ozgurgenclikdergisi@gmail.com
Fiyat: 1 TL | Atılım Gazetesi’yle ücretsizdir.
23 11.
EKİM 2010 SAYI
Hakkari Deneyimi
tanrılarına inat 8l9 Savaş mavi defterlere yazılan şehir...
‘68’in İzinden
10 Bir, iki daha fazla Fransa, daha fazla direniş...
5
6
Baş örtüsü tartışması
Başörtülü okul arkadaşım benim düşmanım değildir.
Altın Portakal’dan kalanlar Kustirica krizi ve ‘‘taş atan çocuklar’’a adanan bir ödül
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Paradigmanın İflası Bizim durmamız gereken yer; öğrenci sorunları odaklı yapılacak çalışmalar ve karşı çıkışlardır.
ALİ TEKTAŞ “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demiştir, bundan nerdeyse 2500 sene önce, antik çağ filozoflarından Herakleitos. En bilinen gerçeklerden biri olan bu önermeyle biraz uğraşalım bakalım, neler çıkacak ortaya… Sürekli hareket halinde olan maddeler dünyasında, değişimi neyin tetiklediği ile ilgiliyiz. Güçler dengesiyle belirlenen durum ve kendiliğinden değişim. Birisi bilimin konusu, diğeri politikanın. Bir sistemin işleyişini, kurumlarını neler belirliyor ve neler ortadan kaldırıyor? Değişmeden kalan bir şey olmadığına göre, biz ne kadar bu doğa yasasını kendimize örnek alıyoruz? Şeylerin değişeceğine, yerine yeni şeylerin geleceğine inanmak ve bunun politikasını yürütmek. Yazımızın konusuna dönersek; Yükseköğretim Kurulu (YÖK) de-
ğişti mi? Kimilerine göre; YÖK, artık eski YÖK değil, çünkü siyasal ortam değişti. Değişen, dönüşen Türkiye’ye ayak uydurması gerekiyordu sonuçta! Başka bir açıklamaya göre de, YÖK artık eski YÖK değil çünkü artık AKP’nin YÖK’ü; dolayısıyla “AKP’nin YÖK’ünü istemiyoruz” (kimin YÖK’ü iyidir tartışmasına girmiyoruz tabi). 6 Kasım 1981 günü, bu kadar tartışmaya konu olacağını bilmeden hayatımıza girmiş bir kurumdur YÖK. Darbecilerin üniversitedeki ayağı olarak kurulmuştur diyebiliriz. Bir yanıyla, henüz piyasa ekonomisiyle sınırlı ilişkisi olan üniversitelerin piyasaya kazandırılması gerekiyor, çünkü artık ‘yaşasın liberal ekonomi düzeni’ var. Bir yanıyla da, 12 Eylül 1980’de yapılan darbenin üniversite ayağının hayata geçirilmesi gerekiyor. ‘68 hareketinden ‘71 devrimci çıkışına, yükselen sınıf hareketinden antiemperyalist mücadeleye dam-
gasını vurmuş bir gençliktir bahsi geçen. Politikanın üniversitelerde oluşturulması, toplumsal harekete önderlik eden devrimci kadroların üniversitelerden çıkması karşısında, darbeciler kampüslere saldırmaya koşullanmıştır. Bugüne döndüğümüzde; değişimin, zorunluluğun kendini her zamankinden daha fazla hissettirdiğini görüyoruz. Ekonomi politikalarında dönüşüm, hükümetin kendini eğitim alanında yeniden örgütleme ihtiyacı, kurulduğu günden bu yana en tartışmalı dönemine soktu YÖK’ü. Yusuf Ziya Özcan’ın koltuğa oturur oturmaz yaptığı; “Üniversiteler paralı hale gelmeli” açıklaması, YÖK’ün yeni dönem nasıl işletileceğinin habercisiydi. Bilimsel bilginin üretilmesi bağlamında üniversiteden, sektör olması açısından üniversite vardı artık. Daha öncesinden pek de farklı bir durum olduğunu iddia etmiyoruz, fakat kabul etmek gerekir ki, hiç bu kadar piyasaya açılmamıştı yüksek öğrenim. Bunun yansıması olarak, tüm illere açılan üniversiteleri gördük. Henüz kampüs alanı oluşturulmamış, akademik kadrosu yeterli olmayan üniversiteler, daha fazla diplomalı işsizi müjdeliyordu patronlara. Zaten, ‘meslek lisesi memleket meselesi’ydi; şimdi de işsiz üniversiteliler de memleket meselesi oluverdi. Hem böylece, daha ucuza işçi çalıştırmazlar mıydı zaten? Eğitim gibi, kamusal niteliği olan bir alanı piyasa sistemine emanet etmek, ölümleri getirmeye başladı. Her alanda yapılan sınavların, yüz binlerce gencin önüne tek seçenek olarak konulması, birbiri
2
ardına intihar eden, umudu tükenmiş genç insanları gündeme taşıdı. Dershane parasını ödeyemediği için intihar eden öğrenciye, ataması yapılmadığı için intihar eden öğretmen adayına, harcını yatıramadığı için hayatına son veren üniversite öğrencisine sıkça rastlar olduk. Değişimin sürekli olduğunu söylemiştik. YÖK’te de değişim, bu veriler ışığında sürüyor. Şimdi soruyu bize soruyoruz: Biz ne istiyoruz? YÖK’ün değişmesini değil, ortadan kalkmasını istiyoruz en başta. Sonra, kendi savunduğumuz üniversite modelini, adım adım hayata geçirmek istiyoruz. Değişimin sürekliliği ve değişime yapılan müdahale; politikanın temel konusu, bizim açımızdan YÖK’ün ortadan kaldırılmasıdır bundan sonra. Özerk-demokratik üniversite modeli de, YÖK düzenine karşı bizim modelimizdir. Bu modeli birkaç başlık altında incelersek; İdari Özerklik: Üniversitelerin yönetimlerinin hükümetler tarafından değil, kendi bileşenleri tarafından seçilmesidir. Böylece, şimdi herhangi bir fonksiyonu bulunmayan öğrenciler de, söz sahibi olacaklardır. Demokrasi talebimizin karşılığı olarak da düşünebileceğimiz bu hakkı almak için, YÖK’ün baskıcı politikaları ile doğrudan mücadeleye girişmemiz gerekmektedir. Akademik Özerklik: Devlet mekanizmasından bağımsız akademik çalışmalar yapabilmeyi anlatır bize.
23
11.
EKİM 2010
Mali Özerklik: Üniversitelerin kendi bütçelerini, kendilerinin belirleyip, ihtiyaçları doğrultusunda kullanması demektir. Bugünkü üniversitelerin yönetim biçimlerinden oldukça farklı olarak, demokrasinin hayata geçirilmesinin temel bir kriter olarak ele alındığı modelimizde, bilimsel üretim de o derece artacaktır. Tabi, bunları sistemin tümünden bağımsız olarak düşünemeyiz. Sonuçta genel siyasette tutulan yer, üniversitede tutulan yerin de belirleyicilerinden biridir. YÖK’ün bugünkü haliyle, algı dünyalarında oldukça farklı yerlere denk düştüğünü söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Öğrenci hareketinin temsilcileri de, şüphesiz, YÖK tahlillerine göre politikalarını oluşturuyorlar. Bir yanda, öğrenci sorunları odaklı bir YÖK tahlili,
diğer yanda genel politikanın içine yedirilmiş bir YÖK tahlili. Bizim durmamız gereken yer; öğrenci sorunları odaklı yapılacak çalışmalar ve karşı çıkışlardır. Genç Sen’in 6 Kasım için belirlediği çalışma hattı, bu açıdan önemlidir. Tüm üniversitelerde 6 Kasım öncesi eylemler düzenlemek, etkinlikler yapmak ve 6 Kasım’da Ankara’ya merkezi çıkış gerçekleştirerek sesimizi daha güçlü çıkarmak. Özel bir dönemden geçiyoruz. Üniversite politikasına yön vermek istiyorsak, darbe kurumu YÖK’ü ortadan kaldırmak istiyorsak, daha güçlü çıkışlarla alanları zorlamalıyız. Meşruiyeti gün be gün eriyen Yükseköğrenim Kurumu’nun yeni hali tartışılırken, haklar kazanmamız eskisinden daha fazla olanaklıdır.
SAYI
Orada Bir Eğitim Var ‘Uzakta’ Okula gitmesek de, hoca yüzü görmesek de, o örgün eğitim hakkı bizim hakkımızdır! BİRCAN ACER İstanbul Üniversitesi | Arkeoloji
“Uzaktan Eğitim, geleneksel öğrenme-öğretme yöntemlerindeki sınırlılıklar nedeniyle sınıf içi etkinliklerin yürütülme olanağı bulunmadığı durumlarda, eğitim çalışmalarını planlayanlar ve uygulayanlar ile öğrenenler arasında iletişim ve etkileşimin özel olarak hazırlanmış öğretim üniteleri ve çeşitli ortamlar yoluyla, belli bir merkezden sağlandığı bir öğretim yöntemidir.’’ diye tanımlanıyor. Şu sıralar çokça duyduğumuz uzaktan eğitim sistemi, gökten zembille birden inmedi tabii ki, bu sistemin geleceğine dair ayak sesi duyuluyordu öncesinden. Bu ses, üniversiteleri piyasalaştırma projesi olan Bologna Süreci’nin sesidir. Bu süreç, 1999 yılında başladı, ancak tüccar AKP Hükümeti’yle uygulanır oldu. AKP’nin eğitim politikasını, çeşitli zamanlardaki söylevlerinden de anlıyoruz aslında. “Herkes üniversite okuyacak derken, aynı zamanda her üniversite okuyan iş bulacak diye bir kaide yok” demeyi unutmuyorlardı. Yani, ‘uzaktan’ ya da yakından bir şekilde okutacağız sizi ama sonrası size kalmış. Uzaktan eğitim, adı gibi aslın-
da. Eğitimin uzağından geçilecek yani. Bir üniversiteyi aklımıza getirelim, okuldan ve eğitimden bahsedecek olursak; ilk olarak öğrenci akla gelir, sonra öğretmenler, kitaplar, projeler, araştırmalar, laboratuarlar, karşılıklı diyaloglarla yapılan sunumlar, tartışmalar… Eğitimi etkin hale getiren de, bu saydığımız öğelerdir. Uzaktan eğitimi seçmiş bir öğrenci, bunların hangisini yaşayabilir! Uzaktan eğitimin derinliklerine inince, çok şey çıkıyor karşımıza. Bir düşünelim şu sistemin götürüsünü: Bu sistem; devletin, öğrenciyi başından başarıyla attığı bir projeden başka bir şey değildir. Bir öğrenci üniversiteye adımını attı. Devletin ilk sorunu, öğrenciyi nasıl barındıracağı olacak, sonra öğrenci nüfusuna yetecek öğretim görevlisinden temizlik görevlisine kadar bir sürü çalışan bulması, bu öğrenci nüfusu için koca koca binalar tahsis etmesi, öğrencilere burs gibi maddi olanaklar tanıması gerekecek. Öğrenciler ne kadar baş belası oluyor değil mi!? Oysa ki, uzaktan eğitimle bu dertlerin hepsi bitmiş olacak. Üstüne üstlük, acayip de kâra geçilmiş olacak, nasıl mı? İlkin, öğrencilerden 2500 TL
(ortalama) artı harç parası alacaklar, öğrencilerin barınma, yemek, MEDİKO gibi ihtiyaçlarından kurtulmuş olacaklar, öğrenciler okula gelmek zorunda olmadıklarından gidip bir işte ucuz, vasıfsız işçi olarak sömürülebilecekler. Öğrenmek boş zamanlarında yapacakları bir hobi olacağı gibi, sadece bunla kalmayacak. Daha az öğretim görevlisi, daha az çalışanla eğitimöğretimi kotaracaklar. Tabi, çok önemli bir mevzu daha var ki, o da bu sistemin öğrencilerin bir araya gelmesini engelleyecek yegâne çözüm(!) olacağıdır. Düşünsenize, öğrenciler vize sınavlarını internetten yapacaklar, sadece final sınavlarında aynı binada olacak, aynı havayı soluyacaklar. Bu sistem, aynı zamanda, öğrencilerin birlikte hareket etme, örgütlenme, kültürel, siyasal ve aklınıza gelecek her türlü faaliyet yürütmelerinin önünü kesecek. Yani, ‘ideolojinin deli gömleğini üniversitelerin üzerinden çıkartacağız’ söylevini uygulamaya çalışacaklar. Yıllardır yaratmak istedikleri gençlik tipolojisi de bu değil miydi? Aslında uzaktan eğitim sistemi; bilimden uzak, insandan uzak, sorgulamaktan uzak, harekete geçmekten uzak, öğretimin en aktif öğesi olmasına rağmen aktif öğrenmekten uzak… Orada bir eğitim var, uzakta! Okula gitmesek de, hoca yüzü görmesek de, o örgün eğitim hakkı bizim hakkımızdır!
Değişimin yönünü belirlemek ellerimizde… Haydi, başlarına bela olalım.
3
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Önemli olan sesli edebiyat ve tiyatro eserlerinin, beynin gerçeğe dokunabilen hayaller üretmesini sağlayacak jimnastikler yaptırmasıdır.
Gerçeğe Dokunan Hayaller
HAYATİ KARAKAYA Muğla Üniversitesi | Bilgisayar Teknolojileri
İnsanın, tarihten günümüze kadar süregelen bilgiye ulaşma ihtiyacı ve bu ihtiyaç doğrultusunda geliştirdiği araçlar; çeşitli aşamalardan geçerek, medeni toplumun dördüncü kuvveti kabul edilen bugünün medyasını oluşturmuştur. Bir kitle iletişim aracı olarak medya, dördüncü güç denilen özelliğini, bu tarihsel süreç içinde, sınıf savaşımlarının en çok keskinleştiği dönemeçlerde kazanmıştır. Çünkü artık, sınıfsal çelişkilerin hissedilebilirliğinin kaçınılmaz olduğu bir zamanda, ancak ve ancak bilginin kontrolünü ve akışını sağlayabilen odaklar, iktidarın sahibi olabilirdi. Gelinen noktada ana akım medya, ezenlerin kontrolünde, sınıf çelişkilerinin üzerini örtecek şekilde, ezilen çoğunluğun yapay gündemini yaratma işlevini görüyor. Aşikâr olanı bu şekilde de ilan etmişken, bu aracın aslında kitle kontrol ve hatta komuta aracı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem de nasıl kontrol? Milyonlarca kişinin izlediği aynı yayınla, herkesi bireycileştirebilirken, aynı zamanda kontrol edenin çıkarlarıyla paralel düşünceler etrafında birleştirebilen bir araç… Ben sadece, üzerine daha uzun uzun durulabilecek bu muazzam aracın, bahsettiğim etkisinin kontrolden çıkmasıyla gelişen bir örnek göstererek, asıl konumuza doğru ilerleyeceğim. 1938 yılında, Herbert George Wells’in Dünyalar Savaşı isimli kitabından radyoya tiyatro şeklinde uyarlanan oyun, bir anda gerçekçiliğin sınırlarına dayanarak, ABD’de kısa süreli bir paniğe yol açtı. Oyunda, Marslıların Dünyayı
işgali bir haber bülteni şeklinde işleniyordu… Kurmaca ile gerçeğin yollarının kesiştiği bu örnek, medyanın, insanları korkularıyla nasıl yönetebileceğini daha net görünür kılıyor. Bununla birlikte özel olarak, radyo tiyatrolarının etki gücü de açığa çıkmış oluyor. Ve ardından, radyoda kurgusal programlar furyası başlıyor. Seslerle iletilen mesajların, kendi görüntüleriyle desteklendiği televizyon yayınlarının devreye girmesiyle ise artık daha kolay yönetilebilen bir insan aklı oluştu. Ve bilginin belli merkezlerden işlenerek sunulduğu Bilgi Çağı’nda, gelişen teknolojinin de katkısıyla, giderek daha fazla kuşatıldı insanlık. Sistem; kendi bekasını, alternatifsiz olduğunu kanıtlamada buldu ve gazetelerden radyolara, televizyonlardan billboardlara, kullandığımız ürünlere kadar her yerde kendisini görünür kıldı. Sonunda, küçülttüğü bu dünyaya, internet vasıtasıyla sanal bir dünya daha ekleyerek, değişmeyeceğini umduğu bu toplum algısını daha kolay yönetecek bir rota çizdi. Ve nihayet, yirmi dört saatinin kuşatılması karşısında, artık düşünmeye hiç zamanı kalmayan, sunulanı sorgulamadan kabul eden bireylerden oluşan kocaman bir yalnız toplumda yaşıyoruz… Bu kuşatılmışlıktan rahatsızlık duyanların çoğunun en kritik zaafı, hayatı değiştirebilme düşüncesine inanmak yerine onu boş vermektir. Çünkü bu türlü bir teslimiyet, en başta o rahatsızlığın sahibinin, anlayışında mahkûm ettiği bu kuşatılmışlığa karşı, aslında yenilmiş olduğunu kabul etmesi demek oluyor. Burada yapılması gereken, kurgu ile gerçeği dengeli bir oranda aynı potada eriterek, yeni sonuçlar çıkarabilme iradesini ortaya koy-
4
maktır. Nasıl yapılır? Eğer, hiçbir şey yoktan var olmuyorsa; yeniyi eskisinden yaratmak durumundayız. Bu doğrultuda değiştirmeye, kendimizi yeniden yaratarak başlamak en doğrusu olacaktır. Kendimizi yeniden yaratabilmemizin dinamikleri, duyu dünyamızda keşfedilmeyi bekliyor. Hep söylenegelmiştir; ufku genişletmek için çok okumak, edebiyatı, tarihi, sosyolojiyi araştırmak, kültür ve sanatta ilerlemek gerekir. Evet, hepsi doğru ve hepsinin araçları mevcut. Ancak hepsinden daha etkili ve öncelikli olduğuna inandığım; radyoda kurgu içerikli programlar ve sesli edebiyat eserlerinin, (öğretilen algıda, medyanın doğruları bir kenara bırakılmadan bu eserlerde seçici olunduğunda) içinde insan algısını geliştiren bir özelliği barındırdığı görülecektir. Radyoların, seslerden ve ses efektlerinden örülü dünyasına ilgimizi yoğunlaştırdığımızda, ihtiyacını
duyacağımız görseli; hayal gücümüzün ucu bucağı olmayan okyanusunda, imge yaratma gücünün gelişmesinden dolayı fazlasıyla karşılamış; daha önce hiç bilmediğimiz limanlara yolculuk etmiş olacağız. Ve bu kaçınılmaz değişimlerden geçtiğimiz süreçte, kendimizi hayrete düşürecek mesafeler kat edeceğiz. Öyle ki, görmeyen bir insan bile, dinlediği sesli tiyatroyu kendi dünyasında yaşamış gibi; aktif bir etki yaşayacaktır. Burada önemli olan sesli edebiyat ve tiyatro eserlerinin, beynin gerçeğe dokunabilen hayaller üretmesini sağlayacak jimnastikler yaptırmasıdır. Bu sayede, sorgulamakla kalmayan, sürekli olarak yerine yeni düşünceleri kurabilen özelliğimizi geliştirmiş oluruz. Gerçeğe uygulandığında neleri değiştirmez? O halde hep birlikte algılarımızın bütün dehlizlerine hücum etmeye; bilinçaltımızdakini gün yüzüne çıkarıp hayata dokunmaya, onu doyasıya yaşamaya…
23
11.
EKİM 2010
SAYI
‘Sıkmabaş’ yanılgısı “Başörtülü okul arkadaşım benim düşmanım ya da kimliğim için bir tehlike değildir ve benden hiçbir farkı yoktur.” Bu cümleyi defalarca tekrarlamak istiyorum. GÜL SENA ERDOĞDU İstanbul Üniversitesi | İspanyol Dili ve Edebiyatı
Başörtülü kadınlara yönelik düşmanlığa ilk şahit oluşum, daha doğrusu ilk kavrayışımdı. Ünlü bir şairin eşi, kendisi de yazar olan aydın bir kadının ağzından çıkan bir kelimeydi, ‘sıkmabaş’. Başörtülü kadınlardan bahsediyordu, bu ifadeyi kullanarak. Çocukken bazı şeyleri anlamak güç olsa da; yaz tatilinde ziyaret ettiğim kütüphanesinin girişinde yazan “Mustafa Kemal’i ve onun fikirlerini anlamayanlar bu kapıdan giremez” uyarısını ve bu fikrin ürünü olan her davranışını artık anlıyordum. ‘Sıkmabaş’ derken de, devam ettiği dershanede burslu okuyabilmek için başını kapatan, geri kalan hayatında ise başı açık olan genç bir kadından bahsediyor ve onun ‘ikiyüzlülüğünden’ dem vuruyordu. İşte ben de, hem cemaat diye bilinen çevrenin, siyasetiyle, eğitimiyle tüm kurumlarının; hem de devletin hâkimi, elitist Kemalist zihniyetin ikiyüzlülüğünü o zaman keşfetmiştim. Üstünden çok sular aktı, dengeler de epey değişti tabi. Şimdilerde ‘imaj değişimi’ yaşayan CHP, sorunu çözmek ister devletten hizmet alır. Bu tartışma zaten defalarca yapıldı. Hem, yalnızca Sünni Müslümanlığı anlatan zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, devlet bütçesinden pay alması ve daha nice fiili uygulama, bu ülkenin gerçek bir laikliğe sahip olmadığının kanıtlarıdır. Bu sahte
ve biçimci laiklik oyununda, öğrenci kadınların eğitim hakkına el koymak da ne demek oluyor? “Başörtüsü kadını köleleştirir, biz onların başlarını açmalarını, özgür olmalarını istiyoruz” diyenlere sesleniyorum. Bir kadının kimliğini, inancını ifade ediş biçimine müdahale etmek ve onun yerine karar vermek nasıl bir zihniyetin ürünü olabilir? Hem “Kadın hayata atılmalı, ekonomik özgürlüğünü elde etmelidir” diyeceksin, hem de onu üniversite kapısından çevirip, akademik eğitimine mani olacaksın. Sen, ‘özgürleşmelidir’ dediğin kadının dünyaya açılan kapılarından birini yüzüne çarpıyorsan ve ona, sana benzemesini dayatıyorsan, nerede kaldı demokrasi? Demokrasi deyince, öğrenci kadınlara başörtülerini nasıl bağlayacaklarını tarifleyerek onları tektipleştimeyi, her gün fakülte kapısında, kabinlerde başörtülerini çıkarmaya, peruk vs takmaya zorlamayı anlamıyoruz sanırım. Bu onur kırıcı bir davranıştır; teşhir etmek ve ötekileştirmektir. Başörtüsünü olağanüstüleştiren, yasakçı zihniyetin kendisidir. “Başörtülü okul arkadaşım benim düşmanım ya da kimliğim için bir tehlike değildir ve benden hiçbir farkı yoktur.” Bu cümleyi defalarca tekrarlamak istiyorum. İstiyorum ki, herkes anlasın; cahillik, gerilik vs. başörtüsünde gizli değil. O başörtülerinin altında; hayata sıkı sıkıya tutunmaya çalışan, dünyanın bilgisine ilgili, zeki, birikimli, poli-
5
tik, arkadaş canlısı kadın bireyler var. Onları sevmemekte ısrar edenler ise, en büyük bağnazlık örneğini sergiliyorlar ve ilerici olduklarını zannediyorlar. Bir kadının kimliğine saygı duymayı öğrenemiyorlar ve işin acı tarafı, sırf başları açık olduğu için daha özgür zannediyorlar kendilerini. Oysa özgürlük, düşüncemizin ve eylemimizin içeriğinde gizlidir. Merak ediyorum, bu kesimler bir kadın, kıyafeti gerekçe
girmeyin, okumayın ama sizinle aynı kimliği ve inancı paylaşan erkek arkadaşlarınız girebilir! İşte kadın özgürlüğünden anladıkları bu kadar!
gösterilerek tacize-tecavüze uğradığında, o kadının yanında olmak için ne yapıyorlar? Ben henüz, Kemalist cenahın bu konuda bir girişimine rastlamadım. Ne de olsa, Kemalizm’in giyim kuşam konusundaki sınırları da malum. Cumhuriyet kadınına yakışan; ne dizin üstünde, ne dizin altında giyinmektir. Ne eve kapanıp ‘cahil’ kalın, ne de fazla dolaşın ayakaltında! Başarılı bir erkeğin arkasındaki yerinizi alın! Başörtülüyseniz üniversiteye
lü başörtüsüz, tüm öğrenci kadınlar bir arada durarak bu yasağı yıkabiliriz. Vaatler, polemikler, bizim için çözüme dönüşmediği sürece anlamsızdır. Çözüm, bizim eylemli gücümüzde ve duruşumuzda saklıdır. Kampüste başörtülü bir kadının hor görülmesine, sınıf arkadaşımızın dersten atılmasına izin vermeyelim. YÖK’ün kuruluş yıl dönümüne yaklaşırken; bir de kadınlar için birleştirelim ellerimizi, özerk demokratik üniversite için.
Hem statükocu zihniyetin özgürlük anlayışımızın sınırlarını çizmesine, hem de siyasi iktidarın başörtü meselesini siyaset malzemesi haline getirmesine izin vermeyelim. Bu, bir fırsat eşitliği ve eğitim hakkı meselesidir. Başörtü-
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Portakal’ın Ardından Altın Portakal geldi geçti, Türkiye’den Kusturica geçti.
DENİZCAN ABAY Marmara Üniversitesi | Radyo Sinema Televizyon
Geçtiğimiz günlerde 47.’si düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali çeşitli tartışmalara sahne oldu. Festival süresince gösterilen ve yarışan filmlerden çok, festivale jüri üyesi olarak çağırılan Emir Kusturica üzerinden yürütülen tartışmalar, Altın Portakal’a damgasını vurdu. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Kusturica’nın geçmişte söylediklerini gerekçe göstererek festivali boykot etti. Kusturica, 1992-1995 yılları arasında Bosna-Hersek’te yaşananlarla ilgili olarak, “Meseleyi lüzumundan fazla abartıyorsunuz”, “500 yıl önce zaten hepimiz Sırp’tık, yeniden Sırp ve Hristiyan olalım, mesele bitsin” demişti. O 3 yıl içerisinde Bosna’da, 300 bine yakın insan katledildi, sistematik tecavüzler, soykırımlar yapıldı. Evet, ilk bakışta tepkinin haklı olduğu görülüyor. Fakat olayın içine biraz daha girdikçe, bunun aslında AKP’nin ikiyüzlü tavırlarından biri olduğu fark ediliyor. Kusturica’nın düşüncelerini bu şekilde ifade etmesinin üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına ve bu süre zarfında Türkiye’ye defalarca gelip etkinliklere katılmasına, hatta en son birkaç ay önce Bursa’ya gelip bir konser vermesine rağmen; hiçbir eleştiri, tepki almamış olması dikkat çekicidir. Altın Portakal Film Festivali’ni CHP’li belediyenin düzenliyor oluşu, diğer yandan Kültür Bakanı’nın AKP’li oluşu, patırtının sebeplerini daha net görmemizi sağlıyor. Esasen, ne Kültür Bakanı’nın, ne de Kusturica’yı protesto eden MHP’li Reşat Oktay’ın gündeminde sinema, sanat olmadığını gördük. Bunların yanında, Kusturica çok daha olgun bir bakış açısıyla olaylara tepki verdi. “Bu ülkenin bakanı böyle yaparsa, halk beni kurşunlar” dedi, jüri üyeliğinden çekildi ve ülkeyi terk etti. Ki haksız da değildi. Yaşadığımız coğrafyanın linç kültürü gerçekliğine dikkat çekti.
Antalya’da bir grup, Kusturica’nın söylediklerini doğrularcasına, Kusturica zannederek İsviçreli bir oyuncuya saldırdı. Bütün bu yaşananlar, festivalin içeriğini gölgede bıraktı. Gölgede bıraktıran da medyaydı. Burjuva medya, olayların üzerine adeta atladı. Medya, yarışmacı filmler, festival programı üzerinde durması gerekirken; Kusturica olayının üzerine yoğunlaştı ve bir medya klasiği olarak algıyı değiştirdi. Çünkü bu
yılki Altın Portakal oldukça politikti. Yaşam Boyu Onur Ödülü’ne layık görülen Nur Sürer, ödülünü ‘taş atan çocuklar’a adayarak, festivalin politik niteliğini yükseltti. Ayrıca, bu yıl ilk defa verilen Jüri Özel Ödülü’nü Sedat Yılmaz’ın yönettiği Press filminin alması yeniden hareketlenen politik sinemanın gücüne güç kattı. Film, ‘90’lı yıllarda Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosu çalışanlarının karşılaştıkları güçlükleri konu alıyor. Bu birkaç gazeteci üzerinden, aslında Kürt halkının yaşadıklarına değinen yönetmen, basın özgürlüğü konusunda da mesajlar veriyor. Bu anlamda, böyle bir filmin Jüri Özel Ödülü alması, Altın Portakal’da politik bir kanal açıldığını gösteriyor bize. Aynı şekilde, yönetmenin ödülünü gözaltındayken kaybedilerek öldürülen Gündem gazetesi muhabirleri Ferhat Tepe ve Nazım Babaoğlu’na
6
atfetmesi anlamlıdır. Behlül Dal Jüri Ödülü’nü alan Aram Dilbar da ödülünü Musa Anter’e atfetti. Filmin galasında yaşananlar da, bir o kadar ilgi çekiciydi. Film gösterildikten sonra yapılan söyleşide, başrol oyucusu Aram Dilbar’ın konuşmasını Kürtçe yapması, neden Kürtçe konuştuğunu anlamayan birkaç kişi tarafından protesto edildi ve İngilizce konuşması istendi. Sanki az önce izledikleri film bir anda buhar olmuş gibi böyle yersiz tepkiler vermeleri karşısında, sanatçılar bir dili koruma içgüdüsüyle davrandılar. Sanatçıların bu olumlu refleksi, bu kadar özgüvenli ve bilinçli bir şekilde vermelerinin altında, böyle filmlerin yarattığı etki olduğunu söyleyebiliriz. Kürt-
lerle ilgili olarak toplumda değişen ve gelişen algının, gün geçtikçe iyiye gittiğinin bir göstergesidir aynı zamanda. Bu yılki Altın Portakal’da dikkat çeken bir diğer unsur da, yarışmacı olarak kabul edilen filmlerin birçoğunun, yönetmenlerinin ilk filmi olması. Bu anlamda, ciddi ölçüde teşvik edici bir etkisi oldu bu yılki festivalin. Filmlerin konularına bakacak olursak, genellikle toplumsal konuları işlediklerini görüyoruz. Festivalden en iyi film ödülü de dahil, 3 ödül alan Çoğunluk filmi ayrımcılığı, en iyi senaryo dalında ödül kazanan Atlıkarınca filmi ise, ensest ilişkiyi konu alıyor.
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Tek Lisan Hiç İnsan Z. ALİ SAMSUM Tunceli Üni. | Elektrik Elektronik Müh.
Yeni anayasanın tartışıldığı bugünlerde, yeni anayasanın temelinin ‘demokrasi’ olduğunu ya da demokrasi olması gerektiğini, boş gözlerle, ‘kendisine yabancı olduğum bir dille’ belirtmek istiyorum. Bir cümleyle ifade edecek olursak, ‘tek ülke-çok ulus’, tek lisan ve tekliğin yarattığı bir hiç olması istenen, koca bir insan topluluğu… Çok şeyi anlatabilir bu kelimeler. Demokrasi temelli oluşturulacak bir anayasa hakkında yazdığım ilk cümlelerden anlaşılıyor ki, bazı sorunlar var! Bu anayasa tartışmalarına damgasını vuran en temel gündem, ‘anadilde eğitim’. Gençliğin gelecek olduğunu her fırsatta ifade ediyoruz. Bir gencin gözlerinde, hareketinde, el sıkışında enerji olmalıdır. Boş gözlerle bakıyorsa bir genç, büyük bir sorun var demek ki… Günümüzde bazı atasözlerinin uyarlanması ve mevcut zihniyetin bir aracı olarak kullanılması, olağan bir hal almıştır. Yıllarca, dil zenginliğinin güzelliğini anlatmak amacıyla kullanılan ‘bir lisan bir insan’ sözü, öyle görünüyor ki, sistemin dilinde ‘tek lisan hiç insan’ olarak kullanılıyor. ‘Tekçi’ zihniyetin, aslında bugün iflas eden ve yeniden yaratılmak istenen hiçleştirme politikasının bir kurbanı olarak; içimde yanan, zulüm gören koca bir halkın diliyle yazmak isterdim bu satırları. Fakat Başbakan’ın diliyle, ‘bilim yuvaları’ denen okulları-
Bir lisan bir insan mı demiştiniz? Bu ülkede bir daha düşünün… mız anadilimizde eğitimi bize yasaklıyor. Zaten Başbakan’ın “Kimse bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemesin” sözleri, yasakçı zihniyetin hala hüküm sürdüğünü kanıtlayacak niteliktedir. Daha da acısı bunu, çok dilli eğitimin iç barışa engel teşkil edeceği yönündeki düşünceleriyle temellendirmiştir. Bu da, devletin ‘demokrasi’ söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz olduğunun göstergesidir. Çünkü demokrasi, çok renkliliğin ifadesi olmalıdır. Tekçi devlet, hükümet ve onun politikalarının, kendi resmi ideolojisinden başka renge tahammülü yoktur. Oysa anadil, bilinçli öğrenim sürecidir. Tarihi ve kültürel birikimler barındırır. Yani anadilde eğitim, ‘bilimsel eğitimin’ şartıdır. Bilim yuvalarını yaratmak; bilimsel eğitimle, bilimsel eğitimi var etmekse anadilde eğitimle mümkündür. Çünkü bilimsel dil, iletişim ve gelişim dilinden, yani anadilden beslenir. Bir dilin, bilim diline katkısının olması için, o dilin eğitim dili olması şarttır. Böylece hem temel ve insani bir hak olan anadilde eğitim alınmış olur, hem o dili konuşan toplumun bilime katkısı olur. Einstein’in dediği gibi, “Dilin sınırları beynin sınırlarıdır”. Peki, bugün neler oluyor? Asimilasyoncu politika, TRT Şeş’i ve Kürdoloji Bölümü’nü açarak, demokrasi makyajıyla tekçi yüzünü saklamak istiyor. Adına ne kadar ‘kardeşlik’ dese de, ne kadar ‘demokrasi’den bahsetse de, bunun
7
altında koskocaman bir sahtekârlık yatıyor ve karşısında koskocaman bir serhıldan duruyor. Hükümet, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürdoloji Bölümü’nü açarak iyi niyet sergilemeye çalışmıştır. Fakat gelişmeler gösteriyor ki, süreç öyle işlemiyor. Çünkü hala eğitim sisteminin ‘kırmızı çizgisi’ olarak duran anadilde eğitim hakkının anayasal güvenceye kavuşmasına izin verilmemektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Bir ulus içinde ulus yara-
tılmasına izin verilmez” sözleri bu inkârcı, tekçi zihniyeti kanıtlayacak niteliktedir.
dayatılırken,‘demokrasi’ elçiliğine soyunanlar temel insani hak olan anadilde eğitim hakkına kırmızı çizgi çekerken, bu nasıl demokrasidir diye düşünmek gerekir… Hala, 6 yaşında okula yeni başlamış bir çocuğa, Türkçe kelimeleri telaffuz edemediği için tek ayaküstünde durma cezası veren bir eğitim anlayışına tabi tutuluyoruz. Sonuç olarak, inkârcı zihniyetin tekçi ideolojisi, bugün Kürt halkının demokratik kazanım mücadelesini zayıflatmayı ve ‘vicdan makyajı’ yapmayı amaçlıyor. Bu maskesi, anadilde eğitim talebi ve BOYKOT tavrı karşısında takındığı faşist tutumla düşmüştür. Halkımız, bu oyunu bir kez daha bozmuştur. Ve bu tasfiyeci zihniyeti yargılayacaktır. AKP ve sistem, Kürt halkına kancasız oltayı vermiş, “Hadi oltayı aldınız balık tutun” diyor. Biz bu kancayı AKP ve sisteme çoktan taktık. Ava giden avlanır misali, serhıldanları yükseltme ve mücadelede örgütlenme zamanı…
Kürdoloji bölümü de, tıpkı TRT Şeş’te olduğu gibi, içinde asimilasyon yatan bir politikanın ürünüdür. Resmi ideoloji, Kürtlerin hak alma mücadelesini zayıflatarak dejenere etmeyi hedeflemektedir. Ve böylece tekçi zihniyet, en önemli kuşatması olan eğitim alanını da korumuş olacaktır. Günümüzde hala Türklüğü öven ve Türklük yolunda ant içen ırkçı nutuklar öğrencilere
BE ZIMAN JIYAN NABE (DİLSİZ YAŞAM OLMAZ)
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Savaş Tanrılarına İnat DOĞUKAN ÜNLÜ İstanbul Üniversitesi | Maliye
Otobüslerden inip, sloganlar eşliğinde yürümeye başladık. İstanbul’da günlerce çalışmasını yürüttüğüm, yapımında ufak da olsa emeğimin olduğu bu köprüyü açmak için yürüyorduk. Devrimci Gençlik Köprüsü! Hakkari’ye varana kadar, otobüste bu köprüyü her düşündüğümde, gözümün önüne beton kütleleriyle yapılmış profesyonel bir köprü canlanıyordu: Halkın yoğun olarak kullanacağı, kocaman bir köprü. Bizi Hakkari’de, Belediye Başkanı, bazı demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri ve oradaki köylüler karşıladı. Hem bizi alkışlıyorlar, hem de sloganlarımıza eşlik ediyorlardı: “Gençlik barışa köprü olacak”, “Denizlerin yolunda, barışa köprü olmaya”, “Biji bratiya gelan”. Uzaktan gözlerimi kısıp, köprünün tam olarak neye benzediğini anlamaya çalışıyordum. Hayallerimdeki gibi mi acaba? Yaklaştıkça gözlerime inanamadım. Yerleşim yerlerinden uzak, basit, tahtadan bir köprüydü Devrimci Gençlik Köprüsü. Üstünde yürünen tahtalar, Zap’ın üstünden uzatılan halatlara asılmış, yanlarına koruma olsun diye bahçe çiti gibi tel örgütler yapılmış,
GÜLÇİN AYKUL
Devrimci Gençlik Köprüsü’nden başka, yüzlerce köprü yaptık biz orda; bizim kalplerimizden onların kalplerine uzanan.
rüzgarda hafifçe sallanan bir köprü. 1969’da yapılanına benzetilmiş. “1969 yılındaki eldeki imkanlar gereği böyle yapıldı diye, bugün de aynı şekilde mi yapılmalıydı?” diye sormadan edemedim. Hatta içimde, küçük de olsa mahcup olma duygusu dahi vardı. Yaptığımız köprü, oradaki halkın ihtiyacını karşılayacak mıydı acaba? Köprünün bulunduğu yerden ayrılıp, Hakkari Belediyesi’nin önüne geldiğimizde, halk bizi bekliyordu. Otobüslerden inmemizle beraber, sloganlar başladı; “Hakkari sizinle gurur duyuyor!” Bu andaki duygularımı anlatacak kelime yok. Tüm güzel duyguları, aynı anda ve en yoğun şekilde hissediyordum. İnsanların arasına karışmaya başladık. Gözlerinin içi gülüyordu, o insanların, sırtımıza dokunarak “İyi ki geldiniz” diyorlardı. Tam bu anda anladım ki, aslında biz onların, Zap’ın iki yakasını birbirine bağlayan bir köprüden -ki zaten Zap’ın üstünde birçok köprü var- daha acil ve daha büyük olan bir ihtiyaçlarına cevap veriyorduk; batıya doğru, Türk halkına doğru barış için uzattıkları eli sıkıca kavrıyorduk. Yıllar boyunca yalnızlarmış, hiç dostları yokmuş
gibi hissettirilmeye çalışılan o halka, Türkiyeli devrimciler olarak “Biz de sizinleyiz” diyorduk. Sürekli linç edildikleri, hor görüldükleri topraklardan gelen ve onlar gibi ‘barış’ isteyen bizleri nasıl karşılayacaklarını şaşırmışlardı. Herkes, onların evinde kalalım istiyordu. Bir evde 5 genç kalacaksak; yan komşu gelip ev sahibini azarlıyordu; “Sana fazla kişi gelmiş, birazı bize gelsin”. Kaldığımız evlerde tarifsiz bir misafirperverlikle ağırladılar bizi. Sofraların kurulmasına ya da kaldırılmasında yardım edilmesine asla izin vermediler, eğer istedikleri kadar çok yemek yemezsek yüzleri düştü, hatta inanır mısınız, tüm “Olmaz” demelerimize rağmen çoraplarımızı yıkadılar. Hem bunları yapıyorlar, hem de “İyi ki geldiniz, iyi ki buradasınız” diyorlardı. Konserden sonra Batı’ya dönme vakti gelince, konserden çıkan yüzlerce kişi, Hakkari Belediyesi’nin önüne gelerek bizleri uğurladı. Halk, uzunca bir süre otobüslerin önüne geçti ve otobüslerin ilerlemesini engelledi. Hep beraber bağırıyorlardı; “Hakkari sizinle gurur duyuyor”. Daha sonra, otobüsler hareket
etti. Otobüsler, Hakkari merkezin çıkışına doğru ilerlerken camlardaki, sokaklardaki tüm insanlar bizleri zafer işaretleri yaparak selamladılar. Hakkari’nin çıkışına doğru yaklaştığımızda ise, insanların arabalarla konvoy yaparak peşimizden geldiğini gördük. Otobüslerin yanına gelip, camlardan sarkarak, bizleri selamlıyorlardı hala. Durdurduk otobüsleri, inip son bir kez daha onlarla kol kola girerek halay çektik. Konvoy bizi Hakkari’nin çıkışındaki Özel Harekat Polisleri’nin kontrol noktasını geçirene dek takip etti. Oradan, kornalarla uğurlayıp geri döndüler. İstanbul’a döndüğümüzde ise, her birimizin telefonu çalıp durdu. Orada, evlerinde kaldığımız insanlar arıyorlardı; yolculuğumuzun nasıl geçtiğini merak ediyor, “Evlerinize varabildiniz mi?”, “Bir daha Hakkari’ye gelecek misiniz?” diye soruyorlardı. Evet, geleceğiz. Devrimci Gençlik Köprüsü’nden başka, yüzlerce köprü yaptık biz orda; bizim kalplerimizden onların kalplerine uzanan. Ve savaş tanrıları, istedikleri silahı kullansınlar, bu köprülerden birini dahi yıkamayacaklar.
Tek Bir Aile Gibi
Yüreği barış için atan onurlu Hakkari halkına sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Tokatlı gençler olarak, umudun ve isyanın kenti Hakkari’ye, Denizlerin yaptığı köprüye yeniden hayat vermeye gidiyorduk. Yolumuz uzundu, gözlerimizde mücadelemizin ve inancımızın ışığıyla düştük yollara. Uzun, yorucu ve bir o kadar da keyifli bir yolculuk yaptık, bir dilim ekmeği paylaşmanın onuruyla. Hakkari’de Devrimci Gençlik Köprüsü’nün açılışına katıldık ilk olarak. Hep bir ağızdan sloganlarla ve aynı barış özlemiyle açtık köprüyü. Şehir merkezinde, davul ve zurnalarla karşıladılar kafilemizi. Belediye, esnaf ve halk; hep birlikte kucakladılar bizi; evlerinde ağırladılar yüzlerce kişiyi ve tek bir aileymişiz gibi ilgilendiler bizimle. Ertesi gün konserde, omuz omuza, Kürt ve Türk çocuklar, halaylarımızı çektik. Davullar zurnalarla düştük, geri dönüş yoluna. Unutamayacağımız bir yolculuk yapmıştık. Yüreği barış için atan onurlu Hakkari halkına sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz ve emeği geçen tüm kurum ve kuruluşlara.
8
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Mavi Bir Deftere Yazılan Şehir; İyi bilinen ama az söylenen, çok duyulan ama sesi kısılmaya çalışılan bir şehirdi Hakkari. BURCU DEMİRBAŞ Yıldız Teknik Üniversitesi | Mimarlık
İlhan Berk, “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” der, bir yazısında. Sanki cümlenin gelişinden gücünü bilmiş, şiirin gücüyle birleştirmeye çekinmiş gibidir. Şiir değildir, kısa bir yazıdır, bu cümlenin geçtiği yer. Sonrasında şöyle devam eder; “Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda.” Dağların eteklerinde, zirvelerinde dolaşmak isteriz bazen. Bazen, gücünü, heybetini, uçurumunu görmek; ıssızlığındaki gürültüyü duymak, bulunmazlığının, geçilmezliğinin sırrına ermeyi hayal ederiz. Dağlar, denizlerden daha gizemlidir bazı anlamlarda. Bazen fısıldar, bazen susar, bazen haykı-
HAKKARİ
sek sesle, “Biz varız. Uzaktayız ama yanınızdayız” demek için, “Koskoca devletin yapamadığını devrimci gençler yaptı” sözlerini hatırlatmak için gidiyorduk. Barışın özlemine köprü olmaya gidiyorduk. Bütün benliğimizi umuda katıp yollara düşmekti, yaşadığımız dört günün hikayesi. Yollar uzun, yolların sonu beklentide, sevinçte. Yollar, yıllar öncesinin umudunu ve gücünü diri tutmada inançlı, sonuna kadar ısrarlı. Hakkari yolculuğu; umutla, heyecanla, sevinçle çıktığımız yollarını anlama, özleme, barışa döndürdüğümüz, bir uzun bir kısa yolculuk... Bizden çalınmak istenen bir şeye sıkı sıkı sarılacaktık, inançlı ve ısrarlıydık. İnsana dair olan ne varsa yanımıza almıştık, en umutsuz ve can yakıcı anlarda dahi sıkı sıkı sarıldığımız bir umudun, bir özlemin peşi sıra saatler boyunca heybetli dağları, ıssız ovaları, büyük gölleri aşıyorduk. Dost yü-
rır dağlar. Dağları görmeye gidiyorduk; İstanbul’dan, Antalya’dan, Ankara’dan, Trabzon’dan, dört bir yandan. Dağlarının ve nehirlerinin ge çilmez kılındığı, can aldığı, hep uzak belletilen coğrafyaya köprü olmaya gidiyorduk. İnancımızdaki köprüler, ne camdan olmalıydı, sert görünen ama kırılgan somut bir nesneden, ne de kimliği belirsizlerce bombalanıp yerle bir olacak kadar sahipsiz bilinmeliydi. İnancımızdaki köprüler; duygudan, umuttan, bilinçten yapılmalıydı. ‘68 kuşağının o inançlı, inatçı ruhuyla Zap’a yaptığı köprüyü; sahipsiz bellenen, ‘güvenlik’ gerekçesiyle yok edilen köprüyü yeniden kurmak için düşmüştük yollara. Kürt halkına yeniden ve daha yük-
reklerin, kardeşlerimizin, çocuklarımızın, nenelerimizin ellerinden tutmak için heyecanlıydık. Yolları, dağları aştık ve vardık, barışın köprüsüne. Bizi bekliyorlardı gittiğimizde, sevinçle, direnişle, umutla, inançla. El ele, sloganlarla, barışı haykırarak geçtik, devrimci gençlik köprüsünden. Bir köprüye atfedilen mimarlık ve mühendislik anlamları pek yavan kaldı, köprünün manevi anlamının yanında. Hayatımızda görebileceğimiz en anlamlı, en umut dolu köprüdür, “Devrimci Gençlik Köprüsü.” Darbelerin, idamların,
9
hapislerin, sokak çatışmalarının, suikastların ve sonunda yıllarca sürecek bir savaşın önüne geçmek isteyen devrimci gençlerin, İstanbul’un planlanma çözümsüzlüğü doğuracak boğaz köprülerine tepkisinin köprüsüdür. İnsanlarla göz göze gelmek, bazı anlarda bildiğimiz tüm anlamlardan fazla güç verir. Hakkari halkıyla göz göze geldiğimiz tüm anlar, diğer bütün anlardan başkaydı hepimiz için. Belediyenin önünde kocaman, her saniye büyüyen, coşku dolu bir kalabalık karşıladı bizi. “İşte barış” diyorduk sloganlarımızla, gözlerimizle haykırıyorduk, “İşte kardeşlik”. ‘’ne demiş uçurumda açan çiçek / yurdumsun ey uçurum...’’ der, bir şiirinde Cemal Süreya. Bu kentin koca yürekli çocukları, uçurumda açan çiçekler gibiydiler. Batıdaki yaşıtlarından daha kısa zamanda boy vermişti onlar, daha çok acıya göğüs germiş, daha erken büyümüştü her biri. Kimsenin “suçsuzluğuna dokunamayacakları” çocuklardı onlar, taş atan çocuklar. “Bize gelecek verin, bize özgürlümüzü, dilimizi, kültürümüzü verin” diyen; zulme direnen, tarihin akışını değiştirecek güzel çocuklar… Dillerini bilmeden acılarını bölüşmeye çalıştığımız kadınları, anaları gördük. Geçitli köyüne, faili bilinmeyenlerce düzenlenen bombalı saldırıda hayatını kaybedenlerin yakınlarına taziyeye gittiğimizde, saldırının failleri bulunana kadar açlık grevindeydi köy halkı. “Yine bulunmazsa kendimizi yakacağız” diyordu bir kadın, bir ana. Acılardan, umutsuzluklardan, ölümlerden alıp kaçırmak istedik onları. “Edi Bese” diye haykırdık dağlarına suskunluğumuzla. Misafir olduğumuz Kırıkdağ Köyü insanları, insanlıkları ve sıcaklıkları karşısında bizi mahcup ettiler. Biz geliyoruz diye, odalar
boyunca sofralar kuruldu, her biri gözümüzün içine baktı; nasılız, ne istiyoruz, neye ihtiyacımız var diye. Kırıkdağ Köyü, erkeklerinin koruculuk yapmak zorunda bırakıldığı, Zap Suyu’nun yanı başına kurulmuş yeşillikler içinde küçük bir köy. Köy korucuları, biz barışın umudu ve özlemi için Hakkari’ye
geliyoruz diye, biz gitmeden silahlarını bırakmışlardı. Barışı hepimizin ne kadar özlediğinin bir izdüşümüydü bu olay da. Bu kadim coğrafya, bu güzel insanları ardımızda bırakırken, sözler yetersizdi. Zafer işaretleriyle uğurlanıyorduk, otobüs konvoyuyla şehirden geçip giderken, herkes sokaklara dökülüyordu, gözlerinde acının yenemediği umut dolu bakışlarla. Çok şey yaşamış, çok şey görmüş, geçirmiş bu güzel şehri bırakmak çok zor geliyordu. İyi bilinen ama az söylenen, çok duyulan ama sesi kısılmaya çalışılan bir şehirdi Hakkari. Biz, daha çok söyleyecek, sesini daha yükseğe taşıyacaktık artık. Elimizde bir yığın fotoğraf, yazıya dökerken kelimelere ve tanımlara sığıştırmakta zorlandığımız duygularla döndük İstanbul’a. İnancımız, umudumuz sonsuza uzadı, bir bilinç, bir kavrama sıçraması yaşadık her birimiz; birer birer ve hep beraber. Biliyoruz ki, fotoğraflardaki giysilerdeki “allar, yeşiller, sarılar” asıl rengini ortaya koyacak, mavi başka bir maviye dönecek, dağlarına daha sıcak, daha gerçek güneşler doğacak. Adını eskimez mavi bir deftere yazdık, daha kalabalık, daha büyük bir özlemle yine geleceğiz sana Hakkari.
23
11.
EKİM 2010
SAYI
‘68’in İzinden ‘68 hareketinin dinamosu gençlik, sokağın dilini tekrar hatırlamakta zorlanmadı. YUSUF ÇELİK Avrupa ezilenleri, birbiri ardına direniş ateşlerini yakmış, bekliyor. Direnişin daha da büyümesini, başka ülkelerin emekçilerinin de sokakları tutuşturmasını bekliyor. Bu konuda öncülüğü yapan, şüphesiz ki, Fransız emekçileri. Emeklilik yaşının 60’dan 62’ye çıkarılması kararı, ülke genelinde büyük tepki görmüş ve genel greve gidilmişti. 6. genel grevin örgütlendiği bugünlerde, direniş doruk noktasına ulaşmış durumda. Milyonlar, emeklilik reformunun geri çekilmesi için sokaklarda ve ateşin girmediği yer kalmamış gibi görünüyor. Dünyada etkileri halen süren ekonomik krizin ardından, egemenler, emekçilerin haklarını gasp ederek krizden çıkma yoluna girdi. Tüm kapitalist ülkeler, emekli olma yaşını arttırırken, sosyal güvenceler tırpalanıyor, eğitim paralı hale getiriliyor, yoksulluk yardımları tasfiye edilmeye başlanıyor. Kriz, küresel olunca, egemenlerin krize ürettikleri çözüm de küresel oluyor.
O yüzden, tüm ülkelerde nerdeyse aynı anda, kazanılmış haklara saldırılar yapılıyor. Tam da bu dönemde, göçmen işçilere yönelik saldırılar tesadüf değildir. İşsizliğin arttığı her dönem, kapitalist hükümetler işsizliğin sorumlusunu göçmen işçiler olarak gösterdi. Biriken öfkeyi, hükümetlerin üzerinden ezilen göçmen işçilere yöneltmeye çalıştı. Sarkozy Hükümeti’nin tam da bu dönem, Romen’leri Fransa dışına sürmesi sizce tesadüf olabilir mi? Faşist devlet politikalarının en usta uygulayıcılarından Sarkozy, banliyölerde imza atılan direnişleri aklının bir yerlerinde sürekli tutuyor olmalı. “Göçmen olsa da, hakları alınanlar her an isyan edebilir; o yüzden onlardan kurtulmak için en iyi yol sınır dışıdır” diyor Sarkozy. Şimdi, iyice sıkışmış durumda. ‘68’in benzeri bir hareketten bahsediyor, sosyal bilimciler. Uzun zamandan beri ilk defa, bir hükümet politikasına bu kadar öfke oluştuğu söyleniyor. Fransa’da yapılan bir araştırmaya göre, grevlere destek %70 civarlarında. Son edinilen bilgilere göre, havalimanları, rafineriler, demiryolları ve tabi ki eğitim kurumları grev nedeniyle kilitlenmiş durumda. Sarkozy, “Bu reform gerekli ve Fransa buna sadık kalacak” dese de; ne sadık kalan var, ne de reformu gerekli gören. ‘68 hareketinin dinamosu gençlik de, sokağın dilini tekrar hatırlamakta zorlanmadı. Üniversiteliler ve liseliler, grevlerin ilk gününden bu yana sokaklarda. 900 liseye ulaşan lise boykotu, şu ana kadar direnişin ortaya çıkardığı en iyi veri gibi görünüyor. Gün geçtikçe, devletin eylemlere yaklaşımı da
10
değişmeye başladı. Sarkozy, büyüyen hareketin önüne geçmek için emekçilere saldırtıyor polislerini. Barışçıl eylemler, yerini çatışmalı eylemlere bırakmış durumda. Gaz bombalarına karşı taşlar ve molotoflarla mücadele veriliyor. Gençliğin grevlere verdiği des-
tek açısından, TEKEL dönemini hatırlatıyor bizlere. TEKEL işçilerinin Ankara’da 78 gün süren direnişine binlerce liseli-üniversiteli genç destek vermişti. İlkokul öğrencilerinden, harçlıklarını işçilerle paylaşan örneklere dahi rastlamıştık. Kolektif bir hal alan mücadele, her zaman daha güçlü olarak kendini sisteme dayatıyor. Toplumun vicdanında yer bulduğu zaman da, ortaya TEKEL direnişi çıkıyor. Bugün, mücadelelerine devam etmek için, işbirlikçi sendikalarına karşı mücadele başlatan işçilerden bahsediyoruz. Yani, direnişin temposunun oldukça düştüğünü kabul etmek gerekiyor. Fakat her zaman vardır bir çıkış yolu. Ezilenler, kendi tarihlerini binlerce farklı yolla yazarlar. Fransa’da yükselen grev dalgası, İtalya’ya da sıçramış durumda. Yakın zamanda Avrupa’yı sarma
temposu kazanmış bir hareketten bahsediyoruz. Ve bu hareketin çok önemli bir parçası olan öğrencilerden bahsediyoruz. Sosyal bilimcilerin bugünlerde süren direnişi, ‘68’deki direnişe benzetmesi yeni bir tartışma konusunu açmış durumda. Vietnam Savaşı’nın dünya halklarında yarattığı öfkenin, California Berkeley Üniversitesi’nden başlayarak adım adım örgütlenmesi ve kendisini aşmasıdır ‘68. Savaş karşıtı bir hareket olarak başlayıp, kıta Avrupa’sına geldiğinde kapitalist sistemin sorgulanmasına evrilen bir harekettir de diyebiliriz. Çiçek çocuklarından (Amerika’daki savaş karşıtı hareketin öncüsü hippi gençler) bayrağı en güçlü devralan Fransız gençliği olmuştu. Dört bir yandan insanlığı kuşatan kapitalizme karşı başlayan sorgulama hareketi, simgesini Che Guevara’da bulan devrimci bir yöne akmıştır. ABD emperyalizmine karşı geliştirilen ayaklanmacı düşüncelerin, pratik olarak Küba’da örgütlenmesinin ardından; Afrika ülkelerinde başlayan devrimci uyanış, ezilen insanlığın yeni cephesinin oluşmasını sağlıyordu. Tüm bu koşullar altında, öğrenci sorunları odaklı başlayan Fransa’daki gençlik hareketi, genel politikaya hükmetmeye başlamış; ardına emekçilerin gücünü de almıştır. Bugün gördüğümüz örnekte ise, emekçilerin haklarına sahip çıkması ve karakterini kendi tarihinden alan Fransız gençlik hareketinin, emekçilerin yanında saf tutmasıdır. Bir, iki daha fazla Fransa, daha fazla direniş…
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Asi gençlerin elinde:
Kimya
Güzeldir; asitler, bazlar, metaller, ametaller içinde olmak. Güzeldir; ‘asi’ gencin asiliği olmak... ESRA AYYILDIZ Dokuz Eylül Üniversitesi | Kimya
Kimya sözcüğünün, Eski Mısır dilinde ‘kara’ anlamına gelen khem veya Eski Yunanca ‘metal dökümü’ anlamına gelen khyma kelimesinden türetilen khemeia’dan geldiği ileri sürülmektedir. Kimya; atomları, element ya da bileşik haldeki maddelerin yapısını, bileşimini ve özelliklerini (makroskobik ve mikroskobik boyutta), uğradıkları dönüşümleri, bu dönüşümler sırasında açığa çıkardıkları ya da soğurdukları enerji ve entropiyi inceleyen bilim dalıdır. Kimya bilimi sınırsız de-
necek sayıda çok bileşiğin incelenmesini kapsar. Bu konudaki bilgileri ve etkinlikleri sistemli hale getirmek amacıyla; birbiriyle ilgili bileşikleri, sistemleri, yöntemleri ve amaçları gruplayan birçok alt dala ayrılır: Analitik kimya, biyokimya, anorganik kimya, organik kimya, fizikokimya, teorik kimya, nükleer kimya başlıca dallardır. Kimya yaşadığımız her yerdedir. Kullandığımız ilacın vü-
cudumuzdaki etkisini kimyadan öğreniriz. Giyinirken, boyarken, pişirirken her yerde, her zaman çıkar karşımıza. Kimi zaman, ‘asi’ bir gencin elinde görürüz kimyayı. Kimi zaman, insanlık düşmanı kuvvetlerin zihninde ve pratiğinde… Klor gazından, fosgen gazından, atom bombasından ölürken savaştaki çocuklar, yine kimya çıkar karşımıza. Bilim, egemenlerin elinde silah olmuş, insanlığı vurmuştur. Çevre kirliliğinden bahsederken de, sık sık kimyadan söz edildiğini duyarız. Kimya, birçok bilim dalı ve bölümle ilişkilidir. Çoğu zaman temel unsurdur. Belki de, insanları kimyaya çeken budur. Her bir
dersler. Çeşit çeşit kimyasalların, çeşit çeşit teknik araçların içersinde işlenir dersler. Kimi zaman tehlikeli, zararlı kimyasallarla da çalışmalar olur. Genelde birinci ve ikinci sınıf öğrencileri, kimyasalları tam olarak tanımamışken girer laboratuarlara. Bu noktada araştırma görevlilerine çok büyük görev düşer. Her bir öğrenci ile ilgilenmelidirler, aksi takdirde yangınlar, sakatlanmalar, hatta ölümler meydana gelebilir. Fakat bugün Türkiye’de, mevcut hiçbir üniversitede bu önlemler tam olarak alınmış değildir. Çünkü öğrenci sayısı fazla, buna karşın araştırma görevlisinin sayısı azdır. Bu da, verilen laboratuar eğitiminin güvenliğini ve niteliğini düşürür.
molekülün yapısını, davranışını bilebilmek arzusudur. Var olanı anlayabilmek, yeniler üretebilmektir.
Kimya bölümü mezunlarının bilim insanı sıfatını taşıyacağını düşünecek olursak; bu niteliksiz eğitim vahim sonuçlar doğuracaktır.
Yeniye giden yol, akademik eğitimden geçiyor elbet. Analitik kimya, anorganik kimya, organik kimya, fizikokimya, biyokimya gibi anabilim dallarının eğitimi verilir üniversitelerde. Araştırmaya dayalı bir bölüm olduğu için, laboratuar dersleri yoğunlukludur. Oldukça da tehlikelidir bu
Bilim insanı dedik değil mi? Ne yazık ki, mevcut sistemde bunu pek anlayamasak ve uygulayamasak da, fen bölümü mezunları bilim insanı sıfatını taşırlar. Bugünse biz; bilim insanı olmak, araştırma yapmak, bilimsel gelişime katkıda bulunmak gibi durum-
11
lar bir yana; iş bulup gelir kaynağı oluşturamıyoruz kendimize. Bir çok kimya bölümü öğrencisi, birinci sınıftan itibaren formasyon almayı hedefler. Eğitim fakültesi mezunlarından biliriz KPSS’yi. Henüz, eğitim fakültesi mezunları bile KPSS’yi kazanıp iş bulamazken, biz kimyacılar ”Öğretmen olacağız” deriz. Çok zor bir ihtimal de olsa; öğretmen olmak istemek, formasyon eğitimi almak bir haktır fen edebiyat öğrencileri için. Fakat bu önü karanlık hak dahi, herkese eşit bir şekilde verilmemektedir. Not ortalaması şartı ve formasyon eğitimine ödenecek maddiyat şartı aranır öğrencilerde. Hal böyle olunca, öğrenciler arasında inanılmaz çekişmeler, hırslı yarışlar başlar. Bireyselleşir beyinler. Çan eğrisinin ‘tepesi’ olmak ister herkes, insanlığın çukuruna düştüğünü bilmeden. Bu bencilleşmiş beyinler, okulda işlemez yalnızca, zamanla toplumda bunun yansımalarını görürüz. “Bana dokunmayan yılan çok yaşasın” deyiverir, diller ve pratikler. Kapitalist sistemin eğitim üzerindeki tüm bu olumsuzluklarına rağmen, inadına bilime çalışmak, kimya eğitimi almak, bu bilime hakim olmak güzeldir. Saatlerce laboratuarlarda çalışmak, bileşikleri, çözeltileri birbirine ekleyip değişik renkler, değişik sıcaklıklar, değişik kokular algılamak güzeldir. Kimi zaman o değişik kokulardan düşüp bayılsak da, o değişik çözeltilerin patlama sesleriyle irkilsek de, güzeldir; asitler, bazlar, metaller, ametaller içinde olmak. Güzeldir; yorgun düşmüş bedene ilaç olmak. Güzeldir; ‘asi’ gencin asiliği olmak...
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Prof. Dr. Zekeriya Günay’a
Naçizane Öneriler Ah, bir de şu solcu çocuklar var. Bunlara ne çene kilidi, ne bekaret kemeri ne de kıyafet yönetmeliği söker.
ELİF AKGÜL Bilgi Üniversitesi | Sinema Televizyon
Muğla Üniversitesi’nin 21-22 Ekim tarihleri arasında yapılacak olan üniversite rektörlük seçimlerinde aday olan Eğitim Fakültesi Matematik Bölümü öğretim üyesi 61 yaşındaki Prof. Dr. Zekeriya Günay, öğretim üyelerine e-mail göndererek, seçilmesi durumunda neler yapacağını anlattı. Rektör olması durumunda, Türk kültürüne ve diline önem vereceğini kaydeden Günay, “Herkesin içinde utanmadan, sıkılmadan sarmaş dolaş öpüşen öğrencilere tahammül gösterilmeyecek” dedi. E-mail yolu ile adaylığını açıklayan Zekeriya Günay, “Yapmak istediklerimi anlattım. Benim için Türk dilinin geliştirilmesi ve öğrencilerimizin erdemli olarak yetiştirilmesi önemli” diye konuştu. (http://www.haberturk.com/ yasam/haber/557811-rektoradayindan-ilginc-vaatler) Bu ‘iyi niyetli’, kendisini “Çok çalışkan, Atatürk ve Türk milleti sevdalısıdır; hümanist ve milliyetçi-sosyalist bir dünya görüşüne sahip biri” olarak tanımlayan rektör adayının açıklaması, 3 Ekim 2010 tarihinde yayınlandı, 1933’te değil. Bu manidar detayı ekledikten sonra, özerk üniversiteden, özgürlükten ya da öpüşmenin bir sevgi belirtisi olduğundan bahsetmemiz
Prof. Dr. Günay için pek de anlamlı olmayacaktır. Keza kendisi, açıklaması ile üniversite yönetim anlayışını 1930’ların politikaları ile belirlediğini açıkça belirtmiştir.
“Herkesin içinde utanmadan sıkılmadan sarmaş dolaş öpüşen öğrencilere tahammül gösterilmeyecek”.
ğunu belirtmiştim. Dolayısıyla, bu vaadi bana gereksiz derecede özgürlükçü geldi. Ortalık yerde öpüşenlere tahammül gösterememek mi? Lütfen... Zekeriya Hocam, eğer tutarlı olmak istiyorsak, bence en başından kadın-erkek kampüslerini ayırmalıyız. Hatta kadınları üniversitelere almamalıyız. Tabii bu durumda, hala birbiriyle öpüşen eşcinseller olacaktır. Hem, Kemalist ilkelere bakıldığında kadın ve erkek kampüslerinin ayrılması, laikliğe de uymuyor. Bu gerçekten zor bir sorun ve maalesef ‘tahammül gösterilmeyecek’ yaklaşımı da çok belirsiz. Şöyle bir yöntem önereyim: Acaba üniversiteye kaydını yaptıran herkese bir “çene kilidi” taksanız ve anahtarları da hocalara verseniz? Bu şekilde hem öpüşüp koklaşmaları engellersiniz, hem de orada, burada ileri geri konuşmaları. Hem siz, yine özgürlükçü tarafınızla, Kürtçe, Lazca gibi dillerin okulda akademik olarak çalışılacağını söylediniz. Fakat alimallah bu öğrenciler, ya bu dilleri bir başlarına konuşurlarsa... Bu çene kilidi ile bu tehdidin de önüne geçersiniz. Sonra görevi erdemli öğrenciler yetiştirmek olan üniversite eğitiminin işi sadece okulda bitmez. Allah bilir bu öğrenciler, o ‘öğrenci evlerinde’ neler yapıyorlardır? Bu yüzden, çene kilidini 7/24 kullanarak, okul dışında da bu ahlaksız davranışların önüne geçersiniz. Hem bunu yapanlar, sadece üç beş kişi değil mi? Yani sadece üç beş kişi sevgilisini öpüyor, ya da işte bilirsiniz... O işi yapıyor. Bunlar hizaya çekildikten sonra, diğerleri de zaten ses çıkarmaz.
Günay’ın üniversite yönetim politikalarının 1930’lara ait oldu-
Şimdi ahlaksızlığın önüne geçmekten bahsedince, bir takım ön-
Rektör adayı Prof. Dr. Zekeriya Günay, kendisinin milliyetçisosyalist olduğunu belirtmiş. Bu tanımı seçmesinin nedeni de, yine Türkçe’yi ve Türk kültürünü korumak istemesinden sebepli olsa gerek. Keza, ‘milliyetçi-sosyalizm’, dünyada bilinen adıyla ‘nasyonel sosyalizm’ tarihi bakımdan batılı bir akımdır. 1920’lerin sonunda Almanya’da oluşmaya başlamış ve Mussolini’nin faşizmi ile birleşerek, dünyayı sarmıştır. Hatta bugün Amerika’da, siyahların, eşcinsellerin, Porto Riko ve Meksikalıların, Uzak Doğuluların ülkeden atılmasını savunan bir Nasyonel Sosyalist Parti (American Nazi Party) de mevcuttur. Fakat tahminimce, Sayın Günay’ın “nasyonel sosyalist” terimini tercih etmemesi, tarihsel nedenlerden -misal Avrupa’daki Yahudi nüfusunun üçte ikisinin katledilmesinden- ziyade; Gökalpçi bir yaklaşımla “Batının icatlarını alıp Türkleştirelim” mantığından kaynaklanmaktadır. Yoksa kendine “milliyetçi”, “sosyalist” gibi modern terimler yerine, Atsız’ın Türkçü/Turancı terimini tercih ederdi. Zekeriya Günay’ın kim olduğunu bir yana bırakıp, ne yapmak istediklerine bakalım.
12
lemler de almak gerekir. O işi yapmaktan(!) da söz ettik. Bu açıdan, bence, bekaret kemeri kritik. Üstelik üniversiteye gelen her kadın öğrenciye bekaret testi yapılmalı; bakire olmayanlar ayrı yerlerde, perdeler arkasında ders görmeli ki, kimseyi ayartamasınlar. Bakire olan namuslu kızlar ise bekaret kemeri takmalılar, bu en başta onların güvenliği için gerekli. Sonra yurt yönetimleri, bu konuyu kontrol altında tutmak için üniversite yönetimiyle işbirliği içinde olmalı. Okulda öpüşen, okul dışında neler yapmaz değil mi ama? Ayrıca bu tarz ahlaksızlıkların kışkırtılmasını engellemek için geçerli bir kılık kıyafet yönetmeliği olmalı. Bu yönetmelik dahilince, saç, sakal, kıyafetler bir örnek olursa; hem hiçbir öğrenci birbirini diğerinden ayıramayacağı için ayartılamaz; hem de körpe bedenler kontrol altına alınabilir. Yoksa minicik eteklerle okula gelen kızları, çene kilidi, bekaret kemeri değil, prangalar bile tutamaz. Sonra, bir de şu inanç meselesi var. Serde de Kemalistlik var. Şimdi bu başörtülü, aman çok özür dilerim, türbanlı öğrencileri okula alıp almama sorununu nasıl çözeceğiz? Şimdi, siz demişsiniz ki: “Herkesin dinsel inançlarını hiçbir baskı altında kalmadan, gönül rahatlığıyla yaşayabildikleri bir özgürlük ortamı oluşturulacak ve laisizm gereğince her türlü dinsel inanışa eşit mesafede olunacaktır”. Aman hocam yapmayın! Bu tanım da, hem çok belirsiz, hem de gereğinden fazla özgürlükçü. Şimdi; yarın, öbür gün, üniversiteye türbanla giren bu öğrenciler ya bir de memur, öğretmen, hele hele Allah
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Sıradan Bir İspanyol Anarşisti korusun, öğretim görevlisi falan olmak isterlerse… Bence bu durumu, yine en iyi kılık kıyafet yönetmeliği çözer. Yönetmelik, ‘siyasi simge olmayan’ bir örtü bağlama biçimi belirler, herkes de öyle girer. Sonra, üniversite içi işleyişe de bir hukuk belirlemek lazım, öyle değil mi? Ne demişsiniz? “Üniversitede, kopya çeken, hocalarına saygısızlık yapan, kapılarda karşı karşıya geldikleri hocalarına yol verme nezaketini gösteremeyen öğrenciler terbiye edilecek”. Akademik hiyerarşinin en altında olan bu öğrenciler, nasıl olur da hocalara, koskoca profesörlere yol vermezler? Bu nasıl saygısızlıktır? Bence bu da bir hukuka oturtulmalı, öğretmenlerin tuvaletleriyle öğrencilerin tuvaletleri ayrılmalı, öğretmenler öğrencilerden önce yemekhaneye alınmalı. Hatta akademik hiyerarşi gereğince, yemekte onlara öğrenciler hizmet etmeli. Buna karşı çıkanlar için de, ikna odaları oluşturulmalı. Bilimum tıbbi malzemeyle desteklenen bu odalarda, Pavlov yöntemi kullanılarak, nezaketsiz öğrenciler terbiye edilmeli. Ah, bir de şu solcu çocuklar var. Bunlara ne çene kilidi, ne bekaret kemeri ne de kıyafet yönetmeliği söker. Bir boşluk bulup yine bağırmaya başlar bu hergeleler. Onlara ne yapmalı peki? Yine, en iyisini siz demişsiniz Zekeriya Hocam. “Azimli ve kararlı olunursa, bazı sorunlar, Büyük İskender’in Gordion Düğümü’nü çözdüğü gibi, kolayca çözülebilir”. İskender, Gordion Düğümü’nü çözerken, “Aman nasıl bir demokratik yol izlesem?” diye kafa mı patlattı? Hayır! Kılıcını kınından çıkardığı gibi, düğümü kesiverdi. Böylece, ne düğüm kaldı geriye, ne de sorun. Bu solcular da, aynı şekilde çözülür. Kafa yormaya, zekaya falan gerek yok. Çıkarın kılıcınızı kınından Zekeriya Hocam; kesin bu sorunun başını. Baksanıza başka yolu yok!
Biz kalbimizde yeni bir dünya taşıyoruz ve o dünya şu anda, burada, büyümekte. Durruti
CAN BURAK SARIGÜL İspanya İç Savaşı, benim sosyalist olduktan çok sonra öğrendiğim tarihsel bir olaydır. Aslında tarihsel bir olaydan öte, Eric Hosbawn’ın dediği gibi, “İspanya’nın, yüzyılların en vahşisi yirminci yüzyılın trajik tarihine yapmış olduğu en büyük katkı, kendi tarihsel bağlamında, İspanya İç Savaşı’dır.” İspanya İç Savaşı’na katılmış İngiliz şair Laurie Lee, İspanya İç Savaşı’nı şu şekilde anlatıyor: “Bizim başka bir şeyi, o zamanlar için biricik, eşsiz olan bir duyguyu, kişisel fedakarlığa ve inanca dair belki de bir daha asla tekrarlanamayacak derecede büyük ve kavranması hiç zor olmayan bir tavır alma fırsatını paylaştığımıza inanıyorum ben… Bir avuç insan dışında içimizden çok azı, antika tüfekler ve durmadan tutukluk yapan makinelerin kullanıldığı, cesur ama şaşkın amatörlerin yol gösterdiği bir savaşa katıldığımızın farkındaydı. Fakat o an için, yarım yamalak hakikatler ve tereddütler mevzu bahis değildi; biz yeni bir özgürlük, neredeyse yeni bir ahlak bulmuştuk ve yeni bir şeytan -faşizm-keşfetmiştik.” İspanya’nın yapmış olduğu bir diğer önemli katkı ise, Durruti gibi bir devrimciyi yetiştirmiş olmasıdır. Kendimden yola çıkarak ve sadece sosyalistleri katıp, diğer okuyucuları tartışmada saf dışı bıraktığımı bilerek söylemeliyim ki; cenazesine 500 bin kişi katılmış, bu önder olmaktan pek hoşlanmayan anarşist ‘önderi’ maalesef ki, biz de pek tanımıyoruz. 14 Temmuz 1896’da, León, İspanya’da; sosyalist sendika UGT üyesi bir demiryolu işçisinin çocuğu olarak dünyaya gelen Buenaventura Durruti, genç yaşta çalışmaya başlar. Babası gibi UGT üyesidir.
13
UGT, Kuzey demiryolu grevini ilan eder. Talepler kabul edilmeyince, genel grev ilan edilir. Durruti ve arkadaşları ise, rayların parçalanması, depoların ve vagonların kundaklanması gibi eylemlere girişirler. Bu sebepten UGT’den atılırlar. Durruti, iç savaşa kadar olanki yaşamının büyük bir bölümünü amansız takiplerden dolayı sürekli olarak kaçak geçirmiştir. Fakat gittiği her yerde, başka örgütlerle ilişkiler kurmuş, işçileri örgütlemiş ve banka soygunları gerçekleştirmiştir. Fransa’da kaldığı bir dönem, Fransa’yı ziyaret eden İspanya kralına suikast girişiminden bir yıl tutuklu kalır. Sonra da, Fransa’dan sürülür, Brüksel’e geçer. İspanya’ya geri döndüğünde, anarko-sendika CNT’de faaliyet yürütmeye başlar. Franco önderliğindeki ordu ayaklanınca, içlerinde Durruti’nin de olduğu anarşistler, Barselona’yı bir gün içinde ele geçirirler. Artık, İspanya İç Savaşı başlamıştır. Kendi deyimiyle, sıradan bir İspanyol anarşisti olan Durruti, on bin gönüllü milisiyle Durruti Tugayı’nın başındadır. Gittikleri her yeri mülksüzleştiriyor, ücretli emeği yok ediyor ve komünler kuruyorlardı. Franco birlikleri Madrid’i kuşatınca, dört bin gönüllüsüyle Madrid’e giden Durruti Tugayı’nın bu gelişi, direnişe güç ve moral ve-
rirken, dört bin gönüllünün iki bin dört yüzü çatışmalarda ölür. Sekiz kardeşinin beşi anti-faşist mücedelede ölüyor Durruti’nin. Kendisi de, 20 Kasım 1936’da Madrid’de o büyük direnişte, arabadan indiği sırada kafasına sıkılan tek kurşunla öldürülüyor. Kimin öldürdüğü hiçbir zaman anlaşılamıyor. Emma Goldman’la direniş mevzilerinde görüşürken söyledikleri, Durruti’yi anlamak bakımından çok önemli. “Bütün hayatım boyunca anarşist oldum. Öyle de kalmayı dilerim. Aslında bir generale dönüşmek ve adamları askeri bir güçle yönetmek zorunda kalmam çok üzücü. Bana gönüllü geldiler, antifaşist kavgamızda hayatlarını ortaya koymaya hazırlar. Her zaman olduğu gibi, özgürlüğe inanıyorum. Sorumluluk hissine dayanan özgürlüğe. Disiplinin elzem olduğunu düşünüyorum, fakat bu öz disiplin olmalı ve genel bir hedef ve güçlü bir yoldaşlık duygusundan harekete geçmeli.” Cepheden gitmek zorunda olan gönüllüleri nasıl anlayışla karşıladığından, bu sebepten olacak, kimsenin gidememesinden bahsediyor Emma Goldman. Onun için yoldaşlarının her biri antifaşist mücadelede çok önemli yer tutardı. O yüzdendir, binlerce milisin ona bağlılığı. Her birinin kıymetli olduğunu düşünmesi ve hissettirmesi. Bu savaşın içindeki bir devrimciydi Durruti. Özgürlüğün, bireysel işleyişin tadı çıkarılarak değil, zorunluluk sonucu yapılan eylemde yaşandığını somut bir şekilde göstermiştir. O, yoldaşlarının kalbinde derin izler bırakan bir yönetici, önder ve yoldaştı. Kimse, onun askeri yöntemlere başvurmadan on bin gönüllüyü nasıl bir araya getirdiğini anlamadı. O ise bunu anlamayanları…
23
11.
EKİM 2010
SAYI
İçimin atları derin kara içimin atları Benliğiyle ve geçmişiyle hesaplaşmanın şiirleri Gelecek’tekiler. BURCU DEMİRBAŞ Yıldız Teknik Ünniversitesi | Mimarlık
Murahtan Mungan’ın son şiir kitabı ‘Gelecek’, hem şiirleriyle, hem de kapak tasarımıyla, şairin iç dünyasında yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Geçit Veren Şiirler, İçimin Atları, De ki Üçüncü Eşik, Kumdan Düğmeler, Söz Kayıpları ve Kendindeki Kitap başlıkları ile düzenlediği şiirler, geçmişiyle, yaşanmışlıklarıyla ve belleğinde iz bırakanları anlatım biçimleriyle,
derin bir duygu yolculuğuna çıkarıyor okuyucuyu. Daha çok, iç hesaplaşmalarının sesini duyuyoruz şiirlerinde. Yine sakin anlatımlarıyla aşkı, tozu, zamanı, hafızayı anlatıyor Mungan. Sanki bu dönem şiirleri, daha bir olgunlukla ve kırgın bir bilgelikle yazılmış. “Her çağın çarığı, asası farklı” diyor Kabul Katı’nda. Çağlara ve zamanın dönüştürdüklerine dair
farkındalıkları etkileyici. Eşiklerden, yollardan, kırılmalardan çokça söz ediyor. Kırgınlıkları çok yoğun bir biçimde bilinç düzeyine taşımış ve geçmişine biraz küskün bir adamın gölgesi var yazdıklarında. Derinlikte arayıp, yüzeysellikte buldukları, kendisi olabilmenin ‘hayali’, soru sormaksızın önüne çıkarılan yargılardan sıkılmış ve içini dökmüş bir adamın gözleri var kitabın bütününde. Çölleri geçmiş gitmiş, çöllere bakmayı bilmiş bir yalnız kişi sanki bu kitap. Geçmişinin çöllerindeki kum tanelerinin birliği ve bir aradalığı; boşluk ve yoğunlukla anlatılıyor. Geçmişin ve zamanın çölleştirdiği onca yaşama yeniden anlam arayışlarından, varlığına anlam arayışlarından yorulmuş gibi. Şiirlerinde çokça yanılgılarından bahsediyor. Aşka dair, insana dair yanılgılar bunlar. Tarihin, bilmenin işe yaramadığı, yine de yanıltan duygularının sessiz dağınıklığından ve toparlanmışlığından bir şiirler bütünü bu kitap. Unutmaktan bahsediyor, ‘Unutma Meleği’ şiirinde. “kirlenmeden ve benzemeden diğerlerine kendinden yaptığın unutma meleği saklanmanın şifasını bilir” diyor bir bölümünde. Bazı zamanlar için, bazı şeyleri unutmanın şefkatinden bahsediyor bizlere. Saklanmanın şifasından bahsediyor, yorgun düşmüş duygulara. Unuttuklarını, unutamadıklarını, unutturulanları çarpıştırıyor; unut-
14
manın anlamı ve gerekliliği durumlarıyla. “kalındır bazı aşkların sisi yolunu saklar yolcusundan” derken bu dönemde aşklarını da, yoğunluk ve derinliklerine göre gözden geçirdiği besbelli. “bazen ömrün yetmez bazen de izin vermez yaşadığın coğrafya” derken de ömrün sınırlı kaynakları, coğrafyaların, dış dünyaların içine hapsettiğimiz benliğimizin içinde kalanları fark ettiriyor. Yer yer, dünyaya yabancılaşan insanın tüketiminden bahsediyor. Kendini ve duyguyu kuraklaştıran bir adamın ayak izlerini okuyoruz kitapta. Zamana hakimiyetini kaybettiği anları kavrayışı da, hemen hemen bütün şiirlerinde okunan ortak bir alt metin. Yazmanın, kağıda dökmenin, yapıcı ve yakıcı boyutlarına karşı, esaslı bir farkındalık yaratıyor şiirler. Mungan’ın Gelecek kitabını okurken, gelecekten geçmişin nasıl görünebileceğini fark ettim. Gönlü yorgun düşmüş, görmekten yorulmuş bir adamın, “anladım gitmek bir yol değil / dönmek zamanı” deyişi, içimi burktu bir yandan. Yazmanın ve şiirinin aşınmasını hissetmesine rağmen, yeniden doğmaya sancılanmak, yeniden varoluş çabasına girmek, hayalin ve gerçekliğin izdüşümünü tekrardan biçimlendirmek zor olsa gerek. Benliğiyle ve geçmişiyle hesaplaşmanın şiirleri Gelecek’tekiler. Derin ve karanlık yanlarıyla hesaplaşmaya hazır olmayanlara önermiyorum.
23
11.
EKİM 2010
SAYI
Ütopik Sosyalizm 1 Ütopik sosyalistler, bilimsel sosyalizmin de öncülleri olduğu için, onları incelemek önemlidir. UĞUR TIPAÇOĞLU 18. yüzyılın ortalarında başlayıp, 19. yy.’ın son çeyreğine kadar devam eden tarihsel süreç; Avrupa’da, sınıf savaşımları bakımından burjuvazinin kendi hegemonyasını sağladığı bir dönemdi. Feodalizmin giderek daha hızlı çözüldüğü, kentlerin belirleyiciliğinin arttığı, kırsal nüfusun kentlere doğru hızla göç ettiği, önemli köylü ayaklanmalarının patlak verdiği (özellikle Almanya) bir dönem. Aynı zamanda burjuvazinin, kendi karşıtı olarak proletaryayı da geliştirdiği ve feodalizme karşı devrimci bir rol oynayarak, iktidar savaşı verdiği, altın çağıydı. İşte bu tarihsel dönem, sadece burjuvazinin iktidar mücadelesi verdiği ve köylü ayaklanmalarının yaşandığı bir dönem değildi. 1848 yılında Komünist Parti Manifestosu’nun yayınlanmasına değin, çeşitli ütopik sosyalizm girişimleri de ortaya çıkıyordu. Ütopik sosyalistler de, bu dönem ortaya çıktılar. İnsanların eşit olarak yaşadığı, emekçilerin özgür olduğu, toplumsal gelirin adaletli olarak
dağıtıldığı, sınıf ayrımlarının giderildiği, insancıl bir dünya istiyorlardı. Onların eyleminin temelinde, ‘her şey insan için’ felsefesinin yattığını söylemek yanlış olmaz. Bütün ütopyacılarda ortak olan şey, sosyal eşitlikçi olmalarıydı. Burjuvalar ile proleterler arasında eşitlik, feodal beyler ile köylüler arasında eşitlik vb… Bu tarihsel dönemde öne çıkan üç ütopik sosyalist vardı. İngiltere’de Robert Owen (17711858), Fransa’da Charles Fourier (1772-1837) ve Claude Henri Simon (ya da bilinen adıyla Saint Simon, 1750-1825). Ütopik sosyalizm, bu üç düşünce ve eylem insanında toplanıyordu. Keza onlar, dönemin bütün ütopik sosyalistlerinin karakteristik özelliklerini taşıyorlardı. Aynı zamanda, eylem ve fikirleriyle dönemin en çok öne çıkanlarıydı. Ütopik sosyalistler, bilimsel sosyalizmin de öncülleri olduğu için, onları incelemek bilimsel sosyalizmin nasıl geliştiğini öğrenmek bakımından önemlidir. Saint Simon, kurduğu kredi bankalarıyla, yürüttüğü sosyal eşitlik mücadeleleriyle ve kapitalist sisteme dair yaptığı analizlerle öne çıkar. Kredi bankaları girişimiyle, yoksulluk ve sefalet içinde kıvranan emekçilere, borçtan kurtulmaları ve daha iyi bir hayat sürmeleri için yardımlar örgütler. Fakat bu kredi bankalarına ‘faal olan burjuva’ kesimi de (sanayi kapitalistlerini) katar. Çünkü ona göre, üretimdeki ‘faal burjuvazi’ de emekçidir. Bu yanlış görüşten dolayıdır ki, kredi bankaları yaşamda karşılık bulamaz ve başarısızlıkla sonuçlanırlar. Kimi yerlerde de, emekçileri borca bağlayan sömürü çarklarına evri-
15
lirler. Saint Simon, aynı zamanda bir eylem insanıdır. Sosyal eşitlik ve daha iyi yaşam koşulları için, gerçekleştirilen eylemlerin örgütleyicilerindendir. Ayrıca yaptığı kapitalist sistem analiziyle de, önemli şeyler ifade eder. İlk dönemler, feodalizme ve yasa koyuculara karşı, sanayici ve bankerleri öven Simon, sonradan bu hatasını görür ve doğrudan işçi sınıfı adına konuşur. İnçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını söyler. Marx, Simon’un zekasından ve bilgisinden hayranlıkla bahseder. Charles Fourier ise bir eylem insanıdır. O dönemde, Fransa’da işçilerin çalışma saatlerinin kısaltılması için en önde mücadele yürütenlerdendir. Toplumsal yaşamdaki eşitsizliklere dair önemli analizleri vardır. Örneğin, kadın sorununa dair söylediği, “Kadınlarının kurtuluşunun derecesi, genel toplumun kurtuluşunun bir ölçütüdür” sözü, bugüne de ışık tutmaktadır. Simon’da olan hata, Fourier’de de vardır. O da, sermaye ile emeği uzlaştırmaya çalışıyordu. İkisinde de, bu hatalı görüşlerin nedenini, dönemin Fransa’sınıın politik ve ekonomik durumunda aramak gerekir. Robert Owen ise, bu iki ütopik sosyaliste göre daha ilerisini görebiliyordu. Çünkü Owen, kapitalizmin daha fazla geliştiği, sınıf çelişkilerinin daha açık yaşandığı İngiltere’de yaşıyordu. Owen bir fabrikatördü. 1810 yılında, işgünün sınırlandırılmasını teorik olarak kabul etmekle kalmamış, New Lanark’taki fabrikasında 10 saatlik işgününü hayata geçirmiştir. Çalışma saatlerinin 16 saate vardığı bir dönende bu girişim, komünistçe bir ütopya olarak görülüyor-
du. Owen’ın ‘çocukların eğitiminin üretken emekle birleştirilmesi’ fikri ile ilk kez onun kurduğu işçi kooperatifleri derneği de komünistçe ütopya olarak değerlendirildi. Engels, bu üç ütopya için “Bugün, birinci ütopya fabrika yasası haline gelmiş, ikincisi bütün fabrika yasalarında resmi ifade olarak yer almış; üçüncüsü ise gericilerin elinde bir dalavere aracı halinde kullanılmaktadır” diyor. Owen, bütün servetini işçi kooperatifleri dernekleri ve komün deneyimlerine harcar. Kooperatifleri ve komünleri İngiltere ve ABD’de yaygınlaştırır. Tamamen eşitlik üzerine kurulan bu örgütler, kapitalist sistemi, onu içinde kalarak dönüştürmeyi hedefler. Fakat bu deneyimler de başarısızlıkla sonuçlanır. Owen iflas eder. Proletarya saflarına katılarak, işgününü kısaltılması, çocuk hakları vb.. için mücadele yürütür. Bu üç ütopik sosyalist yazılarını; Cenevre Mektupları (Saint Simon), Euvres Complétés (Charles Fourier), Zihinde ve Pratikte Devrim (Robert Owen)’de toplar.
ESP 1. KONGRESI 07 KASIM 2010 SAAT: 10:00 YER: HAKKI BASAR SPOR SALONU ESENLER
23 11.
EKİM 2010 SAYI
Özgür Gençlik Eki | Varyos Yayıncılık Adına İmtiyaz Sahibi: Şenol Sağaltıcı | Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Camii Sok. Birlik Apt. 8/10 Aksaray-İstanbul Tel: 0212 529 15 94 Fax: 0212 529 06 75 | Baskı: Gün Matbaacılık - Sefaköy Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya sok. No:23/A Küçükçekmece-İstanbul. Tel: 0212 580 63 75