AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
SAY
Temmuz 2008/07 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X124
Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık 68 hareketinin çağrısı: Devrimdir! İstihdam paketi yasalaştı “Dünya Genç İşçi Buluşması” 16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar “ÖSS Duvarını Yıkalım” Mitingi Yapıldı Güney Afrika: Milliyetçiliğin dayanılmaz ağırlığı...
E I l H JM AR
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli okuyucu, bir kez daha zamanımızın en etkili kitle uyutma aracı haline gelen endüstriyel futbol görevini gördü: milyonlarca insan sihirli bir hayal dünyasına sokularak gerçek sorunlarını düşünmekten ve görmekten alıkoyuldu. Büyük tekellerin medyası tarafından iyice kışkırtılan erkek egemen ve şoven ırkçı çılgınlığın gölgesinde egemenler işlerini yürütmeye devam ettiler. İktidar dalaşı tüm hızıyla sürdü, hayat daha da pahalılaştı, işçiler iş cinayetlerinde ölmeye devam etti. Bir Mayıs'larda işçilere yasaklanan Taksim meydanı futbol kutlamalarına açıktı, bir Mayıs'ta tatil yapmayan işletmeler yarı finalde işiçilerin maç izleyebilmesi için üretimi durdurdular.
İçindekiler Değerli dostlar, egemenler iktidar dalaşını iyice kızıştırmaya devam ediyorlar, son kozlar da kullanılmaya başlandı, bir yandan AKP'nin kapatılması davasının sonuna yaklaşılırken diğer yandan da Ergenekon gözaltıları ve tutuklamaları devam ediyor. İşçiler ve emekçiler açısından egemenler arasında yaşanan iktidar dalaşının en önemli yanı, her iki kesimin de karşılıklı olarak birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya sermeleridir. Her iki kesimin de işçilere ve halklara düşman yüzleri çok açık görülebilmektedir. İşçiler ve emekçiler bir kez daha bu kokuşmuş düzenden devrim dışında bir kurtuluş yolunun olmadığını görmek durumundadırlar. Değerli dostlar, gazetemizin fiyatını bu sayıdan itibaren 2 YTL'den 1 YTL'ye düşürüyoruz. Maddi sorunlar yaşamamıza rağmen bu adımı atmamızın nedeni gazetemizi çok daha geniş bir işçi okur kitlesine ulaştırmaktır. Dostlar, her yıl olduğu gibi bu yıl da gazetemiz Ağustos ayında çıkmayacaktır. Yaz aylarını enerjimizi artırmak için kullandıktan sonra Eylül ayında tekrar buluşmak dileğiyle... 7 Temmuz 2008 •
GÜNDEM Anayasa Mahkemesi kararı üzerine: Hukuk değil, yargı darbesi!. . . . . . Tele kulaklar işbaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Onbinler Edi Bese! (Artık Yeter!) dedi…. . . . . . . . . . . . . . . . . Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık . . . . . . . . . . . . . . 40. yılında da 68 hareketinin çağrısı: Devrim! . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI Erkek egemen alan: Futbol . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Galata Köprüsünde 'hayasız' eylem. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 YENİ İŞÇİ DÜNYASI İstihdam paketi yasalaştı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . “Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi . . . . . . . . . . . . . 16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . DESA direnişine destek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Lastik işçileri greve çıktılar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Samandağ Belediye işçileri maaşlarını istiyor . . . . . . . . . . . . . Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) kuruldu. . . . . . . . . Kühne – Nagel işçileri işten atılmaya devam ediyor. . . . . . . . . . Tega işçilerinin grevi devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . Cam Sanayinde TİS imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1 EK:2 EK:4 EK:4 EK:5 EK:6 EK:7 EK:8 EK:8 EK:8
PANORAMA Güney Afrika: Milliyetçiliğin dayanılmaz ağırlığı . . . . . . . . . . . . . 9 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Türkiye Kyoto Protokolü’nü imzalıyor. Hoş, ama boş bir karar!. . . . . . 10 Efemçukuru’nda adım adım altın madenine doğru. . . . . . . . . . . 10 Munzur’da barajlar ve siyanürlü altın çıkarma protesto edildi . . . . . . 11 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ “ÖSS Duvarını Yıkalım” Mitingi Yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . “Genç İşçilersiz”, Dünya Genç İşçi Buluşması!. . . . . . . . . . . . . . Dersimiz Genç-Sen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sınıf kavramı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Üniversiteler Sosyal Forumu gerçekleşti . . . . . . . . . . . . . . . .
12 13 14 15 15
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 124 · Temmuz 2008 • ISSN 1301-692X124 • Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,00 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.org www.ydicagri.org
• 2
3 4 4 5 6
gündem
Anayasa Mahkemesi kararı üzerine:
Y
Hukuk değil, yargı darbesi!
üksek öğrenim kurumlarında türbanın giyilmesini serbest bırakan, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan Anayasa değişikliği, AKP ve MHP’nin oylarıyla, 411 Milletvekilinin oylarıyla kabul edilmiş, ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe girmişti. CHP ve DSP türbanı serbest bırakan değişikliğin, “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez laiklik ilkesine aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurdu. Anayasa değişikliği üniversitelerde kargaşaya yol açtı. Kimi üniversitelerde türbana karışılmazken, kimi üniversitelerde yasak kararı uygulanmaya devam edildi. Türbanın yüksek öğrenim kurumlarında serbest bırakılmasını öngören Anayasa değişikliği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP hakkında Anayasa Mahkemesinde açtığı kapatma davasında, AKP’nin “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olması iddiasının gerekçelerinden biri olarak yer aldı. A nayasa Ma h kemesi ’ni n nasıl bir karar vereceği mera k la bekleniyordu. Aslında Anayasa Mahkemesi’nin 22 Temmuz seçimleri öncesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında meclis toplanma yeter sayısı ile karar yeter sayısını aynılaştırması, 367 konusunda aldığı karar, verilecek kararın ne yönde olacağına işaret ediyordu. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin 11 üyesinden 8’i, Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış üyeler olması, ideolojik Kemalist olma özelliğine sahip olmaları diğer bir işaretti. Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı bildirinin, Danıştay ve Barolar Birliği Başkanı tarafından desteklenmesi, Anayasa Mahkemesi üyelerine uyarı niteliğindeki bildiri de gelişmenin ne yönde olacağına dair başka bir işaretti. Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da görüştüğü davada, türbanlıların yüksek öğrenim kurumlarına serbestçe girebilmeleri için Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan Anayasa değişikliğini iptal ederek, yürürlüğü durdurma kararı verdi. Anayasa Mahkemesi bu kararı ile, yürürlükte olan Anayasada öngörülen yetkilerini aşarak, siyasi karar vermiş, AKP’nin iktidar yürüyüşünü engellemek için yeni bir yargı darbesi yapmıştır. Anayasa Mahkemesinin bu kararı, bizzat Anayasa Mahkemesi tarafından alınan şu karar ile: “Anayasanın 148.
Yüksek yargı içerisinde egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu ideolojik Kemalist kanadın iktidarını koruma siyasi kaygısı ile meselelere yaklaşmakta, verdikleri kararlar da buna uygun olmaktadır. maddesinde Anayasa değişikliklerinde Anayasa Mahkemesine tanınan denetim yetkisi, teklif, oylama çoğunluğu ve ivedilikle görüşülmeyeceği şartlarına uyulup uyumadığı hususları ile sınırlanmıştır. Esas yönünden denetime olanak tanınmadığı gibi, 148. maddede tüketici biçimde sayılan koşulların dışında şekil yönünden denetim yapılması olanaksızdır.” çelişmektedir. Anayasa değişikliklerine sadece şekil bakımından inceleme ve denetleme yetkisine sahip olan Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikleri esastan görüşerek iptal kararı vermiştir. Hakim sınıfların iki kanadı arasında giderek sertleşen, kızışan iktidar mücadelesinde, yüksek yargı, yürürlükte olan Anayasaya göre hukuksal kararlar değil, siyasi kararlar vermektedir. Yüksek yargı içerisinde egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu ideolojik Kemalist kanadın iktidarını koruma siyasi kaygısı ile meselelere yaklaşmakta, verdikleri kararlar da buna uygun olmaktadır. “Türkiye’nin hukuk devleti olduğu, yargının bağımsız olduğu”nun büyük bir yalan olduğu bu karar ile bir kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de hukukun sadece adı var, kendisi yoktur! Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin keyfine göre işleyen bir mekanizmadır. Yüksek Yargı gelinen yerde, ordu yanında Kemalist devlet iktidarının başındaki elitin kendi iktidarını sürdürmek için kullandığı en son kalelerden biridir. En son kale de tehlike
altındadır! İktidar mücadelesi sırtı duvara dayanmış olan ordu merkezli statükocu, ideolojik Kemalist kesim ile AKP’nin temsil ettiği kesim arasında yürümektedir. AKP iktidar mücadelesinde, iktidarı ellerinde bulunduran devlet bürokrasisinin yerleşik iktidarını ciddi olarak geriletmiştir. AKP bütün bürokrasiyi uzun vadede kendine uygun hale getirecek imkanları ele geçirmiş durumdadır. Yerleşik devlet iktidarını ellerinde bulunduranlar buna karşı ellerindeki tüm araçlarla direnmektedir. Mücadele, laiklik-şeriat, darbecilik-demokrasi,
bağımsızlık-işbirlikçilik mücadelesi değildir. Mücadele esas olarak hakim sınıf ların hangi kanadının iktidar nimetlerinden daha fazla yararlanacağı mücadelesidir. İktidar mücadelesi içerisinde herşey egemenler için mübahtır. İktidarı
koruma ve iktidarı ele geçirme noktasında taraflar arasında her türlü araç kullanılmaktadır. Ergenekon, Şemdinli, Hrant Dink cinayeti, içeride sürekli olan askeri operasyonlar, Güney Kürdistan’ın sık sık bombalanması, karşılıklı tele kulaklar, darbe ortamının hazırlanmaya çalışılması vb. kavganın daha çok şeylere gebe olduğunu göstermektedir. Anayasa mahkemesinin türban kararı, egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin daha da sertleşmesine yol açmıştır. Anayasa Mahkemesi bu kararı ile AKP’nin kapatılmasının yolunu da açmıştır. Hakim sınıfların iktidar mücadelesi yürüten her iki kanadı da işçi, emekçi düşmanıdır. Her iki kanatta emperyalizmin işbirlikçisi, bağımsızlık, özgürlük düşmanıdır. Her iki kanatta sömürü düzeninin sürmesinden yanadır. Gerçekte yoktur birbirlerinden farkları. Al birini, vur ötekine! İşçiler, emekçiler yürüyen iktidar mücadelesinde egemenlerin kuyruğuna takılmamalı, uyanmalı, kendi özsel sınıf çıkarlarına sahip çıkarak bağımsız mücadele yürütmelidirler. Kendi sınıf çıkarlarımız için kendi sınıf örgütlerimizde, burjuvaziden bağımsız örgütlenmelerimizi yaratalım. Kendi bağımsız sınıf mücadelemizi örgütleyelim. Egemenleri iktidar dalaşında yalnız bırakalım! İşçi sınıfı, emekçiler, tüm ezilenler için bu düzende kurtuluş yoktur! Kurtuluş, gerçek anlamda bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin, sağlanacağı işçilerin, emekçilerin
kendi iktidarlarındadır. Kurtuluş sömürünün her türüne son veren düzende, işçilerin - yoksul köylülerin düzeninde, sosyalizmdedir. 12 Haziran 2008 ✓
3
gündem
Tele kulaklar işbaşında!
Ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı olanların, “demokrasilerde bu olmaz” karşı çıkışları, hukukun egemen olan sınıfların hukuku olduğu gerçeğini görmeyen bir tavırdır. Son tahlilde burjuva hukuku, burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir hukuktur. Tüm ülkede telefon, bilgisayar, internet, faks gibi her türlü telekomünisyon yoluyla yapılan iletişim izleniyor, dinleniyor. “Özel hayatın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü” vb. gibi Anayasa maddelerin bir kez daha hoş, ama boş olduğu ortaya çıktı.
Devlet bunu hep yapıyor
D
inleniliyoruz! Sadece “suç işleyeceği konusunda şüphelenilen kişiler” değil, tüm iletişim ağı izleniyor, dinleniyor. Son dönemde medyaya yansıyan iki dinleme örneği, dinlemenin boyutlarını gösteriyor. Önce A nayasa Ma h kemesi Başkanvekili Osman Paksüt, kendisini takip eden sivil bir otonun polise ait çıkması üzerine izlendiği, dinlendiği yönünde açıklama yaptı. Medya bu izleme, dinleme olayını tartışırken, başka bir dinleme olayı daha medyaya yansıdı. CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın, CHP Genel Merkezi’nde kendi odasında, eski Bolu valisi ile yaptığı özel
1
4
görüşmenin, ertesi gün Vakit gazetesinde olduğu gibi yayınlanması ile ortalık birkez daha karıştı. Telekom ve Turkcel’in telefon kayıtları, Vakit Gazetesi’nin sabit telefonundan Önder Sav’ın cep telefonunun arandığı, 44 dakika süre ile görüşüldüğünü doğruluyor. Bu durum, “Önder Sav’ın Vakit Gazetesi’nden arandığı, görüştüğü, cep telefonunu kapatmayı unuttuğu” savını güçlendirmektedir. Özellikle bu iki olay ekseninde dinleme olayları üzerine tartışılırken, Emniyet’in başvurusu üzerine Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından üçer aylık izinlerle tüm iletişim ağının dinlendiği açığa çıktı.
Dinleme işini sadece Emniyet değil, jandarma, MİT de yapıyor. Yer yer egemenlerin kendi aralarındaki dalaşta da kurumlar birbirini dinliyor, birbirlerinin açıklarını bulmaya, birbirlerine karşı kullanmaya çalışıyorlar. Temmuz 2005 yılında iletişimin izlenmesi ve dinlemesini bir merkezde toplanmasını sağlayan yasa kabul edildi. Buna bağlı olarak Telekomünisyon İletişim Başkanlığı (TİB) kuruldu. Aynı yasada, emniyet, jandarma ve MİT’e “önleyici istihbarat” adı altında geniş yetkiler verildi. Yasada, her türlü faaliyetin hakim kararı ile yapılması hükme bağlanmasına rağmen, aynı yasada şu da var: “Suçun işlenmesini önlemek için, hakim kararının gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanı’nın yazılı emriyle, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişim tespit edilebilir, dinlenebilir, sinyal bilgileri değerlendirilebilir,
kayda alınabilir.” Aynı yasada Emniyete bütün iletişimi üç aylığına takip etme yetkisi de verilmektedir. Emniyet kendisine verilen, “suçun işlenmesini önlemek için” dinleme yetkisini, belirli kişiler için değil, tüm kişiler için kullanmakta, tüm ülkenin “suç işlemesini” önlemektedir!! Her burjuva devlet gibi TC devleti de, sermaye yararına işleyen bir devlettir. Her burjuva devleti gerektiğinde, kendisinin koyduğu yasaların dışına çıkar. Çıkmak zorundadır. Bunun tersini ummak saflıktır. Sonuçta devlet, “bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmek için kullandığı bir baskı aracıdır.” Baskı aracında nüans farklılıkları olsa da, son tahlilde her burjuva yönetimin özü ezilenler üzerinde diktatörlüktür. Ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı olanların, “demokrasilerde bu olmaz” karşı çıkışları, hukukun egemen olan sınıfların hukuku olduğu gerçeğini görmeyen bir tavırdır. Son tahlilde burjuva hukuku, burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir hukuktur. Bu hukuk, gerektiğinde “yasa dışına çıkar.” İşçilerin, emekçilerin mücadelesinin boyutları, bu “yasa dışına” çıkmanın da boyutlarını belirler. Ortaya çıkan izleme, dinleme olayları ne ilktir ne de son olacaktır. İzleme, dinleme bu sistemin varlığı şartlarında hep var olacaktır. 3 Haziran 2008 ✓
Onbinler Edi Bese! (Artık Yeter!) dedi…
Haziran günü Kadıköy, Kürt halkı üzerinde oluşturulan baskı siyasetine kitlesel tepkinin verildiği bir alana dönüştü. 50 bin civarında insan Barış Meclisi’nin çağrısı üzerine Tepe Natilius önünde toplanarak Kadıköy İskele Meydanına doğru yürüdü. Ellerdeki binlerce lolipop dövizlerde Yeter ve Bese yazılıydı. Onbinler Kürt halkına uygulanan baskılara yürütülen savaşa dur diyordu ve Kürt sorunu için bir an önce adil ve demokratik çözüm istiyordu, barış istiyordu. Hükümet ve devletin yetkili organları bu sesi duydu mu bilinmez ama binlerin Kürt sorununun çözümü için Türkiye’nin dört bir tarafından gelerek böylesine görkemli bir eylemde birleşmesi anlamlıydı. Eylemi hazırlayanlar en yüksek katılımı sağlamak için ortak pankart
ve ortak sloganlarda direttilerse de bunun amaca hizmet edip etmediği de tartışmalıdır, zira her kesimin, kurumun kendi renkleriyle ve sesleriyle eyleme katılmalarının daha etkili ve katılımı da azaltıcı değil artırıcı bir rol oynayacağı düşünülebilirdi. İzinli yapılan eylemde kayda değer bir olay yaşanmadı. Yeni Dünya İçin
Çağrı gazetesi olarak eyleme değişik bölgelerden önemli bir katılım sağladık. “Kürt sorununun adil çözümü bu düzende mümkün mü?” başlıklı bildirimizden 3.000 adet dağıttık. Bildirilerimiz ilgiyle karşılandı. Yürüyüş boyunca okurlarımız tarafından ortaklaşa atılan “Gerçek barış, gerçek demokrasi, gerçek adalet
devrimle gelecek!”, “Gençlik gelecek, Bolşevizm yenecek!”, “Kürdistan faşizme mezar olacak!”, “Ya Barbarlık, Ya Sosya l i zm, Ya Fa şi zm, Ya Devrim!” vb. sloganlara yer yer etrafımızdakiler de eşlik ettiler. Miting alanına girişte polisin bildirilerimize el koyma girişimine karşı direnilerek bildiriler geri alınmıştır. Miting alanında Pınar Yanardağ, Ömer Özcan, Türkiye Barış Meclisi sözcülerinden Ayhan Bilgen ve Tertip Komitesi adına Murat Çelikkan birer konuşma yaptılar. Konuşmacılar savaşın durmasını ve Kürt halkına demokratik ve barışçıl bir çözümün sunulması taleplerini dile getirdiler. Konuşmaların ardından sahne alan İlkay Akkaya ve Diyar kitleyi şarkılarıyla coşturdular. 2 Haziran 2008 ✓
Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık!
Bu turnuvada yalnız magandalar çıldırmadı, reklamlar da çıldırdı. Toplumsal aşağılık kompleksimizin dışa vurumu olarak kendini gösteren reklamlar, gazetelerde tam sayfa, robot olarak resmedilmiş futbolcular, terminatör savaşçılar olarak yer aldı.
B
ir Avrupa Futbol Şampiyona sını kışkırtılan milliyetçilik, şovenizm çılgınlığı histerisi altında geride bıraktık. Bilanço 1 ölü, 70 yaralı. Maçı Mudanya’da izleyip arkadaşıyla birlikte Bursa’ya dönen Ömer Dündargil, bir akaryakıt istasyonunda, “Bayrakları kaldırın. Gürültü yapmayın. Sevincinizi başka yerde paylaşın” dediği için magandalar tarafından linç edilerek öldürüldü. Hırvatistan maçı sonrası burjuva medya timsah gözyaşları dökerek, TV ekranlarında göstermelik silah kullanmayın logoları ile durumu kurtarmaya çalıştı. Bir tarafta bu timsah gözyaşlarını döken burjuva medya, diğer taraftan; “Viyana’yı bu defa fethedeceğiz”, “Viyana’yı fethettik”, “Viyana kuşatması zaferle sonuçlandı”, “Viyana düştü”, “70 milyon tek yürek oldu, saat 21:45’i bekliyor. Viyana kapılarına ikinci defa dayanan Türkiye, bu defa o kapıdan geçmek istiyor. Millilerimizin rakibi ise; Viyana’da Osmanlı ordusuna karşı direnen Hırvat torunları.” Diyerek adeta savaş ve futbolu özdeşleştiren aynı medya. Tüm bu ırkçı şoven dalgaya karşı Hırvat burjuva medyası da sessiz kalmadı. “Türkler Viyana’yı iki kere kuşattı. Ancak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun himayesinde bulunan Hırvatların yardımıyla Osmanlı askerleri geri püskürtüldü. Yine aynısını yapacağız.” Diyerek Türk medyasından aşağı kalmadı. Bu ırkçı açıklamaya, Türk basınından Türkiye gazetesi “Hırvatlar abarttı” başlığı atarak, sanki kendileri abartmamış gibi Hırvatlara ağzının payını vermeye çalıştı. TV kanallarında “bayrak yaz” bilmem kaça gönder
. “Yüce bayrağım, canım, kanım, her şeyim” vb. yazıyor. Irkçılıkta, milliyetçilikte sınır tanınmıyordu. Başbakan Erdoğan da, “Millet olarak mutluluğu yaşıyoruz. Eşim ağlaya ağlaya aradı. Ülkemizin bunlara ihtiyacı var. Almanya maçında da tribündeyim” diyerek ırkçı şoven dalgaya katkı sunmada geri durmadı. 1 Mayıs’ta Taksim’i işçi ve emekçilere yasaklayıp, biber gazı, cop ve panzerlerle saldırarak işçilere her türlü zulmü reva görenler, Taksim’e dev ekranlar koyarak binlerce insanın maç izlemesine ses çıkarmadılar. Havaya kurşunların sıkılması sonucu, yarananların olması üzerine, İstanbul valisi, “kutlamalar sırasında üzücü olaylar yaşandığını” belirterek durumu kurtarmaya çalıştı. Birçok şehirde aynı olaylar yaşandı. Göstermelik bir kaç gözaltının dışında, olaylara bilerek göz yumuldu. Herhangi bir demokratik tepkiye karşı, şahin kesilen güvenlik güçlerinin, bu olaylar karşısındaki tavrı “yapmayın, etmeyin çocuklar, ayıp oluyor” tavrıdır. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, her gün yeni zamların kapıda olduğu ve milyonlarca insanın açlık sınırında yaşadığı, baskı ve zulmün ayyuka çıktığı bu ülkede, geniş emekçi yığınlarının uyutulması için futbol bulunmaz bir fırsat. Ne de olsa geniş emekçi yığınların, kendi sorunlarını geçici olarak da unutmaları sağlanmıştı. Elektriğe %20 zam geldi. Ekmeğe önemli oranda zam yapıldı. Benzin zammı otomatiğe bağlandı. Bu arada 1 Temmuz’dan geçerli olmak üzere asgari ücrete 21 YTL zam yapılmış, buna karşı en ufak bir tepki dahi gelmemişti. Ne de olsa “milli-
lerimiz Türkiye’nin itibarını bütün dünya da düzeltmiş ve Türk’ün gücünü dünyaya göstermişti.” “Her şey milli takımımıza için feda olsun”du! Milli takımın maç başına 300-500 bin YTL alan futbolcuları ve maaşı 280 bin kişinin asgari ücretine denk gelen Fatih Terim, Türkiye’yi çok sevdikleri için mi oynadılar? Dünyanın en büyük sermayedarlarının arkasında olduğu futbol, endüstriyel bir olay haline gelmiştir. Emekçi yığınların uyutulmasında, bir afyon olan futbola sermayenin bütün olanaklarını kullanarak destek sunması boşuna değil.
“Çılgın Türkler” Bu turnuvada yalnız magandalar çıldırmadı, reklamlar da çıldırdı. Toplumsal aşağılık kompleksimizin dışa vurumu olarak kendini gösteren reklamlar, gazetelerde tam sayfa, robot olarak resmedilmiş futbolcular, terminatör savaşçılar olarak yer aldı. Televizyon reklamlarında ise, korkunç pazulu, korkunç görüntülü savaşçı olarak çizildi futbolcular. Avrupa Şampiyonası 2008 ana sponsorlarından Garanti Bankası’nın bu reklamı ‘Çılgın Türkler’ konseptine, yaratılan milliyetçilik dalgasına çok uygun! Oysa madalyonun di-
gündem
ğer yüzünde, “Türkleri barbar gösteren” ironik bir gerçeklik yatıyor. Gazetelere verilen reklamlarda robot olarak çizilen “Türko”ların elinde tam ekmek arası köfte var. Slogan şu: “Türko’ya çeyrek yetmez.” “Robot Türko’lar rakiplerini yenmeyecek, adeta yiyecek!” Yurt dışında herhangi bir reklam ajansı, Türk milli takım oyuncularını futbolcu olarak değil, sahaya çıkan barbarlar olarak gösterseydi Türkiye’de kızılca kıyamet kopardı. “Vatanseverler” bu yaratılan imaja tepki göstermek için birbirleriyle yarışırlardı. Ve beraberinde yaratılmak istenen Türk düşmanlığından dem vururlardı! Buna yer verenlerde meşhur 301’den yargılanırlardı. Bunları yazarken futbola karşı olduğumuz sanılmasın. Biz futbolun halkları birbirine düşman eden değil, halklar arasında dostluğu pekiştiren bir spor olarak oynanmasından yanayız. Bu da futbolun profesyonel değil, amatörce oynandığında mümkündür. Irkçılık ve milliyetçilik halkları birbirine boğazlatmak için burjuvazinin kullandığı en önemli silahtır. Bu silahın panzehiri ise proletarya enternasyonalizmidir. 01.07.2008 ✓
15. yılında Sivas katliamı lanetlendi
2
Temmuz 1993 ta ri hinde, Pir Su ltan Abda l Kü ltür Etkinlik lerine katılan yazar, sanatçı, aydınların kalwdığı Madımak Oteli, önceden planlanmış saldırı sonucu yakıldı. 35 can, alevler dumanlar arasında katledildi. Dün Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’de katliamlar yapanlar ile Sivas’ta katliam yapanlar aynı güçlerdir. Katliamın sorumlusu gerici, dinci, faşist güçler yanında devlettir. Sivas katliamının 15. yılında, İzmir’de Alevi Bektaşi ve Yöre Dernekleri Platformu bir yürüyüş ve miting düzenledi. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kitle, buradan Gündoğdu Meydanı’na yürüdü. Yürüyüş ve mitinge; İzmir Alevi Bektaşi Yöre
Dernek leri Plat formu, K ESK, DTP, ÖDP, Emep, TKP, SDP, DİP Girişimi, BDSP, ESP, Partizan, DHP, Mücadele Birliği, Kaldıraç, HÖC, 78’liler, Birleşik Metal İş, Belediye İş, Dev-BJK, CHP, İzmir Cumok vs. katıldı. Yürüyüş ve miting sırasında; Faşizme karşı omuz omuza!, Sivas’ı unutma, unutturma!, Katil devlet hesap verecek!, Sivas’ın hesabı sorulacak!, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz! vb. sloganları atıldı. Miting alanında YDİ Çağrı sayı 123’ün satışı yapıldı. Başta Sivas olmak üzere tüm katliamların hesabı devrimle sorulacak! Ydi Çağrı/İzmir ✓
5
gündem
40. yılında da 68 hareketinin çağrısı:
DEVRİM!
Burjuvazinin affedilebilir düzeniçi bir “gençlik aşırılığı” olarak göstermeye çalıştığı 68’in anlamı ve özü nedir? 68’in gücü, onun devrim isteğinde, devrim çoskusundaydı. Güçsüzlüğü, işçi hareketiyle öğrenci hareketinin birleşememesinde, her şeyden önce de bu harekete yol gösterecek güçlü bir komünist, bolşevik örgütlenmenin olmamasındaydı. Bu durum, sonuçta 68 hareketinin burjuvazi tarafından ezilmesi, teslim alınması, düzene yamanmasının temel nedeniydi.
B
6
u y ıl 1968’dek i devrimci kitle eylemlerinin 40. yıldönümü. 1968 yılı, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkilerinin dalga dalga bütün dünyaya yayıldığı, emperyalist metropollerde başta öğrencilerin başlattığı eylemlere işçi ve emekçi kitlelerin de katıldığı, Fransa’da, Almanya’da, ABD’de hakim sınıfların iktidarının sallandığı yıl oldu. “68’liler” bu devrimci dalgayı yaşayan ve yaşatan kuşağa verilen isim oldu. 68’in kırkıncı yıldönümünde tüm dünyada 68 olayları ve “68’liler” değerlendiriliyor. Medya 1968 üzerine yapılan programlarla dolu. Paneller, söyleşiler, film gösterimleri, tartışma programları vb. yapılıyor. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 40 yıl önceki işgali anmak için bir bölüm 68’li tarafından ‘işgal’ edildi. İşgalin amacı, “eğitimde devrim”, “demokratik üniversite” vb. talepler ileri sürmek değil, sadece 40 yıl önce Hukuk Fakültesi işgali ile başlayan 68 hareketini anmaktı. Medyada 68 üzerine programları yapanların çoğu da bir zamanların 68’lileri. Bir çok 68’li süreç içerisinde, bir zamanlar düşman olduklarını söyledikleri “yerleşik düzen”in birer parçası, savunucusu haline geldiler. “Kurumlar içinde uzun yürüyüşle” devletin ele geçirilip, devrimcileştirilmesi biçimindeki reForumist planlar, sonuçta bir zamanların bir dizi “ünlü devrimcisi”nin kurumlar içinde erimesi ve onların parçası haline gelmesiyle sonlandı. 68 hareketi 40. yılında da burjuvazi tarafından karalanıyor. Burjuvazi kendi düzenini sorgulayan her devrimci hareketi karalamak, düzeni için tehlike olmaktan çıkarmak zorundadır. Bu yapılırken dönekler
kullanılıyor, döneklerin tanıklıkları önemli bir araç oluyor. Bu döneklerden biri Almanya’da Ye ş i l l e r P a r t i s i ’n i n Av r u p a Parlamentosu’nda Milletvekili olan Daniel Cohn Bendit’tir. “Kızıl Dany” 68’lerde öğrenci olaylarının en öne çıkan önderlerindendi. Bir diğer dönek zamanla Sosyal Demokrat olan Regis Debray, o dönemde “Devrimde Devrim” kitabında fokoculuğu savunuyordu. Regis Debray medya üzerinden 68’in aslında bir hata olduğunu, bir gençlik rüyası olduğunu, “delikanlılığın” aşırılıklarını taşıdığını vb. söylüyor. 68’li redaktörler ve moderatörlerle, 68 eskilerinin geyik muhabbetlerinde, bir yandan nostaljik takılıp “ah biz ne idik” sırt sıvazlamaları yapılıyor; diğer yandan hep birlikte 68’in “aşırılıkları”ndan arınmış, uslanmışlar, bu “aşırılıklar”ın hoşgörülmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunun ötesinde1968 hareketinin dünyayı değiştirdiği, 1968 öncesi anormal görünen bir çok şeyin, 1968 sonrasında normal hale geldiği tespitleri vb. yapılıyor. Bugün toplumdaki 1968 sonrası gelen kimi olumlu değişikler gösterilip, 68’in amacına ulaştığı söyleniyor. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının durumundaki görece iyileşmeler, kadın hakları, azınlık hakları vb. noktalarda elde edilen ilerlemeler, bireysel demokratik haklar konusundaki kimi olumlu gelişmeler vb. gösterilip, düzenin kendini yenileyebildiğinin görüldüğü, 68’in “devrim” iddiasının yanlış olduğunun böylece ispatlanmış olduğu söyleniyor. Bazı sonuçlardan yola çıkılarak, 68’in devrimci özü boşaltılmaya çalışılıyor.
68 yılında dünya 60’lı yılların ikinci yarısı dünyanın
büyük altüst oluşlar yaşadığı yıllardı. Emperyalizmin eski sömürgeciliğinin çöküş süreci, özellikle Afrika’da bir dizi ülkedeki ulusal kurtuluş savaşları sonucu son demlerine varmıştı. Artık emperyalizm, egemenliğini eski tarzda sürdüremez duruma gelmişti, “yeni sömürgecilik” yöntemleri artık, eski tipte sömürgeciliğin yerini almıştı. Bu geçiş, birçok yerde ulusların uyanışını, bağımsızlık taleplerini gündeme getirmiş ve bu şekilde bağımsız devletler ortaya çıkmıştı. Ulusal kurtuluş hareketleri içinde “ulusal kurtuluş” konağında durmak istemeyen, bunu sosyal kurtuluşla tamamlamak isteyen güçler ortaya çıkmıştı ve gelişiyordu. Sosyalizm –en azından laf düzeyinde- kapitalizmin alternatifi olarak emekçi ve ezilen kitleler içinde büyük prestije sahipti. Sosyalist kamp içinde de büyük bir altüst oluş yaşanıyordu. Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve Arnavutluk Emek Partisi (AEP), 1960 yılında yapılan “Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı”nda Sov yetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) revizyonist çizgisinin bazı noktalarına açık eleştiriler getirmişler, Leninizm’in eskimediğini, ona sarılmak gerektiğini savunmuşlardı. Sonraki gelişme içinde ideolojik ayrılıklar, sosyalist kampın reForumist-modern revizyonist kanatla, devrimci, marksistleninist kanat biçiminde ikiye ayrılmasına yol açmıştı. 1966’da Çin’de, Mao önderliğinde, önce öğrenci ve gençlik hareketi biçiminde başlayan ve kısa zamanda toplumun tüm kesimlerini kapsayan “Büyük Proleter Kültür Devrimi” (BPKD) modern revizyonist çizgiye karşı, marksist leninist çizginin hakim kılınması için muazzam bir kitle eylemi, bir siyasi devrim olarak gündeme gelmişti.
Dünya jandarma lığ ına soy unan ABD; Hindiçini’nde Güney Vietnam’ın, Laos ve Kamboçya’nın da birbiri ardına “koministlerin eline geçmemesi” için haksız, barbar bir savaş yürütüyordu. Hem ABD’de, hem de diğer bütün emperyalist batı ülkelerinde bu barbar savaşa karşı tepkiler giderek büyüyordu. İkinci Dünya Savaşı ertesi, emperyalist kampta kurulmuş güç olan güç dengelerinde de önemli kaymalar ortaya çıkmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları Alman ve Japon emperyalizmi yeniden güçlenmiş, ABD’nin dünya hegemonyası konusundaki lider rolünü sorgulamaya başlamıştı. Fransız emperyalizmi bunu zaten uzun süredir yapmaktaydı. Emperyalist ülkelerde, savaş sonrası oluşan olumlu ekonomik gelişmelerin gündeme getirdiği “krizsiz kapitalizm”, “tam istihdam”, “sürekli kalkınma” vb. balonları birbiri ardına patlamaya başlamış; devri krizler, yitirilen ya da kontrolü kaybedilen alanların fazlalaşmasıyla etkilerini daha derinden hissettirmeye başlamışlardı. İşte bu ortamda, eskiyi, varolanı, “yerleşik düzeni”, varolan otoriteleri, hakim olan görüşleri, ideolojiyi kökten sorgulayan; öncülüğünü yüksekokul gençliğinin yaptığı bir hareket başladı. Emperyalist metropollerde 68 Mayıs’ında önce Fransa Paris’te sonra hemen hemen bütün ülkelere yayılan eylemlerde yüksekokul öğrencileri; bir yandan yüksekokullarda “donmuş düzene” karşı, öğrencilere yönetimde ve içeriğin belirlenmesinde söz ve karar hakkı talep eden reForum isteklerini (“Profesörlerin cüppelerinin altında birikmiş bin yıllık küfü temizleyelim!”); diğer yandan genel özgürlük ve demokrasi taleplerini, emperyalizme bağımlı
gündem ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışma taleplerini (“Bir, iki, üç, dört... Daha fazla Vietnam!”, “Ernesto’ya bin selam!”, “Yaşasın enternasyonal dayanışma!”) yüksek sesle haykırdılar. Hakim sınıfların bu harekete cevabı, hemen her yerde, bunları şiddetle bastırmaya kalkmak oldu. Öğrenciler bu karşıdevrimci şiddete karşı kendilerini savundular. Devrimci şiddet sorunu bizzat burjuvazinin saldırıları üzerine kaçınılmaz olarak gündeme geldi. Çok kısa süre içinde bu öğrenci eylemleri, devletlere karşı isyana dönüştü. Ve Fransa’da olduğu gibi, işçiler de yer yer bu isyana katıldılar. Artık hareket genel, devlet iktidarını sorgulayan, iktidar sorununu gündeme koyan devrimci bir nitelik kazanmıştı. Emperyalizm ve emperyalist devletlerin güçlü olduğu, yıkılamazlığı konusundaki egemen propoganda ve anlayışlara karşı 68 hareketinin sloganları “Emperyalizm kağıttan kaplandır!”, “Bütün gericiler için aynı şey geçerlidir, vurmazsan yıkılmaz!”, “Gerçekçi ol, imkansızı iste!”, “Herşeyi istiyoruz, hemen şimdi!” vb. idi. Derin bir antiemperyalizm ve enternasyonalizm hareket içinde giderek yaygınlık kazanıyordu. Emperyalistler, bu hareketin devrimci özünü ve tehlikesini gördüklerinde, her türlü yöntem ve araçla hareketi bastırmaya yöneldiler. Bastırmada şiddet temel araçtı, fakat tek araç değildi. Bir çok emperyalist ülkede sıkıyönetim yasaları çıkarıldı veya sertleştirildi. İşçi ve öğrenci hareketinin birleşmesinin engellenmesi için satın alma, rüşvet yöntemleri yoğun olarak kullanıldı. İşçilerin ücret talepleri, çalışma şartlarında iyileştirmelere vb. fazla direnmeden kabul
kesimlerinde de, belirli reForum talepleri kabul edildi. Okullarda belirli reForumlar gerçekleştirildi; kadın hakları, azınlık hakları vb. bağlamında belirli yasal düzenlemelere gidildi. Bu arada yoğun bir ideolojik kampanyayla antikomünizm alabildiğine körüklendi; geri kitleler bütün mallarının ellerinden alınacağı, “Rusların geleceği” öcüsüyle vb. korkutuldu, düzen etrafında kenetlenmeye çağrıldı. Bütün bu gelişmeler, 68 hareketi içinde refomcu-devrimci bölünmesi biçiminde yansımasını buldu. Devrimci kesim içinden, daha sonraki devrimci ve marksist-leninist örgütler doğdu. ReForumcu kesim ise, -ki bunlar 68 hareketi içinde yer alanların çoğunluğu idi- “Kurumlar içinde uzun yürüyüş” teorileriyle düzenin kucağına döndüler.
edildi. Satın alma, satın alınamayanların işten atılması gibi yollarla susturulması, sindirilmesi yanında, hareketin içine sokulan ajanlar aracılığıyla bozgunculuk yapıldı. ABD’de, Black Panther (Kara Panter) hareketi somutunda olduğı gibi hareketin öne çıkan önderleri, satın alınamadığından ve başka yollarla susturulamadığından katledildi. Toplumun diğer
tığı bir dizi değişikliği, “68 amacına ulaştı” biçiminde gösterenler, gerçekte 68’in devrim talebini merkeze koyan bir hareket olduğu gerçeğini çarpıtmaktadırlar.
68’in anlamı Burjuvazinin affedilebilir düzeniçi bir “gençlik aşırılığı” olarak göstermeye çalıştığı 68’in anlamı ve özü nedir? 68’in gücü, onun devrim isteğinde, devrim çoskusundaydı. Güçsüzlüğü, işçi hareketiyle öğrenci hareketinin birleşememesinde, her şeyden önce de bu harekete yol gösterecek güçlü bir komünist, bolşevik örgütlenmenin olmamasındaydı. Bu durum, sonuçta 68 hareketinin burjuvazi tarafından ezilmesi, teslim alınması, düzene yamanmasının temel nedeniydi. Yine de bu hareket, çıkış noktasında şimdi burjuvazinin göstermeye çalıştığının tersine, devrimci bir öze sahipti. Ve bugün sahip çıkılması gereken de bu özdür. Emperyalist metropollerdeki aslında ekonomik gelişmenin dayat-
68’in Türkiye’ye etkileri 68 bütün ülkelerde olduğı gibi Türkiye’de de yansımasını buldu.
Bu yansıma ülkelerimizde de önce akademik-demokratik taleplerle başlayan boykot –fakülte işgali gibi öğrenci hareketlerinin- çok kısa süre içinde “bağımsızlık”, “demokrasi” temel talepleri temeline oturması ve öğrenci hareketiyle, toplumun diğer kesimlerinin hareketlerinin kısa süre içinde birleşmesi biçiminde oldu. Devletin ve devlet beslemesi gerici, faşist çetelerin bu hareketi faşist yöntemlerle bastırmaya kalkması, çok kısa süre içinde devrimci şiddet ve devrimci örgütlenme sorunlarını gündeme getirdi. Sol içindeki reForumist-devrimci ayrışması 68 hareketi içinde ve ertesinde iyice netleşti. Ortaya bir dizi devrimci örgüt çıktı. Ülkelerimizdeki 68 hareketi de özünde, varolan düzene devrimci bir başkaldırıyı temsil ediyordu. Fakat 68 hareketinin geneline egemen olan eksiklik, güçlü komünist bir öncü örgütün yokluğu, ülkelerimiz için de geçerliydi. Ülkelerimizdeki hareketin, bu temel eksikliğe bağlı olan bazı başka ve bize özgü eksik ve yanlışları da vardı. Buradaki en temel sorun, ülkemizde kemalizmin sol içindeki etkileri idi. Türkiye’de 68 hareketi, geneli itibariyle 1920’lerdeki “kurtulıuş savaşı”nı kendine referans olarak alıyor; düşmanı “Amerikan emperyalizmi”ne indirgiyor; hareketin amacını da esas olarak 1920’lerdekine benzer bir “bağımsızlığı” yeniden kazanmak olarak Forumüle ediyordu. “İkinci Kurtuluş Savaşı” bu dönemin temel şiarlarından biriydi. Kemalizm, hareketin genelinde “milli kurtuluşçuluk”, “devrimcilik” vb. olarak görülüyordu. Kemalizmin işçi sınıfına, köylülüğe, emekçilere düşman, karşıdevrimci, emperyalizmle uzlaşmaya açık tavırları –genelde- yok sayılıyor, Türkiye’deki yerli hakim sınıf lar ancak “kemalizmden uzaklaştıkları”, “Amerikaya uşaklık ettikleri” noktalarda hareketin hedefi haline geliyordu. Bugün de hala Türkiye’de ‘sol’ adına konuşanlar içinde etkin olan kemalizm belası, o günkü dönemde bugünkünden çok daha kesin bir egemenliğe
sahipti. Kemalizmin gerçek yüzünü gören, bunu ortaya koyan İbrahim Kaypakkaya yoldaş oldu. Fakat o da 68’lerde kendini hareketin genel tavrından henüz ayırmamıştı. Türkiye’de de bütün dünyada olduğı gibi, 68 hareketi kısa süre içinde reForumistler ve devrimciler biçiminde ayrıştı. Bu ayrışmada reForumist saflarda kalanlar –ki bunlar çoğunluğu oluşturdular- şimdi “iyi yerler”deler! Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de 68’lilerin önemli bir bölümü düzenle birleşmiş, onun içinde yerini almış durumda, O zamanın devrimci önderlerinin önemli bir bölümü, bugün hakim sınıfların çeşitli partilerinde siyaset yapıyor; bir bölümü “işadamlığı” kimi “bilimadamlığı” vb. yapıyor. Önemli bir bölümü, burjuvazinin medyasında burjuvaziye hizmet sunuyor. Bu kesim bütün dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de 68’i, “gençlik”, “delikanlılık” ürünü olarak görüp, nostaljik övünme ile, hafif özeleştiri arası bir tavır sergiliyor. 68 kuşağının gerçek devrimci önderlerinin büyük çoğunluğu, devrimi gerçekleştirmek için silaha sarıldı ve silah elde dövüşerek toprağa düştü. Mahirler, Denizler, Hüseyinler, Yusuflar, İbrahimler 68’in devrimci ruhunun gerçek temsilcileriydiler. 68’in gerçek temsilcileri bunlardır; gerçek 68’liler bunlardır. Ve bugün yanlızca bu devrimci tavrı sürdürenler, onların devrimci ruhunu devrim mücadelesinde yaşatanlar, 68’in gerçek mirasçılarıdırlar. 68’e sahip çıkmak, onun devrimci özünü kavramak, ona sahip çıkıp geliştirmekle olur. 68 onun içinden doğan komünist hareketindir! 68 bizimdir! 68 ruhuna sahip çıkalım! Gerçekci olalım; imkansızı, imkansız görüneni isteyelim! Yeni bir dünya istiyoruz! Yeni dünya, uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesiyle mutlaka yaratılacaktır! 14 Haziran 2008 ✓
7
yeni kadın dünyası
Erkek egemen alan:
Futbol...
A
vrupa şampiyonası nedeniyle en azından Türkiye ve Avrupalı işçi ve emekçilerin en önemli gündemini belli bir süre futbol oluşturdu. Her seferinde olduğu gibi bu sefer de futbolla yatılıp futbolla kalkıldı, hangi ülke takımının maçı alacağı ile ilgili tahminler, yürütüldü, bahisler oynandı, maçın başlayacağı saatler iple çekildi. Hatta bir dizi ülkede maç saatinde üretim durduruldu. Medya yine ırkçılık, şovenizm ve erkek egemenliğinin körüklenmesinde üzerine düşeni yaptı. Futbol deyince akla erkekler geliyor. Bir erkek oyunu futbol. Futbolun bir erkek sporu olarak gelişmesi, içinde yaşadığımız erkek egemen sistemden bağımsız değil. Halklar arasında kışkırtılan ırkçılık ve şovenizmin yanı sıra erkek şovenizminin de yeniden üretildiği önemli bir alan futbol endüstrisi. Karşılaşmalar sırasında diğer takımın moralini bozmak için savurulan küfürlerden tutalım da maç esnasında açılan pankartlara, futbol ve kadın sözkonusu olduğunda televizyon ekranlarına yansıyan kadın cinselliğinin sömürüldüğü karelere, en iyi halde kadınların futboldan anlamadıkları şeklindeki aşağılayıcı yorumlara kadar çok geniş bir alanı kapsıyor kadın ve futbol. Son dönemde erkekler için çekici bir şey
olarak görülüyor olacak ki kadın futbol spikerleri ortaya çıkmaya başladı. Tabii ki kadın spikerler de spor/futbol sunuculuğu yapabilir. Fakat kadın cinsinin bu kadar dışlandığı ve erkek egemenliği üzerine kurulu olan futbolda kadınlara ‘yer verilmesi’ onların erkek dünyasına malzeme haline getirilmesinden başka birşey ifade etmiyor. Son yıllarda futbol, kadınlar içerisinde de yaygınlaşmaya ya da bilinçli olarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu Avrupa şampiyonasında tüm televizyon ekranlarına yüzünü gözünü boyamış, maç sevinci yaşayan kadın taraftarların, maç karşılaşması izleyen kadınların gösterilmesi oldukça dikkat çekiciydi. Erkeklerden daha çok kadın taraftarların ekranlara yansıtıldığını söylersek abartmış olmayız. Bütün endüstriyelleşmiş spor dallarında olduğu gibi futbolda da amaç azami kardır. Bu ise kadınların dışlanmasını değil onların da tüketim çılgınlığının içerisine çekilmesiyle mümkündür. Futbol endüstrisinin kadınları ‘keşfetmiş’ olmasının nedeni de budur. Daha fazla kar elde etmek. Bunda da önemli bir başarının sağlanmış olduğunu yapılan bir araştırma ortaya koyuyor. Avrupa Futbol Şampiyonası resmi
Galata Köprüsünde “hayasız” eylem
12
8
Ha zi ra n’ d a Ga lata Köprüsünde balık tutmak isteyen kadına rüzgardan eteği açıldığı ve teşhircilik yaptığı gerekçesiyle dava açıldı. TCK’nın 225. maddesinde yer alan “hayasızca hareket” maddesinden 6 aydan bir yıla kadar hapis istemi ile yargılandı ve dava sonucunda 5 ay hapse mahkum edildi! Bu olay ile ilgili basında yer alan haberlerde yine suçlu kadın idi. O kadar erkeğin içinde “dekolte elbisesi” ile balık tutmak ta neyin nesiydi? Bu olsa olsa teşhircilikti. Hem kadın kocasından boşanmış iki çocuk annesiydi. vs. Bu örnek toplumun, devleti, polisi, yasaları, medyası ve insanları ile erkek egemenliği sözkonusu olduğunda nasıl bir birlik içerisinde olduklarına iyi bir örnektir. Galata Köprüsünde balık tutmak erkek işidir! Bir kadının bu tabuyu kırarak kendisinin de köprüde balık tutma hakkı olduğunu göstermiş olması onun hapse
mahkum olmasına mal oluyor. Bu dava bir kez daha kadınların erkek dünyasında hangi sınırlar içerisinde hareket etmeleri gerektiğini hatırlatmış oluyor. Kadın haklarının ateşli savunucusu olduğunu söyleyen ve bununla övünen TC’nin kadın hakkı ile ilgili gerçek yüzü de böylece ortaya çıkmış oluyor. İstanbul’da Kadın Platformu 5 Temmuz Cumartesi günü “Bedenimiz Bizimdir! İnisiyatifi” adına bir basın açıklaması yaparak karar ile ilgili tepkisini dile getirdi. Taksim Tünelde biraraya gelen kadınlar döviz ve sloganlarla Galata Köprüsüne kadar yürüdüler. Yürüyüş boyunca şu sloganlar atıldı: “Köprüleri de sokakları da geceleri de terk etmiyoruz. Kimsenin hayası olmayacağız. Devlet elini bedenimden çek. Teşhir değil erkek tacizi. Yaşasın kadın dayanışması.” İnisiyatif adına basın açıklamasını okuyan kadın arkadaş şunları dile getirdi: “Kadınlar ne giyeceklerine
sponsorlarından MasterCard ’ın dünyanın en önemli spor ekonomi uzmanlarından profesör Simon Chadwick’e yaptırdığı araştırmaya göre; kadınlar UEFA Euro 2008 ekonomisinde kilit bir rol oynadılar. EURO 2008 için kadınların cebinden maç başına 4 milyon Euro ve toplamda ise 140 milyon Euro’nun çıktığı hesaplanıyor. Yapılan araştırmaya göre sözkonusu 4 milyon Euro’luk tutar futbolla ilgili olarak yapılan alışverişler, yiyecek-içecek, televizyon alımları, konak lama ve ulaşım masraf ları oluşturuyor. Kadınların doğrudan futbol ile ilgili harcamalarının yanısıra, bu turnuva çerçevesinde alışveriş tatil ve eğlenceye de önemli paralar yatırdıkları ortaya konuyor. Turnuvanın Avrupa ekonomisine katkısı toplamda 1.4 milyar Euro olarak hesaplanırken kadınların toplam ekonomik katkıdaki paylarının %10 olacağı belirtiliyor. Almanya ve İsveç gibi ülkelerde ise bu oranın %30’lara çıkabileceği tahmin ediliyor. Avusturya ve İsviçre’de kadın taraftarlar, baskılı taraftar ti-
şörtlerine, yüz boyamaya ve yiyecekiçeceğe kadar erkek taraftarlardan daha fazla para harcıyor vs. Araştırmayı yapan profesör Simon Chadwick araştırmanın sonuçları ile ilgili şunları söylüyor: “Bu araştırma, futbol endüstrisinde kadınların artan mali önemini açıkça ortaya koyuyor. Kadınlar aktif veya pasif taraftar olarak her şekilde futbol ekonomisine ciddi katkıda bulunuyorlar. Futbol endüstrisi kadın taraftarların harcama gücünü fark etti ve gittikçe artan oranla ürünlerini kadınlara uygun hale getiriyor.” (Kaynak: Taraf Gazetesi) Futbol artık sadece erkek işçi ve emekçileri değil kadın işçi ve emekçileri de uyutan, onları gerçek sorunlarından uzaklaştıran bir olgu haline geliyor. Kapitalizmin bir sonucu olan bu durum, ancak kapitalizm yok edildiğinde ve futbol hem kadın hem de erkekler için bütün pisliklerinden arındırılarak gerçek anlamda bir spor haline geldiğinde, asıl o zaman heyecanlı ve eğlenceli bir spor olmaya başlayacaktır. Temmuz 2008 ✓
kendileri karar verebilir mi? Kadınlar Galata Köprüsünde istedikleri gibi gezebilir mi? Kadınların hareket özgürlüğü var mıdır? Biz kadınlar bu soruların cevabının evet olduğunu biliyoruz. Oysa, ülkemizde her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Son dersimizi Galata Köprüsünde aldık. Öğrendik ki bir kadın, tek başına, taytı ve tshirtüyle balık tutuyorsa, ‘hayasızlık’ suçundan 5 ay hapse mahkum edilebiliyormuş. Çünkü bu kadın köprüdeki bazı erkeklere göre ‘genel ahlakı’ rencide etmiş. Biz feministler ve kadın örgütleri bu kararı protesto ediyoruz ve TCK’nın kadınlara karşı ayrımcılık yapan 225. maddesi ‘hayasızca hareketler’in derhal iptal edilmesini talep ediyoruz! Basın açıklamasının devamında TCK’daki ‘hayasızca hareketler’ maddesinin kadınların hak ve özgürlüklerini ihlal ettiği, 2002’den beri talep edildiği gibi TCK’dan ‘hayasızca hareketler’ maddesinin çıkartılması gerektiği çünkü yasalarda bu tür kavramların yer almasının kadınlara karşı ayrımcılığı ve eşitsizliği meşrulaştırdığını dile getirildi. Bir kadının Galata Köprüsünde balık tuttuğu için
5 ay hapis cezasına çarptırıldığı belirtilerek mahkemenin ceza gerekçesi ve erkek egemen zihniyetin gündelik hayatta da kadınları vurmaya devam ettiği vurgulandı. “Bizler, erkeklerin, ailenin ve devletin bedenlerimiz üzerindeki denetimine karşı çıkıyoruz. Nerede ne giyeceğimizin yargı kararlarıyla belirlenmesine, kıyafetlerimiz üzerindeki sözlü ve yazılı her türlü kural ve denetime ihtirazımız var.” denerek kadınların uzun mücadeleleri sonucu değişen yasal düzenlemelere rağmen kazanımlarının yok sayılmasına, ‘genel ahlak’ bahanesiyle en temel insan hakkının ihlal edilmesine ve kadın bedenlerinin erkek egemen sistemin denetimine bırakılmasına izin verilmeyeceği belirtildi. Ay r ıc a k ad ı n l a r t a r a f ı nd a n ‘Patriyarkanın çiftliği’ uyarlaması eyleme katılan kadınlar tarafından çoşkuyla söylendi. "Patriyarkanın bir köprüsü var. Köprüsünde erkekleri var. Teşhirci, hayasız diye bağırır. Köprüsünde patriyarkanın. Patriyarkanın bir devleti var. Devletinde yasaları var. Genel ahlak diye bağırır. Yasaları patriyarkanın." ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
M
İstihdam paketi yasalaştı
ayıs ayı içerisinde, istihdam paketi olarak adlandırılan İş Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı, Meclis’te görüşülerek kabul edildi. Ardından jet hızıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. İşsizliği önlemek, istihdam yaratmak iddiası ile çıkarılan yasa gerçekte sermaye yararına bir takım değişiklikleri kapsamasının yanı sıra, İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken işçilerin paralarını patronların hizmetine sunuyor. Sosyal güvenlik yasası ile mezarda emekliliği, sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesini, istihdam yasası ile işçilerin cebinden patronlara kaynak aktarılmasını AKP Hükümeti sağlamaktadır. İstihdam paketinin kimi önemli maddeleri şunlar: *İş Kanununda yer alan “özürlü, eski hükümlü ve terör mağdurlarını çalıştırma zorunluluğuna” yeni düzenleme getirerek, “eski hükümlü ve terör mağdurları” için işverene getirilen zorunlu istihdamı kaldırmaktadır. Özel sektörde işçi sayısının yüzde 6 oranında özürlü çalıştırma şartı, yüzde 3'e indirildi. Patronlar, 50 veya daha fazla işçi çalıştırdıkları iş yerlerinde, yüzde 3 özürlü, kamu iş yerlerinde ise yüzde 4 özürlü ve yüzde 2 eski hükümlü işçiyi, meslek, beden ve ruhi durumlarına uygun işlerde çalıştıracaklar. Özel sektörün çalıştırmakta zorunlu olduğu yüzde 3'lük özürlü kontenjanında istihdam edilenlerin primleri, patronlar adına Hazine ödeyecek, yani işçilerin cebinden çıkacak. “Yü kümlü olmadı k ları ha lde özürlü çalıştıran veya kontenjan fazlası özürlü çalıştıran işverenlerin, bu şekilde çalıştırdıkları özürlülerin primlerinin yarısı da Hazine tarafından, -siz işçilerin cebinden okuyun- karşılanacak.” *”İşverenler; devamlı olarak en az 50 işçi çalıştırdıkları iş yerlerinde alınması gereken iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin belirlenmesi ve uygulanmasının izlenmesi, iş kazası ve meslek hastalıklarının önlenmesi, işçilerin ilk yardım ve acil tedavi ile koruyucu sağlık ve güvenlik hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla, iş yerindeki işçi sayısı, iş yerinin niteliği ve işin tehlike sınıf ve derecesine göre; bir iş yeri sağlık ve güvenlik birimi oluşturmakla, bir veya birden fazla
İşsizliği önlemek, istihdam yaratmak iddiası ile çıkarılan yasa gerçekte sermaye yararına bir takım değişiklikleri kapsamasının yanı sıra, İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken işçilerin paralarını patronların hizmetine sunuyor.
iş yeri hekimi ile gerektiğinde diğer sağlık personelini görevlendirmekle, sanayiden sayılan işlerde iş güvenliği uzmanı olan bir veya birden fazla mühendis veya teknik elemanı görevlendirmekle yükümlü olacaktır.” İş sağlığı konusunda var olan yönetmeliklerin yeterince uygulanmadığı yerde, kağıt üzerinde yasal değişiklikler yapmanın hiçbir anlamı yok! *”Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacaklara, mesleki eğitim şartı aranacak. Mesleki eğitim almamış işçiler; 16 yaşını doldurmamış genç işçiler ve çocuklar gibi ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılamayacak.” Bu madde de kulağa hoş geliyor! Bunu kim uygulayacak? Patronların devleti! “Ağır ve tehlikeli işler” yönetmeliğinin uygulanmadığı yerlerden biri de Tuzla Tersaneler cehennemidir. Uygulanmayan bir yönetmelikte değişiklikler yapmak göz boyamaktan öte bir anlamı yok! *”İşverenin; konkordato ilan etmesi, işveren için aciz vesikası alınması, iflası veya iflasın ertelenmesi nedenleriyle işverenin ödeme güçlüğüne düştüğü hallerde geçerli olmak üzere, işçilerin iş ilişkisinden kaynaklanan 3 aylık ödenmeyen ücret alacaklarını karşılamak amacı ile İşsizlik Sigortası Fonu kapsamında ayrı bir Ücret Garanti Fonu oluştu-
rulacak. Yapılacak ödemelerde; işçinin, işverenin ödeme güçlüğüne düşmesinden önceki son bir yıl içinde aynı iş yerinde çalışmış olması koşulu esas alınarak temel ücret üzerinden ödeme yapılacak. Bu ödemeler, Sosyal Sigortalar Kanunu uyarınca belirlenen kazanç üst sınırını aşamayacak.” Patronların iflas etmesi durumunda da imdada, yine işçilerin parası olan İşsizlik Sigortası Fonu yetişecek! *”İş gücü piyasasına yeni girenler ile iş gücü piyasasında daha önce bulunmakla birlikte halen işsiz olanların da aktif istihdam faaliyetleri çerçevesinde İşsizlik Sigortası Kanunu kapsamına alınacak. Sigortalı işsizler doğrudan veya elektronik ortamda da İŞ-KUR'a başvurabilecek, işverenler tarafından tanzim edilmesi gereken işten ayrılma bildirgelerinin fiziki ortamla birlikte elektronik ortamda da verilip-alınabilmesi sağlanacak. Kurumca bu kanuna göre yapılacak işlemlere ilişkin elektronik ortamda bilgi ve belge istenebilecek veya bilgi ve belge verilebilecek. Ayrıca, sigortalı işsizler ile kuruma kayıtlı diğer işsizlere; iş bulma, danışmanlık hizmetleri, mesleki eğitim, iş gücü uyum ve toplum yararına çalışma hizmetleri verilecek ve iş gücü piyasası araştırma ve planlama çalışmaları yapılacak. Bu kapsamda
yapılacak giderler İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacak. Günlük işsizlik ödeneği, sigortalının son 4 aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının yüzde 40'ı olacak. Bu şekilde hesaplanan işsizlik ödeneği miktarı, İş Kanununa göre 16 yaşından büyük işçiler için uygulanan aylık asgari ücretin brüt tutarının yüzde 80'ini geçemeyecek.” Almaya gelince kepçe ile al, vermeye gelince kaşık ile ver! Patronların ve onların devletinin felsefesi bu! İşsizliği ortadan kaldırmak kapitalizmde mümkün değildir. İşsizliğin nedeni, yaratıcısı kapita lizmin kendisidir. *”İşsizlik Sigortası Fonunda 1 Haziran 2000-31 Aralık 2007 tarihleri arasında biriken devlet payı ve nemasının 2012 yılına kadarki faizi, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki yatırımlar öncelikli olmak üzere, bölgesel ekonomik kalkınma ve sosyal gelişmeye yönelik yatırımların finansmanı için kullanılacak. 2008'e ait fon nema gelirlerinden 1 milyar 300 milyon YTL, GAP için kullanılacak. Bu ödenekler 2008 bütçesiyle ilişkilendirilecek. Bu parayı, ilgili idare bütçesine kaydetmeye Maliye Bakanı yetkili olacak.” *”18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük olanlar ile kadınların istihdamını teşvik amacıyla uygulanan prim indirimi İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacak. İşe alınan kadınlar ile 18-29 yaş arasındaki gençlere ait SSK primleri, 5 yıl boyunca İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacak.” Görüldüğü üzere, yeni yasal değişiklikler için öngörülen giderler işçilerin cebinden karşılanacaktır. İşsizlik sigortasında biriken, işçilere ait olan para işçilere verilme yerine –yasa ile bu o kadar zorlaştırılmıştır ki- patronlara kaynak olarak aktarılmaktadır. Tek kelime ile pervasızlıktır bu. Sermaye devleti ve hükümeti işçi sınıfına, emekçilere saldırılarını yoğunlaştırdığı, yetersiz olan hakların birer birer ortadan kaldırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Saldırılara karşı mücadele ve örgütlenmekten başka seçenek yoktur. Saldırıların kaynağı kapitalist sistemin kendisidir. İşçi sınıfının görevi kapitalizmi yok etmek olmalıdır. Mayıs 2008 ✓
EK:1
“Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi Çeşitli sendika ve işyerlerinden işçilerin biraraya getirilmesi, eğitim verilmesi, etkinliğin bir ilk olmasından kaynaklı yaşanan bir dizi soruna rağmen olumlu bir çalışmaydı. Etkinliğin en büyük eksikliği ‘Dünya Genç İşçi Buluşması’ gibi iddialı bir başlığın altının doldurulamamış olması idi. Bizce önümüzdeki dönemde bu konuda daha gerçekçi çalışmalar yürütülmesi, işçi sorunları bağlamında genelden çok somut üzerinde durulması gerekir. Akademisyen ve profesyonel sendikacılardan çok daha fazla işçilerin sorunlarını dile getirebileceği bir olanağın yaratılmasının, işçi sınıfını bilinçlendirmek ve ileriye taşıyabilmek için daha faydalı olacağı kanısındayız.
B
alıkesir'in Gönen ilçesinde, Birleşik Metal-İş Sendikası Kemal Türkler Eğitim ve Dinlenme Tesisleri'nde “ Beş Kıta… Yirmi Ülke… Bir Dünya… sloganıyla bu yıl ilki gerçekleştirilen Dünya Genç İşçi Buluşması 7-15 Haziran tarihleri arasında yapıldı. Kamp organizasyonunu TAREM (Toplumsal Araştırma ve Eğitim Merkezi) ve Birleşik Metal-İş üstlenirken, Dev-Sağlık-İş, Sine-Sen, Genç-Sen, Tek Gıda-İş, Harb-İş, Hava-İş, Petrol-İş, İşçi Filmleri Festivali ile Almanya'dan Rosa Luxemburg Vakfı da katılımcı olarak yer aldı.
Dünya Genç İşçi Buluşması olarak adlandırılan ve öncesinde binin üzerinde bir katılımın gerçekleştirileceği belirtilen kampa katılım yaklaşık 250 kişi civarında kaldı. Kampa katılanların ezici çoğunluğunu “yaşlı” işçiler oluştururken bunlar içerisinde de beş on tane kadın işçiyi saymazsak bir “erkek işçi buluşması”nın gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Uluslararası alandan katılım oldukça sınırlı idi. Rusya’dan katılan Nestle, Coca Cola ve Efes Pilsen fabrikalarında çalışan üç kadın işçi dışında ancak sendika temsilcileri düzeyinde bir katılım sağlanmıştı.
İÇİNDEKİLER Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İstihdam paketi yasalaştı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 “Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi . . . . . . . . . . . . .
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 DESA direnişine destek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:4
Lastik işçileri greve çıktılar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Samandağ Belediye işçileri maaşlarını istiyor . . . . . . . . . . . . . EK:6 Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) kuruldu. . . . . . . . . EK:7 Kühne – Nagel işçileri işten atılmaya devam ediyor. . . . . . . . . . EK:8 Tega işçilerinin grevi devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Cam Sanayinde TİS imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:2
EK:2
EK:8
Kamp programı oldukça yoğun tutulduğundan ve birinci günün ardından kampa katılan işçiler tarafından itirazların yükselmesiyle, öngürülen çeşitli etkinlikler gerçekleştirilemedi. Bir dizi söyleşi, atölye çalışması, konser, film gösterimi iptal edilmek zorunda kalındı. Bunda program hazırlanırken kampın tatil bölgesinde yapılması ve insanların sadece eğitim değil aynı zamanda denize girmek ve eğlenmek de isteyeceklerinin gözönünde bulundurulmamış olması da rol oynadı. Kampın birinci günü olan 7 Haziran Cumartesi, öngürülen “tanışma toplantısı ve kampla ilgili genel bilgiler”, kampa katılacakların önemli bir kısmının henüz gelmemiş olması nedeniyle ertesi güne bırakıldı. Birinci günün akşamı Moğollar konseri öncesinde Birleşik Metal İş Başkanı Adnan Serdaroğlu kısa bir selamlama konuşması yaptı. İşçi sınıfının dünya çapında yaşadığı sorunlara değinerek bunların üstesinden ancak uluslararası bir dayanışma ile gelinebileceğini söyledi. 9 gün boyunca kampın başarılı bir şekilde gerçekleşmesi için tüm katılımcılardan aynı duyarlılığı göstermelerini istedi. Pazar günü yapılacak panel öncesinde kamp ile ilgili genel bilgi verildi. Tanışma toplantısı yapılmadı. 9 Haziran’dan itibaren her gün saat 9.30 ile 12.30 arasında şu başlıklar altında paneller gerçekleştirildi: ‘Gü nü mü zde işçi sı nı f ı nı n durumu; genç işçiler ve sorunları’, ‘Küreselleşme sürecinde uluslararası emek göçü ve ırkçılık’, ‘Endüstriyel Futbol / Spor’,
‘Örgütlenme deneyimleri ve sınıf dayanışması’, ‘Çalışma hayaktında ve sendikal alanda kadın’, ‘İşçi sınıfı, sendikalar ve siyaset’, ‘ İşçi sınıf, savaş ve barış’, ‘15-16 Haziran: Dün, bugün, yarın’. Tüm panellere tek tek değinmek olanaksız olduğundan kendimizi bir kaç panelle sınırlamak istiyoruz. ‘Günümüzde işçi sınıfının durumu; genç işçiler ve sorunları’ panel başlığı altında gerek sunum yapan sendikacılar gerekse toplantıya soru ve görüşleri ile katkı sunanlar, genç işçilerin yaşadığı sorunları ve örgütlenmedeki durumlarını öne çıkarmaktan çok genel olarak işçi sınıfının sorunlarını dile getirdiler. Bunun üzerine bizim sorduğumuz bir soruya verilen cevapta da gördük ki bunun için özel bir hazırlık olmadığı gibi sendikaların bu konuda ayrı, özel bir çalışması da bulunmuyor. Bu durum işçi sınıfının örgütlenmesinde zaten çok önemli sorunlar yaşandığı, bunun henüz aşılamadığı, bir anlamda genç işçilerin özel örgütlenmesine henüz ‘sıra gelmediği’ şeklinde bir tavır takınıldı. Düzenlenen tüm panellerin içeriğine baktığımızda, kamp bir genç işçi buluşması olarak adlandırılmasına rağmen genç işçilerin özel sorunlarına çok az yer verildi. Diğer bir pa nel ba şl ığ ı; “Küreselleşme sürecinde uluslararası emek göçü ve ırkçılık” idi. Bu başlık altında Avrupaya işçi göçü ve buna bağlı olarak ırkçılığın gelişimine değinildi. Bu konuda özel olarak Almanya üzerinde duruldu. Almanya’daki ırkçılığın bir dizi yasayla desteklendiği ortaya kondu. Ver.di sendikasından ka-
geldiği dile getirildi. Taraftar olmanın ne anlama geldiği, taraftarların biribirini öldürebilecek kadar şartlandırıldıkları belirtilerek, herşeyden önce taraftar olmaktan çok her alanda olduğu gibi futbolda da taraf olmak gerektiği vurgulandı. Taraftar olmanın bir olgu olduğu, bunun değiştirilemeyeceği, bu anlamda taraftar olmaya karşı mücadele etmekten çok taraftar olmanın
göçünün esas sebebinin ekonomik olduğu ve Kuzey Kıbrıs’ta da Kürt olarak ırkçı bir ayrımcılıkla karşılaşmaktan çok Türk olarak algılandıkları, ülkede yaşanan hırsızlık vs. gibi tüm kötülüklerin kaynağı olarak görüldükleri ve aşağılandıkları belirtildi. Sadece iş için giden ve belli bir süre sonra geri dönen bu işçilerle Kıbrıslı işçiler arasında bir bağın olmadığı, bunların belli bölgelerde son derece kötü yaşam koşulları altında biraraya getirildiği ve Kıbrıs’taki hayattan kopuk bir şekilde yaşadıkları bellirtildi. Emek göçü ve ırkçılığın tartışıldığı panelde Türkiye’de Kürt emekçilerinin yaşadığı göç ve uğradıkları milliyetçi ayrımcılığa panelistler tarafından hiç değinilmemiş olması özellikle Kürt işçiler tarafından eleştirildi. Buna karşılık bunun ayrı bir sorun olduğu, başka bir panelin konusu olduğu şeklindeki geçiştirme düşündürücü idi. Kampa katılan işçilerin en çok dikkatini çeken panellerden biri olan ‘Endüstriyel Futbol / Spor’ başlıklı panele Radikal ve Özgür Gündem gazetesi gibi spor yazarlarının yanısıra Galatasaray’lı eski futbolcu Metin Kurt da katıldı. Panelistler genel olarak sporun ticarileştirilmesinden çok özel olarak futbol üzerinde durdular. Futbolun geniş işçi ve emekçiler içerisinde bu kadar yaygın olmasının en önemli nedenlerinin ucuz ve basit olması olduğu vurgulandı. Futbolun gelinen yerde dev bir endüstri haline geldiği, spor olmaktan çoktan çıktığı, milliyetçilik ve şovenizmin önemli bir aracı haline
gücünü kullanarak federasyonlara karşı mücadele etmek gerektiği savunulan diğer bir görüş idi. Futbol ve genel olarak sporda kendi alternatif lerimizi yaratmak, futbolu dostluk ve kardeşlik sporu haline getirmek için kendi alternatifimizi yaratmamız gerektiği belirtildi. Bunun da işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile yakından ilişkili olduğu dile getirildi. Tartışmalar içerisinde Futbolun ırkçılığı körüklediği kadar erkek egemenliğinin de yeniden üretildiği önemli bir alan olduğunu ve buna karşı da mücadele edilmesi gerektiğini tartışmalar içerisinde dile getirdik. ‘Örgütlenme deneyimleri ve sınıf dayanışması’ başlıklı panelde dile getirilenler genel yaklaşımın ötesine geçmedi. Daha güçlü bir mücadele için işçi sınıfının birlik olması gerektiği, örgütlenmenin en temel hak olmasına karşılık bunun kullanılmaması için egemenlerin ellerinden geleni yaptıkları belirtildi. Dört ayı aşkın bir süredir 402 işçi olarak grevde olan Yörsan işçileri önlük ve sloganlarıyla etkinliğe katılarak bir konuşma yaptılar. İşçiler dayanışma çağrısı yaparak tüm kesimleri Yörsan ürünlerini tüketmemeye çağırdılar. Yine dört ayı aşkın bir süredir grevde olan Birleşik Metal İş’de örgütlü Tega işçi temsilcileri de grev sürecini anlatarak tüm işçileri dayanışmaya çağırdılar. Limter İş’den katılan bir sendikacı ise Tersanelerdeki kötü çalışma koşularına ve yaşanan işçi ölümlerine değinerek 16 Haziran’da Tuzla Tersaneleri önünde yapılacak 1 günlük greve tüm işçileri ve sınıf dostlarını da-
yanışmaya çağırdı. Son olarak ‘Çalışma hayatında ve sendikal alanda kadın’ konulu panelde kadınların her alanda yaşadığı ezilmişliklere ve ayrımcılıklara değinilerek buna karşı ne gibi çalışmaların yürütülebileceği ve ne gibi önlemlerin alınabileceği üzerinde duruldu. Panelde bulunan toplam kadın sayısı onbeşi geçmiyordu. Bu sayı ise sadece işçi kadın sayısı değil, kamp organizasyonu içerisinde yer alan kadınlar ve çeşitli çevrelerden katılan kadınlar ile birlikte ulaşılan sayı idi. Toplantıda bir kadın arkadaşın, söz almak isteyen erkeklere bir haftadır hep erkeklerin konuştuğu, kadın sorununun tartışıldığı bir gündemde öncelikle kadınlara söz vermek gerektiğini belirtmesi üzerine bir çok erkek işçi salonu terk etti. Bu durum panelist kadınlar tarafından tahamülsüzlük olarak eleştirildi. Etkinlikte buna rağmen ilk olarak kadınlara söz verildi. Kadınların dile getirdiği sorunların başında kadınların erkek egemen anlayıştan dolayı yaşadığı sorunlar ve buna karşı mücadele yöntemleri ön plana çıktı. Toplantının içeriği işçi kadınların sorunları ve sendikal alanda yaşanan sorunlardan çok ister istemez kadın erkek meselesine kaydı. Bu bağlamda tartışmalara katılan erkek işçilerin önemli bir bölümünün kafasında büyük oranda erkek egemen anlayışın hakim olduğu ortaya çıktı. Bizden bir kadın arkadaş ta bu tartışmalara katılarak erkek işçiler arasındaki erkek egemen anlayışa karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtti. Kampa katılan kadın işçi sayısının bu kadar az olmasını eleştirerek
kadınlara önemli görevlerin düştüğünü belirtti. Bu paneller dışında ‘Uluslararası örgütlenme deneyimleri’ başlığı altında Rusya, Arjantin, Şili, Küba ve Brezilya’dan katılan delegasyonla bir söyleşi gerçekleştirildi. Rusya’dan katılanlar yürüttükleri sendikal mücadeleyi anlatarak Sov yet döneminden kalma bir dizi işçi hakkının gün geçtikçe geri alındığını dile getirdiler. Latin Amerika’dan katılan temsilciler sendikacı değillerdi. ‘Fabrika işgalleri’nin ve ‘topraksızlar hareketinin’ başında olan kişilerdi. Bunlar da bu alanlardaki deneyimlerini aktardılar. Hem Rusya’ da n gelen işçi ve sendikacılarla hemde Latin Amerikadan katılan temsilcilerle özel söyleşiler yaptığımızdan ve bu söyleşileri önümüzdeki sayılarda yayınlayacağımızdan burada uzun uzun yer vermeyeceğiz. Biz YDİ Çağrı Gazetesinden toplam 4 arkadaş bu kampa katıldık. Düzenlenen etkinliklerde yer alarak fırsat verildiğinde görüşlerimizi dile getirdik. Ayrıca bu kamp için hazırladığımız Yeni Dünya Gençliği imzalı iki ayrı broşürden işçilere dağıttık. Onlarla birebir ilişki geliştirerek yayınlarımızdan verdik. Çeşitli sendika ve işyerlerinden işçilerin biraraya getirilmesi, eğitim verilmesi, etkinliğin bir ilk olmasından kaynaklı yaşanan bir dizi soruna rağmen olumlu bir çalışmaydı. Etkinliğin en büyük eksikliği ‘Dünya Genç İşçi Buluşması’ gibi iddialı bir başlığın altının doldurulamamış olması idi. Bizce önümüzdeki dönemde bu konuda daha gerçekçi çalışmalar yürütül-
bu sorunun ancak sendikaların bilinçli bir siyaseti ile aşılabileceğini, sendikaların görünürde bir dizi kadın çalışması yürütüklerini fakat bu konuda yeterli bir çabanın harcanmadığının pratikte kendisini gösterdiğini vurguladı. İşçi kadınların sendikal örgütlenmesinin ve sendika yönetimlerinde yer almalarının önemine değinerek bu konuda sınıf bilinçli sendikacı
mesi, işçi sorunları bağlamında genelden çok somut üzerinde durulması gerekir. Akademisyen ve profesyonel sendikacılardan çok daha fazla işçilerin sorunlarını dile getirebileceği bir olanağın yaratılmasının, işçi sınıfını bilinçlendirmek ve ileriye taşıyabilmek için daha faydalı olacağı kanısındayız. 16 Haziran 2008 ✓ ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
tılan örgütlenme uzmanı Orhan Akman ise Almanya’da işçi sınıfı içerisindeki şovenizme değinirken sendikalı işçiler arasında yapılan bir ankete göre ırkçı yaklaşımların önemli boyutlarda olduğunu dile getirdi. İşçi göçü bağlamında bir diğer araştırma Kürt işçi ve emekçilerinin Kuzey Kıbrıs’a göçü üzerine idi. Çoğunluğunu mevsimlik işçilerin oluşturduğu Kürt işçi
EK:3
‘Herkes kurtulana kadar direnerek gelecek her şey’
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
EK:4
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar
ş kazalarının ve işçi ölümlerinin 27-28 Şubat 2008’de yapılan uyarı grevinin ardından da hız kesmeden devam etmesi, hükümet sözcülerinin hiçbir etkili önlem alma girişiminde bulunmaması üzerine, DİSK’e bağlı Limter-İş’in aldığı grev kararı 16 Haziran’da yaklaşık 2 bin kişilik bir katılımla gerçekleşti. Greve YDİ Çağrı okurları olarak katılarak destek verdik. Patronların yoğun baskısı ve işçileri işten atma tehditleri karşısında işçilerin çoğunun greve katılmayacakları bekleniyordu. İşte bu durumu tersine çevirmek ve işçileri greve katılmaları yönünde ikna etmek için Limter-İş eylemi sabahın erken saatlerinde başlatma kararı aldı. Sabah saat 6.00’dan itibaren Limter-İş binası önünde, İçmeler ve Aydıntepe tren istasyonunda toplanmaya başlayan işçiler ve grev destekçileri saat 7.00’de yürüyüşe geçtiler. Saat 9.00’dan itibaren diğer kurumlardan destekçilerin de katılımıyla coşkulu bir kitle oluştu. DİSK, Türk-İş ve KESK’e bağlı sendikaların yanı sıra legal sol siyasal partiler, dernekler, dergiler, kültür merkezleri vb. greve destek vermek için katılım sağladı. Destek verenler arasında Dünya Genç İşçi Buluşmasına katılmak için Türkiye’de bulunan Latin Amerika heyeti de vardı. Coşkulu geçen eylemde davullar zurnalar eşliğinde halaylar çekildi, ses sistemi üzerinden marşlar çalındı, skeçler oynandı ve resim sergileri düzenlendi. Yoğun polis ablukası altında
“İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Zafer direnen emekçinin olacak”, “Tersane işçisi direnişin simgesi”, “Tersane işçisi köle değildir”, “İşte sendika işte Limter-İş”, “Gün gelecek devran dönecek GİSBİR işçiye hesap verecek”, “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “Ölüm değil çözüm istiyoruz”, “Grev, grev, grev….” vd. Limter İş Başkanı Cem Dinç, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ve diğerlerinin yaptıkları konuşmalarda, bir aydır greve hazırlık yapıldığı, bu süre içerisinde patronların işçileri işten atmakla tehdit ettikleri, 15-16 Haziran’ın 38. Yılında Tuzla’da artık sözün bittiği noktaya gelindiği, patronların işçi güvenliğini sağlamamakla yasadışı işler yaptıkları, ölümlerden birinci derecede sorumlu olanın hükümet olduğu, patronların DİSK ile, Limter-İş ile masaya oturmak zorunda oldukları, greve katıldığından dolayı bir tek işçi işten çıkarılırsa direnişe geçileceği
geçen eylemde sık sık şu sloganlar atıldı: “Artık ölmek istemiyoruz”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Ölümlerin nedeni sermaye düzeni”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “Tersane işçisi köle değildir”,
ifade edildi. Latin Amerika’dan Şili, Brezilya, Arjantin, Bolivya ve Venezüella’dan gelen heyet adına konuşma yapan Venezüella Sidor İşgal Çelik Fabrikası delegesi Jean Marcos Ruizpena’nın tersane işçilerine ‘Durmayın, devam edin, direnerek gelecek her şey, bir kişi
kurtulana kadar, herkes kurtulana kadar direnerek gelecek her şey’ diye seslenmesi işçiler arasındaki coşkuyu artırdı. Bu arada sık sık “El pueblo unido, jama sera vencido” sloganı hep birlikte atıldı. Eyleme direnişteki Deri-İş üyesi Desa Deri işçileri, Nakliyat-İş üyesi Arçelik işçileri, TÜMTİS’te örgüt-
lendikleri için işten atılan Unilever işçileri de destek verdiler. YDİ Çağrı gazetesi okurları olarak Tuzla’daki işçi cinayetlerini temel alan Özel Sayı’dan yüzlerce adet dağıttık ve YDİ Çağrı satışı yaptık. Eylem katılım açısından tersane işçisinden çok destekçilerin ağırlıkta olduğu izlenimi veriyordu. Tersane işçilerinin eyleme katılımı beklenenin altında oldu. Bunda kuşkusuz patron baskısının önemli payı vardı ancak bu durum aynı zamanda işçiler arasında güçlü bir örgütlülüğün olmadığını da gösteriyordu. İşçilere destek için gelen kimi kurumların kendi kurum isimlerinin yer aldığı dev pankartlarla en önde gözükmeye çalışması, dayanışmadan çok faydacılığı akla getiriyordu. Yapılan konuşmalar, çekilen halayların ardından eylem sona erdi. Haziran 2008 ✓
DESA direnişine destek
T
ü rk iye’ni n en büy ü k deri fabrikalarından biri olan, dünyaca tanınmış markalara üretim yapan, yurtiçi ve yurtdışında yüze yakın mağaza ve satış noktasına sahip, 2007 yılını 87 milyon dolarlık ciro ile kapatan DESA Deri A.Ş.’nin Düzce Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan ve yüzlerce işçinin çalıştığı fabrikada 41 işçi Deri-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle 29 Nisan tarihinde işten atıldılar. Hiçbir sosyal hakka sahip olmadan asgari ücretle çalıştırılan, “denkleştirme” adı altında fazla mesai ücretleri ödenmeyen, DESA işçileri fabrika önünde direnişe geçti. DESA Deri işçileri iki kez jandarma tarafından saldırıya uğradı. Bir saldırı sırasında, Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Musa Servi’de gözaltına alındı. DESA Deri işçilerinin sendikalı olarak işe iade talebiyle 29 Nisan’dan bu yana fabrika önünde yürüttükleri direniş sürmektedir. DESA direnişine, KapılarBasmane bölgesinde sigortasız, parça başı ücret temelinde, sağlıksız çalışma koşulları altında çalıştırılan deri işçilerinden destek geldi. 2 Haziran Pazartesi günü, Deri İşçileri Dayanışma ve
Yardımlaşma Derneği tarafından, Kapılar-Basmane deri işçileri kahvesi önünde bir basın açıklaması yapıldı. DESA direnişinin selamlandığı basın açıklamasında; “Biz; İzmir Basmane’de “Tek bir işçi sigortasız, tek bir işyeri sendikasız kalmayacak!” şiarıyla yola çıkan ve sektörümüzde işçilerin örgütlenip bir araya gelmesini, parça başı, fason üretim cehennemine son verilmesini, sendikal faaliyet konusunda önümüze çıkan engellerin aşılmasını hedefleyen İzmir Deri İşçileri Dayanışma Derneği üyesi işçiler olarak, mücadelenizi kendi mücadelemiz olarak sahipleneceğiz. Gücümüz ve örgütlülüğümüz oranında sizin yanınızda olacağız!” belirlemesine de yer verildi. Basın açıklaması sırasında; Yaşasın DESA direnişimiz!, DESA işçisi yalnız değildir!, Yaşasın sınıf dayanışması!, Köle değil işçiyiz, birleşince güçlüyüz!, Ayaklar baş olur, başınıza dert olur!, İş ekmek yoksa, barışta yok!, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz! sloganları atıldı. Basın açıklamasına, Genel-İş 3, 5 Nolu şube yöneticileri, Lastik-İş yöneticileri de katılarak destek verdi. 2 Haziran 2008 YDİ Çağrı/İzmir ✓
Lastik işçileri düşük ücret ve sağlıksız koşullarda çalıştırılmaya karşı greve çıktılar
Y
Dİ Çağrı Gazetesi olarak; TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanan, 31 Mayıs 2008 günü greve çıkan ve 14 Haziran'da sona eren lastik işçilerinin grevlerini 8. gününde ziyaret ettik. Yağmurlu ve dolulu bir bir günde sel sularının İzmit trafiğini felç ettiği ve kulakları sağır eden gök gürültüsünün olduğu bir anda ziyaret ettiğimiz işçiler bizi sıcak karşılayarak grevleri hakkında bilgi verdiler. Aşağıda grev sona ermiş olsa da grev gözcüleri ve sendika işyeri temsilcisi Temel Fidan’la yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.
çalışan işçi var. Adapazarı’ndaki Goodyear’da ise 770’i kadrolu 300’ü taşeronda çalışıyor. Yani her dört fabrikadaki kadrolu 3600 işçi sendika üyesi ve şu an her fabrikada grev ve lokavt yasasına göre çalışması zorunlu olanlar dışında tüm işçiler grevdeler. YDİ Çağrı – Önemli sayıda taşeron işçisi var ve sendikanız DİSK/ Lastik – İş’e üye değiller. Taşeron işçisi olan bu işçi arkadaşlar fabrikada ne tür işlerde çalıştırılıyorlar? Temsilci – O arkadaşlar daha çok ek işlerde; yani bakım desteği, temizlik, sevkiyat ve ambar işlerinde çalıştırılıyorlar. YDİ Çağrı – Kadın işçi var mı? Temsilci – Kadın işçi yok. Bizde asistan ve vardiya amiri teknoloji
Pirelli lastik fabrikalarında çalışan işçilerin %50’si -kayıt altında olanları kastediyorum- bel boyun ve eklem rahatsızlığı yaşarken, %30’unda psikolojik rahatsızlıklar başgösterdi. İşçilerin %10'u boşanma davaları açtı. Yani aileden kopuk hayat başladığından dolayı eşinden boşanmış veya boşanma davası açılmıştır. İnşallah masada karşılıklı orta bir yol bulunur. YDİ Çağrı – Greve çıkan kaç işçi var? Şu an içerde üretim var mı? Temsilci – Her dört fabrikada da üretim tamamen durmuş durumda. Bu dört fabrikadan üçü İzmit’te, biri Adapazarı’nda. İzmit’teki yani önünde grev nöbeti tuttuğumuz Pirelli’de 1200’ü kadrolu 500’ü taşeronda çalışan işçi var. Yolun karşı tarafında gördüğünüz Bridsa’da 1300 kadrolu 250’si taşeronda ve Goodyear’de de 490’nı kadrolu 200’ü taşeronda
ve kalite bölümünde çalışan 5 – 6 kadın var. İdari personel olarak çalışan bu kadınlar sendika üyesi değiller. YDİ Çağrı –Aylık olarak en kıdemsizle en kıdemli işçi ne kadar ücret alıyor, ücretlerin ortalaması ne kadardır? Temsilci – Aylıklar ortalama net elimize geçen 1800,- YTL. Yeni işe giren işçi ile emekliliği gelmiş işçi arasında 50 – 60 YTL arasında bir ücret farkı var. TİS’de de yer aldığı gibi kadrolu işçilerin tümü 9 kategoriye bölünmüştür. Her bir kate-
gori arasında aylık 3-5 YTL’lik bir fark vardır. Yani bizde “Eşit işe eşit ücret” var. Grev gözcüsü işçi - İşverenler her TİS’de gündeme getirdikleri gibi bu eşitliği bozacak talepler ileri sürüyorlar. Esnek çalıştırmayı da dayatıyorlar. Bunları hiçbir zaman kabul etmedik ve etmiyoruz. Sendikamız Lastik – İş ve Konfederasyonumuz DİSK de her fırsatta bu tür hak gasplarına karşı sonuna kadar direneceklerini belirtiyor. Bundan dört gün önce Konfederasyonumuzun Genel Başkanı S. Çelebi ve yöneticiler bizi ziyaret ettiklerinde kamuoyuna ücret kayıplarının telafisi dahil bu taleplerimizi de içeren açıklamalar yaptılar. İşverenlerin teklifi iş yasasına göre her yıl zorunlu yapılması gereken zam oranıdır. Bu “hiç zam vermiyorum ve kazanılmış haklarınızı alacağım” anlamına geliyor. Ücretleri birazcık olsun artıracak çok düşük tekliflerde bulunuyoruz. Yine de anlaşmaya yanaşmıyorlar. İşçilerde de işyerindeki baskılara karşı birikmiş bir öfke, bir sıkıntı, bir durgunluk vardı. Buna rağmen sendikanın üç yıldır işçiye sıkıntılarını sormaması vardı. Hepsi üst üste geldi. Bütün bunlar işçilerde yıllarca birikmiş rahatsızlıklara neden oldu ve greve gittik. YDİ Çağrı – Grev oylaması yapıldı mı? Temsilci – Evet grev oylaması yapıldı. Yaklaşık 8 yıldır en son 2000 yılında 6 günlük bir grevimiz olmuştu. O zaman grev oylaması yapılmıştı. Ondan beri hiçbir oylama yapılmadı. İşçilerin bu yönden de bir sıkıntısı vardı. İşveren son ücret zammı ile de gelseydi yine sonuç değişmezdi. İşçi greve hazır bekliyordu. Yani ne ile gelirsen gel işçi greve gidecekti. Mesela İzmit Pirelli’de işçilerin hemen
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
YDİ Çağrı– Bugüne nasıl geldiniz? Greve kadar olan süreci bize kısaca anlatır mısınız? Temsilci – TİS görüşmeleri işverenlerin, dünya lastik piyasasında bir daralma olduğu, lastiğin hammaddesi olan doğal kaucuğun artık tarlalarda üretilmediği, taralaların satıldığı şu an kullandıkları kaucuğun petrolden üretilen yapay kaucuk olduğu için maliyetleri yükselttiğini o yüzden ücret zammı yapamayacaklarını belirttiler. Yani yüksek maliyet ileri sürülerek yeni işe başlayanın ücret miktarı teklif edildi. Sonra bundan vazgeçtiler ama fazla zam yapamayacaklarını söylediler. Tabii biz fabrikalarda sadece işçi ücretlerini düşürerek veya sınırlayarak ürün maliyetini düşürecekleri şeklindeki düşüncelerinin yanlış olduğunu bununla maliyetleri düşüremeyeceklerini defalarca belirttik. Diğer bütün idari maddelerde anlaşma sağlandı. Fakat ücret zammı konusunda uzlaşmaz tavırlarını sürdürdüler. Son olarak saat ücretine 2007 yılının son 6 ayının enflasyon oranı olan %4,35 oranında zam verdiler. Bir önceki TİS’de o güne kadarki enflasyon toplamının % 80 – 90 oranında ücret kayıplarının giderileceğine dair ifadeler vardı. 3 yıldır ücretlerimizde yarı yarıya bir kayıp sözkonusu. Bunun giderilmesini ve bundan sonraki her altı ay için son 6 ayın enflasyonu oranından zam yapılmasını talep ettik. YDİ Çağrı – Sadece ücret zamlarında anlaşma sağlanmadığı için mi greve gittiniz? Temsilci – Ücret zamları dışında ondan daha önemlisi 2004 yılına kadar fabrikamızda 6 gün çalışıp 2 gün tatil yapıyorduk. 2004 yılından beri 6 gün çalışmadan sonra
yaptığımız 2 günlük tatilimizi 1 güne düşürdüler. Bundan sonra dinlenememekden kaynaklı işçilerde hastalıklar başladı. Biz bu TİS’de 1 güne düşürülen tatilimizi tekrar iki güne çıkarılmasını istedik. Hatta hiç ücret zammı almayalım tatilimiz iki gün olsun dedik. Fakat işverenler bu konuda hiç taviz veremeyeceklerini bunun bir grev nedeni olacağını söylediler. İşverenler, ücret kayıplarını telafi eden bir ücret vermedikleri gibi bu hayati önemdeki 2 gün izin yapma talebimize de yanaşmamış olmaları büyük bir öfkeye neden oldu ve işçiler arasında güçlü bir grev yapma isteği doğurdu. YDİ Çağrı– Bugün grevin kaçıncı günü ve grevden sonra patronla görüşme oldu mu? Temsilci – Bugün grevin 8. günü. Şimdiye kadar hiçbir görüşme olmadı. Ama işverenlerin aşırı bir sıkıntı içinde olduklarını, grevimizden dolayı lastiğe bağlı ve özellikle otomotiv sektöründe artık izinler başladığını, fabrikalarda işten çıkarmalar yaşandığını biliyoruz. Buna rağmen uzlaşmayarak geçmişte yaptıkları gibi hükümete baskı yaparak grevi erteleme, yasaklama vb. şeklinde greve müdahale etme yoluna giderek bu işin üstesinden geleceklerini sanıyorlar. Biz de böyle bir yola gidildiği taktirde bu işin hiçbir zaman son bulamayacağını ifade ediyoruz.
EK:5
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK:6
hemen tümü greve “Evet” dediler. Yani 1200 işçiden sadece 3 işçi greve “Hayır” dedi. Aynı şekilde diğer fabrikalarda da işçilerin ezici çoğunluğu greve “Evet” dedi. YDİ Çağrı – Bir sorumuza yanıtınızda 6 gün çalışıp 2 gün dinlenmenin 1 günlük dinlenmeye düşürüldükten sonra işçilerde ciddi sağlık sorunlarının yaşadığını belirtiniz. Bu sağlık sorunları nelerdir? Temsilci – Pirelli lastik fabrikalarında çalışan işçilerin %50’si -kayıt altında olanları kastediyorumbel boyun ve eklem rahatsızlığı yaşarken, %30’unda psikolojik rahatsızlıklar başgösterdi. İşçilerin %10'u boşanma davaları açtı. Yani aileden kopuk hayat başladığından dolayı eşinden boşanmış veya boşanma davası açmıştır. Biz bunu işverenle birlikte tespit ettik. Bu durumu Pirelli’nin İtalya’daki genel merkezine yazılı olarak bildirmemize ve oradan tavsiye niteliğinde “6 gün çalışmadan sonra 2 günün izinli olması gerektiği” yanıtı gelmesine rağmen işverenler buna uymadıkları gibi TİS görüşmelerinde “grev maddemizdir” diye masaya geldiler. Biz özellikle şöyle bir öneri de getirdik: Yaz dönemlerinde bizde 6 ay geçici işçi, ”sözleşmeli personel” çalıştırılır. Sözleşmeli personel sayısını 150 ile 200 civarında artırıp dönüşümü sağlayarak yaz döneminde 6 gün çalışıp 2 gün izin yapalım dedik. Bunun maliyeti yıllık % 2–2,5 civarında. Bu hesapları da yaptık. Yani çıkış olarak böyle bir model de önerdik. Ama kesinlikle sıcak bakılmadı buna. İşverenler, ”yasadaki 1 gün tatille bir planlama yaptık öyle çalışacağız. Diğer türlü maliyeti aşırı artırır” diyerek kabul etmediler. Bizim amacımız işçinin aşırı çalışmadan kaynaklı rahatsızlığını giderebilmekti. Gerekirse zam almadan da bu işin peşindeydik. Fakat cevap alamadık. YDİ Çağrı – Avupa ülkelerinde işçilerin mücadeleleri sonucu kazanılmış hakları var. Oralardaki işyerlerinde işçi sağlığı ile ilgili de ciddi önlemler alınıyor. Sizin çalıştığınız fabrikalarda da özellikle işgüvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili olarak patronların alması gereken
zorunlu önlemler konusunda yasal düzenlemeler de var. Bu önlemler konusunda sizde durum nasıl? Temsilci – Yasal düzenlemeler var ama bunlara uyulup uyulmadığını denetleyecek takip edecek mekanizmalar çalışmıyor. Mesela ortam sıcaklıklarıyla ilgili olarak yasa, bizde “15 derecenin altında 35 derecenin üzerinde çalışılamaz” diyor. Fakat buna uygun ortamda çalışılıp çalışılmadığını denetleyen, takip eden bir yer veya kimse yok. Yani Çalışma Bakanlığından veya SSK’dan herhangi bir yerden bir görevli gelip denetlemesini yapmıyor. Yine bizde havalandırma ile ilgili, çalışma ortamındaki havada partikül oranlarının incelemesinin yapılması gerekiyor. Bu yapılmıyor. Bizim kendi işverene bağlı işçi güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgilenen bir departman var. Bu departman son yıllarda geçmişe oranla belli iyileştirmeler yaptı. Mesela kulaklıklarla ses düzeyinin makinelerle ayarlaması yapılıyor, gürültünün şiddeti azaltılmaya çalışılıyor. Fakat bu tür önlemler yeterli değil. Örneğin bizim fabrikanın en yoğun çalışılan yerinde ortam sıcaklığı 40 derecenin altına düşmüyor. Özellikle yaz aylarında bu sıcaklık 60 dereceyi buluyor. Çalıştığımız kötü ortamda sağlığımızın tehlikede olması, uzun çalışma saatleri ve bu çalışmaya göre düşük bir ücret almamız artık biz işçileri isyan edecek duruma getirdi. YDİ Çağrı - Güneşten ve yağmurdan korunmak için grev çadırı açmamışsınız. Neden? Temsilci – Biliyorsunuz iş yasasının grevle ilgili maddesi fabrikanın önünde grev çadırı açmaya izin vermiyor. Biz de sıkıntı yaşamamak için açmadık. Şemsiyelerle idare ediyoruz. YDİ Çağrı – Kamuoyunda grevinize destek var mı? Temsilci – Esasında biz iyi para alırsak esnaf iyi iş yapacak. Fakat maalesef esnaf İzmit’te üç dönemdir TiS görüşmeleri esnasında grevden bahsettiğimizde bize “siz o kadar para alıyosunuz, niye grev?” diyerek bize tepki gösterir. Bizi desteklemez. Kimsenin burdaki çalışma şartlarından haberi yok. Yani kendi ailelerimizle
bile bu konuda sıkıntı çekiyoruz. İşçinin emekçinin haklarını nasıl arandığıyla alakalı tamamen eğitim problemlerimiz var. Bu haklar çok kolay kazanılmadı ama harcanması çok kolaymış gibi geliyor insanlara. Bu sırada içerden yanımıza yeni gelen baştemsilci ile tanıştırıldık. Sosyalist bir gazete olan YDİ ÇAĞRI’dan, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bize şunları söyledi: "Birbirimize yaklaşımlarla alakalı sıkıntılar da var. Sol, sağ kavgası ne kadar geçmişte kapanmış gibi görünse de sanki işçinin emekçinin hakkını savunmak diğerinin tekelindeymiş görüntüsünün verilmeye çalışılması sendikaların kendi içinde ve kendi aralarında da birçok sıkıntılar doğuruyor. Biz de bunları yaşıyoruz burada. Bunları da belirtmeden geçemeyiz. Çünkü bir Emeğin Partisi’nin gelmesi bir CHP’nin gelmesi ile bir Sadet Partisi’nin bir MHP’nin gelmesine farklı bakılıyor. Biz işçi hakkı olarak hepsine aynı gözle
baktığımız için bu ayrımcılıkları yadırgıyoruz." Şiddetlenen yağmur işçilerle sohbetimizi daha fazla sürdürmeye müsaade etmemesine rağmen işçilerin patronlar karşısında hak mücadelesinde renk dil din milliyet ve düşünce ayrımı gözetmeksizin birlik olmaları gerektiğini belirttik. Emeğinden başka bir geçim aracı olmayan işçilerin ve bir bütün olarak işçi sınıfının, büyük patronların çıkarları için düzenin yanında yer alan kişi, kurum ve partiler ile bu düzene karşı olan onun için can bedeli mücadele yürüten kişi, kurum ve partileri aynı kefeye koyma tavrı bir işçinin olumlayacağı bir tavır olamaz. Fakat ne yazık ki temsilci arkadaşın belirttiği gibi işçiler sınıf bilincinden yoksun oldukları için bir işçi olarak sınıfsal çıkarlarının nerede olduğunu görememekte, kendi emeğini sömüren, geleceğini yok eden düzenin partileri CHP, MHP, AKP, SP gibi partileri savunarak çözümü başka yerde aramaktadır... Haziran 2008 ✓
Samandağ Belediye işçileri maaşlarını istiyor
S
amandağ belediye işçileri seslerini duyurabilmek için Samandağ’dan Antakya’ya kadar yürüdü. Samandağ Belediyesi bünyesinde çalışan 186 işçi ve belediyeden emekli olmuş 90 kişi yaklaşık 15 yıldır mağdur bırakılmakta. Belediye bünyesindeki işçi ve emekliler yıllardır bırakın emeklerinin karşılığını almayı, maaşlarını bile ya alamıyor ya da sadece dörtte birini alıyor. Bu para bile zamanında yatırılmıyor. Belediyenin içeride birikmiş büyük miktarda borçlanmasından dolayı, Belediyeye ayrılan ödeneğin büyük miktarı kesilmekte. Belediye kanunlarına göre; personelin her türlü alacakları zamanında ve öncelikli olarak ödenir fakat bu tamamen ihlal edilmiş ve devlet buradan tamamen elini eteğini çekmiş durumda. Belediyenin bu süreç zarfında bünyesindeki işçilere 9 milyon YTL, emeklilere ise 2,5 milyon YTL borcu bulunuyor. İşçilerin ve emeklilerin yıllardır süren açlığı ve yoksulluğu artık dayanılamaz hale gelmiş durumda. İşçi ve emekliler yaptığımız sohbetlerde, kendilerinin artık yemek yapacak, çocuklarını okula ve dershaneye gönderecek paralarının bile kalmadığını dile getirdi. Bir işçi de maaştan önce kaybettiği parmaklarının hesabının verilmesini haykırdı. Belediyeye, dolmuş parası olmadığı için kilometrelerce yürüyen, çocuklarının karnını do-
yurabilmek için çöpten ekmek bile toplayan işçiler var. Sorunlarını ortadan kaldırmak umuduyla DİSK/Genel-İş’te örgütlenen işçiler, Genel-İş ile birlikte 4 Haziran Perşembe günü Samandağ Belediyesi önünde basın açıklaması yapıp, Antakya’ya kadar yürüme kararı almıştı. Belediye önünde toplanan yaklaşık 400 kişi, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin ve Genel-İş Hatay Şube Başkanı Mehmet Güleryüz’ün basın açıklamasından sonra Antakya’ya doğru yürüdü. Yürüyüşe çevre halktan oldukça iyi destek geldi. Yürüyüşte belli başlı şu sloganlar atıldı: “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, ”Antakya’dan sonra bekle bizi Ankara”, ”Susma sustukça maaş ödenmez”, ”Yaşasın örgütlü mücadelemiz”. Antakya’ya vardıktan sonra katılım 1000 kişiye kadar vardı. Burada vali yardımcısıyla görüşen Çelebi, açıklamasında şunlara değindi: ”Yaşanılanlar sabrın tükendiği anlamına geliyor. Vali yardımcısıyla görüştüm eğer sorun çözülmez ise, Başbakan, Maliye Bakanına kadar çıkacağız. Bugün bizi uyutmayanları bizde rahat uyutmayacağız. Özellikle buranın milletvekillerine sesleniyorum; bizi sadece seçimlerde değil, şimdi de hatırlayın.” Çelebinin açıklamasından sonra kalabalık dağıldı. YDİ ÇAĞRI/HATAY ✓
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) kuruldu
M
mun şirketlerin egemenliğine geçmesi ve doğa, toprak, su ile insan sağlığını riske eden endüstriyel tarım modelinin alternatifi olan organik köylü tarım modelinin uygulanabilmesini savunmak ve gerçekleştirmek, • Çiftçiler için gerekli olan Tarım Sigortası Yasası’nın çiftçilerin çıkarına yeniden düzenlenmesini sağlamak, • Tüccarın vurgunculuğu ve dolandırıcılığına karşı çiftçileri koruyacak etkin bir yasanın çıkarılma mücadelesini vermek, • Kamunun tarımcıyı koruyucu, çiftçilere öncü, eğitici ve öğreticilik yapmasını sağlamaya yönelik demokratik mücadele yürütmek, •Çiftçilerin, eksiksiz sosyal g üvenceye k av uştu r u l ması nı sağlamak, • Sözleşmeli çiftçiliğe mecbur edilen çiftçilerin adına sözleşme yapmak ve çiftçilerle sözleşme yapan işveren durumundaki sanayici ve tüccarın sözleşme koşullarına uymadığında sendika üyesi çiftçilerin hakkını aramak ve korumak, • Ve bundan böyle çiftçilerin mağduriyetine neden olacak her türden politikaların karşısında çiftçilerin çıkarlarını korumak ve geliştirmek için Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu'nu kurmuş bulunuyoruz.” (Çiftçi-Sen’in 22 Mayıs tarihli basın açık lamasından, www.sendika.org) Amaçlarını bu şekilde açıklayan Çiftçi-Sen, tarım alanında yıkım politikalarına karşı aynı açıklamada; “1980’li yıllardan bu yana, önce IMF ve Dünya Bankası (DB) programlarında, sonra da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kural ve normları aracılığıyla azgelişmiş ülkelere kabul ettirilmeye çalışılan politikalar; tarımsal ürün ve girdi piyasalarındaki destekleme alım,
destekleme ve sübvansiyon gibi müdahalelerin tasfiyesidir. Bu tasfiye aslında çiftçilerin tasfiyesi anlamına gelmektedir. “ diyerek mücadele görevi de tespit etmektedir. Uluslararası emperyalist tekellerin, İMF’nin, Dünya Bankası’nın, DTÖ’nün ve yerli işbirlikçilerinin tarımı çökertme polikalarına karşı çıkmak, mücadele etmek doğrudur. Bu politikalar sonucu Türkiye tarımda kendi kendine yeter ülke olmaktan çıkmış, bu alanda da giderek daha fazla emperyalizme bağımlı hale gelmiştir. Bu politikalardan en fazla etkilenen kesim olan, küçük üreticilerin bir araya gelerek örgütlenmeleri olumludur. Bu örgütlenmeye sendikanın denk düşüp düşmediği ise tartışılmalıdır. Sendikalar; tarihsel süreç içinde ücret temelinde çalıştırılan işçilerin patronlara karşı verdiği mücadele içerisinde doğan, işçilerin ekonomik, sosyal hak alma örgütleridir. Sınıf sendikaları Marks’ın ifadesi ile, işçiler için “sosyalizm okulları” olup, “ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılmasının örgütlü teşvik araçları”dır. Bir sendikanın en önemli özelliği toplu sözleşme yapma hakkına, grev gibi bir silaha sahip olmasıdır. Çiftçi-Sen’in bu özelliklere sahip olmadığı aşikardır. Bu coğ ra f yada köylü lüğ ü n önemli bir kesimini oluşturan küçük üreticiler, küçük de olsa bir toprak parçasına, kendi üretim aracına sahiptir. Kırda kapitalizmin gelişmesi köylülüğün çözülüşünü hızlandırır. Kırda kapitalist gelişme, kentte olduğu gibi büyüklerin gelişmesi, küçüklerin yoksullaşması, yok olması şeklinde olmaktadır. Tarımda da kapitalist üretimin temelinde, daha fazla kar elde etme olgusu yatmaktadır. Genetiği
değiştirilmiş ürünlerin, topraktan kısa sürede verim almak için kullanılan kimyasal gübrelerin, hormonun vb. nedeni daha fazla kardır. Bu gelişme karşısında küçük köylülük giderek yok olmakta, işçilerin safına katılmaktadır. Alınan krediler ödenememekte, kırda büyük ölçekli kapitalist üretim yapan kapitalistlerle rekabet edilememektedir. Mazotun, gübrenin fiyatının artması, enflasyonun yükselmesi vb. etkenler küçük köylülüğün zararınadır. Bu gidişe karşı, yıkım politikalarına karşı küçük üreticilerin örgütlenmesi doğrudur. Küçük üreticilerin muhatabı devlet, kapitalist sanayici, tüccar, özel sermayeli şirketler vb. dir. Küçük köylülüğün esas dürtüsü sahip olduğu mülkü koruma dürtüsüdür. Kendi üretim aracını korumak, artırmak bu kesimim belirleyici özelliğidir. Çiftçi sendikalarını kuranların, bu sendikalarda örgütlenen küçük üreticilerin toplu sözleşme yapma, anlaşma olmadığı koşullarda grev ya da üretimi durdurma gibi bir anlayışları zaten yoktur. Bu anlayışın olmadığı yerde, çiftçi örgütlenmesine sendika yerine örneğin tütün üreticileri birliği, fındık üreticileri birliği, ayçiçek üreticileri birliği vb. demek daha doğrudur. Çiftçi-Sen’in uğrunda mücadele edeceğini açıkladığı amaçlar, bu birlikler aracılığıyla da gerçekleştirilmesi mücadelesi verilebilir. Çiftçi Sen’in önemli amaçlarından biri de, destekleme alımları yapmayacak, destekleme alım fiyatı açıklamayacak devletin yerine çiftçiler için referans fiyatları belirleyip açıklaması, gerçekleşmesi için mücadele vermesi olacaktır. Bu amaç ve diğer amaçların gerçekleşmesi mücadelesini vermenin aracı sendika değil, üretici ya da köylü birlikleridir. Yıkım politikalarından, yok olmaktan kurtuluşun yolu, küçük üreticilerin işçi sınıfı ile birlikte hareket etmelerinden, işçi-köylü ittifakı temelinde işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrimden geçmektedir. Demokratik devrim; emperyalizme bağımlılığa, büyük kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetlerine son verecek, ulusal sorunu çözecek, toprağı toplumsallaştıracak vb. sosyalizme giden yolun önünü açacaktır. Küçük üreticiler için de devrimden başka seçenek yok! 11 Haziran 2008 ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ay ı s ay ı içer isi nde, üzüm, tütün, fındık, ayçiçeği, hububat, zeytin ve çay üreticilerinin örgütlendiği yedi çiftçi sendikası bir araya gelerek Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (Çiftçi-Sen) kurdular. Çiftçiler ve üreticilerin sendikal örgütlenme mücadelesi beş yıl önce başladı. Üzüm-Sen ve Tütün-Sen’in kurulmasıyla yola çıkan üreticiler, bu sendikalara Hububat-Sen, Ayçiçek-Sen, ÇaySen, Fındık-Sen ve Zeytin-Sen’i ekleyerek, 21 Mayıs’ta Çifti-Sen’in kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvuruda bulundu. Sekizinci sendika olan Hayvan Yetiştiricileri Sendikası (Hay-Yet-Sen) iki ay önce, “mevcut yasalara göre böyle bir sendika kurulamayacağı” gerekçesiyle kapatıldı. Dava AİHM’e gitti. Haklarında kapatılma davası açılan Tütün-Sen ve Fındık-Sen’in davaları Yargıtay’da sürüyor. Çiftçi-Sen’e bağlı sendikalar ürün ve üreticilerin yoğunlaştığı bölgelerde kuruldu. Merkezi İzmir’de bulunan Tütün-Sen’in Uşak Eşme’de bir şubesi var. Samsun’da örgütlenme çalışması sürüyor. Manisa’dak i ÜzümSen’in Alaşehir ve Salihli’de şubeleri var. Edirne’deki Ayçiçek-Sen ve Hububat-Sen’in Keşan’da birer şubesi var. Rize Pazar’da kurulan Çay-Sen’in Trabzon Of ’ta, merkezi Bursa Orhangazi’deki Zeytin-Sen’in de Gemlik, Ayvalık ve Akhisar’da şubeleşme çalışması sürüyor. Fındık-Sen Ordu’da kuruldu. Pancar için Amasya, Tokat, Çorum ve Konya’da, meyvecilikte Niğde, Çanakkale, Afyon ve Amasya’da üreticiler arasında örgütlenme çalışmaları sürüyor. Çif tçi-Sen’ i n a maçla r ı kur u lu ş a ç ı k l a m a s ı n d a ş öy l e sıralanmaktadır: “Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu olarak; • Artık destekleme alımları yapmayan ve destekleme alım fiyatı açıklamayan kamunun yerine çiftçiler için referans fiyatları belirleyip açıklamak ve gerçekleşmesi mücadelesini vermek, •Çiftçilerin haklarından yana politikaların belirlenmesinde etkin olmak, • Çiftçilerin üretim aracı olan toprak ve suyun kirletilmesine karşı etkin hukuksal ve demokratik mücadele vermek, • Çiftçilerin mesleklerini sürdürmelerine engel oluşturan tohu-
EK:7
Kühne + Nagel işçileri işten atmaya devam ediyor
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
C
EK:8
arrefour’un Gebze'deki deposunu, geçen yıl Haziran ayı başında taşeron firma olarak bilinen Kühne + Nagel’e devredişinden sonra Tez Koop – İş Sendikasına üye olan 4 işçiyi işten atmış. Bu dört işçi geçtiğimiz günlerde Kühne + Nagel'in İstanbul İkitelli Organize Sanayi Bölgesinde bulunan genel merkezi önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açık lamasına Genel Müdürlüğü korumak için geldiği belli olan çok sayıda polis ve kameralı muhabir dışında biz ve Evrensel Gazetesi muhabiri gelmişti. DİSK / Nakliyat – İş Sendikası’nın Gebze şube başkanının desteklediği basın açıklamasına sadece dört işçi katıldı. Firmanın özel güvenlik görevlerinin polisle birlikte binayı koruma çabasında patronların bu kadarcık insanla yapılan eylemden ne kadar çok korktuklarını gösteriyordu. İşçiler açıklamalarında Carre four’un çalıştıkları Gebze’deki depoyu Kühne + Nagel taşeronuna devrettiğinde her iki patronun vekilleri tarafından hiç kimsenin işten atılmayacağına dair söz verildiğini söylediler. İşyerinde taşeron Kühne + Nagel yöneticilerinin işçilere sözlü ve fiziki saldırılarının daha o günden başladığını, amaçlarının işçileri yıldırıp işyerinden kaçırtmak olduğunu, bütün bu saldırılara rağmen işyerinde kalan işçilerin şimdiye kadar sendikalaştıkları için 45’ini çeşitli bahanelerle işten attığını belirttiler. Dört işçi 22 Ocak 2008 günü
perforumanslarının düşük olduğu gerekçesiyle işten çıkartıldıklarını, asıl nedenin serdikalı olmak olduğunu söyleyen işçiler bu güne kadar hukuki mücadele yürüttüklerini ve iki ay süren mahkemede işe iade davasını kazandıklarını fakat patronun karara itiraz ettiğini ifade ettiler. Davanın yargıtaya gönderilmesi Avrupalı patronlar olan Carrefour ve Kühne + Nagel’in zaman kazanmak için işçilere yaptığı düşmanca saldırılardan bir tanesi olarak değerlendirdiklerini belirttiler. Tez Koop – İş Sendikasının üyesi işyeri sendika temsilcisi ve genel kurul delegeleri olmalarına rağmen sendikanın “bizim üyelerimiz değiller” diyerek kendilerine sahip çıkmadığını, halbuki en az 5 yıldır sendikanın üyeleri olduklarını söylediler. Carrefour'un Ankara, Adana, İzmir ve Gebze’deki depolarının hepsini taşerona verirken de sendikanın karşı çıkmamasını patron işbirlikçisi tavrından kaynaklı olduğunu ve Carrefour’un sadece Gebze deposunda 4 taşeron bulunduğunu açıklayan işçiler herkesi İLO sözleşmesinde, yasa ve anayasada, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde var olan sendikal haklara karşı saygılı olmaya çağırarak basın açıklaması bitirildi. Açık lama sırasında “Kühne + Nagel işçisi yalnız değildir!”, “Sendikal hakkımız engellenemez!”, “Direne direne kazanacağız!” vb. sloganlar atıldı. Haziran 2008 ✓
Tega işçilerinin grevi devam ediyor
T
ega işçileri 140. gününde, bir dönem hızlı ‘devrimci’ ve hatta bombacı olarak ta tanınan patronun katı tutumu ve her türlü baskısına rağmen grev i ilk günün coşkusu ile sürdürüyorlar. Birleşik Metal-İş Anadolu şubesi örgütleme uzmanı Uğur Tozlu ile Tega grevi üzerine konuştuk. Patron grevdeki işçilerin iş akitlerini fes ederek işçilere gözdağı veriyor. Patron Tega işçilerinin çalıştıkları dönem hakettikleri 32 günlük ücretlerini de greve çıktıkları gerekçesi ile ödememiş. Bununla işçileri ekonomik olarak zor durumda bırakmak istemektedir. Bu, için yerel mahkemeye başvurulmuş, yerel mahkeme işçilerin taleplerini yerinde bulmasına rağmen, patron mahkeme kararına itiraz ederek yargıtaya davayı götürmüştür. Bu durum
nerede ise tüm patronların işçileri zor durumda bırakmak için başvurdukları bir yol. Nasıl olsa davanın bir üst mahkemede görülmesi aylar alacak, bu da işçileri zor durumda bırakarak grevi kırmaları için gerekçe olacak. Yani kanunlar bir anlamda patronların lehine işlemektedir. Patron işçiler ve sendika üzerindeki baskılarını, kimin tarafından yakıldığı belli olmayan servis aracını bahane ederek sürdürüyor. Tega işçileri 16 Haziran'da Sincan sanayi bölgesinde hem grevlerini kamuoyuna ve Sincan esnafına duyurmak, hem de 15-16 Haziran’ın yıldönümünü kutlamak için bir yürüyüş yaptı. Bu yürüyüşe DİSK’e bağlı sendikalar, dernekler ve dergi çevreleri de destek verdi. 25.06.2008 ✓
Cam Sanayinde TİS imzalandı
21
. D öne m Toplu İ ş Sözleşmesi Kristal-İş ile cam sanayi patronları arasında imzalandı. 10 Ocak’tan 2 Haziran’a kadar 14 oturumun yapıldığı görüşmede anlaşma sağlanamaması sonucu 9 Mayıs’ta grev kararı alınmıştı. Buna göre 3 Haziran'da greve çıkılacaktı. Cam patronunun da talebi saat ücretlerine brüt 1,30 YTL zam ve %25 sosyal hakların iyileştirilmesi idi. İşçiler greve hazırlanırken, cam patronları ile 2 Haziran gecesi sözleşmeyi imzalayarak greve çıkmadan cam işçileri işlerine devam ettiler. Kend isi i le gör ü şt üğ ü mü z Kristal-İş Mersin Şube Başkanı Rahmi Koçak yapılan sözleşmeden cam işçilerinin memnun olduklarını belirtti. Bu sözleşme sonucu
352 işçiye iyileştirme uygulandığını belirtti. Bu sözleşme ile yeni işe giripte sendikaya üye olan işçiler asgari ücretle değil, sözleşme ile kazanılan haklar temelinde işe başlayacaklar. Mevcut ücret lere or ta la ma %13,05 oranında zam yapıldı. Bu sözleşme 2008 ile 2009 yıllarını kapsıyor. İkinci yıl enflasyon oranında zam yapılacak. Yoksulluk sınırının 2000 ytl’ye yaklaştığı günümüzde, işçiler bu ücrete evet diyorlarsa bu durum işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeylerinin çok geri olduğundan dolayıdır. Mantar gibi dolar milyarderlerinin türediği bu ülkede, işçilere reva görülen bu sefalet ücretlerine gün gelecek işçiler dur diyecektir. Ydi Cağrı Mersin 25.06.2008 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./Faks: (0212) 620 67 57 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • SAYI 124’ün İşçi Eki · Temmuz 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
panorama
Milliyetçiliğin dayanılmaz ağırlığı... - GÜNEY AFRİKA -
G
üney Afrika, Nisan 1994’e kadar beyazların egemenliğinde Apartheid ırkçı rejimince siyahlara yüzyıllarca baskı, zulüm uygulandığı bir ülkeydi. Beyazlar efendi, siyahlar köleydi… Bu köleliğe karşı mücadelede, sadece 20. yüzyılın ikinci yarısında onbinlerce insan yaşamını yitirdi. Kuşkusuz ki bunların büyük çoğunluğu yine siyah Güney Afrika halklarından insanlardı. 26-29 Nisan 1994 tarihlerinde yapılan seçimlerle Apartheid rejimine resmen son verildi ve siyahlar, siyasi yönetime seçildiler. Apartheid rejiminin son bulması, siyah halkların temsilcisi olarak ANC ile beyaz egemenlerin temsilcileri, o dönemdeki Başkan ve hükümet yetkilileri arasında yapılan barış anlaşması, emperyalistlerin borazanları tarafından ulusal meselenin barışçıl yolla, tarafların anlaşmasıyla çözülebileceği; bunun için silahlı mücadeleye, şiddete gerek olmadığını kitlelerin beyinlerine yerleştirmeye çalıştılar. Emper yalistlerin borazanları, Güney Afrika beyaz iktidarının devrimle, şiddetle yıkılıp yerine yeni bir düzen –işçilerin-köylülerin yönetimindeki demokratik bir düzen– kurulmadığı olgusunu kullanarak, gerçekte Apartheit rejiminin son bulmasının siyahların şiddete de başvuran uzun süreli mücadelesi sonucu olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalıştılar. Gerçekte ise, Apartheid rejimi on yıllarca süren ve yer yer şiddetli çatışmaları içinde barındıran mücadele sonucu yıkıldı. Sonuçta siyahlar beyazların iktidarını tümüyle yıkma durumunda değildi, beyazlar da artık eskisi gibi Apartheid rejimini sürdürebilecek durumda değildi. Orta yolda anlaştılar! Gerçekte bir devrim
yaşanmamasına rağmen Apartheid rejiminin son bulması önemli bir değişiklikti, ilerlemeydi. Bu değişiklik ya da ilerleme, o güne kadar siyahlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin giderek öne çıkmasının da yolunu açtı. Siyah halklardan emekçiler, artık eskisi gibi seçme-seçilme hakkından yoksun değildi; istediği şehire, bölgeye taşınmasının önündeki yasaklar kalkmıştı; sadece siyah tenli olduğu için tutuklanma, hapse atılma durumundan kurtulmuştu; çiftlik sahipleri tarafından, onların keyiflerinin istediği zaman ağaçlara bağlanıp ölene dek dövülmekten kurtulmuşlardı; ya da çocuklarını normal olarak okula gönderme hakkına kavuşmuşlardı. Fakat işçi, emekçi, yoksullar olarak ne beyazların sahip olduğu fiili imkanlara, ne de az sayıdaki zengin siyahlarla eşit imkanlara sahiptiler. Yönetime gelen siyah kökenlilerin önünde Apartheid rejiminin yüzyıllarca süren egemenliğiyle ortaya çıkardığı sayısız sorunlar duruyordu. Ekonomik alandaki egemenliğin Apartheid rejiminin son bulmasından sonraki dönemde de esas olarak beyazların elinde olduğu da bilindiğinde, siyah kökenlilerin yönetiminin işi çok daha zordu. Gerçekte “siyasi Apartheid ölmüş, sosyal Apartheid yaşamaya devam ediyordu”. Sözkonusu bu “sosyal Apartheid” bugün de hâlâ varlığını sürdürmektedir. Güney Afrikalı milyonlarca emekçi yoksulluk, açlık ile içiçe, açlık, hastalık vb. nedenlerle de ölümle burun buruna yaşıyor… tabii ki buna yaşamak denebilirse! Ülkenin en önemli sorunlarının başında yoksulluk, işsizlik ve hastalıklar –bunun da başında AIDS– geliyor. Şimdiye kadarki –1994-2008–
yönetimler, bu sorunları çözmeye yönelik kimi adımlar atmaya çalışmışsa da, gerçekte ciddi hiç bir çözüm getirememiştir. Ülkede bir yandan halkın büyük çoğunluğu için yoksulluk, açlık, hastalık kol gezerken, diğer yandan adam kayırmacılık, rüşvetçilik, yiyicilik siyah kökenli yönetimin de içinde yüzmeye başladığı bataklık haline gelmiştir. Bu durum Güney Afrikalı yoksulların siyah kökenlilerin yönetimine karşı da giderek tavır almasını beraberinde getirmiştir. Kitleleri sisteme karşı bir çatı altında toparlayan, onları bilinçli biçimde yönlendiren ve bireysel terör ya da saldırı eylemlerine karşı tavır geliştiren bir güç olmayınca, kitlelerin hoşnutsuzluğu, kendisini esas olarak “gücü gücü yetene” biçimindeki eylemler, saldırılar gerçekleştirme biçiminde göstermektedir. Bu yüzden de polisiye olaylar bağlamında Güney Afrika’nın önemli şehirleri, dünyada öne çıkan şehirlerdir. Sözkonusu hoşnutsuzluk sadece yerli, yani Güney Afrikalılara karşı değil, Afrika’nın diğer kimi ülkelerinden kaçıp Güney Afrika’ya giden insanlara karşı da yönelmektedir. Verilen bilgilere göre Güney Afrika’da yaklaşık 5 milyon göçmen var. Bunların büyük bölümü, Zimbabwe, Mozambik, Zambia, Somali vb ülkelerden kaçıp Güney Afrika’ya gitmişlerdir. Yine verilen bilgilere göre sözkonusu bu göçmenlerin büyük bölümüne hâlâ kimlik verilmemiştir. Bu durum onların aslında “kaçak ” olarak görülüp, gösterilmesine hizmet etmektedir ve yönetim ya da yetkililer istediği gibi onları oraya buraya sürebilme konumundadır. Yüzyıllarca Apartheid rejiminin zulmü altında yaşayan Güney Afrikalı siyahların bir bölümü, şimdi kendisi Güney Afrikalı olmayan insanlara karşı milliyetçi, şoven tavır takınma durumundadır. Göçmenler, bir yandan yönetimin baskıları altında iken, aynı zamanda “iş ve evlerimizi elimizden alıyorlar” vb. gerekçelerle kimi siyah kökenli emekçilerin doğrudan hedefi olmakta ve saldırılarına maruz kalmaktadır. Mayıs ayı ortalarına doğru başlayan ve giderek şiddetlenen saldırılarla onlarca göçmen katledilmiş, yüzlercesi yaralanmış ve onbinlercesi Güney Afrika’dan kaçmak zorunda kalmış, gerçek ise sürgün edilmiştir. Sözkonusu olaylar Mayıs ayı ortalarında şiddetli hal almış, polis yetkilileri bile durumu “kontrol edilemeyecek” bir durum olarak açıklamıştır. Saldırılar, tam bir vahşet ve barbarlık örneklerini sergilemektedir. Göçmenlerin kapıları kırılıp onları dayaktan geçirme ve nesi varsa talan etme gibi saldırılar en “masumane” saldırılar olma durumunda. Kimi taşlanarak, kimi kurşunlanarak, kimi kamçılanarak, kimi pencereden atılarak, kimi de canlı canlı yakıla-
rak katledildi. Kimilerinin evleri, barakaları yakıldı. Kimi binalarda ise silahlı çeteler halinde “yabancı”lar arandı… tabii ki katletmek için. Örneğin bu aramalarda kadınlar –sayısı verilmiyor– pencereden aşağıya atıldı. 2 Haziran 2008 tarihli gazetelerin Güney Afrika polisinin verilerine dayanarak aktardığı bilgiye göre üç haftalık süreçte barbarca biçimde katledilenlerin sayısı 62, yaralıların sayısı 670’tir (bu rakamlar sonraki günlerde yükseldi). Hükümetin verilerine göre sürgün edilenlerin sayısı 35.000 iken Birleşmiş Milletler’in tahminine göre 100.000 insan sürgün edilmiştir. 26 Mayıs tarihli gazete haberlerine göre ise yakılan evlerin sayısı 440, talan edilen dükkan sayısı 342’dir. Kısaca aktardığımız bu durum Güney Afrika’da siyah kökenlilerin bir kesiminin göçmenlere karşı milliyetçi, şoven yaklaşımlarının katletmeye kadar ilerlediği gerçeğinin belgesidir. Bu gerçeklik yüzyıllarca ırkçı ve faşist bir rejimin zulmü altında inleyenlerin kendilerinin yanlış yolda olduklarını, milliyetçi, şoven yaklaşımları, katletmeye kadar ilerletenler haline geldiğini göstermektedir. Bununla birlikte Güney Afrika’da yaşananlar, burjuvazinin borazanlarının propagandasının tersine, milliyetçiliğin, şovenizmin, kapitalizmin varlığını sürdürdüğü sürece varlığını sürdüreceğinin de bir ispatıdır. Apartheid rejimi son bulmuş, siyahlar içinde zengin bir tabaka oluşmuş ve siyahların büyük bölümü yine ezilen, yoksul kesim olarak kalmıştır. Ekonomik olarak gerçek egemenlik beyaz egemenlerin elinde. Veri olarak aktarılırsa, ülkenin ekonomisinin %90’ından fazlası beyazların elindedir. Siyah nüfusun %50’sinden fazla –kimi veriler bunu %60’tan fazla gösteriyor– yoksulluk sınırı altında, gerçekte açlık sınırında yaşamaktadır. Yoksulluk, açlık ve hastalık sorunlarının yanısıra konut sorunu, su sorunu en önemli sorunlar arasındadır. Yoksulların bütün önemli sorunları, çözülmeden varlığını sürdürüyor. Bu sorunlarla birlikte milliyetçilik, şovenizm de varlığını sürdürüyor. Milliyetçiliğin, şovenizmin son bulması gibi, ezilenlerin temel sorunlarının çözümü için de tek bir alternatif vardır: İşçi sınıfı önderliğinde kapitalizme karşı devrim için mücadele ve kapitalist sömürü sistemine devrimle son vermek! Güney Afrikalı işçi ve emekçilerin görevi, kendileri gibi işçi, emekçi olan diğer ülkelerden göçmenlere karşı değil, “kendi” egemenlerine karşı devrim için mücadele vermesi ve bu mücadelede hangi ülkeden olursa olsun Güney Afrika’da yaşayan tüm işçi ve emekçilerle birliği ve ortak mücadeleyi sağlamasıdır. 23 Haziran 2008 ✓
9
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Türkiye Kyoto Protokolü’nü imzalıyor
B
Hoş, ama boş bir karar!
akanlar Kurulu 2 Haziran’da yaptığı toplantıda, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın önerisi üzerine Kyoto Protokolünü imzalama kararı aldı. Kyoto Protokolü, 1990 yılı seviyesine göre, atmosfere salınan sera gazlarını yüzde 5,2 oranında, 2008–2012 yılları arasında azaltmayı öngörüyordu. 1997 yılında imzalanan protokol 2005 yılında yürürlüğe girdi. ABD, Avustralya, Türkiye vb. ülkeler bu protokolü imzalamamışlardı. G e l i n e n a ş a m a d a Ky o t o Protokolü’nü Avustralya’nın da imzalaması ile Türkiye uluslararası alanda yalnız kalma, yeni protokol oluşturma sürecinin dışında kalma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Protokol bugüne kadar 176 ülke tarafından imzalanmıştır. Türkiye’nin gelinen noktada protokolü imzalama kararı, gerçek anlamda bir şey ifade etmemekte, Türkiye bir yükümlülüğün altına girmemektedir. İlk 5 yıllık uygulaması bitmek üzere olan protokole taraf olmak, yeni dönemle ilgili hazırlıklara katılabilmek ve çekincelerini koyabilmek içindir. Bu gerçeği, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de, Bakanlar Kurulu ardından yaptığı basın toplantısında; "Şu saatten sonra atılacak imza sembolik değerden öteye geçer mi, bu imzanın anlamı nedir?" sorusuna verdiği "5 yıllık uygulama sonuçlarıyla ilgili bir hazırlık yapılıyor. Siz bunu imzalamadığınız sürece bu çalışmaya aktif bir şekilde katılamazsınız. Özel şart-
larınız varsa bunları dahil edemezsiniz. Bundan sonraki çalışmalara aktif olarak katılabilmesi, çekincelerini ortaya koyabilmesi için protokolü benimsemesi gerekiyor." Yanıtı ile bir anlamda teslim etmektedir. 2012 yılından sonra, Kyoto protokolü yerine geçecek, yeni bir protokol oluşturma çalışmaları, pazarlıkları, toplantıları devam ediyor. Kyoto Protokolünü imzalama kararı –Bakanlar Kurulu kararının Meclis tarafından onaylanması gerekiyoryeni protokol oluşturma sürecine dahil olmak için alınmıştır. Aksi taktirde Türkiye sürecin dışında kalacaktır.
Kyoto çözüm olmadı, yenisi de olmayacak! Emperyalistlerin bir bölümü, sanki
çevreyi kirletenler kendileri değilmiş gibi çevreci pozlara bürünerek sera gazları emisyonlarını azaltma peşinde. Sera gazlarını belirli yüzdelerle azaltma, sınırsız salınıma göre olumlu olsa da, son tahlilde çözüm değildir. Yerküredeki yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji ihtiyacını karşılama potansiyelinin olduğu yerde, insanlık fosil yakıtlara muhtaç değildir. Bu nedenle yapılması gerekli olan, küresel ısınmanın temel nedeni olan sera gazlarını belirli yüzdelerle azaltma mücadelesi değil, bir bütün olarak sera gazlarını sıfırlama mücadelesi olmalıdır. Fosil yakıtların kullanımına enerji üretiminde son verilmelidir. Çevrenin en büyük kirleticileri olan emperyalistler, düzen sınırları içinde
Efemçukuru’nda adım adım altın madenine doğru
10
E
femçukuru köyünde son dönemde iki önemli gelişme yaşandı. 1-İzmir’in Menderes ilçesine bağlı
Efemçukuru köyünde, Kanadalı Eldorado Gold’un yerli versiyonu olan Tüprağ Madencilik, yaptığı araştırmalar sonucu bölgede 35 ton
altın rezervi belirledi. 800 dönüm araziye talip olan Tüprağ, arazinin yüzde 60’ını satın aldı. Tüprağ geri kalan arazi için geçen yıl Enerji Bakanlığı’na arazinin kamulaştırılması için başvurdu. Konu Bakanlar Kurulu’na geldi. Bakanlar Kurulu da Ocak ayı içerisinde “kamu yararı” gözeterek –siz altıncıların diye okuyun- 35 parseli acilen kamulaştırdı. Konu yargıya taşındı. Bakanlar Kurulu kararının iptal edilmesini isteyen 20 davacı köylünün talebi, Danıştay 6. Dairesi tarafından reddedildi. Danıştay 6. Dairesi; “Bakanlar Kurulu’nun kamu yararı gözeterek taşınmazların acele şekilde kamulaştırılmasına karar vermesinde hukuka aykırılık yoktur” kararı verdi. Davacı
sistemi sorgulamadan çevre mücadelesi yürüten yeşilci çevrecilerden bu mücadele beklenemez. Bu mücadeleyi yürütecek olan, çevre mücadelesini sınıf mücadelesinin önemli bir parçası olarak gören sınıf bilinçli işçi hareketidir. Kapitalist sömürü, doğanın yağmalanmasının boyutu insanlığın geleceğini tehdit eder boyutlara varmıştır. İnsanlık küresel ısınmanın nedeni olan fosil yakıtların kullanımına muhtaç değildir. Yenilenebilir, alternatif doğal enerji kaynakları (güneş, rüzgar, jeotermal, bio, su, hidrojen vb.) enerji ihtiyacını karşılamak için kat be kat yeterlidir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji üretiminde yeterince kullanılmaması, bu kaynakların enerji üretiminde kullanımının teknik olarak mümkün olmadığı için değil, kapitalistler için karlı olmadığı içindir. Doğal kaynakları, kendinden önce hiçbir üretim biçiminde olmayan bir vahşilikle tüketen kapitalist sömürünün, kar uğruna doğada yol açtığı tahribat ve bu tahribatın gelecek açısından oluşturduğu tehdit, 60’lı yılların sonundan itibaren gözle görülür bir problem haline gelmiştir. Ya emperyalist kar hırsı ile doğanın mahvedilmesi, doğal kaynakların hoyratça kullanılması, ya da emperyalist sömürü sisteminin proleter dünya devrimi ile yıkılması, doğa yasalarının bilincinde olarak, onlarla uyum içinde bir ekonominin kurulması. Ya barbarlık, ya sosyalizm! Çevre alanında da seçenekler bunlardır. Bir 3 Haziran günü yitirdiğimiz Nazım’ın dediği gibi; “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.” Seçenek bizim! 3 Haziran 2008 ✓ köylüler, konuyu Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na götürecekler. 2-Çevre ve Orman Bakanlığı, Efemçukuru’nda altın madeni ocağı işletilmesi için hazırlanan ÇED Raporunu onaylamıştı. Çevre örgütleri ve Efemçukuru köylüleri, raporun iptali için idare mahkemesinde dava açtı. İzmir 4. İdare Mahkemesi, bilirkişi raporuna dayanarak, ÇED Raporu’nun iptali istemini reddetti. Efemçukuru İzmir’in içme suyunu sağlayan Tahtalı Barajı Havzası içinde yer alıyor. Efemçukuru’nda altın madeni işletilmesinin çevreye vereceği zararlar yanında, su kaynakları da kirlenecektir. Diğer yerlerde ve Efemçukuru’nda yaşanılan gelişmeler, bu düzende çevreye ne kadar önem verildiğini göstermektedir. Gelişmelerin gösterdiği tek çözüm şudur: çevre talanının kaynağı olan kapitalist sistemi yok etmek! YDİ Çağrı/İzmir ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Munzur’da barajlar ve siyanürlü altın çıkarma protesto edildi
İ
stanbul Taksim Galatasaray Postanesi önünde bir araya gelen yüzlerce kişi 5 Haziran Dünya Çevre Gününde protesto gösterileri yaptı. Dersimliler, Munzur'da yapılması planlanan barajlarla tarih ve doğanın yok olacağına vurgu yaparak, 'Munzur'da, Türkiye'de ve dünyada hayatı yok edecek enerji istemiyoruz' mesajı verdi. Tunceli Dernekler Federasyonu ve Munzur Vadisini ve Çevresini Koruma Kurulu tarafından organize edilen yürüyüşe yüzlerce kişi katıldı. Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen Dersimliler, 'Başka bir enerji mümkün, başka bir Munzur yok', 'Munzur'uma dokunma', 'Bize hayat veren bir candır Munzur, biz de Munzur'a hayat borçluyuz' yazılı pankart açarak Taksim Meydanı'na yürüdü. Yürüyüş kortejinin önünde rüzgar gülü ve Munzur Vadisi'nde yaşayan canlıların resimlerini taşıyan çocuklar vardı, 'Baraj yok etmesin, Munzuru'ma dokunma' yazılı önlükler giyen eylemciler, 'Rio tinto laneti şero to',(kahrolsun Rio tinto!) 'Geleceğimiz için Munzuruma dokunma!', 'Ben Munzur'un yaban keçisiyim bana dokunma!', ' To pr a k+ s u = h ay a t= Mu n z u r ', 'Munzur, Hasankey f, Bergama, Maraş, Sinop hepimizin' yazılı dövizler taşındı. Yürüyüş boyunca zaman zaman oturma eylemi yapan kitle basın açıklaması için geldiği Taksim meydanında açıklamasını yaptı. Grup adına açıklama yapan Munzur Vadisi ve Çevresini Koruma Kurulu Sözcüsü Hasan Şen; 'Hükümet alınması gereken önlemleri halkın sırtına yıktı. Türkiye kuraklık ve susuzluktan kıvrılırken, hükümet bunun sözünü bile etmiyor. Çernobil'in etkileri hala hayatımızı tehdit etmeye devam eder-
ken, nükleer yasa el çabukluğuna getirilerek hayatlar ateşe atılıyor' dedi. 'Maraş'ta ovalar çimentoya bulanmaya, Antalya başta olmak üzere birçok kentte ormanlar golf sahalarına, taş ocaklarına, kar tutkusuna feda ediliyor' diyen Şen, 'Munzur'un kardeşleri' diye tanımladığı Hasankeyf, Aliaoni, Fırtına Vadisi, Fındıklı ve daha birçok yerde çevre felaketlerinin devam ettiğini vurguladı. Şen, Dersim'de yaşanan sorunları şöyle sıraladı: 'Tunceli coğrafyası; DSİ tarafından projelendirilen 8 barajla
yok edilmek istenmektedir. Tunceli coğrafyasını ortadan kaldıracak bu barajlar hayata geçerse, Munzur'da hayat binlerce yıllık tarihi, kültür ve içinde barındırdığı yüzlerce türü ile yok edilmiş olacak. Küresel şirketlerin madencilik faaliyetleri adı altında siyanür ile altın çıkarma projeleri de yakın zamanda karşımıza çıkacak tehlikelerin başında gelmektedir. Her askeri operasyondan sonra yüzlerce hektarlık ormanlarımızın yanması da yaşadığımız önemli tahribatlardandır.' Dünyadaki her ülkenin çevresel değerlerini korumaya çalışırken, Türkiye'nin ilk ve en büyük milli parklarından olan 'Munzur Vadi Milli Parkı'nın mutlaka korunması gerektiği çağrısında bulunan Şen, 'Sağlıklı çevrede yaşam hakkı, hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince kamu yararına aykırı olan bölgemizdeki altın madenlerinin faaliyetlerine, baraj yapımına ve orman yangınlarının çıkarılmasına hemen son verilmelidir. Munzur'da, Türkiye'de ve dünyada hayatı yok edecek enerji istemiyoruz' dedi. Dağılmak üzere olan kitle bir süre Çevik Kuvvet amiri tarafından kimlikleri alınmak istendi, gerekçe basın açıklaması yapmaya gelirken slogan atarak 'gösteri ve yürüyüşler kanununa aykırı davranmak' idi. Bir süre grupla tartışan polis kimsenin kimlik verme-
mesiyle bu emeline ulaşamadı. Haklı olarak burada doğanın korunması için eylem yapılmıştır, ancak basın açıklaması yapan H.Şen 'Munzur'da, Türkiye'de ve dünyada hayatı yok edecek enerji istemiyoruz.' denilen yerde, enerji elde edilirken kimi istenmeyen sonuçları olacaktır. Enerji bir gereksinim olduğuna göre tümden reddetmek yanlıştır. Munzur’da bu kadar çok baraj yapılması tabiki bir gereksinim olmamakta daha çok siyasi bir durum ve bir de gelecekte su değerli olacağı için suyun kullanım hakkı noktasında devletin bir dizi yan etkilerini, doğayı talanı ve kültürel mirası ve diğer etkenleri değerlendirmeden yapmaktadır. Her ne kadar Kyoto sözleşmesiyle çevrenin korunmasından bahsediliyorsa da özünde kâr için çabalamaktadır. Bu anlamda öncelikli olan kapitalizm için yapacağı kâr'dır. Doğa ve çevrenin korunması tali bir sorundur onlar için. Bu anlamda kendi koydukları yasaları kendileri ihlal etmektedirler. KK/Türkiye'nin 1974 yılında en büyük milli park alanı olarak ilan ettikleri Munzur Vadisini bu gün kendi yasalarını hiçe sayarak sermaye sınıfının çıkarlarına sunmaktadırlar. Kahrolsun kapitalistlerin doğayı hoyratça kullanması! Yaşanabilir bir doğa sosyalizmin işidir! Bir YDİ Çağrı Okuru ✓
Bu kitapları isteyin, okuyun...
11
yeni dünya gençliği
“ÖSS Duvarını Yıkalım” Mitingi Yapıldı
7
Haziran Cumartesi günü ÖSS (Öğrenci Seçme Sınavı) ve diğer bütün eleme sınavlarına karşı gerçekleştirilen protesto mitingi birçok gençlik örgütü ve aralarında çeşitli sivil toplum örgütlerinin katılımıyla başladı. Bu yıl ikincisi düzenlenen mitingde ÖSS’nin işçileri, ezilen ulusları ve kadınları eleyen bir mekanizma olduğu vurgulanarak bu adaletsiz sınavların kaldırılması yönünde demokratik talepler dile getirildi. Bu demokratik taleplerle birlikte kapitalizmin iç yüzü de çeşitli sloganlarla teşhir edilmesi mitinge olumlu bir hava kattı. “Tersane öldürür, dersane süründürür” sloganı altında birleşen katılımcılar son yıllarda çok tartışılan ve çeşitli eylemlere yol açan tersane ölümleride öne çıkan diğer konular arasındaydı. Toplanma yerin de yapılan konuşmalar sonrasında müzik dinletisiyle birlikte miting bütün coşkusuyla son buldu. Son yıllarda eğitim sorununun bir parçası olarak gerçekleştirilen ÖSS Duvarını Yıkalım Mitingi bir karşı duruş olması açısından önemli ve ileri bir adım oldu.
12
Mitingi örgütleyen gençlik örgütleri arasında Yeni Dünya Gençliği olarak yer aldığımız ÖSS Duvarını yıkalım Mitinginde “ÖSS DUVARI GENÇ İŞÇİLERİN ELLERİYLE YIKILACAK” yazılı pankartla yerimizi aldık. 35 kadar genç aktivistimizle yürüdüğümüz kortejde "Kırıntıları değil dünyayı istiyoruz, yaşasın genç işçilerin örgütlü mücadelesi, işçi gençlik gelecek zafer bizim olacak, çekiç tutan eller kalem de tutacak, ÖSS Duvarını elbirliği ile yıkalım" şeklinde hazırladığımız dövizleri taşıdık. Diğer gençlik örgütleri ve demokratik kurumlar dışında genç işçilerin öncelikli olarak sorunların merkezinde kaldığını tek dile getiren olmamız Yeni Dünya Gençliği olarak bizi diğer örgütlerden ayıran temel duruşumuz oldu.
Mitingin örgütleyicisi olarak yer alan Emep Gençliği, Esenyurt Kolektifiyle birlikte y ürüyen Proletar yanın Kurtuluşu isimli dergi çalışanlarına saldırması mitingin amacına gölge düşüren bir olay oldu. Emep Gençliği daha sonra bu saldırgan tavrını sahiplenerek devrimcilikle hiç uyuşmayan bir duruş sergiledi. Diğer katılımcı örgütlerin engellemelerine rağmen saldırganlığa devam eden Emep Gençliği çıkardığı kavga sonunda yürüyüş alanını terk etti.
den gelirse gelsin bütün saldırıları kınadığımızı belirttik. Yaşanan bu olay sonucunda Emep Gençliğinin ciddi bir özeleştiri vermediği sürece kendileriyle hiçbir eylem birliği içinde olmayacağımızı ve bu tavırlarının devrimci kamuoyu önünde de teşhir edilmesi gerektiğini söyledik. Miting öncesinde yapılan birçok toplantı ve mitingin örgütlenmesine ilişkin yürüttüğümüz çalışmalarda diğer farklı olumsuzlukların da tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Nedir peki bu tartışılması gereken konular? Birincisi alınan görevlerin tam olarak yerine getirilmemesidir. Miting izninin alınmasıyla ilgili birçok defa üzerinde durulmuş olsa
Nedeni ne olursa olsun Emep Gençliğinin bu saldırgan tavrı, eylem birliğini hiçe sayması ve kendi cehpesinden bu sekter girişimini haklı görmesi Yeni Dünya Gençliği olarak bizim Emek Gençliğine karşı ciddi bir tavır almamızı gerekli kılıyor. Yaşanan bu provokasyona ilişkin katıldığımız son Eylem Komitesi toplantısında Emep Gençliğinin bu sekter ve E.K’ yı hiçe saymasını karşı devrimci bir hareket olarak değerlendirdik. Ve devrimcilere yönelik nere-
da Emep gençliğinin üzerlendiği bu görev yerine getirilmedi. Afişlerle ilgili görev alan Tüm-İGD'nin tasarlanan afişte yer alan örgütleyici kurumların isimleri arasında Yeni Dünya Gençliği olarak bizim ismimizin silinmesinin de ne anlama geldiğinin tartışılması gerektiğini düşünüyoruz ve ilk bir araya geleceğimiz toplantıda bu konu üzerinde de duracağız. Miting alanında kullanılan ses cihazlarının kiralanmasıyla ilgili ve afiş, bildiri ücretlerinin çeşitli odalar
Ve bu konudaki tavrımızı miting sonuna kadar sürdürdük.
Emep gençliğinin mitingi hiçe sayan olumsuz tavrı
ve sendikalar tarafından “kesin” karşılanacağını söyleyen örgütleyici kurumların miting gününde bu ücretleri sendika ve odaların karşılamadığını ve eylem gününe bırakılarak örgütleyici kurumlardan para alınmasının bu mitingin ne kadar ciddiye alındığı üzerine konuşmamız gerektiğini düşünüyoruz. Kuşkusuz bu sorun ve eksiklerde bizim de payımız olduğu söylenebilir ama biz bu sorunların en aza indirgenmesi ve eylem birliğinin güçlenmesi için tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Tartışılması gereken diğer konulardan biri de mitingde apaçık ortaya çıkan ve birçok kez toplantılarda da tartışmaya neden olan mitingin içeriği ve propaganda çalışmaları oldu. ÖSS karşıtı eylemlerde bu sorunun başta işçi gençliği ve işçi aileleri ilgilendirdiğini çok defa öne çıkardığımız halde bir kaç kurum dışında bu sorunun saptırıldığını ve amacının dışına çıkarıldığını gördük. Yürüttüğümüz tartışmalar sorunun salt liseli gençlik sorunu olduğunu ve bu kesimin öne çıkmasını söyleyen diğer örgütleyici yapıların bu yaklaşımlarını pratiklerine de işlemeleri soruna çok dar yaklaştıklarının göstergesi oldu. Çıkartılan bildirilerin ve afişlerin Taksim, Beşiktaş ve Kadıköy gibi dersaneler bölgelerinde ağırlık verilerek dağıtılmasının ve işçi, emekçi semtlerinde yaşayanların unutulması tartıştığımız konular arasındaydı. Tartışmalarda önerilen bu bölgelerle birlikte yoksul semtlerde de dağıtılmasını önerdik ve fakat bu önerimiz hem tartışma konusu yapıldı hem de önerdiğimiz yerler de bizimle birlikte Mayısta Yaşam Kooparatifi, Anadoluda Yaşam Kooparatifi ve Esenyurt Kolektifi dışında katılım sağlayan olmadı. Bu yaklaşımı sergileyenlere vereceğimiz tek cevap sorunun özünü yanlış yerde aradıkları ve işçi emekçi söylemlerine hiç de uygun düşmeyen davranış içerisinde olduklarıdır. Yeni Dünya Gençliği olarak bir kez daha altını çizerek vurguluyoruz. Bütün eğitimhaneler bilimsel hale getirilse de, bütün liseliler üniversiteli de olsa, bütün yüksek okul mezunları iş de bulsa, bilim insanı da olsa fabrika ve atölyelerde iliklerine kadar sömürülen, aşağılanan, tacize uğrayan, ezilen genç işçiler için bu sorun çözülmediği sürece gerçek bir çözümden bahsedemeyiz. Ve bunun içindir ki sorunun çözümünü öncelikli olarak genç işçilerin örgütlenmesinde aramalıyız. Mitingi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde yaşanan olumsuzlukların yanı sıra olumlu geçtiğini, gençliğin kitlesel eylemleri arasında önemli bir yeri olduğu ve üzerinde tartışılması gereken bir dizi nedenlerle birlikte bileşenlerin daha güçlü ve yaptırıcı eylemler gerçekleştirebileceğini görüyoruz. Yaşasın genç işçi ve öğrencilerin birlikte örgütlü mücadelesi! Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber, ya da hiç birimiz! ✓
yeni dünya gençliği
“Genç işçilersiz”, Dünya Genç İşçi Buluşması!
Birleşik Meta l-İş sendikası ve TAREM tarafından organize edilen “Dünya Genç İşçi Buluşması”na bizler de Yeni Dünya Gençliği olarak katıldık. Genç işçiler olarak kampın yalnızca son 3 gününe katılabildik. (Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesinden arkadaşlar ise kampın ilk 6 gününe katılmışlardı. Bkz. “Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi yazısı) Sendikalı olmayan işçiler açısından 10 günlük bir kamp organizasyonu için patronlardan izin almak maalesef çok güç. Yabancı ülkelerden davetli işçilerin olacağı ve yaklaşık 500’e yakın, çoğunluğunu genç işçilerin oluşturduğu bir kampa katılacağımızı umarken durumun hiç de böyle olmadığını gördük. 9 günlük etkinliğin sonuna doğru Cuma günü yaklaşık 50 kişi ve Cumartesi günü sanırız 25 kişi civarında bir katılımla iki panel yapıldı. Katılımcılar arasında genç işçi vardı demek oldukça güçtü. Çünkü çoğunluğunu öğrenci ve organizasyonu sağlayan sendikadan arkadaşlar oluşturuyordu. Katıldığımız iki gün, genç işçilerden yoksun, sınıfa “bilinç” taşıyıcıların kendi aralarında tartıştıkları bir ortam havasında sürdü. Cuma günü “Sendikalar ve Siyaset” başlıklı panele katıldık. Petrol-İş Genel Mali Sekreteri İbrahim Doğangül, Birleşik Metal-İş Genel Sekreteri Selçuk Göktaş ve Harp-İş Eğitim Uzmanı Oğuz Topak panelistler arasındaydı. İbrahim Doğangül; işçi sınıfının siyasetinin olduğunu ve bu siyasetin sağ veya sol olup olmayacağını belirtmeyeceğini fakat “eşitlik”, “özgürlük” ve “adalet”ten yana olmak sol ise sınıfın siyasetinin sol olması gerektiğine vurgu yaptı. Türk-İş üzerine değinen Doğangül, Türk-İş içerisinde olan birtakım olumsuzlukların ancak içerisinde kalınarak düzel-
tilebileceğini belirtti. Aynı zamanda Türk-İş ve Disk’in birleşmesi gerektiğini de vurguladı. Konuşmasını, patronlarsız bir yaşam olabileceğini, onlarsız işçilerin üretebileceğini ve yaşamlarını kurabileceklerini, böyle bir yaşamın hayal olmadığını ve bir gün gerçekleşeceğini söyleyerek bitirdi. Selçuk Göktaş; işçi sınıfının birlik olması gerektiğinden bahsederek, sendikaların çoğu kez yasaların dışına çıkamayacaklarını, haklı olmanın her zaman yetmediğini, güçlü değilsen haklı olmanın bir şeyler yapmana yetmeyeceğini belirtti. Taşeronlaştırmaya karşı olduklarını ve bu konuda mücadele ettiklerini belirterek taşeron firmalarda örgütlenmenin güçte olsa başarılabileceğini ve kendilerinin başardıklarını vurguladı. Son olarak, kendilerinin haklı emek-sermaye mücadelesinde var olacaklarını söyledi. Oğuz Topak sendikalar yasasından bahsederek buna karşı hepimizin birleşmesi ve mücadele etmesi gerektiğini belirtti. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bunu gerçekleştirmek için cesaret, örgütlülük, bilinç vb.nin gerektiğine vurgu yaptı. Genel hattı itibarıyla soruların ve konuşmaların iyi olduğu bir paneldi. Sabah saatlerinde başlayan panelin ardından, gün bitimine kadar herhangi bir program olmadı. Akşam programı olarak, Petrol-İş Bandırma Şubesinden tiyatrocu arkadaşların hazırlamış oldukları oyun sahnelendi. Oyun oldukça keyifli ve içerik bağlamında iyiydi. Oyuncuların neredeyse tamamı çocuklardan oluşuyordu. Cumartesi günü “Savaş ve Barış” başlıklı son panele katıldık. Aslında Pazar günü “15-16 Haziran Direnişi: Dün Bugün Yarın” başlıklı bir panel kamp programı dahilinde yapılacaktı. Fakat yine bu panel de (iptal edilen diğer
kamp aktiviteleri ve programları gibi) hiçbir katılımcıya sebebi anlatılmadan geçiştirilip, Cumartesi akşamının son akşam olduğu söylenerek iptal edildi. Panelistlerden Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü Ayhan Bilgen; dünyadaki savaşların bütün hepsinin emperyalist çıkarlara dayandığını, etnik farklılıkların, din farklılıklarının vb. savaşlarda ortaya atılan bahaneler olduğunu ve Kürt sorununda “barış” talebi için sürekli mücadele ettiklerini belirtti. Avrupa Barış Meclisi ve Rosa Lüksemburg Vakfı Sözcüsü Murat Çakır ise; Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht' in uslanmaz birer anti-militarist olduklarını, savaşa karşı sürekli barış talepleri için mücadele ettiklerini belirterek, bugün Ortadoğu ve dünyanın değişik yerlerinde var olan savaşların aslında “enerji” savaşları olduğunu, savaşın yoksul işçi ve emekçileri vurduğunu ve militarist bütçenin emekçilerden temin edildiğini vurguladı. Türkiye’de bütçe dağılımından örnekler vererek militarizme ayrılan bütçenin ne kadar fazla olduğunu belirtti. Türkiye’nin en temel sorununun Kürt sorunu olduğunu ve tek çözümünün demokratik yollar olduğunu vurguladı. Ayrıca kendisinin bir “sosyalist” olduğunu ve kapitalist egemenliğin son bulacağını belirtti. Tabi Murat Çakır’ın ne kadar “sosyalist” olduğu daha sonra sorulan sorular ışığında ortaya çıktı. Panelistlerden ve katılımcılardan farklı olarak getirdiğimiz düşünce ve sorular panelin havasının zıt yönde
vurguladık. Gerici, haksız savaşlara karşı olduğumuzu belirterek aynı zamanda sınıf savaşımlarından ve devrimci savaşlardan yana olduğumuzu vurguladık. Ayrıca Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht'in; anti-militarist olmalarının yanı sıra birer komünist olduklarını, savaş yıllarında askerlere “silahlarını komutanlarına çevirmeleri” gerektiğinin propagandasını yaptıklarını, kapitalist sistemin yıkılmadan asla dünya halklarına barışın sağlanamayacağını savunduklarını belirttik. Yaptığımız konuşmalardan sonra Murat Çakır’ın bize verdiği cevap oldukça açıktı; “Kapitalist sistem içerisinde barış sağlanabilir”. Bu da aslında Murat Çakır gibi kendine “sosyalist” diyen birçok kişinin temelde “pasifist ve reForumist” olduğunu gösterir. Kampta “Genç İşçiler Örgütlü Mücadeleyi Yükseltin” ve “Kendi İktidarını Kurmak İçin Mücadeleyi Eline Al” başlıklı çıkardığımız iki farklı broşürü dağıttık. Broşürlere sitemizden ulaşabilirsiniz. Bir ilk adım olarak, “Dünya Genç İşçi Buluşması” içerik ve katılım bağlamında eksiklikler olmasına rağmen desteklenmesi gerekir. Bizler, Yeni Dünya Gençliği olarak; genç işçilerin örgütlü mücadelesini yükselterek, barbarlık düzenini yıkmaları için mücadele etmeliyiz. Bu temel görev ışığında tüm genç yoldaşlarımızın kavgaya sarılmaları ve devrimci mücadele içerisinde safları sıklaştırmaları gerekmektedir. Biz genç işçiler her türlü yanılsamanın karşısında proleter devrimin
değişmesine sebep oldu. Öncelikle yapılan konuşmalarda sürekli olarak “sistem içinde barışın” ön plana çıktığını belirterek, emperyalist savaşların aynı zamanda emperyalist barışları doğurduğunu ve kapitalistlerin barışına asla güven olmayacağını
bayrağının savunucuları olmalıyız! Kurtuluşunu başka yerlerde arama, kendi kurtuluşunu eline al, proleter iktidar için mücadele et! Ya Barbarlık ya Sosyalizm! Yeni Dünya Gençliği 26\06\2008 ✓
13
yeni dünya gençliği
T
Dersimiz Genç-Sen...
ürkiye’de devrimci öğrenci gençlik, sınıf savaşımları tarihinde edindiği görev ve misyonuyla, işçi sınıfı hareketinin politikleşmesine yaptığı katkıyla, haklar ve özgürlükler uğrunda verdiği mücadeleyle, kuşkusuz ki geçmişten bugüne sahiplenilmesi gereken onurlu bir tarih ve yine zengin bir mirasa sahiptir. Sınıf savaşı-mücadelesi sürecinde, ülkenin somut tahliline göre örgütlenme biçiminin ve devrim tipinin durumunu belirlemede, öğrenci gençliğin rolü büyüktür. MarksistLeninist teori, 60-70’li yıllarda yaşanan devrimci hareketlenme sürecinde yoğun teorik tartışmalar, dünya ülkelerindeki devrimci hareketin durumu, devrimci kazanımlar ve kayıplarla yaşanılan tecrübeler ülkemizin somut durumunda ve ona uygun örgütlenme biçiminin belirlenmesinde muazzam etkisi olmuştur. Öğrenci gençliği de bu gelişmeler ile beraber anda sübjektif durumunu dünyadaki gelişmelerle objektif bir biçimlenişle geliştirerek kendi örgütlenme tarzını da ona göre şekillendirdi. Türkiye’de devrimci öğrenci gençlik FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu), DEV-GENÇ, üniversitelerdeki ÖTK (öğrenci temsil kurulu) ile düzen içi siyasetten, düzen karşıtı siyasete geçişte belirgin bir hat çizmiştir. Bu deneyimler andaki öğrenci gençliğinin hazinesinde mevcuttur. Şimdi ise bilindiği üzere öğrenci örgütlenmesinde bir ilk olan Genç-Sen 2 yıldır tartışılmakta ve kurulma mücadelesi vermektedir.
Kısaca Genç-Sen süreci ve bugünü
14
DİSK’in 11. Genel Kurulunda aldığı kararlardan biri de, gençliğin özel örgütlenmesi gerektiği ve dolayısıyla gençlik sendikasının kurulmasıydı. İlk süreçte DİSK’in gençlik sendikası (işçi gençlik, öğrenci gençlik, işsiz gençlik) kararında sendikanın örgütleneceği genç kitle üzerinde sınıfsal bir ayrım yapmaması tepkileri doğurduysa da, tartışmalar sonucu sendikanın örgütleneceği alan, salt öğrencilere indirgendi… Kendisini buradan besleyen sendika kurma düşüncesi, son zamanlarda dünya ülkelerinin (Fransa, Kanada, Avustralya gibi) öğrenci mücadelesinde, öğrenci sendikalarının etkin bir rol alması, bu kararı tetikleyerek sendika fikrinin eğrisiyle doğrusuyla ele alınmasını sağladı ve bu şekilde çalışmalara başlandı.
Küreselleşme olgusunun üniversitelerde en belirgin bir şekilde kendisini göstermesi, öğrenciler ile sermaye- devlet arasında ki müşteritüccar pozisyonunun keskinleşmesi, diplomalı işsizler ordusunun artması… vb üzere öğrencilerin de ekonomik ve sosyal haklarını aramak için örgütlenebileceği bir sendikanın yaratılma düşüncesi, ilk aşamada öğrenci gençliğinin sorunlarını, örgütlenme modeli tartışmasını tekrar gündeme taşıdı. Öyle ki, burjuva medya tarafından Genç-Sen’in sık sık dile getirilmesi ve Fransa’da CPE(*) yasasına karşı milyonların alanlara dökülmesini, öğrenci grevlerini örgütleyen sendikaların varlığı bu süreci hızlandırdı. Kuruluş başvurusunu 6 Mart’ta İstanbul valiliğine yapan Genç-Sen, çok sürmeden yapılan başvuruya karşılık olarak ‘kurulamazsınız’ cevabını aldı. İlk olarak Genç-Sen’in Muğla’da yayınlanan bildirisi “böyle bir sendika kurulamaz” gerekçesiyle yasaklandı. Daha sonra çeşitli illerde1 Mayıs hazırlığı yapan Genç-Sen’e emniyet karşı çıktı. 30 Nisan’da İstanbul Valiliği’nin yazılı açıklamasıyla durum netleşti. Tebliğe göre çalışma bakanlığı 2821 sayılı sendikalar, 4857 sayılı kamu görevlileri sendikalar, 2822 sayılı toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt kanunlarına göre, ”işçi ve işveren sendikası niteliği taşımayan, iş sözleşmesiyle bir işte çalışmaya, emek-sermaye ilişkisi içerisinde olmayan kişi ve grupların kurulup faaliyet göstermeleri mümkün gözükmemekte olup Genç-Sen’in kuruluş işlemleri yapılmamıştır” gerekçesi gösterildi. İç hukukta sorunla karşılaşan Genç-Sen çözümü dış hukukta arayacak. Türkiyeninde imzalamış olduğu uluslararası sözleşmeye göre; “herkesin hakkını arayabilmesi için sendikaya üye olma, sendika kurma hakkı var.” İçeriğini taşıyan yasadan faydalanılmaya çalışılıyor…
Genç-Sen üzerine biraz daha… Sendikaların örgütsel görevlerinden en önemlisi ve hedefi kitlelere ulaşmaktır. Çünkü doğaldır ki bir sendikanın var olabilmesi için ve üzerlendiği görevi yerine getirebilmesi için hakkını birlikte omuz omuza aradığı kitlesi olması gerekir. Dolayısıyla kitlelerle bağı güçlü olmayan, hedefi tabana ulaşmak olmayan ve aynı zamanda tabandan besleniptabanı besleme ilkesini benimseme-
yen kitle örgütünün sonu bilinmez bir şey değildir... Genç-Sen’in yola çıkma aşamasındaki şiarı “pasosu olan herkese sendika” idi. Bu slogan hepimizin onayladığı, kitlelere hitap eden bir slogandır. Bu sloganla üyelik koşuluna uyan tüm öğrencilere, kim olursa olsun, ekonomik ve sosyal hakkını arayabilmesi için sendikada örgütlülük çağrısı vardır. Fakat sendikanın işleyişi kâğıt üzerindeki tüzükten çok pratik faaliyetleriyle belirlenir. Kitlelere ulaşma noktasında bugün sendikada hala büyük eksiklikler vardır. Kuruluş tartışmaları süresince tartışmaların kitleye ulaşmasında GençSen yetersiz kalmıştır. Bu tartışmalar her zamanki devrimci demokratik kitle örgütlerinin öncüleriyle sınırlanmış, öğrenci kitlelerine yeterince ulaşamamış ve dolayısıyla öğrenci gençliğinin sendikayı sahiplenmesinde sorunlar yaratmıştır. Bu gelişmeler kendisini temsilcilik bağlamında da göstermiştir-gösteriyordur. Kurulma aşamasında kampanya çalışmalarının ve belli bir tabanın yaratılmadığı çoğu yerde temsilcilik seçimi, kapalı kapılar ardında ve seçim yapabilmek için yeterli kafa sayısının hazırlanması sonucu yapıldı... Dolayısıyla temsilcilik bölgelerinde “biz bir sendika kurduk temsilcisi de benim” benzeri komik söylemlerle insanlara sendika tanıtıldı. Temsilcilik konusunda çok önemli başka bir detay ise, temsil ettiği kitle ile merkez yönetim kurulu arasında organik bağın sağlanması. Temsilcilik, görevini sadece merkezin aldığı kararları, temsil ettiği kitleye ulaştırmakla sınırlandıramaz. Temsilcilik, merkezdeki tartışmaları, örneğin gündemle ilgili, sendika ve örgütsel çalışmalarla ilgili… vb. konuların tartışılmasını tabana yayacak ve tabandaki gelişmelerle merkezi harekete geçirecek olan organik bağdır. Böylelikle sendikada tabandan bir işleyiş gerçekleşir ve aynı zamanda kitlelerin politik gelişimine de katkı sağlanmış olur. Yıllardan beri öğrenci gençliğinin apolitikliği, gençliğin mevcut sistemin yaratmış olduğu gerici zihniyeti dolaysız olarak içselleştirmesi devrimci çalışmanın gerekliliğini büyük bir önemle vurgulamaktadır. Buradan, kendisine devrimciyim diyen herkesin üzerine alınmasını isteyerek ifade ediyoruz: Devrimci kitle örgütlerinin kendi içinde daralması ve bu örgütlerin dağınıklığı, bu örgütlerin hareketin ihtiyaçlarına cevap verememesi ve kendi içindeki kısırlaşması, kitlelerle bağının zayıflığı her zamankinden daha acil bir durumda hareketi canlandıracak, kitleler üzerinde dinamo görevi yapan bir tedavi sürecinin ve bir güç birliğinin zorunluluğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Ülkedeki sınıf hareketinin kendisi için değil de kendiliğinden olmasını, kitlelerin apolitik ve gerici zihniyete sahip olmasını etken göstererek örgüt çalışmasının yetersizliğini ve güç kaybını meşru göstermeye çalışmak
sonu gelmişliğin belirtisidir. Bugün kitlelerin kendiliğindenci olmasında da, zihniyetinin gerici ve apolitik olmasında da devrimcilerin büyük sorumluluğu vardır. İşte bu sebeptendir ki devrimci kitle örgütleri teorik ve pratik çalışmalarını işleyen demir misali düzene koymaları ve aynı zamanda bir güç birliği oluşturmaları gerekmektedir. Öncelikle şunu söylemek gerekir; öğrenci hareketinin temelini tamamen Genç-Sen’e bağlayan veya örgütlenme çalışması bağlamında Genç-Sen’i tamamen reddeden bir anlayış bizce kısır bir anlayıştır. Genç-Sen, öğrenci hareketinin yaratılmasını sağlayan araçlardan bir tanesidir. Fakat en önemli ayrımlardan birini de yapmak zorundayız, GençSen bir öğrenci sendikasıdır. Daha önce öğrenci sendikasıyla ilgili deneyimi olmayan bir ülkede bu alana ilişkin sendikal çalışma yapmak, bu cümleyi vurgulamayı gerektiriyor. Çünkü sendikal çalışma ile parti çalışması birbirine karıştırılması söz konusudur… Devrimci demokratik kitle örgütlerinin güç birliği kendisini kısmen de olsa Genç-Sen içerisinde gösteriyor fakat, sendikal çalışma ile parti çalışması arasında ayrım yapma konusunda yanlışlarıyla sendikal çalışmayı sekteye uğratarak egemenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar… Sendika, her türden insanı içinde barındıran, üyelerini ekonomik ve soysal taleplerini dile getiren bütünleştirici bir aygıttır. Sendika içerisinde, ekonomik-siyasi talepler tamamıyla denge içerisinde bir çalışma yürütülür. Yani ne sadece ekonomik talep ön planda durur, ne de sadece siyasi talep. Dolayısıyla Genç-Sen’in devrimci ve militan çıkısını beklemek yanlış olur. Gençlik hareketini politikleştirmek, eğitim sisteminin sorunlarından kopmak anlamına gelmemektedir. Gençliği politikleştirmek bir süreç ise, bu sürecin belirleyici halkasını eğitim sisteminin sorunları oluşturmaktadır. Bugün eğitimin temel sorunları ve bunun genel tanımı olarak ticari eğitim, sistemin temel sorunları ve saldırıları ile güçlü bağlar taşımakta, bunlar üzerinden ekonomik talerlerin mücadelesi ile politik taleplerin gelişim süreci ustaca birleştirildiği ölçüde bu sendika gerçek misyonu elde eder… Sonuç olarak; Genç-Sen amaç ve görevlerini doğru bir şekilde yerine getirebildiği ölçüde, öğrenci hareketlenmesinin yaratılmasında başarılı olacaktır. Bu noktada hepimizin sorumluluğu vardır. ✓ (*) Bu yasa, Fransa’da işveren, çalıştırdığı yirmi altı yaşından küçük işçileri, çalışmaya başladığı iki yıllık süre içinde keyfi uygulamalarla gerekçe göstermeden işten çıkarmasından yana sermayenin lehine bir yasadır… işçi sınıfı içinse yıkım anlamına gelir…
yeni dünya gençliği
Sınıf kavramı M
arx’ın teorisinin temel çıkış noktalarından biri, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı toplumların sömüren ve sömürülen sınıflara ayrılmış olması ve bu toplumların tarihinin ‘sınıf mücadeleleri tarihi’ olduğu tezidir. Peki, burada kullanılan sınıf kavramı nedir? Sınıflar nasıl oluşur? Sınıf mücadeleleri kimler arasında yapılır. Bu sorulara geçmeden önce üretim üzerinde kısaca duralım: Üretim için 2 esas öğenin bulunması gerekir. Birinci öğe topraklardan, madenlerden, makinelerden ve fabrikalardan oluşur. Bunlar üretim araçlarıdır. İkinci öğe ise emektir. Gerekli üretimi yapabilmek için üretim araçları üzerinden kullanılan işçiler, emeği oluşturur. Marx ve Engels’in sınıf kavramıyla ilgili birçok tespitleri olmasına rağmen, bir tanıma en yakın tespitleri şöyledir: “Tarihe materyalist bakış, üretimin ve onun yanında ürünlerin bölüşülmesinin toplumsal düzenin temeli olduğundan; tarihi olarak ortaya çıkan her toplumda ürünlerin paylaşımı ve onunla birlikte sınıflara ya da zümrelere bölünme biçimlerinde ki sosyal kademelenmenin, neyin nasıl üretildiğine ve üretimin nasıl paylaşıldığından yola çıkar.” Marx ve Engels sınıf kavramının belirleyici özelliklerini şöyle ortaya koymuştur: 1.Ancak geniş insan toplulukları sınıf oluştururlar. Küçük topluluklara sınıf denilmez. 2.Geniş insan topluluklarını sınıf yapan, o sınıf üyelerinin ekonomik durumudur. Bu ekonomik durum aynı zamanda o sınıf üyelerinin üstyapısal konumunu da belirler. 3.Sınıflar her toplumda neyin nasıl üretildiğine ve nasıl paylaşıldığına göre belirlenir. Bu bağlamda ortak özelliklere sahip olanlar, aynı sınıfın üyesidirler. Marx ve Engels'in düşüncelerini devralıp geliştiren Lenin ise sınıf kavramını şöyle açıklar: ”Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine (bu ilişkiler çoğunlukla yasalarla tespit ve Forumüle edilmiştir),emeğin toplumsal örgütlenmesindeki oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yolla göre birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, Eserler Cilt 29) Marx, Engels, Lenin, Stalin sınıf kavramını ekonomik çerçevede ele alınan, üretimdeki yerleri ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine göre birbirinden ayrılan insan grupları olarak açıklamıştır. Burada şuna dikkat
etmeliyiz; sınıf kavramı ideolojik ve siyasi düşünceye göre belirlenmemiştir. İdeolojik ve siyasi düşünce sınıfın belirlenmesinde etkili olsaydı, bugün işçi sınıfının çıkarlarını en çok düşünen komünistler, işçi sınıfından sayılırdı. Daha da ötesi eğer siyasi düşünce ve ideoloji sınıfın belirlenmesinde etkili olsa idi, bugün bütün dünyadaki işçilerin çok büyük çoğunluğunu da burjuvazi(üretim araçlarına sahip, sömüren sınıf) sınıfına dâhil etmek gerekirdi. Çünkü bugünkü haliyle işçi sınıfı üzerindeki egemen düşünce, egemen burjuvazinin düzenini kendi düzeni olarak gören ve onun çıkarını savunan düşüncedir. Fakat Marx’ın şu söylediklerini bu noktada vurgulamak gerekir: “Burada söz konusu olan, tek tek işçilerin ya da bir bütün olarak işçi sınıfının andaki hedef olarak ne düşündüğü değildir. Söz konusu olan, onun varlığının ne olduğu ve bu varlığına uygun olarak tarihsel açıdan neyi yapmak zorunda olduğudur. Onun hedefi ve tarihsel eylemi bu günkü burjuva toplumunun tüm örgütlenmesi içinde, onun yaşam şartları tarafından gözle görülür ve geri dönülmez bir biçimde belirlenmiştir.” Burada sorun şudur: bir, kendiliğinden sınıf vardır. Bir de kendisi için sınıf vardır. Kendiliğinden sınıf, ideolojik ve siyasi tavırdan bağımsız olarak, ekonomik konumundan kaynaklı sosyal kademeleşmede alınan yerle belirlenir. Dünya görüşü, milliyeti, siyasi düşüncesi, dini… vb ne olursa olsun, üretim araçlarına sahip olmayan ve yaşayabilmek için iş gücünü, emeğini satmak zorunda olan herkes işçi sınıfının parçasıdır. Bir işçinin komünist olması ya da faşist olması onu işçi sınıfının bir parçası olmaktan alıkoymaz. Bir bütün olarak işçi sınıfı, kendi sınıfının gerçek çıkarlarının ne olduğunu bilmediği ve savunmadığı, ölçüde, kendiliğinden sınıftır. İşçi sınıfının, burjuvazinin hâkimiyetinde uzun süre burjuvazinin çıkarlarını savunması ve kendi sınıf çıkarlarına aykırı işler yapması anlaşılır bir durumdur. Bir toplumda egemen düşünce, o toplumun egemenleri tarafından belirlenir. Eğer işçi sınıfı, gerçek çıkarlarının burjuvazinin devrilmesinde, kendi iktidarlarının kurulmasında ve bunun için komünist örgütlenmenin ve mücadelenin gerekliliğini kavradığında, işte tam da bu konumda sınıf, kendiliğinden olmaktan çıkar ve kendisi için sınıfa dönüşür. Kendisi için sınıf olma süreci, kendi sınıf çıkarlarının bilincine varma, örgütlenme ve örgütleme sürecidir. Bu süreç komünist devrimin dünya çapında zafer kazanmasına ve sınıf farklılığın tamamen ortadan kalk-
masına kadar sürecektir. Komünizmin amacı, toplumun ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıf ve katmanlara bölünme olgusunu ortadan kaldırmaktır. Bunun için ise ilk adım sömüren sınıfı yani burjuva sınıfını ortadan kaldırarak, sosyalist devrimi gerçekleştirmek. Peki, burjuva sınıfını ortadan kaldıracak olan nedir? Burjuva sınıfının ortadan kalkmasının tek yolu, onu hayatta tutan, varlığını sağlayan ekonomik temelleri ortadan kaldırmaktır. Burjuvaziyi sınıf olarak mülksüzleştirdiğiniz zaman, burjuvazi sınıf olarak varlığını yitirir. Fakat burjuvazinin sınıf olarak ortadan kalkması, sınıf mücadelesinin sonu değildir, olamaz. Sorun ekonomik temellerin ortadan kaldır-
G
makla çözülmüyor. Ekonomik temeller üzerinde yeşermiş düşünceler hala sürmektedir. Bu sadece burjuvazi için değil aynı zamanda işçi sınıfı için de geçerlidir. Lenin’in deyimi ile alışkanlığın korkunç gücü söz konusudur. Bunun dışında ülke içinde belli bir süre göz yumulmak zorunda kalınan küçük üretim, ekonomik olarak burjuvaziyi yaratma tehlikesini içinde barındırıyor. Sosyalist devrim sonrası proleter iktidarın, çevre emperyalist-kapitalist ülkelerden oluştuğundan saldırı ve sızma yoluyla yıkılma tehlikesi var. Burjuvazi kendisini sürekli var etmek isteyecektir. Tüm bu sebeplerden dolayı sınıf mücadelesi sürdürülmek zorundadır. ✓
Üniversiteler Sosyal Forumu gerçekleşti
enç-Sen’in organize etmiş olduğu “Üniversiteler S os y a l For u mu”(ÜSF) 18–19 Mayıs'ta yapıldı. Boğaziçi Üniversitesinde gerçek leşen 2 günlük etkinliğe 30 üniversiteden yaklaşık 500 kişi katıldı. Forumun birinci günü Hisar Kampüsünde gerçekleşti. Bu günde atölye çalışmaları ve alternatif derslere yer verildi. Birinci günde üç oturum gerçekleşti. İlk oturumda, “İşçi Sınıfı ve Öğrenci Hareketi Arasındaki İlişki", "Halkların Kardeşliği" ve "Özgür Yazılım" atölyeleri ile “Felsefe ve Tarih” alternatif dersleri yapıldı. “İşçi Sınıfı ve Öğrenci Hareketi Arasındaki İlişki” konulu panele Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç konuk oldu. Panelin gerçekleştirildiği gün Tuzla'da bir tane daha iş cinayetinin yaşanması, akşam saatlerinde geniş katılımlı tepki niteliğindeki yürüyüşün organize edilmesini beraberinde getirdi. İkinci oturumda, "Mesleklerde Dönüşüm", "Kentsel Dönüşüm", "Eğitimde Cinsiyetçi Uygulamalar" ve "Katılımcı Örgüt Modeli" atölyeleri ve “Ekonomi-Politik” alternatif dersleri yer aldı. Geniş katılımın olduğu, Ufuk Uras’ın sunum yaptığı “Ekonomi-Politik” konulu panelde, konu başlığından çok sınıf hareketi ve örgütlenme modeli üzerinde yo-
ğun tartışmalar gerçekleşti. Son oturumda ise "Öğrenci Gençlik Hareketi ve Öğrenci Send i k ası", "68’ in 40’ı ncı ve 78’in 30’uncu Yılı", "Eğitimdeki Büyük Açık: Açık Öğretim" ve "Üniversitelerde Kültür-Sanat Faaliyetleri" atölyelerinden ve "Kürt Dili ve Edebiyatı" alternatif dersinden oluştu. ÜSF programının ikinci günü ise, Uçaksavar Kampüsünde gerçekleştirildi. “Prof.Dr. Rıfat Okçabol, Dr. Özgür Müftüoğlu ve Genç-Sen üyesi bir yüksek lisans öğrencisinin sunumuyla “Eğitimde Neoliberal Dönüşümler” paneli gerçekleşti. ”Üniversitelerde Özgürlük ve Demokrasi Sorunu paneli ise saat 15.00'da Prof. Dr. İzge Günal, Prof. Dr.Tahsin Yeşildere ve Dr. Sibel Özbudun'un katılımıyla gerçekleştirildi. Genç-Sen olarak bir ilk olan ÜSF, ilk olmasına rağmen gayet verimli geçti. Katılımın az olması hem sendikal çalışmanın yetersizliğinden hem de birkaç üniversitede forumun, sınav dönemine denk gelmesindendi. Çeşitli üniversitelerden gelen öğrenciler kendi sorunlarını, sınıfın sorunlarını yani bir bütün olarak sistemin sorunlarını bu forum sayesinde tartışmaya ve çözüm aramaya çalıştı. ✓
15