AYLIK SİYASİ GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!
l HE
Ocak 2007/01 • FİYATI 2,50 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X107
• DÜNYA HALİ: 2006’dan 2007’ye kalanlar… • Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız mücadeleye! • “Hacı Aziz Papa”nın Türkiye gezisi ve ökümeniklik tartışmaları… • Sendikanın “s”sinden bile korkuyorlar • Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine bir kez daha • Gençlik geleceğidir dünyanın…
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli Okuyucu, Yeni yılın ilk sayısıyla tekrar beraberiz. Maalesef yeni yıla yine baskı, sömürü ve savaş koşullarında giriyor insanlık. Emperyalizmin barbarlığında değişen tek şey gün geçtikçe dozunun daha da artması oluyor. Tabi ki biz işçiler, emekçiler birleşerek her türlü baskıya ve sömürüye dur diyene kadar. 2007’de bu konuda önemli atılımlar yapmak kendi ellerimizde, yeter ki bu mücadeleyi kendi mücadelemiz olarak görelim. Bu anlamda biz 2007 yılında da “2000’li yıllar bolşevizmin olacak!” şiarını yüksek sesle haykırıyoruz, yetmez, bunun için bütün gücümüzle ve azmimizle mücadeleye sarılıyoruz! Başyazımızın başlığında buna vurgu yaparak “Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız mücadeleye!” dedik. Eski yılın kısa bir muhasebesini “Dünya Hali” bölümünde yaptık. Aralık ayı katliamların yoğun olarak protesto edildiği bir ay oldu. Biz buradan bir kez daha hem 19 Aralık katliamını hem de
İçindekiler Maraş katliamını lanetliyoruz ve katliamların hesabının devrimle sorulacağını haykırıyoruz. Unutmadık, unutturmayacağız! Bu sayıda işçi sayfalarımız yine dolu dolu. Fakat yine de okurlarımızı daha fazla yazı göndermeye çağırıyoruz. Bu konuda her okurumuz kendini bir muhabirimiz, bir yazarımız olarak görmelidir. Binlerce TANSAŞ işçisinin TezKoop İş’de örgütlenmelerini sevinçle karşıladık, böylece binlerce işçi sendikal mücadele ile tanışacak ve haklarını aramada daha da bilinçlenecektir. Fakat işçilerin sendikalaşması için imzalanan protokolde işçilerin bir dizi haktan mahrum bırakıldığını öğrendiğimizde buna öfkelendik. Bu konuda bir de eleştiri yazısı aldık. Bunun üzerine konu hakkında tam olarak bilgilenmek için sendika merkezi ile yazıştık ve sendikanın İstanbul 4 Nolu Şube Başkanı Osman Gürsu ile bir söyleşi yaptık. Tüm bu belgeleri bu sayımızda okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. Gençlerimiz “Gençlik geleceğidir dünyanın” diyorlar... Evet gerçekten de gençlik bu bilinçle yaklaşmalı ve dünyayı sömürüden, baskıdan kurtarma mücadelesine herkesten çok sahip çıkmalıdır. Son olarak, buradan tüm okurlarımızın yeni yılını devrimci coşkuyla kutluyor, yeni yılın sağlıklı ve başarılı geçmesini diliyoruz. YDİ ÇAĞRI, 04 Ocak 2007 •
GÜNDEM Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız mücadeleye! . . . . . . . . . . . . . 3 PANORAMA Sri Lanka: Barış görüşmeleri çıkmaz sokakta…. . . . . . . . . . . . . . 5 Venezüella: Chavez yine seçildi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “Hacı Aziz Papa”nın Türkiye gezisi ve ökümeniklik tartışmaları…. . . . . 8 Barış Anaları’ndan CHP’ye siyah çelenk . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Kürt sorunu, çözüm arayışları ve görevlerimiz! . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Yeni bir Enternasyonal yaratılmalıdır!. . . . . . . . . . . . . . . . . TANSAŞ işçisi artık sendikalı.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İşbirlikçi sendikacılığı engelleyelim, Tez-Koop-İş’e sahip çıkalım . . . . Tez-Koop İş Sendikası Genel Merkezi’nin Açıklaması . . . . . . . . . . Osman Gürsu ile Tansaş protokolü üzerine röportaj . . . . . . . . . Trakya Sanayi A.Ş. fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor!. . Sendikalaşma mücadelesinden, direnişlerden kısa kısa... . . . . . . . Eskişehir Tek-Gıda’da delege seçimleri yapıldı. . . . . . . . . . . . . Sendikalar ve halkların kardeşliği şiarı . . . . . . . . . . . . . . . . Tarihten bir yaprak. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Işsizlik sigortası fonu üzerine kısaca . . . . . . . . . . . . . . . . . Asgari Ücret: Ölmeye çok yaşamaya az! . . . . . . . . . . . . . . . . 2007 bütçesine karşı emekçiler iş bırakarak alanlara çıktılar . . . . . . Kazanan SCT işçisi oldu!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Devrimcilik sizin neyinize?!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI Sendikanın “s”sinden bile korkuyorlar . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Kapitalizm öldürür!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Tarsus’ta “Kadına Yönelik Şiddet“ konulu etkinlik. . . . . . . . . . . . 14 DÜNYA HALİ: 2006’dan 2007’ye kalanlar…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine bir kez daha. . . . . . . 17 Bir kez daha fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine. . . . . . . 18 19 Aralık katliamı protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 YENİ GENÇLİK DÜNYASI Gençlik geleceğidir dünyanın… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 Sermayenin kıskacında gençlik ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 107 · Ocak 2007 • ISSN 1301-692X107 • Fiyatı: Türkiye: 2,50 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.com www.ydicagri.com
EK:1 EK:2 EK:2 EK:2 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:6 EK:6 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8
gündem
2007’YE GİRERKEN:
Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız mücadeleye! BARBARLIĞA KARŞI SOSYALİZM İÇİN… ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ İÇİN… İŞİMİZ İÇİN, AŞIMIZ İÇİN, GELECEĞİMİZ İÇİN… İNSANCA YAŞAMAK İÇİN… KENDİ TALEPLERİMİZ TEMELİNDE ÖRGÜTLENELİM, MÜCADELE EDELİM!
B
ir yılı daha geride bıraktık. Geride bıraktığımız yıl içinde bir çok gelişme yaşandı. Ancak emperyalizm ve dünya halkları açısından, ülkelerimizde işçiler, emekçiler açısından özde değişen bir şey olmadı. Dünya çapında yaşanan gelişmelerin gösterdiği gerçek, emperyalizmin barbarlık olduğu ve dünyayı barbarlık içinde çöküşe götürdüğüdür. Örnek mi? İşte Irak’a yönelik savaş örneği... Emperyalistler demokrasi götürme adına Irak’ı işgal ettiler. Bu işgal savaşı sırasında 100-200 bin arasında Iraklı bombardıman altında öldürüldü. Irak’ın alt yapısı yerle bir edildi. Faşist Saddam rejimi devrildi,
yerine emperyalistlerin denetimi ve desteğinde yeni bir yönetim kuruldu. Ancak sonuçta bu iktidar değişikliğinin Irak halklarına bir yararı olmadı. 2007 yılı kendinden önceki yıldan Irak toprakları üzerinde yürüyen işgale karşı bir savaşı ve bu savaşı ezmek için yürüyen bir savaşı devralıyor. Bu öyle bir savaş ki, kimi verilere göre günde ortalama 100 insan yaşamını yitiriyor. Ve Irak hızla iç savaşa doğru sürükleniyor! Yeni yönetim devrik diktatör Saddam’ı yargılayarak idam kararı verdi. Ancak düne kadar Irak halklarının celladı olan faşist Saddam şimdi özellikle Arap halklarının ezilenlerinin gözünde neredeyse bir kahraman! İşgalci emperyalist güçlerin sayesinde faşist BAAS’cılar, dinci faşist El Kaide’ciler şimdi dünya ezilenlerinin çoğunun gözünde özgürlük savaşçısı… Emperyalist barbarlık, bu barbarlığın ürünlerinden birisi olan Irak işgali, karşı barbarlığı doğuruyor, güçlendiriyor. Özde değişen birşey yok!
İşte Afganistan’da süren işgal örneği...
Afganistan da bombalandı, işgal altına alındı. Bunun nedeni de emperyalistler tarafından uluslararası terörizmin destekçisi dinci faşist Taliban rejiminin yerine, özgürlük ve demokrasi getirmek olarak gösterildi. Ve Afganistan bu amaçla barbar bir savaşın sonunda işgal edildi. Taliban rejimi yerine emperyalist güçlerin denetim ve desteğinde yeni bir rejim kuruldu. Ama kurulan yönetim öyle bir yönetim ki, Afganistan halkının hiç de küçümsenmeyecek bir bölümü Taliban rejimini özlemle anıyor. Ve bu arada emperyalistlerin işgali sonucu yönetimden uzaklaştırılan Taliban güçleniyor. Bunun böyle olması gayet anlaşılır; çünkü yığınlar emper ya listler eliyle demokrasi getirme laflarının boşluğunu gördüğü yerde, işgale karşı ülke bağ ı msızlığ ını sav unma pozisyonundaki dinci gericileri yeğliyor. Afganistan’ın hiç bir zaman kontrol altına tam alınamamış olan güneyi şimdi Taliban’ın kurtarılmış alanı durumunda. Afganistan’da yaşanan da Irak’ta yaşananla bir noktada benzerlik gösteriyor: Bir yanda İslam köktendincileri, öbür yanda demokrasi maskesi ardına gizlenmiş emperyalistler. Aradaki fark, birincilerin şimdi ezilen, işgal edilen bir ülkenin bağımsızlık savaşçıları konumunda olması!!! Kısaca Afganistan’da da barbarlık barbarlığı doğuruyor, körüklüyor, güçlendiriyor. Özde değişen bir şey yok!
yaşarken, diğer yandan ama emperyalist metropollerde işsizlik ve yoksulluk artıyor. Bir yandan küçük bir azınlığın zenginliği artarken, diğer yandan dünya nüfusunun çoğunluğu yarın ne yiyeceğini düşünüyor! Bir yandan küçük bir azınlık yaratılan zenginliğin büyük bir bölümüne el koyarken diğer yandan bütün dünyada açlık ölümlerinin sayısı artıyor. Barbarlığın bir yüzü de böyle dünya üzerinde… Özde değişen birşey yok!
Barbarlık diğer yandan yüzünü yaşam temellerini yok ederek gösteriyor. Emperyalistler, daha fazla kâr, en fazla kâr elde etmek için doğayı talan ediyor, dünyayı yaşanmaz hale getiriyor. Emperyalistler ‘en fazla kâr’ bakış açısından hareket ettikleri ve buna uygun davrandıkları için, onların doğal dengeleri gözetmek diye bir dertleri yok. Doğanın katli, tahribatı konusunda gelinen noktayı kendileri bile kabul etmek zorunda kalıyorlar. Örneğin Kasım başında İngiltere hü-
kümetinin verdiği bir araştırma siparişi üzerine üç yıl önceye kadar Dünya Bankası’nın baş ekonomistlerinden biri olan Nicolas Stern başkanlığındaki bir grup bilim adamı ve bilim kadınının hazırladığı “Dünya İklim Raporu” açıklandı. Buna göre iklim değişikliği ile global olarak dünya ısısının yükseldiği artık olgu. Bunun sonuçlarını da her gün yaşıyoruz. Çözüm? Çözüm yok! Bu anlamda özde değişen bir şey de yok!
Dünyada durum böyle… Peki ya Türkiye’de? Kağıt üzerinde değişen çok şey var. Yasaların AB’ye giriş için AB’ye uyumlu hale getirilmesi süreci içinde yasal düzeyde çok şey değişti. Fakat uygulamada değişme, yasaların hızına uygun değil. Yine ülkenin bir alanı savaş alanı. Orada kağ ıt üzerinde ka lk mış olan olağanüstü hal ve askeri yönetim bütün barbarlığı ile sürüyor. Zindanlarda hak elde etmek için insanlar ölüme yatmak zorunda bırakılıyor. İşkence, faili meçhuller, gö-
2007’ye girerken dünya üzerinde emperyalizmin barbarlığı savaşlarla, işgallerle sınırlı değil... Bugün dünyada iki ayrı dünya var: Birisi varlıklıların dünyası, diğeri yokluğun, yoksulluğun dünyası… Dünyada bir yandan zenginlik artarken yokluk, yoksulluk da artıyor. Bir yandan emperyalist devlet ve tekeller son yılların en kârlı dönemini
gündem zaltında “kaybetme” olayları sürüyor. Yayın organları yasaklanıyor, toplatılıyor, gazeteciler, yayıncılar, koğuşturmalara uğruyor; cezalar alıyor, zindanlara atılıyorlar vs. vb. Barbarlık sürüyor.
Barbarlık her alanda… Barbarlık milyonlarca işçinin, emekçinin ekmek kavgasında…
İşsizliğin, aşsızlığın giderek yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Tüm kalkınma, büyüme hızının yükselmesi laflarına rağmen işçilerin, emekçilerin alım güçleri düşüyor. Onlara reva görülen ölmeye çok, yaşamaya az bir ücretle yaşamak… Buna yaşamak denirse tabii! İşçilerin her gün işlerini kaybetme korkusu altında yaşamaları ve bu baskı ile ücret artışlarının, sosyal haklarının kısıtlanması karşısında sessiz kalmaları, birçoğunun taşeron firmalar tarafından alabildiğine ve çok düşük ücretlerle çalıştırılmaları, kadın ve çocuk emeğinin haydutça çok ucuz bir şekilde sömürülmesi Türkiye’nin gerçekliği. Kısaca barbarlık milyonlarca insanı yakından ilgilendiren iş hayatında! Ve özde değişen bir şey yok! Özde değişen birşey yok, çünkü Türkiye’de de bir avuç asalağın keyfi yerinde, onların yoku yok. Dünya çapında dolar milyarderleri listesi içinde 23 Türk patronunun da adı yer alıyor! Ama diğer yandan yoksulluk artıyor. Bir işyeri için binlerce insan kuyruğa giriyor! Ve durum bu iken sessiz ve sömürülen çoğunluğun sesi soluğu çıkmıyor. Barbarlık karşısında, yokluk, yoksulluk, açlık ve işsizlik karşısında susuyorlar. Ve susmak barbarlığa çözüm değil! Barbarlık sadece iş ve çalışma alanında değil. Sadece çalışanı etkilemiyor, toplumun hemen her alanında barbarlığın çeşitli görüntüleriyle karşılaşmamız mümkün. Örneğin bu toplumda gençlerin geleceği yok. Gençlik geleceksiz. Gençlerin olmadığı gibi yaşlıların da bu toplumda bir beklentileri yok. Onları bekleyen mezarda emeklilik, yoksulluk içinde ölüm. Sağlık, ulaşım, eğitim, konut… alanları tam anlamıyla kaos. Bunlar en iyi ihtimalle, siyasetçilerin ağızlarında, “Çözeceğiz, yapacağız…” diye çiğnedikleri sakızdan başka bir şey değil. Ama çözüm yok! Değişen bir şey yok! Çünkü egemenlerin bu tür sorunları çözmek diye bir dertleri yok. Bunları çözmek demek hizmet ettikleri sınıfın, yani zenginlerin, yani sermaye sahiplerinin çıkarlarını zedelemek anlamına geleceği için ve bu da kendilerinin varlık nedenleriyle çeliştiği için bu sorunları sorun bile yapmıyorlar. Hayır, onlar bu tür sorunlar yerine şimdi kendi aralarında iktidarı ele geçirme mücadelesi veriyorlar. Sonuçta görüntüsü, AKP hükümeti ile yerleşik devlet iktidarı arasındaki mücadele olarak yansıyan mücade-
lede birinciler, sahtekârca demokrasi bayrağına, sivilleşme bayrağına sarılıyor; ikinciler ise yine sahtekârca bağımsızlık, antiemperyalistlik, laikçilik bayrağına sarılıyor. İktidar dalaşının gerçek tarafları TÜSİAD içinde örgütlenen özel sermayeli büyük burjuvazi ile, devlet iktidarını elinde bulunduran bürokrat devlet burjuvazisi, onun en temel kurumu ordu. Şimdilik iktidar mücadelesi uzlaşmalarla yürüyor ve ama giderek sertleşiyor. Yürüyen iktidar dalaşı açısından 2007 yılı belirleyici önemde bir
yıl olacak. 2007 yılı içinde iktidar dalaşının önemli unsurlarından birisi olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Yine iktidar dalaşı parlamento seçimlerinde sürecek. Biz, işçiler, emekçiler açısından girilen 2007 yılının belirleyici özelliği bu iktidar dalaşında her iki tarafın da bizleri kendi çıkarları için kendi kuyruklarına takma çabasının yoğunlaşması olacak. Her iki taraf da bize ihtiyaç duyuyor, bizim taraf olmamızı istiyor, taraftan öte kendi kuyruğuna takılmamızı istiyor. Çünkü bizim oyuna girmemiz, bizim bir taraftan
yana tavır koymamız onların konumlarını iktidar dalaşında güçlendirdiği gibi onların iktidarlarını, sistemlerini, temellerini sağlamlaştırıyor; onları meşru hale getiriyor. Bu yeni bir şey de değil. Onlarca yıldır durum bu: Egemenler meşruiyet için, iktidarlarının sağlamlaşması için, sistemlerinin sürmesi için bizden hep taraf olmamızı istediler, kendi taraflarında yer almamızı istediler. Ve biz de buna uygun davrandık… Böyle davrandığımız için biz ezilenler, sömürülenler açısından özde birşey değişmedi, değişmez de. Bizim sessizliğimiz, suskunluğumuz onların kuyruğunda yeralmamız onları güçlendirmekten, onların sistemini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı, yaramazdı da. Durum böyle iken bizim bunlara destek vermemiz ne kadar doğru? İşçiler, emekçiler artık şunu söylemek zorundadır, söylemelidir: “Hayır biz, sizin kuyruğunuzda, sizin tarafınızda yer almayacağız! Bizim kendi tarafımız var. Bizim, işçilerin, emekçilerin kendimiz için yapmamız gereken şeyler var. Kendimiz için mücadele etmemiz gerekli. Ve bu mücadeleyi vereceğiz!” Söylenmesi gereken bu. Ve buna uygun hareket edilmesi, mücadele verilmesi gerekli. Emeğin tarafı için, emeğin egemenliği için mücadele, emekçilerin kendi sınıflarının çıkarları için mücadele! Kısaca devrim için, yeni bir toplum, sosyalist toplum için mücadele! Verilmesi gereken mücadele bu. Bizi, işçileri, emekçileri sömürüden, zulümden kurtaracak olan mücadele böylesi bir mücadeledir. Emperyalist ve faşist barbarlığa dur diyecek, onu dünyadan ve ülkelerimizden kaldırıp atacak olan birleşmiş dünya işçi sınıfının mücadelesidir. Bize özgürlüğü getirecek olan, bize gerçek demokrasiyi getirecek olan mücadele böyle bir mücadeledir. Ulusal haklarımızı kazanmamız, kadınlar üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmamız, gençliğin geleceğini kazanmamız, insanca yaşamamız ancak böyle bir mücadele ile gerçekleşebilir. Bunun nasıl olduğunu, neler kazandırdığını 90 yıl önce 1917’de Sosyalist Ekim Devriminin bayrağını göndere çeken Rusya proleteryası ve halkları buzu kırıp yolu açarak bize gösterdiler. Bu mücadele için bugünden kavramamız gereken bizim kendi hedeflerimizin olduğu, bu hedef lerimiz doğrultusunda mücadele perspektifimizin olduğudur. 2007 yılına girerken sahiplenmemiz gereken, mücadele etmemiz gereken kendi taleplerimizin yeraldığı kendi gündemimiz, kendi ajandamız var. 2007 yılında da taleplerimiz uğruna mücadele, bu mücadele için örgütlenmek, örgütlenmek ve yine örgütlenmek gerek. Barbarlıktan kurtuluşun başka bir yolu yok. 24 Aralık 2006 ✓
panorama
PANOR AM A
Barış görüşmeleri çıkmaz sokakta…
S
özkonusu ettiğimiz barış görüşmelerinin ne olduğunu hatırlatmak için Sri Lanka’da yaşananları kısaca anlatmak gerekiyor. Sri Lanka’da özellikle 1983’ten sonraki süreçte Tamillerin ulusal hakları için verdiği mücadele ve bu mücadeleye Sri Lanka devleti ve egemenlerinin saldırıları, ülkede yıllarca bir iç savaşın yaşanmasına yol açtı. Tamillerin ulusal hakları için verdiği mücadeleye karşı Sri Lanka egemenlerinin tavrı, Türkiye’de Türk devletinin Kürtlere karşı tavırlarına benzer tavırlardır. Ülkede çatışmalar sürerken, uluslararası güçler “barışı” sağlamak amacıyla araya girdi. Özellikle İsrailFilistin arasındaki Oslo Anlaşması’nı sağlayan Norveç, Tamillerle Sri Lanka yönetimi arasında da arabuluculuk rolüne soyundu. Bu süreçte emperyalist dünyanın egemenleri, ulusal haklar için mücadeleleri sonlandırmak amacıyla, Filistin-İsrail arasındaki anlaşmayı, ya da Güney Afrika’da ezen beyazlarla ezilen siyahlar arasındaki anlaşmayı, ulusal sorunun çözümü için örnek olarak gösterdiler. Ezilen halkları kandırmanın araçlarında, kapitalizmin varlığını koruduğu, burjuvazinin iktidarını sürdürdüğü koşullarda, ezenlerle ezilenler arasındaki anlaşmalarla sorunun çözüleceği sahtekârlığı, yalanı da vardı. Bu konuda kısa bir süre de olsa başarılı da oldular. Özellikle milliyetçi siyasi çizgi temelinde ulusal mücadele veren kimi örgütler, yıllarca verdikleri silahlı mücadeleyi terkedip yönlerini burjuvazi ile anlaşma siyasetine çevirdiler. Uluslararası düzeydeki bu yönlü gelişmeler Sri Lanka’da Tamil halkının ulusal kurtuluşu için mücadele verdiğini söyleyen ve 1983’ten beri de silahlı mücadele yürüten Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları’nı (LTTE) da etkisi altına aldı. Norveçli temsilciler arabuluculuk rollerine 2000 yılında başladılar. Özel görevli Erik Solheim den Vanni 31 Ekim 2000 tarihinde LTTE temsilcileriyle de bir araya geldi ve LTTE’den sorunu barış görüşmeleriyle çözmekten yana olduğu sözünü alarak işine devam etti. 2002 yılına gelindiğinde bu çaba-
- SRİ LANKA lar meyvesini vermeye başladı. Önce 22 Şubat 2002 tarihinde ateşkes ilan edildi, ardından da 16 Eylül 2002’de resmi barış görüşmeleri başladı. Sözkonusu barış görüşmeleri dört tur sürdü ve 9 Ocak 2003 tarihinde anlaşma ile sona erdi. Bu anlaşmaya göre LTTE’nin Tamillerin kendi toprakları üzerinde bağımsızlığını sağlamak amacıyla verdiği silahlı mücadele durdurulmuş, savaş sona erdirilmişti. Fakat asıl meselenin, yani Tamillerin ulusal haklarına kavuşması meselesinin nasıl çözüleceği belli değildi. Bu anlaşma sürecinde LTTE yaptığı açıklamalarla ayrı bir devlet kurma hedefinden vazgeçtiklerini, geniş bir özerklikle kendi kaderlerini tayin etmeyi hedeflediklerini ilan etmişlerdi. Sri Lanka yetkilileri de devletin bütünlüğünü koruma koşuluyla Tamillere kimi özerklik haklarını vermeye sıcak baktığını açıklamıştı. Sonuçta çerçevesi belli olmasa da federal bir yapı üzerinde anlaşmış görünüyorlardı. Yerel yönet i m lerde yet k i ve LTTE’nin silahsızlandırılması meseleleri de tartışmanın üzerinde yoğunlaştığı ama açık bir cevap verilmediği meselelerdi. Bunlar ama çözülmediği sürece, barış anlaşmasının uzun sürede başarılı olması mümkün değildi. Bu anlaşmanın Tamil ulusal sorununu çözemeyeceği de bizim için açıktı. Sözkonusu görüşmelerin ve anlaşmanın değerlendirildiği 7 Şubat 2003 tarihli yazımızda şu tespiti yapmıştık: “Sri Lanka hükümetiyle Tamil gerillaları arasındaki bu anlaşma da, burjuvazinin iktidarının, kapitalizmin varlığını sürdürdüğü koşullarda ulusal sorunun gerçek çözümünün mümkün olmadığını ispatlayan örneklerden biridir.” (sayı 65, sayfa 26) Evet, bu tespiti yaptığımız tarihten sonraki gelişmeler de düzen içi anlaşmaların ulusal sorunu gerçekte çözemeyeceğini yeniden ispatladı.
ANLAŞMA SONRASI KİMİ GELİŞMELER… Anlaşma sonrası dönemde Sri Lanka’ da üç hü kümet değ işti. LTTE’nin lideri Prabakharan’ın 2006 Kasım ayı sonlarına doğru yaptığı
konuşmada dediği gibi: “Hükümetin değiştiği her seferinde barış güvercini bir kafesten diğer kafese girdi, ama asla serbest uçamadı.” (www.tamilpress.com) Bu tespit durumu ifade etmek için yapılan hem güzel hem de doğru bir tespittir. Ateşkesin hâlâ resmen yürürlükte olduğu yaklaşık 5 yıllık süreçte, Tamillerin hiç bir temel talebi yerine getirilmedi. Sorunlarının çözümü yönünde adımlar atılacağına, barbarca saldırılar, ölüm ve tahribatlara maruz bırakıldılar. Yina Prabakharan’ın dediği gibi, Sri Lanka yönetimi Tamilleri kendi ülkesinde esir olarak tutmakta, gıda gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek ulaşım yollarını kapatmakta, askeri kamplar kurmakta, dikenli tellerle çevirmekte ve bölgeyi “kolektif işkence” alanına çevirmektedir. Sri Lanka yönetimi gelinen yerde de Tamil ulusal sorununu askeri yöntemlerle, yani LTTE güçlerini yok ederek, ya da yenilgiye uğratarak çözmekten yana olduğunu pratik tavırlarıyla ortaya koymaktadır. Ocak 2003 başında sağlanan anlaşma, aslında federe bir yönetimin somut olarak nasıl olacağı, yerel yönetimde yetkilerin sınırlarının nasıl belirleneceği, LTTE’nin nasıl ve ne zaman silahsızlanacağı vb. meselelerini görüşmenin başlangıcıydı. Barış görüşmelerinin anlaşmaya uygun sonlandırılması için destekçi güçler –ABD, AB, Japonya, Norveç– ise esasta Sri Lanka yönetimini destekleme durumunda. Norveç arabulucu olarak tarafsız olmaya çaba gösterse de, ABD, AB ve Japonya istedikleri gibi oynuyorlar. Görüşmelerin en başta eşit güçler arasındaki görüşmeler olmadığı açıktı. Anlaşma sağlandıktan birkaç ay sonra –Mart-Nisan 2003– görüşmeler donduruldu. 2004 yılı sonundaki Tsunami felaketine kadarki süreçte taraflar görüşmelerin dondurulması ve ilerleme kaydedilmemesinin sorumlusu olarak karşı tarafı gösterdi. Gerçekte ise esas sorumlu ve suçlu Sri Lanka egemenleriydi. LTTE, Sri Lanka egemenlerinin tüm saldırılarına, oyunlarına rağmen ateşkese uygun davranmaya çalışmış ve her seferinde barış görüşmelerine hazır olduğunu açıklamıştı.
Bu süreçte Sri Lanka egemenleri arasında LTTE ile görüşmelerin sürdürülüp sürdürülmemesi, Tamillere sınırlı da olsa özerklik tanınıp tanınmaması bağlamında çelişkiler kızıştı. Bunun da sonucu olarak üç yönetim değişikliği yaşandı. Hükümette yer alan kimi örgüt, partiler açıkça Tamillerle görüşmeleri reddediyordu. Tsunami felaketinin Sri Lanka’daki etkisinin üçte ikisi Tamil bölgesinde kendisini göstermişti. Yani zararın büyük bölümü Tamil bölgesinde yaşanmıştı. Devlet, uluslararası düzeyde yapılan yardımı Tamil bölgesine vermedi. LTTE hükümet yetkilileriyle Tsunami kurbanlarına ortak çalışmayla yardım etmeyi önerdi, çok sonradan anlaşmaya varıldı. Fakat anlaşma uygulamaya bile geçirilmeden hükümette yer alan ve Halk Kurtuluş Cephesi de denen Janatha Vimukthi Peramuna (JVP) –kimileri bunları Maoist olarak da görüyor, ama bunlar öncelikle egemen ulus şovenisti tavırlara sahipler– hükümetten çekildi ve sorun mahkemeye götürüldü. Yüksek Mahkeme Tsunami yardımı bağlamında Tamil bölgesine yapılacak yardımı içeren anlaşmayı iptal etti ve Tamil bölgesi hâlâ Tsunami yardımı bekliyor… Bu konudaki tartışmalar sürerken 2005 Ağustos ayında Dışişleri Bakanı öldürüldü, sıkıyönetim ilan edildi, daha sonra da başkanlık seçimi gündeme geldi. 19 Kasım 2005 tarihindek i seçimleri Mahinda Rajapakse kazandı. Rajapakse seçim kampanyasında o dönemki Başkan Kumaratunga’nın tavrının tersine, ateşkes anlaşmasını gözden geçirme, Tamil bölgesine Tsunami yardımını yapmama, Norveç’in arabuluculuk rolünü gözden geçirme ve federe bir yönetim anlayışının tersine devletin merkezi olarak yönetiminin korunmasının propagandasını yaptı. Rajapakse’nin başkan seçilmesinden sonraki süreçte de çatışmalar, Tamil bölgesine saldırılar giderek çoğalmaya, yoğunlaşmaya başladı. Pratik uygulamalarıyla Rajapakse Tamillere özerklik verilmesini de dıştalayan, ateşkes anlaşmasını ortadan kaldıran bir siyasetin uygulayıcısı durumundadır. O bunu yaparken, başta ABD em-
panorama
peryalizmi olmak üzere AB ve Japon emperyalist güçleri de esasta “terörizme karşı mücadele” adına Sri Lanka egemenlerinin destekçisi durumundadırlar. ABD emperyalizminin LTTE’ye karşı tavrı ABD emperyalizminin kimi temsilcilerinin açıklamalarında gizlenmeden ortaya konuyor. Örneğin 16 Mayıs 2006 tarihinde yapılan bir basın toplantısında ABD’nin Sri Lanka ataşesinin açıklamasında şunlar söyleniyordu: “Eğer LTTE şiddet yolunu seçerse olumsuz yaptırımları olacaktır… Eğer Tamil Kaplanlarının aklına hükümete karşı bir askeri saldırı yapmak gelirse, biz ABD olarak Sri Lanka ordusunun daha güçlü olması için gerekeni yaparız.” (www.wsws. org) Arkasındaki bu güçlerin desteğinin bilincinde olan Sri Lanka egemenleri, Şubat 2006’da hükümet ve LTTE temsilcileri arasında yaklaşık üç sene sonra gerçekleşen ilk görüşmede, görüşmelerin sürmesi konusunda hemfikir olduğunu açıklasa da, pratik tavırlarıyla görüşmeleri imkansız kılan saldırılarını sürdürdü. Bu saldırılar sonucu, Nisan ayında yapılması planlanan görüşmeler LTTE’nin erteleme tavrıyla gerçekleşmedi. Bu arada ABD emperyalizminin Mayıs ayı başında açıkça AB’den LTTE’yi “terörist örgütler listesi”ne almasını talep etmesiyle, AB, 30 Mayıs’ta yapılan açıklamayla LTTE’yi “terörist örgütler listesi”ne aldığını açıkladı. Bu açıklama sonrasında Sri Lanka yönetiminin Tamil bölgesine ve LTTE’ye karşı saldırıları açık bir savaş haline dönüştü. Karadan, havadan, denizden… tüm yollardan Tamil bölgesi bombardıman edildi, topa tutuldu. LTTE’nin denetiminde bulunan kimi yerler işgal edildi. Yapılan kimi açıklamalara göre Nisan ayı ile Kasım ayı arasındaki süreçte 3500 civarında insan yaşamını yitirmiştir. 200.000’den fazla insan evini-barkını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu, kimi yerlerde Sri Lanka ordu güçlerinin göçmen kamplarına saldırılarıyla yeniden göçe de dönüşmektedir. Binlerce insan, deniz yoluyla Hindistan’a kaçmaya çalışmaktadır. Sri Lanka yönetiminin Tamil bölgesine ambargosu, ulaşım yollarının kapatılması gibi, içme suyunun kesilmesi gibi yaptırımlarla da sürdürülmektedir. Yüzbinlerce insanın Tsunamiden dolayı evsiz barksız kalması da egemenlerin umrunda değil. Onlar tam da içinde bulunulan zor koşulları LTTE güçlerini yok etmek, bunu gerçekleştiremediklerinde de onları kitlelerden tecrit etmek için kullanmaya çalışmaktadırlar. Eylül ayı başında Sri Lanka yönetimi Tamil Rehabilitasyon Örgütü (TRO) adlı yardım örgütünün bankalardaki hesaplarına, paralarına el koyma yönlü bir karar aldı. Bu karar güya 19 Ağustos’ta ABD’de sekiz kişinin yakalanması ve onların
LTTE’ye mali yardım sağladığı iddiasına dayandırılmaktadır. Sri Lanka yönetimi böylece “terörizme karşı mücadele” adına LTTE’nin mali kaynaklarını kurutmaya çalışmaktadır. Ama sözkonusu yardım örgütü TRO, BM’nin de yan örgütlerinin içinde bulunduğu uluslararası yardım örgütlerinin desteğine sahip, para kaynağını onlardan edinen; Tamil Bölgesinde ise etnik ve inanç ayrımı yapmadan ihtiyacı olan herkese yardım eden bir örgüt durumundadır. Aslında bu örgütün LTTE’ye yardım ettiği konusunda sadece şüpheleri var. Bu da “önleyici önlem” olarak böylesi kararların alınmasına yetiyor… Birkaç kez ertelendikten ve Oslo’da yapılması planlanan görüşmenin de son anda iptal edilmesinden sonra 28-29 Ekim tarihlerinde gerçekleşen görüşmeden herhangi bir sonuç çıkmadı. Tamil bölgesine ulaşım yolunun açılması talebi bile hükümet yetkilileri tarafından reddedildi. Yeniden görüşmek için tarih bile belirlenmedi. Görüşmelerde “sıfır gelişme” yaşandığını tespit eden LTTE temsilcisinin ve LTTE önderi Prabakharan’ın da tespit ettiği gibi, “barış delegasyonu, savaş yürüteceklerini ilan eden insanlardan oluşan” bir muhatapla barış görüşmelerini sürdürmek olanaksızdır. Bu gelişmelerden sonra, 25-27 Kasım günlerinin “Heroes Day” olarak hatırlanması döneminde konuşan Prabakharan, yukarıda da yer yer aktardığımız 31 Ekim 2000 tarihinde başlayan “barışyolculuğu”nun bir özetini yaptıktan sonra şunları söyledi: “Şimdi herşey apaçık ortada, Sengalci Yönetim Tamil ulusal sorununa asla adil bir çözüm getiremez. Bunun sonucunda da biz artık, güvenimizi imkansız olana bağlama ve eski, yararsız olan aynı yolda yürümeyi sürdürmeye hazır değiliz. Sengal şovenizminin uzlaşmaz tavrı bize Tamil Elam Halkı için bağımsız bir devletten başka bir olanak tanımıyor. Uluslararası Birlik’ten ve dünya ülkelerinden, bizim haklılığımızı, özgürlük mücadelemizi tanımalarını istiyoruz.” (www.tamilpress.com, serbest tercümesi bize ait) Prabakharan’ın barış görüşmeleri yoluyla Sri Lanka egemenlerinin Tamil ulusal sorununa çözüm getirmeyeceğini görmesi, belki de olumlu olan tek gelişmedir. Fakat, LTTE’nin milliyetçi ve evet son dönemdeki reformist, sistem içi çözüm arayışlarına ağırlık verdiği gerçeğine baktığımızda, bu tespitinin siyasetlerinde özde bir şey değiştireceğini söylemek fazla iyimser bir tavır olacaktır. LTTE’nin milliyetçi, reformist siyasetinde bir şey değiştirmesini beklemiyoruz. Ama, bu siyasete rağmen, silahlı mücadelenin, emperyalist güçlerin de desteğine sahip Sri Lanka egemenlerinin zorlaması sonucunda şiddetlenmesi, ve evet ar-
tık sadece kâğıt üzerindeki ateşkesin resmen de bitirilmesinin tüm koşulları mevcuttur. LTTE sistem içi mücadele anlayışını terketmediği ve milliyetçi çizgisinden uzaklaşmadığı; değişik ulus ve milliyetlerden Sri Lanka işçi ve emekçilerinin desteğini kazanmadığı sürece Tamil ulusal sorununu çözme hedefine varamayacaktır.
Bu durumda, çatışmalarla görüşmelerin, görüşmelerle çatışmaların içiçe yaşandığı, bazen kızışıp bazen gevşediği ve sonuçta Tamil ulusal sorununun gerçekten çözülmediği uzun bir sürecin yaşanacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yoktur. 25 Aralık 2006 ✓
Chavez yine seçildi! - VENEZÜELLA -
2
005 Aralık ayı ile 2006 Aralık ayı arasındaki dönemde Bolivya ve Şili’den sonra toplam 11 Latin Amerika ülkesinde seçimler yapıldı. Latin Amerika’da kelimenin gerçek anlamında bir “seçim yılı” yaşandı. Bu seçimlerin sonuncusu 3 Aralık 2006 tarihinde Venezüella’da gerçekleşti. Yapılan seçimler, genel olarak Latin Amerika’da estiği söylenen “sol rüzgarın” hiç de anlatıldığı kadar güçlü olmadığını da gösterdi aslında. “Sol” olarak gösterilenlerin, gerçekte sosyaldemokrat olmanın ötesinde bir “solculuğa” sahip olmadıkları gerçeği de bilince çıkarıldığında, Latin Amerika’da estiği söylenen “sol” rüzgarın devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin bütünüyle sahip çıkıp savunması ve desteklemesi gereken bir rüzgar olmadığı da en başında bilince çıkarılması gerekiyor. Latin Amerika’da estiği söylenen “sol” rüzgarın anda en radikal görüneni Venezüella’da, Chavez ve onun desteklediği “Beşinci Cumhuriyet Hareketi”(MVR) önderliğindeki gelişmelerdir. Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz gibi, kimi “solcular” ve hatta kimi devrimciler Venezüella’da bir devrim yaşandığını savunmakta ve Chavez’i de “devrimin önderi” olarak tanımlamaktadırlar. Chavez de kendisini “Bolivarcı sosyalizm”in ya da “21. yüzyıl sosyalizmi”nin temsilcisi olarak göstermektedir. Chavez’in devrim, sosyalizm kavramlarını kullanması “bizim” devrimcilerin de gözünü boyamakta, beyinleri yerine gönüllerini çalıştırmaktadır. Gönüllerin, kalplerin devrim ve sosyalizmden yana çarpması ne kadar iyiyse, görüntüye, lafıza takılıp kalmak da o kadar kötüdür. Sadece kitlelerin bilincinin karartılmasına değil, devrimcilerin hareket alanının da sistem içinde kalmasına hizmet etmektedir. Kısaca özetlediğimiz bu durum, 3
Aralık 2006 tarihinde Venezüella’da yapılacak başkanlık seçimlerine yaklaşımı da belirliyordu. Genelde yapılan kamuoyu araştırmalarının hemen hepsi seçimleri Chavez’in kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Onlar için sorun Chavez’in ne kadar oy farkıyla kazanacağı sorunuydu. Fakat ABD emperyalizminin açık desteğiyle 2002 yılında yapılmaya kalkışılan darbenin izleri hâlâ silinmemiş… O dönem darbe denemesini destekleyen ve açıkça ABD yanlısı olan Chavez’in esas rakibi Rosales ve yanlıları, “seçimlerde sahtekârlık yapıldı” diyerek seçim sonuçlarını tanımama yönündeki çalışmalarına seçimlerden çok önce başlamıştı. Noam Chomsky gibi tanınmış kişiler yeni bir ABD komplosundan bahsetmeye başladılar. Muhalefetin seçimleri boykot etmesi durumu bu sefer yoktu. 2005 yılı sonunda yapılan parlamento seçimlerini boykot etmeleri sonuçta Chavez’e yaramıştı. Bundan pişman pişman ders almışlardı… Bunun doğrudan sonuçlarından biri seçimler öncesinde ABD kaynaklarınca Rosales’in oy oranının hemen hemen Chavez’in oy oranına yaklaştığı yönlü haberler yaymaktı. Böylece, eğer az bir farkla Chavez seçimleri kazanırsa, seçimlerde sahtekârlık yapıldığı iddiasıyla “portakal” ya da “kadife devrim” Latin Amerika’ya taşınmak isteniyordu.
panorama Venezüella polisinin üzerinde “Hile” yazılı 40.000 siyah tişörtün ortaya çıkarıldığını, bunun “Plan V”nin –buradaki V harfi, istendiğinde Venezüella, istendiğinde de Viktoria (özgürlük) anlamında kullanılıyor– bir parçası olduğunu; ardından da Chavez’in, Rosales’e yönelik suikast yapmaya çalışan “radikalfaşist grupları” engellediğini açıklaması komplo teorilerine katkıda bulunuyordu. “Devrimin adayı” olarak gösterilen Chavez ise seçim kampanyasına 10 milyon oy alma hedefiyle katılıp propagandasını bu temelde yürüttü. Chavez’i destekleyen “cephe” “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” ile birlikte 24 parti ve örgütten oluşuyordu. Rosales’i destekleyen örgüt ve partilerin sayısı ise 43 idi. Chavez ve Rosales seçimde yarışacak esas adaylar olarak öne çıkıyordu. Bunun doğrudan bir sonucu medyada diğer 16 başkan adayı hakkında doğru dürüst haber bile verilmemesiydi. Sonuçta seçimler, ABD karşıtı görünen Chavez ile ABD’nin desteklediği Rosales arasındaki rekabete kilitlenmişti.
SEÇİMLER… Venezüella’da kayıtlı seçmen sayısının 15.9 milyon olduğu açıklandı. Seçimlerin “güvenliğini” 130 bine yakın asker sağladı. Seçimlere katılım oranı ise yuvarlak hesapla %75’di. Bu oran, geçen sene parlamento seçimlerine katılım oranından çok yüksek olduğundan, yüksek bir katılım oranı olarak gösterildi. Buna göre yine yuvarlak hesapla 4 milyon seçmen hiç kimseyi seçmemişti. Seçimlere katılıp oy veren yaklaşık 12 milyon seçmenin yaklaşık %63’ü Chavez’i, %37’si de Rosales’i seçti. Diğer adaylara, kullanılan ve geçerli oyların sadece %0.25’i verilmişti. Chavez’in seçimleri kazandığının ilan edilmesi ve Rosales’in seçim sonuçlarını kabul ettiğini açıklamasına kadar, komplo teorilerinin zemini varlığını korudu. ABD’nin Latin Amerika ile ilgili diplomatının / temsilcisinin seçim hakkında yaptığı açıklamada, Rosales’in demokrasiye bağlı, yükümlü olduğunu, darbeci olarak gösterilmemesi gerektiğini söylemesi de, “kadife devrim” taktiğinin bugün kullanılmak istenmediğini gösteriyordu. ABD Dışişleri sözcülerinden Sean MacCormak da yaptığı açıklamada, seçimlerin Venezüella için önemli olduğunu, bağımsız bir şekilde karar verildiğini söyleyip ABD’nin Venezüella ile “olumlu” ve ilişki kurucu görüşmelerden, ilişkilerden yana olduğunu açıkladı. Chavez’in seçimleri kazanması kutlanmadı ama seçimlerin sonuçlarıyla ilgili yapılan açıklamalar, ABD’nin Venezüella ile ilişkilerinde –Chavez’i başkanlık koltuğundan edemediği sürece–, yeni taktiklere, siyasete yönelmekte
olduğuna da işaret ediyor. Chavez’in Bush’a karşı takındığı kimi tavırlar ve Bush önderliğindeki ABD yönetiminin Venezüella’ya silah tekniği satışında ambargo koyması ve antiChavez propaganda yapması gibi olgular, kitlelerin ABD ile Venezüella arasındaki ticareti ve ticaretin boyutlarını gözardı etmeye hizmet etmektedir. Venezüella ile ABD arasındaki ithalat ve ihracat, örneğin 2005 yılında %36 oranında artmıştır. ABD hem ithalat hem de ihracatta –hem de diğer ülkelerle karşılaştırıldığında büyük farkla– Venezüella’nın birinci ticaret partneridir. 2005 yılı verilerine göre Venezüella’nın ithalatının %30’u, ihracatının da %41’i ABD iledir. Seçim sonuçlarına yeniden dönersek, Chavez hedef lediği 10 milyon oya ulaşamadı. Seçime katılanların ve geçerli oyların %63’üne yakın bir oy oranına varması, genelde Chavez yanlısı medya tarafından kitlelerin bilincinin karartılması için –bilinçli ya da bilinçsiz farketmez– kullanılmaktadır. Bu sonuç Venezüella halkının çok büyük bölümünün Chavez’i seçtiği, Chavez’e oyların ise “sosyalizme oy” olduğu havasını yaratmak için de kullanılıyor. Gerçekte –kullanılan oyların tümünün kesin sonuçlarına ne yazık ki ulaşamadık– Chavez’i seçenlerin oranı, en yüksek verilere bakılsa bile %50’yi aşmamaktadır. Elimizdeki veriler, kullanılan oyların %90’ının sayılması temelinde yayınlanan verilerdir. Buna göre Chavez’in oyları, 6.857.485’tir. Bu ise kayıtlı seçmen oranına göre %43 civarındadır. Seçime katılmayan %25 ile Rosales’i seçen %28 (kullanılan oylara göre %37) toplandığında bile, Chavez’i seçenlerin oylarının en fazla %47’e vardığı ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz ki oyların birkaç puan değişmesi de genel gelişmeyi farklı kılmamaktadır. Bu olguları aktarmak, esas olarak “uzaktan gelen davul sesini” bir orkestra müziği gibi gösteren “bizim” kimi devrimcilerimizin kafalarında yarattığı dünyayı, gerçek dünyanın yerine koymasının yanlışlığını göstermek içindir. Gelişmeler, Venezüella’da Chavez şahsında ulusal burjuvazinin, “neoliberal” denen emperyalist siyasete direnmesini; özelde ABD emperyalizminin egemenliğini zayıflatma ve başta AB’li büyük emperyalistlerle, fakat aynı zamanda Rusya ve Çin ile de ilişkileri geliştirmesini; ve bu temelde özellikle Latin Amerika ülkeleri arasında başa oynama siyasetini, radikal laf larla devam ettireceğini göstermektedir.
“21. YÜZYIL SOSYALİZMİ” Mİ? Chavez’in ve yanlılarının radikal lafızları, devrim, sosyalizm tanımlarıyla iyice beslenmektedir. Seçim sonuçlarını değerlendirdiği konuşmasında Chavez, “Yaşasın Katolik,
İndigen, tümüyle bize özgü sosyalizmimiz” sloganını da attı. Chavez’e verilen oyların sosyalizme verildiği propaganda edildi. Kimi medya kesimi “Venezüella Kızıl kalıyor” gibi haber başlıkları attı. Chavez ve taraftarlarının kırmızı renkli elbiseler giyerek mitingler gerçekleştirmesi, özellikle küreselleşme kadar eski olan “yeni solcuların” devrim, sosyalizm savunusu adına kapitalist düzen çerçevesinde hapsolma konumlarını pekiştirmektedir. “21. yüzyıl sosyalizmi” savunusu, Bolivarcılığı sosyalizm olarak gösterirken, gerçekte Marksizm-Leninizm bilimi temelinde ortaya konan ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen sosyalizmi reddetmektedir. Bu yapılırken de modern revizyonistlerin sosyalizm adına yedikleri haltlar, sosyalizm olarak gösterilmekte, bu yanlışlar esasta dolaylı olarak Marksizm-Leninizm biliminin ve sosyalizmin reddedilmesi için, “Bolivarcı sosyalizm”in yeni bir gelişme olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. “Bizim” kimi devrimcilerimiz lafza takılıp “neopopulizm” kuyruğunda sürünürken, kimi batılı basın mensupları bile Chavez’in siyasi karakterini daha gerçekçi biçimde ortaya koymakta, değerlendirmektedirler. Sözkonusu kesimlerin kimi tespitleri şöyledir: Venezüella’nın yoksul halkı, eşitliği değil, zenginliği istiyor. Chavez iktidarda kalabilmek için kitlelerin desteğini kazanmak zorunda. Bunu yapmak için de, özellikle kendisini destekleyen yoksul kesimler için somut adımlar atması gerekiyor. Chavez, Bolivarcı düşünceyi savunma adına Latin Amerika’nın önemli kesiminin birleşmesini savunmada, “faşist düşünce”, halka “sosyal” hizmetler verme bağlamında da “sosyalist düşünce” arasında bir yerlerde bulunmaktadır. Chavez pragmatiktir. Kitleleri peşinden götürmede, özellikle “devrimci” retorikle etkilemede yetenekli bir demagogdur, Chavez’e oy verenlerin çoğu sosyalizmi değil “Chavizmi” desteklemektedir vb. vb. Bu r a d a a k t a r ı l a n dü ş ü nc e lerin önemli kesimi doğrudur. Venezüella’daki gelişmelerin devrim olmadığı, sosyalizm ise hiç olmadığı meselesi ayrıca ele alınması gerekiyor. Fakat kısaca söylenmesi gereken şey, Chavez’in devrimin önderi, komünist olmadığı; Venezüella’daki gelişmelerin de sosyalizm ya da sosyalist devrimin derinleştirilmesi olmadığıdır. Bu olgu, Chavez’in seçimlerden sonra “Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi” (PSUV) kurmaya yönelmesi ve bu adımın “Venezüella Komünist Partisi” tarafından da desteklenmesi gibi gelişmelerle de değişmiyor. Siyasi iktidar işçilerin, emekçilerin iktidarı değil. İktidar burjuvazinin iktidarı. Burjuvazinin komprador mu, görece bağımsızlıkçı ulusal burjuvazi mi olduğu, bu konuda sorunu özde değiştirmiyor. Ekonomik
sistem, kapitalist sömürücü sistem. Venezüella’nın işçileri, emekçileri üzerindeki sömürü aynen sürüyor. Chavez’in kendisi bile, halk için belli iyileştirmeler yapıldığını anlatırken, ülke ekonomisinin aslan payına burjuvazinin konduğunu itiraf etmektedir. Kimi batılı gazeteci ya da yazarların haklı olarak dikkat çektiği konulardan biri de, Chavez’in iktidarı döneminde yeni burjuva kesimlerin, katmanların ortaya çıktığıdır. Bunların biraz daha güçlenmesi durumunda Venezüella’da egemen sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaların da başka biçime bürünme olasılığı var. Haklı olarak dikkat çekilen noktalardan biri de, Chavez’in üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı tavrının bundan sonra ne olacağıdır. “Taban demokrasisi”, “katılımcı demokrasi” ya da “sokak meclisleri” gibi sorunlar da, siyasi iktidarın hangi sınıf veya sınıfların elinde olduğuna, ekonomik sistemin karakterine bağlı olarak ele alınacak sorunlardır. Kuşkusuz ki burjuva sistem içinde taban demokrasisinin geliştirilmesi, –kitlelerin bilincini karartmak için değil, devrim, sosyalizm mücadelesini ilerletmek için kullanıldığı sürece ve ölçüde iyidir, doğrudur. Fakat iktidarın burjuvazinin elinde olduğu, sömürü sisteminin varlığını sürdürdüğü koşullarda, taban demokrasisinin kendisi –bu geniş ölçüde gerçekleştirilse bile–, otomatikman devrimin, sosyalizmin varlığını gösteren bir şey değildir, olamaz. Ki, Chavez’in “taban demokrasisi” yanlısı tavırları, somutta kendisinin kitle desteğini artırmasının, iktidarda kalmasının bir aracıdır. Chavez bu desteği, yeni anayasada değişiklik yaparak birkaç kez daha başkan seçilebilmek için de kullanmaya çalışmaktadır. Savunulan siyasetin ne olduğuna bakılmadan halkçılık yapmak, çok kolay biçimde kuyrukçu olmayı beraberinde getiriyor. C h a ve z ’ i d e v r i m i n ö n d e r i , Venezüella’daki gelişmeleri sosyalist devrim gibi değerlendirenlerin en büyük handikaplarından biri de, işçi sınıfının devrim bağlamındaki rolünü ve önemini kavramamaları; devrimin tabanın desteğiyle şu ya da bu önder tarafından gerçekleştirilip derinleştirileceği yaklaşımına sahip olmalarıdır. Soruna bu temelde yaklaşanların yarın-öbür gün Chavez’in Bush ya da gelecek ABD başkanı ile “barışıp” kucaklaşması durumunda, devrim için mücadeleyi terk etmeleri, ya da ABD’nin Venezüella karşısında diz çöktüğü teranelerini anlatarak “devrimin derinleştirildiği” yalanlarını yaygınlaştırmaları karşısında kimse şaşmasın. 22 Aralık 2006 ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
K
“Hacı Aziz Papa”nın Türkiye gezisi ve ökümeniklik tartışmaları…
asım ayı sonu Aralık ayı başlarında Papa 16. Benedikt Türkiye’ye geldi. Papa’nın Türkiye’ye geleceği çok önceden biliniyordu. Papa’nın Türkiye’ye gelme planı esasta Fener Rum Patrikhanesi ile Katolik ve Ortodoksların ilişkilerinin görüşülmesine dayanıyordu. Böylesi bir görüşmeyle sınırlı bir Papa ziyaretine Türk devlet yetkilileri sıcak bakmadı. Sözkonusu ziyaretin Papa ile Patrik arasındaki bir görüşme olma görüntüsünden çıkarılması için de Cumhurbaşkanı Sezer Papa’yı resmen davet etti. Böylece, Papa resmi davetli bir misafir olmuştu ve “vatan, millet” de kurtarılmıştı… Papa’n ı n d avet i son r a sı nd a , Papa’nın Almanya’ya yaptığı bir gezide müslümanlıkla ilgili yaptığı bir konuşma, bu konuşmaya dini bütünlerin tepkileri sonucunda durum değişmişti. Papa’nın Türkiye’ye gelme tarihi yaklaştıkça, suikast ve saldırılar üzerine çokça haber yapıldı ve aslında Papa’nın Türkiye’ye gelmesi pek de istenmiyordu. Bunu açıkça ilan eden dinci-faşist güçler kimi protesto eylemleriyle tavırlarını ortaya koymaya çalıştı. Bu sefer Papa’yı koruma sorunu ortaya çıktı… Önlemler alındı, sonuçta bir şey de olmadı. Papa’nın Türkiye’ye gelmesi esasta Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasındaki ilişkiler üzerine görüşmelerde bulunmak ve gelecekte bu iki kilise arasında yüzyıllarca süren soğuk ilişkileri daha da ısıtmak amaçlıydı. Bu arada Papa Meryemana Kilisesi’ni ziyaret ederek “Hacı” da oluverdi… Papa’nın ziyaretine olduğundan çok önem verilmesi, esasta onun müslümanlıkla ilgili konuşmasının yarattığı tepkiler ile, Fener Rum Patrikhanesi’nin Ortodoks kesimin merkezi olarak görülüp gösterilmesine ve Patrik Bartholomeos’un Ortodoks kesimin önderi olarak görülmesini ifade eden “ökümenik” sıfatına karşı Türk şovenlerinin takındığı tavırlardan kaynaklanıyordu. Papa’nın Türkiye’ye gelmesi, sonuçta Türkiye’nin reklamı için biçilmiş bir kaftan oldu. Sorunun bu yanını düşünenler Papa’ya “binbir kez şükür” etti… Fakat, beyinleri Türk şovenizminin hamuruyla yoğrulanların esas sorunu, Papa’nın Patriği “ökümenik” tanımıyla adlandırıp adlandırmayacağı ve bunun Türkiye’nin “vatan ve milleti”ne karşı bölücü bir rol oynayıp oynaya-
mayacağı sorunuydu. Ökümenik lik tartışma ları Türkiye’de yeni bir tartışma değil. Özellikle Türk devletinin ulusal ve dini azınlıklara karşı siyasetini biraz da olsa takip edenlerin teslim edeceği gibi, bu tartışma sık sık gündeme gelmiştir ve gelecektir de. Papa ve Patriğin buluşması, ya da Katoliklerin temsilcisi ile Ortodoks kesimin bir temsilcisinin bir araya gelip Hristiyanların iki kilisesinin kendi aralarındaki ilişkiler üzerine görüşmeleri, aslında dini temeldeki ilişkilere tekabül ediyor. Bizim, tüm dinlere karşı olduğu gibi Hristiyan dininin değişik kesimlerine karşı da tavrımız açıktır. Biz bilimi savunuyoruz ve her türden dine karşıyız. Biz tanrıtanımazlardanız… Fakat, Türkiye Cumhuriyeti öyle bir devlet ki, bizim gibi tanrıtanımazlar da, şu ya da bu dini azınlığın baskı altında tutulmasına karşı mücadele etme, azınlıkların demokratik haklarını savunmak zorundadır. Papa’nın Türkiye’ye gelip gitmesini bir kenara bırakıp ökümeniklik tartışmalarına baktığımızda, aslında dini kisveye büründürülen perdenin arkasında Rum ulusal azınlık meselesinin yattığını görmek zor olmayacaktır. Nasıl ki her 24 Nisan’da acaba ABD Başkanı “soykırım” lafını kullanacak mı hezeyanı yaşanıyorsa, Papa’nın ziyaretinde de ökümenik tanımını kullanacak mı hezeyanı yaşandı.
Papa’ya Patrik ile ilişkisinde “ruhani” alanda kalması tafsiye edildi, Patrik’e de kibarca “ayağını denk” at dendi. Dendi de işe yaramadı. Papa Patriğe “Ökümenik Patrik” diye hitap etti… ve Patrik de Fener Rum Patrikhanesi’nin Ortodoksların dini merkezi, kendisinin ökümenik konumuna sahip olduğu konusunda her zamanki tavrını takındı. Milliyet gazetesinin “köşe” yazarlarından Taha Akyol’un 29 ve 30 Kasım 2006 tarihlerinde yazdığı yazılarda ısrarla üzerinde durduğu mesele Papa-Patrik görüşmesinde takınılacak tavırların “ruhani” alanla sınırlı kalması; sakın ha sakın ökümeniklik meselesine –Taha Akyol da bunu siyasi bir mesele olarak görmektedir– dokunmamaları gerektiği konusuydu. Bu arada Atatürk’ün Lozan Anlaşması öncesinde Patrikhane hakkında “Bir fesat ve ihanet ocağı” olduğu tespitini yaptığını da aktarmaktadır. Lozan Anlaşması sonrası dönemde Atatürk ’ün Patrikhane hakkında herhangi bir eleştirel konuşması olmadığını da açıklayan Akyol, bunun nedenini anlatırken şunları da söylüyor: “Çünkü: Lozan’da azınlıklar meselesine ilişkin temel statü belirlenmiş, tarihten gelen kavga noktalanmıştır. Mübadeleyle ülkemizdeki Rum nüfusunun azalması, tehdit algılamasını da azaltmıştır.” (30 Kasım 2006) Yani Rum halkı tehdit unsuru olarak görülmüş, görülmektedir. Nüfus
azalınca, tehdit algılaması da azalmış… Buna rağmen ama Rum azınlığa karşı da –diğer azınlıklara karşı olduğu gibi– ulusal ve dini baskılar sürdürülmüştür. Türkiye’de ulusal sorun bağlamında Türk ulusu dışındaki ulus ve ulusal azınlıklar, dini inanç sorunu bağlamında da Müslümanlığın Sünni mezhebi dışındaki dini inançlar sürekli baskı altında tutulmuştur. Lozan Anlaşması’na göre dini azınlık olarak kabul edilen “gayri müslimler” –bunlar esasta Rum, Ermeni, Yahudiler olarak kabul edilmekte–, kendilerine tanınan haklardan da yoksun bırakılmışlardır. Süryaniler ve diğer gayri müslimler, dini azınlık olarak da kabul edilmemektedir. Evet, Müslüman olmayan tüm dini azınlıklar aynı zamanda ulusal azınlık da olma konumundadır. Bu bağlamda hem dini hem de ulusal baskı altındadırlar. Ta ha A k yol ’un tav rı aslında Türkiye Cumhuriyeti’nde azınlıklara karşı siyasetin sadece bir yansımasıdır. Akyol şöyle diyor: “Türkiye’deki kaygılar, ‘ökümenik’ sıfatının ruhani alanla sınırlı kalmayıp ‘siyasi nüfuz’ amacıyla kullanılacağı şüphesinden doğuyor.” (29 Kasım 2006) Peki bu şüphe nereden kaynaklanıyor? Akyol bunu açıklamıyor. Ama bu şüphenin ortadan kalkması görevini, “Bu tür şüpheleri gidermek öncelikle Sayın Patriğe düşüyor.” diyerek Patriğe yüklüyor. Oysa aynı Patrik, Akyol’un da yazarı olduğu Milliyet gazetesinin bir başka “köşe” yazarlarından Derya Sazak’a, en gecinden 1 Aralık 2005 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan röportajda, “Patrikhanenin siyasi bir güce dönüşmesi Ortodoks kilisenin kaidelerine ters düştüğünü” açıklamış ve “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, patrikhaneye böyle bir öneride bulunsa bile, yani siz ‘İkinci Vatikan olabilirsiniz’ dese bile bunu reddederiz.” tavrını takınmıştır. Hatta, Patrik “devletimize bağlı insanlarız” diye Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığı üzerine yemin bile etmiştir… Fakat tüm bunlar Akyol gibi şovenlerin “şüphelerini” gidermeye yetmiyor. Onlar, bırakın Rumların Birinci Dünya Savaşı döneminde kırıma uğratılmasını, savaş sonrasında sayısı yarım milyondan fazla nüfustan binlerle ifade edilen bir orana kadar düşürülmüş olmalarına rağmen, Türk
halkların kardeşliği için olmayanları “öteki” olarak görmekte ve “Türkün Türkten başka dostu yoktur” ırkçı yaklaşıma uygun davranarak “şüphelerini” sürdürmektedirler. Ökümeniklik konusunda tavır takınan kuşkusuz ki sadece gazetelerin köşe yazarları olmadı. Papa’nın Patriğe “ökümenik patrik” diye hitap etmesi, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan’ın da tavır takınmasına yol açtı. Buna göre “Patrikhane bir Türk kurumu” imiş ve “yasalarda da bu şekilde yer” alıyormuş… Tabii ki, “ökümenikliği tanımadığımızı ve bunu kabul etmediğimizi bütün dünyaya söylemiş, anlatmış durumda”ymış Türkiye. Bu arada Papa-Patrik buluşmasında yapılan ayine katılan davetlilerin “Ökümenik Patrik” yazan özel basın kartlarını taşımasının kolluk güçlerince engellenmesi, devletin tavrının ne olduğu konusundaki resmi tamamlıyordu… Ökümeniklik konusunda şoven hezeyanlar Hürriyet gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan’ı bile kızdırdığına göre, samimi demokrat ve devrimcilerin sinirlerinin ne kadar zorlandığını tahmin edebilirsiniz. Ahmet Hakan’ın şu tavrı, aslında Taha Akyol’a da yönelen bir sorudur: “Adamlar diyorlar ki, bizim inancımıza göre ‘din devleti’ olmaz. Eğer din devleti kurarsak, her şeyden önce kendi inancımıza ters davranmış oluruz. Bu açıklama bile sizi kesmiyor mu?” (30 Kasım 2006) Görüldüğü kadarıyla kesmiyor… Taha Akyol’un tavrı yine Türkiye’de “normal” düzeydeki şovenizmin bir yansımasıdır. Rumlara karşı daha ırkçı, şoven tavır takınan kesimlerin sayısı az değil.
BİRKAÇ ÖRNEK… Türkiye Cumhuriyeti denen devletin sınırları içerisinde olmayacak bir şey yoktur düşüncesini anlatmak için çokça kullanılan bir tanım “Burası Türkiye”dir. Gerçekten de her seferinde insana “bu kadar da olmaz” dedirten, ama yine de burada her şey mümkündür, çünkü “burası Türkiye”yi hatırlatan gelişmeler yaşanıyor. 2006 Haziran ayı sonu Temmuz ayı başlarında “İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın” başlıklı bir “Rum Konferansı” gerçekleştirildi. Bu konferans Rumların Türkiye’de yaptığı ilk konferanstı. Bu bağlamda önemli bir gelişmeydi, bu konferansın yapılabilmesi. Konferansın açılış konuşmasını Patrik Bartholomeos yaptı. Patrik, yaptığı konuşmada “Ökümenik ha k la rı mızda n vazgeçmey iz. Sorumluluğumuz bu ülkeyle sınırlı değil. İstanbul Patrikhanesi dünya Ortodokslarının dini merkezidir. Biz bu ülkede yabancı, göçmen veya misafir değiliz.” (Hürriyet, 1 Temmuz
2006) yönlü tavır takındı. Bu tavıra karşı Türk şovenlerinin tavrı, tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin 83 yıllık siyasetine uygundu. Örnek olarak “Halkın Yükseliş Partisi”nin tavrını verirsek, Patriğin konuşması şöyle aktarılmaktadır: “Sınırların dışına ulaşan bir yetkim var ki bu, dünya Ortodokslarını kapsıyor. YANİ BEN EKÜMENİKİM Bu şehirde ne misafir ne de göçmeniz. Hangi mirasa sahip olduğumuzu biliyoruz. YANİ, İSTANBUL BİZİM Siz bir ölüyü ziyarete değil dirilecek olan bir yeri ziyaret etmeye geldiniz. YANİ, BİZANS DİRİLECEK” (internetten alınmıştır) Bu biçimde Patriğe ve Rumlara karşı düşmanlık kışkırtılmaktadır. Ökümenik olma talebi ve iddiası, Bizansın diriltilmesine kadar götürülmektedir. Sözkonusu tavırda Hilton Oteli’nde yapılan konferansta Türk bayrağının asılmadığı da ayrıca vurgulanıyor. Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Tahsin Salihlioğlu’nun “Salona Türk bayrağı ve Atatürk resmi asılmadığı” için “Burası Türkiye. Türkiye’de Türk Bayrağı olmadan konferans düzenlenemez.” biçiminde takındığı tavrın yayınlanması da Rumlara karşı düşmanlığın körüklenmesinin bir başka aracı oluyor. Rumlara ve somutta Patrikhane’ye karşı düşmanlık sadece bu değil. “Büyük Hukukçular Birliği Derneği” Fener Rum Patrikhanesi’nin kapatılması için Cumhurbaşkanlığına 21 Nisan 2006 tarihli bir yazıyla başvuruda bulundu. Cumhurbaşkanlığı bu başv uruya cevap vermediği için de “Türk iye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı” hakkında dava açıldı. Bunun başını çeken, son yıllarda Türkiye kamuoyu tarafından da tanınan faşist Kemal Kerinçsiz’dir. Fener Rum Patrikhanesi’nin kapatılması talebi dilekçede, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik haklarına sürekli muhalefet ettiğinden ve laik devlet ilkesini çiğnediğinden ötürü kapatılması”, “dava sonuçlanıncaya kadar faaliyetlerinin önlenmesi” biçiminde dile gelmektedir. Bu kafatasçı faşistlerin laiklik savunusu her nedense sadece Müslüman olmayan azınlıklara karşı oluyor. Türkiye’de okulların sayısından çok olan camilerin ve dinci vakıf ların laik devlet ilkesini çiğnedikleri gerekçesiyle kapatılması talebi nedense akıllarına gelmiyor? Gerçekte ise bunların laik falan olduğu yok. Bunlar açıkça kafatasçı, ırkçı, şoven faşistlerdir. Türk olmayan ulus ve ulusal azınlıktan insanlara, kurumlara karşı kinlerini kusuyorlar. Ökümenikliğe karşı Türk şovenlerinin hezeyanları devletin kurumlarına kadar yaygınlaşmıştır. Bilindiği gibi AB’ye uyum paketleri çerçevesinde “Vakıflar Kanunu Tasarısı” da TBMM’de ele alındı, sözkonusu tasarı mecliste onaylana-
rak Cumhurbaşkanlığına yollandı ve Cumhurbaşkanı Sezer 2006 Kasım ayı sonlarına doğru sözkonusu yasayı dokuz ayrı maddeden dolayı veto etti. Fakat vurgulamak istediğimiz sorun, bu tasarı gündeme gelirken, ANAVATAN Partisi İstanbul Milletvekili Emin Şahin tarafından ökümenikliğe karşı bir karar tasarısı sunulmasıdır. Bu tasarı açıkça Patrikhaneyi yasaklama talebine sahip olmasa da, gerekli görüldüğünde, yani “Türkiye aleyhine faaliyet yürütmesi halinde” “Patrik makamının boşaltılması”nı da öngörmektedir. “Ökümenik Patrik” tanımının, Türkiye’de “yurtiçi”nde kullanılmasının yasaklanması istenmektedir. Bu tasarının kaderinin ne olduğu önemlidir tabii ki, ama herşey-
den önce böylesi bir tasarının gündeme getirilmesinin kendisi bile, Türkiye’de devlet kurumlarında ırkçılığın, şovenizmin, Türk olmayan halklara karşı düşmanlığın boyutunu göstermektedir. Papa’nın Türkiye ziyareti bir kez daha, devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin hem Türkiye’de egemen olan din ve mezhebin, MüslümanlığınSünniliğin başka dinlere ve mezheplere mensup insanlara karşı baskılarına; hem de ulusal baskıların her türüne karşı mücadeleyi sistemli biçimde sürdürmesi gerektiğini gösterdi. Halkların kardeşliğini sağlayabilmek ancak ulusal, dinsel farklılıklar temelinde bölünmeye son vermekle mümkündür. 22 Aralık 2006 ✓
Barış Anaları’ndan CHP’ye siyah çelenk
M
araş kat liamının 28. Yı ldönü mü nde Ba r ı ş Anaları İnisiyatifi İstiklal Caddesi üzerinde bulunan CHP il örgütü binası önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasının ardından “Faşist CHP” sloganları eşliğinde CHP binasının kapısına siyah çelenk bırakıldı. İstiklal Caddesinde okunan basın açıklamasında, hala tek taraflı olarak sürdürülen ateşkese rağmen çatışmaların sürdüğüne dikkat çekilerek barış anaları olarak bundan derin kaygı duyulduğu dile getirildi. Analar çatışmaların derinleşerek sürdürülmesine yönelik siyasetleri nedeniyle ‘sözünde durmayan hükümeti’ ve özellikle de CHP ve Baykal’ı kınadı. CHP’nin yaşanan katliamlara ortak olmasına bir örnek olarak ta 1978 yılında CHP’nin hükümette olduğu bir dönemde gerçekleşen ve CHP’nin sessiz kaldığı Maraş katliamı gösterildi. Basın Açıklamasında bu konuda şunlar söylendi: “Maraş’ta Kürt Alevi halkımıza yönelik bu insanlık dışı katliama ortak olan CHP aynı zihniyetle bugün de Kürt düşmanlığını yapmaya devam ediyor. Etnik siyasete karşıyız adı altında CHP Kürt halkının bütün değerlerine, kültürüne ve tarihine düşmanlık yapmaya devam ediyor.” Barış anaları artık “gerillanın, askerin, çocukların, gençlerin ve kadınların” yaşamlarını yitirmelerine tahammüllerinin kalmadığını söylediler. Barış anaları ateşkesin çift taraflı olmasını savundular. DTP’nin parti olarak destek verdiği bu eyleme DTP’nin barış konusundaki yanlış yaklaşımları kaçınılmaz olarak damgasını vurdu. “Ülkemizde kalıcı bir barışın gerçekleştirilmesi için … tüm kamuoyunu ateşkesin çift taraflı olması için aktif rol almaya çağırıyoruz” dendiği yerde ne yazık ki, kapitalizm ve faşizm koşullarında kalıcı barışın mümkün olduğu yanılsaması yaratılıyor. Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşı bir daha yaşanmamak üzere tarihin çöplüğüne gömmek ve Kürt halkının tüm ulusal haklarına kavuşabilmesi için emek sömürüsü ve ulusal zulüm üzerine kurulu bu faşist düzenin yerle bir edilip yerine sömürünün ve ulusal baskının olmadığı yeni bir toplumsal düzenin, sosyalizmin, kurulması gereklidir. Ve bu bugün hemen mümkün gözükmese de, tek kurtuluş budur ve bu bugünden de böyle savunulmak zorundadır. 24 Aralık 2006 ✓
halkların kardeşliği için
B
Kürt sorunu, çözüm arayışları ve görevlerimiz!
u ülkede Türk olmayan azınlıklar üzerindeki baskılar, katliamlar bugüne kadar devletin siyasetinin temelini oluşturdu. Geçen yüzyılın başından bu yana, başta Ermeni soykırımı olmak üzere, Yahudiler, Rumlar, Yezidiler… vd. halklar üzerinde büyük bir baskı ve imha politikası yürütüldü. Bu uluslara mensup insanlardan canını kurtaranlar, yurtdışına kaçmak zorunda bırakıldılar. Türkiye’de kalanların ise malları mülkleri talan edildi; kalmakta direnenler için “varlık vergisi” getirildi, tüm malvarlıklarına el konuldu, vergiyi ödeyemeyenler zorla çalıştırıldı. Bu ve benzeri uygulamalarla birçok insan sürgüne zorlandı. Kürtler üzerinde de devletin politikası sürekli olarak baskı, katliam ve asimilasyon oldu, oluyor. Asimile edilemeyenler Türk milliyetçiliğinin en yoğun olduğu alanlara sürüldüler. Devletin bunda belirli ölçüde başarılı olduğu da söylenebilir. Kürtlere “Kürdüm” demeleri, dillerini konuşmaları, daha da önemlisi kendi ana dillerinde eğitim almaları yasaklandı. Kürtlerin en yoğun yaşadıkları bölgede aşiretçilik, ağalık bizzat devlet eliyle korunarak, Kürt işçi ve köylüleri üzerinde devletin baskıları dışında daha da ağırlaştırılmış bir baskı oluşturuldu. Kürt ulusunun en demokratik hakkını istemesi, insanların yıllarca zindanlarda çürütülmesi için yeterli neden oldu. 1984’te PKK’nin başlattığı silahlı mücadele sonucu Kürt ulusunun ulusal bilincinde bugüne kadar görülmemiş ve geri dönüşü olmayan bir ulusal bilinç gelişti. Bu ulusal uyanışa devletin cevabı her zaman olduğu gibi baskı, katliam, evlerin, köylerin yakılması, Kürtlerin zoraki göç ettirilmesi oldu. 1993’den bu yana PKK’nin belli aralıklarla ateşkesine devletin cevabı son derece netti; “Tek bir terörist kal-
10
mayana kadar savaş”. Bu savaş hala sürdürülüyor. PKK’nin en son 1 Ekim 2006’da, tek taraflı ve koşulsuz ilan ettiği ateşkese devletten yine aynı yanıt geldi. Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ “Tek bir terörist kalmayana kadar savaş”ta ısrarlı olduklarını beyan etti. Son ateşkes ilanından bu yana devlet bölgede operasyonlarına ara vermeden devam ediyor. Devlet için her Kürt potansiyel olarak teröristtir. Bunun en son somut örneği Diyarbakır-Pirinçlik’te “karakolun kablosunu çaldıkları” gerekçesiyle
askerlerin, köy meydanında çocuklar üzerine ateş açması ve 16 yaşındaki Şemsettin Yavuzkaplan’ın ölümüne neden olmasıdır. Ateşkese devletin cevabı böyle oluyor. Devlet bugünlerde ABD ile yürüttüğü pazarlıklar sonucu Güney Kürdistan’da operasyon yaparak katliamlarının kapsamını genişletme peşinde. Ateşkes sonrası PKK; operasyonların durdurulmasını, aksi halde böyle devam ederse ateşkesin tehlikeye gireceğini söyleyerek, devleti uyarırken, barışseverlerin ve aydınların daha fazla çaba göstermesini istedi. DTP, seçilmiş ve fakat %10 barajını aşamadığı için meclise giremeyen milletvekilleri, belediye başkanları ve meclis üyeleri ile, Diyarbakır, Urfa, Antep, Mersin, Adana’dan yola çıkarak binlerce kitle ile Ankara’ya yürüdü. DTP’nin talebi “Meclisin Barışa Açılması”, bunun için de Meclis Başkanı Bülent Arınç ile görüşmekti. Arınç görüşme talebine herhangi bir cevap vermeyerek kayıtsız kaldı. Ancak aynı gün Kara Kuvvetleri Komutanını ziyaret ederek 1 saat görüştü. Bülent Arınç, DTP’ye hiçbir cevap vermeyerek görüşmemesi, buna rağmen “tek bir terörist kalmayana kadar savaş” diyen İlker Başbuğ’la 1 saat görüşmesi ile Kürtlere karşı net bir mesaj verdi: “Barış değil imha”. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin imha politikasında değişen bir şey yoktur. Bütün bu gelişmelerle birlikte DTP’lilerin “Aydınlar nerede?” çağrısı üzerine; aralarında Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Elif Şafak, Murathan Mungan, Vedat Türkali, Tarık Ziya Ekinci, Müjde Ar gibi yazar ve sanatçıların yer aldığı 324 imzacı ortak bir bildiri yayınladılar. Bildiri ile imzacılar “Kürt sorununa sivil çözüm üretilmesi gerektiği”ni vurgulayarak “silahların tamamıyla susması için çağrı” yaptılar. Bazı aydın ve sivil toplum örgütleri de 13–14 Ocak 2007’de hükümetin de katılmasını istedikleri bir “Barış Konferansı” için çağrı yaptılar. Daha önceki yıllarda da benzer çağrıları yapan aydınlar bu bildiride şu açıklamayı yaptılar: “Tek bir terörist kalmayıncaya ka-
dar” diye başlayan militarist asayiş politikası, kanı durdurmuyor, kinci söylemi besliyor ve bölge üzerinde hesapları olan güçlere bağımlılığı artırıyor. Oysa sorun bizim sorunumuz, hepimizin çabalarıyla ancak bu topraklarda çözülebilir. Öncelikle, devlet kurumlarından, çatışmaları ve ölümü değil, yaşamı siyasetin merkezine alan bir açılım talep ediyoruz. Çözümün sorumluluğunu, siyasi irade üstlenmelidir. İnsan hayatını temel alan bir güven ortamı yaratılması için atılması gereken adım, dağlardaki gençlerin toplumsal-kamusal hayata katılabilmelerini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılmasıdır. Şiddet ortamının tümüyle sona ermesi ve bölgede askerlik yapan gençlerin hayatlarını kaybetmelerinin önünün alınması için de bu açılım acilen gereklidir. Nüfusun geniş bir kesiminin iradesinin parlamentoya yansımasını engelleyen yüzde on seçim barajının indirilmesi, temsilde adaleti sağlayacak önemli bir adım olacaktır. Tüm kültürlerin olduğu gibi, Kürt kimliği, dili ve kültürünün, kamu yaşamının bütün alanlarına dahil olmasının önündeki yasal engeller kaldırılmalı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü eksiksiz sağlanmalıdır.” diyen aydınlar bildirinin sonunu şöyle bağlıyorlar: “Ortak bir geleceğe umutla sarılabilmek için, yazgılarımızın birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmek zorundayız. Birimizin kaybı, hepimizi eksiltiyor. Savaşın değil, barışın dilini konuşalım. Sivil çözümde buluşalım.” Biz aydınların bu taleplerini anlıyoruz. Bundan öncede bu tür açıklamalar yapıldı, yapılıyor. Burada ortaya konulan taleplerin demokratik talepler olduğu bir gerçek. Bu taleplerin gerçekleşmesi için her demokrat, devrimci mutlaka mücadele etmelidir. Ve fakat yeni olmayan bu taleplere karşı devletin bugüne kadar politikası hep inkar, imha ve şiddet oldu. Bundan sonra da bu politikalarda özde bir şeyin değişeceğini düşünmüyoruz. “Savaşın değil, barışın dili’nin konuşulduğu bir toplum ezenle ezile-
nin olduğu; ezen ulusla ezilen ulusun olduğu kapitalist toplumda ne dün mümkün olmuştu, ne de bugün mümkün. Tabiî ki biz burada geçici barış ortamlarının olamayacağını söylemek istemiyoruz. Ancak burjuvazinin 1990’lı yılların başında “artık soğuk savaş dönemi kapandı” dediğinden bu yana sürekli yeni savaşlar yürütüldü, yürütülüyor. Bu savaşlarda ölen insanların sayısı milyonlarla sayılıyor. Bu savaşlarda güçlü olan hep güçsüzü ezmiş ve yok etmiştir. Burjuvazinin bu savaşları yürütmede en büyük silahı ise milliyetçiliktir. Milliyetçilik ile emekçi yığınları zehirleyen burjuvazi, halkları birbirine boğazlatmada oldukça başarılı olmuştur. Olmaya da devam ediyor. Bugün de Türk işçi ve emekçileri arasında Kürtlere, Ermenilere, Yahudilere… karşı düşmanlık küçümsenemeyecek boyutta sürüyor. Bunun örneklerini saymakla bitiremeyiz. Mesela asker cenazelerindeki kışkırtmalar ve linç olaylarında görüldüğü gibi devlet azgın şoven, milliyetçi duygularla beslenmiş insanları her an sokağa dökebiliyor, linç girişimi için örgütleyebiliyor. Bu girişimleri ise, “Halkımızın tepkisi” olarak savunabiliyor. Bugün aydınların ortaya koydukları “savaşın değil barışın dili” özellikle Türk işçi ve emekçilerine mal edilebilirse, belli ölçüde başarı sağlanabilir. Bu başarının, burjuvazinin varlığı şartlarında ne kadar gerçekleşeceği işçi ve emekçi yığınlar içerisinde milliyetçi, şoven düşüncelerin yok edilmesine bağlıdır. Gerçek barışın dili ancak burjuvazinin egemenliğinin bir devrimle yok edilmesi ile mümkündür. Bu durum özellikle Türk işçi ve emekçi yığınlarına böyle anlatılmadığı sürece ve ölçüde, kitlelerin bilincinin karartılmasının ötesine geçilemeyecektir. Tarih, burjuvazinin varlığı şartlarında halklar arasında kalıcı bir barışa tanık olmamıştır. Biz komünistler; Kürt ulusunun gerçek anlamda özgürlüğünden ve diğer azınlık uluslara tam hak eşitliğinden yanayız. “Ulusların kendi kaderini tayın hakkı yani özgürce ayrılma hakkı” (Lenin) siyaseti bu özgürlüğü sağlayacak tek siyasettir. Devrimci demokrat olmanın, proleter enternasyonalisti olmanın yolu buradan geçer. Evet, bugün Kürt ulusunun gerçek anlamda kurtuluşunu isteyenler, devrim ve sosyalizm için mücadele etmeliler. Bunun mümkün olabilmesi için, işçi ve emekçiler arasında burjuva milliyetçiliğinin yerine proleter enternasyonalizmini kerte kerte hâkim kılmak zorunludur. Bu iş zor bir iştir ve bizler bu işi başarmak zorundayız. Aralık 2006 ✓
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İşçi hareketinin en temel görevlerinden biri... Belki de en önemlisi:
İ
Yeni bir Enternasyonal yaratılmalıdır!
şçi hareketinin uluslararası alanda sermayeye karşı aktif mücadelesinin boyutları düşük seviyede seyretmektedir. Sosyalist hareketin sermayeye karşı mücadele tarihinde gelinen nokta aktif müdahalelerle ekonomik ve demokratik haklarda yeni kazanımların tarihe yazdırılmasından çok, kazanılmış hakların korunmasına dönük savunma eylemleri biçimindedir. Bu durum sosyalizmin geçici olarak yenilgiye uğraması ve günümüzde sınıf hareketine doğru önderlik edecek, kendisini kanıtlamış bir sosyalist merkezin bulunmamasıyla da bağıntılıdır. Gerek 1800’lü yılların sonlarında ve gerekse 1900’lü yılların üçüncü çeyreğine kadar işçi hareketini uluslar arası alanda yöneten yönlendiren Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal gibi yapılar mevcuttu. 1950’li yılların sonlarına doğru Sovyetler Birliği’nde (SB) iktidarı ele geçiren modern revizyonistlerin marifetiyle gelişen yozlaşma 1989’larda klasik kapitalist sisteme teslim olmakla noktalandı. İşçi sınıfının bir bölümü açısından “güvenilen kale” çökmüştü. Bununla birlikte hayaller de bitmişti. Çin’de Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) modern revizyonizme karşı mücadelesi önemli hatalar içermesine rağmen 1970’lerin ortalarına kadar emperyalizme karşı dünya işçi sınıfının önemli bir kesimi tarafından bir başka kale olarak görülmekteydi. Bu kale de günümüzde çökmüş durumdadır. Kapitalizmi adım adım inşa eden bürokratik devlet kapitalist yolcular emperyalist politikalarını geliştirmektedirler. Arnavutluk’ta da yaklaşık aynı süreç yaşandı. AEP Çin Komünist Partisi ile birlikte 1956’larda yozlaşma yoluna giren Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne karşı eksikliklerine rağmen esasta doğru safta yer alırken, 1970’li yılların ortalarında ÇKP ile de ilişkileri bozmuş ve kendi başına bir sosyalizm modeli geliştirme iddiasında bulunmuştur. Enver Hoca’nın ölümünden önce Parti içerisindeki Mehmet Şehu’nun tasfiye edilmesinin ardından parti başkanlığına getirilen Ramiz Alia’nın dünya işçi hareketinin yeni önderi ilan edilmesinin üzerinden fazla zaman geçmeden, Arnavutluk’un da kapitalist restorasyona girmesiyle bu “kale” de düşmüş oldu.
Günümüz koşullarında ise geçmişte SB’deki revizyonist gelişmeyi dünya halklarına ve dünya işçi sınıfına “Marksizm’in bilimsel açımlanması” olarak yutturanların bir bölümü kaderlerini ve umutlarını Küba’ya ve Venezuela’daki gelişmelere bağlamışlardır. Ama bunlar ancak “kıble”de küçük bir kesimi tatmin edebilmektedir. Dünya işçi hareketinin önemli bir bölümü ne Küba’daki sosyalizmin kötü bir karikatürüne, ne de sosyalizmden başka her şey olan milli burjuva-küçük burjuva hükümetlerin burjuva perspektiflerine güvenmektedir. Günümüzde parçalana parçalana bir hal alan 4. “Enternasyonal”ci Troçkistlerin önderlik etmeye çalıştıkları inkarcı birliklerin de bir güven vermediği açıkça görülmektedir. İngiltere’de emperyalist politikaların dünya ölçeğinde uygulanmasının adı olan Blair’i hükümete taşıyacak kadar siyaseten “kör” olan bu grupların güven yaratması zaten düşünülemez. O zaman bugün acilen yeni bir merkez yaratılmak zorundadır. Bu merkezin temel çıkış noktası Bolşevizm olmalıdır. MarksizmLeninizm’in bir başka ifadesi olan Bolşevizm dünyadaki gelişmelerin diyalektik materyalist temelde bilimsel bir biçimde açıklanması ve onlara doğru cevapların verilmesidir. Yeni bir Enternasyonal ancak bu zemin üzerinden yaratılırsa, bu merkez üzerinden dünya işçi hareketinin mücadelesine bir meşale gibi yol gösterecek, onların ücretli kölelik sistemini paramparça ederek kendi iktidarlarını kurmalarının yolunu açacaktır. Bugün bu temelde hareket eden
Bolşeviklerin verdiği mücadele, göndere çekilen bir bayraktır. Bolşevizm bir siyaset olarak dünya devrimci hareketinin içerisine taşınmakta ve o hareketin Bolşevik bir harekete dönüştürülmesinin kararlı mücadelesi verilmektedir. Oportünizme ve revizyonizme karşı kararlı mücadele verilmeden, Marksizm-Leninizm’in bir başka adı olan Bolşevizm’in işçi hareketi içerisinde etkisini artırması, sınıfın ve sınıf hareketinin doğru temelde örgütlenerek iktidara yürümesi mümkün olmayacaktır. İşçi hareketi tek tek ülkelerde devrimci bir perspektifle, devrimci bir planla mücadelenin ateşini harlayacak, günümüzde sürüp giden “miskinliği” elinin tersiyle bir tarafa atacak, üretimden gelen gücünü bu köhne düzenin köküne kibrit suyu
ekerek iktidara yürüyecektir. Bunun için bug ü nden it ibaren sınıfımızın bilinçli her bireyi Bolşevizm’in engin teorisini kavramak ve kavradığını sınıf hareketine taşımakla görevlidir. “Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” şiarı yol gösterici kılavuzumuz olmak zorundadır. Devrimci teoriyi doğru anlamak ve özümsemek için çaba yürütmeyenlerin sınıf hareketi içerisindeki yürüyüşü “karanlıkta el yordamıyla yürümeye” benzer. Sınıf hareketimizin içinde bulunduğu durum budur. Bir taraftan Türk milliyetçiliğinin yaydığı zehirli hava, diğer taraftan sosyalist olduğunu her daim söyleyen ve fakat sosyalizmi çarpıtan, çeşitli renklere bürünmüş oportünizm ve revizyonizm sınıfın içinde varlık göstermektedir. Bunlar işçi sınıfı hareketine zehir taşımakta ve işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmasını engellemektedirler. Bunun için de Bolşevizm temelinde yapılandırılmış öncüyü fabrikalar temelinde inşa etmek, sınıfa doğru önderlik etmek günümüzün en temel ayırt edici görevidir. Ancak bu mücadele ile birlikte uluslararası işçi hareketinin güçlü bir şekilde yaratılması da mümkün olacaktır. Bu onurlu görevi yerine getirmek için haydi mücadeleye! YDİ Çağrı okuru 23.11.2006 ✓
İÇİNDEKİLER Yeni bir Enternasyonal yaratılmalıdır!. . . . . . . . . . . . . . . . . TANSAŞ işçisi artık sendikalı.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İşbirlikçi sendikacılığı engelleyelim, Tez-Koop-İş’e sahip çıkalım . . . . Tez-Koop İş Sendikası Genel Merkezi’nin Açıklaması . . . . . . . . . . Osman Gürsu ile Tansaş protokolü üzerine röportaj . . . . . . . . . Trakya Sanayi A.Ş. fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor!. . Sendikalaşma mücadelesinden, direnişlerden kısa kısa... . . . . . . . Eskişehir Tek-Gıda’da delege seçimleri yapıldı. . . . . . . . . . . . . Sendikalar ve halkların kardeşliği şiarı . . . . . . . . . . . . . . . . Tarihten bir yaprak. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Işsizlik sigortası fonu üzerine kısaca . . . . . . . . . . . . . . . . . Asgari Ücret: Ölmeye çok yaşamaya az! . . . . . . . . . . . . . . . . 2007 bütçesine karşı emekçiler iş bırakarak alanlara çıktılar . . . . . . Kazanan SCT işçisi oldu!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Devrimcilik sizin neyinize?!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1 EK:2 EK:2 EK:2 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:6 EK:6 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8
EK:1
O
TANSAŞ işçisi artık sendikalı...
kurlarımız önceki sayılarımızda da Tez-Koop-İş’teki gelişmelere ilişkin yazılarımızı anımsayacaklardır. Biz o yazılarımızda hep sınıfın çıkarlarını temel almaya çalıştık, fakat bunu yaparken gelişmelere dar yaklaşmadık. Yeri geldi olumsuzlukları eleştirdik, yeri geldi kimi olumlu gelişmeleri övdük. Yeri geldi olumlu önerilerde bulunduk. Bu sayımızda elimize posta yoluyla ulaşan “Tez-Koop-İş sendikası üyeleri” imzalı Tez-Koop-İş’in imzaladığı TANSAŞ protokolünü eleştiren bir yazıya yer vereceğiz. Yazıda getirilen eleştiriyi belirtilen kaynaklarıyla incelediğimizde doğru bulmuştuk, gerçekten de ortada işçilerin uğradığı bir haksızlık vardı, imzalanan protokolde yasalara göre yararlanabilecekleri bir sürü haktan yararlandırılmamışlardı. Haksızlık çok açık ortada olmasına karşın biz eleştirilen tarafı, yani sendika merkezini ve Tansaş işçilerinin şimdi üyesi oldukları İstanbul 4 Nolu
Şube ile görüştük. Ne yazık ki konunun asıl muhatapları ile, Tansaş işçileri ile, dergimizin yayınlanması aşamasına kadar görüşme sağlayamadık. Fakat bu eksikliği bir sonraki sayımıza kadar gidermeyi düşünüyoruz. Aşağıda eleştiri yazısı ile birlikte konu hakkında görüştüğümüz genel merkezin tavrını ve İstanbul 4 Nolu Şube Başkanı Osman Gürsu ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. Sendika protokolü bir kazanım olarak savunuyor. 5 bin işçinin sendikalaşmasını, protokole birçok hakkın girmemesinden daha önemli görüyor. Bizim açımızdan da bu önemli bir kazanımdır ancak burada sorun tüm hakların elde edilmesi için sendikanın gerekli çabayı gösterip göstermediğidir. Sanırız bunu en iyi açıklığa kavuşturacak olan da işçilerin değerlendirmesi olacaktır, onu da -eğer bir sorun çıkmazsa- bir sonraki sayımızda yayınlamayı düşünüyoruz. 03.01.2007, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
İşbirlikçi sendikacılığı engelleyelim, Tez-Koop-İş’e sahip çıkalım
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
D
EK:2
oğuş Grubu bünyesindeki Tansaş’ın Koç Grubu’na devri gerçekleşti. Böylece Tansaş’ın MİGROS’a devri de gerçekleşmiş oldu. MİGROS’ta çalışan işçiler Tez-Koop-İş sendikası üyesidir. MİGROS işçileri yıllardan beri bağıtlanan toplu iş sözleşmelerinden faydalanmaktadır. Tansaş’ta çalışan işçiler de TezKoop-İş sendikasına üye olmaları halinde, üyeliklerinin işverene tebliğ edildiği tarihten itibaren MİGROS’ta yürürlükte olan toplu iş sözleşmesinin tüm haklarından yararlanabileceklerdir. Çünkü; Toplu İş Sözleşmesi Grev Lokavt Kanununun 3. maddesinde “Bir toplu iş sözleşmesi aynı işkolunda bir veya birden çok işyerini kapsayabilir. Bir gerçek ve tüzel kişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede ancak bir toplu iş sözleşmesi yapılabilir. Bu Kanun anlamında bu sözleşmeye işletme toplu iş sözleşmesi denir.” Ayrıca konu Yargıtay kararlarıyla da hüküm altına alınmıştır. (Yargıtay Kararı: E.1995/6275, K.1995/6194, T.09.03.2000) Fakat; Tez-Koop-İş sendikası yöneticileri bir protokol imzalayarak sendikaya üye olan Tansaş işçilerinin hem yürürlükteki toplu iş sözleşmesinin hükümlerinden yararlanmalarını engellemiş, hem de 01.05.2007-30.04.2009 yürürlük süreli olarak imzalanacak olan toplu iş sözleşmesinde yer alacak haklardan feragat edileceğini kabul etmişlerdir.. Aşağıda tam metni yer alan protokol Kanuna ve Yargıtay kararlarına aykırıdır. Yasal düzenlemede öngörülen bir hakkın değiştirilmesine veya ortadan kaldırılmasına yönelik protokol veya sözleşme hükümleri geçersizdir. (Yargıtay Kararı: E. 2004/32713, K. 2004/1005, T. 27.12.2004) Sendika yönetimi bu protokolle; Tansaş işçilerinin toplu iş sözleşmesinden kaynaklı haklarını
2009 yılına kadar dondurmuştur. Yapılan protokolle 01.05.200730.04.2009 yürürlük süreli imzalanacak olan toplu iş sözleşmesinin, yani şu anda hukuken var olmayan bir toplu iş sözleşmesinin haklarından Tansaş işçileri feragat ettirilmiştir. Ancak, hukuken henüz doğmamış bir haktan feragatten söz edilemez. Toplu iş sözleşmesinin imza tarihinden önce imzalanan protokol toplu iş sözleşmesi zamlarını önler nitelikte kabul edilemez. (Yargıtay Kararı: E . 1997/9413, K.1997/10922 , T.04.06.1997) Genel Başkan Sadık Özben bu protokolü imzalayıp, diğer taraftan da sanki bu protokol yokmuş gibi basına açıklamalar yaparak bizleri ve kamuoyunu yanıltmaktadır. Genel Başkan Sadık ÖZBEN basına yaptığı açıklamada hukuk dışı protokolden hiç bahsetmiyor, hatta yasal olarak Tansaş işçisinin de MİGROS sözleşmesinden ya-
rarlanması gerektiğini söylüyor. Genel Başkan Sadık Özben; A.A muhabirine yaptığı açıklamada; ‘Tansaş’ı, MİGROS’un da sahibi olan Koç Grubu’nun satın aldığını anımsatarak, Tez Koop-İş’in MİGROS’ta örgütlü olduğunu belirtti. Bu nedenle, Tansaş çalışanlarının Tez Koop-İş üyesi olması durumunda, yasal olarak MİGROS sözleşmesinden yararlanması gerektiğini anlatan Özben, ‚‘Ancak işveren, kendilerine bir geçiş süresi tanımamızı istedi. Biz de 2007’de başlayacak MİGROS toplu iş sözleşmesine kadar zaman tanıdık. Bu toplu iş sözleşmesindeki haklardan, Tansaş çalışanları da yararlanacak’’ dedi. Sadık ÖZBEN; Protokolün c) bendini de saklayarak ‚‘2007’de başlayacak MİGROS toplu iş sözleşmesine kadar zaman tanıdık. Bu toplu iş sözleşmesindeki haklardan, Tansaş çalışanları da yararlanacak’’ diyor. Ancak imzala-
Tez-Koop İş Sendikası Genel Merkezi’nin Açıklaması
S
endikamız ile Migros T.A.Ş işvereni arasında imzalanan protokol, Tansaş İşçilerinin kademeli olarak toplu sözleşme kapsamına geçirilmesi protokolüdür. Bu protokol çerçevesinde sorunsuz bir şekilde 5 bin işçinin sendikamıza üye olması sağlanmıştır. Söz konusu protokol bu çerçevede değerlendirildiğinde, Tansaş işçilerinin sendikalaşmasının çok daha önemli olduğu anlaşılacaktır. Kaldı ki 2822 sayılı Yasa kapsamında, yeni toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde tüm maddelerin yenilenebilmesi, değiştirilebilmesi, bazı maddelerin yürürlükten kaldırılabilmesi ve bazı yeni hükümlerin eklenebilmesi mümkündür. Dolayısıyla söz konusu protokol, Toplu İş Sözleşmesi düzenine geçiş protokolüdür ve konunda böyle değerlendirilmesi gerekmektedir. Saygılarımızla Tez-Koop-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu
dığı protokol öyle demiyor; c) Bu işçiler; 01.01.2007 tarihinden 30 Nisan 2009 tarihine kadar; Migros Toplu İş Sözleşmesinin “Evlenme yardımı” başlıklı 52., “Doğum ve ölüm yardımı” başlıklı 53. ve “İşe geliş ve gidişlerin sağlanması” başlıklı 55. maddelerinden yararlandırılacaklar, toplu iş sözleşmesinin diğer nakdi ve ayni hak sağlayan hükümlerinden yararlanamayacaklardır’ diyor. Ne zamana kadar yararlanamayacaklar? 30.04.2009’a kadar. İşte bu maddeler: Tansaş işçisinin yararlanacağı nakdi ve ayni haklar: - evlenme yardımı - doğum ve ölüm yardımı - işe geliş ve gidişlerin sağlanması Tansaş işçisinin yararlanamayacağı nakdi ve ayni haklar: - ikramiyeler - kasa tazminatı - yemek yardımı - yakacak yardımı - çocuk parası - tahsil yardımı - giyim yardımı - yıllık ücretli izin harçlığı - bayram harçlığı - askerlik yardımı - gıda yardımı - kredi yardımı İşveren aynı, işin niteliği aynı, bütün işçiler sendikalı, tek işletme toplu iş sözleşmesi var, sendikalı işçiler günlük yevmiyelerinin %80’ini sendikaya aidat olarak veriyorlar, hukuki bir engel yok, işverenin ekonomik durumu gayet iyi. Yukarda saydığımız hak ve sorumluluklar aynı olmasına rağmen Tansaş işçileri Toplu İş Sözleşmesinin bütün hükümlerinden yararlandırılmıyor. Hukuken hiçbir engel olmamasına rağmen, anayasaya, yasalara aykırılık neden, bu hukuk dışılık, ayrımcılık neden, neden sendikacılar hukuki haklarımızı almamamız için işverenle protokol imzalayarak, bizleri
mağdur ediyor? Sendikacının görevi bu mu? Kanuna aykırı ve geçersiz olan protokolü imzalayan sendika yöneticileri işvereni memnun etmiş olabilirler, fakat bizler memnun değiliz, mağduruz. Sendikacı işverenin değil işçinin temsilcisidir.
Hukuken de geçersiz olan protokolü bizler de kabul etmiyoruz, kanunun verdiği haklarımızı sendikacılar işverenlerle protokoller imzalayarak elimizden alamazlar, hiçbir hakkımızdan feragat etmiyoruz. Tez-Koop-İş yöneticilerinin im-
zaladığı bu satış protokolünden çıkarmamız gereken sonuç, sendikalaşmanın, örgütlü hak arama çabasının yanlış veya gereksiz olduğu sonucu değildir. Böyle bir sonuç yalnızca işverenin işine yarar. Bu oy una gelmeyelim. Örgütlülüğümüze, Tez-Koop-İş’e
sahip çıkalım. Fakat sendika yönetimlerine, işçi sınıfının çıkarları için mücadele edecek işçilerin gelmesi için mücadeleyi örgütleyelim, sendika yönetimlerini işverenler değil, biz belirleyelim. Tez-Koop-İş sendikası üyeleri
Osman Gürsu ile Tansaş protokolü üzerine röportaj
Y
kolü götürdük tüm arkadaşlara dağıttık. Biz protokolü saklamadık. Tüm TANSAŞ işçileri imzalanan protokolü gördüler, hepsi haberdar oldular. Yani Sadık Özben’in açıklamasında bu yoktu diye protokol imzalanmadan önce işçilerin haberi yokmuş gibi bir anlam çıkarılmamalı. İşçiler de, sendikacılar da, herkes protokolün ne gibi hakları içerdiğini veya neleri içermediğini biliyordu. Sadık Özben’in kamuoyuna açıklamasında sadece kazanımlardan bahTez-Koop İş Sendikası İstanbul 4 Nolu Şube sedip Tansaş işçileriBaşkanı Osman Gürsu nin -Migros işçilerine göre- ayni ve nakdi hak kayıplarından bahsetmemiş TANSAŞ’larda sendikal örgütlenolması o açıklamanın bir eksiği menin gerçekleşmiş olması açısınolarak görülmelidir. Yoksa Tansaş dan baktığımızda başarılı olarak işçilerinden habersiz bu protokol değerlendirmek gerekir. imzalanmadı. Protokol hazırlaSadece işçilerin örgütlenmesinırken başta Tansaş işçisi olup da nin gerçekleşmiş olması bakımınsendikaya üye olan 150 işçi ile topdan bakılsa başarılıdır. Çünkü işlantılar yapıldı, durum anlatıldı. çilerin sendikalarda örgütlendirilSendika üyesi olan olmayan tüm mesi sendikaların birincil görevulaştığımız işçiler bu protokole lerindendir. Bu örgütleme görevionay verdiler. Toplantılara üye işnin yerine getirilmesi bakımından çiler dışında diğer işçilerden katıdaha ilk aşamada olduğumuz göz lan olmadı. önüne alınırsa bu protokol bir baYDİ ÇAĞRI: Bunun nedeni neşarı olarak değerlendirilir. Onun dir? Öğrendiğimiz kadarı ile saiçin biz de başarı olarak değerlendece İstanbul’da Tansaş’larda diriyoruz. Ama hakların hepsine 1000’e yakın işçi çalışıyor olmabakarsanız TANSAŞ işçisi haklarısına rağmen sendikanız ancak 150 nın hepsini alamamıştır. Fakat zaişçiyi sendika üyesi yapabilmiş. manla örgütlendiği oranda haklaİşçileri sendikaya üye yapmada, rının hepsini, teker teker kazanaörgütlemede bu kadar başarısız olcak, örgütlenme ne kadar kuvvetmanızın nedenleri nedir? lenirse, kazanımları da artacak ve Osman Gürsu: Koç Holding bunun arkası gelecektir. Tansaş’ları çok kısa bir sürede YDİ ÇAĞRI: Protokol metni haalınca biz hemen işçileri örgütleyezırlanırken ilgili sendikaların yanı medik. Süreç hızlı işliyordu. İşçiler sıra Tansaş işçilerinin de haberi sendikalı olmaya pek sıcak bakmıvar mıydı? Sendika Genel Başkanı yorlardı. Sirkülasyonun çok hızlı Sadık Özben Tansaş’la ilgili yapıolduğu bu işkolunda Tansaş işçilan protokolü kamuoyuna açıklarleri geçmişte kötü bir deneyim yaken sadece kazanımlardan bahseşamışlardı. O yüzden sendikalaşdiyor, fakat Migros’la -aynı patmaya yanaşmıyorlardı. Çünkü onrona ait aynı işte çalışıyor olmalalara göre sendikaya gitmek, eşittir rına rağmen- karşılaştırıldığında işten atılmak demekti. Tansaş işçisinin hak yoksunluklaİşçi arkadaşların sendikaya rından bahsetmiyor. üye olmamasının bir dizi nedeOsman Gürsu: Protokol ile ilgili ninin yanında en önemli neden herkesin haberi vardı. Biz proto-
Belediyelerin TANSAŞ’ları Doğuş Grubuna vererek özelleştirdiği yıl olan 2001 yılında yeni patronun işçilerin sendikada örgütlenme mücadelesine yaptığı saldırılarda işçilerin çoğunun işten atılması ve sendikanın o zaman başarısız olmasından kaynaklanıyor. O zaman Tez-Koop-İş Sendikası olarak Tansaş işçilerinin önemli bir bölümünü sendikaya üye yapmıştı fakat örgütlenme henüz bitmemişken patronun haberi oldu ve öncü işçilerle birlikte 150 işçi işten atıldı. İşçiler dağıldı. Tansaş’larda sendikal örgütlülük bitirildi. Ondan sonra işçiler hep işten atılırız korkusuyla sendikalı olmaya yanaşmadılar. Çekingen davrandılar. YDİ ÇAĞRI: Tansaş’larda şu an sendika üyesi işçi ne kadardır? Migros işçilerine göre mevcut hak eşitsizliğini nasıl gidereceksiniz? Osman Gürsu: Tansaş’larda Türkiye çapında 5.500 işçi çalışıyor bunun 1.000 kişisi İstanbul’da. Geri kalanı başka illerde çalışıyor. Biz şu an 4.750’nin üzerinde işçiyi sendikamıza üye yapmış durumdayız. Şubemiz ise 1000 işçiden 900’ünü örgütledi. Doğuş Grubu zamanında işçiler arasındaki ücret skalası çok yüksekti. Yani biri asgari ücretle çalışırken bölümün şefi konumunda olan işçi onun iki katı ücret alıyordu. Şu an Tansaş işçileri Migros TİS’indeki çoğu haktan idari ve bazı sosyal haktan yararlanıyorlar. Sadece 2009’a kadar bazı parasal haklardan yararlanamayacaklar. Fakat 2007’nin Mayıs ayında Migros TİS’i imzalanacak. O zaman Migros işçileri ne oranda zam alırlarsa Tansaş işçilerinin de ücretlerine o oranda zam yapılacak. Önümüzdeki süreçte o zamanki sendikal örgütlülüğünün çok zayıf olmasından kaynaklı imzalanan protokolün getirdiği hak eksikliğini ve mevcut diğer tüm eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için sendikamız gereken çalışmayı yapacaktır. Şimdiden ön hazırlıklara başlandı. Protokoldeki eksiklere bakarak sendikaya işbirlikçi demek doğru değil. Sendika burada işbirlikçi davranmamıştır. Tansaş işçilerinin örgütlenmişlik gücüne göre hareket etmek zorundadır, zorundaydı. İşçilerle birlikte bunu doğru görerek yaptık. 29 Aralık 2006 ✓
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Dİ ÇAĞRI: Tez-Koop-İş Sendikası’nın İstanbul’daki TANSAŞ işçilerinin örgütlü olduğu Şube Başkanı olarak MİGROS’la aynı patrona bağlı işyeri olmasına rağmen sendikanızın MİGROS işçileri için geçerli olan 15 ayni ve nakdi haklardan sadece üçünden TANSAŞ işçilerinin yararlanmasını içeren bir protokol imzalanmış. Bu protokolü nasıl değerlendiriyorsunuz? İşçiler için bu bir kazanım mı, yoksa bir kayıp mı? Osman Gürsu: Türkiye çapında MİGROS’ta çalışan 8 bin kişilik işçi sendikamızda örgütlüydü. MİGROS’un TANSAŞ’ı almasıyla 5.500 işçi bu sayıya eklenerek bu sayı 13.500 kişiye ulaştı. Biz TANSAŞ işçilerinin örgütlenmesi için patronlarla yaptığımız görüşmelerde bir sonuç elde edemedik. TANSAŞ işçilerine gidip örgütlenmeleri için çağrıda bulunduk. Hatta ilk başlarda buraya şubemize 50 tane işçi geldi. Biz patronlarla görüşmelerimizden bağımsız olarak bir taraftan da örgütlenme çalışmasını yürüttük. Fakat ne yazık ki bu konuda başarılı olamadık. Sadece İstanbul’da 150’ye yakın işçi arkadaşımızı sendika üyesi yapabildik. Yani 5500 kişi içinden 150 kişiyi üye yapabildik. Ondan sonra oturup sendika olarak daha neler yapabiliriz diye bir durum değerlendirmesi yaptık. Ve bir protokol yapmanın daha uygun olacağı kararına varıldı. Böyle bir protokol imzalanmadan önce herkes denetlesin diye gerekenler yapıldı. Tüm ilgili kişi ve şubeler – biz de dahil- buna evet dedik ve bu protokolü yaptık. Bu protokol ile bir “başarı elde ettiniz mi?” diye sorarsanız tabiî ki önemli bir başarı yok. Ama bu başarının olmaması TANSAŞ işçisinin örgütlü olmamasından kaynaklanıyor. TANSAŞ işçisi yıllarca örgütsüz bir yerde çalıştığı için “Sendika nedir? Sendika ne değildir?” diye bir şeyden haberi yoktu. Sendikaya üye olmaları için kendileriyle konuşmaya gittiğimizde bizi bölüm müdürlerine gönderiyorlardı. “Bölüm müdürleriyle konuşun” diyorlardı. Genel olarak baktığımız zaman bu protokolü imzalamış olmaya “başarı” ve “başarısızlık” açısından değil de,
EK:3
Trakya Sanayi A.Ş. fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor!
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
EK:4
zmit-Uzunçiftlik semtinde kurulu Trakya Sanayi A.Ş. Fabrikası’nda çalışan Birleşik Me t a l-İ ş S end i k a sı Ko c ael i Şubesi’nde örgütlü olan 130 işçi 10 Kasım 2006 gününden bu yana greve çıkmışlardı. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI gazetesi olarak işçileri grevlerinin 26. gününde ziyaret ettik. Greve çıktıkları günkü basın açıklamasına katıldığımız için bizleri tanıyan grev gözcüsü işçiler ve o an orda bulunan diğer işçi arkadaşlar tarafından sıcak bir içtenlikle karşılandık. Ziyaretimiz boyunca işçi arkadaşlarla yaptığımız sohbette işyerindeki grev mücadelesini, son gelişmeler ve önümüzdeki süreçte yapılması gerekenler, işçi sınıfının genel durumu hakkında konuştuk. İşçi arkadaşların verdiği bilgiye göre grevin başlamasından bir hafta sonra jandarma fabrikanın önünü terk etmiş. “GüvenlikDanışma” kulübesinin grev gözcülerinin kullanımında olduğuna bakılırsa şu an grevin ilk günlerinde patronla işçiler arasındaki gergin ortamla karşılaştırıldığında bir yumuşama olduğu hemen ilk anda anlaşılıyordu. Bilindiği gibi fabrikanın esas patronu meşhur banka hortumcusu şu an ceza almış olduğu için aranan Hayyam Garipoğlu’dur. Sözleşmenin olmamasını bir de patron ve ortakların kendi aralarında anlaşamamalarına bağlayan işçiler, bir hafta önce patron vekilleriyle bir görüşme yapıldığını patronun hiçbir şekilde kabul edilemeyecek bir teklifle geldiğini söylediler. Dört şirkete tencere ve tava yapımında kullanılan hammadde üreten fabrikanın patronu sendika üyesi işçilerin yarısına yakınının çalıştığı bakır üretim bölümünü şimdilik kapatacağını, ileride açarsa tekrar işçileri asgari ücretle geri işe alacağı şartıyla TİS görüşmelerine başlayabilecekleri teklifinde bulunmuş. İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı böylesi tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini kararlı bir şekilde sürdüreceklerini ifade ettiler. İzmit’te ve ülke genelinde greve destek anlamında ilk başlarda sendikanın da güçlü desteğiyle birçok şey yaptıklarını fakat son günlerde hemen hemen hiçbir ciddi faaliyet gösteremediklerini vurgulayan işçiler önümüzdeki günlerde yine sendika öncülük ederse bir şeyler yapabileceklerini belirttiler. İşçilerin hak mücadelesinde zafer elde edebilmesinin en temel şartlarından biri yasaları öğrenmek ve kendi sınıfının bilin-
cini alma amaçlı eğitim ve bulunduğu yörede, ilde ve ülkede tüm halkın, DKÖ (Demokratik Kitle Örgütlerinin), sendikaların emek dostu siyasi çevrelerin ve basın yayın kuruluşlarının desteğini almak olduğunu işçilere anlattık. Bu desteği grevci işçilerin sendikalarını da zorlayarak -onlarla birlikte- çok ciddi sistemli ve kesintisiz bir şekilde verecekleri bir çabayla kazanacaklarını belirttik. İşçilere mücadelelerini desteklediğimizi ve mücadele ettiklerinde
k a z a nac a k la r ı n ı söyleyerek işçilerden ayrıldık. Trakya Sanayi işçilerinin haklı mücadelelerinin yanındayız! Yaşasın işçilerin haklı mücadelesi! Yaşasın işçilerin birliği! Aralık 2006 ✓
Sendikalaşma mücadelesinden, direnişlerden kısa kısa... Yüksel Seramik Aydın’ın Söke ilçesinde kurulu bulunan Yüksel seramik fabrikasındaki sendikalaşma mücadelesi üzerine gazetemizin 104. sayısında bilgi vermiştik. Yüksel seramik işçileri yasal haklarını kullanarak Çimse-İş Sendikası’nda örgütlenmişlerdi. Patron sendikalaşan işçilerden 26 işçiyi işten atmış, bir bölüm işçiyi de baskı ile zor ile sendikadan istifa ettirmişti. 100’e yakın işçiyi örgütleyen Çimse-İş, fabrikada çalışanların çoğunluğunu örgütlediğini düşünüyordu. Fakat patronun işyerinde 245 kişinin çalıştığını –bu kadar kişinin çalışmadığı, 150 kişinin çalıştığı söyleniliyor- göstermesi sonucu çoğunluk tespiti için Çalışma Bakanlığı’na başvurulamadı. Sendika üyesi olan işçiler-
den 26 işçi işten atıldı. Bir bölüm işçi baskı sonucu sendikadan istifa etti. Bütün bu nedenlerle sendikalaşma mücadelesi tamamlanamayarak yarı yolda kaldı. Gelinen aşamada; işten atılan işçilerin işe geri alınması için açılan işe iade davaları sürmektedir. Bu konuda açılan davalar hala sonuçlanmış değil. Yüksel Seramik işçilerinin sendikalaşma mücadelesi şimdilik kesintiye uğrasa da, gelecekte sendikalaşmak için yeni denemeler olacaktır. Çünkü sendikalaşmak için gerekli nedenler olduğu gibi varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Tansaş depo işçileri İzmir Pınarbaşı’nda bulunan Tansaş Depo işçilerinin direnişleri üzerine, gazetemizin 104. ve 105.
Eskişehir Tek-Gıda’da delege seçimleri yapıldı
E
s k i ş e h i r Te k- G ı d a İ ş Sendikası 8. Olağan Genel Kurul toplantısı için gündem maddesi olan yeni yönetimi belirlemek amacıyla Tek-Gıda İş sendikasının örgütlü bulunduğu iş yerlerinde delege seçimleri yapıldı. İş yerlerine göre delege sayıları ETİ GIDA 40 Kişi, ETİ TAM GIDA 30 Kişi, ETİ ÇİKOLATA 10 Kişi, ETİ KEK 9 Kişi, ETİ MEK 18 Kişi, PINAR SÜT 6 Kişi, MEY GIDA 6 Kişi, EKMEK FIRINLARI 6 Kişi, toplamda 125 kişi, sendikanın bünyesinde de 2800 çalışan bulunuyor. Delege seçim sürecinde Eti Gıda ve Eti Tam Gıda’da mevcut yönetime karşı olan delegeler üzerinde
Düzeltme ve özür Gazetemizin 106. sayısında, Yeni İşçi Dünyası Ek i ’nde, Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi yazısında, Kristal-İş sen-
anti-demokratik bir yaklaşımla seçim gerçekleşmiştir. Ne yazık ki Tek-Gıda İş’in şu anki yönetimi 4 yıllık süreç içinde işverenlerden yana olmuştur. Eti’de seçim sürecinde işverenin korumaları gözetiminde gerçekleştirilmiş ve yönetime karşı olan delegeler üzerinde psikolojik baskı yaratılmıştır. Seçim süreci şu an bitmemiş olup her an delegeler üzerinde baskılar beklenmektedir. Şu anki yönetimden memnun olmayan işçiler Eti Gıda, Eti Tam Gıda, Eti Çikolata’da muhalif listelere oy vermiştir. Diğer iş yerlerini eski yönetim almıştır. Eskişehir’den YDİ Çağrı okurları ✓
dikasının DİSK’e bağlı olduğu yazılmıştır. Kristal-İş sendikası DİSK’e değil Türk-İş’e bağlıdır. Bu yanlışı düzeltiyor, okurlarımızdan özür diliyoruz...
sayılarında bilgi vermiştik. 104. say ımızda; Nak liyat-İş Sendikası’nın taşeron A-Lojistik Şirketi ile 2,5 maaş ve ihbar, kıdem tazminatlarının ödenmesi konusunda anlaşmaya vardığını, işçilerin paralarını almayı beklediklerini, işçi arkadaşların verdiği bilgiye dayanarak aktarmıştık. Ekim sonunda işçilerin 2,5 maaşlarını almaları sonucu depo önündeki direniş çadırı sökülerek, direnişe son verildi. İşçiler ihbar ve kıdem tazminatlarını Aralık ayı içinde alacaklar. Öğrendiğimiz kadarıyla ALojistik Taşeron Şirketi’nin devreden çıkarılmasıyla, tek muhatap olan Migros yönetimi, dolayısıyla Koç Holding ile sendikanın görüşmeleri sürmektedir.
Graniser işçileri Manisa’nın Akhisar ilçesinde kurulu bulunan Graniser Seramik Fabrikası’ndaki sendikalaşma mücadelesi üzerine gazetemizin 104. , 105. sayılarında bilgi vermiştik. Süreç içinde Graniser patronunun işten çıkardığı işçi sayısı 65’e ulaştı. Çimse-İş Sendikası çoğunluk tespitini almıştı. Bu tespite karşı patron itiraz etmişti. Bu konuda hukuksal süreç işlemeye devam ediyor. İşten atılan işçilerin işe geri dönmeleri için açılan işe iade davaları da devam ediyor. Fabrika içinde ve işten atılan işçilerin sendikalaşma mücadeleleri her türlü zorluğa rağmen sürüyor. Graniser’de sendikalaşma mücadelesi, çalışan işçilerin çoğunluğunun sendikaya üye olmuş olması, işçilerin kararlılığı sürdüğü sürece, patronun her türlü zorluğu çıkarmasına rağmen, bir gün mutlaka başarı ile sonuçlanacaktır. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! 11 Aralık 2006 Ydi Çağrı/İzmir ✓
Sendikalar ve halkların kardeşliği şiarı
E
medir. Atılan bu adımı ilerletmek gerekir. Bu adımın üzerine “tüm dillere eşitlik, tüm halklara eşitlik” şiarına uygun gelişmelerin sağlanması için mücadele etmek gerekir. “Hiçbir halka ayrıcalık yok” prensibiyle hareket etmeliyiz! Bu temel prensipten hareketle biz bu yazıda esasen bu sözleşmeyi değerlendirmek amacında değiliz. Esas sorun, bir dizi eyleminde “yaşasın halkların kardeşliği” şiarını atan ama pratikleri tamamen şoven devlet siyasetinin çizgisinde olan sendikaları, konfederasyonları bu noktadaki siyasetlerini özsel olarak değerlendirmektir. Gerçi değerlendirmeyi başa koyduk ve bunların güttükleri siyasetin şoven-milliyetçi bir siyaset olduğunu başında belirttik. Neden? Bu işçi örgütlerinin-bir çoğu işçilere yabancılaşsa da tabanında yüz binlerce işçiyi barındırdıkları için işçi örgütleri demek doğrudur- bugüne kadar tüm pratiklerine ve teorilerine damgasını vuran Türk milliyetçiliğidir. Tabii ki bunların büyük çoğunluğu kendilerine böyle demiş olmamızı bir “hakaret” olarak kabul edebilirler. Bu durumda şoven ve milliyetçi bir siyasetin sürdürücüleri olmadıklarını günlük mücadelelerinde kanıtlamaları gerekir. Bu işçi örgütleri bugüne kadar gerek yazınsal alanda ve gerekse de pratikte uyguladıkları tavırları ile hiç bir şekilde coğrafyamızdaki Türk milletinin dışındaki millet ve azınlıkların dillerinde hiç bir şekilde propaganda yapmamışlardır, yapmak isteyenlere de izin vermemişlerdir. Ne kendi kurullarındaki çalışmalarda ne de kamuoyuna dönük çalışmalarda yaklaşık 20 milyon insanımızın kullandığı Kürtçe dilinde ya da başka bir dilde çalışma yapmamışlardır ve yapılmasına da izin vermemişlerdir. Ama buna karşın “yaşasın halkların kardeşliği” şiarı kongrelerinde atılmaktadır. Kardeş gördüğün bir halkın kendi dilinde kendisini ifade ede-
muna gelen sendikaların sermaye düzeninin karşısında bir güç olamamalarının en temel sebeplerinden birisi de bu değil midir? Sendika uzmanlarının çoğu var olan şovenist yönetimlerin yanlışlarına karşı çıkmaları gerekirken, onlara alet olmaları şovenizmin aşılması önünde önemli bir handikap oluşturmaktadır. Toplumda var olan genel şoven bakış açısı karşısında işçileri etkilemek, dönüştürmek ve ileriye taşımak sendika uzmanlarının görevleri arasındadır. Bulunduğu yeri korumak, eleştirilere hedef olmamak siyaseti sınıf bilinciyle hareket ettiğini söyleyenlerin siyaseti olamaz, olmamalıdır. Sendikalarda sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin bir parçası olarak bu şoven politikaları silip atmak için doğru mücadele yürütmek olmazsa olmaz bir görevdir. Sendikalar şovenizmin ağusunun etkilerinden arındırılmadan, gerçek sınıf sendikalarının yaratılması imkansızdır. Şovenizme karşı mücadele etmeden “Halkların Kardeşliği”nin sağlanması olanaksızdır. Kuşkusuz bu konuda en büyük iş gerçek sosyalistlere düşmektedir. İşçi sınıfı fabrikalarda bu temelde eğitilip örgütlenmeden coğrafyamızda halkların kardeşliğinin sağlanması olanaksız gibi görülmektedir. O zaman sınıfı fabrikalarda örgütlemek, üretimden gelen güce sahip olmak, buraları enternasyonalizmin hüküm sürdüğü kaleler haline getirmek günümüzün en temel görevlerindendir. Bu görevi biz yerine getirmeliyiz! YDİ Çağrı okuru 24.11.2006 ✓
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
kim ayında, Diyarbakır Söz gazetesinin verdiği bir habere göre, Diyarbakır’da Bağlar, Yenişehir, Kayapınar ve Sur Belediyelerinin Tüm Bel-Sen Sendikası ile 180 memuru kapsayan 2 yıllık toplu sözleşme yaptığını; bu sözleşmeye “halkla iletişim kurmalarını sağlamak amacıyla çalışanlarına farklı ve yerel dillerin öğretilmesi için belediye gerekli önlemleri alır” hükmü konulmuş. Bunun üzerine önce sol liberal gazetelerde haber yapıldı. Bu haberlerin arkasından da devletin “duyarlı” kurumları suç unsuru keşfederek soruşturma başlattıklarını duyurdular. Zaten farklı bir şey de beklenmezdi. Bir asra doğru yürüyen TC devletinin tarihi Kürt sorunu konusunda inkarcılık ve asimilasyon üzerine kuruludur. AB’ye üyelik sürecinde “vatanı ve milleti ile bölünmez bir bütün” olarak kabul ettikleri kırmızı çizgilerinden biraz da olsa turuncuya doğru bir evrimlenme oldu. “Kerhen” de olsa Kürtlerin varlığı kabul edildi. Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel ve şimdilerde bin karanlık operasyonların en karanlık adamı Mehmet Ağar gibi kötü ünlü politikacılarının değişik dönemlerde yapmak zorunda kaldıkları açıklamalarla kabul edilir göründü. TC devleti göstermelik Kürtçe yayın da yaptı TRT kanallarında. Tabii ki “demokratik” bir devletin sadece Kürtlere bu hakkı tanıması “ayıp” olurdu. Onlar bunun için bu işin içerisine coğrafyamızdaki başka milletlerin dillerinden de yayın yaptılar. “Eşit” davrandıklarını gösterdiler. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin geldiği noktadaki olumsuz konumlanışına rağmen bir kazanımı olan bu ileri(?) adım bu coğrafyadaki bazı tabuların yıkılmasına da hizmet etti. Tüm Bel-Sen’le yapılan sözleşmeyi de belki bu çerçevede değerlendirebiliriz. Yani ilk defa bir sözleşmede böyle tanımlara yer verilmiş olması bir yanıyla olumlu bir geliş-
memesi nasıl “kardeşlik”le bağdaştırılabilir?! Kardeş ded iğ i n bir işçinin dilini yasaklar içine aldığında, o işçinin seni sınıf kardeşi olarak algılamasını ne kadar düşüne bi l i r si n?! Bunun olmayacak bir şey olduğu belli değil mi? Sendikaların, kendisini başka bir ulusa ait gören üyeleri için özel çalışmalar yapması bir zorunluluk değil midir? Enternasyonalizmin bir gereği değil midir bu? Kürt ulusu ve diğer azınlıkların ayrı ulus olarak yaşadıkları baskı ve terör karşısında özel kararlarla korumaya çalışmak zorunlu değil mi? Sendikaların bu konuda batı ülkelerindeki reformist, işbirlikçi dedikleri sendikaların dününe ve bugününe bakmaları bile, aslında kendilerinin ne kadar şoven bir yapı içerisinde bulunduklarını görmelerine yardımcı olacaktır. Batıdaki sendikaların bugün halen, başka ülkelerden göç edip gelen farklı milletlere sahip işçilerin kendi dillerini serbestçe konuştuğu özel toplantılar, konferanslar, komisyon çalışmaları yaptıklarını, başka dillerde yayın yaptıklarını görebiliyoruz. Bunu yazmamız, onların bu uygulamalar içerisinde olmasına rağmen, göçmen işçilerin ve o ülkelerdeki azınlıkların bu sendikalar hakkındaki eleştirilerini ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü bu sendikalar da günlük mücadelede işyerlerinde uygulanan genel şoven devlet politikalarının uygulayıcıları olabilmektedirler. Sendikaların gerçek kardeşlik tohumları ekmediği, bundan korktuğu ve şoven politikalara alet olduğu ölçüde “kardeş” dediği halklard a n i ş ç i ler i n güvenini sağlayamayacağı, sınıfsal mücadele içerisinde onların tam desteğini alamayacağı açık değil midir? Şoven politikalara ses çıkarmayan, onların parçası duru-
EK:5
TARİHTEN BİR YAPRAK
2
4 Ekim 1956 yani 50 yıl önce, bugün esasta sessiz olan, sermayenin kazanılmış haklara yaptığı saldırıları küçük mevzi savaşları ile durdurmaya çalışan Almanya işçi sınıfı 114 gün süren bir mücadeleyi yürüttüler. 50 yıl önce yapılan grevin ana konusu, doktor raporuyla hastalığı tescil edilmiş işçiye ücretinin ödenmesinin devam etmesine dair bir yasanın çıkarılmasıydı. Grev öncesi bizim memur dediğimiz idari kadrolara hastalık halinde para ödeniyordu ama işçilere ödenmiyordu. Bunun için işçiler 24 Ekim 1956’da başlattıkları grevi 14 Şubat 1957’ye kadar sürdürdüler. 34 bin metal işçisi 114 gün üretim yapma-
dılar. Hastalık durumunda ücret yoksa üretmek de yok dediler. Tabii ki sadece bu değildi o dönem IG Metal Sendikasının SchleswigHolstein Bölge Yönetimi hastalık halinde ücret farkının ödenmesini, daha fazla izin hakkı ve izin döneminde ek olarak izin parası talep ediyordu. Bu büyük grev ikinci dünya savaşının yıkıntılarından sonra yapılan ilk büyük grevdi Almanya’da. İkinci dünya savaşında tekelci Alman sermayesinin dünya işçi sınıfının vatanı olan Sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırmıştı. Amaç işçilerin iktidarını parçalamaktı. Ama bu olmadı. Değişik milletlerden Sovyet halkı kendi vatanlarına sahip çıktılar ve Moskova
İŞSİZLİK SİGORTASI FONU ÜZERİNE KISACA
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:6
ilindiği gibi 2000 yılından bu yana “işsizlik sigortası primi fonu” adıyla bir fon oluşturuldu. Bu fonun amacı, sigortalı çalışan ve bu fona prim ödeyen sonraki süreçte işsiz kalan işçilere bu fondan “işsizlik ödeneği” ödemekti. Ama fona yatırılan para devletin kasasında tutulmaktadır. Aslında bir anlamda bu para devlet için bedavadan kredi işlevini de görmektedir. 2006 yılı Haziran ayı itibarıyla biriken
para biriktiği gerekçesiyle devletin bütçe deliklerinin kapatılması için kullanılmıştı. Bu duruma gözyumulamaz. Biz çalışanların da para ödediği bu fondaki paranın bizim iznimiz olmadan bir yerlere peşkeş çekilmesine karşı mücadele etmeliyiz. Biz bu fondaki paranın işsizlere daha fazla dağıtılmasını istiyoruz. Fona para ödeyen veya ödeyemeyen tüm işsizlerin bu fondan bedava meslek edinme kursları almasını talep ediyoruz. Tüm işsizler İŞKUR’a başvurarak kendilerinin istedikleri bir kursa yazdırıl-
para 22 milyar YTL yani eski hesapla 22 katrilyon TL. Bu güne kadar işsizlere ödenen para 26.635 milyon YTL, yani fondaki paranın yüzde 1.2’si. Bu gülünç bir rakam. Bilindiği gibi bu para daha önceki yıllarda da fonda çok fazla
malarını talep etmelidirler. Bugün çok sayıda işçi ilgili kuruma meslek edindirme kursu için başvurduklarında “bizim bu bölgede bu olanak yok” cevabıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu kabul edilemez bir şeydir.
önlerine kadar yağma için gelen faşist Alman orduları inlerine kadar kovalanarak savaştan zaferle çıktılar. Almanya’da da faşistler iktidarlarını kaybetmişlerdi. 1946 sonrası ABD, İngiltere ve Fransız emperyalist devletlerinin paylaştığı alanlarda yerel hükümetler kurulmuştu. İşte bu savaşın hemen ardından Almanya işçi sınıfı yıkıntı haline gelen bir ülkeyi yeniden inşa etti. İşçilerin bu kazanımlarına karşılık Alman sermayesi işçilere hastalık halinde ücretlerini ödemek istemiyordu. Ama idari kadroya bu ücret veriliyordu. İşte bu koşullarda daha kendilerini yeni toparlayan sendikalardan IG Metal 114 gün süren bir grevi yürütmüştü. Tabii ki o günün politik koşulları da tamamıyla farklıydı. Berlin eyaleti seçimlerinde bu gün işçilere saldıran ve sermayenin tam uşaklığını yapan CDU-Hıristiyan
sağ muhafazakar parti “kapitalizm iflas etmiştir, gelecek sosyalizmdedir, oylarınızı bize verin” diye propaganda yapıyordu. Yani o dönemde Batı Avrupa’daki işçilerin azımsanmayacak bir bölümü yörüngesini sosyalizmden yana çevirmişti. Bu koşullar altında bu grev örgütlenip yürütülmüştü. Grev sonunda işçiler Almanya tarihinde bir tarih yazmışlardı: İşçilerle-idari personel aynı haklara sahip olacaktı. Hastalık halinde hasta işçinin maaşı ödenecekti. Yasa koyucular geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Metal patronları işçilerin kararlı mücadelesi karşısında geri adım atmışlardı. O günler gelecek... Gelecek sosyalizmde! YDİ Çağrı okuru, 26.11.2006 ✓
ASGARİ ÜCRET: Ölmeye çok yaşamaya az!
2
006 yılının sonlarına yaklaşırken 2007’de milyonlarca işçinin aldığı asgari ücret de belirlenmiş olacak. Bir işçi olarak ilk başta bizlere sorulmadan kendi belirledikleri komisyonla bizim adımıza karar alamazlar. Bizi açlığa, yokluğa mahkum edenlerden işçi sınıfını düşünmesi buna göre hareket etmesi beklenecek bir olgu da değildir. Alacağımız ücreti belirleyenler, işçi sınıfını sömürü çarkının içinde sömürenler, emeğimizden artı değer yaratıp saltanat içinde yaşayanlardır. Komisyonda beş işçinin olması
sadece göstermeliktir. Akşamları aç yatan onlar değil, evde ısınma problemleri olan onlar değil, parasızlıktan tedavi olamayan onlar değil, barınma sorunu olanlar onlar değil. Onların tek derdi sermayelerini daha da artırıp karlarını
büyütmektir. Belirlenecek asgari ücrette sermayelerini etkileyecek bir ücret olmayacaktır. Sendikacıların tutumu da sınıf sendikacılığından uzak, işçi sınıfını oyalayan sistemi yeniden üreten kurumlar haline gelmiştir. Türk-İş’in asgari ücretin 605 YTL olmalı talebi de kimin tarafında olduğunu göstermiştir. Çalışma barışı dedikleri bu olsa gerek. Nasılsa ücretlerden aidatlar kesiliyor. Paranın hesabını soran da yok! Kendi araştırmalarında yoksulluk sınırını açıklayan rakamlarla talep ettikleri ücret arasında çok büyük fark var. Gözümüzün içine baka baka bizleri kandırıyorlar. Yıllardır ülkenin çıkarları, rekabetin yoğun olduğu vs. yalanlarıyla bizleri uyutup fedakarlık yapmamızı istiyorlar. Fedakarlık dedikleri bizim için artık ölümdür, ondan ötesi yoktur. Bunu görmeliyiz artık. Yaşamı yaratan bizim emeğimizdir. Üreten biziz ve ürettiğimiz için de söz hakkı bizimdir. İşçilerin alacağı ücreti belirleyecek bir komisyon olacaksa da, hepsi işçilerden oluşmalıdır. Andaki sistemde elbette bunlar olmayacaktır. İşçi sınıfı kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu görecektir. Kuracağımız yeni bir dünyada asgari ücret denen utanç verici bir komisyon olmayacak, ücretli kölelik olmayacak, insanlar açlıktan ölmeyecek, kimliğinden dolayı yok sayılmayacak. Kuracağımız yeni bir dünyada bizleri sömürenlere de yer olmayacak. Kurtuluşumuz için; YA BARBARLIK YA SOSYALİZM! Eskişehir’den bir YDİ Çağrı okuru.
Hükümetin 2007 bütçesine karşı ve insanca bir yaşam için emekçiler iş bırakarak alanlara çıktılar Eylemin bir uyarı olduğunun belirtildiği açıklama “Bu uyarıyı dikkate almayan yaklaşımlar ve siyasal tercihler sürdürülürse, demokratik ve meşru yollardan eylemlerimizin devam edeceğinin bilinmesini istiyoruz.” denilerek bitirildi. Eylemde Halkevleri’de kortej oluşturarak yürüdü. Diğer sendikalara üye olan çok sayıda memur da KESK’in çağrısıyla sevk alarak 14 Aralık’ta hizmet üretmedi. Ancak SSK ve BağKur hizmet binalarında çalışan memurların eyleme katılmadığı, bu kurumların hizmetlerinde aksama yaşanmadığı gözlendi.
T
İstanbul İstanbul’da yaklaşık 2 bin emekçinin katıldığı eylem Saraçhane Parkı’nda gerçek leşti. Burada KESK adına konuşan Sevgi Göğçe kamu emekçilerinin eğitime ve sağlığa bütçe istediğini vurgularken, KESK İstanbul Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Dursun Yıldız
kamu emekçilerinin insanca yaşaması ve halkımızın kamusal, nitelikli hizmete kavuşması için IMF ve Dünya Bankasıyla yapılan anlaşmaların iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Eylemde DİSK Genel Sekreteri Musa Çam, TMMOB İKK üyesi Hüseyin Yeşil ve İstanbul Tabip Odası Genel Sek reteri Hüseyin Demirdizen de birer konuşma yaptı. Saraçhane’deki eyleme KESK dışında TMMOB, TTB, DİSK, ESP, DTP, EMEP, ÖDP, SDP katıldı.
Adana KESK’in çağrısı ile tüm Türkiye’de 2007 bütçesini protesto etmek için alanlara çıkan kamu emekçileri Adana’da da bir yürüyüş düzenlediler. KESK Şubeler Platformu içerisinde yer alan Eğitim-Sen, BTS, SES, BES ve Enerji Yapı Yol-Sen ile Adana Tabip Odası ve TMMOB’ye üye yaklaşık 700 kamu emekçisinin katıldığı yürüyüş saat 11’de Eğitim-Sen Adana Şubesi önünden başladı. Yürüyüş Uğur Mumcu Meydanına kadar sürdü. Burada gaz bombaları ve panzerleri ile yoğun güvenlik önlemi alan polis trenleri hareket ettirmeyen BTS üyelerini gözaltına almaya çalıştı. Sendika yöneticilerinin müdahalesiyle TCDD memurları serbest bırakıldılar. Eyleme BTS üyelerinin yanı sıra diğer TCDD çalışanları da destek verdi. Uğur Mumcu Meydanında toplanan kamu emekçileri burada sloganlar atarak bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Açıklamada “TİS ve Grev hakkımızı, çalışma yaşamımızın demokratikleşmesini, iş güvenceli istihdam ve insanca yaşanacak bir ücreti, sağlık ve eğitime yeterli bütçe ayrılmasını, herkese parasız, eşit, ulaşılabilir, nitelikli kamusal hizmet ve demokratik bir Türkiye istiyoruz” dendi.
Mersin Kamu Emekçileri Sendikaları Kon feder a s yonu (K E SK) 14 Aralık’ta tüm yurtta, “İnsanca Yaşam İçin bugün hizmet üretmedik” sloganıyla iş bırakarak alanlara çıktı. M e r s i n’ d e K E S K ü y e l e r i saat 11.00’de Devlet hastanesi önünde bir araya gelerek AKP İl Başkanlığına doğru yürüyüşe geçti. Yaklaşık 2500 kişinin katıldığı eylemde kamu emekçileri “Sadaka değil TİS ve grev hakkı istiyoruz” dedi. “Savaşa değil eğitime ve sağlığa bütçe” diyen kamu emekçileri 2007 bütçesinin tüm taleplere rağmen “halkın ihtiyaçlarını değil, sermaye ve rantiyenin” ihtiyaçlarını öngördüğünü, işsizlik ve yoksulluğu artırdığını, çalışma koşullarını tek taraflı olarak belirlediğini ifade ettiler.
G
15 Aralık 2006 ✓
Kazanan SCT İşçisi Oldu!
a zetemizin 103. say ısında “Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye” başlığı altında, grevde oldukları halde işten atılan 153 SCT işçisi ile ilgili bilgi vermiştik. Türkiye’de ilk defa yaşanan bu olay karşısında Birleşik Metal-İş Sendikası, avukatı aracılığıyla devreye girerek işçileri bilgilendirdi ve Tarsus İş Mahkemesine dava açtı. 13.12 2006 tarihinde görülen davada mahkeme, davacı olan SCT patronunun gerekçelerini reddederek davayı SCT işçileri lehine bozdu. Buna göre SCT patronu haksız ve hukuksuz bir şekilde işten çıkardığı işçileri tekrar işe alacak, 12+4 aylık tutarında (12 ay sendikal, 4 ay da boşta geçen süre için) tazminat ödeyecek. Bu dava işçi sınıfı açısından emsal teşkil edecek bir dava. Türkiye tarihinde ilk defa bir patron, grev-
deki işçilere üst üstte iki gün işe gelmediği gerekçesiyle çıkış veriyordu. Eğer mahkeme bu gerekçe ile verilen çıkışı onaylamış olsaydı, tüm patronlar açısından emsal teşkil edecek bir karar olacaktı. İşçi sınıfının hak aramak için zaten sınırlı olarak kullanabildiği grev vb. silahlarını kullanması neredeyse imkânsızlaşacaktı. Bu haber yazıldığında SCT patronunun itiraz süresi de sona ermişti. Bakalım patron SCT işçilerinin yaklaşık 1,5 yıldır sürdürdükleri bu onurlu mücadele karşısında, bugüne kadar olduğu gibi hukuk tanımaz tavrına devam edecek mi? Bunu SCT işçilerinin mücadelesi tayin edecek! Zafer direnen SCT işçilerinin olacak! Ydi Çağrı/Mersin 22.12.2006 ✓
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ürkiye’nin dört bir yanında AKP hükümetinin IMF talimatıyla hazırladığı 2007 bütçesine karşı KESK’in öncülüğünde düzenlenen protestolar vardı. Eylemlerde parasız eğitim ve parasız sağlık talebi ve sosyal güvenlik hakkı öne çıkarken, emekçiler iş bırakarak ve yavaşlatarak, yürüyüşler düzenleyerek kamu hizmetlerinde yıkım yaratan politikalara ve bütçeye karşı tepkilerini dile getirdi. KESK’e bağlı sendikalar; TTB ve TMMOB’nin de desteğiyle, örgütlenme, grev ve toplu sözleşme hakkı, insanca yaşanacak ücret, sağlık ve eğitime yeterli bütçe, herkese parasız, eşit, ulaşılabilir, nitelikli kamusal hizmet ve demokratik bir Türkiye talepleriyle 14 Aralık günü tüm Türkiye’de iş bıraktı. Ülke çapında gerçekleşen eyleme, en etkin katılım İzmir’de olurken birçok şehirde il emniyet müdürlükleri ve valilikler yayınladıkları genelgelerle eyleme katılınmaması için uyarılarda bulundu. Ankara’da, İzmit’te ve Van’da iktidar emekçinin karşısına polis barikatlarını dikti. Gebze’de, Kırklareli’nde gözaltına alınanlar oldu. Saldırılar ve engellemeler üzerine KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, bazı güçlerin KESK’in mücadelesinden korktuğunu belirterek‚ ‘korkunun ecele faydası yok. Bu barikatları sizin önünüze kuracağız” dedi.
Yol boyunca sloganları ile hükümetin uygulamalarını ve 2007 bütçesini eleştiren emekçiler, AKP İl Binası önüne geldiklerinde büyük bir coşkuyla slogan attılar. Polis AKP İl Binası önünde yoğun güvenlik önlemi almıştı. Burada da atılan sloganların ardından, KESK Mersin Şubeler Platformu adına Dönem Sözcüsü Merdan Taş basın açıklamasını okudu. “KESK olarak; TİS ve grev hakkımız, çalışma yaşamının demokratikleştirilmesi, iş güvenceli istihdam, insanca yaşanacak bir ücret, sağlık ve eğitime yeterli bütçe, herkese parasız, eşit, ulaşılabilir, niteliksel kamusal hizmet ve demokratik Türkiye için” alanlarda olduklarını belirten Merdan Taş; IMF ve Dünya bankasının “Yapısal Uyum ve İstikrar Programlarını” uygulamada kararlı olan hükümetin, kamu emekçilerinin taleplerine kulak tıkadığını dile getirdi. TİS ve grev hakkına karşı yasaklamaların devam ettiğini belirten Taş; “12 Eylül hukukundan miras kalan 2821, 2822 ve aynı zihniyetin devamı olarak çıkarılan 4688 sayılı yasa ile çalışanların özgür ve demokratik ortamda ortak örgütlenmesi engellenmektedir.” diyerek “geleceğimizi karartmayacağız, geleceğimize sahip çıkacağız..” şeklinde konuşmasını bitirdi. Açıklamanın ardından kamu emekçileri olaysız bir şekilde dağıldı.
EK:7
DEVRİMCİLİK SİZİN NEYİNİZE?!
Ocak 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
E
n değme patronların içerisinde yeraldığı MESS-Metal patronlarının yayın organının Eylül 2006 sayısında burjuva Profesörlerden Sayın Dr. Ali Ceylan’ın bir yazısı yayınlandı. Yazıda “Devrimci patronlar” başlığı altında burjuva yazar, “Bir devrimci, olayları farklı görmek ve farklı olmak zorundadır. Çünkü, devrimci bir bakış açısına sahip olunmadan devrimci olunmaz.” demektedir. Öncelikle şunun altını çizmek istiyoruz: Burjuvazinin devrimciliği feodal toplumun son dönemlerine denk düşen bir gelişmeydi. Burjuvazinin feodal toplumun içerisinde filizlenmesi ve gelişmesi sürecinde, eskiye karşı yeniyi temsil eden, modern üretim ilişkilerinin karşılığına denk düşen bir yeni sınıftı burjuvazi. Eskiye karşı yeni olma anlamında bir devrimcilikti bu. Burjuvazi, feodal toplumun gerici üretim ilişkilerinin yerine yenilerini koyarak bir ileri adımı o günün koşullarında temsil ediyordu. Toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil eden ve eskiyen feodal toplum içerisindeki yeni dinamikleri, ki bunlar aynı zamanda çekirdek halinde oluşmaya başlayan proleterlerde bu dinamiklerin içerisindeydi, toplumsal muhalefet saflarında topladı. “Eşitlik, Özgürlük ve Barış” sloganı altında toplumsal bir devrimin başını çekti. O koşullarda devrimci bir niteliği olan burjuvazinin hep aynı kalması zaten mümkün değildi. Tarihsel gelişme içerisinde serbest rekabetçi kapitalizm dediğimiz dönemde bu görece ileriliğini devam ettirdi. Ama burjuvazinin devrimci barutu sürekli bir şekilde sürmedi ve sürmeyecekti. Eşitlikten, Özgürlükten ve Barıştan yana olan burjuvazi kendi mezar kazıcıları olan proletaryayı da yaratmıştı. Büyük bir bilim adamı olan, bilimsel sosyalizmin yaratıcılarından Marks’ın da dediği gibi, Kapitalist toplumun içerisinde gerçekten tek devrimci sınıf olan proletarya ücretli kölelik sistemi olan kapitalizme karşı mücadelenin başını çekerek sınıf mücadelesinin tarihini yazmaya başladı. İlk defa 1800 yıllarının sonlarında Paris Ayaklanması ile iktidar olma talebini pratik bir hedef haline getirdi. Bu deneme kanla bastırıldı. 1900 yıllarının başında 20’li yıllara ka-
dar değişik ülkelerde işçi-asker Sovyet iktidarları kısa dönemli olarak kuruldu. 1917 Ekim devrimiyle Proletarya ilk defa kendi iktidarını kurdu ve emperyalist zinciri en zayıf halkasından kopardı. İşte bu toplam süreç içerisinde feodalizme karşı eşitlik, özgürlük ve barış şiarı ile hareket eden burjuvazi kendi iktidarını korumak, bu anlamda bireysel mülkünün garantisi olan burjuva devleti yaşatmak için bir sistem olarak burjuva diktatörlüğünü en vahşi katliamlarla sürdürmeyi pratik bir yaşam haline getirdi. Eşitlik, özgürlük ve barış sloganları tarihe karışmıştı. Proletarya en barbar şekilde sömürülüyordu. Kapitalist-emperyalist çıkarlar uğruna dünyanın değişik ülkelerinde cephelerde proleter ve yoksul köylülüğün kanı akıtılıyordu. Ezilen halklar zorla baskı altında tutuluyor, kölelik koşulları dayatılıyordu. Kapitalist toplumun bir üst aşaması olan emperyalizm döneminde burjuvazi tüm çizgi boyunca gericileşmişti; başka bir deyişle devrimci barutu tükenmişti burjuvazinin. Burjuvazi bu çağda artık gericileşmiştir. Dolayısıyla bu tarihi gelişmeleri yok sayan burjuva yazar Sayın Prof. Dr. Ali Ceylan’a biz, “hadi ordan” diyoruz. Devrimcilik kim siz kim diyoruz. Tarihiniz ne kadar gerici olduğunuzu göstermektedir. Üretim araçlarının bugün önünde engelsiniz. Kapitalizmin ilk çıkışında feodal toplum karşısında sizi devrimci kılan temel şey, üretim güçlerinin önünü açmak, üretim ilişkilerini devrimcileştirmekti. Dün olduğu gibi bugün de temel dürtünüz kar etmek ve yine kar etmektir. Dünyanın tüm zenginliklerini paylaşma kavgası içerisinde işçi emekçi kanı akıtmak, dünyayı birinci, ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi bu gün de Afganistan’da, Orta-Doğu’da kan gölü haline getirmekten asla vazgeçmezsiniz. Paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı için milyarlarca doları savaş için gerekli silahlara yatırmak, dünyanın başka alanlarında yeni savaşları kışkırtmak günlük işleriniz arasında. Dünyayı birkaç kez yok etmeye yetecek kadar yeni silahlar üreterek hummalı bir şekilde yeni bir dünya savaşına hazırlanmaktasınız. Bunun karşısında her gün sizin fabrikalarınızda alınteri döken ve ama yine de aç kalmaktan kurtulamayan milyonlarca proleter var. En kötü çalışma ve yaşam koşul-
larına sahip olan toplumun bu üretken kesimi, yarattığı zenginliklerden yararlanmaktan uzak. Milyonlarca proleteri sokaklara atarak işsiz ve aşsız bırakmış durumdasınız. Milyonlara varan işçi iş kazalarından, kötü çalışma koşullarından genç yaşta hastalanmakta ve ölmektedir. Dünyanın bir dizi ülkesinde işçiler, emekçiler açlıktan, susuzluktan ölmektedir. Azami kar amacıyla fabrikalarınızda tüten zehirli gazlar ve toprağa ve sulara akıttığınız zehiri atıklardan dolayı canlı varlıkları yaşamlarını sürdürememekte, ozon tabakası delinerek dünyamızın hızlı bir şekilde ısınması ve bunun sonucu çölleşme olmaktadır. İklim değişmekte, buzulların çözülmesi ile birlikte yeni felaketleri hazırlamaktasınız. İşte sizin devrimcilik dediğiniz budur! Bu devrimcilik değil, yıkımdır. Sizler bu yıkımın mimarlarısınız! Sizler geçmişte yıktığınız gericiliğin yerini almış durumdasınız. Bugünün devrimci sınıfı proletaryadır. Odur her şeyi üreten! Odur emeğiyle geçinen! Ve o geleceği de devrimci bir tarzda şekillendirecektir. Proletarya sizin kan ve barut üzerinden yükselen iktidarınıza karşı, gerçekten kardeşliğin hüküm sürdüğü, savaşların ve sömürünün olmayacağı bir dünya kuracaktır. Bunun en açık
örneği Lenin ve Stalin dönemindeki Sovyetler Birliğidir. Orada sömürüye son verilmiştir. Orada Halkların Kardeşliği gerçekten yaşanmıştır. Tarih sahnesinden silinmiş duruma gelen azınlık halklar yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. Orada hiçbir ülkenin toprağına saldırma politikası güdülmemiştir. Orada tarih sahnesinde ilk defa kadınlar erkeklerle önce yasal eşitliğe kavuşmuşlar, ardından toplum içerisinde eşit yaşamanın ve üretmenin olanakları yaratılmıştır. Devrimcilik budur işte! Biz köhnemiş kapitalist sistemin karşısına modern bir toplum olan sosyalizmi koyuyoruz, sizin feodalizme karşı kapitalist toplumu koyduğunuz gibi. Ama bir farkla siz eskidiniz ve artık müzeliksiniz ve sosyalist toplum ise canlı, capcanlı bir gelecektir. Devrimci olan Sosyalizm için mücadeleye atılır! Bayımız sormaktadır: “Siz de devrimin başına geçmek ister misiniz?” diye! Yok bayım kimseden izin alınmayacaktır onu bilesiniz... Devrimin başına sizin mezar kazıcılarınız olan PROLETARYA geçmiştir bile! Titreyin o gün pek yakında! YDİ Çağrı okuru 21.11.2006 ✓
DÖNÜŞÜM YAYINLARI
5 200 imli lık ir Ara 0 İnd esi 4 t % t Lis a Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • •
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• • • • • • • • • •
GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• • • •
KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
EK:8
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 107’nin İşçi Eki · Ocak 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
Aşağıda Petrol-İş Sendikası bünyesinde yayınlanan Petrol-İş Kadın Dergisinin Kasım 2006 sayısında Kadıoğlu Kozmetik’de direnişte olan kadın işçilerle yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz. Söyleşiyi Necla Akgökçe yapmış. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. YDİ ÇAĞRI.
Sendikanın “s”sinden bile korkuyorlar
Kadıoğlu Kozmetik Fabrikası’nda ya şananl ard an bah setmi ştik ... Geçtiğimiz günlerde, direnenlerden iki kadın arkadaşımız sendikadaydı. Bu kez direnme pratiklerinin yanı sıra kadın olarak yaşadıklarını da öğrenelim, dedik... Kendinizi tanıtır mısınız, isminiz, soyadınız, kaç yıldan beri çalışıyordunuz? İsmim Gülbeyaz Önel 2002 yılından beri Kadıoğlu’nda çalışıyordum. 41 yaşındayım. Daha önce çalıştınız mı? Ev hanımıydım ama temizlik işlerine de gidiyordum. Sonra bu işe girdim... Kadıoğlu benim ilk fabrika çalışmamdı. Boyahanede çok kötü koşullarda ve sağlıksız bir ortamda çalışıyordum. Rujun formülünde bulunan sedefleri, yutmak zorunda kalıyorduk. Maske eldiven yok muydu? Özel misafirlerimiz geldiği zaman maskeler, şapkalar, eldivenler ortaya çıkıyordu, onun dışındaki günlerde yoktu. Koşullarımız çok ağırdı farkındaydık ama sendikanın ne olduğunu bile bilmiyorduk. Bir gün Deniz arkadaşımızla tanıştık, o bize sendikadan bahsetti. Sonra da örgütlenmeye başladık. Her şey çok iyi gidiyordu. Bir arkadaşımız, haber verilmemesi gerekenlerden birini örgütlemeye çalışınca, durum değişti. İpler koptu. Biz beş arkadaş 60 gün kapının önündeydik. Sonra 6 kişi olduk. İşten çıkarılanlar olarak 16 kişiydik. Ama diğer arkadaşların eşleri izin vermediği için onlar gelemiyorlardı. Evlisiniz, çocuklarınız var, çalışmaya başladığınızda ve grev gözcülüğü sırasında onları kimlere bırakıyordunuz?
Çalışmaya başladığımda büyük kızım ilkokul dörde gidiyordu. Diğer kızım ise birinci sınıfa başlamıştı. Küçüğü büyük kıza emanet ediyordum. Yemeği geceden yapıyordum. Eşim de öğlen eve yemeğe geldiğinde onlara göz kulak oluyordu. Ablamız küçük yaştan itibaren kardeşine bakabiliyordu. Şimdi büyük kızım 18 yaşında küçüğü de 13 yaşında. İhtiyacınız olduğu için mi çalışıyorsunuz? Hayat şartlan artık çok zorluyor. Bir kişinin çalışmasıyla olmuyor. Hem maddi nedenlerden dolayı çalışıyorum, hem de bir kadının kocasının eline bakmaması gerektiğini düşünüyorum. Ekonomik özgürlük benim için önemli. Çalışma size ne tür avantajlar sağlıyor? Sosyal hayatınız oluyor, kendi ayaklarınızın üstünde duruyorsunuz, zamanınız kısıtlı olduğu için daha düzenli oluyorsunuz, ayrıca karı-koca birbirinizi sık görmediğiniz için özlüyorsunuz, aile hayatınız da daha sağlıklı oluyor. Ailemden çok işyerindeki arkadaşlarla görüşüyorum. Aynı işi yapmak, aynı olayları paylaşmak dostlukları da sağlam kılıyor. Ev İşlerini kim yapıyor, eşiniz yardım ediyor mu? Ben yapıyorum büyük kızım da destek oluyor sağ olsun. Eşimin o konuda pek desteği yok. Masa kurarken bazen salata yapar. Ama çok dağınıktır. Biz anne kız onun ardından toplarız hep. Tepki duyuyor musunuz? Zaman zaman özellikle çok yorgun olduğum zaman. Biz o kadar fedakârlık yapıyorsak onun da yardımcı olması gerekir. Parlayınca yapıyor, ama iki gün sonra unutuyor. Biraz alıştırmaya bağlı. Baştan nasıl alıştırırsanız öyle gidiyor. Ama eşim genel anlamda iyi biri ailemi seviyorum. Size gelelim, çalışmaya ne zaman başladınız, neden çalışıyorsunuz? Fatma Temur: 26 yaşındayım. Daha önce bir pastanede tezgahtarlık yapıyordum. Ama sigorta yapmadıkları için çıktım. Sonra bir gazetede, kozmetik fabrikasına vasıfsız eleman aranıyor, diye ilan gördüm. Gittim görüşmeye. Kadıoğlu’na böyle girdim. Sigortanı yapacağız, kadrolu olacaksın, dediler. Bir sene bekledim, ne sigorta ne kadro, gittim ustabaşına söyledim. O diretti, ben direttim, sonunda kadroya aldılar. Soğuk ve sağlıksız ortamda çalışıyorduk, aseton, alkol kokusu. Çıkmayı düşündüm ama sonra bir yılımı düşündüm vazgeçtim.
Gülbeyaz: O dönem çalışma şartlarımız çok kötüydü. Sendikanın “s”sini duymak onlara yetti. Cumartesi mesaisi kaldırıldı, yemekhane düzeltildi, klimalar takıldı dolaplar geldi, pek çok şeyi değiştirdiler. İşyeriniz kadın ağırlıklı değil mi? Evet kadın ağırlıklı bir iş yeriydi ama normalde erkeklerin yaptığı işleri de biz yapıyorduk. Gülbeyaz: Aylıklarımız gecikiyordu, çok kötü davranıyorlardı, zaten canımız burnumuzdaydı. Fatma: Kışın da üç dört kere grev yapmıştık, paramızı vermiyorlardı. Sendika meselesini en son bana söylediler. Sendikanın “s”sini bile bilmiyordum ama hiç tereddüt etmeden imza attım. Yeni bir işe girmişsiniz? Fatma: Ailem geleceğim için sigortalı olarak çalışmamı istiyor. Çünkü babam hep sigortasız çalışmış. Ama bir yandan da evin tek kızıyım, yoruluyor diye üzülüyorlar. Temelde çalışmama karşı değiller. Çalışma para dışında ne kazandırıyor size? Ekonomik özgürlüğümü kazanmamı, ileride ailem olmadığı zaman kendi ayaklarım üzerinde durabilmek cesaretini kazandırıyor. Şu sıralarda kuaförlük kursuna yazılmayı düşünüyorum. Haftanın dört günü kursa gideceğim. Kesinlikle bir mesleğim olsun istiyorum. Şu anda evli değilim ve evliliğe de sıcak bakmıyorum. Neden? Bu zamanda doğru insanı bulmak çok zor. Evlensem de hiçbir şeyin garantisi yok. Evlenirsin ayrılırsın, eşin hastalanır. Evin ekonomik yükü senin üzerinde kalabilir. Hiçbir şeyin garantisi yok. Beş erkek kardeşiniz var. Tek kız sizsiniz, evde ev işleri konusunda yardımcı oluyorlar mı... Annem yapıyor genellikle ben akşam eve gittiğimde bulaşıkları yıkıyorum. Hepsi evli bir tek kardeşim var, 14 yaşında. Biraz şımarık bir şey yapmıyor. Evlenirsem eğer eşimle işleri paylaşmayı düşünüyorum, ipleri vermeyeceğim eline. Gülbeyaz: Vallahi olmuyor. Ben de evlenirken ‘ben yemek yaparsam, bulaşığı o yıkayacak” diye düşünüyordum. Başlangıçta yapıyorlar ama arkasından toplamak zorunda kalıyorsunuz. Sonra işler size kalıyor. Genç bir a rk ada şı mı zsı nı z . Çalışmaktan, kadın olarak yaşamaktan memnun musunuz? Fatma: Çalışmaktan memnunum, ama kadın olarak yaşamak zor. İşten çıkarıldıktan sonra birkaç iş görüş-
mesine gittim. Sözle rahatsız ettiler. İş görüşmesine giderken yanında koruma götürmek lazım. Ayrıca çalıştığın yerde de bir erkekle konuşsan hemen dedikodu oluyor. Mesela erkekler gece onikide sokağa çıkabiliyorlar, kadın gece onikiden sonra bir yere gidemiyor. Sözlü ya fiili tacize uğruyor. Biz de gece saat ondan sonra niye gezinmeyelim? Gülbeyaz: Çalışan kadına kötü gözle bakıyorlar, ama biz ekmeğimizin peşindeyiz. Biraz bakımlı olursanız kötü değerlendiriliyor, güzel giyiniyorsun, makyaj yapıyorsun, ‘kime kendini beğendirmek istiyorsun’ diyorlar. Oysa insan kendi kendisine saygıdan dolayı da makyaj yapar. Bence bütün kadınlar çalışmalı. Ama daha iyi koşullarda çalışmalı. Biz o nedenle sendikaya üye olduk. Fatma: Biz kadınlar her yerde baskı altında olduğumuz için bıçak kemiğe dayanmadan ses çıkarmıyoruz... Fabrikada da öyle yaptık. Ben ve Gülbeyaz abla orada en iyi çalışanlardan biriydik. İşten çıkarılanların hepsi iyi çalışan elemanlardı. Orada yalakalık yapanlar, çalışır gözüküp de çalışmayanlar kaldı, biz çıkarıldık. Çalışmayı çok seviyorum. Gülbeyaz: Biz kadınlar çalışmayı seviyoruz. Çünkü aile içinde de durmuyoruz ki. Çalışanlar hep biziz. Fatma: Evet gerçekten de öyle. Erkekler çoğu zaman, ‘ev işlerinin nesi var bütün gün evde oturuyorsunuz’ diyorlar. Ama yemek yapmak, çocuğa bakmak, çamaşır yıkamak, ütü yapmak bunların hepsi çok zor işler. Çalıştığın yerde yalnızca işle meşgul oluyorsunuz. Evde ise birçok işi yapıyorsun, mesai saatin yok. Kasım 2006 ✓
11
yeni kadın dünyası
Kapitalizm öldürür!
A
12
yşe Den i z d a la n, Sad i fe Düdüş, Gülden Çiçek, Necla Özveren ve Sevgi Sesli. 29 Aralık 2005’de Bursa’da yorgan imalatı yapan Özay Tekstil fabrikasında gece mesaisindeyken çıkan yangında dumandan zehirlenerek hayatlarını kaybettiler. Mesaide bulunan 10 kadından beş tanesi kurtulabildi yangından. Yangın sırasında dışarı kaçıp canını kurtarmak isteyen kadın işçiler bunu yapamadılar, çünkü fabrika kapısı üzerlerine kilitlenmişti. Pencereden atlayabilenler canlarını kurtarabilmişti ancak. Burjuva gazete manşetlerinde “İşçiler paniklediler, orta kapıdan değil de ana kapıdan çıkmaya çalıştıkları için dumandan boğuldular. Fabrika müdürü ‘camı kırın atlayın’ dedi ama işçiler yapmamışlar” vb. şeklinde açıklamalar yer aldı. Burjuva gazete manşetlerinde işçiler hatalı patronlar ise haklı olarak aktarıldı. Her zamanki gibi suçlu kadın işçiler oldu. Ailelerin işverene karşı açtıkları dava halen sürüncemede. Ayşe henüz 15, Sadife 17 yaşındaydı. Sevgi ise 3 aylık hamile idi. İş yasalarına göre 18 yaşından küçük işçilerin fazla mesaiye kalmasının yada hamile kadınların gece mesaisine kalmalarının yasak olması, patron için bir şey ifade etmiyordu. Kağıt üzerinde var olan fakat pratikte hiç bir değeri olmayan bu yasalar gibi, iş sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili yasalar da patron için daha fazla maliyet artışı demek. İşçilik maliyetlerinin artışı patronlar için rekabet gücünün zayıflaması anlamına geldiğinden daha çok çalıştırıp az ücret ödemek, kaçak çalıştırmak, iş sağlığı ve güvenliği harcamalarından kaçınmak bilinen “maliyet azaltma” yöntemleri. Hal böyle olunca adına ‘iş kazaları’ denilen bu iş cinayetlerine hergün bir yenisinin daha eklenmesi şaşılacak bir durum değil. Yapılan araştırmalara göre son on yılda 10 bin 925 işçi bu cinayetlere
kurban gitti. Özay Tekstil’de yaşamını yitiren kadınlar son derece kötü koşullarda, her türlü sosyal güvenceden yoksun, 5 ytl daha fazla ücret alabilmek için gece mesaisine kalmışlardı. Yanan işçi kadınların sosyal sigortası yoktu, fakat fabrikanın kendisi sigortalanmıştı. Bu yetmiyormuş gibi işveren herhangi bir cezai yaptırıma maruz kalmamak için sigortasız olan ve yangında ölen kadınların sigortalarını sonradan yaptırdığı medyaya yansıdı. Bu örnekler bile içinde yaşadığımız kapitalist sistemin ne kadar işçi ve insanlık düşmanı olduğunu gösteriyor. Tekstil işkolu, yüzde ellisinden fazlasını kadınların oluşturduğu ve sömürünün en yoğun yaşandığı alanlardan biridir. Onbinlerce işçi asgari ücretle, sonu gelmez çalışma saatleriyle sosyal güvenlikten, işyeri güvenliğinden ve sendikal örgütlülükten yoksun bir şekilde kapitalistlerin daha fazla karı için iliklerine kadar sömürülüyor. Resmi olmayan rakamlara göre tekstil sektöründe kayıtsız çalışanların sayısı 3 milyon civarında. Bu alanda çalışanların ancak 850 bini kayıtlı çalışıyor. Sendikalı çalışanların sayısı ise 70 bin kişiyi geçmiyor. İşçi ve emekçi kadınlar bir çok alanda olduğu gibi iş yaşamında da sadece kapitalist sömürüyle değil aynı zamanda erkek egemenliği ile de karşı karşıyadır. Erkek egemenliğiyle içiçe geçmiş bu kapitalist sistemde kadınlar ucuz emek olarak görüldüğünden emek yoğun işkollarında, düşük ücretlerle ve her türlü güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırılıyorlar. Olası bir ekonomik krizde ilk olarak kadınlar kapı önüne konularak evlerine gönderiliyor. Kadınların evlenmeleri yada doğum yapmaları işlerinden kovulmalarının gerekçesi olabiliyor. Kadınlar erkeklerle aynı işi yaptığı halde çoğu zaman erkekden daha düşük ücret alıyor. vb.
Bütün bu gerçekler biz işçi ve emekçi kadınları çok daha aktif bir şekilde erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadelede yer almamızı gerektiriyor. Kadın işçi ve emekçilerin sömürüsünün ortadan kalkması, işyeri güvenliği, sosyal güvenlik, sendikalı çalışma hakkı, eşit şartlarda çalışma hakkı gibi bir çok hakkın kazanılması için yürüteceğimiz mücadelede daha şimdiden, her türlü sömürünün ortadan kalktığı, tüm insanlığın kurtuluşu olan sosyalizm için de mücadele etmemiz gerekiyor. Bursa’da yanan kadınların 1. Yıldönümünde, içinde YDİ Çağrı dergisinden kadınlar olarak bizlerin de yer aldığı İstanbul Kadın Platformu bir basın açıklaması düzenledi. 29 Aralık’ta saat 19.00’da Taksim Tramvay durağında gerçekleştirilen basın açıklamasına yaklaşık 50 kadın katıldı. Eylemde taşınan dövizler ve atılan sloganlarla yanan işçi kadınlar anılırken erkek egemen kapitalist sistem teşhir edildi. Taşınan dövizlerden bazıları şunlardı; “Kahrolsun erkek egemen kapitalist sistem”, “kapitalis kar hırsı
onları yaktı”, “eşit işe eşit ücret”, “8 saat işgünü”, “asgari ücret köleliktir”, “kapitalist sömürüye son.” Platform adına okunan basın metninde; Yangında hayatını kaybeden 5 kadın işçi anıldıktan sonra, kapitalist sömürüden en çok zarar görenlerin kadınlar olduğu, kadın işçilerin her türlü güvenceden ve sendikadan yoksun çalıştırıldıkları, erkeklerle aynı işi yaptıkları halde daha düşük ücret aldıkları ve kriz dönemlerinde ilk olarak kadınların işine son verildiği dile getirilerek böylelikle işsizliğin ve yoksulluğun faturasını en ağır kadınların ödediği vurgulandı. Açıklamanın devamında tekstil işkolunda yaşanan yoğun sömürüden örnekler verildikten sonra, patronun yanan 5 işçiye rağmen çalışma koşullarını aynen devam ettirdiği ve böylelikle kapitalist kar hırsının işçi kadınları öldürmeye devam edeceği belirtildi. Basın açıklaması “eşit işe eşit ücret”, “sigortasız, sendikasız çalıştırılmaya hayır”, “yaşasın kadın dayanışması” sloganları ile sona erdi. 31 Aralık 2006 ✓
Tarsus’ta “Kadına Yönelik Şiddet“ konulu etkinlik
K
adına yönelik şiddet, Tarsus Eğitim-Sen’de yapılan bir etkinlikle tartışıldı. 10 Aralık Pazar günü, 22 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen etkinlik kadın-erkek karma katılımla gerçekleştirildi. Etkinlikte işçi kadınlar çoğunluğu oluşturmaktaydı. Etkinlik “İklimsiz Kadınlar” isimli belgesel film gösterimi ile başladı. Film gösteriminin ardından gerçekleşen panelde, kadına yönelik şiddetin yoğun bir şekilde yaşandığı aile kurumu ele alınırken, farklı ülkelerden ve farklı sınıflardan kadınları etkileyen şiddetin temelinde yatan erkek egemen sistem ve bunun kaynağı olan kapitalizme vurgu yapıldı. Alternatif olarak gösterilen 1917 Sovyet Devrimi ve beraberinde getirdiği kadın erkek eşitliğine dikkat çekilirken, bugün burjuva demokrasisinin beşiği olarak görülen Fransa’da bile, yaşayan kadınların büyük oranda şiddete maruz kaldığına işaret edildi. Panelin ardından tartışma bölümüne geçilmesiyle birlikte, grevde
bulunan SCT Filtre çalışanı kadın işçiler, sorunlarını paylaşırken, en çok işten eve döndüklerinde ikinci bir mesaiye başlamalarından ve eşleri tarafından ikinci kez sömürülmekten duydukları rahatsızlıkları dile getirdiler. Dul kadınlara da iyi gözle bakılmadığının üzerinde durulduğu tartışmada; gerçek anlamda kadınerkek eşitliğini sağlayabilmenin erkek egemen kapitalist sisteme karşı örgütlü bir şekilde mücadele ederek mümkün olacağı tartışmalara son noktayı koydu. Tartışmalarda kadınların mücadele içerisinde daha aktif yer almaları, kendi sorunlarına karşı çok daha fazla mücadele etmeleri gerektiği, ayrı bir kadın örgütlenmesinin de gerekli olduğu ifade edildi. Tartışmanın ardından 15 dakikalık bir ara verildi. Aradan sonra, aralarında SCT Filtre fabrikası çalışanı bir kadın arkadaşın da bulunduğu üç kadın arkadaş birer şiir okudular. Toplantı bir dahaki etkinlikte buluşma dileğiyle son buldu. Ydi Çağrı/Adana 12.12.2006 ✓
gündem
DÜNYA HALİ:
2006’dan 2007’ye kalanlar…
B
u yazıyı okuduğunuzda 2006 yılını geride bırakmış, 2007 yılına girmiş olacağız. Yeni bir yıla girerken çoğu insan, kendi yaşamında da yeni bir başlangıç, yeni bir gelişme, daha doğrusu varmak istediği hedeflere varabilmeyi umut ediyor; sanki yeni yıl otomatikman yaşamımızda bir şeyler değiştirecekmiş gibi, kendisini bu saat ve tarihe ayarlıyor. “Umut fakirin ekmeği” derler, ama umut yenmiyor, ekmek, aş yenmeyince mide dolmuyor! Ama yine de ümitsiz de olmuyor! Mesele umut edilenin ne olduğu ve umudun kimden, nereden beklendiğidir. Nâzım’ın dediği gibi “ümitsiz yaşanmıyor” ve “umut büyük insanlıkta”! İçinde yaşadığımız dünyanın durumuna baktığımızda, kendimizi andaki durumla sınırladığımızda, dünyamız, üzerinde yaşanılacak bir dünya olmaktan çok uzak görünüyor. Her tarafta barbarlık yaşanıyor. Fakat, bu dünyayı barbarlıktan kurtarıp yaşanacak bir dünya haline getirmek mümkün. Yeter ki, “büyük insanlık”, dünya proletaryası ve ezilen halklar kendi gücünün bilincine varsın, kendi kurtuluşu için mücadeleyi eline alsın… 2007 yılında da sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesini daha da yükseltmek, güçlendirmek ve bu mücadele temelinde sömürü sistemini er ya da geç yıkacağımızın umudunu taşımak; bu umudu mideyi doldurma masalı için değil, beyni çalıştırmak ve devrimci mücadeleyi yükseltmek için kullanmak devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin görevidir. Sınıf bilinçli işçilerin görevlerinden biri de, biten, geride kalan yılın kimi olgularını göz önüne alıp sorunu bilince çıkarmaktır. Bu temelde soruna baktığımızda 2007 yılının genel gelişmelerinin 2006 yılında yaşananlardan daha iyi olacağını söylemek mümkün görünmüyor. İsteğimiz, amacımız en kısa zaman içinde bu sistemi değiştirmek, insanca yaşanır bir dünya kurmak olsa da, ajitasyon, propaganda yapma adına isteğimizi gerçekliğin yerine koymak da durumu değiştirmiyor. Genel gidişatın iyiye doğru gitmesi, ancak ve ancak işçi sınıfının, ezilen halkların sömürü sistemine karşı güçlü bir mücadelesiyle sağlanabilir. Bugün yapılması gereken de, işçilerin, emekçilerin aydınlatılması, sömürü sistemini yıkma mücadelesine kazanılmasıdır. 2007 yılında da bu görevden bir şey değişmeyecektir. 2007 yılında kabaca nelerin yaşanacağını tahmin etmek için, 2006 yılının 2007 yılına devrettiği kimi ol-
guları, verileri aktarmak gerekiyor.
ÖZETLE KİMİ OLGULAR, VERİLER… “İnsan haklarıyla insandır” derler. İçinde yaşadığımız sömürü sistemi, tüm hatlarıyla insanlık düşmanı bir sistemdir. İnsan hakları bu sistemde, azami kâr amacına götüren yolların asfaltı / betonu altında… Kimi var olan haklar da mücadeleyle kazanılmış ve hâlâ elde tutulan haklar. Egemenlerin temsilcilerinin “insan haklarından” bahsetmesi de, gerçekte kendilerinin barbarlıklarını gizlemek amaçlıdır. Düzenlerini şirin göstermeye, ayakta tutmaya yöneliktir. Dünyanın nüfusunun çok büyük bölümünün insan haklarından mahrum kaldığı, somut olgularla, verilerle açıkça görülebilir bir gerçekliktir. Milyarlarca insan, insanca yaşayamadığını kendi hayatı somutunda bilmektedir. Burada da sorun, “büyük insanlığın” kendi kurtuluşunu gerçekleştirme mücadelesi bilincine, güvenine sahip olmaması, mücadeleye girişmeye cüret etmemesidir. Dünyanın kapitalist-emperyalist egemenleri “büyük insanlıktan” korkmaktadır. Haklı bir korku! Bu yüzden de BM nezdinde olduğu gibi kimi kurumlarıyla sömürü sisteminin sivri uçlarını törpülemeye, milyarlarca insanın çekilemez durumda olan yaşamını “çekilebilir” hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu çabaları milyarlarca insanın yaşamında özde bir şey değiştirmese de, onları düzen çerçevesinde tutmaya, bilinçlerini karartmaya, emperyalist kurum ve kuruluşlara bağlamaya hizmet etmektedir. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olan birilerinin, devrim propagandası yapana yaklaşmadan önce bir parça ekmek verene
yaklaşması da anlaşılırdır.
masız bir 2007 yılı olmayacaktır.
a) Savaşlar… 2006 yılından 2007 yılına devredilenlerin başında, dünyamızın birçok ülkesinde, bölgesinde yaşanan çatışmalardır, savaşlardır. Kimi verilere göre anda değişik düzeylerde ve şiddetlerde 40’a yakın çatışma, savaş yaşanmaktadır. Bu çatışma ve savaşların büyük bölümü gerici, karşıdevrimci savaşlardır. Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi kimi savaşlar emperyalistlerin işgali ve işgale karşı direnişin olduğu savaşlardır. Filistin-İsrail arasındaki çatışma, savaş ise uzun süreli çatışmalara-savaşlara örnektir. Bu arada Lübnan da çatışmaların ve “barış adına” işgal güçlerinin yerleştiği ülkeler arasına katıldı. Kürt ulusal sorunu temelindeki çatışmalar sadece Irak’daki gelişmelerle değil, İran, Türkiye ve Suriye’deki gelişmelerle de içiçe varlığını sürdürmektedir. A f r i k a’n ı n bi rçok ü l kesi nde bu g ü n s av a ş y a ş a n m a k t a d ı r. Emperyalistlerin “barışı tesis etme” adına işgal güçlerini yolladıkları Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelere yenileri katılıyor. BM şimdi Somali’ye işgal gücü yolluyor, hem de bunun açıkça savaş ilanı olduğunu gizlemeden. Eritre, Etyopya, Sudan, Ruanda ve diğer ülkelerde de çatışmalar, savaş sürmektedir. Kafkasya’da da değişik biçimlerde çatışmalar, ya da anda düşük düzeyde de olsa Çeçenistan’daki savaş biçim değiştirerek varlığını korumaktadır. Asya’dan Afrika’ya, hatta kimi Latin Amerika ülkelerine kadar birçok ülkede çatışmaların, savaşların sürdüğü bir dünya halindeyiz. Nepal’deki çatışmalar şimdilik kimi anlaşmalarla durmuş olsa da Sri Lanka ve Filipinler’de egemen güçlere karşı silahlı bir mücadele, çatışmalar ve evet yer yer savaş haline dönüşen durumlar yaşanmaktadır. Tüm bunlar 2007 yılında da çatışmaların, savaşların süreceğini göstermektedir. Kimi çatışmalar son bulur, kimisi de başlar, ama savaşsız, çatış-
b) Zorunlu göç, göçmenler Sözkonusu savaşların, çatışmaların doğrudan bir sonucu her yıl milyonlarca insanın yerinden, yurdundan edilmesi, mülteci konumuna itilmesidir. Bunların önemli bir kesimi her tür yaşam imkânından yoksundur. Fischer Weltalmanach 2007’nin verilerine göre 2005 yılı sonunda korumaya muhtaç mülteci sayısı 12 milyon civarındadır. Bunun toplam göçmen / mülteci sayısı olmadığını da hemen belirtelim. Yerinden, yurdundan edilenlerin büyük bölümü, Filistin, Afganistan, Irak, Myanmar, Sudan, Kongo DC, Somali gibi ülkelerdendir. Afrika kıtasında yürüyen savaşlar insanların kitleler halinde Avrupa sınırlarına akmasına yol açıyor. AB’nin sınırlarını yüksek duvarlarla, tel örgülerle kapattığı günümüzde, ölüm pahasına onbinlerce insan deniz yolu üzerinden İspanya’ya, İtalya’ya ulaşma mücadelesi vermektedir. Özellikle deniz yolu kullanımında yaşamını yitirenlerin sayısı kelimenin gerçek anlamında bilinmiyor. Mültecilerin sayısına her geçen gün yenileri, yeni binler katılmaktadır. Fakat mülteci sorunu sadece bir ülkeden diğer ülkeye kaçış sorunu değil. Ülke içi mültecilik de milyonlarca insanın karşı karşıya olduğu sorun. Aynı kaynağa göre 2005 sonunda tahmini hesaplara göre ülke içi mülteci sayısı 21 milyondur. Bunun 5.3 milyonu Sudan, 2.9 milyonu Kolombiya, 1.7 milyonu Uganda, 1.7 milyonu Kongo DC, 1.3 milyonu da Irak’tadır. Diğer sayılan ülkeler de esasta çatışmaların yaşandığı, savaşların olduğu ülkelerdir. Gelişmeler, kimi çatışmaların durmasının mümkün olduğunu gösterse de, genelde yürüyen savaşların -Irak, Afganistan, Filistin başta olmak üzere birçok Afrika ülkesindeki savaşların– 2007 yılında son bulacağını söylemek mümkün görünmüyor. Buna bağlı olarak da milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi,
13
gündem mülteci konumuna sürülmesi durumunun da son bulmayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. c) Açlık, yoksulluk Aslında yemek, içmek, barınmak da temel insan hakları arasındadır. Dünyamızın andaki nüfusu 6.5 milyar civarındadır. Toplumsal zenginlik bağlamında tüm insanlara yetecek kadar zenginlik vardır. Fakat buna rağmen dünya nüfusunun çok büyük bölümü yeteri kadar yeme, içme imkanlarına sahip değil. Bu durumu kimi burjuva bilim insanları bile, “bolluk içinde açlık” olarak adlandırmaktadır. BM’n i n Zi ra at ve Beslen me Örgütü’nün (FAO) Ekim ayında yaptığı açıklamasına göre dünya çapında 854 milyon aç insan var. Ki, bu veriler de esasta gerçek durumu mümkün olduğunca iyi gösterme çabası sonucunda aktarılan verilerdir. Kimi verilere göre dünya çapında 1.2 milyar insan günde 1 dolar –ki bu ölçü açlık sınırı olarak belirlenen ölçüdür, 2.8 milyar insan da günde 2 dolar altı gelirle yaşama durumundadır. Fazla derine inmeden bile görülecek olgu, 4 milyar insanın aç ve yoksul olduğudur. Geri kalan 2.5 milyarın büyük bölümü de kendi arasında farklı orta düzeydeki gelire sahip kesimdir ve bir avuç egemen ise dünyanın nimetlerine konmuştur. BM gibi emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının hesaplarının gerçek durum ve rakamları yansıtmadığını düşündüğümüzde, rahatlıkla 5 milyar insanın aç ve yoksul kategorisine girdiğini söyleyebiliriz. Sömürü sisteminin azami kâr hırsı, bir avuç sömürücünün, tekelin dünyanın toplumsal zenginliklerine el koyması ve kendi aralarındaki dalaşın, kapitalizmin yol arkadaşı savaşların varlığını sürdürmesi, yeni savaşlara, çatışmalara yol açması; milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi gibi, daha fazla insanın yoksulluğa, açlığa sürülmesi de bu sömürü sisteminin “normal” bir görüntüsüdür. BM gibi kurumların “yardım” ilanları da kapitalizmin yol arkadaşlarının varlığına son veremez.
14
d) Susuzluk… Bir yandan iklimimizin değişmesinin, bozulmasının kutuplardaki buzulları erittiğini, önlem alınmazsa dünyamızın önemli bir kesiminin sular altında kalacağını tartışırken, aynı zamanda milyarlarca insanın sudan yoksun kalması çelişkili gibi görünüyor, ama böyle görünse de ikisi de olgu. İnsanların susuzluğundan, su yoksunluğundan bahsedildiğinde, esas mesele içilebilir ve insanların beslenmesi için kullanılabilir tatlı sudan yoksunluk meselesidir. Bir yandan dünya çapında iklimimizin katledilmesine, doğanın talanına, zehirlenmesine bağlı olarak
tatlı su kaynaklarının giderek azalması durumu yaşanırken; diğer yandan da özellikle emperyalist güçlerin, tekellerin tatlı su kaynaklarını egemenlikleri altına alması, suyu da bir meta haline getirmesi olgusu var. Dünyanın egemenleri ile ezilen halkları arasındaki farklılık gibi bir bölünme, su konusunda da yaşanan bir gerçeklik. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kişi başına düşen su ile, bağımlı, gelişmekte olan ülkelerde kişi başına düşen su miktarı arasında yine dağlar kadar fark var. Dünyanın ezenler ve ezilenler biçimindeki bölünmüşlüğü, kendisini böylesi toplumsal ve yaşamsal sorunlarda da gösteriyor. BM’nin “2006 Küresel İnsani Gelişme Raporu”na göre dünya çapında 1.1 milyar insan temiz içme suyuna ulaşamıyor, yani sudan yoksun, susuz… 2.6 milyar insan da temiz su kıtlığından hijyenik imkanlardan yoksun. Aslında bu durum, BM’nin verilerine göre bile 3.7 milyar insanın temiz sudan yoksun olduğunu gösteriyor. BM raporu Afganistan, Irak gibi ülkeleri yeteri veri yok gerekçesiyle hesaplarına bile almamıştır. Yani aslında sudan yoksun olanların sayısı da BM’nin rakamlarının üzerindedir. Yine sözkonusu rapora göre de zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Her yıl 1.8 milyon çocuk temiz su yoksunluğundan, hastalanıp /ishalden ölüyor. e) Yolsuzluk… İşçileri, emekçileri sömürme temeli üzerinde yükselen ve amacı azami kâr olan kapitalist sistemin kaçınılmaz yol arkadaşlarından biri de yolsuzluktur. Spekülasyonun ve asalaklığın en büyük boyutlara vardığı emperyalizm koşullarında, yolsuzluğun boyutlarının da giderek büyümesi de bu sistem içinde doğal bir gelişmedir. Bu yüzden de çokça küreselleşmeden bahsedildiği dönemimizde de yolsuzluğun küresel bir sorun olması kimseye acayip gelmesin. “Uluslararası Şeffaflık Örgütü” 2006 yılı yolsuzluk raporuna göre de yolsuzluk küresel bir sorun. Sadece kimi ülkelerde çok açık ve kabaca yapılırken, deneyimli, gelişmiş ülkelerde bu iş daha iyi kılıfına uydurulmaktadır. Sözkonusu örgüt esasta açıkça görü-
nen yolsuzluklara bakarak değerlendirme yaptığı için de, emperyalist ülkelerin büyük bölümü, daha az yolsuzluk yapıldığı ülkeler arasında yer alarak “temiz”e çıkabiliyor. Eğer yolsuzluktan bahsedilip bundan da, “hak etmeden” bir şeylere, mal-mülk, zenginliğe sahip olmak anlaşılıyorsa –ki böyle anlaşılması doğrudur–, o zaman kapitalist sistemin kendisinin baştan sona bir “yolsuzluk” olduğunu, işçilerin, emekçilerin sömürülmesi üzerine kurulduğunu bilince çıkarıp gerçeği vurgulamak gerekiyor. T ü r k i y e ’n i n du r u mu nu i s e Elazığ Valisi Muammer Muşmal’ın 2006 Kasım ayı başında söylediği “Memleketin %60’ı hırsız” tespiti çok iyi anlatıyor… “…ama arkadaş yalancılık, üçkağıtçılık, dolandırıcılık bizde” diyor Muşmal. Muşmal’ın amacı başka olsa da kimi gerçekleri teslim ediyor. *** Savaşların, sürgünlerin, açlığın, yoksulluğun, susuzluğun, yolsuzluğun en büyük kurbanları çocuklar ve kadınlar olmaktadır. Emperyalizmin barbar bir sistem olma gerçeği, kendisini erkek egemen sistem olarak da göstermektedir. Savaşlardan en çok etkilenenlerin kadınlar olması tespiti, aynı zamanda kadınların en çok ve yoğun olarak savaş dönemlerinde taciz, tecavüze uğradıklarını da ifade etmektedir. Savaşların kadınlara karşı barbarlığı, etkileri sayılmakla bitmez. Şiddet, sadece savaş ve çatışmaların olduğu dönemlerde kadınları bulmuyor. Hayır! En barışçıl dönemlerde ve evet en gelişmiş kapitalist ülkelerde de kadınlar erkeklerin şiddetine maruz kalmaktadır. Milyarlarca yoksul ve aç kitleler arasında da, yoksulluğun, açlığın, susuzluğun en büyük zorluğu kadınların omuzlarına yüklenmiştir. En çok onlar çekmektedir zorlukları ve onlar ezilenler içinde de ezilenler durumunda. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her sene hamilelik ve doğum sonucu ortaya çıkan hastalıklardan dolayı ölen kadın sayısı 500.000’dir. 200 milyon kadın hamilelikten korunma ilaç ve imkânlarına bile sahip değil. Erkekler için “korunma” diye bir şey sorun bile edilmezken, korunma imkânlarından yoksun olmaktan dolayı tahmini hesaplara göre 80 milyon kadın her sene istemeden hamile kalmaktadır. Burada saydığımız birkaç örnek bile kapitalist sistemin, erkek egemen sistem olduğunu göstermeye yeterlidir. Emperyalizm, çocukların, gençlerin geleceğini ellerinden alarak, geleceğimizi karartmaya çalışmaktadır. ILO’ya göre 15-24 yaş arasındakiler genç olarak görülüyor. Buna göre dünyada 1.1 milyar genç var. Bunun üçte biri ya iş arıyor ama bulamıyor, ya da iş aramaktan vazgeç-
miş durumda. Çalışanlar da yoksul. ILO verilerine göre işsiz olan gençler dünyadaki toplam işsiz nüfusun %44’ünü oluşturuyor. Gençler içerisinde de genç kadınların durumu daha da kötü. *** Doğanın talanı ve çevrenin katli de emperyalizmin açık görüntülerinden biridir. Havamızı, suyumuzu zehirlemekte, nefes borularımızı tıkamaktadırlar. Tüm bunların hepsi de kapitalistlerin kârları, azami kârları için yapılıyor… Dünyamız artık acil önlemler alınmazsa iklim felaketinin kapıdan gireceği bir durumda. “Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” şiarı günümüzün durumunu ifade eden ve her zamankinden güncel olan şiar durumunda. Emperyalizmin barbarlığı bu alanda da her geçen gün daha vahşi bir biçim almaktadır. *** Buraya kadar aktardığımız veriler, olgular, anda üzerinde yaşadığımız dünyanın bir an önce kökten değiştirilmesi gerektiği sorununu açıkça ortaya koyuyor. Tüm bu sorunların kökten halledilmesinin kapitalizm koşullarında mümkün olmadığı bilindiğinde, gündeme kapitalizmin ortadan kaldırılması ve bunu yapacak gücün kim olduğu sorusu gelmektedir. Marksizm-Leninizmin ustaları kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalist, komünist toplumu kuracak olan esas gücün, sınıfın, proletarya olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuşlardır. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmayan proletarya, sonuna dek devrimci olan tek sınıftır. 2006 y ı lında da dünya burjuvazisinin işçi sınıfına karşı saldırıları, hakların budanması, işsizliğin yüksek boyutlara varması, reel ücretlerin giderek düşürülmesi vb. durumlar yaşandı, yaşanıyor. Sözkonusu saldırılara karşı mücadeleler de yaşandı tabii ki. Fakat, işçi sınıfının tarihi misyonuna layık sınıf mücadelesi ne yazık ki çok cılız. Buna rağmen ama gelecek kazanılmak isteniyorsa eğer, devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin devrim için mücadelesinin üzerinde yükseleceği toplumsal katman, işçi sınıfının kendi sınıf mücadelesidir. Emperyalist barbarlığa tümden son vermek, sömürü sistemini ve sömürücüleri tarihin çöplüğüne atmak, ancak ve ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek devrimlerle mümkündür. Temel görev, işçi sınıfını sosyalizm bilinciyle donatmak ve komünist parti önderliğindeki mücadelede örgütlemektir. 2007 yılında bu yolda alınacak mesafe, geleceğin mücadelesinin gücünü de belirleyecektir. 21 Aralık 2006 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi Değerli okurlar, bu sayımızda 103. sayımızda yayınlanan bir yazı ile başlayan fosil yakıtların kullanımı konusundaki tartışmayı sürdürüyoruz. Ancak buradan yazı yazan okurlarımıza yazılarını ve genel olarak tartışmayı daha kısa tutmaları çağrısında bulunmak istiyoruz. Okurlarımız ve yazarlarımız yazı gönderir-
D
lerken dergimizin ayda bir çıktığını ve sayfa sayısının sınırlı olduğunu unutmamalıdırlar. Bu uyarımızı daha önce yapmamış olmamızdan ve konunun önemli olmasından dolayı, konuya ilişkin gelen bir eleştiri yazısını ve ona cevap niteliği taşıyan bir yazıyı kısaltmadan yayınlıyoruz. YDİ ÇAĞRI
Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine bir kez daha
eğerli YDİ Çağrı çalışanları, derginin 105. sayısında, 103. sayıda yayınlanan yazıyla ilgili mektubumu ve cevabınızı yayınladınız. Mektubumla cevabının yayınlanmasını fosil yakıtlar hakkında bilinç üretme ve yayma bağlamında olumlu bir adım olarak değerlendiriyorum. Fakat yürüyen tartışmada bizim neden „sınırsız ya da ayrım yapmadan kesin biçimde fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır“ dememiz gerektiği en azından benim gibi okurları, ikna edecek biçimde ortaya konmuş değil. Mektubuma verdiğiniz cevaptaki yönteminize baktığımda tavrınız „bu kadar da olmaz“ dedirtecek tipten bir tavır. Benim için sorun farklı düşüncelere sahip olmak değil, farklı düşüncelerin tartışılmasının bizi nasıl en doğruya götüreceği sorunudur. Fakat sizin tavrınız okurları ikna etme, konu hakkında aydınlatıcı bilgi verme yerine, mektubu gönderen okuru (beni) bir nevi mahkum etme tavrıdır. Ben yine de tartışmanın esasının geri planda kalmaması için, tavrınızda sorunlu gördüğüm noktaların çoğuna değinmekten kaçınacağım. Benim için esas olan bu tartışmada, atom santrallerine, enerjisine karşı olma tavrımızın açıklığı gibi, fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine karşı olmada da tavrımızın açıklığa kavuşmasıdır. Bunun için ilk mektubumda tartışılması gereken esas olarak iki nokta vardı. Birincisi, fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine genelde karşı çıkıp çıkmamak, ikincisi ise, „Toplumsal kalkınmanın, gelişmenin ihtiyaçlarının karşılanması, öyle ya da böyle doğaya belli ölçüde zarar vermektedir. Bu özellikle enerji üretiminde böyledir“ tespitimle bağıntı içinde „doğal enerji“ ya da yenilenebilir enerji türlerinin doğaya, şöyle ya da böyle zarar verip vermediği konusudur. Tartışma da bu iki nokta üzerinde yürütülmelidir. Mektubumun başlığı ve girişi şöyledir: „Fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım... YDİ Çağrı sayı 103, sayfa 16‘da ‚Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır!‘ başlıklı bir yazı yayınlandı. Söz konusu yazıda fosil yakıtların yakılmasıyla atmosfere zehirli gazların, özellikle karbondioksitin yayıldığına değinilmesi iyi ve doğrudur. Bu konuda verilerin aktarılması da iyi bir iş, bilgi veriyor. Fakat yine de yazıda, sınırsız ayrım yapmadan kesin biçimde fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır denmesi düşüncesi ile hemfikir değilim. Bence doğayı, çevreyi koruma kaygısı, yanlış ve uç bir noktaya götürülmektedir.“ Evet, bu tavırla ben öncelikle sayı 103‘teki yazıyı genelde iyi bulduğumu, fosil yakıtlara karşı çıkılması ile hemfikir olduğumu, ama bu karşı çıkışta sı-
nırsız ve ayrımsız bir genelleme ile hemfikir olmadığımı yazıyorum. Siz dergi çalışanlarının esas görevi, benim gibi okurları somut veri ve açıklamalarıyla, neden bir bütün olarak fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine karşı olmamız gerektiğine ikna etmeye çalışmaktır. Tartışmada esas mesele biz aynı yolun yolcularının, sazın tellerini birlikte akort edip aynı telden çalıp aynı türküyü söyleyebilmemizdir. Yanıtınızdaki yaklaşım ne yazık ki aynı yolun yolcusu olduğumuzu bile kavramış değil ve sorunların tartışılmasında ayrı tellerden çaldığımızı gösteriyor. Böyle olunca da hemfikir olmadığım bir konuda tavrımı değiştirme, geliştirme, düzeltmeye hizmet eden bir cevap ortaya çıkmıyor. Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır deme bağlamındaki tartışmada, eğer sorun zehirli gazların atmosfere yayılması ise, o zaman „Peki ama fosil yakıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazlar teknik önlemlerle engellenirse ne olacak?“ biçimindeki soruma da cevap verilmesi gerekiyor. Sizin tavrınızda teknik önlemlerle atmosfere yayılan zehirli gazların miktarının azaltılabileceği, ama sıfırlanamayacağı, bunun teknik olarak mümkün olmadığının bilince çıkarılması gerektiği söyleniyor. Hemen ardında ise „Bildiğimiz kadarıyla“ bugünkü tekniğin zehirli gazların salınımını sıfırlayacak durumda olmadığını yazıyorsunuz. Kimi burjuva bilim insanları „geleceğin tekniği“ adını verdikleri teknikle „sıfır emisyon“un mümkün olduğunu anlatıyor ve bu tekniğin kullanılacağı santrallerin kurulmasının hazırlıklarını yapıyorlar. Esas engelin ise bu tekniğin kullanımının ekonomik verimliliğin ne olduğunun ortaya çıkarılması, bunun denenmesi gerektiğini de anlatıyorlar. Yani teknik olarak „sıfır emisyonun“ mümkün olduğu söyleniyor. Bu veriler sizin „sıfırlanamaz“ yönlü tavrınızın, tartışmada ikna edici olmadığını gösteriyor. Ki, ben mektubumda „sıfırlanma“ işini tartışmadım, sadece en aza indirilebileceğini söyledim. Zehirli gazların engellenmesi durumunda tavrımızın ne olacağını ise soru olarak sordum ki, cevap verip okurları aydınlatasınız. Fosil yakıtlarla ilgili tavırda sizden yaklaşık şöyle bir tavır bekliyordum: Karbondioksitin ve metan gibi diğer zehirli gazların atmosfere yayılması, sera efektine veya iklimin değişmesine yol açmaktadır. Bu zehirli gazların atmosfere yayılmasının engellenmesi, iklim felaketinin önüne geçmek için önemlidir. Fakat atmosfere yayılan zehirli gazların engellenmesi durumunda bile, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılması, doğanın dengesini bozmaktadır. Çünkü bunların ye-
raltından çıkarılması durumu da doğanın dengesini bozmaya ve olumsuz sonuçlara yol açmaktadır vb. vb. Böylesi bir tartışma bizi, hepimizi bu konuda bilinçlendirecektir. Belki o zaman hemfikir olduğumuz bir sonuca varırız. Sorunu belki de şöyle açıklamak, anlaşılması için iyi olabilir. Andaki durumda komünizm için maddi koşullar, temeller her zamankinden daha da fazla vardır. Ama komünizme varmak için uzun bir mücadele süreci gerekiyor. Bunu enerji türlerinin kullanımına uyguladığımızda, tabii ki teknik gelişme doğaya açıkça zarar veren enerji türlerinden kopmanın mümkün olduğunu, bunun maddi koşullarının varlığını gösteriyor. Ama bizim savunduğumuz enerji türlerinin toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek enerji türü olması için de uzun süreçli bir mücadele gerekiyor. Madem ki kapitalistler kendileri için daha kârlı olanı seçiyor, o zaman da mücadele yöntemlerimizde de kapitalistlerin bu kârlarını sıfırlamaya doğru zorlayacak mücadele araç ve yöntemlerine başvurmamız gerekiyor. Kapitalizmin, emperyalizmin egemenliğini sürdürdüğü sürece ve koşullarda, bizim enerji, doğa ve çevreyi koruma konularındaki taleplerimizin gerçekleşemeyeceği bunu hiç iyileştirme sağlanmayacağı biçiminde anlamayın- bilinçlere çıkarılmak ve kitleleri tam da doğayla uyumlu enerjinin üretimini ve kullanımını gerçekleştirebilmek için, sömürücü sisteme karşı mücadele edilmesi gerektiği konusunda aydınlatmamız gerekiyor. Diyelim ki, biz devrimi gerçekleştirdik ve sosyalizmin de inşası görevine sahibiz. Biz devrimi yapar yapmaz savunduğumuz enerji türlerini kullanmaya ağırlık vereceğimizi garanti edebiliriz. Ama, bizim istediğimiz enerji türünün içinde bulunulan koşullarda -genelde güneş enerjisi yeter vb. açıklama biçiminde değil, andaki güneş veya diğer enerji türlerinin somut kullanılan enerji kapasitesi bağlamında- toplumsal kalkınma ve gelişmenin ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değilse, biz ne yapacağız? Örneğin atom enerjisini reddediyoruz ve atom santrali kurmaya teşebbüs bile etmeyeceğiz. Peki ama zorunlu kalındığı yerde, hidroelektrik santrali gibi, zehirli gazların atmosfere yayılmasının en aza indirildiği fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerini -bu enerji türlerine ihtiyaç kalmayacak döneme kadarkullanacak mıyız, kullanmayacak mıyız? Tartışmayı bu düşünceyle de yürütmek bizi ilerletecektir. Elimizi kolumuzu kendimiz bağlamayalım. İkinci nokta bağlamında ise, benim „doğaya, çevreye hiç zarar vermeyen“ diye ifade ettiğim düşüncenin, tarafınızdan anlaşılmadığını düşünüyorum.
Bizim yenilenebilir, doğal enerji de denen enerji türlerinden yana olmamız, enerji kullanımında savunmamız gereken enerji türünün yenilenebilir enerji olması ve benzeri olgular ile bu enerji türlerinin doğaya ve çevreye hiç zarar verip vermediği tartışması farklı şeylerdir. Her şeyden önce doğaya, çevreye hiç zarar vermemekten ne anlaşıldığı ortaya konmalıdır. Benim görüşüm, toplumsal kalkınmanın, gelişmenin, yani insanların ihtiyaçlarının karşılanması bağlamında insanın doğaya karşı her ediminin, doğaya şu ya da bu ölçüde zarar verdiği yönündedir. Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türü tartışmamızda hangi enerji türünün üretiminde somut olarak neyin ne kadar zarar verdiğini, bu zararın doğanın kendini doğal olarak yenilemesi sürecinde aşılacak bir zarar mı, yoksa doğanın kendisini yenileyemeyeceği bir zarar mı tartışmasını da sürdürmüyorum. Esas mesele bu konuda da kitlelerin bilincinin aydınlatılmasıdır. Ama bu aydınlatmada yenilenebilir enerji kullanıldığında her şeyin güllük gülistanlık olacağı yönlü, „doğaya hiç zarar vermiyor“ gibi düşüncelerin yaygınlaştırılmasından kaçınılmalıdır. Nasıl ki devrim olunca hemen her şeyin istediğimiz gibi olmayacağı bir gerçeklik ise, bu konuda da yanlış bilinç taşımamalıyız. Doğal, ya da yenilenebilir enerji türlerinin de kendilerine ait ve birlikte yol açacakları olumsuz sonuçların da olduğuna -en azından olasılık olarak yolu kapatmamak gerekir-, buna rağmen ama bugün var olan bilgiler temelinde doğanın varlığını sürdürebilmesi için, insanların üzerinde yaşayabileceği bir dünyanın sağlanması için bu enerji türüne sahip çıkılıp, savunulması gerekiyor. Cevabınızda kendi kendinizle çelişen bir tavır da sergiliyorsunuz. Önce, „Enerji kaynağı olarak, tek ve biricik zararsız çözüm doğal enerjidir. Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar, deniz dalgalarındaki dinamik enerji, yeraltındaki jeotermal enerji, bio ve akarsular üzerinde kurulan barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.“ diyorsunuz. Biraz sonrasında ise „...Güneş enerjisinin kullanımının doğaya vereceği bir zarar da yoktur. Rüzgar enerjisinin kullanımının çevreye vereceği bir zarar yoktur. Hidroelektrik santrallerinin kurulu bulundukları alanda doğaya verdikleri belli zararlar -iklim değişikliği gibi- vardır. Bu yüzden bu tür barajların kurulacağı alanı özenle seçmek, zorunlu kalmadıkça hidroelektrik santraline başvurmamak gerekiyor.“ diyorsunuz. Ya ilk dediğiniz „akarsular üzerinde kurulan barajlar sayesinde elde edilen enerji“ türünün „tek ve biricik zararsız çözüm“ olan „doğal enerji“ içindedir, ya da iklim
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
16
değişikliği konusunda belli zararlar vermektedir, „zorunlu kalmadıkça hidroelektrik santraline başvurmamak“ gerekiyor. Böylesi bir durumda ama en azından bu tür enerjinin „tek ve biricik zararsız çözüm“ içinde ele alınması mümkün değildir. Peki zarar verdiği halde zorunlu kalındığında başvurulduğunda ne olacak? Bunu, atmosfere yayılan zehirli gazların teknik önlemlerle en aza indirildiği koşullarda, zorunlu kalındığında fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine de başvurup vurmama ile karşılaştırıp, okurları ikna edici biçimde cevap vermek gerekiyor. Bu tartışmada „Güneş enerjisinin kullanımı“, „Rüzgar enerjisinin kullanımı”nın doğaya hiç zarar vermediğini yazıyorsunuz. Tartışma şu ya da bu enerjinin kullanımının doğaya zarar verip vermediği değil; söz konusu enerjinin üretim sürecinde hangi zararların ortaya çıktığıdır. Zehirli gazların atmosfere yayılması fosil yakıtların kullanıldığı enerji türünün üretim sürecinde ortaya çıktığını siz de tespit ediyorsunuz. O zaman, tartışma, üretilmiş enerjinin kullanımının doğaya zarar verip vermediği değil, enerji üretimi sürecinde doğaya zarar verilip verilmediği tartışmasıdır. Enerji üretimini bir süreç ve bu süreci söz konusu enerji türünün üretimi için gerekli olan her şeyi, tüm teknik malzemeyi de içeren bir süreç olarak kavrarsak tartışmayı da doğru temelde yürütebiliriz. Bu biçimde soruna baktığımızda güneş enerjisinin üretiminde solar tekniği için gerekli olan maden(ler)in -örneğin silisyum- üretim ve kullanımının bile doğaya belli ölçüde zarar vereceğini; ya da rüzgar enerjisinin üretiminde gerekli türbinlerin üretiminin de ötesinde, pervanelerin dönmesiyle birlikte toprağın yüzeyindeki verimli toprak tabakasının „toz“ haline gelip sürülmesinin, bölgedeki „kuşlar dünyası“nın yaşam ortamının ortadan kalkmasının vb. vb. durumların da doğaya verilen zarar olarak görülmesi mümkündür. Güneş ve rüzgar enerjisinin zararları kuşkusuz ki daha somut ortaya konabilir. Ben sadece örnek olsun diye bunları belirtiyorum. Bu verilerin tersi ortaya konmadığı sürece, güneş ve rüzgar enerjisinin üretim sürecinin de doğaya belli ölçüde zarar verdiğini savunma durumunda olacağım. Bu ama bizim güneş ve rüzgar enerjisine karşı olmamız gerektiği anlamına gelmez. Yeniden vurgulamam gerekirse, karşılıklı tartışmada ortak noktaya varmamız için, genel olarak benim de hemfikir olduğum görüşleri aktarma yerine; neden fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine bütünüyle karşı çıkmamız gerektiğini somut verileriyle açıklamak ve bilince çıkarmak gerekiyor. İkincisi de yenilenebilir enerji türlerinin de, somut üretim sürecinde geçirilen aşamaların ortaya konması, eğer doğaya, çevreye hiç zarar vermiyorsa, ya da bu üretim sürecinde eğer doğaya verilen zararlar varsa bunların neler ve nasıl olduğu ortaya konmalıdır ki, neyi nasıl savunacağımızı açıklığa kavuşturalım.
DİĞER KİMİ NOKTALAR...
Değerli arkadaşlar, benim farklı görüşlerin olmasıyla ve bu görüşlerin çatıştırılmasıyla herhangi bir sorunum yok. Her tartışmayı görüşlerimi geliştirmeye hizmet olarak kabul ediyorum ve bana gelen eleştirileri de öncelikle bu bakış açısıyla okuyorum. Sorunum, farklı görüşlerin tartışmasında, bir tarafın diğer tarafa savunmadığı görüşleri mal etmesi ve tartışmayı bu temelde yürütmesiyledir. Bunun en açık örneği şu tespitinizdir: „Emperyalizmin kendisi ile birlikte dünyayı yok olmaya doğru götürdüğü bir dönemde, okurumuz alternatif enerji türlerinin kullanılması mücadelesi yerine, atmosfere salınan gazların azaltılması mücadelesi verilmesini önermektedir.“ „El insaf, bu kadar da olmaz!“ demekten kendimi alamıyorum. Tartışmanın kendisi genelde alternatif enerjiden yana mı olacağız, yoksa alternatif enerji yerine emisyonu azaltılmış fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerinden yana mı olacağız tartışması değil, bu bir. İkincisi benim mektubumda açıkça „Sonuçta doğayla uyumlu, yenilenebilir enerjiden yana olmak ve savunmak doğrudur“ düşüncesi vardır. Yine mektubumun en başında sayı 103’teki yazıda fosil yakıtlarla ilgili bilgi verilmesinin iyi bir iş olduğunu yazıyorum. Fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerini savunalım da demiyorum, sadece karşı çıkmada „biraz dikkatli olalım“ yönlü dileğimi ifade ediyorum. Ayrıldığım nokta bu genelleme yanıdır. Tüm bunlarla hemfikir olmayabilirsiniz ve beni eleştirebilirsiniz. Ama, benim mektubumda „okurumuz alternatif enerji türlerinin kullanılması mücadelesi yerine“ tespitini yapmanızı haklı çıkaracak bir düşüncem yoktur. Ben bir şeyin yerine diğerini savunmadım. Hemfikir olmadığım bir noktada görüşlerimi sizinle paylaştım ki tartışılsın. Bana mal edilen düşünce sadece bu değil, ama ben bu örneği göstermekle kendimi sınırlıyorum. Tartışmanın somut olarak fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine neden karşı çıkılması gerektiği ile güneş, rüzgar vb. enerji türlerinin üretiminde doğaya, çevreye hiç zarar verilip verilmediği olması gerekirken, sizin yenilenebilir enerji bağlamında yeteri kaynakların olduğunu ve bir de bunun gerçekleşmemiş olmasının kapitalistlerin kâr hırsından kaynaklandığını anlatmanız, bana, mektubumda söylenenleri doğru anlamadığınızı gösteriyor. Benim, fosil yakıtların kullanımında zehirli gazların atmosfere salınımına karşı mücadeleyi esas mücadele olarak savunuyormuşum ve bunu „alternatif, yenilenebilir enerji türlerinin kullanılması mücadelesine bağlı olarak“ görmediğim gibi gösterilmesi de bunun bir ispatıdır. Başkaları böyle bir tavır takındığında siyasi olarak görüşlerimizin çarpıtıldığını söylüyoruz. Siz benim „Peki ama fosil yakıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazlar teknik önlemlerle engellenirse ne olacak?“ sorusuna gerçekte cevap vermezken -zehirli gazların atmos-
fere sızmasının sıfırlanmayacağını söylemek cevap değil, bu bağıntıda söylemiş olduğum cümleden „sorumlu ve suçlu fosil yakıtlar değil, kapitalistlerdir“ bölümünü aktarıp şunu söylüyorsunuz: „Okurumuz ‚sorumlu ve suçlu fosil yakıtlar değil, kapitalistlerdir‘ diyor. Doğru. Fosil yakıtlar yeraltında işlenmeden dursa, doğa için zararlı olmayacaklar. Kapitalistler fosil yakıtları kâr için işleyip enerji ürettiklerinde, fosil yakıtlar doğa için zararlı olmaktadır....“ Bu tavırla okurla alay ettiğinizin, bir nevi burnu büyüklük yaptığınızın farkında mısınız? Okur sizden açıklamanız için sorular soruyor ve bunun için belli görüşleri dile getiriyor. Siz ise kendi görüşlerinizin anlaşılıp kabul edilebilmesi için sorunun kendisini açıklayacağınıza, bu temelde de okurun görüşlerinin yanlış olduğunu, okurun kendisine de kabul ettireceğinize; çok bilmiş bir tavır takınıyorsunuz. Size tavsiyem başka okurlara karşı bu yöntemi kullanmayın. Çünkü kazandırıcı değil, dışlayıcı bir tavırdır. Yeni okurları bize yaklaştırmaz, uzaklaştırır. Hele bir daha farklı görüşler üzerine yazmak mı... boşuna bekleriz. Son olarak mektubumda, benim için onca önemli olmayan, ama yine de gelecekteki yazılarınızda formülasyonlara, ifadelere dikkat etmeniz için aktardığım „Özel sermayenin elektrik üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır.“ tespitine ve bu tespite soru sorarak yönelttiğim eleştiriye
karşı tavrınızın, hiç de özeleştirici bir tavır olmadığını söylemek durumundayım. Size tavsiyem sadece aktardığım alıntıyı bir kez daha gözden geçirmenizdir. Bu alıntıda yapılan tespit, „Yazıda yapılan sadece bir olgu tespiti“ midir? Yoksa gelecekte ne olabileceği üzerine bir tahmin, bir varsayım mıdır? „Özel sermayenin payının artması burada doğrudan kapitalizmin gelişmesine bağlanıyor“ tespiti, aktardığım alıntıya „olmayan anlamlar yüklemek“ midir? Cevabını size ve tüm okurlara bırakıyorum. Herşeye rağmen bu tartışmamızın görüşlerimizin geliştirilmesine, kavranmasına hizmet etmesi ve birbirimizi daha açık ve net görüşler temelinde ikna etmemize hizmet etmesi, temel isteğimdir, amacımdır. Tartışmaya sunduğum birinci konuda, yani fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerini tümden reddetmekle hemfikir olmama tavrımın değişmesi, bu konuda ortaya konacak somut bilgi ve verilere bağlıdır. Doğaya, çevreye hiç zarar vermeyen enerji türünün ne olduğu ise, her enerji türü somutunda, somut olarak bakılması gerekiyor. Somut olarak güneş ve rüzgar enerjisinin üretiminde doğaya, çevreye az da olsa zarar verildiği görüşündeyim. Baskısız, sömürüsüz, doğayla uyumlu yaşanır bir Yeni Dünya İçin Çağrı hepimizindir! 17 Kasım 2006, Bir YDİ Çağrı okuru ✓
Bir kez daha fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine YDİ Çağrı’nın 103. sayısında “fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıyı kimi noktalarda eleştiren, “fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım” başlıklı yazı ve bu yazıya takındığımız tavır YDİ Çağrı’nın 105. sayısında yayınlandı. Okurumuza verdiğimiz cevap yazımızı eleştiren “fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine bir kez daha” başlıklı bir yazı elimize geçti. Bu yazıda getirilen eleştirilere tavır takınacağız. Okurumuz öncelikle eleştiri yazısına verdiğimiz cevabın; “okurları ikna etme, konu hakkında aydınlatıcı bilgi verme yerine, mektubu gönderen okuru (beni) bir nevi mahkum etme tavrı” takındığımızı iddia etmektedir. Biz okurumuzun getirdiği eleştiriye, eleştirilere, kavradığımız, anladığımız oranda yanıtlamaya, doğrusunun ne olduğunu anlatmaya çalıştık. Bunu yaparken okurumuzu mahkum etme tavrına girmedik. Bu tür tavırlar takınmayı da doğru bulmuyoruz. Bizim açımızdan mesele getirilen eleştirilere, kavradığımız oranda cevap verme ile sınırlıdır. Okurumuzun bu yargıya nasıl vardığını da anlamış değiliz. Okurumuz tartışmamız bağlamında tartışılması gereken esas olarak iki nokta olduğunu söylemektedir:
“Birincisi, fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine genelde karşı çıkıp çıkmamak, ikincisi ise, “Toplumsal kalkınmanın, gelişmenin ihtiyaçlarının karşılanması, öyle ya da böyle doğaya belli ölçüde zarar vermektedir. Bu özellikle enerji üretiminde böyledir” tespitimle bağıntı içinde “doğal enerji” ya da yenilenebilir enerji türlerinin doğaya, şöyle ya da böyle zarar vermediği konusudur.” Okurumuzun tartışmanın esas olarak bu iki noktada sürdürülmesi gerektiği tavrına katılıyor, bu iki noktada tavır takınmak istiyoruz. Birinci olarak; fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine genelde karşı çıkıp çıkmamak gerektiği noktası ile ilgili olarak önce şunu vurgulamak istiyoruz. YDİ Çağrı’nın çeşitli sayılarında, “yaşam temellerini koruma mücadelesi” sayfalarında, çevre üzerine yayınlanan bir dizi yazıda, kapitalistlerin kar uğruna doğayı hoyratça nasıl talan ettikleri, doğaya nasıl zarar verdikleri, doğanın dengesinin nasıl değiştiği, fosil yakıtların enerji üretimi için kullanılmasının, doğaya verdiği zararlar, sera efekti, küresel ısınma, iklim değişiklikleri vb. ortaya konulmakta, fosil yakıtlar yerine, alternatif enerji kaynaklarının, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasının propagandası yapılmaktadır. 103. sayımızda yayınladığımız “fosil
yaşam temellerini koruma mücadelesi yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır!” başlıklı yazıda, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılması edinimi, ilk defa bu açıklıkta reddedilmektedir. Bu reddediş savunduğumuz düşüncenin gelişmesinin mantıki sonucudur. Enerji üretiminde fosil yakıtlarının kullanımının eleştirisi, sonuçlarının ortaya konulması tavrımız ilerletilerek, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasının genel olarak reddedilmesi noktasına varıyoruz. Ayrıca adı geçen yazıda, Türkiye’de enerji üretiminin hangi kaynaklara dayandığı verilerle ortaya konulmakta, gazetemizin çeşitli sayılarında fosil yakıtların kullanımının hangi zararlı sonuçlara yol açtığı çeşitli defalar ayrıntılı olarak ortaya konulduğu için, fosil yakıtların kullanımının zararları kısa kısa vurgulanarak geçilmektedir. Okurumuz ile aramızdaki temel farklılık, fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine genelde karşı çıkıp çıkmamakla ilgilidir. Biz, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasının, fosil yakıtların içerdiği zehirli gazlar nedeniyle, sera efektine yolaçtığını, sera efektinin küresel ısınmaya yol açtığını, küresel ısınmanın iklim değişikliklerine yol açtığı için enerji üretiminde kullanılmaması gerektiğini söylüyoruz. Kapitalizmle birlikte doğaya kendi döngüsü içinde temizleyemeyeceği oranda zarar verilmesinin gelişim sürecini 105. sayımızda ayrıntılı ortaya koyduğumuz için bir kez daha üzerinde durmuyoruz. Kapitalizmin doğaya verdiği zararların pratik sonucunu bugün görerek yaşıyoruz. Doğanın dengesinin bozulmasının sonuçları, iklim değişiklikleri, iklim felaketleri, seller, kasırgalar, aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar, kuraklık, çölleşme, aşırı yağışlar vb.dir. Atmosfere doğanın kendi dönüşümü içinde temizleyemeyeceği oranda zehirli gazlar, metan, karbondioksit vb. salınmaktadır. Bu gazların oluşumunun temelinde fosil yakıtların kullanımı durmaktadır. Fosil yakıtların enerji üretimi sırasında açığa çıkan zehirli gazlar atmosfere karışmakta, sera efektinin, küresel ısınmanın kaynağını oluşturmaktadırlar. Tam da bu dönemde, doğanın kendisine verilen zarar sonucu, felaketlerin giderek arttığı, artacağı bir dönemde, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasına temelden karşı çıkmak gerekli ve doğrudur. Biz bunu yapıyor, işçilere, emekçilere bu temelde bilinç taşımaya, bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Okurumuz ise fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasının genel olarak reddedilmesini doğru bulmamakta, tavrımızı eleştirmektedir. Okurumuz, 105. sayımızda yayınlanan yazısında, “içinde bulunduğumuz tarihsel koşullarda teknik olarak bu atmosfere yayılan zehirli gazları en aza indirgemek mümkündür.” tavrını takınmakta, “fosil yakıtların kullanıldığı enerji türleri üzerine bir kez daha” başlıklı yazısında ise, kimi burjuva bilim insanlarına dayanarak “sıfır emisyonun mümkün olduğu” tavrını takınmaktadır.
Okurumuz; “Kimi burjuva bilim insanları “geleceğin tekniği” adını verdikleri teknikle “sıfır emisyon”un mümkün olduğunu anlatıyor ve bu tekniğin kullanılacağı santrallerin kurulmasının hazırlıklarını yapıyorlar.” diyor. “Somut bilgi ve veriler”le, “fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine” neden “ karşı olmamız gerektiği” konusunda bizi yeterli açıklama yapmamakla eleştiren okurumuz, “sıfır emisyon” bağlamında belirleme yapıp geçmektedir. Sıfır emisyonu sağlayacak teknik nasıl bir tekniktir? Bugün teknik olarak bu mümkün müdür? Bu burjuva bilim insanları kimlerdir? Hangi belgede, kaynakta bunlar söylenmektedir? Bu sorulara okurumuzun yazısında cevap yoktur. Biz, okurumuzun aktardığı bilgiye vakıf değiliz. Biz bugünkü tekniğin “sıfır emisyon”u sağlayacak düzeyde olmadığı bilgisine sahibiz. Eğer “sıfır emisyon” teknik olarak mümkün ise, “fosil yakıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazlar teknik önlemlerle engellenirse ne olacak?” sorusu ile bağ içinde şunu vurgulamak istiyoruz: Teknik olarak “sıfır emisyon” mümkün hale gelirse, o zaman proletarya iktidarının fosil yakıtlarının enerji üretiminde kullanmasının önündeki temel engel ortadan kalkmış olacaktır. O zaman fosil yakıtlar enerji üretiminde kullanılacaktır. Tabii o zamana kadar fosil yakıt kalırsa! Fosil yakıtlar bir gün gelecek tükenecektir. Ortalama olarak bilinen rezervlerin 60-70 yıl sonra biteceği tahmin edilmektedir. Okurumuzun anladığımız kadarıyla teorik olan, pratik olarak gerçekleşmemiş, ikna edici olmasa da “sıfır emisyon” mümkünlüğü bizim fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasını reddetme tavrımızı değiştirmemizin gerekçesi değildir. Neden? Bırakalım ‘sıfır emisyonu’, kapitalistler bugün, fosil yakıtların kullanıldığı enerji santrallerinde filtre kullanarak zehirli gazların atmosfere salınımı azaltmak için çaba göstermemektedirler. Filtre takılması onlar için ek maliyettir. Onlar tatlı karlarını azaltacak maliyetlerden kaçınmaktadırlar. Santrallere filtre takılması, ancak mücadele sonucu, kamuoyu baskısı sonucu olmaktadır. Bugün tam da yapılması gereken, doğaya verilen zarar sonucu olarak, doğanın kendi normal döngüsü içinde verilen zararı temizleyemeyecek durumda olması, doğanın dengesinin bozulmasını da dikkate alarak, kapitalistleri alternatif enerji türlerini, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya zorlama mücadelesi olmalıdır. İkinci nokta ile ilgili olarak, “çevreye, doğaya hiç zarar vermemek”ten ne anlaşıldığı konusu ile ilgilidir. Bu konuda tavrımızı olumlu olarak kısaca aktarmak istiyoruz. “Çevreye, doğaya hiç zarar vermemek” ten bizim anladığımız şudur: doğaya kendi döngüsü içinde temizleyemeyeceği oranda zarar vermemektir. Fosil yakıtlar, zehirli gazlar –karbondioksit, metan gibi- içerdiği, zehirli gazların atmosfere salınımı sera efektine yol açtığı,
sera efekti de küresel ısınmaya yol açtığı, iklimler değiştiği için, kısaca doğaya kendi doğal döngüsü içinde temizleyemediği oranda zarar verildiği için karşı çıkıyoruz. Yenilenebilir, alternatif enerji kaynakları zehirli gazlar içermediği, atmosfere zehirli gazlar salmadığı için, bu anlamda temiz olduğu için savunduk, savunuyoruz. Doğaya hiç zarar vermemesini bu bağlamda ele aldık. Okurumuz, yenilenebilir, alternatif enerji kaynaklarının üretim süreci içinde, doğaya belli zararlar verdiğine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda okurumuz haklıdır. Biz meselenin bu yanını tartışmadık. Sorunun bu yanını ortaya koymadık. Bu anlamda okurumuz bizim eksik bıraktığımız bir noktayı tamamlamaktadır. Yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim süreci içinde doğaya belli oranda zarar vermesi söz konusudur. Örneğin; güneş pilleri yapımında kullanılan silisyumun, bakırın yer altından çıkarılması, doğaya belli zarar vermektedir. Bu zararı doğa kendi döngüsü içinde temizlemektedir. Bu zarar da enerji üretimi için göze alınmak zorundadır. Doğa ile uyumlu bir yaşam, doğaya hiç bir zarar vermemek değildir. Burada önemli olan verilen zararın ölçüsüdür. Doğanın kendi doğal döngüsü içinde temizleyebileceği bir zarar mı, temizleyemeyeceği bir zarar mı? Bizim soruna yaklaşımımız budur. Bu bağlamda okurumuz, tarafımızdan hidroelektrik santrallerinin önce doğal enerji içinde sayılmasını, ardından hidroelektrik santrallerinin doğaya belli zararlarının olduğunun söylenmesinin birbiriyle çeliştiği tavrını takınıyor. Biz cevap yazımızda, yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim süreci içinde doğaya verdiği zararları genel olarak tartışmadık. Sadece hidroelektrik santralleri bağlamında, doğaya verilen zararın kısmen ne olduğunu vurguladık. Hidroelektrik santrallerinin kurulacağı alanı özenle seçmek, zorunlu kalmadıkça hidroelektrik santrallerine başvurmamak gerektiğini söyledik. Sorun bizim açımızdan fosil yakıtların kullanımının doğaya verdiği zararlar olduğu için fosil yakıtların kullanılmasının karşısına alternatif, yenilenebilir, doğal enerjiyi çıkardık. Doğal enerji kaynakları ile, enerji üretimi sırasında fosil yakıtlar gibi atmosfere zehirli gazlar salınmaz. Doğal kaynakların üretim süreci içinde doğaya verdiği zararlardan bağımsız olarak sadece bu anlamda doğal enerji temiz bir enerjidir. Bu nedenle okurumuzun dikkat çektiği bir çelişki burada sözkonusu değildir.
Diğer kimi noktalar... Okurumuz; “Emperyalizmin kendisi ile birlikte dünyayı yok olmaya doğru götürdüğü bir dönemde, okurumuz alternatif enerji türlerinin kullanılması mücadelesi yerine, atmosfere salınan gazların azaltılması mücadelesi verilmesini önermektedir.” Tespitimizi alıntılayarak, bu tespitin kendi tavrı olmadığını, tavrının tarafımızdan “çarpıtıl-
dığı” belirlemesini yapmaktadır. Biz okurumuzun birinci yazısındaki tavrını bu şekilde yorumladığımız için bu yorumu yaptık. Amacımız okurumuzun tavrını çarpıtmak değildi, değildir. Okurumuzun ikinci yazısı ile birlikte tavrını daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Sanıyoruz okurumuz da bu tespitimize katılacaktır. Okurumuz yazısında bizce gereksiz alınganlıklar göstermektedir. Kendisini mahkum ettiğimizi, verdiği bir örnekte kendisini çarpıttığımızı düşünmektedir. Okurla, verdiği bir örnekle “alay ettiği”mizi, “bir nevi burnu büyüklük yaptığı”mız tavrını takınmaktadır. Bu tavırlara katılma durumunda değiliz. Bize yönelen eleştirileri, anladığımız, kavradığımız oranda, yanıtlamaya çalıştık. Tavrımızın bu şekilde adlandırılmasını doğrusu anlamış değiliz. Anlamakta da zorlanıyoruz. “Özel sermayenin elektrik üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır.” tespitimize, okurumuzun eleştirisine verdiğimiz cevabı, okurumuz özeleştirici bir tavır olarak doğru bulmamaktadır. Elektrik üretiminde özel sermayenin devleti geçmesi, bu payın kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak artacağı tespiti ile ilgili olarak şunları vurgulamak istiyoruz: Ekonomide özel kapitalizm devletin egemenliğini kırmıştır. Enerji üretiminde de devletin tekel olması durumu özel sermaye tarafından kırılmıştır. Özelleştirmenin sürmesi, tamamlanması, devletin diğer bir ifade ile devlet kapitalizminin ekonomideki etkisini çok önemli oranda sınırlayacaktır. Özel kapitalizm ekonomideki ağırlığını artırmasının yanısıra, eğemenliğini pekiştirecektir. “Özel sermayenin elektrik üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır.” tespiti bu gelişme süreci ile birlikte ele alındığında anlamlı olmaktadır. Devlet kapitalizminin geriletilmesi, özel kapitalizmin gelişmesini sağlamakta, enerji üretimi alanında da bu gelişmeye bağlı olarak, özel kapitalizmin ağırlığı giderek artmaktadır. Meselenin bu yanı eleştirilen yazımız içinde ortaya konulmamıştır. Sorunun bu yanı gazetemizin değişik sayılarında, çeşitli yazılarda ortaya konulmuştu. Okurumuzun eleştirisi sonucu olarak, değerlendirmemizi yeniden gözden geçirdiğimizde, yaptığımız kısa tespitin çeşitli yorumlara açık olduğunu gördük. Biz aktardığımız şekilde yorumlarken, okurumuz daha değişik yorumlamaktadır. Buradan çıkardığımız ders, daha anlaşılır, çeşitli yorumlara yol açmayan, açık tespitler, açık cümleler kullanmaktır, kullanacağımız formülasyonlara dikkat etmektir. Sonuç olarak, okurumuzun tartışma konusu üzerine ikinci defa yazılı tavır takınması gayet olumludur. Bizim kimi eksikliklerimizi görmemizi, okurumuzun pozisyonlarını daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Tartışmada bu anlamda taşlar yerine oturmuştur. 12 Aralık 2006 ✓
17
19
19 Aralık katliamı protesto edildi
Aralık 2000’de ülkenin 20 cezaevine birden yapılan ve devletin adına “Hayata Dönüş Operasyonu” dediği katliamın üzerinden 6 yıl geçti. Geçen 6 yıla rağmen devrimci tutsakların gelinen yerde en asgariye indirdikleri talepleri bile kabul edilmeyerek, F Tiplerindeki yoğun tecrit devam ediyor. Toplumsal muhalefetin zayıflığı ve bu konudaki duyarsızlığı hakim sınıfları daha da pervasızlaştırıyor. Devrimci tutuklular, cezaevindeki koşulların biraz da olsa düzeltilmesi nedeniyle ileri sürdükleri talepleri için bile büyük mücadeleler vermek zorunda kalıyorlar. 19 Aralık 2000’deki operasyonda 28 devrimci katledilmiş ve onlarcası ağır yaralanmış olmasına rağmen katliamı yapanların yargılanması konusunda göstermelik adımların ötesine gidilmedi. Hakim sınıflar, inşa ettikleri “yüksek güvenlikli” tecrit hapishaneleriyle ve devrimcileri buralara koymakla devrimci mücadelenin önüne geçebileceklerini zannediyorlar. Fakat bu mümkün değildir ve olmayacaktır. Ezen ve ezilenin olduğu bu barbar, kapitalist toplumda
devrimci mücadele zaman zaman zayıflasa da daima var olacaktır. Tüm sömürü sisteminin ortadan kaldırılması ve bununla birlikte F tiplerinin ve tecritin de kalıcı bir şekilde ortadan kaldırılabilmesi için işçi sınıfının devrimci mücadeleye kazanılması gerekiyor. Bu başarıldığı oranda hakim sınıfların devrimcilere yönelik korkunç katliamları bu kadar kolay olmayacaktır. Görev bu alanda da işçi sınıfı ile devrimcileri ve devrimci mücadeleyi birleştirmek olmalıdır. 19 Aralık katliamının 6. yıldönümünde çeşitli illerde protesto ey-
Katliamların hesabı devrimle sorulacaktır!
19
18
Aralık 2000 tarihinde devletin, 20 ayrı hapisanede devrimcilere yönelik düzenlediği vahşi saldırının yıldönümü nedeniyle, 17 Aralık pazar günü bir eylem gerçekleştirildi. Saat 11:30’da İnönü Parkında taplanan; İHD, KESK bileşenleri, TAYAD, ÇHKM, DGD, DHP, ESP, Halkevi, Mücadele Birliği, Partizan, BDSP, Alınteri, TÖP, İşçi Mücadelesi, ÖDP ve SDP’den oluşan yaklaşık 700 kişilik kitle saat:12:00’de Uğur Mumcu Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş esnasında atılan sloganların bazıları şunlardı; ‚Devrimci irade teslim alınamaz’, ‚Bedel ödedik bedel ödeteceğiz’, ‚Devrimci tutsaklar onurumuzdur’, ‚İçerde dışarda hücreleri parçala’, ‚Yaşasın sınıf dayanışması’, ‚Katil devlet hesap verecek’, ‚Faşizme karşı omuz omuza’. Alana gelindiğinde, üst araması esnasında polisin aradığı bir göstericiyi itmesi nedeniyle, arbede yaşandı. Devrim mücadelesinde düşenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından, bir arkadaş Tertip Komitesi adına basın açıklaması okudu. Açıklamada ifade edilenlerin bazıları şunlardı; “Ceza evlerindeki tecrit zulmüne karşı Av. Behiç Aşçı, Gülcan Görüroğlu ve Sevgi Saymaz aylardır ölüm orucundalar. Aydınların, yazarların, sanatçıların, tutuklu yakınlarının ve insan hakları savunucularının, demokratik ve siyasi kurum ve partilerin daha
önce yaşanan 122 ölümün, 123’e, 124’e ve 125’e çıkmaması için Adalet Bakanlığıyla defalarca görüşme talep ettiler. Ancak Adalet Bakanlığı, taleplerin tümünü geri çevirerek bu üç insanı, ölüme terk etme tavrını sürdürüyor. Cezaevlerindeki tutukluların talepleri kabul edilmeyecek talepler değildir. Taleplerin tümü demokratik ve insani taleplerdir. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen ‘Hayata Dönüş Operasyonu’nun sorumlularının bir an önce yargı önüne çıkarılarak, cezalandırılmalarını talep ediyoruz.“ Açıklamanın sonrasında Grup Diyar’ın söylediği marşlar eşliğinde eylem halaylarla son buldu. Eylemde dikkat çeken nokta da, geçen yıla göre katılımın çok daha fazla olması ve KESK bileşenlerinin temsili düzeyde de olsa eyleme katılmış olmasıydı. Bizlerde eylemden önce „6. Yılında; 19 Aralık katliamını unutmadık! Unutturmayacağız“ isimli bildirimizden bin adet ve yürüyüş esnasında yol boyunca, ‚Ya barbarlık, ya sosyalizm!’, ‚Faşist katliamların hesabı devrimle sorulacaktır!’, ‚Kahrolsun ırkçılık, şovenizm ve her türden gericilik!’, ‚Umut isyanda kurtuluş devrimde!’, ‚Halkların kardeşliği için tek yol devrim!’, ‚Yaşasın devrimci dayanışma!’ yazılı kuşlardan bin adet dağıttık. 18.12. 2006, YDİ Çağrı/Adana ✓
lemleri gerçekleştirildi. 17 Aralık’ta İstanbul Kadıköy’de bizim de Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak katıldığımız bir yürüyüş ve miting gerçekleştirildi. Yaklaşık 22 devrimci ve demokrat kurumun katıldığı mitingde toplam katılım 2 bin kişi civarındaydı. Tepe Nautilius alışveriş merkezinin önünde toplanan kitle pankart, döviz ve flamalarla Kadıköy meydanına doğru yürüyüşe geçti. Atılan sloganlar ve taşınan pankartlarda, devrimci tutsakların teslim alınamayacağı, devrimci tutsakların taleplerinin kabul edilmesi, ölümlerin durdurulması, TMY’nin iptal edilmesi gibi talepler öne çıktı. Ölüm orucunda bulunan Behiç Aşçı ile dayanışma ve devrimci dayanışmanın önemi atılan sloganlarla dile getirildi. Kitle, Kadıköy İskele Meydanına yerleştikten sonra program saygı duruşu ile açıldı. Mitingi düzenleyen kurumlar adına okunan basın metninde; 19 Aralık katliamının hesabının sorulacağı ve tecrit karşıtları olarak alanlarda olmaya devam edileceği vurgulandı. Devrimci tutsaklardan 28’inin
devletin planlı katliamı sonucunda yaşamını yitirdiği, devrimci tutsakların faşist zulme karşı gösterdiği direnişin haklı ve onurlu olduğu belirtildi. Emperyalist zorbaların insan hakları ve demokrasi propagandalarının yalandan başka bir şey olmadığı dile getirilen basın açıklamasında; devrimciler katledilerek bunun adına ‘hayata dönüş’ dendiğini, 19 Aralık’ın bir yüzü katliam ise diğer yüzünün de direniş olduğu, devrimcilerin bedenleri çiğnenerek F Tiplerinin açılmış olmasına rağmen devrimci tutsakların hiçbir zaman paylaşmayı ve dayanışmayı yitirmediklerini belirtirken şu anda cezaevinde olan ve ölümcül hastalıklara yakalanan tutsakların derhal serbest bırakılması istendi. Basın açıklamasının sonunda; tüm antidemokratik yasaların iptal edilmesi, tecritin kaldırılması ve 19 Aralık katliamının sorumlularının yargılanması talep edildi. Yapılan basın açıklaması sık sık atılan sloganlarla kesildi. Bizler mitinge pankart, flama ve dövizlerle katıldık. Atılan sloganlarda katledilen devrimcilerin mücadelemizde yaşadığını, devrimci tutsakların teslim alınamayacağını, kurtuluşun devrimde, sosyalizmde olduğunu dile getirdik. Ayrıca 19 Aralık dolayısıyla çıkardığımız “6. Yılında; 19 Aralık katliamını unutmadık! Unutturmayacağız!” YDİ Çağrı imzalı bildiriden çok miktarda alanda ve yoldan geçenlere dağıttık. Yaklaşık 4 saat süren miting, İlkay Akkaya, Vardiya Müzik Grubu, Grup Diyar ve Yapı Sanat Evi İşçi Korosu’nun dinletileri ile sona erdi. 18 Aralık 2006 ✓
19 Aralık katliamı Mersin’de
28
devrimcinin katledildiği, yüzlerce devrimcinin yaralandığı, sakat kaldığı, 19 Aralık katliamı 7. yılında Mersin’de protesto edildi. TAYAD’lı ailelerin taş bina önünde katledilenlerin resimlerinin taşındığı eylemlerine KESK’e bağlı sendika üyeleri ve devrimcilerden oluşan yaklaşık 20 kişilik bir grup da destek verdi. TAYAD’lı aileler tarafından alkışlarla karşılanan KESK’liler; “Tecridi Kaldırın Ölümleri Durdurun” diyerek destek sundular. KESK Şubeler Platformu dönem sözcüsü Merdan Taş; platform adına yaptığı bir basın açıklaması ile, “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında, hukukun ayaklar altına alındığını, bu durumun toplumda derin yara aldığını belirtti. Bu özellikleri taşıyan F tipi cezaevlerinin kullanılmadığını belirte-
rek bu cezaevlerinin ortaçağ engizisyon dönemini ve Nazi Almanya’sını çağrıştıran bu çağ dışı cezaevleri”nin yüzlerce insanımızın ölümüne neden olduğunu söyledi. Buradaki tespitle iki yönlü sorun görüyoruz. Biri ncisi F t ipleri ni Na zi Almanyası’na benzetmek o dönemi küçümsemektir. Doğru değildir. İkincisi; F tipi ceza evleri Avrupa’nın bir dizi ülkesinde bugün hala mevcuttur. Türk burjuvazisi o dönem Avrupa’nın bir dizi ülkesinde, bu tür cezaevlerinin bulunduğunu söyleyerek kendilerini savunmuşlardı. Taş, sorunun çözümünün toplumsal barışa katkı sağlayacağını söyleyerek, yetkililerden sorunun çözümü için adım atmalarını istedi. Devrimcilerin katliamının hesabı devrimle sorulacaktır. YDİ ÇAĞRI Mersin, 21.12.2006 ✓
yeni gençlik dünyası
Gençlik geleceğidir dünyanın…
M
erhaba arkadaşlar Yeni Dünya Gençliği adına yeni yılın bu ilk sayısında hepinizi selamlıyoruz. Yeni bir yıl sömürüye, savaşlara, faşizme son vereceğimiz mücadeleyle dolu bir yıl olsun. 2007’de devrimci mücadeleyi yükseltmek ve bu devrimci mücadelelerden büyük başarılar elde etmek dileğiyle… Bundan yaklaşık 4 ay önce başlattığımız gençlik çalışmalarımızı sizlerin de bildiği gibi Yeni Dünya Gençliği adıyla sürdürmekteyiz. Amacımız, içinde bulunduğumuz bu azgın sömürü düzenini değiştirmektir. İşçiden, emekçiden yana bir düzen kurmaktır. Tabi bu amaca ulaşmadan önce, mevcut sistemin gençler üzerindeki baskılarına karşı mücadele etme, eğitimde fırsat eşitliği, sosyal güvenlik vs. temel hak ve taleplerimizi de dile getirmemiz bi-
zim görevimizdir. Peki, nedir bizim çıkış noktamız, amacımız? İlk panelimizde de dile getirdiğimiz gibi kapitalist sistemin çelişkilerinden kaynaklanan dev ekonomik sıkıntılar, savaşlar, krizler vs. milyonları ve bütün halkları sefalete sürüklemeye devam ediyor. Bundan en çok etkilenen en başta emekçi kadınlar, genç ve çocuk işçi kitleleri olmaktadır. Burjuvazi onların genç kemiklerini sömürmek için çok ucuz fiyata kapatmaktadır. Makinelerin geliştiği ve devasa fabrikaların artık çok büyük kas gücüne ihtiyaç duymadığı bu dönemde (kapitalizmin en vahşi, en barbar yüzü olan emperyalizme evrimleştiği dönem) patronlar daha çok çocuk, genç, kadın işçilere, yani ucuz iş gücüne yönelmektedir. Bunun sonucu olarak ağır ve uzun çalışma süresinin genç işçiler için büyük bir sefalet kaynağı olması kaçınılmaz-
dır, sigorta yok, sendika yok!. Bunun yanı sıra militarizm ve emperyalist savaşlar gençleri, özellikle de işçi emekçi gençliği her zamanki gibi kendi çıkarları için kullanmaktadır. Geleceğimizi karartmaktadırlar. Her gün, her yerde gençlik ideolojik ve sosyal olarak baskı ve yasaklarla sindiriliyor, eziliyor. Üniversitelerde öğrencilerin düşünsel faaliyetlerinin ve politik görüşlerinin silikleştirilmesi, üniversitelerin askeri kışla haline getirilmesi, bilimsellikten uzaklaştırılması için çalışılıyor. Açıkçadır ki gençliği apolitikleştirme süreci devam etmektedir. Bugün siyasal gündemden uzak, emperyalist ve faşist saldırıları görmezden gelebilen bir gençlik (ister öğrenci, ister işçi gençlik olsun) yaratılmaya çalışılıyor. Bizi böylesi bir mücadeleye iten temel nedenler bunlardır. Yaşadığımız topraklarda iki ayrı
Sermayenin kıskacında gençlik ...
U
luslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Dünya Bankası’nın (DB) yayınladığı raporlarda, genç işsizlerin sayısının 85 milyona ulaştığı ve 300 milyon gencin yoksulluk sınırı sayılan günlük 2 Dolar’ın altında gelirle yaşadıkları belirtiliyor. İşsizliğin gençler arasında yaygın bir sorun olduğunu ve işçi gençlerin sorunlarla boğuştuklarını söyleyen ILO, „Çocuklara Karşı Şiddet“ başlıklı raporunda 218 milyon çocuğun yasalara uygun olmayan yöntemlerle çalıştırıldığı ve yaklaşık 100 milyon gencin kayıtlı işlerde fiziksel, sözlü, cinsel taciz; tecavüz ve cinayet
E
gibi şiddet olaylarıyla karşılaştığını da belirtiyor. Dünya Ba n kası’nı n 20 07 y ılına ilişkin hazırladığı ‘Kalkınma Raporu’nda, 12-24 yaş grubundaki gençlere istihdam yaratmanın yolunun mevcut işçi haklarının törpülenmesinden, taşeronlaşmadan, özelleştirmeden ve esnek çalışmadan geçtiğini savunuyor. Asgari ücretin kaldırılması, işsizlik sigortasının düşürülmesi ve işten çıkarılmayla ilgili yasaların yeniden düzenlenmesini öneriyor. Diğer bir konuda ise okul sonrası işe geçiş süresinin kısaltılmasından bahsediyor. Bunu da mevcut iş ola-
19 Aralık katliamı protesto edildi!
gemen sınıfların devleti 2000 yılının 19 Aralık’ında adına „Hayata Dönüş“ diyerek devrimci tutsakları teslim almak için yaptığı katliam İstanbul’un Okmeydanı semtinde 19 Aralık 2006 günü akşamı devrimci ve demokratlar tarafından eylem birliği yapılarak meşaleli bir yürüyüşle protesto edildi. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bizim de içinde yer aldığımız bu eylembirliğinde Okmeydanı Halk Evi, ÖDP, SODAP, Okmeydanı ESP, PARTİZAN, Demokratik Haklar Platformu, Eşit Özgür Yurttaş Hareketi, DTP, EMEP, İşçi Gazetesi ve Kara Kızıl Notlar vardı. Eylemden çok önce semtin ana girişi olan Anadolu ve Şark Kahvesi panzerli gaz maskeli Çevik Kuvvet polislerince ablukaya alınmıştı. SDP’nin de destek verdiği eyleme katılım 400 kişi civarındaydı. Bu ey-
lem son yıllarda Okmeydanı’nda ortak yapılan eylemler içinde en kitlesel olan eylemdi. 19 Aralık katliamında yaşamını yitiren tüm devrimci tutsakların resimlerinin taşındığı bu meşaleli eylemde mahalle halkının evlerinin camlarından ve balkonlarından gösterdikleri olumlu tepkiler eylemin coşkusunu daha da artırıyordu. Dikilitaş Parkı’nda toplanan kitle, yarım kilometre yürüyüş boyunca faşizme olan kinini ve ona karşı mücadele kararlılığını attığı sloganlarla ortaya koyuyordu. „Faşizme karşı omuz omuza!“, „Yaşasın devrimci dayanışma!“, „İçerde dışarıda hücreleri parçala!“, „Devrimci irade teslim alınamaz!“, „Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek“, „Devrim şehitleri ölümsüzdür!“, “Yaşasın halkların kardeşliği!“ (Kürtçe ve Türkçe atıldı), v.b. sloganların atıldığı yürü-
naklarının kısıtlılığıyla karşılaştırırsak işsizler ordusuna yenilerinin katılacağından başka bir anlama gelmez. Tabi amaçlarının çocuk işçiliğinin meşrulaştırılması ve mevcut çalışma koşullarının daha da düşürülmesi demek olduğunu da görebiliriz. İşsizliğin giderilmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, işçilerin çıkarlarını koruyan yeni yasaların düzenlenmesi vb. hakların kazanılmasını DB, AB, IMF gibi emperyalistlerin çıkarlarına hizmet eden bu kurumlardan beklemek büyük bir saçmalık olur. Dünyanın hemen her yerinde karşılaşılan ve küresel bir sorun olan yüşte megafonla propaganda ve ajitasyon konuşmaları yapıldı. Yürüyüş boyunca katledilen 28 devrimci tutsağın isimleri tek tek defalarca okunarak anıldı. Düzenli ve disiplinli başlayan bu yürüyüşte yaşanan bir olumsuzluk; Eşit Özgür Yurttaş Hareketi ve DTP’den arkadaşların yürümeye başlandıktan kısa bir süre sonra ortak olarak atılması kararlaştırılan iki Kürtçe slogandan hiç birisinin ortak atılmamasını gerekçe göstererek eylemden ayrılmış olmaları idi. Yürüyüşün sonuna gelindiğinde Basın Açıklaması, polis barikatının hemen önünde yapıldı. Açıklamaya geçmeden önce devrim uğruna düşen tüm devrimcileri anmak için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Kitlenin gür bir şekilde söylediği „Gün doğdu hep uyandık“ marşından sonra basın açıklaması metni okundu. Açıklama, devrimci dayanışmayı,
dünya var; bir yanda egemenler ve onların işbirlikçisi sınıflar, öte yanda işçiler, emekçiler, işsizler. Bunların gerçek yüzü yalnızca işkencehanelerden değil azgın sömürüden, terörden, Kürt ulusu ve diğer azınlık uluslara uygulanan faşist, ırkçı, milli zulmünden, katliamlardan…görülmektedir. Yeni Dünya aktivistleri olarak çağrımız sizleredir; atölyedeki genç işçi, okuldaki öğrenci, sokaktaki simitçi… söyleyecek çok sözümüz var; Bu zulüm düzenine boyun eğme, yaşananların hiç biri kader değildir! Yeni dünya için; var olan sisteme karşı siyasallaşmış mücadeleye, Yeni Dünya Gençliği saflarına. Gençlik geleceğidir dünyanın… Gençlikle gelecek sosyalizm! Ve gençlikle kurulacak yepyeni bir dünya!... Gençlik, geleceği karartanları kahrederek gelecektir! Yeni Dünya Gençliği, Ocak 2007 ✓ işsizlik ve çalışma koşullarının elverişsizliği bütün bir toplumu etkilediği gibi, daha çok gençler açısından büyük bir sorun olarak varlığını sürdürüyor ve bu sistem devrilmedikçe yasa koyucular daha çok nasıl ucuza işçi çalıştırırım, ne kadar fazla sömürürüm, kasalarımı ne kadar çok doldururum diye yeni yasalar getirecektir. Mevcut iş hayatının düzeltilmesi, işsizlik oranının düşmesi ve hatta kalkması, sermayenin kıskacında olmayan daha iyi eğitim olanakları işçilerin, emekçilerin ve özellikle genç işçilerin ve öğrencilerin kararlı ve devrimci bir mücadele yürütmesiyle mümkün olabilir. Yeni Dünya Gençliği, Ocak 2007 ✓ halkların kardeşliğini vurgulayan ve katliamların hesabının sorulacağını haykıran sloganlarla sık sık kesildi. Basın açıklamasında egemenlerin daha önce Diyarbak ır, Burdur, Ulucanlar katliamlarında olduğu gibi, devrimcileri ve onların şahsında tüm ezilen, sömürülen halkları teslim almak amacıyla 19 Aralık 2000’de 28 devrimciyi katlettiğini, sağ kalanlardan yüzlercesini de yaralı halde F tipi hücrelere doldurulduğu belirtildi. Teslim alınamayan ve hiçbir zaman teslim alınamayacak devrimci tutsakların F Tipi cezaevlerindeki tecrite karşı Ölüm Oruçları direnişinde 122 insanın yaşamını yitirdiği belirtilen açıklamada, şu an F tiplerinde devrimci tutsakların ve İmralı’da Abdullah Öcalan’ın tecrit içinde tecrit edildiğini, hasta tutsakların tedavi edilmediğini, buna karşı içerde ve dışarıda mücadelenin sürdüğü vurgulandı. Aralık 2006 ✓
19