Çağrı - 142

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

MART 2010/03 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X142

DALAŞ SERTLEŞİYOR “Kırmızı Kitap” veya

Devletin Gizli Anayasası Üzerine M

N O Ko M R

A

nf ü er nih Dü ny Da ansı : a v d Fo Eko os: ah ay ru n m om ap u ıld ik ı...

8 MART

A

1910’dan 2010’a 100 Yıl....

Bi rN AT O

P A

Genetiği Değiştirilmiş Ürünler...


• editörden - içindekiler

EDİTÖRDEN Değerli okuyucu, burjuvazinin iktidar dalaşı tüm hızıyla sürüyor. Bu dalaşın bir parçası olan ve geçen sayımızda yer verdiğimiz Balyoz Darbe Planı ile ilgili yaşanan yeni gelişmeleri bir kez daha bu sayımızın gündemine taşıdık. Dergimizi yayına hazırladığımız dönemde Danıştay, Tekel işçilerinin 4-C’ye geçiş süresini sınırlayan hükümet kararını durdurarak geçersiz kıldı. Bunun üzerine Tek-Gıda İş Sendikası Başkanı Mustafa Türkel 2 Mart’ta yaptığı açıklamayla, 78 günlük mücadelelerine Ankara’daki direniş çadırlarını sökerek Nisan ayına kadar ara verdiklerini kamuoyuna duyurdu. Mücadelenin Nisan ayından sonra nasıl devam edeceğini birlikte göreceğiz. Bu gelişme aslında işçilerin mücadelesi sonucu yapılan kimi iyileştirmelerle 4-C’nin kabul edilmesi anlamına gelmesine rağmen Tekel işçilerinin bu direnişi Türkiye işçi sınıfı hareketinde yerini aldı, alıyor. Tekel işçilerinin bu örnek mücadelesi devam ettiği sürece bizler de desteğimizi sürdürmeye devam etmeliyiz. Unutmayalım ki nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bu mücadele bir bütün olarak işçi sınıfının hak alma mücadelesi açısından büyük önem taşıyor.

Bu sayımızda, devletin ‘Kırmızı Kitabı’ olarak da bilinen ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni irdeledik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Ayrıca bir okurumuzun Türkiye’nin AİHM’deki mahkumiyetleri ile ilgili raporunu “Verilen yanlış kararlar Strasburg’dan dönüyor” başlığıyla yayınlıyoruz. Bu yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 100. yıldönümü. 100 yıl geçmesine rağmen erkek egemen kapitalist sistemin özünde değişen bir şey yok. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda bulacağınız 8 Mart 2010 değerlendirmesini okuyabilirsiniz. Panorama sayfalarımızda bir kez daha NATO konferansını ve Dünya Ekonomik Forumu’nu değerlendirdik. Burjuvazinin kar hırsı nedeniyle tabiatın artık yaşanmaz hale geldiğini, soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve tükettiğimiz yiyeceklerin insan sağlığına son derece zararlı hale geldiğini biliyoruz. Bu sayıdaki çevre ile ilgili yazımızda ‘Hormonlulaştırdıklarımıza alıştıramadıklarımızdan mısınız?’ başlığı ile Genetiği değiştirilmiş ürünler sorununa yer verdik. Nisan sayımızda yeni başlıklar ve yeni konularla birlikte olmak üzere... 3 Mart 2010 ✓

İÇİNDEKİLER GÜNDEM

2

Kurtuluşumuz için örgütlü, devrimci mücadeleye!…. . . . . . . . . . 12

Dalaş sertleşiyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Tekel işçilerinin kararlı ve onurlu direnişi sürüyor.! Her yerin Tekel, her yerin Direniş olması için Mücadeleye! Dayanışmaya!. . . . . . . . . . . . 5 Tekel işçileri ile enternasyonal dayanışma yürüyüşü. . . . . . . . . . . . 7

Bir NATO konferansı daha yapıldı!…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 40. yıldönümünde de “Dünya Ekonomik Forumu” yapıldı! . . . . . 16

GÜNCEL

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ

Kırmızı Kitap veya devletin gizli anayasası üzerine . . . . . . . . . . . . . 8 Verilen yanlış kararlar Strasburg’dan dönüyor . . . . . . . . . . . . . . . . 10

Hormonlulaştırdıklarımıza alıştıramadıklarımızdan mısınız?. . . . 19 Genetiği değiştirilmiş ürünler sorunu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19

YENİ KADIN DÜNYASI

YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ

1910’dan 2010’a 100 Yıl:

Çocuklara Kıymayın Efendiler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22

PANORAMA

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 142· Mart2009 • ISSN 1301-692X142 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org


gündem

Dalaş sertleşiyor! Bürokrat burjuvazinin bir bölümünü oluşturan yargı bürokrasisi egemenliğini tehdit eden her gelişmeye karşı çıkıyor. Yüksek yargı ordunun klasik ve post modern darbelerle oynadığı Kemalist düzeni koruma/kollama rolünü üzerlenmiş durumda. AKP hükümetinin gerçekleştirmek istediği, fakat kendi egemenlikleri için tehdit kabul ettikleri yasal değişiklikleri engelliyorlar. AKP hükümeti ise yüksek yargının belirleyici/engelleyici konumundan çıkararak, tüm yargıyı kendine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek istiyor. Bu nedenle AB’nin de talep ettiği ‘yargı reformu’ gerçekleştirmek istiyor.

Ş

ubat ayı içerisinde egemenler arasındaki iktidar dalaşının ne kadar sert yürüdüğünü yeniden gösteren önemli iki olay yaşandı. Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ‘Ergenekon terör örgütü’ üyeliği suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), üzerinde çok tartışılan bir karar alarak, ‘Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 250/3. maddesindeki amir hükmünü ihlal edilerek görev ve yetki aşımında bulundukları’ gerekçesiyle Erzurum Özel Yetkili Başsavcı vekili Tarık Gür, Özel yetkili Cumhuriyet savcıları Osman Şanal, Rasim Karakullukçu ve Mehmet Yazıcı’nın yetkilerini kaldırdı. Yetkileri kaldırılan savcılar yerine yeni savcılar atandı. “Yargıda deprem”, “Yargı krizi”, “Yargıda iç savaş”, “Yüksek yargı darbesi” olarak adlandırılan çatışmada, yüksek yargı HSYK saflarında saf tuttu. Yargıtay, Yargıtay Başsavcısı, Danıştay peş peşe yaptıkları açıklamalarla HSYK’nun kararına arka çıkarak, HSYK’ya destek verdiler. Hükümet ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise HSYK’yı “hukuk ihlali” yapmakla suçladı. Başsavcı İlhan Cihaner’in tutuklanması ve arkasından gelen yüksek yargı çatışmasının arka planında bölgede Ergenekon’a yönelik sürdürülen soruşturma var. Bu soruşturma çerçevesinde Erzincan’da 1 albay, 1 binbaşı, 1 üstteğmen 3 astsubay, MİT Bölge Başkanı ve iki MİT mensubu tutuklandı. Soruşturma çerçe-

vesinde 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal tarafından “şüpheli” sıfatıyla ifade vermeye çağırıldı. Mazeret bildirip çağrıya uymayan general için ikinci defa ifade vermesi için süre tanındı. Verilen ikinci süre dolmadan özel yetkili savcıların yetkilerinin HSYK tarafından ellerinden alınması sonucu Saldıray Berk ifade vermekten kurtulmuş gibi görünüyor. Çok kabaca özetlediğimiz bu gelişmelerin esas nedeni egemenler arasındaki iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin yüksek yargıdaki tezahürüdür. Yüksek yargı krizi, HSYK darbesi yüksek yargının egemenler arasındaki iktidar dalaşında çok önemli bir rol oynadığı gerçeğini yeniden gösterdi. Bürokrat burjuvazinin bir bölümünü oluşturan yargı bürokrasisi egemenliğini tehdit eden her gelişmeye karşı çıkıyor. Yüksek yargı ordunun klasik ve post modern darbelerle oynadığı Kemalist düzeni koruma/kollama rolünü üzerlenmiş durumda. AKP hükümetinin gerçekleştirmek istediği, fakat kendi egemenlikleri için tehdit kabul ettikleri yasal değişiklikleri engelliyorlar. AKP hükümeti ise yüksek yargının belirleyici/engelleyici konumundan çıkararak, tüm yargıyı kendine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek istiyor. Bu nedenle AB’nin de talep ettiği ‘yargı reformu’ gerçekleştirmek istiyor. Yüksek yargı ile hükümet çatışmasında, hükümet yeniden yargı reformunu gündeme getirdi. Mart ayı

3


gündem

içerisinde yargı reformunu içeren anayasa değişikliği paketi meclis gündemine getirilecek. “Balyoz”a operasyon!

4

Bilindiği gibi Taraf gazetesi 6-7 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu Karargâhı’nda yapılan plan semineri ve seminer kapsamında hazırlandığı söylenilen ‘Balyoz’ darbe planı ile ilgili detayları haber yapmıştı. Gazete kendilerine ‘bavulla’ geldiğini söyledikleri belgeleri, yine bir bavulla 21 Ocak’ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etmişti. Bu ‘Balyoz Harekât Planı’nda imzası bulunan ve seminerde konuşan komutanlar eşzamanlı operasyonlarla gözaltına alındı. Aralarında muvazzaf subaylarla, emekli kor ve orgenerallerin de yer aldığı 49 kişi gözaltına alındı. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek, eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve eski Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun’un da aralarında bulunduğu zanlılarla ilgili gözaltı kararında ‘Türkiye Cumhuriyeti yürütme organını cebren yıkmaya çalışmak, bu amaçla örgüt kurmak ve bu örgüte üye olmak’ gibi suçlamalar var. Gözaltına alınan 49 subaydan 33’ü tutuklandı. Tutuklananlar arasında darbe palanının lideri 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’da var. Eski kuvvet komutanları tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. ‘Balyoz’ operasyonunun arkasından ikinci dalga da geldi. Biri emekli başçavuş, 4’ü subay, 13’ü de astsubay olmak üzere toplam 18 asker gözaltına alındı.

‘Yargı krizi’nde yaşanan gelişmelere cevap ‘Balyoz’ operasyonu ile geldi. Yüksek Yargı içerisinde Kemalist kanat egemen olsa da, yargı bölünmüş durumda. Hükümet karşı operasyonlarını Emniyet ve yargı içerisinde kendi tarafında olan kesim üzerinden geçekleştiriyor. AKP hükümet olduğundan bu yana, AKP hükümetini devirmek için ordu içinde hazırlanmış çeşitli darbe planları ortaya çıktı. AKP hükümetini yıkma örgütüne dönüşen Ergenekon yapılanması üzerine gidildi. Ergenekon örgütlenmesi ve ‘Balyoz’ darbe planı yapanlara yönelik soruşturma/yargılama devam ediyor. Henüz bu suçlardan ceza almış kimse yok. Ortada TC tarihinde ilk olan gelişmeler yaşanıyor. Emekli kuvvet komutanları, yüksek rütbeli muvazzaf askerler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bir darbe planı soruşturuluyor. Bunlardan sonuç çıkıp/ çıkmayacağını zaman gösterecek. Fakat şu olgu: yüksek yargı bu gelişmelere karşı direniyor/direnecek. Şemdinli’de olduğu gibi, Erzurum’da olduğu gibi soruşturmalar yüksek yargı tarafından tersine çevrilecek, tutuklananlar bir türlü aklanacaktır. Egemenler arasında dalaş ve mücadele kıyasıya sürüyor. AKP iktidar yürüyüşünde önemli mesafe kat etmiş olmasına rağmen, Kemalist kanatın egemenliğini hala kırmış değil. Kemalist bürokrat kanat tüm gücüyle direniyor/direnecek. Çözüm bağımsız sınıf mücadelesi! Egemenler iktidar için birbiri ile mücadele ederken, işçiler, emekçiler şu veya bu kanadı tercih etmemelidir. İki kanatta işçi, emekçi düşmanıdır. İki kanatta sermayenin, emperyalistlerin çıkarlarını savunuyor. İki kanat için de belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. İşçiler, emekçiler de kendi çıkarlarını temel alarak mücadeleye atılmalı, yürüyen iktidar mücadelesinde tercih yapmamalı, egemenlerden bağımsız sınıf mücadelesi yürütmelidirler. İşçi sınıfı önderliğinde, demokratik halk iktidarı için yürütülecek mücadele ile Kemalist, faşist devlet yıkılacak, yerine sosyalizmin yolunu açacak olan demokratik halk iktidarı kurulacaktır. Halk iktidarında, darbeler darbe tehlikesi olmayacak, işçiler, emekçiler, tüm ezilenler için doğrudan demokrasi olacaktır. Bağımsız sınıf mücadelesi, demokratik halk devrimi mücadelesi egemenlerin iktidar dalaşına verilecek tek yanıttır. 1 Mart 2010 ✓


Aşağıda YİD özel sayısı olarak çıkarılıp, 28 Şubat’ta Ankara’da Tekel işçilerine dağıtılan bildiriyi yayınlıyoruz. gündem

Tekel işçilerinin kararlı ve onurlu direnişi sürüyor

Her yerin Tekel, her yerin Direniş olması için

! e ! y a e y l a e d m ş a ı c n ü a M Day Duymayan kaldı mı?

T

ekel işçilerinin aylardır Ankara’da kararlı ve onurlu bir şekilde sürdürdükleri direniş sürüyor. Evlerinden uzakta, dondurucu soğuğa, ilk başlarda devletin saldırılarına, hükümetin karalama kampanyasına rağmen, tekel işçilerinin direnişi kararlılıkla sürerek giderek boyutlandı. Bilindiği gibi Tekel sigara fabrikaları özelleştirildi. Yaprak tütün işletmelerine aktarılan binlerce işçi, yaprak tütün işletmelerinin de kapatılmak istenmesinin ardından, ya 4/C kölelik sözleşmesini kabul etmek ya da işsizlik seçeneği ile karşı karşıya bırakılmak istendi. İşçiler haklı olarak 4/C sözleşmesini kabul etmek istemedi. Özlük hakları için direnişe geçtiler. Tekel işçileri kazanılmış hakları korunarak, işçi statüsünde devletin başka kurumlarında çalışmak istiyorlar. Hükümetin direnişi karalamak için uydurduğu, “yan gelip yatıyorlar, çalışmadan para almak istiyorlar, boş depolarda kalmak istiyorlar” vb. gibi sözler yalandır. İşçilerin istediği tek şey özlük hakları, kazanılmış hakları korunarak devletin başka birimlerinde iştir. Tekel işçilerinin kararlı direnişi sonucu hükümet 4/C’de iyileştirme yapmak zorunda kaldı. Çalışma süresi 11 aya çıkarıldı. Ücretlerde artış sağlandı. İş sonu tazminat hakkı tanındı. İzin gün sayısı artırıldı. Bu iyileştirmeler işçilerin mücadelesi sonucu oldu. Tekel direnişi şimdilik amacına varmamış olsa da, hak almanın tek yolunun mücadele olduğu gerçeğini bir kez daha ispatladı. Hak verilmez, alınır! Hak almanın tek yolu ise mücadeledir.

Sahte işçi dostlarına dikkat! Tekel işçilerinin mücadelesi egemen sınıfların partileri tarafından kendi siyasi çıkarları için kullanılmaya çalışılıyor. CHP, MHP, DP büyük bir ikiyüzlülükle tekel işçilerinin direnişine sahip çıkar görünerek, haklı direnişi AKP’ye karşı kullanmak istiyorlar. Bu partilerde AKP gibi sermayenin çıkarlarını koruyan partilerdir. Özelleştirme siyaseti sadece AKP’nin değil bu partilerin de siyasetidir. Bu partiler de hükümette oldukları zaman sermayenin istemleri doğrultusunda özelleştirme yaptılar. Yarın hükümet olurlarsa yine özelleştirme siyasetine devam edecekler. CHP, MHP, DP gibi özelleştirme siyasetini savunan/uygulayan partilerin, şimdi tekel işçilerine sahip çıkıyor görünmeleri ikiyüzlülük değil mi? CHP belediyelerinin, örneğin İzmir Karşıyaka Belediyesinde işçileri işten çıkarırken, Ankara’da işçilere sahip çıkıyor görünmesi ikiyüzlülük değil mi? Eski Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan’ın işçilerle açlık grevine yatması ikiyüzlülüktür, sahtedir. Özelleştirme siyasetini savunan, uygulayan birinin şimdi bu siyasete karşı çıkıyor görünmesi, özelleştirme mağduru işçilerle dayanışması ikiyüzlülük değilse nedir? Tekel işçileri, sermayenin değişik kesimlerinin sözcülüğünü yapan/savunan CHP, MHP, DP vb. partilerin gerici ve işçi düşmanı olduklarını, AKP’den hiçbir farkı olmadığını görmelidir. Nasıl ki, kırk katır mı, kırk satır mı? Verem mi, kolera mı? AİDS mi, kanser mi? Arasında tercih yapılamazsa, AKP, CHP, MHP, DP arasında da tercih yapılamaz. Al birini vur ötekine! Tekel işçilerin gerçek dostları hiçbir çıkar gözet-

5


gündem

meden onları destekleyecek olan sınıf kardeşleridir. Mücadele haklıdır! Direniş haklıdır!

6

Tekel işçilerinin kazanılmış olan hakları koruma mücadelesi haklıdır, desteklenmelidir. Bu yapılırken direniş abartılmamalı, direnişin sahip olmadığı nitelikler direnişe mal edilmemelidir. Ne ise o! İşçiler kazanılmış olan haklarını koruma mücadelesi veriyor. İşleri, aşları için direniyor. Türk-İş aslında direnişten bir türlü kurtulmak istiyor. Bunu açıktan yapamıyor. Sendika ağaları işçilerin tepkisinden korkuyor. Hükümetle yapılan pazarlıklarda işçileri tatmin edecek bir sonuç şimdiye kadar çıkmadı. İşçilerin talebi olan ekonomik içerikli genel grevi sendikalar gerçek anlamda uygulayacak durumda değildir. 4 Şubat iş bırakma eylemi aslında bunu gösterdi. İşçi sınıfı sendikal anlamda örgütlü değildir. Örgütlü olmayan sınıfın yapacağı genel grev hayatı durdurma durumunda olmaz. Tekel direnişinin egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşının bir kaldırıcı olarak kullanılmasının engellenmesi, sendika bürokrasisi tarafından boğulmasının/satılmasının engellenmesi için işçiler mücadeleyi kendi ellerine almalıdır. İşçiler kendi güçlerine, sınıf kardeşlerinin desteğine güvenmeli, direnişin yönetimi için kendi içlerinde seçecekleri –her an geri çağrı-

labilir- direniş komitesinin bağımsız yönetimi altında mücadeleyi sürdürmelidirler. Direnişin egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde kaldıraç olarak kullanılmak istenmesine, sendika bürokrasisinin olası ihanetine verilecek tek yanıt, işçilerin bağımsız sınıf mücadelesi olmalıdır. Direnişi destekleyelim! Tekel işçilerinin direnişi önemli bir direniştir. Bu direniş daha şimdiden 4/C yasasında iyileştirme yapılmasını sağlamıştır. Ancak direnişin amacı bu değil. Tekel işçileri özlük hakları için direniyorlar. Direniş kötü bir uzlaşma ile sonuçlanırsa, bu sadece tekel işçilerinin değil, bir bütün olarak işçi sınıfının yenilgisi olacaktır. Bu nedenle direnişin kazanımla bitmesi için tüm gücümüzle direnişi desteklemeliyiz. Tekel işçileri kazanmanın tek yolunun mücadele olduğunu gösteriyor. Kazanmanın tek yolu, sınıf dayanışmasıdır. Kazanmanın tek yolu, sermaye sınıfına karşı sınıf mücadelesidir. Kazanmanın tek yolu, kendi gücüne güvenmedir. Kazanmanın tek yolu, mücadeleyi kendi eline almadır. Bu yoldan yürüyelim! Yaşasın tekel işçilerin onurlu mücadelesi! Yaşasın sınıf dayanışması! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz! 22 Şubat 2010 ✓


B

erlin Tekel İşçileri ile Dayanışma Komitesi’nin düzenlediği yürüyüş 28 Şubat 2010 tarihinde yapıldı. Berlin’de daha önce de Dayanışma Komitesi önderliğinde üç miting organize edilmişti. Şubat sonu ve Mart başı Tekel işçileri açısından kritik bir dönemi ifade ediyordu. Recep Tayip Erdoğan, Mart başına kadar işçilere süre vermişti. Direniş sonlandırılmadığı koşullarda, kolluk güçlerinin devreye sokulacağı hatırlatılarak işçiler tehdit edilmişti! Diğer yandan AKP hükümeti, 2 Mart 2010 tarihine kadar 4C sözleşmesini imzalamayan Tekel İşçilerinin işsiz kalacağını hatırlatıyordu. Tam da bu dönemde Tekel işçileri ile dayanışmayı daha da yükseltmek ve Tekel işçilerinin haklı mücadelesini anlatmak gerekiyordu. Saat 14’te katılımcılar Hermann meydanında toplanmaya başladı. Yağan yağmurun ardından, bulutların arasında güneş yüzünü göstermeye başladı. Yürüyüşe geçmeden önce alanda konuşmalar yapıldı. Yapılan konuşmalarda Tekel işçilerinin haklı mücadelesine vurgu yapıldı. Ankara Sakarya caddesinde, Tekel işçileri ile yapılan röportajlar kitleye dinlettirildi. Alman arkadaşların yaptığı canlı müzik ilgiyle izlendi. Canlı müzik ve yapılan konuşmaların ardından yürüyüşe geçildi. Yürüyüşe yaklaşık 400 kişi katıldı. Yürüyüş boyunca yapılan konuşmalarda, Tekel işçilerinin yalnız olmadığı ve Tekel işçilerine yapılacak saldırıya karşı sessiz kalınmayacağı anlatıldı. Yürüyüşün bitim noktası Kottbussertor idi. Kottbussertor’da konuşmalar yapıldı, sloganlar atıldı. Tekel işçileri ile canlı telefon bağlantısı yapıldı. Bir Pazar günü Berlin’de Tekel işçilerinin onurlu mücadelesi için yü-

gündem

Tekel işçileri ile enternasyonal dayanışma yürüyüşü

rüyüş yapıldı. Tekel işçilerinin talepleri ve mücadele azimleri Berlin sokaklarına taşındı. Yürüyüşe Alman arkadaşların küçümsenmeyecek sayıda bir katılım sağlamaları sevindirici idi. Berlin Tekel İşçileri ile Dayanışma Komitesi tarafından üç miting ve bir yürüyüş yapıldı. Her eylem için bildiri ve afiş çıkarıldı. Başından beri bu eylemlere katıldım. Komitenin çalışmalarını yakından izlemeye çalıştım. Tekel işçilerinin desteklenmesi ve bir komitenin kurulması gayet olumludur. Tekel direnişinin Alman kamuoyuna anlatılması ve dayanışmanın önemine vurgu yapılması doğrudur. Ne yazık ki doğru işlerin yanında, yanlış işlerde yapılmaktadır. Yapılan konuşmalarda ve çıkarılan bildirilerde, sahte işçi dostları hakkında tek laf edilmemesi düşündürücüdür. Tekel direnişi haklıdır ve mutlaka desteklenmelidir. Berlin Tekel İşçileri ile Dayanışma Komitesi, Tekel direnişini abartmakla yetinmemekte, direnişin sahip olmadığı nitelikleri direnişe mal etmektedir. Abartı olur ama bu kadarı da olmaz. Bildiride, Ankara’da iki sınıfın çatıştığını, bu kavganın “faşizme ve kapitalizme karşı hürriyet kavgası” olduğu yazılmaktadır. Devrimci ve komünist olduğunu iddia edenler yanlış bilinç vermeye devam ediyor. Yanlış bilinç taşıyanlara, palavra edebiyatı yapanlara karşı mücadele etmek gerçek komünistlerin görevidir. Gün mücadele günüdür. Tekel işçisinin sahte dostlara ihtiyacı yoktur. 1 Mart 2010 Berlin’den YDİ Çağrı Okuru ✓

7


gündem

Kırmızı Kitap veya devletin gizli anayasası üzerine Türkiye’nin temel siyaseti, kamuoyunda ‘kırmızı kitap’ olarak bilinen ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne göre belirleniyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun bir genel sekreteri var. “Gölge Başbakan” olduğu söyleniyor. Emrinde 250 kişi çalışıyor. Görevi; “Devlet faaliyetlerinin yürütülmesinde devamlılığı” sağlamaktır. Hükümetler değişebilir. Hükümetin değişmesiyle birlikte MGSB değişmez. Devleti bir ata benzetirsek, süvari değişse de atın aynı yönde koşusu devam eder, ettirilir.

S

8

on derece gizli ve kırmızı kaplı bir kitap olduğu söyleniyor. Sadece “devletimizin” üst düzey yöneticilerinin kasalarında bulunuyor. Sadece onlar görüp okuyabiliyor. İhtiyaç duyduklarında kasadan alıp okuyor ve tekrar yerine koyuyorlar. Yanlarında taşımıyorlar. Devlet yöneticileri kırmızı kitapta yazılanlara harfiyen uyuyor. Bu gizli anayasa beş yılda bir güncelleştiriliyor. En son güncelleme 2005 yılında yapılmıştı. Bu yıl yeniden güncelleştirileceği ve iç tehdit tanımında değişiklikler yapılacağı konuşuluyor. Hükümet, irticai faaliyetleri iç tehdit olarak tanımlayan görüşleri belgeden çıkarmaya çalışıyor. İç düşman tanımlaması potansiyel olarak muhafaza ediliyor. İrtica tehdidinin yerine muhtemelen El-Kaide ve Hizbullah adlı dinci faşist örgütlerin ismi yazılacak. Bu bağlamda, kendi halkını düşman olarak gören anlayış belgede yer almaya devam edecek. Resmi ideolojiyi savunmayan, sisteme muhalif olan yani ötekiler “iç düşman” olarak belgedeki yerini korumaya devam edecek. Türkiye’nin temel siyaseti, kamuoyunda ‘kırmızı kitap’ olarak bilinen ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne göre belirleniyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun bir genel sekreteri var. “Gölge Başbakan” olduğu söyleniyor. Emrinde 250 kişi çalışıyor. Görevi; “Devlet faaliyetlerinin yürütülmesinde devamlılığı” sağlamaktır. Hükümetler değişebilir. Hükümetin değişmesiyle birlikte MGSB değişmez. Devleti bir ata benzetirsek, süvari değişse de atın aynı yönde koşusu devam eder, ettirilir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, MGK Genel

Sekreterliğinde hazırlanır ve kırmızı kitaba dönüştürülür. Bu belge önce MGK’da daha sonra Bakanlar Kurulu’nda onaylanır. Meclise bu belge onaylatılmaz. Ama meclis kırmızı kitabın içeriğini bilmediği halde, bu kitapta yazılanlara aykırı bir yasa çıkaramaz. 2005’te hazırlanan belgede, sosyal ve ekonomik sorunların, artan suç oranlarının, bölgesel gelişmişlik farklarının, devletin yeniden yapılandırılması gibi konuların iç tehdit unsurları arasına girdiğini öğrenmiştik. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin mevcut statüsünü aşma çalışmalarına ve Heybeliada Ruhban Okulu’nu açma çalışmalarına engel olunması da yeni belgedeki öneriler arasında yer almıştı. Yine AB’ye üyelik, devletin yeniden yapılanması, mahalli ve kültürel özellikler gibi konular da Kırmızı Kitap’ların çeşitli sayfaları arasında yer alan konular arasındaydı. Bir ülkede devletin yeniden yapılandırılması yani demokratikleşme ve sivilleşme adımları iç tehdit unsurları arasında sayılıyorsa, izlenecek Kürt politikası, AB politikası, Ruhban Okulu’nun açılıp açılmaması kararı bile Meclis’ten kaçırılıp Kırmızı Kitap’la belirleniyorsa böyle bir ülkede milletin hâkimiyetinden söz edilebilir mi? Milli Güvenlik Kurulu internet sitesinde, kırmızı kitaba veya Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne neden ihtiyaç duyulduğu sorusuna şu yanıt veriliyor. ”Devlet faaliyetlerinin yürütülmesinde devamlılık esastır. Bu nedenle, devlet faaliyetlerinin planlı ve belirlenmiş esaslara göre yürütülmesi, hükümetlerin temel sorumluluklarındandır. Bu temel sorumluluklardan


gündem

birisi de, milli güvenliğin sağlanması ve bu kapsamda milli güvenlik siyasetinin tayin ve tespitidir. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi bu amaçla hazırlanmaktadır“. Demokrasi var diyorlar! Seçimler yapılıyor. İktidara gelenler oluyor. İktidara gelenler ülkeyi nasıl yöneteceklerine dair program yazıyor. İktidara gelen parti veya partiler bir bakanlar kurulu oluşturuyor. Devletin üç saç ayağı olduğunu söylüyorlar. Yasama, yürütme ve yargı. Görünürde anayasa var. Kanunlar var falan filan. Ama sonra bir bakıyoruz ki, ülkenin nasıl yönetileceğine ilişkin en temel “anayasa” gizli kapılar arkasında kotarılıyor. Üstelik, bu “anayasa” parlamentodan gizleniyor. Böyle bir demokrasi olabilir mi? Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu, Genelkurmay ve Mit tarafından kapalı kapılar arkasında tespit edilen ve pratikte uygulanan gizli “anayasa”ya demokrasi denilebilinir mi? Milli Güvenlik Siyasetinin belirlenmesi için gizli anayasa temel alınıyorsa, görünürdeki kanunlara ve anayasaya gerek yok. Devlet faaliyetlerinin planının yapılması Kırmızı Kitap’ta belirlenen siyasetin milli güvenliği ilgilendirdiği söyleniyor. Bu yüzden de sadece dar bir çevrenin bilmesi gerektiği açıklanıyor. Öyle bir güvenlik ki, parlamentonun yani seçilmişlerin bilmesi yasak. Aslında Kırmızı Kitap’ın halktan ve temsilcilerinden gizli tutulmasının sebebi, içinde yazılı olanlar değil. Bütün bunların parlamentoda açıkça tartışılıp karara bağlanmaması için hiçbir sebep yok. Asıl gizli tutulmaya çalışılan şey, bütün temel politikaların Meclis dışında belirlendiği gerçeği, asıl gizlenmeye çalışılan bu. MGK’nın Meclis’in üstünde, temel siyaseti belirlediği gerçeği gizlenmeye çalışılıyor. Ve bu da, her zaman olduğu gibi, yine „milli güvenlik“, „devlet sırrı“ gibi kavramların arkasına saklanılarak yapılıyor.

7 Şubat 2010 tarihinde Abdullah Gül’ün Hindistan’a yaptığı ziyarette gazetecilerin ‘’Bu belgeyi bir rehber olarak mı görüyorsunuz?’’ sorusuna, ‘’Öyledir. Her şey kanunlara yazılmaz.’’ yanıtını verdi. Geçmişte bu tür belgeleri okuduğunu, bazen yazarak katkıda bulunduğunu belirten Gül, bazı şeylerin çok açık söylenip tekrarlanamayacağını kaydetti. Abdullah Gül çok açık konuşuyor ve itirafta bulunuyor! „Demokratik“ olduğu söylenen bir ülkede „her şey kanunlara yazılmaz.“ Çünkü „kırmızı kitap“ devletin rehberidir. Önemli şeyler kanunlara değil, “kırmızı kitap”a yazılmalıdır! Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin varlığını savunan Cumhurbaşkanı Gül, bundan bir süre önce de MGK konusunda bir açıklama yapmış ve MGK’nın genişletilerek demokratikleştirilmesini(!) savunmuştu. Gül’e göre, eğer MGK’ya muhalefet partisi liderleri de katılırsa gerilimler azalabilir, daha sağlıklı bir işleyiş kurulabilirdi. Muhalefet liderlerini de MGK’ya taşıyıp onu daha da güçlendirdiğiniz zaman Meclis’i ne yapacaksınız? Abdullah Gül’ün önerisi doğru bir öneri! Muhalefet liderlerini de MGK üyesi yapmak gerekir! Böylece hakim sınıfların demokrasi oyunu da sona erecektir. „Hukuk devleti“ olduğu iddia edilen bir ülkede, kendi anayasalarından üstün olan ve gizli olan bir anayasa var. Gerçek anlamda demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma, ancak ve ancak evrensel hukuk sistemine uygun bir anayasa ve ona bağlı olarak oluşturacağı yargı, yasama ve idari yönetimi ile oluşabilir. Bu normlar ise ancak burjuva demokrasisine geçişin normları olabilir. Ne yazık ki andaki durumda TC burjuva demokrasisinin normlarının epey uzağındadır. Faşist uygulamalardan burjuva demokrasisine geçmekte gerçek bir çözüm değildir. Gerçek çözüm işçilerin köylülerin iktidarındadır. İşçi-köylü iktidarının temel ilkesi şeffaflık ilkesidir. Temel yasalar kapalı kapılar arkasında değil, kamuoyu önünde tartışılacaktır. Halk yığınlarının tartışmalara katılımı sağlanacak ve demokrasi ilkesi geniş bir biçimde uygulanacaktır. Kamuoyu önünde yürütülen tartışmalar sonrasında, belirleyici önemde olan yasalar referandumla sonuçlandırılacaktır. İşçi-köylü iktidarında gerçek anlamda hukukun üstünlüğü sağlanacak ve yargı bağımsız olacaktır. Hakim sınıfların sahte demokrasi oyunlarına kanmayalım. Gerçek demokrasinin uygulandığı ve hukukun tamamen bağımsız olduğu Demokratik Halk Devrimi için mücadeleyi yükseltelim. 16 Şubat 2010

9


güncel

Verilen yanlış kararlar Strasburg’dan dönüyor AİHM Başkanı Fransız yargıç Jean Paul Costa 28 Ocak 2010 tarihinde, AİHM’nin yıllık raporunu açıkladı. 2009 yılında AİHM’e Türkiye’den 4 bin 474 başvuru yapılmış. 2009 yılında başvuru sıralamasında Türkiye 5. sırada yer alıyor. 2009 yılında 350 dava sonuçlanmış ve 341 davadan Türkiye mahkum olmuş. Mahkumiyet kararları verilen davalarda, Türkiye birinci sırada yer alıyor. Türkiye’nin birinciliği sadece 2009 yılı ile sınırlı değil. AİHM, kuruluşundan bugüne kadar hakkında en fazla mahkumiyet kararı alınan ülkenin Türkiye olduğunu açıkladı.

„Y

10

anlış hesap Bağdat’tan döner“ şeklinde bilinen bir deyim var. Bir zamanlar İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelirmiş. Tüccarların siparişleri karşılandıktan sonra, tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş. Bir alış veriş sonrasında tüccar, kervancının hesabını yapar. Tüccar hesabı bilinçli olarak yanlış yapar ve kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat, Hicaz ve Mısır seferine çıkar. Tüccar, kervancının Mısır‘dan altı-yedi ayda ancak dönebileceğini hesaplayarak parayı işletebileceğini düşünür. Kervancı yolda hesap yapar. Tüccarın yaptığı hileyi anlar. Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder. „Siz beni Bağdat’ta bekleyin“. der. İyi bir Arap atı alıp dörtnala İstanbul’a geri dönmeye başlar. Yolda, bu adam bu parayı hemen geri vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbul‘daki dostlarından plan için yardım ister. Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir. Tüccara, „Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst, en güvenilir kişi sizmişsiniz. Biz Hicaza gideceğiz. Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz“ derler. Çantaları açıp tüccara gösterirler. Çantaların içinde inci, altın, pırlanta vb. gibi mücevherler vardır. Kadınlar tüccara, „Hicaz’dan geri dönemezsek bu mücevherler size helali hoş olsun“ derler. Bunları duyan tüccar sevinçten havalara uçar. Kadınlara hürmet etmeye başlar. Bu sırada kervancı içeri girer.

Bunu gören tüccar, daha kervancı lafa başlamadan, ‘yahu hoş geldin. Bizim hesapta bir yanlışlık olmuş, paralarını ayırdım. Çocuklara da tembihledim, eğer ölürsem kervancının parasını mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim“ der. Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, ‘biz bu sene gitmekten vazgeçtik. Kısmetse seneye“ deyip dükkandan çıkarlar. Oyuna geldiğini anlayan tüccar, kervancının peşinden koşup, „hani sen Mısır’a gidecektin, yaktın beni“ diye bağırır. Atına binen kervancı, „yanlış hesap adamı Bağdat’tan döndürür“ der ve yoluna gider. „Yanlış hesap Bağdat’tan döner“ derler ama hukuk adına verilen kararlar Strassburg’dan dönüyor. Bu atasözünün anlamı şudur: Yanlış yolda olduğunu anlayan kimse, bunda direnmemeli; doğru karara mutlaka varmalıdır. Yanlış bir yolda olduğunu anlayan kişi, bu uğurda ne denli emek ve para harcamış olursa olsun, geri dönüp doğru yola yönelmelidir. Bir işe başlarken en ince noktasına kadar düşünülür, doğabilecek güçlükler hesaplanır ve ona göre kararlar alınır. Tüccarın yaptığı yanlış hesabın Bağdat’tan nasıl döndüğünü açıklamaya çalıştık. Türkiye’de hukuk adına verilen kararlar Strasburg’tan dönüyor. Gerçek anlamda hukukun olmadığı bir ülkedir Türkiye. Hukuk kanunlardır. Kanunlar hukuktur. Devleti korumak için, devlet hukukudur bu. Aslında „kanun devleti“de değil. Çünkü kanunlar yargıçların keyiflerine göre yorumladıkları metinlerdir. Hukukun


rına uymadığı iddiasıyla vurulanların sayısı artıyor. Yaşam hakkına yönelen saldırılar artıyor. Memurlara toplu sözleşme ve grev hakkı verilmiyor. Toplumsal olaylarda polis orantısız güç kullanmaya devam ediyor. Hak arama mücadelesi yürüten tekel işçileri açıkça tehdit ediliyor. Devlet, muhalifleri potansiyel suçlu olarak görmeye devam ediyor. Yanlış verilen kararlar AİHM’den geri dönüyor. AİHM’in verdiği kararlar dikkate alınmıyor. Hakimler hatalı kararlarında direniyor. Taş attığı iddiasıyla çocuklar, özel yetkilerle donatılmış ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyor ve onlarca yıl ceza alıyor. Bu liste uzayıp gidiyor. Yargının sadece yasama veya yürütme organına karşı bağımsızlığı değil, tüm devlet organları karşısında bağımsızlığı esastır. Yargıç, devletin bekası gibi amaçlarla hukuku bir kenara bırakamaz. Yasama ve yürütmeye karşı bağımsız, ancak devletin başka organlarına karşı bağımsız olmayan bir yargı tam anlamıyla bağımsız sayılamaz. Öte yandan yargıcın tarafsızlığı ilkesi önemlidir. Yargıcın önüne gelen olayda tarafların kimlik ve sıfatları karşısında gözü bağlı olmalıdır. Kamuoyu baskısı, toplum baskısı, medya baskısı gibi etkenler karşısında da yargıç bağımsız olmalı, bu baskılardan etkilenmemelidir. Kendisine karşı da bağımsız olmalıdır. Kendi kişisel görüş ve düşüncelerini önüne gelen olaylarda unutmalı ve olaya yansıtmamalıdır. Hangi saikle olursa olsun bir yargıcın “ülkem söz konusu olunca” hukuk tanımam ifadesi kabul edilebilir bir ifade değildir. Yargıcın, bağımsız olmasının temel unsurlarından birisi de yargı örgütüne karşı bağımsızlığıdır. Bir yargıç yargı örgütü tarafından da baskı görmemeli, yargı örgütü içinde de kendini bağımsız hissetmelidir. Tabiî ki en önemlisi yargılamanın taraflarına karşı da yargıç bağımsız olmak zorundadır. Hukukun bu evrensel ilkeleri ne yazık ki Türkiye’de uygulanmıyor. Faşist 12 Eylül darbe anayasasının yürürlükte olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Birimizin diğerimiz için tehlike olduğu korkusunu yayıp bizi birbirimize düşüren bu baskıcı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiç bir özgürlük tam özgürlük değildir. Gün gelecek devran dönecektir. Gerçek anlamda hukukun uygulandığı bir ülkeye mutlaka varılacaktır. Karanlıkları aydınlatan bir hukuk ancak mücadele ile yaratılacaktır. Mücadele yürütülmeden, bedel ödenmeden karanlıklar gün yüzüne çıkmıyor. Görev gerçek anlamda hukukun olduğu bir ülke için mücadele etmektir. Şubat 2010 ✓

güncel

ardında insan yoktur. Hukuk, hukuk olmaktan çıkarılıp siyasetin bir aracı haline getirilmiştir. Hukuk, egemen sınıfların iktidar mücadelesinde birbirlerine karşı kullandıkları bir araçtır. Türkiye’de hukuk siyasileşmiş bir hukuktur. Yargının üst kesimi Kemalist kesimin denetimi altındadır. Yargının üst kesimi Kemalist devlet elitinin iktidarını koruma mücadelesi yürütüyor. Yargının orta ve alt kesimi ise bir çok kurum gibi bölünmüş ve önemli ölçüde ideolojik Kemalist kesimin kontrolünden çıkmış durumdadır. AİHM Başkanı Fransız yargıç Jean Paul Costa 28 Ocak 2010 tarihinde, AİHM’nin yıllık raporunu açıkladı. 2009 yılında AİHM’e Türkiye’den 4 bin 474 başvuru yapılmış. 2009 yılında başvuru sıralamasında Türkiye 5. sırada yer alıyor. 2009 yılında 350 dava sonuçlanmış ve 341 davadan Türkiye mahkum olmuş. Mahkumiyet kararları verilen davalarda, Türkiye birinci sırada yer alıyor. Türkiye’nin birinciliği sadece 2009 yılı ile sınırlı değil. AİHM, kuruluşundan bugüne kadar hakkında en fazla mahkumiyet kararı alınan ülkenin Türkiye olduğunu açıkladı. 2 bin 295 mahkumiyet kararıyla Türkiye’yi, 2 bin 21 mahkumiyet ile İtalya ve 862 mahkumiyet ile Rusya takip ediyor. AİHM’in yılda yaklaşık 2 bin mahkumiyet kararı aldığını hesaba katarsak her 5 mahkumiyetten biri Türkiye aleyhine çıkmış. Türkiye aleyhine AİHM’de devam eden 13 bin 100 dava var. 2009 yılında karara bağlanan 350 davadan sadece 9 dava Türkiye lehine sonuçlanmış. 9 dava içerisinde, Türkiye’nin para ödeyerek “dostane çözüme” gittiği davalar da var. Mahkeme gündemindeki davaların büyük bölümünün Türkiye aleyhine mahkumiyetle sonuçlanacağını söylemek mümkün. Türkiye’de otuzu geçkin sayıda hukuk fakültesi var. Sayıları gittikçe artıyor. Her sene binlerce öğrenci bu fakültelerden mezun oluyor. Mezun olanlar, avukatlığı, bir bölümü hâkim ve savcılık mesleğini seçiyor. Fakat öte yandan, ÖSYM’nin düzenlediği hâkimliksavcılık sınavına giren hukuk fakültesi mezunları trajik başarısızlıklarla kendini gösteriyor. Sıradan vatandaşlardan yargı mensuplarına kadar toplumun her kesiminde adalete karşı güvensizlik ciddi boyutlarda seyrediyor. Adliyelerde korkunç boyutlara ulaşan iş yükü, fiziki imkânsızlıklar, dosya sayıları, sonuçlanması kimi zaman on seneyi bulan yılan hikâyesine dönen davalar var. Yasalar değişiyor, yenileniyor. Avrupa Birliği yolunda reformlar yapılıyor. Ama Türkiye’nin insan hakları karnesi düzelmiyor. İşkence devam ediyor. Dur ihta-

11


yeni kadın dünyası

1910’dan 2010’a 100 Yıl…

Kurtuluşumuz için örgütlü, devrimci mücadeleye!

Biraz tarihçe…

B

12

u yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün özel bir anlamı var. Çünkü 8 Mart 2010, aynı zamanda mücadelenin 100. yıldönümü. Kadın – erkek eşitliğine ilişkin düşünce Fransız Burjuva Devrimi ile birlikte gelişen burjuva kadın hakları savunucularına ait olmasına rağmen kısa sürede burjuvazinin önderliğinden kurtulup ezilenler içerisinde en ezilenler olan işçi ve emekçi kadınların mücadelesi haline geldi. 8 Mart'ın tarihi kökleri 1857 yılına kadar uzanıyor. Amerika'nın New York kentinde tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler 16 saatlik işgününe, ağır çalışma koşullarına ve bunun karşılığında aldıkları düşük ücretlere karşı greve gittiler. "10 saatlik işgünü, daha fazla ücret" gibi taleplerle başlattıkları direniş kanla bastırıldı. Bu direnişten 51 yıl sonra, yine New York'ta, 8 Mart 1908'de tekstil işçileri yine direnişe geçtiler. Mücadelenin güçlenerek yaygınlaşmasından korkan

fabrikanın patronu, kadın işçileri fabrikaya kilitledi. Bunun ardından çıkan yangında 129 kadın işçi ateş ve dumanlar arasında katledildi. Bu olay tekstil kadın işçilerinin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için mücadelesinde bir dönüm noktası oldu. Aynı yıl yine Amerika'da tekstil ve tütün işçisi kadınlar protestolu eylemler gerçekleştirdiler. 1909'da Manhattan'da 20000 gömlek işçisi kadın işi bıraktı; binlercesi tutuklanmasına rağmen, grevci kadın işçiler 2 ay süren grev sonunda taleplerini patronlara kabul ettirdiler. 1910 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde 17 ülkeyi temsilen 100 delegenin katılımıyla İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplandı. Bu konferansta komünist kadın önder Clara Zetkin'in inisiyatifiyle her yılın 8 Martının emekçi kadınların mücadele günü olarak kutlanması karar altına alındı. Bundan bir yıl sonra, 8 Mart 1911'de Almanya, Avusturya, Danimarka, İsviçre ve ABD'de yapılan


Türkiye’de 8 Mart 8 Mart Türkiye'de ilk defa 1920 yılında, Türkiyeli komünistlerin önderliği ve çağrısıyla kutlandı, ancak bu oldukça sınırlı kaldı. 8 Mart'ın kitlesel eylem ve toplantılarla kutlanması 1970'li yılların ortalarına, devrimci hareketin yükselmesine rastlar. Bu gelişme 12 Eylül 1980 darbesiyle durduruldu. Bunu izleyen durgunluk yıllarında 8 Mart'lar, kapalı salonlarda yapılan toplantılarla kutlandı. 1990'lı yılların ortalarından itibaren 8 Mart'ın mücadeleci ruhu yeniden miting alanlarına, sokaklara taşınmaya başladı. İlan edildiği günden bugüne 8 Mart, kadınlar üzerindeki baskı, sömürü ve zulme karşı mücadele günü olma özelliğinden ve içeriğinden hiçbir şey kaybetmedi. Fakat burjuvazi 8 Mart'ın içeriğini boşaltıp onu kendine maletmek için çalışıyor. Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 1977'de 8 Mart'ı ‘Dünya Kadınlar Günü’ ilan etmesinden bu yana, bütün dünyada egemenler de onu kutlama yarışına giriyor. 8 Mart'ın mücadeleci içeriğini boşaltmak, onun işçi ve emekçi kadınların erkek egemen kapitalizme ve burjuvaziye karşı bir günü olduğunu unutturmak ve böylece onu "anneler günü" türünden bir kutlama gününe çevirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak tüm çabaları boşuna! Erkek egemen kapitalizme karşı işçi ve emekçi kadınların sınıf mücadelesi geliştiği ölçüde onların bu sahtekarlıkları daha da açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün bu 100 yıllık mücadele geçmişine rağmen dünyada olduğu gibi Türkiye’de ne yazık ki güçlü bir devrimcisosyalist kadın hareketinden söz edemeyiz. Bunun olumsuz sonuçlarıyla biz kadınlar yaşamımızın her alanında karşılaşıyoruz. Bu olumsuzluğun en önemli sonuçlarından özellikle örgütsüzlük ve bilinçsizlik kadınların yaşamını cehenneme çeviriyor. Gün geçmiyor ki kadınlar çalıştıkları işyerlerinde, sendikalarda eşitsizliğe, ayrımcılığa uğramasın, kadın olduğu için daha kötü koşullarda çalıştırılıp daha az ücret almasın, Kürt, Ermeni, Arap olduğu için aşağılanmasın, aile içerisinde ve sokakta şiddete, taciztecavüze maruz kalmasın, çeşitli gerekçelerle katledilmesin, intihara sürüklenmesin.

7 ayda 973 kadın katledildi! AKP hükümetinin Mart ayının ortalarında gündeme getirmeyi planladığı anayasa değişikliği tasarısı çerçevesinde kadınlara pozitif ayrımcılık tartışmaları yürütüle dursun, 2009 yılı, kadın katliamlarının korkunç boyutlara ulaştığı bir yıl oldu. Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre, Türkiye de son 7 ayda 973 kadın katliamı yaşandı. Son 7 yılda ise öldürülen kadın sayısı yüzde 1400 arttı! Bu tablo kadınlar açısından şimdiye kadar yapılan ve bundan sonra da yapılacak yasal düzenlemelerin kağıt üzerinde kaldığının, kalacağının tablosudur… Bu ülkenin mahkemeleri halen kadın katliamlarında tahrik indirimi uyguluyorlarsa, karakola giden kadın ikna edilip tekrar şiddet ortamına gönderiliyorsa, yasal düzenlemeler tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Ne bu hükümetin ne bundan öncekilerin ne de bir bütün olarak erkek egemen kapitalist sitemin kadın haklarını koruma gibi bir dertleri yok. Kağıt üzerindeki değişiklikler göz boyamaktan ve sahtekarlıktan öteye geçmiyor!

yeni kadın dünyası

eylemlere bir milyondan fazla kadın ve erkek emekçi katıldı. Böylelikle 8 Mart, uluslararası bir mücadele günü olma niteliği kazandı.

Herşeye rağmen… Tüm bunlara karşın ülkelerimizde – Kürt kadın hareketini dışta tutarsak - güçsüz de olsa bir kadın hareketi var. Sınıf bilinçli kadınlar, bulundukları her alanda başarabildikleri oranda erkek egemen sisteme karşı susmuyorlar, mücadele yürütüyorlar. İşçi sınıfı içerisinde de kadınlar şimdi daha fazla sorunlarına sahip çıkıyorlar, karşı duruyorlar. Bunun en iyi örneğini 78 gün boyunca Ankara’da direnişte olan Tekel işçisi kadınlar sergiledi. Ankara’nın soğuğuna, barınma koşullarının yetersizliğine, erkek egemen anlayışlara aldırış etmeden çocukları ile birlikte hak alma mücadelesinin en önünde aktif bir şekilde yerlerini aldılar. Bu mücadele diğer işçi ve emekçi kadınlar açısından da önemli yere sahip bir mücadele deneyimi oldu. Tekel işçisi kadınların bizlerden, bizim de onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Fakat bu birlikteliği başarabilmek için sabırlı ve bilinçli bir mücadele yürütmeye devam etmek dışında bir alternatifimiz yok. Çünkü dünyada ezilenlerin yarısını oluşturan işçi ve emekçi kadınların yer almadığı hiçbir devrimci toplumsal değişim başarıya ulaşamayacaktır. O zaman mücadelenin 100. yılında bir kez daha üzerimizdeki ölü toprağı atıp kurtuluşumuz için devrimci mücadelede aktif olarak yerimizi almaya! Mart 2010 ✓

13


panorama

PANORAMA Bir NATO konferansı daha yapıldı!… - MÜNİH / ALMANYA-

4

14

6 yıldan bu yana, her sene olduğu gibi bu sene de “NATO Güvenlik Konferansı” Almanya’nın Münih kentinde 5-7 Şubat tarihlerinde yapıldı. Emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşım dalaşında NATO gibi askeri bir örgütü nasıl biçimlendirmek istediklerinin en özlü ifade edildiği konferanslardan biri olan “Münih Konferansı”nın önemi; emperyalistlerin kimi temsilcileri tarafından “dünyanın güvenliği sorunlarının en kristalize olan noktası” olarak da ifade edilmektedir. Bu seferki konferansta da yaşananlar, savunulanlar gelişmelere uygun olarak yenilikleri içeriyordu. Konferans NATO’nun bir konferansı olsa da, özellikle son yıllarda NATO’ya üye olmayan devletlerin temsilcileri de davet edilmektedir. Örneğin Rusya devlet başkanı olarak Putin’in birkaç sene önce davet edilmesi gibi davetler yapılmaktadır. Delegasyon ya da bakanlar düzeyindeki temsilciler ise daha geniş çerçevede katılmaktadırlar. Bu seneki konferansın en popüler davetlisi Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi idi. Jiechi başkanlığındaki delegasyonla Çin, ilk kez Münih Nato Konferansı’na katılıyordu ve konferansın açılış konuşmasını da Jiechi yaptı. Jiechi’nin konuşmasına göre “artık Çin de daha çok uluslararası sorumluluk üstenmeye” ve “dünya barışına katkı yapmaya” hazırdır… Sözkonusu bu durum ilk anda pek de önemli olmayan normal bir durum olarak görülebilir. Fakat, gerçekte bu olgu, Çin’in NATO konferansına katılması – G8, G20 veya Dünya Ekonomik Forumu’na katılmanın yanısıra–, öyle ya da böyle, dünyanın yeniden paylaşımı dalaşında, ya da sözde dünyanın sorunlarına –iklim, çevre, ekonomik kriz vb. sorunlara– “çözüm” bulmada Çin’in önemli rol oynadığını

NATO’nun geleceği, onun tüm batılı emperyalistlerin askeri örgütü olmak değildir, olamaz da! Özellikle Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında gündeme gelen dünyanın yeniden paylaşımı üzerine dalaşta, batılı emperyalist güçler arasındaki “komünizme karşı olma” temelindeki birlik, yerini çıkar dalaşının yoğunlaşmasına, öne çıkmasına bırakmıştır. gösteriyor. Çin, emperyalist bir güç olarak etkisini kabul ettirmiştir. 2008 yılından beri yaşanan mali ve ekonomik krize rağmen, 2009 yılında da ekonomik kalkınmasını sürdüren Çin, batılı emperyalistler için de sarılınması gereken “can simidi”dir. Çin delegasyonunun NATO konferansına katılmasının perde arkasında bu gerçeklik yatıyor. Konferansın gündemi her zamanki gibi yoğundu. Ama öne çıkan kimi noktalar şunlardı: “Kaynakların güvenliği”. Bu konuda tabii ki öncelikle yeraltı zenginlik kaynakları, başta da petrol, doğalgaz gibi enerji kaynakları sözkonusudur. Bu konu ilk kez “NATO Güvenlik Konferansı”nın gündeminde yer almaktadır. Bu da NATO’nun gelecekteki görevlerinden biri olmaya adaydır. Burada sorun, gerçekte NATO’nun geleceğinin belirsiz olmasıdır. Kaynakların güvenliği dışında öne çıkan en önemli nokta, NATO Genelsekreteri Rasmussen ile Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle arasında tartışma konusu olan NATO’nun geleceği meselesiydi. Rasmussen, NATO’nun küresel çapta ağlarla birbirine bağlanması, daha yoğun bir uluslararası işbirliğinin gerekliliğini; “Çin, Hindistan, Pakistan gibi veya başka ülkelerin NATO ile yakın bağlarının sağlanmasının neresi zarar vericidir ki?”, ya da NATO’nun


panorama

BM’ye alternatif değil, tersine, BM’nin kararlarının uygulanmasına hizmetle NATO’nun BM’yi güçlendirebileceği görüşünü savunurken; Almanya Savunma Bakanı Guttenberg BM ve NATO’nun reforme edilmesinin geciktirildiğini, karar almada oybirliği ilkesinin “anlamsızlığın korunması” olduğunu, çok laf edilip bir şey yapılmadığını söyleyerek Almanya’nın bu konudaki tavrını ortaya koyarken; Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle, Almanya’nın uzun vadede tamamen parlamenter kontrol altında olan bir Avrupa Birliği ordusundan yana olduğunu açıkladı. Westerwelle açıkça AB ülkelerinin toplam asker sayısının Çin’den sonra dünyanın en büyük ordusunu teşkil ettiğini –iki milyon– ve fakat birçok AB ülkesinin ordusunun silahlanma düzeyinin, yöneliminin ve etkisinin andaki askeri müdahalelerin talep ettiği seviyede olmadığını ifade ederek, daha çok silahlanmaya ve çatışma düzeyini yükseltmeye, uluslararası düzeydeki müdahalelerde daha fazla etkiye sahip olmaya çağrıda bulunmaktadır. Bu da açıkça savaşın kışkırtılmasıdır. Alman emperyalizmi dünyayı yeniden paylaşma dalaşında ön saflarda yerini sağlama almaya çalışıyor. Bunun yanısıra Westerwelle’nin bu açıklaması, gerçekte Alman emperyalizminin AB’nin önde gelen gücü olarak NATO’ya karşı “kendi” dalaş ve savaş

ordusunu yaratmaya çalıştığını –ki bunun adımları çoktan atılmıştır–, ABD emperyalizmiyle rakip bir birlik olarak düşünülen AB’nin, esasta ABD emperyalizminin etkisindeki NATO’yla çok daha uzun süre ortaklık etmek istemediğinin de bir belgesidir. Bu durum da, NATO’nun geleceğinin ne olacağı konusunda belirleyici önemdedir. NATO’nun geleceği, onun tüm batılı emperyalistlerin askeri örgütü olmak değildir, olamaz da! Özellikle Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında gündeme gelen dünyanın yeniden paylaşımı üzerine dalaşta, batılı emperyalist güçler arasındaki “komünizme karşı olma” temelindeki birlik, yerini çıkar dalaşının yoğunlaşmasına, öne çıkmasına bırakmıştır. Çıkar dalaşının açıkça öne çıktığı, pastadan en büyük payı almak için yeni strateji ve taktiklerin ortaya konduğu bir ortamda; artık NATO, ortak çıkarları temsil etmemektedir. Bırakın Rusya ve Çin gibi emperyalist güçleri bir kenara, NATO hem ABD’nin hem de AB içindeki emperyalistlerin çıkarlarının –eğer anda ortak çıkarları yoksa– temsilcisi olamaz. Bu durumda NATO’nun geleceği, herhalükarda bir reforma uğramayı içermektedir. Söz konusu değişiklik ise emperyalistler arası çelişkilerin andaki durumuna bağlıdır. Uzun vadede NATO ya ABD’nin ve onunla birlikte hareket edenlerin askeri örgütü olma

15


panorama 16

durumunda olacak, ya BM’nin reforme edilmesiyle NATO BM’nin askeri örgütü olacak, ya da NATO’nun geleceği yoktur. Önümüzdeki dönem için önem arz eden konular esasıyla bu üç konuydu: Çin’in konferansa katılması, kaynakların güvenliği ve NATO’nun geleceği meselesi. Kuşkusuz ki, gündemde sadece bunlar yoktu. Yakın ve Ortadoğu’da güvenlik ve istikrar, nükleer silahsızlanma, nükleer silahlanmayı kontrol etme ve yaygınlaştırmamanın sorunları; bunlara bağlı olarak İran’ın durumu ve tavrı, savaşın kaçınılmaz konusu olarak tabii ki Afganistan ve Afganistan’a daha çok asker gönderme gibi konular da gündemdeydi. Öne çıkan çelişkiler İran konusu, ABD’nin Tayvan’a silah satması konusunda Çin’in ABD’yi eleştirmesi ve Rusya’nın hem Avrupa ülkelerini, hem ABD’yi, genelde ama NATO’yu eleştirmesi noktalarındaydı. Her seferinde olduğu gibi, bu sefer de NATO Konferansı’na karşı protesto eylemleri gerçekleştirildi. Basında ve internetten aldığımız bilgilere göre 6 Şubat 2010 tarihinde yapılan yürüyüşe 3-4 bin civarında katılım vardı. Kimi kaynaklar katılımı 2500 civarında veriyor. Kolluk güçleri yine tüm şehri kontrol altına almış, yürüyüşte ise en azından her yürüyüşçüye bir polis (3800 polis) düşüyordu. Yürüyüş kolu kenarında pankartların taşınması yine yasaklanmıştı. Yürüyüş iki saat gecikmeyle başlamış ve planlanan miting alanına varmadan bitirilmiştir. Polis hep provoke etmeye kalkışsa da daha önceki yıllara göre daha az saldırgandı ve bu sene, polisin verdiği bilgiye göre sadece dört kişi polise hakaretten ve toplantı kanununu çiğnemekten dolayı gözaltına alınmıştır. NATO’nun savaş örgütü olarak geleceğinin emperyalistlerce nasıl biçimlendirileceği tartışmasından bağımsız olarak, bu konferansta da yine dünyanın güvenliği değil, savaş ve dünyanın kaynaklarının talanı üzerine konuşulmuştur. Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarından, emperyalist tekellerin temsilcilerinden ve yetkililerinden bundan başka bir şey de beklenemez. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla emperyalizm ezilen halkların, işçilerin, emekçilerin düşmanıdır. Mücadelemiz bir bütün olarak emperyalist sisteme karşıdır. Mücadelemiz emperyalizmi tarihin çöplüğüne atacak olan devrimler içindir; baskı ve sömürünün, sınırların ve sınıfların olmadığı komünist bir dünya içindir. 27 Şubat 2010 ✓

40. yıldönümünde de “Dünya Ekonomik Forumu” yapıldı! - DAVOS / İSVİÇRE -

A

nda adı “Dünya Ekonomik Forumu” olan toplantıların kurucusu ve örgütleyicisi olan Alman kökenli Klaus Schwab, bu seneki forumun sloganını, “Dünyanın durumunu iyileştirmek: Yeniden düşünmek-tasarlamak-inşa etmek” olarak belirlemişti. Forum 27-31 Ocak 2010 tarihlerinde hemen hemen her zaman olduğu gibi İsviçre’nin Davos kentinde yapıldı. Schwab’a göre foruma katılanlar, “2008’deki mali kriz, 2009’daki ekonomik kriz üzerinden sosyal bir krize doğru gidildiği tehlikesini hissediyorlarmış”. Eh, durum böyleyse buna bir çare bulunması gerekiyor! Fakat foruma katılanlar, Schwab gibi sosyal kriz tehlikesi konusundaki korkularını açıkça ortaya koymuyorlar. Foruma kimler mi katıldı? Kim yok ki?


Katılanların listesi, dünyanın üzerinde egemen olan tekellerin en uzman menejerleri –1400 kadar– başta olmak üzere, 30 kadar devlet ve hükümet başına, 60 kadar bakandan –maliye, ekonomi, dışişleri bakanları gibi savunma bakanları da vardı içinde–, düzinelerce merkez bankaları şeflerine, bankaların temsilcilerine, kimi milyarderlere, özel görevlilere, artist ve şarkıcılara kadar uzanıyordu. 200 kadar da önde gelen ajansların temsilcileri olan gazeteci vardı. Yaklaşık 1000 kadar firmanın temsilcisi foruma katıldı. Türkiye’den ise resmi olarak hükümet temsilcileri bu sene Davos’a gitmedi. Tayyip ile “one minute” yaşanmadı… Toplam olarak yaklaşık 90 ülkeden 2500’den fazla katılımcısı olan forumu, binlerce polis ve ordu mensubu, özel timler “korudu”… Davos’taki protestoya en fazla katılımın 100-150 kadar olduğu basına yansırken, esas protesto eylemlerinin Davos dışındaki kimi büyük şehirlerde gerçekleştiği bilgisi de veriliyordu. “Bankacılar, Borsacılar, Politikacılar”ın forum toplantısı esasta rahatsız edilmediği halde, forum tel örgülerle sarılı bir alanda yapıldı. Geçen seneki forum toplantısına krizden nasıl çıkılacağı, sorumluluğun menejerlerin üzerine atılmaya çalışılması damgasını vururken; bu seneki toplantıya “küresel mali branşı regüle etmek”, ya da “bankalara sınırlama getirme” olarak da ifade edilen konu damgasını vurdu. Bu konuda devlet temsilcileri olan politikacılarla, bankacılar ve borsacılar arasında ortak bir noktada buluşmayı beklemek, esasta olmaz şeyler arasındadır. Daha krizin ortasındayken, devletin müdahalesini,

kaçınılmaz olması nedeniyle kabul edenler, devletin zaman geçirmeden –ama erken olabilecek kadar da acele etmeden– ekonomiye müdahaleden geriye çekilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Kuşkusuz ki devletlerin müdahalesiyle krizin etkisi ve sonuçları sınırlandırıldı. Özellikle beklenen büyük çöküş engellendi. Bu konuda, bankacılar, borsacılar ve politikacılar hemfikirler. Fakat, bir dahaki krizin önlenmesi, ya da boyutlarının bu kadar büyük olmasının engellenmesi için politikacıların, somutta tabii ki hükümetlerin talep ettiği önlemlerin bankacılar, borsacılar tarafından kabul edilmesi zordur. Her şeyden önce politikacıların krizin suçunu, sorumluluğunu önce “aç gözlü” ve işini yanlış yapan menejerlere; ardından da bankaların esas görevinden sapkınlığına yüklemeye çalışması, gerçekleri tersyüz etmektir. Krizin sorumlusu ve suçlusu, şu ya da bu menejerler, şu ya da bu bankalar değildir. Kriz, –hep yeniden vurgulamak durumunda olsak da– doğrudan kapitalist sistemin ürünüdür, yol arkadaşıdır. Bu yüzden de menejerlere ya da bankalara, mali pazarlara sınırlamalar, regülasyonlar, krizi, krizleri ortadan kaldıramaz. En çok yapabileceği şey, krizin boyutlarını ve etkilerini değiştirir, o kadar. Örneğin, ABD ve AB’nin krize müdahalede bankaları kurtarma operasyonunda hizmete sunduğu milyarların, trilyonların miktarı rakam olarak tam belli değil. Herhalükarda binlerce milyar dolar bankaların, tekellerin hizmetine sunulmuştur. Buna rağmen ama, krizden dolayı ILO’nun raporuna göre, sadece 2009 yılında 27 milyon insanın işsiz kalması gerçeği ortadan kalkmıyor.

panorama

Gerçekte ekonominin siyaseti belirlediği ve yönettiği dünyamızda, sermayenin, evet Sarkozy karşı gelir gibi görünse de, mali sermayenin çıkarlarına ters düşen önlemlerin alınmasını beklemek abestir. Dünyamıza egemen olan mali sermayedir, mali sermayenin düzeni olan emperyalizmdir. Alınacak önlemler en iyi ihtimalle sermayedarların, bu durumda esasta tekellerin uzlaşabileceği, uzlaştığı nokta(lar)da olacaktır. Anda kimi istenen önlemlerin alınması mümkündür ve büyük olasılıkla da söz konusu kimi büyük bankaların onayıyla alınacaktır da.

17


panorama 18

Dünya Ekonomik Forumu’nun açılış konuşmasını bu sefer Fransa Başkanı Sarkozy yaptı. Sarkozy, esasta Obama’nın bankalara sınırlama, mali branşı regüle etme vb. konulardaki görüşleriyle hemfikirdir. Buna rağmen, ya da bundan dolayı Sarkozy mali sermayeyi ve bankaları “şiddetli” biçimde eleştirdi. Kendisinin yanlış anlaşılmaması için konunun kapitalizmi lağvetmek olmadığını açıklayan Sarkozy, devamında şunları söyledi: “Ancak ne tür bir kapitalizm istediğimize karar vermemiz gerek. Şu an kapitalizmde bir sapkınlık yaşanıyor. Kapitalizm değerler üzerine kuruludur. Finanz kapitalizmi ise, kapitalizmin değerlerini ayaklar altına alan bir sapkınlıktır.” (29 Ocak 2010 tarihli basın ve internet haberlerinden) Evet, Sarkozy finanz kapitalizmini kapitalist sistemden bir sapkınlık olarak değerlendiriyor ve karşı çıkıyor! Bu karşı çıkışta getirdiği çözüm ise, “bankaların esas görevlerine geri dönmesi, bu görevlerine yoğunlaşması” oluyor. Peki esas, ya da Sarkozy’nin deyimiyle çekirdek görev nedir? “Kredi vermek ve risk analizini yapmak”! Hürriyet gazetesinin aktarımına göre ise bankaların görevi: “Spekülasyon yapmak değil. Kredinin risk analizini yapmak ve ekonominin gelişmesini finanse etmek” tir. (Hürriyet, 29 Ocak 2010) Bankaların asli görevlerine geri dönüş yapabilmeleri için de Sarkozy bankalara kısıtlamalar getiren kuralların gerekli olduğunu, bu söz konusu kurallara ise herkesin uyması gerektiğini savunmaktadır. Sarkozy’nin ve aynı zamanda foruma katılmasa da Obama’nın da ve birçok hükümetin savunduğu bu yaklaşım kuşkusuz ki bankacıların, borsacıların karşı çıkışına şahit olacaktı, oldu da. Foruma katılan ve önde gelen bankacılar, özellikle de Almanya’nın Deutsche Bank, İngiltere’nin Barclays-Bank vb. şefleri gibi ABD’nin yatırım bankalarından JPMorgan Chase şefi Jakob Frenkel de bankalara yönelik kısıtlamalara karşı çıktılar. Hatta bu karşı çıkışlarında, doğru olarak, getirilmek istenen kısıtlamaların, ya da yapılmak istenen regülasyonların mali veya ekonomik krizleri engelleyemeyeceğini de savundular. Geçerken tespit edilmesi gereken bir noktanın, Çin ile ilgili olduğunu tespit etmek gerekiyor. Çin Başbakanı yardımcısı Li Keqiang, DEF’de “en önemli konuşmacı” olarak kamuoyuna sunuldu. 2009 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşanan en büyük krize rağmen %8.7’lik bir ekonomik büyüme yaşayan Çin, DEF’de güç gösterisinde bulunuyor ve

“küresel yönetimde” daha fazla güç (erk) istiyordu… Sonuçta, zaten karar alma diye bir sorunun olmadığı forumda, çelişkiler varlığını korudu. Sarkozy, bankalara yönelik kısıtlamaların G20 toplantısında ele alınması gerektiğini savunurken; bu konuda var olan bir çelişki, ya da zorlukları ise, eğer bankalara yönelik söz konusu kısıtlamalar getirilirse, bu kısıtlamalara kimin uyup uymayacağıdır. Kimileri küresel çapta geçerli olmasını isterken, daha gerçekçi kimileri ise bu işe ulusal temelde başlamak gerektiğini savunmaktadır. Gerçekte ekonominin siyaseti belirlediği ve yönettiği dünyamızda, sermayenin, evet Sarkozy karşı gelir gibi görünse de, mali sermayenin çıkarlarına ters düşen önlemlerin alınmasını beklemek abestir. Dünyamıza egemen olan mali sermayedir, mali sermayenin düzeni olan emperyalizmdir. Alınacak önlemler en iyi ihtimalle sermayedarların, bu durumda esasta tekellerin uzlaşabileceği, uzlaştığı nokta(lar)da olacaktır. Anda kimi istenen önlemlerin alınması mümkündür ve büyük olasılıkla da söz konusu kimi büyük bankaların onayıyla alınacaktır da. Kasım ayında Güney Kore’de yapılacak G20 Zirvesi’nde ne gibi mali reformların gündeme getirileceğini birlikte göreceğiz. 2008 yılı Kasım ayından bugüne kadar uluslararası düzeyde toplam 10 zirve toplantısı gerçekleşti –G8, G20, DEF vb.– ve mali ve ekonomik kriz tümünün de konusuydu. Sonuçta hiç bir konuda –hem de egemenlerin istediği yönde– ciddi bir sonuç yok! Bu yüzden de DEF’ye katılan kimi konuşmacılar “Çok konuşuyoruz ama bir şey yapmıyoruz!” deme durumundadır. Bunu diyenler, emperyalizm koşullarında, küresel çapta, sermaye pazarlarının, ticaretin ve çevreyi, doğayı koruma siyasetinin yeni bir düzene kavuşmasının mümkün olduğunu ve söz konusu zirve toplantılarıyla bunun gerçekleştirilebileceği yönlü düşünceleri yaygınlaştırmaya çalışanlardır. Kuşkusuz ki bunların “yeni düzen” diye yutturmaya çalıştığı şey, gerçekte emperyalizm-kapitalizm düzeni çerçevesindeki kimi yeniden yapılanmalardır. Böylesi yapılanmalar genel olarak emperyalizm şartlarında mümkündür. Kapitalizme, emperyalizme karşı yeni düzen ise, ancak ve ancak sosyalizm olabilir! Sosyalizm ise, işçilerin, emekçilerin sömürü sistemine karşı devrim için mücadelesiyle, devrimle ancak mümkündür. 27 Şubat 2010 ✓


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Hormonlulaştırdıklarımıza alıştıramadıklarımızdan mısınız?

Genetiği değiştirilmiş ürünler sorunu…

E

mperyalist sistemde genetik mühendislik ürünleri teknolojisi, yaşayan organizmaların genetik ana yapısını değiştirmeyi ve elde edilen yeni ürünleri maksimum kar amaçlı olarak satmayı hedefleyen bir teknolojidir. Bu teknoloji bazı emperyalist “yaşam bilimi” tekelleri tarafından geliştirilmekte, kullanılmaktadır. Bu tekellerin sözcüleri çalışmalarının dünyadaki açlığı azaltacağını, hastalıkları tedavi edeceğini, insan sağlığını olumlu etkileyeceğini, bu teknoloji sayesinde tarımda sürekliliğin sağlanabileceğini vb. iddia etmektedirler. Gerçekte yaptıklarına bakıldığında ise görünen şudur: Amaç dünyadaki başta tohum, gıda, tıbbi ürünler, lifli besinler sektörlerini ve genelde tarım üretimini bütünüyle kontrol altına almaktır. Ve bu işte birkaç emperyalist (en başta Amerikan) büyük tekel çok önemli mesafe kaydetmiş durumdadır. Genetik mühendisleri, genetik malzemeye ilaveler yapmak, yeniden düzenlemek, düzeltmek, programlamak gibi işlerle meşgul olmaktadırlar. Bitki ve bazı hayvanların kromozomlarına başka hayvan genleri ve hatta insan genleri enjekte edilerek hayal edilemeyecek transgenic (farklı canlıların genlerinin özelliklerini taşıyan) yaşam biçimleri elde etmektedirler. İnsanlık tarihinde ilk defa uluslararası bioteknoloji şirketleri yarattıkları transgenic yaşamın mimarları

ve sahibi konumu durumuna gelmişlerdir. Kanuni kısıtlamalar ve kurallar, isimlendirme şartları veya bilimsel protokoller çok az olduğu için bio mühendisler yüzlerce yeni “Franken foods” (yapay, farklı türler arası birleştirilmiş genlerden oluşan besinler) ve tahıl türleri yetiştirmeye başladılar. Bunların gerçekten insana ve çevreye zararlarının ne ölçüde olduğu konusunda ateşli tartışmalar yürüyor. Boyutları tam bilinmese de zarar verdikleri kesin. Bunun yanında özellikle bağımlı ülkelerde milyarlarca köylü için bu mühendislik ürünü Genetiği Değiştirilmiş Ürünlerin çok büyük olumsuz sosyo ekonomik etkileri vardır. Sonuçta yerel, doğul tarım çökmekte, geri ülkelerin tarımı giderek GDO’lu ürünlerin patent hakkını elinde tutan birkaç büyük emperyalist tekelin uzantısı haline gelmektedir. Gün geçtikçe artan sayıda bilim insanı kullanılan gen ayırma teknolojilerinin tam gelişmemiş, yanlış ve sonuçlarının öngörülemez olduğunu söyleyerek uyarıda bulunmaktadır. Ancak, ABD’nin liderliğindeki bio teknoloji taraftarı hükümetler ve düzenleyici kurumlar tüm genetik mühendisliği ürünü yiyeceklerin, geleneksel yiyeceklerle aynı olduğunu ve özel bir şekilde etiketlenmesine veya pazarlama öncesi bir zararı olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir teste tabi tutulmalarına gerek olmadığını söylemektedir.

19


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Şu anda ABD’de genetiği değiştirilmiş dört düzineden fazla besin ve tahıl yaygın olarak satılmaktadır. 70 milyon acre (1acre = 4.046,9 m2) tarım alanı üzerinde Genetiği Değiştirilmiş Ürünler alanı ekili durumdadır. Buna ilaveten bir firmanın ürettiği Bovine Büyüme Hormonu (BGH) düzenli olarak 500.000 süt ineğine enjekte edilmektedir. Süpermarketlerdeki işlemden geçmiş besinlerin çoğunda genetik katkı maddeleri vardır ve testler de bunu doğrulamaktadır. Buna ek olarak düzinelerle genetiği değişmiş tarım ürünü geliştirilmektedir ve bunlar da kısa bir zaman sonra piyasaya sürülmüş olacaklardır. Gelecek 5-10 yıl içinde ABD’deki besin ve lifli gıdaların tamamının genetiği değiştirilmiş olacağından yola çıkılmaktadır. Bunların arasında soya fasulyesi, mısır, patates, kanola yağı, pamuk tohumu yağı, papatya, domates ve süt ürünleri sayılabilir. Besin ve lifli ürünlere uygulanan genetik mühendisliğinin sonuçları belirsiz olduğu kadar hayvanlar, insanlar, çevre ve organik tarımın geleceği için tehlikelidir de. İngiliz moleküler bilimci Dr. Michael Antoniu’nun belirttiğine göre gen ayrıştırılması beklenmedik bir şekilde toksik maddelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toksik maddeler özellikle genetik mühendisliğin uygulandığı bakteriler, mayalar, bitki ve hayvanlarda görülmektedir. Ancak, büyük bir sağlık sorunu ortaya çıkana kadar bu sorun pek dikkati çekmeyecektir. GDO’lu besin maddelerinin zararları konusunda şimdiye dek bilinenler: Zehirli maddeler…

20

Genetik mühendisliği uygulanmış ürünler potansiyel olarak toksik olup insan sağlığını tehdit edici bir konumdadır. 1989 yılında L-tryptophan isimli çok bilinen bir maddenin genetik mühendisliği uygulanmış bir türü 37 Amerikalının ölümüne ve 5000 kişinin de sakatlanıp ölümcül ve ızdıraplı bir kan hastalığına yakalanmasına (eosinophilia myalgia syndrome “EMS”) sebep olmuştur. Japonya’nın üçüncü büyük kimyasal şirketi olan Showa-Denko ilk defa 1988-89 yıllarında serbestçe satılan bileşimde genetik mühendisliği uygulanmış bakteriler kullanmıştır. Düşünülen odur ki DNA nakli işlemi sırasında bakteriler bir şekilde kirlenmiş ve de bu insanların hastalanmasına neden olmuştur. Bu yüzden Showa Denko şirketi ilaçtan zarar görüp EMS hastalığına yakalanan kişilere 2 milyar dolar tazminat ödemiştir.

1999 yılında İngiliz basını Rowett Enstitüsü’nden bilim adamı Dr. Arpad Pusztai’nin yaptığı detaylı araştırma genetiği değiştirilmiş patateslerin de zararlarını ortaya koymuştur. Laboratuar testlerinde kardelen çiçeğinin DNA’sı ile bilinen bir viral promoter olan Cauliflower Mosaic Virus (CaMv) kullanılarak genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin memeliler için zehirli olduğu tespit edilmiştir. Kimyasal kompozisyonu normal patateslerden oldukça farklı olan bu patatesler farelerin hayati önemi olan organlarına ve bağışıklık sistemlerine zarar vermiştir. En tehlikelisi ise farelerin midelerinin iç yüzeyinde son derece ciddi bir viral enfeksiyon ortaya çıkmıştır ki bunun da nedeninin CaMv denilen viral promoter olduğu kesindir ve de bu madde bütün genetik mühendisliğinin yarattığı ürünlerde kullanılmaktadır. Dünyada her geçen gün artan sayıda bilim insanı genetik manipülasyonun besinlerde doğal olarak bulunan bitki toksinlerinin seviyesini arttıracağı veya yeni toksinler yaratacağı konusunda uyarılarda bulunmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen, GDO’lu ürünler hemen hiç denetimsiz tüketiciye ulaşmakta, böylece tüketiciler kobay olarak kullanılmak durumunda kalmaktadırlar. Artan kanser riski 1994 yılında ABD’de Sağlık Bakanlığı bir firmanın büyüme hormonu satmasını ve süt veren ineklere bu hormonun enjekte edilmesini bilim adamlarının tüm itirazlarına rağmen onaylamıştır. Bu ineklerin sütünden elde edilen besinleri tüketen insanlarda göğüs, prostat ve bağırsak kanserine yakalanma riski oldukça fazladır. 1998 yılında Kanada’da hükümetin görevlendirdiği bilim adamları farelerde yaptıkları deneylerde prostat kanseri ve tiroid kistleri olasılıklarına rastlamışlardır. Sonuç olarak 1999 yılı başlarında Kanada hükümeti süt veren ineklerde bu hormonun kullanılmasını yasaklamıştır. Yiyecek alerjileri Yiyecek alerjisi olan kişilerde (ki örneğin ABD’de çocukların %8’inde bu sorun vardır) semptomlar hafif huzursuzluktan ani ölüme kadar değişkenlik gösterir. Dolayısıyla bu kişiler günlük besin maddelerine eklenen yabancı proteinlerden zarar görebilirler, çünkü söz konusu proteinler insanlar tarafından şimdi-


Antibiyotik Direnci Gen mühendisleri bir bitki veya mikroba yabancı bir gen ilave ettikleri zaman onu başka bir gene bağlarlar ve bu da antibiyotik direnç simgesi (antibiotic resistance marker-ARM) olarak isimlendirilir. Bu sayede ilk verilen genin ev sahibi organizmada başarılı bir şekilde kalıp kalmadığı tespit edilir. Bazı araştırmacılar bu ARM genlerinin beklenmedik bir şekilde hastalık yapan bakteriler veya mikroplarla birleşebileceği ikazını yapmakta ve geleneksel antibiyotiklerle tedavisi mümkün olamayacak hastalıkların ortaya çıkabileceğini belirtmektedirler. Örneğin salmonellanın yeni tipleri, e-coli, kampilobakter bunlardan bazılarıdır. Avrupa Birliği’nde sağlık uzmanları bütün genetiği değişmiş ve ARM taşıyan besinlerin yasaklanmasını önermektedirler. Toprakta ve ürünlerde daha fazla tarım ilacı kalıntısı Yapılan çalışmalarda genetiği değiştirilmiş ürünler yetiştiren Amerikalı çiftçilerin geleneksel tarım yapan çiftçilere göre daha fazla tarım ilacı kullandıkları tespit edilmiştir, çünkü bu bitkiler tarım ilaçlarına karşı da dirençlidir, tarım ilaçlarından zarar görmemektedir. Dolayısıyla çiftçiler bitkilerdeki haşeratı öldürmek için tarım ilaçlarını fazla miktarda kullanabilmekte ve bitki de bundan zarar görmemektedir. Bio teknolojide lider olan şirketler aynı zamanda toksik tarım ilaçlarını da üretip satmaktadırlar. Dolayısıyla bu şirketler bitkileri özellikle genetik olarak ilaca karşı dirençli olarak dizayn etmekte ve böylece çiftçilere daha fazla tarım ilacı da satma imkanı bulmaktadırlar. Bunun sonucu toprakta ve ürünlerde daha fazla tarım ilacı kalıntısıdır. Toprak ve tüketicinin daha fazla zehirlenmesi pahasına azami kar ! Mantık budur. Genetik kirlilik Genetiği değiştirilmiş ürünlerin ekili olduğu alanlardan genetiği değiştirilmiş polenler rüzgar, yağmur, kuşlar, arılar ve polen taşıyıcı böcekler tarafından hem organik hem de normal tarımın yapıldığı alan-

lara taşınmakta ve buradaki ekinlerin DNA’sını kirletmektedir. Organik tarımla uğraşan çiftçiler genetik kirliliğin kontrol edilemeyeceğini savunmakta ve bunların yaşayan canlılar oldukları için çoğalabileceklerini, göç edebileceklerini, mutasyona uğrayabileceklerini belirtmektedirler. Pratikte olan da budur. Sonuçta “genetik tarım ürünü” etiketi altında satın aldığınız bir ürünün GDO ile temasa gelip etkilenmiş olması büyük olasılıktır. GDO’lu tarım alanları arttıkça bu olasılık da artmaktadır.

yaşam temellerini koruma mücadelesi

ye kadar hiç tüketilmemişlerdir. Gelecekte olası bir kamu sağlığı felaketini önleyebilmek için pazarlama aşamasından önce hayvanlarda ve gönüllü insanlarda uzun dönemli testler yapılması gereklidir. Ayrıca, bu besin maddelerinin etiketlerine gerekli uyarıların yazılması da besin alerjisi olan kişileri korumak açısından şarttır. Fakat kural bu değildir.

Faydalı böceklerin ve toprak verimliliğinin zarar görmesi 2009 yılının başlarında bazı araştırmacılar şaşırtıcı bir keşifte bulundular. Genetik olarak değiştirilmiş mısırların polenleri Monarch kelebeklerini zehirlenmesine sebep olmaktaydı. Araştırmalar bu tür ürünlerin yararlı böceklere ve topraktaki yararlı mikroorganizmalara belki de kuşlara bile zarar verdiğini tespit etmiştir. Yeni virüs ve bakterilerin yaratılması Yıllar önce ABD’de Michigan State Üniversitesinde yapılan deneyler bitkilerin genetiğini değiştirmenin ve onları virüslere karşı dirençli yapmanın, söz konusu virüslerin mutasyonla daha etkin bir hale gelmesine yol açtığını belirlemiştir. Sosyo ekonomik zararlar Genetiği değiştirilmiş yiyecekler ve bio teknoloji ürünü gıdaların kullanımı bilinen tarihi 12.000 yıl olan geleneksel tarım üretimini kökten değiştirmekte, GDO’lu tarımın gelişmesi ile geleneksel tarım çökmekte, görünürde daha verimli, daha dayanıklı, daha büyük vs. olan GDO’lu tarıma yönelim çiftçiler açısından zorunlu görünmektedir. GDO’lu tarımın gelişmesi pratikte tüm ülkelerde tarımın genetik mühendisliği ürünü tohumları üreten ve patentini elinde tutan bir avuç emperyalist tarım tekeline giderek daha fazla bağımlı hale gelmesi anlamına gelmektedir. Bütün bu zararlar bağlamında söylenenlerde dikkat edilmesi gereken şudur: Burada sorunlu olan şey teknolojik gelişme değil, teknolojik gelişmenin azami kar amacına bağlı olmasıdır. Suçlu teknoloji, teknolojik gelişme değil, emperyalist azami kar ilkesidir, emperyalist sistemde bu teknolojinin böyle kullanılmasıdır. Aralık 2009 ✓

21


yeni dünya gençliği

Çocuklara Kıymayın Efendiler Yargılanan bu çocuklar şahsında tüm topluma gözdağı verilmek isteniyor. Ama özel olarak çocuklar hedef tahtasına konuluyor. Bölgede nüfusun yarısından fazlası 18 yaş sınırının altında bulunuyor. Sistem çocukları potansiyel tehlike olarak görmeye başladı. Çocuklara yönelik sistematik baskı ve ceza uygulamaları devreye koyuldu. Şimdi yüzlerce çocuk eğitimden yoksun dört duvar arasında yaşıyor.

1

22

991’de bir yasa çıkarıldı. Bu yasa 2006 tarihinde yenilendi ve yasaya çok ağır maddeler eklendi. Artık 15-18 yaş arası çocuklar, Çocuk Mahkemelerinde değil özel yetkilerle donatılmış ağır ceza mahkemelerinde yargılanacaktı. TMK(Terörle Mücadele Kanunu) nedeniyle, “terör suçlusu” olmakla suçlanan çocuklar yetişkinler gibi gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor ve hapsediliyorlar. Taş attıkları için ayrı, slogan attıkları için ayrı, yüzlerini kapattıkları için ayrı ceza alıyorlar. TMK Mağduru Çocuklar pedagojik destek alamıyor, öğrenimlerini bırakmak zorunda kalıyorlar, aylarca hatta senelerce

süren duruşmalara kelepçeli getirilip götürülüyorlar. Bu çocukların bazıları yetişkinlerle aynı koğuşlarda kalıyor, aileleriyle görüşleri engelleniyor, iki haftada bir verilmiş spor/oyun izinleri bile iptal edilebiliyor. TMK Mağduru Çocuklar gözaltına alınırken, gözaltında, sorguda, hapiste fiziki ve manevi işkenceye, kötü muameleye maruz kalıyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesi var. Bu sözleşme çocuk hukuku alanında tüm dünyada kabul edilen bir hukuk belgesidir. Bu sözleşmeye göre 18 yaşından küçükler çocuk mahkemelerinde ve özel yargılama usulüne göre yargılanmaları güven-


Yargılanan bu çocuklar şahsında tüm topluma gözdağı verilmek isteniyor. Ama özel olarak çocuklar hedef tahtasına konuluyor. Bölgede nüfusun yarısından fazlası 18 yaş sınırının altında bulunuyor. Sistem çocukları potansiyel tehlike olarak görmeye başladı. Çocuklara yönelik sistematik baskı ve ceza uygulamaları devreye koyuldu. Şimdi yüzlerce çocuk eğitimden yoksun dört duvar arasında yaşıyor. Psikolojik travmalara müsait ortamlarda tutuluyor bu çocuklar. Oysa çocuklar her aşamada korunmaya muhtaçtır. ‘Suç’luyu kazıyın altından insan çıkar sözü hep söylenir. Ama ‘suç’lu ilan edilenlerin çocuk olduğunu unutmayın efendiler. Çocuklar geleceğimizdir. Çocuklara kıymayın efendiler. Toplumsal yaşamdan koparmayın çocukları. Yazıyı Nazım Hikmet’in Şubat 1955’te yazdığı, BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN başlıklı şiirinden bir kıta ile bitirelim.

yeni dünya gençliği

ce altına alınmıştır. Türkiye’de bu sözleşmeyi imzalamıştır. Yeni Türk Ceza Kanunu ile birlikte çocuk hakları sözleşmesine uygun olarak, Ceza yargılamasında 18 yaşından küçükler çocuk kabul edilmiştir. Bu sözleşmeye uygun olarak 5395 sayılı yasa ile Çocuk Koruma Kanunu yürürlüğe sokulmuştur. Bu yasaya göre çocuklar çocuk mahkemelerinde yargılanacaktı. Ama öyle olmadı. TMK’ya özel hükümler konuldu ve çocuklar özel yetkilerle donatılmış Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanmaya başlandı. 2006 yılından bu yana yargılanan çocukların sayısı 4 bine ulaştı. Yüzlerce çocuğa onlarca yıl hapis cezaları verildi, veriliyor. Onlara “taş atan çocuklar” deniliyor. Ama çocukların büyük bölümü evlerde ve okullarda gözaltına alınıyor. Sokakta gözaltına alınan çocuklar da var. Gözaltına alınanların %43 için, ‘kalbi hızlı atmak, elinde taş izi olmak, terli olmak’ gibi komik gerekçeler öne sürülüyor. Gözaltına alınanların % 57’si için hiç bir somut delil yok. Asker ya da polisin ‘taş atarken gördüm’ gibi ifadeler delil olarak gösteriliyor. Gözaltına alınan ve tutuklanan çocuklar işkencelere maruz kalıyor. Kaba dayak, çıplak soyma, hakaret, copla vurma işkencenin sık kullanılan biçimleri olarak ön plana çıkıyor. Cezaevlerinde çocuklara işkence yapıldığı haberleri basına yansıyor. Bütün bunlar çocuk bayramını kutladığını iddia eden bir ülkede yaşanıyor. 7,5 yıl ceza alan Berivan’ın öyküsünü kısaca anlatmakta fayda var. Diyarbakır Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi, 15 yaşındaki Berivan’ı ‘polise taş’ ve ‘örgüt sloganı’ atmaktan tek celsede 13 buçuk yıla mahkum etti. Ceza 7 yıl dokuz aya indirildi. Berivan Diyarbakır E Tipi Cezaevinden yazdığı bir mektup ile tanındı. Bu mektup sayesinde Berivan’ın hikâyesi yazılı ve görsel medyanın gündemine geldi. Berivan ve ailesi 15 yıl önce İstanbul’a göç etmişlerdi. Yaşam şartları Berivan’ı küçük yaşta çalışmaya itmişti. İstanbul’da bir tekstil atölyesinde getir-götür işlerini yapan bir iş bulmuştu. Annesi ile birlikte Batman’da bulunan teyze ve dayılarını ziyarete gitti. 9 Ekim 2009 tarihinde eyleme katıldığı, polise taş attığı ve slogan attığı iddiasıyla gözaltına alındı ve tutuklandı. 11 polisin yazılı ifadesi mahkemeye sunuldu. Delillerin toplanmış olduğu iddia edilerek dosya Batman’dan Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. İddianame hazırlandıktan sonra 29 Aralık 2009 tarihinde yapılan ilk duruşmada karar verildi. Savcı Berivan için 17 yıl hapis cezası istemişti. Mahkeme Berivan’ı 13 buçuk yıla mahkum etti. Ceza 7 yıl dokuz aya indirildi.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan, uçurtması geçiyor ağaçlardan, siz de böyle koşmuştunuz bir zaman. Çocuklara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin. 13 Şubat 2010 Yeni Dünya Gençliği ✓

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.