardı. Kadın Platformu bu yılki 8 Mart çalışmalarına haftalar öncesinden başladı. Birçok kurumun kadın temsilcilerinin ortaklaşa örgütlediği mitinge, YDİ Çağrı gazetesinden kadınlar olarak her sene olduğu gibi bu sene de platform bileşenleri arasında yer aldık. Platformda sadece kadın kurumları ya da parti ve dergi çevrelerinden kadınlar değil, KESK, DİSK, Petrol-İş gibi sendikaların da yer aldığı, birlikte örgütledikleri bir miting gerçekleştirildi. Miting öncesi yapılan duyuru ve basın açıklamalarının yanı sıra İstanbul’un değişik semtlerine kadınları mitinge çağıran büyük pankartlar asıldı. İstanbul Kadın Platformu’nun örgütlediği ve sadece kadınların katıldığı mitinge bu sene geçen senelere göre katılım daha fazla idi. Yaklaşık 20 bin kadın biraraya gelerek taleplerini coşkulu bir şekilde haykırdı. Bu sene katılımın daha fazla olmasında kuşkusuz 8 Mart’ın Pazar gününe denk gelmesi rol oynadı. Platform bileşenleri sabahın erken saatlerinden itibaren Kadıköy Tepe Nautilius önünde toplanmaya başladı. Saat 12.30’da yürüyüşe geçildi. Yürüyüşe kendi pankart ve dövizleri ile katılan kadınlar hep birlikte haykırdıkları sloganlarla kadına yönelik her türlü baskı ve ayrımcılığı protesto ettiler. Binlerce kadının rengarenk görüntüleri ve coşkuları görülmeye değerdi. Yaklaşık bir saat süren yürüyüşün ardından saat 13.30 civarında, miting alanına yerleşilmeye başlanmasıyla birlikte miting programına geçildi. Platform adına hazırlanan ve Türkçe ve Kürtçe sunulan ortak metinde şunlar öne çıkarıldı: İlk olarak 8 Mart’ın ortaya çıkışındaki tarihsel koşullara kısaca deği-

8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde İzmir’de üç ayrı eylem yapıldı. 1.Eylem KESK, SDP, EMEP, ÖDP, Bağımsız Kadın İnisiyatifi ve Emekçi Kadınlar Derneği’nin de aralarında bulunduğu İzmir Kadın Platformu, Bornova’da 8 Mart kadın mitingi düzenledi. Bornova Stadyumu önünde bir araya

yaşamını yitirenlerin anısına yapılan saygı duruşuyla başladı. Mitingi örgütleyen kurumlar adına basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında, farklı renklerden, dillerden, kültürlerden kadınların alanları doldurduğu, kadınların cinsel ve sınıfsal olarak ezildiği, son dönemde yaşanan kadın cinayetlerinden örnekler verilerek, Kürt kadınlarının da ulusal olarak üçüncü kez ezildiği anlatıldı. Tüm kadınların farklılıklarıyla birlikte, tüm yürekleriyle barış ve kardeşlik istediği, yaşanan ekonomik krizin en çok kadınları vurduğu, kriz bahanesiyle, önce kadınların işten atıldığı ve düşük ücretlerde iş güvencesiz çalıştırılmaya zorlandığı vurgulandı. 2.Eylem İzmir Kadın Platformu içerisinde yer alan DTP’li kadınlar, 8 Mart’ta ayrı eylem yaptı. Basmane’de bulunan DTP il binasının önünde bir araya gelen yüzlerce Kürt kadını, "Kadınız, kimsenin namusu değiliz, namusumuz özgürlüğümüzdür" pankartı açarak, Konak Eski Sümerbank önüne yürüdü. Yürüyüş sırasında, ''Namusumuz özgürlüğümüdür'!, Kimliğimiz namusumuzdur!, Jin, jiyan, azadi!, Katil Erdoğan!" sloganları atıldı. Polis ablukası altında, yoğun yağmur ve soğuğa rağmen, Kürt kadınları ulusal kıyafetleriyle oldukça coşkuluydular. Konak Eski Sümerbank önünde DTP Kadın Meclisi adına açıklama yapan Derya Kandemir, “8 Mart'ın kadının baskı ve sömürüye karşı yürüttüğü özgürlük ve eşitlik mücadelesinde önemli bir tarih olduğunu, Clara Zetkin'in yaktığı kıvılcımın bugün Kürt kadınları tarafından bü-

gelen kadınlar, sağanak yağış altında pankart ve bayraklarıyla Bornova Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Kadınlar yürüyüş boyunca,“Kadına yönelik şiddete hayır!, Yaşasın kadın dayanışması!, Jin jiyan azadi!, Ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye son!, vb. ” sloganlarını attı. Bornova Cumhuriyet Meydanı’nda yapılan miting, kadın mücadelesinde

yütüldüğünü” söyledi. “Kadına yönelik şiddetin her geçen gün arttığını ve siyasi iktidarların bunu önlemek için gerekenleri yapmadığını” belirten Kandemir, “kadınların özgürleşmesinin bizzat kadınlar tarafından yürütülecek mücadeleyle mümkün olduğunu” söyledi. Kandemir, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün kadınlara yönelik şiddeti artıran başka bir

nildikten sonra 8 Mart’ın bir an önce ücretli izin günü ve resmi tatil günü olarak kabul edilmesi talep edildi. Kadınlara yönelik şiddetin, taciz ve tecavüzlerin devam etmesine örnek olarak Pippa Bacca ve Üzmez olayları örnek gösterildi. Taciz ve tecavüz devam ederken bunu yapanlara karşı devletin kurumlarının hoşgörüyle yaklaştığı vurgulandı. Yoksulluğun artması ile birlikte kadınlara yönelik aile içi şiddetin de arttığı dile getirilerek kadınların seks işçiliğine itildiği, Türkiye’nin kadın ticareti

İzmir

unsur olduğunu belirterek, AKP’nin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu eleştirdi. 3.Eylem Gümrük'te bulunan Telekom binası önünde toplanan; Partizan, Alınteri, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Mü c a d e l e B i r l i ğ i Pl a t fo r mu , Demokratik Kadın Hareketi, Halk Cepheli Kadınlar, Kaldıraç ve eyleme destek veren Köz vs. Konak Eski Sümerbank'a yürüdü. Burada eylemi örgütleyen kurumlar adına ortak bildiri okundu. Eylem boyunca, “Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!, Kadın-erkek elele örgütlü mücadeleye!, 8 Mart kızıldır kızıl kalacak!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Devrimci tutsaklar onurumuzdur!, vb. sloganları atıldı. Eski Sümerbank önünde gerçekleştirilen etkinlikte, çeşitli şiirler okundu. Oyunlar oynandı. Türkü ve marşlar söylendi. YDİ Çağrı/İzmir √

Bursa 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Bursa’da dört ayrı platform ve gurup tarafından farklı yerlerde yürüyüş ve mitinglerle kutlandı. Bursa Kadın Platformu’nun düzenlemiş olduğu miting Stadyum Altıparmak Heykel kordonu üzerinde yürüyüş ile başladı. Eyleme 350-400 kişilik bir kadın katılımı sağlandı. Polisin yoğun müdahalesine rağmen, kadınlar canlı bir şekilde sloganlar atarak yürüyüşe devam ettiler. Heykeldeki mitingde ise 29 Aralık 2005’te Bursa Özay Tekstil’de yanarak hayatlarını kaybeden kadınlar için bir dakikalık saygı duruşunun ardından basın açıklamasında şunlara dikkat çekildi: “Krizin yarattığı işsizliğe, yıkıma boyun eğmemek için alanlardayız. Yoksulluğu kaderimiz olmaktan çıkarmak için alanlardayız. Mahallemizi, kentimizi yönetmek için alanlardayız. Duvarlar arasında esir olmamak için alanlardayız. Savaşlara karşı her dilden barış türküleriyle alanlardayız.” gibi temel sorunlar ve reform talepleriyle iç içe savunuluyordu. Sanki bu düzende haksız savaşların son bulması ya da bu düzende ırkçılığın son bulması mümkünmüş gibi. Bu ve bunun gibi bir sürü reform talepleriyle beraber devrim talepleri de bu düzende mümkünmüş gibi savunulmaktadır. Mitingde şu sloganlar öne çıktı: “Kadınlar artık susmayacak!, Krizin bedeli patronlara!, Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olursa!, Her gün 8 Mart, her gün mücadele!, Gelsin baba, gelsin koca, gelin jop

15


gündem inadına isyan inadına özgürlük!, Bıji yekitiya jinan!” Kadın platformu’nda KESK, Eğtim-Sen, Halkevleri, Batis ve ÖDP ve DDTP yer alıyordu. Miting şarkılar ve halaylar eşliğinde son buldu.

Mersin Bu yıl 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü Mersin’de Kadın Platformu tarafından kutlandı. Aynı gün Başbakan Erdoğan’ın da Mersin’de miting yapmasından dolayı, sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Bu nedenle polis kadınları abluka altına almıştı. Metropol önünde bir araya gelen yaklaşık bin kadın polisle yapılan pazarlığın ardından Hastane Caddesi ve İstiklal caddesinden geçerek Taş Binaya doğru yürüdü. Yürüyüşte Kürt kadınlar ağırlıktaydı. Yürüyüş salt kadın katılımlıydı. “Kimsenin namusu olmayacağız” sloganı en sık atılan slogandı. Adana 8 Mart Pazar günü Adana’da biri sadece kadın katılımlı diğeri karma katımlı iki ayrı miting düzenlendi. İçerisinde bulunduğumuz kadın katılımlı miting saat 12:00’da Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu önünde başladı. Eyleme TMMOB, KESK, Tabipler Odası,

İHD, Sosyalist Parti, Kadın Emeği, Sosyalist Feminist Kolektif, Dip Girişimi, ESP, EMEP, SDP, DÖKH katıldı. Yürüyüş boyunca; ‘Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son’, ‘Kadın erkek elele özgürleşmeye’,’Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz’, ‘Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Mücadelemiz’ vb. sloganlar atıldı. ‘Kadınlar Yürüyor Mücadele Büyüyor’ ortak pankartının ardında yürüyen yaklaşık 1500 kadın sloganlarla Uğur Mumcu Meydanı’na ulaştı. Miting alanına ulaşan kadınlar Türkçe ve Kürtçe selamlandı. Özgürlük mücadelesinde hayatını kaybedenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından basın metnini tertip komitesi başkanı Sevil

Aracı okudu. Kadına yönelik şiddetin kaynağının, kadın bedenlerinin üzerindeki söz ve “kullanım” hakkını erkeklere veren, devlet tarafından beslenen erkek egemen kültür olduğunu ifade eden Aracı, namus cinayetlerin can yakmaya devam ettiğini, yapılan kanun değişikliklerine rağmen, erkek egemen zihniyetle yapılan yargılamalarda hala namus cinayetlerine ceza indirimi uygulandığını belirtti. Öncesinde özelleştirmeler ve sosyal sigortalar kanununda yapılan değişikliklerin en çok kadınları vurduğunu, şimdi de krizin yükünün en çok kadınlara düştüğünü belirten Aracı, bugün görünmeyen emeklerine sahip çıkmak için, merkezi çamaşırhane, yemek-

hane ve bakım evleriyle ev içi emeğin toplumsallaştırılması için, krizin faturasını ödemek istemedikleri için, politikaya, karar mekanizmalarına daha etkin katılımın yasal zemininin hazırlanılmasını istedikleri için, yıllardır barışçıl, adil ve siyasi çözüm talep eden Kürt kadınlarının taleplerini haykırmak için alanlarda olduklarını ifade etti. Özellikle DTP’li kadınların yoğun katıldığı mitingde, Kürt kadınlarının Öcalan lehine attığı sloganlar için kürsüden sürekli uyarıda bulunuldu. Bizler mitinge dövizlerimizle katıldık. Miting öncesi ve esnasında, çıkarttığımız bildirileri dağıttık. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı miting, sanatçı Şilan'ın Kürtçe söylediği şarkılarla ve halk oyunları ekibinin gösterisi ile olaysız son buldu. Adana’da 8 Mart etkinliği 7 Mart Cumartesi günü, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla kadın grubu olarak bir film gösterimi yaptık. 8 Mart’a dair kısa bir konuşmanın ardından Rosa Luxemburg’un hayatını anlatan ‘Rosa’ filmi izlendi. Etkinlik müzik dinletisiyle son buldu. Etkinlik sonrasında hazırladığımız yiyecekler kadınlara sunuldu. √

Savaş Suçları Mahke mesi'nin tarihi kararı

U

16

luslararası Savaş Suçları Mahkemesi “tarihi” bir karar aldı. Mahkemenin tarihinde ilk kez şu an görevde olan bir Cumhurbaşkanı hakkında “savaş suçlusu”, “savaşta insanlık suçu işlenmesi sorumluluğu” suçlamaları ile tutuklama kararı çıkarıldı. Şimdi aslında bu mahkemeyi tanıyan tüm ülkelerin, teorik olarak da aslında BM üyesi olan tüm ülkelerin bu kararı uygulama yükümlülüğü var. Hakkında karar çıkarılan kişi Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir. Lahey'de -Den Haag- faaliyet gösteren mahkemece, batılı emperyalistlerin beklentileri doğrultusunda El Beşir hakkında çıkartılan tutuklama emri, BM tarafından 300 bin insanın öldürüldüğü tahmin edilen Darfur'da işlenen "savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar" gerekçesine dayandırıldı. Mahkeme'nin Sözcüsü Laurence Blairon da, Darfur'daki şiddetin Sudan yönetimince en üst düzeyde düzenlenen bir planın sonucu olduğunu söyledi. Sudan’da Darfur bölgesinde bir savaşın yürüdüğü, bu savaşta hem hükümet güçlerinin, hem de bir nevi korucu örgütü olan “Cancavit”lerin savaş suçu işledikleri, “insanlığa karşı suç” kapsamında cürümler işledikleri olgu. Bu olgu olduğu kadar,

El Beşir yönetiminin, bu yönetim Çin ile iyi ilişkiler geliştirene kadar batılı emperyalistlerle gayet iyi geçindiği, evet onlar tarafından desteklendiği de olgu. Bu olgu olduğu kadar Darfur bölgesindeki savaştan bir dizi emperyalist gücün çıkar sağladığı; orda yürüyen savaşın aslında emperyalistler arası egemenlik dalaşlarının bir parçası, bir “temsilciler savaşı” olduğu da olgu. Uluslararası hukuk adına hareket ettiğini söyleyen “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” gerçekte, batılı emperyalistlerin hegemonya dalaşlarında hukuki aracı. Alınan karar “teknik olarak” doğru bir karar. Evet işlenenin savaş suçu olduğu tespiti doğru. Doğru da yargılayan ve kararı alan kim? Bunlara o yetkiyi kim veriyor? Yargılanan, yargılamanın ardındaki güçler göze alındığında “küçük haydut!”. Yargılayıp kararı alan kurum, “büyük haydutların” bir kurumu. Büyük haydutların derdi adalet değil. Kontrollerinde olmayanları cezalandırmak, diğerlerine gözdağı vermek. Eğer sorun gerçekten adalet ise önce en büyük lerinden başlanmalı. Örneğin ABD Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’ta savaş ve insanlığa karşı suçlar dolayısı ile yargılanmalı. O zamanın bütün sorumluları

cezalandırılmalı. A BD, İ ng i ltere I r a k ’t a , Afganistan’da savaş ve insanlığa karşı suçları nedeniyle yargılanmalı, cezalandırılmalı. Bu savaşların parçası olan, destek veren bütün güçler yargılanmalı. Rusya Afganistan’daki savaş suçları, Çeçenistan’daki savaş suçları, “insanlığa karşı cürümleri” nedeniyle yargılanmalı vs. vs. O zaman başkalarına sıra geldiğinde böyle bir mahkemenin gerçekten adaletin peşinde koştuğunu söylemek mümkün olur. Emperyalist büyük güçlerle karşılaştırıldığında oldukça zayıf olan bir gücün, dünyada oldukça tecrit olmuş bir başkanını mahkum etmek kolaydır. Ve böyle bir mahkumiyet, aslında büyüklerin küçüklere göz dağı vermesinden başka bir şey değildir. Bu kararın Sudan açısından oynayacağı rol ise Sudan’da ve Darfur’da şiddeti önlemek değil, tersine daha da yükseltmek olacaktır. Düşmanlıklar daha da körüklenecek, halkların birbirine karşı kışkırtılması daha da artacaktır. Kararın Afrika Birliği üyelerinin son toplantılarında aldığı kararı hiçe saydığı da dikkate alındığında, aslında bu karar siyah Afrika’ya karşı, sömürgeci beyaz dünyanın yeni bir küstahlığı anlamını da taşımaktadır.

AKP Hükümeti El Beşir'in tutuklanmasının Sudan'daki istikrarsızlığı artıracağı gerekçesiyle kararın en az 1 yıl süreyle ertelenmesinden yanadır. El Beşir bilindiği gibi geçen yıl 6 ay arayla Türkiye'yi iki kez ziyaret etmiş, resmi törenle karşılanıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşmüştü. El Beşir'in Darfur'da insanlığa karşı suç ve savaş suçu işlemekle suçlandığı bir dönemde, o en üst düzeyde Ankara'da ağırlanmıştı. Bu El Beşir’e açık bir destek anlamına geliyordu. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin verdiği tutuklama kararının ardından da Türkiye’nin El Beşir’e desteği sürdürüyor. BM Güvenlik Konseyi üyesi olan Türkiye, tutuklama kararının ertelenmesi için girişimlerde bulunuyor.. Rusya, Çin, Afrika Devletleri Birliği örgütü de bundan yana. A K P hü k ü met i açısı nda n Gazze’deki katliama -haklı olaraktepki koyarken, şimdi Darfur’daki katliama “sessizlik” ve hatta destek anlamına gelen bu tavrın açıklanması zorluğu vardır. Fa k at bu z orlu k d a a ş ı l ı r! İk iy üzlülük, sahtekarlık bütün bu r juva siyasetçi leri ni n temel özelliğidir. 8 Mart 09 √


panorama

PANOR AM A

Katliamlara son, Tamil ulusuna özgürlük! - SRİ LANKA -

S

ri Lanka’da devlet başkanı Mahinda Rajapakse yönetimindeki egemenler, özellikle son aylarda, ulusal baskıya karşı mücadele yürüten Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) örgütüne karşı saldırılarını iyice yoğunlaştırmış durumda. 22 Şubat 2002 tarihinde yapılan ateşkes anlaşmasının devlet tarafından 16 Ocak 2008 tarihinde resmen yürürlükte kaldırılmasından sonraki süreçte, savaş, sürekli biçimde yürütüldü. LTTE bir bakıma zorunlu olarak yeniden silahlı çatışmalara başladı. Ateşkes anlaşmasına rağmen silahlar elde tutulduğundan, yeniden silahlı çatışmalara başlamada zorluk çekmediler. Fakat, 2002 yılından 2008 yılına kadarki süreçte yaşanan kimi gelişmeler sonucu LTTE belli ölçülerde zayıflamış, egemenler ise, özellikle ordunun modernleştirilmesi, teknik araçların elde edilmesi vb. nedenlerle LTTE’ye karşı daha güçlü bir konuma gelmişlerdi. 19 Kasım 2005 tarihinde seçimi kazanıp başkanlık koltuğuna oturan Mahinda Rajapakse, seçim propagandasında açıkça Tamil’lere verilecek bir özerklik temelindeki federal yapılanmaya karşı olduğunu; LTTE’ye karşı sorunu siyasi temelde değil askeri olarak çözeceğini savunuyordu. Rajapakse başkanlık görevine başlar başlamaz da buna uygun davrandı. Barış görüşmeleri tümden çıkmaza girdi. LTTE’yi zayıf latan gelişmelerden biri 2004 yılında yaşandı. Sri Lanka’nın doğusunda LTTE kontrolünde olan bölge, özellikle LTTE’nin önemli yöneticileri arasında sayılan “Albay Karuna”nın devletle işbirliği temelindeki ihanetiyle yeniden devletin kontrolüne geçti. Böylece LTTE hem 2000 civarında gerillasını hem de önemli bir komutanı kaybetmişti. Bundan da önemlisi Karuna’nın LTTE hakkındaki bilgilerinin devletin hizmetine sunulmasıydı.

Genelde emperyalistlerin Sri Lanka egemenlerine verdiği destekle, özellikle askeri araç-gereç desteğiyle LTTE’nin önemli yöneticilerini katletmeye yönelik çabalar da yoğunlaştırıldı. Örneğin 2 Kasım 2007 tarihinde LTTE’nin “ikinci adamı” olarak gösterilen ve barış görüşmelerinde LTTE’yi temsil eden S. P. Thamilselvan, gerçekleştirilen bir bombardımanla katledildi. Ateşkes anlaşmasına uymaya çalışan LTTE’nin hareketliliği bu süreçte esasta savunma ya da misilleme eylemleriyle sınırlandığından kitleleri etkileme dinamizmi azalmış; devletle anlaşma temelinde sorunun çözümünün mümkün olabileceği yönlü reformist yaklaşım kitlelere empoze edildiğinden de ideolojik olarak ham hayallerin tohumu ekilmişti. Sri Lanka egemenleri bu süreçte hem ateşkes anlaşmasına uymuyordu, hem de topyekün saldırı için hazırlıklarını sürdürüyordu. 2002 yılı Şubat ayından beri ateşkes anlaşmasına uyan ve barış görüşmeleri yürüten LTTE başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB tarafından da terörist ilan ediliyordu. Bu saldırılara mali desteğin ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar da ekleniyor, LTTE’ye destek verdiği iddia edilenlerin bankalardaki hesapları donduruluyordu. Japonya, Çin, Rusya gibi emperyalist ülkeler de Sri Lanka egemenleriyle işbirliği içinde LTTE’ye karşı cephede yer alıyordu. Özellik le Çin, Sri Lanka’nın ordusunun modernleştirmesinde önemli rol oynamıştır. Hindistan ve Pakistan da değişik biçimlerde rollerini yerine getirmektedirler. Genelde emper ya list lerin Sri Lanka egemenlerine verdiği destekle, özellikle askeri araç-gereç desteğiyle LTTE’nin önemli yöneticilerini katletmeye yönelik çabalar da yoğunlaştırıldı. Örneğin 2 Kasım 2007

tarihinde LTTE’nin “ikinci adamı” olarak gösterilen ve barış görüşmelerinde LTTE’yi temsil eden S. P. Thamilselvan, gerçekleştirilen bir bombardımanla katledildi. Kısacası, 16 Ocak 2008 tarihinde devletin resmen ateşkese son verdiği koşullarda LTTE, 2002 yılında yapılan ateşkes anlaşması dönemine göre epey zayıflamış, devlet ise güçlenmişti. Bu durumun bilincinde olan Rajapakse, 2008 yılı yaz aylarına kadar LTTE’nin önde gelen yöneticilerini elimine etme ve LTTE’yi yenme hedefini ilan etti. 2008 yaz aylarına kadar LTTE’yi yenemediler, ama sürekli biçimde yürüyen savaşta ve özellikle devlet güçlerinin gerilla taktiğini de uygulamasıyla LTTE’ye önemli ölçüde zaiyat verdiler. 2008 yılı Ocak ayından beri LTTE esas olarak savunma ve geri çekilme durumundadır. 2008 yılı sonlarına gelindiğinde birçok alan LTTE’nin denetiminden, devlet güçlerinin denetimine geçmişti. 2008 Temmuz ayı ortalarında, 21 sene kontrolünde tuttuğu ve aynı zamanda deniz yoluyla gerekli malzemeleri temin ettiği, “Deniz Kaplanları”nın üssü olarak kabul edildiği Vidattaltivu’nun devlet güçlerinin eline geçmesi, LTTE’nin yenilgiye doğru gittiği yönlü yorumların yapılmasına temel yarattı. Gidişat somut olarak LTTE’nin kontrolünde tuttuğu alanların giderek daralması

yönündeydi. LTTE saldırılar karşısında geri çekildikçe devlet güçleri daha da azıyor ve 2009 yılının başından beri de yoğunlaştırılmış bir savaş sürdürüyor. S AVA Ş TA N K İ M İ GÖRÜNTÜLER… 2008 yılı Aralık ayındaki yoğun çatışmalar, 2009 yılı Ocak ayına girildiğinde LTTE’nin merkezlerinden biri olan Kilinochchi’nin devlet güçlerinin eline geçmesine yol açtı. 2009 yılına böylesi bir giriş Rajapakse’nin “LTTE’ye son kez silahları bırakıp teslim olmaya çağırıyorum” yönlü çağrısının da ortamını oluşturuyordu. Savaşın temel görüntüleri kuşkusuz ki tanklarla, toplarla, savaş uçaklarıyla yapılan bombardımanlar, yakıp yıkmalar, binlerce insanı katletme ve onbinlerce insanı yaralama, yüzbinlercesini de yerinden-yurdundan edip canını kurtarabilme kaygısıyla yollara düşürmek; devlet güçlerince kurulan bir nevi toplama kamplarında sorguya çekilmek ve dolaşma özgürlüğü bile kısıtlanarak açık cezaevinde tutulmak vb. durumlardır. Devlet güçlerinin saldırılarındaki sınırsızlık ve barbarlık, birçok insanı Sri Lanka’da soykırım yaşandığı yönlü değerlendirmeler yapmasına yol açıyor. LTTE güçlerinin geri çekildiği alanlarda yaşayan “sivil” insan sayısı değişik kaynaklarca farklı verilmektedir. Fakat sayıları ne kadar olursa olsun –70 bin mi 200 bin mi değişmez– devlet açıkça bu insanların yaşayabilmeleri için gerekli temel ihtiyaçlarını edinmelerini engellemektedir. Çoğunun başını altına sokacak bir barakası bile yok. Yiyeceği yemek, içeceği suyu yok. Yaralananlara tıbbi müdahale edebilecek hastahanesi, ya da doktoru veya ilacı yok. Ve bu durum devlet tarafından, sözkonusu kitlelerin kötü durumunun LTTE güçlerinin moralini bozmasını, umutsuzluğa sürmesini ve sonuçta teslim olmasını sağlamak amacıyla bilinçli olarak teşvik edilmektedir.

17


panorama

18

Buna rağmen büy ü k bir sahtekârlıkla –hem de tüm uluslararası destekleyicileriyle birlikte koro halinde– LTTE’nin sivilleri zorla sözkonusu bölgede tuttuğu yönlü propaganda yapılmaktadır. BM’den başlayarak tüm emperyalist kurum ve kuruluşlar başta olmak üzere emperyalistler de Sri Lanka yönetimi gibi, sanki savaş sadece LTTE’nin silahlı güçlerine karşı yürütülüyormuş havasını pompalamaktadırlar. Bunun bir aracı olarak da “sivilleri koruma, kurtarma” çığırtkanlığı yapmaktadırlar. Gerçekte de ne büyük sahtekârlık! Bombardıman eden, top ve roket atışlarıyla saldıran devletin kolluk güçleri, sözkonusu bölgeyi tümüyle abluka altına alan ve evet binlerce sivil insanı katleden, onbinlercesini yaralayan ve yüzbinlercesini de yollara düşüren devletin kolluk güçleridir. Ama hepsi de bu gerçeğe rağmen LTTE’ye yükleniyor, onları suçluyorlar. Sanki Rajapakse yönetiminin elini güçlendiren, LTTE’ye saldırıyı destekleyen kendileri değilmiş gibi, “sivil” halkın canını kurtarmak için “tarafların ateşkes” yapmasını dilemektedirler. Bu sahtekârlıkla hem gerçek suçlu ve sorumlunun Sri Lanka devleti olduğunun üzerini örtmek, hem de Sri Lanka’daki Tamil milletinin mücadelesinin, Tamillere yönelik ulusal baskının, zulmün ürünü olduğunu gizlemek istiyorlar. Anda LTTE güçlerine karşı yürütülen savaş gerçekte Tamil milletine karşı yürütülmektedir. Bu gerçeğin üzeri örtülmeye çalışılırken, aynı zamanda, sanki LTTE güçleri olmasa Sri Lanka’da ezen ve ezilen milletler olmayacakmış gibi de propaganda yapılmaktadır. Hepsi de aynı sahtekârlığın ortaklarıdır. Bu sahtekârlık ateşkes bağlamında da sürdürülmektedir. 2002 yılında yapılan ateşkes anlaşmasına uymayan taraf devlet yönetimi olmuştur, LTTE esas olarak –zorunlu hallerde kendini savunma ve kimi misilleme eylemleri dışında– ateşkese uymuştur. Ateşkesi 16 Ocak 2008 tarihinde resmen bitiren Başkan Rajapakse şahsında devlet olmuştur. Bir seneden fazla bir süredir sürekli yürütülen savaş yine devletin işidir. LTTE bu dönemde de ateşkese ve görüşmelere hazır olduğunu bir çok kez açıklamıştır. En son olarak BM’ye, uluslararası güçlere yönelik yazılan 22 Şubat 2009 tarihli mektupta da LTTE ateşkese ve görüşmelere hazır olduğunu, sorunun barışçıl olarak çözülmesinden yana olduğunu ilan etmiştir. Ateşkesi reddedenin Rajapakse ve devlet şürekası olduğu açıktır, hem de kendilerine yönelik talepleri açıkça geri çevirerek. Bunun da açıklaması açıktır: “LTTE’nin kendisini toparlamasına izin vermeyeceğiz. Onları yok edene, ya da onları tümüyle teslim alana kadar savaşı sürdüreceğiz” biçiminde hedeflerini ilan etmişlerdir. Sözkonusu emperyalist kurum ve

kuruluşlar ve kimi emperyalist güçlerin “hümanist” görünen, güya sivil halkı düşünen çağrıları da, esasta Rajapakse yönetimine “siz LTTE’yi elimine edin ama, bu sorunun kaynağı olan Tamil’ler üzerindeki baskıları da azaltın ve sorunu kimi özerklik haklarını vererek çözün” demektir. Yani LTTE’nin yok edilmesine yönelik çabaları bunlar da desteklemektedir. “Terörizme karşı mücadele” adına önde gelen tüm emperyalistler –ABD, AB (AB, AB içindeki tek tek emperyalistler olarak değil, blok olarak işin içinde), Rusya, Çin, Japonya– LTTE’ye karşı Sri Lanka yönetimini destekleme durumundadır. Kısaca aktardığımız bu görüntüler arasında ortaya çıkan bir soru LTTE’nin durumunun ne olacağıdır. Açık olan şey, LTTE’nin önemli darbeler aldığıdır ve zayıfladığıdır. Fakat egemenlerin LTTE’yi tümden teslim alma hedefine varmaları kısa sürede gerçekleşecek bir şey olarak görülmemektedir. Kimi devlet ve ordu yetkilileri bile LTTE’nin az sayıdaki gerilla gücüyle de daha onlarca yıl varlığını ve mücadeleyi sürdürebileceği tahmininde bulunmaktadır. Rajapakse Nisan ayına kadar LTTE’yi bitirme hedefini açıklamış durumda. Peki ama LTTE bitirilse de Tamil milletinin ulusal baskıya karşı mücadelesi bitecek mi? Bu soruya verilecek cevap, ulusal baskının, zulmün olduğu yerde, buna karşı mücadelenin de var olacağıdır. LTTE olmasa da, ya da böylesi bir

mücadaleye önderlik edecek bir örgütün ortaya çıkması yılları alsa da, LTTE’nin bitirilmesiyle, mücadele bitirilemeyecektir. Bunun içindir ki emperyalistler LTTE’yi ortadan kaldırmaya paralel Tamillere kimi hakların tanınması gerektiğini tavsiye etmektedirler. Nedeni ortadan kaldırmadıkça, sonucun ortadan kaldırılamayacağının bilincindedirler. İyi de kapitalizm şartlarında ulusal baskının kaynağı ortadan kaldırılabilir mi? Tüm deneyimler buna hayır cevabını vermektedir. Kapitalizm şartlarında kimi iyileştirmeler, biçim değiştirmeler mümkündür. Fakat ulusal baskının kaynağını kurutmak, ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunu gerçekleştirmek için kapitalizme son vermek tek doğru ve garantili yoldur. LTTE’nin devletle görüşmeler temelinde sorunu çözmeye çalışması, çözümü sistem içinde araması, aynı zamanda bugün içine düştüğü durumun da kaynağıdır. Reformizmin sonucu sadece devletle uzlaşmayla bitmiyor, böylesine yok edilmekle de karşı karşıya kalınıyor. Buna rağmen Sri Lanka egemenlerinin LTTE somutunda Tamil milletine karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmak, katliamları lanetlemek ve Tamil milletinin özgürlüğünü haykırmak her demokratın, devrimcinin, komünistin görevidir. Katliamlara son! Tamil ulusuna özgürlük! 25 Mart 2009 √

Seçimlerin galibi kim? - İSRAİL Oslo Anlaşması ya da daha sonraki süreçte “Yol Haritası” vb. anlaşmaların yüzlerce kilometrelik duvarın ve dozerlerin altına gömüldüğü ve çoktan ilan edilmesi gereken Filistin devletinin kuruluşunun güme götürüldüğü koşullarda, “mini” Filistin devletinden yana olmak ile bunu reddetmek, sorunun taraflar arasındaki çözümü için önemli bir farklılıktır.

İ

srail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, katledilen, sakatlanan ve yaralanan yüzlerce, binlerce insa-

nın acısı üzerine tartışmalar, İsrail’in bu saldırılarda savaş suçu işlediği vb. gerçekler, kısa sürede seçimlerin göl-

gesinde kaldı. İsrail’de gerçekte savaş ile seçimler yol arkadaşı olmuş durumda. Hangi parti Filistin Arap ulusuna karşı daha fazla saldırgan ve şoven tavır takınıyorsa, seçmenlerden aldığı kredi de o kadar yüksek oluyor. Bu, ister Kadima olsun ister İşçi Partisi, isterse de Likud Partisi olsun özde değişmiyor. Bu partilerin aralarındaki esas farklılık hangi partinin “mini” Filistin devletine karşı olduğu, hangisinin “iki devletli” çözümden, bu anlamda bir “mini” Filistin devletinden yana olduğudur. Kuşkusuz ki bu farklılık sorunun gerçek çözümüne yaklaşım açısından özde bir şey değiştirmese de; İsrail’in işgal ettiği topraklardan tümüyle çekilmeyi ve Filistin Arap milletiyle en azından iyi bir komşuluk temelinde yanyana, eşit haklara sahip biçimde yaşamayı içermese de, yine de önemli bir farklılıktır. Oslo Anlaşması ya da daha sonraki süreçte “Yol Haritası” vb. anlaşmaların yüzlerce kilometrelik duvarın ve dozerlerin altına gömüldüğü ve çoktan ilan edilmesi gereken Filistin devletinin kuruluşunun güme götürüldüğü koşullarda, “mini” Filistin devletinden yana olmak ile bunu reddetmek, sorunun taraflar arasındaki çözümü için önemli bir farklılıktır. Başka kelimelerle ifade edilirse, iki devletli çözümden yana olmak, sorunun çözümüne giden yolda, bu konuda adımlar atılmasının sadece başlangıcıdır. Son dönemde İsrail’de giderek güç kazanan kesim ise, bu başlangıca bile karşı olan, ne olursa olsun herhangi bir Filistin devletine karşı olan kesimdir. Çok az sayıdaki insanı, grubu bir kenara bırakırsak iki devletli çözüm isteyenler için de izin verilebilecek ve kabul görebilecek bir Filistin devleti, gerçekten özgür bir Filistin devleti değildir. “İki devletli çözüm”den y a na oldu ğ u nu s öy le yen ler i n –Kadima veya İşçi Partisi– yönetimi döneminde de Filistin topraklarını daha fazla işgal etmenin ve Filistin Arap milletine ayrılan coğrafyanın açık hava cezaevine çevrilmesinin bir aracı olan duvarın inşasının sürmesi ve birçok kez durdurulacağı söylenen Yahudi yerleşim alanlarının sayısının çoğaltılması gibi olgulara bakıldığında, İsrail tarafının gerçekte Filistin Arap milletinin üzerinde yaşayabileceği bir Filistin devletinin tüm temellerini yok etmeye çalıştığı tespit edilebilir. Sonuç itibariyle Filistin Arap milletinin özgürlüğü, İsrail’in işgalinden kurtuluşu meselesi, Arap ve Yahudi milletinden işçilerin, emekçilerin özgürce, eşitlik ve kardeşlik temelinde bir arada yaşaması meselesi, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek devrimle, devrimlerle çözülebilecek bir meseledir. Soruna bu temelde yaklaştığımızda İsrail’deki seçimlerin çözüm getirmeyeceği ortadadır. Fakat gidişatın


panorama hangi yönde olduğunu görebilmek için seçimlerde hangi partilerin daha çok oy aldığı önemlidir. Gazze’deki “fosforlu katliam”ın aynı zamanda seçim propagandasının bir parçası olarak ele alındığı bilindiğinde, İsrail’deki seçim propagandasının temelinin savaş kışkırtıcılığı, Hamas somutunda Filistin Arap

ve Olmert’in istifaya zorlanması ile öne alınan erken seçimlerdi. Seçime 33 parti katıldı ve seçmenlerin sayısı 4,8 milyon olarak verildi. Seçime katılım oranı ise %70 civarındaydı. Parlamentoya (Knesset) 12 parti girebildi. Bu, %2’lik barajı aşmayla mümkündü. Türkiye’de barajın %10 olduğu düşünüldüğünde, bunun

milletine karşı saldırganlık yaklaşımı olduğu da rahatlıkla görülebilir. Yani iki devletli çözümden yana olduğunu söyleyenler de –en azından Hamas gibi örgütleri kullanarak– esasta saldırgan bir konumdadır. Netanyahu önderliğindeki Likud Haması yok etme vaadi verirken, İşçi Partisi Filistin topraklarında yeni yerleşim birimleri kurulmasına onay veriyordu. İki devletli çözümden yana olduğunu söyleyen Kadima lideri Livni ise özellikle Gazze’nin Mısır’a sınır bölgesindeki tünellerin bombalanmasını savunuyordu. Sonuç itibariyle bu üç parti, kimi farklılıklara rağmen benzeri propaganda yapıyordu. Açık ırkçı ve evet faşist içerikli propaganda ise Lieberman önderliğindeki “İsrail Evimiz” partisi tarafından yapıldı. Açık sağcı ve evet ırkçı tek parti bu değildi. Bu partinin açık ırkçı, faşist siyaseti, kendisini “sadakat yoksa vatandaşlık da yok” şiarıyla İsrail’deki Arap milletinden insanları sürmenin, etnik temizlik yapmanın açık savunuculuğunu yaptığı seçim propagandasında gösteriyordu. İsrail parlamentosu seçim komisyonunun iki Arap kökenli partinin seçimlere katılmasına izin vermeme yönlü kararı ise sözkonusu kesimler tarafından “Ortaçağa dönüş” olarak yorumlandı. Yüksek Mahkemeye yapılan itiraz sonucu sözkonusu partilerden birine seçime katılma izni çıktı, diğerine ise konulan yasak onaylandı. Lieberman’ın “kimi Arap milletvekillerine Hamas’a davrandığımız gibi davranmalıyız” yönlü tavrına da atıfta bulunularak Lieberman faşist biri olarak değerlendirildi. SEÇİM SONUÇLARI… Seçimlerin kendisi, Olmert’in yolsuzluğa karıştığı yönlü suçlamaların

daha çok katılımı sağlayan bir oran olduğu söylenebilir. Knesset’te toplam 120 milletvekili var. Partilerin durumu ise şöyledir: Kadima %22,47 oran ile 28 sandalye; Likud %21,61 ile 27 sandalye; İsrail Evimiz %11,70 ile 15 sandalye; İşçi Partisi %9,93 ile 13 sandalye; Şas %8,49 ile 11 sandalye elde etti. Diğer 7 partiden biri 5, üçü 4 ve üçü de 3’er sandalye elde ettiler. Arap kökenlilerin toplam milletvekili sayısı 14 olarak veriliyor. Bu duruma göre sağ ve “sol” içinde sayılanlara bakıldığında sandalye sayısındaki durum, 65’i sağcıların, 55’i ise “sol”cuların diye hesaplanıyor. Gerçekte ise sözkonusu edilen “sol” en iyi halde sosyal demokrat “sol”dur. Fakat İşçi Partisi, ya da lideri Ehud Barak’ın bu “sol” kesim içinde ele alındığı bilindiğinde, “sol”a sayılanların bir bölümünün sosyal demokrat bile olmadığı söylenebilir. Seçimlerden esas kazançlı çıkan Likud ve İsrail Evimiz partisidir. Likud sandalye sayısını 12’den 27’ye, İsrail Evimiz ise 11’den 15’e çıkarmıştır. Kadima ise 1 sandalye kaybetmiştir. Bu durumun da sonucu olarak seçimlerde sağa doğru bir kayış olduğu hemen her yorumcunun ortak görüşüdür. Bu sağa kayış aynı zamanda “mini” Filistin devletinin kurulmasının önündeki engellerin çoğaldığının da işaretidir. İsrail içinde ise özellikle Arap kökenlilere karşı (nüfusun %20’si, ya da 1,5 milyon insan) açık faşizan uygulamaların yoğunlaşmasını beraberinde getirme ihtimali olan bir sağa kayıştır. Kadima 28 sandalye ile birinci parti olsa da, Devlet Başkanı Perez 20 Şubat’ta Netanyahu’yu hükümet kurmakla görevlendirdi. Netanyahu’nun koalisyon oluşturma çabaları, İsrail

Evimiz ve Şas’ın koalisyona evet onayı vermelerinden sonra İşçi Partisi’nin de 24 Mart’ta Likud ile koalisyona evet demesiyle sonlandı. Bu yazı yazılırken Netanyahu da kuracağı hükümetin listesini Perez’e sunmaya hazırlanıyordu. Önemli bir pürüz çıkmazsa, dört partili ve 66 sandalyeli bir koalisyon hükümeti kurulacak. Koalisyon konusunda taraflar anlaşsa da, daha hükümet kurulmadan, sözkonusu bu partilerden oluşan (açık ırkçı, faşist İsrail Evimiz’den “sol”cu İşçi Partisi’ne kadar farklı görünenler) bir hükümetin ömrünün ne kadar olacağı üzerine tartışmalar şimdiden başlamış durumdadır. İsrail’deki seçim sonuçları ve kurulmak üzere olan hükümetin bileşimi gözönüne alındığında, Filistin meselesinin çözümü için daha çok çatışmaların yaşanacağı, ezilen, suçsuz insanların daha çok kanının döküleceği tespitini yapmak için kahin olmaya gerek yoktur. Başba kan olaca k Netanya hu, açıkça işgal edilen alanların geri verilmesine, yerleşim alanlarının genişletilmesinin durdurulmasına, bir Filistin devletinin kurulmasına ve

evet barışa karşıdır. Birinci ortağı İsrail Evimiz ise bundan da öte etnik temizlikten yanadır. İsrailli barış hareketi önderlerinden olan Uri Avnery’nin dediği gibi, “askeri bir devlette sosyal adalet mümkün değildir”. Barak’ın Savunma Bakanı (siz savaş bakanı diye okuyun) olarak Gazze’ye yönelik tavrı bilindiğinde, bundan sonraki hükümette görevini sürdürmesi de İşçi Partisi’nin Likud’dan fazla bir farka sahip olmadığının göstergelerindendir. Sonuç olarak İsrail seçimlerinin galibi savaş yanlılarıdır. Ve bunun böyle olacağı seçimlerden önce de açıktı. Açık olmayan hangi partinin birinci sırada yer alacağıydı. Bu ise işin özünü değiştirmiyordu, değiştirmeyecekti. Kurulacak yeni hükümetin normal süresini doldurup doldurmayacağı, Filistin sorununa yaklaşımının nasıl olacağını ise önümüzdeki süreçte göreceğiz. Şimdiden söylenebilecek şey, bu hükümetten herhangi bir çözümün beklenemeyeceğidir. 26 Mart 2009 √

Ateşkes pazarlıkları… - İSRAİL–FİLİSTİN -

İ

srail’in 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı ve savaş, İsrail’in 17 Ocak’ta, Hamas’ın ise 18 Ocak’ta tek yanlı ilan ettikleri ateşkes ile durdu.

öldürülmesi vb. durumlar yaşandı, yaşanıyor da. Buna rağmen ama Mısır’ın arabulucuğuyla iki taraf arasında ateşkes anlaşması konusunda da görüşme-

Bu tarihlerden sonraki süreçte yer yer meydana gelen çatışmalar, ya da İsrail’in havadan saldırıları ve bu saldırılar sonucu kimi Filistinlilerin

ler yapıldı, yapılıyor. Arabuluculuk yapan Mısırlı yetkililerin 8 Şubat’ta basına yansıttığı kimi bilgilere göre, sözkonusu ateşkes anlaşması ko-

19


panorama

20

nusunda taraf lar anlaşmış ve birkaç gün içinde sözkonusu anlaşma imzalanacaktı. Basına yansıyan haberlere göre ateşkes anlaşması, esas olarak Hamas’ın, 2008 Aralık ayında ateşkesin uzatılması için öne sürdüğü koşulların, –özellikle de Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması koşulu– kabul edilmesi temelinde gerçekleşiyordu.

takılan malzeme arasındadır. Demir, alüminyum vb. malzemeler silah üretiminde kullanılabilir diye Gazze’ye bırakılmamaktadır. Ateşkes anlaşması imzalansa, sözkonusu bu abluka kaldırılmış olacaktı. Ama İsrail’in bu ablukayı kaldırmaktan yana olmadığı her seferinde takındığı tavırla ortaya konmaktadır. Sonuçta Mısır’ın arabuluculuğuyla

Sözkonusu bu haberleri okuyanlar, Hamas’ın bu anlaşmayı kabul ettiğini açıkladığı bir durumda, ateşkes anlaşmasının İsrail tarafınca imzalanmasını bekliyordu. Fakat bu beklenti boşa çıktı. Tam anlaşıldığı söylenen anda, İsrail tarafı yeniden 2006 yılında esir alınan İsrailli asker Gilad Şalit’in serbest bırakılmasını anlaşmanın ön şartı olarak dayatıyordu. Bu tavıra karşı Hamas da, Şalit’in serbest bırakılmasının ateşkes anlaşmasından sonra sürdürülecek görüşmelerle çözülmesi gerektiğini savundu. Şalit’in serbest bırakılmasına karşı 1400 civarında (kimi verilere göre 450 civarında) Filistinli tutuklunun serbest bırakılması gerektiği yönlü talep de Hamas’ın öne sürdüğü talepler arasındaydı. Taraflar arasında ateşkes anlaşmasını bugüne kadar engelleyen mesele görünürde Şalit’in serbest bırakılması talebidir. Aslında İsrail’in bu tavrı, gerçekte Hamas ile ateşkes istemediğinin bir işaretidir. Bunun pratik göstergelerinden biri, Gazze’ye uygulanan ablukanın önemli ölçüde sürdürülmesidir. Okul kitapları için kağıdın bile ambargoya kurban gittiği bir durumun yaşanması sözkonusudur. Ya da son Gazze’ye yönelik saldırıda 4000 kadar evin tahrip edildiği, 11.500 kadar evin de zarar gördüğü bir durumda çimento, ya da beton da ambargoya

yapılan ateşkes görüşmeleri şimdiye kadar somut bir sonuca varmamıştır. Netanyahu önderliğindeki koalisyon hükümetinin kurulmasından sonra bu konudaki gelişmelerin hangi yönde olacağı da şimdilik belli değil. Ateşkes sözkonusu olunca aslında sadece İsrail sözkonusu değil. Filistin’in içten ikiye bölünmesinin bir sonucu olarak Hamas ve El Fetih

çağrısı, yankısını buldu. Taraf lar arasında yürütülen görüşmeler sonucunda başta El Fetih ile Hamas olmak üzere 10 kadar Filistinli örgüt daha Şubat ayı sonunda Mısır’da bir araya gelerek Filistin’deki iç bölünmeye son verme konusunda anlaştıklarını açıkladılar. Sözkonusu edilen ve üzerinde anlaşıldığı söylenen dört nokta şöyledir: “ – El Fetih ve Hamas’tan oluşacak ulusal birlik hükümetinin kurulması. – Ku r u m l a r ı n y e n i d e n oluşturulması. – Filistin lideri ve milletvekilliği seçimlerinin tarihinin belirlenmesi. – Güvenlik servislerinin yeniden yapılanması.” (28 Şubat 2009 tarihli basından) Tarafların bu anlaşmaya ne kadar uyacakları belli değil. Ama başkanlık seçimleri ile parlamento seçimlerinin 25 Ocak 2010 tarihine kadar yapılması konusunda anlaştıkları yönlü haber 18 Mart tarihinde basına yansıdı. Bu arada “Ulusal Birlik Hükümeti”nin kurulabilmesi için andaki başbakan Selam Feyyad istifa etti ve Başkan Abbas yeni hükümet kurulana kadar Feyyad’ın görevini sürdürmesini istedi. Şimdi gündemde sözkonusu hükümetin nasıl ve kimler tarafından oluşturulacağı yönlü tartışmalar var. Bu yazıyı okuduğunuzda bu sorunun cevabı belki de verilmiş ola-

Sözkonusu bu haberleri okuyanlar, Hamas’ın bu anlaşmayı kabul ettiğini açıkladığı bir durumda, ateşkes anlaşmasının İsrail tarafınca imzalanmasını bekliyordu. Fakat bu beklenti boşa çıktı. Tam anlaşıldığı söylenen anda, İsrail tarafı yeniden 2006 yılında esir alınan İsrailli asker Gilad Şalit’in serbest bırakılmasını anlaşmanın ön şartı olarak dayatıyordu. arasında da çelişme, çatışmalar sözkonusuydu. Tam da bu iç bölünme sonucu yapılması gereken başkanlık seçimleri yapılamadı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı ertesinde Abbas’ın Hamas’a “ulusal birlik hükümeti” kurma ve başkanlık seçimleriyle parlamento seçimlerini bir arada yapma

cak. Sonuçta, görünürde Filistinliler arasında bir ateşkes ve uzlaşmanın sağlanmış olduğu bir durum var. Büyük olasılıkla seçimlere kadar kimi uzlaşmazlıklar yaşanacak, ama seçimlere –ertelenme gündeme gelse de– gidilecektir. Sorun seçimlerden kimin karlı çıkacağı ve seçim sonuç-

larının kabul edilip edilmeyeceğidir. Hamas’ın son seçimleri kazanması durumunun nasıl kabul edilmediği bilindiğinde, yeniden Hamas’ın seçimi kazanması durumunda nasıl bir tavır takınılacağı da soru işaretidir. Öyle ya da böyle, Filistin sorununun sistem içi de olsa çözümünde Hamas’ın muhatap olarak kabul edilmesi kaçınılmazdır. Bunun tersi bir durum, sadece İsrail ile değil, Filistinlilerin kendi aralarında da uzun sürebilecek çatışmaların göze alınmasından başka bir anlama gelmeyecektir. İsrail’in daha şimdiden Hamas yetkililerinden olan Halit Meşal ve İslami Cihad’ın Genel Sekreteri Abdullah Şalah ile Mısır’da görüştüğünün haberleri de medyaya yansıyan haberler arasındadır. Benzeri biçimde kimi AB ülkelerinin de Hamas ile görüşmeler yaptığı yönlü haberler de basına yansıdı. (Bkz. Hürriyet, 20 Şubat 2009) Burjuvazinin çıkarlarına uydurduğu ve sahtekarlık üzerine kurulu siyasetinin İsrail-Filistin ilişkilerine nasıl yansıdığını izlemek ilginç görüntülere yol açıyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı ve savaşını destekleyen tüm emperyalist güçler, Mart ayı başında Mısır’ın Şarm el Şeyh kentinde “Gazze’ye Yardım Konferansı” gerçekleştirdi. Konferansa katılım, basının verdiği bilgiye göre rekor düzeydeydi. Bu da katılımın sadece emperyalistlerle sınırlı olmadığı demekti. Sözkonusu bu konferansta sözü verilen yardımın –kimi beş sene içinde vermeyi vaad etmiştir– miktarı 4,5 milyar dolardı. Filistin heyeti –Hamas davet edilmemişti– yakılıp yıkılanın tamiri için gerekli nakitin 2,8 milyar dolar olduğunu hesaplamıştı. Sözkonusu bu “yardım” esas olarak Gazze’ye yapılmak isteniyordu. Gazze’de yönetim Hamas’ın elinde. Fakat Hamas ne davet edildi ne de muhatap olarak kabul gördü. Bunun da ötesinde çiçeği burnunda ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, yapılacak yardımın sadece Filistin’in Ramallah’taki otonomi yetkililerine, Başkan Abbas’a ulaştırılacağını özellikle vurguluyordu. Yani özetle sözkonusu yardım Gazze’ye değil, Hamas’ın rakibi El Fetih’e, Abbas’a yapılıyordu. Ne büyük sahtekârlık! Sözkonusu bu gelişmeler de bir kez daha şunu göstermiştir: Emperyalistlerden ezilenlere dost olmaz! Onlar için sözkonusu olan kendi çıkarlarıdır. Mesele işçilerin, emekçilerin kendi çıkarlarının sömürücü egemenlerin çıkarlarıyla uzlaşmaz olduğunun bilincine varması ve sorunun toplumsal yapının kökten değiştirilmesiyle, kapitalist sistemin devrimle yıkılmasıyla çözülebileceğinin bilincine varması ve bunun için mücadele etmesidir. 26 Mart 2009 √


okuyucu mektubu

Asimilasyon tartışması üzerine B

ir süreden beri YDİ Çağrı sayfalarında, bir konuda tartışma yürüyor. Gelinen noktada YDİ Çağrı olarak eleştirilen bir tavrımız

hinde, zorla Türkleştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne dikkat çekmek istiyoruz.” (YDİ Çağrı sayı 120, sayfa 6) denilerek ortaya konulmuştur.

hakkında tavır takınmak istiyoruz. YDİ Çağrı’nın 120. sayısında, “Asimilasyon insanlık suçudur!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazımızı eleştiren bir okurumuzun “Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı yazısı, sayı 129’da yayınlandı. Bir okurumuzun bu yazısını eleştiren, başka bir okurumuzun “Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır” başlıklı yazısı ise sayı 130’da yayınlandı. Okurlarımızın YDİ Çağrı’da yayınlanan yazıları dikkatle takip etmeleri, gördükleri yanlışlıkları yazılı olarak eleştirmeleri, tartışma yürütmeleri çok olumlu bir tavırdır. Bu olumlu tavrın sürmesi dileğimizdir. Bu yazımızda “Asimilasyon insanlık suçudur!” başlıklı yazıda yaptığımız bir hataya getirilen eleştiri üzerinde durmakla kendimizi sınırlandıracağız. Say ı 120’de yay ınlanan “Asimilasyon insanlık suçudur!” başlı k lı yazıda, Şubat 2008’ de Almanya’nın Köln şehrinde Başbakan RTE’nın yaptığı bir konuşmada, “… asimilasyon insanlık suçudur. …” şeklinde takındığı ikiyüzlü tavır ele alınarak, bu tavır çıkış noktası yapılarak, TC tarihinde başta Kürt ulusu olmak üzere, tüm milli azınlıklara karşı uygulanan Türkleştirme siyaseti örnekler verilerek teşhir edilmektedir. İki sayfalık yazıda, yazının konusu konunun esası bu Türkleştirme siyasetenin, zorla asimilasyonun teşhiridir. Bu durum yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye Cumhuriyeti’nin tari-

Bu olguyu, durumu “Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı yazının yazarı okurumuz da şu tavrı ile onaylamaktadır: “Yazı içerisinde doğru olarak, TC devletinin başbakanı R.T Erdoğan'ın Şubat ayında Almanya'nın Köln kentinde yapmış olduğu konuşması içerisinde savunduğu, “... asimilasyon insanlık suçudur. ..” şeklindeki tavrı

yazının konusu ve esası emperyalist sistemde, ulusal baskı, zorla asimilasyon siyaseti, bu siyasetin örnekler verilerek teşhir edilmesi, sosyalizmde asimilasyon konusunun ne olduğunu ortaya koyma vb. değildir. Eleştiri getirilirken, eleştirilen yazıyı bütünlük içinde ele almak, yazıyı bağıntısından koparmamak, yazıda savunulmayan görüşleri yazıya mal etmemek, konunun bütünlüğü içinde kalmak vb. doğru tartışma açısından gerekliliktir. Eleştiri getiren, tartışan okurlarımızın bu noktayı dikkate almaları gerektiğini, doğru yöntemin bu olduğunu düşünüyoruz. “Fakat baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı, doğal gelişme sürecinde şu ya da bu milletten insanlar, bir başka milletten insana dönüşebilir, benzeyebilir. Bu noktada “benzetilme” söz konusu değil, benzeme söz konusudur. Bu tek kuşak sürecinde olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan insanlar, örneğin Almanya’ da Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir. Annem-babam, nenem-dedem Türk, Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni… ama ben Almanım, ya da İngilizim, Fransızım, Hollandalı, Belçikalı, İtalyanım deme durumunda olabilir, oluyor da.” (YDİ Çağrı sayı 120, sayfa 6) “Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlık yazının yazarı okurumuz, aktardığımız alıntıda haklı olarak verilen örneği eleştiriyor. Eleştirilen yerde baskının, yasa-

Yazının esası, konusu Türk devletinin zorla Türkleştirme siyasetinin teşhiri olsa da, aynı zamanda yazıda; kısaca kapitalist sistemde, en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da bu biçimde var olan ulusal baskı, zorla asimile siyaseti de ortaya konulmakta, bu siyasete karşı mücadele görevi konulmaktadır. ele alınmış ve bu tavrın iki yüzlüce bir tavır olduğu örnekleriyle ortaya konmuştur.” (YDİ Çağrı sayı 129, sayfa 11) Yazının esası, konusu Türk devletinin zorla Türkleştirme siyasetinin teşhiri olsa da, aynı zamanda yazıda; kısaca kapitalist sistemde, en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da bu biçimde var olan ulusal baskı, zorla asimile siyaseti de ortaya konulmakta, bu siyasete karşı mücadele görevi konulmaktadır. Bu anlamda

ğın ve dayatmanın olmadığı doğal gelişme sürecinden bahsedilmekte, doğal gelişme süreci içinde şu ya da bu milletten insanların bir başka milletten insanlara dönüşebileceği, benzeyebileceği söylenmektedir. Bu duruma Almanya’dan örnek verilmektedir. Baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı doğal gelişme sürecine Almanya örneğinin verilmesi yanlıştır. Bugün Almanya’da tam tersine, Almanya devletinin boyutları deği-

şik olsa da Alman olmayan göçmenleri zorla asimile etme siyaseti vardır. Bu yanlışlığı, örneği “Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı yazının yazarı okurumuzun eleştirmesi haklıdır. Baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı doğal gelişme sürecine uymayan bir örnek verilerek yanlış yapılmıştır. Hata yapılmıştır. Yaptığımız hatayı tespit ediyor, bilince çıkarıyoruz. Bu hatayı eleştiren, görmemizi sağlayan dikkatli okurumuza teşekkür ediyoruz. Bu yanlışlığı eleştiren okurumuz daha ileri giderek şu tavrı takınıyor: “Böylesi bir tavır yanlış bir tavırdır. Verilen örnek yanlıştır. Örnek yanlış olunca da, Batı Avrupalı emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını görememe, istemeyerek de olsa onların yedeğine düşme tavrı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu güne kadar bu yazıdaki doğru ile yanlışın bir arada durduğunu görülmemesi de ciddi bir sorundur. Ben yıllarca bu gazetenin bir okuruyum. Eğer önemli bir dikkatsizlik sonucu bu noktaya gelinmemişse, çok büyük bir siyasi hata yapılmaktadır.” (YDİ Çağrı sayı 129, sayfa 11) Okurumuz yapılan yanlışlığı, hatayı; “Avrupalı emperyalist devletlerin yedeğine düşme tavrı olarak” adlandırarak, hak etmediğimiz ağır bir eleştiri getirmektedir. Biz yapılan hatayı Avrupalı emperyalist devletlerin yedeğine düşme tavrı olarak görmüyoruz. Yapılan hata, yazı içinde teorik yanlış olarak durmaktadır. Bu teorik hatadan yola çıkılarak, bu ağır suçlamanın getirilmesi doğru değildir. Yapılan hatanın “çok büyük bir siyasi hata” olarak değerlendirilmesine de katılmıyoruz. Yazıda kabaca kapitalist sistemde zorla asimilasyonun olduğu, buna karşı mücadele görevi ortaya konulmuştur. Hele hele Almanya devletinin ırkçı siyasetinin, zorla asimile siyasetinin var olduğunun ortaya konulduğu yazıda, yaptığımız hatanın çok büyük bir siyasi hata olarak adlandırılması da doğru değildir. Yapılan hata siyasi sonuçları itibariyle sonucu götürülmediği, hata eleştirilen yazıda teorik hata olarak kaldığı için bu tür eleştiriyi, ağır suçlamaları hak etmediğimizi düşünüyoruz. Yapılan bir yanlışlığı, hatayı eleştiren okurlarımızın; eleştiri getirirken kantarın topuzunu kaçırmamalarını talep ediyoruz. Aksi taktirde yürütülen tartışma ilerletici, geliştirici olmaz. YDİ Çağrı 25 Mart 2009 √

21


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Dünyada su

5. Dünya Su Forumu İstanbul’da yapıldı

Dünyada var olan suyun yaklaşık % 96’sı tuzlu sudur. Kalan % 4’lük bölüm ise tatlı su olup, bunun yaklaşık % 79’u, kutuplardaki buz dağlarında, % 20’si derin yeraltı sularında bulunmaktadır. Ulaşılması mümkün olan su kaynakları ise, göller, akarsular ve tatlı su kaynakları olarak % 1’lik bölümdür. İçilebilir ve kullanılabilir su miktarı ise toplam su miktarının % 0,007 (yüz binde yedi) sine karşılık gelmektedir. Dünya’da 1,2 milyar insan güvenilir içme suyundan yoksun yaşamaktadır. 2.4 milyar insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir. Dünyada kullanılan suyun % 85’ini nüfusun % 12’si tüketmektedir. Su tüketiminin % 70’i tarımda, % 22’si sanayide, % 8’i içme ve kullanma suyu olarak kullanılmaktadır.

Türkiye ile Dünya Su Konseyi’nin, "Farklılıkların suda yakınlaşması" temasıyla 16-22 Mart tarihleri arasında ortak düzenlediği 5. Dünya Su Forumu İstanbul’da yapıldı. “Dünyadaki su sorununu uluslararası gündeme almak, dünya su kalkınma raporunu yayınlamak ve binyıl kalkınma hedeflerini gözden geçirmek” amacıyla Sütlüce Kongre ve Kültür Merkezi ile Feshane Kültür Merkezi’nde düzenlenen foruma 92 ülkeden 33 bin kişi katıldı. Değişik ülkelerden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve bakan yardımcısı, 263 parlamenter, 200 belediye başkanı, 91 şehirden vali yardımcısı ve 155 ülkeden üst

bu etkinliklerden bazıları idi. Forumda Dünya Su Kalkınma Raporu da açıklandı. Rapora göre, her 17 saniyede bir çocuk ishal nedeniyle yaşamını yitiriyor. Tatlı suya talep her yıl 64 milyar metreküp artıyor. 3 milyarlık nüfus artışının yüzde 90'ı suyun kıt olduğu gelişmekte olan ülkelerde olacak. BM adına raporu sunan UNESCO Genel Direktörü Kochiro Matsuura, yoksullukla mücadelenin su kaynaklarına yapılacak yatırıma bağlı olduğuna dikkat çekerek "Su için girişilen rekabet, kentsel, kırsal, ülkeler ve sektörler arasındaki rekabeti şiddetlendirmektedir. Bu durum suyu siyasallaştırabilir" dedi. Dünya Su Forumu'ndaki Liderler

düzey yetkili ve delegenin katıldığı forumu, Birleşmiş Milletler dahil su konusunda uzman yaklaşık 5 bin katılımcı kurum, 14 uluslararası örgüt başkanı, 1268 basın mensubu takip etti. S ü t lü c e K o n g r e v e K ü l t ü r Merkezi`nde Su Forumu açılış toplantısı sırasında, dışarıda Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üyelerinin yaptığı basın açıklamasına polis müdahale etti. 26 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar polis otobüslerinde şiddete maruz kaldı. D ü ny a Su For u mu’na k a r şı İstanbul’da alternatif çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu tarafından 15 Mart’ta Kadıköy’de yapılan miting, Alternatif Su Forumu

Zirvesi sonunda yayımlanan çağrı metninde, “suyun toplumların ve ülkelerin yaşamlarındaki önemine dikkat çekilerek, dünyaya su kaynaklarının yönetimi konusunda acil önlemler alınması” çağrısında bulunuldu. “Suyun insanları, kültürleri ve ekonomileri birbirine bağladığını, tüm ekonomik ve toplumsal kalkınma, gıda güvenliği, açlık ve yoksulluğun sona erdirilmesinin ayrılmaz bir parçası olduğu” vurgulandı. Irak'ın isteğiyle sınır aşan sular konusu çağrı metnine girdi. Yaşam için vazgeçilmez öğelerden biri olan su, dünyada su ve su hizmetlerinin özelleştirilmesi yönünde yürütülen politikalar milyarlarca insanın yaşamını tehdit ediyor. Bu duruma Güney Amerika`da suyun

Dünya Su Konseyi ''Dünya Su Güvenliği İçin Çok Yönlü Uluslararası Bir Ortaklık'', olarak adlandırılan Dünya Su Konseyi (DSK), 300 üyeli bir uluslararası kuruluştur. DSK’nin içinde çokuluslu şirketler ile Dünya Bankası önemli bir rol oynuyor. “Dünya üzerinde adil su kullanımı bilincini geliştirmek amacıyla her düzeyde en etkili kararların da dahil olmak üzere, su varlığının korunması, geliştirilmesi, planlamaları, su seviyesi kullanımı yönetimi için kritik yaşam kaynaklarının küresel sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla gerektiğinde siyasi taahütler gerçekleştirilmesi yolunda çalışan Dünya Su Konseyi, her üç yılda bir farklı bir ülkede Dünya Su Forumu düzenlemektedir.” DSK’nin önüne kağıt üzerinde kulağa hoş gelen bu amaçlar konulmasına rağmen, gerçekte amaç başkadır. Giderek azalan suyu daha fazla kar için meta olarak kullanmak! Su dağıtımını özelleştirmek! DSK’nin organize ettiği forum, ev sahibi ülke tarafından finanse edilmektedir. 1996 yılında kurulan Dünya Su Konseyi’nin merkezi Marsilya’dadır. Dünya Su Forumu, 1997 yılında Marakeş’te (Fas), 2000 yılında Lahey’de (Hollanda), 2003 yılında Kyoto’da (Japonya), 2006 yılında Mexico’da (Meksika) yapıldı.

5. Dünya Su Forumu 22

dağıtımının özelleştirilmesini örnek olarak verebiliriz. Burada yağmur sonrası çatılardan akan suyun insanlar tarafından toplanması yasaklandı ve sadece para karşılığında suyun kullanılabileceği şeklinde yasalar çıkartıldı. Su, özel firmalara teslim edildiğinde fiyatlar yükseliyor, hizmet kalitesi düşüyor. Para ödeyemeyen abonelerin abonelikleri hemen kesiliyor. Sorumlu kapitalizmdir! Doğada doğal olarak bulunan suyu ticari meta haline getiren, dünyada tatlı su kaynaklarının giderek azalmasının sorumlusu, kar uğruna doğayı tahrip eden kapitalizmdir. Kapitalizm her şeyi alınıp-satılan metaya dönüştürdü. Doğada doğal olarak bulunan su, ticari meta oldu. Büyük şehirlerde musluklardan temiz su akmıyor. İçme suyunu, parası olanlar ayrıca satın almak zorunda bırakılıyorlar. Belediyeler musluklardan akmayan temiz su için para alıyor. Su parası belediyeler için önemli bir gelir kaynağı oluşturuyor. Ama sadece belediyeler için değil! Suyun ceplerini yeni kârlarla şişirmenin önemli bir aracı olduğunu gören Türkiye’deki yerli ve yabancı kapitalistler, uzun zamandan bu yana su satımı alanına çok yoğun olarak girmişlerdir. Şişede, pet şişede, damacanada, su fahiş fiyatlarla alıcıya sunulmakta, kapitalistler su satımından büyük kârlar elde etmektedirler. Kaliteli, temiz ve kullanılabilir suyun eskiye göre daha az bulunabilmesi, suyun kapitalistler tarafından pazarlanması dürtüsünü artırmaktadır. Normal seyri içerisinde kapitalist ekonominin gelişmesi, kent nüfusunun artması, kullanılabilir, temiz su rezervlerinin azalması ile birlikte özel sermayedarların sudan büyük kârlar kazanmasının yolunu açmıştır. Suyun yalnızca ülkeler içerisindeki önemi giderek artmakla kalmamakta, bir dizi ülke ilişkileri arasındaki rolü de büyük oranda artmaktadır. Su, uzun dönemden bu yana çeşitli kapitalist ve bağımlı devletler arasında stratejik bir madde, uğruna çatışmalara girmekten kaçınılmayacak bir zenginlik haline gelmiştir. Suyu ticari metaya dönüştüren kapitalistler, su dağıtımının özelleştirilmediği ülkelerde bunu da yapacaklar. Su sorununda da çözüm belli: Kapitalizmi yok etmek! 23 Mart 2009 √


yeni dünya gençliği

D

“Su İnsan Hakkıdır” üzerimize alınmayalım!

ünya egemenleri ve temsilcileri G8, G20 toplantıları derken bu kez de “Dünya Su Forumu” adı altında canlı yaşamı için olmazsa olmaz olan suyu paylaşmak için bir aradaydı. 16-22 Mart tarihleri arasında beşincisi Türkiye’de gerçekleşen 5. Dünya Su Forumu’na

siz üstünüze alınmayın, Türkiye su zengini değil kıt kullanarak yaşamayı öğrenindir. Abdullah Gül ve diğerlerinin yapmak istediği nehirlerin, akarsuların, göllerin, tüm su kaynaklarının ticarileşmesi, suyun metalaşmasıdır. Forumda defalarca kez suyun kar getirisi olan meta

92 değişik ülkeden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve bakan yardımcısı, 263 parlamenter, 200 belediye başkanı ve saymakla kökü tükenmeyen 33 bin kişi katıldı. Forumda, küresel ısınmadan dolayı su kaynaklarının azaldığı, zarar gördüğü, önlem alınmazsa önümüzdeki yıllarda çok sayıda insana temiz su sağlanamayacağı gerçeğini kendi kâr oyunlarını propaganda ederek açıkladılar. Aslında kapitalistlerin aşırı kar hırsıyla doğayı talan etmeleri sonucu doğal kaynakların zarar görmesi ve tüketilebilinir suyun azalması egemenlere yeni bir kar kapısı gibi gözükmüş ve gözlerini suya dikmelerine sebep olmuştur. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül forumda yapığı konuşmasına “su yaşamdır, su insan hakkıdır” diye başladı, ardından da “Türkiye su zengini değil, önlem almazsak 2010’da su yoksulları arasına girebiliriz, su sorununu çözmeden yoksullukla mücadele edilemez” gibi sözler söyledi. Aslında Gül’ün söylemek istediği su insan hakkıdır ama

olarak görülmesi, yapılabilecek her yere baraj yapılması gerektiği dile getirildi. Üç yılda bir gerçekleşen su forumunun ana gündem kararları şöyle; evlerimize kontörlü su sayaçlarının takılması, suyun piyasada fiyatlandırılması, tarlaların bile kontörlü sayaçlardan geçen su ile sulanması, nehirlerin üzerine onlarca baraj inşa edilmesi, tamamen kurumaları pahasına da olsa derelerin, akarsuların, yollarının değiştirilmesi, yer üstündeki bütün su kaynaklarının depolanabilir hale getirilmesi, yer altı sularının kullanıma açılması, doğanın kendi çevriminin geri dönüşsüz bir şekilde bozulmasına yol açacak alt yapıların inşa edilmesi, dere, göl, lagün ve yer altı akiferlerinden oluşturdukları su depolarına su transferi yapılması, su alt yapı yatırımlarının hızlandırılması için dış borçlanma kanallarının daha da açılması, IMF ve Dünya Bankası gibi tefeci kurumlara verilen tavizlerin daha da artırılması, Sermayenin krizinin, tüm canlıların suyunu satışa çıkararak aşılması ve

daha birçok şey. Suyun dağılımının özelleşmesi demek, evlere takılacak olan kontörlü sayaç sayesinde para ödemeden su tüketemeyeceğimiz anlamına geliyor. Tarlalara verilecek suyun kontörlü sayaçtan geçmesi mahsül fiyatlarının artacağını gösteriyor. Bu sorunlar halkı çok yakından ilgilendiriyor olmasına rağmen halk sermayenin bu oyunundan ya bir haber, ya da sermayenin su oyununa karşı çıkanlara yönelik bak şu “anarşist”lere sudan sebeplerle sorun yaratıyorlar diye hayıflanıyor. Tüm bu yaşananlara karşı tepki yine yalnızca toplumun ileri kesimlerinden geliyor. Birçok toplumsal hareket, meslek odası, dernek, siyasi parti ve çevrelerin bir araya gelerek oluşturduğu “Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu” birçok etkinlik, eylem, panel düzenleyerek egemenlerin su oyununa karşı çıkıp, toplumu mücadeleye çağırdı. 15 Mart’ta Kadıköy’de düzenledikleri mitingde, “su haktır satılamaz”, “su halkındır satılamaz”, “sermaye elini suyumdan çek”, “emperyalistler, işbirlikçiler Bolivya’yı unutmayın” gibi sloganlar atıldı. Kürsüden yapılan konuşmalarda ise 5. Dünya su forumuyla yapılmak istenenlerin kâğıtta kalacağı, buna müsaade etmeyeceklerini, Bolivya nasıl izin vermediyse bizde izin vermeyeceğiz gibi mesajlar verildi. Çoğu zaman olduğu gibi bu mitingde de AKP hükümeti bol bol eleştirildi. Kuşkusuz egemenlerin tüm sahte oyunlarına karşı mücadele etmek zo-

runluluktur. “Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu”nun da niyeti budur. Ancak sorunun hükümetler sorunu olmadığı, sistem sorunu olduğu, kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı keseceği gerçeğini yüksek sesle söylemek gerekir. Aynı zamanda “Bolivya nasıl izin vermedi ise bizde izin vermeyeceğiz, bu iş yalnızca kâğıt üzerinde kalacak suyun satılmasına müsaade etmeyeceğiz” söylemleri iyi niyetli ve hepimizin gönlünden geçen söylemlerdir. Fakat işçi ve emekçiler mücadeleye çekilemediği sürece su ve daha ne varsa satılmaya mahkûmdur. Bundan dolayıdır ki krizin bedelini ödemeyeceğiz, suyumuzu vb. sattırmayacağız söylemleri kitlelere boş vaat vermekten öteye geçemez. Emeğimizin, aşımızın, olmazsa olmaz suyumuzun talan edilmemesini istiyorsak, sermayenin tüm oyunlarına karşı kitleleri bilinçlendirerek mücadele etmeliyiz. Suyun özelleşmesine karşı mücadelenin “sudan sebeplerle ortalık karıştırmak” olmadığını anlatmak bizlerin görevidir. Dünyaya dönüp bakıldığında yeterli temiz su sağlanamadığı için ölümlerin yaşandığı, yağmur suyunu bile sahiplenip halka kullanımının yasaklandığı gerçeği hayal ürünü değil kapitalizmin gerçeği olduğunu anlatmak bizim görevimizdir. Kapitalizm türlü türlü oyunlarla her geçen gün dünyamızı yaşanmaz hale getirdiği için haydi birlikte mücadeleye… Yeni Dünya Gençliği/İstanbul√

23


24 Nisan 1915 - 24 Nisan 2009:

UNUTMA UNUTTURMA


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.