Çağrı - 140

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

OCAK 2010/01 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X140

İşçi düşmanlığında sınır yok!

Tekel işçileri direniyor...

2009’dan 2010’a

Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin krizinden, Tekel’e...

1936-1938‘de Dersim’de ne olmuştu? ‘Katsayı farkı’ savaşı...

Yüksek Yargı iktidar dalaşında


• editörden - içindekiler

EDİTÖRDEN Değerli okuyucu, 2009 yılını geride bıraktık. Geride bıraktığımız bir yıl, ezilenler açısından egemenlerin saldırılarının yoğunlaşarak devam ettiği bir yıl oldu. 2009 yılına damgasını vuran ekonomik kriz, sömürüyü daha da katmerleştirdi. Binlerce işçi işten atılırken geri kalanlar da işten çıkarılmakla tehdit edilerek kötü şartlarda çalışmaya mecbur bırakıldılar. Bunun karşısında 2009 yılı aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinde cılız da olsa bir hareketlenmenin yaşandığı bir yıl oldu. 2009 yılının başından bu yana sendikalı olmak için direnişe geçen işçilerin bir bölümü 1 yılı aşkın bir süredir direnişilerine devam ediyorlar. 2009 yılının son günlerinde Ankara’da biraraya gelen Tekel işçileri özelleştirmeyi ve kölelik sözleşmesi 4-C kapsamında çalışmayı kabul etmedikleri için kışın soğuğuna aldırmadan eylemlerini sürdürüyorlar. Tekel işçilerine yönelik bu saldırıyı konu alan bir yazıyı sayfalarımızda bulabilirsiniz. 2009 yılında burjuvazinin iki kesimi arasında yürüyen iktidar dalaşı devam etti. Ergenekon soruşturmaları ve AKP hükümetinin ‘Kürt Açılımı’ siyaseti, egemenlerin bu iktidar dalaşını daha da kızıştırdı. 2010 yılının da bu dalaşta önemli bir yıl olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Kürt halkının demokratik taleplerine yönelik saldırılar 2009’da da artarak devam etti. En son DTP kapatıldı, onlarca Kürt milletvekiline siyaset yasağı getirildi. Onlarcası gözaltına alındı, tutuklandı. DTP’nin kapatılmasının perde arkasını ortaya koyan bir makaleyi Halkların Kardeşliği sayfalarımızda okuyabilirsiniz. CHP’li Onur Öymen’in Dersim Katliamını savunan açıklamaları ve ardından yükselen tepkiler 2009 yılının sonlarına damgasını vuran önemli gelişmelerden biri idi. Bu sayımızda Paris’ten bir okurumuzun yapılan bir Dersim Konferansının izlenimlerini sizlerle paylaşıyoruz. Bunlar dışında Kadın, Panorama, Çevre ve diğer sayfalarımızda yer verdiğimiz güncel konulardaki tavırları ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. 2010 yılının işçi sınıfının mücadelesinin daha da gelişip güçlendiği bir yıl olması dileğiyle... ❦ ÖZÜR: Geçen sayımızın Gençlik sayfalarında yayınladığımız ‘Sermayenin gelişme yasalarıyla birlikte Üniversiteler’ başlıklı yazımızı teknik bir hata sonucu eksik bastık. Yazının tam metnini Yeni Dünya Gençliği dergimizin 22. sayısında okuyabileceğinizi belirtir, özür dileriz.

İÇİNDEKİLER GÜNDEM

2009’dan 2010’A Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin krizinden, Tekel’e.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3

Gözaltında katletmeler, yargısız infazlar sürüyor! . . . . . . . . . . . . . 21 Cinsel Tacize Hayır!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 YENİ KADIN DÜNYASI

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

8 kadın işçinin can bedeli 190 bin TL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22

DTP kapatıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5

2

GÜNCEL

PANORAMA

İşçi düşmanlığında sınır yok!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 4-C = Kölelik sözleşmesi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink mücadelemizde yaşıyor!. . . . 10 Kadıköy’de Dersim katliamı lanetlendi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 1936-1938‘de Dersim’de ne olmuştu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Esenyurt’ta katliam lanetlendi!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Kaza değil cinayet!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Türkiye doğuya mı kayıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 İsviçre’de minare yasağı!”Burjuva siyasetçilerinin ikiyüzlülüğü. . 18

Eski gerilla, yeni başkan! -URUGUAY-. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Darbecilerin seçimi yapıldı! -HONDURAS-. . . . . . . . . . . . . . . 25 Morales yeniden başkanlığa seçildi!-BOLİVYA-. . . . . . . . . . . . . . . . 26 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ

BM İklim Konferansı yapıldı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ

Yüksek Yargı iktidar dalaşında. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 140· Ocak2009 • ISSN 1301-692X140 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org


Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin krizinden, Tekel’e...

gündem

2009’dan 2010’a

2009 aslında yenilikleri de beraberinde getirdi. Örneğin ilk defa kuvvet komutanları Ergenekon davası kapsamında darbe suçlaması ile sorgulandılar. Emekli ve muvazzaf askerler tutuklandı, askeri bölgeler sivil yargı tarafından arandı, subaylar ve askerler gözaltına alındı.

2009

yılı yükü işçilerin, emekçilerin sırtına bindirilen krizin gölgesinde başlayarak, “iyi şeyler olacak” aldatmacasıyla devam etmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün tarihi bir fırsattan bahsettiği ve “iyi şeyler olacak” dediği şey, hükümetin Kürt açılımı açıklamalarıyla hız kazanmış ve bir anda yıllardır süren savaşın sona ereceğine dair umutlar yeşermişti. TRT Şeş’in açılmış olması, üniversitelerde Kürdoloji bölümü açılabileceğinin sinyallerinin verilmesi ve nihayet Maxmur ve Kandil’den gelen PKK’lilerin serbest bırakılması yeşeren umutları destekliyordu. Ancak 2010’a yaklaşırken bu umutların yerini umutsuzluk almaya başladı, dağ fare doğurdu. Her fırsatta açılımın bir devlet siyaseti olduğunu açıklayan AKP, bu konuda TC’nin kırmızı çizgilerinin aşılmayacağını da gösterdi. Yapılmak istenen şeyin açılım adı altında Kürtlerin taleplerinin bir kısmının kabul edilmesi, bu yapılırken ise Kürtlerin andaki temsilcisi olan siyasetlerin muhatap alınmaması, yani aslında PKK’nin savaşan silahlı güç olarak tasfiye edilmek istenmesinin olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar AKP Hükümeti parti kapatmalarının onaylamadıklarını söylese de DTP’nin kapatılması yolun-

daki taşları bizzat kendisi döşedi. Kürtler ve DTP üzerindeki baskılar, saldırılar, linç girişimleri arttırıldı, Anayasa Mahkemesi’ne Batasuna örneği hatırlatıldı, mahkemenin kararına günler kala hükümet temsilcileri ile Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve üyeler Antakya’da aynı otelde tatil yaptı. DTP kapatıldıktan sonra ise hem Cumhurbaşkanı’nın, hem Hükümetin hem de muhalefetin ortak açıklaması “herkes bu karara saygı göstermeli” oldu. DTP’nin kapatılması ve milletvekilleri de dahil birçok kişiye siyasi yasak getirilmesi kararı ardından DTP meclisten çekilme kararı aldı. Ancak Abdullah Öcalan’ın “parlamento zemininin terk edilmemesi gerektiği” yönlü müdahalesi ile bu karar değiştirilerek milletvekilleri ve belediye başkanları Barış ve Demokrasi Partisi’ne geçtiler. Geçer geçmezde gözaltına alındılar. 24 Aralık’ta Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatı ile aralarında DTK ve İHD yöneticilerinin, belediye başkanlarının bulunduğu 80 kişi gözaltına alındı. BDP yaptığı açıklamada Gül’ün “iyi şeyler olacak” açıklamasından bu yana yapılan operasyonlar ile yaklaşık 500 Kürt siyasetçinin tutuklu olduğunu açıkladı.

3


gündem 4

Kürt sorunu iktidar dalaşının, AKP’nin sandık hesaplarının, muhalefet partilerinin ırkçı-şovenist açıklamalarının gölgesi altında, hiç de iyi olmayan gelişmelerle sürüyor. 2010’da da gündemdeki esas yerini koruyacak. 2009’un son günleri ilk günleri gibi işçi ve emekçilerin eylemlerinin artmasına sahne oldu. 25 Kasım’da memur sendikalarının bir günlük iş bırakma eylemi katılım açısından olduğu kadar, iki konfederasyonun (KESK’in ve Kamu-Sen’in) ortak eylemi olmasıyla da önemliydi. Son yıllarda ilk kez iki memur konfederasyonu bu denli büyük bir eylemi birlikte örgütledi. Hem eylemler sırasında hem de sonraki günlerde devlet emekçilerden bir günlük grevin hesabını sormaya başladı. Birçok memur greve katıldığı için soruşturmaya uğradı, TCDD’de olduğu gibi bazı memurlar görevden uzaklaştırıldı. Ancak buna karşı da memurların kararlı mücadelesi sonucu TCDD yönetimi geri adım attı. Bu yılın en önemli eylemlerinden biri ise Alevilerin düzenlediği eylem oldu. Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingde diyanetin kaldırılması, Aleviliğin ve Cem evlerinin resmen tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması vb. talepler yanında, 12 Eylül anayasasının kaldırılması gibi demokratik, ilerici talepler haykırıldı. Krize karşı verilen mücadelelerin 2009’da iyice hız kesmesi, lokal birkaç direniş dışında işçi direnişlerinin 2009’da görece zayıflığı derken Tekel işçilerinin mücadelesi havayı iyice ısıttı. 12 gündür işleri için Ankara’nın ayazında, yağmura, devletin copuna, biber gazına, tazyikli suyuna karşı direnen Tekel işçileri sınıfı hareketlendirdi. Tekel işçilerinin direnişinin soğuğa ve devlete rağmen sürmesi Türk-İş’i de harekete geçmeye zorladı. 25 Aralık günü Türk-İş’e bağlı sendikaların üyesi olan işçiler fabrikaları, işyerleri önünde eylemler yaparak, işe bir saat geç başlayarak Tekel işçilerinin yanında olduklarını gösterdiler. Özellikle bazı işyerlerinde ve bazı sendikaların üyelerinin yüksek katılımı işçi sınıfının Tekel işçilerinin direnişine destek olmak istediğini, Türk-İş’in ise bunu ağırdan aldığını gösterdi. Eylemlere DİSK ve Memur sendikaları ile siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri de destek verdi. Türk-İş aldığı karar doğrultusunda eylemleri sürekli arttıracağını açıkladı. Türk-İş Çukurova Bölge Başkanı Edip Gülnar ise Türk-İş’in uzlaşma yanlısı bir federasyon olduğunu, ancak AKP ile artık uzlaşma olamayacağını, Türk-İş’in artık “eskisi gibi sessiz kalmayacağını” söyleyerek, Tekel işçileri-

nin mücadelesini desteklemek için her Cuma günü eylemi bir saat arttıracaklarını açıkladı. Bu sürecin nasıl işleyeceğini hep birlikte göreceğiz. Ancak şimdi görünen, çok farklı bir durum yaşanmazsa Tekel işçileri 2010’u direniş ile karşılayacaklar. 2009’u direnişle karşılayan Sinter Metal işçileri gibi. 2009 aslında yenilikleri de beraberinde getirdi. Örneğin ilk defa kuvvet komutanları Ergenekon davası kapsamında darbe suçlaması ile sorgulandılar. Emekli ve muvazzaf askerler tutuklandı, askeri bölgeler sivil yargı tarafından arandı, subaylar ve askerler gözaltına alındı. 2009 biterken olan bu gelişmeler iktidar dalaşının 2010’da da tüm hızıyla süreceğini, suikast iddiaları/girişimlerinin gösterdiği biçimde mücadelenin de sertleşeceğini, boyut değiştireceğini gösteriyor. Tüm bunların yanında değişmeyen şeyler de var. Emek ve sermaye arasındaki çelişki, işçi sınıfının burjuvazi tarafından sömürülmesi ve bu sömürünün sürekli arttırılması değişmedi. Tüm dünyada yoksullar hala açlıktan ölüyorlar, devrimciler açık veya gizli katlediliyorlar, sendikacılar gözaltına alınarak, tutuklanarak, zaten az olan sınıf hareketi tamamen yok edilmeye çalışılıyor. Yani burjuvazi ve onun devleti bir an bile duraksamaksızın sınıfının çıkarlarının gerektirdiğini, kendisi için sınıf olma gerekliliğini yerine getiriyor, işçi ve emekçilere karşı her alanda savaş yürütüyor. 2010’da devrimcilerin, komünistlerin, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin kendisine sorması gereken asıl soru şu: “Peki ya biz, uyuyan devi uyandırmak için ne yapıyoruz?” 27.12.2009 ✓


DTP kapatıldı

B

eklenen oldu. 2 yıl boyunca “Demokles’in kılıcı” misali DTP’nin boynunda sallandırılan kapama tehdidi gerçekleştirildi. DTP kapatıldı. Abdullah Öcalan’nın İmralı’da şartlarının kötüleştirilmesi, buna karşı gerçekleştirilen kitlesel protesto gösterileri, DTP’nin kapatılması vb. ekseninde yaşanılan gelişmelere tavır takınmak istiyoruz. İmralı’da yeni yapılan F tipine konulan Abdullah Öcalan, şartları iyileştirme adına iyice kötüleştirildi. Öcalan kendi ifadesi ile “ölüm çukuruna” konuldu. 2 Aralık’tan itibaren Öcalan’ın yaşam şatlarının kötüleştirilmesini protesto eden gösteriler yapılmaya başlandı. Öcalan’ın şartlarının düzeltilmesi talep edildi. Türk devletinin kitlesel gösterilere verdiği cevap kurşun, gaz, cop, gözaltı, tutuklama terörü vs. oldu. ‘Serhildan’ların yaşandığı bu ortamda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, iki yıla yakın süredir açılmış ve 1 yıla yakın süredir Anayasa Mahkemesi’nde duruşma/karar aşamasında bekleyen DTP kapatma davasına 8. Aralıkta başlanacağını duyurdu. Bu yaygına körükle gitmek anlamına gelen, Kürt yığınları tahrik anlamına gelen bir zamanlama idi. Bu açıklama yapıldığı gün sokaklarda “serihildan” lar sürüyor, çocuk yaşta insanlar çatışmalarda ön saflarda yer alıyordu. Sivil faşist güçler de “Şehitler ölmez/Vatan bölünmez” şiarı ve Türk bayrakları ile sokaklara dökülmeye başlıyordu. Irkçı ve faşist saldırılar Medyanın kışkırtması ve devletin göz yumması ile çeşitli yerlerde DTP’ye, Kürtlere saldırılar yapıldı. Bu saldırılardan birkaç örnek: *DTP’nin İzmir’de yaptığı mitinge sivil faşistler saldırdı. Miting yerine giden arabalar taşlandı. DTP’lilere taşlarla, sopalarla saldırıldı. Bu faşist saldırılar medyada halkın kendiliğinden tepkisi olarak tanıtıldı. DTP konvoyunda “gerilla kıyafeti giydirilmiş çocuklar”ın olduğu, “halkın” buna tepki gösterdiği vb. masalı anlatıldı.

*Medya sokaklardaki çatışma görüntülerini tekrar tekrar göstererek “Bütün bunlar pul kadar yer için yapılıyor” kampanyası yürütmeye başladı. Bir yandan vatandaşlara “sabır” çağrıları yapılırken, bir yandan da açıkça “sabırlar taşabilir” propagandası ile Kürtlere karşı “sivil” şiddet eylemleri tahrik edildi. DTP üzerinde ise “kendini PKK’dan açıkça ayır”, “sokakta şiddet eylemlerini sen durdur” baskısı yapıldı. *Amed’de polisin dağıtmaya çalıştığı protesto gösterisinde üniversiteli Aydın Erdem vurularak öldürüldü. *DTP Keçiören İlçe Başkanlığı kurşunlandı. Olayın ardından gelen polis ekiplerinin incelemesi sonucunda ilçe başkanlığının camlarına 10 kurşun isabet ettiği belirlendi. Kızılay’daki DTP Ankara İl Başkanlığı’na molotofkokteyli atıldı. İl Başkanlığının camını kırarak içeriye düşen molotofkokteylinin çıkardığı yangın, İtfaiye ekiplerinin zamanında müdahalesiyle büyümeden söndürüldü. Yangın nedeniyle binada maddi hasar meydana geldi. Saldırıyı düzenledikleri suçlaması ile gözaltına alınan 4 kişiden Olcay A.’nın Tunceli, Hakkı Y.’nin ise ise Şırnak Gabar’daki çatışmalarda yaralandıkları ortaya çıktı. Gözaltına alınan 2 gazinin Keçiören Gaziler Derneği’ne üye oldukları anlaşıldı. 4 saldırgan serbest bırakıldı. *İstanbul Dolapdere’de DTP’nin kapatılmasını protesto eden bir gösteriye sivil faşistler saldırdı. Burjuva medyanın “sokak sakinleri”, “sabrı taşan esnaflar” vb. olarak tanıttığı elleri sopalı, döner bıçaklı, beyzbol sopalı bir grup “Ya Allah Bismillah Allahü Ekber”, “Hepimizi Mehmetiz PKK’ya yeteriz” sloganları ve kurt başı işaretleri ile saldırıya geçti. Saldırganların üçünün elinde saldırdıklarına doğrultulmuş ateşli silahlar vardı! Açıkça hazırlıklı bir faşist saldırı söz konusu idi. Bu saldırı sırasında bir protestocu kurşun yarası alarak hastaneye kaldırıldı. Polis saldırganlara müdahale etmedi. Söz konusu olan işçi hareketlerini, hak arama mücadelelerini, DTP’nin kapatılmasını protesto vb. gösterilerini bastırma olduğunda gaz kullanmada çok cömert olan polis, bu olayda gaz kullanmadı. Polis sözcüleri son-

✌ halkların kardeşliği için

Kürtlerin iradesine saldırı, ‘Açılım’a yüksek yargı darbesi

5


✌ halkların kardeşliği için

radan “ semt pazarı kurulduğu için biber gazı kullanılmadığı” açıklamasını yaptılar. Silahlı saldırganlar gözaltına alınıp serbest bırakıldı. Saldırganlar tarafından yaralanan kişi ise gözaltına alındı. “Taşların bağlanıp, itlerin salındığı köy” böyle olsa gerek! *Muş’un Bulanık İlçesi’nde bir grup DTP’nin kapatılmasını protesto için gösteri yaptı. İlçe merkezinde yapılan basın açıklamasının ardından, 700. Yıl Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçen göstericiler içinden bir grup söz konusu cadde üzerinde kepenk indirme çağrısına uymayan, bazı işyerleri ile bir bankaya taş attı. Bu sırada Turan Bilen isimli köy koruyucusu devletin verdiği ruhsatlı kalaşnikofla göstericilere ateş açtı. Ortalık bir anda kan gölüne döndü. Saldırı sonucu Kemal Aycan ve Nejmi Oral hayatını kaybetti. Hamdullah Güvercin, Sadık Çiftçi, Cüneyt Çelik, Kenan Gündüz, Heybet Kondu, Abdulkerim Çelik ve Lokman Sönmez isimli kişiler yaralandı. Bulanıktaki katliam burjuva medya tarafından saldırıya uğrayan esnaf bir vatandaşın “itidalli” olmaması sonucu çıkan basit bir olaymış gibi gösterildi. Hayır, olan bilinçli bir katliamdır. Derin devlet işbaşındadır. Kan dökerek ortamı gerginleştirmeye çalışmaktadır.

duyduklarını açıkladı, ve bu eylemi “barış sürecine darbe vuran” bir provokasyon olarak değerlendirdi. Eylemi bir provokasyon eylemi olarak değerlendiren DTP Eş Başkanı Ahmet Türk PKK’nin saldırıyı üstlenmesiyle ilgili olarak “Çok üzgünüz, önceki sözlerimin arkasındayım. Cana yönelik olayları tasvip etmiyoruz” açıklamasında bulundu. DTP kapatıldı Anayasa Mahkemesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2007 yılı sonunda “DTP’nin kapatılması” talebiyle hazırladığı iddianameyi 8 Aralık Salı günü esastan görüşmeye başladı. Anayasa Mahkemesi’nin kararı 11 Aralık 2009 Cuma günü 9 saat süren toplantının ardından akşam saatlerinde açıklandı. Mahkeme oy birliğiyle; DTP’nin “eylemleri yanında terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği

Tokat/Reşadiye

6

Tokat’ın Reşadiye ilçesinde hareket halindeki bir askeri birliğe yapılan saldırıda 7 asker öldürüldü, üç asker yaralandı. Erdoğan’ın yanında bir heyetle ABD’de görüşmeler için bulunduğu bir sırada bu eylem yapıldı. Türkiye’nin içinde savaş tamtamlarının çalındığı, sokak eylemleri bahane edilerek Kürtlere karşı genel bir kışkırtıcılık ortamının hazırlandığı, bir gün sonra DTP kapatma davasının başlayacağı günde yapılan bu eylem medyada “teröre” ve “teröristlere”- genelde Kürtlere- karşı kışkırtıcılığı arttırmak için, ordu etrafında kenetlenme çağrıları için tepe tepe kullanıldı. Eylemin zamanlaması eylemin bir provokasyon eylemi, ortamı bilinçli olarak germek için, savaş ortamını daha da geliştirmek için, savaşın sürmesini sağlamak, atılan cılız barış adımlarını torpillemek için yapılmış bir eylem olma olasılığını güçlendiriyordu. HPG adına üstlenilen eylem, objektif olarak savaşın sürmesinden yana, Kürtlerle Türklerin karşı karşıya gelip çatışmasından yana çıkarı olan güçlerin işine gelen, onların ekmeğine yağ süren bir eylemdi. DTP adına eylemi değerlendiren Eş Başkan Ahmet Türk’de “Tokattaki şehitlerin acısını yürüklerinde

bir odak haline geldiği” gerekçesiyle, Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101 ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına karar verdi. Mahkeme, “beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına neden oldukları” için DTP Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ile Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un da milletvekilliklerini düşürdü. Mahkeme yine aynı gerekçeyle aralarında Tuğluk ve Türk ile Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, Batman


olduğu vb. unutuluyor. Önce Kürtler bu hakları elde etsinler ondan sonra bu karşılaştırmayı yapalım! DTP kapatma kararı açıklanmadan önce “sine-i millete döneriz” açıklamasını yapmıştı. Kapatma kararına tepki gösteren Ahmet Türk şu açıklamayı yaptı: ”Demokratik siyaseti önemsiyoruz. Bu konuda arkadaşlarım kararlılıklarını çok açık ifade ettiler. Grubumuz fiili olarak parlamentodan çekilmiştir. Çalışmalara katılmayacaktır. Ama umut ediyorum ki herkes bugünü yarını, geleceği yeniden düşünür. Geçmişte aldığımız kararımızın arkasındayız. Ama tabi bu ülkede dostlarımız, demokrasi mücadelesi veren insanımız var. Her şeyi daha geniş paylaşacağız.” Diyarbakır toplantısı ertesinde “Sine-i millete dönme”, parlamentodan tamamen çekilme kararı, esas olarak Öcalan’nın “parlamentoda kalınması gerektiği” yönlü tavrı ertesinde değiştirildi. DTP, yoluna Barış ve Demokrasi Partisi olarak devam etme kararı aldı. BDP bağımsız vekil Ufuk Uras’ın katılımı ile mecliste grup oluşturabilecek.

✌ halkların kardeşliği için

Belediye Başkanı Necdet Atalay, Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak ve Kızıltepe Belediye Başkanı Ferhan Türk ile birlikte toplam 37 DTP’li hakkında “5 yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamayacakları” yönünde karar verdi. Kararı titizlikle aldıklarını ifade eden Anayasa Mahkemesi, DTP kurucusu ve parti üyesi olmayan Leyla Zana’nın açıklamalarını da kapatma gerekçesi sayarak, ne kadar ‘ciddi’ karar verdiklerini gösterdi. Siyasi yasaklılar arasında DTP Şırnak İl Örgütü yöneticisi olarak gösterilen Abdullah İsnaç’da ‘titiz’ biçimde alınan karar doğrultusunda, siyasi yasaklı ilan edildi. İsnaç, Şırnak İl Yöneticisi değil, Belediyenin taşeron bir firmasında çalışan bir işçi. Bu iki örnek Anayasa Mahkemesi’nin kararının hukuki değil, siyasi olduğunu göstermeye yeter. DTP’nin kapatılması kararı bürokrat burjuva elitin “açılım” a doğrudan müdahalesi anlamına gelen bir karar olup, yüksek yargının “açılım”a darbesidir. Bu karar ile Kürtlere verilen mesaj “size hiçbir zaman kendi ulusal kimliğinizle siyaset yapma izni vermeyeceğiz” mesajı, silahlı çatışmada ezmek için sokağa ve dağa davet mesajıdır. Bu davanın sonuçlandırılmasının bu kadar uzatılması ve sonuçlandırılmasının tam da “açılım” denen korkak burjuva barış siyasetinin tartışıldığı, bitirilmek için her türlü melanetin gündemde olduğu bir döneme denk getirilmesi tesadüf değildir. Bugünkü Anayasa ve yasalarla Anayasa Mahkemesi‘nin DTP hakkında yasaklama dışında bir karar vermesi mümkün değildir. Eğer AB’ne uyum vb. isteniyorsa siyasi parti yasaklamalarını zorlaştıracak yasalar çıkarılmalı, Anayasal değişiklikler yapılmalıdır. Haşim Kılıç basın toplantısında bir gazetecinin sorusu üzerine, İspanya Bask Bölgesi ile Batasuna kararını da incelediklerini söylüyor, o karara atıfta bulunarak aldıkları kararın AB normlarına uygun olduğunu söylüyor. Başta Cemil Çiçek olmak üzere AKP’nin bazı kurmayları kapatma kararından önce ellerinde İspanya Anayasa Mahkemesi’nin Herri Batasuna kararıyla dolaştılar. Bask dilinde “birlik” demek olan Batasuna, ETA ile bağı olduğu gerekçesiyle kapatılmıştı. AİHM de bu kararı uygun bulmuştu. Bu bağlamda Bask Bölgesinin İspanya devleti içinde özerk bir bölge olduğu, orda resmi dilin Bask dili olduğu, Bölgenin iç işlerinde bütünüyle bağımsız hareket ettiği, kendi parlamentosu, hükümeti, polisi

Çözüm devrimde! Söz konusu Kürtler ve devrimciler olduğunda şahin kesilen devlet güçleri, ırkçı ve faşist saldırılara “halkın tepkisi” diye kayıtsız kalması, devletin bugüne kadar uyguladığı faşist siyasetin bir sonucudur. Demokratik hakları için mücadele eden Kürtler cezaevlerini dolduruyor. 2009 yılı itibarı ile Türkiye cezaevlerinde 2700 çocuk bulunuyor. Suçları ise taş atmak. Taş atan çocuklara onlarca yıl ceza verilirken, silah ile ateş edenler, insan yaralayanlar mahkemeye çıkarılmadan serbest bırakılıyor. DTP’nin kapatılması ve tüm bu faşist saldırılarla devlet Kürtlere adeta, “ayağınızı denk alın, biz açılım diyeceğiz ama bunun içeriğini de biz doldururuz. Size düşen görev bunu onaylamak olacaktır’ diyor. Dersim’i, Koçgiri’yi, Seyh Sait’i… unutmayın dercesine saldırıyor. Tüm bu faşist saldırılar ve baskıların hesabı bir gün mutlaka sorulacaktır. Halklar hapishanesi olan Türkiye’de, her türlü ulusal baskı, katliam, soykırımın sorumlusu faşist devlettir. Burjuvazinin iktidarı şartlarında ezilen ulusların gerçek anlamda ulusal haklarını elde etmesi mümkün değildir. Ulusların tam eşitliği için de devrim gerekli. Çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçiler ancak demokratik halk iktidarı koşullarında kardeşçe bir arada yaşayacaklardır. 21 Aralık 2009 ✓

7


gündem

İşçi düşmanlığında sınır yok! Tekel işçilerinin bu kararlı mücadelesi sermaye partileri tarafından da kendi siyasi çıkarları için kullanılmaya çalışılıyor. CHP ve MHP büyük bir ikiyüzlülükle Tekel işçilerinin direnişini AKP’ye karşı kullanıyor, AKP ise işçilerin taleplerine ve direnişine aldırmadan, bu partilere laf yetiştiriyor. Oysa tüm bu partilerin iktidarı döneminde de özelleştirmeler vardı, o zamanlarda da binlerce işçi aynı şekilde hak gaspına uğramıştı. Şimdi ise işçi dostuymuş gibi davranıyorlar.

B

8

inlerce Tekel işçisi yıllardır özelleştirmelere, işyerlerinin kapanmaması, onurlu bir şekilde çalışmak ve hak ederek ücret almak için mücadele ediyor. Ancak yürütülen mücadeleye rağmen özelleştirilen Tekel Sigara fabrikalarından, Yaprak tütün işletmelerine aktarılan işçiler, sigara fabrikalarının kapatılmasının ardından işlevsiz kalan Yaprak Tütün işletmelerinin de kapatılacağının açıklanması ile 4-C’li olarak başka kurumlara aktarılmak isteniyor. 12.000 Tekel işçisi kölelik şartlarında çalışmak veya işsiz kalmak tehlikesi ile karşı karşıya. 4-C’li olmayı haklı olarak kabul etmeyen işçiler, kazanılmış haklarını korumak ve şimdiki hakları ile birlikte başka kurumlara geçmek istiyorlar. Bu talep için günlerdir Ankara’da bulunan işçilere devletin güçleri azgınca saldırdı, saldırıyor. Soğuğa rağmen 12 gündür eylemlerini sürdüren işçilere polis geçtiğimiz günlerde gaz bombaları, tazyikli su ve coplarla saldırdı. Provokasyon ihtimalini önlemek

için işçilerin eylem yaptıkları Güven Park’tan çıkarılması gerektiğini ve bu nedenle müdahale edildiğini savunan Ankara Valisi ise provokasyonun ne olduğunu açıklamadı. Ancak işçilere yapılan müdahalenin kendisinin bir provokasyon olduğu açık. Saldırı sırasında havuza atlayan işçiler bile tazyikli sudan ve biber gazlarından kurtulamadılar. İşçileri “terörist” olarak gören polis gözaltına aldığı 29 işçiyi Terörle Mücadele Şubesi’nde sorguladı. Polis aynı zamanda Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel ile Genel Sekreter Mecit Amaç’ı da gözaltına aldı. Polisin saldırısı sonucu yaralanan ve felç kalma tehlikesi bulunan Tek-Gıda-İş Muş Şubesi üyelerinden Ali Can Akyel’in tedavisi Numune Hastanesi’nde sürüyor. Birçok işçi ise saldırıdan sonra soğuk hava üzerine tazyikli su yüzünden hastalandı, iki işçi ise kalp krizi geçirdi. Eylemlerini kararlılıkla sürdüren Tekel işçileri Ankara’yı eylem alanına çevirdiler. İşçilerin kararlı-


bu partilerin iktidarı döneminde de özelleştirmeler vardı, o zamanlarda da binlerce işçi aynı şekilde hak gaspına uğramıştı. Şimdi ise işçi dostuymuş gibi davranıyorlar. Tekel işçileri, sermayenin değişik kesimlerinin sözcülüğünü yapan CHP, MHP vb. partilerin gerici ve işçi düşmanı AKP’den hiçbir farkı olmadığını görmelidirler. Tekel işçilerinin ve bu mücadelenin gerçek dostları, gerçek destekleyicileri işçi sınıfı ve emekten yana olan, devrimci parti ve örgütlerdir. İşçi sınıfı sadece kendi gücüne güvenerek bu saldırıları geri çevirebilir. Zafer direnen Tekel işçilerinin olacaktır. 24 Aralık 2009 ✓

gündem

lıkları karşısında eylem kararı almak zorunda kalan Türk-İş ise işe bir saat geç gitme eylemleri örgütledi. Eylemlere katılan işçilerin kalabalıklığı işçi sınıfının Tekel işçilerine destek olmak için eylem kararlarını hayata geçirmekte ne kadar istekli olduklarını gösterdi. Görünen Tekel işçilerinin eylemlerini sürdürecekleri ve yeni yılı direniş ile karşılayacakları anlaşılıyor. Tekel işçilerinin bu kararlı mücadelesi sermaye partileri tarafından da kendi siyasi çıkarları için kullanılmaya çalışılıyor. CHP ve MHP büyük bir ikiyüzlülükle Tekel işçilerinin direnişini AKP’ye karşı kullanıyor, AKP ise işçilerin taleplerine ve direnişine aldırmadan, bu partilere laf yetiştiriyor. Oysa tüm

4-C = Kölelik sözleşmesi…

4-C

özelleştirmeler ile birlikte gündeme getirilen ve özelleştirilen işyerlerindeki işçilerin başka kurumlara aktarılması için 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na eklenen bir madde. Kanunun 4. maddesinin C fıkrası Bakanlar Kurulu tarafından 14.02.2005 tarihinde kararlaştırıldı. 10 Ocak 2009 tarihli 27106 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan karar ile Bakanlar Kurulu 4-C’li personelin 2009 yılındaki çalışma esaslarını belirledi. Buna göre işçiler sözleşme ile geçici olarak işe alınacak ve eğitim durumlarına göre ücret verilecek. Yasada belirtilen gösterge rakamlarına göre Yükseköğrenim mezunu bir işçi 830 TL (Gösterge rakamı: 19.000), Lise mezunu bir işçi 750 TL (Gösterge rakamı: 17.000), İlköğretim mezunu bir işçi ise 650 TL (Gösterge rakamı: 15.000)ücret alabilecek. Bu ücrete de herhangi bir ek ödeme vb. yapılamayacak. 4-C kapsamında çalıştırılan işçiler bir yıl içerisinde sözleşmelerine göre 10 veya 11 ay çalıştırılıyorlar ve işçi veya memur değil yasa tarafından Geçici Personel olarak adlandırılıyorlar. Bu nedenle de 4-c kapsamında çalışan işçilerin sendikaya üye olmaları da engelleniyor. Bu konuda açılan davalar reddediliyor. Bakanlar Kurulu kararının 5. maddesi ise aynen şöyle; “Geçici personelin çalışma saat ve sürelerinin belirlenmesinde, Devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınır. Ancak, geçici personel kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorundadır. Bu çalışma karşılığında herhangi bir ek ücret öden-

mez.” Yani işçiye saat 4’te 3 saat sürecek bir iş verilirse işçi bu işi bitirmeden işyerinden çıkamaz ve işçiye mesai ücreti de ödenmez. İşçinin işten çıkarılması durumunda da ihbar, kıdem veya başka bir tazminat ödenmiyor. Yasaya göre Geçici personel, kurumda çalıştırıldığı sürece dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapamaz. 4-C’li personelin hasta olmaya da hakkı yoktur. Eğer 4 aylık çalışma süresi içerisinde 2 günden fazla rapor alırsa işçiye ücretli izin verilmez. Yani rapor süresinin 2 günü aşması hâlinde aşan kısım için ücret ödenmez. İşçiye çalıştığı her ay için en fazla 1 gün ücretli izin verilebilir. 4c’li personelin çalışabilmesi için de sözleşmesinin Maliye Bakanlığı tarafından vize ettirilmesi gerekiyor. Eğer Maliye Bakanlığı vize vermezse sözleşme yapılamıyor ve işçiye ücret ödenmiyor. Yani işçinin sürekli çalıştırılıp çalıştırılmayacağı da belli değil. Tüm bunlara rağmen sözleşmelerin her yıl yeniden yenilenip yenilenmeyeceği de kesin değil. Bu Bakanlar Kurulunun kararına bağlı. Bir yıl sonunda bütçe açığı veya başka bir gerekçe gösterilerek sözleşmeler yenilenmezse binlerce işçi işsiz kalabilir. Şu anda yaklaşık 22.000 4-C’li personelin hemen hemen yarısı Milli Eğitim Bakanlığı’nda, 3.500’ü İçişleri Bakanlığında, 2.640’ı Adalet Bakanlığında, 1.750’si Sağlık Bakanlığında çalıştırılıyor. 24.12.2009 ✓ 9


✌ halkların kardeşliği için

Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink mücadelemizde yaşıyor! Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana kadar, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun davranarak, halkların kardeşliğinin bayrağını yükseklerde tutup, halklar arasındaki düşmanlıkların son bulması için mücadeleyi sürdüreceğiz.

19

Ocak 2007, bu tarih, bu ülke tarihinde kara bir leke olarak kalacak. Katledilişinin 3. yılında, Ermeni kökenli, kendini halkların kardeşliğine adamış Hrant Dink’i anıyoruz. Onun eksikliğini her gün biraz daha fazla duyuyoruz. Irkçılığın, şovenizmin ayyuka çıktığı, Türk olmayanların kendilerini ifade etmeye kalkıştıklarında linç edilmeye başlandığı günümüzde, bir kez daha “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” demeye devam edeceğiz. 19 Ocak 2007 tarihinde, Cuma günü saat 14.58 sularında kafasına sıkılan kurşunlarla katledip onu aramızdan alanlar ondan kurtulduklarını zannettiler. Onu yüzbinler “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ile bağrına basacağını, bu katil caniler düşünmemişti. Hrant’ı bedenen aramızdan aldılar. Fakat onu, onun dostlarının kalbinden söküp atamadılar. O uğrunda mücadele ettiği “Halkların kardeşliğini” milyonlarca insanın beynine kazıyarak aramızdan ayrıldı. Hrant’ın katledilmesinin sorumlusu devlettir!

10

Hrant kalleşçe katledilmeden önce, “vatan hainliği” ile suçlanarak ünlü kötü 301 ile neredeyse yazdığı her yazıdan dolayı yargılanmıştı. Bu da yetmemiş, İstanbul Valiliği’ne çağrılarak tehdit edilmişti. Hrant’a suikast düzenleneceği açık/belli olmasına ve bu konuda istihbarat bilgisi olmasına rağmen, önlem alınmayarak kiralık katillerin elini kolunu sallayarak Hrant’ı katletmesine göz yumulmuştur. Hrant’ın katledilmesinin hemen arkasından yüz binlerin ona sahip çıkacağını beklemeyen devlet yetkilileri ve burjuva kalemşorlar, sorumlu ve suçluların

hemen yakalanıp “adalet”e teslim edilmesini istediler. Hatta katillerin “vatan haini” olduğunu, Hrant’a sıkılan kurşunun “Türkiye’ye sıkılmış kurşun” olduğunu, “Türkiye’nin itibarının zedelendiği”ni söylediler. Cenaze merasimine devlet yetkilileri katılarak timsah gözyaşı döktüler. Cinayetin hemen arkasından devlet yetkililerinin gerçek suçluları gizleyen, hedef şaşırtan açıklamaları ile gidişatın hangi yönde olacağının işareti verilmişti. Katiller için “Zanlı milliyetçi duygularla cinayeti işlemiştir”, diyerek devlet içinde cinayetten sorumlu ve suçluları gizlemeye çalışmışlardı. Cinayetin gerçek sorumluları bugün hala elin kolunu sallayarak geziyor. Ve terfi ettirilerek ödüllendiriliyor. Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana kadar, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun davranarak, halkların kardeşliğinin bayrağını yükseklerde tutup, halklar arasındaki düşmanlıkların son bulması için mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı mücadelemizde yaşatacağız. 28.12.2009 ✓


C

HP’li Onur Öymen’in 1938 Dersim Katliamını savunan açıklamalarının ardından oluşan tepkiler sürüyor. Bu tepkinin bir ifadesi olarak Dersim katliamının 74. yıldönümünde, 13 Aralık’ta İstanbul Kadıköy’de bir miting düzenlendi. Tunceli Dernekleri Federasyonu’nun (TUDEF) çağrısıyla gerçekleştirilen mitinge siyasi partiler, birçok devrimci çevre, gençlik grupları ve Dersim’li alevi dernekleri katıldı. Soğuk ve kötü hava koşullarına rağmen binlerce insan sadece İstanbul’dan değil Ankara, Bursa, Eskişehir gibi illerden gelerek mitingde yerlerini aldılar. Sabah saatlerinde bir araya gelmeye başlayan kitle saat 13’de Kadıköy Meydanına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında atılan sloganlar ve taşınan dövizlerle Dersim katliamı lanetlenirken, halkların kardeşliğine vurgu yapıldı. Devrimci gruplar attıkları sloganlarla devletin katliamcılığını teşhir ettiler. Bizler de Yeni Dünya İçin Çağrı ve Yeni Dünya Gençliği olarak bir kortejle mitinge katıldık. Biz taşıdığımız dövizler ve pankartla Dersim katliamı ve tüm katliamların hesabının ancak devrimle sorulacağı propagandasını ön plana çıkardık. Ayrıca miting alanında Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesinin satışını yaptık. Miting tüm kortejlerin alana girmesiyle başladı. Kürsüden yapılan konuşmalarda öne çıkan talepler öncelikle şunlardı: 1. Dersim katliamı kabul edilsin, Genelkurmay ve devletin arşivleri açılsın. Sorumlular hesap versin.

2. Dersim ismi iade edilsin, 3. Evlatlık verilen kız çocuklarının akıbeti araştırılıp ortaya çıkarılsın, 4. Tüm mezar yerleri ve özellikle Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerleri ortaya çıkarılsın. 5.Dersim’de inşa edilmek istenen barajlardan vazgeçilsin. Miting alanında sık sık ‘faşist CHP, onursuz Öymen’ sloganları atılırken Öymen’in Hitler’e benzetildiği resimler dikkat çekti. Yapılan konuşmalarda CHP’nin yaklaşımı teşhir edilirken hükümete de bu konuda laftan öteye gitmediği eleştirisi getirildi. Kürt halkının ulusal isyanının kanla bastırılması olan bu katliamın bir devlet siyaseti olduğundan ise kimse sözetmedi. Hatta Dersim katliamının, Cumhuriyetin karanlık sayfalarından biri olduğu vurgulanarak bu katliamın açığa çıkarılmasıyla Cumhuriyetin de temize çıkacağı yönlü görüşler savunuldu. Adalet, hukuk talep edildi. Mitingde ayrıca DTP’nin kapatılması protesto edildi ve 13 Aralık 1980’de 12 Eylül faşist darbesinin bir sonucu olarak yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren ve daha birkaç gün önce özel bir maden ocağında iş cinayetine kurban giden 19 maden işçisi de anıldı. Miting, Ferhat Tunç, Rojin ve Aynur’un da aralarında bulunduğu müzisyenlerin dinletileriyle sona erdi. Havanın çok soğuk ve yağmurlu olması mitinge katılımı olumsuz yönde etkiledi. 13 Aralık 2009 ✓

güncel

Kadıköy’de Dersim Katliamı lanetlendi

11


güncel

1936-1938‘de Dersim’de ne olmuştu? “Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...”

P

12

aris Kürt Enstitüsü 27 Kasım 2009 tarihinde “Dersim: 1936-1938” konulu bir konferans düzenledi. Konferans Fransız Parlamentosu Victor Hugo salonunda yapıldı. Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmadan çok önce, konferansın planlandığı bilgisi verildi. Toplantıya akademisyen, yazar ve araştırmacı olarak tanınanlar davet edilmişti. Toplam üç oturum yapıldı. Akşam saat 18.00 sularında konferans sona erdi. Saat 10.00-11.30 arası birinci oturum yapıldı. Birinci oturumda, Dr. Uğur Ümit Üngör (Kolej Üniversitesi, Dublin) “Jön Türkler ve Ermeni soykırımı, Jön Türkler ve Dersim katliamı”, Hovsep Hayreni (araştırmacı, Brüksel) “Ermeni soykırımı ve Dersim’e sığınma”, Mehmet Bayraktar (araştırmacı, yazar, İstanbul) “Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine Alevi katliamı”, Evin Çiçek (araştırmacı, yazar, Cenevre) “Koçgiri katliamı ve Dersim olaylarının başlangıcı” başlıklı sunumlar yapıldı. Saat 11.30-13.00 arası ikinci oturum yapıldı. İkinci oturumda, Dr. Hans Lukas Kieser (araştırmacı, Cenevre) “Kemalist Türkiye’de Dersim kampanyası: bağlam, çerçeve ve ucu açık sorular”, Dr. Ali Murat Irat (Alevi Enstitüsü, Ankara) “Devlet prizmasından Dersim”, Erdoğan Aydın (araştırmacı, yazar, İstanbul) “Devletin Dersim politikasında inanç alanı ve direnişin niteliği”, Mete Tekin (araştırmacı, Paris) “Dersim olaylarının kronolojisi”, Dr. Ali Kılıç (araştırmacı, Paris) “Fransız arşivlerinde Dersim” konulu sunumlar yapıldı. Saat 15.00-17.30 arası üçüncü oturum yapıldı. Üçüncü oturumda, Bilgin Ayata (Johns Hopkins Üniversitesi, ABD) “Amnezi ülkesinde bellek arayışı”, Prof. Dr. Mithat Sancar (Ankara Üniversitesi Hukuk

Fakültesi) “Kürt ve Türklerin toplu belleğinde Dersim”, Dr. Marie Le Ray “Keşişen bellekler, yerel söylemlerde Dersim 1938’in yeniden üretimi”, Şerafettin Halis (DTP Dersim Milletvekili) “Tarih ve Dersim Katliamı ile yüzleşme”, Prof. Andre Poupart (Montreal, Kebek) “Dersim ve uluslararası hukuk” başlıklı sunumlar yapıldı. Üçüncü oturumda İhsan Sabri Çağlayangil’in kendi sesinden Dersim anlatımları dinlettirildi. İsmail Beşikçi’nin gönderdiği mesajın okunmasının ardından, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Kendal Nezan’ın yaptığı kapanış konuşması ile konferans sona erdi. Her konuşmacının anlatımlarını özetlemek yerine, konferansta anlatılan ve öne çıkan konuların bir özetini yapmak istiyorum. Dersim denilince akla “Dersim İsyanı” geliyor. “Dersim İsyanı” kavramı doğru bir kavram değildir. Dersim’de isyan değil bir direniş hareketi gelişmiştir. TC devleti planlı, programlı bir katliamın hazırlıklarına çok önceden başlamıştır. Dersim katliamından bahsederken, ‘isyan’ nitelemesini yakıştırmak tarihi bir yanılgıdır. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Tunceli kanununu meclise sunarken, şu belirlemeyi yapıyor. “Dersim’de olağanüstü bir olay şu anda yoktur. Bu güne kadar yapılan 11 askeri harekattan sonuç alınamamış. Bu kez Dersim sorununu kökten çözme tedbirlerini yasayla alıp uygulamaya koymaktadır hükümetimiz” Dersim’de “olağanüstü bir olayın “ olmadığını dönemin içişleri bakanı söylüyor. 1936-1938 yıllarında TC’nin Dersim’de yaptığı katliama karşı bir direniş başlamıştır. Gerçek budur. 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı adlı kararname, Kürtlere karşı uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu da Kürtler açısından büyük bir tehlikenin


talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyordu. (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Hukukçu ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle diyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930) Dersim’den önce, Türkleştirme politikası diğer Kürt illerinde hayata geçiriliyordu. Kürtler için iki seçenek doğuyordu; ya dayatılan yeni Türk kimliğini kabul edecekler ve öğrenmek için batıya sürülecekler ya da bir şekilde yok olacaklardı. Aralık 1935’de Tunceli kanunu çıkarılır ve Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Tunç eli Dersim’de yürütülen operasyonun adı idi. Operasyonun adının Dersim’e verilmesi ile bir mesaj veriliyordu. Devletin Tunç eli her zaman Dersim’lilerin üzerinde olacaktı! Tunceli Kanunu’nun 1. maddesinde, yeni oluşturulan Tunceli iline ‘Korkomutan’ rütbesinde bir kişinin vali ve kumandan olarak atanacağı; bu valinin aynı zamanda 4. Umumi müfettişi olacağı hususu yer alıyordu. Vali aynı zamanda komutandı ve geniş yetkilerle donatılmıştı. Ocak 1936’da Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur. Başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, Koçgiri şahini Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan atanır. Dersim yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izine tabi tutulur. Harçik deresi üzerindeki tahta köprü 20-21 Mart 1937 gecesi yakılır. Söylendiğine göre askerlerin kadınlara tecavüz etme girişimleri köprünün yakılmasına vesile olur. Devlet zaten hazırlıklarını yapmıştı. Bu köprünün yakılması bahane edilerek Dersim’de katliam yapılır. 50 bin ile 90 bin arasında insan katledilir. Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan biridir) yöreye bombalar yağdırır. 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle insansızlaştırılır. 12 bin kişi batı illerine gönderilir. Seyit Rıza yakalanır. Elazığ’da yargılamalar başlar. Yargılamalarda hiç bir hukuk kuralı işletilmez. Sanıklara iddianame verilmez. Sanıklar ne ile suçlandıklarını bilmemektedir. Duruşmalarda Kürtçe tercüme yapılmaz. Mahkemenin verdiği cezalar kesindir. Temyiz hakkı yoktur. Mahkemenin verdiği

güncel

geleceğine işaret etmekteydi. Çünkü bu kararname, bir plan çerçevesinde Kürt milli iradesini önlemek amacıyla hazırlanmış bir Türkleştirme ve yoketme programıydı. Umumî Müfettişliklerin kuruluşu ve sıkıyönetim kararını da içeren bu plana göre tehlikeli bulunan Kürt aileleri batıya sürülecekti. Planda özellikle kadınlara ve kız çocuklarına acilen Türkçe öğretilmesi önerilmekte ve Kürtlüğe dair bütün unsurlar hedef alınmaktaydı. Planın öngördükleri özetlenecek olursa; bu plan ile Türkiye 5 ayrı müfettişliğe bölünecekti ve Kürt illerinden Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazaları 5. müfettişliğin emrine alınmıştı. Söz konusu mıntıkalarda kurulacak mahkemelerde yer alacak tüm yargı üyelerinin sivil ve Kürt olmaması istenmiş ve bölgeye dair yeni kanun tekliflerine ihtiyaç duyulduğu belirtilmişti. Plan çerçevesinde Kürtlerin izole edilmesi isteniyordu. Yerlerinden edilerek batıya sürülen Kürtler, aynı zamanda herhangi bir görevlendirme içinde yer alamayacaklardı. Küçük memuriyetlere dahi atanamayacak ve bölgeye gönderilecek memur ve askerler, ancak merkezden seçilebilecekti. Türk oldukları iddia edilen ve giderek Kürtleşen il ve ilçelerde hükümet ve belediye dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Kürtçe konuşanlar hükümet emri ve kuvvetiyle cezalandırılacaktı. Arapça konuşan bölgelerde Türk Ocakları ve okulların açılması ve her türlü imkana sahip kız okullarının kurulması ve özellikle kızların okullara gönderilmesi sağlanacaktı. Dersim’de, yatılı okullar açılacak Kürtlük ve Kürtleşmenin önüne geçilecekti. Yine Fırat’ın batısındaki vilayetlerde dağınık olarak yerleşmiş olan Kürtlerin, Kürtçe konuşmaları derhal yasaklanacak ve kız okullarına önem verilerek kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktı. Kürt bölgelerinde hızlı bir şekilde karakol, askeriye ve sınır karakolları inşa edilecekti. Umum Müfettişliğin belirlediği yerlere yol yapılacak ve Doğu treninin Erzincan, Sivas, Elaziz-Diyarbekir, Elaziz-ÇapakçurMuş ve Van Gölü’ne mümkün olduğunca az sefer düzenlemesi sağlanacak ve Kürt bölgelerine yabancı şahıs ve kuruluşlar hükümetin izni olmaksızın giremeyeceklerdi. Şark Islahat Kararnamesinde ortaya konulan plan ve yapılan hazırlıklar Dersim’de yapılacak katliamın çok önceden planlandığını gösteriyor. İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar

13


güncel 14

11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesi ile 30 yıla çevrilir. Seyit Rıza ve altı arkadaşı 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilir. Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır. Onur Öymen, 71 yıldır kanayan bir yaraya parmak bastı. Öymen 10 Kasım 2009 tarihinde, TBMM’de yaptığı konuşmada, “Dersim isyanında da analar ağladı ama hiç kimse mücadeleyi bırakmadı o dönem” şeklindeki sözleri, Dersim katliamının hatırlanmasına vesile oldu. Öymen çok açık olarak bugün de Kürtlere karşı bir katliamın yapılması gerektiğini savunuyor. Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu, Dersim katliamının korkunç yönlerini ilk ağızdan duymuş bir kişiydi. 1987 yılında İhsan Sabri Çağlayangil ile buluşmuş ve Çağlayangil’in söylediklerini kayda almıştı. Çağlayangil, “Dersimlileri fare gibi boğdular, gaz kullandılar” demişti. Kılıçdaroğlu ilk başta “Öymen gereğini yapmalı” dedi, Baykal’ın uyarısı üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Muhsin Batur, 1985 Yılında Yayınlanan “Anılar Ve Görüşler” Adlı Kitabında Şunları Yazıyordu. “Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” Muhsin Batur yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Dersim’de neler olduğu artık biliniyor. 71 yıl önce bir katliam yaşanmıştı Dersim’de. Muhsin Batur katliamı anlatmak istemiyor. Gelinen aşamada burjuvazinin bir kesimi ve Recep Tayip Erdoğan bile, Dersim’de yaşananların bir katliam olduğunu söylemektedir. Katliamlar yapılmıştır ama sistem yapılanları hep unutturmaya çalışmıştır. İsmail Beşikçi’nin Konferansa gönderdiği mesajda diğer şeylerin yanısıra yaptığı doğru bir saptama var. Dersim’li aleviler 680 yılında Kerbela’da başta imam Hüseyin olmak üzere öldürülen 72 kişinin yasını tutarlar. Kerbela olayı hiç bir zaman unutulmaz. Ama 71 yıl önce yaşanan Dersim katliamı hatırlanmaz. Yaşananlar çabuk unutuluyor, unutturuluyor. Unutmayalım, unutturmayalım. Paris’ten YDİ Çağrı okuru ✓

Esenyurt’ta katliam lanetlendi!

C

HP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in mecliste yaptığı bir konuşmada, Dersim katliamını savunan sözler sarf etmesi, katliamın kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılmasını da beraberinde getirdi. Öymen dil sürçmesi ya da gaf yapmamış, bilinen bir gerçeği meclis kürsüsünden bir kez daha dile getirmişti. Öymen’in sözleri ve katliam çeşitli yerlerde olduğu gibi, Esenyurt’ta da yapılan bir basın açıklaması ile protesto edildi. Esenyurt Dersimliler Derneği tarafından Esenyurt Cumhuriyet Meydanı’nda yapılan basın açıklamasında şu talepler dile getirildi: “Başbakan Erdoğan “dersim katliamını savunanlar insanlıktan nasibini almamıştır” dedi. Başbakan samimiyetine inanmak istiyoruz. Gerçekten samimi ise; “1- 72 yıl önce 14/15 Kasım 1937 tarihinde idam edilen Dersim Seyitlerinin mezarlarının yerlerini açıklamalıdır. 2- Döneme ait arşivler açılmalıdır. 3- 1938 tarihinde evlatlık verilen veya Çocuk Esirgeme Kurumları’na teslim edilen Dersim’li yetim çocukların tam listesini açıklamalıdır. 4- Dersim de yaşanan bu katliamdan dolayı özür dilenmelidir. 5- Dersim’de yapılmak istenen baraj projelerini iptal etmelidir. 6- Tunceli adının yeniden Dersim olarak değiştirilmesini talep etmekteyiz.” Bu talepler demokratik ve haklı taleplerdir. İnkar ve imha temel siyaseti üzerine kurulu devletin bu talepleri yerine getirmesi için mücadele etmek yetmez. Katliamların hesabını soracak olan devrim için mücadele etmek, örgütlenmek görevdir. Bu talepler doğrultusunda 13 Aralık Pazar günü Kadıköy’de yapılacak mitinge çağrı yapıldı. Basın açıklaması sırasında, “Dersim onurdur, onuruna sahip çık!, Munzur da barajlara hayır!, arşivler açılsın, hesap verilsin!” sloganları atıldı. Basın açıklamasına, YDİ Çağrı, BDSP, DHF, SODAP, Emek-İş, ESP katılarak destek verdi. 6 Aralık 2009 ✓


güncel

Kaza değil cinayet!

10

Aralık Perşembe günü, Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine 30 kilometre uzaklıktaki Alpagut Köyü yakınlarında bulunan Bükköy Madencilik İşletmesi’ne ait kömür ocağında metan gazı sıkışması sonucu, meydana gelen grizu patlamasında 19 işçi hayatını kaybetti. Patlamanın ardından ortaya çıkan gerçekler, yaşananın cinayet olduğunu ortaya koyuyor. Kaza, önce grizu patlaması sonucu oluşmuş normal bir kaza olarak gösterilmeye çalışıldı. Basının olayın üzerine gitmesiyle, alınmayan önlemler nedeniyle kazanın meydana geldiği ortaya çıktı. Madenin Mayıs ayında yapılan denetimde eksikler tespit edildiği ortaya çıktı. Olayın ardından kazaya müdahale edecek bir ekibin dahi bulunmaması nedeniyle göçük altında kalan işçilere saatlerce ulaşılamadı. Göçük altında kalanlara madenci arkadaşları yardım etmek istedi. Bu kez de madene girenler zehirlenerek hastaneye kaldırıldı. Bu madende çalışan işçilerin çevre köylerde yaşayan köylüler olduğu, eğitim düzeyleri düşük ve ucuz çalıştırıldıkları ve sendikalı olmadıkları belirlendi. Kaza yerine gelen Çalışma Bakanı Ömer Çelik, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Devlet Bakanı Faruk Çelik kaza ile ilgili açıklamalarda bulundular, üzüntülerini ifade ettiler. Faruk Çelik yaptığı açıklamada “Yeterli önlem alınmadığı ve gaz ölçümünün tam yapılmadığı için” bu kazanın olduğunu açıkladı. Bakan, çalışan işçileri suçlayarak, onların da yeterli önlem almadıklarını söyledi. Bakan yaptığı bu açıklama ile devletin ve maden patronunun suçunu örtbas etmeye çalıştı. Madende yeterli maden mühendisinin olmadığı, maden mühendislerinin yaptığı açıklama ile ortaya çıktı. Devlet yetkilileri, her kazadan sonra aldıkları bilgilerle önlem aldıklarını söyleyerek işçilerin gözünü boyamaya çalıştıklarını bir kez daha ortaya koydular. Çalışma Bakanı, Mayıs ayında yaptıkları incelemelerde eksiklikleri tespit ettiklerini söyledi. Bu eksikliklerin giderilip giderilmediği bugüne kadar denetlenmemiş ki bakan, ‘Kesin raporlar çalışmalar tamamlandıktan sonra ortaya çıkacak’ açıklamasını yapıyor. Önce Madenin kapatılıp kapatılmayacağı sorularına “gülüp geçtiğini” söyleyen Bakan Taner Yıldız, daha sonra yaptığı açıklamada “Madenin yeterli önlem alınmadığı için kapatıldığını” kamuoyuna açıkladı. İşçilerin ölümüne bugüne kadar önlem

almayarak neden olan devlet, işçilerin ailelerine 5’er bin TL para verilerek ve ölen işçileri emekli edeceklerini söyleyerek, böylece suçlarını da ortadan kaldırmış oldular. Aynı zamanda maden ocağının müdürü ve diğer yetkilileri de tutuklandı. Patron ise hala bu yazıyı yazdığımız sırada kaçaktı. Yeterli önlem alındı mı? Maden Mühendisleri Odası, Türkiye’de yüksek risk taşıyan, gözetim ve denetimden uzak maden ocaklarında her an kaza olabileceği uyarısında bulundu. Maden Mühendisleri Odası, yaptığı açıklamada Bursa’daki maden ocağında her vardiyada bulunması gereken maden mühendisi sayısının yeterli olmadığına dikkat çekti. Açıklamada çalışan işçilerin çevre köylerden sağlandığı, sendikalı olmadıkları, genellikle eğitim seviyelerinin düşük olduğu ve düşük ücretlerle çalıştırıldığı tespitinde bulunuldu. Kazanın, 16-24 vardiyasında ayakta kömür üretimi yapılması esnasında ortamda bulunan grizunun patlamasıyla meydana geldiğinin anımsatıldığı açıklamada, “Maden Mühendisleri Odası, yapılan ilk tespitlerden olayın, çalışma ortamında belirli bir oranın üzerinde bulunmaması gereken metan gazının, muhtemelen patlayıcı madde kullanılması sonucu tetiklendiği ve grizunun patladığı anlaşılıyor” denildi. Maden ocağında metan gazının hangi oranda olup olmadığını dinamit atılmadan önce tespit etmesi gerekenlerin bu işte uzman olan kişiler olması gerekiyor. Patronlar için önemli olan kalifiye eleman çalıştırmak yerine daha az kalifiye eleman ile daha fazla iş yapmak ve böylelikle karlarını katlayarak daha fazla kazanmaktır. 19 maden işçisinin ihmaller zinciri sonucu ölmeleri de gösteriyor ki, kapitalizmde işçilerin, emekçilerin insan olarak bir değerleri yok. Önemli olan patronlar için daha fazla kardır. ✓

15


gündem

Türkiye doğuya mı kayıyor?

K

16

asım ayı içinde Türkiye’nin nereye gittiği, yönünü mü değiştirdiği vb. soruları, dünya basınında hararetli tartışmalara konu oldu. Hükümetin Türkiye’de yapılan bir NATO tatbikatına alışılmışın dışında İsrail’i davet etmemesi, Başbakan Erdoğan’ın Gazze konusunda İsrail’in Gazze’de savaş ve insanlık suçu işlediği tespitlerini yapan Goldstone raporuna sahip çıkması, Erdoğan’ın Pakistan ve İran gezileri, bu gezilerde verdiği kimi demeçler Batı’da yer yer kaygı ile karşılandı. Bu bağlamda batıda çeşitli dergi ve gazetelerde bir dizi yazı yayınlandı. “The Economist” teki bir yazıda şu tespitler var: “Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle ticaret hacmi son yedi yılda 7 kat artıp 31 milyar dolar düzeyine geldi. Ayrıca kuru incirden, televizyon dizilerine kadar Türk mallarının on yıl öncesine kadar gözükmedikleri Cezayir’den Tahran’a uzanan bir coğrafyada, her yerde görülmeye başlandı. Bu pragmatik diplomasi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından şevkle izleniyor, ama bu değişim Türkiye’deki önemli değişikliklerden ayrı düşünülemez. Çoğu Arap da, İran’a karşı ılımlı bir denge unsuru ve Batı’ya açı-

lan bir pencere olarak görmeleri nedeniyle, Türkiye’yi olumlu karşılıyor. Türk yetkililer Türkiye’yi kullanışlı bir köprü, bölgesel bir barış gücü ve İslam’la birlikte yaşayabilecek bir demokrasi modeli olarak sunuyor. Batılı ülkeler genel olarak bu görüşe katılıyor ve Türkiye’nin Doğu’ya kayışına karşı çıkmıyor. Ancak Türkiye’nin AB üyesi olma umudu ölür ve Ankara İran’a baskı girişimlerinin önünde bir engel gibi görünürse, bu yumuşak tavır değişebilir. Türkiye Doğu’ya yönelmesi nedeniyle şimdiden bazı bedeller ödemeye başladı. Bunun en açık örneği de İsrail’le ilişkiler... Türk yetkililer İsrail’le ilişkileri koparma niyetinde olmadıklarını söylüyor ancak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir danışmanı “Biz İsrail’le ilişkilerimizi Ortadoğu sorunundaki ilerlemeye bağlıyoruz. Batı da bunu yapmalı” diyor.” “Wall Street Journal” de “Şeytana uyan Türkiye” (Turkish Temptation) başlığı altında yayınlanan yorum Türkiye’nin dış politikadaki önceliklerinin değiştiği temel tezi üzerine kurulu. Batının bugünkü Türkiye’ye kuşkucu bakışını iyi ifade eden bu yorumda aynen şunlar söyleniyor: “Türk dış politikasında ve bu politikaya eşlik eden değerlerde yaşananlar, ülkenin stratejik önceliklerinde


Filistin Yönetimi’nin daha laik eğilimli başkanı Mahmud Abbas’ı dikkate almıyor. Erdoğan’ın İsrail aleyhine dönmesi daha genel bir değişimin belirtisi; Amerikan çıkarlarıyla çok uyuşan bir değişim de değil bu. Laik bir Müslüman ülke olarak Türkiye NATO’nun ana direklerinden biri ve çeşitli komşularının siyasi radikalizmine (Komünist, Baasçı, İslamcı) karşı bir kale olageldi. Şimdi Erdoğan belki de, Türkiye’nin geleceğinin Batılı muhataplarının kuyruğunda değil, Müslüman dünyanın tepesinde olduğu düşüncesiyle kumar oynuyor. Avrupa’nın Türkiye’nin üyelik arzusuna bunca uzun zamandır darbe üstüne darbe vurduğu düşünülürse, bütün bu gelişmeler pek şaşırtıcı gelmemeli belki de. Laiklik, hoşgörü, özgürlük gelenekleriyle ve Doğu’yla Batı arasındaki köprü olmalarıyla uzun yıllar gurur duyan Türklerin, karanlık zaferler uğruna bütün bunları feda edecek kadar baştan çıkmamasını umut edelim. » Ekim ayı sonunda İstanbul’da yapılan “İstanbul Forum” paneller dizisine katılan Amerikalı gazeteci Flynt ve Hillary Mann Everet çiftinin imzasını taşıyan “Ciddi Türk Diplomasisi” başlıklı bir yazıda ise bugünkü Türk Dış Politikası Obama’nın öğreneceği bir politika olarak gösterilip, şunlar söyleniyor : “Burada Obama yönetimi için önemli bir ders var. Amerika artık Ortadoğu’da stratejik sonuçları dikte edebileceği ekonomik ve siyasal konumda değil. Dahası, eğer Washington bu kritik bölgede ABD çıkarlarını geliştirmek ve korumak istiyorsa, bunu ciddi diplomasi yoluyla ve evrilmekte olan güç dengelerine saygı göstererek, diğerlerinin meşru çıkarlarıyla ABD’ninkileri uyum haline getirerek yapabilir. Türkiye’nin Ortadoğu politikası o tür bir diplomasinin neye benzemesi gerektiği konusunda değerli bir model sunuyor.” Görüldüğü gibi batı medyasında Türk dış politikası konusunda kafalar karışık, rivayet muhtelif ve bir bölümü için kaygılar belirleyici. Tabii Türk medyası da bu tartışmanın dışında kalmadı. İdeolojik Kemalist kanat kaygıları paylaşıp, bakın bizim yıllardır söylediğimizi şimdi batılılar da söylüyor diyerek, kendi korkularına batılı tanık gösterirken, AKP yanlısı medya da Türk dış siyasetini öven batılıları kendilerine tanık gösterdiler. Türk dış siyasetinde şimdi yüzünü batıdan, batı ile sıkı ittifaktan, Müslüman dünyanın liderliği adına doğuya dönme şeklinde bir “eksen kayması” olduğu tezini savunan ve kaygılarını dile getirenlerin bu kaygıların temeli olarak gösterdiği verilere göz atıldığın-

gündem

köklü bir değişimi yansıtıyor. Türkiye’nin Kürt terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ı Şam’da barındırdığı için Suriye’ye işgal tehdidi savurmasının üzerinden 10 yıl geçti. O günlerde bir Türk gazetesinin kullandığı ifadeler ülkenin ruh halini ve Suriye’yle İsrail’e yaklaşımını yansıtması açısından manidardı: “Golan Tepeleri’ndeki İsraillilere ‘şalom’ diyeceğiz.” Zaman değişti, ülkeler de. Bu ay başında Türkiye, çokuluslu bir hava kuvvetleri tatbikatını, İsrail’in de katılması planlandığı için ve iki ülke ordusu arasındaki sıkı tarihsel ilişkilere rağmen iptal etti. The Guardian’la kısa süre önce yaptığı söyleşide Başbakan Tayyip Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’la ilgili ‘dostumuz olduğuna kuşku yok’ ifadesini kullandı. Hazirandaki hileli seçimin ardından Ahmedinecad’ı ilk kutlayanlar arasında olan Erdoğan, İran’ın nükleer programını da ‘barışçı ve insani’ diye niteliyor. Suriye’yle ilişkiler de giderek daha sıcak hale geliyor: Hatta iki ülke ortak askeri tatbikatlar yapmayı bile planlıyor. Ulusların komşularını seçme lüksü yoktur ve Türklerin sınırlarında düşman istememesi kesinlikle anlaşılabilir bir tutum. Fakat Erdoğan ve AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana Türkiye’nin dış politikasında ve bu politikalara eşlik eden değerlerde yaşananlar, sadece bölgesel gerilimleri yumuşatmaktan ziyade Türkiye’nin stratejik önceliklerinde köklü bir değişimi yansıtır görünüyor. Sözgelimi Ocak’ta Erdoğan, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’i herkesin önünde azarladı. Erdoğan ona ‘yalancı’ deyip, Gazze’deki savaşla ilgili olarak “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi gayet iyi bilirsiniz” diye konuştu. Bundan kısa süre sonra da Erdoğan Sudan devlet başkanı yardımcısı Ali Osman Taha onuruna bir akşam yemeğine evsahipliği yaptı. Görünen o ki yemekte Darfur konusunda ders vermedi. Ortadoğu’da Türkiye’nin değişen yaklaşımlarından etkilenen tek ülke İsrail değil. Washington Enstitüsü’nün Yakındoğu Politikası analisti Soner Çağaptay şu noktaya dikkat çekiyor: “AKP’nin dış politikası bütün Müslüman ülkelere yönelik sempatiyi teşvik ediyor değil. Parti daha ziyade İslamcı, Batı karşıtı rejimlerle (sözgelimi Katar ve Sudan) dayanışmayı teşvik ederken, laik, Batı yanlısı Müslüman yönetimlere (Mısır, Ürdün ve Tunus) mesafeli davranıyor.” Filistinlilere karşı da aynı tutum söz konusu; Erdoğan dünyaya Hamas’ı tanıma çağrısı yaparken,

17


güncel 18

da görünen şu: İsrail konusunda: Türk dış siyasetinde İsrail’e karşı tavır takınılmış olan tüm konularda (‘One minute’ çıkışı, NATO tatbikatına çağırmama, Goldztone raporuna sahip çıkış) söz konusu olan diplomatik/siyasi tavırlardır. Bunların hepsinde Türkiye esasta dünyada halkların da, devletlerin de büyük çoğunluğunun açıkça savunduğu pozisyonlarda durmaktadır. Bu tavrın İsrail ile Türkiye arasında çok sıkı olan ekonomik ve askeri ilişkilere dönük bir maliyeti, bunlara zarar veren bir yanı yoktur. Suriye konusunda: Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerini düzeltmesinin, düşmanca olan ilişkileri iyi komşuluk ilişkilerine dönüştürmesinin gerçekte batının yaşamsal çıkarlarına ters bir yanı yoktur. Tersine Suriye’nin batıya bağlanması konusunda bu iyi ilişkiler kullanılabilir ilişkilerdir. İran konusunda: Türkiye ile İran arasındaki iyi ilişkilerin de batılı emperyalistlerin yaşamsal çıkarları ile çelişen bir yanı yoktur. Görünürde bu iyi ilişkiler ABD’nin siyaseti ile çelişiyor gibi görünse de, İran’ın içine etki yapabilmek için batı dünyasının güvenilir bir üyesinin İran ile iyi ilişkilerin içinde olmasının yararı vardır. Filistin konusunda: Türkiye’nin Hamas’la da görüşebilir konumda olmasının da batılı emperyalistlerin yaşamsal çıkarına ters bir yanı yoktur. Tersine Hamas’ı da emperyalist çözümün bir parçası haline getirebilmenin mümkün olup olmadığı ancak böyle ilişkiler üzerinden sınanabilir. Böyle bakıldığında eksen kayması konusunda kopartılan fırtınanın gerçek değeri ortaya çıkmaktadır: Bir avuç suda fırtına! Türkiye batılı emperyalistlerin, en başta da ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli ve en güvenilir (tabii emperyalizmde güvenilirlik çıkarla, karşılıklı çıkarla olan bir şeydir, vefa filan semt adıdır) müttefiklerinden biri, İsrail ile birlikte batının bölgedeki esas temsilcisidir. Bu anlamda eksen kayması, batıdan kopma, yüzünü doğuya dönme filan söz konusu değildir. Ancak AKP döneminde izlenen dış politikada Türk egemen sınıflarının kendi öz çıkarları çok daha net ifade edilmekte, geçmişe oranla daha çok çıkış noktası alınmaktadır. Böyle olduğu için de yer yer ABD emperyalizmi ve diğer batılı emperyalistlerin politikası ile çelişir görünen edimler ortaya çıkabilmektedir. Aralık 2009 ✓

İsviçre’de minare yasağı...

Burjuva siyasetçilerinin ikiyüzlülüğü Referandumdan çıkan karar, İsviçre’de birçok miting ve yürüyüşle protesto edildi. Referandumun yolunu açan ırkçı İsviçre Halk Partisi (SVP) bile sonuca şaşırdığını açıklarken, Yeşiller kararın farklı dinler arasında ayrımcılık yaratacağı sebebiyle AİHM’e götürme kararı aldı. ‘Hayır’ çıkacağına kesin gözle baktıkları için sandığa gitmeyen İsviçreliler de sokaklara döküldü.

İ

sviçre’de ırkçı partinin tek başına yürüttüğü “Minareye Hayır” kampanyası, yapılan halk oylamasında başarıya ulaştı. Oylamaya katılan İsviçreli seçmenlerin yaklaşık % 58’i, İsviçre’de bundan böyle yeni minare yapılmasına karşı oy kullandı. Referandumda İsviçre’deki 26 kantondan sadece 4’ü minare yasağına hayır diyen tavır takındı. İsviçre, söz konusu olan sermayenin “hakları” olduğunda Avrupa’nın en liberal demokratik ülkesi. İsviçre aynı zamanda 20. yüzyılın başında kendi içindeki ulusal sorunu şiddetsiz ve en demokratik tarzda çözmüş olan burjuva ülkesi. Ülkede İsviçre’nin kurucu uluslarının dilleri eşit şartlara sahip. İsviçre emperyalist dünya savaşlarında savaşa katılmayan bir ülke. İsviçre ülke savunmasını esas olarak halk silahlanmasına dayandıran az sayıdaki burjuva ülkesinden biri. İsviçre doğrudan demokrasinin en çok kullanıldığı burjuva ülkesi. Halkının kültür düzeyi en yüksek olan ülkelerden biri. İşte böyle bir ülkede yapılan referandumda, oy kullananların çoğunluğu ırkçı partinin “Müslümanlar Hristiyan Avrupa’yı fethetmeye yöneliyorlar”, “Batı demokrasisinin evrensel değerlerini ret eden İslam, bugün Avrupa kültürünü tehdit ediyor”, “Minare bu fetih hareketinin en önemli sembollerinden biridir”, “Bugün minare, yarın şeriat” temelinde yürüttüğü kampanyaya onay veren bir


güncel

tavır takındılar. Gerçekle ilgisi olmayan -İsviçre’nin nüfusu 7.5 milyon, yaklaşık 400 bin Müslüman nüfus var. İsviçre’de 150 cami var, 4 tane minare var.- İslami fetih öcüsünü Irkçı Parti (oy oranı % 20 civarında) -bütün diğer burjuva partileri bu referandumda minare yasağına şu veya bu ölçüde karşı çıktılar- güçlenmek için bir araç olarak kullandı. Bu referandum Avrupa’nın göbeğinde, uygarlığın en gelişmiş olduğu düşünülen, Avrupa’nın en “liberal” ülkesinde bile ırkçılığın ne kadar yaygın olduğunu, ırkçı bir kampanyanın bugün de Avrupa’nın göbeğinde doğrudan demokrasi şartlarında başarı şansının büyük olduğunu gösterdi. Referandum ertesinde, minare yasağına değişik tepkiler geldi. İsviçre Adalet Bakanı Eveline Schlumpf “sonuç Müslümanları değil, köktenciliği hedefliyor” sözleriyle kırılmış çömleği yamamaya çalışırken, sonuç Avrupa’da açık ırkçı ve faşist güçler tarafından “İsviçre’den öğrenelim” şiarıyla coşku ile karşılanır ve kutlanırken, bunlar dışındaki tüm burjuva partiler tarafından eleştirildi. Referandumdan çıkan karar, İsviçre’de birçok miting ve yürüyüşle protesto edildi. Referandumun yolunu açan ırkçı İsviçre Halk Partisi (SVP) bile sonuca şaşırdığını açıklarken, Yeşiller kararın farklı dinler arasında ayrımcılık yaratacağı sebebiyle AİHM’e götürme kararı aldı. ‘Hayır’ çıkacağına kesin gözle baktıkları için sandığa gitmeyen İsviçreliler de sokaklara döküldü. İsviçre’de referandumda çıkan minare yapımına hayır kararı Türkiye’de de büyük tepkiyle karşılandı.

Siyasetçiler, medya Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü, demokrat olmadığını vb. keşfettiler! İsviçre’de bulunan Devlet Bakanı Çağlayan, ülkede minarelerin yasaklanmasına yönelik referandum için “İsviçre’yi medeni, modern bir ülke bilirdim, öyle değilmiş. Hoşgörü sınavında sınıfta kaldılar. Burada referandumun da suyu çıkmış. Bizim ülkemizde dini yapılar bir bütündür. Müslüman bir ülkede kilisenin çan kulesi ile ilgili böyle bir karar alınsaydı da aynı tepkiyi gösterirdim” dedi. Ve yalan söyledi. Kültür ve Turizm Bakanı Günay: “Çok talihsiz. Böyle bir referandum olamaz bence 2000’li yıllarda. Bir Avrupa ülkesi bile temel insan haklarıyla, inanç özgürlükleriyle ilgili olmaması gereken çağ dışı halk oylamaları yapılabiliyor ve böyle sonuçlar çıkabiliyor.” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “İsviçre ayıp etmiştir” dedi,. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Bu durum, Avrupa’da yükselen ırkçı ve aşırı milliyetçi dalgaların tezahür etmesi bakımından oldukça manidardır” diye konuştu. Daha önce antisemitizmin insanlık suçu olduğunu söylerken, “Antisemitizm ne kadar insanlık suçu ise İslamofobya da o denli insanlık suçudur” dediklerini hatırlatan Erdoğan, şöyle devam etti: “Temenni ediyorum ki başta AB üyesi ülkeler, AİHM, ilgili merciler, -bu konuda duyarlılıklarını ortaya koyan ülkeler var- hep birlikte duyarlılıklarını ortaya koysunlar ve dünyayı başta Avrupa olmak üzere böyle

19


güncel 20

bir gerilime sevk etmesinler. Medeniyetler İttifakının bir eş başkanı ve kurucusu olan ülkenin Başbakanı olarak bu yanlıştan bir an önce dönülmesinin gereğini hatırlatmak, bizim görevimiz. İsviçre Adalet Bakanı, gelen uluslararası tepkiler üzerine yasaklamanın Müslümanları değil, İslamcı köktenciliği hedeflediğini söyledi. Caminin minaresinin köktencilikle ne alakası var? Yani, O da şecaat arz ederken sirkatin söylemiş. Bu ifadeyi kurmak, birbiriyle mütenasip iki ayrı yanlıştır. Tehlikelidir, kabul edilemez bir değerlendirmedir. İsviçre gibi güya demokrasinin beşiği sayılan, özgürlüklerin rahatça yaşanabildiği bir ülkede böyle bir referandum sadece İslam dünyasını değil, medeniyetler çatışması noktasında endişesi olan büyük bir kesimi de rahatsız etmiştir. Bu tür konular referanduma götürülemez. Yanlış buradadır. Ülkemizde de zaman zaman böyle bu tür konuları konuşanlar oluyor. Bunlar doğuştan verilmiş, alınmış haklardır, bunu referanduma götüremezsiniz.” Dışişleri Bakanlığı da yaptığı açıklamada, girişiminin onaylanmasının hayal kırıklığı yarattığı, bu çerçevede İsviçre’nin, gelenekleriyle bağdaşmayan bu durumu düzeltici adımlar atmasının, Türkiye’nin yanı sıra uluslararası kamuoyunca da beklendiğini vurguladı: “Bu karar, temel insani değerler ve özgürlüklere aykırı talihsiz bir gelişmedir. Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin iki eş sunucusundan biri olan Türkiye, farklı kültür ve inançlar arasında karşılıklı anlayış ve hoşgörü ortamının güçlendirilmesi yönünde yoğun çaba içerisindedir. İsviçre halkının bu kararı ülkemizde büyük bir üzüntü ile karşılanmıştır. Çeşitliliğe saygı ve uzlaştırıcı geleneğiyle uluslararası alanda saygın bir yer edinmiş olan İsviçre’nin, gelenekleriyle bağdaşmayan bu durumu düzeltici adımlar atması Türkiye’nin yanı sıra uluslararası kamuoyunca da beklenmektedir.” Yani bu konuda şimdi Türk politikacıları- hükümetiyle muhalefetiyle birleşmiş, bir ağızdan, görünürde “ din ve ibadet özgürlüğünü” genel olarak özgürlükleri savunur bir konumda Avrupa’yı, en başta da İsviçre’yi eleştiriyorlar. Gerçekten ilginç bir durum. Kendi ülkelerinde ırkçılığın her türünün savunucusu ve uygulayıcısı olanlar şimdi ırkçılığa karşı mücadeleci pozlara bürünebiliyorlar. Şimdi böyle “Dini özgürlükler” konusunda atıp tutanların, atıp tuttukları konudaki karneleri hiç de parlak değil.

2009 yılının AB İlerleme Raporu ve ABD Dışişleri’nin Uluslararası Dini Özgürlükler Raporu’nda, Türkiye’nin inanç özgürlüğü alanında ‘ilerleme kaydettiğini’ belirtilse de bazı eleştiriler getiriliyor. Avrupa Komisyonu’nun Ekim ayında yayımladığı İlerleme Raporu’ndaki bazı eleştiriler şöyle: “Gayrimüslim cemaatler ibadet yerleriyle ilgili olarak sık sık ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve idari belirsizlikle karşı karşıya kaldıklarını belirtiyor. Kendilerine ibadethane için yer tesis edilmesi yönünde yaptıkları başvurular reddediliyor. Mevcut Protestan kiliseleri ve Yehova Şahitleri’nin dua odaları davalarla karşı karşıya. Alevi cem evleriyle ilgili iki dava sürüyor, biri Danıştay’da görülüyor. Üç belediyenin üç tane Alevi cem evini ibadethane olarak tanımasına rağmen, cem evlerini tanımayan genel politika devam ediyor.” ABD Dışişleri raporunda ise şu eleştirilere yer veriliyor: “..Dini azınlıklar ibadet yerlerini açmak, muhafaza etmek ve işletmekte güçlüklerle karşılaştıklarını rapor etmiştir. Yasalara göre dini ibadetler sadece ibadet yeri olarak tayin edilen yerlerde yapılabilir. Belediye yasaları sadece hükümetin bir ibadet yeri tayin edebileceğini öngörür. Gayrimüslim gruplar, özellikle de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce resmen tanınan mülke sahip olmayan dini gruplar, ibadetlerini genellikle diplomatik alanda ya da özel evlerde yapmıştır.” “..Yehova Şahitleri’ne ait iki ibadet yerine (krallık salonu) karşı imar yasalarına dayanan mahkeme kararları, 2009’un başında temyizde feshedildi. İki krallık salonu daha imar yasaları nedeniyle ibadeti sınırlayan mahkeme hükümlerine itiraza devam etmiştir.” “Aleviler kendi inançlarını serbest uyguladı ve ibadet yeri olarak yasal statüsü olmamasına rağmen cem evleri inşa etti. Bunlar genellikle ‘kültür merkezleri’ olarak sınıflandırıldı. Alevi örgütlerinin temsilcileri yine de, cem evleri kurma girişimleri sırasında sık sık engellerle karşılaştıklarını, ayrıca ülkede yaklaşık 100 cem evi bulunduğunu ve bunun da sayılarına oranla ihtiyaçlarını karşılamadığını belirtiyor.” Kısacası aslında burjuva siyasetçilerinin hiç birinin bir diğerine söyleyecek lafı olmamalı. Bunların hepsi şu veya bu ölçüde kendi dinlerinin tek doğru olduğunu savunan, din özgürlüğü ve diğer tüm özgürlükleri savunduklarında, bunu ancak kendileri için savunan sahte demokratlardır. Aralık 2009 ✓


Cinsel tacize hayır! Bu saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan bütün kadınlara karşı yapılmış bir saldırıdır. Burada amaç, bilinçli, erkek egemen sisteme karşı başkaldırmış kadınları sindirip, korkutmaktır. Fakat hiçbir saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan biz kadınları yıldırmadı, yıldırmayacaktır!

güncel

Gözaltında katletmeler, yargısız infazlar sürüyor!

E

A

vcılar/Esenyurt’ta polis terörü sürüyor! Gözaltında katletme, sokak ortasında infazlar, baskınlar, tutuklamalar, işkence vb. Avcılar/Esenyurt polisinin kötü olan sicilini daha da kötüleştiren uygulamalar. 19 Kasım 2009 tarihinde Alaattin Karadağ Esenyurt Saadetdere Mahallesi’nde polis tarafından katledildi. Kısa bir süre önce Osman Aslı adlı kişi Avcılar Firuzköy karakolunda, “kendini astığı” iddiası ile ölü bulundu. Polis terörü, yargısız infazlar, BDSP, DHP, ESP-G, YDİ Çağrı tarafından 27 Aralık Pazar günü Esenyurt Depo durağında ortak örgütlenen basın açıklaması ile protesto edildi. Basın açıklamasında, Alaattin Karadağ’ın katledilmesi, gözaltında işkencede ölümler, sokak infazları protesto edildi. Saldırıların, işkencelerin, baskıların, katliamların hesabının işçi ve emekçiler tarafından mutlaka bir gün sorulacağı vurgulandı. Basın açıklaması sırasında, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek!, Polis terörüne son!, Devrim şehitleri ölümsüzdür!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Alaattin Karadağ ölümsüzdür!, Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!, Katil polis hesap verecek!, Halkımız sokağa hesap sormaya! sloganları atıldı. 27 Aralık 2009 ✓

rkek egemen sistemin silahlı bekçileri olan polisin, kadınlara yönelik cinsel tacizine bir yenisi daha eklendi. Taciz ve tecavüz, kadınlara yönelik saldırıların her zaman ve her dönemde en temel biçimlerinden biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bunun bir örneğini 7 Aralık’ta yaşadık. Kıraç’ta işten eve dönen; ‘’Yeni Demokratik Kadınlar’’ içerisinde faaliyet gösteren Songül Araç adlı bir kadın devrimci, polisin yönlendirmesinden emin olunduğu bir taciz olayı ile karşılaşmıştır. Songül Araç oturduğu mahallede, polis tarafından devrimci kimliği ile bilinen bir kadın. Songül, 7 Aralık akşamı işten eve dönerken, önce devriye gezen bir polis arabası tarafından gözle taciz edilmiş daha sonra tam evinin kapısının önünede geldiğinde, nereden geldiğini fark etmediği bir anda arkadan birisi eliyle ağzını kapatıp, taciz etmiştir. Şimdiye kadar böyle bir olayın o mahallede gerçekleşmemiş olması ve tacizcinin kaçmaya bile çalışmaması,rahat tavırları dikkat çekicidir. 26 Aralık’ta, Esenyurt’ta, diğer devrimci kurumlardan kadınların da katılarak destek verdiği bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında polisin son dönemde muhalif kesime yönelik artan şiddet, katliam, taciz olayları teşhir edildi. Eylemde ‘Kadına yönelik cinsel şiddette Hayır!’ pankartı taşınırken öne çıkan sloganlar şunlardı: ‘Devlet elini emeğimizden, bedenimizden, kimliğimizden çek! Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son! Jin, jiyan, azadi!’ Bu saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan bütün kadınlara karşı yapılmış bir saldırıdır. Burada amaç, bilinçli, erkek egemen sisteme karşı başkaldırmış kadınları sindirip, korkutmaktır. Fakat hiçbir saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan biz kadınları yıldırmadı, yıldırmayacaktır! Bir YDİ Çağrı okuru 26.12.09 ✓

21


yeni kadın dünyası

8 kadın işçinin can bedeli 190 bin TL! Ezilenlerin hayatları karşılığında yaptıkları bu utanç verici pazarlıkların sorumlusu, asıl suçlanması gerekenler parayı kabul eden aileler değil, bu ailelerin yoksulluğunu istismar eden kar hırsından gözü dönmüş kapitalistler ve onların sermaye düzenidir.

9

22

Eylül’de kapalı kasa minibüs ile işe götürülürken yaşanan sel felaketi sırasında İstanbul İkitelli’de boğularak ölen 8 kadın işçi ile ilgili açılan dava Pameks patronlarının beraatı ile sonuçlandı. 17 Aralık günü Bakırköy Adliyesinde görülen davanın ilk duruşmasında ölen kadın işçilerinin aileleri davadan çekildiklerini belirtmeleri üzerine firma sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu ve idari amir Ferit Öncü ilk duruşmada tahliye edildiler. Kadın işçilerin ölümünden birinci dereceden sorumlu olan Pameks patronları, ölen işçilerin aileleri ile anlaşarak ödedikleri tazminatlarla ceza almaktan kurtuldular. Daha önce ailelere kişi başına 60 bin TL öneren ve bunu da 4-5 taksit ile ödeyeceğini söyleyen patronun bu teklifini ailelerin kabul etmemesi ve dava açması üzerine, patron ödeyeceği miktarı arttırarak aileler ile anlaştı. Ölen 8 işçinin ailelerine peşin olarak ödenen miktar 185 bin ile 113 bin TL arasında değişiyor. Yaşanan bu olay ile ilgili gazetemizin 137. sayısında yazmıştık. Pameks patronlarının, aslında genelde kapitalistlerin, yanında çalıştırdıkları işçilere karşı nasıl bir yaklaşım içerisinde olduklarını Pameks yetkilisi Ahmet Alkan’ın yaptığı şu alıntı ile ortaya koymuştuk: ‘Burada beslediğimiz köpek bile bir aracın üzerine çıkıp kendisini kurtardı. Onlar da araçtan inseydi bir şey olmayacaktı. İçlerinde bana hizmet eden çaycım vardı; (kastettiği kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Fikriye Özentürk’dür. bn) bir tek ona çok üzüldüm.’ Pameks patronları bu olaydan kolaylıkla sıyrılabileceklerini düşünmüş olacaklar ki kaza ertesinde işçileri aşağılayan ve adeta ölen işçileri suçlu çıkaran açıklamalarda bulunabilme cesareti gösterdiler. Her aileye 60 TL ödeyerek kurtulacağını hesaplayan patronun hesabı çarşıya uymadı ve toplam 1 milyon TL’ye yakın tazminat ödemek zorunda kaldı. Öden-

mek zorunda kalınan tazminat ertesinde Pameks AŞ. adına yapılan yazılı açıklamada ödenen paranın kan parası olarak nitelendirilmemesi, ölen sekiz kadın çalışanın şirketleri için büyük değer taşıdığı(!), belirtildikten sonra şunlar dile getiriliyor: “Meydana gelen felaket ve kayıplarımız nedeniyle tarifi imkansız üzüntü içinde olduğumuzu belirtmek isteriz. Öngörülemeyen ve önlenemeyen boyutlara ulaşan yıkıcı sel felaketi nedeniyle oluşan kayıpların telafisi mümkün değil. (‘kayıpların’ nedeni işçilerin normalde yük taşınan kapalı kasa minibüs ile eşya gibi taşınması değil de ‘öngörülemeyen ve önlenemeyen boyutlara ulaşan yıkıcı sel felaketi’ imiş!) Ancak bugüne kadar her zaman çalışanlarımızın yanında olduğumuz ve haklarını koruduğumuz gibi, felaketin yıkıcı etkilerinin giderilmesi ve yaraların bir nebze olsun sarılması adına Pameks A.Ş. olarak tüm imkanlarımızı seferber etmiş bulunuyoruz.” Pameks yetkililerinin bu ikiyüzlüce sahtekarlığı bir yana, ölen işçilerin ailelerin çocuklarına karşılık kan parasına razı olup davadan çekilmiş olmaları insanların bu düzende ne kadar büyük bir çaresizlik içerisinde olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Yasaların ve devletin patronlardan yana olduğunun bilindiği yerde buna bir de elindeki parasal güçle yapamayacak şeyi olmayan patronlar eklenince bu çaresizlik anlaşılırdır da. Aileler bu paraları kabul etmeyip davadan çekilmeselerdi o zaman ne olacaktı? Çok büyük ihtimalle dava yıllarca sürecekti ve dava sonuçlandığında da en iyi halde işvereni fazla zorlamayacak bir karar ile sorun kapanacaktı. Ezilenlerin hayatları karşılığında yaptıkları bu utanç verici pazarlıkların sorumlusu, asıl suçlanması gerekenler parayı kabul eden aileler değil, bu ailelerin yoksulluğunu istismar eden kar hırsından gözü dönmüş kapitalistler ve onların sermaye düzenidir. Bu pazarlık da bir kez daha gösterdi ki bu sistemde yeteri kadar paran varsa 8 insanın ölümüne sebebiyet vermiş olman onca önemli değildir. Parayı basıp kurtulabilirsin! Kapitalist sermaye düzeni var oldukça bu tür can pazarlıkları da kaçınılmaz olacaktır. Bunu ortadan kaldırmanın tek yolu yoksul insanları bu tür anlaşmalara mecbur bırakmayacak günlerin gelmesidir, bu günlerin mücadelesini vermektir! Aralık 2009 ✓


panorama

PANORAMA Eski gerilla, yeni başkan! - URUGUAY -

Mujica’nın başkanlık seçimini kazanması, kimi kesimlerce genelde Latin Amerika’da “estiği” söylenen “sol rüzgar”a bir yenisinin eklendiği biçiminde yorumlandı. Hele Mujica’nın askeri diktatörlüğe karşı mücadele eden bir gerilla olması da işe eklenince, bu yönlü propaganda daha çok yutuluyor!

U

ruguay’ı, Uruguay’ın bağımsızlığının tarihi olarak kabul edilen 1828 tarihinden, 31 Ekim 2004 tarihinde yapılan seçime (meclis ve senato seçimi de yapıldı) ve sözkonusu seçimde seçilen başkanın görevi devraldığı 1 Mart 2005 tarihine kadar iki parti yönetmiştir: Partido Colorado (PC) [Renkliler Partisi] ve Partido Nacional (PN) [Ulusal Parti]. Bu iki partinin yönetimde olmadığı dönemler ordunun darbelerle yönetime el koyduğu açık askeri diktatörlüğün yaşandığı dönemler olmuştur. 1985’ten beri askeri yönetim yoktur. Bu partiler arasındaki esas fark PC’nin “sosyalliberal” olması ile PN’nin “muhafazakar” olmasıdır. Özde ikisi de “sol”a karşıdır. Kendisine “sol” diyen kesim ise “Hristiyandemokratlar”dan eski Tupamaros’lara ve kendine komünist diyenlere kadar genişlemektedir. Askeri diktatörlüğe karşı mücadele dönemini bir kenara bırakırsak, kendisine “sol” diyen bu kesim “Orta-Solbirlik Geniş Cephe” (Encuentro Progresista - Frente Amplio (EP-FA) çatısı altında birleşmiş-

lerdir. Kısaca adı Geniş Cephe (FA) olan bu cephe içinde “Hristiyandemokratlar, Sosyaldemokratlar, Sosyalistler, Komünistler ve eski Tupamaros”lar yer almaktadır. 31 Ekim 2004 tarihindeki seçimlerde bu cephenin adayı Tabare Vazquez oyların %51,67’sini alarak ilk turda başkan seçildi. Aynı zamanda Parlamento’da 99 sandalyenin 52’sini, Senato’da ise 31 sandalyenin 17’sini alarak çoğunluğu elde etti. Vazquez Sosyalist Parti’li biri olarak “ılımlı sol” bir siyaset yürüttü. Neoliberalizm siyasetine karşı ama neoliberalistlerle birlikte yürüyebilen bir siyasetti bu. Bu siyaset kendisini örneğin ABD emperyalizmine karşı tavırda gösteriyordu. Ne ABD’nin karşısında ne de onun emrinde… “Barış içinde” birlikte, yanyana yaşamak! Buna rağmen ama Vazquez, uyguladığı siyasetle ülkedeki yoksulların sayısını azaltmış, işsizliğin oranını düşürmüş ve ekonomik olarak ülkeyi kalkındırmıştı. İlk anda çelişkili görünse de, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum da bu dönemde giderek büyüdü. Bu seneki başkanlık seçimlerinde sorulan esas soru, Vazquez’in 1 Mart 2005 tarihinden bu yana yürüttüğü politikayı sürdürmek mi, yoksa açıkça neoliberal ekonomik siyasete geri dönmek mi sorusuydu. Uruguay’da başkanlık seçiminden önce, adayların belirlenmesi için seçim yapılmaktadır. Geniş Cephe’nin adayının belirlenmesinde öne çıkan iki kişi vardı. Biri, Vazquez’in siyasetini sürdürecek olan eski Tupamaros gerilla önderlerinden Jose Mujica, diğeri ise liberalizmi savunan ve ABD ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalamaktan yana olan eski Ekonomi ve Maliye Bakanı Danilo Astori idi. Mujica oyların

23


panorama 24

%52’sini alarak Geniş Cephe’nin adayı oldu. Böylece Geniş Cephe, Vazquez ile yürüttüğü siyasetine devam demişti. 25 Ekim 2009 tarihinde Başkanlık seçiminin birinci turu ve parlamento ile senato seçimi yapıldı. Geniş Cephe’nin adayı Mujica, PC ve PN adaylarıyla yarıştı. Resmi verilere göre hiç bir aday gerekli çoğunluğu (%50 artı) sağlayamamıştı. Geniş Cephe adayı %48,16, PN adayı 28,94 ve PC adayı %16,9 oranında oy almışlardı. Bu sonuca göre başkanlık seçiminin ikinci turunda Mujica ile PN adayı Luis Alberto Lacalle yarışacaktı. Parlamento ve Senato’da ise az bir kayıpla da olsa Geniş Cephe çoğunluğu yeniden elde etti. Parlamento’da 99 sandalyenin 50’sini ve Senato’da ise 30 sandalyenin 16’sını elde etmişti (bir önceki seçimde 31 senato sandalyesi sözkonusuydu). Bu sonuca göre 2004 seçimleri baz alındığında Parlamento’da 2, Senato’da 1 sandalye kaybedilmiştir. Başkanlık seçimlerinin ikinci turu 29 Kasım 2009 tarihinde gerçekleşti. Mujica oyların yaklaşık %53’ünü, PN adayı Lacalle ise yaklaşık %43’ünü aldı. Yeni Başkan Mujica 1 Mart 2010 tarihinde görevine başlayacak. Mujica’nın başkanlık seçimini kazanması, kimi kesimlerce genelde Latin Amerika’da “estiği” söylenen “sol rüzgar”a bir yenisinin eklendiği biçiminde yorumlandı. Hele Mujica’nın askeri diktatörlüğe karşı mücadele eden bir gerilla olması da işe eklenince, bu yönlü propaganda daha çok yutuluyor! Gerçekten de Mujica geçmişte Tupamaros hareketinin şehir gerillası ve önderlerinden biri olmuştur. Askeri diktatörlüğe karşı direniş mücadelesinde yer almıştır. Yıllarca hapsedilmiş, işkencelere maruz kalmıştır. Askeri diktatörlüğün son bulmasına bağlı

olarak da hapsedilmiş diğer Tupamaros liderleri gibi özgürlüğüne kavuştu. Mujica’nın ulusal bağımsızlık için ve askeri diktatörlüğe karşı mücadele vermesi O’nun geçmişteki olumlu tarafı olarak tespit edilmek zorundadır. Fakat, Mujica’nın bugünkü konumuna bakmadan, geçmişinden dolayı, Mujica’nın bugün “devrimci” olarak gösterilmesi tümüyle yanlış bir yaklaşımdır. Böylesi bir yaklaşıma örnek olarak Latin Amerika hakkında sık sık yazan Metin Yeğin verilebilir. Geniş Cephe’nin programını Mujica “Bir reform programı etrafında, sistemin içinde ama halkçı bir program” (Gündem Gazetesi, 5 Kasım 2005, M. Yeğin’in Mujica ile röportajından) olarak değerlendirmektedir. Gerçekten de bu programın sistem içi bir program olduğu tespiti doğrudur ve Mujica da bu sistem içi program temelinde oluşan cephenin temsilcisidir. Ama M. Yeğin Mujica’ya övgüler düzmektedir. (Günlük Gazetesi, 29 Ekim 2009) Hapisten çıktıktan sonra daha çok “ortanınsolu”nda yer alan Mujica, 1994 seçimlerinde milletvekili oldu, Vazquez yönetimi altında Tarım Bakanlığı yaptı ve seçimlerden önce de Senatör olarak görevini icra ediyordu. “İlkemiz ulusal bağımsızlıktır” diyen Mujica, bunu da esasta ABD’nin baskılarına karşı gelmek olarak anlıyor, bu nedenle de liberalizme karşı çıkıyor. Ama Mujica aynı zamanda Geniş Cephe içinde yer alan ve başkanlık adayı için ön seçimde rakibi olan Astori ile çalışmaktan yana, Astori’yi Başkan Yardımcısı olmaya çağıran bir tavır sergilemektedir. Ne şiş, ne kebap yansın! Mujica başkan olarak kendisine zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun kapatılması, daha doğrusu azaltılmasını hedef olarak koymuştur. Bu hedefine nasıl ve ne kadar ulaşacağını ise, görev süresi sona erdiğinde göreceğiz. 2014 yılındaki seçimler için başkan adayı daha şimdiden düşünülüyor: Vazquez! Yasaya göre bir başkan peşpeşe iki kere seçimlere katılamıyor. Bu yüzden de anda popüler olan Vazquez’in gelecek seçimlerde yeniden aday olacağı konusunda tahminler yapılıyor. O zamana kadar neler yaşanacak? Göreceğiz. Açık olan Mujica’nın başkanlığındaki Geniş Cephe yönetiminin de sistem içi bir yönetim olduğu, buna uygun da davranacağıdır. PC ya da PN’e göre daha halkçı olması, ya da “sol” olması FA’yı devrimci yapmaya yetmemektedir. 18 Aralık 2009 ✓


panorama

Darbecilerin seçimi yapıldı! - HONDURAS -

D

ergimizin 138. sayısında Honduras’ta “post modern darbe” sonrası gelişmelere değinmiş ve yazımızın sonunda şu değerlendirmeyi yapmıştık: “Gelişmeler darbecilerin zamana oynadığını, 29 Kasım’da seçimlerin yapılmasının büyük olasılık olduğunu ve 27 Ocak 2010 tarihinde seçilmiş, ya da seçtirilmiş yeni başkanın koltuğuna oturacağını gösteriyor.” (Sayfa 19) Bu tespitimizden sonraki süreç, yaptığımız tespiti yeniden onayladı. Kasım ayı başında medyaya darbecilerle Zelaya arasında anlaşma sağlandığı ve böylece Honduras’ta siyasi krizin sona erdiğine yönelik haberler yayınlandı. Sözkonusu haberlerin kaynağı, gerçekten de darbecilerle Zelaya arasında görüşme yürütenlerin üzerinde birleştiği ve sözkonusu sorunu çözme amaçlı anlaşmaydı. Buna göre Zelaya’nın görevine dönmesi Parlamento’nun kararına bağlıydı. Parlamento, Yüksek Mahkemenin tavrını da gözönüne alacaktı. 28 Haziran darbesini incelemek ve bu anlaşmaya uymayı kontrol etmek için komisyonlar oluşturulacaktı. Zelaya başkanlığında “ulusal birlik hükümeti” kurulacaktı. Bunlar olmuş olsaydı, darbeciler Zelaya ve taraftarları tarafından da meşru kılınmış olacaktı. Gelişmeler ama bizim dediklerimizi doğruladı. Darbeciler gerçekten de zamana oynuyordu. Zelaya’nın görevine geri dönmesi konusu sürüncemede bırakıldı. Darbecilerin Başkanı Micheletti tam bir tiyatro oyunu sergileyerek 25 Kasım ile 2 Aralık tarihleri arasında Başkanlık görevini uygulamayı durdurma kararı aldı ve ama kendi başkanlığında “ulusal birlik hükümeti” kurduğunu ilan etti… Böylece darbecilerin zamana oynadığını gören Zelaya, anlaşmanın geçersiz olduğunu ilan etti. Bu arada darbeciler 29 Kasım’da seçimleri yapmaya kararlı olduklarını gösterdiler. Zelaya ve darbecilere karşı Direniş Cephesi seçimleri boykot etme çağrısı yaptı. Seçimlerden önce parlamentonun Zelaya hakkındaki tavrı takınmayacağı da belirlenmişti. Böylece milletvekillerinin renklerini belirtme zorunluluğu yoktu.

Başkanlık adaylarından kimileri, seçimlere meşruiyet kazandırmamak için adaylığını geri çekti. 29 Kasım’da darbecilerin yoğun saldırganlığı, en ufak protestoyu boğma yönlü yaklaşımı gölgesinde seçimler yapıldı. Esas yarış Ulusal Parti adayı Porfirio Lobo ile Zelaya’nın partisi Liberal Parti adayı Elvin Santos arasında geçti. Seçimler aynı zamanda da Parlamento ve Belediye Başkanları seçimiydi. Zelaya’nın görevden alınmasına bağlı olarak Liberal Parti’nin darbecilerle Zelaya yanlısı olarak bölünmesi Santos’un kazanma şansını azaltmıştı. Seçimlere katılım oranı konusunda yürüyen tartışmalar bize kesin bir rakam verme imkanı tanımamaktadır. Resmi sonuçlara göre Ulusal Parti adayı Porfirio Lobo seçimleri kazandı. Darbecilerin resmi Seçim Komisyonu seçimlere katılım oranını %61 olarak vermektedir. Bu oran 2004 yılındaki seçimlere katılım oranından bile daha yüksektir. Muhalefet ise seçime katılım oranının en fazla üçte bir olduğunu savunmaktadır. Tartışmalara ve verilen rakamlara bakıldığında üçte ikilik bir protestonun gerçeğe daha yakın olduğunu göstermektedir. Buna rağmen kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Kimileri seçime katılımın %21,5 oranında olduğunu söylemektedir. Sonuçta söylenebilecek esas şey, seçime katılımın düşük olduğu ve darbecilere karşı boykot tavrının seçmenlerin önemli bölümünün tavrı olduğudur. Tartışmalar ne kadar katılım olduğu üzerine yürürken ve meşruluğun da katılım oranına göre belirlenmeye çalışıldığı ortamda, seçimlerin bu haliyle zaten darbecilerin dayattığı bir seçim olduğunu ve bunun gayrimeşru olduğunu söyleyenler de oldu. Yani gerçekte seçimlere katılım yüzde 61 ya da daha da yüksek olsa da, seçimlerin kendisi özgür koşullarda yapılan, serbest ve hür seçimler değildi. Bu yüzden de katılı-

25


panorama 26

mın oranı bu gerçeği değiştirmemektedir. Darbecilerin baskı altında gerçekleştirdiği seçimler en başında antidemokratik seçimler olarak reddedilmesi gereken bir oyundu. Zelaya ve darbecilere karşı Direniş Hareketi’nin seçimleri boykot etme tavrı, onların siyasi yaklaşımlarından bağımsız olarak doğru bir tavırdı. Seçimlerden sonra öne çıkan esas nokta, seçimlerin ve sonuçlarının tanınıp tanınmayacağı sorunuydu. Latin Amerika’nın ülkelerinin büyük bölümü seçimi ve sonuçlarını tanımama tavrı takındı. ABD emperyalizmi ve Panama, Peru ve Kolombiya gibi kimi işbirlikçileri seçimleri tanıdığını açıkladı. Seçimlerden sonra oluşan Parlamento’da, 2 Aralık 2009 tarihinde Zelaya’nın görevine dönüp dönmemesi konusunda görüşüldü ve oylama yapıldı. 14 oya karşı 111 oyla Zelaya’nın görevine dönmesi reddedildi. Böylece bu konudaki tartışmalar sürse de, prosedür bitmiş, Zelaya’nın görevine dönmesi artık sözkonusu değildi. Bunun bilincinde olan Zelaya da zaten artık başkanlık koltuğuna oturmayı sağlayacak herhangi bir kararı kabul etmeyeceğini, darbecileri meşru kılmayacağını açıkladı. Aslında Zelaya yenilgiyi kabul ederken, Direniş Hareketi darbecilere karşı mücadeleyi sürdürme kararı alıyordu. Buna göre Direniş Hareketi darbecilere karşı mücadeleyi sürdürecek ve yeni bir anayasa oluşturacak bir Kurucu Meclisi oluşturmak için çaba gösterecektir. Bu olgu da Zelaya’nın isteğinin ötesinde gelişen mücadelenin, somut olarak Direniş Hareketi şahsında Zelaya’yı solladığını göstermektedir. Egemenler için

Zelaya “iki partili sistem içinde bir kaza” olmuştur. Fakat Direniş Hareketi kazadan öte, darbecilere karşı demokrasi için mücadelenin bir merkezi olma olasılığına sahiptir. Yeter ki tutarlı bir tavır takınılsın. Sonuçta Zelaya ve destekleyicileri darbecilere karşı bir yenilgi yaşamıştır. Bu yenilginin esas kaynak ya da nedenlerinden biri, belki de en önemlisi, darbecilere karşı mücadelede şiddetin reddedilmesidir. Darbeciler devletin tüm şiddet araçlarını ellerinde tutarken, buna karşı mücadelede “barışçıl protesto” yönlü tavır, yenilgiyi en başında ilan eden tavır olmuştur. Direniş Hareketi eğer bu yönlü tavırdan uzaklaşırsa, başarı şansı vardır, yoksa onların da yenileceği garantilidir. Darbecilerin seçimi ve seçtirdiği başkanının süreç içinde meşru ilan edileceği, devletler arası ilişkilerin buna bağlı kılınmayacağı aslında açıktır. Honduras’ta gerçekleştirilen bu postmodern darbenin başka ülkelere transport edilmesinin olasılığı da vardır. Görev, sömürücülerin sistemine son vermek için devrim mücadelesini yükseltmeye çalışmaktır. Yoksa onların darbelerinden kurtulma imkanı yoktur. 18 Aralık 2009 ✓

Morales yeniden başkanlığa seçildi! - BOLİVYA -

6

Aralık 2009 tarihinde Bolivya’da seçimler yapıldı. Sözkonusu seçimler, 25 Ocak 2009 tarihinde yapılan Anayasa referandumu ve referandumda yeni Anayasa’nın kabul edilmesi sonucunda gündeme geldi. Böylece bir nevi erken seçim yaşandı. Başkanlık seçimi ile birlikte parlamento ve senato seçimleri de yapıldı. Seçimlere katılım oranı %94,67 olarak açıklandı. Morales ve yardımcısı Linera oyların %64,08’ini alarak galibiyetlerini ilan ettiler. Böylece Morales, 2005 yılı Aralık ayında yapılan seçimlerden yaklaşık %10 kadar fazla oy alarak yeniden başkanlığa seçildi. 2005 yılında oyların %53,7’sini almıştı. Morales’in esas rakibi ise Reyes Villa idi. Villa oyların ancak %26,59’unu aldı.


Evet, önümüzdeki beş senelik dönemde Morales’in Bolivya’da gerçekte neyi değiştireceği merak edilen bir şeydir. Normal koşullarda Morales herhalükarda Ocak 2015’e kadar Başkanlık koltuğunda kalacak, 2014 yılı sonlarına doğru yapılacak seçimlerde ise yeniden aday olup olmayacağını –şimdiki haberlere göre Morales bir dahaki seçimlerde aday olmayacakmış– göreceğiz… yazma öğretilmesi; sağlık alanında, özellikle de göz tedavisinde kimi önemli hizmetler vermesi; sağlık hizmetlerinden yoksun kalan bölgelere değişik biçimlerde sağlık hizmeti sunması; devlet mülkü olan araziden yoksul köylülere az da olsa toprak dağıtıl-

panorama

Özellikle Santa Kruz merkezli muhalefet Morales’e zor bir süreç yaşatmıştı. Anayasa referandumu sürecinde Morales yönetiminin verdiği kimi tavizlerle muhalefetin sertliği biraz dindirildi. Fakat muhalefet varlığını sürdürüyor ve aslında fırsat kolluyor. Morales ile Villa arasındaki oy oranı farkının bu kadar yüksek olması, muhalefetin seçimdeki yenilgisini itirazsız kabul etmesini de beraberinde getirdi. Morales 21 Ocak 2006 tarihinde başkanlık koltuğuna oturduktan sonra özellikle muhalefetle mücadele etmek zorunda kaldı. Aslında Morales’in koltuğunu koruyabilmesi bile onun hanesine başarı olarak yazılabilir. Fakat koltuğunu korumasının da esasta orta yolu seçmesi sayesinde olduğu bilince çıkarılmak zorundadır. Kimi “solcularımız” Morales’e Chavez yanında yer ayırıp onu “sosyalizmin savunucusu” olarak göstermeye çalışsa da, Chavez gibi Morales’in de gerçekte sosyalistlikle alakası yoktur. Buna rağmen ama, hem İndigen kökenli ilk Bolivya Başkanı olarak, hem de kendinden önceki başkanlardan daha çok halkçı olması; 21 Ocak 2006 tarihinden sonraki süreçte halkın yararına olan kimi siyaset ve uygulamalarıyla, örneğin Küba ve Venezüela’nın desteğiyle gerçekleştirdiği okuma-yazma kampanyası yürütmesi, toplam 820.000 Bolivyalı’ya okuma-

ması vb. vb. hizmetlerle bu süreçte halkın kendisine verdiği desteği daha da güçlendirmiştir. Bunun doğrudan sonuçlarından biri Morales’in aldığı oy oranı iken, bir diğeri de 36 sandalyelik Senato’da 25 sandalye kazanıp çoğunluğu elde etmesidir. Parlamentoda önceki dönemde de çoğunluğu elde tutuyordu, bu sefer de çoğunluğu korudu. 130 sandalyeden 85’ini Morales’in partisi MAS kazandı. Özellikle Senato’da azınlık olduğundan Morales Başkan olarak istediği yasal değişiklikleri yapamıyordu. Muhalefetin işine gelmeyen her adım Senato tarafından bloke ediliyor, engelleniyordu. Seçim sonuçları Morales’in lehinedir. Böylece aslında Morales’in halk için ne yapmak istediği daha net açığa çıkacaktır. Çünkü, önünde engel çıkarabilecek bir çoğunluk ne parlamentoda ne de senatoda var. Evet, önümüzdeki beş senelik dönemde Morales’in Bolivya’da gerçekte neyi değiştireceği merak edilen bir şeydir. Normal koşullarda Morales herhalükarda Ocak 2015’e kadar Başkanlık koltuğunda kalacak, 2014 yılı sonlarına doğru yapılacak seçimlerde ise yeniden aday olup olmayacağını –şimdiki haberlere göre Morales bir dahaki seçimlerde aday olmayacakmış– göreceğiz… Göreceğimiz bir başka şey de, Morales’in önderliğinde Bolivya’da kapitalist sistemin varlığını sürdüreceğidir. Morales’ten sosyalizmin savunuculuğunu ve başkan olarak sosyalizmi kurmasını bekleyenlerin abesle iştigal ettiği, edeceği de bu süreçte görülecektir. 19 Aralık 2009 ✓

27


Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink mücadelemizde yaşıyor!

Seni unutmadık, unutturmayacağız

Seni katleden sistem yerle bir olana kadar mücadelemiz sürecek!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.