AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
Nisan 2006/4 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X99
Il
HEJM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
içindekiler - editörden
Editörden... Değerli Okuyucu, gündemi hızlı biçimde değişen bir süreçten geçiyoruz. İktidarını pekiştirmeye çalışan hükümetteki AKP ile sırtını orduya yaslayan ve hala önemli ölçüde iktidarı elinde tutan kemalist kesim arasındaki kızışan iktidar dalaşı değişik biçimlere bürünerek devam ediyor. 2006 Newroz’u önceki yıllara göre çok daha kitlesel gerçekleşti. Bunun üzerine devlet güçleri önce Bingöl’ün Solhan ilçesinde düzenlenen operasyonda 14 HPG gerillasını öldürdü, ardından da Diyarbakır (Amed), Siirt, Batman ve Adana’da düzenlenen cenaze törenlerine saldırarak içinde çocukların da bulunduğu çok sayıda insan kurşunlanarak öldürüldü. Dergimiz yayına girdiği sırada olaylar değişik boyutlarda devam ediyordu. Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak Kürt halkına yönelen bu saldırıları şiddetle kınıyor, Kürt halkının demokratik taleplerinin şartsız koşulsuz tanınmasını talep ediyoruz. “Halkların Kardeşliği İçin Tek Yol Devrim” şiarı bugün her zamankinden daha yüksek sesle haykırılmak zorundadır. Kürt halkı gerçek anlamda ulusal-demokratik haklarına uğruna mücadele yürüttüğümüz sosyalizm koşullarında kavuşacaktır. Bir yandan halkların kardeşliğine onarılmaz yaralar açılmaya çalışılırken, buna paralel olarak işçi sınıfına ve emekçi halklara saldırılar sessiz sedasız devam etmektedir. Mezarda emeklilik, sağlık alanının özelleştirilerek parası olana sağlık hizmeti verilmesi vb. bir sürü başka
İçindekiler kötüleştirmeleri de içeren Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasa tasarısı kitle örgütlerinin ve halkın büyük tepkisine rağmen bir an önce mecliste karar altına alınmak isteniyor. Bu konuda DİSK, KESK ve TTB’nin ortaklaşa düzenledikleri “Referandum2006” kampanyasına aktif katıldık ve emekçi halkı kendi geleceği için sandığa çağırdık. Ve gördük ki doğrudan kendi yakın çıkarları sözkonusu olduğunda, bu kampanyayı halkın gözünde ‘radikal’ olan devrimciler/komünistler de yürütse, halkın ilgisi büyük oluyor. İstanbul’da Okmeydanı ve Esenyurt’ta ve Adana’da açtığımız sandıklarda yüzlerce emekçinin hayır oylarını topladık. Bu eylemin en güzel yanı hiç kuşkusuz emekçi halkla doğrudan iletişime geçme imkanıydı. Nisan sayımız da yine gündemi belirleyen yazılarla, işçi haberleriyle ve enternasyonal yazılarla dolu dolu. Önümüzde duran iki önemli etkinliğe buradan tüm okurlarımızı katılmaya çağırıyoruz: 23 Nisan’da Bostancı’da bulunan Birleşik Metal İş Salonunda “Sendikalarda Örgütlenme Sorunları” başlıklı tam günlük bir işçi konferansımız olacak. 1 Mayıs’a ise içinde yer aldığımız “Devrimci 1 Mayıs Platformu” ile katılacağız. Her iki etkinliğe de okurlarımızın yüksek sayıda katılımını bekliyoruz. Bir dahaki sayımız Yeni Dünya İçin Çağrı’nın 100. sayısı olacak. 100. sayımızda buluşmak üzere... Yeni Dünya İçin Çağrı, 05 Nisan 2006
GÜNDEM Böyle nereye? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Her şey güllük gülistanlık! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Kalkınıyor(muy)uz!? ya da Kalkınan kim?. . . . . . . . . . . . . . . . . 6 YENİ İŞÇİ DÜNYASI REFERANDUM 2006. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Referanduma katılalım ve “Sosyal Güvenlik Yasasına hayır” diyelim… . . . 8 “İŞÇİ SINIFI ÖRGÜTLÜ İSE HEPTİR, ÖRGÜTSÜZ İSE HİÇTİR!” YAŞASIN 1 MAYIS, YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ! . . . . . . . . . . . . . . 9 Referandum 2006’ya Adana Çağrı okurlarından destek . . . . . . . . . . 9 SCT işçilerinin grevi sürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 SCT FİLTRE’DE GREV. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 “HAK VERİLMEZ ALINIR”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Serna – Seral işçileri patronu uyardı…. . . . . . . . . . . . . . . . . 11 CEVAHİR ve DÜNYA DERİ işçileri direnişlerini sürdürüyor! . . . . . . . . 12 İLERİ Deri ve BİRSİNLER Deri Fabrikaları’nda Direnişler . . . . . . . . . 12 YENİ KADIN DÜNYASI Petrol-İş’te Sayılarla Kadın. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 PANORAMA Asimile edemediklerimizden misiniz? - ALMANYA -. . . . . . . . . . . Dünya Sosyal Forumu taksit taksit… - MALİ / VENEZÜELLA - . . . . . . Yeni başkan kim? - ŞİLİ -. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . KSP 3 yaşında! - KIBRIS-. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
14 16 18 19
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Nevroz”luk önlemler… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Newroz İstanbul’da coşkuyla kutlandı.... . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Antep’te Newroz Ateşi.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 Adana’da Newroz coşkusu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 “KÜRT KONFERANSI”…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Mersin’de görkemli Newroz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Diyarbakır’da devlet terörüne karşı halkın direnişi ve gelişmeler... . . . . 23 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Sovyet iktidarı ve kadının durumu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 OKUYUCU MEKTUPLARI Gazi katliamını unutmadık, unutmayacağız!. . . . . . . . . . . . . . . 25 İstanbul Üniversitesindeki gelişmeler... . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Değişen bir şey yok: İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi hukukdışı kararlara imza atmaya devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Fırat Üniversitesindeki gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 İBRETLİK/ KARİKATÜRLÜ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
İşçi Konferansı: Sendikalarda Örgütlenme Sorunları Proğram: - İş ve sendika yasaları ve örgütlenme sorunları - Kadınlar ve Sendika - Sinevizyon - Özgürlük Korosu (Güney Kültür Merkezi) Tarih: 23 Nisan 2006, Pazar Saat: 11.00 - 18.00 arası Yer: Birleşik Metal İş Genel Merkez Binası Ulaşım E-5 otoyolu üzerinde Bostancı Kavşağında
gündem
Böyle nereye? Suyun bulandırılması çabası geçtiğimiz yılın son aylarından bu yana sistemli bir şekilde sürdürülüyor. Geçtiğimiz sonbahar aylarında kimi Kürt illerinde yapılan bombalama olayları ile başlatılan, Şemdinli bombalaması ile devam eden süreç ilkbaharla birlikte sürdürülmeye çalışılıyor. Bu çaba Şemdinli’de çok açık bir biçimde görüldüğü üzere açık provokasyonlara yönelimi de beraberinde getiriyor. PKK güçlerinin üzerine gidilerek onların silaha sarılması ve silahlı çatışmayı yükseltmesi isteniyor.
İ
çinden geçtiğimiz süreç önümüzdeki dönemde Türkiye’nin kimi “olağan” sayılmayacak gelişmelere gebe olduğunun işaretlerini veriyor. Özel sermayeli Türk büyük burjuvazisinin –ve ABD, AB gibi emperyalist güçlerin– anda desteklediği AKP hükümetiyle ordunun başını çektiği “laik”, “en Atatürkçü” “derin devlet” iktidarı arasındaki iktidar dalaşı tırmanarak sürüyor. Dalaşan taraflar, karşıtlarının altını oymak, onları iktidar dalaşında güçsüz düşürmek için rakiplerinin “açıklarını” tepe tepe kullanıyorlar: “Çeteler” piyasaya çıkıyor, her iki taraftan “yiyiciler”, “nüfuzunu kötüye kullananlar” deşifre ediliyor, Kürt ulusal sorunu gibi kimi “kronikleşmiş sorunlar” dalaşta karşı tarafı sıkıştırmanın bir unsuru olarak daha fazla devreye sokuluyor. Gündem, hakim sınıfların kendi aralarındaki dalaşın kimi yansımaları üzerinden belirleniyor.
PKK itirafçısı bir kişi ile JİTEM’de görevli iki astsubay başçavuşu suçüstü yakalamış, bunlar bomba ve silahlarıyla, eylem planlarıyla devlete teslim edilmişti. Olayın hemen ertesinde AKP hükümeti “olayın ucu nereye kadar giderse gitsin sonuna kadar soruşturulacağı”, “suçluların peşinin bırakılmayacağı” sözünü verdi. Bu arada gelecek dönem Genelkurmay Başkanlığı görevini üzerlenecek olan Org. Yaşar Büyükanıt eylemde suçüstü yakalanan astsubay başçavuşlardan Ali Kaya’yı “iyi çocuk” olarak değerlendirmiş ve onun bu işi yapa-
de iddianameye almış, bu komutanlar hakkında da suç duyurusunda bulunmuştu. Savcıya göre sözkonusu kişiler bölgede terör eylemleri yapan askeri görevlileri korumuş ve kollamışlardı. Soruşturma izni istemli dosya Genelkurmay’a gönderildi. Bu arada dosya basına da sızdırıldı. Ordunun Şemdinli olayının savcısı tarafından çetecilikle suçlanması Genelkurmay’ı ve medyanın bir bölümünü harekete geçirdi. Bunlara göre “ordu yıpratılmak isteniyor”du; iddianameye Büyükanıt’ın adının yazılmasıyla ”Genelkurmay Başkanlığı
ÇETELEŞMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ…
Son dönemde “Sauna çetesi”nden “ Ye ş i l ’ i n o ğ lu nu n ç e t e s i ”ne , “Kapıkule Gümrük Çetesi”nden “Banka Kartı Çetesi”ne kadar bir dizi irili ufaklı çete açığa çıktı, çıkarıldı. Çetelerin ortaya çıkması, çıkarılması Türkiye’nin bir çete cenneti olduğunu bir kez daha belgeliyor. Ama bu “çıkar amaçlı” “adi” suç örgütleri/çeteleri yanında daha tehlikeli olan başka çetelerin varlığı Türkiye insanı için artık sır değil. Kendisini ilk kez Susurluk örneğiyle Türkiye gündemine oturtan bu tür çetecilik iktidar dalaşında önemli bir rol oynuyor. “Çetecilik” devletin en üst katlarına kadar uzanıyor, bu kendi hukuksal kuralları çerçevesinde mahkeme belgelerine yansıyor, yansıtılıyor. Bunun bir örneğini son olarak Şemdinli olayında ve bu olayın ardından yaşananlarda görüyoruz. Bilindiği üzere 9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalanmış, bir kişi yaşamını yitirmişti. Bu bombalama olayının ertesinde Şemdinli halkı bombayı atan
Türkiye’de sır olmayan bir iktidar dalaşı yürüyor. Dalaşın bir yanında tutucu Kemalist güçler var. Dalaşın diğer yanında ise ”laik” Kemalist güçlerin 80 küsur yıllık hakimiyetini kırmak isteyen, anda büyük burjuvazinin de desteğini kazanmış olan AKP hükümeti var. cağına inanmadığını açıklamıştı. Devletin suçüstü yakalandığı bu olay yargıya intikal etti. Araştırma ve incelemelerden sonra savcı iddianamesini hazırlayarak mahkemeye sundu. Ve kıyamet koptu: Çünkü Savcı F. Sarıkaya hazırladığı iddianamede katilleri çete kurmak ve provokasyon yapmakla suçlama yanında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt ve üç komutanın ismini
yolunda Büyükanıt’ın önü kesilmek isteniyor”du. Anamuhalefet partisi CHP’ye göre ise bu “orduya karşı sivil bir darbe” idi. Halkın suçüstü yakaladığı “derin devlet”in “güvenlik güçlerinin”, devletin “kadrolu elemanlarının”, “iyi çocuklarının” ve onları koruyup kollayan kimi beyanlarda bulunanların savcılık iddianamesinde yer alması derin devlet güçlerinin ve
onun yanında taraf olan siyasilerin tepkisini topladı. Nasıl olurdu da bir taşra savcısı devletin en üst düzeyindeki bir generali ve bölgede önemli konumlarda görevlendirilmiş komutanlar hakkında soruşturma izni isteyebilirdi? Yeri geldiğinde “yargının bağımsızlığı”ndan dem vuranlar yargı “kazara” kendilerine yöneldiğinde sert tepki göstermeleri bir tezat oluştursa da “Burası Türkiye’dir!”, çiftestandartların Türkiyesidir ve güç odaklarının meşruiyeti, edimleri sorgulandığında “hukukun guguk edilmesi” “normal” olandır! Genelkurmay Başkanı önce Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü ve “ordunun yıpratılması” olarak adlandırdığı bu edim karşısında AKP hükümetini hizaya getirmek için “balans ayarı” yaptı. Öyle ya, yakalananlar ordunun elemanlarıydılar, onları koruyan demeçler verenler ordunun üst düzey komutanlarıydılar ama iddianameyi hazırlayan savcı da Adalet Bakanlığı’nın yani sonuçta hükümetin bir görevlisiydi. Sözkonusu “balans ayarı” karşısında hükümet ve onun başı Recep Tayyip Erdoğan “ordunun gözbebekleri olduğunu, ona karşı herhangi bir davranışın sözkonusu olmadığı, olmayacağı” mesajını vermek durumunda kaldı. Sonuçta Şemdinli olayı bir çeşit kitabına uydurulup, en iyi halde kimi piyonlar kurban edilerek “halledilecek”tir. Ancak Şemdinli olayı süreci, çeteciliği ve bunda devletin gerçek yöneticilerinin payını belgelemesi, yine çeteciliğin iktidar dalaşının bir unsuru olarak kullanıldığını göstermesi açılarından önemlidir.
”MART SENDROMU” NEDİR?
“Mart Sendromu” lafı burjuva medyadaki kimi yazarların sıkça kullandığı laf lardan birisi. Bununla PKK’nın silahlı eyleminin bu ayla birlikte tırmanışa geçeceği, yine Kürt ulusunun Newroz’u gösterilerle kutlayacağı beklentisi ifade ediliyor. Hemen her yıl olduğu gibi bu yıl da tekrarlanan bu lafla bir kamuoyu oluşturulmaya
gündem
“PKK terörünün azmasından duyulan korku” ifade edilmeye çalışılarak sınıf bilincinden yoksun işçiler, emekçiler önümüzdeki aylardaki olası kimi gelişmelere hazırlanmaya çalışılıyor. Gerçekte “Mart Sendromu” sözüyle hazırlanmaya çalışılan ortamın ne olduğunu ortaya koymak için, içinden geçtiğimiz dönemin ayırıcı özelliklerine bakmak gerekiyor. Türkiye’de sır olmayan bir iktidar dalaşı yürüyor. Dalaşın bir yanında tutucu Kemalist güçler var. Dalaşın diğer yanında ise ”laik” Kemalist güçlerin 80 küsur yıllık hakimiyetini kırmak isteyen, anda büyük burjuvazinin de desteğini kazanmış olan AKP hükümeti var. AKP hükümeti bir dizi düzenlemeyle Kemalist kesimlerin hareket alanını daraltmış durumda. Ancak AKP hükümeti bir bütün olarak devlete hükmedecek güçte değil. Hâlâ iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist kesim gittikçe yiten etkinliklerini yeniden kazanmak için çaba harcıyor. Onlar bunu yaparken bir dizi şey yanında Kürt sorununu da kullanmaya çalışıyorlar. Bu sorunun kaşınması, Kürt ulusal hareketinin silahlı eylemlerinin artması orduyu belirli bir alanda etkin konuma getirmeye hizmet ediyor. Çatışma ortamının kızışması, hakim sınıfların deyimiyle “asayişin sağlanamaması” üzerinden de hükümet yıpratılmak isteniyor. Bu arada savaşın kışkırtılması/tırmandırılması, şovenizmin azdırılmasıyla milliyetçilik ve şovenizm üzerinden politikayı merkezine koyan partilerin güçlenmesine olanak sağlanmak isteniyor. Su bulandırılmaya, bulanık suda balık avlanmaya çalışılıyor. Savaşın kızıştırılmasının ardında yatan en temel beklentiler böyle. Ortam bu. Durum bu olunca bu beklentiler/istekler doğrultusunda çalışmalar da yoğunlaşıyor. Suyun bulandırılması çabası geçtiğimiz yılın son aylarından bu yana sistemli bir şekilde sürdürülüyor. Geçtiğimiz sonbahar aylarında kimi Kürt illerinde yapılan bombalama olayları ile başlatılan, Şemdinli bombalaması ile devam eden süreç ilkbaharla birlikte sürdürülmeye çalışılıyor. Bu çaba Şemdinli’de çok açık bir biçimde görüldüğü üzere açık provokasyonlara yönelimi de beraberinde getiriyor. PKK güçlerinin üzerine gidilerek onların silaha sarılması ve silahlı çatışmayı yükseltmesi isteniyor. Devlet güçleriyle çatışmayacağını, “savunma pozisyonunda durduğunu” söyleyen PKK güçleri açık çatışmaya çekiliyor. PKK güçlerinin savunma içerisinde kendilerine yönelen saldırılara silahla yanıt vermesi sonucunda ölen
yapmaya zorluyor. Hava provokasyon kokuyor. Provokasyonlara yenilerinin eklenmesi beklentisi güçleniyor. Olgular en azından ilkbahar ve yaz aylarının özellikle hakim sınıf siyasetçileri açısından pek de “rahat” geçmeyeceğini gösteriyor.
İŞÇİLERE, EMEKÇİLERE DÜŞEN GÖREV…
Ne AKP hükümeti, ne Kemalist kesimlerin iktidarı işçiler, emekçiler açısından istenen, özlenen iktidarlardır. Onların iktidarı sermaye sahiplerinin iktidarıdır. Sömürünün iktidarıdır. İşçilerin, emekçilerin bu siyasi güçlerden birisinin peşinde gitmesinin, destek vermesinin onların iş, aş, “aşitî” (barış) ve özgürlük istemlerine bir faydasının olmadığı yeterince görülmüştür. asker cenazelerinin gelmesi “PKK terörünün azdığı” söylemiyle ırkçılık ve şovenizmin güçlendirilmesi amacıyla kullanılıyor. Newroz dolayısıyla her yıl yapılan kutlamalara sınırlamalar getiriliyor, “olağan” yasaklar bir kez daha hatırlatılıyor. Böylece bir yandan kitlesel kutlamaları engellemek için gözdağı veriliyor. Diğer yandan ama Kürt ulusundan işçilerin, emekçilerin özgür bir şekilde Newroz’u kutlama istek ve taleplerinin önünün kesilmesi kitlelerin öfkesinin yükselmesine olanak sağlıyor, kitleler bir provokasyona açık hale getirilmeye çalışılıyor. Kısaca bir ”Mart Sendromu”ndan sözedilebilir. Ancak bu Kürt işçi ve emekçilerinin baharla, Newroz’la birlikte hareketlenmesinden kaynaklı bir “sendrom” değil, hakim sınıfların hazırlamaya çalıştığı, bundan medet umduğu bir “Mart Sendromu”dur. Hakim sınıfların medyası da boş durmuyor. Şovenizmin azdırılması, milliyetçiliğin tırmandırılması, AKP hükümetinin yıpratılması kampanyasına Kemalist medya aktif bir şekilde katılıyor. AKP’li Kemal Unakıtan’ın “nüfuzunu kötüye kullanması” son dönemde medyada çokça işlenen konulardan birisiydi. Medyanın sözkonusu kesimi –ve anamuhalefet partisi CHP– AKP hükümetinin yumuşak karnını bulmaya ve oradan vurmaya çalışıyor. Parlamentoda Unakıtan hakkında üçüncü kez gensoru istemi bunun göstergelerinden birisi. İktidardaki etkinliğini sürdürmek isteyen Kemalist güçlerin bu edimleri karşısında AKP hükümeti
gerilimi tırmandırmak istemiyor. Ordunun herhangi bir tepkisi karşısında geri adım atıyor, tansiyonu düşürmeye dönük açıklamalar yapılıyor AKP kurmayları tarafından. Bununla birlikte ama Kemalistlerin denetiminde kimi kurumların ele geçirilmesi, sözkonusu kurumlarda Kemalistlerin etkinliklerini sınırlama çabaları sürüyor. Bu özellikle kendisini örneğin YÖK-Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki yaşananlarla açıkça gösteriyor. Bu arada AKP’nin devlet kademelerinde kadrolaşması da basına yansıyor. “Laik” Kemalist kesimin AKP’yi yıpratma çabalarını AKP zamana da oynayarak geçiştirmeye çalışıyor. Bu politika AKP’ye kazandırıyor da. AKP hâlâ kitle desteğini elinde tutuyor. Zaman AKP’nin lehine işliyor. Bu durum siyasi rakiplerini daha da zorluyor. Zaman baskısı altında olan tutucu Kemalist güçler AKP hükümetinden kurtulmak için ortamın daha da gerilmesinden, provokasyonlardan daha fazla medet umar hale geliyor. Provokasyon derken bunun salt iktidarı elinde tutan Kemalist kesimlere has bir olgu olmadığını, iktidar dalaşının bir tarafında bulunan AKP hükümetinin de fırsatını bulduğu noktada yer yer bu işlere açık olduğunu belirtmek gerekiyor. Salt AKP’nin Kemalistlerin alanlarına girmek isteği bile bu kesimler tarafından “provokasyon”, “siyasal darbe” vs. olarak değerlendiriliyor. İçinden geçtiğimiz dönem böyle bir dönem. Taraflar birbirlerini hata
Hakim sınıf siyasetçileri arasındaki bu dalaş ve bunun kamuoyuna yansıyan örnekleri belirli bir rahatsızlığı açıkça gösteriyor. Bu kitlelere de yansıyor. Ancak hakim sınıfların iktidar için dalaşan her iki kanadı açısından da geniş işçi ve emekçilere yüklenen görev kitleleri kendi kuyruklarına takma, iktidar dalaşında işçilerin, emekçilerin kaldıraç olması rolüdür. Peki işçiler, emekçiler bu rolü üzerlenmek zorunda mı? Bu sorunun yanıtı; “Kesinlikle hayır!”dır. İşçilerin, emekçilerin hakim sınıfların şu ya da bu kesiminin peşine takılmasında, ona destek vermesinde herhangi bir çıkarı yoktur. Tam tersine iktidar dalaşında işçiler, emekçiler birbirlerine düşürülecek, ezileceklerdir. Bunun işçilerin, emekçilerin yararına olduğu söylenebilir mi? Ne AKP hükümeti, ne Kemalist kesimlerin iktidarı işçiler, emekçiler açısından istenen, özlenen iktidarlardır. Onların iktidarı sermaye sahiplerinin iktidarıdır. Sömürünün iktidarıdır. İşçilerin, emekçilerin bu siyasi güçlerden birisinin peşinde gitmesinin, destek vermesinin onların iş, aş, “aşitî” (barış) ve özgürlük istemlerine bir faydasının olmadığı yeterince görülmüştür. Hayır, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin görevi hakim sınıfların şu ya da bu kesiminin peşine takılıp ezilmek olamaz, olmamalıdır. Görev, işçilerin, emekçilerin hakim sınıfların iktidar dalaşında gerilimin tırmandırılması çabalarına karşı çıkmak, gidişata dur demektir. Görev, işçilerin, emekçilerin kendi bağımsız talepleri temelinde, kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenmek, kendilerini sömüren hakim sınıflara, onların devletine karşı mücadele etmektir! Görev, provokasyonlara karşı uyanık olmak, hakim sınıfların şu ya da bu kanadının işçi sınıfını ve emekçileri birbirine düşürme hedefli plan ve çabalarına karşı sınıfın birliğini sağlamak, birlikte sermayeye karşı mücadeleyi örgütlemektir. İşçi sınıfının ve yoksul emekçilerin bunu söyleyecek tarihsel sorumluluğu ve gücü vardır. Yeter ki işçiler, emekçiler bu görevlerinin bilincine varsın! 19 Mart 2006
gündem
N
Her şey güllük gülistanlık!
eydi Türkiye’nin sorunları? İşsizlik mi? Çözüldü… % 15-20 oranındaki işsizlik belası son buldu. Artık herkesin bir işi var, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek derecede ay sonu eline geçecek bir geliri var insanımızın. Günde 10-15 saat çalışıp ay sonu elde avuçta birşey kalmayan o günler geride kaldı. Artık herkes çok daha kısa bir çalışma karşılığında mutlu, kaygısız bir yaşantı sürdürebiliyor. İşsizliğin kötü bir şey olduğunu gören hükümet bir kararla işgününü dört saate indirerek herkese iş imkânı yaratarak sorunu çözdü. Aşsızlık mı? Bu sorun da tarih oldu. Bu coğrafyada yaşayan insanlar artık aç yatıp kalkmıyorlar, her öğün midelerine giren yiyeceğe sahipler. Her işletmede, her mahallede aşevleri üzerinden bu sorun çözüldü. Gidip karnını doyurup çıkıyorsun. Hem de çok ucuz bir ücret karşılığında… Konut sorunu? Artık herkesin başını sokacak bir evi var. Hem de öyle bir gecede kurulmuş barakalar değil, her türlü ihtiyaca cevap veren, insanca yaşamaya elverişli konutlar yapıldı. Bu sorun yok artık, bu sorun da çözüldü… Ulaşım sorunu da geçmişin sorunlarından birisi olarak artık tarih oldu. Artık toplu taşıma araçları herkese eşit düzeyde, çabuk ve ucuz bir şekilde hizmet ediyor. Artık sadece parası olanın uçağa, pahalı, özel otolara bindiği devirler geride kaldı. Ulaşım araçlarından herkese –ayrımsız, ayrıcalıksız, eskisinden çok daha güvenli– hizmet sunuyor. Eğitim? Bu alandaki sorunlar ortadan kalktı. Artık zenginin çocuğunun okuduğu, fakirin çocuğunun kalem-kitap bulamadığı devir geride kaldı. Eğitimde hak eşitliği sağlandı. Özel dershaneler, özel okullar, özel üniversiteler gibi eğitim kurumlarının artık esamesi kalmadı. Toplumun bir kesiminin “özel” konumu ortadan kalktı. Her yerde eşit, özgür, bilimsel eğitim uygulanmaya başladı. Sağlık alanında da durum eğitimdekine benzer bir hale geldi. Fakir fukaranın hastane kapılarında süründüğü, tedavi edilme şansını bulanların hastane ücretini ödeyememesi sonucu hastanelerde rehin kaldığı dönem geride kaldı. Artık parası olanın daha sağlıklı olduğu dönem yok. Çünkü zengin-fakir ayırımı ortadan
Sorunlar… sorunlar… sorunlar… Çözülmez değildi. Nitekim çözüldü. Nihayet Türkiye’nin hiç bir sorunu kalmadı!
kalktı. Artık herkes eşit. Zenginlerin fakirler üzerinden zenginliğini sürdürmesi ortadan kalktı. Artık üzerinde yaşadığımız topraklarda birileri kendi dışındakilerin özgürlüğünü kısıtlamıyor. Halklar hapishanesi yerini halkların kardeşliğine bıraktı. Farklı dillerden, farklı kültürlerden, farklı ulus ve inançlardan insanlar birarada gayet uyumlu bir şekilde yaşıyorlar. Kültürlerini, dillerini, farklılıklarını diğerlerinin üzerinde baskı aracı olarak kullanma devri yerini farklılıkların birer zenginlik olarak görüldüğü yeni bir devire bıraktı. Artık ne Kürtler üzerinde baskı var; ne Ermeni düşmanlığı, ne diğer azınlıkların aşağılanması, horlanması… Böylece artık Türk ulusundan insanlar da rahatlar; kendilerini özgür hissediyorlar ve bu özgürlüğün sürmesinden yanalar. Düne kadar meydanlarda seçim konuşmalarının vazgeçilmez lafı olan ve ama iktidar olunduktan sonra bir sonraki seçime kadar “unutulan” demokrasi artık “süs” olmaktan çıkıp gerçek temellerine oturdu. Herkes “özgürlük” havasını doya doya soluyor. Kimse kimsenin “kölesi” değil… Kimse bir diğerinin özgürlüğünü kısıtlamıyor. Her şey güllük gülistanlık! Artık ne kadınlar üzerindeki cinsiyet baskısı var, ne kadınların ikinci sınıf insan olarak değerlendirilmesi… Kadınıyla, erkeğiyle insanlar artık eşit bireyler olarak geçmişin tersine, patron için değil, toplumun zenginliğinin artması için çalışıyor, katkı sunduğu oranda kazanıyor, her türlü sosyal, kültürel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabiliyor. Eski politikacıların sık sık yinelediği “müreffeh toplum” artık gerçek oldu. Geleceksizlik mi? Hayır, artık insanlar “geleceğim ne olacak?” şeklinde bir soru sormuyor. Çünkü herkesin güvenle yarınlara bakabilmesinin bütün koşulları mevcut. Herkes geleceğe güvenle bakabiliyor. İnsanların ufku karanlık bulutlarla kaplı değil; “bulutsuzluk özlemi” ger-
çek olmuş, ufuk berrak… İnsanlar artık içinde yaşadığımız coğrafyanın değil, tüm dünyanın özgür bireyleri olarak yaşamaktan yanalar ve bunun için çalışıyorlar. “Ne olacak bu memleketin hali?” lafı artık söylenmiyor. İnsanlar “yıldızlara hayatı götürmek”ten bahsediyor, bunun için çalışıyor. Her şey güllük gülistanlık! Sorunlar yalnız içinde yaşadığımız coğrafyada çözümlenmedi. Tüm dünyada insanın insanca yaşamasının önündeki engeller ortadan kaldırıldı. Herşeyden önce savaşlara dur denildi. Artık “demokrasi götürme” bahanesiyle gizlenmeye çalışılmış petrole hakim olma, dünyaya hakim olma savaşları yok. Çünkü dünyayı paylaşma dalaşı bitti. Bırakalım dünyayı paylaşma için yapılan ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan dünya savaşlarını, yerel savaşları; en küçük bir çatışma, sürtüşme bile yok. “Demek ki, olabiliyormuş!” diyor insan… Dünya da kurtuldu. Her şey güllük gülistanlık! Eskiden doğayı yok eden insanoğlu hatasını anladı, hatasından geri döndü; doğayı, dolayısıyla insanı, insanlığı koruma altına aldı. Artık doğayla uyumlu bir şekilde yaşıyor. İnsanlığın yaşam temellerini ortadan kaldırmakla eş anlamlı olan doğanın hoyratça kullanımına, onun yokedilmesi pratiğine son verildi. Çünkü dünyayı kurtarmak, doğayı yaşanabilir halde tutmak, doğayla uyum içinde yaşamak hedefiyle hareket ediliyor artık. Artık dünya üzerinde sermayedarların borusu ötmüyor. Sermaye sahiplerinin devri ortadan kalktı. Böylece bir dizi sorun da çözüldü. Artık dünya nüfusuyla karşılaştırma içinde bir avuç diyebileceğimiz zengin kesim yaratılan zenginliğe el koyamıyor. Artık Hindistanlı Bombay sokaklarında boş mideyle sabahlamıyor, Afrikalı açlıktan ölmüyor, Çin Serbest Bölgelerinden kadın emekçi 20 Cent karşılığında 18 saat çalışmak zorunda değil… Kısacası dünya “yeni düzen”i yaşıyor…
NİSAN BİİİİİİİİİİİİİİRRRRRRRR! Bu bir 1 Nisan şakasıydı. Tabii ki hemen anladınız. Hem de yazının hemen başında… Hayır derdimiz şöyle üsturuplu, şaşırtıcı bir 1 Nisan şakası yapmak değildi. Derdimiz başka… Elbette yukarıda saydığımız şeylerin hiçbirisi gerçekleşmedi. Sorunlar olduğu gibi duruyor. Bu saydıklarımız içinde yaşadığımız sistemde gerçekleşemez de. Çünkü bu sorunları yaratan sistemin ta kendisi. Sistem değişmeden bu sorunların ortadan kalkması, insanın insanca yaşayabilmesinin koşullarının yaratılması düşünülemez. Evet, yukarıda saydıklarımızın hiçbiri gerçekleşmedi. Sömürü, zulüm, açlık, yoksulluk, savaşlar… sürüyor. Ancak yukarıda saydıklarımız gerçekleşmeyecek şeyler değil. Ne sömürü kader, ne yoksulluk… Ne hastane kapılarında sürünmek kader, ne Afrika’da açlıktan ölmek… hiçbiri, hiçbiri kader değil… Kader dediğimiz şey emperyalist/kapitalist sistemin ta kendisi… O da yıkılmaz değil… Yıkılır! Devrimle yıkılır… Yıkılır ve insanın insanca yaşayabileceği yeni bir dünya kurulabilir. İnsanın insanca yaşadığı, sermayedarların kârlarının değil insanın merkezde durduğu emeğin/emekçinin dünyası kurulabilir. Yeni dünya, komünizmin dünyası kurulabilir. Kurulur! Sosyalizm/komünizm kurulur ve insanlığın bugünkü eriştiği ilerleme ile tüm insanlığa insanca yaşayabilecek koşulları sağlayabilir; açlığı, yokluğu, yoksulluğu, konut sorununu, ulaşım sorununu, eğitim sorununu… vb. vb. kolayca çözebilir. Ama bunun için, bunun gerçekleşmesinin önündeki engeli, sömürücü sistemi, emperyalist/kapitalist sistemi, yani milyarlarca insanın yarattığı zenginliğe el koyan bir avuç asalağı, onların düzenlerini ortadan kaldırmak gerek. Bugün insanlığın önündeki görev bu engeli ortadan kaldırmaktır, bunun için çalışmaktır! Çağrımız yeni dünyayı yaratmaya çağrıdır. Çağrımız yeni dünyayı yaratmanın önündeki engel olan sömürücü sistemi devrimle yıkmaya çağrıdır! Çağrımız devrimedir, sosyalizmedir! Mart 2006
gündem
S
Kalkınıyor(muy)uz!? ya da Kalkınan kim?
ınıf lı toplumda tarafsız ekonomi bilimi yoktur: Ekonomik veriler, rakamlar üzerine çokca konuşulur, yorum yapılır. Aynı verilerden bir bakarsınız çok değişik sonuçlar çıkarılır. Ve her sonuç çıkaran da kendi sonucunun doğru olduğunu, rakamların tam da bu sonucu gösterdiğini, başka türlü bir yorumun mümkün olmadığını filan anlatır. Aslında bu anlaşılır bir şeydir de. Çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Sömüren sınıflarla, sömürülenlerin çıkarları birbirine kökten ters. Ayrıca sömürenlerin kendi aralarında, sömürülenlerin de kendi aralarında bir sürü çelişme var. Her sınıf ve tabakanın sözcüsü rakamlara kendi penceresinden bakıp yorumluyor. Yorumları belirleyen sonuçta yorumcuların sınıf bakış açıları. Sınıf bilinçli işçiler “ekonomi” ve diğer sosyal bilimlere, sınıf lı toplumda, sınıf lar üzeri olan, bu anlamda tarafsız olan bir sosyal bilim olmadığının bilincinde yaklaşır. Her yorum ve sonucu “kime”, “hangi sınıfa” hizmet ettiği açısından sorgular. Hangi sınıfın bakış açısıyla yapıldığını soruşturur. Ona göre yargılar. Örneğin ücretler sorununu. Ücretler ne kadar düşük olursa, patronların kârının o kadar yüksek olacağını herkes bilir. Ücretler ne kadar düşük olursa, ücretle çalışanların, emeklerini ücret karşılığı satan emekçilerin hayat seviyelerinin de o kadar düşük olacağı bir o kadar açıktır. Patronların çıkarı ücretlerin mümkün olan en alt seviyede tutulması iken, işçilerin çıkarı ücretlerin mümkün olan en yüksek seviyeye çıkarılmasındadır. Bu yüzden ücretler konusunda kapitalistlerle işçi sınıfı arasında bitmez bir kavga vardır. Bu kavgada bütün dünyada bütün kapitalistlerin işçilere karşı ileri sürdükleri gerekçeler üç aşağı beş yukarı aynıdır: İşçi ücretleri ürün maliyetinin en önemli unsurudur (genelde yalandır bu gerekçe, bir çok halde işçi ücreti ürün maliyetinin çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır); patronlar işçi maliyetleri yüksek olduğu için dünya pazarında rekabet imkânını yitirmekte, bu yüzden iflas etmekte, “ülke ekonomisi” zarar görmekte, “milli çıkarlar” zedelenmek-
sayı saymasını bilmiyor, ya da hiç falaka yememiş”tir. Tuzu kurudur. Herkesin gerçeği kendine göre, kendi sınıf çıkarına göre yorumlaması var.
Kalkınma rakamları
tedir (ülke ekonomisi ve milli çıkarlar dedikleri kendi sınıflarının öz çıkarlarıdır gerçekte, zaten ücret artışı enflasyonu körüklemekte, ücret artışı ile gerçekte işçinin eline fazla bir şey geçmemektedir, o yüzden boşuna ücret artışı için mücadele etmemelidir işçiler –bunu kimi aymaz “solcu” ekonomistlere söyletiyorlar yüzelli yıldır), eğer ülkede işçi maliyeti yüksek olursa, sermaye işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere kayacak, böylece işçiler işsiz kalacaktır, yani işsizliğin suçlusu sonuçta, yüksek ücret isteyen bunun için mücadele eden işçilerdir. (Bu gerekçe de yalandır. Ücret mücadelesinin durumu ne olursa olsun, sermaye daha fazla kâr elde edeceği alanlara akar, akmaktadır.) Çok kötü kriz vardır. Ücret artışı talebi krizi derinleştirir. Herkes fedakârlık yapmalıdır. Kemerler sıkılmalıdır. Hepimiz aynı sandaldayız. Kavga olmamalı, yoksa sandalla birlikte hepimiz batarız vs. (Aynı sandal masalı, kemer sıkma, fedakârlık vb. çağrıları, sınıfsal ayrılığın ve çelişmenin üzerini örten demagojilerdir. Onlar transatlantikte, emekçiler sandaldadır gerçekte!) Ücretlerin seviyesi konusundaki kavgayı biz ülkemizde son olarak asgari ücret tartışmalarında yaşadık. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, Asgari Ücret Komisyonu’nun tamamlanan çalışmalarının sonuçlarını 20 Aralık 2005’de açıkladı. Buna göre Türkiye’de asgari ücret, 1 Ocak 2006
tarihinden itibaren geçerli olmak kaydıyla, 16 yaşından büyükler için 380 YTL 46 kuruş, 16 yaşından küçükler için de 322.43 YTL’dir. Murat Başesgioğlu için burada önemli olan ve ısrarla vurguladığı şudur: Asgari ücret yükseltilmiştir! Böylece işçilerin durumu düzeltilmiştir! Patronların temsilcisi bir hükümetin sözcüsünün bundan başka bir tavır takınması da zaten beklenemez. Söylediği evet bir anlamda doğrudur. Daha önce daha düşük olan asgari ücrette kağıt üzerinde bir yükselme vardır. Peki ama işçiler açısından sorun nasıldır? Var olan ücret gerçek bir ücret artışı mıdır? Yani işçi, 2006 yılında eline geçecek yeni “zamlı” ücretiyle, 2005 yılındaki ücretiyle satın alabildiği ürün ve hizmetlerden daha fazlasını satın alabilecek durumda olacak mıdır? Verilen ücret artışı içinde, işçinin verim artışını karşılayan bir pay var mıdır? İşçilerin emeği ile yaratılan toplumsal zenginliğin paylaşımında işçilere düşen pay büyümekte midir? En önemlisi 380 YTL’lik bir asgari ücretle (ki ücretlilerin çok önemli bir bölümünün asgari ücretten bile düşük ücretlerle çalıştığı, milyonlarca emekçinin işsiz olduğu bilinmelidir) nasıl yaşanır? Bu ücret artışı için bile Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) temsilcisi Ali Nafiz Koparan “Bu artış politikalarımıza uymayan ve taleplerimizin üzerinde bir artış olmuştur. Ancak fedakârlık yaparak bunu kabul ettik” diyor! Bir fıkrada dendiği gibi “ya
Ekonomik kalkınma rakamları üzerine yürüyen tartışmaları da belirleyen sınıf bakış açısı, sınıf çıkarlarıdır. Ortada yapılan istatistikler ve rakamlar vardır. Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından bu yana uluslararası standartlar temel alınarak yapılan istatistikler vardır. Burjuvazi, en başta da Türkiye’deki çıkarları için önünü görmek isteyen emperyalist burjuvazi kendi önüne doğru rakamlar gelmesini istemektedir. Türkiye’de devletin ve TÜSİADTİSK vb. burjuva örgütlerinin istatistikle uğraşan kurumları vardır. Uluslararası emperyalist sermayenin Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşların ayrıca kendi araştırmacılarına yaptırdıkları istatistikler vardır. Bunların ortaya çıkardığı rakamların ortalaması üç aşağı beş yukarı gerçek durumun rakamlarla ifade edilmesi olarak kabul edilip bu rakamlarla çalışılabilir. Sorun rakamların yorumlanmasındadır. İstatistiklerde “kalkınma” olarak ifade edilen rakam, bir ülkede üretilen tüm ürün ve hizmetlerin toplamı olan “Brüt Yurtiçi Ürün” (Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla) ve bir ülkenin dış ilişkiler de içinde olmak kaydıyla ürettiği “Brüt Ulusal Ürün” (Gayrı Safi Milli Hasıla) değerleri üzerinden hesaplanır. Kalkınma, brüt üründeki yıllık artışa verilen isimdir. Kalkınma hızı artış oranıdır. Eğer bir ülkede üretilen ürün ve hizmetler toplamı, verili bir yılda bir yıl önceye göre diyelim ki % 5 oranında artmışsa, yüzde beşlik bir kalkınma hızından sözedilir. Ülkemizde daha işin burasında tartışmalarda kıyamet kopmakta, özellikle “sol” cenahtan, kalkınma ve kalkınma hızı üzerine verilen rakamların yanlış olduğu, aslında kalkınmanın sözkonusu filan olmadığı söylenmekte, bu da, işçilerin, emekçilerin durumunda hiçbir iyileşme sözkonusu değil, ücretlerde artış sözkonusu değil, köylünün ürününe verilen fiyatlarda artış sözkonusu değil,
gündem emekçilere sunulan sağlık hizmetlerinde, sosyal hizmetlerde bir artış yok vb. vs. gibi gerekçelerle açıklanmaktadır. İşçilerin emekçilerin “kalkınmadığı” yerde, buna göre bir kalkınma olamaz! O halde kalkınma yoktur! O halde rakamlar çarpıtılmaktadır vs. Bu gerekçeler, kapitalist bir toplumda yaşadığımızı anlamayan gerekçelerdir! Kapitalist toplumda “kalkınma”nın toplumun bütün kesimlerine birebir yansıyacağını kim söylemiştir? Böyle bir kapitalist toplum var mıdır? Kapitalist toplumun temel özelliği, bu toplumun sömürücüler ve sömürülenler olarak ikiye bölünmesidir. Basitçe zenginler ve yoksullar, sermaye sahipleri ve sermayeye sahip olmadıkları için hayatlarını ancak emeklerini ücret karşılığı (o da iş bulabilirlerse) sermayeye satmak zorunda olan emekçiler, işçiler. Toplumun zenginleşmesi, “kalkınma” her şeyden önce zenginlerin daha zenginleşmesi, sermayenin daha fazla kâr ederek büyümesi anlamına gelir kapitalist toplumda.
Kalkınıyor muyuz?
Bildiğimiz bütün ekonomik verilerin ortalaması, 2002 yılından bu yana Türkiye ekonomisinin şimdi dört yılı yakalamış olan bir dört yıl ortalaması % 7’yi aşan bir büyümekalkınma devresini yaşadığını gösteriyor. Bu olgudur. Evet Türkiye ekonomisi hiç de küçümsenmeyecek bir kalkınma süreci yaşadı, yaşıyor. Türkiye’de mal ve hizmet üretimi toplamı son dört yıl içinde yıllık ortalama % 7 arttı. Yani Türkiye küçümsenmeyecek oranda “zenginleşti”. Bunlar ne kadar doğru ise, şunlar da o kadar doğrudur: Türkiye İstatistik Kurumu’nun (Eski ismi Devlet İstatistik Enstitüsü idi) verilerine göre, Türkiye’de günde bir doların altındaki gelirle yaşayan bir milyona yakın insan var. Günde bir doların altında gelirle yaşamak, uluslararası alanda “açlık sınırı” altında yaşamak olarak görülüp, kabul ediliyor. Yani zenginleşen, kalkınan Türkiye’de Türk devletinin resmi rakamlarına göre bir milyon insan aç! Yine aynı kurum toplam 17 Milyon 991 bin TC vatandaşının günde 4,3 doların altında bir gelirle yaşadığını gösteriyor. Bu rakam ise uluslararası alanda “yoksulluk sınırı” olarak adlandırılıyor. Yani zenginleşen, kalkınan Türkiye’de Türk devletinin resmi rakamlarına göre 18 milyona yakın insan yoksul! Bu, nüfusun % 25.6’sı demek. Yani her dört TC vatandaşından biri yoksul! Evet, birileri kalkınıyor, zenginleşi-
yor, zenginliği artıyor. Kim bunlar?
Gerçekte kalkınan kim?
Bu sorunun bir bölümüne cevap uluslararası ekonomi dergisi Forbes’in yayınladığı dünyanın en zenginleri ile ilgili sayıda geldi. Dergi her yıl dünyanın “kişisel olarak en büyük servete sahip insanları”nın listesini, “En zengin 500” ismi altında yayınlıyor. Bu yılki listeye göre “dolar milyarderleri” –yani kişisel servetleri bir milyar dolar ve üzerinde olan tam 21 TC vatandaşı var! Bunlardan dördü dünyanın en zenginleri 500 listesinin içinde yer alıyor. Aslında kimin kalkındığını bilmek için bu listedeki TC vatandaşlarının ismini, servetinin tutarını, dünyanın en zenginleri içindeki sırasını bilmekte yarar vardır: Listeye göre:
İşte kalkınan bunlar. Yalnızca bunlar değil tabii. Bütün sermaye sahipleri kârlarına kâr katıyor. Zenginleşiyor. Bunun yanında büyüyen yalnızca özel sermaye sahibi kapitalistlerin kişisel zenginliği değil. Hem özel sermayeli tekeller, hem devlet bürokrat sermeyesinin tekelleri kârlarına kâr katıyor, büyüyor, zenginleşiyor. Örneğin askeri bürokratların tekeli OYAK Türkiye’nin en kârlı ortaklıklarından biri konumunda. Yani burjuvazi, özeliyle, devlet bürokrat burjuva kesimiyle büyüyor. Kalkınan bunlar. Türkiye’nin kalkınması, gerçekte bunların kalkınması anlamına geliyor bugün. Peki ama bu kalkınma-zenginleşmenin temeli ne, değirmenin çarkını döndüren su nereden geliyor? Su biziz! Emekçiler. Çalışanlar. Üretenler. Biziz zenginliği yaratanlar. Bizim yarattığımıza onlar üretim araçlarına sahip oldukları için el koyabi-
Dünyanın en zenginleri içinde sırası
Ser vet i ni n mi k ta r ı (Milyar ABD doları)
Rahmi Koç
451.
1.7
Ömer Sabancı
451.
1.7
Şevket Sabancı
451.
1.7
Aydın Doğan
486.
1.6
Hüsnü Özyeğin
512.
1.5
Turgay Ciner
512.
1.5
Hasan Çolakoğlu
512.
1.5
Ferit Şahenk
512.
1.5
Erol Sabancı
606.
1.3
Filiz Şahenk
606.
1.3
Semahat Arsel
606.
1.3
Suna Kıraç
645.
1.2
Tuncay Özilhan
645.
1.2
Bülent Eczacıbaşı
698.
1.1
Kamil Yazıcı
698.
1.1
Ahmet Zorlu
698.
1.1
Ömer Dinçkök
746.
1.0
Asım Kibar
746.
1.0
Murat Vargı
746.
1.0
Mehmet Karamehmet
746.
1.0
Faruk Yalçın
746.
1.0
İsmi
liyor. İş verdiklerinde sanki bir lütuf sunuyormuş, bize iyilik yapıyorlarmış pozlarına bürünebiliyorlar. Bize verdikleri açlık, yoksulluk ücretidir. Ölmeye fazla, yaşamaya az. Zenginleşmelerinin kaynağı bizim yarattığımız değerlerin bize verilmeyen, el konulan, adına “kâr” dedikleri bölümüdür. Bu bizim ücretimizin belki onlarca misli bir bölümdür. Peki bunun bu sistemde başka türlü olması, kalkınmanın, zenginleşme-
nin ürünlerinin toplumun bütünü içinde “hakkaniyetli” bir biçimde dağıtılması, herkesin toplumsal zenginlikten eşit biçimde yararlanması, insanca yaşayacak pay alması mümkün mü? Bu sistemin reformist savunucuları bize bunun mümkün olduğu masallarını anlatıyor. Bu masallar büyük yalandır. Kapitalizmde, ücretli emeğin sermaye (üretim araçları) sahipleri tarafından sömürülmesine dayalı sistemde, bütün toplumun birlikte refaha kavuşması, yaratılan toplumsal zenginliğin bütün toplum için kulanılması vb. mümkün değildir. Kapitalizmde zenginleşme, refah, kalkınma hep zenginlerin daha fazla zenginleşmesi, üst kesimin toplumsal zenginlikten aldığı payın büyümesi biçiminde olur. Halkın refahının da belli dönemlerde relatif yükselmesi işin özünde bir şey değiştirmez. Eğer esasta emek ürünü olan toplumsal zenginliğin tüm toplum için kullanılması, zenginleşmenin tüm toplum üyelerinin birlikte zenginleşmesi, yani artan maddi ve manevi ihtiyaçların sürekli artan bir seviyede giderilmesi biçiminde olması isteniyorsa o zaman yapılacak tek şey vardır: Ücretli kölelik düzenini, kapitalizmi yıkmak! Kapitalistlerin el koyduğu toplumsal zenginliği, topluma geri vermek. Marks buna “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” diyor! Bunun da yolu belli: Devrim! İşçilerin, köylülerin, emekçilerin bizzat kendilerinin egemen hale gelmeleri, kendi sistemlerini kurmaları. Bayrağında “herkes yeteneği ölçüsünde — herkese ihtiyacı kadar” yazan topluma giden yolda devrim için örgütlenmek, mücadeleye atılmaktır görev. 19 Mart 2006
yeni işçi dünyası
D
REFERANDUM 2006
İSK, KESK ve TTB’nin ortaklaşa almış oldukları bir kararla 27 Mart-1 Nisan tarihleri arasında tüm Türkiye çapında bir referandum gerçekleştirildi. Daha önce TBMM’ye referandum yapma önerisini götüren örgütler olumsuz cevap alınca kendileri bu işe soyundular. Halkı kendi geleceği hakkında oy vermeye çağıran bu referandumu isteyen her kurum destekleyebilecekti. Ankara’da Kızılay’daki Gima önüne kurulan sandıkta başlatılan oy kullanma işlemi öncesinde konuşan KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul, referandumda oya sunulan Genel Sağlık Sigortası ile ilgili bilgiler aktardı. Genel Sağlık Sigortası ile birlikte herkesin sigortalı olacağı yönündeki açıklamaların “koca bir yalan” olduğunu belirten Tombul, bu yasa ile birlikte emeklilik yaşının 65’e çıkarılacağını, emekli olmak için gereken sürenin 7 bin günden 9 bin güne çıkarılacağını, devlet memurlarının sağlık primi ödemeye başlayacağını ve bu yüzden maaşların yüzde 5 oranında azalacağını, emekli
maaşlarının yüzde 33’e varan oranlarda azalacağını söyledi. Tombul, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Sağlığı da piyasalaştıracağız” sözlerini anımsatarak, “Bu yasanın amacı, Başbakan’ın sözlerinde açıkça belirttiği gibi sağlığı piyasalaştırmaktır” dedi. Sağlığın piyasalaşmasına izin vermeyeceklerini belirten Tombul, emeklilik ve sağlık hakkına sahip çıkmak için tüm vatandaşları Genel Sağlık Sigortası ve Emeklilik Yasası’na karşı “hayır” oyu
kullanmaya çağırdı. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak İstanbul Okmeydanı ve Esenyurt’ta ve Adana’da oy sandıkları kurarak kampanyaya aktif katıldık. İstanbul Okmeydanı ve Esenyurt bölgelerinde açtığımız sokak standlarına ilgi büyüktü. Bu vesileyle yüzlerce işçi-emekçi ile doğrudan ilişkiye geçerek onlara yasanın içeriğini anlatma fırsatı bulduk. Konuştuğumuz insanların çoğu yasanın ne anlama geldiğini bilmiyordu. Oy
kullananaların çoğu erkeklerdi ve yaş ortalamaları da 40-50 arası idi, gençlerin katılımı azdı. Bunlar ya emekli olacaklarına inanmıyorlardı ya da sigortalı olmadıklarını söylüyordu. Konuştuğumuz insanların bir kısmı ise şu görüşleri ifade ediyorlardı: “Zaten hükümet devamlı fakir fukarayı eziyor, hep işçileri eziyor, ellerimizde ne var ne yok hepsini alıyor, ama kendi yandaşlarını sürekli olarak zenginleştiriyor.” Çıkarmış olduğumuz “Referanduma katılalım ve “Sosyal Güvenlik Yasasına hayır” diyelim…” başlıklı bildiriden binlerce adet dağıttık. (Aşağıda bu bildiriyi yayınlıyoruz.) Bu kampanyada aktif yer almamızın, birçok açıdan çok faydalı olduğunu düşünüyoruz: geniş emekçi halkla doğrudan ilişkiye geçip onların sorunlarını dinledik ve görüşlerimizi onlarla paylaştık. Diğer yandan da bu tür kampanyaları devrimci bir yaklaşımla yürütmenin mümkün olduğunu göstermek açısından da çok yararlı olduğunu düşünüyoruz. Yeni Dünya İçin Çağrı
Referanduma katılalım ve “Sosyal Güvenlik Yasasına hayır” diyelim…
H
ükümet “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı”nı büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda alelacele meclisten geçirip oylamaya sunmak istiyor!
Değerli işçi ve emekçi arkadaş!
Hükümetin büyük yerli ve yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırladığı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı”na karşı toplumun geniş emekçi kesimleri tarafından tepki gelmesine karşın, işbirlikçi tekelci sermayenin hükümeti yangından mal kaçırırcasına yasayı bir an önce meclisten geçirip uygulamaya sokmak istiyor. Bu yasa tasarısıyla sonuçta ‘parası olana sağlık hizmeti ve sosyal sigorta’ anlayışı pratiğe geçirilmek isteniyor. Sermayenin ve onun andaki temsilcisi AKP hükümetinin işçi ve emekçi kesimlere karşı bu kapsamlı saldırısı karşında emek cephesinden şimdiye kadar yeterli bir karşı çıkış örgütlenemedi. Şu anda yasanın mecliste görüşülüp karara bağlanması gündemde. Ve tam böyle bir anda (gecikmiş olarak da olsa) Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Ka mu Emekçi ler i Send i k a la r ı
Konfederasyonu (KESK) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) 27 Mart ile 1 Nisan 2006 tarihleri arasında bir referandum düzenliyorlar. Referandum’un konusu hükümetin, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırladığı ve alelacele meclisten geçirip uygulamaya sokmak istediği “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı” konusunda emekçi yığınların görüşünün alınmasıdır. Aslında bu kurumlar referandum yapma önerisini daha önce hükümete götürdüler, hükümetten olumlu bir tepki gelmeyince daha önce ilan ettikleri gibi referandumu bizzat kendileri yapmaya giriştiler. REFERANDUM emekçi halka, kendilerini doğrudan ilgilendiren bir yasa taslağı konusunda fikrinin sorulması, onun yasanın hazırlanması sürecinde tartışmalara doğrudan katılması ve yasa konusunda oy kullanması açısından olumludur. Referandum, halkın bütün belirleyici önemde siyasi konularda kendi görü-
şünü doğrudan ifade etmesinin bir aracı olarak, halkı siyasete daha fazla katan bir araç ve doğrudan demokrasinin işletilmesinin bir aracı olarak, toplumun demokratikleştirilmesinde kullanılabilecek önemli bir silahtır. Böylece ancak 4-5 yılda bir kandırmaca olarak sandık başına çağrılan halk yığınları, Genel Seçimler arasında önemli konularda görüşlerini oyla ifade edebilecek ve böylece egemen sınıf temsilcilerinin kapalı kapılar ardında kendi arasındaki yasa yapma pazarlıklarında ba sk ı unsuru oluşturabilecektir. En önemlisi bu sayede emekçi halk yığınlarının demokrasi bilinci yükselebilecek, siyasete katılım imkanları artacaktır. Referandumlar çözümün sömürü sistemi çerçevesinde olamayacağını savunan devrimci güçlere de bu görüşlerini her referandum sürecinde yığınlara götürmesi imkanı verecektir. Biz bu gerekçelerle şimdi DİSK, KESK ve TTB’nin düzenlediği Referandum eylemini selamlıyor, bü-
tün devrimci güçleri bu referanduma katılmaya çağırıyoruz. Yalnızca bu somut Referandum’u desteklemekle yetinmiyor, Referandum’un Anayasal hak haline getirilmesini istiyoruz. Referanduma katılım ne kadar büyük olur ve “Hayır” oylarının oranı ne kadar yüksek olursa, bu Yasa Tasarısında emekçiler lehine ufak tefek de olsa değişiklikler yapılması ihtimali, en azından bu konuda tartışmanın zorlanması ihtimali o kadar yüksek olacaktır. Kuşkusuz bununla kökten değişecek bir şey yoktur. Gerçek anlamda emekçilere Sosyal Sigorta ve herkese parasız ve kaliteli sağlık hizmeti sunan bir Genel Sağlık Sigortası ancak emekçilerin kendi iktidarı şartlarında, sosyalizmde mümkün olacaktır. Bugünkü Referandum mücadelesinde de devrimciler ve en başta da sınıf bilinçli işçiler açısından işçi ve emekçilere taşınacak temel düşünce budur. Bu bilinçle DİSK, K ESK ve TTB’nin Referandum’una bütün gücümüzle katılalım ve Sosyal Güvenlik Yasasına Hayır! diyelim. 14 Mart 2006
yeni işçi dünyası
“İŞÇİ SINIFI ÖRGÜTLÜ İSE HEPTİR, ÖRGÜTSÜZ İSE HİÇTİR!”
YAŞASIN 1 MAYIS, YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ! İŞÇİLER, EMEKÇİLER! İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü olan 1 Mayıs İşçi Bayramı yaklaşıyor. 1 Mayıs, 1886 yılında, ABD’de; 1418 saate varan insanlık dışı çalışma zorunluluğuna başkaldıran İşçi Sınıfının 8 saatlik işgünü için eylemlere geçtiği gündür. Ancak bu başkaldırısı sonucu burjuvazinin kanlı zulmüyle karşılaşmış ve öncülerini şehit vermiş, böylece 1 Mayıs tarihe emekçilerin kanı ile yazılmıştır. Bu nedenle 1891 yılında, 2. Enternasyonal’de, 1 Mayıs tüm dünya işçilerinin birlik ve dayanışma günü ilan edilmiştir. O günden bugüne dek 1 Mayıslar ezen ve ezilen sınıfların karşı karşıya geldiği, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesini yükselttiği ve gücünü gösterdiği günler olarak kutlana gelmiştir. 1886’dan 2006’lara geldiğimizde, egemenlerin sömürü düzeninde değişen tek şey sömürü ve talanlarının daha da katmerlenmesidir. O zaman en temel hakları için mücadele eden işçileri nasıl katlettilerse bugün de tüm dünyada ve ülkemizde katletmeye, yok etmeye, kazanılmış haklarımızı elimizden almaya devam ediyorlar. ABD emperyalizmi, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünya halklarını istediği gibi sömürmek için Irak’ta olduğu gibi yakıyor, yıkıyor, yüz binlerce masum insanın kanına giriyor. Halkın onurlu direnişi ile içinden çıkamaz duruma geldiği Irak’tan sonra şimdi de her zaman kullandığı süslü sözlerle, “önleyici saldırı” adı altında İran ve Suriye’ye saldırı planları yapıyor. Ülkemizde ise IMF, Dünya Bankası ve halkımıza demokrasi cilası ile sunulan AB’nin emirleri ile halk düşmanı yasalar çıkartıyor. “Sosyal Güvenlik Reformu”, Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı”, Terörle Mücadele Yasa Tasarısı” ile İşçi Sınıfının yüzyıllar süren mücadelesi ile kanı pahasına kazandığı hakları bir bir elinden alınıyor. Uygulanan tarım politikaları ile köylülük yıkıma uğratılıyor. Özelleştirme uygulamaları sonucu kamu malları yerli yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor. Kentsel dönüşüm denilerek yıkımlarla yoksul halkımız evlerinden edi-
olan 1 Mayıslar şu dönem, sendika konfederasyonları tarafından ne yazık ki tarihsel ve sınıfsal özüne uygun kutlanmamaktadır. 1977 Mayıs’ının ardından adı “1 Mayıs Alanı” olarak anılan Taksim Meydanı bugün herkese açılırken, devrimci, demokrat, ilericilere ve İşçi Sınıfına kapatılmıştır. 2006 1 Mayıs’ında Taksim Meydanı İşçi Sınıfına açılmalıdır. İşçi Sınıfının Zincirlerinden Başka Kaybedecek Bir Şeyi Yoktur!
İŞÇİLER, EMEKÇİLER! liyor. Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr politikaları devam ediyor. Şemdinli ’de suçüstü yakalanan kontrgerillanın yaptığı gibi yaratılan provokasyonlarla şovenizm tırmandırılıyor. Halklarımız birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Tüm bu haksızlıklara karşı çıkan
ve insanlığın kurtuluşu için mücadele eden devrimciler, yurtseverler ise F tipi hapishane denilen tabutluklarda tecrit edilerek yok edilmek isteniyor. Buna karşı verilen mücadelede verilen 121 şehide rağmen izolasyon uygulaması devam ediyor. Burjuvazinin bu saldırılarına karşı İşçi Sınıfının gücünü göstereceği gün
Referandum 2006’ya Adana Çağrı okurlarından destek
E
meklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşlarının düşürülmesi ve sağlık hizmetlerinin “parası olana sağlık” ilkesiyle yok edilmesi anlamına gelen Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı’na karşı, DİSK, KESK ve TTB’nin düzenlediği Referandum 2006 kampanyası, 27 Nisan Pazartesi günü İnönü Parkı önünde bir araya gelen sendikaların, emekten yana siyasi partilerin ve kitle örgütlerinin katılımıyla gerçekleştirilen bir basın açıklaması ile başladı. Basın açıklamasında nasıl oy kullanılacağı açıklandı, Evet ve Hayır yazılı oy pusulaları tanıtıldı. Bizler de Adana’dan Ydi Çağrı okurları olarak gücümüz ölçüsünde Refera ndu m 20 06 kampanyasına destek verdik. Referandum süresince (1. gün Çakmak Caddesi’nde, Seyhan Belediyesi Zabıta ekiplerinin müdahalesi sonrasında ise Atatürk Caddesi’nde) oy kullanılması için stand açtık. Standımızda Referandum 2006 ile ilgili düşüncelerimizin açıklandığı ve halkı referanduma katılmaya çağıran bildirilerimizi dağıttık. Ydi Çağrı/Adana 01.04.2006
İşte böylesine İşçi Sınıfına ve emekçilere karşı azgın saldırıların olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle bizler geçen yıl olduğu gibi “Devrimci, birleşik, Kitlesel 1 Mayıs için ileri!” şiarı ile yeniden oluşturulan platformumuz aracılığı ile 1 Mayısların devrimci özüne uygun olarak kutlanması için mücadele ediyoruz. Çünkü sarı sendikacılardan böyle bir şey beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzer. 1 Mayısları devrimci özüne uygun kutlamak görevi bizlerin omuzlarındadır. Bu bilinçle; emperyalizmin saldırılarına dur demek, dünya çapında estirilen gericilik rüzgârlarına karşı Latin Amerika’da, Güney Asya’da ve Avrupa’da alevlenen onurlu mücadeleyi büyütmek, insanlığın gerçek kurtuluşu olan Devrim ve Sosyalizm bayrağını yükseltmek için tüm halkımızı 1 Mayıs’ta alanlara çağırıyoruz. 1 MAYIS RESMİ TATİL İLAN EDİLSİN! TAKSİM’DE 1 MAYIS YASAĞINA SON! BİRLEŞİK, KİTLESEL, DEVRİMCİ 1 MAYIS İÇİN İŞ BIRAKARAK ALANLARA! DEVRİMCİ 1 MAYIS PLATFORMU (Alınteri, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Demokratik Haklar Platformu, Emekçi Hareket Partisi, Haklar ve Özgürlükler Cephesi, Halkın Kurtuluş Partisi, Halk Kültür Merkezleri, Kaldıraç, Kurtuluş Sosyalist Dergi, Proleter Devrimci Duruş, Yeni Dünya İçin Çağrı)
yeni işçi dünyası
SCT işçilerinin grevi sürüyor
S
CT Filtre işçilerinin grev mücadelesi sürüyor. Fabrikanın, grevin 8. günü olan 22 Mart’ta işbaşı yapacağını duyuran SCT patronu umduğunu bulamadı. Verilen ücretli izinlerin bitim tarihi olan 22 Mart sabahı hiçbir işçi işe başlamadı. Sabahın erken saatlerinde fabrika önüne gelen SCT işçileri ve sendika yöneticileri hiçbir işçinin işe başlamamasının ardından işyerinden ayrıldı. Grev gözcüleri ise fabrika önündeki nöbetlerini sürdürüyorlar. Jandarma da fabrika içerisinde yoğun “güvenlik” önlemi alıyor. 22 Mart’ta diğer karakollardan getirilen
askerlerle birlikte yaklaşık 50 kişilik jandarma timleri işçilere karşı fabrika içerisinde bekletildi. İşçiler bu kadar çok askerin getirilmesine tepki gösterdiler. Ydi Çağrı okurları olarak bizler SCT işçilerini her fırsatta ziyaret ediyoruz. Onların mücadelelerine kendi mücadelemiz gibi dört elle sarılıyoruz. SCT işçilerinin mücadelesini ve grevini kamuoyuna duyurmak, işçi ve emekçilerden destek almak amacıyla da “SCT Filtre’de Grev” başlıklı bildiriler hazırlayarak dağıttık. Zafer Grevci SCT İşçisinin Olacak! Ydi Çağrı/Adana, 27.03.2006
SCT FİLTRE’DE GREV
S
10
CT Filtre işçileri patronun toplu iş sözleşmesini imzalamaya yanaşmaması üzerine 15 Mart’ta greve çıktılar. İşçiler Birleşik Metal-İş Sendikasında zorlu bir süreçten geçerek örgütlendiler ve fabrikada ilk defa Toplu İş Sözleşmesi düzenleme aşamasına geldiler. Ancak „ben buraya ucuz işgücü için geldim“, „sendika benim özgürlüğümü kısıtlar“ diyen Alman SCT patronunun uzlaşmaz tutumu yüzünden Toplu İş Sözleşmesi imzalanamadı. İşyerini kapatma tehditleri savuran ve Birleşik Metal-İş Sendikasının grev kararı almasından sonra lokavt ilan eden SCT patronu onlarca işçiyi işten çıkararak işçilere yönelik baskılarını arttırdı. SCT işçileri bu baskılara ve işten atmalara karşı onurlu direnişlerini sürdürüyorlar. Bugüne kadar kararlı bir şekilde mücadele eden SCT işçileri bu kararlılıklarını üretimi durdurarak, greve çıkarak bir kez daha gösterdiler. SCT işçilerinin GREV mücadelesini selamlıyor ve sonuna kadar destekliyoruz. Bugüne kadar gösterdikleri birlik ve beraberlikleri onları zafere taşıyacaktır.
İşçiler, emekçiler; sermayenin saldırılarını arttırdığı, örgütlenme hakkının hiçe sayıldığı ve zaten az olan örgütlülüğün özelleştirme saldırıları ile yok edilmeye çalışıldığı bir süreçte SCT işçileri örgütlenmek için direniyorlar. Bu mücadele aynı kaderi paylaşan, aynı zor şartlar altında karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan milyonlarca işçinin, emekçinin desteği ile güç kazanacaktır. Sermayeye ve onun işçileri istediği gibi s ö mü r m e s i n e karşı yürütülen bu mü c a d e le yalnız SCT işçilerinin değil, tüm işçi sınıfının mücadelesidir. SCT işçisinin insanca yaşamak ve örgütlenmek için başlattığı grev hepimizin grevidir. SCT işçisinin bu onurlu mücadelesini desteklemek, onun yanında olmak en başta işçiler olmak üzere tüm emekçilerin görevidir. Gelin hep beraber SCT işçilerinin grevini destekleyelim, onların mücadelesine omuz verelim. Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber, ya hiç birimiz! Zafer grevci SCT işçisinin olacak! İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
B
“HAK VERİLMEZ ALINIR”
u g ü n ziya ret et t iğ i m i z SC T ’ den g re v göz c ü ler i Mustafa Demirbaş, Fatma Yaldız ve Hayriye Kelle ile sohbet ettik. Grevin 18. gününde SCT işçisi kararlı bir şekilde Greve devam ediyor. Kendilerine “Duydunuz mu Türkiye 2005 yılında %7.5 büyümüş” dediğimizde bize “Patronlar ne kadar büyürse biz o kadar küçülüyoruz”, “Hak verilmez alınır onlar vermezse biz mücadele ile hakkımızı almasını biliriz” diyerek mücadeleye devam dediler. Sendikaları Birleşik Metal-İş’in gerçekte bir sınıf sendikacılığı örneği sergileyerek bu mücadelede sürekli yanlarında olduğunu belirten işçilerle daha sonra vedalaşarak ayrıldık. Daha sonra Tarsus Eğitim-Sen’de toplanan işçileri ziyaret ettik. Burada
SCT işçileri ile birlikte Eğitim-Sen’in Referandumun son günü dolayısı ile Yarenlik meydanında yapacağı basın açıklamasına katıldık. Bu basın açıklaması sırasında çevrede referandum ile ilgili olan ve ayrıca “SCT İŞÇİSİ GREVDE” başlıklı bildirilerimizi dağıttık. Kalabalık bir yer olan Yarenlik Meydanında Tarsus Eğitim-Sen Şube Başkanı yaptığı basın açıklamasında Referandum ile ilgili bilgi verdi. Ve basın açıklamasına katılan SCT işçilerinin Grevini desteklediklerini açıkladı. Basın açıklamasının ardından tekrar Eğitim-Sen’de bir araya gelindi. Burada bulunan SCT işçileri ve eğitim emekçileri ile birlikte bir sohbet gerçekleştirildi. Ydi Çağrı/ Mersin, 01.04.2006
yeni işçi dünyası
Serna – Seral işçileri patronu uyardı…
A
ltı ayı aşkın bir süredir, İstanbul/ Bostancı’daki fabrikaları önünde grevde olan Serna – Seral işçileri, Caddebostan’da yaptıkları bir basın açıklaması ile bir kez daha patronu uyararak, haklarını alana kadar grevlerine devam edeceklerini ilan ettiler. Serna-Seral patronunun Kadıköy’de bulunan “Serna” adlı giyim mağazasının önünde direnişe destek verenler ve işçiler olmak üzere yaklaşık 80 kişi bir araya geldi. Grevdeki işçiler adına ilk konuşmayı, işçilerin üyesi olduğu Teksif Bakırköy Şube Başkanı Çetin Yelken yaptı. Yelken açıklamasında; patronun yeni bir sözleşme ile işçilere geldiğini fakat bu sözleşmede yer alan hakların eskisiyle karşılaştırıldığında daha iyi olmadığını ve bu nedenle de böyle bir Toplu İş Sözleşmesine imza atmayacaklarını, grevlerine devam edeceklerini belirtti. Sözleşme teklifini revize ettikleri halde patronun taviz vermediğini, örneğin, şimdiye kadar alınan bir sürü yardımın kesileceğini, yapılması öngörülen zam
oranının eski maaşları geçmeyeceğini belirtti. Altı ayı aşkın bir süredir grevde olmalarına rağmen kararlılıklarından bir şey kaybetmediklerini, bu süre içerisinde yaşadıkları baskılara rağmen direnişlerini, haklar alınıncaya kadar devam edeceklerini dile getirdi. Yelken konuşmasının sonunda, patronun aklını başına toplaması ve bir an önce makul bir sözleşme ile masaya oturması gerektiğini belirterek, işçilerin kaybedecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını söyledi. İşçiler adına basın açıklamasını grevci işçilerden Altun Göğçin yaptı. Göğcin; kendilerinin Anadolu yakasında 20 yıldır ihracat yapan Serna –Seral grevci işçileri olduklarını söyledikten sonra, bütün sektör çalışanları gibi ağır çalışma koşullarının dayatıldığını, bitmek tükenmek bilmeyen krizler bahane edilerek yıllardır zam alamadıklarını ve insanca yaşam koşullarından mahrum olduklarını belirtti. Haklarını elde edebilmek için anayasal haklarını kullanarak sendikaya üye olduklarını, TİS görüşmele-
Grevdeki SCT işçileriyle söyleşiler: Erdinç Tümük, 4 yıldır fabrikada çalışıyor ve işçi temsilcisi. 2 aylık bir çocuğu var. Eşi’de fabrikadaki zor koşullardan dolayı işten ayrılmış. İlk defa sendika ile tanışıyor ve greve çıkıyor. Jandarmanın müdahale etmesi halinde “biz de müdahale ederiz. TİS’ten ve sendikadan dönüş yok. Bu savaşı biz kazanacağız” diyerek kararlılığını ifade ediyor. Hasan Vatansever 3,5 yıldır çalışıyor. Daha önce Kristalİş sendikasına üye olarak çalışmış ama diğer işçiler gibi ilk defa greve çıkıyor. “Asgari ücretle çalışıyoruz. Şimdiye kadar o kadar vaat verdiler, birini bile yerine getirmediler. Bizim hakkımız çok, bunları alacağız. Örgütlü çalışana kadar, canımızın pahasına mücadele edeceğiz.” diyen Vatansever “Umutluyuz” sözüyle bitiriyor konuşmasını. Nesrin Serpilcigil 10 yıldır SCT işçisi. Evde tek çalışan ve ailesine bakıyor. Bu yüzden de evlenememiş. Serpilcigil’de işten atılan kadın işçilerden biri. İlk grev deneyimi olmasına rağmen en önde mücadele etmeye kararlı. İçeri girmek isteyen işçiler olabilir mi diye sorduğumuz da “durduracağız” diyor. Nurten Akbulut 7 yıllık işçi ve SCT onun ilk işyeri. İlk kez greve çıkıyor. “Başaracağız. Jandarmanın müdahalesi olsa da sonuna kadar direneceğiz. Sendikalı ve Toplu sözleşmeli olarak çalışacağız. Başka bir yok yok.”
rinde patronun uzlaşmaz tavrı sonucu 16.09.2005 tarihinde 71 işçi ile greve çıktıklarını, örgütlenme sürecinde olduğu gibi grev sürecinde de baskı ve vaatlerle sendikadan istifaya zorlandıklarını vurguladı. Göğçin, insanca yaşayabilmek için bu grevi onurlu bir şekilde devam ettireceklerini belirtirken tüm duyarlı kesimlerin desteğine ihtiyaç duyduklarını dile getirdi. Ayrıca 5 Nisan’da yapılacak dayanışma gecesinin duyurusu yapılarak tüm kesimlerin bu geceye katılması ve grevci işçileri maddi ve manevi olarak desteklemeleri talep edildi. Konuşmalar sık sık atılan slogan-
larla kesiliyordu. “Sözleşme yoksa, üretim de yok”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Yılgınlık yok direniş var”, “Bugün de yarın da her gün buradayız”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya da hiçbirimiz” atılan sloganlardan bazılarıydı. Yapılan açıklamaların ardından grevci işçiler, üzerinde Serna-Seral işçileri yazan siyah bir çelengi sloganlar eşliğinde giyim mağazasının önüne bıraktıktan sonra mağazanın önünden ayrılarak tekrar grev çadırlarına döndüler. 24 Mart 2006
Tülay Tilki daha önce YİDAŞ Tekstil’de TEKSİF sendikasına üye olarak çalışmış. Sendikalaşma mücadelesine kararlı bir şekilde ilk başlayanlardan. Bu yüzden ilk atılanlardan biri. Patronun sıkıştığını, el altından iş çevirdiğini belirten Tilki “Stokları boşaltma niyeti var. İçerideki stoklarla Mayısa kadar idare edebilir ancak greve devam edip içeride üretim yaptırmayacağız, tırların dışarı çıkmasına izin vermeyeceğiz” diyor. Ümmühan Doğan 14 yıldır SCT’de çalışıyor. Fabrikada ilk sendikalaşma mücadelesini biliyor. O dönemki SCT patronu 50’şer 70’şer kişilik gruplarla işçileri işten çıkararak sendikalaşmanın önünü kesmiş. Doğan şu anda mücadelenin en başında. “İçeri girmek, çalışmak, grevimizi kırmak isteyen işçiler olursa dayak yemeyi de düşünmeli” diyerek kimseyi içeri sokmayacaklarını belirtiyor. Asgari ücretle çalışan Doğan’ın 2 çocuğu var ve “Önlükleri giydirdiler gururla giyiyoruz. Mutlaka kazanacağız.” diyor. Ahmet Yıldırım 3,5 yıldır çalışıyor. Babası felçli olan Yıldırım ailesine bakmak zorunda ve asgari ücretle çalışıyor. Üç yol var diyor Yıldırım “Patron ya imza atacak ya fabrikayı kapatacak ya da satıp gidecek. Jandarma bize müdahale etse bile vazgeçmeyeceğiz.” Elif Aydın 18 aydır çalışıyor ve atılan kadın işçilerden biri. İlk sendika ve grev deneyimi. “Karalıyız mutlaka başaracağız” diyor. Kadınların önde olduğunu söylediğimizde “Bugün kadınlar iktidarı ele alacak” diyor ve ekliyor “Devlet patronlardan çok işçileri korumalı. İşçilerin hiçbir şeyi yok.Devlet, jandarma patronu koruyor beni korumuyor. Oysa Nazım Hikmet’in dediği gibi “Bu memleket bizim””. 17 Mart 2006
11
yeni işçi dünyası
CEVAHİR ve DÜNYA DERİ işçileri direnişlerini sürdürüyor!
S
endikalaştıkları için işten atılan CEVAHİR Deri Fabrikası’nın 28 işçisi beş ya yakındır direnişte. Ziyaret ettiğimiz işçilerin verdiği bilgiye göre patron anlaşmaya yanaşmamakla beraber kaymakam ve kaymakamın talimatları doğrultusunda hareket eden jandarmanın desteğinde korucu çeteleriyle saldırılarına devam etmiş. Tuzla Kaymakamı patronun kanunsuz şekilde çalıştırdığı işçiler tedirgin oluyor diye işçilerin fabrika önünde toplu durmasına ve yağış ve soğuğa karşı ufak bir çadır açmasına veya kulübe kurmalarına izin vermemiş. Kaymakamın kendilerine yardımcı olacağı ve sorunu bir ay içinde çözeceği sözünü vermesi üzerine işçiler fabrikanın önünden 350 metre uzakta ve 5 direnişçi işçiden
fazlasının beklememesi koşulunu kabul etmişler. Fakat işçiler kaymakamın buna rağmen hiç bir şey yapmadığı gibi bu bir aylık oyalama taktiği ile patrona kanunsuzluklarını ve saldırılarını daha pervasız bir şekilde yürütme olanağı tanıdığını söylediler. İşçiler işyerinde insana yaraşır çalışma koşulları, sendikalı ve TİS’li çalışmaktan başka hiçbir amaçlarının olmadığını belirttiler. İşçiler bölgede deri patronlarının ve devletin desteğinde fabrikasına sendikanın girmesini engellemek için patronun iki ayda 250 milyar TL’lik para harcadığını belirtiler. Ziyaret ettiğimiz işçiler, üzerlerindeki baskıların ne derece barbar olduğunu anlatmak için, üç gün önce 6 arkadaşlarının fabrikanın önüne gittikleri için, patronun ihbarı, kaymakamın talimatı ve jandarma komutanı Yüzbaşısının emriyle tartaklanarak gözaltına alınmalarını örnek gösterdiler. Bu ülkede haksızlığa ses çıkaran herkesin teröristlikle suçlandığını belirten işçiler en büyük teröristin kendilerine bu saldırılarda bulunanlar olduğunu ifade ettiler. Her iki üç günde bir ya jandarmanın gözü önünde patronun Gebze’den getirttiği silahlı çetelerin, ya da jandarmanın saldırılarına uğradıklarını belirten işçiler, kendilerine bunca açık kanunsuz bir şekilde saldıran Bölge Çalışma’ya kapalı gösterdiği fabrikada 4O’a yakın kişi ile (bu kişiler fabrikada yatırılıyor) üretim yapan patrona devletin dur demediğini, bu haksızlığı ancak sendikaları önderliğinde tüm işçi ve emekçi dostlarının desteğiyle kaldıracaklarını coşkulu bir şekilde ifade ettiler. Aynı Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde kurulu DÜNYA Deri Fabrikası’nda çalışan işçiler de Cevahir Deri’de işçilere yapılan saldırıların benzerlerinin -diğer deri patronlarının desteğinde- patronları tarafından devletin kaymakamı ile jandarmasının baskı ve saldırılarına maruz kaldıklarını söylediler. Bu saldırılara bir örnek olarak da, patronun kanunsuz bir şekilde çalıştırdığı direniş kırıcı birinin kendilerinden 30 km uzakta bir yerde alkol alıp sarhoş
olduktan sonra biriyle yaptığı kavgada dövülmesini kendilerinin üzerine atmak suretiyle 3 arkadaşlarının jandarmaca gözaltına alınmasına ve işkence görmesini anlattılar. Direnişlerinin 47. gününde ziyaret ettiğimiz işçiler, içlerinde göçmen kadınların olduğu 38 kişinin bir yıl önce sendikalaşarak TİS’le kazandıkları haklarının patronları tarafından hepsini geri almaya yönelik saldırısına karşı eski haklardan daha fazlasını kazanana kadar dişe diş direneceklerini belirttiler. Patronla TİS görüşmelerinin sürdüğünü belirten işçiler, her konuda anlaştıklarını fakat ücret zammı ve bazı sosyal haklarda anlaşamadıklarını belirttiler. Sohbetler içerisinde işçiler 450 YTL maaş ile hem kirayı ödemek ve iki çocuğa bakmak zorunda oldukları bu insanlıkdışı koşullara öfkelerini dile getirdiler. Mart 2006 Dünya Deri İşçileri
İLERİ Deri ve BİRSİNLER Deri Fabrikaları’nda Direnişler
Ç
orlu Organize Deri Sanayi Bölgesinde kurulu her iki fabrikanın işçileri düşük ücretle kölelik koşullarında çalışmaya son vermek için Deri-İŞ Sendikası’na üye olduklarından dolayı işten atılmış ve bunun üzerine fabrikaların önünde yaz kış yağmur demeden defalarca polisin gözaltına alma işkence v.b. saldırılarına ve derme çatma naylondan yapılmış çadırlarının defalarca yırtılarak yakılarak yok edilmesine rağmen direniyorlar.
12
Ydi ÇAĞRI GAZETESİ olarak direnişlerinin 399. gününde ziyaret ettiğimiz İLERİ Deri Fabrikası’nın 34 işçisinin her geçen gün zafere yaklaştıklarını öğrendik. Gittiğimiz gün Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Yener Kaya,
fabrikanın önünde işçilerle birlikte yaptığı bir Basın Açıklamasıyla fabrikanın kapısına grev ilanını astı.. „Birsinler Deri- İleri Deri İşçileri“ imzası taşıyan „Sendika Hakkımız Söke Söke Alırız!“, „Direnişin Simgesi Çorlu Deri İşçisi!“, „Gözaltılar Baskılar Deri İşçisini Yıldıramaz“ ,v.b. dövizlerin taşındığı Basın Açıklamasına Trakya TEK GIDA-İŞ Sendikası, Çorlu Demok rasi Platformu ve EMEP Trakya Temsilciliği katılmıştı. Devrimci basın olarak bizim dışımızda ODAK Dergisi vardı. Açıklamada patrona yasalara saygılı davranması ve bu saatten sonra kendilerini ve devleti onun güvenlik güçlerini uğraştırmadan, yormadan işçilerin en insani taleplerini kabul etmesi çağrılarında bulunan sendi-
kacılar, sendika ve işçiler olarak hiçbir zaman yasadışına çıkmadıklarını, bugünkü kazanımı yasalara saygılı davranmaları sayesinde elde ettiklerini, bundan sonra da haklarını yasalar çerçevesinde geç te olsa mutlaka alacaklarını belirttiler. Çevre fabrikalardan hemen hemen hiçbir işçinin katılmadığı bu Basın Açıklamasına İleri ve Birsinler Deri Fabrikaları’nın katılan tüm direnişçi işçileri sık sık „Direne Direne Kazanacağız!“, „Sendika Hakkımız Engellenemez!“, „Sendika Hakkımız, Grev Silahımız!“, „Sendika Yoksa Üretim de Yok!“, v.b. sloganlarla direnmenin kararlılığını gösterdiler. Basın Açıklamasında ayrıca Birsinler Deri Fabrikası’nın patronu tarafından fabrikanın başka bir patrona satıldı-
ğının bilgisini veren Sendika Genel Başkanı, sendika olarak yetkiyi alarak patronla TİS görüşmelerine başladıklarını ve görüşmelerin „Arabulucu“ aşamasına geldiğini belirtti. K e n d i l e r i y l e g ö r ü ş t ü ğ ü mü z BİRSİNLER Deri Fabrikası’nın direnişçi işçilerinin de verdikleri bilgiye göre onlarca kez direniş çadırlarının sökülüp yırtıldığını, polisçe gözaltına alınan, işkence gördüklerini ve direniş çadırlarındaki içme sularına bile mazot karıştırıldığını ve bütün bu saldırıların hala sürmesine rağmen 17 işçi arkadaş olarak 10 aya yakındır direnişlerini sürdürdüklerini, yeni patronu da direniş ve grevle dize getirerek mutlaka kazanacaklarını anlattılar. Mart 2006
yeni kadın dünyası
Petrol-İş’te Sayılarla Kadın
Aşağıda Petrol-İş Sendikasının kendi üyeleri arasında yaptığı ve ‘Petrol_İş Kadın’dergisinin Aralık 2005 sayısında yayınlamış olduğu bir istatistik çalışmasını yayınlıyoruz. Bu çalışmada petrol-kimya gibi çok önemli bir sektörde çalışan kadınların oranı ve örgütlülük durumu ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Bu araştırma her ne kadar bir sektördeki kadınların durumunu ele alsa da genel
P
etrol-İş Kadın Dergisi olarak, bu güne dek birçok ilde Petrolİş‘e bağlı işyerinde kadınlarla söyleşiler gerçekleştirdik. Kadın üyelerimiz ve üye eşleriyle gerçekleştirdiğimiz söyleşilerde, kadınların hem kadın olmaktan hem de emekçi olmaktan kaynaklanan sorunlarını, sendikadan beklentilerini, çözüm önerilerini elimizden geldiğince yansıtmaya çalıştık. Bugüne kadar yaptığımız söyleşilerden sendikalarda kadınların durumuna ilişkin sayısal olmayan birçok bilgi edinebilirsiniz. Dergimizi yakından takip edenlerden aldığımız en olumlu tepkilerden biri, sendikamızda kadın üye oranı erkeklerden az olduğu halde, üye eşlerini de düşünerek bir kadın dergisi çıkartıyor olmasıydı. Ancak bununla birlikte bazı sorular da yöneltilmiyor değil tabii. Örneğin aktif sendikalı kadın sayısının neden bu kadar az olduğu, sendika yönetiminde neden yok denecek sayıda kadın olduğu, veya kadın temsilcilere ihtiyaç olduğu halde neden aday çıkmadığı vs. şeklinde sorular arttırılabilir. Görüştüğümüz kadın üyelerimizle zaman zaman bu sorulara cevap arıyoruz. Kadın işçilerin sorunlarını dinlerken bir yandan da neden sendikaya bu kadar mesafeli durduklarını veya sendikal etkinliklere katılmakta neden bu kadar zorlandıklarını soruyoruz. Sorulara aldığımız cevaplar çeşitli kadınların sendikal çalışmalara katılmalarının önündeki en büyük engel evdeki sorumlulukları, çocuk bakımının üzerlerinde olması. İkinci bir neden, sendika hakkında çok fazla bilgi sahibi olmamaları ve sendikayı sadece ekonomik kazanımlar sağlayan aracı bir kurum olarak görmeleri. Kadın sayısı az olduğu için sendikada temsil edilmediklerini düşünenler de var. Bu sayımızda, Petrol-İş Sendikası’nda kadınların gerçekten ne oranda temsil edildiklerini ve ne kadarlık bir kesimi oluşturduklarını araştırmak istedik. ... Ankette, işyerlerinde toplam kaç işçi çalıştığı, kaçının sendikaya üye olduğu; çalışan kadınların oranı ve kadınların sendikalaşma oranıyla ilgili sorular yönelttik. Ayrıca sen-
dikal faaliyetlere katılan kadın sayısını sordu k. Petrol-İş, petrol, kimya, lastik, gıda, ilaç, plastik ve doğalgaz sektörlerinde çalışan binlerce işçiyi temsil eden bir sendika. Kadın sayılarına ilişkin sonuçlar için belli başlı sektörleri ve bu sektörlerdeki belli başlı işyerlerini ele aldık.
En Yoğun Sektör: Petrol
Petrol sektörü, Petrol-İş Sendikası’nın en çok üyesi bulunan sektörü oluşturuyor. Hem kadın üyeler hem de erkek üyeler için bu durum geçerli. Sendikanın petrol sektöründe örgütlü olduğu 38 işyeri için elde ettiğimiz rakamlara göre, (kadın ve erkek toplam) 18.077 çalışanın 14.673’ü sendika üyesi. Buna göre, petrol sektöründe çalışanların yüzde 81’inin sendikaya üye olduğu sonucu çıkıyor. Tüm çalışanlar içerisinde kadın çalışanların oranı yüzde 8,3 (toplam 18.077 çalışanın 1504’ü kadın). Kadınların sendikalaşma oranına baktığımızda, Petrol-İş’e bağlı 38 petrol işyerindeki toplam 1504 çalışan kadından 889’unun sendikaya üye olduğunu görüyoruz. Buradan, kadınların yüzde 59’unun Petrolİş‘te örgütlü olduğu sonucunu elde ediyoruz. Sendikalı kadınların tüm sendikalı çalışanlar içerisinde yüzde kaçı temsil ettiğini görmek için yine rakamlardan yararlanıyoruz. Burada da yüzde 6 gibi bir sonuç elde ediyoruz (14.673 sendikalı çalışandan sadece 889’u kadın). Petrol-İş Sendikası’na bağlı petrol işyerlerinde toplam 1504 kadın çalıştığını ve 889’unun üye olduğunu belirtmiştik. Kadın sayısının bu kadar az olmasının başlıca sebebi sektörün üretim ağırlıklı olması ve petrol üretim sektöründe kadınlara uygun işlerin azlığı. Kadınların çoğunluğu idari işlerde çalışıyor. 1504 kadından sendikalı olmayan 615’inden 587’si kapsamdışı, kalan 28’i ise ya taşerona bağlı olarak temizlik işlerinde ya da geçici statüde çalışıyor.
Kimya Sektöründeki Durum
Kimya sektörü, 9429 çalışanıyla, Petrol-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu
olarak kadınların üretimdeki ve sendikalardaki örgütlülük durumu hakkında genel bir fikir vermesi açısından önemli. Bu araştırmaın sonuçlarını irdeleyen Selgin Zırhlı Kaplan’ın yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Yeni Dünya İçin Çağrı ikinci büyük sektör. Çalışanların 5 5 7 2 ’s i , y a n i yüzde 59’u sendika üyesi. Kimya sektöründe çalışan 9429 kişiden 712’si kadın. Burada kadın çalışan oranı yüzde 7,5 olarak karşımıza çıkıyor. 712 kadından 118’i sendika üyesi. Buna göre, kimya sektöründe kadınların sendikalaşma oranı yüzde 16,5. Bu rakamları, kimya sektöründe Petrol-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu 41 işyerinden elde ettik. Kadınlardan 118’i sendikaya üyeyken, 508’i kapsamdışı. kalan 86 kadın ise yine petrol sektöründe olduğu gibi ya taşerona bağlı işlerde ya da geçici statülerde çalıştırılıyor.
Kadın Ağırlıklı Sektör: İlaç
İlaç sektöründe, kimya ve petrol’ün aksine genel sendikalılık oranı düşerken kadın oranlarında yükselme olduğunu görüyoruz. Toplam 10 işyerinden elde ettiğimiz verilere göre, Petrol-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu ilaç işyerlerinde toplam 2984 kişi çalışıyor ve bunların 1477’si, yani yüzde 49,5’i sendika üyesi. İşyerlerinde çalışan kadın oranına baktığımızda, tüm çalışanların 1016’sının, yani yüzde 34’ünün kadın olduğunu görüyoruz. Bu sektörde kadınların sendikalaşma oranı: 1016 kadının yaklaşık 385’i üye. Bu oran yüzde 37,9’a tekabül ediyor. Kadınların yaklaşık 465’i üretimde çalışıyor; bu, tüm kadınların yarısına yakın bir rakam. Bu da Petrol-İş’in örgütlü olduğu sektörler içerisinde en büyük kesimi oluşturuyor. Kadınların üretimde en güçlü oldukları sektörün ilaç sektörü olduğunu söyleyebiliriz. Kapsamdışı çalışanlar burada yaklaşık 550 kişiden oluşuyor ve çoğu idari işlerde çalışıyor. Sendikalı kadınlar, tüm sendika üyelerinin yüzde 26’sını oluşturuyor. Toplam 1477 sendika üyesinin 385’i kadın.
Kapsamdışı Çalışan Kadınlar
Şimdiye kadar karşımıza çıkan rakamlar, petrol sektörü hariç, kapsamdışı çalışanların sendikalı kadın sayısını geçtiğini gösteriyor. Örneğin
kimya sektöründe kapsamdışı çalışan kadın sayısı sendikalı kadın sayısının neredeyse 4 katı. Kapsamdışı çalışanlar sendikaya üye olabilirler ve her türlü sendikal faaliyetin içinde yer alabilirler. Seçme ve seçilme hakkını kullanmak da buna dahil. Ancak mahkeme kararlarına göre, Toplu İş Sözleşmesi hükümlerinden yararlanamazlar. Bu durum, 12 Eylül sonrası Yüksek Hakem Kurulu tarafından yapılan Toplu İş Sözleşmelerinde kapsamdışı listesinin genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Diğer Sektörlerde Durum
Anket kapsamındaki işyerlerinden son 16‘sı otomotiv inşaat, lastik ve plastik sektörüne bağlı. Burada toplam 3676 çalışanın 2596’sı sendikalı (% 70), yüzde 7,7’si (284) kadın. 284 kadından 73’ü sendikaya üye (% 25,7), sendikalı kadınlar tüm sendika üyelerinin yüzde 2,8’ini oluşturuyor (toplam 2596 sendika üyesinin 73’ü kadın). Burada yine kadınların çoğunun kapsamdışında olduğunu görüyoruz (196), kalan 15 kadın taşerona bağlı temizlik vs. işlerde veya geçici statüde. Kadın sayısı, artı kadınların sendikalaşma oranı bu kadar düşükken, sendikamızın neden kadın örgütlenmesi üzerinde bu kadar özenle durduğunu anlamak zor değil. Kadınların neden sendikal örgütlenmeye aktif katılması gerektiğini en iyi yine kadınlar anlatır. Sendikada kadın oranının düşük olması, bunun önünde engel değil. Sendikal çalışmanın azamiye çıktığı toplusözleşme dönemlerinde kadın taleplerinin yansıtılması için bile olsa kadınların temsil edilmesinin önemi, örneğin kreş meselesinde ortaya çıkıyor. Kadınlar, maaşlarına kreş katkısı almaktan her ne kadar memnunsa da, birebir görüşmelerimizde kreş açılmasını tercih ettiklerini belirtiyorlar. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Pozitif ayrımcı yaklaşımlar, kadınların sendikal çalışmaya katılımını arttıracaktır. Petrol-İş Sendikası bunun için üzerine düşeni yapmaya devam edecektir.
13
panorama
PANORAMA
Asimile edemediklerimizden misiniz? - ALMANYA -
2005
14
Ekim ayı sonu Kasım ayı başlarında Fransa’da yaşanan olaylar, Avrupa ülkelerinin göçmenleri entegre –gerçekte ise asimile etme– etme siyaseti üzerine tartışmaların yoğunlaşmasını da beraberinde getirdi. Göçmenleri “ kendilerine uydurma” konusunda entegrasyona en iyi örneklerden biri olarak gösterilen Fransa’da eğer isyan yaşanabiliyorsa, o zaman bir şeylerin yanlış olduğu açıktı. Yanlış olanın ne olduğu konusundaki tavırların temel yaklaşımı göçmenleri “sorun” olarak görme yaklaşımıdır. Devletin göçmenlere karşı ırkçı, dışlayıcı ve zorla asimile etme vb. siyaseti sorgulama dışı kaldı… Tartışmaların ana ekseninde “nasıl olur da göçmenlerden kendimizi koruruz”, veya “onları kendimize en iyi nasıl uydururuz” vb. soruları vardı. Kimi siyasetçiler ise açıkça “bizim kültürümüze uymuyorlarsa defolup gitsinler” biçimindeki ırkçı tavırlar takındılar. Değişik Avrupa ülkeleri –bunların başında da İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda ve İsviçre gibi ülkeler gelmektedir– sorunu yeni yasalarla ve evet daha yakın geçmişte yaptıkları yeni yasalara da ek
olarak güncel tartışmalar temelinde de yeni yasalar çıkarmaya başladılar. Kimileri çıkardı, kimileri de tartışma aşamasında… Tüm bunların ortak yaklaşımı da “yabancıları” nasıl “kendimize uydururuz” uyduramadıklarını da “nasıl defederiz” vb. düşüncesi ve yaklaşımıdır. Yani ya asimile olursunuz ve o ülkenin size dayatılan yaşam biçimini –evet bu noktada kendi yaşam biçiminizi terkederek– kabul edersiniz ya da siz o ülkeye “uygun” değilsiniz ve geldiğiniz ülkeye, ya da anne-babanızın, nine ve dedenizin geldiği ülkeye gidersiniz… Dayatılan özetle budur. Tartışılan, göçmenlere, yaşadıkları ülkede doğal yaşam sürecinin beraberinde getirdiği, getireceği entegre olma, evet sonuçta o ülkenin insanı olma süreci değildir. Yine tartışılan, karşılıklı yaşam biçimlerinin özgürce birbiriyle kaynaşması da değildir. Hayır! Tartışılan, göçmenlerin “misafir işçi” olarak gittikleri ülkeye uydurulması, “misafirlerin” “ev sahibinin” kurallarına uydurulması sorunudur. Yani zorla asimile etme sorunudur tartışılan. 40-50 sene o ülkelerde yaşayan insanlara hâlâ “yabancı” gözüyle bakılıyor ve yasalarının adı da esas olarak “yabancılar yasası”… Burjuva demokrasisinin ana-
vatanı olarak tanımlanan Avrupa’da da ırkçılık, göçmenlerin dışlanması en başından devletin yasalarıyla garanti altına alınmıştır. Özde aynı olmasına rağmen, bu ırkçı yasalar ve uygulamalar göçmenlerin geldikleri ülkeye, kökenlerine göre de farklı farklı uygulanmaktadır. Örneğin Fransa’da bir Alman’a, ya da İngiliz’e karşı uygulama ile –tersi de aynı– Afrika ya da Asya kökenli birine karşı uygulama arasında farklılıklar vardır. Son yıllardaki gelişmelere bakıldığında özel olarak “yaşlı Avrupa” denen ülkelerin yeni yasaları esas olarak Afrika ve Asya kökenlilere, başta da İslam ülkelerinden giden göçmenlere karşı önlemler olarak çıkarılmaktadır. Her Müslüman potansiyel terörist olarak görülmektedir. Siz eğer herhangi bir “İslam” ülkesinden gitmişseniz, siz tanrıtanımaz biri olsanız da, size potansiyel terörist gözüyle bakılmakta ve uygulamalar da ona göre olmaktadır. Sizin ten ve saç renginiz ve gittiğiniz ülke uygulamaların nasıl olacağının ölçüleri olmaktadır. Irkçılık kendisini bu alanda çok açık göstermektedir. Bunu en iyi gösteren güncel örnek ise Almanya’da son aylardaki tartışmalar ve uygulanmaya çalışılan “vicdan testi” dedikleri test ve göçmenlerin anadillerini konuşmalarını yasaklamaya yönelik tavırlardır.
ALMANYA GÖÇMENLER (MUHACİRLER) ÜLKESİ…
Çoğu siyasetçiler tarafından Almanya bir göçmenler ülkesi olarak kabul edilmiyor. Bu tavrı takınanlar esas olarak daha ırkçı kesimden… Bunlara göre “yabancılar” Almanya’ya gelmiş ve onlara ihtiyaç kalmadığında da geldikleri ülkeye gitmeleri gerekiyor. Göçmenler Almanya’da geçicidir, Almanya Alman ulusunun vatanıdır… Almanya’da uzun süre kalmak isteyenler Alman ulusunun “yüksek değerlerine” uymakla mükelleftir ya da “misafir misafirliğini bilmelidir”… Almanya’da son yıllarda “teröre karşı önlem” alma paketleriyle göçmenlere karşı çıkarılan yasalar ve yürürlüğe konulan yeni “yabancılar yasası” ya da biraz kibarca ifade edilen “göçmenlik yasası” gibi yasalar yetmemiş gibi, göçmenlere karşı eyaletlerde de yeni yeni önlemler alınmakta, yeni uygulamalar gerçekleştirilmektedir.
20 Aralık 2005 tarihi Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında işgücüne duyduğu ihtiyaç nedeniyle göçmen işçi kabul etmesinin ve İtalya ile anlaşma imzalamasının 50. yıldönümüydü. Hemen hemen tanınmış ve önde gelen Alman gazetelerinin hepsi, konu hakkında tavır takındılar, 50 yıl öncesini yadettiler ve kimi göçmenlerin de anılarını, tavırlarını aktardılar. Evet, Hitler Almanyası döneminde hemen hemen sıfıra düşürülen göçmen sayısı, 1955’te 500 binin altındaydı. Şimdi ise Almanya’da yaşayıp da Alman kimliği olmayanların sayısı 7.3 milyon. Alman vatandaşlığına geçen göçmenlerin sayısı ise birkaç milyon… Hitler Almanyası’na İkinci Dünya Savaşı’yla son verilmesi ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere batılı büyük emperyalist güçlerin (İngiltere ve Fransa), Sovyetler Birliği’nin silahsızlandırılmış, nazilerden arındırılmış ve birleşik demokratik bir Almanya siyasetine karşı ve sosyalizmin nüfuzunu kırmak için yürüttükleri siyaset sonucu Almanya’nın bölünmesinin ardından, Alman burjuvazisi Batı Almanya’da “yeniden inşa” için işgücüne ihtiyaç duyuyordu. O dönem iktidarda esasta nazi kalıntıları olan CDU yönetimi vardı. Bunu vurgulamak, aslında burjuva partilerin sahtekârlığına işaret etmek içindir. 1955’te ve sonrası dönemde de ucuz işgücüne ihtiyaç duyduklarında “yabancı işçi” isteyenler, bugün ihtiyaç duymadıklarında her seçim öncesi “yabancı” düşmanlığı kampanyalarına başvurmakta ve Almanya’daki işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu ve suçlusu olarak göçmenleri göstermeye çalışmaktadırlar. 1955’te İtalya ile yapılan anlaşmayı, İspanya ve Yunanistan ile (1960), Türkiye ile (1961), Fas ile (1963), Portekiz ile (1964), Tunus ile (1965) ve Yugoslavya ile (1968) yapılan anlaşmalar izledi. 1973’e kadar da ucuz “işgücü” gitti Almanya’ya… O dönemin, özellikle de petrol krizi olarak da yansıyan ekonomik kriz ve işsizliğin yükselmesi vb. gerekçelerle 23 Kasım 1973’te Alman hükümeti işçi akınını durdurdu. Bu süreçte ama artık Almanya’da yerleşik olarak kalanların sayısı da çoğaldı. Artık göçmenlerin sayısı milyonlarla hesaplanıyordu. Türkiye’den gidenlerin sayısı, tek tek ülkelerle karşılaştırıldığında birinci
panorama sırayı kapmıştı. Alman burjuvazisinin “misafir işçi” hesabı tutmamıştı. Max Frisch’in deyimiyle onlar “işgücü istemiş” ama “insanlar gitmişti”. Almanya’ya gidenler ülkelerine dönmüyordu çoğunlukla. Bir de onların eşleri çocukları vardı geldikleri ülkede. Aile birleşimi, eşlerin ve çocukların Almanya’ya götürülmesi göçmenlerin sayısını artırmıştı. 1983’te “misafir işçi”lerden kurtulmanın yollarından biri olarak “paralı teşvik” yasası gündeme getirildi. Alman burjuvazisi ve yönetimi göçmenlere karşı “misafir işçi” tavrını esasta korudu. Aldığı önlemlerin hemen hepsi “yabancılar yasası” temelinde oldu. Bu süreçte ama, artık Almanyalı olan kesim, ilk kuşağın torunları kendisinin Almanyalı olduğunu pratik yaşamla dayattı. Alman vatandaşı olanların yasalar üzerinde sahip oldukları haklardan yoksun olmaya karşı cılız da olsa bir mücadele gelişti. Göçmenlerle Almanların eşit haklara sahip olması için örneğin “yabancılar yasası”nın kaldırılması için mücadele verenler de oldu. Fakat esas gelişme madem ki bu yasalar değişmiyor o zaman da “Alman vatandaşı olur ve o temelde Almanların sahip olduğu haklara sahip olurum” anlayışının egemen olduğu Alman vatandaşlığına geçme yönünde oldu. İlk kez 1992’de göçmenlere Alman vatandaşlığına başvurma hakkı tanındı. Almanya’da doğanların sayısı giderek birinci veya ikinci kuşağın sayısını geçmeye başlamış ve bunların çoğunun da doğum yeri Almanya’ydı. Almanya’da doğanların da Alman vatandaşlığına hak kazanması için 2000 yılındaki vatandaşlığa geçme yasasının reforme edilmesini ve 2005 yılının başından itibaren yeni “göçmenlik yasasının” yürürlüğe girmesi gerekiyordu. 1955’ten 2005 yılına kadarki 50 yıllık süreçte, sonuçta böylesi bir yasanın çıkarılması ilk başta hoş görünebilir. Ama gerçekte, sözkonusu yasanın da temeli Alman devletinin ırkçılığıdır. Almanya’da doğanların otomatikman Alman vatandaşlığına hak kazanmasının 50 sene sürmesi bile trajikomik bir durumdur. Ya Almanya’da doğmayan ve 40-50 senesini işgücünü Alman işverene satmakla kaybeden ve Almanya’nın bugün ihracatta dünya şampiyonu olmasında önemli rol oynayanların hakları nerede? Böyle bir hakları yoktur onların…
“VİCDAN TESTİ”…
“Vicdan” testiymiş… Bu testin aslında adı bile bozuk. Kimin vicdanı, neye göre ve kim test edecek? Kimisi
de “İslam testi” adını veriyor bu teste. Bu adlandırmalar da esas olarak Alman ırkçılığının Hristiyan dininin bir ifadesi olarak yansıması. Peki testin kendisi nedir? 2006 yılı başından itibaren yürürlüğe konan bu “test”, Almanya’nın Baden Würtemberg eyaletinde Alman vatandaşlığına başvuranlara sorulan sorulardır. Test 30 sorudan oluşuyor. Tartışmalar ise kamuoyunda Aralık 2005 başlarından itibaren başladı. Almanya’nın göçmen işçileri davet etmesinin 50. yıldönümü
yetkililerinin verdikleri yanıtlar, “Biz bunu sadece müslümanlara sormayacağız, Alman vatandaşı olmak isteyen herkese soracağız” biçiminde oluyor. Yani anlayacağınız, ırkçılığı, insan onurunu çiğnemeyi ortadan kaldırma yerine, daha da genişletmek yoluyla sorunu çözmeye çalışıyorlar. Somut anlamı da bir eyalette yapılmakta olanı tüm Almanya çapında gerçekleştirmektir. Bunun da açıklaması var: Nihayetinde Alman vatandaşlığına geçilmek isteniyor, bu
Göçmenlere kökenlerini inkâr edip Alman gibi davranmak dayatılıyor. Eşit haklara dayalı entegrasyon değil, zorla asimile edilmeye çalışılıyor. Somutta Almanya’da, ama genelde önde gelen Avrupa ülkelerindeki yeni yasaların oluşturulması ve bu konudaki tartışmaların tümü de, ırkçılığın kapitalizmin-emperyalizmin yolarkadaşı olduğunu bir kez daha göstermektedir. tartışmalarına paralel başladı bu tartışma. Sözkonusu sorular Hürriyet gazetesi tarafından Türkçe yayınlandı, diğer kimi gazetelerde de aktarıldı. Biz bu sorulara tek tek tavır takınma yerine, soruların sorulmasının kendisinin kökten reddedilmesi gereken bir edim olduğunu; bu tavrın ırkçı ve insan onurunu ayaklar altına alıp çiğneyen bir tavır olduğunu düşünüyor ve buna karşı mücadelenin de ırkçılığa ve bu ırkçılığın kaynağı kapitalist sisteme karşı mücadele olarak yürütülmesi gerektiğini savunuyoruz. Doğru tavır, şu ya da bu sorunun yanlış olduğu, şu ya da bu soruyu düzeltmek gerektiği vb. biçimlerde yürüyen tartışmaları reddetmeyi, soruların sorulmasının kendisine karşı olmayı gerektiriyor. Yürütülen tartışmalar burjuva demokrasisinin ve kapitalist sistemin ne kadar ırkçı olduğunu, en liberallerinin bile ırkçılıktan ne kadar pay aldığını ortaya koymaktadır. Almanya’da yaşayan Türkiyeliler başta olmak üzere –sayısı az da olsa diğer “İslam” ülkeleri kökenliler de– bu testi protesto ettiler, ediyorlar. Türkiye, devlet yetkilileri ya da temsilcileri üzerinden “bu yanlışın düzeltilmesi”ni istedi. “Yanlış” nasıl düzeltilmeye çalışılıyor? Alman
iş sadece bir eyaletin sorunu değil, Almanya’nın sorunu… Değişik eyaletler farklı sorular sormaya yönelse de, gerçekte yapılmak istenen Alman anayasasının 16. maddesinin değiştirilmesi ya da delinmesidir. Sözkonusu madde Alman vatandaşlığının geri alınamaz bir hak olduğunu ortaya koymaktadır. Sonradan Alman vatandaşlığına geçenlerin, yani doğuştan Alman vatandaşı olmayanların vatandaşlığının geri alınabilmesi için önlemler almaya çalışıyorlar. Eğer 16. maddeyi değiştirmeden bunu sağlayabilirlerse o zaman bu maddenin sadece doğuştan Alman vatandaşı olanlara uygulanması sözkonusu olacaktır. Sonradan Alman vatandaşı olanların vatandaşlık hakkını ellerinden alabilmek için seçilen yollardan biri, vatandaşlığa alırken sorular sormaktır. Eğer sözkonusu göçmen vatandaşlığa alınmadan önce kendisine sorulan sorulara doğru cevap vermez ve vatandaşlık hakkını edindikten sonra verdiği cevapların tersi bir durum ortaya çıkarsa, o zaman “yalan” söyleyerek, takiyye yaparak vatandaşlık hakkı edindiği gerekçe gösterilerek sözkonusu hakkın geri alınmasını istiyorlar. Bu tavrın gösterdiği gerçeklik göçmenlere Alman vatandaşlığı verilse bile doğuştan Alman vatandaşı olanlarla aynı dü-
zeyde, eşit vatandaşlık hakkı verilmek istenmiyor… Bu tartışmalara bir de anadilde konuşma konuşmama yönlü tartışmalar eklendi ve gidişat göçmenlerin haklarının daha çok budanmasına yönelik ve entegrasyon adına ırkçılığın kışkırtılması yönündedir. Sokakta Türkçe konuşulduğu için dayak yeme örnekleri, ya da Bielefeld’deki gibi spor yaparken Türkçe konuşmadan dolayı üyelikten atılma vb. örnekler yaşanmaya başladı. Almanya’da doğup büyüyenler, okuldaki “yabancı öğrenciler” olarak kabul edilmekte ve “yabancı öğrenciler okulda Almanca konuşmazsa cezalandırılmalıdır” vb. önerileri yapılmaktadır. Eyalet İçişleri Bakanları toplantısında basına yansıtılan tavır “Herkes yanlış olanları vatandaşlığa almamak konusunda hemfikirdir” biçimindedir. “Yanlış” olmanın ölçüsü de tabii ki onlar tarafından belirleniyor ve temel ölçü Alman olmaktır! Eğer bir göçmen Alman gibi davranıyor ve yaşıyorsa “yanlış” değildir… Sözkonusu olan ama şu ya da bu kökenli göçmenin Alman olması değil ki! Alman devletinin vatandaşlığını edinmek isteği sözkonusudur. Burjuvazinin mantığı ama böyle çalışıyor. Eğer Alman vatandaşı isen Almansındır. Türk vatandaşı ise Türksündür, Fransız vatandaşı isen Fransızsındır… vb. vb. Başka etnik kökenden insanların kendi etnik kökenlerini koruyarak ve eşit haklarla vatandaşlığa hak kazanması da burjuva demokrasisinde hayal gibi görünüyor. Göçmenlere kökenlerini inkâr edip Alman gibi davranmak dayatılıyor. Eşit haklara dayalı entegrasyon değil, zorla asimile edilmeye çalışılıyor. Somutta Almanya’da ama genelde önde gelen Avrupa ülkelerindeki yeni yasaların oluşturulması ve bu konudaki tartışmaların tümü de, ırkçılığın kapitalizmin-emperyalizmin yolarkadaşı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Kapitalizm, emekçi insanların, “büyük insanlığın” düşmanıdır. Değişik uluslardan ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin kardeşçe, özgürce ve eşit yaşayacakları dünyayı kurmak ise, bu insanlık düşmanı sistemden kurtulmaktan geçiyor. Devrimcilerin ve komünistlerin görevlerinden biri de ırkçılığa karşı mücadeleyi kapitalist-emperyalist sisteme karşı vermek, dünyanın ezilenlerini, işçi ve emekçilerini devrim için mücadele cephesinde birleştirmektir. 13 Mart 2006
15
panorama
Dünya Sosyal Forumu taksit taksit… - MALİ / VENEZÜELLA -
D
16
ünya Sosyal Forumu (DSF) Uluslararası Komitesi’nin almış olduğu karara göre 6. Dünya Sosyal Forumu önceki beş forumun tersine merkezi olarak bir tek kıtada, ya da kentte yapılmayacaktı. Buna göre Afrika’da Mali’nin başkenti Bamako’da 19-23 Ocak tarihlerinde, Venezüella/Caracas’ta ve Pakistan/Karaçi’de ise 24-29 Ocak tarihlerinde gerçekleştirilecekti. Bamako ve Caracas’ta yapılması planlanan DSF bölümleri sözkonusu tarihlerde gerçekleşti. Pakistan’da 2005 yılı sonlarına doğru gerçekleşen depremden dolayı Karaçi’deki toplantı ise ertelendi. Avrupa Sosyal Forumu ise 3-7 Mayıs tarihlerinde Atina’da yapılacak. DSF çık ış noktasında Dünya Ekonomik Forumu’nun her sene yapıldığı Davos zirvesine alternatif bir forum olarak düşünülmüştü. Gelişmeler bu çıkış noktasını geri planda bıraktı. DSF’ler bir yanıyla kitlesel katılımın beklenenden yüksek olmasıyla ve gündeme getirdiği konuların çeşitliliğiyle bu çıkış noktasını geride bırakırken; diğer yanıyla DSF’nin hemen her seferinde aynı konuları gündeme alması, ama bağlayıcı herhangi bir karar alma durumunda olmaması; somut olarak pratik herhangi bir alternatif sunulmaması sonucunda da forum toplantılarının bir nevi sitem etme, dilek ve temennilerin dile ge-
tirildiği panayırlara dönüşmesiyle de bu çıkış noktası kenara itilmiş durumda. Bu sene şimdiye dek ikisi yapılan forum toplantılarında da geçen seneler gibi hemen hemen aynı konular gündemdeydi. Başka bir ifadeyle gündemde yok yoktu. Bu tartışmalarda doğru düşüncelerin de yer yer dile getirildiği de bir gerçeklik. Fakat buna rağmen bir bütün olarak DSF’nin temel rolü muhalif kesimleri sistem içinde tutmak, sistemin sivri uçlarını törpülemek ve sömürü sistemini yaşanılabilir bir sistem olarak kitlelere empoze etmek olduğu bir gerçek. Sözkonusu forumlardaki tartışmaların örgütleyicileri olan sivil toplum örgütleri ve yöneticileri gerçekte varolan çelişkiler üzerine tartışmaktan da kaçınmakta ve çelişkilerin ya da eleştirilerin üzerini mümkün olduğunca örtmeye çalışmaktadırlar. Bu tavırlarıyla da gerçekte Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif, onu örgütleyenlere karşı somut ve ciddi bir alternatif sunamadıklarını ortaya koymaktadırlar. Gelinen yerde Dünya Sosya l Forumu’nun geleceği üzerine tartışmalar yavaş yavaş öne çıkmaya başlıyor. Katılımcıların önemli bölümü, bu biçimiyle bir DSF’nin işe yaramadığı, somut pratik eylemler ve kampanyalar düzenlenmesi gerektiği; üzerine tartışılan sorunların çözümü için al-
ternatiflerin sunulması gerektiği vb. görüşleri savunmaktadır. Bağlayıcı kararların alınmadığı, neyin istendiğinin açıkça ortaya konmadığı bir forumun kitleler için çekici olmayacağı da savunulmaktadır. Buna karşı forumların şimdiye kadarki biçim ve içerikle sürdürülmesini savunanlar da, daha açık siyasi alternatiflerin sunulması durumunda forumun kuruluş hedefine ters davranacağı; ”radikal”leşme durumunda kitleleri etkileme gücünün zayıflayacağı vb. görüşler savunulmaktadır. Bu ve benzeri tartışmalar içinde forumun devletlere güvenemeyeceği, onlarla işbirliği yapma yerine, onların sorumlusu olduğu sorunların çözümü için onlara karşı da mücadele edilmesi gerektiğini savunan bir kesim de var. Hatta forumun reformizmin temsilcisi olduğu, şeffaf olmadığı yönlü doğru eleştirileri getiren sesler de yükselmektedir. Forumu örgütleyenler ve forumlarda tartışmalara yön verenlerin tavırları genelde bu çerçevelerde takınılan tavırlardır. Foruma katılım bağlamında ise kitlenin tavrı, esas olarak ”bir başka dünya mümkündür” şiarına inanan ve evet bugünkü dünyadan başka, insanca yaşanır bir dünya talep eden, forumu böylesi bir dünya için mücadele aracı olarak gören bir tavırdır. Bamako ve Caracas’ta gerçekleştirilen DSF toplantıları bir kez daha bu forumların kitlelerin ”başka bir dünya” istemini düzen içine hapsetmenin aracı olma rolünü oynadığını gösterdi. Güçlü bir devrimci hareketin olması şartlarında bu forumlara katılan kitlenin ”başka bir dünya” için mücadeleye, devrim için mücadeleye çekilebilmesinin potansiyeli mevcut. Devrimcilerin görevi güçleri oranında böylesi forumlara katılan kitlelere doğru düşünceleri taşımaktır. 7. Dünya Sosyal Forumu’nun yine bir tek merkezde yapılması kararına uygun olarak 2007’deki toplantı Afrika kıtasında, Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılacak.
BAMAKO…
6. DSF’nin bir ayağının Ma li/ Bamako’da yapılmasının esas önemli yanı, ilk kez Afrika kıtasının sorunlarının tartışmaların merkezinde durmasıydı. Bamako’daki toplantılara katılım beklenenden azdı. Yaklaşık 20 bin insanın foruma katıldığı bilgisi verilmektedir. Forumun açılışı için yapılan yürüyüşe 8.000 insan katıldı. 650 civarındaki toplantılara, her toplantıya ortalama 50 kişinin katıldığı bilgisi verilmektedir. Gündemde kelimenin gerçek anlamında yok yoktu… Militarizm,
küreselleşme ve savaş, DTÖ’nün Hong-Kong zirvesi sonuçları, BM’nin reforme edilmesi, uluslararası liberalizm, tarım ülkelerine saldırılar, kadınların uğradığı baskılar ve eşitliği, doğanın talanı ve çevrenin katledilmesi, uluslararası düzen ve kurumlar, bağımlı ülkelerin borçları, ulusların bağımsızlığının kabulü, göç sorunu… vb. vb. tüm bu sorunlar tartışıldı. Forumun herhangi bir sonuç bildirisinin olmadığı ve kimseyi bağlayan herhangi bir kararının da olmadığı
Yoksul Afrika halklarının anda istediği esas şey, biraz da olsun insanca yaşayabilmek, insan gibi muamele görmek… Fazla bir şey istemiyorlar. Bunun gerçekleşmesini de, dünyanın andaki egemenlerinden istiyorlar. Yanlışları da burada yatıyor! bir yerde tartışmalar, tartışmaları yürütenler arasında kalmaktadır. Sonuç olarak savaşa karşı tavır bağlamında 18-19 Mart tarihlerinde özelde ABD’nin Irak’a karşı savaşını, genelde savaşları protesto etme eylemlerinin yapılması önerisi üzerine katılımcılar hemfikirdirler. Bu tavır Caracas’taki DSF’nin ikinci ayağının da takındığı bir tavır. Sonuçta bu DSF’den ne çıktı sorusuna verilecek esas cevap, 18-19 Mart’ta savaşa karşı eylemler yapma önerisi çıktı biçimindeki cevaptır. Somutta Mali’nin genelde de Afrika ülkelerinin sorunlarının dile getirildiği esas alan forum toplantıları değil, yürüyüş, miting ya da forum toplantıları dışındaki eylemlerdi. Forum toplantılarında öne çıkarılan tavırlardan biri Avrupa’nın göçmenlere, Avrupa ülkelerine kaçak yollarla gitmeye çalışanlara karşı tavrı oldu. Haklı olarak Avrupalı emperyalist ülkelerin ırkçı ve insanlık düşmanı tavırları eleştirildi. Avrupa devletlerinin siyasetinin gerçekte ikiyüzlü, sahtekârlık üzerinde yükseldiği, in-
panorama san haklarının savunucusu görünürken, gerkçekte insan haklarını ayaklar altına aldığı da somut örneklerle ortaya kondu. ”Beyaz” Avrupa’nın ”siyah” Afrika’ya yönelik sömürgeci siyasetinin ırkçılıkla tamamlandığı olgusuna da vurgu yapıldı, ”yeni sömürgecilikle” karşı karşıya kalındığı sorununa dikkat çekildi. Genelde Afrika kıtasının açlık, yoksulluk, susuzluk… aids gibi hastalıklara karşı korunma sorunu, borçların silinmesi ve sanayinin geliştirilmesi, tarım ürünlerinin uluslararası alandaki fiyatlarının düşürülmesine karşı mücadele ve tarım üreticilerinin yaşam temellerinin korunması vb. gibi sorunlar da gündeme getirildi. Mali’nin sorunlarında ise öne çıkanlar, demiryollarının özelleştirilmesi ve bununla birlikte gelen işsizlik; tarım ürünlerinin özelde de başta ABD emperyalizmi olmak üzere büyük emperyalist güçlerin sübvansiyonlarla pamuk üreticilerini iflasa sürüklemesi; Fransız emperyalizminin tekellerinin de içinde olduğu altın madenlerinde siyanür kullanılması, bunun doğrudan sonucu çocukların sakat doğması; maden işçilerine karşı barbarca baskılar, keyfi tutuklamalar, hiçbir açıklama yapılmadan aylarca içeriye tıkmalar… vb. vb. sorunlar oldu. Somut olarak Mali’nin bu sorunlarının kaynağına baktığımızda, doğrudan ve dolaysız emperyalistlerin sömürgeci, talan siyaseti ile karşı karşıya kalıyoruz. Mali Fransa’nın sömürgesi konumundaydı. 1960’ta bağımsızlığını ilan etmişti. Buna rağmen ama hâlâ Fransız emperyalizminin kıskacındadır. Fransız tekelleri Mali’nin ekonomisinde belirleyici rol oynamaktadır. Mali’nin para birimi tam da Fransız emperyalizminin belirleyici rolünün sonucu olarak Euro’ya endekslidir. Mali’nin ekonomisi açısından ihraç edilen esas mal altın ve pamuktur. Altın madenleri, üretimi esas olarak Fransız emperyalizminin tekellerinin elinde… Pamuk üretimi ise, ABD emperyalizmi ile Avrupalı büyük emperyalistlerin uluslararası alandaki egemenliğine kurban olmuş durumda. Emperyalistlerin pamuk üretimi saldırılarından en fazla etkilenen ülkelerin başında Mali geliyor. Bunun doğrudan sonucu olarak eylemcilerin öne sürdüğü taleplerden biri de emperyalist ülkelerde tarım sübvansiyonlarının durdurulması talebiydi. 6. DSF’nin Mali/Bamako’daki ayağı esas olarak emperyalistlerin egemen olduğu dünyada, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumun ne kadar derin olduğunu göstermiştir. Basının dik-
Devrimcilerin görevi güçleri oranında böylesi forumlara katılan kitlelere doğru düşünceleri taşımaktır. katini, kısa süre de olsa Afrika’nın taşınamaz gerçekliklerine çekmiştir. Yoksul Afrika halklarının anda istediği esas şey, biraz da olsun insanca yaşayabilmek, insan gibi muamele görmek… Fazla bir şey istemiyorlar. Bunun gerçekleşmesini de, dünyanın andaki egemenlerinden istiyorlar. Yanlışları da burada yatıyor! Bu tavır DSF’nin ya da benzeri siyasete sahip sivil toplum örgütlerinin sistemi değiştirme yerine düzeltme, reforme etme siyasetiyle örtüşmektedir. Bu siyasetin çerçevesini parçalamak için umut yok mu? Olmaz olur mu? ”Umut insanda!” İnsanlar, emekçiler varoldukça, sömürü sistemi varlığını sürdürdükçe, bu sisteme karşı mücadele de varolacaktır. Bamako’daki DSF ayağının umut veren bir yanı emekçilerin taleplerini dile getirmesi ve protesto eylemleri gerçekleştirmesi iken, diğer umut verici bir durum da, yaklaşık 80 aydının biraraya gelerek emperyalistlerin hakimiyetine, ABD’nin askeri egemenliğine karşı mücadeleye ve bu mücadele için işçilerin birlik cephesini kurmaya yönelik yaptıkları çağrıdır. Bu çağrının amaçlarından birinin de emperyalist ülkelerdeki işçilerin ve ilerici güçlerin bağımlı ülkelerdeki halkların mücadelesiyle dayanışma ve birliği sağlamaktır. Evet, bu çağrı doğrudan forumun çağrısı değil ama foruma paralel, forumu etkilemek için de olumlu bir çağrıdır. Tam da bu çağrının da etkisiyle 18-19 Mart tarihlerinde Irak ve Afganistan’daki işgale ve genelde savaşa karşı eylemler yapılması düşüncesi kabul edilmiştir. Sonuç olarak yani umut var! ”Umut insanda!” ”Büyük insanlık”ta…
CARACAS…
6. DSF’nin Caracas’taki ayağı 2429 Ocak tarihlerinde gerçekleşti. Bamako’dakinden esas farkı katılımın yüksek olmasıydı. 80 bin ile 100 bin arasında insanın foruma katıldığı tahmin ediliyor. Forumun açılışı ”Emperyalizme ve savaşa karşı yürüyüş” adı altında onbinlerce insanın katıldığı yürüyüşle yapıldı. 2000 civarında ayrı toplantının örgütlendiği ve bunun yaklaşık 1800’nün gerçekleştirildiği bilgisi verilmektedir. Bamako’dakinden farklı bir yan da özellikle Avrupalı STÖ’lerin daha yoğun katılımıydı. Genel hatlarıyla gündem Bamako toplantısının gündemiyle aynıydı. Burada öne çıkan esas olarak antiABDcilik ve Irak savaşına karşı tavırdı. Caracas’taki forumun geçmişte Porto Allegre’de yapılanlardan farklı bir yanı ise, indigen halkların mücadelesinin gündemde önemli yer almasıydı. Forumun tartışmaları bağlamında Caracas’ta daha çok çelişkili ya da farklı görüşler gündemdeydi. Fakat farklılıkların çatıştırılması yoktu forumda. Esas olarak çelişkiler, farklılıklar yanyana yaşadı… Laf düzeyinde de olsa sosyalizmden de bahsedildi, önceki forum toplantılarında olduğu gibi.
DSF’nin kuruluş belgesinin partili veya siyasi örgütten insanların toplantılara katılmaması biçimindeki kuralı, özellikle Chavez’in iki saati geçen konuşmasıyla da çiğnendi. Eh… forumun örgütlenmesi için 9 milyon dolar harcanır da konuşulmaz mı? DSF’nin siyasi parti temsilcilerinin foruma katılmaması ”ölçüsü”nün zedelenmediğini göstermek için yoğun çaba gösterilse de, Caracas’ta yapılan forum toplantı(ları)sı esas olarak Chavez’in propagandasının toplantı(ları)sı oldu. Bu olgu da aslında DSF’nin kural koyucularının bu kuralı esasta düzene muhalif kesimin, evet öncelikle de devrimcilerin, komünistlerin forumlardan dışlanması için koyduğunu ortaya koymaktadır. DSF’nin Caracas ayağında 18-19 Mart tarihlerinde, genelde savaşa karşı, somutta da Irak’taki savaşa karşı eylemlerin yapılması ile ilgili karar yayınlandı. Sözkonusu kararda DTÖ’nün Hong-Kong kararlarının da engellenmesi talep edildi. Bunun nasıl gerçekleştirileceği ise belli değil. Caracas’ta ilginç olan bir gelişme kimi anarşist grupların ”alternatif forum” örgütlemesiydi. Ayrıca kendisini antiemperyalist olarak değerlendiren kimi Venezüellalı ve İtalya’dan giden kimi gruplar da bir ”antiemperyalist kamp” örgütlediler. Bunların da antiemperyalistliği en uç noktasında Chavez’in ABD’ye karşı tavrını destekleyen bir içerikle sınırlıdır. DSF’ye devrimci grupların ya da antiemperyalist ve silahlı örgütlerin resmen katılmasının mümkün olmadığı yerde böylesi bir yol seçilmiştir. DSF’nin geleceğinin nasıl biçimleneceği konusundaki tartışmalar Caracas’ta da yürütüldü ve muhalif kesim giderek sesini yükseltmekte ve güçlenmektedir. Latin Amerika’daki hükümet veya yönetim değişiklikleri bağlamındaki tartışmalarda, genelde ”sol”un güçlendiği, değişenin ne olduğu yönlü vb. tavırlara Brezilyalı kimi aktivistlerden gelen ”özde hiç bir şey değişmedi” yanıtı da Caracas’tan umut veren bir tavırdı. Her DSF’de yapıldığı gibi çağrılar, açıklamalar, dilek ve temenniler dile getirildi… Bir dahaki foruma kadar dinlenebilirsiniz artık… 6. DSF’nin üçüncü ayağının Mart ayı sonlarında gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğini, yapıldığında da bunlardan farklı olanın ne olduğunu birlikte göreceğiz. Şimdiden, Karaçi’de Bamako ve Caracas’ta yapıldığı gibi forumun olaysız ve sorunsuz geçmeyeceğinin işaretleri var. 11 Mart 2006
17
panorama
Yeni başkan kim? - ŞİLİ -
Gerçekten Bachelet “sosyalist” mi? Burjuva medyada bu soruya verilen cevap açıkça evet cevabıdır. ... Gerçekler ama Bachelet’in gerçekte sosyalistlikle hiçbir alakasının olmadığını ortaya koyuyor. Bizim yukarıdaki soruya verdiğimiz cevap Bachelet’in “sosyalist” olmadığıdır.
11
18
Mart 2006 tarihinde ilk kez bir kadın Şili’de başkanlık koltuğuna oturdu. Adı Michelle Bachelet. Şili, sadece yıllarca faşizmin yönetim biçimi olduğu bir ülke değil. Kürtaja, boşanmaya, genelde kadınlara karşı maço tavrı ile ve dinci olma anlamında da –%72’si katolik– tutucu olan bir ülke. Böylesi bir ülkede bir kadının başkan seçilmesi önemli bir gelişmedir. Fakat bizim yazımızın başlığında “yeni başkan kim?” sorusunu sormamızın perde arkasında yatan şey yeni başkanın kadın ya da adının Michelle Bachelet olması değil. Bachelet’in “sol” hatta “sosyalist” olarak tanımlanması ve öyle de gösterilmesidir. Hatta kimi medya mensupları tarafından Allende yönetimi ile karşılaştırılmakta ve Bachelet’in seçilmesi, rövanşın alınması olarak gösterilmektedir. Son birkaç yıldır Latin Amerika’da “sol”un iktidara geldiği üzerine
basında çokça yazıldı, yazılıyor. Özellikle bu yıl içinde yapılacak birçok başkanlık seçiminden de çoğu Latin Amerika ülkesinde “sol”un yönetime geçeceği tahminleri yapılıyor. Bu tahminlerden biri de Şili’de yapılan seçimlerle ilgiliydi. Evet 11 Aralık 2005 tarihinde yapılan seçimlerde başkanlık için yarışan adaylar içinde ilk sırada yer alan Bachelet, 15 Ocak 2006 tarihinde yapılan ikinci tur seçimlerinde oyların %53.5’ini alarak başkanlık seçimini kazandı. Gerçekten Bachelet “sosyalist” mi? Burjuva medyada bu soruya verilen cevap açıkça evet cevabıdır. Hürriyet gazetesi Bachelet’in seçilmesini “Şili’de rövanş” başlığıyla verirken, Milliyet gazetesi Bachelet’i “çekirdekten sosyalist” olarak tanıtıyor. Bachelet’in “sosyalist” olarak tanımlanmasının kaynağı ise, genç yaşında “Sosyalist Gençlik” saflarına katılması, Pinochet faşizmi döneminde gözaltına alınması, ardından
beş sene yurtdışında, sürgünde – Avusturalya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde– yaşaması; şimdi de “Sosyalist Parti” üyesi olmasıdır. Gerçekler ama Bachelet’in gerçekte sosyalistlikle hiçbir alakasının olmadığını ortaya koyuyor. Bizim yukarıdaki soruya verdiğimiz cevap Bachelet’in “sosyalist” olmadığıdır. Bachelet’in esas mesleği çocuk doktorluğu… 1973’te faşist darbeden sonra annesiyle birlikte –babası Allende yanlısı ve orduda hava kuvvetleri generali görevindeydi ve Pinochet iktidarınca katledildi– sürgünde geçirdiği beş seneden sonra 1979’da Şili’ye geri döndü. Doktorluk mesleğinin yanısıra “Sosyalist Parti” için ordu veya askeri sorunlar üzerine yazılar yazdı. 1990’dan itibaren başlayan Pinochet sonrası dönem Bachelet’in de siyasette adını duyurmasının dönemi oldu. 1995’te “Sosyalist Parti”nin yönetimine yükseldi ve esas olarak askeri sorunlarla ilgilendi. Bachelet Washington’da askeri stratejik eğitim aldı. 2000 yılında Devlet Başkanı Ricardo Lagos tarafından Sağlık Bakanlığı’na, iki sene sonra ise aldığı askeri eğitim de gözönüne alınarak Savunma Bakanlığı görevine atandı. Yani Bachelet 2000 yılından beri devletin aktif yönetici kesimi arasında yer alıyor. Devlet iktidarının hizmetinde, onun parçası ve bu devlet iktidarı ise faşizm ile burjuva demokrasisi arasında bir yerlerde… Faşizm döneminin anayasasında kimi değişiklikler yapılsa da hâlâ sözkonusu anayasa yürürlükte. Özellikle ordunun yönetimdeki rolü hâlâ önemli ölçüde varlığını koruyor. 2005 yılı sonlarına doğru yapılan kimi yasal değişikliklerle bu rol azaltılmaya çalışıldı. Geri düzeyde bir burjuva demokrasisinin yerleştirilmesi süreci yaşanıyor. Bachelet ve partisi bu sürecin neoliberal savunuculuğunu, temsilciliğini yapma durumunda. Bachelet, Pinochet önderliğindeki faşist darbenin 30. yıldönümünde yaptığı konuşmada ordu ile “ulusal barış” ilan etti. Bachelet’in bu tavrı darbeci faşistler tarafından da olumlu karşılandı. Bachelet Latin Amerika’da yükselen antiABDci akım ile de arasına mesafe koymaktadır. ABD emperyalizmi ile ilişkilerin tüm zamanlardan daha iyi olduğunu belirtmiş ve “uluslararası teröre karşı mücadele”ye sadakatini ilan etmiştir. Kendisinin tanımı ile Bachelet Lula, Chavez vb. gibi bir “solcu” da değil. Olsa olsa Türkiye’deki sosyaldemokratlara benzerliği var. Bachelet’in kendisi zaten “Demok rasi için Partiler Birliği”nin (Concertacion)
aday ı olarak seçimlere katıldı. Bu birlik ise sosyaldemokratlarla Hristiyandemokratlardan oluşuyor. Bununla doğrudan bağıntılı “ortasol” ya da benzeri bir tanımlama kullanılıyor bunlar için. Bachelet, Hristiyan Demokrat Partisi ile birlikte kurulan bu partiler birliği siyasetiyle Almanya Başbakanı Merkel’in siyasetine atıfta bulunarak buna sıcak baktığını da inkar etmiyor. Seçim kampanyasında Şili’de baskı altında tutulan indigen halkların sorunlarına, onların en temel demokratik haklarına bile sahip çıkmamıştır Bachelet. Bunun da ötesinde indigen halkları üzerindeki baskıların da doğrudan sorumluları arasındadır. Her benzetmenin bir ayağı havada olur derler ama Şili Türkiye’ye çok benziyor! Ya da Türkiye mi Şili’ye? Benzerlik sadece darbe ve faşizmin iktidarda olması, giderek burjuva demokrasisine doğru çözülmesi vb. konularda değil. Ulusal, etnik sorunlara yaklaşımda da çok benzerlik var. Şili devleti de ırkçı bir devlet ve değişik etnik kökenlilerin varlığını reddeden bir konumdadır. İndigen halkları üzerinde sürekli bir ulusal baskı uygulanmaktadır. Sadece indigen halkların demokratik, insan haklarından yana olmak bile devletin ağır takibatlarına maruz kalmanın, “terörist” ya da “kriminel” olarak damgalanmanın nedeni oluyor. Irkçılık devletin anayasasıyla kurumsallaştırılmıştır. Türkiye’de de olduğu gibi… Başkanlık Lagos’tan Bachelet’e geçse de yönetim gerçekte aynı kalıyor. Lagos ya da Bachelet aynı partiden başkan ve hükümet aynı “Partiler Birliği”nin hükümeti… Devlet yönetiminin köşe başlarını tutanlar da aynı görevlerine devam ediyor. 1990 yılından beri, Pinochet sonrası dönemin yönetimi hep aynı… Haklı olarak bunlara, “Demokrasi için Partiler Birliği”nin (Concertacion) hükümetine “Pinochet’in solu” deniyor kimilerince… Ve bunlar 16 yıldır yönetimde. Seçimlerin kendisi de gerçekte demokratik değil. En başta seçim sisteminin kendisi antidemokratik. Bağımsız ve oy alma potansiyeli düşük olanlar en baştan dışlanıyor. Sadece başkanlık seçimlerinden değil, parlamentodaki temsiliyet açısından da aynı dışlanma sözkonusudur. Sayısı 10.8 milyon olarak belirtilen seçmenlerin ise sadece 8.2 milyonu kaydedilmiştir. 2.6 milyon seçmen daha seçimlerden önce dışlanmıştır ve ülkenin başkanının kim olacağı konusunda oy verme hakları bile çiğnenmiştir. Birinci tur seçimlerde Bachelet’in temsil ettiği parti gerçekte oy kay-
panorama bına uğramıştır, ama rakibi daha az oy aldığından birinci sırada yer almıştır. İkinci tur seçimlerin katılım oranı verileri elimizde olmadığından gerçekte verilen oy sayısını hesaplamamız mümkün değil. Ama kayıt edilmeyen seçmenlerin sayısının 2.6 milyon olduğu ve seçmenlerin, seçime katılan kesiminin de yaklaşık %30’unun ikinci tur seçimlerine katılan adaylara oy vermediği de bilindiğinde başkanın seçmenlerin çoğunluğu tarafından seçilmediği ortaya çıkmaktadır. Burjuva parlamentarizminin gerçek yüzü Şili’de de kendisini göstermektedir. Olguların böyle olduğu yerde, Bachelet’in seçilmesinin “rövanşın” alınması olarak gösterilmesi ya da Bachelet’i Allende ile karşılaştırıp “yine sosyalistler iktidara geldi” tespitinin yapılması gerçeklerin tersyüz edilmesidir. Allende tüm yanlışlarına rağmen Bachelet’ten kökten farklı bir siyasete sahipti. O, gerçekten de barışçıl yollarla sosyalizme gidileceğine inanmıştı. Bu tavrı büyük bir hataydı. Ama o, buna rağmen sosyalizme doğru ilerlemek, eşitlik, kardeşlik istiyordu. Allende “sol” cephenin siyasi yanlışlarına, modern revizyonizmin yanlışlarına kurban gitti… Bachelet ise açıkça burjuvazinin iktidarının savunucusu. Küreselleşme adına neoliberalizmin, hem de ABD emperyalizmiyle yakın işbirliği içinde olan bir savunucusu… 11 Eylül 2001 sonrası dönemde emperyalist güçlerin “terörizme karşı mücadele” adına halklara karşı saldırı siyasetinin destekleyicisi. Bachelet’in Allende’yi katleden cuntanın temsilcileri ile “ulusal barış” ilan etmesi bile, onun Allende ile karşılaştırılmasının ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. Biz Allende savunucusu değiliz. Bunu açıkça bir kez daha vurguluyoruz. Ama Bachelet’in Allende ile karşılaştırılmasının da Allende’ye haksızlık olduğunu söylüyoruz. Şilili bir sendikacının deyimiyle, “Şili bir korkular ülkesidir.” Ve bu “korkular ülkesi”nin son 16 yılı da, Bachelet’in partisinin ve “partiler birliği”nin yönetimi altında yaşanmıştır. Bachelet’in Allende ile karşılaştırılıp “sol”, “sosyalist” olarak gösterilmesi, “sol”a ve “sosyalist”liğe hakarettir. Şili’de özgürlük, halkın kapitalist sisteme karşı savaşıyla gelecek ve “Venseremos” eşliğinde zincirler kırılıp zulme ve yoksulluğa paydos denilecektir! Bir gün mutlaka! 12 Mart 2006
3 yaşında! - KIBRISAşağıdaki yazı Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesinin 25 Kasım 2005 tarihli 179. Sayısından alınmıştır. —Yeni Dünya İçin Çağrı
Kıbrıs Sosyalist Partisi 3. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle Merkez Komitesi adına Parti Genel Sekreteri Kazım Öngen’in yaptığı açıklama: Kıbrıs Sosyalist Partisi 22 Kasım 2002 tarihinde kurulduğunda siyasi yelpazede yer arayan veya yer almayı hedefleyen herhangi bir sol parti olarak kurulmadı. KSP bilimsel sosyalizmi kendine rehber edinen, Kıbrıs işçi sınıfının sınıf partisi olarak, işçi sınıfı ile birlikte tüm emekçi sınıfların öncü partisi olmayı amaçlayan bir parti olarak kuruldu. KSP’nin siyasi hedefi sosyalizmdir. Ancak sosyalizm yolunda ilerlerken ülkemizde çözülmesi gereken sorunlarla karşı karşıyayız. Ülkemiz emperyalist işgal ve tahakküm altındadır ve halkımızla birlikte bölünmüştür. Sosyalizm mücadelesi ve sosyalizmin kurulması birleşik işçi sınıfının ortak mücadelesini öngörmektedir. Bu bakımdan ülkemizi birleştirmek için gereken şart olan emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin yenilip ülkeden atılması sorunu Kıbrıs işçi sınıfının önünde durmaktadır. KSP sosyalizm mücadelesinde ilk aşama olarak önüne anti-emperyalist mücadeleyi koymuştur. Bu mücadele, halkımızdan bugün için kat kat güçlü olan emperyalist işgal güçlerine karşı, en geniş halk kitlelerinin seferberliğini ve halk kitlelerinin işçi sınıfımızın önderliğinde anti-emperyalist birleşik cephede örgütlenmesini öngörmektedir. KSP kurulur kurulmaz kendini Annan Planı süreci içerisinde bulmuştur. Kuzey Kıbrıs’taki tüm sol partiler bu planı desteklediler. Bu süreç içerisinde KSP bu planın emperyalist bir plan olması, ülkeyi bizzat bölen emperyalist güçler tarafından hazırlanması ve temelde emperyalist güçlerle onların yerli işbirlikçileri arasında bir uzlaşmayı araması nedenlerinden dolayı uygulanamayacağını, uygulansa bile ülkeyi birleştiremeyeceğini söyledi. Buna rağmen, KSP sol partilerle ittifak içerisinde bu planı destekledi.
Sol partilerin ve barışa susamış, sahte umutlarla kandırılmış halkımızın bu süreci yaşaması gerekmekteydi. Emperyalist güçlerden ve yerli burjuvaziden çözüm ve barışın beklenemeyeceğinin, gerçekleri ile yaşanması ve görülmesi gerekiyor. Bugün gelinen aşamada gerek kuzeyde gerekse güneyde sol partiler olarak CTP ve AKEL hükümettedirler. Ancak bu partiler bir araya gelip, uzun yıllardan beridir savundukları BM çerçevesinde bir çözümü konu-
“KSP bilimsel sosyalizmi kendine rehber edinen, Kıbrıs işçi sınıfının sınıf partisi olarak, işçi sınıfı ile birlikte tüm emekçi sınıfların öncü partisi olmayı amaçlayan bir parti olarak kuruldu.” şamadıkları ve gereğini yapamadıkları gibi tam tersine her iki taraftaki egemen sınıfların ve güçlerin çıkarları temelinde güttükleri milliyetçi, ayrılıkçı ve şoven politikalarla halkı birbirinden her zamankinden daha çok uzaklaştırmaktadırlar.Bu siyasal ortama hiç kuşkusuz Annan Planı ve referandum süreci de katkı koymuştur. Planlanmış olarak elde edilen referandum sonucu, gelinen bu aşamada da açıkça görülebileceği gibi Ankara’nın Kıbrıs’ta aklanmasına, uluslararası alanda önünün açılmasına ve dolayısıyla da AngloAmerikan emperyalizminin bölgedeki çıkarlarının güvence altına alınmasına hizmet etmektedir. Kıbrıs halkının süratle bir çözüm ve barışa ihtiyacı vardır. BM çerçevesinde bir çözümün adamızı bölünmeye götüreceği ortadadır. Ortak vatanın yeniden birleşmesi ve Kıbrıs halkının yeniden bütünleşmesi için tüm Kıbrıs emekçi halkının dil, din, milliyet farkı gözetmeksizin, emperyalist işgale karşı ortak mücadelesi gerekmektedir. AKEL ve CTP dışında kalan çözüm yanlısı sol kesim de böyle bir mücadele için gereken farklı politikayı yaratmaya muktedir olmadıklarını
göstermektedirler. Tam tersine onlar da BM çerçevesinde bir çözüm peşinde koşmakla Kıbrıs halkının bugün içine düşürüldüğü çıkmazın sorumlusu durumundadırlar. KSP çıkmazdan çıkış ve çözüm ve barışın yolunu göstermektedir. Çözüm ve barış için Kıbrıs işçi sınıfının öncülüğünde anti-emperyalist cephe hükümetinin kurulmasını ve adamızda hak iddia eden emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçilerinin ülkemizden kovulmasını önermektedir. Emperyalist planlarla değil, emperyalist sistemden koparak bir barışa ulaşabileceğimizi söylemektedir. Ülkemize, emperyalist tahakkümün, emeğin sömürüsünün sona erdiği ve barışın, demokrasinin, özgürlüğün egemen olduğu düzenin gelmesi için başka bir yolun olmadığını söylemektedir. KSP bugüne kadar bu önerilerinin gerçekleşmesi yolunda bir siyaset izlemiştir. Diğer parti ve örgütlerle ilişkilerinde ve ittifak çalışmalarında da anti-emperyalist birleşik cephe stratejisini gözönünde bulundurmuştur. Bundan sonraki çabamız da işçi sınıfımız içerisinde kökleşmek, işçi sınıfı hareketi ile birleşmek ve Kıbrıs işçi sınıfını birleşik Kıbrıs’ta iktidara taşımaktır. Pa r t imiz K ıbr ıs Sosya list Partisi’nin 3. kuruluş yılı kutlu olsun! Partimiz, Kıbrıs işçi sınıfının öncü partisi olmak için çalışmaya devam edecektir! Partimiz, Kıbrıs işçi sınıfını iktidara taşımak için mücadeleye devam edecektir! Partimiz, ülkemizi yeniden birleştirmek ve ülkemiz Kıbrıs’tan tüm emperyalist güçleri defetmek için mücadeleye devam edecektir! Yaşasın partimiz ve işçi sınıfımızın onurlu mücadelesi! Kıbrıs Sosyalist Partisi Merkez Komitesi (a) Genel Sekreter Kazım Öngen
22 Kasım 2005
19
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Nevroz”luk önlemler…
H
er yıl Mart ayında Türk devleti “Nevroz nöbetleri” geçiriyor. Özellikle son on yıllık süreç Türk devletinin Newroz’u Nevruzlaştırmaya çalıştığını değişik biçimlerde ortaya koydu. Devlet Newroz’u Nevruzlaştırıp kendine uydurma etkinliklerini çeşitlendirirken, Kürtlerin Newroz’u kendi demokratik haklarını dile getirmek için kutlamasının üzerine yasaklarla, baskılarla gitmesi de “Nevroz nöbetleri”nin görüntülerinden biridir. Bu noktada devletin “Nevroz” önlemleri gündeme gelmektedir. Yeter ki Kürtlerin haklarının dile getirildiği ve kendi renklerinin taşındığı kutlamalar olmasın da ne olursa olsun anlayışı ve devletin yasakçı mantığı, Newroz kutlamalarına yönelik normal insanın mantığının alamadığı önlemleri gündeme getirmektedir. 2 0 0 6 Ne w roz’u y a k l a ş ı rken Türkiye’nin görüntüsü, hakim sınıflar arasında iktidar dalaşının çok yönlü olarak giderek kızıştığını gös-
20
20
teriyor. Özellikle Şemdinli’deki olaylardan sonraki dönemde dalaşın özü aynı kalsa da rengi değişmeye başladı. Hükümetle ordu daha fazla ve açıkça karşı karşıya gelme durumundadır ve AKP hükümeti zor günler yaşamaktadır. Bu dalaşta Kürt ulusal meselesini kullanmak önemli bir rol oynuyor. Gerek savaşın kızıştırılması, çatışmaların giderek fazlalaşması ve Irak sınırına askeri yığınağın yapılması vb. durumlar, Kürtler arasında şiddet karşıtı olan kesimin de işini zorlaştırmaktadır. Kürtler üzerinde OHAL durumunu yaşatan baskıların yeniden yoğunlaştırılması, tank gösterileri, köyleri basmalar, ev aramaları, tutuklamalar, işkenceler; ya da DTP’ye yönelik saldırılar, “kurşunlu mektup”la tehditler vb. vb. uygulamalar güncel uygulamalar olarak öne çıkmaktadır. 2006 Newroz’unu kısaca özetlediğimiz bu kargaşa içinde karşılıyoruz. Bu arada İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu Newroz’a karşı “etkin önlem-
ler” alınmasını içeren talimatını 81 vilayetin valiliklerine iletti… Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Bakan Aksu alınacak önlemlerin özellikle Newroz’un “PKK/ KONGRA-GEL örgütünün propagandasına dönüştürülmesine müsamaha” göstermeyecek önlemler olması gerektiğini emrediyor. Bunun gerçek anlamı Kürtlere ait herhangi bir talebin dile getirilmesi, renklerini taşıması vb. işlere izin yoktur. Tam da bunun içindir ki Aksu’ya göre “Yapılacak etkinlik, kutlamalarda Türk bayrağı dışında herhangi bir f lama ve bayrağın bulundurulmasına izin verilmeyecek.” (Hürriyet, 9 Mart 2006) İçişleri Bakanı’nın bu genelgesine göre kolluk güçleri şu ya da bu legal partinin flamasına da izin vermeme hakkına, yetkisine sahiptir. Öyle ya Türk bayrağı dışında hiçbir bayrak veya flamanın taşınmasına izin yoktur! Buna rağmen şu ya da bu bayrak, ya da flama taşınırsa, “yasadışı eylem” yapmaktan dolayı kodese tı-
kılabilirsiniz. Aksu bunun yanısıra polis radyolarından “Günümüzde Nevruz’un önemi” konulu programlar yaptırılmasını emrederken, önlemlerin de katlanması talimatını vermektedir. Flama taşımaya izin verilmediği yerde Bakanın sivil toplum örgütlerine kısıtlama getirilmemesi yönlü açıklaması ise tam “Nevroz”luk bir açıklama… Düşünün bir, bir sivil toplum örgütü (STÖ) ırkçı tavıra sahip değil, demokratik bir düşüncesi var. Bu STÖ orijinal adıyla bir flamaya “Newroz’unuzu kutluyoruz Kürt kardeşlerimiz” diye yazıp yaptığı etkinlikte taşımak istesin. Bakan Aksu’nun genelgesi bu isteğe en başından yasak koymuyor mu? Ve bu kısıtlama değil mi? Normal insan ruh hali böyle olduğunu söyletiyor. Ama ruhları da bilinçleri gibi ırkçılıkla, yasakçılıkla yoğrulanların mantığı böyle demiyor… Bu yasakçı mantık kendisini Bakan Aksu’nun Newroz kutlamalarında çocuklara yönelik önlemler alma bağla-
Newroz İstanbul’da coşkuyla kutlandı...
Mart’da Kazlıçeşme’de düzenlenen Newroz mitingine havanın da güzel olmasıyla katılım yüksek oldu: 150.000 kişi rengarenk giysileriyle, yöresel kıyafetleriyle büyük bir coşkuyla Newroz’u kutladı, ulusal ve demokratik haklarını haykırdı. Sabahın erken saatlerinden başlayarak insanlar yürüyüş kolu halinde büyük meydanı doldurmaya başladı. Kürsüden yapılan konuşmalarda Abdullah Öcalan’a özgürlük talebi ağırlıktaydı. Açış konuşmasını yapan DTP İstanbul İl Başkanı Doğan Erbaş, inkar ve imha politikalarının çözüm olmadığının altını çizerken, ‘Kürt sorunu vardır’ diyen Başbakan’dan bu sözlerin gereklerini yerine getirmesini istedi. DEHAP eski Genel Başkanı, DTP Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Tuncer Bakırhan da, Ortadoğu’nun en büyük özleminin şiddet ve savaştan arınmak olduğunu söyledi. ‘Abdullah Öcalan Kürdistan’da Siyasal İradedir’ Referandum Komitesi adına konuşan Barış Başak da, Kürt sorununun tek muhatabının ve çözüm noktasının Öcalan olduğunu söyleyerek ‘Öcalan’ı siyasi irade olarak kabul ediyor musunuz?’ diye sordu. Kitle alkış ve zılgıtlarla ‘Evet’ yanıtı verdi. Asrın Hukuk Bürosu, alanda Öcalan’ın mesajını okudu. Öcalan Newroz mesajında ‘Savaş istemiyorum, herkesi çözüm için mücadeleye çağırıyorum’ dedi. Alanın değişik yerlerinde ateşler yakılarak üzerinden atlandı. Konuşmacılardan sonra Rojhan Beken, Çetin Oraner, Uğur Karataş, Grup
Vardiya, Koma Çiya’nın, Dengbej Kazo sahne aldı. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak Abdi İpekçi Stadyumu önünde buluşup yürüyüş korteji halinde sloganlar eşliğinde Newroz alanına yürüdük. Burada pankartımızla ve dövizlerimizle yer alarak bildiri dağıtımı yaptık ve sloganlar attık. DTP’nin düzenlediği mitingte bizim dışımızda şu gruplar da yer aldılar: EMEP, SDP, ESP, Partizan, Toplumsal Özgürlük Platformu, Halk Kültür Merkezleri. 24 Mart 2006
halkların kardeşliği için mında da gösteriyor. Çocukların kitleden ayrı ve gözetim altında tutulması gibi önlemler, güya geçen seneki “bayrak provokasyonu” gibi olayları engelleme adına alınıyor. Türkiye’de “Nevroz”luk önlemler kuşkusuz ki sadece bu kadar değil. Gerçekte komik ama gülüp geçemeyeceğiniz olaylar ve tavırlar kataloğu her sene zenginleşiyor… 2006 yılının Newroz’una yönelik tavırlarda bu kataloğu zenginleştiren flaş haberi Osmaniye’den. Daha önceleri sarı-yeşil-kırmızı renklerine izin verilmediğini, “W” harfinden dolayı Newroz etkinliği başvurularına olumsuz yanıt verildiğini ya da açıkça Newroz etkinliğinin yasaklandığını biliyorduk. Bu yüzden de örneğin Tunceli’de “W” harfinden dolayı “Anayasa ve Türk Harflerinin Kabu l ve Tatbi k i Ha k k ı nda k i Kanuna” aykırı olduğu gerekçesiyle etkinliğe izin verilmemesi, ya da DTP’nin afişlerinin Kürtçe yazılması gerekçe gösterilerek toplatılması gibi kararlara yabancı değiliz. Fakat Osmaniye’de Newroz etkinliğinin “O” harfine takılması gibi bir olayı ilk kez duyduk. Osmaniye’nin Emniyet Müdürlüğ ü yetk ilileri “Newroz”un “Newruz” olarak değiştirilmesi gerektiği biçiminde tavır takındı. Bu arada “W” harfine, her
A
nedense herhangi bir itirazda bulunmadılar. Bunun açıklaması tabii ki yukarıda adı geçen “Türk Harfleri” ile ilgili kanun olamaz… Onlar için önemli olan engel çıkarmak, ama sözkonusu engel de tam “Nevroz”luk. “O” harf ine ta k ılan Emniyet Müdürlüğü etkinliği tertip eden komite temsilcilerinden kutlamalar sırasında “saygı duruşu”nun programdan çıkarılmasını da istemiştir. Aksi halde “İstiklal Marşını programa dahil edersiniz” uyarısında bulunmaktan da geri kalınmamıştır. 2006 yılı Newroz’unun etkinliklerini, kutlamalarını bu yasakçı zihniyetin ortadan kaldırılması için mücadele etkinliklerine dönüştürmek ve Kürt ulusunun özgürlüğünün ancak ve ancak değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği ve ortak mücadelesi temelinde gerçekleşebileceği bilincini emekçilere taşımak tüm sınıf bilinçli işçilerin görevidir. Türk ulusundan işçi ve emekçilerin en temel görevlerinden biri de Kürt ulusu ve ulusal azınlıklar üzerindeki ulusal baskıya karşı tutarlı bir mücadele yürütmesidir. Bilinmelidir ki: “Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz!” 13 Mart 20 06
Adana’da Newroz coşkusu
D
T P, E M E P, SDPveESP’nin dü z en led iğ i Newroz, yaklaşık 30 bin kişinin katılımıyla 18 Mart Cumartesi günü Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu’nda kutlandı. Halepçe katliamında yaşamını yitirenler adına bir dakikalık saygı duruşunun ardından, (geçen yılki Nevroz’a göre coşku ve katılım daha az olmasına rağmen), Newroz ateşinin yakılmasıyla oluşan coşku görülmeye değerdi. Etkinliğin yapıldığı yerin koltukları dolu ve sahnenin önündeki boş alanda ise gençler müzik eşliğinde halay çekiyor, kendilerinin yaktığı ateşin üzerinden coşkuyla atlıyor, sarı-kırmızı-yeşil renkteki bayrakları sallıyor, kimileri arkadaşlarının omzuna çıkıp piramit oluşturuyor, ara ara yağan yağmura da pek aldırış edilmiyordu. Gençler ve kadınlar tarafından da sık sık “Biji serok Apo” sloganı atılıyordu. Kitlenin bu Newroz coşkusu, etkinliği tertipleyen kurum temsilcilerinin yaptıkları Newroz’a ilişkin konuşmalarla kesilip tekrar devam ediyordu. Yaklaşık beş saat süren etkinlikte “Newroz Pîroz Be, Newroz, Zulme Karşı İsyana Çağrıdır” başlıklı bildirilerimizden 3000 adet dağıttık. Ayrıca üzerinde ‘Newroz pîroz be’, ‘Bı agırê Newrozê ocaxê şorêşê kûrik bikê!’, ‘Newroz ateşiyle devrim ocağını körükle!’, ‘Kahrolsun Türk şovenizmi ve her türden gericilik!’, ‘Halkların kardeşliği için tek yol devrim!’, ‘Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!’, ‘Özgürlük, barış, demokrasi devrimle kazanılacak!’, ‘Ya faşizm, ya devrim! Ya barbarlık, ya sosyalizm!’ yazılı binlerce kuşlama yaptık. Ydi Çağrı/Adana, ,23.03.2006
Antep’te Newroz Ateşi....
ntep‘te çeşitli sivil toplum örgütlerinin bir araya gelerek oluşturdukları Tertip Komitesinin aldığı izinle saat 10.00’da İstasyon Meydanı’nda Newroz için kitle toplanmaya başladı. Hafta içine gelen kutlamalar için olağanüstü önlemin alındığına tanık oldum. Alana çeşitli giriş noktalarından aranarak girildi. Kadınların aranması için kabinler oluşturulmuştu. Alanda yeralan davulcular yeterli olmasa da kurulan platformdan kitleyi coşturdular. Hava sert ve açıktı. Tertip Komitesi adına ilk açıklama önce Zazaca, Kürtçe ve Türkçe olarak yapıldı. Yaşasın halkların kardeşliği sloganı atıldı. Alanda asılan pankartlarda günün anlam ve önemine vurgu yapılmış ve çeşitli talepler yazılmıştı: „Kürt Kimliği, Dil ve Kültürel Hakları Yasal Güvenceye Alınsın!, DTP İl Örgütü”, “İnsanlık Kadının Vicdanıyla Kazanacak!, DTP Kadın Kolları”, “Barış, Kardeşlik, Özgürlük, Yaşasın Newroz, Biji Newroz!, Emek Partisi“, “Newroz Azadi Serhıldan!.. ESP”, “Newroz Piroz Be!. Mücadele Birliği”, vb. pankartlar vardı. Alanda DTP ve ESP flamaları vardı. Alana ESP ve Mücadele Birliği düzenli kortej oluşturarak girdi. „Biji Newroz, Biji Sosyalizme!“ sloganını ESP „...Herşey Emeğin Olacak!“ sloganıyla M. Birliği alanda atıyordu. Kitle kalabalıklaştıkça „Biji Newroz!“ ve Öcalan lehine sloganlar atılmaya başlandı. Saat 12.00’de mücadelede şehit düşenler adına bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Saygı duruşu esnasında hep birlikte „şehitler ölmez!“ sloganı atıldı. Ezanın okunması esnasında sunuşu yapanlar biraz durduktan sonra devam ettiler.
Platforma bir de Türk bayrağı asılmıştı. Olu şt u r u la n k üç ü k ate şler de i lg i l iler tarafından yakıldı, halk bu ateşler etrafında eğlendi ve halaylar çekti, gençlerin de bu mitinge katılımı kayda değerdi. Tertip Komitesi adına Abdullah İnce bir konuşma yaptı. Çeşitli dillerde alandakilerin Newroz’unu kutladı. Emek Partisi adına Mehmet Kılınçaslan bir konuşma yaptı. DTP eşbaşkanları adına Naci Kutlay bir konuşma yaptı. Konuşmacılar Newroz‘un birliğe, kardeşliğe ve barışa vesile olmasını istediler. ESP adına Figen Yüksekdağ konuştu, farklı olarak kadının Newroz’daki önemine değindi. Newroz kutlamasına yaklaşık 50 bin kişi katıldı. Bu Antep için beklenmedik bir gelişmeydi. Geçen yıl 5 bin kişilik katılımın olduğunu düşünürsek nasıl bir fark olduğunu anlamış oluruz. Tertip Komitesi de bunu tahmin etmemiş olacak ki küçük bir cihaz ve kötü bir proğramla hazırlık yapmıştı. Çeşitli sanatçıların verdiği konserle halk eğlendi. Rengarenk elbiseleriyle Kürt kadını alandaki yerini almıştı. Kimi insanların gerilla kıyafetli olarak katıldığı, kimisinin de yöresel kıyafetlerle katıldığı eylem renkli görüntüler sergiliyordu. Küçük çocukların renkli giysileri ilgiyi onlara çevirdi. Herşeye rağmen özelde Kürt halkı genelde diğer halkların da destek verdiği Newroz kutlamasını Antepliler yaptı. Daha özgür Newroz‘ların yaratılması için Kürt emekçiler, Türk emekçi sınıfıyla bu sömürü düzenini alaşağı etmek için örgütlenmeli ve mücadele etmelidir. Biji Newroz! Newroz Piroz Be! Özgür Newroz‘lara, Sosyalizmle Varılacaktır. Biji Sosyalizme! Antepten bir YDİ Çağrı okuru
21
halkların kardeşliği için
“KÜRT KONFERANSI”…
11
-12 Mart tarihlerinde İstanbul ’da Bilgi Üniversitesi’nde, “Sivil ve Demokratik Ç ö z ü m A r ay ı ş l a r ı 1–Türk iye’nin Kür t Meselesi” başlıklı bir konferans gerçekleştirildi. Sözkonusu konferans “Helsinki Yurttaşlar Derneği” ve “Empati Grubu” tarafından örgütlenmiş ve toplam 9 ayrı konu başlığı altında dokuz paneli içeren bir programa sahipti. Katılımcılar arasında tanınmış siyasetçilerden, yazar ve gazetecilere, emekli olmuş diplomat eskilerine kadar her kesimden ve renkten insan vardı. Siyasi eğilim olarak doğrudan ve açıkça PKK’nin siyasetinin savunucuları dışında hemen hemen tüm legal siyaset temsilcileri vardı konferansta. Konferansta konuşulanlar ve tartışılanlar esas olarak konferansın “Türkiye’nin Kürt Meselesi”ni “Sivil ve Demokratik ” temelde “Çözüm Arayışları” adına uygundu. Konferansa katılanlar arayış içinde. Herkes tabii ki başka çözüm önerisi dile getirmekte ve yine herkesin öncelikle adım atması gereken tarafın kim olması gerektiği noktasında da farklı görüşleri var. Tüm bu çeşitlilik içinde ama hepsinin de ortak bir noktası var: Kürt hareketinin şiddete başvurmasını reddetmek. Kürt sorununu –bunun ulusal sorun olduğunu çoğu reddetmekte, reddetmeyenler ise en alt düzeyde sorunu dile getirmektedir– PKK’yi devredışı bırakarak çözmenin yollarını aramak. Kürtleri arkasında götürebilecek devletle barışık bir Kürt örgütlenmesini ortaya çıkarmak vb. vb. Konferansın önemli bir engel olmadan gerçekleşmesi aynı zamanda devlet yetkililerinin de bu konferansa sıcak baktıklarının bir işareti. Konferansta “azınlık kavramı”, “Kimlik hakları, sosyal ve kültürel boyut” gibi konuların yanısıra IrakGüney Kürdistan’daki durum ve Kürtler üzerindeki etkisinin de tartışıldığı bilince çıkarıldığında, Türk devletinin “ezberi”nin giderek bozulduğunu tespit etmek hiç de yanlış olmayacaktır.
Esasta farklı iki siyasi yaklaşıma tekabül eden tavırların ortak bir yanı ve en temel ortak yanlarından biri “Kürt meselesi”ni sistemi ve “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü” koruma yaklaşımı temelinde çözmeye çalışmaktır.
22
Türk devleti Güney Kürdistan’daki gelişmeleri sıkı takip edip ince elemeye çalışıyor ve özellikle Barzani’nin Kürtler arasındaki etkisinin Türk devletinin çıkarlarına zarar verecek temelde gelişmesini engelleme hesapları yapıyor. Bunun ucunda PKK’yi bütünüyle safdışı bırakmak ve kendine güvenilir bir Kürt hareketi ya da Kürt hareketini kendi peşinde götürebilecek bir önderliği ortaya çıkarma, oluşturma çabası görünüyor. Konferansa katılanlar arasında esasta iki taraf var. Bir taraf, sorunu gerçekte burjuva demokrasisi çerçevesinde ve Kürtlerin demokratik haklarının –esasta da kimliğinin ve buna bağlı olarak kimi kültürel hakların– tanınması temelinde çözümünden yana; diğer taraf ise kimi rötuşlarla –tabii ki 82 yıllık TC resmi siyasetinden değişiklikleri de içeren kimi rötuşlar–, camekân süslemekle sorunu çözmüş gibi yapmak isteyenler. Esasta farklı iki siyasi yaklaşıma tekabül eden tavırların ortak bir yanı ve en temel ortak yanlarından biri “Kürt meselesi”ni sistemi ve “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü” koruma yaklaşımı temelinde çözmeye çalışmaktır. Konferansa katılanlar PKK’nin silahları bırakması gerektiği tavrını savunup desteklerken silahların bırakılmamış olması, ya da bunun kimin çıkarlarına yaradığı konusunda farklı görüşler savundular. Bu görüşler içinde öne çıkan tavır DTP’nin eşbaşkanlarından Ahmet Türk’ün tavrıydı. Şöyle diyordu Türk: “…Kimse PKK’nın silah bırakmasını istemiyor. Zira, Orta
Doğu’da yeni bir düzen kurulmaya çalışılıyor. Bu düzen kesinleşene kadar, PKK’nın devre dışı kalmaması için herkes elinden geleni yapıyor. Ne TC Devleti, ne Kuzey Irak, ne de başka güçler. Bugünkü durumun sürmesi isteniyor. Bunun için örgütün üstüne gidiliyor, yumuşama yaratacak adımlar atılmıyor. …” (akt, M. Ali Birand, Hürriyet 14 Mart 2006) Konferansa katılanların büyük bölümü tarafından onay gören bu
değerlendirme, olası değerlendirmeler içindedir ve önemli ölçüde de doğrudur. PKK’nin silahları elde tutması ve silahlı eylemler yapmasının Türkiye’de egemenler arasındaki iktidar dalaşında hâlâ iktidarı esasta elinde bulunduran kemalist kesimin işine yaradığı ve hatta çatışmaları bu kesimin kışkırttığı sorunu da tartışmanın içine çekilmek zorundadır. Mücadelenin esas olarak Kürt ulusu üzerindeki baskıların temel kaynağı olan TC’ye karşı yöneltilmesi ile birleştirilmediği sürece de böylesi tespitler esas olarak Kürtlere karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de benzeri konferans veya etkinliklerde boy gösteren ve artık siyasetle uğraşan herkes tarafından bilinen “kızıl elmacı” cephenin temsilcilerinden Bedri Baykam ve temsil ettiği “Yurtsever Hareket” konferansı protesto etti. “Hiçbir emperyalist tuzak Kürt kardeşlerimizi bizden ayıramayacaktır”, Bu yurdun her santimetrekaresi hepimizindir”, “Türkiye Cumhuriyeti bir bütündür, bölünemez” sloganlarının yazılı olduğu pankartlar açan onkişilik grubun sözcüsü Bedri Baykam konferans hakkında da şunları söyledi: “Bizi Kürt kardeşlerimizden ayırma düşüncesini yaymak için zemin yoklayan bu üzücü girişimler şunu bilmelidir ki bu yurdun her santimetrekaresi hepimizindir ve Türkiye Cumhuriyeti’nin her kökenden vatandaşı eşit ve kardeştir.” (BİA, 13 Mart 2006)
Mersin’de görkemli Newroz
D
evletin tüm engelleme ve tehditlerine rağmen Mersin tarihinin en görkemli Newrozunu kutladı. Yaklaşık 60 bin kişinin katıldığı Newroz’da coşku had safhadaydı. Kürt sorunun çözümü konusunda, “halkın işaret ettiği muhatapları kabul etmektir” denilerek devlete, sorunun çözümünün Abdullah Öcalan olduğu mesajı açık bir biçimde veriliyordu. Asrın Hukuk Bürosu adına mesajı okuyan Av. Serhat Ölmez de mesajda; “Bugün barış için hala şans var. Gerillanın, polisin ve askerin ölmemesi için söylüyoruz. Bu fırsat iyi değerlendirilmelidir. Hamas için yapılan girişimlerin onda birinin dahi yapılması halinde sorun çözülecektir.” dedi. Kürt sorununun çözümünü sorun haline getiren bu devletle çözmeye kalkmak, Kürt ulusunun gerçek anlamda özgürleşmesinin önünü kapamak demektir. Yıllardır Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini kanla bastıran bu devlet, bugün de uluslararası alanda emperyalistlerden de destek alarak Kürt halkını ezme peşinde. Biz Komünistler her türlü ulusal baskının amansız düşmanları olarak Kürt ulusunun da gerçek anlamda özgürlüğünden yanayız. Bu özgürlük çeşitli milliyetlerden halklarımızın örgütlü mücadelesi ile sorunun kaynağı olan kapitalist sistem ve onun koruyucusu olan bu devletin devrimle yerle bir edilmesiyle mümkün olacaktır. Görev bunun için mücadele etmektir. Gerçek özgürlük ve barış devrimle kazanılacaktır! Newroz Pîroz Be! Ydi Çağrı/Mersin
halkların kardeşliği için Bedri Baykam’ın Türk ırkçılığının en yağız temsilcilerinden biri haline geldiğini biliyoruz. Bu bağlamda şaşırmadık. Ama Baykam’ın konferansa ve örgütleyicilerine haksızlık ettiğini de belirtmek gerekiyor. Baykam kadar açık olmasalar da konferansa katılanların önemli bölümü Türk milliyetçiliğinden ve ırkçılığından payını almış kesimden oluşuyor. Kürtlerin en basit demokratik haklarının savunucusu olanlar da Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğünü” savunan bir siyasete sahiptirler. Bu iki kesim arasında kalanların sayısı ise belki bir elin parmak sayısını oluşturmuyor. Bedri Baykam Türk ırkçılığını gösterirken doğal olarak gerçekleri de çarpıtmaktadır. Ona göre “Türkiye Cumhuriyeti’nin her kökenden vatandaşı eşit ve kardeştir”… Gerçekler bunun tersini ortaya koymaktadır. Eşit ve kardeş olanların hak elde etme taleplerinin temelinde ne yatıyor? Eşitsizliğin kendisi değil mi? Kardeş iseler eğer, o zaman Baykam’ın kardeşlikten anladığı şey başkadır. Bu, feodal ve despot ailenin büyük oğlunun küçüklere ve özelde de kızkardeşlere karşı hükümdarlığı gibi bir kardeşlik olsa gerek… Ezilenlerin böylesi bir kardeşliğe ihtiyacı yoktur. Tarihi gerçekler böylesi ırkçı ve sahtekârlıklarla da gizlenemez. Kürtler ve onlarca ulusal azınlığın kendi anadillerinde eğitim hakları var mı? Kendi anadillerinden ve evet alfabelerinin serbestçe kullanılabildiği bir hakka ve ortama sahipler mi? W, X ve Q harflerinin hâlâ yasaklı olması bu “eşitliğin ve kardeşliğin” nemenem bir şey olduğunu göstermeye yetmiyor mu? Bedri Baykam gibiler egemen ulustan insan olma imtiyazlarını diğer ulus ve milliyetlere karşı tepe tepe kullanmayı “eşitlik ve kardeşlik” olarak görüyor ve savunuyorlar. Değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin kardeşliği, eşitliği ancak ve ancak bir tarafın diğerleri üzerindeki egemenliğinin ortadan kaldırıldığı, tüm ulusların nasıl yaşayacağına özgür koşullarda kendi özgür iradesiyle karar verdiği ve tüm ulusal azınlıklara tam hak eşitliğinin sağlandığı koşullarda mümkündür. Bunun için de, tüm ulusal ve sınıfsal baskıların kaynağı olan kapitalist sisteme son verilmesi ve işçilerin, köylülerin sosyalizme gidecek yolu açan demokratik iktidarını kuracak olan devrim gerekiyor. Kürt ulusal sorununu gerçekte ne liberal burjuvazinin siyaseti ne de Kürt milliyetçisi ve Kürt reformistlerinin siyasetleri çözebilir. Kurtuluş için tek yol devrim, gerisi ham hayaldir! 14 Mart 2006
Diyarbakır’da devlet terörüne karşı halkın direnişi ve gelişmeler...
Diyarbakırdaki gelişmeler dergimizin tasarım işinin önemli ölçüde tamamlandığı ve baskıya gireceği sırada gerçekleşti. Kürt halkı üzerinde estirilen devlet terörünü kınıyoruz ve bir ilk tavır olarak Şewan isimli okurumuzun İnternet sitemizin Ziyaretçi Defterine koyduğu yazıyı yayınlıyoruz. YDİ Çağrı
24
Mart günü Muş‘un kırsalında yaşanan çatışma sonrası 14 kişilik bir gerilla grubunun kimyasal silahlar kullanılarak öldürüldüğü haberi verildi. Bunun üzerine dört cenaze sabah saatlerinde toplanan 20 bine yakın kitle tarafından mezarlıkta gömüldü. Kimyasal silah kullanılması insanlığa karşı işlenen en büyük suçlardan birisidir. Saddam döneminde Halepçe’de kullanılmış ve binlerce Kürt emekçisi ölmüştü. Son yıllarda devlet bunu yaygılaştırarak gerillalar üzerinde deniyordu. Bu durum da halkın büyük tepki göstermesinin nedenlerinden biriydi. Cenazelerden dolayı halktan kepenk kapatması istenmişti. Bu çağrıya Huzurevleri, Bağlar, Şehitlik‘te tamamen uyulmuş, Ofis ve Dağkapı‘da kısmen uyulmuştu. Cenaze töreni yoğun polis ve askeri önlemler altında yapıldı. Şehir her taraftan ablukaya alınmış durumdaydı. Kitle cenazelerini gömdükten sonra dönüyordu. Açılan pankartlar ve atılan sloganlar bahane edilerek kitle polis ve asker tarafından ateş edilmek üzere dağıtılmak istenmiştir. Bu Diyarbakır‘ın yaşadığı olağan hale getirilmiş durumlardan biriydi ve artık korku duvarı aşılmıştı. Bu durumu kaldıramayan halk şehrin merkezine doğru hareket etti. Şehrin
her tarafına yayılan hareket bir isyana dönüştü. Barikatlar kuruldu ve merkezi alana doğru yürüyen halk burada kepenklerini kapatmayan esnaf ve çoğunlukla bankalar olmak üzere camları indirdi. Karakolları tutan polisler ve askerler taşlandı. Bu gelişmelerden sonra durulacak gibi olan olaylar üç gün sürdü. Kurulan barikatlarda çoğunluğu on yaşın üzerinde olan gençlik vardı. Zaten sonraki günlerde çocuklara bile kurşun sıkan bir zihniyetin organize ettiği ve onları yönetenlerin de bu suçun emrini verdiğine tanık olduk. Yeni cenazeler panzerler eşliğinde gece karanlığında toprağa veriliyordu. Bu olaylarda ölümleri basından herkes öğrendi. Hayatın durduğu Diyarbakır‘da cilalı basın yine kırılan camlardan, arabaların yakılmasından ve kriz geçiren kadına yardımdan bahsetti. Evet olayların bir ekonomik yanı vardır, ancak insan hayatının bir daha telafisi yoktur ve artık onu geriye kimse getiremez. Yaratılan ekonomik zarar halka bindirilir ve telafi edilir, ama küçük yaştaki o çocuklar „şeker yiyemeden“ aramızdan ayrıldılar. Oysa o çocuklar da „şeker yiyebilsinlerdi“. Sistem yarattığı köşedönücülerin, hortumcuların ve iliğine kadar işçisini sömüren patronların hizme-
tindeydi. Yanan arabalar insanlara kurşun atanlara aittiler. Sömürü sisteminin koruyucusu haraçcı devlet ve onun çanak yalayıcısı boyalı basının çanaklarını koruma isteği gerçeklerin uyutulan halkla buluşmasını istemiyordu. Gerçekler ezilenler için açıktır, yüzlerce yaralı ve yüzlerce tutuklu, kapalı salonlara doldurulan insanlar. Kurşunlar ve gazlarla karartılmış dağıtılmış evler ve camlar. Kaybettiklerinin acısı ve işsizliğiyle yarın ne yiyeceğini düşünen bir Diyarbakır bırakıldı. Bu sistemin yüzkaralarının „Beyoğlu‘nun arkayakası“ o bizim gerçeğimiz olarak bu köhne düzende halen devam etmekte. Gün geldiğinde hesap sorulacaktır. Bu köhnemiş sömürü sistemi yeni bir dünyaya gebedir ve büyük insanlık uyanmalı, Diyarbakır‘da olan saldırıların yarın onlara olacağının bilincine varmalıdır. Biz örgütlenerek gücümüzü proletaryanın öncü partisinde birleştirdiğimizde sömürü çarkının kağıttan kaplan olduğunu göreceğiz. Diyarbakır Halkı Yalnız Değildir. Yaşasın Halkların Kardeşliği. Yaşasın Marks, Engels, Lenin, Stalin; Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi. Şewan, bir YDİ Çağrı Okuru
23
klasiklerimizden öğrenelim
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Bu Kit isteyin, o okut
Sovyet iktidarı ve kadının durumu - Lenin, 1919 -
“İşçilere ve köylülere şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini indirin, körlerin gözlerini açın onlara sorun: - Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? - Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? - Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? - Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük?”
“
24
Burjuva demokrasisi özgürlük ve eşitlik üzerine kulağa hoş gelen sözler, tumturaklı sözcükler, abartmalı vaatler ve gürültülü sloganlar demokrasisidir; gerçekte ise bütün bunlarla kadının özgürlüksüzlüğü ve eşitsizliği, çalışanların ve sömürülenlerin özgürlüksüzlüğü ve eşitsizliği gizlenir. Sosyalist demokrasi yada Sovyet demokrasisi, kulağa hoş gelen, ama yalan olan sözleri bir yana atar ve <<demokrat>>ların, mülk sahiplerinin, kapitalistlerin ya da tahıl fazlalarını aç işçilere fahiş fiyatlarla satarak zengin olan tok köylülerin ikiyüzlülüğüne amansızca savaş açar. Kahrolsun bu çirkin yalan! Ezilenler ile ezenlerin, sömürülenler ile sömürenlerin <<eşitliği>> olamaz, yoktur ve olmayacaktır. Kadın için erkeğin yasal ayrıcalıkları karşısında hiçbir
özgürlük olmadıkça, semayenin boyunduruğundan işçinin; kapitalistlerin, mülk sahiplerinin tüccarların boyunduruğundan çalışan köylünün hiçbir özgürlüğü olmadıkça, gerçek <<özgürlük>> olamaz, yoktur ve asla olmayacaktır. Bırakın yalancılar ve ikiyüzlüler, beyinsizler ve körler, burjuvazi ve yandaşları, genelde özgürlük, genelde eşitlik ve demokrasi konusundaki hoş sözleriyle halkı aldatmaya çalışsınlar. İşçilere ve köylülere şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini indirin, körlerin gözlerini açın onlara sorun: - Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? - Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? - Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği?
DÖN YAYI
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGE • • • • • • • •
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DE POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HAL 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞ 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞ 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . .
• • • • • • • • • •
GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
• • • •
KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . .
-
Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük? Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden sözeden kimse, emekçilerin en acımasız düşmanıdır, kuzu postuna bürünmüş kurttur, işçilerin ve köylülerin en kötü düşmanıdır, mülk sahiplerinin, çarların ve kapitalistlerin uşağıdır.” (Kadın Sorunu Üzerine, Marx-Engels-Lenin-StalinKomintern&Clara Zetkin, İnter Yayınları, Sayfa 55-56)
• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet .............. • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen . . . . . . . . . . . • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İ
okuyucu mektubu
11. YILDÖNÜMÜNDE
tapları okuyun, tun...
NÜŞÜM INLARI
5 li 200 lık dirim a r n A İ i s 0 e 4 t % at Lis Fiy
ELERİ
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 EVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 LK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 ŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 ŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 ) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 N). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
G
Gazi katliamını unutmadık, unutmayacağız!
azi Ma ha l lesi kat liamı, Türkiye tarihinin kara sayfalarında yerini almıştır. Kara sayfalar saymakla bitmiyor. 12 Mart 1971 muhtırası hafızalarımızdaki yerini koruyor. Darbeciler, yükselen devrimci mücadeleyi bastırmak için her yolu mubah gördüler. Devrimcilere, komünistlere ve tüm demokrat aydın insanlara karşı bir sürek avı başlatıldı. Katliamlar yapıldı. Nurhak’ta, Kızıldere’de ve Vartinik’te devrimciler katledildi. İşkence tezgâhları kuruldu. İşkence tezgâhlarında, insanlar katledildi. 12 Mart’ın yıldönümünde Gazi mahallesinde başlatılan bir katliam daha gerçekleştirildi. Gazi Mahallesi, devrimcilerin halkın üzerinde etkisinin olduğu bir yerleşim birimidir. Bu yüzden de polis baskısına maruz kalıyordu. Katliamın yeri, Gazi Mahallesi seçilmişti. Çünkü, Gazi, sistemle mücadele eden muhaliflere en yoğun desteği veriyordu. Gazi 1970-80’li yıllarda farklı illerden göç eden yoksul bir gecekondu mahallesidir. Burada yaşayanların büyük çoğunluğu Alevi Kürttür.12 Eylül öncesi, sosyalistlerin, devrimcilerin etkin olduğu bir yerdi. Yerel ve genel sorunları için vermiş olduğu mücadele ile tanınıyordu. Arazi mafyasına karşı yoğun mücadele verilmişti. 12 Eylül sürecinde Gazi mahallesi insanları, gözaltına alınmış, işkenceden geçirilmiş, hapishanelere atılmış ve yoğun acılar yaşamalarına rağmen susmamışlardı. 1987 yılından itibaren su talebi için İSKİ önünde protesto gösterileri ile su taleplerini kamuoyuna duyurmuşlardı. Sokakta zamları protesto etmişlerdi. İşçi grevlerini, direnişlerini toplu ziyaretle desteklemişlerdi. Kağıthane Belediyesi’nde işten atılmalara karşı 15 ay direnişi sürdüren işçilerin büyük çoğunluğu Gazi Mahallesi’nde oturuyordu. Eminönü ve Şişli Belediyelerinde işten atılmalara karşı aylarca direniş yapan, belediye işçilerinin büyük çoğunluğu Gazi Mahallesi’nde oturanlardı. Başta belediye işçilerinin direnişi olmak üzere, Gazi Mahallesi halkı, İstanbul’daki bütün işçi grev ve direnişlerine kitlesel ziyaretlerle maddi ve manevi destek vermişlerdi. Gazi halkı, antifaşist gösterilere katı-
Beklenen oldu. Katliamın failleri araştırılıp bulunmadı. lıyordu. Tüm baskılara rağmen Gazi halkı hizaya getirilememişti, hizaya getirilmesi gerekiyordu. Gazi halkının hizaya getirilmesi için, bir plan yapıldı ve uygulamaya konuldu. 12 Mart 1995 günü, İsmet Paşa Caddesi üzerinde bulunan kahveler, akşam saatlerinde tarandı. Bilanço bir ölü, 11 yaralı. Bu olay üzerine Gazi halkı tepkilerini ortaya koydu ve faillerin bulunması için seslerini yükseltti. Kolluk güçleri, katilleri arama yerine, tepkilerini ortaya koyan ve faillerin bulunmasını isteyen halka saldırdı. 13 Mart günü, polisin halkın üzerine ateş açması sonucu 13 kişi katledildi ve yüzlerce kişi yaralandı. 15 Mart’ta Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’nde, Gazi katliamını protesto etmek isteyen halkın üzerine ateş açılması sonucu beş kişi katledildi, yirmiden fazla kişi yaralandı. Beklenen oldu. Katliamın failleri araştırılıp bulunmadı. Deliller toplanmadı. Katliam sanıkları yakalanmadı. Katliamı yapanlar, görevlerini yapmaya devam ettiler. Öldürme ve yaralama olaylarının bir bölümü için hiç dava açılmadı. Kamuoyundan gelen tepkiler sonucu, Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 10.07.1995 tarihli iddianame ile dava açtı. Gazi Mahallesi’ndeki 7 ölüm ve 5 yaralama olayı için 20 sanık hakkında dava açıldı. Gazi Mahallesi’nde öldürülen diğer 6 kişi ve yüzlerce yaralı için dava açılmadı. Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’nde, öldürülen 5 kişi ve 20 yaralı için, yapılan başvuru ve suç duyurularına rağmen dava açılmadı.
GUGUK DEVLETİ
Gazi katliamının faillerinin bulunması ve yargılanması gerekiyordu. Ama öyle olmadı. Daha ilk başta davanın sürüncemede bırakılması ve tespit edilen sanıkların korunması devletin esas amacı idi. Dava, İstanbul’a 1000 km. uzaklıktaki Trabzon iline gönderildi. Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi ise, 15 Kasım 1995 tarihli ilk duruşmada “dur-
durma” kararı verdi. Dosya “durdurma” kararı üzerine, temyiz edilmesi sonucu Yargıtay’a gönderildi. Dosya, Yargıtay’da uzun bir süre bekletildikten sonra, Rize Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Rize Ağır Ceza Mahkemesi, “durdurma” kararının yerinde olmadığı sonucuna vararak, dosyayı yeniden Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Tam iki yıl sonra, Gazi davası 16.09.1997 tari hinde, Trabzon Ağ ır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Dava, uzun bir yargılama sonucunda 5.11.2001 tarihinde sonuçlandı. Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, sanıklardan Adem Albayrak hakkında, Reis Kopal ve Dilek Sevinç’i öldürmekten 3 yıl 4 ay hapis cezası verdi. Sanık Mehmet Gündoğdu hakkında ise, Mümtaz Kaya’yı öldürmekten 1 yıl 8 ay hapis cezası verdi. Mahkeme, dava açılan diğer sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Mahkeme kararı, Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından 13.06.2002 tarihinde onaylandı. Bu dava AİHM’e taşındı. Şimdi AİHM’in vereceği karar bekleniyor. Gazi davasında, hukukun guguk olduğu bir kez daha görüldü. Burası Türkiye. Yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü gibi laf lar birer söylemden ibarettir. Bu ülkede hukuk dedikleri şey; devletin çıkarlarının merkeze konulması, sermayenin çıkarlarının savunulmasıdır. Hukuk denilen şey; sistem muhalif lerinin susturulması, ses çıkaramaz, hak arayamaz, bir ruh hali içerisine sürüklenmesidir. Bu ülkede, hukuk böyle işletildiği için de, devletin bekası için katliamlar yapılır. Katliam yapanlar görevlerini yapmaya devam eder. Kamuoyunda oluşan baskı durumuna göre, göstermelik kimi davalar açılır. Kimilerine göstermelik cezalar verilir. Ama, esas olarak açılan davalar sürüncemede bırakılır ve sonuçta sanık diye gösterilenler beraat ettirilir. Gerçek suçlular hiç bir zaman ortaya çıkarılmaz. Çünkü devlet onları her zaman korur. Bu düzen varolduğu sürece, haksız uygulamalar devam edecektir. Bunların son bulması için, mücadele etmek gerekir. Gazi katliamının hesabı er geç sorulacaktır. 23.02.2006, Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru
25
okuyucu mektubu
İ
zmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, 12.10.2004 tarihinde verdiği mahkumiyet kararını avukatım aracılığıyla temyiz ettim. Dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arşivinde 12 ay bekletildikten sonra, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geri gönderildi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, dosyayı incelemeden değişen yasalar gereği “lehe kanun hükümlerinin uygulanması yönünde mahkemesince” yeniden değerlendirme yapmasını istiyordu. 16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşma yapıldı. Duruşmayı, İzmir Almanya Başkonsolosluğu, Pro Asyl Almanya, Almanya Verdi Sendikası, İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği’nden temsilciler izledi. Yapılan yargılamada, savcı mütalaasında yapılan değişiklikleri dikkate alarak ben ve diğer tüm sanıklar hakkında beraat talebinde bulundu. Ancak, mahkeme heyeti gerek beraat istemli savcılık mütalaasına ve gerekse savunmalarımıza itibar etmeyerek, ben ve diğer tüm sanıklar hakkında yeniden mahkumiyet kararı verdi. Mahkeme, “yasadışı örgüte üye” olduğumuz iddiası ile, ben
Değişen bir şey yok: İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi hukukdışı kararlara imza atmaya devam ediyor ve diğer sanıklar Maksut Karadağ, Hüseyin Habib Taşkın, Şeraffettin Parmak ve Mehmet Bakır hakkında 2 yıl 6 ay hapis ve 1.666’er YTL para cezası verdi. Ayrıca ben ve Mehmet Bakır hakkında “hüküm kesinleşinceye kadar” yurtdışı çıkış yasağının devamına karar verdi. Diğer sanıklar Metin Özgünay, Ömer Güner ve Ergun Yıldırım’a ise 10’ar ay hapis, 833’er YTL adli para cezası verildi. Mahkemenin bu kararı, hukuk ve mevcut yasal düzenlemelerle ilgisi olmayan siyasi bir karardır. Mahkemenin adil bir yargılama yapmadığı, tarafsız davranmadığı, hukuka uygun karar vermediği vb. yaşadığım bu dava sürecinde görüyor ve yaşıyorum. Bu dava İzmir DGM’de başlamıştır. Başından beri yargılamayı yapan aynı heyettir. DGM’nin sadece ismi değiştirilmiştir. İzmir DGM’nin yeni adı, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’dir. Mahkemenin sadece ismi ve binası değişmiştir. Daha önce
İstanbul Üniversitesindeki gelişmeler...
B
oğaziçi Üniversitesinde gelişen olaylar hakkında siyasi bir gazete olmanız nedeniyle duyarlı davranacağınızı yazımızı yayınlayacağınız bilinciyle bu haberi gönderiyorum. Üniversitemizin bir kulüp panosu var ve oraya çeşitli haberler asılmakta. Biz devrimci öğrenciler de gelişmeleri oraya asmaktayız. Son günlerde astığımız yazıların indirildiğine ve panonun boşaltıldığına tanık olduk, bu durumun faşist öğrencilerin işi olduğunu tespit ettik ve onların kafeteryada oturduğu bir zamanda bir grup öğrenci olarak gidip “siz mi indirdiniz?” diye sorduk. Buna cevap olarak “evet” dediler. Bunun üzerine çıkan tartışmada yanlarında taşıdıkları döner bıçaklarıyla saldırdılar, aramızda bir kişiye döner bıçağı dayayarak diğer arkadaşlarımıza kesik atmak suretiyle yaraladılar. Devrimci öğrencilerin çoğalmasını gördükleri yerde hemen kaçtılar. Bu olayın olduğu 22.03.2006 tarihinin sabahı, yaklaşık 100 öğrencinin katıldığı Boğaziçi Üniversitesi güney kampüs meydanında yapılan eylemle
26
protesto edildi. Protestoda “faşizme karşı omuz omuza; biji bratiye gelan; Türkeş’in itleri yıldıramaz bizleri” gibi sloganlarla olayı protesto ettik. Okulun kapısının girişinde yapılan basın açıklamasından sonra olayın medya tarafından da duyulması amaçlanmıştı. Ama medya ilgi göstermedi, daha sonra tekrar giriş kapısından güney kampüs meydanına giderek eylemimizi tamamladık.... Bu gelişmeler göstermektedir ki, hayatın her alanında faşist saldırılara karşı ancak örgütlenerek karşı koyabiliriz. Özgür Üniversitelere örgütlü toplumla varılacaktır, okumak için geldiğimiz bu yerde birlikte hareketimizden başka yapacağımız bir şeyimiz yok. Okuyacağımız bu yerlerde eğer birlikte hareket edersek daha rahat okuyacağımızı anlıyorum. Bu ilk tecrübe bana birlik isek güçlü olduğumuzu gösterdi. Yaşasın örgütlü mücadele! Yaşasın özgür bilimsel eğitim hakkı... İstanbul’dan bir YDİ Çağrı okuru
bize ceza veren aynı heyet, farklı binada ve farklı salonda bize yeniden ceza veriyor. Mahkeme Heyeti, dosyadaki delilleri incelemeden, okumadan, polis fezlekesinde yazılanlara göre karar vermektedir. Mahkemenin kararı, Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde çıkan yasal düzenlemelerin içeriğine aykırı bir karardır. Bu karar ile bir kez daha görüldü ki, DGM’lerin tabelasının değişmesi yetmiyor; içeriğinin ve bu işin yürütücülerinin de zihniyetinin değişmesi gerekiyor. Esasında değişen bir şeyin olmadığını bu karar ile pratikte bir kez daha görmüş olduk. Ben ve dosyanın diğer sanığı, Mehmet Bakır hakkında mahkumiyet kararı kesinleşmeden özgürlüğümüz kısıtlanmaktadır. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmak, özgürlüğümüze ağır bir müdahaledir. Bir yargılamanın adil olabilmesi için, yargılamanın makul bir sürede bitirilmesi gerekir. 4 yıldan beri bizlere
sanık sıfatı verilerek, dava sürüncemede bırakılmakta ve kişilik haklarımız ihlal edilmektedir. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmamız bir yargılama önlemi olmaktan çıkıp cezaya dönüşmüştür. Zorunlu ikametin devam ettirilmesi, öznel koşullarımız dikkate alındığında, yasalarda adı konulmamış bir cezadır. Bu uygulamanın evrensel hukuk kuralları ile bir ilgisinin olmadığı açık ve nettir. Sonuç olarak, yukarda izah etmeye çalıştığım gibi, en temel insan haklarının ihlal edildiği ve özgürlüğümden alıkonulduğum açıkça ortadadır. Ben bu ülkede 44 aydan beri hukuk mücadelesi yürütüyorum. Yaşamımı sürdürdüğüm ve vatandaşı olduğum ülkeye gitmeme izin verilmiyor. Şimdi dosya yeniden Yargıtay’a gidecektir. Bu sürecin daha ne kadar süreceği belli değildir. Bu zaman içerisinde bu ülkede rehin tutulma durumum sürecektir. Susmayacağım, bu hukuksuzlukları basına ve kamuoyuna anlatmaya devam edeceğim. 17.03.2006, MEHMET DESDE
Fırat Üniversitesindeki gelişmeler...
F
ırat Üniversitesinde 21-22-23 Mart tarihlerinde geliştirilmek istenen provokasyon boşa çıkarıldı. Diğer Üniversitelerde olduğu gibi Fırat Üniversitesinde de son dönemde bir takım gelişmeler yaşandı. Olaylar birbirine benzese de gelişmeler burada biraz farklı oldu. 21 Mart günü Fırat Üniversitesinde kendisini ülkücülerin reisi olarak tanıtan bir öğrenci yanındaki bir öğrenciyle birlikte daha önceden yarattıkları gerginlik nedeniyle, kendine solcu diyen bir öğrenci tarafından dövüldüler. Bu olayın ertesi günü Üniversite kampüsünde üniversite yöneticileri ve polislerin de destek verdiği 60 kişilik bir ülkücü grup reislerinin dövülmesini protesto etmek için bir araya geldi. Bu protestoda “Öcalan’ın piçleri ve katiller nerede?!..” diye bağırdılar. Bu gelişme üzerine bir öğrenci cebindeki bıçağı çekerek karşılık verdi. Gruptan hiç ses çıkmadı. Orada bulunan polisler öğrencinin elinden bıçağı aldı ve onu gözaltına aldılar, daha sonra serbest bıraktılar.
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 99 · NİSAN’2006 ISSN 1301-692X99 v Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
Bu gelişmeler üzerine üçüncü gün bir araya gelen sol görüşlü öğrenciler kantindeki ülkücü gençleri dövdü. Aynı zamanda üniversite rektörünün odasına girdiler. Bu durumu fark eden rektör kaçtı. Bu gelişmelerden sonra üniversiteyi ablukaya almak isteyen polisi okula almak istemeyen öğrenciler, “Gelişmelerden tedirgin olduklarını, son yıllarda Fırat Üniversitesindeki ülkücü hakimiyetinin yitirildiği noktada, güç kazanmak için, öğrencilere göz dağı vermek için polis, idare ve ülkücülerin böylesi bir girişimde bulunduklarını” ifade eden bir açıklama yaptılar. Faşistlerin bu saldırısı boşa çıkarıldı, ama bu yeni saldırılar geliştirmeyecekleri anlamına gelmez. Böylece artık Fırat Üniversitesinde birlik olan öğrenciler bu birlikteliklerini daha da güçlendireceklerdir. Öğrenciler yeni saldırılara karşı uyanık davranmalı, birlikteliklerini güçlendirmelidir. Elazığ’dan bir YDİ Çağrı okuru
Çoook uyanık…
A
Pişkinliğin böylesi
T
ürkiye garip bir ülke! Herşeyiyle… İnsanıyla, devletiyle, ordusuyla… herşeyiyle garip… Ülke herşeyiyle garip olur da, provokatörü farklı olabilir mi? Elbette hayır! Bunun böyle olduğunu son dönemin en “garip” olaylarından birisi, Şemdinli olayı gösterdi, gösteriyor. Olayı biliyorsunuz… Bir kitabevi bombalanıyor. Kimin bombaladığı “belli değil”! Ancak olaya müdahale eden halk olayın geçtiği yerin yakınlarında bir araba içinde iki kişiyi silah, bomba, kroki vs. şeylerle yakalayıp “devlete” teslim ediyor… Bu kişiler devlet adına çalışan biri astsubay iki kişi! Olayın hemen ardından soruşturma başlatılıyor. Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanı şahıslardan birisi ile ilgili “çok iyi çocuk” değerlendirmesi yapıyor ve “kefil olduğunu” beyan ediyor. Bu “gariplik” bir yana dönelim biz sözkonusu şahıslardan astsubay olanına: Şahıs herşeyden önce çok pişkin… Olayda “suçüstü” yapılmış ama ne
karika[türlü]
gam! Olaydan sonra tutuklanması ve hakkında soruşturma açılmasını, olayın mağdurlarından kitabevi sahibinin sözlerine bağlıyor; “terörist” olarak nitelendirdiği kitabevi sahibinin sözleriyle “suçlandığını” iddia ediyor. “Gariplik” bununla sınırlı değil… Astsubay Ali Kaya, Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın kendisi hakkında sarfettiği iyi sözlerin altında kalmıyor ve “kendine değil, komutanına yapılanlara üzüldüğünü”, paşasının “dünyanın en mükemmel insanı olduğunu” belirterek komutanına “sahip çıkıyor!” Paşasının kendisine gösterdiği teveccühe karşılık veriyor… Yargıya intikal etmiş bu olay hakkında bizim çok konuşmamız doğru olmaz ama Astsubay Ali Kaya konuşuyor… Hem de büyük bir pişkinlikle: “Oraya silahsız değil de kaval mı alıp gitseydik…” diyor. O böyle söyleyince; Türkiye’nin ne kadar “garip bir ülke” olduğunu yeniden keşfetmek dışında söylenecek tek söz kalıyor: “Pişkinliğin böylesine pes artık!”
dam Türkiye Cumhuriyeti’nin andaki Kültür Bakanı… Ama bakmayın “Bakan” olduğuna… “Bakamıyor”… Bakamıyor çünkü uyuyor… Uyumak onun en büyük marifeti. Medyada uyuması sayesinde tanındı önce ve bayağı “kariyer yaptı!” Yani her pozisyonda uyuyabilen böyle bir “Bakan” TC tarihi boyunca gelmemiştir desek abartmış olmayız! Ancak Bakan hazretleri “uyanık” olduğu durumlarda –ki bunun çok nadir bir durum olduğu basınımız tarafından tescil edilmiştir!— kimi konularda beyanat vermekten de uzak durmuyor. Örneğin halk kütüphaneleri ile ilgili bir toplantıda bir konuşma yapmış. Hayır hayır, o kadar da değil, konuşma yaparken uyumamış kürsüde, haksızlık etmeyelim; konuşmasında halk kütüphaneleri konusunun kendisinin uyanık olduğu bir konu olduğunu söylemiş… Hemen ardından ne kadar bu konuda uyanık olduğunu göstermiş: Tören kapsamındaki video sunumu sırasında uyumuş! Şimdi buradan hangi sonucu çıkarmak gerek? a) Bakanın uyanık olduğu konu gerçekte uyanık olmayı gerektirecek bir konu değildir… b) Video gösterimi sakıncalı bir davranıştır, törenlerde bu tür şeyleri
“Allah rızası için, şu patrona bi sadakaaaa!”
D
üşünün bir kez, siz, asgari ücretli ya da çok düşük maaşlı bir işçi olarak siz, evet, evet siz, çalışmak için işe gittiniz… Fabrika ya da işletme kapısında bir adam… Ama hiç yabancı gelmiyor: Bu adam patronunuz! Giysileri biraz hırpani… Boynunu sağa doğru biraz eğmiş, avucunu ileri doğru uzatmış… Ağzından şu sözcükler dökülüyor: “Allah rızası için şu patrona bir sadaka… Allah rızası için… Allah kabul etsin…” Evet, yakında böyle durumlarla karşılaşırsanız şaşırmayın… Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de öyle “Ben varlıklıyım, şu kadar iyi kazanıyorum, bu kadarını fazlasıyla vergi olarak vereyim; sen üç istedin sevgili işçim, ben sana iyi kazandığım için beş vereyim” gibi laflar duyacağınızı sanmıyorsunuz herhalde… Tam tersine vergiden kaçmak, fazla vergi vermemek için patronlar hemen her dönem ne kadar kötü durumda olduklarını vaaz ederler… Hatta vaaz etmekle yetinmez, “ispat”
göstermemek gerek! Bu Bakanın uyanıklılığını ölçmek isteyenlerin bir provokasyonudur! c) Bütün konular Bakanın duyarlı olduğu konulardır ve Bakan bütün konulara aynı mesafede yaklaşır: Uyur! d) Bakanın uyanıklığı çok derindir ve hiç olmazsa horultusuzdur!
ederler! Tıpkı yukarıda kupürde belirtildiği gibi… Ankara Vergi Dairesi’nin yaptırdığı araştırmaya göre patronlar asgari ücretliden bile daha az kazanıyor ve daha az vergi ödüyorlarmış! Eee, işçi kardeşim, emekçi kardeşim; bu durumda dilenmek patrona, vergiyi ödemek sana düşüyor! Ya da bu asalaklardan kurtulmak gibi daha iyi bir iş de yapabilirsin…Ve bunu yapabilecek güce sahipsin… Karar senin…
ayın kupürü
27