og5

Page 1

Fiyat: 1 TL Atılım Gazetesi’yle ücretsizdir. 17 Nisan 2010 C.tesi Sayı:6

Tarih Mayısa yürürken, bizde dosyamızı işçi bayramı 1 Mayıs’a ayırdık

Sayfa 8-9

Barış İçin Vicdani Ret Platformundan Engin Özmen Amed newrozu izlenimlerini anlattı.

Sayfa 4-5 Yüreğine sor: Sevdanın karası mı olurmuş, sevda dediğin kıpkırmızıdır, kızıldır, alev alev yanmak gerek zira...

Sayfa 6 Amfi köşemizde bu ay da Pamukkale Üniversitesi’ni ağırlıyoruz

Sayfa 2 Genç kadınlar idare etmiyoruz dedi ve Ankara’da toplandı

Sayfa 10

Metis köşemizde, Marksistlerin ulusal soruna bakış açısını işliyoruz

Sayfa 13


. NEDIP DURURSUNUZ ARKADESLE... . Sıcak bir Denizli şivesiyle merhaba demek istedim sizlere. Mart ayının coşkusuyla, Denizli Pamukkale Üniversitesi’nden hepinizi selamlıyorum. Bu sayıda, Pamukkale Üniversitesi’nin geçmişinden, devrimci hareketinden bahsedeceğim.

Pamukkale Üniversitesi, 1992 yılında Denizli’de kurulmuştur. Üniversitenin çekirdek yapısını, 1992 yılına kadar Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren Denizli Mühendislik Fakültesi, Eğitim Yüksekokulu, Meslek Yüksekokulu ve Denizli Tıp Fakültesi oluşturmuştur. Şu anda 31.174 öğrenci eğitim görmektedir. 17 yıllık eğitim hizmetinde 28.912 mezun vermiştir. (her yerde olduğu gibi çoğu işsizdir) Üniversite bünyesinde bugün 3 enstitü, 7 fakülte, 5 dört yıllık yüksekokul, 8 meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Bu kurumlar tıp, mühendislik, iktisadi idari bilimler, fen bilimleri, sosyal bilimler, güzel

sanatlar, eğitim bilimleri ve teknik eğitim gibi birbirinden farklı alanlarda eğitim vermektedir. Bu kısa bilgilendirmeden sonra, biraz da Pamukkale Üniverstesi’nin mücadele tarihine değinmek istiyorum. Pamukkale Üniversitesi, dev-

rimci harekette diğer büyük üniversitelere göre daha gerideydi. Bu gerçeklik hala kendini hissettirmektedir; ancak 2005 bahar şenliklerinde devrimcilerin standına saldıran faşistler ve bu saldırının devrimciler tarafından geri püskürtülmesi, devrimciler açısından ön açıcı bir hamle oldu ve devrimcilere alanlarını genişletme fırsatı doğdu. Bu süreçten sonra bahar şenlikleri 2009 yılına kadar yasaklandı. Şenliklerin içi boşaltıldı, niteliksizleşti. Daha sonra Pamukkale Üniversitesi’nde Genç Sen devreye girdi. Üniversitede öğrenciler tarafından olumlu karşılandı ve iyi bir kitle oluştu. Genç Sen, Pamukkale Üniversitesi’ne yepyeni bir

hava kazandırdı. Adını, kampüs içinde şenliklerle duyurdu. Önüne koyduğu ilk eylemlilik, daha önceleri 2 vize 1 final olan ve öğrencileri adeta sürekli sınava sokan bu sisteme karşı; 1 vize 1 final hakkını savundu ve bunu bir kazanım olarak hanesine yazdırdı. Pamukkale Üniverstesi’nde Genç Sen ilk eyleminde başarılı oldu. Sonra FizyoTerapi Rehabilitasyon öğrencilerinin kantinleri olmadıkları için mağdur olduklarından, FTR öğrencileriyle birlikte yaptıkları eylemliliklerle kantin açtırmayı başardı. Öğrenciler, bu kadar haksızlığın karşısında Pamukkale Üniversitesi’nde de bir şeyler olduğunu ve eylemliliklerle başarıya ulaşacağını kısmen de olsa kavramaya başlamıştı. Kapatma davalarıyla engellenmek istenen Genç Sen’e bir de şovenist TGB’lerin de saldırısı eklendi. Siyonist İsrail’in, Filistin halkına uyguladığı saldırı ve işgal politikalarına karşı kampüste eylem örgütledi. İşgalcilerin ortadoğu halklarına karşı uyguladığı sömürüyü ve savaşın kirli yüzünü teşhir etti. Genç Sen’li kadınlar, kampüs çevresinde tecavüze uğrayan arkadaşlar için kampüs içinde kitlesel eylemlilikler ördü. Ancak en büyük eylemliliği, yaz sürecinde Genç Sen’in öncülüğünde “haraç” zamlarına karşı oldu. Yaklaşık 300 öğrenci, üniversite içinde, haraç zamlarının geri çektirilmesi için uzun süreli eylemlilikler gerçekleştirdi, imza kampanyası başlattı ve mücadelenin sonunda zamlar

geri alındı. Son süreçte ise Pamukkkale Üniversitesi’nde bir hareketlilik daha var. Formasyon haklarını talep eden Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencileri yine Genç Sen öncülüğünde bir araya geldi. Formasyonda 2500 TL’lik para, belirlenen 2.50 ortalama ve 100 kişilik kontenjan sınırının kaldırılması için 3 hafta boyunca her perşembe saat 12.00’de Gölbahçe’de toplanarak rektörlüğe yüründü. Eylemin ikinci haftasında rektör yardımcısı görüşme talep etti. Fen-Edebiyat öğrencileri, talepleri etrafında çeşitli araçlarla mücadeleye devam ediyor. Birçok üniversiteye emsal olması açısından bu mücadelenin kazanımla sonuçlanması isteğimizdir. Üniversite öğrencileri olarak şunu iyi biliyoruz ki yapılan hukuksuzluklar, uğradığımız haksızlıklar karşısında sesimizi yükseltmek için örgütlülüğün önemini tartışıma konusu bile olamaz. Yaşadığımız deneyimler sayesinde daha gür haykırıyoruz. Haydi gençlik, ileri..! Hepinize kucak dolusu sevgiler.

Bu ay da soluğu Denizli’de aldık

Denizli’den Murat KUTLAR

Özgür Gençlik Eki/ Varyos Yayıncılık adına imtiyaz sahibi: Şenol Sağaltıcı Yönetim Yeri; Çakırağa Mah. Çakırağa Camii Sok. Birlik Apt. 8/10 Aksaray/ İstanbul Tel: 0212 529 15 94 Fax: 0212 529 06 75 Baskı: Gün Matbaacılık Adres: Sefaköy Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya sok. No:23/ A Küçükçekmece/ İST. Tel: 0212 580 63 75

17 Nisan 2010 Sayı:6


Tribünlerde . Ezilenlerin Adaleti; DIYARBAKIRSPOR Futbol. Dünyanın dört bir yanında zevkle oynanan ve Brezilyalıların deyimiyle “Ojogo Bonito” yani güzel oyun. Birçok araştırmaya göre, çıkışı sanayi devrimine dayanıyor. Bu oyunun, ilk olarak işçi sınıfı arasında oynandığı söyleniyor. (hatta kraliyet tarafından yasaklanmıştır). Hem oyun mantalitesi açısından (kolektif bir oyun) hem de seyir zevki ve aidiyet duygusu (taraftarlar için) açısından insanlar arasında çok yaygın ve sevilen bir oyundur. Bazen de Simon KUPER’in kitabına ismini verdiği gibi “futbol asla sadece futbol değildir”. İşte konumuz tam da burada başlıyor. Bu güzel oyunun, baş belası olan ve bir hastalık olarak yakasını bırakmayan ve bazen de var olan iktidarlar tarafından kullanılan bir yönü var. O da “Irkçılık”. Irkçılık tek başına düşünülemez elbette; bunun yanında birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olarak duran ve birbirini geliştiren holiganizmde bir sorundur, futbol ve futbol sevdalıları için. Irkçılık ve holiganizm denildiğinde akla ilk gelen yer Avrupa özellikle de İngiltere’dir. Son zamanlarda, bu ülkeye İtalya ve ispanya da eklenmiş durumda. İtalya’da Nazilere sempatisini gizlemeyen SSLazio ve İspanya’da en hatırlanan Real Zaragoza taraftarlarının Samuel Eto’o’ya yapmış oldukları ırkçı saldırı, en göze çarpanlardan.. Ancak her ülkede ırkçılık sadece bir siyahî futbolcuya yönelik yapılan; sahaya muz atma, maymun sesi çıkarma ve ilk zamanlarda söylenen zenci p.çi şeklindeki çirkin saldırılar değildir. Örneğin Hollanda’da geneli Yahudi

olan Ajax taraftarlarına fısss (gaz sesi) sesi çıkararak onlara gaz odalarını hatırlatmaları ve “Yahudiler gaz odalarına” şeklinde tempo tutmaları da bir çeşit ırkçılıktır. Bu, İskoçya’da mezhepsel (Protestan-Katolik), İngiltere’de ten renginden kaynaklı, başka bir ülkede de milliyetinden kaynaklı olabilir. İşte tam da bu noktada, yaşadığımız coğrafyada yaşanan ve bir yanılsama olan “bizde ırkçılık yok” söylemi. “İspanya da bir siyahî futbolcu, (eto’o) ırkçı bir saldırıya maruz kaldığında, biz hemen cevabını veriyoruz” veya “bizde siyahî insanlar çok seviliyor” gibi, ırkçılığı sadece siyahî insanlar üzerinden değerlendiren kör bakış açıları mevcut. Bu bir yanılsamadır ve bu yanılsamanın dışa vurumu toplumun her kesiminde, asil (!) kanlarına kadar işlemiş, şovenizmde bulunmaktadır. Yakın zamanda Türkiye futbol tarihinde eşine pek çok kez rastlanan ama bu seferki diğerlerinden genotip olarak farklılık gösteren bir olay yaşandı. Bursa’da oynanan Bursaspor ve Diyarbakırspor sezonunun ilk maçında, Bursaspor taraftarları Diyarbakırspor’a ve taraftarlarına “teröristler”, “PKK dışarı” “kahrolsun PKK” vb. tezahüratlarla ırkçı bir şekilde saldırmışlardı. (Birçok tribünde bu saldırılara maruz kalmıştır Diyarbakırlılar). Türkiye Futbol Federasyonu (TFF), bu ırkçı saldırıyı 100 bin TL para cezasıyla geçiştirmiş, gerçekleşen saldırının sistematik olduğunu adeta ispat etmiştir. En ufak bir pet şişesinin sahaya atıldığı bazı durumlarda dahi, saha kapatmasının verildiği bir ülkede, bu tip bir saldırının

ödül gibi bir cezayla geçiştiBu gerçekleşen olay burrilmesi daha sonra yaşanan juvaziyi çileden çıkarmıştır. olaylara olanak sağlamıştır. Aslında sakin olan tribünleri Bursa’da yapılan bu saldırı germek için, yapmak istediklebütün Bursa’ya mal edilmeye- rini, kolluk güçleriyle yapmaya ceği gibi, bu tip çıkışlar devlet başlamışlardır. Hakem sahaya ve sağ ideolojiler tarafında atılan yabancı maddeleri gedesteklenmektedir. rekçe gösterip Örnek vermek gemaçı tatil etmiş, rekirse, Texas grubu daha sonraBursa’da açılan eşcinDiyarbakır’da sında ise polis sel derneklerine salDiyarbakır’da da futbol dırıp, açılmasını enalışık olduğu sadece gellemiştir. Benzer bir işe başlamış; durumda İngiltere’de biber gazı, cop futbol holigan bir grup ve panzerine değildi! olarak bilinen Comsarılmıştır. Tabat 18 [national raftarlara fiziki front(milli cephe), şiddet uygulanbritish movement (Britanya mış, yaralananlar olmuştur. Yahareketi) gibi ırkçı sağcı parşanan olaylar sonunda Diyartilerin desteklediği bir grup] bakırspor; 3-0 hükmen yenik İrlanda Cumhuriyetçileri’nin sayılmış, 3 maç saha kapatma, bir yürüyüşüne saldırarak sağ ayrıca da seyircisiz oynama ceideolojinin çıkarları doğrulzası ile karşı karşıya kalmıştır. tusunda kullanılmıştır. Her iki Bir sonraki hafta İstanbul’da ülkede de aynı şekilde ortaya oynanan İBB maçında yaşanan çıkmıştır bu durum. Çoğu kez olaylar neticesinde, hakem düzen, grubun içine soktuğu tarafından yine maç tatil edilgüçleri, kendi istekleri doğrul- miştir. Diyarbakırspor’un ligtusunda kullanmıştır. den düşürülmesi için yazılan Bursa’da yaşananlar bu senaryo oynanmaya devam kadar gündem olmamış ve edilmiştir. Güvenlik önlemgereken yaptırım uygulanleri alınmasına rağmen maç mamışken, esas gündeme devam etmemiş, süreç daha oturan Diyarbakır’da oynanan fazla ırkçı ibre tarafına çevrilmaç olmuştur. Maçta, gerçek miştir. Federasyon ve diğer adaleti görmeyen Diyarbagüçlerin yapmış olduğu çifte kırspor taraftarları ezilenlerin standart ve federasyonun ırkçı adaletini tribünde uygulakararları, Bursaspor taraftarlamışlardır. Maçtan iki hafta rının yaptıkları karşısında daha önce Denizlispor’u çiçeklerle büyük suçtur. Esas ırkçılığı yakarşılayıp, 2-0 yenilemelerine pan faşizmin bir kurumu olan karşın alkışlarla uğurlaması TFF ve TFF’nin almış olduğu da yaşanan olayların, Diyarba- kararlardır. Bu durum, ülkede kır cephesinden, holiganizm yaşanan süreçlerden ve Kürt olmadığının göstergesidir. düşmanlığından bağımsız deBurjuvazinin ve onun görsel ğildir. Şovenizm ülkede yenilmedyasının bu maçta en çok meden, tribünlerden silinmesi ağrına giden kısmıysa, Diyarzordur. Halklar kardeşleşmebakır için her maçta aşağıden tribünlerin kardeşleşmesi lanma mevzusu olan “devlet, imkânsız gibidir. Hayattan ve millet, bayrak” üzerinden yatribünden ırkçılığı silmek için şananlardır. Maç başlamadan bastır Amedspor. önce söylenen İstiklal Marşı Eskişehir’den ıslıklanmış, bittikten sonra triLazuri Moraliİ bünler Hernepeş’i söylemeye başlamıştı.

17 Nisan2010 Sayı:6


.

.

.

AMED IZLENIMLERI Gökyüzü masmavi. Birkaç beyaz bulut süslemiş o engin ferahlığı. Baharın kokusu, sesi, heyacanı sarmış İstanbul’u. Batının başkentinden doğunun başkentine bir uzun yolculuk... Takvimler, 21 Mart’a dökülüyor. Halk en güzel kıyafetlerini giyecek. Çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek yüzbinler, hep aynı umut ve inançla newroz ateşini yakıp, halaylarını kuracak. İsyanın ve acının topraklarına ilk yolculuğum ve çok heyacanlıyım. Yemyeşil bir deniz gibi enginliğe uzanan bir ova. Ufkunda, başından efkarı gibi karı hiç eksik olmayan dağlar ve surlarla çevrili koca bir Kürt kenti. İşte burası Diyarbekir. Şehrin gelişmişliği ve büyüklüğü beni etkiliyor, bildiğin metropol. Apartmanlar, araçlar, kamu binaları, askeriye. Ama önemli bir fark var; herkes başka bir dil konuşuyor. Minibüste Şivan, takside Ciwan, bilboartlarda newroz renkleri. Herkes hewal, arda kalanlar polis, asker.. Yoksulluk kokuyor sokaklar, ne kadar yoksul bir o kadar da mutlu bir kent. Her kente bir ruh hali yakışır ya, buralara en yakışan umut. Canlı ve hareketli bir şeyler var havasında, gidip de bir soluduğun zaman, en çok umut doluyor

ciğerlerine. Bu halk bitmez, yenilmez ki... Kimisi uçak, kimisi, tren kimisi otobüsle gelen 7 kişilik bir heyet olarak karşılanıyoruz, yoldaşların sıcaklığıyla. Dikkatimi çeken şeylerden ilki, ESP’li yoldaşların, burada mülteci değil de, Amed’li olması. Yoldaşların çoğu gırıklardan oluşuyor. Hani şu topukları kırık, kafalar hafif önde, Diyarbekir delikanlılarından. 19 Mart İlk ziyareti BDP’ye yapıyoruz. Kesk u sor u zer balonlarla süslenmiş kale gibi bir bina. Giren, çıkan... İnanılmaz bir newroz koşturmacası. Gülümseyen gözler üzerimizde, boyunlarına beyaz fular takmış, batıdan geldikleri belli bir grup genç. Kim olduğuz öğrenildiğinde ise büyük içtenlikle el sıkışmalar sarılmalar. ‘’Barış için Vicdani Ret Platformu gelmiş. Askere gitmeyi rededen, kardeş bir halka kurşun atmayı rededenler. Biz “aşiti”, onlar “barış” istiyor. Aynı dilden konuşuyor yüreklerimiz.’’ Ardından başkanı tutuklanan Sur Belediyesine gidiyoruz. O görkemli surlar, kim bilir ne acılara şahit olmuş... Surların yanındaki binaya giriyoruz. Newroz öncesi bayramlığını giymiş (peşmerge kıyafeti), başkan vekili: “Soranice, Zaza-

ca, Arapça, Türkçe, Kurmanci, hangi dilde konuşalım” diye soruyor. Ne kadar da mutlular. Hem de böyle acıların ortasında. Kime dokunsak bir ateş, bir yangın. Oğul dağda, kız ölmüş, ve çok sade bir istek... “Biz barış istiyoruz.” Ziyaretlerin beni en çok etkileyen mekanındayız. Barış annelerinin kurumunda. Çoğu yaşlı başlarında beyaz eşarplar. Nasıl duruyorlar. Ne kadar çok şey anlatıyor, sadece bakışları. Öyle politikler ki, kime ne anlatıyorum, diye hissettim. Hepsi Kürtçe konuşuyor. Türkçe bilmediklerini zannetim. Yüksek bir sesle derdimi anlatmaya çalışıyorum. Sanki yüksek sesle konuşunca anlaşılıyormuş gibi. Güldüler. ‘’Biz Türkçe biliyoruz bağırmana gerek yok’’ dediler. Sadece Kürtçe anlatıyorlar. Bu bilinçli bir şey. Çünkü, bu savaşın en ağır acısını çeken mağdur analar değil onlar sadece; aynı zamanda, barışın bilinçli, en güçlü savaşçıları. Bir ana sözü alıyor; gerilla kızının nasıl gözleri önünde kendini ateşe verdiğini anlatıyor. Başka

17 Nisan 2010 Sayı:6

bir ana, bir oğlunun dağda öldürüldüğünü, bir çocuğunun da köyleri boşaltıldıktan sonra, açlıktan kucağında öldüğünü anlatıyor. Tutuluyoruz. Anaların gözyaşları çok önceden kurumuş, biz dokunur dokunmaz gözlerimiz boşalıyor. Analar, birbirine verilen cezalarla dalga geçiyorlar. Beş yıl, on yıl, on beş yıl nasıl da gülüyorlar düşmanın acizliğine. Bu savaşın acılarını, halklar eşit çekmedi. Bunu bir kere daha anlıyor ve hissediyorum. Ziyaretten en çok aklımda kalan sözler ise, ‘’Buraya gelen giden çok. Az önce de Avrupadan gelmişler, konuşuyorlar, daha önce de gelmişlerdi. Sanki ROJ TV’ye baskın yapan onlar değilmiş gibi. Siz başkasınız, bizdensiniz, bize analarınızı getirin, asker analarıyla buluşturun bizi’’ diyorlar. Söz veriyoruz. 20 Mart Sabah sekiz. BDP’nin önünde beyaz bir minibüse biniyoruz. Yolumuz Kızıltepe’ye. Aydın Erdem’in ve Uğur Kaymaz’ın memleketine. Bir buçuk saatlik bir yol ve Mardin’den geçeceğiz. Kaptanın yanına oturuyorum. Eski kadro, 30 yıllık Kürt savaşçısı.


Tanıyor bizi. Bir buçuk saatte Amed-Kızıltepe yolunun ve kendisinin hikayesini anlatıyor. Boşaltılan köyler, yakılan ormanlar, gerilla katılım etkinlikleri, 92-93 atılım yıllarının görkemli direnişleri, baskınları, ateşkes süreci ve sonrası, “Tırko” adlı Türk bir kadın gerilla... Anlattıklarının arasında, bir de çocukluk hikayesi var. Belki devrimci olmasının ilk nedeni. Çok küçükler. Eşşeklerle Mardin yolundan Çınar ilçesine odun taşıyorlar. Binbir zahmetle toplanmış, bağ yapılmış, eşşeklere yüklenmiş odunlar... Günlerce evden uzaktalar. Asker kesiyor önlerini. Bütün odunlarına el koyuyor ve bir güzel de dövüyorlar çocukları... Tarih kokan Mardin’in, kıyıcığından geçiyoruz. Keşke biraz zamanımız olsa da şu büyülü kentin içine dalabilsek. Yol boyu, ilçelerden geçerken, dikkatimi bir karakol bir de BDP binaları çekiyor. İlki yabancı ve soğuk; diğeri ise yerli ve sıcak. İlçe boş. Öğreniyoruz ki, herkes Newroz alanında. Newroz alanına girer girmez yoğun bir ilgiyle karşılaşıyoruz; ancak tam olarak kim olduğumuzu anlamıyorlar. Sadece; oralı olmadığımız belli. Buranın belediye başkanı da tutuklanmış. Protokole oturtuluyoruz. Emine Ayna, Barış Grubu, BDP yönetimi, ileri gelenler... Bir acayip hissediyoruz kendimizi; malum pek alışık değiliz. Sonra platforma çıkıyoruz, onlarla birlikte selamlıyoruz Kızıltepe’yi. Konuşma sırası bize geldiğinde, dizlerim titriyor. Binlerce çift göz, bize bakıyor, bizi dinliyor. ‘’Batıdan geldik. Rize’li, Çanakkale’li, Bolu’lu, Bursa’lı, Antalya’lıyız. Kardeş kanını dökmemek için askere gitmeyenlerin platformuyuz. Sizler gibi biz de barışın safındayız; ölümün değil. Çözüm istiyoruz. Gencecik bedenlerin savaşa sürülmeme-

si, analarımızın ağlamaması, sizlerin uzattığı barış elini sımsıkı tumak için buradayız. Dün, Amed’de, Barış Anaları’nın başlarındaki beyaz eşarbı, boynumuza barış fuları yaptık ve bu mücadeleyi batıya taşıyacağız. Newroz’unuz kutlu olsun. Her biji aşiti, her biji newroz, her biji Kızıltepe.’’ diyoruz. İnanılmaz bir alkış, zılgıt... Belediye binasında, Aydın ve Uğur’un yakınlarıylayız. Gözlerde hep aynı acı. Uğur’un, 12 yaşındaki kardeşi de orada. Aynı abisi, ne kadar da çok benziyor. Oradaki yurtsever bir abi: ‘’ Babasının göz-

Kars’ta askerliğini yaparken, 14 kurşunla intihar ettiği söylenen, Abdullah Çaça’nın ailesini ziyaret ediyoruz. 15 Mayıs’a geleceklerini söylüyorlar. Aynı gün Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in makamındayız. İyi bir dinleyici, mütevazi bir siyasetçi. Somut öneriler sunuyor, beyaz fularımızı boynuna bağlıyoruz. ‘’Diyarbakır’dan, Osman Baydemir’i kazanmış olarak ayrılacaksınız’’ diyor. Aydın Erdem’in derneğinde, Dicle üniversitesi Öğrenci Derneğindeyiz. Mini bir forumu andıran tartışma ortamı yaratıyoruz. Gözlerindeki memnuniyeti paylaşıyoruz. Newroz’da görüşmek üzere ayrılıyoruz.

leri önünde, Uğur’u vurdular. İki üç dakika sonra da, Ahmet yere yığıldı. Bir babaya oğlunun ölümünü izlettiler sonra onu da öldürdüler.’’ Susuyoruz. 15 Mayıs’ta, İstanbul ‘da düzenleyeceğimiz Vicdani Retçiler Günü’nü anlatıyoruz ailelerie Asker analarını, barış analarını, kirli savaş boyunca çocuklarını kaybeden aileleri, şüpheli asker ölümlerinde oğlunu kaybedenleri ve gençleri biraraya getireceğimiz, barış için anlamlı bir iz bırakacağımız, 15 Mayısa İstanbul’a davet ediyoruz onları. Gerilla yakını kadar, Kürt olduğu için şüpheli şekilde askerde ölen, çok sayıda asker yakını olduğunu öğreniyoruz.

ezgiler, şivem çoktan bozulmuş. Olmuşum Kürt. Kırmızı belediye otobüslerinde “Newroz’a gider”, “Newroz piroz be” yazıyor. Yüzbinler newroz alanına akıyor. Yok böyle bir şey, mahşeri bir kalabalık. Kortej saymaya benzemiyor bu. Sayı tahmininde bulunamıyorum. Milyon yürek var burada. İlk konuşma Osman Başkan’dan geliyor. Kürtçe selamlıyor, halkın bayramı kutluyor. Türkçe konuşmaya başlar başlamaz, bizden bahsediyor, göğsümüz kabarıyor. Serhado, Ferhat Tunç, halaylar, zılgıtlar, ateş, ve biji ile başlayan tek bir slogan. Grup Nena, Dido Nana’yı söylerken; denizlerin çocuklarının ezgisi-

Pasaportsuz kaçak bir serüven...

21 Mart Büyük gün. Dillimde Kürtçe

17 Nisan2010 Sayı:6

ni, dağların çocuklarının nasıl söylediğine şahit oluyorum. Ayrıca horon tepecek bir fırsatta buluyorum. Ne mutlu! Ve Ciwan Xaco, ne diyeyim, anlatılmaz yaşanır... 22 Mart Dicle Üniversitesindeyiz, Barış için Vicdani Ret Forumu’nu gerçekleştireceğiz. Küçük bir koşturmaca; ses düzeni, pankart, masa, sandalye, bir Oramar ve anında kitle hazır. Forum başlıyor. İlgiyle dinleniyoruz. Bursa’lı, sosyalist vicdani retçi Rıdvan Coşkun konuşuyor. ‘’ Her türlü şiddete falan karşı değilim. Sömürgeciliğe karşı savaşan gerillanın şiddeti meşrudur.” Bir anda alkış kopuyor. Konuşmada Kürdistan kelimesi geçer geçmez, yine alkışlar... “Newroz’da misafiriniz olduk, 15 Mayıs’ta, İstanbul’a, sizleri, bizim misafirimiz olarak bekliyoruz.” diyerek sona erdiriyoruz forumu. Buralara kadar gelmişken, ciğerini, kadayıfını, dolmasını yemeden de olmaz, deyip yoldaşlarla biraz kaçamak yapıyoruz. Surlarda dolaşıyoruz, Keçi Burcundan Hewler ‘e bakıyoruz. Kırklar Dağı ve Mardin yolu üzeri On Gözlü Köprü, üniversitenin aşıklar tepesi, eski cezaevi, Koşuyolu Parkı, Mardin Kapı, Sanat Sokağı. Her birinde masal gibi gerçek hikayeler. Sokak gösterilerinin nerelerde gerçekleştiğini anlatıyor yoldaşlar. Caddelerin, sokakların isimleri, dağlara göre verilmiş. Gabar, Cudi, Zap dağlarındaki mücadelenin şehirleştiğinin, bir tasviri de diyebiliriz. Ve geri dönüş. Binbir çeşit renkle dolarak dönüyoruz İstanbul’a. Pasaportsuz kaçak bir serüven... Barış İçin Vicdani Ret Platformu’ndan Engin Özmen


Sevdanın karası mı olurmus? . Aşk, her yerde vardı. Savagayrimüslim insanların o yüzşın ortasında, emeğin yorgun- yılda yaşadıkları. Onlar da dinluğunda, kuşların cıvıltısında, lerini gizleyip, Müslüman olan oksijen bulutunun arasında, halkın birçoğu bile gitmezken yarin gözlerinde, dudaklarınCuma ve sabah namazlarına, da... Esma ile Mustafa’nın aşkı onlar gidermiş. Öyle ki yarinda Karadeniz’in her yerindeyden bile gizler mi dedirtiyor di. Onların sevdalıkları çiçeğe film bize, gizlermiş öğrendik. renk, böceğe cıvıltı veriyordu Eğer yarini kaybetme korkusu sanki. Sanki Esma gözlerini varsa... Hal böyleyken, onu açınca, Karadeniz yeşile bürü- deli gibi severken, nasıl söynüyordu. Kara sevda denilenlesin Mustafa Ortodoks oldudendi onlarınki. Sevdanın kağunu, ya onu bırakıp giderse. rası mı olurmuş, sevda dediğin Evet bir emek verip dinini de kıpkırmızıdır, kızıldır, alev alev değiştirebilirdi Mustafa. Papayanmak gerek zira. Yoksa boza bunu sorunca aldığı cevap şuna mıdır Esma’nın “yanması.” pek manidar: Ölüme kadar Aşk her zaman vardı, var yolu var. Mustafa, tersi olursa olacaktır da şüphesiz. Onların diye sorduğunda, öğreniyoruz aşkı da 19. yy’ın 2. yarısına ki Hıristiyanlıkta da erkek egeşahit olmuştu. 19. yy’da Doğu men zihniyet var. Zira bu kez Karadeniz anılınca, Osmanlı papazın verdiği cevap; “Mezgelmez olur mu seyircinin hep erkeğin ceddiyle ilerler” aklına. Peki o dönem, şimdioluyor. den farkı olmayan ama illaki Filmin en başında, gayri“iyi niyetle” yapılanlar... Film müslimlerden alınan ‘kelle’ bunlara dikkat çekmek için mi vergisinin kaldırıldığı söyleniyapıldı bilmiyorum ama hem yor. Bununla beraber ilerleyen yönetmen hem de senarist dakikalarda gayrimüslimlere olan Yusuf Kurçenli filmde dinlerini rahatça açıklamak aşkı, yüreğine sor, sor da öyle için ortam sağladıkları belirhareket et dedirten aşkı antiliyor. Fakat gayrimüslimler latmıştı. Ona göre karakterler yine de inançlarını açıklamakonun bir yansımasıymış, zira tan gayet korkuyorlar. Hatta hep ikilemler yaşar, öyle karar çocuklarına bile belli bir yaşa verirmiş. Fakat karagelene kadar rında da inatçı olursöylemiyorlar, muş. Esma’da öyle onlardan gizli Alev alev sevmemiş miydi ibadetlerini yanmak Mustafa’sını. Kendiyapıyorlar. gerek zira. ni yakmadan önce Filmde bence ‘yüreğine sor’ deYoksa boşuna dikkat çekilen dirten bir ikilemde bir nokta da mıdır bırakılmamış mıydı? şu: Osmanlı Esma’nın Bu bir aşk filmiydevleti ayrımı di fakat yüreklerkaldırdı, fa“yanması.” de ‘yüreğine sor’ kat halk karşı dedirten ikilemler komşusunu yarattı. Bilmiyordu kendinden birçoğumuz, 19. yy’da Doğu farklı görüyordu, bu farklılığı Karadeniz’de yaşayan Ortokaldıramıyordu. Tıpkı Kürt haldoksların dinini gizleyerek kına yapılmakta olan şey gibi. yaşadığını. Hani bir dönem Oysa en başta farklı vergileme Aleviler, Aleviliklerini gizlemek sistemi getirilirken yapılan için Cuma namazlarına gider, şeyin kendisi, ayrımdı. Hatta Ramazan’da sahura kalktıkları- ayrım o kadar ileriydi ki; komnı göstermek için lambalarını şusunun Hıristiyan olduğunu açık tutarlarmış Türkiye’de. İşte öğrenen, onun sattığı ürünü bunun Osmanlı versiyonunu almıyor, aldıklarını da iade

ediyor. Kahramanımız Mustafa’nın dedesi ölünce, zaten açıklayıp açıklamamakta kararsız olan aile, ağıdın dili anadil; dini de gerçek din olunca gerçek açığa çıkıyor. Üstelik bu dede; Os-

manlı için savaşmış, en yakın komşusu, Hıristiyan olduğunu bile bile, hastalandığında, hacca gidemediği için, kalbinin temizliğine güvenip onu göndermiş. Daha sonra Hıristiyan cemaatinde de Hacı Süleyman olarak anılmış. Dedenin ölümü vakitsiz olmuştur. Zira Mustafa ile Esma kaçma kararı almıştır. Mustafa Hıristiyanlığı öğrenince ailesi vermez diye, Esma da kendisini köyün en zenginlerinden birbirine isteyeceklerini bildiği için acele etmek ister. Bohçasını toplar ve her zaman buluştukları yere gitmek için yola koyulurken, ablası engel olur. Mustafa Hıristiyandır çünkü, nasıl olur! Esma kararlıdır gider. Gider ama bu kez de önüne konağın tek oğlu Mehmet çıkar. Esma’yı bırakmaz. Mustafa köprüde beklerken Esma Mehmet ile cebelleşir. Derken Mustafa’nın anası çıkar, “gitme yakma kendini” der. Ana yüreğidir, zarar gelsin istemez.

17 Nisan 2010 Sayı:6

Mustafa anasından gizlenirken yüzüne vuran kızıllık, anasının; üzerine lambanın gazını döküp kendini yaktığı ateştendir. Esma, Mustafa ve Mehmet’in gözü önünde yakar kendini. Bilir çünkü iki sevdalının başına ne geleceğini. Öyle ya babası boşuna dememiştir Mustafa’ya, “Vazgeç, yıllardır sevsek de, sevmesek de, kendi içimizden evlendik.” Mustafa koşarak gider, ceketiyle söndürür yangını. Peki Esma diye yanan yüreğini... İşte buna cevabı, anasının “gitme oğul” demesi verir. Gitmez. Sonra Esma’ya durumu anlatmaya döner. Esma durumu görmüştür bir kere. Karşılıksız fedakarlık yapıp konağa gelin gideceğini ve farklılıklardan dolayı birlikte olamayacaklarını söyler. Bu fedakarlık da yetmez Esma’ya, Mustafa’nın arkasını dönmesiyle yakar kendini. Sevdanın ateşi olunca yanması kolaylaşır elbet. Sonra kendini Karadeniz’in çağlayan sularına bırakır. Sanmayın ki Esma, Mustafa’nın anasına bakıp da yaptı bunu. Köyün yaşlı kadını Marry Abla’dan buna benzer bir efsane dinledikten beri, “Ben olsam yarime kavuşmak için kendimi yakar mıyım?” diye çok sorar. Film sade bir üslupla anlatılmıştı. Her şey bir köprü üzerinde geçiyor diyebilirim. Bence bir simgeydi bu köprü. Köprüler kurarak ayrımcılığı kaldırmanın zamanı gelmedi mi artık, ne dersiniz? Ekin Baran


“Birisi karsısında öteki olmak” . Simon de Beauvoir, ilkaldığı şekil, biyolojik, psikoloçağlardan beri var olan bu jik, ekonomik kaderin verdiği bakış açısını, eskiden beri öne bir şekil değildir; uygarlığın sürülen, biyolojik analık görebütünüdür, erkeğe ve kadın vinden dolayı kadının geride denen kısırlaştırılmış ara ürüne tutulmasında, onun içsel olaşekil veren.” nın koruyucusu olmasında, er“Kurtuluşu başkalarında keğinse; dışarıya giderek kengörmek yıkılmanın en güvenli disini etkin insan olarak geryoludur” çekleştirmesinde görür. Erkek Kendisi de burjuva bir ailedünyaya egemen den gelen Simon olur. Dünyayı kende Beauvoir, disi için yeniden burjuva ideoşekillendirirken, “Dünyaya lojisinin kadına kadın sadece tekyüklediği kadın kadın olarak imgesine sert rarı üreterek yani doğurarak türü biçimde karşı gelinmez, korur. çıkar, kadınla özkadın Onun için erdeşleştirilen evkek egemenliği, lilikten ve çocuk olunur.” genel olarak kabul yapmaktan uzak gördüğü gibi büdurur. Sartre’la yük bir bedensel ilk karşılaştıklagücün sonucu değil, eylem ya- rı üniversite yıllarında, tipik pan insan olmasından dolayıbir kadın davranışı ile daima dır. Ama bu, eylem yapmayan Sartre’la birlikte yaşama isteğikadına göre böyledir. Kadınlar ni ön planda tutar. Ama sonrabu durumu kabul etmemeli, ki süreçte bu değişir: “Sartre’la birisi karşısında öteki olmakkarşılaştığım zaman, her şeyi tan çıkmalıdır. Çünkü: “Dünkazandığıma inanmıştım. yaya kadın olarak gelinmez, Onun yanında benim kendimi kadın olunur. Kadının insan gerçekleştirmem başarısızlıözünün, toplumun kucağında ğa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşunu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.” Simon de Beauvoir’a göre, özgür bir ilişkinin koşulu; kendisini öteki olarak gören kadın rolüne (yani evlenmeye ve çocuk yapmaya) hayır diyebilmesiydi. Bunu her türlü ev hayatını yadsıyarak gerçekleştirdi. Çok yaşlanıncaya kadar Sartre’la ortak bir evleri

olmadı. Birlikte yemekler pişirilmedi. Çocuk yapılmadı. Simon de Beauvoir, kendisini kadınca bir role zorlayacak her şeyden sert bir şekilde kaçındı. Sartre’la olan ilişkiden dolayı Beauvoir’un özgünlüğünden sürekli kuşku duyuldu. Bununla birlikte Sartre’dan hiç kuşku duyulmadı! Alıntılamalarda Sartre, Sartre olarak düşünülürken, Simon daima Sartre’la beraber anıldı. Ama gerçek böyle değildi. Her ikisi de sürekli birbirlerinin yazılarını eleştirdi ve etkiledi. Beauvoir da teorisinde yer verdiği birisi karşısında öteki olmaktan kurtulamadı. Mutlak olan, özne olan erkeklerin alanına giren, özne olmaya çalışan Simon, özgün olamamakla, en iyimser ifadeyle Sartre’nın düşüncelerini tekrar etmekle itham ediliyordu. Hangi filozof, hangi düşün insanı vardır ki, kendinden önceki ya da kendi dönemindeki insanlığın oluşturduğu birikimden faydalanmasın, onlardan etkilenmesin. Sorunu Beauvoir’in kavramlarıyla söyleyecek olursak, Öteki’nin özne olma çabalarına kendini mutlak olan olarak görenin gösterdiği tepkidir. Simon de Baeuvoir’in önemli bir yanı da düşünce sistematiğini oluştururken, teorisini “yaşanmış olan deneyimlere” dayandırmasıdır. Düşünsel üretimindeki özgünlük, salt felsefi kurgusal olmamasında yatar. “Bunun yanı sıra O, bir varoluşçu olarak; varoluşçuların ihmal ettiği eylem kategorisiyle, varoluşçu temel sorunları genişletti.” Onun özgürlük kavramı kadınlara yol gösterecek bir çağrıyı içerir. Simon de Baeuvoir’a göre özgürlük, insanın her gün

17 Nisan2010 Sayı:6

kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. Öteki olmaktan kurtulup, kendisi için özne olma yolunda bir zorunluluktur. Simone de Beauvoir’ın Le Deuxieme Sexe (İkinci Cins, 1948) adlı kitabı, feminist edebiyatın öncü klasiklerinden olarak kabul görmüştür. Ayrıca L’Invitée (Konuk Kız, 1943), Le Sang des autres (Başkalarının Kanı, 1944), Les Mandarins (Mandarinler, 1954), Pyrrhus et Cinéas (Pyrrhus ve Cineas, 1944), Pour une morale de l’ambiguïté (Belirsizlik Ahlakı Üzerine, 1947), La Vieillesse (Yaşlılık, 1970) ve La Longue Marche (Uzun Yürüyüş, 1957) gibi edebi değeri olan ünlü kitaplar ile hem Avrupa’da hem Amerika’da ünlenmiştir. Simone de Beauvoir, Mémoires d’une jeune fille rangée (1958: Bir Genç Kızın Anıları), La Force de l’âge (Yaşlılık, 1960), La force des choses (Kadınlığımın Hikâyesi, 1963), Une Morte très douce ( Sessiz Bir Ölüm, 1964) ve Tout compte fait (Hesap Tamam, 1972) adlı yapıtlarında, entelektüelliğin tarihini anlatmıştır. Düşünürün Paris’te aynı mezar taşını paylaşacağı hayat arkadaşı, varoluşçu felsefenin kurucusu Jean-Paul Sartre’la yaptıkları son konuşmalar ise La Cérémonie des Adieux (Veda Töreni, 1981) adlı eserde yayımlanmıştır.


ABD’den dünyaya... Birlik, mücadele, dayanışma! 1880’li yıllarda, işçi sınıfı üzerinde yoğunlaşan baskı, derinleşen emek-sermaye çelişkisi, çocuk emeğinin kullanımının yaygınlaşması, 14-15 saatlere varan çalışma saatleri söz konusuydu. Şirketler, fabrikalar giderek büyüp, servetine servet katarken; işçiler, sağlık, eğitim gibi en temel haklarından dahi mahrum kalıyordu. O yıllarda ABD’nin Şikago kentinde 40 bin tekstil işçisinin eylemi kanla bastırılmış, yine aynı kentte 8 saatlik işgünü için greve giden bin 400 işçinin işine son verilmiş, grevcilerin üzerine ateş açılmıştı. İşçi önderleri “olaylara neden oldukları” gerekçesiyle yakalanıp idam cezalarına varan cezalara çarptırılıyordu. Fakat

onca saldırı ve göz korkutma için 1888 yılında bir kampanya denemesi boşa çıkıyordu. Ölbaşlattı. Bu kampanya 1 Mayıs dürülen işçilerin cenazelerine 1890’da genel grevle taçlanyüz binlerce insan katılıyordu. dırılacaktı. Yüz binlerce işçinin Tüm bu saldırılar işçi sınıfının katıldığı eylemler, grevler yamücadele azmini daha da pıldı. Fakat istendiği şekilde körüklüyordu. sonuçlanmadı. İşçiler üretimden 1989 yılında gelen güçlerini Paris’te toplanan Bu kullanıyordu. 2. Enternasyonal, Makinelerin topraklarda Amerikan Emek durması, hayatın Federasyonu’nun alilk durması demekti dığı karara atıfta buluçünkü. narak 8 saatlik iş günü 1 İşçiler, örgütiçin 1 Mayıs 1890 Mayıs lenme ve grev yılında tüm dünyada hakkını dahi gösteriler düzenleme tanımayan siskararı aldı. Ve 1 Mayıs’ı temle karşı karşıya gelmişti. da, “Uluslararası Birlik, Müca1881 yılında ABD’de kurulan dele ve Dayanışma Günü” ola“Örgütlü Meslek ve Emek Birrak kabul etti. likleri Federasyonu” 8 saatlik iş İşçi ve emekçiler, 8 saatlik iş günü mücadelesini yaymak ve günü ve başkaca talepler üzesisteme karşı olan tüm işçi ve rinden 1 Mayıslarda alanlarda emekçileri biraraya getirmek binler olup haykırdı.

Anadolu’da 1 Mayıs ilk kez 1905 yılında İzmir’de kutlandı. Osmanlı dönemine denk gelen ilk eylemi, 1909 Üsküp kutlaması izledi. 1910’da da diğer Rumeli şehirlerinde kutlanmaya başlandı. 1935 yılında çıkarılan “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” adıyla çıkarılan düzenleme ile 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak genel tatil günlerine dahil edildi. 80 darbesine gelinceye kadar resmi tatil olarak kaldı. İstanbul’daki ilk 1 Mayıs kutlaması ile ilgili bazı kaynaklar 1910 bazıları ise 1912 yılında yapıldığını söylüyor. Bu gösterilerde; grev yasası, seçme seçilme hakkının tüm bireyleri kapsaması, emekçinin haklarını koruyacak kanunların çıkarılması gibi pek çok talep dile getirildi.

Kanlı Mayıs... Yasaklı yılların ardından işçi ve emekçiler, 1976 yılında Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs’ına şahit oldu. Yüz binler, onlarca koldan Taksim’e ilerliyordu. Ufukta insan vardı sadece. Ucu bucağı olmayan bir insan seli. Hakları için mücadele eden, haykıran binlerce insan. DİSK öncülüğünde gerçekleşen 400 bin kişilik miting, rahatsızlık yaratmıştı. Yükselen hareket bastırılmalıydı. 1977’ye gelindiğinde işçi ve emekçiler kadar devlet de tüm güçleriyle Taksim’deydi. Çünkü ‘76 1 Mayıs’ından daha görkemli bir kutlama olması bekleniyordu. DİSK öncülüğünde yapılan miting için sabahın erken saatlerinde Taksim’e

doğru bir insan akımı vardı. O gün işçi, emekçi, öğrenci, kadın, çocuk, yarım milyon insan Taksim’deydi. Saraçhane ve Beşiktaş olmak üzere iki koldan Taksim’e yürünmesine izin verilmişti. Miting’in başlama saati 14.30 olarak belirlenmişti. Fakat katılımın çok kitlesel olması ve alana kortejler halinde girilmesi sebebiyle bu saat 17.15’i bulmuştu. DİSK Başkanı Kemal Türkler açılış konuşmasının yaptığında alana giriş devam ediyordu. Türkler konuşmasını bitirmeden silah sesleri duyulmaya başladı. Sular İdaresi binası ve Pamuk Eczanesi’nin olduğu bi-

nanın üst katından açılan ateş sonucu insanlar, panik halde kaçmaya başladı. Kısa bir süre içinde, İntercontinental Oteli’nin (The Marmara Oteli) üst katlarından da ateş açıldı. Görgü tanıklarının ifadesinde, beyaz bir Renault aracın İstiklal Caddesi tarafından gelerek kitleyi yayılım ateşine tuttuğu ve Gümüşsuyu’na doğru devam ettiğine de yer verilmişti. Polis göstericilere müdahale ediyordu. Fakat silahlı şahıslar çok rahat ateş edip gözden kaybolmuşlardı. Panzerlerin siren sesleri, atılan ses bombaları, sıkılan su ve açılan ateş yüzünden paniğe kapılan kitle, Kazancı Yokuşu’na doğru koşarak ilerliyordu. Arkadan gelen panzerler kitleyi sıkıştırmıştı. Park halindeki bir kamyon kitleyi daha da sıkıştırdı. Birçok insan, ya panzerlerin altında kalarak ya

17 Nisan 2010 Sayı:6

da kalabalıkta ezilerek yaşamını yitirdi. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre ölenlerden 5’i açılan ateş sonucu, diğer kısmı ise ezilerek yaşamını yitirmiştir. Ayrıca 130 kişinin de yaralandığı söylenmektedir. Yaşanan bu katliamda kaç kişinin hayatını kaybettiğine dair net bir bilgi bulunmamaktadır. DİSK kaynaklarında 36 kişinin öldüğü yönünde bir bilgi olmakla beraber farklı kaynaklarda verilen rakamlar ve ölen kişilerin isimleri bire bir aynı değildir. Buna göre daha fazla insanın öldüğü yönünde bir fikir oluşturabiliriz. Mahkeme heyeti, polisleri ifadeye çağırmasına rağmen cevap verilmedi. Suç duyurusunda bulunuldu. Soruşturma açıldı. Fakat, üzeriden 5 yıl geçtiği için zaman aşımına uğramıştır, denildi ve aydınlatılmadı...


Vandallar ve insanlar ‘80 darbesiyle 1 Mayıs ücretli tatil günü olmaktan çıkarıldı. 1 Mayıs kutlamaları ve 1 Mayıs alanları yasaklandı.

ve saldırılar yaşanıyordu. Polis, provokasyon yaratmak için her türlü yönteme başvuruyordu.

Arama noktalarında da deTaksim’e çıkma girişimlevam eden polisin provokatif riyle başlayan yasaklı 1 Mayıs tutumu ve yaşanan gerginlik, kutlamaları, Şişli Abide-i Hür3 işçinin ölümü onlarca kişinin riyet Meydanı’nda izinli olarak yaralanmasıyla sonuçlandı. kutlanmaya başlandı. 1996’ya Hasan Albayrak, Yalçın Levent gelindiğinde, sendika konfeve Dursun Odabaşı polis kurderasyonları, siyaşunuyla yaşamını si partiler, devrimyitirdi. ci ve ilerici güçler, Birileri Sivil polisler, 1 Mayıs’ı ortak bir vandal mı kortejlere girip proalanda, Kadıköy vokasyon girişimlededi? Meydanı’nda kutrinde bulunuyordu. lama kararı aldı. Telsizinin sesini Kadiköy’de eylem öncesi 11 bin polis alana yerleştirilmişti. Eylem için gelen araçlar yollarda durduruluyor; eylemciler daha orada gözaltına alınıyordu. Alana giriş yollarına kurulan kontrol noktalarında gözaltı

açık unutan bir sivil polis, eylemciler tarafından yakalandı. Alandaki halk, haklı tepkisini gösterdi. Yakalanan polis dövülerek alandan uzaklaştırıldı. Bir televizyon kanalının olayı naklen duyurması ve bir başka yerde

polislerin eğlenerek seyrettiği bir linç girişimini de naklen yayınlaması, hafızalardaki yerini korumaktadır. Ayrıca ‘96 1 Mayıs’ı denince akla bir diğer trajikomik olay geliyor. Eyleme katılan bir kadın göstericinin elindeki sopayla laleleri ezmesi, burjuva medyanın manşetine yansımıştı. 3 ölümü görmek istemeyen gözler, lalelerin ezilmesini “koz” olarak kullanmış; “çiçeklerden ne istediniz” “vandallık” başlıklarıyla haber konusu yapmışlardı. 1996’da Kadıköy’de 1 Mayıs kutlamalarına, yaklaşık 150 bin kişi katıldı. ‘77 1 Mayıs’ı ve yasaklı yılların ardından ilk kez bu kadar insan, eylem alanında bir araya gelmişti. Eylemin ilk dakikalarında polisin silahsız göstericilere açtığı ateş sonucu 3 kişi hayatını kaybe-

dince, Kadıköy’de büyük bir kitlesel isyan gerçekleşti. Bu olaydan sonra Kadıköy, 2005 yılına kadar 1 Mayıs kutlamalarına yasaklı kaldı. Öfkeli binler, polis saldırısını barikatlar kurarak, sermaye merkezlerini hedef alarak yanıtladı. Devrimci hareket, ‘80 darbesiyle büyük kan kaybetmişti. Zamanla güç toplayan, kan tazeleyen örgütler, o gün adeta gövde gösterisi yapıyorlardı. Devrimci örgütlerin kortejleri, binlerce militandan oluşuyordu. Eylemcilere ateş edilmesi sonucu kitle ile güvenlik güçleri arasında çatışma çıktı. Öfkeli kitle barikat barikat, sokak sokak çatışıyordu. Yılların öfkesi birikmişti. Verilen canların hesabı sorulmalıydı. Umut, sokakları kızıla boyamıştı.

.

“Iste Taksim iste 1 Mayıs” . . Zaman... Zaman herşeyin ilacı mıdır? Tüm acıları dindirir mi zaman? Dindirse bile yaralardaki izleri silebilir mi? Böyle sorulara yanıt bulmak zordur, ama acılar hafiflese de, yaralar kabuk bağlasa da yaşananları unutturması mümkün değildir zamanın. En kötü hafıza bile yaşananları saklayacak bir yer yaratır kendi içinde. Özellikle yaşanan acıların yıl dönümleri başka bir önem taşır. Tüm öfke, hüzün, kararlılık o günde cisimleşir sanki. İşte yeniden Taksim! 1 Mayıs Taksim kararlılığı tam da böyle bir dönemde başladı. İşçi, memur sendikaları, devrimci ve ilerici güçler ‘77 1 Mayıs katliamının 30. yılında, Taksim’de olacaklarını açıkladılar. 30 yıl sonra yüz binler, katledilen 36 işçi ile omuz omuza işçi bayramını kutlayacaktı. Sendikaların yaptığı açıklama üzerine devlet erkanı da aldı

eline sazı. “Yasak”, “Provokasyan olabilir”, “Alan küçük” gibi açıklamaları birbiri ardına yaptı. Ancak, Taksim’e akmak isteyen kitleyi ne yapılan açıklamalar ne de “orantısız güç” engelleyebilirdi. Ne geçmiş tükendi ne yarınlar /Hayat yeniler bizlerigeçsede yolumuz bozkırlardan ‘Deniz’lere çıkar sokaklar... ‘77 Katliamının 30. yılında işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler barikatları aşarak Taksim’e ulaştılar. Ve hep bir ağızdan aynı slogan yükseldi; “İşte Taksim işte 1 Mayıs”. 2008 1 Mayıs’ı öncesi, sendikalar tekrarladı Taksim kararlılıklarını. Hükümet ise bu açıklamadan hiç hoşnut kalmadı, sendikalar ile masaya oturdu ve bu kararlılıktan vazgeçilmesi istendi. 1 Mayıs’a günler kala tüm televizyon ve gazeteler, Taksim 1 Mayıs’ından söz etmeye başladı. Son iki gün kala televizyon

ekranı ikiye bölündü, bir tarafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı diğer tarafta DİSK Genel Sekreteri. Bir taraf yasak diyor, diğer taraf 1 Mayıs sabahı DİSK önünden Taksim’e geçeceğiz diyor. Polis ise sabah 6.00’yı gösterdiğinde saldırılarına başladı. Yoğun gaz ve tazyikli su saldırısı ile günün ilk kutlaması başladı. DİSK Genel Merkezi ve Taksim civarındaki tüm sokaklara etten duvar örüldü. Ama işçiler emekçiler ve gençler bir an olsun o barikatları dövmekten vazgeçmedi. “Makul 1 Mayıs” Taksim kararlılığı iki yıldan sonra herkes tarafından çok net bir biçimde anlaşılmıştı. Hükümet bu kararlılığı kırmak için 2009 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın resmi tatil olacağını açıkladı. Bu, işçiler için bir lütuf değil geç ve eksik bir haktı. Valilik arka sokaklarda Taksim için çatışan kitleyi marjinal olarak gösterip

17 Nisan 2010 Sayı:6

makul sayıda bir kitleyi Taksim’e alacaklarını söyledi. Hiç kimse yapılan açıklamaları ciddiye almıyordu, her şey hazırdı, Taksim’e girilecekti! Ve o gün geldi. Geçen yıldan ders çıkarmıştı barikat çocukları. Mangalar sokakları bir bir kuşattı. Gözcüler, sapanlılar ve Promethus’un çocukları olan molotoflular... Onlar arka sokaklardaydı, onlar makul kitle ile aralarına kurulan barikatları yara yara Taksim’i fethedenlerdi. Kimisi onlardan korktu, kimisi onların ağırlığıyla ezildi, kimisi de onlar bu ülkenin vicdanıdır dedi. Ve Taksim yeniden zapt edildi.. Kızıl bayraklar Taksim anıtından dalgalanmaya başladı. Ve yine 1 Mayıs’a yaklaşıyor günler... Vali yine makul kitleden ve marjinal gruplardan söz ediyor. Ama herkes biliyor, bir kere aşıldı o barikatlar, artık kimse yeniden kapatamaz!


10

BAHARIN MUSTUSU . Öğrenci kadınlar, baharın sunumlar sonrası canlı tartışçağrısına kulak verdi. Baharın malar yaşandı. uyanışına kendi cephelerinMesleki yönlendirmeler suden karşılık veren genç kadın- numuyla, geçmişten bu yana lar, “İdare Etmiyoruz” diyerek öğrenci kadınlar üzerinde cinisyana durdular. Öğrenci kasiyetçi uygulamaların sürdüğü dınların ellerini ve belirtildi. Ve yüreklerini birleşcinsiyetçilitirdikleri adres bu ğin, en başta kez ODTÜ oldu. insan hakGenç kadınlar bir “Gel!/ Dinle kı ihlali olduhavaları/ Havalar 27 Mart günü ğu vurgusu seslerin yoludur, yapılarak, cinODTÜ’de 2. /Havalar seslerinle siyetçi ögedoludur/ Toprağın, Öğrenci Kadın lerin eğitim suyun, yıldızların/ sisteminden Konferansı’nda Ve bizim sesleriarındırılmamizle.../ Pencereye sı gerektiği buluştu. gel!/ Havaları dinle vurgulandı. bir;/ Sesimiz yaÖğretilmiş nındadır,/ Sesimiz kadınlığı bizseninledir...” zat besleyen Ankara’da; toprağın, suyun, bu yönlendirmelerle mücayıldızların sesine karıştı genç dele etmenin gerekliliğinde kadınların özgürlük türküsü. hemfikir olundu. Her tartışma Türk ve Kürt illerinden gelen başlığı bir farkındalık yaratgenç kadınlar, birbirlerinin bilinçlerine ve yüreklerine dokunmanın heyecanını yaşadılar. “İrade etmiyoruz, isyan ediyoruz” şiarıyla İzmir’den Amed’e, Çanakkale’den Sivas’a, Nurhak’ tan Denizli’ye, Eskişehir’den Bolu’ya, bir çok ilden genç kadın 27 Mart günü ODTÜ’de 2. Öğrenci Kadın Konferansı’nda buluştu. Öğretilmiş kadınlığa ve erkekliğe savaş açan genç kadınlar, cins bilincini kuşanarak kadın dayanışmasının önemine vurgu yaptılar. Sokakta, evde, okulda, işte, aşkta manın kaldıracı oldu genç yani tüm yaşam alanlarında kadınlarda. Üniversitelerde “erk”liğe karşı, alışılagelen ida- taciz-tecavüz sunumundan recilik pozisyonuna dur deme- sonra, bir kez daha kadın danin haklı gerekçelerini tartışyanışmasının önemi hissedildi. tılar. Cins bilinci aydınlanması Yalnızca kızkardeşleriyle el ele kadın nehriyle buluşmanın verirlerse ataerkil sisteme karşı güzelliğine vardı adeta. kazanım elde edebileceklerine Konferans tartışma başlıkişaret edildi. Genç kadınların ları; mesleki yönlendirmeler, seslerini ve sözlerini ortaklaşüniversitelerde taciz-tecavüz, tırma iddiasının, ete kemiğe ırkçılık-militarizm ve kadın, büründüğü bir ana tanıklık etti başörtü sorunu ve homofobi 2. Öğrenci Kadın Konferansı. gibi can yakıcı sorunlar olması Genç kadınlar cinsiyetçiliğe, bakımından değerliydi. Eğitici geleneksel kadın ve erkek

rollerine, erkek egemenliğine karşı mücadelenin; öncelikle ‘kadın bilinci’ edinmekten geçtiğini gördüler. Her alanda ‘Erkekleşen kadın’ olma haline dikkat çekilmesi, bir farkındalığı hissettirmesi bakımından oldukça değerliydi. Başörtü sorunu tartışması ise öğrenci kadınların bu konuda nasıl da resmi ideolojinin etkisinde kaldıklarını apaçık ortaya seren bir tartışmaydı. Başörtü sorunu; genç kadınlar nezdinde, politik özgürlükler kapsamında görülmediği gibi, bir kadın öğrencinin eğitim hakkının engellenmesi durumu da rahatsızlık yaratmıyor. Resmi ideolojinin yarattığı suni, laik-anti laik çatışmasından etkilenmiş genç kadınlar, uzun uzun tartışarak ortak kadın aklını yaratmanın yollarını aradılar. Homofobi sunumunda, eş-

cinselliği reddetmenin, bilinçli bir devlet politikası olmasının tek ve yegane nedeninin, ataerkil devlet geleneğinin bekasını sağlamak olduğu vurgulandı. ‘Erk’liğe karşı mücadeleyi her alanda yükseltmenin önemini bir kez daha kavrayan genç kadınlar, çözüm üzerine beyin jimnastiği yaptılar. Hukuki mücadelenin yanı sıra, kadınları sokağa çıkarmanın, hesap sormanın, idare etmemenin ve durumun özgünlüğünde teşhir çalışması

17 Nisan 2010 Sayı:6

yapmanın kazanımlarla sonuçlandığı deneyim aktarımı, ön açıcı oldu. Yapılan tartışmalarda, değişik örneklerin paylaşımı, empatiyi güçlendirdiği gibi içeriği de zenginleştiren bir yerde durdu. Öğrenci kadınlar tüm yalınlıklarıyla tartıştılar kendilerini, düşüncelerini. Geleneksel kadınlığı ve erkekliği besleyen durumları, tavizsiz reddetme cesaretini yüklendiler. Söz alan her genç kadın “ancak el ele verirsek, birbirimizin yüreğine dokunabilirsek acılarımızı sağaltıp hesap sorabiliriz” minvalinde konuştu. Çünkü kadınlar artık ‘aşk cinayeti’ adı altında katledilmek istemiyor, çünkü kadınlar, savaşlarda bedeninin ganimet olarak görülmesine isyan ediyor. Çünkü kadınlar ‘sıradanlaşmış’ taciz-tecavüz saldırısına daha fazla maruz kalmak istemiyor. Çünkü genç kadınlar biliyorlar ki ayrımcılık, cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobik düşünceler her şekilde ataerkil sistemi besleyen, ‘erk’liği yücelten histerilerdir. İşte 2. Öğrenci Kadın Konferansı tüm bunları teşhir ederken, cins bilinci aydınlanmasının ve kadın dayanışmasının geldiği eşiği yansıtan bir konferanstı. Baharın uyanışına eşlik eden genç kadınlar, bir konferans deneyimini daha geride bıraktı. Daha çok kadınla bu tartışmaları yürütmek heyecanımıza heyecan katardı muhakkak. Hazırlık aşamasında yaşanan eksiklikler ve daha fazla genç kadına ulaşmada atıl kalınması; konferansa yüklenen anlama denk düşmedi ne yazık ki. Canlı ve verimli tartışmaların yaşandığı konferans, çok şey öğretti oysaki. Şimdi genç kadınlar el ele verip daha ileriye yürüyecekler. Konferanstan aldığımız güçle genç kadın kitleleriyle buluşmaya! Ezgi Altıntaş


11

.-. KAVGANIN YIGIT TÜRKÜSÜ Bugün günlerden Pazartesi. Sokaklar sessiz, gün geceye dönmüş görünmeyen yüzünü; gece durgun, gece soğuk, gece kapatıyor bütün kara çarşafıyla kötülüklerin üstünü. Bahar giyinmiş bayramlıklarını ve çalıyor kapısını şehirlerin, tek tek... Yaşam olanca karışıklığıyla akıp giderken, kentin arka sokakları öksüz, arka sokaklar ötekileşmiş çocuklarıyla boğuşurken, çocuklar özgürlük sloganlarını yazarken duvarlara, kaldırım taşlarının altında ararlarken geleceklerini, bir kadın ayrılıyor onlardan. Adana’dan İstanbul’a uzanan bir yaşam, dünyanın bütün ezilenleri için çarpan bir yürek; sene 1995’i gösterirken, baharın dallarını örtü yapıyor üstüne. Avuçlarında taşıdığı hayatını koyuyor baş ucuna ve ŞENGÜLüşüyle, uslanmaz bir çocuk yaramazlığıyla, bakıyor geride bıraktıklarına. Gencecik yaşında sokakların uslanmaz kadını olup çıkıveriyor. Yaşamın kadına dayattığı bütün zincirleri top-

luyor avuçlarına ve tek tek yok ediyor her birini... Yaşamı bir çocuk gülüşüyle kucaklıyor. Uslanmaz hırçın dalgalar oluyor kavgada. Kötülüklerin üstüne dikiyor gözlerini, dostluktan yana örüyor duvarlarını. Birileri ona Güneş diyor. Belki güneş olup doğduğundandır karanlıkların üstüne; belki de güneş sıcaklığında duruşundandır. Kendinden ötesini koyuyor hayatının merkezine. O; yaşamda uslanmaz, hırçın bir çocuk olarak yer ediyor. Bedenini siper ediyor yanı başındakilere. O’nun yanında, başka akıyor hayat; onun yanında, başka bir güven yeşeriyor yüreklerde. Yıllardır sömürülmüş, kendi topraklarından sürülmüş ve nice acıları yaşamış bir halktan olmanın acısını yükleniyor omuzlarına. Sindirilmeye, yok sayılmaya çalışılan halkından alıyor cesaretini. Devrimci mücadelede kendini bulmuş, hayatını sosyalizme adamış bir Kürt kızı O. Meydan okuyor kimliğini yok saymaya çalışanlara. Ezilenlerin acısını yüreğinin orta yerinde taşıyor ve bir sokak savaşında çıkıyor Güneş karşımıza, ilk o ateşliyor kavganın fitilini ve siper ediyor bedenini yanı başındakine. Faşizmin kolluk kuvvetleri saldırıyor ve alıyorlar vazgeçemediği sokaklardan güneşi. Güneş cesaretini çığlık yapıyor, öfkesini savuruyor işkence-

cilerin suratına. Direnmenin, Yenilgi, umutsuzluk, sızumudun, kavganın adı Güneş lanmayı bir kenara koyuyor olup çınlıyor sokaklarda. yaşamını çizerken. Onun boBin yıllardır elleri, ayakları, yaları arasında sitemin, kolayı düşünceleseçmenin renkleri ri prangalı yoktu. O çizerken, kadının özyaşamı daima Sen de çıkar gürlük mücaumuttan yana, delesinde, bir zaferden yana, yüreğini halka oluyor değiştirmekten Şu Güneş’ten Güneş. Dört yana seçerdi renkduvardan düşen ateşe lerini. Geleceğe ötesi reva duyduğu büyük fırlat görülmeyen güvenden, haklı kadının taribir kavganın neferi hinde; sokakolmaktan ve koları seçiyor. münistliğin bir yaGündüzlerden ötesini; gecele- şam biçimi olduğu bilincinden ri de istiyor. Düzenin içerisinde beslenirdi onun yaşamı. kadına dayatılan bütün öğreVe ona dair ne varsa güneş tilmiş rollerin ötesine uzatıyor güzelliğinde yaşardı sokaklarellerini. Kavgada kadın insan da. Bugün, Güneş’ten süzülen olarak var ediyor kendisini. ışık demetleri aydınlatıyor üniKadının yazısız tarihine bir versiteleri, liseleri, fabrikaları... destan olarak geçiyor; hayatı, Bugün, yüreğini kavganın haradanmışlığı, yoldaş sıcaklığı, man yerlerine savuran, savuremekçiliği, feda ruhu, insan mak isteyen herkese Güneş’in sevgisiyle... Toplumsal bakış yaşamı yol gösteriyor. acısının kadını silikleştirdiği ve Güneş daha yirmibirindeyerkeğin gölgesinde bir kadın ken avuçlarında sevdanın yedi profili yaratmaya çalıştığı, karengini bırakıyor baş ucuna... dını; yaşamın yardımcı öznesi Ve o yedi renk, baharın olarak görme ön yargısını Gü- renklerine karışıyor. 3 NİSAN neş, yaşamıyla yok ediyor. Ka- Pazartesi günü saat 17.30’da dınların mücadeleye katılması ölüm düşüyor sokağın payına. önünde engellere yol açan eş- Güneş, kuş olup ölümsüzlüğe lerinin, ağabeylerinin ve erkek kanat çırpıyor. egemen toplumun karşısında; Mevsimler bahara durdukadının yanı başında oluyor ğunda bir başka göç mevsimi Güneş. Yaşamın ataerkil yanbaşlar bu topraklarda. Kuşlar, larını reddetmenin yanı sıra, kanatlarında güneşin kızıllığını devrimci mücadele içerisinde taşırlar meydanlara, sokaklade kadının üstüne yapışmış ra... geleneksel rollerin üstünde Ve bir şiir kavganın güneşiyer ediyor onun duruşu. Diyor ne sesleniyor. ya Andree Michel “Kadınların ‘’Bak/ Şu Güneş’ten düşen tarihi, her şeyden evvel baskı ateşe/ Milyonlarca kırmızı altına alınışlarının ve bunun yürek yanıyor/ Sen de çıkar gizlenişinin tarihidir’’ Bunun yüreğini/ Şu Güneş’ten düşen ötesinde bir şey öğretiyor Gü- ateşe fırlat/ Yüreğini yüreklerineş. En önde yürümeyi, cesamizin yanına kat’’ reti öğretiyor... ŞENGÜL BORAN (23 NiGüneş; sımsıcak bir güsan1974-3 Nisan 1995) lümseyiş, Güneş; sımsıcak bir Nuray Yurttaş kahkaha oluyor. Güneş deyince akla ilk; yüzünden hiç eksik olmayan gülümseyişi geliyor.

17 Nisan2010 Sayı:6


12

teri s ö al G r” r t a li Tiy ranıyo k i z Mü enor A an T s “Bir : 26 Ni h Tari 9:30 esi i t i s r 1 z e : Saat ge Üniv r Merke ü E Yer: BE Kült MÖT ir İzm

Tiyatr o Sesle : r Tarih: 2 Saat: 3 Nisan 2 Yer: K 0:30 u İSTAN mbaracı50 BUL

ti e n La isan n ı f ı 23 N n ı S Aç ih: 21 yt e Tar 0 n ü 00 201 at:20: olu C si / Sa Çayy ahne : Yer kçer S Gö kara An

Yıldır ım Turnu Satranç v (ÖDÜ aları L Tarih: LÜ) 0 Yer: 9 2-30 Mayı s .Y Toplu urt Satran ç lu ODTÜ ğu Odası / Ank ara 15 M ay Vicda ıs Dünya ni Re t Günü çiler Asker ölme e gitmey yii, reted öldürülm e enler in eyl yi em günü

South P Longe ark - Bigger r Tarih: 3 Uncut 0 Saat:1 Nisan 4: Yer: K 00 o Mavi S ngre Merke zi a Ünive lon-Anadolu rsi Eskişe tesi hir

gi da n i it Yılın M . nı e 4 r 2 a v Çe bil’in in İsy ’ r r rno relle üyo e ‘Ç Ye Büy isan anı N eyd 5 2 yM l u ıkö tanb d Ka İs

17 Nisan 2010 Sayı:6


13

Ulusal Sorun ve Marksizm Son bir yıldır “Kürt Açılımı” tartışmalarıyla yatıp kalkıyoruz. Kürt sorunu, hem devletin hem de devrimcilerin, sosyalistlerin çeşitli açılardan gündemini oluşturan bir sorun. Dolayısıyla ulusal soruna yaklaşım, coğrafyamız bakımından güncel ve temel öneme sahip bir konudur. Kürt sorununun çözümü bu denli çıplak bir şekilde dayattığı ve sol sosyalist kesimlerde sorunla ilişkilenişteki kafa karışıklıkları, Marksistlerin ulusal soruna yaklaşımını güncel kılmaktadır. Ulusal sorun karşısındaki tutum, tarihsel ve güncel olarak devrimci-sosyalistlerle, lafazanların arasında önemli bir turnusol işlevi görmektedir. Ulus, kapalı köy ekonomisinin yıkılması, aşiret örgütlenmesinin ihtiyaç olmaktan çıktığı tarihsel koşullarda, kapitalizmin şafağında ortaya çıkıp gelişen ve giderek egemen toplumsal örgütlenmeye dönüşen, kapitalizmin ürünü bir örgütlenme biçimidir. Bu örgütlenmenin merkezinde pazar ekonomisi durmaktadır. Feodalizmin yıkılışı ve kapitalizmin gelişmesi, doğal ekonomi de denilen kapalı köy ekonomisinin yıkılması ve meta üretimine dayanan pazar ekonomisinin tek merkeze doğru örgütlenmesi demektir. Ulus da parça ve yerel örgütlenmelerin dağılarak, pazar ekonomisi etrafında şekillenen merkezi çapta bir örgütlenmenin oluşması, demektir. Ulus; aynı toprak parçası üzerinde yaşayan, aynı dili konuşan, iktisadi ve kültürel birliği olan, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı insan topluluğudur. Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş hareketleri, tarihsel olarak üç dönemden geçmiştir. Birinci dönem, kapitalizmin feodalizm üzerinde zafer kazandığı, kendi burjuva devletini kurduğu dönemdir. Birçok batı Avrupa devleti uluslaşmasını bu dönemde tamam-

lamıştır. İkinci dönem, emperyalizm çağı ile birlikte ulusal sorunun artık uluslararası bir boyut kazandığı, sömürgeler ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin damgasını vurduğu dönemdir. Doğu Avrupa ve Asya halklarının uluslaşma, ulusal devletlerini kurma mücadeleleri bu dönemi kapsar. Ve bir bütün olarak bu ulusal hareketler 20. yüzyıla damgalarını vurmuşlardır. Üçüncü dönem ise Sovyet-sosyalist cumhuriyetler birliğinde ifadesini bulan, ulusal baskı ve sömürge politikasının son bulduğu, tarihten gelen fiili eşitsizliklerin giderilmesinin hedeflendiği dönemdir. Marksistler ulusal soruna her ulusun özgürce, kayıtsız şartsız, kendi kaderini kendisinin belirlemesi olarak bakarlar. Bu, ayrı bir devlet kurmak da olabilir, herhangi bir devletle birleşme şeklinde de. Marksistler, ulusal soruna yaklaşımlarını, ayrılma ve birleşme hakkının ezilen ulusun hakkı olduğunu, her şart altında savunma ve bu hakkını kullanabilmeyi güvence altına almak olarak tanımlar. Elbette biz sosyalistler, küçük küçük sosyalist devletlerin varlığı yerine, daha büyük ve güçlü bir sosyalist sistemden yanayız ve bunun propagandasını yaparız. Genel olarak ulusların kaynaşmasından, her türlü milliyetçi, şovenist yaklaşımın yok edilmesinden, enternasyonalizmden yanayız. Ulusların kaynaşması, şovenizmin ortadan kaldırılması ise ancak baskı altında tutulan, sömürgeleştirilen ulusların kurtuluşunun sağlanmasıyla gerçekleştirilebilir. Ayrılma hakkını savunmak da, bunu gerçekleştirebilmenin siyasal

ölçütüdür. Emperyalizm çağıyla birlikte, sömürgeciliğe karşı mücadelenin oynadığı anti-emperalist rol önemlidir. Sömürgecilik karşıtı bu mücadele, aynı zamanda sosyalist mücadeleyi de geliştiren, besleyen, ona moral ve güç veren bir rol oynar. Bunun en yakın örneği, coğrafyamızdaki ulusal mücadeledir. Ulusal sorun bakımından en fazla tartışılan, herhangi bir ulusun kendi kaderini hangi yönde tayin ettiği sorunudur. Yani; emperyalizme bağımlı kapitalist bir ülke olmaya doğru mu evrileceği yoksa sosyalist-antiemperyalist bir ülke mi olacağıdır. Burada iki şey birbiriyle karıştırılmaktadır. Biz, bir ulusun hangi şekilde olursa olsun kendi kaderini belirleme hakkının o ulusta olduğunu savunuruz. Yani, onun üzerinde hak sahibi bir yaklaşıma sahip olamayız. Böyle bir tutum şoven bir yaklaşım olur. Söz konusu ulusun gerici güçlerle ittifak yapması onlarla belli bir uzlaşma çizgisine girmesi bunu değiştirmez. Ama ezilen ulusun böylesi bir yönelime girmesi durumunda gerçekleri açıklar ve ezilen ulusul işçi ve emekçilerin bu gerçekleri görmesinin propagandasını yaparız. Bugün güncel bakımdan Kürt sorununa yaklaşımı da buradan belirleyemeyiz. Türk sosyalistleri, Marksistleri olarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ne yönde belirlediğinden bağımsız olarak kayıtsız şartsız savunmalıyız. Bunu yadsıyan, eğip bükmeye çalışan tüm şoven ve sosyal şoven yaklaşımlarla mücadele yürütmeliyiz. Kürt halkı üzerindeki her türlü baskı ve sömürüye karşı

Peki, ya Marksistler ne söylemeli?

17 Nisan2010 Sayı:6

durmalıyız. Toplumda yaratılan şovenizme karşı mücadele yürütmeliyiz. Ezen ulusun sosyalistleri bu çerçevede ayrılma hakkını savunmalı ve propagandasını yapmalıdır. Ezilen ulusun sosyalistleri ise birleşme hakkını savunmalı ve bunun propagandasını yapmalıdır. Ezen ulusun sosyalistlerinin tavrı, şovenizme ve sosyal şovenizme, ulusal baskı ve inkara, ulusal eşitsizliğe karşı mücadeledir. Ezilen ulusun sosyalistlerinin tavrı ise sömürgeciliğe karşı birleşik, güçlü bir sosyalist sistem için mücadele olmalıdır. Güncel bakımdan ezen ulusun sosyalistlerinin temel görevi, ezilen ulusun demokratik taleplerini eylemli bir şekilde sahiplenmek ve savunmaktadır. Ulusal imhaya, inkara, yasakçılığa, eşitsizliğe karşı ulusal hareketin yanında yer almak bu yönde tavır takınmaktır. Bunu gerçekleştiremeyen ezen ulusun devrimciliği şovenizmle sakatlanmıştır. Coğrafyamız bakımından devrimcilerin, sosyalistlerin zayıf noktası da budur. Ve bu konuda son sözü Lenin’e veriyoruz: “Bugünkü emperyalist çağda dünyadaki sosyalistlerin çoğu başka ulusları ezen, bu durumu geliştirmek için çaba gösteren ulusların üyesidir. Bu nedenledir ki; gerek barış gerek savaş zamanında ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünden yana propaganda yapmayan bir sosyalistin, gerçekte sosyalist ya da enternasyonalist olmadığını, yalnızca şovenist olduğunu ilan etmediğimiz sürece ‘toprak ilhaklarını karşı savaşımız’ anlamsız kalacak ve sosyal-yurtsever bağnazları hiç ürkütmeyecektir.” (Devrimci proletarya ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı, 29 Ekim 1915) UĞUR TIPAÇOĞLU


14

.

.

.

SOVENIZMIN KALBINDE NEWROZ . 21 Mart’lar baharın müjdecisidir. Yüreklerin ve akılların halaylara durduğu bu günde yüz binlerce ses yükselir gök yüzüne; ‘İlle de BARIŞ’ diyen. Newroz; isyandır, direngenliktir. Halkları birbirine vurduranlara inat, kardeşçe türküler yakmaktır. Açılım tartışmalarının hala devam ettiği şu günlerde 2010 Newroz’u çok güzel bir yanıt oldu sözde açılım yapanlara! Kürt halkı, açılım için muhatap bulamayanlara gerçek muhatabın kim olduğunu alanlarda gösterdi. Daha önce Newroz kutlaması yapılmamış olan birçok kentte bile bu yıl kutlamalar yapıldı. Kemalizmin en yoğun şekilde yaşandığı İzmir’de ise Türk ve Kürt işçi-emekçileri on binler olup alanlara aktı. Amed’i selamladı. Kampüsler de bu yıl,

Newroz ateşleri etrafında çekilen halaylar ve söylenen türkülerle renklendi. Dokuz Eylül Üniversitesi, Tınaztepe Kampüsü’nde ilk kez bu yıl kutlanan Newroz etkinliğine, yüzlerce öğrenci katıldı. Ege Üniversitesi’nde ise Edebiyat Fakültesi çimlerinde, Kürt gençleri kadar Türk gençlerinin de yoğun katılımıyla gerçekleşen Newroz, “Halkların kardeşliği” şiarına yakışır biçimde kutlandı. Yöresel giysilerle etkinliğe katılan Kürt gençleri; sarı, kırmızı, yeşil renklerle, etkinliğe ayrı bir görsellik kattı. El ele atlandı Newroz ateşi üzerinden. İşte bizler; biz Kürt ve Türk gençleri, el ele verip kardeşliği haykırırken, birileri bizi birbimize vurdurtuyor. Savaşı çıkaran biz değiliz ama; ölen de öldüren de hep bizler

oluyoruz. Evlatlarını bu savaşta yitiren acılı asker ve gerilla anneleri, artık savaş değil barış istiyor. Biz sosyalist gençler de bu anlamsız savaşa taraf olmayı reddediyor ve daha fazla kardeşimizin ölmesini istemiyoruz. Anadillerini özgürce konuşabilmek için, eşitlik ve barış istedikleri için daha fazla insanın katledilmesini istemiyoruz. Faşist ordu, askere çağırdığı gençlere öldürmeyi ve ölmeyi emrediyor. Nedense ölenler hep işçi ve emekçi çocukları oluyor. Siz hiç bir milletvekili oğlunun, askerde öldüğünü duydunuz mü? Bırakın ölmeyi, bırakın zor şartlarda askerlik yapmayı, uzun dönem askerlik bile yapmıyorlar... Vicdani ret, aslında tam da burada çok daha fazla önem taşıyor. Açılım derken, çözüm

derken bizlere çözümsüzlüğü dayatıyor, operasyonlara devam ediyorlar. Haksız yere gençler can verirken, bu savaşa birilerinin dur demesi gerekiyor. Barış için Vicdani Ret Platformu, vicdani ret kurultayları ile gençleri askere gitmemeye ve kardeş kanı dökmemeye çağırıyor. Kürt kardeşlerimizin uzattığı barış elini tutmak için Batı’dan, şovenizmin en yoğun olduğu illerden birinden, İzmir’den, vicdani ret çağrısını büyütüyoruz. Gelecek Newrozlarda daha fazla Türk gencinin Kürt kardeşleriyle Newroz ateşini harladıklarını göreceğimiz güzel günlerin umuduyla… İzmir’den Nazan

ÇÜ’DE NEWROZ Merhaba arkadaşlar, Çukurova Üniversitesi Özgür Gençlik okurları olarak, üniversitemizdeki gelişmeleri sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bu sayıda, üniversitemizdeki Newroz kutlamasından bahsetmek istiyorum

sizlere. Umudun, isyanın, direngenliğin adı olan Newroz, üniversitemizde tam da böyle kutlandı. Kutlamanın önüne geçmek ve Kürt gençlerinin iradesini kırmak için Newroz’dan birkaç hafta önce yurtsever

arkadaşlarımız devlet terörünün gazabına uğramış, birçok yurtsever arkadaşımız KCK üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Ama bu saldırılar Newroz ateşini söndürmeye yetmedi; bilakis isyan ateşini daha da harladı. Newroz bir kez daha direnmenin, kararlılığın adı oldu. İsyan ateşi her yıl olduğu gibi bu yıl da R1 alanında yakıldı. Kürt’üyle, Türk’üyle, Arap’ıyla yüzlerce genç, söyle-

17 Nisan 2010 Sayı:6

diği coşkulu marşların ardından halaya durdu. Ateşin üstünden atlanılmadan Newroz kutlaması olur mu? Olmaz. Ateşin üstünden bir kere değil, defalarca atladık. Çünkü isyan büyüdü, büyüyor ve daha da büyüyecek. İsyan etme gerekçelerimize her gün bir yenisi ekleniyor. Sıcaktır Çukurova toprakları, insanları ve isyanları daha da sıcaktır. Umut vaat eder Çukurova’da isyan için yakılan ateşler. Dumanı çok uzaklardan tüter, karanlık sevicileri rahatsız eder. İşte öyle rahatsız eden bir ateşti bizim Newroz ateşimiz. Nereden mi biliyoruz? Çünkü Newroz’un ardından

sıcağı sıcağına soruşturmalar geldi. Ateş yakıp Newroz’u kutladığımız için bizden savunma isteyecekler. Ama hiçbir yöntemle bizi isyan etmekten, Kürt özgürlük mücadelesine sahip çıkmaktan alıkoyamayacaklar. Şimdilik bu kadar arkadaşlar, hep birlikte isyanı büyütmeye devam edelim. Öyle bir büyütelim ki; dağlar, denizler, çöller aşsın çığlıklarımız. Dehakların kulaklarını tırmalasın. Adana’dan Robin


15

NEREDE KALMISTIK . Dünya döndü, dolaştı ve 1 ketlerinde militan bir mücadeMayıs’a yaklaşıyor. Dünya güle hattı belirginleşmeye başlıneşin etrafında tam bir tur attı. yor. Sendika bürokrasini aşan, Küresel ekonomik krizinin etki- sadece kendisinin değil diğer si emekçi yığınları vururken, en ezilen yığınların sözü eylemi, nihai sistemin kokuşmuşluğu vicdanı oluyor. Tüm ezilenler iyice belirginleşmeye başladı. işçi sınıfın öncülüğünde bir Yeni dünya düzeni dedikleri araya geliyor. Newroz’da alankapitalizm, emperyalist küreları dolduran dört milyon Kürt, selleşmenin sonuçlarıyla eski imha ve inkar siyasetine karşı çürümüş düzensizliğe döndü. özgürlük ve barış için adeta reAçlık, yoksulluk, savaşlar yaşlı ferandum yapıyor. Demokratik gezegeni yordu. Dünya, güne- talepleri uğruna yüz binlerce şin etrafında tam bir tur attı. Alevi, inançlarına özgürlük istiGenel grevler, işçi direnişleri, yor. Kadınlar 8 Mart’ın yüzüncü ezilen halkların yılında binler mücadeleleri olup ellerini başka bir dünyabirleştiriyor. Kutlamaların Bütün münın, yeni bir yaşamın arayışları cadelelerde nabzı oldu. gençlik en ön Taksim Rejim krizinsaflarda dövüdeki Türkiye’de şüyor. Gençlik Meydanı’nda kılıçlar kınına hiç hareketinde atacak. girmedi. Balyoz, bir araya geliş Ergenekon, ıslak ve ortak müimza, anayasa cadele eğilimi salvoları üzegüçleniyor. rinden AKP ve Genelkurmay Ezilenler güç biriktiriyor. savaşları, sistemi bir yöneteİşçi sınıfının uluslararası birmeme krizine derinleştirerek lik, mücadele, dayanışma günü götürüyor. Kürt açılımının ‘’Milli olan 1 Mayıs’ta, dünya son Birlik Projesine’’ dönüşmesinin yılların en görkemli kutlaması Kürt halkı nezdinde yarattığı şahitlik edecek. Türkiye’nin ve güvensizlik ve ekonomik krizin Kürt illerinin dört bir yanında emekçiler üzerindeki yıkımdan kutlamalar gerçekleştirilecek. kaynaklı AKP Hükümeti günKutlamaların nabzı Taksim den güne prestijini kaybediyor. Meydanı’nda atacak. EmekçiOrdunun en güvenilir kurulerin Taksim kararlılığı üzerinmundan, kontrgerilla faaliyet- den 1 Mayıs resmi tatil hakkı leri ve darbe planlarının açığa olarak kazanılmıştı. Şimdi geçıkmasıyla birlikte en güvenilçen yılın barikat barikat çarpımez kuruma doğru giderek şılarak kazanılan Taksim zaferi hızla toplumsal algı değişmeye üzerinden, meydan yasağının başlıyor. Rejim kan kaybediyor. kaldırılması mücadelesi emekBaşta TEKEL işçilerinin dire- çileri bekliyor. ‘77 katliamının nişleri olmak üzere, işçi harehesabını sormak için, yüz binler Taksim Meydanı’nda mahşeri bir buluşmaya hazırlanıyor. Daha önceki 1 Mayıs eylemlerinde alanların büyük bir bölümünü gençler oluşturuyordu. TEKEL dayanışma eylemlerinde, Newroz’da neredeyse tüm kitle mücadelelerinde genç kitleler sokakta. Üstelik bu

kitlenin hiç de azımsanmayacak bir bölümü mevcut bir politik örgütte kendini ifade etmiyor. Sokağa çıkan, arayış halinde olan bir hareket söz konusu olan. Üniversitelerde formasyon hakkı için bir anda eyleme katılan, kısa bir çağrı üzerine TEKEL dayanışma eylemlerine katılan, henüz örgütlenmemiş bir sol arayış var. Mesele, bu arayışı kendi bünyesinde örgütleyebilecek bir sosyalist seçeneği onlara taşıyabilmenin yöntemlerinde duruyor. 2010 1 Mayıs’ı sosyalist gençlerin kitlelerle buluştuğu, onlarla politika yaptığı bir ana neden olmasının önünde bir engel yok. Sosyalist gençler, tüm dikkatlerini tempolu, coşkulu bir 1 Mayıs çalışmasına yoğunlaştırmalı. Etkin kitle ajitasyonları ile üniversitelerdeki dar ‘solcu’ fanusunun dışına gençlik yığınlarına doğru çıkmalıdır. Uzun zamandır sosyalist gençler vicdani ret, kadın konferansı gibi anlamlı pratiklere imza atıyorlar. Ancak, yaygın kitle ajitasyonu gerçekleştirme, somut yeni ilişkiler açığa çıkarma noktasında sorunlar yaşanıyor. Kullandığımız araçlarda çeşitlilik, farklılık güçlü bir zenginlik kazanabiliriz. Özellikle dergimizin örgütlü kullanılışı, denetlenebilir bir çalışmanın ve planlamanın konusu olması gerekiyor. 1 Mayıs ozalitleri, bildirisi, davetiyesi, afişi, kuşlamaları, yazılamalarını yaygın şekilde kullanmalıyız. Mevcut gücümüzü, yeni tanıştığımız ilişkileri teknik, propaganda, ajitasyon, vb gruplarda somut işler üzerinden örgütlemeliyiz. 1 Mayıs piknikleri, şenlikleri,

17 Nisan2010 Sayı:6

film gösterimleri, gezileri ile kitlesel etkinlikleri hedeflemeliyiz. Öğrenci mahalleri, yurtları gibi yaşam alanlarına girmeliyiz. Evlere konuk olmak, derslere düzenli girmek, sadece 1 Mayıs’a gel çağrısı değil, aynı zamanda ilişki geliştirmenin biçimleri üzerine kafa yormalıyız. Her bir sosyalist genç, 1 Mayıs’a dönük olarak kaç genci katacağını hedeflemeli, bu kişisel hedefler üzerinden genel sayılar belirlenmeli. 1 Mayıs öncesi yapacağımız kitle toplantıları kararlarımızın herkesin katılabileceği, önerilerini sunacağı ve somut işleri paylaştırdığımız kolektif bir biçimde örgütlemeliyiz. 2 Mayıs’ı kazanmak için Deniz Gezmişlerin idam edildiği 6 Mayıs gününe dair anma etkinliklerine 1 Mayıs’ta kazandığımız taze güçleri taşımalıyız. Özellikle halkların kardeşliği için gençlik platformu kitlesel, birleşik anma eylemlerini örgütlemek bakımından çok değerli bir yerde durmakta. Bulunduğumuz bütün alanlarda Denizleri bayraklaştırmalı ve geniş gençlik yığınlarının yüreklerine iz bırakan ‘71 devrimci atılımının isimleri etrafında harekete geçirebiliriz. 15 Mayıs vicdani retçiler gününde İstanbul’da gerçekleşecek olan merkezi etkinliği nisan ayı boyunca yürüteceğimiz etkin siyasi faaliyetin bir finali olarak düşünebiliriz. Baharı kazanmak için genç sosyalistler kavga siperlerinin en önüne.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.