Çağrı - 135

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

SAY

Temmuz 2009/07 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X135

E I l H JM AR

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!


editörden - içindekiler

Editörden...

İçindekiler devam ediyor. Bu durumdan sendika konfederasyonları da birinci derecede sorumlu. İşçi konfederasyonları işçileri krizin nedenleri üzerine aydınlatıp bu nedenlere karşı mücadeleye sevkedeceklerine, krizin sonuçlarına ilişkin bir iki açıklamayla ve hükümete yaptıkları akıl hocalığı ile günü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Böylece geniş kitlelerin şaşkınlık ve çaresizlik içerisinde uyutulmalarına katkıda bulunmaktadırlar. Buna karşı mücadele de sınıf bilinçli işçilerin görevidir.

Değerli okuyucu, egemen sınıfların arasındaki iktidar mücadelesinin kızıştırılarak devam ettiği bir süreçten geçiyoruz. Başyazımızda ve başka yazılarımızda bu konuyu irdeledik. İşçi sınıfı ve emekçiler olarak bu konuda egemen sınıfların şu ya da bu kanadının kuyruğu haline gelmemek, gelişmeler karşısında kendi sınıf tavrımızı oluşturmak esas tavrımızı oluşturuyor. Ekonomik kriz de yaz aylarında tüm sıcaklığını korumaya devam edecek. Son dönemde açıklanan ekonominin rekor daralmasına ilişkin rakamlar, işçi ve emekçilerin üzerine daha ne kadar yük bineceğinin de habercisi aynı zamanda. Değerli okurlar bütün bu olup bitenler karşısında aslında ayaklanmış olması gereken geniş emekçi kitleler -bu sayımızda da yer alan bazı küçük direniş ve grevleri dışta tutarsakhala suskunluğunu sürdürmeye

Değerli okuyucu, önümüzde sıcak yaz ayları duruyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gazetemiz Ağustos ayında çıkmayacaktır. Tüm okurlarımızı yaz aylarını sınıf içindeki mücadeleyi geliştirmenin yanısıra -ve tabi ki tatilin de yanı sıra- eğitimimizi geliştirmek için değerlendirmeye çağırıyoruz. Eylül sayımızda tekrar bir arada olmak umuduyla... Yeni Dünya İçin ÇAĞRI •

Özür

Bir önceki sayımızda, TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk ile yaptığımız söyleşiye yazdığımız önsözde; “İşçilerin yeni taşeron firma olan MPO’da da sendikaya üye olmalarının önüne engel çıkarılmayacak. TÜMTİS bu yeni işyerinin kendi işkollarında olup olmadığı temelinde durum tespiti yaptırdıktan sonra işçiler sendikaya kayıtlarını yaptıracaklar.” Tespiti yapılıyor. Bu tespit “işçiler limana sendikalı olarak girmişlerdir” olacaktı. Yine söyleşi içinde “Bu öneri üzerine biz, IMP yetkilileri ile görüştük.” denen yerde IMP’i MIP olacak. Düzeltir özür dileriz.

Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı - kitapçılarda -

GÜNDEM Kayıkçı kavgası ve değişimin yönü… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı nereye kadar?. . . . . . . . . . . . 4 Mayın yasası çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 AKP’nin önünü kesmede yeni umutlar, Göle yeni mayalar! . . . . . . . . 6 İki ilginç araştırma sonucu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Türkiye neden AİHM’e kızıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 AB Parlamento seçimleri üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 TC BM Güvenlik Konseyi Başkanlığını devraldı. . . . . . . . . . . . . . 10 "Türkiye’den Obama geçti" başlıklı yazıda gördüğüm sorun üzerine.... . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Patronlara destek ve teşvik, çalışanlara açlık ve fedakarlık.... . . . . . . EK:1 Zafer Akansel işçilerinin oldu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Direnişteki işçilerle söyleşiler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 Hükümetin krizden çıkış programı. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Adalet Sarayı’nın görünmeyen yanı: "ADALET!" . . . . . . . . . . . . EK:5 15-16 Haziran’ın yıldönümünde DİSK’ten basın açıklaması. . . . . . . EK:5 General Motors sizlere ömür!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Amnesty International 2009 Raporu’nda Türkiye. . . . . . . . . . . EK:7 Kamu Emekçileri: “TİS yoksa Grev var!”. . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Bülten dağıtanlara polis saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . EK:7 Kore yarımadasında gerginlik tırmanıyor!. . . . . . . . . . . . . . . EK:8 GÜNCEL “Türkiye’den Obama geçti” başlıklı eleştiri yazısı üzerine. . . . . . . . . 11 Rejimin garantisi kim olacak?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Savaş yükseltiliyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Güney Kürdistan petrolu akmaya başladı!. . . . . . . . . . . . . . . . 13 YENİ KADIN DÜNYASI Erkek şiddeti AİMH’de mahkum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 DESA direnişi sona erdi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 PANORAMA Seçimler ve gelişmeler...- İRAN -. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Seçimlerden yine ANC çıktı - GÜNEY AFRİKA -. . . . . . . . . . . . . . 16 BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferansı’ndan - CENEVRE- . . . . . . . . . . . . 17 OKUR MEKTUBU Amnesty İnternational Almanya yıllık toplantısı yapıldı. . . . . . . . . 18 Sadece ekonomik kriz yok! Bir de insan hakları krizi var. . . . . . . . . 19

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 135 · Temmuz 2009 • ISSN 1301-692X135 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli

mail@ydicagri.org

www.ydicagri.org

2


gündem

Kayıkçı kavgası ve değişimin yönü… Türkiye’de bu yaşananlar aynı zamanda hala gerçek iktidar olan ordu merkezli bürokrat Kemalist burjuvazinin iktidarının, anda AKP tarafından en iyi şekilde temsil edilen büyük burjuvazinin liberal kanadı tarafından önemli ölçüde geriletildiğini, ama dalaşın her şeye rağmen tüm hızıyla sürdüğünü göstermektedir. AKP ve Gülen’i Bitirme Planı’ Özel sermayeli büyük burjuvazi ile statükocu ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi arasında yürüyen iktidar dalaşı yeni gelişmelerle daha da kızışıyor. Bunun en son örneklerinden birisi son dönemde gündemi işgal eden, Taraf Gazetesi'nin “AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” başlığıyla yayınladığı “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlıklı belge idi. Belge ilkönce Askeri Savcılık tarafından incelenmeye alındı ve ilk yapılan açıklamada, belgenin altında bulunan Kurmay Albay Dursun Çiçek’e ait imzanın albayın diğer imzalarına benzediği, fakat belge fotokopi olduğundan kesin bir kanaate varılamadığı savunuldu. Daha sonra yapılan açıklamada, belgenin fotokopi olması nedeniyle kanıt oluşturamayacağı ve bu nedenle soruşturmanın durdurulmasına karar verildiği açıklandı. Bu karar üzerine soruşturmayı devralan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Dursun Çiçek’i sorguladıktan sonra terör örgütüne üye olma suçlamasıyla Albay Çiçek’in tutuklanmasına karar verdi. Ancak bu arada ne olduysa aradan 18 saat geçtikten sonra Albay Çiçek’in serbest bırakıldığı haberi verildi. İster belge gerçek olsun ve bir darbe planı gerçekten yapılmış olsun, isterse belge sahte olsun ve AKP ile ordunun arasını kızıştırmak için ortaya atılmış olsun, her iki durumda da bu olay egemenler arasında yürüyen iktidar dalaşının bütün hızıyla devam ettiğini açıkça gösteriyor. Kafalarda onlarca soru bırakan bu olay henüz kapanmış değil. (Belgenin içeriği ve sonrasındaki tartışmalar için www.ydicagri.org adresindeki “Gelişigüzel Notlar” bölümüne bakınız.)

Askere Sivil Yargı Yolu Bu olayla bağı kurulan bir diğer gelişme ise askere sivil yargı yolunu açan yasa değişikliğinin meclisten onaylanarak geçmesi oldu. Yapılan değişikliklerle askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmaları-

nın önü açılırken, sivillerin ise savaş ve sıkıyönetim halleri dışında askeri mahkemelerde yargılanmalarına son verildi. Avrupa Birliği kriterlerini içeren 'Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yasası'na, Genel Kurul'da iki yeni hüküm eklendi. Önce, savaş ve sıkıyönetim dışında, sivillerin askeri mahkemede yargılanması her şartta kaldırıldı. Buna göre sivillerin, askeri mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir suçu, tek başına veya asker kişilerle işlemesi durumunda, soruşturmaları sivil savcılarca yapılacak ve yargılamaları da sivil mahkemede olacak. Ardından da bazı suçları işleyen askeri personelin sivil mahkemede yargılanmalarının yolu açıldı. (Kaynak: trt.net.tr) Avrupa Birliği yasalarına uyum çerçevesinde reform olarak değerlendirilen bu gelişme, CHP ve MHP gibi muhalefet partileri tarafından önce mecliste onaylanmasına rağmen, sonrasında “geceyarısı operasyonuyla oyuna getirildik biçiminde” değerlendirilerek karşı çıkmalarına

yol açtı. Burjuva anlamda da sosyaldemokratlıkla alakası olmayan CHP bu konuda da ikiyüzlüce davranarak gerçek niteliğini bir kez daha ortaya koydu: CHP bir yandan 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını talep ederken, diğer yandan darbecilerin

sivil yargı tarafından yargılanabilmesinin önünü açan bu yasayı her yola başvurarak engellemeye çalışıyor. Türkiye’de bu yaşananlar aynı zamanda hala gerçek iktidar olan ordu merkezli bürokrat Kemalist burjuvazinin iktidarının, anda AKP tarafından en iyi şekilde temsil edilen büyük burjuvazinin liberal kanadı tarafından önemli ölçüde geriletildiğini, ama dalaşın her şeye rağmen tüm hızıyla sürdüğünü göstermektedir. Bu iktidar dalaşı aynı zamanda Türkiye’de yaşanan faşizmin çözülmesi ve onun yerine burjuva demokrasisinin yerleşmesi sürecinin bir dışavurumudur. Bu gelişmeler bu sürecin sancısız ve pürüzsüz olmayacağını, daha birçok olaya tanık olacağımızı gösteriyor.

Bu gelişmeler karşısında biz

işçilerin tavrı ne olmalıdır? Andaki Kemalist ordu odaklı bürokrat burjuvazinin faşist düzeninin sürmesini istemediğiz açıktır. Peki buna karşı burjuva demokrasisinin en kötüsü bile andaki faşizmden daha iyi-

dir deyip AKP hükümetinin peşine mi takılacağız. Hayır. İşçi sınıfının egemenlerin herhangi bir kanadının peşine takılması sözkonusu olamaz. Çünkü burjuva demokrasilerinin en ilerisi de son tahlilde, sermayenin işçi sınıfını ve emekçi kesimleri sömürmek için bir diktatörlüktür. Geniş halk kesimleri için gerçek anlamda demokrasi, ancak işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilecek demokratik halk devrimi ile kurulacak olan işçilerin, köylülerin devrimci diktatörlüğü iktidarı ile kazanılacaktır. Ezilen milyonlar için gerçek anlamda hak verilmez, alınır. İşçilerin, emekçilerin, köylülerin yaşamlarının değişmediği bu kayıkçı kavgasında tüm ezilenler sadece kendi taraflarında olmalı, kendi çıkarları için mücadele etmelidirler. Özel sermayeli büyük burjuvazi ile Kemalist bürokrat burjuvazi arasında yürüyen iktidar dalaşını kazanan kim olursa olsun, egemenlerin değişik kanatlarının işçi ve emekçilere verebileceği sömürüden başka bir şey yoktur. Bu iki gerici kanat arasındaki mücadele esasta sömürüden kimin daha fazla pay alacağı mücadelesidir. İşçiler, emekçiler egemenlerin şu veya bu kesiminin kuyruğuna takılmadan, bağımsız sınıf mücadelesi yürütmeli, ekonomik ve siyasi talepleri birleştirerek, hayatın her alanında örgütlenmeli, uzun vadede sermayenin iktidarının yıkılması mücadele vermelidirler. Ekonomik krizlerin, sömürünün, baskıların, yoksulluğun, ulusal baskının, cins baskısının, çevre katliamının vb. olmadığı yeni bir dünya işçilerin, emekçilerin sınıf mücadelesi ile yaratılacaktır. Kapitalist sistemin yıkıntılarından doğacak yeni dünya mücadelesine katıl, örgütlen! 4 Temmuz 2009 √

3


gündem

İktidar dalaşında yeni hamleler

İ

4

Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı nereye kadar?

lginç bir memleket bizimkisi. “Burası Türkiye” her şeyin mümkün olabildiğini anlatan bir deyim. Anayasa’sında diğer şeylerin yanında TC’nin bir “hukuk devleti” olduğu yazıyor. Fakat ülkenin çoğunluk partisi açıkça Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olmadığını, “kanun devleti” olduğunu ve bunu değiştirmek istediğini programına yazıyor. Aslında “kanun devleti” de değil. Çünkü sonuç olarak kanunlar da yargıçların paşa keyiflerine göre yorumladıkları metinler. Türkiye bir ağır ceza hakiminin “terör”ün içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği konusunda görüşünü açıklarken, “Kanun koyucunun bu konuda ne düşündüğü heyetimizi ilgilendirmez” anlamında sözleri karar gerekçesine yazabildiği bir ülke. Yani hukuk konusunda Türkiye ne bir hukuk ne de bir kanun devleti. Olsa olsa bir keyfi yargıçlar ve savcılar devleti. İlginç olan şu ki “hukukun evrensel ilkeleri” (kastedilen tabii burjuva hukuku- yani temelinde üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin dokunulmazlığı ve korunması olan, sömürünün, sömürü sisteminin korunması olan hukuk) hep bu keyfi yargıçlar ve savcılar sistemi kendi aleyhlerine işlediğinde, aleyhine işleyenlerin aklına geliyor. Birden hukuk savunucusu kesiliyorlar. İşte Ergenekon davası. Boğazlarına kadar her türlü hukuksuzluğun içine batmış olanlar, birden “suçsuzluk karinesi” ilkesinin savunucusu kesiliyorlar. Çetecilerin çeteci olarak adlandırılmasının hukuksuzluğu üzerine ahkam kesiyorlar. İşte Deniz Feneri davası. Burada da Deniz Feneri adlı “yardım örgütü” üzerinden topladıkları paraları, AKP’ye yakın bir TV kanalına aktaran, ya da cebe indirenlerin savunucuları yürüyen bir davanın sonucunun beklenmesi gerektiğini, kimseye haksızlık edilmemesi için “soruşturmanın gizliliği ilkesi”ne ve “suçsuzluk karinesi” ilkesine uyulması gerektiğini savunuyorlar. Yok özde birbirlerinden farkları. Her ikisinin de hukuk savunusu, kendisi için hukuk savunusudur. Türkiye’de hukuk egemenlerin iktidar mücadelesinde birbirlerine karşı kullandıkları bir araç. Türkiye’de hukuk siyasileşmiş bir hukuktur. Yüksek Yargının esası (Sayıştay, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi) ve bir dizi ağır ceza mahkemesi ideolojik Kemalist kesimin denetiminde yönetici Kemalist devlet elitinin iktidarını (ki bu önemli ölçüde aynı za-

Yine bilindiği gibi A. Gül 2007 22 Temmuz seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığa seçildi. Bunun için milletvekilliği düştü. Böylece Anayasa’nın öngördüğü “yasama dokunulmazlığı” zırhı da ortadan kalkmış oldu.

manda kendi öz iktidarları) koruma mücadelesi yürütüyor. Yüksek Yargı siyasileşme süreci içinde bugünkü AKP hükümetine karşı parlamentoda muhalefetin yürütemediği siyasi mücadeleyi yer yer onlarla birlikte, yer yer onların adına da yürütüyor. İşte türban konusundaki Anayasa Mahkemesi kararı; işte Danıştay’ın aldığı bir dizi yürütmeyi durdurma kararları vb. Yargının orta ve alt kesimi ise birçok kurum gibi bölünmüş ve önemli ölçüde ideolojik Kemalist kesimin kontrolünden çıkmış durumda. Bu kesim hükümetten aldığı siyasi destekle de örneğin Ergenekon davası gibi bir davayı gündeme getirebiliyor. Türkiye tarihinde ilk kez kimi sivil savcılar yüksek general eskilerini ve kimi muvazzaf subayları sorguya çağırıp, sorgulayabiliyor. Siyasi Hukuk’un son bir örneğini Cumhurbaşkanı A. Gül hakkında alınan bir kararda yaşadık. Bilindiği gibi Fazilet Partisi yöneticileri hakkında açılmış bir “Kayıp Trilyon” davası vardı. Partinin mali sorumluları ile birlikte başta Erbakan olmak üzere değişik parti yöneticileri de evrakta sahtecilikle suçlanmıştı. Dava milletvekili dokunulmazlıkları olanlar dışındaki sanıkların beraatları ile sonuçlanmıştı. Abdullah Gül de suçlanan yöneticiler arasında idi. Abdullah Gül milletvekili olarak dokunulmazlığa sahip olduğu için 8 yıl boyunca yargılanamamıştı. Yine bilindiği gibi A. Gül 2007 22 Temmuz seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığa seçildi. Bunun için milletvekilliği düştü. Böylece Anayasa’nın öngördüğü “yasama dokunulmazlığı” zırhı da ortadan kalkmış oldu. Fa kat O cumhurbaşkanı olarak, cumhurbaşkanı için Anayasa madde 105’de öngörülen bir başka zırha büründü: “Sorumsuzluk hali”. Buna göre Cumhurbaşkanı yalnızca “vatana ihanetten dolayı” ve “millet meclisi üye tam sayısının en az üçte birinin (183 milletvekili) teklifi üzerine” ve “en az dörtte üçünün (413 milletvekili) vereceği kararla”

suçlandırılabiliyor! Fakat ne gam, Anayasa Anayasadır, savcı/ yargıç hükmü başkadır ve geçerli olan savcı yargıç hükmüdür sonuçta. Gül’ün cumhurbaşkanlığını önlemek için 364 cinliğinin mucidi “Yargıtay Onursal Başsavcısı” (Şu görevsiz göreve bakın! Böyle bir makam ancak Türkiye’de bulunur!) Kanadoğlu, Gül’ün cumhurbaşkanı olması halinde yargılanmasının gerekeceğini, sorumsuzluğun geriye işlemeyeceğini, geçmişteki davalar dolayısıyla cumhurbaşkanının yargılanmasının gündeme geleceği fetvasını verdi. Eh “onursal” olanı bu fetvayı verirse, tabii ki savcının biri de görevden vazife çıkartıp, Gül’ün sahtecilikten yargılanması için dava açılması talebinde bulunur. Nitekim Ankara’da bir Cumhuriyet savcısı dava açılması için müracaatta bulundu. Ankara cumhuriyet başsavcılığı önüne gelen bu talebi görüştü ve içerik olarak şu kararı aldı: “A n a y a s a’y a göre, Cumhurbaşkanları -geçmişte işledikleri iddia edilen suçlar için decumhurbaşkanı oldukları sürece yargılanamaz. Eğer cumhurbaşkanlarının yargılanmasını istiyorsanız, Anayasa’da gerekli düzenlemeyi yapın.” Hukuk devletiyiz ya, bu karara hemen itiraz geldi. İtiraz Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görüşüldü. (Neden Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi diye sormayın; herhalde en uygun olanı o idi!) Şimdi Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı açıklandı. Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz tarafından kaleme alınan kararda şöyle deniliyor: “Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve yasalarında herkesin yargılanmasının kural olduğu, dokunulmazlığın ise bir istisna olup bu kişiler yasalarda tek tek belirlenmiş ve bunların dışında hiç kimseye yargılanmama zırhı tanınmamıştır. Şüpheli Abdullah Gül ve arkadaşları hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma yapmış şüp-

heli Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi Kayseri Milletvekili olması sebebiyle dosyası fezleke ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmak üzere Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.” Karar açıkça Anayasa’daki “cumhurbaşkanı vatana ihanet dışında bir suçla” suçlanamaz hükmünü yok sayıyor. Ama ne gam!? Ne de olsa “Yargı bağımsız” ! Bu bağımsızlığı da yasalardan ve anayasadan da bağımsızlık olarak anlayıp uygulayan çok sayıda savcı ve yargıç var! Bu karar hakkında tabii egemen sınıfların iktidar dalaşının tarafları değişik tavır takındılar. Burada tabii yasal düzlemde bu kadar net olan bir konuda böyle bir karar çıkmasının nasıl mümkün olabildiği sorusu çıkıyor. Bunun ötesinde bir de neden şimdi sorusu çıkıyor. Birinci sorunun cevabını aslında yukarıda verdik. Burası Türkiye ve burası bir hukuk devleti değil. Hukuk siyasetin içinde, ta göbeğinde. A. Gül’ün evrak sahteciliğinden yargılanmaktan kaçan biri olarak gösterilmesi, halk kitleleri gözünde küçük düşürülmesi, mümkünse evet istifaya zorlanması iktidar mücadelesinde AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması (daha doğrusu iktidar yürüyüşünün durdurulması) açısından uygun ve elzemdir. O halde bunun hukuksal kılıfı bulunmalıdır, bulunmuştur. Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi bu bağlamda bir görevi yerine getirmiştir yalnızca. Zamanlamaya gelince: Karar tam da A. Gül’ün Kürt Sorunu hakkında bu sorunun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğu ve mutlaka çözülmesi gerektiği; çözüm için fırsatların kaçırılmaması gerektiği yönlü açıklamalarının ertesine rastlamıştır. Türkiye’de yargının nasıl işlediğini bilenler açısından kuşkusuz bu rastlantı bir tesadüftür. Savcılar yukarıda da ortaya konduğu gibi daha Gül Cumhurbaşkanı seçilmeden önce harekete geçirilmişlerdir ve karar ancak şimdiye yetiştirilebilmiştir. Bu anlamda bu rastlantı tesadüftür. Fakat bu rastlantı deyim yerindeyse Gül’ün Kürt sorununda çözüm yanlısı tavrı nedeniyle örneğin MHP tarafından “vatana ihanet”le suçlandığı vb. bir ortamda cuk oturmuştur. Bu meselenin çözüldüğünü vb. kimse düşünmesin. Önümüzdeki dönemde de Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin aldığı bu karar hep yeniden gündeme gelecek, getirilecektir. 10 Haziran 2009 √


gündem

Kavga büyük-rant büyük!

A

KP hükümeti ile muhalefet arasında dört hafta süren büyük tartışma ve kavgalara neden olan Suriye sınırındaki mayınlı arazinin temizlenmesiyle ilgili yasa tasarısı 4 Haziran’da Meclis Genel Kurulu'nda 91 ret oyuna karşılık 255 kabul oyuyla yasalaştı. Mayın tartışmasında toplumun bilincine çıkan gerçekler şunlar: * Türkiye-Suriye sınırında gömülü mayın tutarı resmi rakamlara göre 615.145. Mayınlar 1957-1959 arasında döşenmiş. Mayın döşenen arazinin boyu 510 kilometre, eni de ortalama 350 metre. Bu mayınlar şimdiye kadar binlerce köylünün ölmesine, yaralanmasına yol açmış. Gelinen yerde bir dizi kayma vb. nedeniyle eldeki Genelkurmay mayın döşeme haritaları fazla bir işe yaramıyor. * Buna ek olarak, Türkiye-Irak sınırında 42 kilometre uzunluğunda bir bölgede 75.115 adet, Türkiye-İran sınırında 109 kilometre uzunluğundaki alanda 191.428 adet ve TürkiyeErmenistan sınırındaki 17 kilometre uzunluğundaki hatta ise 21.984 mayın var. Yunanistan ile Bulgaristan yani “NATO müttefiklerimiz”le ortak sınırlardakiler temizlenmiş. Bunun yanında, Türkiye’de askeri depolardaki anti-personel mayınların sayısı 2,5 milyon. Ne kadarı Ergenekon depolarında bilinmiyor! Yukarıda dökümü yapılanlar toprağın altındaki rakamlarla birlikte yaklaşık 3,5 milyon adet mayın ediyor. “Dört yanı düşmanlarla çevrili” ve “Türk’ten başka dostu olmayan” bir ülkenin güvenlik paranoyasının bir resmidir bu. Tabii bunun altında bu mayınları üreten ve satan tekellerin, bunların satın alımına aracılık eden işbirlikçilerin muazzam karı ve rantı var. * Mayın gelinen yerde bütün dünyada ret edilen bir silah, savaş aracı. 2003 Eylül ’ünde Ottawa’da bir “Mayın Yasağı Anlaşması” imzalandı. Türkiye bu Ottawa Anlaşması’na 2004 Mart ayında taraf oldu. İmzayı attıktan sonra, 1 Mart 2008’e dek stoktaki 2,5 milyon mayını imha edeceğini taahhüt etti. Bu taahhüdünü yerine getirmedi. Bugüne dek imha edilen mayın sayısı birkaç bini geçmiyor. Süreyi geçeli bir yıldan fazla oldu. Aynı anlaşmanın 5. maddesi toprak altındaki mayınların 1 Mart 2014’e dek temizlenmesini öngörüyor. Yani Türkiye attığı imza ile 1 Mart 2014’e kadar toprak altındaki mayınları söküp imha edeceğini taahhüt etmiş durumda. * Hü kümet, Genel Kurmay’a bu mayınları sökme konusunda ne düşündüğünü soruyor. Genel

Mayın yasası çıktı Nasıl olur da bu “milli iş” yabancı bir şirkete verilirmiş! Neden ordu yapmıyormuş! Bu vatana ihanetmiş filan diye geliyor ilk salvolar. Kurmay’dan aldığı cevap, o çok şanlı TC Silahlı Kuvvetlerinin kendi döşediği mayınları kendi imkanları ile temizleyemeyeceği şeklinde oluyor. Ordu hükümete bu temizlik işinin NATO’ya bağlı bir kuruma verilmesini öneriyor. (Söz konusu kurumun bu işi kaça yapacağı, bunun rantının Türkiye ayağının ne kadar olacağı, bunu kimlerin yiyeceği konusunda bir bilgi ve bunu şimdilik sorgulayan da yok.) * Hükümet bunun üzerine tam bir tüccar zihniyetiyle bu temizleme işini ihaleyle bir özel şirkete vermeyi, bu işi yapacak özel şirkete de temizlenen arazinin 44 yıllık kullanım hakkını vermeyi öngören bir yasa taslağı hazırlayarak meclise sunuyor. Ve kıyamet kopuyor! Nasıl olur da bu “milli iş” yabancı bir şirkete verilirmiş! (Çünkü özel bir şirkete vermek de fakto bir yabancı şirkete vermek anlamına geliyor. Çünkü bu işi Türkiye’de yapacak özel Türk firması yok!) Neden ordu yapmıyormuş! Bu vatana ihanetmiş filan diye geliyor ilk salvolar. Bu salvoları hükümet ordunun “biz yapamıyoruz” açıklamasını açıklayarak savuşturuyor! Ardından bu Mayın Temizleme işine talip olan firmalar arasında bir İsrail firmasının da olduğu ve hükümetin işi bu firmaya vermek istediği ve hatta bu konuda anlaşmaların çoktan yapılmış olduğu haberleri ve bu haberlere bağlı yorumlar yayılmaya başlıyor. Ondan sonra daha büyükçe bir kıyamet kopuyor. “Memleketi Yahudilere satıyorlar” kampanyası başlıyor; “memleketin Yahudilere satılmaması” konusunda, açık ırkçı, antisemit önyargılar temelinde de oldukça geniş bir koalisyon oluşuyor. CHP’sinden, SP’sine; en azılı ulusalcısından, en azılı dincisine geniş bir cephe oluşuyor. Ortak nokta antisemitizm. Aslında vatan, vatan toprağının satışı filan hikaye. Nazım’ın dediği gibi onlar için vatan “cüzdanları”ndan başka bir şey değil gerçekte. Rahatsız oldukları da rantın -eğer hükümet gerçekten de söz konusu firma ile anlaşmış ise veya anlaşırsa - yalnızca anlaşma yapılan tekel ile, onun AKP içindeki ortakları tarafından yenecek/paylaşılacak olmasıdır. Ve yenecek rant görünen odur ki, hiç te küçük bir rant değildir. Söz konusu işletme hakkının 44 yıllı-

ğına mayınları temizleyecek firmaya devredilmesi öngörülen ve 50 yılı aşkın süredir tarım yapılmamış olduğu için örneğin organik tarım açısından çok verimli olduğu söylenen (söylenen diyoruz, çünkü mayınların araziyi ne ölçüde zehirlediği ölçülmüş değil henüz) arazinin yüzölçümü 216 kilometre kare. Bunun 186 kilometre karesi Hazine’ye, geri kalanı ise Devlet Demiryolları ile başka kuruluşlar ve vatandaşlara ait. 186 kilometre karelik bir alan. Hiç küçük değil. Kısaca 44 yıllık kullanım hakkının verilmesi önerisinin gerisinde oldukça büyük bir rant vardı. Ve bu rantın büyüklüğü verilen tepkilerin ve büyüklüğünü yürütülen antisemit kampanyanın boyutlarının büyüklüğünü de beraberinde getirdi. Bu kampanyaya karşı AKP yöneticileri, en başta da Erdoğan yasa taslağını savunmaya çalıştılar. Muhalefetin işin mahiyeti ve maliyeti konusunda hiç bir bilgiye dayanmadan afaki bir “istemezük kampanyası” yürüttüğünü, “vatan toprağını satma” suçlamalarının iftira olduğunu, bir İsrail firması ile anlaşılmış olduğu şeklindeki iddiaların doğru olmadığını vb. savundular. Uzun süren tartışmalar, kavgalar sonunda kabul edilen yasanın süreci şöyle işleyecek: * NAMSA formülü temizleme işinde ilk seçenek olarak belirlendi. Yasaya göre, mayın temizleme işi öncelikle Milli Savunma Bakanlığı tarafından davet usulüyle yaptırılmaya çalışılacak. Bu formül, Genelkurmay'ın da istediği şekilde NATO kuruluşu NAMSA'ya temizleme işini alabilme yolunu açacak. * Bu yolla temizleme işi yaptırılamazsa, 2. aşamada Maliye Bakanlığı hizmet satın almak suretiyle ihaleye çıkacak. İhalenin şartnamesinin hazırlanması, muayene ve kabulünde oluşturulacak komisyonda Genelkurmay Başkanlığı da olacak. * Bu yöntemden de sonuç alınamaması halinde, Yap-İşlet-Devret modeli devreye girecek. Buna göre, mayın ihalesi, temizlenecek alanların tarımsal amaçlı kullanım hakkı karşılığı gerçekleştirilecek. Gerekli görülen hallerde temizlenecek mayınlı alanlar bir bütün olarak ya da kısımlara ayrılmak suretiyle ihale edilebilecek. *Maddeye eklenen yeni hükme

göre, kanunun uygulanması sırasında ihaleyi yapan bakanlığının bilgi, belge, teknik ve personel gibi talepleri diğer kamu kurum ve kuruluşları tarafından öncelikle ve ivedilikle karşılanacak. Böylece Genelkurmay Başkanlığı'nın elinde bulunan mayınlı arazilere ilişkin haritalar da ilgili bakanlığın talebi halinde verilecek. Üzerine en fazla tartışılan ve “vatan toprakları satılıyor” “vatan hainliği” “Vatan toprakları Yahudilere peşkeş çekiliyor” vb. suçlamalarına temel olan şık, çıkan kanunda üçüncü alternatif olarak sunulan şık. Yani, ihale ile, mayınları temizleme karşılığı arazilerin tarımsal amaçla 44 yıla kadar özel firmalara kullandırılması. Bir tür 'Yap-İşlet-Devret'. Daha doğrusu 'Temizle-İşlet-Devret' formülü. İhale ise bu 44 yıllık süreyi en fazla kısaltmayı teklif etme esasına dayanacak. Mayınların temizlenmesi süresi ise en fazla 5 yıl olacak. Muhalefetin çıkış noktası pratikte bu üçüncü yolun izleneceği, AKP’nin niyetinin “vatanı satmak” olduğu, bunun ön anlaşmalarını zaten yapmış olduğu vb.vs. Bu suçlamalar AKP’nin içinde de belli ölçülerde yansımasını bulduğu için, birçok AKP milletvekili meclis oturumlarına katılmadı ve AKP yasanın çıkarılmasında bayağı zorlandı. AKP’nin zorlanarak da çıkardığı yasa sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Muhalefet şimdi umudunu önce Cumhurbaşkanının bu yasayı iptal etmesine bağladı. Ki bunun olmayacağından, bunun olmaması halinde cumhurbaşkanının da vatan hainliği hanesine bir eksi daha yazılacağından yola çıkmak gerekir. Kaldı ki, cumhurbaşkanının iptali halinde de -AKP’nin bu yasayı çıkarmaktaki kararlılığı, ve Genelkurmayı’nda bu yasaya karşı olmadığı bilindiğindeyasanın aynen bir kez daha cumhurbaşkanına gönderileceğinden yola çıkmak gerekir. Yani cumhurbaşkanının bu yasayı imzalamaması beklentisi gerçek bir beklenti olmaktan çok, onu vatan hainliğine imza atan Çankaya noteri olarak adlandırıp, cumhurbaşkanlığından indirmek çabalarına yeni bir gerekçe sağlamanın bir aracı olarak kavranmalıdır. Bunun olmaması halinde ise sırada en yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi vardır. Nitekim yasa çıkar çıkmaz CHP yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıkladı. MHP de bu noktada CHP ile aynı konumda. Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü yapısından yola çıkıldığında, şimdi çıkmış olan ve Anayasa mahkemesi yolunda olan bu yasanın iptali şaşırtıcı olmayacaktır. 3 Haziran 2009 √

5


gündem

AKP’nin önünü kesmede yeni umutlar

İki ilginç Göle yeni mayalar! araştırma sonucu Türkiye Partisi diğerleri gibi cekler, caklar partisidir. Ve fakat bu cekler caklar içinde yeni bir şey yok. Yalnızca söyleyen farklı. Bu parti tutar mı? Neden tutsun? Hangi ihtiyaçtan doğdu bu parti? Hangi talebe cevap? AKP’nin iktidara yürümesini durdurmak isteyen güçlerin AKP’yi nasıl olursa olsun zayıflatmak ve durdurmak istek ve ihtiyacından gayrı?

Y

6

erel seçimlerde AKP’nin oylarının biraz gerilemesi, AKP’nin seçimler yoluyla iktidardan uzaklaştırılması konusunda gelişen umutsuzluğu biraz da olsa azalttı. Bunun yanında yerel seçimler sonrasında yapılan geniş kabine değişikliğinin AKP içinde belli bir hoşnutsuzluk yaratmış olması da, ondan belli kopmaların olabileceği hesaplarını yine gündemleştirdi. Bu ortamda Merkez Sağ’da AKP’nin alternatifini arama/yaratma planları yine canlandı. Bu cümleden olarak önce Mayıs ortasında yapılan genel kurulda Demirel’in mutemedi Hüsamettin Cindoruk DP’nin başkanlığına seçildi. İddia Merkez Sağ’ı DP saflarında toplayarak, AKP’ye giden merkez sağ oylarını geri almak! Bunlar bırakalım merkez sağı DP etrafında toplamayı, DP’yi bile bölenler olarak tarihe geçmeye aday. Nitekim Cindoruk’un DP başkanlığına aday olması ertesinde, o DP’nin ağır toplarından Aydın Menderes tarafından Ergenekon’a yakın olmakla suçlandı. Cindoruk’un DP başkanlığına gelmiş olmasını bir umut, yeni bir başlangıç vb. olarak değerlendirenler yanılıyor. DP’ye dönüşen DYP’yi yüzde onların altına iten gelişme, bu partinin devlet partisi haline gelmiş olmasının belgelenmesi ve ona AKP’nin şahsında devlete uzak durur görünür bir alternatif çıkması idi. Eski Demirel’in eski mutemedi eski Cindoruk’un devletçi tavırları ile alternatif olacaklarını düşünmeleri, hesaplamaları hesap hatasıdır. Devlet katında muteberlik, halk katında muteberlik anlamına gelmiyor. DP’deki başkan/yönetim değişikliğinin ardından 25 Mayıs’ta miting havasında geçen şaşalı bir toplantı ile yeni bir partinin, ismi “Türkiye Partisi” olan Partinin kuruluşu ilan edildi. AKP’nin kurucuları içinde yer alan, bir zamanlar Erdoğan, Gül ve Arınç ile birlikte, AKP’nin en öndeki dörtlüsü içinde yer alan Devlet eski Bakanı ve Başbakan eski Yardımcısı Abdüllatif Şener, partinin kuruluş

dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na verdi. Şener’in kurduğu parti ile Türkiye’de yasal olarak faaliyet gösteren partilerin sayısı da 61’e yükseldi. Partinin kurucuları arasında AKP’den ayrılan Yozgat Milletvekili Mehmet Yaşar Öztürk ile kimi eski DYP ve DP yöneticileri de bulunuyor. Devlet eski Bakanı ve Başbakan eski Yardımcısı Abdüllatif Şener ve ekibinin kurduğu Türkiye Partisi, AKP’den ayrılan Yozgat Milletvekili Mehmet Yaşar Öztürk’ün de yer alması nedeniyle Meclis’te temsil edilecek. Şener’in partisi ile birlikte Meclis’te temsil edilen siyasi parti sayısı yeniden 7 oldu. Bir sandalye ile Meclis’te temsil edilecek olan Türkiye Partisi’nin önümüzdeki süreçteki hedefi ise Meclis’te grup kurmak olacak. Türkiye Partisi’yle birlikte ise yeniden temsil edilen parti sayısı 7’ye çıktı. TBMM’de, AKP, CHP, MHP ve DTP’nin yanı sıra DSP 11, ÖDP 1 milletvekili ile temsil ediliyor. Meclis’teki son sandalye dağılımı şöyle: AKP: 338, CHP: 97, MHP: 69, DTP: 21, DSP: 11, Bağımsız: 6, ÖDP: 1, Türkiye Partisi: 1, Boş: 6. Türkiye Partisi diğerleri gibi cekler, caklar partisidir. Ve fakat bu cekler caklar içinde yeni bir şey yok. Yalnızca söyleyen farklı. Bu parti tutar mı? Neden tutsun? Hangi ihtiyaçtan doğdu bu parti? Hangi talebe cevap? AKP’nin iktidara yürümesini durdurmak isteyen güçlerin AKP’yi nasıl olursa olsun zayıflatmak ve durdurmak istek ve ihtiyacından gayrı? Peki ama bu ihtiyaca cevap olur mu? Bizce olmaz. En iyi halde merkez partisi olma iddiasında olanlar arasında yeni bir küçük parti olur. Sonuçta eğer diğerleri ile birleşmezse- ki kimi medyanın da cilalaması ile iddialı görünüyor, en azından ilk seçimlere kadar kimseyle birleşmeye niyetli filan görünmüyor- AKP’ye gitmeyen merkez sağ oyların yeni bir böleni olur. 8 Haziran 2009 √

H

aziran ayı başında iki ilginç araştırmanın sonuçları kamuoyuna yansıdı. Birincisi “Radikalizm ve Aşırıcılık” başlıklı bir araştırma. İngi ltere Dışişleri Ba ka nı Dav id Mi liba nd 'ı n Ba hçeşehir Üniversitesi'ni ziyaretinde yapılan anlaşma kapsamında bir araştırma gerçekleştirildi. Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından gerçekleştirilen "Radikalizm ve Aşırıcılık " araştırması örnekleme yöntemiyle yüz yüze yapılan görüşmelerle yapıldı. Aralarında Şanlıurfa, Trabzon, İstanbul, İzmir, Konya, Malatya, Balıkesir'in de bulunduğu 34 ilde bin 715 kişi üzerinde gerçekleştirilen araştırma bu ayın başında tamamlandı. Söz konusu araştırmanın sonuçları Bahçeşehir Üniversitesi'nde düzenlenen konferans ve basın toplantısı ile değerlendirildi. Araştırmayı Prof. Esmer, İngiltere Büy ük elçiliği müsteşarı Giles Portman’ın da katıldığı bir basın toplantısıyla medyaya tanıttı. İngiltere Büyükelçiliği Müsteşarı, araştırmanın amacını “her iki ülkedeki ılımlılara görüşlerini ifade edebilecek bir platform sunmak istedik. Aşırılık nedir bunu tanımlamak istedik." sözleriyle belirtti. Aslında konuşulanların profili hiç de “ılımlılar”ın söz konusu olmadığını gösteriyor. Sonuçları nasıl buldukları yönündeki bir soruyu yanıtlayan Portman, "Müthiş ilginç. Birçok bakımdan halkın kafasının karışık olduğunu gördük. Özellikle AB ile ilgili çelişkiler söz konusu. Çok olumsuz değerlendirmeler yapılırken insanların AB'ye üye olmayı istediğini gördük. İngiltere'nin pek sevilmeyen bir ülke olduğu ortaya çıktı. Biraz sürpriz bu. Hayal kırıklığı yaşadım. Hemen British Council'deki arkadaşlarla neden böyle bir sonuç çıktı diye bir değerlendirme yaptık. İngiltere, Türkiye'nin AB üyeliğini en çok destekleyen ve bunu her platformda dile getiren bir ülkedir." ifadelerini kullandı. Araştırmayı yapan Prof. Dr. Esmer ise, soruları cevapladı. Esmer, araştırmaya göre Türkiye'de dindarlığın artmadığını söyledi. AK Parti iktidarı döneminde dindarlığın arttığı görüşüne katılmayan Esmer, "Biraz daha belirginleşmiş olabilir ama benim tespitlerime göre dindarlık artmadı." dedi. Türkiye'de son 20 yılda bazı değişiklikler olsa da temel değerlerde büyük değişiklik yaşanmadığını belirten Esmer, "Dindar olanlar birden dinsizleşmedi ya da dinsizler

bir anda dindarlaşmadı. Pek çok şey aynı gidiyor." şeklinde konuştu. Mahalle baskısının artıp artmadığı konusunda ise daha önce yaptığı bir araştırma olmadığı için bir karşılaştırma yapamayacağını söyleyen Esmer, "Yakın çevreden baskı geliyor mu? Konu komşu, bakkaldan falan dindar olduğu ya da laik olduğu için, mezhebinden dolayı baskı görüp görmediği konusunda çok büyük bir rakam çıkmadı. Yüzde 5, yüzde 3 gibi rakamlar çıktı. Bu rakamlar önemli gibi görünmüyor ama 50 milyon insanın yüzde 5'i 2,5 milyon yapar. Bu da çok önemli bir sayıdır." ifadelerini kullandı. Halkın aşırı İslam'ı benimsemediğini düşünen Esmer, bunun toplum için bir tehdit olarak görüldüğünü dile getirdi. Araştırmaya göre ABD'ye karşı büyük bir düşmanlık söz konusu. Anti ABD duygular hakim. AB'ye üye olunmasını isteyenlerin oranı yüzde 57. İstemeyenler ise yüzde 27'lik kesim. Araştırmaya katılanların yüzde 25'i AB'nin ne olduğu konusunda yeterli bilgiye sahip değil. Etnik ve dini çeşitliliği zenginlik olarak görenler fazla. Ancak hoşgörü sorunu var. En istenmeyen kesim eşcinseller. Yahudi komşu istemeyenlerin oranı yüksek. Yani homofobi ve antisemitizm oldukça yaygın. Araştırmaya katılanların yüzde 72'si içki içen bir komşu istemiyor.(Burada tabii soruda “içki içme”nin ne anlama geldiği önemli. Böyle büyük bir oran herhalde içki içen= sarhoş olarak kavrandığında anlaşılır.) Hıristiyan komşu istemeyenlerin oranı ise yüzde 52. (Antisemitizm, Hristiyan düşmanlığından daha yaygın) Yüzde 67'si ise nikahsız yaşayan komşular istemiyor. (Burada da bu oranın diyelim bundan 20 yıl önce filan ne olduğunun bilinmesi ilginç olur.) Araştırma PKK’lılar en sevilmeyen kesimi oluşturuyor. Halkın yüzde 82'si PKK'yı Türkiye için ciddi bir tehdit olarak görüyor. (Bu kadar yoğun medya bombardımanında bu sonuç şaşırtıcı değil. Tabii yine soruların nasıl sorulduğu, nasıl kavrandığı da önemli) Halkın yüzde 83'ü PKK'ya karşı geniş çaplı bir askeri harekatın iyi olacağını düşünüyor. (Bu soru adeta saldırı için bir kamuoyu araştırması gibi bir soru. Zaten büyükelçilik müsteşarı araştırmanın çıkış noktasının iki ülkenin de “terörizme karşı mücadele sorunu olması” olduğunu belirtiyor basın toplantısında. Hal böyle olunca araştırmanın bu bölümündeki soruların bu bizimde olması da araştırmanın ruhuna uygun)


gündem Türkiye'de kendisini herhangi bir sebeple ayrımcılığa uğradığını düşünenlerin oranı yüzde 18. Konuştuğu anadil nedeniyle devletten ayrımcılık gördüğünü söyleyenlerin oranı yüzde 8. Yüzde 9'u ise farklı etnik gruba mensup olduğu için devletten ayrımcılık gördüğünü belirtti. Laik görüye sahip oldukları için devletten ve toplumdan ayrımcılık gördüğünü düşününler ise sadece yüzde 6'lık bir kesim. (Bu kesim fakat medya üzerinden kamuoyunu önemli ölçüde etkileyen, evet belirleyen kesim.) İkinci araştırma Prof. Dr. Füsun Üstel ve Doç. Dr. Birol Caymaz’ın gerçekleştirdiği, İstanbul Üniversitesi Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi ve Açık Toplum Vakfı tarafından desteklenen “Seçkinler ve Sosyal Mesafe” başlıklı çalışma. Bu araştırma da Haziran ayı başında basın ve sivil toplum örgütleri temsilcilerine verilen bir resepsiyonla tanıtıldı. Prof. Füsun Üstel ve Doç. Dr. Birol Caymaz yaptıkları sunumda, araştırmanın “prestijli” orta öğretim ve yüksek öğretim kurumlarından mezun, orta-üst gelir grubundan, iyi meslekî pozisyonlara sahip, kendisini cumhuriyetçi-laik değerlerin taşıyıcısı olarak gören kesimlerin Türkiye siyasetinin temel problemlerine yönelik algı ve temsillerinden hareketle Lozan azınlıkları, Kürtler ve İslami kesimlerle kurdukları ilişkinin biçimini ve mesafe boyutunu ele almakta. Araştırmanın amacı ise, hedef kitlenin ayrımcılık ve ötekileştirme söylemini tespit etmek, bu söylemin bu kesimin sosyal ve ekonomik statüleri ve son dönemdeki iç ve dış siyasal dönüşümlerden nasıl etkilendiğini ortaya koymak. Verilen bilgilere göre araştırma, temmuz-aralık 2008 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’den 18-25, 25-45 ve 45 yaş üstü yaş dilimlerinde 21’i kadın toplam kırk kişi ile görüşülerek yapılmış. Araştırmanın yapıldığı dönem, cumhurbaşkanlığı krizi, 367 kararı, 27 Nisan muhtırası, AKP’nin 22 Temmuz seçim zaferi, DTP’nin Meclis’e girmesi, sınır ötesi operasyon kararının alınması, Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi Katliamı gibi siyasi yönden çalkantılı, toplumun kutuplaştığı bir dönem. Prof. Üstel ve Doç Dr. Caymaz, araştırmanın bu döneme denk gelmesinin öngörülmediğini, hatta bir yanıyla olumsuz bir tesadüf olduğunu vurguluyorlar. Ancak bu araştırma açısından bir olumsuzluk değil. Çünkü tam da gerilimli ortamlar bireylerin gerçek yaklaşımlarının görülmesi açısından daha doğru sonuçlara varılmasını mümkün kılan ortamlar. Araştırma tam da bu orta ve orta-üst gelir grubundan eğitimli kesimlerin- isterseniz son dönemde oldukça yaygın kullanılan “Beyaz Türkler de diyebilirsiniz- önemli bir bölümünün, esen laiklik ve milliyetçilik rüzgârının aktörleri olarak ortaya çıktığını da gösteriyor.

Gayrı Müslim azınlıklar Araştırmanın önemli bulgularından biri, bu kesimde gayrimüslimlere yönelik “ötekileştirme” söyleminin azalması oldu. Bundaki ana etken, ayırımında “merkez”in, taşralı, mütedeyyin, köylü çevrece ele geçirilmeye başlamasının, kentli, yüksek kültürlü azınlık gruplarının ülkeden “gitmiş” olmasına bağlanması. Laik seçkinler eski İstanbul’a özlemle ve sayılarının tıpkı onlar gibi azaldığı

vunuyorum ama biliyorum ki ibadethanelerin açılmasını iyice şeye bırakırsak her yerden Kur’an kursları pörtleyecek. B. (39): Ayırımcılık yapılıyor ama ayırımcılık yapan, uygulayan kişiler kesinlikle Kemalist veya ulusalcı değiller, kesinlikle değiller.

Kürtler Görüşmecilerin Kürt sorunu üzerine verdikleri cevaplar, Kürtler

lümü ise Kürtlere kültürel haklar verilmesi konusunda olumlu görüş taşıyor. Onarıcı pragmatik önlemler olarak kültürel hakların sağlanmasına yönelik bu olumlu yaklaşım, bu kesimin Batılı ülkelerdeki gözlemlerine dayanıyor. Kültürel haklardaki bu olumlu bakış, iş DPT’nin Meclis’teki varlığına geldiğinde yerini açık bir ötekileştirmeye ve redde bırakıyor. Çoğuna göre DTP meşruiyeti sorunlu, PKK ve Öcalan’la ilişkisi tehlikeli, bulunan ve kapatılması gereken bir parti. İşte Kürtlerle ilgili mülâkatlardan birkaç örnek: B. (34): Çünkü [Kürtler] o kadar tembeller ki kendi önlerindeki çiçeği ya da börtüyü böceği bile sulamayı bilmedikleri için hiçbir zaman gelişemezler. Sürekli ağlarlar devlet diye. Devlet senin neyine yardım etsin? P. (34): Kimlik sorunu... Söyleyeyim mi... Yüzyıllarca oradaki insanlar beraber yaşamışlar, hiçbir sorun olmamış. Neden son zamanlarda çıkıyor? Kesinlikle yabancı kaynaklı ve kesinlikle bunun içinde çıkarları var. N. (51): İnsan mutluysa anadilde eğitim olsa da bu ülke bitmez. Bir şeylerini tatmin edeceksin adamların yani.

AKP

Görüşmecilerin Kürt sorunu üzerine verdikleri cevaplar, Kürtler üzerindeki yoğun milli baskının da bu kesim tarafından yok görüldüğünü gösteriyor. Kürt sorunu bu kesimde yabancı –emperyalist- güçlerin Türkiye’nin içini karıştırmak için çıkardıkları, yarattıkları bir sorun olarak görülüyor. Bu konuda ana belirleyici, Kürt kimliğinin inkârına dayalı resmî tarih ve devlet söylemi. düşüncesiyle azınlıklara romantik bir yakınlık hissetmekteler. Dolayısıyla ülkede kalan azınlıklar, korunması ve kollanması gereken değerli objeler olarak yeniden kurgulanmış. Bu kesimde “en yakın arkadaşlar arasında azınlıkların da bulunması” adeta bir prestij konusu. Ancak buna rağmen azınlıklarla kurulan ilişkide gayrimüslimlerin devlet kaynaklı haksızlık ve ayırımcılığa uğradığı bu kesimde de kabul edilmiyor. Gayri Müslimlere yönelik ayrımcılık devletin değil, dincilerin edimiymiş gibi görülüyor. Bu bağlamda görüşmelerden bazı ilginç tavırları aktarıyoruz: B. (34): Yani biz hiç takılmıyoruz ki böyle şeylere. Sen Ermenisin, sen Musevisin, sen şusun, sen busun, biraz... [Gayrimüslimlerin yaşadığı sorunlar hakkında] Yani ne bileyim, herkesle beraber okuduk. Hiç böyle bir şey yoktu. Herkes birbirleriyle beraberdi. Yani bir tek farkımız vardı, din dersine girmezlerdi o kadar. L. (31): Onlara [azınlıklara] da ibadethane açılması gerektiğini sa-

üzerindeki yoğun milli baskının da bu kesim tarafından yok görüldüğünü gösteriyor. Kürt sorunu bu kesimde yabancı –emperyalist- güçlerin Türkiye’nin içini karıştırmak için çıkardıkları, yarattıkları bir sorun olarak görülüyor. Bu konuda ana belirleyici, Kürt kimliğinin inkârına dayalı resmî tarih ve devlet söylemi. Görüşmecilerin Kürt sorununun sebepleri üzerine dillendirdikleri ikinci argüman ise meselenin bir kimlik sorunu değil, devletin bölgeyi ekonomik olarak ihmal etmesi ve Kürtlerin bölgedeki rant ekonomisinden sağladıkları çıkarların bir sonucu olması. Deneklerden bir kısmı eğitimli Kürtlere kuşkuyla bakarken, geri bırakılmışlığın neden olduğu sorunların kaynağının, eğitimsiz, cahil bırakılmış, tembel Kürtlerin kandırılabilme potansiyeli olduğunu düşünüyor. “Çocuk Kürtler” olarak adlandırılan bu algıya göre devlet bu insanların elinden tutmadığı için bu insanlar örgütler ve uyuşturucu mafyası tarafından kullanılabiliyor. vs. Görüşmecilerin büyük bir bö-

AKP beyaz Türklerin algısında açıkça bir tehdit olarak görülüyor. AKP takiyeci/şeriatçı bir parti bu kesimin algısında. Yaşam tarzları, dünyayı algılama ve yorumlama biçimleri ile kendilerini Cumhuriyet’in değer ve kazanımlarının taşıyıcısı olarak gören yerleşik seçkinler, “yeni gelenleri” “orada olmayı hak etmemiş işgalciler olarak görüyorlar. “Kendi devletleri” nin elden gideceği korkusu içindeler. Kadrolaşmanın zaten hep olduğu, ama “kendilerinden” olduğu için bunu sorun olarak algılamadıklarını söylüyorlar. Görüşmecilerin genel eğilimi ise partinin kapatılması yönünde. Görüşülen kişilerin küçük bir bölümü ise mevcut hükümete karşı olumsuz bakışa rağmen ülkede bir rejim sorunu olmadığını düşünüyor. Cumhuriyet Mitingleri’ne yoğun katılım gösteren katılımcıların bu kararlarında rejim kaygısı ön planda. Mitinge katılanların arasında emekli subayların varlığı ise onlar için önemsiz bir ayrıntı. Ancak katılımcılar “Yeniden milli mücadele” ve “Ordu göreve” gibi pankartları paylaşmadıklarını, basının yanlış yansıttığını düşünüyorlar. Ergenekon davası ise katılımcılarda kafa karışıklığı yaratmış gibi. Kimine göre bu dava AKP’nin cumhuriyet kadrolarıyla hesaplaşmasından ibaret. Ergenekon’un arkasında darbe varsa bunu asla desteklemeyeceğini söyleyenler olduğu gibi, ya darbe ya şeriat diye sorulursa tereddütsüz darbeyi destekleyeceğini ifade edenler de var. Görüşmelerden bazı örnekler ise şöyle: A. 40): Atatürk’le ilgili herhangi bir şey, küçük bir anekdot olabilir, küçük

7


gündem

8

bir resim olabilir, internetten gelen, doğruluğu bile belli olmayan bir anı bile olabilir, gözlerimizin dolmasına neden oluyor. D. (32): Cumhuriyet balosunda görmek istemem adamı [Gül’den bahsediyor], orada beyaz Türklüğüm çıkar, elim ayağım oynar. K. (31): Anti-demokratik olsa da burada zor kullanma hakkı vardır Silahlı Kuvvetler’in. Bu silahlı kuvvetler para-militer olabilir, gerilla şeklinde olabilir, devletin kolluk kuvveti olabilir. B. (39): Başından beri Ergenekon olayı beni gülümsetti sadece. Adı da çok komik zaten. Araştırmacıların sonuçları “Seçkinler ve Sosyal Mesafe” araştırmasının analiz bölümünde sonuçların yekpare, blok bir davranış ve algılama biçimi çıkarmaktan ziyade, Atatürkçülük- Kemalizm-Ulusalcılık anlayışları temelinde her pozisyonun kendi içinde gösterdiği çeşitliliğe dikkat çekiliyor. AKP hükümeti, Kürt sorunu, AB üyeliği üzerinden kurgulanan tehdit algısı oluşturulan kolektif kimliğin ana yapı taşları. Kimlik olgusunun dinamik değil statik bir olgu olarak ortaya çıktığı, kimliksel çeşitliliği algılamada ise ciddi bir körlük olduğu belirtiliyor. Değişime ve toplumun dinamizmine kapalı hayat algısı, seçkinlerde var olan “Biz ve Onlar” ayrımının ana kaynağı. Bu bakışın temel nedeni prestijli okullarda eğitim görmüş olmaktan ziyade, 12 Eylül rejiminin milli eğitimi hoşgörüsüzlük ve ötekileştirme üzerine kuran ırkçı, milliyetçi zihniyetinin içselleştirilmesi olduğu belirtiliyor. (Bu tabii bizzat araştırmacıların Türkiye’deki ırkçı milliyetçi zihniyeti 12 Eylül’le başlatan bir yanlış anlayışına işaret ediyor.) Görüşmeciler, kendi hayat tarzlarına uygun ve yakın coğrafyalarda yaşayan azınlıklara romantik ama yüzeysel bir yakınlık beslerken, gayrimüslimlerin “görünmezliği” ve uğradıkları ayırımcılıkla yüzleşilmiyor. Çünkü azınlıklar azalan rekabet gücü ile bu kesim üzerinde endişe yaratmıyor. Kürtler ise, bu beyaz Türklerin nezdinde, hem yaşam tarzı, hem de sosyal çevre olarak, azınlıklara göre, çok daha yabancı. Kimlikler konusunda ikircikli, çelişkili duygular besleyen katılımcılar, Kürt sorununu komplo teorileriyle açıklamaya yatkın. Katılımcıların önemli bir bölümünde “askerî çözümün çözümsüzlüğü” konusunda görüş birliği var. Yaşam tarzına müdahale ve muhafazakârlaşma konusunda yaşanan büyük korku ise AKP ile ilişkilendiriliyor. “Militan laiklik” anlayışına sahip kesimler, AKP ve tabanının yükselişini devrimlerin başarısızlığı olarak görme eğiliminde; bu ise grupta özgüven kaybına neden oluyor. Bu araştırmanın tümüne internet üzerinden ulaşabilirsiniz. 10 Haziran 2009 √

Türkiye neden AİHM’e kızıyor? Adalet, herkese eşit uygulanır düşüncesi yaygındır toplumda. Ama Türkiye’de hukuk karanlıkları aydınlatma yerine, üzerini örten bir işlev görmeye devam ediyor.Söylendiği ve yazıldığı gibi Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuva hukuku yoktur.

A

İHM (Avrupa İnsan Hakları M a h k e m e s i ) , Av r u p a Konseyi tarafından 1950 yılında kuruldu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi, emperyalist dünyada insan hakları alanında şimdiye dek yaratılan en etkili koruma mekanizmalarından biri olarak görünüyor. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Louise Arbour, AİHM’in 2008 yargı yılının açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada AİHM’in, “bütün dünya bakımından bir model oluşturduğunu” söylerken şu gerçeği dile getiriyor: AİHM, İzlanda’dan Vlodivostok’a kadar uzanan 800 milyon insanın yaşadığı bölgede, ulusal hukuk sistemlerinin yetersiz kaldığı durumlarda, bireylerin hak ve özgürlüklerini -bunlar emperyalist sistemin özüne yönelik biçimde kullanılmadığı, sistem içi kaldığı sürece ve ölçüde- koruyor. Aynı zamanda, Avrupa kamu düzeninin bir parçası. Verdiği kararlarla Avrupa’da bir ortak hukuk alanı yaratıyor.Avrupa Konseyi’nin andaki durumda 47 üyesi var. Avrupa Konseyi’ne üye bütün ülkeler, AİHM’i en yüksek uluslararası mahkeme olarak kabul etmiştir. Türkiye’de AİHM’i en yüksek mahkeme olarak kabul etmiştir. Anayasa’nın 90. maddesi bu yüzden değiştirilmiştir. Anayasa’nın bu hükmü ile uluslararası anlaşmalar yasa hükmünde kabul edilmiştir. İç hukuktaki yasalar ile usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmalar arasında farklı hükümler olması halinde, uluslararası anlaşmaların uygulanacağı kabul edilmiştir. Kabul etmiştir ama AİHM’de sicili kötü olan ülkelerden bir tanesi de Türkiye’dir. Türkiye, 2008 yılında AİHM’e giden davalarda 5,7 milyon avro tazminata mahkûm edilmiştir. Türkiye bu miktarla 47 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Adalet Bakanlığı verilerine göre AİHM’e işkence nedeniyle yapılan başvurular sonucunda 2002-2008 yılları arasında Türkiye 13.6 milyon TL tazminata mahkum olmuştur. Türkiye, Rusya ile birlikte AİHM’in en çok cezalandırdığı ülkedir. AİHM’in Türkiye ile ilgili aldığı kararların çoğu Türkiye’de egemenlerin önemli bölümünün hoşuna gitmiyor. Bu bağlamda Türkiye’den Türk hukukuna/ devletine karşı bireysel bir çok şikâyetin yanında, egemenlerin bir dizi kurumunun AİHM’in kararlarına yönelik bir dizi şikâyeti de var. Türkiye, mahkemenin insan hakları

sözleşmesini çöküşe götürdüğünü iddia ederek AİHM’de reform çağrısı yaptı! Türkiye, AİHM hakkındaki görüşlerini, Avrupa Konseyi daimi temsilcisi, büyükelçi Deryal Batıbay’ın ağzından, Strasbourg’da düzenlenen Avrupa Konseyi Daimi Delegeler Komitesi toplantısında ifade etti. Türkiye, AİHM’in kazanç kapısı gibi görüldüğünü, iç hukuk yolları tüketilmeden yapılan başvuruların kabul edildiğini, mahkeme kararlarının birbiri ile çeliştiğini, mahkemeye başvurmak için ön koşul olan altı aylık sürenin dikkate alınmadığını ve mahkemeye yapılan başvurular konusunda masraf alınmadığı şeklindeki şikayetlerini belirtti. Yani Türkiye resmi bir sözcüsü ağzından AİHM’den şikayetleniyor. Haklı mı? AİHM büyük bir iş yükü altında eziliyor. Şu anda AİHM’de 97 bin 300 bekleyen dava var. AİHM’in daha etkili çalışmasını sağlayacak reformlara gereksinmesi olduğu açık. Bu amaçla reformları içeren ve sözleşmede değişiklik yapan 14. protokol hazırlandı. Türkiye dahil, bütün üye devletlerce onaylanan protokol, sadece Rusya tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe girmedi. Bu nedenle uygulanamayan reformların Avrupa Konseyi Delegeler Komitesi kararı ile yürürlüğe konulması düşünüldü. Türkiye önce buna karşı çıktı. Sonra kabul etti. Türkiye’nin AİHM ile ilgili eleştirilerinde haklı olduğu noktalar var. Ancak, AİHM’e yönelik kimi doğru eleştiriler getiren Türkiye’nin kendi iç hukuk düzenine, işleyişine ve bunun yanında bir de AİHM siciline de bir göz atmak gerekir. Türkiye’nin kendi iç hukuk düzeni ve işleyişi gerçekte burjuva anlamda demokratik hukukla da ancak kağıt üzerinde bir ilgisi olan bir hukuktur. Hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı, Türkiye’de hukukun yasalardan bağımsızlığı, yüksek yargının hukuku istediği gibi bükmesi anlamında bir bağımsızlık olarak kavranmakta ve uygulanmaktadır. AİHM siciline gelince; AİHM’de bekleyen 97 bin 300 davadan yüzde 28’i Rusya’ya, yüzde 11’i Türkiye’ye, yüzde 9’u Romanya’ya, yüzde 8.5’i Ukrayna’ya ait. 2008 yılında verilen 1543 karardan 264’ü Türkiye, 244’ü Rusya’nın mahkumiyeti ile sonuçlanmış. Son on yılda Türkiye aleyhine 1676 ihlal kararı çıkmış. Türkiye bu rakamla birinci durumda.

Son 10 yılın (1998-2008) istatistiklerine göre, 47 devlet arasında Türkiye yaşam hakkını en çok ihlal eden devlet (63 esastan ihlal, 114 etkin soruşturma eksikliğinden ihlal), en çok işkence ve kötü muamele yapan devlet (161 ihlal), en çok birey özgürlüğünü hukuka aykırı olarak sınırlayan devlet (329 ihlal), en çok haksız yargılama yapan devlet (513 ihlal), en çok düşünce özgürlüğünü ihlal eden devlet (166 ihlal), en çok toplantı özgürlüğünü ihlal eden devlet (26 ihlal), en çok özel mülkiyeti ihlal eden devlet (446 ihlal). Bu veriler karşısında, herhalde AİHM’deki reformun yetersizliğinden en son söz etme hakkında sahip olanlardan biri Türkiye olabilir. Türkiye ile ilgili bu olumsuz tablonun değişik nedenleri var. Yasa değişiklikleri kısmen olumlu olsa bile, uygulamalardaki yanlışları ortadan kaldıramıyor. Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, Türkiye’nin AİHM kararları ile yasalar arasında çıkacak uyuşmazlıklarda AİHM kararlarının esas alınacağını kabul etmesi de uygulamada köklü bir değişiklik getirmedi. Örneğin, düşünce özgürlüğüne getirilen sınırlamalarla ilgili TCK maddeleri sürekli değişiyor. Ama hala AİHM’den aynı ihlal kararları çıkmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedeni, bireysel hak ve özgürlükleri Türkiye’nin kendi değer sisteminin bir parçası olarak görmemesi, bunların ne kurumlar ne de halk tarafından içselleştirilmemiş olması, demokrasi bilincinin gelişmemiş, yerleşmemiş olmasıdır. Adalet, herkese eşit uygulanır düşüncesi yaygındır toplumda. Ama Türkiye’de hukuk karanlıkları aydınlatma yerine, üzerini örten bir işlev görmeye devam ediyor. Söylendiği ve yazıldığı gibi Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuva hukuku yoktur. Burjuva hukuku bireyin özgürlüğünü ön planda tutar. Türkiye’deki hukuk ise, bireyin özgürlüğünü değil, devleti koruma ve kollama görevini ön planda tutmaktadır. Yargıçlar da zaten devleti koruma ve kollama görevlerine sahip olduklarını açıklıyorlar. Böylelikle TSK ile aynı amaç doğrultusunda hareket edildiği ortaya çıkıyor. Yargı, devleti ve ülkeyi kurtarma ve Kemalist kalıpları temel alarak karar veriyor. Adalet bilinci, adaleti gerçekleştirmekle yükümlü olanlar tarafından içselleştirilemiyor. Yasalar eşit uygulanmadığı için, adil bir yargılama da yapılamıyor. Verilen yanlış kararlar, Strasbourg’dan geri dönüyor. Yasaların değişmesi, yenilenmesi yetmiyor. Aynı zamanda kafaların da değişmesi gerekiyor. Gerçek anlamda hukukun uygulanması yürütülecek mücadeleye bağlıdır. Görev bu alanda da mücadeleyi geliştirmektir. 17 Haziran 2009 √


AB Parlamento seçimleri üzerine...

H

aziran ayı başında Avrupa Birliği üyesi devletlerde değişik günlerde yapılan AB Parlamento seçimleri 7 Haziran’da tamamlandı. Seçimlerin en dikkat çeken özelliği kuşkusuz -ulusal devlet seçimleri ile karşılaştırıldığında- olağanüstü düşük olan katılım oranı. AB çapında % 43 olan katılım oranı kimi ülkelerde ve özellikle yoksulluğun ve işsizliğin çok büyük boyutlarda olduğu bölgelerde % 20’lere kadar düşüyor. Bu açık olarak AB içinde seçmenin tek tek ülke seçimlerine, henüz sahiplenmediği AB seçimlerinden daha fazla önem ve değer verdiği anlamına geliyor. AB parlamentosu hakkında seçmenin tavrı adeta “olmasa da olur” tavrı. Bu pasif direnme tavrı bir yanı ile yanlış, çünkü bugün AB üyesi ülkelerde uygulanan yasaların % 70’e yakını ya doğrudan AB parlamentosunda yasalaşıyor, ya da onun onayını almak zorunda. Diğer yandan fakat AB parlamentosuna fazla önem vermeme tavrının haklı bir yanı da var: Çünkü AB’nin bir çeşit ortak merkezi hükümeti işlevine sahip kurumu “Avrupa Komisyonu”nun seçiminde, oluşturulmasında ve denetiminde AB parlamentosunun belirleyici bir rolü yok. Komisyon üyeleri belirlenmiş bir anahtar temelinde ulusal devlet hükümetleri tarafından belirlenip gönderiliyor. Parlamentonun “onayı” ise ulusal devlet hükümetleri arasında yürüyen at pazarlıkları temelinde sağlanıyor. Seçim sonuçlarının gösterdiği ikinci bir gerçek şu: Bir bütün olarak ele alındığında AB parlamento seçimleri Sosyal Demokrat partiler için büyük bir yenilgi ile sonuçlandı. Ekonomi ve sosyal siyasetleri ile “muhafazakar” partilerden özde bir farkları kalmayan sosyal demokrat (ve sosyalist) partiler bir çok ülkede, örneğin Almanya’da, örneğin Av ustur ya’da, örneğin

İngiltere’de tarihlerinin en düşük oy oranlarını elde ettiler. Burada bu partilerin iyice sağa kaymalarının seçmen nezdinde bu partileri büyütmediği, tersine küçülttüğü görüldü. Olağanüstü düşük katılım da tabii bu partilerin bu seçimlerdeki büyük yenilgilerinde rol oynuyor. Bu partiler artık kendi geleneksel seçmenlerini sandık başına götüremiyorlar. Muhafazakarlarla sosyal demokratların programları arasında farkların iyice silindiği bir ortamda da orijinali dururken, neden takliti seçilsin sorusu çıkıyor ortaya. Bir bütün olarak ele alındığında geleneksel muhafazakar partiler AP’nun büyük arayla en güçlü grubunu oluşturacak oy oranı ile seçimin galibi oldular. Fakat gerek aldıkları mutlak oy sayısı, gerekse oy oranları ele alındığında bu seçim zaferinin abartılacak bir yanı yok. Aslında geçen seçimlerle karşılaştırıldığında bir yerinde sayma, hatta birçok ülkede az miktarda gerileme söz konusu. Seçim zaferini getiren muhafazakarların kazanmasından çok, esas rakipleri olan Sosyal Demokratların çok daha büyük oranda oy kaybetmesi. Yani muhafazakarlar büyük partiler arasında kaybedenler içinde daha az kaybeden oldukları için seçim kazanmış oldular. Yine bir bütün olarak ele alındığında Avrupa’da siyasette var olan geleneksel sağ (muhafazakar) ve sol (sosyalist, sosyal demokrat) merkez “halk partileri” bölünmesinde ilk kez bu iki kesimin toplam oy oranı % 60’ların altında seyrediyor. Bu seçimler bu anlamda büyük partilerin küçüldüğü, küçüklerin ise büyüdüğü seçimler olarak geçecek tarihe. Fakat yaşanan büyük ekonomik krize rağmen “küçüklerin büyümesi” oyların küçük sol partilere yönelmesi şeklinde olmadı. Kimi radikal söylemli, kendine sosyalist yer yer komünist diyen sol sosyal demokrat parti-

lerin aldığı oylarda -genelde- kayda değer bir artış yaşanmadı. Büyüyen belli ölçülerde Yeşiller ve bunun dışında yer yer açık ırkçı, faşist partiler ve milliyetçilik temelinde AB karşıtı sağ güçler oldu. Bir bütün olarak ele alındığında sağ bu seçimlerden güçlenerek çıktı. Seçimlerden bir de sürpriz çıktı: Korsanlar Partisi. Söz konusu Parti 2006 yılı başında önce İsveç’te “Korsanlar” isimli bir internet sitesini yürütenler tarafından kuruldu. Temel talebi internette her türlü elektronik bilgi ve belgeye ulaşımın serbest olması. Söz konusu sitede örneğin yeni çıkan tüm müzik kasetleri, Avrupa Parlamentosunda temsil edilen fraksiyonlar EVP-EDP (Hristiyan Demokrat- muhafazakar)

gündem taban olduğunu gösteren bu partilerin sahip çıktığı talepler önümüzdeki dönemde diğer partilerin programlarına da girecektir. 2009 AB Parlamento seçimlerinin,11 Haziran itibarıyla AB resmi sitesinde verilen “geçici genel sonuçlar” listesine göre durum şöyle: Türkiye’nin AB üyeliği görüşmeleri açısından ortaya çıkan yeni AB Parlamentosu bileşimi, AB Parlamentosunda oldukça büyük bir çoğunluğun Türkiye üyeliğine karşı olduğunu gösteren bir tablo çiziyor. Türkiye’de demokratikleşme umudunu AB üyeliğine endeksleyen “liberal”lerimiz için kötü haberdir bu. Bu arada yeni AB Parlamentosu kurucu toplantısını yaptı. Yeni parlamentonun üyeleri yemin ederek parlamenter sıfatını resmen de kazandılar. Türkiye açısından ilginç olan bir de -Türkiye kökenli- türbanlı bin kadın parlamenterin bu Yeni AB Parlamentosunda temsilci sayısı 264

SPE (Sosyal Demokrat)

161

ALDE (Liberal Demokrat)

80

KVEL-NGL (Kendine sosyalist komünist diyen sol)

32

Yeşiller-EFA

53

UEN (Ulusalcı Muhafazakarlar)

35

Diğerleri (*)

111

Toplam

736

(*) Bunların önemli bölümü AB konusunda kuşkucu yaklaşan ve bir bölümü ülkelerinin AB'den çıkmasını savunan değişik partiler- yelpaze açık Faşist ırkçı partilerden, kendiliğindenci sol gruplara, kadar uzanıyor. Bunların ayrı Fraksiyon (lar) oluşturup oluşturmayacakları henüz belli değil filmler vb. yayınlanıyor, isteyen herkesin kullanımına açılıyor. Buna tabii medya tekelleri çok kızıyorlar. Siteyi yasaklamak için onlarca dava yürüyor. İsveç’in ardından Avusturya, Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere, İtalya, Hollanda, Rusya, Finlandiya ve Çek Cumhuriyetinde de “Korsanlar Parti”leri kuruldu. Yeşillerin ortaya çıktığı dönemdeki gibi, yerleşik burjuva partileri bu yeni partileri pek ciddiye almadılar. Fakat Korsanlar Partisi 2009 AB seçimlerinde İsveç’te % 7,1 oy aldı. Soruşturmalar bu partinin özellikle internet kullanıcısı gençler arasında tanındığını ve onlardan oy aldığını gösteriyor. Kuşkusuz bu partiler de Yeşiller gibi sistem içi partiler ve geleneksel “halk partileri”nin yerini alamaz. Fakat internet ortamında sansüre karşı özellikle genç insanlar arasında geniş bir

AB parlamentosunda yer alması. Mahinur Özdemir isimli 26 yaşındaki Türkiye kökenli bir Belçikalı, Belçika Hristiyan Demokrat Parti listesinden seçilerek AB Parlamenteri oldu. Mahinur Özdemir şu anda AB Parlamentosunun tek türbanlı üyesi. Bundan rahatsız olan faşist Valon Partisi milletvekillerinin parlamentoya türbanlı girilmesinin yasaklanmasını talep eden önerisinin başarı şansı sıfır. Türkiye’de parlamentoya türbanlı giren kadın milletvekili Merve Kavakçı’nın başına gelenler hatırlandığında, AB parlamentosunda türbanlı -Türkiye kökenli- bir kadın milletvekilinin yemin töreninde epeyi alkış alması, ilginç bir olay ve AB ile Türkiye arasındaki laiklik anlayışı ve uygulaması arasındaki farkın da ilginç bir örneği. 11 Haziran 2009 √

9


gündem

TC BM Güvenlik Konseyi Başkanlığını devraldı

"Türkiye’den Obama geçti" başlıklı yazıda gördüğüm sorun üzerine... Okurumuzun bu eleştirisine verdiğimiz yanıtı Yeni İşçi Dünyası sayfalarımızdan sonra 11. sayfada bulabilirsiniz.. YDİ / Çağrı

“A T

10

ürkiye, 1 Ocak 2009’da iki yıllığına geçici üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) başkanlığını 1 Haziran’dan itibaren bir aylığına üstlendi. Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Baki İlkin, görevi dönem başkanı Rusya Daimi Temsilcisi’nden devraldı. Bu T.C. açısından bir ilk. Şimdi Türkiye’nin başkanlığını devraldığı BMGK’nin gündeminde önümüzdeki kısa dönemde uluslar arası alanda kriz alanları olanlar oldukça önemli şu sorunlar var: KUZEY KORE: Kuzey Kore’nin nükleer test denemesi ve kendisine tepki gösteren ülkelere "Gerekirse savaşırız" tehdidinde bulunması, BMGK’nın öncelikli görevleri arasında yer alacak. Dış işleri Bakanı Davutoğlu, Kuzey Kore yönetimini, "provokatörce" davranmakla ve dünyayı yeni bir küresel krize sürüklemekle suçlamıştı. Kuzey Kore konusunda ABD ile aynı pozisyonda olan Türkiye, Rusya’nın ortaya koyduğu yeni uzlaşma önerisiyle ilgili olarak diğer üyelerle temas halinde olacak. Türkiye dönem başkanlığı boyunca "Kuzey Kore’ye Yaptırımlar Komitesi Başkanlığı" görevini de yürütecek. SRİ LANKA: Sengal Sri Lanka’nın, Tamil Kaplanları Kurtuluş örgütüne karşı elde ettiği askeri başarı sonrası bu ülkede beklenen olası gelişmeler bir diğer önemli gündem maddesi olarak GK’nin gündeminde olacak. LTTE’nin askeri yenilgisi, Tamil sorununun çözümü anlamına gelmiyor. Şimdi bütünüyle toplama kamplarında esir edilmiş, ve yıllardır bağımsızlık için savaşan bir halk söz konusu. ORTADOĞU, IRAK VE İRAN: İsrail-Filistin anlaşmazlığı, Suriyeİsrail görüşmelerinin yeniden başlatılması, Lübnan sorunu da BMGK’nın önemli gündem maddeleri arasında yer alıyor. Irak ve İran’da kapsamlı şekilde BMGK’nun gündemindeki maddeler arasında. Bu konularda AKP hükümeti arabulucu rolüne hazır.

KAFKASYA: Geçen yıl Rusya ile Gürcistan arasında patlak veren savaş ve Kafkasya’daki genel sıkıntı, Türkiye-Ermenistan ve AzerbaycanErmenistan arasında birbirine paralel yürütülen görüşmeler, Türkiye’nin dönem başkanlığı sırasında ele alınacak konular arasında yer alıyor. Gürcistan' la Abhazya arasındaki ateşkesi gözlemlemekle görevli 1993 yılında kurulan BM Gürcistan Gözlem Misyonu'nun görev süresinin bu ay içinde uzatılması gerekiyor. Ancak geçen yaz ki Rusya Gürcistan savaşından sonra Abhazya'nın bağımsızlığını tanıyan Moskova, kısaca UNOMIG denen bu görev gücünün ismine itiraz ediyor. Gürcistan yerine Abhazya denmesini istiyor. Gürcistan ise buna karşı çıkıyor. Burada bir tarafta Türkiye'nin son derece iyi ilişkiler içinde olduğu Gürcistan var. Üstelik Türkiye Abhazya'nın bağımsızlığını da tanımadı. Diğer tarafta yine Türkiye'nin iyi ilişkiler içinde olduğu ve düşmanlığını kazanmanın gayet olumsuz sonuçları olabileceği bir diğer komşusu Rusya var. KIBRIS: Kıbrıs, Balkanlar ve dünyanın değişik bölgelerindeki sorunlar da BMGK toplantılarında gündeme gelebilecek. Dönem başkanlığı aslında pek fazla işlevi olan bir görev değil. Daha çok Türkiye açısından bir ilk olması nedeniyle sembolik bir değeri var. BMGK ‘de kararlar 5 daimi üyenin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, ÇHC) aralarındaki pazarlıklar temelinde alınıyor. Bu beşlinin kendi aralarındaki pazarlıklarla üzerinde anlaşmadıkları bir kararın GK’den çıkması mümkün değil. Çünkü bu beş daimi üyenin her birinin veto hakkı var. Bu beşli ortak bir noktada buluşurlarsa dönem başkanının işi kolay. Uzlaşma yoksa dönem başkanı arayı bulmaya çalışıyor ama buna rağmen uzlaşılamıyorsa, karar çıkarmak yerine, başkanlık açıklaması yapılması gibi alternatif yollara başvuruluyor. Ancak başkanlık açıklamasının yaptırımcı bir rolü vb. yok. 7 Haziran 2009 √

BD’nin Türkiye’den taleplerinin bir bölümü, Türkiye’nin burjuva demokrasisi yönünde atması gereken kimi kaçınılmaz adımları (örneğin tarihle yüzleşmek, örneğin Kürtlere eğitim imkanı -ki bundan anlaşılan ana dilde eğitim dışında bir şey değildir-, Heybeliada’da ruhban okulunun açılması) içeriyor. Diğer bölümü ise, ABD’nin uluslararası stratejisine uygun olarak Türkiye’ye de bu stratejiye uygun adımlar atma çağrısıdır ki bunlar Türk burjuvazisinin de önemli bölümünün çıkarlarına uygun adımlardır. Ancak ABD’nin bu isteklerinin önemli bölümü Türkiye’nin egemen bürokratik Kemalist eliti için kabul edilemez taleplerdir. (Örneğin Kıbrıs sorunu, tarihle yüzleşme, ana dilde eğitim, şimdi Ermenistan sınırını açma). Bu yüzden Obama’nın ziyareti bütün olarak değerlendirildiğinde, iç iktidar mücadelesi açısından AKP siyasetine destek veren bir ziyarettir. Emperyalizmde belirleyici olan çıkarlardır. Çıkarların gerektirdiği siyaset belirlenir ve uygulanır. Bu sadece ABD açısından değil, Türkiye açısından da böyledir. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir. Kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermektedir. Türkiye Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bölgesel güç olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ortadoğu’da emperyalistlerin sağlam dayanağı olan Türk devletini yıkacak güç, sosyalizmin yolunu açacak olan işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.” Paragrafları bir bütün olarak ele aldım daha rahat anlaşılsın diye... Son paragrafta iki düşünce iç içe verilmiştir. Birincisi ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa düşülmüş, ikincisinde devrime giden yolun belirleyiciliğinde başka bir yanlışa düşülmektedir. “Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir. Kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermektedir. Türkiye Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bölgesel güç olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ortadoğu’da

emperyalistlerin sağlam dayanağı olan Türk devletini yıkacak güç, sosyalizmin yolunu açacak olan işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.” “Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir.” Bağımlı bir ülke kendi bölgesinde “bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz çıkarlarını” emperyalist güçlere rağmen yapamaz ve uygulayamaz. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle bir çatışmayı göze alması gereklidir. Emperyalist çıkarlar pazar ve çıkar ilişkileri üzerine kuruludur. Bu anlamda “kendi öz çıkarlarını” savunduğu noktadan itibaren emperyalist büyük güçlerin hakimiyet alanlarında pay kapacaktır. Bağımlı olan bir ülkenin böyle bir paylaşımda bulunarak bu büyük güçlerle bir paylaşım dalaşına girmeyi göze alamaz. Onun için emperyalist dünyada bir ülke pay kapacak noktaya gelmişse artık bağımlılıktan bahsedilemez. Dünyanın her alanı küreselleşmiş bir dünyada emperyalist çıkarlara açık hale gelmiştir. Dünyanın öbür ucundan askeri ve ekonomik gücüyle gelip bölgede konaklayan bu emperyalist güçler bağımlı bir ülkenin bölgesel güç olmasına izin vermez. Çünkü bağımlı olan ülkede bu büyük güçlerin sömürü alanıdır. Şimdi sömürü alanı olan bir ülkenin bölgesel güç olmasına izin vermez. Buradaki “bölgesel güç olma” durumu onun dünyadaki paylaşımda aldığı yerle ilgilidir. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle çıkar ilişkileri var ama onlarla çelişkileri de vardır. Bu anlamda Türkiye bağımlılıktan çıkarak kapitalist politikalarla bölgesel çıkarları gereği bu alanda paylaşımdan pay kapmaktadır. Diğer bir nokta bağımlılık ilişkileri içinde olan bir ülkenin emperyalist güçlerin bulunduğu alanlarda yayılmacı politikalar geliştirmesi onun emperyalist güçlerle gelecek dönemde daha fazla çelişkiler yaşayacağı anlamına gelir. Sizin de belirttiğiniz gibi “Kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermektedir.” Bu mücadele bağımlı ülkelerin göze alacağı bir mücadele olamaz. Bu anlamda daha net politikalar belirlemeliyiz. Başarılar diliyorum. 10.06.09 Bir YDİ Çağrı okuru


Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Hükümetin krize karşı önlemleri:

Patronlara destek ve teşvik, çalışanlara açlık ve fedakarlık...

Kriz Paketleri

Bütün dünyada burjuvazinin içinde bulunulan krizden çıkış adına “ekonomik kurtarma paketleri” açmasının ardından, Türkiye’de de önceleri varlığı inkar edilen, daha sonra boyutları küçük gösterilmeye çalışılan fakat gizlenmesi mümkün olmadığı durumda krize karşı ardı ardına paketler açılmaya başlandı. Bu paketleri kabaca özetlersek, bir yandan halkın parasıyla patronlara büyük paralar aktarılıp büyük olanaklar yaratılırken, diğer yandan memur maaşlarında ve asgari ücretin tespitinde görüldüğü gibi milyonlarca işçi ve emekçiden dişlerini sıkmaları bekleniyor. Patronların kriz karşısındaki ikiyüzlülüğüne ne demeli? Düne kadar devletin elini ekonomiden çekmesini isteyenler, şimdi devletin onları kurtarmasını talep ediyorlar! Eğer devlet kapitalistleri kurtarmazsa, işsizliğin ve yoksulluğun artacağını söylüyorlar. AKP hükümeti krize karşı ilk başlarda takındığı “kriz bizi teğet geçti” aldatmaca tavrını her ne kadar “biz kriz bizi hiç etkilemez demedik, en az biz etkileniriz dedik” laflarıyla kurtarmaya çalıştıysa da, hayatın gerçekliği bu açıklamanın geçersiz olduğunu kanıtlamada fazla gecikmedi. En son İkinci Dünya Savaşından beri ekonomide yaşanan en büyük daralma Türkiye’nin krizden en az etkilenen değil en çok etkilenen ülkeler arasında olduğunu gösterdi. Daha önce 2009 için hükümet tarafından yapılan % 3,6’lık ve IMF tarafından yapılan %5,1’lik daralma öngörüsüne karşılık gerçek durum şöyle çıktı karşımıza: Haziran’da yapılan açıklamaya göre Türkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde % 13.8 daralma ile Letonya (% 18) ve Estonya (% 15.1)’dan sonra ekonomisi en çok daralan üçüncü ülke oldu (Türkiye’yi yüzde 13.6 ile Litvanya, yüzde 10.2 ile Tayvan, yüzde 10.1 ile Singapur izliyor). Bu aynı zamanda Türkiye için de İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük rekor daralma! Bu resmi açıklamalar olmadan da

Kapitalizmi saldırısının odağına oturtmayan bir “krize karşı mücadele” işçilere sunulan bir lapadan başka bir şey değildir.

milyonlarca emekçi zaten krizin derinliğini bütün yönleriyle yaşıyorlardı. Milyonlarca emekçi işinden aşından olup gelecek umudu elinden alınarak sokağa atılırken, milyonlarcası da sefalet ücretine ve kölelik koşullarına boyun eğmeye razı olmak zorunda kalıyordu.

‘İşçileri ve emekçileri kandır ve uyut, durumu idare et’ politikası Şimdiye kadar yapılan bütün öngörüleri boşa çıkaran rekor küçülmeye rağmen işçiler ve emekçiler kandırılmaya ve uyutulmaya devam ediliyor. Onlara deniyor ki bu küçülme açılan paketlerden öncesine ait, şimdi ise açılan paketlerle durum hızla iyiye gidecektir. Önce “dünyada kriz var, bizde yok” yalanı, sonra “bizde de var ama en az etkilenen biz olduk” yalanı, şimdi de “rekor küçülme bir gerçek ama açılan paketlerle durum iyiye gidiyor”… Kandır kandırabildiğin kadar, uyut uyutabildiğin kadar! AKP hükümeti kendinden önceki hükümetlerden en azından bir noktada hiçbir farkının olmadığını gösterdi, göstermeye de devam ediyor. O da her dönemde sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişmede hep sömürenlerin yanında yer almasıdır. Kapitalist kriz karşısında da o kendinden öncekiler gibi “halktan al kapitalistlere ver” politikasını uyguluyor. Bundan bir süre önce açılan “teşvik ve istihdam paketi”nin temel yaklaşımı, patronlar ne kadar kar ederlerse, istihdam o kadar artar, işçilerin de durumu o kadar iyileşir yaklaşımıydı. Zaten tuzu kuruların gözünde işçilerin emekçilerin durumu kötü de değildir. Erdoğan’a göre “Para yok diye bir şey yok.” Erdoğan gibi tuzu kuruların gözünde işçilere emekçilere düşen ellerindeki paraları piyasaya sürmeleridir, alış verişe çıkmalarıdır ! Öyle ya Erdoğan döneminde en düşük memur maaşı 1.200 liraya

çıkmış! Bozdur bozdur harca. Ye ye bitmez ! Oysa Türk-İş’in bundan bir süre önce, Mart ayında uluslararası normlara göre yaptığı araştırmada, açlık sınırı 744,65 TL, yoksulluk sınırı ise 2 bin 425,55 TL olarak açıklanmıştı. En son yapılan açıklamaya göre ise milyonlarca işçinin aldığı asgari ücret brüt 693 TL, vergi ve prim olarak 146,52 TL kesildikten sonra ise işçiye ödenen net 546,48 TL ! Ye ye bitmez! Bugün açılan „kurtarma paketleri”nin maliyeti işçilerin, emekçilerin daha yoğun sömürülmesi, daha yoksullaşması biçiminde ödenecektir. Ve bugünün „kurtarma paketleri“ ilerdeki daha büyük ekenomik krizlerin, çöküşlerin mayası olacaktır.

Ekonomik daralma işçileri, emekçileri ve yoksulları vuruyor… K ESK Genel Sek reter Emira li ŞİMŞEK, krizin başlamasından bu yana reel kayıpların %30’u aşmasına rağmen kamu emekçilerine yapılan % 4,5’luk zammı protesto eden basın açıklamasında emekçiler açısından durumu şöyle ortaya koyuyor: “Kriz derinleşiyor. Siyasi iktidarın % 3,5’luk büyüme hedefiyle hazırladığı bütçe çoktan iflas etti. Bugün açıklanan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla verisine göre 2009’un ilk çeyreğinde yaşanan küçülme % 13,8. Bu küçülme gelişmekte olan ülkeler arasında yeni bir rekor. İşsizlikteki artış durdurulamıyor, emekçiler günden güne yoksullaşıyor. BETAM direktörü Prof. Dr. Seyfettin Gürsel ücretlerdeki reel kaybın 2009 sonunda %15’leri geçeceğini tahmin ediyor. Emekçilerin krizin başından bu yana uğradığı reel kayıpların % 30’ları aştığı bu koşullarda siyasi iktidar kamu emekçilerine % 4,5 zam yapacak. Kriz paketleri adı altında sermaye kesimine teşvik üzerine teş-

vik yağdıran, halkın parasını krize yol açan patronlara aktarmakta beis görmeyen, işsizlik fonunda toplanan emekçi birikimlerini şirketlerin kasalarına aktaran AKP iktidarının kamu emekçisine yapacağı bu zam iktidarın yandaş konfederasyonlar KAMUSEN ve MEMURSEN ile geçtiğimiz yıl beraberce sahneledikleri “Toplu Görüşme” komedisinin doğal sonucudur.” O halde bir şey açık: Krize karşı mücadele, krizsiz yaşaması mümkün olmayan kapitalizme, ücretli emek sistemine karşı, kapitalist sisteme alternatif olan sosyalizm hedefiyle yürütülmelidir. Ve bu bağlamda sınıf bilinçli işçiler, sendikaların krize karşı mücadeleyi, krizin kimi görüntülerine karşı mücadele sınırları içine hapis etmek isteyen sendika ağalarının sahte mücadele çizgilerinin karşısına, kendi devrimci çizgileri ile çıkma görevine sahiptir. Bu bağlamda DİSK-KESK-Türk İş gibi işçi ve emekçi konfederasyonları krize ve sonuçlarına karşı ortaya koydukları eylem programlarında, krizin kaynağından ve krizden kurtulmak için asıl kapitalizme karşı mücadele etmek gerektiğinden tek kelime ile bile söz etmiyorlar. Eğer krize karşı mücadelede bugün krizin kaynağı olan kapitalizm saldırı hedefi olarak gösterilmeyecekse, bu ne zaman yapılacaktır? Kapitalizmi saldırısının odağına oturtmayan bir “krize karşı mücadele” işçilere sunulan bir lapadan başka bir şey değildir. Derinleşen krizin işçi ve emekçiler açısından felaketli sonuçları giderek artan bir biçimde kendini hisettirmeye devam ediyor. Aslında objektif gelişme işçileri barikatlara çağırıyor. Fakat hareket’in cılızlığı ne yazık ki sürüyor. Var olan ve uzun zamandır süren az sayıda işçi katılımlı direniş ve grevler olması gerekenin çok çok gerisinde. Bu konuda sınıf bilinçli işçilere çok büyük görevler düşüyor: İşçi sınıfının kandırılmasına ve uyutulmasına izin vermeyelim, onu derin uykusundan uyandıralım, kapitalizme karşı mücadelede örgütlenmeye çağıralım. Temmuz 2009 √

EK:1


Zafer Akansel işçilerinin oldu Direnenler yalnızca atılan işçiler değildi. Aynı zamanda çalışan işçiler de her türlü baskıya, zorluğa göğüs gererek kader birliği yaptılar. Direnen yalnızca işçiler değildi. Onların eş ve çocukları da, eşlerini ve babalarını yalnız bırakmadı. Bu direnişte işçilerin direnişi patronların baskısı karşısında gerileme bir yana, daha da kararlı bir biçimde gelişerek sürdü.

M

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

ersin Limanı bilindiği gibi 2007’de özelleştirilerek, burada örgütlü olan Liman-İş’in de örgütlenmesine son verilmişti. Özelleştirmeye karşı bir süre direnen Liman-İş, çalışan üyelerini vardiya sonrası A kapısı önünde bir araya getirerek pasif bir direniş sergilemişti. O dönem Liman-İş’in üyesi olduğu Türk-İş bu eyleme destek vermemişti. Bu ihanet, dönemin Liman-İş Şubesi tarafından eleştirilmişti. Bu direniş daha sonra liman işçilerinin de onayı alınarak, sonlandırıldığı sendika tarafından açıklanmıştı. Ve Mersin limanı 36 yıllığına, 11.05.2007 tarihinde MIP (Mersin Uluslararası Limanı İşletmeciliği A.Ş.), PSA International ve AKFEN Holding ortaklığına kiralanmıştı. MIP ilk işi sendikal örgütlenmeyi dağıtmak oldu. Limana bir daha sendikanın girmemesi için, taşeronlaştırmayı yoğunlaştırarak işçilerin kazanılmış haklarını yok etmek ve kölece çalışma koşullarını dayatmak oldu. İşçilerin çalışma koşulu tamamıyla patronların insafına kalmış, 8 saatlik çalışma

EK:2

neredeyse hayal olmuştu. Limanda taşeron bir firma olan Akansel, yükleme, boşaltma ve nakliye işini yapan bir firma olarak faaliyet yürütüyor. Burada çalışanların durumu da giderek çekilmez bir hal alıyor. Çalışan işçilerin ifadesiyle kölelik koşullarını aratmıyordu. Bu kölece çalışma koşullarına yer yer işçilerden gelen tepkiler ise, patronun işten atma vs. saldırısı ile karşı karşıya kalıyordu. Bu koşullarda Akansel işçileri, bu haksızlıklara karşı ancak örgütlü mücadele ettiklerinde başaracaklarını düşünerek sendika arayışına girmiş ve kendi işkollarında örgütlü olan TÜMTİS’e müracat ederek örgütlenmek istediklerini bildirmişlerdi. Bu aşamadan itibaren TÜMTİS yöneticileri büyük çoğunluğu ilk defa bir sendika ile buluşan işçiler ile, deyim yerinde ise gecelerini gündüzlerine katarak onlara sendikanın önemini anlatarak sendikaya üye olmaları için ikna ederek üye yaptılar. Bu işyerinde çoğunluğu sağlayan TÜMTİS bakanlığa başvuruyor. İşçilerin sen-

İÇİNDEKİLER İŞÇİ DÜNYASI Patronlara destek ve teşvik, çalışanlara açlık ve fedakarlık...

EK:1

Zafer Akansel işçilerinin oldu

EK:2

Direnişteki işçilerle söyleşiler...

EK:3

Hükümetin krizden çıkış programı

EK:4

Adalet Sarayı’nın görünmeyen yanı: "ADALET!"

EK:5

15-16 Haziran’ın yıldönümünde DİSK’ten basın açıklaması

EK:5

General Motors sizlere ömür!

EK:6

Amnesty International 2009 Raporu’nda Türkiye

EK:7

Kamu Emekçileri: “TİS yoksa Grev var!”

EK:7

Bülten dağıtanlara polis saldırısı protesto edildi

EK:7

Kore yarımadasında gerginlik tırmanıyor!

EK:8

dikaya üye oldukları patronun kulağına gittiğinde, patron da harekete geçiyor. Harekete geçen sadece Akansel patronu değil, üst patron olan MIP’de Akansel patronuna destek sunarak sendikanın Limana girmesini engellemek için her türlü desteği sunuyordu. İşçilerin sendikaya üye olmasını engelleyemeyen Akansel patronu, 5 Ocak tarihinde 61 işçinin işine hemen son verdi. Patron attığı bu işçiler ile diğerlerine de gözdağı vererek geri kalanların sendikadan istifa edeceklerini düşünüyordu. Ve fakat patronun bu planı ters tepti. Önce atılan işçiler 5 Ocak tarihinden itibaren Liman A kapısı önünde direnişe geçti. Direnenler yalnızca atılan işçiler değildi. Aynı zamanda çalışan işçiler de her türlü baskıya, zorluğa göğüs gererek kader birliği yaptılar. Direnen yalnızca işçiler değildi. Onların eş ve çocukları da, eşlerini ve babalarını yalnız bırakmadı. Bu direnişte işçilerin direnişi patronların baskısı karşısında gerileme bir yana, daha da kararlı bir biçimde gelişerek sürdü. Yapılan bütün basın açıklamalarına çalışan işçiler, A kapısı önüne gelerek atılan işçilerin yanında oluklarını gösterdiler. “Sendika hakkımız söke söke alırız” sloganları atarak bu işte geri dönüşün olmayacağını dosta düşmana gösterdiler. TÜMTİS yöneticileri başta Genel Sekreter Gürel Yılmaz olmak üzere, örgütlenme sekreteri Cafer Kömürcü, örgütleme uzmanı Savaş Gürkan ve diğer yetkililer sabah sat 6’da işçilerle direniş çadırında buluşup, akşam saat 18.00’de çalışan işçiler ile buluşup evlerine gittiler. İşçilerle toplantılar yapıp onların sorunlarını dinleyip, onlarla beraber kararlar alıp uyguladılar. TÜMTİS’in bu direnişteki pratiği gerçekte sınıf sendikacılığı açısından övgüye değerdi. Liman işçilerinin direnişine Mersin’deki emek ve demokrasi güçleri de küçümsenmeyecek destek verdiler. Bu direnişi kırmada başarılı olamayan patron direniş

karşısında çılgına dönerek, işçileri silahlı olarak tehdit etmeye kadar işi vardırdı. Bu silahlı tehdit karşısında gerekli dersi alan patronun imdadına polis yetişti. Polis işçilerin eylemi terk etmesi için sürekli tehditler savurdu. Gazlı ve coplu saldırıda bulundu. Tüm bu ve benzeri baskılar işçiler tarafından kararlı bir şekilde geri püskürtüldü. Patronun baskısı yalnız bununla sınırlı değildi. Patron; mücadeleyi bölmek ve engellemek için işçileri; Türk, Kürt, Arap, Alevi-Sünni, Hak karili, Mersinli, Adanalı, Bitlisli diye de bölmeye çalıştı. Tüm bunlar da boşa çıkarıldı. Limandaki bu direniş uluslararası alana da taşındı. TÜMTİS’in üyesi olduğ u “U luslar Arası Taşıma İşçiler Federasyonu (ITF) bu direnişin başarıya ulaşması için her türlü desteği vererek, ITF Kara Taşımacılığı Bölümü Temsilcisi Mac Urata Mersine gelerek direnişe destek verdi. Patronun birkaç defa direnişi kırmak için dışarıda işçi getirip çalıştırma planları sürekli geri püskürtüldü. Sendikanın sürekli görüşme isteğine patron hep kulak tıkadı. En son 72 işçiyi daha işten atıp, polis denetiminde içeri işçi sokma girişimi de polisin işçilere saldırmasına rağmen geri püskürtüldüğünde, işçiler aileleri ile birlikte MIP ana binası önünde oturma eylemi başlattı. Artık sendika ile görüşmekten başka çaresi kalmayan MIP yöneticileri sendika ile görüşmeye başladılar. Bu görüşmelerde patron önce bütün işçileri alamayacağını söylüyor. Bu sendika tarafından geri çevrildiğinde ve işçilerin kararlı duruşu karşısında patron geri adım attı. Sendikanın “tek bir işçi kalsa dahi direniş çadırını terk etmeyeceğiz” kararlığı karşısında, bütün işçilerin tekrar işe alınacağı sözü bizzat MIP tarafından verildi. İşçilerin büyük çoğunluğu sendikalı olarak, MPO denilen bir taşeron firmaya alındı. En son geri kalan 4 işçi de 22.06.2009 tarihinde limana girdi. İşçiler “Limana sendika girecek


Direnişteki işçilerle söyleşiler... Önce bu direnişi sonuna kadar sürdüren bütün arkadaşlarıma canı gönülden teşekkür ederim. Direnişin ilk günlerinde tereddütlüydük. İçimizde başaracağımıza dair bir his vardı ve başardık. YDİ Çağrı: Direnişin 156. gününde zaferle çıktınız. Duygunuzu alabilir miyim? Battal Yalçın: Bizlerin sendika ile ilk buluşmamız işyerimizdeki kötü çalışma koşullarından dolayı bir arayış içerisindeydik. Sırada TÜMTİS ve onun çok değerli yöneticileri ile tanıştık. Sendikaya üye olmamızın akabinde kapı dışarı edilmemizle birlikte direnişe başladık. Çok değerli sendika üyelerimizle bu güne kadar geldik. İşçilerin tamamı işbaşı yaptı. Kalan son 4 kişi de en kısa zamanda işbaşı yapacak. Gerçekte iyi bir mücadele verdik. Mersinde yaşanabilecek mücadelenin en iyi örneği idi. İşçiler olsun, sendika yöneticilerimiz olsun, başkanlarımız ile birlikte, kitle örgütleri, dernekleri ile birlikte burada iyi bir dayanışma örneğini yaşadık. Bu mücadele, sendikanın ne demek olduğunu bilmeyen çoğu işçilerimize, sendikayı öğretti. Bu direniş bizim için bir okul oldu. İyi ki 5 ay direnmişiz. Bu direniş sürecinde okuldaymış gibi çok şeyler öğrendik. Direnmenin ne demek olduğunu öğrendik. Bir nevi zincirleri kırdık. Esas mücadele içerde, mücadele bundan sonra başlıyor. 48 yaşındayım ilk defa sendika ile tanıştım. Sendikalı bir hayat bizim için olmazsa olmazlardandı. Direne direne kazanacağız dedik ve kazandık. YDİ Çağrı: Teşekkür ediyorum, mücadelenizde başarılar. Batta l Ya lçın: Bende Y Dİ Çağrı’ya ve şahsınıza bize verdiğiniz destekten dolayı teşekkür ederim. YDİ Çağrı: 156 gündür direniyorsunuz. Direnişteki kararlılığınız yalnız Mersine değil, tüm Türkiye’ye örnek oldu. Duygularını alabilir miyim? Hamdin Ermiş: Ben öncelikle haklarımızı patronlardan bize nasıl alacağımızı öğreten, TÜMTİS’in yönetici kadrosuna önce teşekkür ediyorum. Bizlere sadece ekmeğimizi büyütmeyi öğretmediler, Bizlere aynı zamanda hayatta onurlu duruşunu da öğrettiler. Bu direniş boyunca o kadar çok şey yaşadık ki, insan nereden anlatmaya başlayacağını bilmiyor. Burada TÜMTİS sadece Akan Sel deki çalışanların ekmeğini büyütmedi, Demokratik kitle örgütlerini bir araya getirmeyi de başardı.

Birlikte mücadele etmeyi de öğretti. Sadece Limanda köle şartlarında çalışan işçileri değil, Liman dışında çalışan işçileri de uyardı. YDİ Çağrı: Teşekkür ederim Hamdin Ermiş: Bende bize vermiş olduğunuz destekten dolayı teşekkür ederim. YDİ Çağrı: 156 gün süren onurlu bir direniş sergilediniz. Bu direnişte öğrendiğiniz çok şey oldu. Kararlı bir mücadele yürüttünüz. Duygularını alabilir miyim? Reşat Döner: Önce bu direnişi sonuna kadar sürdüren bütün arkadaşlarıma canı gönülden teşekkür ederim. Direnişin ilk günlerinde tereddütlüydük. İçimizde başaracağımıza dair bir his vardı ve başardık. Bütün arkadaşlar elele vererek yaşadığımız kölelik şartlarına son vermek istedik ve bunu başardık. Çok sevindik. Çok üzüldüğümüz günler oldu, çok da sevindiğimiz günler oldu. Arkadaşlarımız, çocuğuyla, annesi, babası ile bu mücadeleyi sürdürdük. Bize destek sunanlara da çok teşekkür ediyoruz. Polisin bize son saldırısı bir anlamda bir kazanç oldu. MIP’nin önünde oturma eylemi yaptık. Bütün arkadaşlar bu işi başarmaya odaklanmıştı. Ve sonunda başardık. Bu zaferimiz bütün Türkiye’ye armağan ediyoruz. Direne direne kazanacağız dedik ve halaylarla da Limana girdik. YDİ Çağrı teşekkür ederim YDİ Çağrı: 156 gün direndiniz ve başardınız. Belki son yıllarda atılan işçilerin hepsinin tekrar işbaşı yapmasıyla, Türkiye'de bir ilki başardınız. Duygularını alabilir miyim? Metin Yalçın: Patronların siyasilerle birleşerek limana sendika sokmayarak işçileri kölelik koşullarında çalıştırma arzularını örgütlenerek boşa çıkardık. Bu direniş sürecinde Emniyet güçleri olsun, sayın valimiz olsun, direnişimizi kırmak için ellerinden geleni arkalarına koymadılar. Ama biz de 156 gün direndik. Patron, siyasiler de anladılar. Şu an hepsi teker teker geri adım atıyorlar. Mücadele burada bitmedi, devam edecek. Haklarımız ve gururumuz için savaştık, kazandık. Daha tam kazandık da sayılmaz. Mücadelemiz, savaşımımız devam edecek. Bunu patronlar ile işçiler arasında bir savaş olarak değerlendiriyorum. Bizi yalnız bırakmayan herkese

teşekkürler. YDİ Çağrı: 156 gündür hem dışarı da, hem de içerde direnerek örnek bir direniş sergilediniz. Bu kararlı direniş sonucu işten atılan bütün arkadaşlarınız işine geri döndü. Bu süreçteki duygularını alabilir miyim. Mehmet Kızıltay: Vallahi bu süreçteki duyguları anlatmak öyle kolay değil. Burada anlatılamaz duygular yaşadık. 2007 Mayıs ayında Liman özelleştirildiğinde Limanın boşaltma yükleme işi taşeron bir firma olan Akansel’e verildi. Akansel’e girdiğimizde her altı ayda bir zam yapılacak diye anlaşmıştık. Servis verilecek dediler, servisi verdiler. Ama 2 ay sonra servisi ortadan kaldırdılar. Zam yapma zamanı geldiğinde, bu fiyattan yukarı çıkamayız, ister çalışın ister çalışmayın diyerek bize kapıyı gösterdiler. Sonradan bir iki direndik. Bunun üzerine ancak prim usulü çalışabileceğimizi söylediler. Onu da kabul ettik. İlk ay primi verdiler, akabindeki aylarda onu da tekrar kaldırdılar. Tekrar ilk başladığımız maaşla çalışmaya başladık. Bu koşullara artık daha fazla katlanamazdık ve sendikalaşmaya karar verdik. TÜMTİS ile irtibata geçtik. Bütün arkadaşlar gidip sendikaya üye olduk. Sendikaya üye olduktan sonra, üye olduğumuz patronun kulağına gitti. Beni iki üç defa büroya çağırdılar. Bana iyi şeyler de teklif ettiler. Bu işin şeref namus meselesi olduğunu söyledim. Kabul etmeyince 11 portif operatifi arkadaşımıza işten çıkarılma tebligatı geldi. Bizim dışımızda 50 işçi arkadaşımıza daha çıkış verildi. İlk etapta 61 arkadaşımızın çıkışı verildi. 5 Ocak'tan itibaren de direnmeye başladık. Tuttuğunu koparan çok iyi bir sendikamız var yanımızda. Biz onların bize verdiği güçle bugüne geldik. Bu direniş boyunca, sabah işimize geliyormuş gibi limanın önüne geldik. Çalışan arkadaşlarımızı işlerine sloganlar ile uğurladık. Akşam saat 17.30 da çıkan arkadaşlar ile buluşup tekrar sloganlar atarak dağılıyorduk. 156 gün böyle geçti. Hakikaten çok iyi bir sendikamız var. Gürel başkan evinden ayrı burada bizimle oldu. Bizden evvel sabahları buradaydı. Bizimle beraber aynı karavanada yemek yedi. Bir yere gitmeyerek akşama kadar bizimle bekledi. Bu bize müthiş moral veriyordu. Direndik ve başardık. Çok mutluyum. YDİ Çağrı: Teşekkür ederim Mehmet Kızıltay; Ben de teşekkür ederim. YDİ Çağrı/Mersin 24.06.2009 √

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

başka çare yok!”, “Direne direne kazanacağız!” dediler ve kazandılar. Son 4 işçinin de limana girmesiyle beraber atılan işçiler tekrar sendikalı olarak işlerine döndüler. İşten atılan işçilerin tekrar hepsinin işlerine geri dönmesi son yılların bir ilk örneğidir. Bu olumlu durumda kuşkusuz sendikanın dönen manevralar karşısında yerinde doğru tavırlar takınması ve işçilerin kararlı bir şekilde sendika ile hareket etmesi belirleyici bir rol oynadı. İşçiler, bu kazanımın bir başlangıç olduğunu, mücadelenin içerde de devam edeceğini gevşemeye yer olmadığını söylüyorlar. Patronun içerdeki her türlü manevralarına karşı hazırlar. Bu kararlılık sonucu Akansel patronu Yargıtay’daki davasını geri çekerek, sendika ile toplu iş sözleşmesi için masaya oturmaya hazır olduğunu bizzat sendikaya bildirdi. T Ü M T İS ’ i n bu e y lemdek i olumlu pratik tavır ve davranışları şu tavırlarla kendini gösteriyordu: “Bizim hedefimiz, sendikamızın gerçek bir sendika gibi, işçilerin özgür iradesiyle seçilmiş yöneticilerin hiçbir ayrıcalık taşımadığı, üyelerin yöneticileri denetlediği ve istemediği anda geri çekebildiği, mücadeleci bir sendikal anlayışın yaşama geçirilmesidir. Sorunun kaynağı basit bir koltuk kavgası, kişisel anlaşmazlık değil bakış açıları arasındaki uzlaşmazlıktır.” Direnişteki işçiler, 9 Haziran’da Limana kaçak işçi sokulmasına karşı direnince polisin saldırısına maruz kalmışlardı. Aynı zamanda D kapısında da kaçak işçi sokulması engellenmişti. Emniyet her iki olayı bahane ederek, 194 işçi ve sendika yöneticileri aleyhine, “gösteri ve toplantı kanununa” muhalefet ettikleri gerekçesi ile dava açtı. Emniyette işçilere sorulan sorulardan biri de “Sizi sendikaya zorla mı üye ettiler?” oluyor. İşçiler verdikleri ifadelerinde hiçbir zorla karşılaşmaksızın sendikaya üye olduklarını belirtmişler. İşçiler yalnızca patronun baskısı ile karşı karşıya değil, devletin de baskısı ve soruşturmaları ile karşı karşıya. İşçilerin böyle bir sendikada üye olması bunları rahatsız ediyor ki böyle bir soru sorabiliyorlar. Biz Yeni Dünya için Çağrı olarak işçilerle direnişin başından itibaren beraber olduk. Desteğimizi sunduk. İşçilerle çeşitli konularda sohbet ettik. Onlara burjuvazinin sınıf karakterini bizzat çalışma koşulları ve direnişte yaşadıklarından yola çıkarak anlattık. Burjuva sisteminin alternatifi olan sosyalizmin işçiler ve emekçiler için nasıl bir yaşam sunacağını işçilerin anlayacağı bir dille anlattık. Direnen Akansel işçileri kazandı. Mücadele devam ediyor 24.06.2009 √

EK:3


Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

B

EK:4

Hükümetin krizden çıkış programı

ütün dünyada “Krizden çıkış” adına hükümetler program üzerine program ilan edip, paket üzerine paket açıyorlar. Bu paketlerin hepsinin temel özelliği krizden çıkışın yolu olarak devletin özel sektöre kaynak aktarması, iflasın kaçınılmaz olduğu hallerde “sistem için gerekli” görünen firmaların geçici olarak bizzat devlet tarafından üzerlenilmesi. Türkiye’de de kabine değişikliği ertesinde Haziran ayı başında Hükümetin “teşvik ve istihdam paketi” adındaki krizden çıkış programı açıklandı. Erdoğan yaptığı basın toplantısında Program hakkında şu bilgileri verdi: "Dünya ekonomisinin kendi kendine bu krizden çıkamayacak. Bu nedenle ülkeler art arda mali önlem paketlerini devreye aldılar. Böylece üretim ve istihdamdaki daralma yavaşladı. Ancak para politikası önlemleri tek başına yeterli olmuyor. Küresel ekonominin bu yıl yüzde 1,3 daralması bekleniyor. Türkiye de artık küresel bir aktör haline geldi. Türkiye'nin böyle bir krizden etkilenmemesi mümkün değildi. Biz 'krizden etkilenmeyiz' iddiasında bulunmadık. Türkiye'nin aldığı tedbirlerle en az seviyede etkileneceğini ifade ettim. Bunu 'teğet geçecek' diye ifade ettim. Diğer ülkelerde iflaslar gündemi meşgul ederken, ülkemizde bankacılık sektöründe ciddi sıkıntı yaşanmadı. Daha önce Hong Kong hapşırdığında Türkiye ağır grip geçiriyordu. Geçmişe göre daha sağlıklı bir yapıya sahibiz. Uyguladığımız politikalarla krizin etkisi düşük kaldı. 'Bize bir şey olmaz' düşüncesinde olmadık. Krizin etkisini sınırlandırmak için ilk andan itibaren tedbirler aldık. 60'tan fazla değişik tedbirlerin olumlu sonucunu aldık. Yeni teşvik sistemi çalışması yeni yatırımları desteklemek amacıyla hazırlandı. Ülkenin rekabet gücünü artıracak ve bölgesel gelişmişlik farklarını en aza indirecek yatırımlar desteklenecek. Sistemi üç gruba ayırdık. Büyük proje yatırımları için 12 sektör belirledik. Kara taşıtı, tekstil, konfeksiyon, deri sektörü, madencilik, tıbbi aletler, ilaç, elektronik, hava aracı, makine imalatı, demiryolu, liman, transit boru hattı taşımacılığı ve kimya sektörleri desteklenecek. Tutarı 250 milyon lira olan ya-

Açıklanan ve bizzat başbakan tarafından “maliyeti” – bundan anlaşılması gereken devlet eliyle emekçilerden toplanan veya borçlanılarak patronlara aktarılacak paraların/kaynakların miktarıdır- “ucu açık” olarak adlandırılan “teşvik ve istihdam” paketi, gerçekte bütün emperyalist dünyadaki paketler gibi, patronlara devlet desteği paketidir. tırım projelerini, büyük yatırımlar olarak destekleyeceğiz. Transit boru hattıyla taşımacılık da büyük yatırımlar olarak teşvik edilecek. Madencilik yatırımları büyük yatırımlar kapsamına alınacak. Elektronikte de katma değeri yüksek büyük proje yatırımlarını teşvik edeceğiz. Büyük proje yatırımları için kurum ve gelir vergisi indirimi, bölgelere ve büyük proje yatırımlarına farklı uygulanacak. Altyapısı mevcut olan hava araçlarındaki makine imalatlarını destekleyeceğiz. SSK priminde işveren hissesi belli süre Hazine tarafından karşılanacak. Az gelişmiş bölgelerde yatırımların kredi faizinin bir bölümü karşılanacak. İllerimizi dört bölgeye ayırdık. Şimdi bölgesel olarak ele aldık. Ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin yer aldığı üçüncü ve dördüncü bölgede tarım ve tarıma dayalı imalat sanayi, konfeksiyon gibi emek yoğun sektörler teşvik edilecek. Turizm, sağlık ve eğitim yatırımları da desteklenecek. 81 ilin tamamı yeni teşvik sisteminden faydalanacak. Yatırımcılar elde edecek leri kârdan yüzde 20 yerine birinci bölgede yüzde 10, ikincide yüzde 8, üçte yüzde 4, dörtte yüzde 2 kurumlar vergisi ödeyecek. İndirimli kurumlar vergisi oranlarından

yararlanma süresi, bölgelere ve yatırım büyüklüğüne göre değişecektir. Az gelişmiş bölgelere yatırım yapanlar, daha uzun süreyle bu imkandan faydalanacaktır. Yatırım yapanlar sağladıkları yeni istihdam için SSK işveren primini birinci bölgede iki yıl, ikinci bölgede üç yıl, üçüncü bölgede beş yıl, dördüncü bölgede 7 yıl boyunca ödemeyecek. Üçüncü ve dördüncü bölgelerde yatırım yapanların kullandıkları TL kredi faizinin üçüncü bölgede 3 puanını, dördüncü bölgede 5 puanını Hazine’miz karşılayacak. Bu oranlar döviz cinsi krediler için sırasıyla 1 ve 2 puan olarak belirlendi. Kredi faiz desteğinin üst limitleri, AR-GE ve çevre yatırımları için 300 bin lira, diğer yatırımlarda ise 500 bin lira olacaktır. Büyük proje yatırımları ile bölgesel ve sektörel bazda belirlenmiş yatırımlar, yatırım yeri tahsisi desteğinden de faydalanacaktır. Bölgesel farklılıkları gidermek üçüncü ve dördüncü bölgelerde istihdamı artırmak amacıyla tekstil, konfeksiyon ve hazır giyim, deri ve deri mamulleri sektörlerinde birinci ve ikinci bölgelerde üretim yapan girişimcilerimize yeni bir fırsat sunuyoruz. Bu kapsamda 2010 yılı sonuna kadar birinci ve ikinci bölgeden üçüncü ve dördüncü böl-

geye taşınacak firmaların en az 50 istihdam sağlamak koşuluyla 5 yıl süreyle SSK işveren pirimi Hazine tarafından karşılanacak, bu firmalara kurumlar vergisi yüzde 20 yerine yüzde 5 olarak uygulanacak ve nakliye masrafları da tarafımızdan karşılanacak. Teşvik paketini kriz ortamını fırsata çevirmek için yürürlüğe koyuyoruz. Bu sistemden 2010 sonuna kadar başlayacak yatırımlar yararlanacak. İstihdam da aktif işgücünün desteklenmesi çalışmasını uygulamaya geçiriyoruz. İşsizlere 6 aya kadar iş imkanı oluşturacağız. Bu çerçevede 120 bin işsizin okulların ve sağlık kurumlarının bakım oranım, çevre düzenlemesi gibi işlerde istihdamını hedefliyoruz. Vasıflı işgücü ihtiyacı için mesleki eğitim faaliyetleriyle 200 bin işsize kurs verip meslek edinme imkanı getirilecek. 10 bin işsize girişimcilik eğitimi verilerek destek olunacak. Lise ve üstü eğitim alan 100 bin gencin stajyer olarak istihdam edilmesi sağlanarak iş bulmalarının önünü açıyoruz. Bu çerçevede 6 ay destek sağlayacağız. Sosyal güvenlik primleri de 6 ay devlet tarafından karşılanacak. İstihdam şurası toplanıp uzun vadeli istihdam politikası oluşturulacak. Bu paketle 500 bin kişiye istihdam imkanı oluşturuyoruz. Kredi garanti sistemini de başlatıyoruz. Bu sistemden ve bununla birlikte yıllık cirosu 25 milyon liranın altında ve en fazla 250 çalışanı olan KOBİ'ler yararlanacak. 30 Haziran 2008'den önce takibe düşmüş borcu olmaması şartı aranacak. KOBİ'ler bu sistemle yeni krediler sağlayabilecek. Sistemde iki yıl boyunca sağlanacak krediler için uygulanacak. Kredinin yüzde 65'ine Hazine'nin desteğiyle kefalet verilecek, kredi riskinin yüzde 35'i bankalarla üstlenecek. İlk etapta kredi garanti kurumlarına 1 milyar lira kaynak aktarılacak. Bu kaynağa karşılık 10 milyarlık krediye kefalet sağlanmasını bekliyoruz." Basın toplantısında soruları da yanıtlayan Erdoğan paketin maliyeti ile ilgili bir soruya: "Burada k i ma liyet durumu buna katılımlarla ilgili bir süreç. Açıklanan paketin maliyetinin ucu açık. Ne kadar müracaat olursa, ona göre maliyeti belirlenir. Ancak biz maliyeti karşılamakta kararlıyız. İstihdam paketinin maliyeti 1 milyar TL'yi bulabilir.” diyerek cevap verdi. IMF ile ilgili bir soruya ise Erdoğan’ın verdiği cevap şöyle: “IMF ile görüşmeleri şu anda da devam ettiriyoruz. Görüşmeler noktasında sıkıntı yok. İlk başladığımız andan itibaren IMF'ye karşı önerilerimizi verdik, onlardan bize bazı yeni teklifler geldi. Biz tekrar bazı öneriler sunduk. Geçen Mayıs'tan bu yana yaklaşık 13-14 ay geçti, süreç devam ediyor.


Adalet Sarayı’nın görünmeyen yanı: "ADALET!"

K

artal Adliye Sarayı inşaatının yapımında, çoğunluğu Kürt emekçilerinden oluşan 500’e yakın çalışanı bulunuyor. Kartal Adliye Sarayı’nın yapımı, AKP Ağrı Milletvekili Cemal Kaya’nın da ortak olduğu Şira Elektrik İnşaat Taahhüt Limitet Şirketi tarafından yapılmaktadır. Adliye Sarayının; önden görünümü, yandan görünümü, üstten görünümü fotoğraf larla, burjuva medyada övünç kaynağı olarak gösterilmektedir. Yalnız şantiyenin içten görünümü ve burada çalışanların durumu burjuva medyada görünmez, gösterilmez gizlenir. Çünkü övünülecek bir yanı yoktur. Çoğu gurbetçi işçilerden oluştuğu için işçiler şantiyede çadırdan barakalarda kalıyorlar. Barakalar yazın sıcak, kışın ise soğuk oluyor. Kışın bir dezavantajı da elektrikli ve odun sobalarıyla ısınma sağlandığı için yangın çıkma olasılığı yüksek. Bir iki defa küçük çaplı yangınlar olması üzerine, barakalarla ilgili şikayetler olmasına rağmen kulak arkası edildi. Ne de olsa kendileri kalmıyor bu barakalarda. Yemeklerde de aynı sorunlar var. Günlük üç öğün yemek veriliyor. Yemekler kötü çıkıyor. Kötü çıkan yemeklere dikkat çekmek için boykot girişimlerinde bulunmamıza rağmen, yemekler düzelmedi. Düzelmemesinin sebebi, örgütlü bir direniş gösteremeyişimiz. Birde dışarıdaki işsizliği bildiklerinden, Ali gider Mehmet gelir anlayışı hakim ne de olsa kendileri yemiyor bu yemekleri. İş güvenliği ise baret (kask) takmaktan ibaret. Baret takmayana 50 TL para cezası veriyorlar. Verdikeri üç kuruş para, onu da nasıl alırımın hesabını yapıyorlar. Bu durumda iş güvenliği bahane kar şahane anlayışı hakim. Her an kafamıza yüksekten bir şeylerin düşme tehlikesi var. Yüksekte çalışanlar için ve aşağıda çalışanlar için herhangi bir güvenlik önlemi yok. Elektrik

akımına kapılma riski yoğun olan ortamlarda çalışıyoruz. Şantiyenin içi yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmiyor. Ücretlerimiz ise düzenli ödenmiyor. Verilen üç kuruş para, o da parça parça ya da iki üç ayda bir ödeniyor. Çoğu sefalet ücreti olan asgari ücretle çalıştırılıyor. Ödemeler düzenli olmadığından dolayı bir çok arkadaş işten çıkmak zorunda kaldı. Bu da dolaylı yollardan işçi çıkartmanın yollarından biri. Yine ödemelerini alamayan taşerona bağlı işçiler yol

kapama eylemi yaparak sorunlarına dikkat çekmeleri üzerine, devletin polisi olay yerine gelerek patronlardan yana tavır alıp eylemi sona erdirdi. Burjuva medya mensupları eylemi görüntülemek için geldiğinde bir arkadaşın TV’ye konuşmak istemesi üzerine arkadaşı işten attılar. Haklarını aramak isteyen birçok arkadaş gibi. Çalışma saatlerimiz işe başlama 08:00, akşam paydos 18:00 olmak üzere dokuz saat üzerinden çalışıyoruz. İşe girerken haftalık 45 saat olarak sözleşmeye imza attığımız kağıtların onlar için önemi yok. Bunun için bize fazla mesai ücreti ödenmesi gerekirken bir de bizden mesai saatlerine uymadığımız için ücretlerimizin kesileceğini söylüyorlar. Ödemelerin gecikmesini, ödeme almadıklarını, ülkede kriz olduğunu, seçimden sonra düzelecek gibi yalanlarla oyalamaya çalışıyorlar. Burjuva yalanları. Adalet; karlarına kar katan burjuvaziden yana işleyince adaletin terazisi bu düzende dengede durmasının olasılığı yok. Ancak gerçek adalet proletaryanın iktidarı koşullarında olacaktır. Bunun için ise Marksist-Leninist Komünist Parti öderliğinde devrim saflarında örgütlenmekten gerekir. Haydi devrim için örgütlenmeye. Haziran 2009 YDİ Çağrı okuru √

15-16 Haziran’ın yıldönümünde DİSK’ten basın açıklaması

İ

şçi sınıfı hareketinin tarihinde en önemli olaylardan biri 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişidir. Aradan 39 yıl geçmesine rağmen sınıf hareketi yeni 15-16 Haziranlar yaratamadı. 15-16 Haziran seviyesine çıkılamadı. 15-16 Haziran İşçi Direnişinin 39. yıldönümünde çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Bu etkinliklerden biri de DİSK tarafından Unkapanı’da yapılan basın açıklaması idi. Saraçhane’de toplanan 150 civarında işçi, Unkapanı’da bulunan Bölge Çalışma Müdürlüğü önüne yürüdü. Burada DİSK Bölge Temsilciliği tarafından basın açıklaması yapıldı. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “AKP yasanı al başına çal!, Yaşasın sınıf dayanışması!, İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız!, İş ekmek yoksa, barış da yok!, Direne direne kazanacağız!, İnadına sendika, inadına DİSK!,

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” sloganları atıldı. Yürüyüş ve basın açıklamasına Nakliyat-İş üyeleri, Genel-İş üyeleri flamalarıyla katıldılar. 15-16 Haziran işçi direnişinin anıldığı basın açıklamasına katılım çok düşüktü. 15-16 Haziran’ı yeniden yaratmak için işçiler, emekçiler kendi güçlerinin farkına varmalı, bilinçlenmeli, örgütlenmeliler. Kendisi için sınıf haline gelmiş işçi hareketinin önünde hiçbir güç duramaz! Görevimiz uyuyan devi uyandırma, örgütleme çalışması olmalıdır. YDİ Çağrı okurları olarak yürüyüşe flamalarımızla katıldık. Basın açıklaması sonrası Yeni İşçi Dünyası Haziran sayısını dağıttık. 15-16 Haziran işçi direnişi yolumuzu aydınlatıyor! 16 Haziran 2009 √

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

Biz ülkemizin menfaatini zedeleyecek anlaşmaya 'evet' diyemeyiz. Akşam belli mutabakata yaklaşıp, yarın başka önerilerle gelinince buna 'evet' diyemeyiz. Siyasi noktada bir içerik taşıyorsa ona hiç olumlu bakamayız. İşin siyasi neticeleri oluşuyorsa kararı biz veririz. Bunu kendilerine çok açık söyledik. Bu ay sonuna kadar bazı karşılıklı görüş alışverişlerini yeni ekonomi koordinasyonu yapacak, netiyeceyi göreceğiz. Henüz kesilip atılmış bir şey söz konusu değil, görüşmeler sürüyor. Piyasa oyuncularının bir kısmı beklenti içine girebilir ama hükümetin oyuncuları 'IMF varsa var, yoksa yok' noktasında olmamalıdır. Son 14 ayda bizim piyasa oyuncuları IMF ile ayakta durmadı.” ÖT V indirimi bağ la mı nda Erdoğan “ÖTV indirimine yönelik çalışma sürüyor. Bazı sektörlerde sıçrama çok ciddi oldu. Şu anda bu sektörleri arkadaşlarımız tek tek inceliyor. Bunların içinde devam kararı alınacak olanlar var, alınamayacak olanlar var. Örneğin otomotivde yerli üretimde üç vardiya çalıştığını söyleyen patronlar var.” diyen Erdoğan, İşçi! Ve Patron örgütlerinin birlikte başlattıkları “kriz varsa çare de var” kampanyası bağlamında da “Kriz varsa, çare de var' kampanyasını destekliyoruz. 'Harcayacak para yok' diyenler yanılıyor. Kusura bakmayın arkadaşlar para var. Para yok diye bir şey yok. Biz gelince en düşük memur maaşı 660 liraydı şimdi 1.200 liraya çıktı." tavrını takındı. Açıklanan ve bizzat başbakan tarafından “maliyeti” – bundan anlaşılması gereken devlet eliyle emekçilerden toplanan veya borçlanılarak patronlara aktarılacak paraların/kaynakların miktarıdır“ucu açık” olarak adlandırılan “teşvik ve istihdam” paketi, gerçekte bütün emperyalist dünyadaki paketler gibi, patronlara devlet desteği paketidir. Bu paketin sermayeye önemli avantajlar sağlayan üçayağı bulunuyor. Buna göre; Kurumlar ve gelir vergisi indirimi uygulanacak. Patron hissesi belirli bir süre Hazine tarafından karşılanacak. Yatırımcıya yatırım alanı devlet tarafından sağlanacak. Paketin temel yaklaşımı, patronlar ne kadar kar ederlerse, istihdam o kadar artar, işçilerin de durumu o kadar iyileşir yaklaşımıdır. Zaten tuzu kuruların gözünde işçilerin emekçilerin durumu kötü de değildir. Erdoğan’a göre “Para yok diye bir şey yok.” İşçilere emekçilere Erdoğan gibi tuzu kuruların gözünde düşen ellerindeki paraları piyasaya sürmeleridir, alış verişe çıkmalarıdır! Öyle ya Erdoğan döneminde en düşük memur maaşı 1200 liraya çıkmış! Bozdur bozdur harca. Ye ye bitmez! 8 Haziran 2009 √

EK:5


General Motors sizlere ömür!

Bir diğer ABD'li otomotiv şirketi Chrysler da (Daha önce Daimler ile birleşmiş, fakat Daimler daha sonra bu birleşmeden geri çekilmişti) Mayıs başında iflas koruma başvurusunda bulunmuş, daha sonra da İtalyan otomotiv devi Fiat ile ortaklık anlaşması imzalamıştı.

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

G

EK:6

eneral Motors yirminci yüzyıla damgasını vuran en büyük otomotiv tekeli, çok değil bundan üç yıl önceye dek en büyük tekeller listesinin ikinci sırasında yer alan bir emperyalist tekel, bir “dev”di. Şimdi bu “dev” ABD devleti tarafından “if las koruma” kapsamına alındı. Bu General Motors’un dünyanın en büyük özel otomotiv tekeli olarak çöküşü, sonu demek. İflas koruma kapsamında ABD hükümeti 30 milyar dolar vereceği GM'in yüzde 60'ına sahip olacak. Bu ABD tarihindeki üçüncü en büyük, imalat sektöründe ise en büyük iflas anlamına geliyor. “İf las koruma” yasası çerçevesinde işlemler süresinin 60-90 gün arasında sürmesi bekleniyor. Şimdiye kadar hükümetten 20 milyar dolar yardım alan GM 30 milyar dolar daha alacak ve şirketin 60'ının kontrolü hükümete geçecek. Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) yeni GM'de yüzde 17,5 hisse sahibi olacak. Kanada hükümetinin yüzde 12, GM Tahvili sahiplerinin ise yüzde 10 hissesi bulunacak. Bu arada, GM kreditörlerinin çoğu, hükümetin borca karşılık yeni GM'den hisse alma teklifini kabul etti. Hükümet, borçların azaltılması, istihdam maliyetlerinin düşürülmesi ve fabrika kapatmalar için şirkete 2 Haziran’a kadar süre tanımıştı. Geçen yıl 30 milyar dolardan fazla zarar açıklayan GM, iflas koruma sürecinde, ABD dışında GM’ şirketlerinde çalışan işgücünün yüzde 34'ünü temsil eden 21 bin kişiyi işten çıkarmayı ve bayi sayısını da 2 bin 600'e düşürmeyi planlıyor. Sürecin başarılı olması durumunda, GM daha az

işgücü, daha az fabrikayla daha küçük bir şirket kuracak. ABD'de 11 tesis kapatılacak, 3 fabrikada da üretim durdurulacak. Yeni şirket, 4 çekirdek birimi olan Chevrolet, Cadillac, Buick and GMC'ye dayanacak. Bir diğer ABD'li otomotiv şirketi Chrysler da (Daha önce Daimler ile birleşmiş, fakat Daimler daha sonra bu birleşmeden geri çekilmişti) Mayıs başında iflas koruma başvurusunda bulunmuş, daha sonra da İtalyan otomotiv devi Fiat ile ortaklık anlaşması imzalamıştı. Chrysler'in iflası da sonuçta ABD Hazinesi tarafından finanse edildi. Fakat boyutları açısından GM’in yeniden organize edilmesi çok daha büyük ve karmaşık sınav. Ortakları GM'le birlikte yürüttükleri projeleri devam ettirmek istiyor. GM'in en büyük rakibi olan ve dünya liderliğini kaptırdığı Toyota, Califonia'da ortak oldukları fabrikada GM ile birlikte çalışmaya devam etmek istediğini duyurdu. Obama hükümetinin yeni GM'in yüzde 60 hissesini kontrol etmesi, borcunu yarı yarıya indiren ve sendika ile yaptığı anlaşmayla işgücü maliyetini azaltan Japon Toyota'nın rekabet gücü karşısında tam anlamıyla bir kumar. Fakat kumar nasıl olsa ABD halk ının ve ABD’nin sömürdüğü halkların parasıyla oynandığı için kumarbazlar rahat ve oynadıkları kumarı da işçilerin, emekçilerin çıkarına bir iş olarak gösterebiliyorlar.

General Motors'un künyesi Merkezi: Detroit Çalışan sayısı: 244 bin 500 Bulunduğu ülke sayısı: 140

Üretim yaptığı ülke sayısı: 34 Markaları: Buick, Cadillac, Chevrolet, GMC, GM Daewoo, Holden, HUMMER, Opel, Pontiac, Saab, Saturn, Vauxhall ve Wuling Satış: 2008'de 8.35 milyon adet otomobil ve kamyon sattı. Pazar: En büyük pazarı ABD. Onu Çin, Brezilya, İngiltere, Kanada, Rusya ve Almanya takip ediyor. İşbirlikleri: Chrysler, Daimler, BMW ve Toyota ile ileri teknoloji a lanında işbirliği var. Toyota, Suzuki, Çin'den Shanghai Automotive Industry, Rusya'dan AVTOVAZ ve Renault ile ortak araç üretiyor.

100 yılın kısa öyküsü 16 Eylül 1908: Buick ve Oldsmobil'in katılımıyla GM kuruldu. Bir sonraki yıl Cadillac da bu şirkete katıldı. 1910: Şirketin kurucusu William Crapo Durant, bankacılardan oluşan bir komitenin zorlamasıyla şirket başkanlığından ayrılmak zorunda kaldı. 1912: Cadillac elektrikle çalışmaya başlayan modeli geliştirdi. Tüketiciler büyük kolaylık sağlayan bu modeli çok sevdi. 1915: Düşük maliyetli modelleriyle Ford'la çekişen Chevrolet, GM ile birleşti. 1921: GM'in Amerikan otomobil pazarındaki payı yüzde 12'ye ulaştı. 1923: Alfred P. Sloan Başkan oldu. Şirket 1920'li yıllarda farklı tüketici grupları için farklı üretim stratejileri geliştirdi. 1925: İngiliz Vauxhall Motors'u aldı. Almanya, Fransa, Brezilya ve Arjantin'de operasyonlara başladı. 1929: Alman otomobil üreticisi Opel'in yüzde 70'i satın alındı. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman hükümetinin ele geçirdiği Opel sonradan tekrar GM'e devredildi. 1937: Ülkedeki en büyük işverenler arasına girince sendikaların da hedefi oldu. Büyük bir grev sonrası UAW sendikası ile ilk anlaşmasını imzaladı. 1937: Tasarım biriminin başına getirilen Harley J. Earl, Amerikan otomobillerinin görünümünü değiştirdi. 1942: İkinci Dünya Savaşı nedeniyle sivillere yönelik üretimini durdurdu ve ordunun kullandığı araçları üretmeye başladı. 1948: Cadillac modellerinde kanatçıkları ilk kez kullanmaya başladı. 1954: Amerikan otomobil pazarındaki payı yüzde 54'e ulaştı. 50 milyonuncu otomobil üretildi. 1959: Tasarımın başına geçen Bill Mitchell keskin kenarlı modellerle

yeni bir çağ başlattı. 1962: Otomobil ve kamyon pazarında payı yüzde 51'de kaldı. Şirketin bölünmesi için çağrılar yapıldı. 1964: V-8 motorlu Pontiac Tempest'in GTO versiyonu kaslı otomobil dönemini başlattı. Ford ve Chrysler de kendi kaslı otomobillerini üretmeye başladı. 1965: Güvenlik açıklarından bahseden bir kitap yazarı hakkında araştırma yaptırdığı ortaya çıkan şirket başkanı kamuoyu önünde özür diledi. 1975: GM, emisyonu azaltan katalitik dönüştürücüleri kullanan ilk otomobil üreticisi oldu. 1977: Enerji krizi tüketiciyi küçük arabalara yöneltti. GM de Sedan modellerini küçültse de 1980'lerde pazar payı da gerilemeye başladı. 1980: Pazar payı 10 yılda yüzde 45'den yüzde 35'e geriledi. İç pazardaki düşüş nedeniyle 59 yılda ilk kez zarar etti. 1985: Toyota ile kurulan ortaklık doğrultusunda Califonia'da C he v role t Nov a ve Toyot a Corolla'nın üretimi başladı. 1989: Avrupa'da genişleme planları doğrultusunda Saab hisselerinin yüzde 50'sini satın aldı. Ancak marka sayısını artırmanın maliyeti giderek büyümeye başladı. 1990: UAW sendikası ile imzalanan yeni sözleşmeler ABD deki işgücü maliyetlerini az miktarda arttırdı. 1995: GM Başkanı John G. Smile, GM'in idari yapısında değişiklikler yapmak üzere çalışma başlattı. 1996: 1 milyar dolar harcanan elektrikli EV1 modelleri sonradan geri çağrıldı ve imha edildi. 1998: 7 hafta süren geniş çaplı grevler şirketin kârını ve pazar payını olumsuz yönde etkiledi. 1999: Hummer markası satın alındı. H1 modelinin yanı sıra 2002'de H2 ve 2005'te H3'ten oluşan daha küçük modeller çıkarıldı. 2002: SUV modellerine yatırıma hız verildi. Satışların düşmesi sonrasında bile yeni modeller çıkarıldı. 2005: Yatırımcıların emeklilik ve sağlık sigortası yükümlülüğü endişeleri nedeniyle Ford ve GM'in yatırıma ilişkin kredi notları düşürüldü. 2008: Hazine 19 Kasım'da GM'in kurtarma planını reddetti. Bush yönetimi aralıkta GM'e 13.4 milyar dolarlık kredi verdi. 2009: GM nisan ayında ABD'deki işgücünü 38 bine indireceğini duyurdu. Yeni CEO Fritz Henderson iflasın büyüyen bir olasılık olduğunu söyledi. 8 Haziran 2009 √


Amnesty International 2009 Raporu’nda Türkiye

Kamu Emekçileri: “TİS yoksa Grev var!”

Yine de bu gibi raporların da, Türkiye’nin dışarıda liberal burjuvazinin gözünde nasıl göründüğünü görme açısından olduğu gibi, egemenleri de belli ölçülerde tavır takınmaya zorlama açısından yararı var.

U

“orantısız” bulundu. Raporda, Adana Valiliği’nin izinsiz gösterilere katılan çocukların ailelerinin yeşil kartlarını iptal edileceği ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfının yardımlarının kesileceğine yönelik duyurusunun “toplu cezalandırma” anlamına geldiği ve herkesin sağlık hizmeti alma ve yeterli yaşam standardı hakkını ihlal ettiği görüşü dile getirildi. Gösterilerin yeterli gerekçe gösterilmeden yasaklanması ve izinsiz gösterilerde orantısız güç kullanılması eleştirilen raporda, geçen yıl işkence ve kötü muamele vakalarının arttığı ve kolluk kuvvetlerinden şikayetçi olanların genellikle karşı suçlamalara hedef olduğu öne sürüldü. Karakolda ve cezaevinde yapılan işkence ile öldürülen Engin Çeber’e de değinilen raporda, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in Çeber’in ailesinden özür dileyerek bir ilke imza attığı ifade edildi.Raporda, “sorumluluk ve bir hatanın telafisine yönelik” bu adımın diğer ülkelerce örnek alınması temennisine yer verildi. Türkiye’de “Yüksek güvenlikli F tipi” hapishanelerde koşulların düzeltilmesine ilişkin uygulamalarda halen bir ilerleme sağlanamadığı tespitinin de yer aldığı raporda, adil yargılamaya yönelik ihlallerin de özellikle terörle mücadele yasalarına muhalefetten yargı karşısına çıkarılanlar açısından sürdüğü görüşüne yer verildi. Raporda, insan hakları ihlallerine ilişkin soruşturmaların aksaklıklarla dolu olduğu ve bu soruşturmaların sonucunda yargıya yansıtılan vakaların yetersiz seviyede bulunduğu da savunulurken, resmi insan hakları koruma mekanizmalarının yetersiz kaldığı belirtildi. Kısacası Türkiye’nin insan hakları konusundaki karnesi – bir liberal burjuva örgütü olan Amnesty İnternational’in Raporunda da - kırıklarla dolu. Kuşkusuz bu alandaki kırıklar bu raporda sayılanlardan çok daha fazla. Yine de bu gibi raporların da, Türkiye’nin dışarıda liberal burjuvazinin gözünde nasıl göründüğünü görme açısından olduğu gibi, egemenleri de belli ölçülerde tavır takınmaya zorlama açısından yararı var. Haziran 2009 √

B

üro Emekçileri Sendikası (BES) üyesi yargı emekçileri 15 Haziran’da Türkiye’nin d ör t bi r y a n ı nd a Ad a le t Bakanlığı’nı toplu İş sözleşmesi yapmaya çağırdı. Mersin’de de BES üyeleri Adalet Sarayı önünde “Grev ve Toplu İş sözleşme hakkı” için bir araya geldi. “Toplu sözleşme hakkımız, grev silahımız! Direne direne kazanacağız!” sloganlarının atıldığı basın açıklamasını BES Şube başkanı Yusuf Kaya okudu. Açıklamada hükümet; “Ülkemiz tarafından usulüne uygun olarak imzalanmış olan Uluslararası Sözleşmelere ve bunlarla birlikte Anayasamızın 90. maddesine göre var olan Toplu İş Sözleşmesi imzalama hakkımızı tanımayan AKP iktidarını son kez uyarıyoruz.” diyerek hükümeti toplu sözleşme yapmaya yanaşmaması durumunda “Kamu Emekçileri tarafından örgütlenen en büyük ve en kitlesel grev dalgasıyla karşı karşıya kalırsınız.” diyerek uyardı.

Açıklamada “Memur-Sen ve Türkiye Kamu-Sen üyelerinin bu iki sendikanın hükümetin yanında olan tutumundan rahatsız olduklarının belirtildiği açıklamada; “Biliyor ve inanıyoruz ki, Memur Sen ve Türkiye Kamu Sen üyeleri de bizim haklı mücadelemizi destekliyorlar. Gerçekleri görüyorlar. Bu yıl, bize dönük tüm karalama kampanyalarına rağmen, Memur Sen ve Türkiye Kamu Sen üyesi kamu emekçilerinin de yürekleri bizimle birlikte atacak” denildi. Yıllardır Adalet Bakanlığı’nda biriken sorunları ne bu hükümet, ne de bundan önceki hükümetler tarafından çözüm yönünde hiçbir çalışma yapılmadı. Adalet dağıtan bu kurumda adalet yok. Açıklamada; “Mücadelemizin merkezine, grev ve toplu sözleşme yapma hakkını koyan bir sendika olarak, toplu sözleşme hakkımızın engellenmesi halinde grev yapacağız.” denildi. 17 Haziran 2009 YDİ Çağrı Mersin √

Bülten dağıtanlara polis saldırısı protesto edildi

8

Haziran Pazartesi günü Kızıl Bayrak ’tan iki devrimci, işçi bülteni dağıtmak üzere Esenyurt Kemalpaşa Mahallesinde bulunan Sabra Tekstil fabrikası önüne gittiler. Burada patronun özel korumaları ve fabrika’daki güvenliklerin saldırısına uğradılar. Bunun üzerine 9 Haziran Salı günü tekrar Sabra Tekstil önünde bülten dağıtmak üzere gidildiğinde Sabra patronunun özel korumaları iki işçinin üzerine mermi yağdırdı, birine üç, diğerinin göğsüne de bir kurşun isabet etti. Edinilen bilgiye göre işçiler Bakırköy Devlet Hastanesinde yoğun bakımda yatıyorlar. 
9 Haziran’da saat 18.00’de yaşanan saldırıyı protesto

etmek için Esenyurt’tan devrimci kurumlar arabalarla fabrikanın bulunduğu yere gittiler. 
Yaklaşık yüzelli kişilik grup sloganlarla fabrikanın önüne yürüdü. Atılan sloganlar şöyleydi: “İşçiler saflara hesap sormaya”, “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız”, “Sabra Tekstil patronu hesap verecek” vs. 
Sabra önünde işçileri bekleyen polis kitlenin önünü kesti ve provokatif tavırlar sergiledi. 
Kısa süreli çatışma yaşandı. Direnişle karşılaşan 6-7 tane polis havaya ateş açarak geri çekilmek zorunda kaldı. 
Basın metni okundu sloganlar atıldı. Ardından gelen polis takviye ekip otosu 4 kişiyi gözaltına aldı. 9 Haziran 2009 √

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

luslararası Af Örgütü’nün 405 sayfalık 2009 raporu, İngi ltere’nin başkenti Londra’da düzenlenen toplantıyla açıklandı. Raporun “Avrupa ve Orta Asya” başlığı altında 3,5 sayfa ayrılan Türkiye bölümünde, iktidardaki AKP aleyhine “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nde açılan ve kapatılmama yönünde sonuçlanan davaya yer verildi ve DTP için de ülkenin birlik ve bütünlüğüne karşı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle benzeri bir davanın açıldığı hatırlatıldı. Uluslararası Af Örgütü ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını öngören Anayasa değişikliğini iptal etmesini de eleştirdi. Raporda, üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırılması amacıyla TBMM’de kabul edilen Anayasa değişikliğinin “devletin laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle” mahkemece iptal edildiği belirtildi, “Fakat bu karar, başkalarının insan haklarına dayanan din ve inanç özgürlüğünün sınırlanma ihtiyacını yeterince açıklayamamıştır” denildi. “Aşırı ulusalcı Ergenekon yapılanmasının” yargılanmasına da değinilen raporda, “çığır açan soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede üst düzey emekli subaylar dahil devlet kurumlarıyla bağlantılı örgütün seçimle gelmiş hükümeti siyasi cinayetler ve şiddeti teşvik gibi yöntemlerle devirme planı yapmakla suçlandığı” aktarıldı. Soruşturmada yöntemde yapılan kimi hatalara dik kat çekildi. “Terörle mücadele” kapsamında gelişen bazı olaylarda “taciz, fiili saldırı ve mülke saldırı dahil olmak üzere belirsiz kişiler ve grupların Kürt kökenli Türk vatandaşlarını hedef alan” saldırılarda artış görüldüğü belirtilerek, Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Altınova beldesinde birkaç gün süren olaylar buna örnek gösterildi. İfade özgürlüğüyle ilgili Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinde yapılan değişikliğin yeterli olmadığı savunulan raporda, diğer bazı maddelerin de ifade özgürlüğünü kısıtladığı belirtildi. Raporda, mahkemelerin sık sık internet sitelerini kapatması da

EK:7


Haydutlar kapışması

Kore yarımadasında gerginlik tırmanıyor!

Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ

K

EK:8

ore Demok rat i k Ha l k Cumhuriyeti’nin (Kuzey Kore) resmi haber ajansı KCNA 25 Mayıs’ta şu haberi geçti: “KDHC 25 Mayıs günü bilim adamlarının ve teknikerlerinin ısrarla istedikleri doğrultuda, ülkenin kendini savunması için atom silahlanmasının güçlendirilmesi amacına yönelik tedbirlerden biri olarak başarılı bir yer altı atom testi gerçekleştirdi. Bu test ülkenin ve ulusun bağımsızlığını ve sosyalizmi korumaya hizmet edecek, Kore yarımadasında ve yakın çevrede barış ve güvenliği Songun’la güvence altına alacaktır.” “Songun” Kore dilinde “Askeri olan önceliklidir” kampanyasının kod adı. Songun bugün Kuzey Kore’de sosyalizm adına sosyal faşist bir yönetim sürdüren bürokratik elitin güncel temel sloganı. Uygulamada bu bir yandan askerlerin bu bürokratik elit içinde, dolayısı ile devlet ve toplumda belirleyici konumda olması anlamına geliyor. Bunun yanında askeri gerekliliklerin öncelikli olarak yerine getirilmesi anlamına geliyor. Askeri güçlülük devletin yaşaması için temel direk. Bu yüzden 2006 yılı Ekiminde gerçekleştirilmiş olan ve Kuzey Kore’yi Atom silahına sahip devletler listesine katan testten sonraki bu başarılı yeni test Kuzey Kore açısından “hayati” önemde idi. Rus kaynakları, bu yeni testte patlatılan bombanın gücünün ilkinden çok daha fazla olduğunu, hemen hemen Hiroşima veya Nagazaki’ye atılan bombaların gücüne eşit olduğunu (20 kiloton tnt) bildiriyor. Kuzey Kore şimdi artık elinde atom bombası olduğunu ve atom bombası üretebilecek durumda olduğunu gösteren bu testle yetinmedi. Aynı zamanda üç gün üst üste üç yakın ve menzilli füze denemesi yaparak, bu bombayı taşıyabilecek taşıyıcı füze sistemlerini geliştirdiği mesajını verdi. BM Güvenlik Konseyi derhal toplanarak, Kuzey Kore’nin atom denemesini ve füze denemelerini mahkum etti. Fakat bu iki yüzlü mahkumiyetlerin ve ardından gelen ambargo vb. “ceza”ların fazla

yaptırımcı bir gücü yok. Aslında şu an atom silahına sahip olan devletlerin, atom silahı tekelini ellerinde tutmayı hak olarak görmelerinin de ne mantıki, ne hukuki, ne de ahlaki bir temeli var. Atom silahlarının bütünüyle yok edilmesi için bu silahların yok edilmesine en başta en büyük atom güçleri kendilerinden başlamalılar. Kuzey Kore’nin bugün elindeki atom silah ve taşıyıcı füze sistemi açısından gerçek anlamda tehdit edebileceği tek güç Güney Kore. Güney Kore ise doğrudan ABD koruyuculuğu altında. Kuzey Kore’nin yaşamak için desteğine muhtaç olduğu Çin anda bölgede kaçınılmaz olarak ABD’nin de gireceği bir savaş istemiyor. Bu durumda Kuzey Kore’nin atom testi ve füze denemelerinin bir tek fonksiyonu var: içte sosyal faşist yönetimin iktidarını sağlamlaştırmak, güçlülük gösterisi, yığınların antiemperyalist ulusalcı söylemlerle avutulması, dışa dönük olarak ise Kuzey Kore’ye yönelik olası bir askeri müdahale konusunda caydırıcılık. Bunun yanında tabii bir de Atom silahlanmasının durdurulması pazarlığı üzerinden ABD ile doğrudan görüşmelerin sağlanması, pazarlık marjının yükseltilmesi var. Ki anda bu son fonksiyon bana en önemlisi olarak görünüyor. Sosyal faşist yönetim askeri gücünü acilen ihtiyacı olan dış kredi vb.ni karşılamada pazarlık aracı olarak kullanmak için gösteri yapıyor. Görünen o ki, bunda başarılı da olacak. Sonuç olarak Kuzey Kore’nin atom silahlanma-

sında güçlenmesi yalnızca batılı Atom güçlerini değil, Rusya’yı ve güncel olarak Kuzey Kore’nin en büyük destekçisi konumunda olan Çin’i de rahatsız ediyor. Bu yeni denemenin ertesinde - ambargo ve cezalandırma karar ve tehditlerinin yanında - Kuzey Kore ile pazarlıkların yürütülmesi normal gelişme olacaktır. Kuzey Kore’nin atom silahlanması bağlamındaki gelişmelere kısaca göz atmak bunun böyle olduğunu gösterir. Kuzey Kore Atom Programı konusunda kısaca Kuzey Kore 1985 yılında -biraz da o zaman esas destekçisi konumundaki Rusya’nın zorlaması ileAtom silahlanmasını engelleme anlaşmasına imza koydu. 1992 yılında ABD atom silahlarının Güney Kore’den çekilmesi ertesinde Güney Kore ile Kuzey Kore arasında Kore yarımadasını “atom silahlarından arındırılmış bölge” ilan eden anlaşma imzalandı. 1993’de Kuzey Kore BM’e bağlı “Enternasyona l Atom Enerji Örgütü” müfettişlerinin Atom reaktörlerini denetlemesini ret etti ve 1992 anlaşmasını iptal etme tehdidinde bulundu. Bunun üzerine ABD ile Kore arasında zorlu pazarlıklar yürüdü. Bu pazarlıklar temelinde 1994’de Cenevre Çerçeve anlaşması imzalandı. Kuzey Kore bu anlaşmada Atom silahlanması programını durdurmayı ve atom silahlanmasını engelleme anlaşmasına bağlı kalmayı taahhüt etti ve enternas-

yonal kontrollere izin vereceğini açıkladı. Buna karşı ABD Kuzey Kore’deki Atom reaktörlerinin grafit temelinde işleyen hafif su reaktörlerine dönüştürülmesi için teknik destek sağlamayı taahhüt etti. Ayrıca bu reaktörler çalışmaya başlayana kadar Kuzey Kore’nin enerji ihtiyacı için gerekli petrol akımının sağlanacağı konusunda anlaşıldı. 2002 yılında ABD başkanı Bush, “terörizme karşı enternasyonal mücadele” çerçevesinde Kuzey Kore’yi de “haydut devletler” kategorisi içine aldı. 2002 Ekim’inde ABD Kuzey Kore’nin Atom silahı programını yeniden aktif leştirdiğini ilan ederek petrol akımını durdurdu. Bunun üzerine Kuzey Kore 10 Ocak 2003 tarihinde Atom silahlanmasını engelleme anlaşmasından çıktığını açıkladı. Ayrıca aynı yılın Mayıs ayında Kore yarımadasının atom silahlarından arındırılmış bölge olduğunu ilan eden anlaşmayı da iptal etti. 10 Şubat 2005’te Kuzey Kore kullanılabilir atom silahına sahip olduğunu açıkladı ve test yapacağını açıkladı. Ayrıca yürüyen görüşmelerden de çekildi ve atom silahlanmasını güçlendireceğini açıkladı. 5 Temmuz 2006’da Kore DHC altı füze testi yaptı. Bunlardan biri Taepedong 2 tipinde atom başlığı taşıyabilecek bir füze idi. ABD kaynakları bu füzenin menzilinin Alaska’ya ulaşabileceği bilgisini verdiler. Ancak test başarılı olmadı. Füze atıldıktan bir dakika kadar sonra düştü. 3 Ekim 2006’da Kore DHC, bir atom silahı testi yapacağını açıkladı. Açıklamada ABD’nin Kore DHC’ne karşı uyguladığı baskı sonucu KDHC’nin bu adımı atmaya zorlandığı belirtildi. KDHC kaynaklarına göre bu test 9 Ekim 2006’da başarıyla gerçekleştirildi. (Batılı kaynaklar bu testin pek başarılı olmadığı, yer altında takriben 1 milton tnt’ye eşit ve kontrolsüz bir patlama olduğu bilgisini verdiler.) BM Güvenlik Konseyi 14 Ekim 2006’da bu testi mahkum eden, KDHC’ne bir dizi talep getiren, bunların yerine getirilmemesi halinde bir dizi yaptırım öngören bir karar aldı. Pratikte atom silahı testi KDHC’nin pazarlık gücünü arttırdı. Şimdi yeni test ertesinde de benzer gelişmeler beklenmelidir. Yeni olan ABD de başkanın değişmiş olmasıdır. Doğrudan ikili görüşmeler pazarlıklar Bush döneminde olduğundan daha olasıdır. Yeni test bir anlamda da ABD dış politikasının da KDHC tarafından test edilmesidir. 2 Haziran 2009 √

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 135’in İşçi Eki ·Temmuz 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


gündem

“Türkiye’den Obama geçti” başlıklı eleştiri yazısı üzerine

N

isan ayı içinde Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunan ABD Devlet Başkanı Obama’nın yaptığı ziyareti konu edinen “Türkiye’den Obama geçti” başlıklı yazımız 133. sayımızda yayınlandı. Bu yazıda gördüğü bir sorunu eleştiren bir okurumuzun eleştirisi üzerinde durmak istiyoruz. Okurumuz yazıdan iki paragraf alıntı yapmakta ardından; “Paragrafları bir bütün olarak ele aldım daha rahat anlaşılsın diye... Son paragrafta iki düşünce iç içe verilmiştir. Birincisi ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa düşülmüş, ikincisinde devrime giden yolun belirleyiciliğinde başka bir yanlışa düşülmektedir.” Demektedir. “Türkiye’den Obama geçti” başlıklı yazımızda, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına rağmen, Ortadoğu’da bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahip olmasını, kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermesini, Ortadoğu’da bölgesel güç olma yolunda ilerlemesi tespitini okurumuz “ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa” düşme, “devrime giden yolun belirleyiciliğinde başka bir yanlışa” düşme olarak adlandırmaktadır. “Bağımlı bir ülke kendi bölgesinde “ bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz çıkarlarını” emperyalist güçlere rağmen yapamaz ve uygulayamaz. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle bir çatışmayı göze alması gereklidir.” “Onun için emperyalist dünyada bir ülke pay kapacak noktaya gelmişse artık bağımlılıktan bahsedilemez.” Okurumuza göre; bağımlı bir ülke kendi bölgesinde kendi öz siyasetine sahip olamaz. Kendi öz siyasetine sahip olabilmesi için emperyalist büyük güçlerle çatışmayı göze alması gerekir. Bağımlı bir ülke emperyalist dünyada pay kapacak seviyeye gelmişse bağımlı olmaktan çıkmıştır. Eleştiri konusu olan Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığının ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım: Türkiye’nin bağımlılığı yarı sömürge tipi bir bağımlılık değildir. Türkiye mali alanda, enerji alanında, sanayide ileri teknoloji alanında, orta derece gelişmiş bir kapitalist ekonomi olarak, gelişmiş emperyalist ekonomilere bağımlıdır. Bağımlılık işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin kendisi açısından belirleyici önemde olan özel çıkarları,

bağımlı olduğu emperyalist büyük güçlerin belirleyici önemdeki çıkarları ile çatıştığı noktada, kendi özel çıkarlarını o güçlere rağmen ve gerekirse o güçlere karşı savunabilecek bir yapıda olmaması anlamında bir bağımlılıktır. Türkiye’nin bağımlı olması, Türk hakim sınıflarının bağımsız hareketi olmayacağı, onların kendi hesapları, siyasetleri olmadığı, bunların emperyalistlerin çıkarları için çatışmadığı, Türk egemenlerinin hiçbir hareket alanı olmayan emir erleri olduğu anlamına gelmiyor. Tü rk iye’n i n ba ğ ı m l ı ol ma sı, Ortadoğu’da haydutluk yapmasının, ezen konumda olmasının, Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip olmasının engeli değil. Türk devleti içte ve dışta sömürgeci, ezen konumundadır. Kürt ulusunun ayrılma hakkının gaspı, Ermeni soykırımı, Kuzey Kıbrıs’ın işgal altında olması, Antakya’nın ilhak edilmesi, Bosna’da, Afganistan’da Türk askerinin olması vb. bağımlılığın “emperyalistler emir verir, Türk hakim sınıfları yapar” şeklinde bir bağımlılık olmadığının örnekleridir. Bağımlı ülkelerin emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmelerinden yararlanarak bağımsız hareket etme alanları vardır. Bu alan ülkenin ekonomik, askeri gücünün gelişmişliğine bağlı olarak genişler. Türk hakim sınıf larının hareket alanı bugün oldukça geniştir. Bush döneminde ABD ile Türk devletinin çeşitli noktalarda siyasetlerinin, çıkarlarının çatıştığını gördük, yaşadık. İran’la Türk devletinin girdiği ilişkiler, yaptığı enerji anlaşmaları, Irak işgali, Kürt sorunu, Kıbrıs sorununda çelişmeler yaşandı. Filistin bağlamında, ABD, AB’nin karşı çıkmasına rağmen “Hamas’sız çözüm olmaz” tavrını takınan Türk egemenleri Hamas ile diyaloğa girdi. vs. vs. Bu nedenlerle biz okurumuz gibi meseleyi, “bağımlı bir ülke kendi öz siyasetine sahip ise o zaman bağımlı olamaz.” “Kendi öz siyasetine sahip ise, o zaman bağımlı olmaktan çıkmıştır” ikilemi içinde, dar, mekanik olarak meseleyi kavramıyoruz. Okurumuzun diğer bir yanlışı da şudur: “Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle çıkar ilişkileri var ama onlarla çelişkileri de vardır. Bu anlamda Türkiye bağımlılıktan çıkarak kapitalist politikalarla bölgesel çıkarları gereği bu alanda paylaşımdan pay

kapmaktadır.” Okurumuz Türkiye’nin emperyalist büyük güçlerle çıkar ilişkileri, çelişkileri olduğunu kabul etmekte, fakat bağımlı bir ülkenin kendi çıkarları olabileceğini, kendi öz siyaseti olabileceğini kabul etmediği için Türkiye’yi bağımlı olmaktan çıkarmakta, onun kapitalist politikalarla Ortadoğu’da bölgesel çıkarları gereği paylaşımdan pay kaptığını savunmaktadır.

Türkiye kapitalist olmasına rağmen, ezen emperyalist/ezilen bağımlı ülke kategorisi içinde ele alındığında, kaderi son tahlilde bağımlı olunan emperyalist güçler tarafından belirlenen bağımlı bir ülkedir. Türkiye emperyalist ülkeler kategorisi içinde değildir. Son tahlilde ciddi bir çıkar çatışmasında, son sözü söyleyecek olacak olan büyük emperyalist güçler olacaktır. 30 Haziran 2009 √

Rejimin garantisi kim olacak? Ordu hiçte rejimin güvencesini polise bırakmaya niyetli değil. Albay Çiçek’in Genelkurmaya rağmen tutuklanıp serbest bırakılması, savaşın daha da kızışacağını gösteriyor. Bu ülkede ‘demokrasi’ böyle işliyor. Siz bunu faşizm olarak okuyun.

B

iz bugüne kadar görev değiş tokuşlarında törenlere alışmıştık. Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Genelkurmay başkanları … görevlerini kendinden sonrakine devrettiğinde törenler yapılır, biz de televizyonların karşısında onları izlerdik. Her gelen, gidenin yaptıklarını öve öve bitiremez, onun izinde yürüyeceği üzerine söz verir. Bu seferki devir teslim öyle olmadı. Görevi devredenler hiçte devretmeye niyetli olmadıklarını gösterdiler. Okuyucu ne demek istiyorsun saadete gel demeden konuya girelim. Bu güne kadar “rejimin güvencesi” olan ordu görevini bundan böyle “demokratik rejimin güvencesi” olan polise bıraktı. Bu açıklama herhangi bir yetkiliden değil, başbakandan geldi. Ne de olsa artık darbeler dönemi sona ermişti, ordu görevi devretmeliydi. Ama bu seferki görev değiş tokuşu öyle övgülerle değil tehditlerle oluyor. Önce Genelkurmay Başkanı arkasına generallerini alarak, orduya karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaş tehditlerine papuç bırakmayacakları açıklamalarını yaparak herkesin ayağını denk alması gerektiği yollu tehditler savurdu. Arkasından AKP "bir gece yarısı operasyonu ile" mecliste “artık askerin sivil mahkemelerde yargılanacağı” yönünde karar aldı. Ardından, Kurmay Albay Dursun Çiçek, Ergenekon soruşturması kapsamında örgüt üyeliği suçlamasıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında, sorgulandı ve tutuklandı. 30 Haziran'da toplanan

MGK toplantısı ertesinde Çiçek bir günlük cezaevi ziyareti ertesinde avukatlarının itirazı üzerine tekrar serbest bırakıldı. İşte son günlerdeki iktidar dalaşı böyle yürüyor. Yerleşik kemalistler öyle kolay kolay iktidarlarını terk etme niyetinde değil. Bu görev değiş tokuşu da bu anlamda öyle bildiğimiz törenlere benzemeyeceğe benziyor. Ordu hiçte rejimin güvencesini polise bırakmaya niyetli değil. Albay Çiçek’in Genelkurmaya rağmen tutuklanıp serbest bırakılması, savaşın daha da kızışacağını gösteriyor. Bu ülkede ‘demokrasi’ böyle işliyor. Siz bunu faşizm olarak okuyun. Seçilmişlerin görevi her zaman bir noter görevinin dışına çıkmamıştır. İktidarın gerçek sahibi olan ordu ve bürokrat burjuvazi iktidarları tehlikeye girdiğinde hemen devreye girmiştir. 1950’ye kadar tek başına idare ettikleri bu ülkeyi, 1950’den sonra 3 darbe ve muhtıralarla bugüne kadar yönetmişlerdir. Sicilinin kabarıklığı hiç de bu ordudan aşağı olmayan polisin bu ‘demokratik rejimi’ nasıl koruyacağını hep beraber göreceğiz. Bize göre bunların yaptıkları yapacaklarının garantisidir. Bunların sözünü ettikleri ‘demokratik rejim'in adı, işçilerin emekçilerin daha fazla baskı altında tutulması, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sefaletten başka bir şey değil. Kürt ulusunun en küçük demokratik bir hak talebinin dahi şiddetle, kanla bastırılmasıdır. Kısaca faşizmdir. 01.07.2009 √

11


halkların kardeşliği için

“Kürt sorununda çok iyi şeyler olacak"

K

12

Savaş yükseltiliyor…

ürt sorununda ilginç gelişmeler yaşanıyor. AKP’nin (başta Gül ve Erdoğan’ın) Kürt meselesinin çözümünde çok önemli bir fırsat yakalandığı bunun kaçırılmaması gerektiği vb. açıklamalarına “bilinen şüpheliler”den (CHP+SHP+açık Ergenekoncular+ulusalcı “sol!” dan) bilinen ve beklenen “vatan satışı”, “vatan hainliği” suçlamaları temelinde ilk tepkiler geldikten sonra, herhalde olası bir “çözüm”ün rantını tek başına AKP’ye yedirmemek kaygısı ile olsa gerek, “muhalefet”ten de “yeni açılım”lar gelmeye başladı. CHP’nin yeni umudu Kılıçdaroğlu hemen hemen Gül ile aynı kelimeleri kullanarak Kürt meselesinin Türkiye’nin çözüm talep eden en önemli meselesi olduğunu açıkladı. Baykal belediye başkanlığı seçimlerinde kazanan CHP’lileri kutlama gezilerine Kuzey Kürdistan’ın kimi illerine yaptığı geziyle devam etti. Bu gezide CHP’nin çözüme her türlü katkıyı yapmaya hazır olduğu mesajlarını vb. verdi. Tabii “çözüm”ün ön şartı olarak PKK’nin kayıtsız koşulsuz silahları bırakması, teslim olmasını dayatarak. Yine de tabii CHP’nin de gelinen yerde “Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur” çözüm için “herkes elini taşın altına koymalıdır”, “CHP buna hazırdır” vb. deme noktasına gelmek zorunda kalmış olması önemlidir. Burada “söyleyene değil söyletene” bakmak gerekir. Söyleten en başta kuşkusuz şimdi 25 yıllık savaşta salt askeri yöntemlerle bastırılmasının, yok edilmesinin mümkün olmadığını pratikte ispatlayan PKK’nin silahlı mücadelesiyle başını çektiği Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesidir. Fakat yalnızca bu değil. İçinde bulunulan konjonktürde sorunun değişik aktörlerinin tavırları da CHP gibi partileri de “yeni şeyler söyleme”ye zorluyor. En başta ABD’nin yeni Ortadoğu planı içinde Türkiye’ye biçtiği rol, bu plan içinde PKK’ye artık Türkiye’ye karşı silahlı mücadele örgütü olarak bir rol öngörülmemesi onun bu rolünün tasfiyesi konusunda açık ve kesin tavrı, buna bağlı olarak AKP-ABD-Irak İşbirlikçi YönetimiGüney Kürdistan Yönetimi arasındaki bu yöndeki anlaşmalar, Türk Genel Kurmayı’nın kimi “siyasi önlemler” e (!) yeşil ışık yakan tavrı vb. bunda rol oynuyor. Diğer yandan aleyhindeki uluslararası gelişmelerin farkında olan PKK’nin zaten uzun süredir esasta Türk devleti tarafından muhatap alınmak için yürüttüğü silahlı mücadele yönteminin gelinen yerde amaca uygun olmadığını gördüğüne dair açıklamaları, kendini

gelinen yerde İran’dan kaynaklı şeriat tehlikesine karşı bir araç olarak tanıtma yönündeki açıklamaları vb. de “yeni şeyler söyleme”ye iten faktörler arasında. Yani sorunun tüm aktörlerini kapsamına alan bir hareketlenme söz konusu. Gül’ün sözünü ettiği ve ısrarla vurguladığı “kaçırılmaması gereken fırsat”ın arka planında emperyalistlerle, onların Irak ve Güney

bütün bilgilerin açıkça gösterdiği gibi, (baskını gerçekleştiren korucu takımı, baskın sırasında Jandarmaya “teröristler köye saldırdı çatışıyoruz” bilgisini veriyor; köy korucu köyü olarak zaten PKK hedefi olan bir köy; baskında bilinçli olarak PKK eylemlerinde kullanılmış olan silahlar kullanılıyor vs. vs.) savaşı kışkırtmak için düzenlenmiş bir provokasyon eylemiydi. Eylemde geride eylemin

Gül’ün sözünü ettiği ve ısrarla vurguladığı “kaçırılmaması gereken fırsat”ın arka planında emperyalistlerle, onların Irak ve Güney Kürdistan’daki işbirlikçileriyle, bu arada belki PKK’nin belli kesimleriyle ve Genel Kurmay’la AKP arasında, hangi pazarlıkların yattığını bilemeyiz. Fakat yürüyen savaşın durdurulması konusunda ciddiye alınması gereken yeni bir şeyler olduğu kesin. Ve savaşın rantını yiyen ve bu yüzden savaşın son bulmasını istemeyen kesimler de bunun farkında. Kürdistan’daki işbirlikçileriyle, bu arada belki PKK’nin belli kesimleriyle ve Genel Kurmay’la AKP arasında, hangi pazarlıkların yattığını bilemeyiz. Fakat yürüyen savaşın durdurulması konusunda ciddiye alınması gereken yeni bir şeyler olduğu kesin. Ve savaşın rantını yiyen ve bu yüzden savaşın son bulmasını istemeyen kesimler de bunun farkında. Farkında oldukları için de savaşı sonlandırmamak, tersine yükseltmek için her şeyi yapıyor, her yolu deniyorlar. Mardin’deki 44 kişinin öldüğü korkunç katliam, şimdi sızan

PKK eylemi olmadığını söyleyen tanık kalmış olması; AKP’nin İçişleri Bakanı’nın Kürt meselesi konusunda ortamı sertleştirmekten yana olmadığı için, eylemin PKK eylemi olmadığı bilgisini alır almaz medya ile paylaşması vb. bu büyük provokasyonun boşa çıkmasını beraberinde getirdi. Fakat savaş rantçıları bu başarısızlıktan yılmadılar. Provokasyonlar devam ediyor. Bu bir yandan ordunun savaşı hem TC sınırları içinde gerillalara karşı eylemleri arttırması, hem de Güney Kürdistan’ı bombalamayı

sıklaştırması biçiminde, diğer yanda ise ordu güçlerine karşı özellikle mayınlı saldırıların artması biçiminde oluyor. Mayın patlamalarının tümü PKK’ye mal ediliyor. Ve her mayın eylemi ertesinde savaş tırmanıyor, tırmandırılıyor. Bir yandan yürüyen savaşın sonlandırılması için umutların arttığı, diğer yandan fakat bu umutları boşa çıkarmak için savaşın sertleştirilmesi için ortam yaratmaya yönelik savaş ve provokasyon eylemlerinin arttığı hassas bir dönemden geçiyoruz. Koma Civakên Kurdistan (KCK) Yürütme Konseyi Başkanlığı, “Kürt sorununun barışçıl yollardan çözülmesi” için 13 Nisan’da ilan ettiği çatışmasızlık sürecini 15 Temmuz’a kadar uzattı ve bu süreci 1 Eylül’e kadar da uzatabileceğini açıkladı. Bu bugüne kadarki çizginin ve tavrın sürdürülmesi demek. KCK açıklamasında dikkat çekildiği gibi aslında devlet içindeki kimi güçler çatışmasızlık sürecini baltalamak için ellerinden geleni yapıyor ve yapacaklar. KCK’nin çatışmasızlık süreci açıklamasının bu kesimler için hiçbir anlamı yok. Diğer yandan içinde bulunduğumuz ortamda Türkiye/Kuzey Kürdistan işçi sınıfı hareketinin TC devletinin, ya da devlet içindeki savaş rantçısı kesimlerin PKK’nin ilan ettiği bu çatışmasızlık ortamında PKK/KCK güçlerine saldırmasını engelleyecek bir hareketliliği, barışı zorlayacak bir hareketliliği de yok. Bunun kısa vadede ufukta görünmediği bir ortamda, savaş rantçıları saldırılarına devam edecekler, PKK de “kendini koruma” ve bu çerçevede misilleme eylemlerine devam edecektir.Yani önümüzde adı “çatışmasızlık süreci” olan çatışmalı bir dönem var. A. Öcalan’ın 21 Mayıs görüşme notlarında söylediği: “Birçok operasyon yapılıyor. Meşru savunma çok önemlidir. Bir böcek bile kendini savunmak için çırpınır. Bir gül dahi kendini savunmak için etrafında dikenler oluşturur. Benim meşru savunma ile ilgili görüşlerimi DTP’den Kandil’e kadar kimse yanlış anlamamalıdır. Ben meşru savunma derken kendilerini savunmasınlar demiyorum, hatta kendi savunmalarını kırk kat daha da büyütebilirler. Ben çatışmasızlık derken ‘Meşru savunma yapmayın’ demiyorum.” sözleri aslında 1 Haziran ertesi için PKK’nin yeni bir şey söylemeyeceğinin işareti: Çatışmasızlık ortamı, ama bunun yanında meşru savunma ve PKK’nin muhatap alınması için silahlı eylem opsiyonunun kullanılması. Yani şimdiye kadarkine devam.


halkların kardeşliği için Bu ise Türk tarafındaki savaş rantçısı kesimin işini kolaylaştıran bir tavır. Bu arada DTP’nin üzerindeki baskılar da artıyor. DTP her geçen gün daha fazla PKK’yi açıkça terörist örgüt olarak adlandırarak kendini PKK’den ayırmaya zorlanıyor. “Şehit cenazeleri“ bağlamında taziyeler, başsağlığı dilekleri, “biz şiddetin siyaset aracı olarak kullanılmasına karşıyız“, “barış isteyen herkes elini tetikten çekmelidir“ vb. açıklamalar yetmiyor. DTP‘den parti olarak PKK‘yi terörist ilan etmesi isteniyor ve bekleniyor. Bir yandan yoğun ideolojik baskılanma, diğer yandan DTP içinde görece radikal görünen kanada doğrudan saldırılarla, DTP bölünmeye çalışılıyor. DTP’ne yönelik gözaltı ve tutuklamalar ve açılan son dava bu çerçevede görülmelidir. Diyarba k ır Cumhuriyet Başsavcı lığ ı’nda özel yet k i li 5 Cumhuriyet Savcısının yürüttüğü soruşturma kapsamında hazırlanan 148 sayfalık iddianame, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Burjuva medyada büyük gürültüyle yayınlanan iddianame güya DTP’nin bir bölümünün PKK’nin legal Türkiye örgütü olarak çalıştığını ispata çalışıyor. Bu dava da kuşkusuz DTP’nin kapatılması davası için yeni bir argüman olarak kayda geçilmiştir. DTP‘ye yönelik saldırılar objektif olarak Kürt sorununda “çözümsüzlük“ yanlılarının işini kolaylaştıran tavır ve eylemlerdir. (Burada kullandığımız tüm çözüm ve çözümsüzlük kavramları sistem içi çözüm ve çözümsüzlük olarak okunmalıdır. Aslında Kürt sorununun sistem içi çözümü gerçek bir çözüm olmayacaktır. Gerçek çözüm, Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkına sahip olduğu ve bunu kendi özgür iradesi ile kendisinin özgür bir ortamda bir referandumla nasıl kullanacağına kendisinin karar vereceği işçilerin köylülerin demokratik diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir ortamda mümkündür. Sistem için çözüm şu anda önce savaşın durduğu bir ortam olarak okunmalıdır.) Bu saldırılar Kürtlere verilen, size hiç bir şekilde kendinizi legal siyaset içinde doğrudan ifade etme imkanı vermeyeceğiz mesajıdır. Aslında dağa ve çatışmaya çağrıdır. Saldırılar bu bağlamda DTP’ye yönelik olanlarla da sınırlı değil. Son olarak KESK te yine Kürt sorunu bağlamında doğrudan saldırı hedefleri içine alındı. 28 Mayıs’ta İzmir, İstanbul, Ankara, Van ve Manisa’da düzenlenen operasyonlarda çoğunluğu öğretmen 40’a yakın kişi gözaltına alındı. Bu da sendikalara yönelik, Kürt sorununda demokrasiyi savunmak size yasak mesajıdır. Ve hepsi ortamı germeye, savaş ortamını sertleştirmeye yönelik eylemler. 10 Haziran 2009 √

Güney Kürdistan petrolu akmaya başladı! Güney Kürdistan yönetimi ile Türkiye’nin petrol alanında yatırım yapan burjuvazisinin bir bölümü arasındaki ilişkiler, görüldüğü gibi “aşiret reisleri ile görüşmeyiz” ilkelliği içinde olan kimi “yüksek” bürokratın hayal bile edemeyeceği boyutlarda.

“K

ürt s or u nu”nu n “çözüm”ü üzerine hara ret l i ta r t ışma la r ı n yürütüldüğü bir ortamda, Güney Kürdistan’da ‘Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ Haziran ayı başında tarihi bir adım atarak yıllar sonra bölgeden ilk petrol ihracını gerçekleştirdi. Güney Kürdistan’da çıkarılan ve şimdi Türkiye/Ceyhan üzerinden dünya pazarına sunulacak petrolü çıkaranlardan biri de Çukurova Grubu bünyesindeki Genel Enerji isimli şirket. Güney Kürdistan-Irak ve Türkiye ekonomisi için önemli boyutlara sahip olan ihracat, Erbil’de yapılan uluslar arası bir basın toplantısı ve törenle dünyaya tanıtıldı. Törene, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Cumhurbaşkanı Mesut Barzani'nin y a n ı sı r a Kü rd i st a n B ölge sel Yönet imi Başba ka nı Neçir va n Barzani, Tabii Kaynaklar Bakanı Dr. Ashti Hawrami ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi Bakanlar Kurulu Danışmanı Dr. Khaled Salih ile Taq Taq petrollerini arama ve üretme yetkisine sahip DNO, Addax ve Genel Enerji şirketlerinin temsilcileri katıldı. Barzani ve Talabani temsili olarak bölgedeki petrolün dünyaya yayılmasını sağlayacak vanayı birlikte çevirdiler. Onlar Erbil’de temsili olarak vanayı çevirirken, aynı anda Kurmala’da gerçek vana açılıyordu. Henüz Irak’ta Petrol Yasası Federal Hükümet Meclisi’nden çıkmadı. Buna rağmen Kürdistan Bölge yönetimi kimi petrol tekelleri ile yaptığı anlaşmalar temelinde, ABD ve Türkiye’nin de onayını aldığı açık olan adımı atarak, Takwe ve Taq Taq sahalarındaki petrolü dış satıma sundular. Kürdistan Bölge Yönetimi bunu yaparken petrol gelirinin paylaşımında şu anahtarı kullanıyor: - Şirketler ihraç edilen petrol gelirlerinin yüzde 12'sini elde edecek. - Şu anda Kürt Bölgesi'nde 30'a yakın petrol şirketi faaliyet gösteriyor. - Kürdistan Yönetimi, petrol gelirlerinden yüzde 17 pay alacak. -Gelirin % 71 i ise Irak Merkezi Yönetimine aktarılacak. Petrol yasası çıkmadan böyle bir paylaşımın öngörülüp ilan edilmesi, Güney Kürdistan yönetiminin gelirin büyük bölümünü merkezi yöne-

time aktarma kararı ve açıklaması, kuşkusuz bu adımın şimdilik büyük kavgalara yol açmadan atılabilmesinin temellerinden biri. KYB’nin kurucusu Talabani törende yaptığı konuşmada altını çizerek Irak’ın petrol zenginliğinin “hiçbir etnik grubun siyasi ve ekonomik çıkarına kullanılmayacağını” vurguladı. Talabani Irak'ı oluşturan tüm kesimlerin ülkenin zenginliğini adil biçimde paylaşmayı öğrenmesi gerektiğini belirterek, yabancı şirketlerle imzalanan petrol anlaşmalarının Irak anayasasına uygun olduğunu vurguladı. Irak Başbakanı Maliki'nin de törene katılmamasına tepki gösteren Talabani, "Maliki ve Kürt yönetimi siyasi olarak uzlaşmalı. Maliki Kürtlerle bu heyecanı paylaşmalıydı. Bugün bu ihracatın başlaması, Kuzey Irak petrolü hakkında yapılan haksız suçlamaları da ortadan kaldırıyor. Bütün bunları söyleyebilmek için yaşayabilmek bile çok önemli. Burada yaşayan halk bunu görmek için çok fazla kan ve gözyaşı döktü. Kürdistan petrolünden tüm Irak yararlı çıkacak. Kuzey Irak petrolü hiçbir etnik grubun siyasi ve ekonomik çıkarına kullanılmayacak. Irak'ın zenginliklerini paylaşmayı herkes öğrenmeli. Parlamentoda demokrasiyi, insan haklarını ve ticaret alanlarındaki özgürlükleri geliştirmek için altyapı oluşturmaya çalışıyoruz" dedi. Törende yapt ığ ı konu şmad a Kü rd i s t a n B ölge s el Yöne t i m i Başbakanı Neçirvan Barzani, "bir başka ülkede bu olay tipik bir ekonomik ve teknik bir başarıdır. Kürdistan Bölgesi içinse bu, yakın geçmişten dramatik bir ayrılık. Bunun Irak'ın çıkarına olduğundan kimse şüphe duymamalı. Daha barışçıl bir geleceğe katkıda bulunmalıyız. Bugün Kürdistan Bölgesi ve tüm Irak için bir adım atmak istiyoruz" dedi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Cumhurbaşkanı Mesut Barzani ise, bugünün Kürt ulusu için bir milat olduğunu belirterek, "Bu miladın altına imza atan Kürt yönetimini büyük bir minnetle kutluyorum. Irak petrolü tüm Iraklılarındır. Bağdat yönetimi görecektir ki, Kürtler herkesten daha adil olacak. İnşallah, Kürt Hükümeti Irak'ın geleceği için çok daha büyük anlaşmalara imza atacaktır" diye ko-

nuştu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Doğal Kaynak lar Bakanı Ashti Hawrami Irak tarihinde ilk kez Kürt halkının, bölgenin doğal kaynakları hakkında karar verdiğini belirterek, "Petrol lanetini ardımızda bırakıyoruz. Sınır ötesi işbirliklerinin ve istikrarın hüküm süreceği bir döneme giriyoruz. Artık birbirimiz için tehdit değil, partneriz" diye konuştu. Şimdi Güney Kürdistan’dan yapılan petrol ihracatında çok önemli bir rol oynayan “Genel Enerji” Çukurova Grubu'nun (M.Emin Karamehmet) çoğunluk hissesine sahip olduğu bir şirket. 2003‘te yüzde 70’i Karamehmet’e, yüzde 30’u da Mehmet Sepil’e ait olarak kurulmuş. Genel enerji, 6 sahada arama izni olan şirketlerde yüzde 20-44 arasında hissedar. Ortak olduğu şirketler şunlar: Addax (Kanada), DNO (Norveç), Petoil (Türkiye), KEPCO (Bölgesel Kürt Yönetimi), Heratege (Kanada). 2003 yılında ilk kez Kuzey Irak’taki sahaları için 25 yıllık sözleşme imzalayan Çukurova Grubu ortaklığı Genel Enerji, Taq Taq’a, Takwe sahasını da ekledi. Yalnızca Taq Taq’tan günde 40 bin varil petrol üretiliyor. Türkiye’nin günlük üretimi 42 bin varil civarında. Yani yalnızca bu alandan üretilen petrol Türkiye’nin günlük petrol üretimine eşit. Türkiye’nin 260-270 milyon varil üretilebilir petrol rezervine karşılık, Taq Taq’ta tespit edilen üretilebilir petrol rezervi 750 milyon 1 milyar varil civarında. 2006 yılında yüzde 55 Genel Enerji, yüzde 45 Addax ortaklığı ile kurulan Taq Taq Opetating Company Ltd. (TTOPCO), 8 Ağustos 2007 tarihli Bölgesel Petrol Kanunu’na göre arama ruhsatlarını genişletti. Genel Enerji, 2009 Mart ayında Kuzey Irak’ta yeni açılan petrol arama sahalarında ortaklık hisseleri aldı. Hisselerinin yüzde 100’üne sahip olduğu Taq Taq Petroleum Refinery (TTPRC) şirketini kuran Genel Enerji, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile 26 Şubat 2008 tarihinde rafineri kurmak üzerine de bir sözleşme imzaladı. Buna göre, TTPRC günlük işletme kapasitesi 60 bin varillik, 750800 milyon dolar yatırımla bir rafineri kurma izni de aldı. Bu rafineri Irak’a petrol ürünü satacak. Güney Kürdistan yönetimi ile Türkiye’nin petrol alanında yatırım yapan burjuvazisinin bir bölümü arasındaki ilişkiler, görüldüğü gibi “aşiret reisleri ile görüşmeyiz” ilkelliği içinde olan kimi “yüksek” bürokratın hayal bile edemeyeceği boyutlarda. Ve görünen odur ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın kürt sorununun çözümü konusunda sözünü ettiği “tarihi fırsat”lar arasında, Güney Kürdistan yönetimi ile ticari anlaşmalarla da desteklenen, karşılıklı çıkara dayanan sıkı işbirliği de var. 5 Haziran 2009 √

13


yeni kadın dünyası

Erkek şiddeti AİHM’de mahkum T

14

ürkiye kadına yönelik şiddetin en yaygın yaşandığı ülkelerin başında geliyor. Sadece kadınlara değil çocuklara da çok yaygın olarak şiddet uygulanıyor. Medyaya yansıyan haberlere bakmak, toplumdaki erkek şiddetinin boyutlarını görmeye yetiyor. Özellikle son aylarda kadın katliamları ve kadına yönelik cinsel şiddet iyice tırmandı. Güçlünün her zaman güçsüzü ezdiği bu kapitalist sistemde buna bir de toplumdaki erkek şovenizmi eklenince bu toplum kadınlar için iyice yaşanmaz hale geliyor. Kuşkusuz şiddetin bu kadar yaygın yaşanabilmesinin bir sebebi var. Kağıt üzerindeki yasalarda kadın erkek eşitliğinden dem vuran devlet, pratikte içte bunun gereklerini yerine getirmiyor. Bırakalım şiddete karşı tutarlı bir mücadele yürütmeyi, bizzat devletin kendisi bütün kurumları ile kadına yönelik erkek şiddetini körüklüyor. Özellikle cinsel taciz ve tecavüz olaylarında polis, mahkeme, savcılık gibi devlet kurumlarının tavrı adeta bu suçları teşvik edici nitelikte. Nasıl mı? İstanbul Beyoğlunda bir bara müşteri olarak giden S.D. bar çalışanı ve onun bir arkadaşı tarafından üç saat boyunca tecavüze uğramasına ve üzerinde sperm izleri bulunmasına rağmen tecavüz eden kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. İnsanın aklına bulursanız yargılarsınız demekten başka bir şey gelmiyor! Tekirdağ'da jandarmanın yol kontrolü sırasında durdurduğu araçta kimlikleri olmadığı için jandarma E.F.S. (13) ile babası M.S.'yi karakola götürüyor. E.F.S. babasının kendisine tecavüz ettiğini ve zorla fuhuş yaptırdığını söylüyor. Jinekolojik muayeneden geçen E.F.S'nin bakire olmadığı öğrenililiyor. Jandarma M.S.'yi savcılığa sevk ederken savcılık babayı serbest bırakıyor! Ankara'da E.T. (30) 6 kişinin bir bağ evinde kendisine tecavüz edip, çantasındaki 150 TL ile cep telefonunu gasp ettiklerini öne sürerek şikayetçi oluyor. Yakalanan şüpheliler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Diyarbakır'da öğretmen olarak görev yapan Z.T.(30), aynı okulda hizmetli E.B.'nin (40) kendisine tecavüz ettiğini iddia ederek, polise başvuruyor. Tecavüz ve şantajla suçlanan E.B. yapılan sorgulamasının ardından adliyeye sevk ediliyor. Fakat delil yetersizliği nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Aşağıda aktaracağımız Nahide Opuz örneğinde görüldüğü

“Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle yetişmiş bir toplumda kadına yönelik şiddet olağan bir şey olarak görülüyor. Kadına yönelik şiddetin olağan görülmesi ne yazık ki kadınlar arasında da oldukça yaygın. gibi şiddeti uygulayanların ciddi bir yaptırımla karşılaşmamaları bir yana şiddete maruz kalan kadınların korunmamasıyla şiddeti uygulayanlar daha da pervasızlaşıyor. AİHM'de açtığı davay ı kazanan Nahide Opuz'un memleketi Diyarbakır'da 1999-2005 arasında 59 davanın 46'sında mahkeme, haksız tahrik nedeniyle faillere indirim uyguladı. Bianet’in günlük gazetelerde yer alan kadına yönelik şiddet olaylarını derleyerek oluşturduğu çeteleye göre bir ay içerisinde tam 22 kadın erkekler tarafından katledildi. Bu katliamların başında boşanmak istemek, evlilik teklifini reddetmek, kıskançlık, yemek yapmamak, aldatmak, fuhuş yapmak vs. gibi gerekçeler geliyor. Aldatmak ve fuhuş yapmak gibi suçlamalar çoğu zaman aslı olmayan, kişinin gerçekleştirdiği suçu hafifletmek amacıyla ortaya attığı yalanlar oluyor. Kadına yönelik şiddet sözkonusu olduğunda başvurulan ‘tahrik indirimi’ gibi uygulamaların yaygın bir şekilde uygulandığı bilindiğinde bu tür iftiralara neden başvurulduğu daha iyi anlaşılıyor. “Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle yetişmiş bir toplumda kadına yönelik şiddet olağan bir şey olarak görülüyor. Kadına yönelik şiddetin olağan görülmesi ne yazık ki kadınlar arasında da oldukça yaygın. Fakat bu şiddete dur diyen az sayıdaki örgütlü, devrimci muhalif kadının yanısıra, Nahide Opuz gibi mahkemelerin şiddeti uygulayan erkeği koruyan açık pratiğine rağmen yaşadığı şiddeti kabul etmeyen, mücadele yürüten ve bu mücadelesini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar

taşıyan kadınlar da var. Nahide Opuz o kadınlardan bir tanesi. İşte öyküsü: 1995 yılında evlendiği ve üç çocuk sahibi olduğu kocası H.O. tarafından fuhuşa zorlanıyor, kocasının sürekli olarak şiddetine ve tehditlerine maruz kalıyor. 1995 ve 1998 yılları arasında kocası hakkında şikayette bulunması üzerine, kocası tarafından şiddetli bir şekilde dövülmesinin yanısıra, arabayla ezme, bıçakla yaralama gibi şiddet biçimlerine maruz kalıyor. İşlediği bu ağır suçlara ve tıbbi raporlara rağmen, koca hakkında yeterli delil bulunmadığı gerekçesiyle önce dava açılmıyor, daha sonra yapılan duruşmalar sonucunda üç ay hapis cezası alıyor. Fakat bu da para cezasına çeviriliyor. Devlet tarafından korunmayan Nahide Opuz kocasının yoğun baskıları üzerine davayı geri çekmek zorunda kalıyor. Nahide Opuz annesi ile birlikte 2002 yılında İzmir'e kaçmaya çalışırken kocası kendilerini buluyor ve arabada an-

nesini tabancayla vurarak öldürüyor. Adam öldürme suçundan ömür boyu hapse mahkum olan H.O. 2008'de 'şartlı tahliye' hakkından yararlanarak serbest kalır kalmaz Nahide Opuz’u tehdit etmeye devam ediyor. Bu gelişme üzerine Nahide Opuz savcılığa başvurarak 'hayatının tehlike altında bulunduğunu' bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmadığı gibi sadece H.O.'nun ifadesine başvurulmakla yetiniliyor. Nahide Opuz, herhangi bir koruma önlemi alınmadığı için Diyarbakır'ı terk etmek zorunda kalıyor ve başka bir şehirde, başka bir kimlikle yaşamaya başlıyor. Her gün öldürüleceği korkusuyla yaşıyor ve can güvenliği halen sağlanmış değil.Nahide Opuz, Türkiye’de yaptığı başvurulardan sonuç alamayınca 2002 yılında AİHM’e başvuruyor. AİHM 'yaşam hakkının ihlal edildiği', 'şikayete rağmen işkencenin engellenmediği' ve 'kadına yönelik negatif ayrımcılık yapıldığı' kararıyla Türkiye’yi 36 bin 500 Euro tazminata mahkum etti. AİHM’in Türkiye'yi bu kez aile içi şiddete uğrayan bir kadını korumadığı gerekçesiyle mahkum etmesi bir ilki oluşturuyor. AİHM'in Türkiye'yi mahkum ettiği hak ihlalleri bugün de devam ediyor. Yani TC devleti bugün de Nahide Opuz somutunda mahkum olduğu bir suçu işlemeye devam ediyor. Nahide Opuz bugün de tehdit altında olduğu halde devlet güçleri ona sahip çıkmıyor, onu korumuyor. Bu erkek egemen devletin olağan erkek egemen tavrıdır. Nahide Opuz’un hakkını burjuva yasaları çerçevesinde de sonuna kadar arayan ve sonuçta TC devletinin mahkum edilmesine yol açan tavrı örnek alınması gereken bir tavırdır. Bu örneklerin çoğaltılması ancak şiddetin kader olmadığının ve hiç kimsenin bir başkasına şiddet uygulama hakkının olmadığının emekçi kadınların bilincine çıkarılması ile mümkündür. Haziran 2009 √ √

DESA direnişi sona erdi Sefaköy’deki DESA fabrikasından sendikal çalışma yürüttüğü için atılan Emine Arslan’ın 352 gündür yürüttüğü direniş, yargıtay kararının ardından sona erdi. Yargıtayın patrona ‘ya işçilerin geri alınması yada 12 aylık sendikal tazminat ile 4 ay boşta geçen süre de dahil olmak üzere tüm hakların ödenmesi’ şeklindeki çift yönlü kararı yine patronun işine yaradı. Patron göstermelik 3 işçiyi geri işe alırken 15 işçinin de tazminatlarını ödeyerek işten attı. Bunlar

içerisinde Emine Arslan da bulunuyor. Para için değil, sendikalı olarak işe geri dönmek için direndiklerini söyleyen Emine Arslan mücadelenin devam edeceğini belirtti. Yargıtayın bu kararı, bir kez daha devletin patronların devleti olduğunu ortaya koyarken, aynı zamanda işçi sınıfının sendikal haklarının garantisinin de ancak kendi iktidarları olan sosyalizm ile mümkün olduğunu göstermiş oldu. Haziran 2009 √


panorama

PANOR AM A

Seçimler ve gelişmeler... - İRAN -

1

2 Haziran 2009 tarihinde İran’da cumhurbaşkanlığı için seçimler yapıldı. Seçimde dört aday vardı. Sözkonusu dört aday da Anayasayı Koruma Konseyi tarafından “İslam Cumhuriyetine sadık” kişiler olarak değerlendirilip bu Konsey’den izin alan kişilerdir. Buna rağmen ama seçimlerden önce özellikle Batı basını –buna belli ölçüde Hürriyet gazetesi gibi Türkiye basını da katıldı– öyle bir propaganda yaptı ki, sanki Mir Hüseyin Musevi rejimde “değişimin” adayı ve seçimin kesin galibidir. Hürriyet gazetesi 10 Haziran tarihli nüshasında “seçim değil devrim” başlığını atıyordu. Adayların düşünce, yaklaşım farklılıkları benzer olduğu koşullarda seçim propagandasında kişisel saldırılar, suçlamalar öne çıkıyor. Türkiye’de son yerel seçimlerde de bunu yaşadığımız gibi, İran’daki seçim propagandasında da benzeri durum yaşandı. Musevi yeşil rengi sembolü haline getirerek Obama gibi “değişim”den bahsetti. Basın da bunu “yeşil değişim” diye kitlelere empoze etti. “Reformcu” kesimin adayı olarak lanse edilen Musevi, Humeyni döneminde yaklaşık 8 sene başbakanlık yapan biri. Ahmedinejad’a yönelttiği en büyük eleştirisi, “gereksiz provokasyon tavırlarıyla İran’la diğer ülkeler arasında gerginlik yarattı” biçimindedir. Bunun ötesinde Ahmedinejad’a “sen yalancısın” demiştir. Kitlelere yönelik tavırda ise özellikle gençlerin ve kadınların oyunu almak için kimi yasaları değiştireceği sözünü vermiştir. Kısaca özetlenirse Musevi dış politikada genelde gerginlik yaratmayan bir siyaset, özelde de ABD ile ilişkileri düzeltme ve nükleer program bağlamında şeffaflığı sağlama yönlü siyaseti temsil ettiğini açıklarken, içte de “İslam cumhuriyetini yalanlardan temizlemek” gerektiğini ve kimi yasaları değiştirme vaadi veren

bir “reformcudur”. Cumhurbaşkanlığı için izin verilen adayların islama sadakati sayesinde seçimlere katıldığı olgusu ve “değişimin” sembolü olarak gösterilen Musevi’nin savunduğu görüşlere bakıldığında, sözkonusu olanın, sistem içinde bir “değişim” isteminden başka bir şey olmadığı görülecektir. Kuşkusuz ki İran’da egemenler arasında iktidar dalaşı vardır. Kitlelerin bu sisteme karşı hoşnutsuzluğu da inkar edilemeyecek düzeydedir. Buna rağmen ama, Musevi gibilerinin yönetime gelmesi de sistemden özde bir şey değiştirmeyecektir. Kararlar gerçekte ne Cumhurbaşkanı ne de Meclis tarafından verilmektedir. Musevi ile Ahmedinejad arasındaki dalaş, esasında İran’da devlet erkini gerçekte elinde tutan Mollaların iktidar dalaşının kamuoyuna yansımasıdır. Bu dalaş “muhafazakar” ve “reformcu” adı altında yürüyen ve yeni olmayan bir dalaştır. Kısa sürede de biteceğe benzemiyor. Bu dalaşın pratik göstergelerinden biri de seçim propagandası sürecinde takınılan tavırlardır. Örneğin Musevi’yi açıkça destekleyen Rafsancani, seçimlerden önce yayınladığı bildiride “Ahmedinejad seçimi kazanırsa hile var demektir. O halde halk sokağa dökülür.” (Hürriyet, 12 Haziran 2009) diyerek Ahmedinejad lehine olacak seçim sonucunu kabul etmeyeceğini ilan ediyordu. Yine “reformcular” arasında sayılan Hatemi’nin de Musevi’yi desteklediği bilgisi medya tarafından yaygınlaştırılıyordu. Musevi’nin Humeyni döneminde başbakanlık yapan biri olduğunu bir kenara bıraksak bile Hatemi ile Rafsancani’nin İran’da yöneticilik yaptıkları, bugün de cumhurbaşkanlığından daha yüksek kurum olan dini kurum içinde yer aldıkları olgudur. Bu olgulara bakıldığında “muhafazakar” kesime karşı “reformcu” kesimin “kurtarıcı” olarak

gösterilmesinin kitlelerin bilincini karartmaktan ve onları sistem içine hapsetmeye çalışmaktan başka bir şey olmadığı açıktır.

Seçim sonucu ve protestolar Seçimden önce Musevi lehine yaygınlaştırılan tahminlere göre %60 civarında oyla Musevi önde gidiyordu. Rafsancani “Ahmedinejad seçimi kazanırsa hile var demektir” diyerek kitleleri sokağa dökmeye hazırlarken, Musevi ve yanlıları “resmi sonuçların tahminlere ters düşmesi halinde” halkı tepki göstermeye çağırıyordu. Bu tavırların seçimlerden önce ve seçim sonuçlarının henüz bilinmediği koşullarda takınıldığı gerçeğine bakıldığında, protestoların yaşanacağına da kesin gözüyle bakılıyordu. Ahmedinejad da muhalefetin kendisine karşı “kadife devrim” peşinde olduğunu açıklıyordu. Verilen bilgilere göre 46,2 milyon seçmenin yaklaşık %85’i seçime katıldı. Bu katılım oranı herhalükarda yüksek bir katılım oranıydı. Seçim yetkililerinin açıklamasına göre Ahmedinejad %62,6 oy oranıyla seçimi kazandı. Musevi’nin oy oranı ise %33,75 olarak verildi. İran’ın dini lideri Hamaney, Ahmedinejad’ın seçim zaferini kutlarken, Musevi’yi provokasyon yapmaması konusunda uyardı. Fakat Musevi bu uyarıya uymadı ve seçim sonucunu kabul etmediğini açıklayarak, sonuçların iptal edilmesini talep etti. Bu arada seçimden önce hazırlanan atmosferle taraftarlarını protestoya çağırdı. Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra başlayan protesto eylemlerinde, protestocularla kolluk güçleri arasında çıkan çatışmalarda 17 kişinin öldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı haberi verilen haberler arasındadır. Batılı medya her ne kadar göstericileri “barışçıl gösterici” olarak göstermeye çalışsa da, gerçekte

göstericiler arasındaki bir kesim hiç de “barışçıl” değil. Sorun tabii ki onlar için “reformcuları” desteklemek olduğundan gerçeği çarpıtıyorlar. Böylece aslında tartışılması gereken esas sorunun üzeri örtülüyor. Sorun kimin barışçıl olup olmadığı, kimin saldırgan olduğu meselesi değildir. Sorun, protestocuların gerçekte neyi amaçladığı, ne için sokaklara çıktığı sorunudur. Yönetimin medyaya koyduğu yasak sonucu, İran’da son günlerde gerçekte neler yaşandığı konusunda güvenilir hiç bir bilgi yok. Protestocuların gerçek sayısı bilinmiyor. Kimine göre 200-300 kimine göre binlerce… Buna rağmen ama, protestocuların geneli Ahmedinejad’a karşı Musevi yanlısı kesim ve seçimin sonucunu kabul etmeyenlerdir. Bu arada sözkonusu protestoları sisteme karşı kinini göstermek için bir araç olarak kullanmaya çalışan kesimlerin olma ihtimali olsa da, bu genel durumu değiştirmiyor. Sonuçta, yürüyen kavga, sistemi olduğu gibi korumaya çalışanlarla, sistem içi değişiklik isteyenler arasında yürümektedir. Bunların “barışçıl” mı, “şiddet yanlısı” mı olduğu belirleyici değildir. Protesto eylemlerinde yaşanan öldürmeler, yaralamalar, tutuklamalar ve konan yasaklar ise ABD ve AB’nin kimi ülkeleri tarafından İran yönetimine karşı kullanılmaya çalışıldı. Dinci faşist rejimin protestolara karşı suskun kalması zaten beklenmiyordu. Protestolara karşı tutumda her devletin yaptığı gibi, eylemleri kontrolü altına almaya çalıştı ve evet birçok insanı da katletti. Bu gerçeğe rağmen beklenenden daha az ölçüde şiddete başvurduğu da olgudur. Bunu tespit etmemiz İran molla rejimini temize çıkarmak için değildir. Hayır! Onlardan baskı ve zulümden, katliamdan başka bir şey beklemiyoruz. Bu tespitimiz, demokrasicilik oyunu oynayan emperyalistlerin sahtekarlığını ortaya koymak içindir.

15


panorama Örneğin, en son olarak AlmanyaFransa ortaklığında gerçekleştirilen NATO 60. yıldönümü kutlamalarına karşı protesto eylemlerine karşı alınan önlemler ve eylemcilere yönelik gerçekleştirilen saldırılar –öldürme olayı dışında– İran’ın yaptıklarından geri kalan yanı yoktu. Strasbourg’ta pencerelere “Barış” yazılı pankartlar asmanın bile yasaklandığı gerçeği unutulmadı daha! Burjuvazinin temsilcilerinin insan hakları ve kitleler için demokrasi konusunda birbirlerine söyleyecekleri hiç bir laf yoktur. Al birini vur ötekine! İnsan hakları ve demokrasi konusunda yeniden burjuvazinin riyakarlığını yaşarken, yasaklara rağmen protestolar değişik biçimlerde sürdü, sürüyor. Protestoların son bulmaması ve dini lider Hameney’in seçim sonuçlarına itirazın resmi yollarla yapılması gerektiğini, bunun sokaklarda olmayacağını açıklaması sonucunda, resmen seçim sonuçlarının gözden geçirilmesi başvurusu yapıldı. Ahmedinejad dışındaki adaylar, Musevi, Kerrubi ve Rızai toplam 646 usulsüzlük hakkında şikayette bulundu. Sonuçta Hamaney, önce seçimlere hile karışmadığını açıkladığı ve yaşananlardan protestocuların mesul olduğunu, olacağını ilan ettiği halde, hile yapılıp yapılmadığının kontrol edilmesi talimatını verdi. Anayasayı Koruma Konseyi 50 kentte 3 milyon civarında sahte oy kullanıldığını açıkladı. Buna rağmen bu sahtekarlığın seçimin kaderini belirleyen önemde bir hile olmadığına, “büyük usulsüzlük” yapılmadığına karar kıldı. Buna bağlı olarak İçişleri Bakanlığı, Ahmedinejad’ı kuracağı yeni kabine ile 26 Temmuz-19 Ağustos tarihleri arasında Meclis’te yemin etmeye çağırdı. Anayasayı Koruma Konseyi se-

çimin yinelenmeyeceği konusunda kararlı görünüyor. Yine de seçimde oyların paylaşımı konusundaki kesin sonuç ortaya konmamıştır. Bu yazı yazılırken bu sonucun kesinleştirilmesi için öngörülen “beş günlük” süreç daha dolmamıştı. Protestoların da son bulmadığı bilinçte tutulursa, bu dalaşın biraz daha süreceği söylenebilir. İran’da bu gelişmeler yaşanırken ABD’nin Beyaz Saray sözcüsü Gibbs’in “Bazı şeyleri başardıklarını düşünüyorum. Dikkatleri İran’da olup bitenlere çevirdiler. İran’da değişimin başlangıcını görüyoruz.” (Hürriyet, 24 Haziran 2009) yönlü açıklama ile İran’daki genel grev çağrılarını desteklemediklerini söylemesi, muhalefetin şimdilik daha ileri gitmemesi gerektiğine de işaret etmektedir. ABD’nin İran’da muhalefeti güçlendirmek için yıllardır çalıştığı gizli değildir. En son 2006 yılında önceki harcamalara 75 Milyon dolar daha eklediği açıkça kamuoyuna yansıyan bir gerçeklik. Musevi’nin Londra ve Paris’teki danışmanlarına para ödenip ödenmediği belli değil. Fakat 2001 yılında “İran’da Demokrasi için Koalisyon” (CDI) adlı kuruluşu kuran ABD’li Leeden ile 1980’li yılların ortalarından beri iyi arkadaş olduğu medyaya yansıyan bilgiler arasındadır. G el i şmeler, A h me d i nejad ’ı n Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmayı sürdüreceği, protestoların şimdilik dineceği, muhalefetin daha da güçlenmek için çabasını fazla gerginlik yaratmadan sürdüreceği ve her fırsatı yeniden değerlendirmeye çalışacağı yönündedir. “Muhafazakar”lar ile “reformcular” arasındaki hesaplaşmanın yeniden yaşanacağı açıktır. Ne zaman ve nasıl olacağını göreceğiz. 25 Haziran 2009√

Seçimlerden yine ANC çıktı - GÜNEY AFRİKA -

G

16

üney Afrika’da parlamento seçimleri 22 Nisan 2009 tarihinde gerçekleşti. 400 koltuk için yarışan partilerin sayısı irili ufaklı bir düzineden fazlaydı. Seçimlerden önce yapılan tahminlere göre Afrika Ulusal Kongresi (ANC) seçimin galibi olacak ve ANC Lideri Jakob Zuma ise meclis tarafından

başkanlığa seçilecekti. Gerçekten de bu yönlü tahminler doğru çıktı. 22 Nisan’da seçimlere katılım %77 olarak verilirken, ANC oyların %65,9’unu alarak seçimi büyük farkla kazandı. İkinci sırada yer alan Demokratik Birlik (DA) oyların %16,7’sini aldı. 2007 yılı sonlarında Zuma’nın

Zuma’nın “halktan biri”, “halka yukardan bakmayan” biri olarak kabul edilmesi ona belli bir puan kazandırsa da; gerçekte Zuma’nın nasıl bir politika izleyeceği net değildir. ANC liderliğine seçilmesi sonrası dönemde Mbeki taraftarlarının ANC’den ayrılarak kurduğu Halkın Kongresi (COPE) ise oyların 7,4’ünü alarak meclisteki üçüncü güçlü parti oldu. Mecliste yer alan diğer dokuz partiden bazılarının sadece birer milletvekili var. 6 Mayıs’ta Mecliste yapılan seçimle Zuma, 277 oy alarak başkanlığa seçildi. Zuma karşısında başkanlığa aday olan COPE adayı ise 47 oy aldı. Böylece Zuma Güney Afrika’nın yeni başkanı oldu. Seçimin yapılması ANC’nin bölünmeden dolayı da oy kaybederek üçte ikilik çoğunluğu az farkla elinden kaçırması, Güney Afrika’daki sorunların en az sorunlu olanlarıdır. Varolan birkaç soruna değinirsek durum aşağıdaki gibidir. ANC Güney Afrika’da Apartheid’a karşı mücadelede önder rolünü kitlelere kabul ettirmiş ve Apartheid sistemine son verilmesi sonrası dönemde de, mücadele dönemindeki kredisini hâla tümüyle tüketmemiştir. Buna rağmen ama gerek Mandela yönetiminde gerekse de sonraki yönetimlerde –örneği Mbeki yönetiminde– Güney Afrika’nın siyah halkının, yoksulların sorunları önemli ölçüde çözülmemiştir. ANC’nin kendisi yiyicilik, rüşvetçilik, adam korumacılık vb. burjuva sistemin pisliklerine bulaşmıştır. Bunun sonucunda ortaya siyahlar arasında bir zengin orta tabaka çıkmış ama milyonlarca yoksul siyahın sorunları sürüncemede bırakılmıştır. Bir cephe örgütü olan ANC içinde yer alan Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve sendika birliği COSATU özellikle Mbeki yönetimi döneminde dışlanma durumundaydı. SACP ve COSATU ise Zuma’yı destekleyerek ANC liderliğine seçilmesini sağladılar. Zuma’nın liderliğinde ANC’nin “sola kaydığı” yönlü görüş savunulmaktadır.

Fakat SACP ve COSATU tarafından desteklenen Zuma ise rüşvet yemekten, dolandırıcılıktan, kara para aklamaktan ve tecavüzden dolayı mahkemeye verilmişti. Seçimlerden yaklaşık iki hafta önce savcılık sözkonusu davayı durdurdu ve böylece Zuma’ya başkanlık koltuğuna oturma yolunu açtı. Medyaya yansıdığı kadarıyla Zuma da sözkonusu düzenin pisliklerine bulaşan diğer ANC önderlerinden farklı değildir. Buna rağmen ama Güney Afrikalı siyahlar, seçim günü sandık başına gidip ANC’ye oy vermeyi görev olarak, Apartheid’a karşı zorlu mücadeleyle kazanılmış hakkı korumanın onurlarını koruma olarak ele aldıklarından oylarının çoğunluğunu ANC’ye vermişlerdir. Gerçekte ANC’nin anda aldığı oylar, bugün savunulan siyasetin ya da son yıllarda halk için yapılanların ürünü değil, hayır, ırkçı sisteme karşı mücadelenin mirasıdır. Irkçı sistemin siyah halka bıraktığı yoksulluk, açlık, hastalık, evsizlik, susuzluk vb. miraslarla mücadelede ise ANC yönetimi iyi bir sınav vermemiştir. Zuma’nın “halktan biri”, “halka yukardan bakmayan” biri olarak kabul edilmesi ona belli bir puan kazandırsa da; gerçekte Zuma’nın nasıl bir politika izleyeceği net değildir. Kime konuşursa ona uygun laflar ediyor. Yani evsizlere yönelik konuştuğunda yönetimin ev yapma planı hakkında konuşuyor vaat veriyor, ya da toprak reformu konusunda konuşuyor, aynı biçimde yabancı yatırımcılara, liberal burjuvazinin temsilcilerine yönelik konuştuğunda da onlara ülkede garantiler vaadediyor, ekonomi siyasetinde bir şey değiştirmeyeceğini açıklıyor vb. vb. Zuma kesimlere göre şerbet dağıtsa da, başkan olarak ülkede varolan kimi temel sorunlarla karşı karşıyadır. Zuma’nın ve ANC’nin geleceği ise esas olarak sözkonusu sorunların çö-


panorama zümüne bağlıdır. Milyonlarca insan için ev yapmak, onları barakalarda yaşamaktan kurtarmak. İşsizliğin %25lerde seyrettiği koşullarda iş yeri sağlamak, işsizliği önemli ölçüde düşürmek. Toprak reformunu derinleştirmek ve özellikle kadın erkek arasında toprak dağılımında eşit davranmak. Eğitim ve sağlık alanında şimdiye kadarkinden çok daha fazla yatırım yapmak ve özellikle de hastaların tedavisi ve ilaç ihtiyaçlarını gidermek vb. vb. sorunlar öne çıkan önemli sorunlardır. Tüm bunlara tabii ki yolsuzlukla, adam kayırmacılıkla, kriminellerle mücade de eklenmektedir. Zuma’nın ANC lideri ve başkan olması Güney Afrika “solu”nda umut yaratsa da, sözkonusu umutların boş olduğu şimdiden açıktır. Zuma’nın başkanlığında bu sorunlara ne kadar çözüm getirileceğini süreç gösterecektir. Fakat SACP’nin 1 Mayıs 2009 vesilesiyle yaptığı değerlendirmede ANC’nin seçimleri kazanmasını “işçilerin ve yoksulların zaferi” olarak göstermesinin haklı hiç bir yanı yoktur. Sözkonusu açık lamada SACP, COPE veya Demokratik Birliği (DA) eleştirirken açıkça Zuma’nın sav u nucu luğ u nu yapma k tad ı r. Bunun da ötesinde SACP ANC’yi burjuvaziye karşı korunması gereken bir birlik olarak savunmaktadır. Bunu da halkın iktidarını, örgütlerini kurma, sağlamlaştırma ve evet sosyalizmi inşa etme adına yapmaktadır. Yanlış yapmaktadır. ANC çoktan burjuva sistemin, kapitalizmin örgütü, egemenlerin çıkarlarını koruyan siyasetin uygulayıcısı olmuştur. ANC’den ayrılanların COPE’yi kurması gerçekte ANC’deki gelişmelerin bir ürünü olmuştur. Sözkonusu gelişmeler ise kimin hangi burjuva kesimin temsilciliğini yapma konumuna geldiği meselesidir. ANC önderliği sözkonusu olduğunda gidenler de kalanlar da burjuva sistemin, kapitalizmin savunucularıdır. Böylesi bir durumda SACP sosyalizmi savunma adına ANC kuyrukçuluğu yaparak işçilerin, yoksulların çıkarlarına hizmet etmekten çok uzaklarda duruyor. Hem SACP hem de COSATU işçilerin, yoksulların çıkarlarını savunmak istiyorlarsa en başta ANC’nin 1994’ten bu yana uyguladığı burjuva siyasete karşı mücadele etmelidirler. ANC’den bağımsız olarak hareket edip işçileri, yoksulları halkın iktidarını kurmak için önkoşul olan devrim için örgütlemelidirler. Aksi halde ne halk iktidarı ne de sosyalizm kurulabilir. Güney Afrika’nın işçilerinin, emekçilerinin, yoksullarının sınıf düşmanı sadece beyaz burjuvazi değildir. Beyazıyla siyahıyla tüm burjuvazidir düşman. Görev gerçek bir Marksist-Leninist partiyi yaratmak, devrim için mücadele etmektir! 25 Haziran 2009 √

BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferansı’ndan - CENEVRE-

2

0 Nisan -24 Nisan 2009 tarihleri arasında Cenevre’de yapılan Birleşmiş Milletler Örgütü Irkçılık Karşıtı Konferansı üzerine yürüyen tartışmalar, gerçekte ırkçılığın kimler tarafından yapıldığını bir kez daha gözler önüne serdi. Konferansın kendisi, adı üzerinde, ırkçılığa karşı olma adına düzenlenen ve ırkçılığa karşı dilek ve temennilerin içinde yer aldığı bir sonuç bildirgesi yayınlayan BMÖ konferansı. Böylesi toplantıların, zirvelerin ya da konferansların sonuç bildirgesi genelde toplantılar öncesinde hazırlanır. Toplantılarda eğer önemli çelişki yoksa her şey güllük gülistanlık olarak tanıtılır; yok eğer önemli çelişkiler var ve sonuç bildirgesi istendiği gibi ortaya konmamışsa çelişkiler öyle ya da böyle kamuoyuna da yansımaktadır. BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferansı somutunda sadece tartışmalar yaşanmadı, kimi devletler toplantıya katılmayı bile reddetti. Yani kibarcası başta İsrail ve ABD olmak üzere Hollanda, İtalya, Polonya, Luksemburg, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda ve Almanya gibi devletler BMÖ konferansını boykot etti. Boykotun açıklaması ise gerçekten gülünçtü: “Sonuç bildirgesinde İsrail’e tek yanlı eleştiri yapılıyordu”… Konferans öncesinde bu durum ortadan kaldırıldığı yerde boykotun açıklaması değişiyor ve Ahmedinejad’ın toplantıya katılacağı ve bir konuşma yapacağı; sözkonusu konuşmada büyük olasılıkla İsrail’e karşı tavır takınacağı ihtimali gözönüne alınarak konferansa katılmayı reddediyorlardı. “Konferansın İsrail karşıtı açıklamaların yapılacağı bir podyuma” dönüştürülmesi çegincesi Almanya’nın boykot tavrının açıklaması oluyordu. İsrail ve ABD’nin boykot açıklaması ise 2001 yılında Durban’da yapılan BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferans dönemine kadar uzanıyor. Buna göre sözkonusu konferans belgesinde İsrail’e “tek yönlü eleştiri yapılıyor” ve siyonizm ırkçılık olarak damgalanıyordu. Bu ise İsrail ve ABD tarafından taşınacak bir şey değildi. Sonuçta bir cümleyle ifade edilirse, bu devletlerin konferansı boykot nedeni esasında İsrail’e yönelik eleştiri ve siyonizmin ırkçılık olarak gösterilmesidir. Konferansı boykot etmeyen birçok devlet de aslında Ahmedinejad’a

meydanı bırakmamak için, ya da Fransa’nın temsilcisinin dediği gibi, konferans eğer Yahudi karşıtı platforma dönüşürse konferansı terk ederiz yönlü açıklamalar yaparak konferansa katıldı. AB dönem başkanlığı yapan Çek Cumhuriyeti ise Ahmedinejad’ın konuşmasını protesto ederek konferanstan çekildi. Konferans öncesi ve sürecinde takınılan tavırlara “tiyatro” demek zor, çünkü böylesi bir tanımlama tiyatroya hakaret olur. Rahatlıkla kullanılabilecek tanımlama sahtekârlıktır. Evet bunların tümü sahtekârlık yapıyor. 2001 yılında Durban’da kimi Arap ülkelerin İsrail’in Filistin’i işgali ve Filistinli Arap halkına yönelik uygulamalarının ırkçılık olduğu konusunda bir tavır takınılmasını talep etmesi ve Siyonizmin ırkçılık olarak tanımlanması üzerine konferansı terk eden ABD ve İsrail’in tavırlarının Siyonizmi savunma noktasında ırkçı olduğu; Siyonizmin ırkçılık olduğunu söylemenin Yahudi düşmanlığı olmadığı gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılırken, Ahmedinejad gibi dinci faşistin, evet Yahudi düşmanının konferansa katılması bahane olarak kullanılmıştır. Konferansın sonuç bildirgesi üzerine pazarlıklar sıkı biçimde yürütülmüş ve 60 sayfalık sonuç bildirgesi 17 sayfaya indirilmiştir. Bunun sonucu olarak İngiltere temsilcileri, kendilerinin “protesto noktalarının” “kırmızı hatlarının” silindiğini ve konferansa katılmalarının önünde engel kalmadığı yönlü açıklama yapmıştır. Beklendiğinden daha erken, konferansın son günü yerine ikinci günü onaylanan sözkonusu sonuç bildirgesi, konferansı boykot eden Almanya’nın da onayladığı bir belge durumundadır. Konferansın ikinci günü sonuç bildirgesinin onaylanması bile Ahmedinejad’a karşı tavır olarak gösterildi. Bir an önce kurtarılmak isteniyordu sonuç bildirgesi. Sözkonusu belge 143 maddelik dilek ve temennilerden oluşuyor ve bağlayıcılığı yoktur. İsrail ve ABD’nin tüm değişikliklere rağmen sonuç bildirgesini onaylamaması ise, medyaya yansıdığı kadarıyla bu sonuç bildirgesinde 2001 yılında Durban’da yapılan konferansa atıfta bulunulması ve takınılmış tavrın doğru görülmesiymiş… 60 sayfadan 17 sayfaya indirilen sonuç bildirgesinde silinenler nelerdir?

Herhalükarda İsrail ile ilgili eleştiri ve İsrail’in adı silinmiştir. Dinlerin aşağılanmasına karşı çıkılan tavır silinmiştir. İsrail ve Ahmedinejad polemiğine kurban giden en önemli noktalardan biri ise Afrika devletlerinin köleliğin tazminatının talep edilmesi olmuştur. Afrikalı kimi ırkçı karşıtı aktifistlerin takındığı tavırlar sömürgeci beyazların, emperyalistlerin ırkçılığına yeniden parmak basıyordu. Afrika kökenli Hollandalı Leeuwin adlı aktifist: “Durban senin hükümetine dokunuyor kardeş. Çünkü o kölelik üzerine konuşmak istemiyor. Bu yüzden buraya, Cenevre’ye gelmiyor. Ama bu dokunmak (ağrıtmak) zorundadır. Bunun için uğraşıyoruz.” (Der Spiegel, 18/2009 Almanca) derken, Martinik’li aktifist Malsa ise: “Arapların, İsraillilerin, Avrupalıların ve ABD’lilerin bir ortak yanları var. Onlar bizim, kölelerin torunları hakkında konuşmak istemiyorlar. Ahmedinejad sirki bu yüzdendir.” (aynı yerden) diyerek Amerika kıtasındaki Afrikalı kölelerin tarihine dikkat çekiyordu. Sonuç bildirgesi taslağındaki değişiklikler Mart ayı ortalarında yapılmış olduğu ve konferansın bitiminden önce belgede bir şey değiştirilmediği halde sözkonusu belgeyi desteklediğini açıklayan Almanya, AB’nin ortak boykot yönünde tavır takınması için uğraşmış, sonuçta başaramayınca yanlız boykot tavrını takınmıştır. Sözkonusu boykotçu devletlerin İsrail’i desteklediği ve Siyonizmi ırkçılık olarak görmediği takındığı tavırlarla ortadadır. İsrail yetkilileri ise bunu fırsat bilip Siyonizmi eleştiren herkesi otomatikman Yahudi düşmanı olarak damgalamaktadır. Perez, BMÖ Konferansı’nı bile “Cenevre’de başlayan konferans, ırkçılığın kabulü ile aynı anlama geliyor.” biçiminde değerlendirmektedir. Bunun da ispatı Ahmedinejad’ın konferansa katılıp konuşmasıdır. Perez Ahmedinejad’ın konuşmasına bakmadan “Yahudi soykırımını reddediyor” değerlendirmesi yapmaktadır. Oysa sözkonusu konuşmasında Ahmedinejad soykırımı reddetmiyor, soykırımın kötüye kullanılmasından bahsediyordu. Kuşkusuz ki Ahmedinejad’ın kendisi dinci faşist, anti-semit. Fakat bu ırkçıya karşı takınılan tavırlar, sözkonusu tavrı takınanların da ırkçılığını belgeliyor sadece. Al birini vur ötekine! BMÖ ırkçılığa karşı konferansının gösterdiği gerçeklik, ırkçılığa karşı gerçek bir mücadelenin böylesi emperyalist kurum ve kuruluşlar tarafından verilemeyeceğidir. Milliyetçiliğe, ırkçılığa, şovenizme karşı mücadele, kapitalizme karşı yürütülmek zorundadır. Kapitalizm varolduğu sürece ve ölçüde, kapitalizmin kaçınılmaz yolarkadaşları da varolacaktır. 24 Haziran 2009 √

17


okuyucu mektubu

A

18

Amnesty İnternational Almanya yıllık toplantısı yapıldı

mnest y İnternat iona l Almanya Seksiyonu’nun yıllık toplantısı 30–01 Haziran 2009 tarihleri arasında Saarbrücken şehrinde yapıldı. Saarbrücken, Saarland eyaletinin başkenti ve Fransa’ya komşu bir şehir. 180 bin kişinin yaşadığı Saarbrücken, doğal güzelliği ve yeşil alanlarla çevrilmiş bir şehir olarak göze çarpıyor. Bu şehirde fuar ve kongre toplantıları da yapılıyor. Ayrıca bir tane de üniversite bulunuyor. Yıllık toplantıya Amnesty gruplarının gönderdiği delegeler ve çağrılı misafirler katıldı. Katılım sayısı 600 civarındaydı. 29 Mayıs akşamı katılımcılar gelmeye başladı. Toplantının organizesi çok iyi bir şekilde yapılmıştı. Herhangi bir aksaklık göze çarpmıyordu. 30 Mayıs Cumartesi günü toplantının açılışı yönetim kurulu sözcüsü Stefan Kessler tarafından yapıldı. Divan, tutanakçılar ve seçim komisyonunda yer alacaklar tespit edildi. Toplantı gündemine son şekli verildi. Yönetim Kurulu ve Amnesty gruplarının hazırladığı karar tasarılarının nasıl görüşüleceği üzerine tartışıldı. Çalışma grupları ve geniş oturumda ele alınması gereken karar tasarıları belirlendi. Yönetim Kurulu’nda yer almak isteyen adaylar tespit edildi. Toplantının organizasyon komitesi katılımcılara tanıştırıldı. Mali durum hakkında kısaca bilgi verildi. Eski yönetimin görevinin artık sona erdiği söylendi. Cumartesi Günü saat 11.30’da “İnsan Hakları Sınırsızdır” parolası altında bir yürüyüş yapıldı.Tüm katılımcılar sarı bir tişört giydi ve tişörtün üstünde Amnesty İnternational yazıyordu.Her katılımcının elinde bir sarı balon ve balonun ucunda bir kart vardı. Balonun üzerinde “Ben nereye istersem oraya uçarım” yazısı vardı. Balonun ucuna iliştirilen kartta ise “insan haklarının sınırsız” olduğuna vurgu yapıyordu. Yürüyüş kolu şehir merkezinden geçerek St. Johanner Markt meydanına vardı. Belediye başkanı Charlotte Britz ve Amnesty İnternational adına konuşmalar yapıldıktan sonra, katılımcıların ellerinde bulunan tüm balonlar gökyüzüne doğru salındı. Bu yıl yıllık toplantının Saarbrücken şehrinde yapılmasının yürüyüş parolası ile bir bağı vardı. Saarbrücken, Fransa sınırında yer alan bir şehirdi. İnsan haklarının sadece bir ülkeye özgü olmadığı ve sınırsız olduğu vurgusu yapılıyordu. Aynı zamanda halklar arasına sınırlar konulmasının doğru olmadığı belirtiliyordu. Bu anlamda balonun üzerinde yer

alan “ben nereye istiyorsam oraya uçarım” yazısının bir anlamı vardı. Havaya salınan balonların ucuna iliştirilen kartların Fransa tarafına düşeceği ve insanların bu kartları okuyacağından yola çıkılıyordu. Yürüyüş ertesinde yapılan oturumlarda karar tasarıları üzerine tartışıldı. Akşam “karanlığa karşı” Amnesty konseri yapıldı. Roger Willemsen, genel olarak insan hakları ve Guantanamo esirleri üzerine sunum yaptı. Alman Dili ve Edebiyatı,

rilmesi de pandomimin konusu içerisindeydi. Konserin ardından salon ışıkları söndürüldü ve katılımcıların ellerinde ışıklı lambalar yanmaya başladı. Karanlıkları aydınlatmak için mücadele ve örgütlenmekten başka bir yolun olmadığını da görmek gerekir. Konser dinleyicilerin alkış ve tezahüratları ile sona erdi. 31 Mayıs Pazar günü öğleden önce, ülke komisyonlarının toplantıları yapıldı. Amnesty bünyesinde her ülke için çalışan gruplar var. Kimi

Andaki durumda Türkiye’de bulunan mülteciler hakkında da bilgi verildi. Ne yazık ki Türkiye’nin insan hakları karnesi iyi değil. Bu yüzden de birçok insan hakları raporlarına konu oluyor. Avrupa Birliği yolunda bir adım ileri, iki adım geri siyaseti uygulanıyor. Bu siyaset uygulandığı sürece Türkiye hakkında birçok rapor yazılmaya devam edilecektir. Sanat Tarihi ve felsefe öğrenimi gören Roger Willemsen, 1990’lı yıllarda da televizyonda program yapıyordu. Şu anda da çeviri ve editörlük yapıyor. Roger Willemsen aynı zamanda Amnesty İnternational elçisi olarak da biliniyor. Wolfram Schmıtt Leonardy ve Dimitri Maslennikov Çello ve Piyano eşliğinde harika bir müzik sunumu yaptılar. Josef Michael Kreutzer (JOMI) pandomim gösterisi yaptı. JOMI vücut dili ve pandomim üzerine Paris’te eğitim almış bir doçent. Hücrede ki bir mahkûmun yaşamı, askeri eğitim alan bir askerin rap rap yürüyüşü ve silahlarını acımasızca ateşlendi-

ülke komisyonlarına enternasyonal misafirler çağrılmıştı. Türkiye Komisyonuna, Mehmet Desde misafir olarak davet edilmişti. Mehmet Desde, Türkiye’de hapishane ve yargılama süreci hakkında bir sunum yaptı. Sunumdan sonra birçok soru soruldu ve sorulara cevap verildi. Ayrıca Türkiye’de genel olarak insan hakları ve işkence hakkında sunum yapıldı. Andaki durumda Türkiye’de bulunan mülteciler hakkında da bilgi verildi. Ne yazık ki Türkiye’nin insan hakları karnesi iyi değil. Bu yüzden de birçok insan hakları raporlarına konu oluyor. Avrupa Birliği yolunda bir

adım ileri, iki adım geri siyaseti uygulanıyor. Bu siyaset uygulandığı sürece Türkiye hakkında birçok rapor yazılmaya devam edilecektir. Öğlen sonu yapılan oturumda 10 y ı ld ı r A m ne s t y A l m a ny a Seksiyonu’nun genel sekreterliğini yapan Barbara Lochbihler veda konuşmasını yaptı. Amnesty Almanya Seksiyonu genel sekreterliğine seçilen Monika Lüke yaptığı konuşmada, geçen 10 yıl genel sekreterlik görevini başarı ile yapan Barbara Lochbihler’e teşekkür etti. Hukukçu olan yeni genel sekreter, yeni dönemde yapılacak çalışmalar hakkında bilgi verdi. Almanya Seksiyonunun genel sekreteri yıllık toplantılarda değil, özel bir komisyon tarafından seçiliyor. Yıllık toplantılarda genel sekreter dışındaki yönetim kademesi seçiliyor. Amnesty Almanya Seksiyonu’nun yıllık toplantısına çağrılan misafirler delegelere tanıtıldı ve konuşma yapmaları için kürsüye çağrıldılar. Mehmet Desde’de yaptığı kısa konuşmada, “davet için teşekkür ettiğini, Türkiye’den gelmediğini ama yedi yıl zorunlu olarak Türkiye’de rehin tutulduğunu, bundan böyle sessiz bir şekilde köşesine çekilip beklemeyeceğini, insan hakları ihlallerine, işkenceye ve hukuksuzluklara karşı mücadele edeceğini, bu anlamda da Amnesty ile birlikte çalışmak istediğini söyledi. Bu sözler dinleyiciler tarafından alkış aldı. Amnesty’nin 2016 yılına kadar izleyeceği stratejik plan hakkında bilgi verildi. Bu plan sonuçlandırılmış bir plan değil. Bu yüzden Ağustos 2009 yılında Antalya’da yapılacak bir toplantı ile bu plan üzerine tartışılacak. 400 kişinin Antalya’da yapılacak toplantıya katılması bekleniliyor. 1 Haziran’da öğleden önce son oturum yapıldı. Genel sekreter dışında yönetim kademesi içerisinde yer alanların seçimi yapıldı ve sonuçlar açıklandı. Çalışma komisyonlarının sonuçları açıklandı. 2010 yılında yapılacak yıllık toplantı üzerine konuşuldu. Üç gün süren toplantı sona erdirildi. Bu toplantıyı izleyen bir YDİ Çağrı okuru olarak gözlemlerimi yazdım. Amnesty İnternational liberal burjuvazinin bir kurumu olarak faaliyet gösteriyor. Kendi alanında iyi işler de yapıyor. İmkânlar ölçüsünde bu kurum içinde çalışmak ve insan haklarının her alanda hayat bulması için mücadele etmek gerekiyor. Almanya, Saarbrücken’den bir YDİ Çağrı okuru 15 Haziran 2009 √


okuyucu mektubu

A

Sadece ekonomik kriz yok! Bir de insan hakları krizi var

mnest y İnternat iona l Genel Sekreteri İrene Khan Londra’da düzenlediği bir basın toplantısı ile “sadece ekonomik kriz yok, birde insan hakları krizi var” başlığı altında ülkeler raporunu açıkladı. Basın toplantısında açıklanan kimi veriler, kapitalizmin barbarlığını ortaya koyuyor. Kimi gerçekler tespit ediliyor ama “dünyanın, başka bir tür liderliğe, politikaya ve ekonomiye ve az sayıdaki ayrıcalıklar için değil, herkes için uygun bir çözüme ihtiyacı” olduğu da vurgulanıyor. Kapitalizm koşullarında bu isteğin yerine getirilmesi mümkün değil. Çünkü kapitalizm, büyük insanlığı değil küçük bir azınlığın dünyayı barbarlığa götürmesi için çalışıyor. Kriz, kapitalizmin yol arkadaşıdır. Bugün batan bankalar ve şirketler için kurtarma planları devreye sokuluyor. Yoksullar yararına kurtarma planları hazırlandığını duydunuz mu? Uçurum dengeleri giderek açılıyor. Küçük bir azınlık karlarına kar katarken, büyük insanlık yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Dünya Bankası son on yılın tüm kazanımlarının kaybedildiğini, geçen yıl gıda krizinden etkilenen 150 milyon insanın üzerine, bu yıl 53 milyon kişinin daha yoksullukla karsı karsıya olacağını açıkladı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verileri 18 ila 51 milyon kişinin bu yıl içinde işlerini kaybedebileceğini öngörüyor. Hızla yükselen gıda fiyatları daha fazla açlık ve hastalığa, zorla tahliyelere ve daha fazla evsizliğe, yoksulluğa yol açıyor. Son yılların sefahatinin insan hakları üzerindeki tam etkisini belirtmek için çok erken olsa da, ekonomik krizin insan hakları açısından maliyetinin ve sonuçlarının resmi daha da karartacağı açık. Milyarlarca insan güvensizlik, adaletsizlik ve aşağılamalar sonucu mağdur oluyor. Bu bir insan hakları krizidir. Kriz, gıda, iş, temiz su, arazi ve barınacak yer yokluğu ve aynı zamanda artan eşitsizlik, güven yokluğu, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, şiddet ve baskı nedeniyle oluşuyor. Artan eşitsizlik, yoksulluk, yabancılaşma ve güvensizlik. Durumu protesto eden insanların sesleri kaba kuvvetle bastırılıyor. Başka bir deyişle; eşitsizlik, adaletsizlik ve güven yokluğuna dayalı bir barut fıçısı üzerinde oturuyoruz ve fıçı patlamak üzere. Afrika’nın birçok bölümünde desteklenen ekonomik büyümeye rağmen, milyonlarca insan yoksulluk seviyesinin altında yaşıyor. Latin Amerika, ulusal ekonomileri büyüyor ama topluma sağlık hizmeti, temiz su, eğitim ve yeterli barınma hakları sağlanamıyor.

Dünya nüfusunun çoğunluğu bugün şehirlerde yaşıyor. Bu insanların en az bir milyarı ise hayatlarını varoşlarda sürdürüyor. Yani, üç şehirliden biri asgari temel hizmetlerle ya da hiçbir hizmet olmadan, güvensizliğin, şiddetin ve zorla tahliyenin günlük tehdidi ile yetersiz barınma koşullarında yaşıyor. Kenya’nın Nairobi şehir nüfusunun yüzde altmışı varoşlarda yaşıyor, bunlardan bir milyonu da Afrika’nın en büyük varoş bölgesi olan Kibera’da. 150 bin kadar Kamboçyalı arazi anlaşmazlıkları, arazi gaspları, tarım sınaî ve şehirsel yeniden gelişim projeleri sonucu zorla tahliye riski ile karsı karsıya yaşıyor. Küreselleşme sonucu ortaya çıkan eşitsizlik sadece gelişmekte olan ülkelerde yaşayanlarla sınırlı değil. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Ekim 2008 raporunun gösterdiği gibi, sanayileşmiş ülkelerde de “son on yıllarda ekonomik gelişme yoksullardan çok zenginlerin çıkarına olmuştur.” Dünyanın en zengin ülkesi olan ABD, sabit yoksulluk ve artan gelir eşitsizliği açısından 30 OECD’ye üye ülke arasında 27. sıradadır. Brezilya’da bulunan Rio de Janiero’nun varoşlarındaki (favelas) şehirli yoksuldan, Avrupa ülkelerindeki Roman topluluklarına kadar, kirli gerçek açıkça ortadadır. İnsanlar, devletlerin, şirketlerin ve özel sektörün de desteğiyle birçok kişinin ayrımcı, yabancılaştıran, yoksun bırakan açık ve örtülü politikalar sebebiyle yoksullar. Dünya çapında yoksulların çoğunun kadın, göçmen, etnik ve dini azınlıklar olması yalnız tesadüf değildir. İnsanları, arazilerinden ve doğal kaynaklardan yoksun bırakma ve yoksullaştırma konusunda şirketler ve devletler arasındaki danışıklı dövüşün açık bir örneği de yerli toplulukların durumudur. Bolivya’da, Chaco bölgesinde yaşayan çok sayıda yerli Guarani ailesi Amerika Ülkeleri İnsan Hakları Komisyonu’nun (InterAmerican Commission on Human Rights) köleliğe benzer esaret olarak tanımladığı şekilde yaşıyor. Eşitsizlik adalet sisteminin içine kadar uzanıyor. Fakat yoksul insanların haklarını savunmalarını, hükümetler ya da şirketler tarafından gerçekleştirilen ihlaller için mahkemelerde çözüm aramalarını sağlamak üzere benzer bir çaba bulunmuyor. Yoksulların Hukuki Güçlendirilmesi Üzerine BM Komisyonu’na göre, dünya nüfusunun üçte ikisine yakını adalete anlamlı sayılabilir bir erişime sahip değil. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından on yıl öncesine kadar öncülük edilen Yapısal Uyum Politikaları, hem

gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerde sosyal güvenlik ağlarını yok olma noktasına getirdi. Yapısal Uyum Politikaları, ülkeler İçerisinde pazar ekonomisini destekleyecek ve ulusal pazarları uluslararası ticarete açacak koşullar yaratmak üzere tasarlanmıştı. Bu politikalar, hükümetlerin pazar yararına ekonomik ve sosyal haklardaki yükümlülüklerini ortadan kaldırdı. Eğitim ve sağlık gibi alanlarda Dünya Bankası ve IMF tarafından desteklenen ücretli sistem, genellikle bu hizmetlere en ağır yoksulluk koşullarında yasayanların erişimini imkânsız kıldı. Ekonomik kriz ve artan işsizlikle birlikte birçok insan, yalnızca gelir kaybı ile değil aynı zamanda, zor zamanlarda onları destekleyecek güvenlik ağına sahip olmayan bir sosyal güvenlik sistemiyle karşı karşıya kaldı. 2008 yılı sonu itibariyle beş milyon insanın gıda yardımına ihtiyaç duyduğu Zimbavye’de hükümet gıdayı politik muhaliflerine karsı silah olarak kullandı. Kuzey Kore’de gıda yardımı yetkililer tarafından, insanlara baskı yapmak ve insanları aç bırakmak için kasten kısıtlandı. Sudanlı silahlı güçler tarafından yürütülen “Kavrulmuş Yeryüzü” kontrgerilla harekâtının taktikleri ve hükümet destekli Janjawid milisleri, Darfur'daki insanların hayatlarını kaybetmelerine neden olmanın yanı sıra; geçim kaynaklarından da yoksun bıraktı. 2008 yılında gıdaya ulaşım hakkının en kabul edilemez şekilde çiğnenmesine dair örneklerden birisi de, Nergis Kasırgası sonrasında hayatta kalan 2,4 milyon insanın acilen ihtiyaç duydukları uluslararası yardıma üç hafta boyunca geçit vermeyi reddeden Miyanmar hükümetiydi. Üstelik hükümet kendi kaynaklarını, referandumun kendisinden bile daha kusurlu olan bir anayasayla ilgili referandumu ilerletmek için harcadı. Gittikçe pahalılaşan gıda fiyatlarına ek olarak, ihracat güdümlü ekonomilerin yavaşlaması, ekonomik korumacılık fikrinin ortaya atılmasına ve yüz binlerce göçmen veya yabancının isten çıkarılmasına sebep oldu. Yalnız 2008 yılında, yolda boğulan sayısız insanın haricinde 67 bin kişi Akdeniz’den Avrupa’ya tehlikeli yolları göze alarak geçti. Yasadışı Göçmenlerin İadesi üzerine Avrupa Birliği (AB) Yönergesi sonucu, göçmenleri, uzun süreli gözaltı süreçleri ve sınır dışı işlemleri de dâhil olmak üzere belirsiz bir gelecek bekliyor. İspanya gibi bazı AB üyesi ülkeler göçmenleri iade edebilmek ve daha ilk aşamada çıkışlarını durdurmak için Afrika ülkeleri ile karşılıklı anlaşmalar imzaladılar. Moritanya’dan

izinsiz ayrılmak suç olmadığı ve yakalanan kişilerin ülkeden ayrılma niyeti kanıtlanmış olmadığı halde, Moritanya gibi ülkeler bu anlaşmaları, keyfi tutuklama ve herhangi bir yasal başvuru yolu olmaksızın çok sayıda yabancıyı sınır dışı etmek için kullanıyor. Daha çok insan, gittikçe belirsizleşen koşullarda yaşamaya itildikçe sosyal gerilim de artıyor. 2008 yılının ırkçılık ve yabancı düşmanlığı açısından en ağır olaylarından biri Mayıs ayında Güney Afrika’da meydana geldi. On binlerce insan Zimbabwe’deki politik şiddet ve yoksulluk sonucu Güney Afrika’ya sığındı. Bu sığınma esnasında 60 kişi öldürüldü, 600 kişi yaralandı ve on binlerce kişi yerlerinden edildi. İnsanlar artan gıda fiyatlarını ve sert ekonomik koşulları protesto etmek için sokaklara döküldüğünde, birçok ülkede barışçıl protestolar dahi sert bir şekilde bastırıldı. Tunus’ta yapılan grev ve protestolarda iki kişi öldürüldü. Eylemleri düzenlediği iddi edilen 200 kişi adli takibata uğradı, bazıları uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldı. Zimbabwe’de, muhalifler, insan hakları aktivistleri ve sendikacılar saldırıya uğradı, kaçırıldı, tutuklandı ve öldürüldüler. Kamerun’da şiddetli gösteriler sırasında 100 kadar protestocu vurularak öldürüldü ve çok daha fazlası da hapsedildi. Birçok ülkede İnsan hakları aktivistleri, gazeteciler, avukatlar, sendikacılar ve diğer sivil toplum liderleri baskı altında tutulup, tehdit ediliyor, saldırıların hedefi olup, haksız sebeplerle soruşturmalara konu ediliyor. Hükümetler, politikalarının eleştirilmesini engellemeye çalıştıkça medya sansürü de giderek artıyor. Bu, gazetecilerin zaten birçok ülkede karsı karsıya oldukları tehditlerin artması anlamına geliyor. 2006’dan beri 14 gazetecinin öldürüldüğü Sri Lanka, en kötü sicillerden birine sahip. İran internette ifade özgürlüğüne yönelik baskıları artırdı. Mısır ve Suriye blok yazarlarını mahkûm etti. Çin, Pekin Olimpiyatları’na doğru medya kontrolünü gevşetti, fakat hemen sonrasında internet siteleri engelleme ve başka tür sansür uygulamalarını kapsayan eski alışkanlıklarına geri döndü. Malezya Hükümeti seçimlere doğru eleştirilerden korkarak iki saygın muhalif gazeteyi kapattı. Yukarda yapılan tespitler İrene Khan’ın basın toplantısında yaptığı konuşmanın satır aralarında söylediği kimi olgu tespitleridir. Olgu tespitlerini yapmak iyidir, ama çözüm önerileri ortaya konulmadığı sürece, bu tespitler akademik tespitler olarak kalacaktır. Yaşadığımız gezegeni yaşanmaz kılan kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalistlerden yaşanabilir bir dünya talep etmek boş bir çabadır. Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir. Görev yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmektir. Haziran 2009 Bir YDİ Çağrı okuru

19


T羹m Katliamlar覺n Hesab覺 Devrimle Sorulacak!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.