İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2015/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X173
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, 2015 yılının ilk sayısı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayımızın başyazısını 2014 yılında yaşanan gelişmelerin değerlendirildiği kapsamlı bir makaleye ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. 17 Aralık 2013 yılında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” adı altında kapsamlı bir operasyon başlatıldı. Bu operasyonun rüşvete ve yolsuzluğa karşı olmadığı, egemenlerin bir iktidar kavgası olduğu çok geçmeden ortaya çıktı. Operasyonlar kapsamında tutuklananlar teker teker aklandı ve açılan davalar düştü. Fakat kavga bitmedi, hala sert bir şekilde devam ediyor. Yolsuzluğa karşı mücadele olarak bizlere yutturulmaya çalışılan gelişmelerin perde arkasında neler olduğunu “Yolsuzluk kapitalizmin yol arkadaşıdır” adlı yazımızda bulabilirsiniz. Halkların kardeşliği sayfalarımızda Kobane’de yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğimiz bir makalenin yanısıra bu sayımızın halkların kardeşliği sayfalarını ağırlıklı olarak Ermeni sorununa ayırdık. 24 Nisan 2015 Ermeni Soykırımının 100. yıldönümü. Ermeni soykırımı
ile ilgili yazılarda, yaşanan soykırıma ve bu soykırımın görgü tanıklarının anlattıklarına yer verdik. Aynı sayfalarımızın devamında 19 Ocak’ta alçakça katledilen Hrant Dink’i anarken onun katledilmesine kadar yaşanan süreci ele alan bir değerlendirmeye daha yer verdik. Güncel sayfalarımızda Devrimci Parti Ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu (ICOR)’un 2. Dünya Konferansına faaliyet raporunu ve ICOR’un bu konferansta Filistin ve Demokratik hareketler üzerine aldığı iki kararı bulabilirsiniz. Son olarak Panorama sayfalarımızda Amerika’da yoğun bir şekilde gündeme gelen ırkçı cinayetler, Amerika’daki siyahlara karşı yaşanan ırkçılığı ve Avusturalya’da emperyalist ülkelerin G20 zirvesini değerlendiren iki yazı var. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. 2015 yılının yeni bir dünya için yürüttüğümüz mücadelenin daha da gelişip güçlendiği bir yıl olması dileğiyle... YDİ Çağrı Ocak 2015 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM DURUM VE GÖREVLERİMİZ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 YOLSUZLUK KAPİTALİZMİN YOL ARKADAŞIDIR!. . . . . . . . . . . . . . . . . 8 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN KİMİ GELİŞMELER VE KOBANÈ’DE DURUM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 100. YILDÖNÜMÜNDE ERMENİ SOYKIRIMINI UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 ERMENİ SOYKIRIMI - HAYATTA KALAN GÖRGÜ TANIKLARININ ANLATTIKLARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 SENİ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ AHPARİK!. . . . . . . . 23 19 OCAK’A -ELBİRLİĞİYLE- NASIL VARILDI?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
2
GÜNCEL ICC’NİN ICOR’UN 2. DÜNYA KONFERANSINA FAALİYET RAPORU. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34 İCOR 2. DÜNYA KONFERANSI KARARI - Filistin Üzerine. . . . . . . . . . 50 İCOR 2. DÜNYA KONFERANSI KARARI Demokratik Hareketler Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
PANORAMA IRKÇILIK VE IRKÇI CİNAYETLER SÜRÜYOR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52 G20 ZİRVESİ’NDEN BAZI GÖRÜNTÜLER!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Hüseyin Gül • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 173 · Ocak/Şubat 2015 • ISSN 1301692X171 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com · ydicagrigazetesi@gmail.com
B
DURUM VE GÖREVLERİMİZ
ir yıl daha geride kaldı. 2014’ün bilançosuna geri dönüp baktığımızda, emperyalizmin egemenliğinin her alanda sürdüğünü, emperyalizmin dünyayı barbarlığa doğru sürüklediğini ve emperyalistler arasında ki çelişmelerin giderek sertleştiğini görüyoruz. Emperyalizmin savaş, yoksulluk, açlık olduğu bir kez daha görüldü. Bir yandan yaşadığımız gezegene egemen olan ve yaşadığımız gezegeni kendi aralarında paylaşmak için dalaşan bir avuç emperyalist büyük güçler var. Diğer yandan emperyalizme bağımlı ezilen uluslar ve halklar var. Büyük insanlık, metropollerde birikmiş olan muazzam zenginliğe rağmen, yoksulluk içerisinde yaşıyor. Her gelen gün giden günleri aratıyor. İşçilerin, emekçilerin alım gücü her geçen gün giderek düşüyor. İşsizlik, yoksulluk giderek artıyor. Kazanılmış ekonomik ve sosyal haklar giderek budanıyor. İşçiler, emekçiler, budanan ve geri alınmaya çalışılan ekonomik ve sosyal haklara karşı savunma mücadeleleri yürütüyor. Açlıktan, savaştan, işkenceden kaçan milyonlarca insan göç yollarına düşüyor. Göç yollarında, insan tacirlerinin gemilere, tırlara balık gibi istif ettiği göçmenler, umuda yolculukta tır kasalarında, batan gemilerde yaşamlarını yitiriyor. Ege ve Akdeniz, göçmen mezarlığına dönmüş durumdadır. Emperyalist-
ler, ‘zenginlik’ adalarının etrafına duvar örmekte, sınır kapıları göçmenlere kapatılmaktadır. Duvarları örenler, insan hakları, demokrasi, özgürlük, seyahat özgürlüğünü savunma adına açıkça sahtekârlık yapmaktadır. Emperyalist güçler bir yandan barış nutukları atıyor, diğer yandan emperyalist çıkarlar uğruna savaş yürütüyor. Emperyalist büyük güçler, “terörizme karşı mücadele” maskesi altında savaş düzeninde yürüyor. Ukrayna, Suriye ve Afrika’da, dünya hegemonyası uğruna emperyalistler temsilci savaşları yürütüyor. Afrika’da çok yoğun bir biçimde emperyalistler karşı karşıya geliyor. Afrika’da bir dizi ülkede “iç savaş” var. O “iç savaşlar” ama esasında emperyalistlerin kendi aralarında ki, orda ki temsilcileri üzerinden yürüttükleri, yer yer kendilerinin de doğrudan müdahale ettikleri savaşlardır. Emperyalist güçler, dünyayı yeniden dizayn etme, yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar! Yürüyen savaşlarda ölenler, sakat kalanlar, evsiz barksız kalanlar, açlık çekenler, göç yollarına düşenler yine ezilen sömürülen geniş halk yığınları oluyor. Emperyalist güçler, kendilerinin üretip, büyütüp beslediği küçük haydutlar kontrollerinden çıkınca, “terörist”, “terörizme karşı mücadele” adına yaygarayı basıyor. Terörizme karşı mücadele adına, Afganis-
gündem
2014 BİTERKEN....
3
gündem 4
tan, Irak ve Suriye bombalanıyor. Emperyalistler açısından bugün baş düşman IŞİD’dir. Bugün yaratılan algı şudur: Bir yandan batının “demokratik değerleri”, diğer yandan IŞİD’in Al Kaide’nin İslam kültürü var. IŞİD, barbar gerici, kafa kesen ve kendisi gibi düşünmeyenlere hayat hakkı tanımayan bir örgüt. Bugün baş düşman dünya çapında İslamcı terörizmdir! Bunun gerisinde yatan emperyalizmin hedefinde ki İslam’dır. İslam, terörizmle eşitleniyor. İslamcılar ise, hayır, İslam “barış” dinidir savunusunu yapıyor! Ilımlı İslamcılar, IŞİD’in İslam’la ilgisinin olmadığını, gerçek İslam’ı kendilerinin temsil ettiğini savunuyor! Esasında ikisi de İslam’dır. Biri batılı emperyalistlerle işbirliğine hazır ve modern İslamcılardır. Diğeri, kendi savundukları İslam düşüncesinin dışındaki hiçbir kimseye, bunlar Müslüman bile olsa hayat hakkı tanımayan ve en ilkel biçimlerde de şiddet kullanan, bu yarattığı şiddetle, dehşetle evet, iktidar alanları da açan radikal İslamcılardır. ‘Demokrasi, batılı değerler’ nutukları atanların özünde İslam’dan bir farkları yoktur. Bütün dinler kılıç zoruyla yaygınlaştırılmıştır. Hıristiyanlık kılıçla Hıristiyanların olmadığı yerlere taşınmıştır. Dinin gereği budur. Batılı emperyalistler, mutlak gerçeği kendilerinin temsil ettiğini ve bu mutlak gerçeğin karşısında duranların düşman olduğunu savunuyor! IŞİD gibi ilkel teröristlerin eylemlerine karşı çıkma adına, Müslüman olanların tümüne karşı, onlar barbardır biçiminde tanıtılıp ırkçılık geliştiriliyor. Bir yandan demokrasi nutukları; diğer yandan her yerde hızla tırmandırılan iç faşistleşme. Bu anlamda IŞİD, emperyalist gericiliğin, ırkçılığın geliştirilmesi için kullanılıyor. Emperyalistler için yeni bir baş düşman yaratmak ve o baş düşmanın şahsında, kendi ülkelerinde ırkçılığı geliştirmek için IŞİD’den daha iyi bir şey bulunamazdı! IŞİD denen örgütün ortaya çıkması, emperyalist baskı ve sömürü politikasının bir sonucudur. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Herkes bu soruyu kendisine sormalıdır. Kâr uğruna doğal kaynaklar talan ediliyor. Egemenler açısından çevrenin korunması diye bir sorun yok. Ozon tabakası deliniyor. Sular zehirleniyor, tropik ormanlar ve bitki örtüsü yok ediliyor. Doğanın dengesinin bozulması, iklim değişikliği sonucu, sel felaketleri ve çölleşme giderek artıyor. Artan açlık ölümleri, hastalıklar ve göç sarmalı. Kısaca doğal dengeler kâr uğruna bozuluyor, insanlığın yaşam temelleri dinamitleniyor. Kimdir bütün
bunları yapan? Emperyalizm ve onun yerli uşakları. Erkek egemenliği her alanda sürüyor. Savaşların acılarına, yıkıntılarına daha fazla çocuklar ve kadınlar maruz kalıyor. Savaşlarda kadınlar da tıpkı erkekler gibi yerlerinden yurtlarından oluyor. Taciz, tecavüz, köle pazarında satılmak, tecavüzcünün çocuğunu doğurmak zorunda kalmak, kadınların bitmeyen işkencesi. Kadına yönelik cinsel şiddet, savaş stratejisinin bir parçasıdır. Bütün savaşlarda kadınların kaderi hep aynı. Kafa keserek doludizgin ilerleyen IŞİD var. Kadınlara tecavüz ederek öldüren, kaçırıp cariye olarak satan, Kürtleri, Ezidileri, Türkmenleri, Hıristiyanları yok etmeye çalışan ilkel terörist bir örgütü yatanlar ve büyütenler emperyalizm ve bölge güçleridir. Beş bin kadının kaçırıldığı, beş yüz kadının cariye olarak köle pazarında satıldığı anlaşılıyor. O kadınların akıbeti hakkında hiçbir bilgi yok. 2014 yılı, ülkelerimizde yoksullar için yoksulluğun arttığı, milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığı bir yıl oldu. İşsizlik artıyor. Milyonlarca insan asgari ücretle çalışıyor. Erkekler kadınları öldürüyor. Kadınlar cinsel şiddete, tacize ve tecavüze maruz kalıyor. Her gün iş kazalarında işçiler öldürülüyor. İşçi sağlığı ve güvenliği en arka sıralarda yer alıyor. Patron ve devlet açısından önemli olan daha fazla kârdır. Gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması sonucu meydana gelen işçi ölümleri kaza değil, cinayettir. Bu cinayetlerden patronlar ve AKP hükümeti sorumludur. 2002 Kasım’ından beri AKP iktidardadır. Uluslararası büyük güçler açısından esasında RTE, AKP hükümeti güvenilir bir hükümet olmaktan, kontrol edilebilir bir hükümet olmaktan çıkmış durumdadır. Emperyalist büyük güçler, AKP hükümetinin alternatifini arıyor. Şu anda askeri bir darbe ile AKP hükümetini götürme ihtimali yok. Alternatifini bulsalar seçimlerle AKP’yi götürmek için yüklenecekler. Alternatif olarak, bunlarla işimizi yaparız diyebilecekleri, onlara güven veren ve aynı zamanda halkın oy veren kesiminin çoğunluğunu sağlayabilecek bir alternatif yok. O yüzden emperyalist büyük güçlerin genel siyaseti, şu anda AKP’ye karşı, AKP’yi anti seküler güç, İslamcı güç, şeriat isteyen güç, şeriatçılara yardım eden güç vs. olarak gösterip baskı altına almaktır. Uluslararası alanda AKP’yi tecrit etmek, baskı altına almak için bu siyaset uygulanıyor. Evet, AKP hükümeti istenmeyen bir hükümettir ama bu hükümetle de idare etmek zorundalar. AKP hükümeti Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da egemenliğini
yana iktidar dalaşı esasında Gülen Hareketi ile AKP arasında yürüyor. CHP, MHP, Gülencilerin istihbaratına dayanarak, onların elindeki belgelere dayanarak muhalefet yürütüyor. Bu iktidar mücadelesinde, kılıçların artık kınına sokulması mümkün değil. AKP, Gülen Cemaatini en son MGK toplantısında terörist örgüt olarak tespit etti. AKP’ye göre; Gülen Hareketi, ulusal çıkarlar için bir tehdit. Önümüzdeki dönemde çok daha yoğun bir cemaat temizleme operasyonları gündeme gelecek ve iktidar dalaşı giderek sertleşecektir. Ülkelerimiz siyasi olarak kutuplaşmış durumdadır. Bir tarafta AKP hükümeti ve destekçileri var. Diğer tarafta ise anti AKP cephesi var. Anti AKP cephesinin başını Gülenciler çekiyor. Ne yazık ki, bütün sol anti AKP cephesinin peşine takılmış durumdadır. Sol, bu iktidar dalaşında ya birinin ya da ötekinin kuyruğunda hareket ediyor. De fakto durum budur. Son dönemde AKP hükümeti bağlamında ve özellikle de Erdoğan bağlamında, ne olursa olsun Erdoğan gitsin şeklinde bir muhalefet var. Öbür tarafta da Erdoğan’ı Allah gibi gören büyük bir kitle var. Türkiye bu biçimde bölünmüş durumdadır. Bu bağlamda ama bir başka şey daha oluyor. Cemaat ile AKP ittifakı döneminde temizlenen ve esasında kıpırdayamaz hâle getirilen eski Kemalist bürokrasi, en başta da ordu şimdi aklanma durumundadır. Balyoz, Ergenekon davaları esasında sahte “deliller”le yapılan davalar olduğu algısı yaratıldı, yaratılıyor. Algı bu. Yani hiçbir darbe teşebbüsü filan yokmuş! Bu algı oluşuyor. Bu tehlikeli bir gelişmedir. Biz komünistler, devrimcilerin, hâkim sınıfların kendi arasında ki iktidar dalaşında onun parçası olmamamız ve kendi bağımsız siyasetimizi geliştirmemiz gerekir. Ülkelerimizde, devrimci ve komünist hareket çok güçsüzdür. Bu güçsüzlüğe rağmen doğru tavır anti AKP cephesinin peşine takılmak değildir. Bu zor bir iştir ama yapılması gereken tek doğru tavır, bağımsız bir siyasetin ortaya konulmasıdır. Türkiye’de ki bütün devrimci güçlerin gücü % 1 bile değildir. Türkiye’de kitle bazı olan tek hareket Kürt ulusal hareketidir. Oslo görüşmelerinin basına yansıtılması ile durulan ‘barış’ süreci 2012 Aralık ayında İmralı’da yapılan görüşmeler ile yeniden başlatıldı. Kobanê eylemleri ile görüşmeler kısa süreliğine askıya alındı. HDP ile AKP hükümeti arasında yapılan görüşmeler sonucu, İmralı heyeti genişleyerek Öcalan’la görüştü. ‘Barış’ süreci hakkında dergimiz sayfalarında birçok yazı yazdık.
gündem
geliştirmek istiyor. Emperyalizm ve Türk burjuvazisi açısından belirleyici olan dostluk değil, çıkardır. Bir yandan Türk burjuvazisinin çıkarları var. Diğer yandan emperyalist büyük güçlerin çıkarları var. O çıkarlar kesiştiği zaman bir aradalar. Çıkarlar uyuşmadığı zaman karşı karşıyalar. Türkiye’nin konumu bu bağlamda, geçen on yıllara göre değişmiş bir konumdur. Türkiye geçen on yıllarda, emperyalist büyük güçlere rağmen bir politika geliştiremezdi. Bu mümkün değildi. Bugün yaptığı budur. Türk burjuvazisinin çıkarları ile emperyalistlerin çıkarlarının çatıştığı noktada, evet, AKP hükümeti, Türk burjuvazisinin çıkarlarını merkeze koymaktadır. Ve bu emperyalistler açısından güvenilmezlik demektir. Tabii ki bugünkü Türk hükümeti, AB ile Amerikan emperyalizmi ile işbirliği içerisindedir. Fakat AKP hükümeti, çıkarların çatıştığı noktada evet, hayır öyle olmaz diyebilme durumundadır. Türkiye’de ki gelişmeler, siyasi gelişmeler, işçi sınıfının hareketi, devrimcilerin hareketi vs. tarafından belirlenmemektedir. Gelişmeler, egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşı sonucu belirlenmektedir. 2002’de AKP iktidara geldiğinde, Gülen hareketi, AKP’nin perde arkasındaki iktidar ortağıydı. Gülen kadroları, devlet içinde örgütlenmişti. Özellikle polis ve yargı içerisinde Gülencilerin küçümsenmeyecek etkileri vardı. AKP hükümeti, kendi çıkarlarına uygun görmediği kimi noktalarda batılı emperyalistlerden ayrı bir siyaset savunuyordu. Mavi Marmara olayında, Gülen Cemaati ABD’nin çizgisini savunuyordu. 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve tutuklanmak istenmesi AKP ile Gülen Hareketi arasında ilişkilerin gerilmesine neden olmuştu. Dershaneler, Gülen hareketi için önemli bir rant kaynağı idi. Özel okullar, kreşler, yurtlar ve dershaneler Gülencilerin arka bahçesi idi. Gülen kadroları ve taraftarları bu okullardan başlayarak yetiştiriliyordu. Dershanelerin kapatılmak istenmesi, Gülencilere vurulacak bir darbe idi. Kavga su yüzüne çıkana kadar, Gülencilerin istemleri AKP hükümeti tarafından yerine getiriliyordu. Gülenciler, iktidar ortaklığından iktidara geçmek istiyordu. Gülencilerin iktidar olması, AKP’nin çıkarlarına uygun değildi. İplerin atılmasının nedeni, Gülencilerin iktidarı istemesi ve AKP’nin buna karşı çıkmasıdır. 2012’nin başlarına kadar Erdoğan ile birlikte hareket eden ve devlet içinde çok önemli mevzileri ele geçirmiş olan Gülen Cemaati ile AKP arasında ki koalisyon bozuldu. 17 Aralık 2013’te bütün köprüler atıldı. Ve ondan bu
5
gündem 6
Kürt Ulusal Hareketi ve Abdullah Öcalan, Türkiye’de Kürt ulusunun ayrılma hakkını bir kenara koymuş durumdadır. Andaki siyaset, Türkiye devleti sınırları içerisinde demokratik özerklik denen modelin geliştirilmesidir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, ana dilde eğitim, Kürt kimliğinin tanınması, Anayasanın değiştirilmesi ve Kürtlerin eşit vatandaş, kurucu unsur olduğunun kabul edilmesi vb. temel taleplerdir. Bu taleplerin kabul edilmesi ile gerçek anlamda Kürt sorunun çözüleceği düşünülmemelidir. Gerçek kurtuluş, ülkelerimizin tam demokratikleşmesine bağlıdır. Tam demokratikleşme ancak demokratik halk iktidarı ile olur. Gerçek kurtuluş zoraki birliğin parçalanmasından geçer. Birlikte yaşamanın ön şartı zoraki birliğin parçalanması ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. Gerçek kurtuluş bu olmasına rağmen, Kürt Ulusal Hareketi’nin oldukça geri düzeyde ortaya koyduğu talepler için savaş yürütmesi gerekli değildir. Bu anlamda savaşın sonlandırılması ve akan kanın durması doğrudur. Savaşın sonlandırılmasını doğru görmemiz, ortaya konulan taleplerle Kürt sorunun gerçek anlamda çözüldüğü, çözüleceği anlamına gelmiyor. H DP/DBP gerçek anlamda burjuva demokrat partiler değildir. Bu partiler, ülkelerimizde var olan partiler içerisinde burjuva demokrasisine yakın görüşler savunmaları ile öne çıkmaktadır. HDP/DBP, reformist ve sistem içinde yer alan partilerdir. Bu partilerin sistemin temellerine yönelme diye bir dertleri yoktur. HDP/ DBP’nin kendine özgü bağımsız bir siyasetleri de yok. Bunların siyasetleri Kandil ve İmralı tarafından belirleniyor. Bu partiler, Kandil ile İmralı arasında sıkışmış durumdadır. Bu partiler kendi başlarına iş yapamıyor. Kendi başlarına iş yapmaya kalktıklarında, ya Kandil’den ya da İmralı’dan azar işitiyorlar. Apo, tavır belirlemediği durumlarda HDP/DBP kendi ba-
şına iş yapabilecek durumdadır. 2014’ün ilk 11 ayına baktığımızda, işçi mücadelelerinde bir kıpırdanmanın sürdüğünü söyleyebiliriz. Bir bütün olarak bakıldığında bu işçi mücadeleleri zayıftır. İşçi mücadeleleri daha çok savunma eylemleri ile sınırlı kalmaktadır. İşçi sınıfı içerisinde, biz de dâhil olmak üzere sol devrimci örgütlenme zayıftır. İşçilerin sarı sendikalara güveni yoktur. Temmuz 2014 verilerine göre, SGK’ya kayıtlı 12 milyon 287 bin 238 çalışan var. Bu çalışanların 1 milyon 189 bin 481’i sendikalıdır. Bu verilere göre sendikalarda örgütlenme oranı yüzde 9,68’dir. İşçilerin % 10’nu bile sendikalarda örgütlü değildir. 2014’te yapılan grev ve direnişlere baktığımızda, işçi eylemlerinin kural olarak savunma eylemleri olduğu görülmektedir. 2014’ün kimi direniş ve grev mücadeleleri şöyledir: Ocak 2014’te Cerrahpaşa Hastanesi’nde taşeron şirkette çalıştırılan Devrimci Sağlık İş üyesi 11 işçinin işinin gasp edilmesi ve Başhekimliğin de buna sessiz kalması üzerine işçiler direniş başlattı. 2014’ün en önemli direnişi Hadımköy Greif fabrikasında çalışan 600 işçinin fabrikayı işgal etmesidir. Mart 2014‘te Nakliyat-İş üyesi PTT taşeron işçileri, taşeron şirketin ödemediği ücretlerini alabilmek için dört gün süren direniş gerçekleştirdi. İşçiler, hem geçen yıldan kalan ücretlerin ödenmesini sağladı, hem de bu direniş nedeniyle işten atılmak istenen 5 işçinin işten çıkarılmasını engelledi. Nisan 2014’te Ataşehir Belediyesi’nde taşeron firma aracılığı ile çalıştırılan 20 işçi işten çıkarıldı. Atılan işçiler arasından sadece iki işçi belediye önünde oturma eylemine başladı. Nisan 2014’te, Alanya Devlet Hastanesi’nde örgütlenme çalışması yürüten Dev Sağlık İş sendikasının üyeleri işten çıkarıldı. Sendikal örgütlenmeyi engellemek için çeşitli bahanelerle işten çıkarılan işçiler hastane bahçesine çadır kurdu. Nisan
ğil, önünde yürür, yürümelidir. Bu tespitlerimizden kitle ve işçi sınıfının anda yürüyen eylemlerini küçümsediğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Biz her grevi, her kitle eylemini, onun içinde yer alanlar için bir okul olarak kavrar, kendi özgülünde ele alıp değerlendiririz. Karşı çıktığımız subjektifizm ve subjektif analizlerdir. Zayıflık, güce tapmayı beraberinde getirmektedir. Günümüzde kuyrukçuluk, kuyruğa takılma devrimci hareketin temel zaafıdır. Ülkelerimizde ki siyasi gelişmeler, egemenler arasında ki iktidar kavgası sonucu belirlenmektedir. Ülkelerimizde iki kutuplaşma ortaya çıkmıştır. Bir tarafta AKP hükümeti ve yandaşları var. Diğer tarafta ortak paydası AKP karşıtlığı olan anti AKP cephesi var. Devrimci örgütler anti AKP cephesinin kuyruğuna takılmış durumdadır. Anti AKP cephesinin önderliğini Gülenciler yapmaktadır. Bu cephe için, ne olursa olsun AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması için her yol mubahtır. Devrimci hareket, kendi bağımsız siyasetini yaratma, geliştirme görevine sahiptir. Devrimci hareketin görevi, kolera ile veba arasında bir tercih yapmak değildir. Devrimci/komünist hareket, mücadelenin sivri oklarını sadece AKP hükümetine yöneltmekle kendisini sınırlamamalıdır. Devrimci/komünist hareket, mücadelenin sivri oklarını sistemin temellerine yöneltmek zorundadır. Bu faşist devlet yıkılmalıdır. Sermayenin çıkarlarını savunan, hayatı işçilere, emekçilere zehir eden bu sistem, kan emici bir sistemdir. Mücadelemiz köhnemiş sisteme karşıdır. İçinde bulunduğumuz relatif zayıflık bizi korkutmuyor. Bu sistemin, bu barbarlığın alternatifi var. Bu alternatif sosyalizmdir. Sosyalizm, daha fazla kârı değil, çalışanların sürekli artan maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir sistemdir. Sosyalizme varmak mümkün ve gereklidir. Sosyalizm insanlığın geleceğidir. Aksi halde insanlığın geleceği yoktur. Eğer sosyalizm işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesiyle kazanılamazsa, dünyayı bekleyen hep birlikte çöküştür. İşçilerin, emekçilerin kendi iktidarı için kazanacağı koca bir dünya vardır. Görev, bu yeni dünya için mücadele etmektir. Görev, yaşadığımız gezegenin barbarlık içinde çöküşünü engellemektir. Görev, işçi sınıfının gerçek öncüsünü işletmelerde inşa etmektir. Görev, sömürünün değil özgür emeğin egemen olduğu bir dünya için mücadeleyi merkeze koymaktır. Haydi görev başına...
Aralık 2014 ✓
gündem
2014’te, Muğla’nın Milas İlçesi’ndeki Yeniköy ve Kemerköy ile Yatağan Termik Santrali ile her iki ilçedeki kömür işletmeleri enerji ve maden işçileri tarafından işgal edildi. Mayıs 2014’te, Zorlu Center inşaatında çalışan taşeron işçileri, yatırılmayan ücretleri ve diğer hak gaspları nedeniyle 5 Mayıs’ta iş durdurma eylemi yaptı. Antalya’da faaliyette olmayan Anteks iplik fabrikası işgal edildi. Haziran 2014’te, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde toplu sözleşme ve sendika haklarının gasp edilmesi ve Soma maden faciasını protesto ettikleri için işten atılan Dev Sağlık-İş üyesi 8 taşeron işçi direnişe başladı. Haziran 2014’te, Kristal- İş sendikası 20 Haziran günü, Şişecam Topluluğu bünyesindeki on cam fabrikasında 5 bin 800 işçinin katılımı ile grev başlattı. Eylül 2014’te, Beşiktaş Belediyesine bağlı BELTAŞ A.Ş adlı firmada park ve bahçe işlerinde çalışan 239 işçinin toplu sözleşme görüşmeleri devam ederken iş akitlerinin feshedilmesi üzerine direniş başlatıldı. Görüldüğü gibi eylem ve direnişler istenilen ölçüde değildir. Gerek dünyada, gerek ülkelerimizde yaşamın her alanında barbarlık yaşanıyor. Ve bu barbarlık her geçen gün azalmıyor, artıyor. Bu gidiş, dünyayı, insanlığı çöküntüye, batışa götüren bir gidiştir. Bu gidişe dur denmezse dünyanın, insanlığın geleceği karanlıktır. Biz komünistler olarak bu durumu görüyor ve uyarıyoruz. Yazı içerisinde devrimci/komünist hareketin oldukça güçsüz olduğunu belirttik. Bu güçsüzlük sadece ülkelerimize özgü bir durum değildir. Ne yazık ki; bütün dünyada devrimci/komünist hareket en zayıf dönemlerini yaşıyor. Devrimci/komünist hareket zayıf dönemini yaşıyor ama bu zayıflığın yanında savunulan yanlış görüşler ve yapılan yanlış analizler temelinde zayıflık giderek dibe vuruyor. Ülkelerimizde ve birçok ülkede, kitle eylemleri ve işçi grevleri yapılıyor. Kural olarak yapılan bütün eylemler, sistemin temellerine yönelmeyen daha çok kazanılan hakların geri alınmasına karşı yapılan eylemlerdir. Yani savunma eylemleridir. Devrimci hareket, bu hareketleri değerlendirirken, hareket içerisinde var olmayan talepler varmış gibi göstermekte, hareketlere devrimci içerikler yüklemekte, istekleri hareketin gerçeği imiş gibi göstermektedir. Kendi isteklerini, düşüncelerini kitlelerin de isteği ve düşüncesiymiş gibi gösteren, aslında kendisini olduğu kadar kitleleri de aldatan bir tavırdır bu. Kitle hareketlerinde var olmayan talepleri varmış gibi gösterilmesi, kitle kuyrukçuluğudur. Devrimciler, komünistler kitlelerin kuyruğunda de-
7
gündem
YOLSUZLUK KAPİTALİZMİN YOL ARKADAŞIDIR! 17
Aralık 2013 günü İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” üzerinden bir yıl geçti. Operasyon kapsamında tutuklananlar, haklarında dava açılanlar birer birer “aklandı.” Davalar düştü. Hükümetin hazırlıksız yakalandığı bu operasyonu, dönemin başbakanı RTE olmak üzere AKP, “devlet içinde paralel devlet olarak yapı la nmış bir işbirlikçi çetenin Tü rk i ye ’ye karşı dış güçler adına gerçek leştirdiği bir operasyon” olarak değerlendirdi ve derhal karşı operasyona girişti. AKP hükümetinin Gülen cemaatine karşı, “paralel yapı”ya karşı operasyonları sürüyor. Son olarak Zaman gazetesi, Samanyolu televizyonu, Emniyet içindeki Gülencilere karşı yapılan operasyon, karşı operasyonun sürdüğünü, süreceğini gösteriyor. Bu operasyonda 31 kişi gözaltına alındı. 4 kişi tutuklandı. Gülen hakkında yakalama kararı çıkarıldı. 8
SORUN YOLSUZLUK MU? 2002’de AKP iktidara geldiğinde, Gülen hareketi AKP’nin iktidar ortağıydı. Gülen kadroları, devlet içinde örgütlenmişti. Özellikle polis ve yargı içerisinde Gülencilerin küçümsenmeyecek etkileri vardı. AKP hükümeti, kendi çıkarlarına uygun görmediği kimi nok t a l a rd a batılı emperyalistlerden ayrı bir siyaset geliştirdi. Mavi Marmara olayında, Gülen Cemaati ABD’nin çizgisini savundu. 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve tutuklanmak istenmesi AKP ile Gülen Hareketi arasında ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Dershaneler, Gülen hareketi için önemli bir rant kaynağı idi. Özel okullar, kreşler, yurtlar ve dershaneler Gülencilerin arka bahçesi idi. Gülen kadroları ve taraftarları bu okullardan başlayarak yetiştiriliyordu. Dershanelerin kapatılmak istenmesi, Gülencilere vurulacak bir darbe idi. Kavga su yüzüne çıkana kadar, Gülencilerin istemleri AKP hükümeti tarafından yerine getirildi. Gülenci-
zaman egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin aracı olagelmiştir. Bugünde olan budur. Gülen cemaati ile AKP arasında çalma, çırpma, rüşvet konusunda birbirlerinden bir farkları yoktur. Gülen cemaati iktidar mücadelesi yürüttüğü AKP hükümetini yıpratmak/devirmek istiyor. Gerçekte yolsuzluğa karşı mücadele amaç değil. Yolsuzluk hükümeti yıkmak, yıpratmak için araç olarak kullanılıyor. AKP hükümeti bir bütün olarak yolsuzluk batağına batmış durumdadır. AKP hükümeti bu bataktan kurtulmak için yasa üzerine yasa çıkarma k tad ır. Ucu RTE’na dayanan yolsuzluğun üzeri kapatılmak isteniyor.
gündem
ler, iktidar ortaklığından iktidara geçmek istiyordu. Gülencilerin iktidar olması, AKP’nin çıkarlarına uygun değildi. İplerin atılmasının nedeni, Gülencilerin iktidarı istemesi ve AKP’nin buna karşı çıkmasıdır. 2012’nin başlarına kadar Erdoğan ile birlikte hareket eden ve devlet içinde çok önemli mevzileri ele geçirmiş olan Gülen Cemaati ile AKP arasında ki koalisyon bozuldu. 17 Aralık op er a s yo nu ile Gülen cemaati AKP hükümetini en zayıf ve halk desteğini en fazla sarsacak noktadan vurmaya yöneldi: Rüşvet ve Yolsuzluk! 17 Aralık 2013’te bütün köprüler atıldı. 17 Aralık’tan bu yana iktidar dalaşı esasında Gülen Hareketi ile AKP arasında yürüyor. CHP, MHP, Gülencilerin istihbaratına dayanarak, onların elindeki belgelere dayanarak muhalefet yürütüyor. Bu iktidar mücadelesinde çekilen kılıçların artık kınına sokulması mümkün değil. AKP, Gülen Cemaatini en son MGK toplantısında terörist örgüt olarak tespit etti. AKP’ye göre; Gülen Hareketi, ulusal çıkarlar için bir tehdit. Önümüzdeki dönemde çok daha yoğun bir cemaat temizleme operasyonları gündeme gelecek ve iktidar dalaşı daha da sertleşecektir. İkisi de İslamcı olan Gülen cemaati ile AKP/Milli Görüş arasında bir süredir yaşanan kavga, iktidar savaşı; savaşa yeni boyutlar eklenerek giderek şiddetleniyor. Rüşvetsiz, sömürüsüz bir kapitalizm olmamıştır, olmayacaktır. Bu sistemde hükümet olanlar çok daha büyük yolsuzluk ve rüşvet çarkının içindedir. 17 Aralık da bunun göstergesidir. Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvet operasyonları her
AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE! Biz cemaat ile AKP arasındaki iktidar dalaşında ve bu dalaşı kendi iktidar mücadelelerinin aracı olarak kullanmaya çalışan CHP-MHP gibi partilerin iktidar dalaşında taraf değiliz. Tarafımız devrim ve sosyalizm mücadelesi olmalıdır. Gülen cemaati ile AKP arasında, birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek, CHP ve MHP’yi bunlara tercih etmeyi gerektirecek hiçbir farklılık yoktur. İktidar savaşı yürütenleri, iktidara kim sahip olacak kavgası yapanları, işçiler, emekçiler tercih etmemelidir. Bizim tercihimiz işçilerin, emekçilerin kendi iktidarını kurma tercihidir. Bu iktidarı kurmak için mücadele etmek, örgütlenmektir. Yolsuzluğa, rüşvete karşı mücadele kapitalist sistemi devrimle yıkma mücadelesinin parçası olarak verilmelidir. Yolsuzluğa, rüşvete son vermenin yolu halk iktidarıdır. 17.12.2014 ✓
9
gündem
KİMİ GELİŞMELER VE KOBANÈ’DE DURUM! D
10
ergimizin 172. sayısında Kobanè’deki gelişmelere değinmiş ve “Öne çıkan bazı gelişmeler!” başlıklı yazımızda da kimi öne çıkan noktaları ortaya koymuş ve yazımızı şöyle sonlandırmıştık: “Ekim ayı ortalarında Duhok’ta yaklaşık 10 gün süren görüşmeler Rojava Kürtlerinin örgütlerinin birliği ve özellikle de Güney Kürdistan’da Barzani kesiminin ortak davranmaya başlaması, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Rojava’yı destekleme kararı alması vb. gelişmeler, Kürtlerin birliği açısından umut veren gelişmelerdi. Fakat bu gelişmeler de Güney ve Batı Kü rd i s t a n’ l ı Kürtlerin liderliğini ABD emperyalizminin yaptığı koalisyona entegre etme rolünü oynamaktadır. Türk devletinin PKK ile ‘barış süreci’nde pazarlık gücünü korumak ve PKK’yi, Kuzey Kürdistan Kürt hareketini zayıflatmak amacıyla Barzani takımına destek vermesi, PYD’ye destek verilmesine karşı çıkması da bu gidişatı önleme kudretine sahip değildir. Kürt kartına oynamak siyasette de değişiklikleri beraberinde getirmektedir. Gidişatın nasıl bir yol izleyeceğini birlikte göreceğiz.” (sayfa 12) Aradan geçen yaklaşık iki aylık süreçte yaşananlar sadece Güney Kürdistan Yönetimi ve önde gelen partilerin değil aynı zamanda Batı Kürdistanlı Kürlerin de –Rojava’da başı çeken PYD’nin de- ABD
emperyalizmi önderliğindeki “İslam Devleti”ne karşı oluşturulan “Anti-İD Koalisyonu”na giderek daha fazla ve açıkça entegre olmaya başladığını; PYD’nin ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerle ilişkisini geliştirdiğini; emperyalistlerin de Irak ve Suriye’de Kürtlerle ittifakını yeni bir biçime büründürdüğünü; hatta ABD’nin “mini” bir Kürdistan devletini destekleme siyasetini gündeme getirdiğini vb. vb. gösterdi. Batı Kürdistanlı Kürt örgütlerinin uzlaştırılması için Duhok’ta yapılan görüşmelerde ABD temsilcilerinin de yer alması; Kürdistan Bölgesel Y ö n e t i m i ’n i n Rojava’yı desteklemeye karar vermesi; ABD’nin “İslam Devleti”ne karşı Kobanè çevresinde de bombardımanı ve YPG/YPJ güçlerine silah yardımı vb. adımlar da bu siyasetin bir parçasıdır. PYD’nin ve evet PKK’nin tavrı da, bu konuda açıklama yapan temsilcilerinin tavırlarından görüleceği gibi, “Anti-İD Koalisyonu”na yakınlığı göstermektedir. Cemil Bayık koalisyon güçlerinin YPG ile ve YPG’nin de onlarla ilişki kurmasının doğru olduğunu savunurken, kendisine yöneltilen “Bu bir uzun yol arkadaşlığına dönüşebilir mi?” sorusuna: “Olabilir. Biz PKK olarak şunu söylüyoruz: Kürt sorununu kim çözmek istiyorsa ve Kürtlerin bir halk olarak temel
emperyalizmi olmak üzere emperyalist güçler –detaylardan bağımsız olarak- ortak bir noktada buluşmuşlardır. PKK’nin silahlarını bırakmaması esasında TC’nin “barış süreci”ni sürüncemede bırakmasının sonucudur. Süreç hızlandırıldıkça PKK’nin TC’ye karşı yeniden silahlı bir mücadele verme olasılığını ortadan kaldıracağı hesabı gerçekçidir. PKK’nin silahsızlandırılması “barış süreci”nin doğal bir parçası ve sonucudur. Buna karşı ama TC’nin Batı Kürdistan’daki özerkliği, kendi kendini yönetimi, istemese de kabul etmesi ve YPG/YPJ güçlerinin ÖSO ve de İD’ye karşı oluşan savaş koalisyonunun Türkiye ve Suudi Arabistan vd. ülkelerde eğiteceği, silahlandıracağı güçlerle birlikte bu savaş koalisyonunun karagücü olmasına katkı sunması gündeme gelmektedir. İD güçlerinin geriletildiği, yenilgiye uğratıldığı ve PKK’nin “tehdit” olmaktan çıkarıldığı bir durumda, TC’nin bu adımları atmasının önünde önemli bir engel yoktur. Bu süreç içiçe ilerlemektedir. Yani biri hallolduktan sonra öbürü gündeme gelmiyor. Hepsi bir arada ve değişik biçimlerde yürüyor! Güney Kürdistan’da ise zaten varolan devlet içinde devlet olma durumu daha da pekişmektedir. Emperyalistler önceden esasta Bağdat Merkezi yönetimi üzerinden Güney Kürdistan yöneticileriyle ilişkiye sahip iken son dönemdeki gelişmelerle doğrudan ilişkileri güçlendirmiş ve Irak’ın bütünlüğünü korumaya çalışsalar da, pratikte üçe bölündüğünü bilerek Kürtlerle ittifakını güçlendirmektedirler. Barzani’nin 10 Aralık 2014 tarihinde: “Ancak yüz IŞİD, bin IŞİD de gelse Kürdistan bölgesinin bağımsızlık ve referandum süreci devam edecektir. Bu konuda geri adım atmayacağız.” (Hürriyet, 11 Aralık 2014) açıklamasını yapmasının perde arkasında bu ittifaktan aldığı güç de vardır. Güney Kürdistan gelişmelere göre “mini” bir Kürt devleti olmaya da adaydır. Bunun değişik versiyonları mümkündür, federasyon da bunun bir biçimidir. Hatta Rojava’nın da bu “mini Kürdistan” devletinin parçası haline getirilmesi olasıdır. Okurlarımıza inandırıcı gelmeyebilir belki, ama, KDP ve YNK Aralık ayı ortalarına kadar ABD’nin “üçüncü sınıf terör örgütleri” listesinde yer alıyordu. Bu durum Barzani’nin 2014 Ocak ayında Obama’nın davetini geri çevirmesine ve Washington’daki temaslarını iptal etmesine yol açmıştı. Yapılan itirazlar ancak Aralık ayı başlarında sonuç verdi. 13 Aralık 2014 tarihinde ABD’nin Irak ve İran’dan sorumlu Müste-
gündem
haklarını; kimlik, kültürel, dil, özgürlük haklarını kim kabul ederse biz onlarla sorunu çözeriz.” (Politika, 3 Kasım 2014) cevabını vermektedir. PKK yöneticileri gelinen yerde “Barış süreci” konusunda Türk devletiyle yapılacak görüşmelerde, müzakerelerde üçüncü güç olarak ABD’nin gözlemci güç olmasına yeşil ışık yakmış, işbirliğine davetiye çıkarmıştır. Irak ve Suriye’de yürüyen savaşların içinde değişik güçlerin yer alması ve buna bağlı olarak da değişik çıkar ve hesapların var olması olgusu bu gidişatı yavaşlatan bir rol oynamaktadır. ABD emperyalizminin Irak’ta Güney Kürdistanlı partilerle ilişkileri, İD’ye karşı savaşta Peşmerge güçlerinin Irak merkezi Ordu güçleriyle birlikte karagücünü oluşturması, Türk devletini rahatsız etmemektedir. Ama ABD’nin PYD ile ilişkileri, YPG/YPJ güçlerini Suriye’de uzun vadede Esad rejimine karşı karagücünün bir parçası haline getirme siyaseti, TC’nin karşı çıktığı bir siyasettir. TC’nin açıkça desteklediği Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) Esad rejimine karşı beklenen başarıyı elde edememesi ve giderek zayıflaması durumu ve ABD’nin yakın hedef olarak Esad rejimini devirmek yerine İD’ye karşı mücadeleyi öne çıkarması tavrı da, TC’nin karşı çıktığı bir tavırdır. Bunun için de TC “Anti-İD Koalisyonu”nun bir parçası olsa da, emperyalistlerin TC’den istediği kimi adımları atmayı reddetmektedir. Şimdiye kadar yapılan görüşmeler, yürüyen pazarlıklar aralarındaki çelişkileri ortadan kaldırmaya yetmemiştir. TC’nin talep ettiği “uçuşa yasak bölge” ve “tampon bölge” vb. konularda çelişkiler sürüyor. Buna rağmen Güney ve Batı Kürdistan’daki gelişmeler, emperyalistlerin Kürt kartına oynaması, TC devletini “kendi Kürt sorununu” çözme, bu bağlamda “barış sürecini” hızlandırmaya zorlamaktadır. Güney Kürdistan’dan sonra Batı Kürdistan’da da özerk bir Kürt Yönetimi’nin emperyalistler tarafından –öncelikle de ABD tarafından- kabul görmesi durumu; ve bu gelişmelerin Kuzey Kürdistan’ı da etkileme ve “devlet içinde devlet” kurma amaçlı bir mücadeleye dönüşebileceği ihtimali, TC devletinin yöneticilerini, siyasetlerini değiştirmeye zorlamaktadır. “Barış süreci”nin resmen müzakere düzeyine çıkarıldığının açıklanması ve bu konuda kimi adımların atılması bu gelişmelerin de doğrudan bir sonucudur. “Kürt sorunu”nda durum kabaca ifade edildiğinde şöyledir: TC ile PKK arasındaki “barış süreci” hızlandırılıp PKK’nin silahsızlandırılması adımının gerçekleştirilmesi. Bu konuda TC, PKK ve de başta ABD
11
gündem
şar Yardımcısı Brett McGurk’un açıklamasıyla duyurulan karara göre ABD Kongresi KDP ve YNK’yi listeden çıkarmıştı. Bu arada Irak merkezi hükümetle Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında petrol ihracatı ve ödentiler konusunda anlaşma sağlandı. Kerkük’ün konumu meselesi ise bekliyor! Güney Kürdistan’da iktidarını güçlendirmeye çalışan Kürt burjuvazisinin giderek ayrı bir devlet olma isteği ve tavrı, PKK ve PYD gibi Kuzey ve Batı Kürdistan’daki Kürt hareketine önderlik eden örgütlerle varolan çelişkilerden birini oluşturmaktadır. PKK ve PYD “ulusal devlet”i reddeden bir siyaset savunmaktadırlar ve somutta Güney Kürdistan bağlamında da Irak’ın bölünmesine karşılar. Kürt örgütleri arasında “kimin siyaseti” (PKK’nin mi KDP’nin mi?) egemen olacak çelişkisi varlığını sürdürmektedir. Buna bağlı olarak da Kürtlerin birliğini sağlayabilmek için önceden planlanan “Ulusal Kongre”nin toplanması gündemdeki yerini korusa da, PKK’nin siyasetinin etkisinde olanların kongrenin toplanmasını talep etseler de, KDP/ Barzani buna yanaşmama, sorunu sürüncemede bırakma tavrını sürdürmektedir. Suriye, Batı Kürdistanlı Kürt örgütlerinin birliğini sağlamak için –daha önce üzerinde anlaşılan ve kısa sürede geçersiz kalan Hewler Anlaşması’nı geçerli hale getirmek için- Duhok’ta yapılan anlaşmaya uygun adımlar, Barzani yanlıları olan Partilerin tavırları sonucu hala atılmış değil, “birlik” bu anlamda gerçekte sağlanmış değildir. “Duhok Anlaşması” hala kağıt üzerinde kalan bir anlaşma olmanın ötesine geçmemiştir. PYD şimdilik sözkonusu partilerin tavırlarını beklediğini, anlaşmaya uygun hareket edeceğini açıklamaktadır. Yine de gelişmelerin hangi yönde olacağı net değildir. Burada şunu da bilince çıkarmak gerekiyor: Bu anlaşma yer yer Kobanè’ye yardım için anlaşma vb. olarak da gösterilmektedir. Gerçekte durum böyle değil. Anlaşma Suriye/ Batı Kürdistanlı Kürt partilerinin birlikte hareket etmesini, “Kürtlerin birliğini” sağlamakla ilgili bir anlaşmadır.
Güney Kürdistan’ın Kobanè’ye yardımı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Rojava’yı destekleme kararına bağlı olarak gerçekleşen bir gelişmeydi. Bu arada bir yanlışı düzeltmemiz de gerekiyor. Dergimizin 172. sayısında, başyazıda, sayfa 7’de şu tespit yapılıyor: “Diğer yandan PYD’nin Duhok’ta KDP, YNK ve diğer partiler ile yürüttüğü görüşmeler sonucunda, Güney Kürdistan parlamentosu Rojava’daki kantonları tanıdı.” Bu tespit, kimi gazete haberlerinin verdiği bilgiye dayanıyordu ama ortaya çıkan verilere göre yanlıştır. Güney Kürdistan Parlamentosu Rojavadaki kantonları tanımamıştır. Alınan karar: “1- Kürdistan Parlamentosu her şekilde Rojava’daki halkımızın iradesine destek veriyor ve Kürdistan Bölge Hükümeti’nden Rojava’daki yönetimlerle resmi ilişkilerin geliştirilmesini istiyor. 2- Hükümet Rojava ile maddi dayanışma içinde olmalı.” (www.imctv.com. tr, 15.10.2014) biçiminde ve devamındaki maddeler de bu iki maddenin uygulanması ve kararın resmi yayın organında yayınlanmasıyla yürürlüğe gireceğiyle ilgilidir. Kantonların tanındığı iddiaları Kürdistan Bölgesel Yönetimi Sözcüsü Dizayi tarafından da yalanlandı. 26 Ekim 2014 tarihinde medyaya yansıyan tavrına göre (bkz. www.radikal.com vd. haber kaynaklarına) kararda kantonların kabul edilmesinden söz edilmiyor. Sözü edilen: “Sadece Rojava halkının iradesine saygı gösterilmesi”dir. Kürt örgütlerinin aralarındaki çelişkilere rağmen Kürdistan Bölgesel Yönetimi, parlamentosu, Kobanè’ye destek için Peşmerge güçlerini gönderme kararı aldı ve bu karar TC’nin “geçiş izni” vermesiyle uygulandı da. Bu noktada şunun bilince çıkarılması gerekiyor. Sözkonusu karar, Kürdistan Başkanlık Divanı Başkanı Fuad Hüseyin’in açıklamasına göre esasında Ekim ayı başlarında sırasıyla ABD-TC, ABDErbil arasındaki görüşmelerde belirlenmiş ve daha sonra da TC-Erbil arasındaki görüşmeler sonucunda uzlaşılmış ve ABD, TC ve KBY/Erbil üçlüsünün Duhok’ta buluşup detayları sonuçlandırmalarının sonucu ve 19 Ekim’de ABD’nin Kobanè’ye yardımı sonrasında, 22 Ekim’de alınan bir karardır. ABD
Güney Kürdistan’da iktidarını güçlendirmeye çalışan Kürt burjuvazisinin giderek ayrı bir devlet olma isteği ve tavrı, PKK ve PYD gibi Kuzey ve Batı Kürdistan’daki Kürt hareketine önderlik eden örgütlerle varolan çelişkilerden birini oluşturmaktadır.
12
KOBANÈ’DE DURUM... Ekim ayı sonlarından itibaren Peşmerge ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin YPG/YPJ güçlerine destek verme durumu Kobanè’deki gelişmelerin “İslam Devleti” aleyhine olmasına katkı sundu. 150’den fazla Peşmerge ve sayısı net verilmeyen (50 ile 200 arası) sayıda ÖSO gücünün yanısıra İD’ye karşı mücadelede daha önemli olan Peşmerge’lerin beraberinde getirdikleri (doçkalar, katyuşa füzeleri, havan topları, anti tanklar vb.) “ağır silahlar” dengeyi değiştirdi. YPG/YPJ ilkbaşlarda kendilerinin Peşmerge’ye değil ağır silahlara ihtiyaçları olduğunu açıklamış daha sonra, silahların kullanımı için Peşmerge’ye ihtiyacınız var diyen KBY’nin tavrını kabul etmişlerdi. Sonradan da Peşmerge sayısı tartışma konusu olmuştu. 200 kadar olacağı söylenen Peşmerge sayısının 150’ye düşürülmesi (tam sayı 155 olarak da verildi) de buna bağlı olduğu açıklandı. Aralık ayı başında sayısı belirtilmeyen düzeyde Peşmerge gücü –Kobanè’dekiler Erbil’e, yerlerine yenileri Kobanè’ye gönderilerek- değiştirildi. Kobanè’de YPG/YPJ ile ÖSO’ya bağlı kimi gruplar arasında “Burkan El Fırat” adı altında zaten ittifak vardı. Ekim ayı sonlarına doğru Peşmerge güçleriyle eşzamanlı Kobanè’ye giden ÖSO güçleri, varolanlara ek güç olarak kabul edildi. Kimi medya haberlerine göre bunların toplam sayısı 400 kadardır. Ekim ayı sonu Kasım ayı başlarından itibaren “İslam Devleti”ne karşı Kobanè’de karada savaş yürüten güçler YPG/YPJ, Burkan El Fırat ve Peşmerge idi. Havadan müdahale, bombardıman ise ABD önderliğindeki savaş koalisyonu –öncelikle ABD uçaklarıtarafından gerçekleşiyordu. PYD bu saldırıların azlığından yakınıp daha fazla bombardıman talep etse de, bombardımanlar İD güçlerinin çekincesiz toplu halde hareket etme konusunda taktik değiştirmeye zorlamış ve İD’yi değişik biçimlerde, örneğin takviye işlerini zora sokma vb. noktalarda geriletmiştir. Peşmergeler esasında yerleştikleri mevzilerden tespit edilen hedeflere ateş etme biçiminde savaşta yer aldılar. YPG/YPJ ve Burkan El Fırat güçleri ise “İslam Devleti” güçleriyle “göğüs göğüse” denen doğrudan karşılıklı savaş verenler. Bu temelde Kobanè’deki direniş ve çatışmaları de-
ğerlendirdiğimizde durum, askeri açıdan savunmadan dengeye ve saldırıya geçme; giderek hakim olmaya doğru gelişen bir durumdur. Bu, aynı zamanda genelde “İslam Devleti”ne karşı mücadelede –Irak ve Suriye genelinde- andaki durumu da yansıtmaktadır. “İslam Devleti”nin ilerlemesinin durdurulduğu ve andaki duruma bakıldığında geriletilmeye başlandığı; “İslam Devleti”nin ele geçirdiği yerlerin bir bölümünün geri alındığı, kimi yerlerin de geri alınmak üzere olunduğu bir durum sözkonusudur. YPG/YPJ komutanlığının 14 Aralık 2014 tarihli verilerine göre, 15 Eylül’den bu tarihe kadar çatışmalarda öldürülen İD güçlerinin sayısı 2.951’dir. Bu dönemde yaşamını yitiren YPG/YPJ güçlerinin sayısı da 263 olarak verildi. Saldırılarda öldürülen sivillerin sayısı verilmedi. 14 tankın ve birçok askeri aracın imha edildiği ve önemli ölçüde silah ve cephanenin, askeri mühimmatın ele geçirildiği de verilen bilgiler arasındadır. Ekim ayı sonlarında Kobanè’nin üçte ikisinin İD’nin elinde olduğu yazılıyordu. Andaki durumda Kobanè’nin %80’inin YPG/YPJ ve müttefiklerinin denetimine geçtiği, her geçen gün –yavaş da olsailerlenildiği yönünde bilgi verilmektedir. Bu gelişmeye bağlı olarak da Kobanè’de yaşayan sivillerin sayısının 20.000’e kadar yükseldiği belirtilmektedir. Andaki gidişatı değiştirecek önemli bir gelişme yaşanmazsa, Kobanè’nin önümüzdeki kısa sürede “İslam Devleti”nden temizlenmesi mümkündür. Fakat savaş değişik biçimlerde, ölçülerde ve yerlerde süreceğe benziyor. Kobanè somutunda ise, savaş şimdilik son bulsa dahi, yaşayabilme mücadelesi, bu açıdan yaşama savaşının kısa sürede bitmesi zordur. Kentin neredeyse yarısı harabedir. Anda 20.000 kadar olduğu söylenen nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılamak bile –yardım olmaksızın- mümkün değildir. Buna bir de kış mevsiminin zorlukları eklendiğinde, insanlar aç, susuz, ilaçsız, yakıtsız vb. vd. tüm temel ihtiyaçlardan mahrum durumdadır. Bu açıdan Türkiye Kuzey Kürdistanlı demokratların, devrimcilerin, komünistlerin, TC’nin “insani yardım koridoru”nu açmaya zorlaması için de mücadele etmeyi, ellerinden geldiği kadar doğrudan yardım sağlamayı, Kobanè halkıyla dayanışmanın asgari görevlerinden biri olarak görmesi, buna uygun davranması gerekiyor. 25.12.2014 ✓
gündem
emperyalizmi kendi çıkar ve planları çerçevesinde KDP ve TC ittifakını PYD ile uzlaştırmaya ve ittifak kurmaya yönlendirmektedir. Bu konuda alınacak yol uzun ve çetrefilli, ama temeli atılmıştır.
13
✌ halkların kardeşliği için
24 NİSAN 1915-24 NİSAN 2015
E
14
100. YILDÖNÜMÜNDE ERMENİ SOYKIRIMINI UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!
rmeni soykırımı Jön Türkler ile başlamadı. II. Abdülhamid döneminde Ermeni soykırımı için hazırlıklar yapıldı ve 200 binden fazla Ermeni katledildi. Jön Türkler, II. Abdülhamid döneminde başlatılan soykırımı tamamladılar. Osmanlı toprakları üzerinde yaşan bir ulusu, ulus olmaktan çıkardılar. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başladığında, Osmanlı İmparatorluğu zayıflamıştı. 1909’da iktidara gelen Jön Türkler, zayıflamış Osmanlı imparatorluğunu yeniden canlandırmak için Pantürkizm siyasetini uygulamaya başladılar. Pantürkizm siyasetinin uygulanabilmesi için imparatorlukta yaşayan tüm azınlık ve milliyetlerin Türkleştirilmesi gerekiyordu! Ermeni ulusu, bu planın gerçekleşmesinin önünde engeldi. Jön Türkler için Birinci Emperyalist Paylaşımı, Pantürkizm rüyasını gerçekleştirmek için kaçırılmayacak bir fırsattı! Jön Türkler çok kısa zaman içerisinde kendi partilerini “İttihat ve Terakki’yi” kurdular. 1908 yılının Haziranında Jön Türkler Sultan İkinci Abdülhamid hükümetini yıktılar, 1909 yılında tahtan indirdiler. Jön Türk devriminden bir yıl sonra, Türk milliyetçiler Kilikya bölgesindeki Adana şehrindeki Türkleri Ermenilere karşı kışkırttı. Katliamlar Adana dışında diğer Ermeni şehirleri olan Maraş ve Kesap‘a da sıçradı. Bazı bölgelerde Ermeniler kendilerini savundu ve katliamdan kurtulmayı başardılar. Bir ay içerisinde 30 bin Ermeni öldürüldü. Ermeni sorununun soykırımla çözme fikrine kesin olarak en son 1910 yılının başlarında İttihat ve Terakki Partisi’nin merkez komitesi tarafından yapılan
gizli toplantılarında karar verildi. 1911’de, Selanik’te yapılan toplantılarda esas olarak imparatorlukta yaşayan Türk olmayanların özellikle Ermenilerin Türkleştirme politikalarından bahsediliyordu. Bu toplantılarda Jön Türklerin düşünceleri ilk kez yazılı hale dönüşmüş oldu. Bundan sonra da İçişleri bakanı Talat’ın imzasıyla, yerel yönetim makamlarına Ermenilerin yok edilmesi hakkında bilgi veren, gizli telgraflar gönderildi. 1914 Şubat’ında İttihat ve Terakki Partisi merkez komitesi, Doktor Nazım, Şakir Bahattin ve Mithat Şükrü’nün başkanlığını yapacağı bir komite kurdu. Bu komite Ermenilerin tehciri ve katliamı ile ilgili tüm sorumluluğu üzerine alacaktı. Bu komitenin aldığı kararlar uygulanmaya başlandı. Ermeni devlet görevlileri işlerinden çıkarıldı. Ermeni askerler ordudan atıldı ve bu askerlerden işçi grupları oluşturulmaya başlandı. Hapishanelerden katiller ve suçlular Mayıs 1914’te Erzurum katliamını yapmaları için çıkarıldı. Jön Türk hükümeti, Ermenilerin katliamına ordudaki Ermeni askerlerden başladı. Böylece Ermenilerin askeri potansiyeli yok edilecekti. Şubat 1915’te Savunma bakanı Enver’in verdiği kararla tüm Ermeni askerler ordudan çıkarılıp, 50-100 kişilik gruplara ayrılarak öldürüldüler. Böylece Ermeniler katliamın ilk başından itibaren askeri gücünü kaybetmiş oldular. Birinci Paylaşım Savaşından önce, Türkiye’de 2 milyondan fazla Ermeni yaşıyordu. 1.5 milyon Ermeni 1915-1923 tarihleri arasında katledildi. Katliamdan kurtulanlar Arap çöllerine sürüldü. Daha önce
mesi olumludur. Bu olumluluk ama kendilerinden önce tavır takınanları inkâr etme temelinde olmamalıdır. Ülkelerimizin Bolşevikleri, 1983’ten beri, Diasporadaki Ermenilerin geri dönme, yerleşme ve ayrılma hakkını savunmada tek konumundadır. Bu savunu ne yazık ki, kitlelere mal edilememiştir. Bundan 32 yıl önce net tavır takınan ve Ermeni soykırımı ile ilgili onlarca yazı ve toplantı yapan Bolşeviklerdir. Bolşevikler, Ermeni soykırımı ile ilgili açık ve net tavır takındıklarında, diğer “sol” suskunluğu tercih etme durumundaydı. Daha sonraları Ermeni soykırımını keşfedenler, kendilerinden önce berrak tavır takınanları görmezlikten gelmektedir. Tarihteki Ermeni soykırımının esas sorumlusu, onun örgütleyicileri, Osmanlı devletidir, onun o günkü yöneticileri olan Türk milliyetçisi İttihat ve Terakki yönetimidir. O günkü dönemde Osmanlı devleti ile ittifak içinde olan ve Osmanlı Ordusunun yönetiminde de yer alan Alman emperyalistleri bu soykırımın sorumluluğunu paylaşmaktadır. Soykırımın uygulamasında, Ermeni halkının “tehcir” edilmesinde yer alan sürülmesinde aktif olarak yer alan Osmanlı ordusu, polisi, jandarmasının tüm elemanları, valiler, yerel yöneticiler ve memurlardır. Resmi devlet görevlilerinin yanı sıra, bu soykırıma izin veren, düne kadar birlikte yaşadıkları Ermeni komşularını korumayanlarda sorumludur. “Gidenlerin” mallarına konan, katliamları gördüğü hâlde engellemek için hiç bir şey yapmayanlar, bu soykırıma ortaktır. “Tehcir” sırasında “ganimet”lere konmak için katliam yapan Türk halkı ve Kürt halkı da bu soykırımda sorumluluğa sahiptir. Halkın aktif katılımı olmadan hiç bir soykırım gerçekleştirilemez. Türk ve Kürt halkları şimdiye dek, egemen sınıfların resmi tarihini sorgulamayarak, kendi sorumluluğunun ve suçluluğunun hesabını vermemiştir.
✌ halkların kardeşliği için
de başlamış olan Ermeni aydın ve kanaat önderlerine yönelik büyük tutuklamalar 24 Nisan 1915’de başladı. Daha sonra bu tutuklamalar dalga dalga devam etti. İl ve ilçede tutuklanan aydınlar işkencelerden geçirildi, kimi mahkeme kararı ile kimi herhangi bir mahkeme kararı olmadan, ölüme mahkûm edildi. Ölüme mahkûm edilenler şehir ve kasaba merkezlerinde idam edildiler. Örneğin, İstanbul’da tutuklanıp, daha sonra Ayaş ve Çankırı’ya gönderilen 200 civarındaki aydın, kimi zaman tek tek, kimi zaman gruplar halinde buralardan alınıp yollarda öldürüldü. 24 Nisan 1915, Ermeni halkını yok etme hareketinin ilk aşamasıydı. Bu yüzden Ermeniler, 24 Nisan 1915‘i Ermeni soykırımında ölenlerin anısına adadılar. 1915’te İstanbul’da tutuklanan Ermeni aydınlarının, öldürülmesi soykırım planının birinci aşamasıydı. İkinci aşamada, yaklaşık 60.000 Ermeni askere alındı ve öldürüldüler. Böylece eli silah tutabilen Ermeni erkekleri öldürüldü. Ermeni soykırımının üçüncü aşaması, Ermeni halkının genç yaşlı çoluk çocuk demeden katledilmeye başlanması ve Suriye çöllerine doğru sürülmesiydi. Tehcir sırasında binlerce insan Türk askerler, Kürt kapkaççılar, polisler tarafından öldürüldü. Kalanlar da açlıktan, bulaşıcı hastalıklardan öldü. Kadınlar ve çocuklar işkencelere maruz kaldılar. Birçok insan zorla müslümanlaştırıldı. Ermeni soykırımı, 20. yüzyılda yapılan ilk soykırımdır. Ermeni soykırımı hakkında, 100. yıldönümünde daha fazla yazılıp çizilecektir. Son yıllarda Ermeni soykırımının yapıldığını keşfedenler, tarihi kendileri ile başlatmakta, kendileri ile bitirmektedir. Bu gruplar kendilerinden önce ülkelerimizde, Ermeni Soykırımı hakkında tavır takınanları, yazılıp çizilenleri görmezlikten gelmektedir. Kuşkusuz son yıllarda, sosyalist/komünist harekette, Ermeni soykırımın tanınması ve bu bağlamda kimi faaliyetlerin yürütül-
15
✌ halkların kardeşliği için 16
Türk ve Kürt halkı, Türk hâkim sınıflarından da hesap sormayarak, tarihi yükümlülüğünü yerine getirmemiştir. Uzun süre sessizlikle geçiştirilen soykırım olgusu, AKP hükümeti tarafından “Soykırım yok, savaş şartlarında karşılıklı kıyım var” tezinin ve “bu işin çözümünü tarihçilere bırakalım” tezinin savunucusu konumuna gelmişlerdir. 1915 olaylarının 99’uncu yıldönümü vesilesiyle yazılı bir mesaj yayınlayan dönemin başbakanı RTE, hayatını kaybeden Ermenilerin torunlarına taziye dilekleri iletti. Erdoğan’ın bu açıklamasıyla Türkiye tarihinde resmi ağızdan ilk kez 1915 olaylarına ilişkin Ermenilere taziye mesajı yayınlanmış oldu. Muhtemelen 24 Nisan 2015’te de, buna benzer bir mesaj yayınlanacaktır. Türk hâkim sınıfları, soykırımı unutturmak için Çanakkale savaşlarının 100. yıldönümünü tepe tepe kullanacaktır. Düne kadar inkârcı resmi tarih tezini savunanlar, gelinen yerdeki resmi tarihi biraz relative etmeye çalışanlar sahtekârdır. Ne yazık ki “Türkiye Sol”u genelde resmi tarih savunuculuğundan kopmamıştır. Kimileri hatta örneğin kendine utanmazca “İşçi Partisi”, “Halkın Kurtuluş Partisi” diyen ırkçıların yaptığı gibi, sol adına, sosyalizm adına, antiemperyalizm adına Türk tezlerinin en azgın savunuculuğunu yapmakta, kampanyalar düzenlemektedir. Ermeni soykırımı sorununda resmi Türk tarihi tezlerinin sorgulanmaması, bunun üzerlenilmesi, Türk ve Kürt halklarının emekçilerinin en ağır tarihsel yükü, yüz karasıdır. Ermeni soykırımı Kuzey Kürdistan-Türkiye’de “toplumsal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini hâlâ doğrudan doğruya” engelleyen tarihi bir haksızlıktır. Bu tarihi haksızlık tarihe mal olmuş, tarihte kalmış bir tarihi haksızlık değildir. Ermeni ulusuna karşı yönelen tarihi haksızlık, toplumsal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya engelleyen bir tarihi haksızlıktır. Sonuçları günümüze kadar süren tarihi haksızlıktır bu. Bu tarihi haksızlığı mahkûm etmek yetmez. Tarihi haksızlığın yol açtığı zararları, sorunları ve sonuçları dikkate alan bir siyaset belirlemek devrimcilerin, komünistlerin görevidir. Bu görev Bolşevikler tarafından yerine getirilmiştir, getirilmektedir. Diasporadaki Ermenilere, Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, kendi kaderini tayin hakkını savunmayanlar, Ermeni soykırımı konusunda doğru bir siyasete de sahip olamazlar!
ERMENİ SOYKIRIMI HAYATTA KALAN GÖRGÜ TANIKLARININ ANLATTIKLARI
A
ilesi 1915’te Sivas’tan tehcir edilmiş Prof. Dr. Vergine Svazlian, 1934’te Mısır’ın İskenderiye kentinde doğdu. İlköğrenimini yerel Ermeni Pogosyan Okulunda, daha sonra, Anarat Highutyun kızlara mahsus Ermeni okulunda aldı. 1947’de, ailesiyle birlikte Ermenistan’a döndü. 1956’da Haçadur Abovyan Devlet Pedagoji Enstitüsü’nün tarihsel dilbilim bölümünden mezun oldu. 1958’den itibaren, Ermenistan Bilimler Akademisi’ne bağlı M. Abeğyan Edebiyat Enstitüsü’nde çalışmaya başladı. Lisans sonrası eğitimi sırasında, M. Abeğyan’ın burslu öğrencisi oldu. 1961’den beri, Ermenistan Ulusal Bilimler Akademisi’ne bağlı Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü’nde ve 1996’dan beri de Ermenistan Cumhuriyeti Ulusal Bilimler Akademisi’ne bağlı Ermeni Soykırımı Müze-Enstitüsü’nde çalışmaktadır. 1955’ten itibaren kendi inisiyatifiyle Batı Ermenistan, Kilikya ve Anadolu’dan zorla sürgüne gönderilen, Ermeniler tarafından aktarılan çeşitli lehçelerdeki folklorik verileri yazıya dökmeye başladı. Aynı zamanda 1915 soykırımının hayatta kalan görgü tanıkları tarafından anlatılan anıları ve söylenen tarihsel nitelikli şarkıları kaleme aldı. Ermeni halk hikâyelerini toparlayan birçok derleme yayımlayan Sivazlian’ın eserleri arasında Kilikya, Van, Musa Dağ ve İstanbul Ermeni halk hikâyeleri gibi eserleri de var. Prof. Dr. Verjine Svaslian’ın Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları adlı kitabı Kasım 2013’te Belge Yayınları tarafından TürkAralık 2014 ✓ çeye çevrildi. Kitap 1164 sayfadan oluşmaktadır. “Bu
REHAN MANUKİ MANUKYAN’IN TANIKLIĞI (DOĞUM TARİHİ 1910, TARON [MUŞ], URATSIN KÖYÜ) Ben Taron’da doğdum. Mesrop Maştots da Taronluydu. Köyümüzde Aziz Meryem Ana’nın adını taşıyan bir kilise ve manastır vardı. Birçok insan Taron’a inanç ziyaretine gelirdi. Khut bizim Taron’a çok yakındı. Babamın annesi Khutluydu. 24 Nisan 1915 günü daha güneş doğmadan kalkmıştık; babam tarlaya gidecek; annem de ekmek pişirecekti. Bir erkek kardeşim vardı. Bir de baktık ki, Osmanlı askerleri tüfek omuzda gelip evimize daldılar ve dediler ki: “Savaş var; Padişahımız Ermenileri sürgün etmemizi emretti.” 15-20 dakika geçmeden bizi evden çıkardılar. Dört yanımız “Elinizi çabuk tutun! Elinizi çabuk tutun!” diye bağıran askerlerle çevriliydi. Bizi bu şekilde köyden çıkardılar. Yakınımızdaki Khumb Köyü’nün Ermenilerini de sürgün ettiklerini gördük. Biz manastırın bu tarafından yukarı çıkarken, diğer tarafından da Khumblular çıkıyordu. Bizi Khut’a götürdüler. Daha önce de söyledim: Benim babaannem Khutlu’ydu; orda yaşardı. Khut sakinlerinin yarısı Ermeni’ydi, yarısı ise Ezidi. Önce bizi, sonra da Khut Ermenilerini sürgün ettiler. Birbirimize karıştık. Askerler bizi koyun sürüsü gibi sürdü. Bizden sonra evlerimizi yağmalamaya başlamışlardı. Bu şekilde aç, susuz, yorgun, takatsiz bir şekilde yürüyerek Van, Artamet’e vardık. Orda biraz istirahat ettik. Orda benim büyükannem ve erkek kardeşim öldüler. Babam onları götürüp kendi elleri ile gömdü. Van’dan çıktık. Güvende olalım diye gece seyahat ediyorduk. Karanlık basmıştı. Biz yürüyerek binalarına yaklaşınca onların köpekleri havlamaya başladı. Askerler gelip çevremizi sardılar. Erkeklerin üstlerini arayıp, silahlarını topladılar; onları bir kenara götürüp öldürdüler. Kadın ve çocukları kendi yanlarına, çadırlarına götürdüler. Ama onlar Rus ordusunun
geldiğini haber almışlardı ve gelip bize şöyle dediler: - İsteyeni götürüp Ruslara teslim edelim. Annem onlara şöyle cevap verdi: - Siz benim evladımı öldürdünüz. Ben sizin yanınızda kalmam; Rusların yanına gideceğim. Bizi önlerine katıp bir vadinin kenarına götürdüler ve başladılar ateş etmeye. Anneme ateş ettiklerinde ben ağlayarak üzerine düştüm; burnumdan yaralandım; elim kırılıp, sarktı ve bilincimi kaybettim. Benim de öldüğümü sanarak, bırakıp gittiler. Cesetlerin üzerinde kaldım. Çevremde sessizlik hâkimdi. Acılar içindeydim; burnum sızlıyordu, elim de. Yıldızlar ortaya çıktı. Sonra sabah oldu. Güneş doğdu; artık bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçtiğini. Birden 9-10 yaşlarında olan, amcamın karısının erkek kardeşi gelip benim hayatta olduğumu ve annemin cesedinin üstüne çıkıp oturduğumu görmüştü; küçük olduğumdan annemin ölmüş olduğunu anlayamıyordum. O çocuk beni yanına aldı; başladık yürümeye. Çevremizde canlı insan yoktu; sadece cesetler vardı. Onları öldürdükten sonra, bırakıp gitmişlerdi. Biz, iki çocuk el ele tutuşmuş gidiyorduk; akşam olduğunda birbirimize sarılarak uyuyorduk. Ben yaralıydım: Burnum yarılmış, kan pıhtılaşıp taşlaşmış; elimin kemiği kırılıp sarkmıştı. Ama biz aç, susuz yürüyor, hiç olmazsa canlı bir insanın nefesine rastlamak istiyorduk. Birden bir çadır gördük. Bu çocuk Ezidice konuştu; onlar askerlerin bize zarar verdiğini anladılar; acıyıp kendi çadırlarına götürdüler; küçük bir oğlak kestiler. O günden bu yana 83 sene geçti, ama hâlâ unutmadım: o oğlağın derisini yüzüp elime ve burnuma sardılar. O çocuğu su getirmeye gönderdiler. Eline bir güğüm verdiler ve gitti. Ben başladım ağlamaya; yeni ağabeyimin geri döndüğünü görünce rahatladım. Ezidiler dediler ki: “Yanımızda bir hafta kalın; o yaraları iyileştirelim, sonra gidin” ama biz kalmadık. Ezidiler yolda yememiz için bize ekmek ve peynirle dolu bir bohça verdiler, Rusların yanına gittik. Orda amcamın karısı bizi gördü ve gelip bizi götürdü. Bir sefertası verdi ve “Sen yaralısın; git Ruslardan yemek iste!” dedi. Gittim, yemek getirdim ve yedik. Ruslar Rusya’ya gitmek üzere yola çıktılar. Biz de onlarla birlikte yürümeye başladık. Bir tarafımda amcamın karısı, diğer tarafımda ise o çocuk vardı. O taraftan iki kadın amcamın karısına dedi ki: “Bu yaralı kızı götürüp ne yapacaksın? Hiçbir şeye yaramaz.” O da o kadınların sözünü dinledi; beni Rus as-
✌ halkların kardeşliği için
araştırmada yer alan 700 tanıklık ve sözel tarih incelemeleri orijinal kaynakları, 55 yılı aşkın bir süre boyunca kelimesi kelimesine, parça parça yazıya dökülerek, ses ve görüntü kaydı yapılarak derlenip” (Belge Yayınları sf. 27) tamamlanmıştır. Bu kitap, Batı Ermenistan, Kilikya ve Anadolu’dan tehcir edilmiş, Ermeni soykırımını yaşayan görgü tanıklarının anlatımlarına yer vermektedir. Bu sayımızdan başlamak üzere, Ermeni Soykırımına tanıklık etmiş, soykırımı yaşamış görgü tanıklarının anlatımlarına yer vereceğiz.
17
✌ halkların kardeşliği için 18
kerlerine verdi. Yeni ağabeyim yanımdan ağlayarak ayrıldı. Ruslar beni götürüp, üstü muşambayla kaplı, birçok yaralı Rus askerinin bulunduğu arabalara koydular. Onlarla birlikte Iğdır’a gittim. Iğdır’da bir sürü muhacir vardı; hepsi yere oturmuştu. Rus askerleri gelip adımı soyadımı sordular; ben adımı bilmiyordum. Muhacirler arasında “Manuk’un kızı yaralı olarak kurtulmuş” diye haber yayılmıştı. Bir de bir kız geldi; beni görüp dedi ki: “Ben bunu tanıyorum; bu Manuk’un kızı.” Adımı “Rehan Manuki Manukyan” şeklinde yazdırdı. İyi insanların eline düştüm. Beni Yarevan’a getirdiler. Ailemiz kalabalıktı: Dedem, amcam, onun karısı, babam, annem, erkek kardeşim. Bunların hepsi de öldürüldü; sadece ben hayatta kaldım, o da tavşan burnu gibi yarılmış bir burunla ve kırık bir elle. Bak, parmağım yok; kesildi. Hem de seninle konuşmaktan utanıyorum; ama ne yapayım, bu da benim kaderim. Beni Karakilise öksüzler yurduna götürdüler. Öksüzler yurdunda bir buçuk yıl kaldım; orda bana ayakkabı, elbise verdiler. Sonra Çarı tahttan indirdiklerinde bizi Tiflis’e naklettiler. Tiflis Nersisyan Okulu öksüzler yurduna dönmüştü. Bütün öksüzleri orada toplamışlardı. Koridorlar bile sahipsiz çocuklarla doluydu. 1918’de bizi Kars’a götürdüler: Amercom öksüzlere sahip çıktı; onları Kars’a götürdü. Kars’ta çatışmalar başladığında sofraya oturmuştuk. Askerler kapıyı çaldılar. Amerikalılar öksüzler yurdunun kapısının önünde durarak içeri dalmasına izin vermediler; bize zarar vermesin diye kendi bayraklarını astılar. Bizim Amerikalı şefimiz onlara demişti ki: “Sadece Ermeni öksüzler yok burda; Türk öksüzler de var.” Dacikler Kars’ta alan-talana başlamışlardı; nerde güzel bir gelin ya da kız görseler götürüyorlardı. O gelin ve kızlardan birçoğu umutsuzluğa kapılarak bi-
zim Amercom öksüzler yurduna sığındı; Amerikalılar bunları içeri aldılar ve akşam çayından sonra her birini sözde bakıcılarımız olarak yanımıza koydular. O gelin ve kızları sözde bakıcılarımız olarak her birimizin koynunda yatırdılar. Herkesin çarşafını kesip çengelli iğneyle boynuna gecelik olarak bağladılar. O şekilde sadece bizi kurtarmakla kalmayıp, Karslı o gelin ve kızları da kurtarmış oldular. Ben ve benim gibi birçok kişi Amerikalılardan çok memnunuz ve onlara müteşekkiriz; zira hayatımızı onlara borçluyuz. Bunun dışında ben Amerikan öksüzler yurdunda elişi de öğrendim; bununla daha sonra ailemin geçimini de sağladım. Sonra okulda da iyi eğitim aldım. Bütün yakınlarımla birlikte beni de öldürmek istediler; ama ben ölmedim, hem de irade gücümle hayatta kaldım ve üç nesil yarattım. Şimdi, üstüme titreyen Ermenistan’ın emektar antrenörlerinden, Yarevan Teknik Üniversitesi beden eğitimi kürsüsünde doçent, Razmik Ayvazyan oğlum var. Şimdi üçüncü nesli görmenin keyfini yaşıyorum; iyi bir damadım var. Ressam Gareğin Papoyan ve yakınlarımla birlikteyim. (Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf. 130-132)
HOVHANNES STEPANİ GASPARYAN’IN TANIKLIĞI (DOĞUM TARİHİ 1902, ESKİŞEHİR, YAYLA KÖYÜ) Babam ipekböceği yetiştiricisi bir çiftçiydi. O dönem, yaklaşık 30 yıl sürecek olan Sultan Hamid’in monarşik iktidarı dönemiydi. Batı Ermenistan vilayetlerinde, Muş’ta, Van’da, Erzurum’da, Yerzinka’da, Anadolu’da; Kilikya bölgesinde ise, Hacın, Zeytun ve başka yerlerde hep Ermenilere baskı uygulanıyor ve Ermeniler özellikle 1894-1896 ve 1909 yıllarında katliamlara maruz kalıyorlardı.
Alman büyükelçisiyle temas kurup onun kendisinden birkaç dakika önce Padişah’ın yanına gitmesini istedi. Ve büyükelçi Padişah’ın huzurundayken Talat Paşa o gizli toplantıdan çıkan kararı götürdü; büyükelçinin yanında ve onun etkisiyle kararı Sultan’a imzalattılar; o karar sayesinde de 24 Nisan 1915’te Ermeni katliamı yapıldı. 1915’te Türk partisi tarafından bütün köy muhtarlarına kapalı mektuplar dağıtıldığında ben köy okulunun dördüncü sınıfına gidiyordum. Amcam köyün sahibiydi; o da kesinlikle açılmaması tenbih edilen böyle kapalı bir mektup aldı. Mayıs 1915’te Eskişehir’den dört jandarmayla gelen bir jandarma komutanı amcamın iyi sakladığı o kapalı mektubu geri istedi. Açılıp açılmadığını anlamak için, mektubun köşelerini kontrol ettiler. Kilisemiz köyün ortasındaydı ve dört tarafı meydandı. Köy halkını oraya topladılar ve çalgılar eşliğinde, davulzurna müziğiyle jandarma komutanı kapalı mektubu açtı ve kilisenin duvarına yapıştırdı. Mektubun rengi kırmızıydı; ortasında, çevresi silahla çevrili Türk arması vardı; altında büyük harflerle “Seferberlik” yazılıydı; bununla ülkenin savaş halinde olduğu ilan ediliyordu. Türkiye Dünya Savaşı’na katıldığı için, 20 ila 45 yaşlarındaki tüm erkekler silahaltına çağrılıyordu. O zamanlar, özellikle evvela Ermenileri askere aldılar. Babamı da aynı şekilde askere aldılar. Ermeni katliamı pratikte 24 Nisan 1915 günü yapıldı. 3 Temmuz günü Eskişehir’den köyümüze yüz elli jandarma geldi ve yaşlısından çocuğuna kadar bütün köy ahalisini sürgüne gönderdiler. Jandarmalar ve çevredeki Türk köylüler Ermenilerin mallarını yağmalıyorlardı. Bizler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ağlayarak Sakarya Irmağı’nın sağ kıyısında bulunan İğde adındaki bir Türk köyüne vardık; halkın büyük bir kısmı ırmağın sol kıyısındaki, Mayislu Köyü’ne gitti. Ben o dönemde on üç yaşındaydım ve köyümüzde on bir Protestan aile olduğunu hatırlıyorum; onlar da aynı gün sürgüne gönderilmişlerdi; ama Protestanlar evlerine geri dönsün ve mallarının sahibi olsun diye Iğdır Köyü’nden emir geldi. Ertesi gün, on Protestan aile köye geri döndü; biz ise yolumuza devam ettik. Biz Eskişehir’e kadar gittik; diğerlerini ise Arabistan’a, oradan da katletmek için Der Zor’a götürmüşlerdi; onlar yüz aileydiler; onlardan sadece dört-beş kişi kurtulmuştur. Biz Eskişehir’de kaldık. Bizi büyük bir şehir olan Konya’ya gönderdiler. Orada açık havada bir ay kaldık. Ben hep tren istasyonun-
✌ halkların kardeşliği için
O tarihlerde Ermeniler kendilerini savunmak için illegal partiler kurmuşlardı; ama o örgütler imkânlara sahip değildi; dağınıktı; Ermeni Devleti de yoktu. 1908’de yeni Anayasa kabul edildiğinde, İttihat ve Terakki’nin başında Talat, Enver, Cemal vardı. Doktor Nâzım, Bahattin Şakir ve binlerce Jön Türk 1908’de hükümetinin başına geçtiler ve bir parlamento kurdular. Sultan Reşad’ı ise monarşik haklarından yoksun olarak padişah yaptılar. O yeni partinin sloganı: “Yaşasın Anayasa! Adalet, eşitlik, tüm halklar mutlu olsun!”du. O slogan Ermenileri heyecanlandırdı ve Ermeniler, Daşnak ve Hınçak partilerine Ermenileri özgür kılma konusunda bol bol vaatte bulunan İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerine yardım ettiler. Ama aradan bir yıl geçmeden 1909’da Adana Katliamını gerçekleştirdiler. 1912 ve 1913’te Daşnak ve Hınçak Partisi mensuplarını tutuklayıp hapsetmeye başladılar. 1913 ilkbaharında, bir pazar sabahı komutanlarıyla birlikte silahlı askerlerin köyümüzü kuşattıklarını hatırlıyorum. Belediye başkanı da jandarmalarla birlikte onlara eşlik ediyordu. Onlar köyün bütün erkeklerini toplayıp kiliseye hapsettiler. Köy ahalisi yüz yirmi aileden oluşuyordu. Türkler bütün evleri, okulu ve kiliseyi, Protestan kilisesini didik didik aradılar; ama hiçbir şey bulamadılar. Köyün önde gelen kişiliklerinden birkaçını yanlarına çağırıp onlarla konuştular, tartıştılar ve köyümüzde gerçekten de ne Daşnak ne de Hınçak partilerine mensup kişi olmadığına ikna oldular. Sonra, hapsedilenleri salıverdiler; askerlere yiyecek verilmesini talep edip gittiler. 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti komitesi Talat başkanlığında gizli bir oturum yapmış, o oturuma Enver, Doktor Nâzım, Bahattin Şakir ve başkaları da katılmıştı. Onlar Türkiye’de yaşayan Ermenileri ortadan kaldırmayı kararlaştırır ve o oturumda yok etme planını geliştirirler. Yeni doğan bebeklerden en yaşlı insanlara kadar hiçbir Ermeni sağ kalmamalıdır. O komite oturumunda konuşma yapan Doktor Nâzım’dır. Bildirisinde: “Ben Türkiye’yi yeniden diriltmek için sizin yoldaşınız kardeşiniz oldum; sadece Türk bu topraklarda bağımsız ve egemen olarak yaşamalı, Türk olmayan unsurlar yok olmalıdır; tek bir Ermeni dahi kalmamalı, hepsi yok edilmelidir” diye konuşmuştur. Benzer bir konuşma yapan Doktor Bahattin Şakir, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün Ermenileri yok etmeyi önermiştir. Bu kararın altına Sultan Reşad da imzasını koyacaktı; ama Reşad’ın imzalayacağından kuşku duyduğu için,
19
✌ halkların kardeşliği için 20
da uyuyordum. Bir gün istasyonda trenin içinden gelen ve beni çağıran bir ses duydum. Baktım; babamdı. Nerede olduğumuzu ancak sorabilmişti ki, hepimizin Konya’da kaldığını söyledim ve tren hareket etti. Ben o günden sonra babamı bir daha hiç görmedim. Birkaç gün sonra, öğle civarında bir grup atlı jandarma kaldığımız yere gelip üç-dört yüz aileyi, yaklaşık bin iki yüz kişiyi ayırıp, bizi sürdü. Akşam karanlık bastı; ama bize rahat vermediler. Bir nehrin kıyısına yaklaştığımızda, su içmemize izin vermediler. Küçük çocuklar, yaşlılar yürüyemiyorlardı; bitkindiler; onları can çekişir halde bulundukları yerde bırakıyorduk. Jandarmalar ise, onların yanında biraz bekliyorlar, gücü olanları döverek getirip kervandakilerin arasına katıyorlardı. Bu duruma bir çözüm bulmak, istirahat etmemize izin vermeleri için, halkın arasından birkaç kişi para toplayıp jandarmaların komutanına verdi. Sonra, yolumuza devam ettik. Dokuz gün yürüdük ve bir vadide bulunan Bozkır Kasabası’na vardık. Tabii, yolda ölen ve kaybolanlar oldu; ama sayılarını bilmiyorum. Kaderimizin ne olduğunu tahmin edemiyorduk. Ertesi gün gelip elli-altmış yaşlarındaki erkekleri ve bizi de onlarla birlikte bir tarafa ayırdılar ve köylere göndereceklerini söylediler. Yanımızda bir aile vardı; onların oğlunun ismi Ruben’di. Ona ve bize ahırları temizleme emri verdiler; annem ise ev işlerini yapıyordu. Sonra o köyün çobanı oldum; daha sonraları ise, köy mollasının uşağı. Mollanın yanında işim kışın hayvanları beslemek, sulamak, ahırı temizlemek, öküzlere bakmak, ilkbahar ve sonbaharda ise öküz sabanıyla toprağı sürmekten ibaretti. Toprağı sürmek için sabah gün ışığında kalkıp öküzlere yem veriyor, tarlayı sürmeye gidiyorduk. Yazın ise, hasat döneminde rahatımız yoktu. Buğdayı, arpayı sabahtan akşam karanlık basıncaya kadar orakla biçiyorduk. Hasat edilen o buğday ve arpa öküzlere bağlı harman dövme makinesiyle dövülüyordu. Gece gündüz çalışıyorduk; bunlar işin en ağır olduğu aylardı. 1917 yılının yaz sonunda Türk Padişahı Mehmed Reşad vefat etti. 1918 ilkbaharında Almanya ve Türkiye savaştan yenik çıktılar. Ben de annemle mollanın yanından ayrıldım. Bir kağnı kiralayıp, üstüne kazandığımız buğday çuvallarını doldurduk ve Karaman’a doğru hareket ettik. Mütareke yapıldı; köylerimize dönmemize izin verildi. Trenle Eskişehir’e gittik. Köyümüzdeki yüz yirmi aileden geriye sadece kırk aile
kalmıştı. Bizim dört aileden ise geriye üç kişi kalmıştı. Şubat 1919’da, yeni bir hükümet kuruldu; [Mustafa] Kemal seçildi. O halktan silah, at, giysi, yiyecek topladı. Muhaliflerine baskı yapıp Ankara’yı başkent ilan etti. Kemalist iktidar İngiltere, Fransa ve İtalyan askerlerinin arkada bıraktıkları silahları ele geçirdi. 1920 sonlarında Kemal’e karşı Yunan savaşı başladı; savaş İzmir ve Bursa cephesinden ileri doğru yayılmaya başladı. Mustafa Kemal ise iktidarı ele geçirir geçirmez çete örgütlenmeleriyle birlikte 1919 yılında resmi askerlik hizmetine dayalı Türk Ordusu’nu kurdu. Yunan orduları Bursa cephesinden Bilecik’e vardılar; İzmir tarafından da Afyonkarahisar’a ulaştılar. O dönemde Ankara’ya kadar olan bölgede yaşayan Ermenileri ve Rumları doğuya, Kharberd ve Diyarbekir’e gönderdiler. 1921 yılının Şubat ayının sonlarında bizim köyün erkeklerini aynı şekilde sürgüne göndermek için, Eskişehir’den jandarmalar geldi. Ben ve birkaç erkek, komşumuz olan ve bana yaşıt Martiros isimli bir çocukla gece ormana kaçtık. Sabah gün ışımadan erkekleri evlerinden toplatıp Eskişehir’e götürmüşlerdi. Bizim gibi ormana kaçmış olanlar çoktu; ama birkaç gün sonra annem ve komşumuz Martiros’un annesi gelip, biz teslim olmazsak Türklerin kendilerini sürgün edeceklerini bildirdiler. Biz de gidip teslim olduk. Bizi Sivrihisar’a sürdüler, Hükümet Konağı’na götürüp üstümüzü aradılar; sonra da Ermeni kilisesine götürdüler. Biz Ermeniler altmış-yetmiş kişiydik; kilisede ise, yaklaşık beş yüz sürülmüş Ermeni ve Rum vardı. Aynı gün dışarı iki yüz kişi çıkarıldı ve götürüldü; iki gün sonra da bizi dışarı çıkarıp doğuya sürdüler. Biz iki yüz kişiydik. İki gün sonra Haymana’daki bir kışlaya vardık; bizi orada iki-üç gün hapsettiler; sonra, altmış kişiyi ayırıp ahırlara götürdüler. Jandarma komutanı bizi kendisi için ev inşa etmeye götürdü. Yunan Orduları Afyonkarahisar’a saldırdıklarında bizi Baylu Şehri’ne sürgüne gönderdiler. Birden ormandan ateş açıldı; bunlar çeteciydi; jandarmaları silahsızlandırdılar. Çeteciler yere bir yatak örtüsü serip: “Herkes elindekileri üstüne atsın; kimin yanında altın kalırsa onu kurşuna dizeriz” dediler. Sonra, Yenihan Şehri’nden, Sivas’tan geçtik. Sivas’ta bir Ermeni kilisesi vardı; orada ayrı odaları olan iki katlı bir bina vardı. Her odaya bizimkilerden sekiz-on kişi
✌ halkların kardeşliği için
yerleştirdiler. Yerel dini önder Sargis Vardapet şehir- luk, elektrik, radyo yoktu. Benim gayretimle ve Ağasi deki Ermeni nüfusu bir araya getirdi ve onlara para Khancıyan’ın yardımıyla mahalle yirmi günde düzekazanabilmemiz için, bize iş vermelerini tasfiye etti. ne girdi. 1940’da beni üç aylığına Leningrad’ta kurs Ermeniler bize yiyecek veriyorlardı; altmış iki kişiy- görmeye davet ettiler. Geri döndüm; tütün fabrikası dik. Ama sonra bizi Tokat’a götürdüler; orada sürgün üretim birim şefi ve sendika başkanı tayin edildim. edilmiş pek çok Rum erkeği vardı. Bizi çevredeki yol- 1967’de fabrikaya yeni sigara imalatı için yeni makiları yapmaya götürüyorlardı. neler geldi. 1973’ten beri emekliyim. Bir dizi nişan ve Ekim ayında bir gün, Sivas’tan yirmi-otuz araba do- madalya aldım. lusu Ermeni çocuk getirdiler; bunlar Sivas Amerikan (Age, sf.591-595) Koleji’nde okuyan çocuklardı. Türk Hükümeti’nin bütün Ermeni öksüzlerin Amerika’ya götürülmesine GÜRCİ HARUTYUN KEŞİŞYAN‘IN izin verdiğini söylediler. Ben de Sivas’a gidip yetim- ANLATTIKLARI(1900, ZEYTUN DOĞUMLU) haneye kabul edildim. Hemen arkadaşlarım Hovsep, Zeytun’un Taşoluk Köyü’nde doğdum. Babamın adı Martiros ve Hakob’a Sivas Ermeni yetimhanesinde Artin’di; anneminki Tırvanda. Biz dört olduğuma dair bir mektup yazdım. Onlar da geldiler. kız iki erkek kardeştik. 1922 yılının yaz sonunda ve sonbahar başlarında Bizim gördüğümüzü, Ermeni Halkı’nın neler çektiTürk birlikleri, Yunan cephesini yararak, altmış bin ğini anlatmak mümkün değil, ancak bunları Yunan askerini imha ettiler ve pek çoğunu da esir algözünle görerek anlayabilirdin. dılar; o esirleri zafer gösterisi olarak Ankara sokaklaİlk önce Türk askerleri Zeytun’a geldiler; Ermenilerından geçirdiler. Yunan askerlerini Türk sınırlarının rin silahlarını toplamaya başladılar; dışına attılar; bunlardan bir kısmı da İzmir, Balıkeevlerde küçük bir bıçak dahi bırakmadılar. sir ve Mudanya sahillerinde denize döküldü. Bizim Sonra gelip erkekleri çalıştırmaya götürdüler; onlayurtdışına gitmemize izin verildi. Samsun’a rı götürüp katlettiler, boğazladılar, yok vardık; kayıklarla gemiye götürüldük. ettiler. Biz görmedik; ama kurtulan, O gemi İngiliz Kızıl Haçına ait bir mucize eseri olarak kaçabilen biri922 yılının yaz sonunda gemiydi. Sonra, bizi Pire’ye gösi geldi bize bütün türecek bir Yunan gemisine olanları anlattı. ve sonbahar başlarında Türk aktarıldık. Çadırlara yerleşSekiz gün sonra, bizi birlikleri, Yunan cephesini yararak, tirildik. Orada tifüs hastaMaraş’a sürgün ettiler. Yalığına yakalandım. Hasta- altmış bin Yunan askerini imha ettiler nımızda hiçbir şey yoktu; ne neye kaldırıldım. İyileştim. ve pek çoğunu da esir aldılar; o esirleri elbise, ne yatak, Bir çiftlik sahibinin yanında ne de yiyecek. Maraş’ta bir zafer gösterisi olarak Ankara çalışmaya başladım. Daha gün kaldık. Sonra askerler gesonra, Selanik’e gittim. Büyülip : “yallah!” dediler; bizi yenisokaklarından geçirdiler. kannemin, kız ve erkek kardeşleriden min Kavala Şehri’nde bulunduklarını sürüp, Ayntab’a götürdüler. Periduydum. Kavala’ya gittim. Büyükannemi, şanlık, sefillik, açlık; üstümüzde elbise yokkız kardeşimi, erkek kardeşimi ve Suriye’de bulunan tu; çırıl-çıplaktık; amcamı buldum. Tütün fabrikasında çalışmaya başayağımızda ayakkabı yoktu. Bizi koyun gibi sürüladım. İki odalı ahşap bir ev inşa ettim. Kız kardeşi- yorlardı; kadınları, çocukları çöllere mi ve damadımızı yanımıza aldım. götürdüler; içimizde erkek yoktu; zaten erkekleri 1925’te Danuş Şahverdyan Atina’ya geldi ve Sov- götürüp boğazlamışlardı. Benim yirmi yet Ermenistan’ına götürmek için bizi listeye kayyaşındaki Misak ağabeyimi de babamla beraber gödettiler. Önce Davalu’ya gittik, sonra Yarevan’ın türüp boğazladılar. Benim üç kız kardeşimi Butanya Mahallesi’ne. Tütün fabrikasında çalışmakaçırdılar. Onlardan birini atlı bir adam sürüklüya başladım. 1930’de evlendim; dört çocuğum oldu; yordu; annemin kız kardeşimi vermeyeceğini onların hepsi de yükseköğrenim gördü. 1931’de beni anlayınca, annemin önüne bir parça ekmek attı. şehir Sovyetine seçtiler ve Butanya Mahallesi yetki- Annem eğilip ekmeği aldı. O da kız kardeşimi lisi yaptılar. Yeni mahallede su içilebilecek bir muskaçırdı. Diğer ikisini gece uyurken kaçırmışlardı.
21
✌ halkların kardeşliği için 22
Bizi yürütüyorlardı. Yolda kadınları da öldürdüler; zira sıra bize gelmişti. Biliyor musun ne yaptılar? Çölde büyük bir çukur vardı; bütün kadınların ve çocukların kafasını kesip o çukura atıyorlardı. Zavallı çocuklar kuzular gibi ölüyorlardı. Beni de bıçakladılar; çukura attılar; ama ben hayatta olduğumu his ediyordum. Cesetlerin altında, kanlar içinde; kan kokusu bütün dünyayı sarmıştı. Jandarmalar işlerini bitirdiklerinde, bütün cesetlerin yanması için çukurun içine benzin döktüler. Ölenlerden ses çıkmıyordu; ama canlı olanların feryatları yüreğimi parçalıyordu. Ben ölülerin altındaydım; canlı olduğumu ve birinin elimi sımsıkı tuttuğunu hissediyordum. Bir gün, orda cesetlerin arasında kaldım. Açtım; toprak ağzıma giriyordu. Sonra, cesur bir kadın vardı; o bir şekilde kafasını kaldırdı; baktı ki, jandarmalar gitmişler, başladı bağırmaya : “Kim yaşıyorsa, çıksın; kaçalım!” Beni devamlı tutan o sıcak el, beni çeke çeke çukurdan çıkardı. Baktım ki, o benim annemmiş. Kucağında da benim üç yaşındaki erkek kardeşim var; hayatta kalmıştık. Ne kadar canlı kalan varsa, çukurdan çıktı; yirmi kadar kadın ve çocuktuk. Biri yaralı ve kanlar içindeydi; diğerinin saçları yanmış, yüzü kararmıştı. Hepimiz de aç ve susuzduk. Ne su vardı ne de yiyecek. Yerde ot vardı; annem biraz onlardan kopardı; kendisi yapraklarını yedi; kökünü de yemem için bana verdi. Ama hepimiz de açtık. Ama en kötüsü de, Türklerin bizi görüp boğazlamasından korkmamızdı. Bir bu yana, bir o yana gidiyorduk. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. O yüzden de, gece yürüyor, gündüz mağaralarda saklanıyorduk. Bu şekilde, aç susuz bir iki gün yürüdük. Yorgun düşüp, bir yerde uyuduk: Ben, annem ve annemin kucağındaki üç yaşındaki erkek kardeşim... Gözlerimizi açıp baktık ki, birkaç kadın ateş yakmış, et pişiriyorlar. Beni ve annemi de çağırdılar. Ben açtım; ben de yiyeyim diye gittim; ama annem endişeyle oraya buraya koşuşturup üç yaşındaki erkek kardeşimi arıyordu. Meğer biz uyurken grubumuzdaki kadınlar açlıktan ne yapacaklarını düşünmüşler. Annem uyurken üç yaşındaki çocuğu götürmüş, ateşin üstünde pişirmişler; yiyorlar. Bana da bir parça verdiler. Ben de çocuktum; ne olduğunu bilmiyo-
rum; başladım yemeye. Annem deli gibi yanıma geldi; et yediğimi gördü. Bir şey demedi; ama elimden tuttu ve beni çekip götürdü. O kadınların grubundan uzaklaştık. Sonra, çok seneler sonra, annem yediğimin erkek kardeşimin topuğu olduğunu anlattı (bunu yazma; ayıptır; ama gerçek bu...). Annem beni ordan kaçırdı; zira yarın da beni ateşin üstünde pişirip yiyebilirlerdi; o kadınlar o kadar açtılar ve gözleri hiçbir şeyi görmüyordu... Yürümeye başladık. Karanlık bastı. Çöl Araplarının çadırlarına ulaştık. Araplar çok iyi kalpli, iyi insanlardı; Türkler gibi değildiler. Bizi alıp yanlarında sakladılar. Bana : “Adın ne?” diye sordular. -Gürci, dedim. -Bundan sonra Farida olsun, dediler. Biz iki yıl orda kaldık. Sonra, her yerde barış hüküm sürdü. Amerikalılar gelip Ermenileri, kadınları, erkekleri, hepsini toplayıp, arabalarla Halep’e götürdüler. Çocukları yetimhaneye koydular. Maraşlı Natali isminde Ermeni bir kadın geldi beni kendi evine götürdü. Ben sekiz sene orda kaldım. Günün birinde bir kadın beni görüp tanıdı; “annen burda mı?” diye sordu. Ermeni Kilisesi’nin aracılığıyla iki kız kardeşimi de buldum: biri Kudüs’e gitmişti; diğeri ise Ürdün’e; geriye kalanları ise Türkler öldürmüştü. Kocam Manuk Keşişyan’ın yirmi beş kişilik ailesinden ise sadece kendisi hayatta kalmıştı. Onun kız kardeşlerinden birinin kızı, Elmast’a rastladım. O da Zeytun’luydu. O da bana, erkekleri grup olarak götürdüklerinde kendisinin yedi yaşında olduğunu ve babasıyla çöllere kaçtıklarını anlattı. Gece çölde uyurlarken, gruptan sadece babası ve kendisi canlı kalmışlardı; diğerleri boğazlanmıştı. Babası gece onu kucaklıyormuş ve birlikte uyuyorlarmış. Bir sabah uyanınca, babasının kucağından çıkmak istemiş; ama onun kollarının taşlaştığını görmüş. Babası vefat etmiş; vücudu da o şekilde donup kalmış. Kendisi bir yolunu bulup babasının kollarını açmış, dışarı çıkmış. Yalnız başına toprağı kazmış, babasını oraya koymuş; üstüne de toprak ve taş doldurmuş; ama onun vücudu hâlâ dışardan görünüyormuş. Kendisi gece ağaca çıkıp orda uyumuş. Sabah bakınca, çakalların gelip babasının vücudunu yemiş olduklarını görmüş. (Age, sf. 650-652) ✓
halkların kardeşliği için
SENİ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ AHPARİK!
✌
Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi “basit bir olay”, Emniyet Müdürü “örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet” açıklamalarını yaptı. Hrant’ın katili ile güvenlik görevlileri “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazısı bulunan bayrak önünde hatıra fotoğrafı çekme yarışına girdiler.
19
Ocak 2007’de Hrant Dink katledildi. Hrant Dink’in katledileceği önceden biliniyordu. Resmî devlet görevlileri, kışkırtıcılar, medya, ırkçı katiller elbirliğiyle Hrant’ın katledilmesinin ortamını hazırladılar. Hrant düşmanlaştırıldı, kıstırıldı ve sonunda vuruldu. Birileri, katilleri yetiştirdi, hazırladı, planladı, birileri göz yumdu, birileri arka çıktı, birileri delilleri kararttı, birileri suçluları korudu. Ne duruşma önlerindeki saldırılar, ne de gazete haberleri tesadüf değildi. Hrant öldürülmeden bir hafta önce Agos’ta şöyle yazmıştı: “Birileri karar verdi ve ‘Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı. Ona haddini bildirmek gerek’ diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. (...) Ne var ki benim ruhsal algılamam bu...” Hrant’ın ruh hali de buydu. Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi “basit bir olay”, Emniyet Müdürü “örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet” açıklamalarını yaptı. Hrant’ın katili ile güvenlik görevlileri “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazısı bulunan bayrak önünde hatıra fotoğrafı çekme yarışına girdiler. Katilleri duruşmaya getiren resmi aracın plakasında “ya sev, ya terk et” yazısını okuduk
hep birlikte. Futbol maçlarında “ayağa kalkmayan Ermeni olsun!” tezahüratlarını duyduk. Maçlarda “beyaz bere” takıp, “hepimiz Ogün Samast’tız” sloganlarını duyduk. Yasin Hayal’in avukatının duruşmalarda, Hrant’ın yakınları ve müdahil avukatlara yönelik çirkin sözleri yansıdı basına. Hrant davasında deliller karartıldı. Tetikçilerin arkasında duranların açığa çıkmaması için her yol mubah sayıldı. Hrant’ın öldürülmesinden iki gün sonra, cinayetin tetikçisi Ogün Samast Samsun’da yakalandı. Temmuz 2007’de, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve 12’si tutuklu 18 sanıkla başlayan Hrant Dink cinayeti ana davasının ilk duruşması görüldü. 12 tutuklu sanıktan 4’ü tahliye edildi. Mahkeme, cinayetin azmettiricisi olduğu gerekçesiyle tutuklu olarak yargılanan Yasin Hayal’in eniştesi Coşkun İğci’nin de yargılanmasına karar verdi. Ekim 2008’de Yasin Hayal’in abisi Osman Hayal hakkında dava açıldı. Böylece davadaki sanık sayısı 20’ye yükseldi. Ekim 2008’de, Ogün Samast ile Samsun Emniyet Müdürlüğü Çay Ocağı’nda, “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” Türk bayrağıyla fotoğraf çekilmesine izin verdikleri gerekçesiyle yargılanan iki polis memuru beraat etti. Aralık 2008’de, Soruşturma
23
✌ halkların kardeşliği için 24
kapsamında dönemin Trabzon Jandarma Komutanı ği soruşturmanın genişletilmesi kararı aldı. Albay Ali Öz ve istihbarat şubesinde görevli 5 asker Haziran 2011’de, Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi, hakkında, ’Görevi ihmal’ suçundan Trabzon 2’nci Hrant’ın öldürülmesinde “görevi ihmal”den yargılaSulh Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. nan, dönemin İl Jandarma Komutanı Albay Ali Öz Ocak 2009’da, Davanın tutuklu yargılanan 8 sa- ile İstihbarat Şube Müdürü Yüzbaşı Metin Yıldız’a alnığından Zeynel Abidin Yavuz, Tuncay Uzundal ve tışar ay hapis cezası verdi. Mahkeme, aynı suçlamayla Mustafa Öztürk tahliye edildi. Böylece İstanbul 14. yargılanan dört jandarma görevlisine de dörder ay Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ana davada ki tu- hapisle cezalandırdı. Karar, Hrant Dink suikastına tuklu sanık sayısı 5’e düştü. ilişkin İstanbul ve Trabzon’da süren davalarda ilk veMart 2009’da, Davanın 9. duruşmasında, cinayetin rilen mahkumiyet kararı idi. Dink ailesinin avukatişleneceği bilgisine önceden sahip olan ve gerekli ted- ları, Albay Ali Öz’ün görevi ihmalden değil “kasten biri almayan Albay Ali Öz, Trabzon Emniyet İstih- öldürmenin ihmalli davranışla işlenmesi” suçundan barat Müdürü Reşat Altay, Trabzon Emniyet Müdürü yargılanmasını istiyordu. Ramazan Akyürek, İstanbul eski Emniyet İstihbarat Temmuz 2011’de, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Müdürü Ahmet İlhan Güler ve İstanbul Emniyet Mahkemesi’nde yargılanan Ogün Samast hakkında Müdürü Celalettin Cerrah’ın tanık olarak dinlenme- mahkeme “tasarlayarak adam öldürmek” ve “ruhsatleri talebi “dosyaya yenilik getirmeyeceği” gerekçesiyle sız silah bulundurmak” suçlarından toplam 22 yıl 10 reddedildi. ay hapis cezasına hükmetti. Samast’ın tutuklu Mayıs 2010’da, tutuklu sanıklardan bulunduğu sürenin de düşmesiyle ceza, Ersin Yolcu ve Ahmet İskender 10 yıl 8 aya indi. tahliye edildi. Böylece cinayet Kasım 2011’de, Hrant Dink Yüz yıl önce Ermeni dosyasındaki tutuklu sayısı, cinayetinde ihmali olduğu soykırımına imza atanlar, Samast’ın dışında azmetiddia edilen ve aralarında tiricilikle suçlanan Yasin dönemin İstanbul Valisi inkâr politikalarını sürdürmeye ve Hayal ve polis muhbiri Muammer Güler ve İsErmenilere karşı kinlerini kusmaya Erhan Tuncel olmak üzetanbul Emniyet Müdürü re 3’e indi. devam ediyor. Hrant Dink, ermeni olduğu Celalettin Cerrah’ın da Eylül 2010’da, Avrupa bulunduğu 30 kamu göiçin öldürüldü. Hrant Dink, bir mücadele İnsan Hakları Mahkerevlisine ilişkin, İstanbul mesi (AİHM), Hrant’ın Özel Yetkili Cumhuriyet insanı olduğu için hedef alındı. Hrant öldürülmesiyle ilgili beş Başsavcılığı tarafından Dink’in öldürülmesi bir devlet ayrı başvuruyu değerlendiryürütülen soruşturma kapdi. Türkiye’yi yaşam hakkını samında takipsizlik kararı operasyonu idi. ihlal ettiği, mahkemelere etkin verildi. Soruşturmanın “cinayebaşvuru hakkını kısıtladığı ve ifate yardım ve yataklık” suçlamalade özgürlüğü hakkını çiğnediği gerekçerıyla yürütülmesi kararlaştırıldı. siyle mahkum etti. AİHM ayrıca Türkiye’nin Dink Ocak 2012’de, mahkeme, Hrant’ın davasına ilişkin Ailesi’ne toplam 133.595 Avro para cezası ödemesine kararını açıkladı. Tüm sanıkların, “silahlı terör örhükmetti. gütüne üye olmak” suçundan beraatına karar veren Ekim 2010’da, davanın 15’inci duruşmasında mah- mahkeme, tutuklu sanıklardan Yasin Hayal’i, “Dink’i keme, cinayetin tetikçisi Ogün Samast’ın suç tarihin- tasarlayarak öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müde 18 yaşından küçük olduğu gerekçesiyle dosyasının ebbet hapis cezasına çarptırdı. Hayal’in abisi Osman ayrılarak Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderil- Hayal beraat etti. Cinayetin azmettiricisi olmak sumesine karar verdi. çundan ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanan Şubat 2011’de, Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı, Erhan Tuncel, Dink davasından tahliye edildi. TunRize Ağır Ceza Mahkemesinin kararı doğrultusun- cel, Mc Donalds’ın bombalanması eylemine karıştığı da, dönemin Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü ile İl gerekçesiyle 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Ancak tuJandarma Komutanlığındaki bazı görevliler hakkın- tuklulukta geçirdiği süre göz önüne alınarak Erhan da daha önce yürüttüğü ve ”takipsizlik kararı” verdi- Tuncel tahliye edildi.
Yargıtay’ın bozma ilamına uyulup, uyulmamasına yine karar verilemedi. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin kaldırılmasının ardından Dink davası yeni mahkemesi olan 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandı. Mahkeme heyeti, Yargıtay’ın verdiği bozma kararına ilişkin karar verebilmek için sanıkların tamamının beyanının alınması gerektiğini belirterek, Ahmet İskender hakkında verilen yakalama kararını sürdürülmesine karar vererek bir sonraki duruşmayı 17 Temmuz 2014 tarihine erteledi. Haziran 2014’te, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Dink cinayetinde adı geçen kamu görevlileriyle ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ yönündeki kararını iptal etti. Böylece Dink cinayetinde adı geçen dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da aralarında bulunduğu sekiz kamu görevlisine yargılama yolu açılmış oldu. Bu karar Hrant’ın davasında önemli bir gelişmeydi. 6. duruşma, 17 Temmuz 2014’te yapıldı. Bu duruşmada da mahkeme Yargıtay’ın bozma kararı konusunda ki kararını açıklamadı. Dink ailesi avukatları, mahkemenin yakalanmayan sanık Ahmet İskender’in dosyasını ayırarak Yargıtay’ın verdiği bozma kararına ilişkin kararın açıklanması gerektiğini açıkladılar. Mahkeme heyeti, Yargıtay’ın verdiği bozma kararına ilişkin karar verebilmek için sanıkların tamamının beyanının alınması gerektiğini belirterek, Ahmet İskender hakkında verilen yakalama kararınını sürdürülmesine karar vererek duruşmayı erteledi. 17 Temmuz 2014’te, Anayasa Mahkemesi, Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, kardeşi Orhan Dink, çocukları Delal, Arat ve Sera Dink’in bireysel başvurusunu sonuçlandırarak, Dink cinayetinde “etkili soruşturma yapılmadığı” gerekçesiyle Dink ailesinin haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Anayasa Mahkemesi, 12 Kasım 2014’te, verdiği kararın gerekçesini de açıkladı. Kararda, kamu görevlilerinin ifadelerinin halen bağımsız adli birimlerce alınmadığı, olaydaki rollerinin saptanmadığı, soruşturmanın özenle ve hızla yapılmadığı için soruşturmanın bir bütün olarak etkisiz olduğunun kabul edilmesi gerektiğini vurguladı. 26 Temmuz 2014’te, Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları bilinen emniyet görevlilerinin soruşturulmasına izin verildi. O dönem Trabzon’da görev yapan ve Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları olduğu iddia edilen, Emniyet Müdürü, Emniyet Amiri ve polis memurları hakkında Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Trabzon Valiliği
✌ halkların kardeşliği için
Mart 2012’de, Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Hikmet Usta, Dink’in öldürülmesine ilişkin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karara itiraz etti. Davanın sanıklarının “Ergenekon davası sanıkları ile eylem ve amaç birliği içinde bulunduklarını” söyleyen savcı, 30 sayfalık temyiz dilekçesini Yargıtay’a gönderdi. Ocak 2013’te, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararının, “sanıkların atılı suçları örgütün faaliyeti çerçevesinde işlediği” gerekçesiyle bozulmasını istedi. Mayıs 2013’te, Yargıtay 9. Dairesi Dink cinayetinde ‘örgüt var delil yok’ diyen mahkeme kararını bozdu. Sanıkların “silahlı terör örgütü” değil “suç işlemek amacıyla oluşturulan örgüt” üyesi olduklarına karar verdi. Daire, Yasin Hayal’e verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını onadı. Hayal’in “silahlı terör örgütü yöneticiliği” suçundan verilen beraat kararını ise “suç işlemek amacıyla oluşturulan örgütü kurma ve yönetme” suçundan ceza verilmesi istemiyle bozdu. Yargıtay, Ogün Samast’a verilen cezayı da onadı. 17 Eylül 2013’te, Hrant Dink cinayeti davası hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin verdiği bozma kararının ardından İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi yeniden dosyayı incelemeye aldı. Mahkemenin beraat kararı verdiği Erhan Tuncel hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Mahkeme’nin Yargıtay kararına uyup uymama konusunda ki tavrı ise açıklanmadı. 29 Ekim 2013’te, Erhan Tuncel Kumburgaz’da yakalanıp tutuklandı. Hrant Dink cinayeti davası, Yargıtay tarafından bozulmasının ardından ikinci duruşma, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 3 Aralık 2013’te yapıldı. Mahkeme heyeti bozulma kararına uyup uymayacağı yönünde kararını yine açıklamadı. Erhan Tuncel’in kamu görevlileri ile ilgili verdiği ifade mahkemeye damgasını vurdu. Tuncel, yaklaşık yedi yıldır gizlilik kararı ile İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülen soruşturmaya ifade verdiğini belirterek, tanık koruma programına alınmak için savcılığa başvurduğunu söyledi. 7 Ocak 2014’te, Dink davasının 3. duruşmasında davanın tutuksuz sanıkları Osman Hayal ve Zeynel Abidin Yavuz için yakalama kararı çıkarıldı. Ancak Trabzon’da yakalanan sanıklar ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldılar. Hrant Dink cinayeti davasının 5. duruşması, 18 Nisan 2014’te yapıldı. Yargıtay’ın verdiği bozma kararının üzerinden yaklaşık bir yıl geçmesine rağmen,
25
✌ halkların kardeşliği için 26
İl İdare Kurulu’ndan istenilen soruşturma iznine ret cevabı verilmişti. AİHM’e yaptıkları başvuru sonucunda “Hrant Dink’in ölümünde asli mercilerce etkin soruşturma yapılmadığı” gerekçesiyle tazminat elde eden Dink ailesinin avukatları, bu karar sonrasında tekrar Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na müracaat etti. İlgili kanunda yapılan değişiklik gereği tekrar açılan dosya da soruşturma izni bu kez HSYK’dan talep edildi. HSYK 3. Dairesi’nin yaptığı inceleme sonucunda Hrant Dink’in ölümünde görevlerini ihmal ettikleri iddia edilen, Ramazan Akyürek, Reşat Altay, Engin Dinç, Faruk Sarı, Ercan Demir, Özkan Mumcu, Muhittin Zenit, Mehmet Ayhan hakkında soruşturma izni verilerek, dosya Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi. 30 Ekim 2014’te, 7. duruşma yapıldı. İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay’ın bozma kararından 17 ay sonra, Yargıtay’ın bozma ilamına uyulmasına karar verdi. Duruşmada, Dink ailesi avukatları, dönemin Trabzon İl Jandarma komutanı Ali Öz hakkında Trabzon 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan davanın, ana davayla birleştirilmesini talep etti. Avukatlar, Trabzon 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, davanın ana davayla birleşmesi için izin istediğini hatırlatarak, “cinayeti işleten örgütlü yapının açığa çıkartılması ve Dink cinayetine iştirak eden Ali Öz’ün fiiline uygun ceza alabilmesi için davaların birleştirilmesi gerekmektedir” dediler. Dink ailesi avukatları ayrıca, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Ogün Samast davasının da ana davayla birleştirilmesi talebinde bulundu. Mahkeme kararında, “Trabzon’da görülen davadaki sanıkların konumlarının farklılığı” gerekçesiyle Ali Öz’le ilgili birleştirme talebini reddetti. Mahkeme, Ogün Samast davasının ise ana dava ile birleştirilmesine karar verdi. 8. duruşma 23 Ocak 2015’te görülecek. Hrant’ın davası başladığından beri, Hrant’ın arkadaşları mahkeme kapısının önünde basın açıklamaları yaptı ve ‘müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın’ diye haykırdılar. Dink ailesinin avukatları, gerçek suçluların açığa çıkarılması için mücadele yürüttü, yürütüyor. Başından beri, tetiğin arkasındakilerin açığa çıkarılması talepleri dillendirildi. Taşlar bağlanmış, itler salınmıştı. 8. yılın ardından taşlar yerinden oynamaya başladı. Çünkü kamu görevlilerinin bir kısmının yargılanmasının önü açılmış durumdadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “etkin soruşturma yapılmamıştır” kararına rağmen, devlet son
ana kadar tetikçilerin arkasında bulunanları korumaya çalıştı! Hukuki süreç doğal akışına bırakılmadı, bırakılamıyor! Devlet, kendi adamlarını yargı önüne çıkarmamak için her türlü yola başvuruyor. Hrant Dink davasında görünmez eller var. Hrant Dink’in öldürülmesine seyirci kalanların etrafına hukuki bir zırh örülmeye çalışılıyor! 8 yıllık mücadelenin ardından taşlar yerinden oynadı. Kamu görevlilerinin hâkim karşısına çıkması için bir imkân doğdu. Bu taşların çok ağır olduğunu ve yerinden oynatılmalarının kolay olmadığını biliyoruz. Çünkü bu taşların geçmişi 1915’e dayanmaktadır. Taşların ağırlığının nedeni budur. Dink ailesi, avukatları, Hrant’ın arkadaşları, insan hakları örgütleri ve iç, dış kamuoyunun baskısı, mücadelesi sonucu taşlar yerinden oynadı. Yüz yıl önce Ermeni soykırımına imza atanlar, inkâr politikalarını sürdürmeye ve Ermenilere karşı kinlerini kusmaya devam ediyor. Hrant Dink, ermeni olduğu için öldürüldü. Hrant Dink, bir mücadele insanı olduğu için hedef alındı. Hrant Dink’in öldürülmesi bir devlet operasyonu idi. Hrant, bir Ermeni idi. Bir enternasyonalistti. Demokrat olmadan sosyalist olunamayacağını söyleyen, bugün gelecekteki toplumu yaratabilmenin de koşulu olarak demokrasi ve insan hakları mücadelesinin en ön saflarında yer alan bir insandı. O, Türkiye’de demokrasi mücadelesi vermeyi öncelikli görevi olarak görüyordu. O, ülkelerimizin insanlarına güveniyordu. Öldürüldüğü gün Agos’ta yayınlanan son yazsısında şöyle diyordu: “ Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Hrant’ın bu öngörüsü yanlış çıktı. Bu ülkede güvercinlere de dokunulduğu açığa çıktı. Ülkelerimizin çoğunluğunu oluşturanlar, ırkçı, şoven milliyetçi, işçi, emekçi düşmanı, muhafazakâr, dinci, kendinden olmayanlara hayat hakkı tanımayan düşünce ve davranış içindedirler. Ne yazık ki de fakto durum bu. Ülkelerimiz ne yazık ki hâlâ güvercinlere hayat hakkı tanımamaktadır. Öldürülmesinin sekizinci yılında Hrant Dink’i unutmadık, unutturmayacağız. Ülkelerimizde güvercinlere dokunulmayacağı günler için mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz. Aralık 2014 ✓
halkların kardeşliği için
19 OCAK’A -ELBİRLİĞİYLENASIL VARILDI?
✌
• Hrant’ı tehdit eden iki “istihbarat görevlisi”nden Ö.Y., çok sonra, Ergenekon soruşturmasında da karşımıza çıkacaktı. Hrant’la görüştüğü sırada MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı’ydı. Ergenekon şüphelilerinden Bedrettin Dalan’a “Kaç, yoksa seni de alacaklar,” tüyosu verdiği ileri sürülüyordu.
• 2004
’ün 6 Şubat’ında Agos’ta, Gaziantepli Hripsime Gazalyan’a dayanılarak, Sabiha Gökçen’in, 1915 katliamı sonrasında evlat edinilen Ermeni çocuklarından biri olduğu yazıldı. • 15 gün sonra Hürriyet bu haberi manşetine taşıdı. Herhalde iki hafta kadar düşünmüşlerdi. Gazete ertesi gün de, Gökçen’in Boşnak olduğunu ilân edecekti. Ancak “Ermeni değil Boşnak” haberinin yanında Gökçen’i yakından tanıyan Pars Tuğlacı’nın görüşlerine yer verilmiş, Tuğlacı Agos’un haberini desteklemişti. • Hürriyet’teki haber üstüne Genelkurmay hemen ertesi gün müdahale etti. Ordu, Gökçen’in Ermeni olduğunu ileri sürmenin “habercilik” diye nitelenemeyeceğini bildiriyor, ilk Türk kadın pilotun kökenini tartışmanın “millî bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayacağını” ilân ediyordu. • Hürriyet, Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri Genelkurmay’ın açıklamasına arka çıktılar. Milliyet, “Ermeni iddiasını ilk uçuş tarihi çürüttü” dedi, Aynı gazetenin yazarı Melih Aşık’a göre “Gökçen’in Ermeni olması ihtimali yok”tu. Akşam, “Gökçen Ermeni değil Bosnalı” diye yazdı. • Yine Milliyet’te Hasan Pulur, bu vesileyle Hrant’a doğrudan saldırdı. Ondan “Türkçeyi iyi bildiği anlaşılan...” diye söz edip Hrant’ı sanki bir yabancıymış gibi takdim etti. Pulur’a göre Hrant, “Cumhuriyet ve Türkiye düşmanı bir Ermeni”ydi! • Cumhuriyet’te İlhan Selçuk, “Ermenilerin orta-
lıkta bırakıp kaçtıkları çocuklardan sayılıyor Sabiha” diye yazdı. Katledilen, sürülen bir halkı aşağılamayı kendine yedirebilmişti. • Genelkurmay açıklamasından iki gün sonra, 24 Şubat 2004 günü, Hrant İstanbul Valiliği’ne çağırıldı. Vali yardımcısı Ergun Güngör’ün odasında, iki “istihbarat görevlisi” ona, hayatının tehlikede olduğunu ima etti. Bu görüşmeden İstanbul Valisi Muammer Güler’in de, dönemin içişleri bakanı Abdülkadir Aksu’nun da haberi olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Vali Güler, görüşmeyi doğrulayacak, ama Hrant’ın tehdit edildiğine katılmayacaktı. Cinayetten sonra Meclis araştırma komisyonuna, “Devlet böyle tehdit etmez,” diyecekti. “Yapsa başka türlü yapardı.” • Hrant’ı tehdit eden iki “istihbarat görevlisi”nden Ö.Y., çok sonra, Ergenekon soruşturmasında da karşımıza çıkacaktı. Hrant’la görüştüğü sırada MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı’ydı. Ergenekon şüphelilerinden Bedrettin Dalan’a “Kaç, yoksa seni de alacaklar,” tüyosu verdiği ileri sürülüyordu. Dalan’ın özel kalem müdürü Ergenekon’dan gözaltına alındığında onu kurtarmaya kalkmış, bunun için MİT Müsteşarı’nın adını kullanmış, savcılar MİT’le görüşünce Ö.Y.’nin tertibi ortaya çıkmıştı. Ö.Y. Ergenekon’dan ifadesi alınacağı sırada MİT İzmir Bölge Başkanı olarak atandı. MİT tarihinde vekâleten bu makama atanan ilk isimdi. Teşkilat, elemanıyla ilgili soruşturma açtığı yollu haberleri de yalanladı. • Mehmet Soykan adlı yurttaşın şikâyet dilekçesini değerlendiren Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nın,
27
✌ halkların kardeşliği için 28
Hrant’ın bir yazısından ötürü, “Türklüğü aşağılama” suçlamasıyla 301’den dava açtığı gün, 25 Şubat’ta, Cumhuriyet’ten Deniz Som, kuşatma harekâtına katıldı. Som, Sabiha Gökçen meselesi üzerine yazarken, Hrant’ın Ermeni kimliği üzerine kaleme aldığı bir başka yazısını konu etti. “Damardan kan temizleme operasyonu” yapmakla suçladığı Hrant’ın, “Adolf Hitler’in bile ilerisinde bir faşist” olduğunu ileri sürdü. • Hrant, söz konusu yazıyı Agos’ta, Sabiha Gökçen haberinden önce yazmıştı. Gökçen haberinden sonra üstünde esas gürültü koparılan ve Hrant’ı öncelikle kamuoyu gözünde mahkûm etmek için sözleri tersine çevrilerek kullanılan yazıda Hrant şöyle demişti: “Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluş yolu gayet basittir. ‘Türk’le uğ ra ş m am a k . Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı alan ise artık hazırdır. Gayrı Ermenistan’ la uğraşmak. Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan’ la kuracağı asil damarında mevcuttur.” Kastı açıktı: “Türk’le uğraşma”nın Ermenilerin kanını zehirlediğini ileri sürüyordu. • Milliyetçi-ırkçı gazetelerde bir kampanyaya dönüştürülen Hrant aşağılaması ve düşmanlığı ilk meyvesini tehditkâr bir gösteri suretinde verdi. Ülkü Ocakları, 26 Şubat’ta Agos gazetesi önünde “ya sev ya terk et!” gösterisi düzenledi, “Kahrolsun ASALA!”, “Akıllı ol!”, “Hesap sorulur!”, “Eli kırılır!”, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye bağırdılar. Dönemin Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” diye ilân etti. Levent Temiz daha sonra Ergenekon davası sanıkları arasında yer alacaktı. • “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” adını taşıyan örgüt de Agos önünde benzer bir gösteri düzenledi. Orada da hakaretler, tehditler ha-
vada uçuştu. • Hrant’ın ve Agos’un, onların şahsında Türkiyeli Ermenilerin açıkça tehdit edildiği bu gösteriyi Türk medyası haberleştirmedi. Ne televizyonlarda görüntüsü ne - Gündem ve Yeniçağ hariç - yazılı basında tek satır yer aldı. Anlaşmış gibiydiler. • Bunun yerine, 2004 Şubat’ının sonunda Emin Çölaşan, Hrant’ın söylediklerini çarpıtma üzerine kurulu plana uygun olarak, Dink’i “şeriatçı özlemi olanlar, Türkiye’nin bölünmesini isteyenler, Apo’ya özgürlük isteyenler”le bir araya koydu. Çölaşan’a göre Hrant, Türk kanının zehirli olduğunu ileri sürmüştü. Kuşatma ilerliyordu. • Önce Vatan gazetesinin başyazısına Orhan Kiverlioğlu, “Hrant’ın hırlayışı” başlığını attı, faşist falan gibi siyasî hakaret sıfatlarıyla yetinmeyip Hrant’ın “maymun genleri taşıdığını”, ondan “orangutan maymununun bile tiksindiğini” yazdı. Bu şahıs, birilerini göreve çağırıyordu: “Türklüğe hırlayan Hrant’ın kafasına dank edecek bir kanun olmalı”. Kiverlioğlu daha sonraki bir yazısında da, “insan suretindeki Ermeni tarihçi sürüngenlere de Türk kanının zehirli vasfını içtimai şifa niyetine göstermek lâzım” diyecekti. • Nisan 2004’te, Hrant ve Agos’un sorumlu yazı işleri müdürü Karin Karakaşlı hakkında “Türklüğü tahkir ve tezyif”ten dava açıldı. Duruşmada bir şikâyetçiler topluluğu hazır bulunuyordu ve bunların müdahil olma talepleri mahkemece kabul edildi. Mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti (İstanbul Üniversitesi’nden üç öğretim görevlisi), dava konusu yazıda isnat edilen suçun oluşmadığını bildirdi. Şikâyetçiler bunun üzerine bilirkişi heyeti hakkında şikâyet dilekçeleri verdiler. Bunlara, internetten yürütülen kampanyalar eşlik etti. • 2004 Ağustos’unda, Trabzon’un Pelitli beldesinde (jandarma bölgesinde) oturan işsiz bir genç, “baş-
Ceza Genel Kurulu beraatı onayladı. Ancak böylece, başbakanlığa bağlı bir kurul bünyesinde bile olsa, azınlıklarla ilgili bazı gerçeklerin asla dile getirilemeyeceği “resmen” kamuoyuna anlatılmış oldu. • 2005 Nisan’ında, Hrant ile Mazlum-Der genel başkan yardımcısı Şeyhmus Ülek, üç yıl önce Şanlıurfa’da düzenlenen panelde yaptıkları konuşmalardan ötürü yargılanmaya başlandılar. Hrant orada, İstiklâl Marşı’ndaki “kahraman ırkıma bir gül” dizesini söyleyemediğini, “çalışkan halkıma bir gül” dense gönül rahatlığıyla söyleyebileceğini, “Türk’üm doğruyum...” andı içerken de “Türk’üm” yerine “Türkiyeliyim” dediğini anlatmıştı. (Dink ile Ülek Şubat 2006’da bu davadan beraat edeceklerdi.) • Hrant hakkında birbiri ardına suç duyuruları yapılıyor, bunlar hemen değerlendirilip davalar açılıyordu. Artık ortada belirgin bir kampanya vardı. Ve bu kampanya Hrant’ın etrafına bir “suç ve ceza” duvarı örmekle sınırlı değildi. Çünkü her mahkemesinde hemen hep aynı kişilerin başını çektiği saldırgan bir grup hazır bulunuyor, Hrant’a ve ona destek olmak için mahkemeye gelen dostlarına, avukatlarına sataşıyor, saldırıyorlardı. • Basın, organize saldırılardan başka bir şey olmayan bu eylemleri, “Gazilerden Hrant’a tepki”, “Protestoculardan polis kurtardı” gibi başlıklarla veriyor, asla “saldırı” değil, “arbede”, “gerilim” gibi kavramlarla sunuyordu. • 2005 Mayıs’ında İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenmesi planlanan “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konulu konferans, Hrant’a karşı kampanyaları yürüten mihraklarca engellendi. Hukuk sisteminde yeri olmayan bir uygulamayla. Kemal Kerinçsiz’in Büyük Hukukçular Birliği, yargıya başvurdu, İstanbul 4. İdare Mahkemesi de konferans hakkında “yürütmeyi durdurma” kararı verdi! Dönemin adalet bakanı Cemil Çiçek, konferans için, “Türk milletini arkadan hançerlemektir” dedi. (Çiçek, Hrant’ın öldürülmesini “menfur, alçakça” vs. diye kınarken yanına şu ifadeyi ekleyecekti: “Bazı ülkelerde sözde soykırım tartışmalarının gündeme geldiği ve yasal bir statüye kavuşturulmak istendiği bir dönemde bu cinayetin işlenmiş olması son derece manidardır.”) • “Ermeni Konferansı” daha sonra yoğun güvenlik önlemleri altında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapıldığında, aynı göstericiler bina dışında ırkçı protestolarını sürdürdüler. • 1955’in 6-7 Eylül’ünde İstanbul’da yaşanan talan
✌ halkların kardeşliği için
bakanın uçağında bomba var” ihbarında bulundu. Bomba yoktu. Sonradan, “polisin refleksini ölçmek için yaptım” diyecekti. Kimliği tespit edildi, jandarma onu aramaya başladı. Arandığı sırada, “Çeçenlerle birlikte savaşmak” için Çeçenistan’a gitti. Savaşmadan geri döndü. Yasin Hayal adlı bu genç, iki yıl önce askerden izinli geldiği sırada Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisi Erhan Tuncel’le tanışmış, onun “Trabzon’da misyoner faaliyetleri çok arttı” sözlerinden etkilenerek ilk eylemini yapmıştı: Santa Maria Kilisesi rahibini - iddiaya göre keser sapıyla - gaddarca dövmüş, rahip günlerce komada kalmıştı. • Hrant’ın yazdıklarını çarpıtarak onu su katılmamış Türk düşmanı gibi sunma, gündelik bir pratik halini aldı. Yeniçağ, 2004 Ekim’inde yine bu yöntemle, Hrant’ın “Türk milletine hakaret” ettiğini, “Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye” etmek için çalıştığını ileri sürdü. • Hrant Basın Konseyi’ne başvurdu. Konsey, Yeniçağ’ın yayınının “yazara karşı zorbalığa özendirebileceğine” hükmetti, gazeteyi “uyarma” kararı aldı. Ama oybirliğiyle değil oyçokluğuyla! Konsey’in bazı üyeleri hem hile hem kışkırtma yapan gazetenin uyarılmasını gerekli görmemişti. • Aynı günlerde, Yasin Hayal, Trabzon’daki McDonalds’a bomba koydu. Gerçi daha sonra BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu buna “maytap” diyecekti ama bomba patlamış, insanlar yaralanmıştı. Bombayı Erhan Tuncel yapmıştı. Polis onu da, İstanbul’a kaçan Yasin’i de yakaladı. Ama Erhan Tuncel’i dosyadan çekip çıkardı ve onu kendine muhbir yaptı. Yasin Hayal cezaevine girdi. • Hrant’ın öldürülmesine (ve 18 Nisan 2007’deki Malatya katliamına) giden süreçte, özellikle Türkiye’deki gayrımüslim azınlıklarla ilgili konularda birilerinin sistemli faaliyet yürüttüğü görülüyordu. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu’nca hazırlanan “Azınlık Raporu” (1 Kasım 2004’te) basına tanıtılırken, Kamu-Sen genel sekreteri, Büro-Sen genel başkanı Fahrettin Yokuş, kurul başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu’nun önce sözünü kesti, sonra gelip raporu elinden alarak yırttı. Bu olaya siyasetçiler ve basından doğru dürüst tepki gelmedi. Buna karşılık, Prof. Kaboğlu ve onunla birlikte raporu hazırlayan Prof. Baskın Oran, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılama” suçlamasıyla yargılandılar. Beraat etmelerine rağmen Yargıtay 8. Ceza Dairesi kararı bozdu. Sonunda Yargıtay
29
✌ halkların kardeşliği için 30
ve pogrom girişiminin 50. yılı dolayısıyla Tarih Vakfı, Karşı Sanat Çalışmaları, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından hazırlanan serginin açılışı, ırkçı bir grubun saldırısına sahne oldu. Saldırganlar, sergideki fotoğrafları yerlere atıp parçaladılar. Saldırı yine hatırı sayılır tepki görmedi. • Aynı günlerde Yasin Hayal cezaevinden çıktı. İçeride İBDA-C’li arkadaşlar edindiğini, onlardan etkilendiğini anlatıp duruyordu. Trabzon Emniyeti onun aracılığıyla birtakım örgüt üyelerine falan ulaşabileceğini düşünmüş ve onu ciddiye almış olmalı ki, Yasin Hayal’in telefonunu dinlemeye başladı. • Erhan Tuncel sonradan, Yasin’in cezaevinden çıktığında Ermenilere kin beslediğini anlatacaktı. Hayal ayrıca İstanbul’da bir eylem yapmayı da kafasına koymuştu, Tuncel’in söylediğine göre. • Polis Yasin Hayal’in sadece telefonunu dinlemiyor, onu izliyordu da. Trabzon Emniyeti istihbarat görevlilerinin ifadelerine göre Yasin Hayal’i “son ana kadar” takip etmişlerdi. Çünkü Hayal, muhtemelen 2006 başlarından itibaren, Hrant Dink’i öldüreceğini açıkça söylemeye başlayacaktı. • Jandarmanın gözündeyse başka bir Yasin Hayal vardı. Hayal, Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü’nü sık sık ziyaret ediyor ve müdür “Feridun Yüzbaşı” onu pek seviyordu. Yasin’den “sağlam, temiz çocuk, görüştüğümüz bir çocuk, ileride iyi işler yapacak” diye söz ediyordu. • Ekim 2005’te Hrant, “temiz kan”la ilgili yazısından ötürü altı ay hapse mahkûm edildi. Bizzat mahkemenin atadığı bilirkişi heyetinin “bu sözlerden bu anlam çıkmaz” raporuna rağmen! Mahkeme kararında şu sözler yer aldı: “Öyle ülke vardır ki bayrağından şort yaparsın, hoş görülür. Öyle ülke vardır ki ineğine dokunursun, infial yaratır. Öyle millet vardır ki kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. (…) Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır.” • Hrant, üstüne atılan suçun “ırkçılık” olduğunu, bunu asla kabul edemeyeceğini, “alnına bu kara lekeyi” sürerlerse ülkesini terk edeceğini, “çekip gideceğini” açıkladı. • Kemal Kerinçsiz’in öncülük ettiği Büyük Hukukçular Derneği yeni bir şikâyet kampanyası organize etti. Tek tip dilekçelerle yine savcılığa başvurdular. • Hrant hakkında, kesinleşmemiş mahkeme kararı üstüne yorum yaptığı gerekçesiyle, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamasıyla 14 Ekim 2005’te bir dava daha açıldı.
• Bu davanın duruşmasında saldırganlar mahkeme koridorunda Hrant’a vurmaya kalktılar. Mahkeme salonunda ona “hain!” diye bağırdılar. Bir başka duruşmada da Hrant’ın avukatlarından biri saldırganların yumruklarına hedef oldu. • Savcı, ortada herhangi bir suç olmadığını bile bile dava açmış, yargıçlar, ilk duruşmada beraat kararı verip davayı bitirebilecekken süreci uzatmışlardı. Böylece her biri yeni linç girişimlerine sahne olan duruşmalar yapılabiliyordu. • Mahkeme önü gösterilerinde açılan bir pankart, Malatya katliamı ve Hrant Dink suikastları arasında bağ kurmayı sağlayabilecek, yürütülen plana ışık tutabilecek bir ifade içeriyordu. Bu pankartta Hrant’a, hep yaptıkları gibi “hain” vs. demiyor, onu “misyoner çocuğu” diye adlandırıyorlardı. Bugün, 2010’un ilk günlerinden dönüp bakınca, gayrımüslimlere yönelik terör eylemleri öngören “Kafes Planı”nı akla getirmemek zor. (Ya da 2001’in Aralık ayındaki MGK toplantısında “azınlık faaliyetleri” ve “misyonerlik”in “iç tehdit” başlığı altında sayıldığını hatırlamamak.) • Hrant’ın yargılandığı duruşmalarda mahkeme önlerinde toplanan kalabalığın önde gelen isimleri, Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz ve başkaları, Kasım 2005’te, Fener Rum Patrikhanesi önündeydi. Oradaki bir toplantıyı bahane ederek gösteri düzenlediler, Patrikhanenin Yunanistan’a taşınması için imza kampanyası başlattılar. • 5 Şubat 2006’da, Trabzon İtalyan Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro, ayin sırasında 16 yaşındaki bir genç tarafından öldürüldü. Bu, muhtemelen gayrımüslimlere yönelik terör harekâtının başlangıcıydı. • Bu defa savcılığa Hrant başvurdu. Bursa/ Nilüfer’den Ahmet Demir adlı bir kişi Hrant’a “Gestapo Türk” imzalı tehdit mektubu yollamış, “oğlunu, seni ve Sarkis Seropyan’ı öldüreceğiz” demişti. Suç duyurusunda Hrant, Şişli Adliyesi savcılarının bunu araştırmasını istiyordu. Tehditçi mektuba açık adresini de yazmıştı! Hrant öldürüldükten sonra, İstanbul Valisi Muammer Güler, “Dink’in korunma talebi yoktur. Sadece Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na başvuruyor, sonuç çıkmıyor,” diye söz edecekti bu olaydan. Sonuç elbette çıkmamıştı, çünkü Hrant’ın başvurusu üzerine yapılması gereken araştırma hiç başlamamıştı. Geçen 11 ay içinde, Bursa Başsavcılığı ya da Bursa Emniyeti’ne yollanmış tek bir yazı yoktu! • Tehdit Bursa’da değil Trabzon’daydı. Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü hem İstanbul’a hem de Emniyet’in tepesine, İstihbarat Daire Başkanlığı’na
kampanya elbette daha şiddetli yürütülüyor, Hrant, Orhan Pamuk’la birlikte “katli vacip iki köpek”ten biri ilân ediliyordu. • Şimdi Ergenekon davasının sanıkları arasında yer alan çeşitli kişiler, Hrant’a karşı sürdürülen kampanyada hep ön saflardaydı. Ard arda suç duyuruları yaparak Hrant’ı mahkemeden mahkemeye sürüklenmek zorunda bırakan, duruşmaları da saldırgan gösteriler düzenlemek için fırsat haline getiren avukat Kemal Kerinçsiz hep ortadaydı. Meşhur Veli Küçük bu gösterilerden birine bizzat gelmişti. Oktay Yıldırım değişmez simalardandı. Sevgi Erenerol oradaydı. • Kerinçsiz, sadece davaları izlemekle yetinmiyordu. 2006 Şubat’ında Akdeniz Üniversitesi’nde düzenlenen bir panele de Hrant’ın peşinden gitmiş, salonda söz alıp gerilim yaratmıştı. • Bu girişimler medyada, gazete veya televizyon kanalının meşrebine göre örtülü veya alenî, her halükârda geniş çaplı destek buluyordu. 18 Şubat günü Zaman gazetesi bu panelin haberini şöyle verdi: “Agos yazarı Hrant Dink’e göre İstiklal Marşı bölücü - Türklüğe ve Türklere hakaret ettiği için yargılanan Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, Antalya’da düzenlenen konferansta Türklerden özür diledi.” Evet, Hrant özür dilemişti; ama şöyle: “Ben hiçbir kimliği aşağılamam. Türk kimliğini de Ermeni kimliğini de aşağılatmam. Eğer bu cümlelerle Türklüğünüzü aşağıladım diye hâlâ aklınızda bir düşünce varsa lütfen böyle düşünmeyin. Size böyle düşündürttüğüm için özür dilerim.” Zaman, haberini, günün ortamına uygun olarak, şöyle sürdürüyordu: “Irkçı ifadeler bulunduğunu iddia ettiği İstiklal Marşı’nın bölücülük içerdiğini savunan Dink’in katıldığı açıkoturumun sonunda olay çıkınca başkan programı yarıda kesti.” • Ergenekon’cuların denetimindeki Yeni Batı Trakya dergisinde, “Ermeni’nin küstahlığına bak” başlığı atılmış, “Dink Hrant provokatör mü ajan mı?” diye sorulmuştu. Onlar Zaman’dan daha açık sözlüydü. • Propaganda, duruşmaları fırsat bilip düzenlenen eylemlerin ideolojik geri planını besliyordu. 16 Mayıs 2006 günü Hrant doğrudan saldırıya uğradı. Önce ona “şerefsiz, hain” diye bağıran yaklaşık 50 kişilik grup, mahkeme salonunda Hrant’ın avukatlarına bozuk para ve çakmaklar attılar, Hrant duruşmada söz aldığında Kerinçsiz kalkıp, “Sus, yeter artık!” diye haykırdı, çıkışta Hrant’a tükürmeye, vurmaya çalıştılar. “Gel de temiz Türk kanını gör, bakalım kimin kanı daha temiz”, “Seni şimdi hükümet koruyor, sonra kim
✌ halkların kardeşliği için
17 Şubat 2006 günü şu yazıyı gönderdi: “Yardımcı İstihbarat Elemanından (Erhan Tuncel) alınan bilgilerden ‘bahse konu şahsın (Yasin Hayal) çevresinde bulunan arkadaşlarına Ermenilere karşı büyük bir kin beslediğini ve önümüzdeki günlerde İstanbul ilinde ses getirecek bir eylem yapmayı planladığını, hedef olarak da, Türkleri ve Türkiye Cumhuriyeti’ni karalayıcı faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle, AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Fırat (Hrant) Dink isimli şahsı seçtiğini, maddi imkân sağladığı takdirde bahse konu eylemi gerçekleştirmek için İstanbul iline gideceğini ve Sarıgazi ilçesinde bir fırında çalıştığı bilinen abisi Osman Hayal’in yanında kalacağını söylediği’ öğrenilmiştir. Ayrıca bahse konu şahsın McDonald’s isimli işyerine yapmış olduğu eylem öncesinde de benzer söylemlerde bulunduğu göz önüne alınarak şahsın söz konusu eylemi yapabilecek bir yapıya sahip olduğu değerlendirilmekte olup 0538 7193181 numaralı telefonu kullanan şahsa yönelik çalışmalarımız devam etmektedir.” • Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç, yazıyla yetinmemiş, İstanbul’daki mevkidaşı Ahmet İlhan Güler’i telefonla arayıp ayrıca görüşmüştü. Cinayetten sonra bunu açıklayacaktı. Ancak İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, bu yazıdan haberinin bile olmadığını iddia edecekti. Bu yazının ona kadar ulaşması için, arasında “Hrant Dink öldürülecek, koruma gerekli” gibi ifadelerin geçmesi gerekirmiş; Cerrah böyle diyecekti. • Star’da Faruk Mangırcı, 2006 Şubat’ında şöyle yazdı: “Ermeni asıllı Gazeteci Hrant Dink, bildiğiniz gibi Türklüğe alenen hakaretten yargılanıyor. (…) Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğun kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur’ sözünün Türkiye düşmanlarına hatırlatılması yeterlidir sanırım.” • Hatırlatma kuyruğuna girildi. Hrant bilgisayarında “Küfür” adlı bir klasör açtı ve gelen yüzlerce tehdit, hakaret, küfür, kıyamet e-postalarını burada toplamaya başladı. • Hrant her gittiği yerde izlenir, söylediği her şey yeni düşmanlık vesileleri yaratmak üzere haberleştirilir olmuştu. Yeniçağ, 2005 Kasım’ında bu tür haberlerinden birini “Hrant uslanmadı” diye vermişti. Ortadoğu da 2006 Mart’ında, “Ya sev ya terk et!” ve “Kovun bunları!” başlıkları attı. Hrant’ın adının geçtiği yerde mutlaka “Türklüğe hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci” ibaresi yer alıyordu. • Kimlikleri gizlemenin mümkün, her türlü hakaret ve kışkırtmanın çok daha kolay olduğu internette
31
✌ halkların kardeşliği için 32
koruyacak?” diye bağırdılar. Polis Hrant’ı ekip arabasıyla adliye garajından çıkartabildi. • Zaman gazetesi, 17 Mayıs’ta bu haberi “Hrant Dink’e hain tepkisi” başlığıyla verdi. “Bazı kişiler”, “tepki göstermiş”ti. Ellerindeki müdahillik dilekçelerini kaldırıp “Davacıyız, neden içeri giremiyoruz?” demişlerdi. Olay bundan ibaretti. Sabah’ın başlığı da şuydu: “Arbede dava erteletti”. (Gün, Ergenekon tetikçisinin Danıştay’ı basıp bir yargıcı öldürdüğü, medyanın bunu şeriatçı teröristlerin eylemi gibi sunmak üzere kolları sıvadığı gündü.) • 2006 Mayıs’ında Yargıtay, Hrant’a yönelik operasyonun gelip geçici bir sindirme eyleminden ibaret olmadığını ortaya koydu. Yargıtay 9. Ceza Dairesi Hrant’ın altı ay mahkûmiyet kararını “usul” yönünden bozarken “suç işlenmiştir” dedi. Hrant’ın sözlerinin “Türklüğü tahkir ve tezyif edici nitelikte” olduğuna “kuşku bulunmamakta”ydı. • Ancak Yargıtay başsavcısı, bu karara itiraz etti. Hrant’ın aynı konuda sekiz ayrı yazı yazdığını, kastının Ermenilerdeki Türk takıntısını eleştirmek olduğunu belirtti. “Ermeni kökenli Türk vatandaşları açısından da Dink’in sözleri eleştiri niteliğindedir (...) Ermeni kimliğinin korunmasını savunmak suç olmayacağı gibi, sanık mensubu olduğu cemaati/diyasporayı da eleştirmektedir,” diye uzun uzun anlattı. Nihaî kararı Yargıtay Ceza Genel Kurulu verecekti. • Erhan Tuncel’i muhbir (“yardımcı istihbarat elemanı” - YİE) olarak işe alan Trabzon Emniyeti’nin başındaki müdür, Ramazan Akyürek, bu sıralarda terfi etti, Ankara’ya, Emniyet’in tepe görevlerinden birine gitti: İstihbarat Daire Başkanı oldu. • Hrant 14 Temmuz’da Reuters ajansına verdiği bir demeçte 1915 için “soykırımdır” dedi. “Dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halkın bu olaylarla birlikte artık ortadan yok olduğunu görüyorsunuz.” Üç-dört gün geçmeden yeni soruşturma açıldı. • Jandarmaya muhbirlik yapan Coşkun İğci, aşağı yukarı bu sıralarda, bağlantıda olduğu jandarma istihbarat görevlileri Okan Şimşek ile Veysel Şahin’e, Yasin’in Hrant’a suikast planlarından söz etti. İğci, Hayal’in eniştesiydi. Yasin’in elinde Hrant’ın evine, işyerine ait krokiler görmüştü. Hrant’ın internetten indirilmiş fotoğrafları da vardı. Ayrıca Yasin ona para vermiş, silah bulmasını istemişti. Görevliler İğci’ye, jandarma bölgesinde bulunduklarını hatırlattılar, “Yasin sürekli gözetimimiz altında,” dediler. • Yine de aldıkları bilgiyi üstleri Yüzbaşı Metin Yıldız’a ilettiler, o da komutanı Albay Ali Öz’e aktardı.
Ali Öz konuyu kapattırdı. Cinayetten sonra Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yürütülen yargılama sırasında bütün bunlar ortaya dökülecek ve komutan Öz hariç, ilgili herkes tarafından doğrulanacaktı. • Yasin Hayal’in eniştesinin jandarmaya ilettiği cep telefonu numaralarının dinlemeye alınmadığı da sonradan anlaşılacaktı. • Eylül 2006’da, Meclis’te cemaat vakıflarının el konmuş mallarının iadesine ilişkin yasa görüşülüyordu. CHP azınlıklar için “mütekabiliyet” istedi. Türkiye’deki azınlıkları “yabancı” sayıyordu bir bakıma. Bu tasarıyla “atalarımızın kan ile kurtardığı vatan toprakları tartışılır hale gelecek”ti CHP’ye göre. Hükümet tasarıyı geri çekti. Rum ve Ermeni vatandaşlardan oluşan bir grup, Meclis’te bu görüşmeler sırasında açık açık ortaya konan ayrımcı tavırları bildiriyle kınadı. Aralarında Hrant da vardı. “Rehine değil yurttaşız” dediler. CHP Niğde milletvekili Orhan Eraslan onları bir defa daha yabancı saydı: “Ekmeğini yiyip suyunu içtikleri Türkiye’ye haksızlık yapıyorlar.” • Hrant rehine değil yurttaş olduğunu söylüyordu, bir yurttaş gibi de cezalandırıldı. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Hrant’ın “temiz kan” yazısında Türklüğü tahkir-tezyif ettiğine hükmetti. 16 Eylül günü Sabah gazetesi, Yargıtay’ın “ders gibi bir gerekçe” açıklayışına sevinirken, Akşam, “Hrant Dink ifade özgürlüğünü aştı” başlığını uygun görmüştü. Hürriyet ise, kurul başkanı ile bir üyenin karşı oy kullanmış oluşuna anlamlı bir yaklaşım getirdi. Hrant’ın fotoğrafını koyup yanına “Yargıtay’ı böldü” diye başlık attı. • Mahkûmiyet kararı onaylanınca, Hrant’tan o ana kadar “Türklüğe hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci” diye bahsedenler, onu “tescilli Türk düşmanı” diye suçlamaya başladılar. • Bu da yetmedi. Hrant için 301’den yeni bir dava açıldı. Agos’ta, Reuters’e demecinin alıntılandığı haber gerekçe gösterilerek. “Türklüğü aşağılamış”tı, üç yıla kadar hapsi isteniyordu. • 2006 Ekim’inde, Fransa parlamentosunun Ermeni soykırımını reddetmeyi suç sayan yasayı görüşmesi Türkiye’de özel bir gerilim yarattı. Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob Mutafyan, 11 Ekim günü valiliğe başvurdu ve ortamın gerginliğinden ötürü Türkiye Ermenilerine ait kurum ve kuruluşların güvenliğinin sağlanmasını talep etti. • Anlaşılan Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı da patriğin endişesini paylaşıyordu ki, ertesi gün bütün illerin istihbarat şube müdürlüklerine yazı gönderdi, Ermeni vatandaşlara karşı girişilebilecek provokatif
mede bu başvurunun kayıt işlemleri tamamlandığında Hrant artık hayatta değildi. • Sabah gazetesinde Erdal Şafak, Hrant öldürüldükten birkaç ay sonra (2 Temmuz 2007’de) şunları yazdı: “Geçen yılın sonbahar aylarıydı. Hrant Dink davalarına bakan yargıçlardan biriyle tesadüfen bir araya geldik. Sohbet sırasında Dink’in ‘Mahkûm olursam Türkiye’yi terk ederim’ sözünü hatırlattık. Yargıç bıyık altından güldü ve başımızı döndüren bir yanıt verdi: ‘Ya sevecek ya terk edecek. Başka seçeneği yok!” Yargıcın fikriyatı buydu. • Hrant öldürüldükten sonra da fikriyat değişmemiş olmalı ki, cinayet davasının ikinci duruşmasında, 2007 Ekim’inde, sanıkları getiren cezaevi jandarma araçlarından birinin önüne “Ya sev ya terk et” etiketi yapıştırılmıştı. Katiller ve onları mahkemeye getiren jandarmalar, hep birlikte, söylemediği sözlerden ötürü Hrant’ı mahkûm eden yargıçlara selam gönderiyor gibiydi. • Hrant’ın katilini Samsun otogarında yakalayıp Emniyet’e götüren görevliler, katille birlikte pozlar verip fotoğraflar, videolar çektirdiler. Ona “aslanım benim” diye hitap ettiler. Katili Türk bayrağının ve “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazılı takvimin önüne dikip görüntülediler, bu görüntüleri yaymaktan, dağıtmaktan çekinmediler. Samsun Başsavcılığı, “kamu görevlilerinin katil zanlısına sempati duyduğu intibaının oluştuğuna, bunun suç teşkil etmediğine” karar verdi. Emniyet Sözcüsü İsmail Çalışkan, video skandalına ilişkin görüşü sorulduğunda şöyle dedi: “Polisin profesyonel olması lâzım. Duygu ve düşüncesini yaptığı işe yansıtmaması gerekir.” Ne yaparsınız ki, “kamu görevlilerinin” hissiyatı buydu. • Yasin Hayal tutuklandığında, arabaya götürülürken, gazeteci kalabalığının arasından birileri ona “Mutlu musun?” diye seslendi. Hayal, “Çok huzurluyum,” cevabı verdi. Bu da onun hissiyatıydı. • Hrant öldürülmeden bir hafta önce Agos’ta şöyle yazmıştı: “Birileri karar verdi ve ‘Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı... Ona haddini bildirmek gerek’ diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. (...) Ne var ki benim ruhsal algılamam bu...” Hrant’ın ruh hali de buydu.
✌ halkların kardeşliği için
eylemlere karşı dikkatli olun, diye polisleri uyardı. • Emniyet ayrıca özel olarak Hrant’ın hedef seçilebileceğinin de farkındaydı. İstanbul’un istihbarattan sorumlu emniyet müdür yardımcısı Şammaz Demirtaş, cinayetten sonra, başbakanlık müfettişlerine, “oluşabilecek sansasyonel durumlar nedeniyle” Hrant’ın “ilgi alanlarında” olduğunu söyleyecekti. • Şimdi Ergenekon sanıkları arasında yer alan Sevgi Erenerol bu sıralarda, Genelkurmay Başkanlığı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda seminerler veriyordu. Konu, Türkiye’ye yönelik tehditler, özel olarak da “misyoner faaliyetleri”ydi. • Aralık 2006’da Hrant yine mahkemede, saldırganlar “Hrant Dink, Taşnak, Hınçak, Asala ve devşirmeler seninle gurur duyuyor - Büyük Türk Milleti” pankartıyla bina önündeydi. Polis, tekme yumruk saldırmasınlar diye önlerine bir bariyer koydu. • Ocak 2007’de Yasin Hayal mermi arıyordu. Attığı SMS mesajı (“7.65 mermi lâzım”) polisin elindeydi. Trabzon Emniyeti daha sonra bu mesajı tahrif edecek, savcılardan gizlemeye çalışacaktı. (Bu, tek örnek de değildi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Trabzon polislerinin delil kararttığı veya gizlediği durumlara dair 11 maddelik bir tespitle Trabzon savcılığına başvuracak, ama savcılık Trabzon polislerinin “memuriyet görevlerini gereği gibi yerine getirdikleri, üzerlerine atılacak herhangi bir kusur bulunmadığı” sonucuna varacaktı. • Mermi aranıyordu, çünkü katil adayı belirlenmişti. Erhan Tuncel polise önce Yasin’in cinayeti bizzat işleyeceğini söylemiş, sonra başka bir tetikçi bulduğunu bildirmişti: Zeynel Abidin Yavuz. Fakat Yavuz Trabzon’dan (belki de bu işe bulaşmamak için) uzaklaşacak, Yasin Hayal onun yerine bir başkasını ayarlayacaktı. Erhan Tuncel polise bunu da bildirmişti. O sırada Ogün’ün (Samast) adını henüz bilmediğinden, “Pelitlispor’da sol açık oynayan, hızlı koşan bir çocuk buldu” demişti. • 15 Ocak 2007’de Hrant’ın, aldığı haksız mahkûmiyet kararıyla ilgili başvurusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ulaştı. Hrant uzun başvuru yazısında “AİHM’in kararından çok Türkiye toplumunun vicdanî kararını önemsediğini”, “ısrarla bu ülkenin herkesle eşit bir yurttaşı olmak istediğini” belirtti. Hayatı boyunca yaşadığı ayrımcılığı örnekledi: “1986’da Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar.” Uluslararası mahke-
(Bu yazı 19ocak.org sitesinden alınmıştır.) ✓ 33
güncel
ICC’NİN ICOR’UN 2. DÜNYA KONFERANSINA FAALİYET RAPORU (ICOR (Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu) İkinci Dünya Konferansının aldığı kararların Türkçe çevirilerini yayınlamayı sürdürüyoruz. YDİ ÇAĞRI) [ICOR Kuruluş Konferansı ile ilgili bazı bölümleri daha önce çevirip yayınladığımızdan, aynı zamanda bazı yerleri kısalttığımızdan bu belgenin belirli parçalarını çeviriyoruz. Kısalttığımız yerleri (…) ile işaretledik. -ÇN]
A 4 ICOR’UN ÜYELERİ
34
Kuruluş Konferansına Asya, Afrika, Amerika ve Avrupa kıtalarından 54 örgüt davet edildi; 31 örgüt katıldı. Afrika: ORC, Kongo Devrimci Örgütü (Kongo), MMLPL Faslı Marksist-Leninistler-Proleter Çizgi (Fas), CPSA (ML), Güney Afrika Komünist Partisi (Marksist-Leninistler) (Güney Afrika). Amerika: PC (MLM), Bolivya Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) (Bolivya); PC (AP), Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem), Şili; Komünist Partisi (Marksist-Leninist) (Dominik Cumhuriyeti); LIJUC, Liga de la Juventud Clasista (Meksika Sınıf Gençlik Ligası )(Meksika); PC (ML), Panama Komünist Partisi (Marksist-Leninist) (Panama); Paraguay Komünist Partisi (bağımsız) (Panama); ROL, Emeğin Devrimci Örgütü (ABD). Asya: CPB, Bangladeş Komünist Partisi, (Bangladeş); CPI (ML), Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninistler) (Hindistan); PCC CPI(ML), Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninistler) Geçici Merkez Komitesi (Hindistan); Ranjbaran, İran Proleter Partisi (İran); KP İran, İran Komünist Partisi (İran); NCP (Mashal), Nepal Komünist Partisi (Mashal) (Nepal). Avrupa: BRP(K), Bulgar İşçi Partisi (Komünistler) (Bulgaristan); MLPD, Almanya Marksist-Leninist Partisi (Almanya); KOE, Yunanistan Komünist Örgütü (Yunanistan); CARC, (İtalya); KOL, Lüksemburg Komünist Örgütü (Lüksemburg); GML/Rode Morgen – Şafak – (Hollanda), bugün GM Roter Mor-
gen; MLGS, İsviçre Marksist-Leninist Grubu (İsviçre); SVK, Bilimsel Komünizm Topluluğu (Slovakya), bugün VZDOR, Direnişten Yana Slovaklar; SMKC, Çekoslovakya’nın Genç Komünistler Birliği (Çek Cumhuriyeti); MLKP, Marksist-Leninist Komünist Partisi (Türkiye/Kuzey Kürdistan); TİKB, Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (Türkiye); BP (NK-T), Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye); TKP/ ML, Türkiye; KSRD, Ukrayna İşçi Hareketinin Koordinasyon Konseyi (Ukrayna); “Roter Keil” (Kızıl Kama) Komünist Devrimciler Grubu (Beyaz Rusya). KP/İran, LIJUC-Meksika, TKP/ML-Türkiye ve CARC-İtalya delegeleri kuruluş kararı üzerine karardan sonra artık sadece gözlemci olarak katıldılar. ICC’nin bir kararında hazırlık sürecine katılan örgüt ve partilerin hepsinin 30 Kasım 2010 tarihine kadar kendilerini kurucu üyeler olarak deklare etmek zorunda olduklarını tespit etti. Kuruluş konferansında ICOR’un kurulmasını kabul eden 25 örgütün yanında 30 Kasım’a kadar 15 örgüt daha kendilerini kurucu üyeler olarak ilan ettiler. Bunlar şunlardır: Latin Amerika’dan: NPCH (ML), Haiti Yeni Komünist Partisi (Marksist-Leninist), (Haiti); PRT, Kolombiyalı İşçilerin Devrimci Partisi, (Kolombiya); PML del Peru, Peru Marksist-Leninist Partisi, (Peru);PPP, Peru Proleter Partisi, (Peru). Asya’dan: MLOA, Afganistan Marksist-Leninist Örgütü, (Afganistan); APTUF, Tüm Pakistan Sendika Federasyonu, (Pakistan); WWO, Emekçi Kadınların Örgütü (Pakistan); INDODEV, Devrimci Endonezya, (Endonezya). Ve Avrupa’dan: Resistance Movement “23rd September” Bulgaria (Bulgaristan “23 Eylül” Direniş Hareketi) (Bulgaristan); Tjen folket/kommunistik forbund (Halka hizmet/Komünist Birlik) (Norveç) ; MLP, Marksist-Leninist Platform (Rusya); PR, Emek
sonra bu belgeler Rusça, Arapça, Farsça da yayımlandı; bu dokümanlar Hindistan’da 10 çeşitli dile çevrildi; tüzük diğerlerinin yanında Hindi, Bengal ve Malayalamca, hakeza Nepal’de, Nepalce basıldı. Böylece ICOR-kuruluşu üzerine uluslararası devrimci ve işçi hareketi içinde geniş bir tartışma için önemli bir ön koşul yaratılmış oldu. Kuruluş Konferansı ICOR’un bayrağı olarak sarı renkte ICOR yazısıyla kızıl bir bezi kararlaştırdı. ICOR-ambleminin şekillendirilmesi için yeni seçilmiş ICC üye örgütlerden öneriler sunmalarını talep etti. ICC Haziran 2011’de ICOR-Amblemini kararlaştırdı ve ICOR-üyelerinden bunu bundan sonra tek tek üye örgütlerin parti bayrağına dâhil etmelerini talep etti.
A.5 Amblem ve Kuruluş Belgeleri
B. 1 İdeolojik-siyasi birliğin sağlanmasının yöntemi olarak siyasi kararlar
ICOR’un ICC’sinin (Enternasyonal Koordinasyon Komitesi) Kuruluş Konferansının hemen doğrudan akabinde oluşturulmasından sonra ICOR’un en yüksek organının belgeleri hemen İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca dillerinde yayınlandı. Daha
ICOR varoluşunun üç yılında 28 karar ve açıklama çıkardı, bunlara CCC’nin 7 kararı/açıklaması ve ICOR tarafından örgütlenen konferansların 5 kararı da dâhildir.
TARİH
KONU
6. 11. 11
Tunus’taki Halk Ayaklanmasına dair ICOR-Açıklaması ICC-Kararı
20. 03. 11
Libya’ya karşı NATO-savaşıyla mücadele! ICOR-kararı
20. 03. 11
Emperyalist Atom Politikasına Karşı Aktif Direniş ICOR-kararı
03. 04. 11
Afganistan kararı 2001 Asya Kıtasal Konferansı ve diğer 13 imzalayıcının kararı
07. 07. 11
CCC-Asya: “Anti-terör-yasaları”yla takibata uğrayan Malezya Sosyalist CCC-Asya Partisi’nin 30 Aktivistin Savunulmasına Dair Çağrı
23. 07. 11
Norveç’teki faşist-ırkçı terör-suikastına karşı Açıklama ICOR-Açıklaması
29. 08. 11
ICOR’un Güçlendirilmesi Üzerine Çağrı ICC-Çağrısı
25. 09. 11
ILPS ve ICOR’un Ortak Çağrısı: Atom Reaktörlerinin Hepsi Kapatılsın! ICC ILPS
20. 02. 12
Fukuşima faciasını anmaya ve atom enerjisi kullanılmasının sona erdirilmesine ICOR ILPS dair manifesto / bildirge
14. 03. 12
güncel
Partisi (Sırbistan); KSC-CSSP, Çekoslovakya Komünist Partisi – Çekoslovak İşçi Partisi (Çek Cumhuriyeti). Son üç yıl boyunca ICOR’daki üyelik daha da değişti. Tjen folket/kommunistik forbund (Norveç) ICOR’dan ayrıldı. Bulgaristan “23 Eylül” Direniş Hareketi Grubu (Bulgaristan) da ICOR’dan yine geri çekildi. Yeni üyeliğe alınanlar şunlardır: PCC-M, Kolombiya’dan Kolombiya Komünist Partisi –Maoist; Venezuela’dan Campaña Admirable del Poder Popolar; Rusya’dan RMP, Rus Maoist Partisi; İspanya’dan Reconstruccion Comunista;Bulgaristan’dan Bulgar Komünist Partisi ve Nepal’den Nepal Komünist Partisi (birleşmiş); böylece İkinci Dünya Konferans’ndan önce ICOR 45 üyeye sahiptir.
ICOR-ICC
ICOR ve demokrasi ve özgürlük için dünya çapındaki mücadele ICOR-kararı 35
güncel
20. 07. 12
Polis gaddarlığına karşı Yunanlı Çelik İşçileriyle Dayanışma CCC-Avrupa’nın Kararı
30. 07. 12
İspanyol Maden İşçilerinin Mücadelesiyle Aktif Dayanışma CCC-Avrupa’nın Kararı
02. 09. 12
4. Uluslararası Liman İşçileri Deneyim Değiş-Tokuşu Kararı Liman İşleri Buluşması
29. 10. 12
Güney Afrika’da kendi başına (bağımsız?) kitlesel grevler dalgası ICOR-kararı
30. 10. 12
Nepal üzerine karar ICC-Kararı
14. 11. 12
Birlikte Troyka’dan daha güçlüyüz: ICOR Avrupa ve AMLP’nin 14. 11. 2012’deki Avrupa Seminerinin ülkeleri kapsayıcı genel grev günü ile ilgili Avrupa seminerinin kararı
17. 11. 12
Ford işçilerinin işyeri ve çırak yetiştirme yeri uğruna mücadelesiyle dayanışma CCCAvrupa’nın ve aktif destekleme Kararı
23. 11. 12
36
ICC-Açıklaması: Gazze’nin Bombalanması Dursun ICC-Çağrısı
27. 01. 13
CCC Avrupa’nın Açıklaması: GM/PSA işçilerinin fabrika kapatmalara, işyeri imha etmelere ve haklardan mahrum bırakılmaya karşı ortak mücadelesiyle aktif, dünya çapında dayanışma
10. 06. 13
Demokrasi için, emperyalizme karşı Asya Konferansı: Katmandu Açıklaması Konferans Açıklaması
23. 06. 13
Her türden sömürgeci ve emperyalist saldırıya karşı Rojava’da ICOR Avrupa (kıtasal konferans)’ın demokratik özerkliği savunalım!
23. 06. 13
Dätwill/İsviçre’deki SPAR’dan kadın-erkek arkadaşlarla dayanışma kararı (kıtasal konferans)’ın Açıklaması
23. 06. 13
Haziran 2013 Direnişini destekliyoruz (Türkiye –Kürdistan) konferans)’ın Açıklaması
23. 06. 13
Avrupa ülkelerindeki emekçilere ve halk kitlelerine açıklama ICOR Avrupa (kıtasal konferans)’ın Açıklaması
23. 06. 13
Paris Katliamının Açıklığa Kavuşturulması ICOR Avrupa (kıtasal konferans)’ın Açıklaması
27. 08. 13
Her türlü emperyalist saldırıya karşı – Rojava (Kuzey Suriye’deki Batı Kürdistan) CCCAvrupa’nın kurtuluş ve demokratik inisiyatif yolunu savunun Açıklaması
25. 10. 13
16 Kasım 2013’deki doğal çevrenin kurtarılması için uluslararası mücadele gününe ICOR-Çağrısı dair ICOR’un çağrısı
30. 10. 13
Her türlü emperyalist saldırıya karşı – Rojava (Kuzey Suriye’deki Batı Kürdistan) ICOR-Kararı kurtuluş ve demokratik inisiyatif yolunu savunun
24. 03. 14
Ukrayna: Acil savaş tehlikesi emperyalist saldırganlara karşı aktif direnişi gerekli kılıyor ICOR-Kararı
ICOR Avrupa
ICOR Avrupa (kıtasal
B. 2 Dünya Ekonomik ve Mali Krizinin Özel Gelişimi ve ICOR-kararı (…) Bu gelişme bölük-pörçük bir dünya konjonktürü ile karşı karşıya bulunduğumuzdan karmaşıklaştı. Japonya, Avrupa ve ABD’deki eski büyük emperyalist ülkelerin çoğu derin bir şekilde dünya ekonomik ve mali krizi içine çekildi. Bu sürede, 2009’dan itibaren bu ülkelerde zaman zaman olağanüstü ekonomik büyümeye götüren, bu devasa mali akımlardan Örneğin BRICS- (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin HC ve Güney Afrika) ve MIST-devletleri (Meksika, Endonezya, Güney Kore ve Türkiye) gibi diğer ülkelere yönlendirdi. Ne var ki bunlar, 2011’den buyana oynadıkları dünya çapındaki aşırı üretime supap rolünü eğilim olarak terk ettiler. Kapitalizmin tarihindeki en kapsamlı, en derin ve en uzun dünya ekonomik ve mali krizi 2013 sonunda da hiçbir şekilde geçirilmiş değildi. Sanayi üretimi 34 OECD-devletinin 22’sinde 2013’de kalem kalem geriledi ve bizzat kendisi düşüş hareketinin girdabına düştü. AB krizin beşinci yılında kendisinin endüstri üretiminin daha eski en yüksek seviyesinin yüzde 8,8
altında kaldı. Emperyalist ülkelerin kriz yönetimini esas olarak, ucuz para ve sermaye imha etmenin “toplumsallaştırılması” politikası ile Örn: çürük/kuşkulu/fos kredilerin devlet tarafından satın alınışı üzerinden uluslararası mali sermayeye kriz sırasında bile en yüksek kârları garanti etmesinden oluştu. Bu nedenle, aynı zamanda dünya ekonomisi olumsuz bir ekonomik gelişme içinde debelenirken, hisse senetleri spekülasyonuna yatırılan sermaye Şubat 2013’e kadar 58,8 trilyon ABD-dolarına çıktı. Uluslararası finans sermayesinin azami kârlarının gittikçe daha büyük bir bölümü spekülasyon kaynaklıdır. “Demokrasi ve özgürlük için dünya çapında mücadele” kararında şunlar söyleniyor: “ Dünya ekonomik ve mali krizinin derinleşmesi daha şimdiden kitlesel işten çıkarılmalara, ücretlerin budanmasına ve sosyal kazanımların yerle bir edilmesine sevk ediyor. Bu, geniş kitlelerin hükümetlere ve emperyalist dünya sistemine hiddetini giderek arttıracaktır. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi buna yanıt olacaktır. (…) Emperyalist dünya sisteminin türbülansları er veya geç kaçınılmaz olarak devrimci bir dünya krizine götürecektir!” (sözü edilen karar) Kriz yönetimi yöntemlerinin hepsi, hatta bu yöntemler zaman zaman bir yükünü hafifletmeye götürse bile, nihayetinde dünya ekonomik ve mali krizinin asıl nedeni keskinleşecektir: Sermayenin kronik olarak aşırı birikimi. Enflasyonu teşvik edici devlet borçlanması dünya çapında sıçrayıcı bir tarzda özellikle genişlemiştir ve devlet iflasına götüren genel bir eğilimi harekete geçirmiştir. Devletin borçlanması emperyalist ve kapitalist devletlerin manevra yeteneğini gelecekte güçlü bir şekilde kısıtlayacaktır. Ayrıca dünya ekonomik ve mali krizinin sona ermesinden sonra bile, bir önceki kriz devasa sermaye imha görevini yeterli bir şekilde tamamlayamadığından çok hızlı bir biçimde yeni bir krizin patlak verebileceği beklenmelidir.
güncel
ICOR bununla sınıf mücadelesinin bazı önemli yakıcı noktalarında kendi devrimci profilini kesinleştirebildi ve pratik dayanışmayı örgütleyebildi. Kararların ele aldığı konular işçi sınıfı ve halk kitlelerinin (7), halk ve kitlesel ayaklanmaların (8), emperyalist savaşa, faşist ve gerici teröre ve siyasi baskıya karşı(7) ve doğal çevrenin korunması (1) ve de ICOR’un tanıtılması ve güçlendirilmesi için çağrılar (2) mücadelelerinin geniş yelpazesini kapsadı. Bu kararlar her keresinde birliğin sağlanması ve onay vermenin demokratik bir sürecini geçirdi. Bunlar çoğu kez önce ICC-Sekretaryasında veya doğrudan ICC’de tasarlandı ve sonra onay verilmek üzere ICOR üye örgütlerine sunuldu. Tek tek kararlar üye örgütler tarafından da öneri olarak iletildi. İdeolojik-siyasi birliğin sağlanmasının bu işlemi çoğu kez uzun süreli ama aynı zamanda gerekliydi; örgütlere kendi kurullarında danışma ve karar metinlerinin değiştirilmesine dair öneriler için yeterli zaman ve saygıyı sağlamak için gerekliydi. Bu her durumda kullanıldı ve bir dizi karar bu sayede farklılaştırıldı ve düzeltildi. Kararlar ve açıklamaların hepsi ICOR’un internet sitesinde ve hakeza organlarda, internet sayfalarında ve üye örgütlerin yayınlarında yayımlandı.
B. 3 Özgürlük ve Demokrasi Uğruna Mücadele Birinci Sekretarya Toplantısı 23 Ocak 2011’de çok canlı bilgiler nedeniyle “Tunus’taki Halk Ayaklanması Üzerine ICOR’un” bir “Açıklaması”nı önerdi. Bu, ICOR’un çoğunluğu tarafından kabul gördü. Akabinde “ Kuzey Afrika ile Yakın ve Ortadoğu’da bir fırtına rüzgârı gibi tüm Arap ülkelerini kasıp kavuran ve 370 milyonluk bir nüfus ile tüm 23 Arap devleti
37
güncel
ile Filistin ve Batı Sahra’yı kapsayan demokratik bir ayaklanma hareketinin geliştiği” görüldü. (Haziran 2011 tarihli 2. ICC) (Kasım 2011’deki) 3. ICC-toplantısındaki kitleler arasındaki hava değişikliği üzerine yoğun bir tartışmayı çıkış noktası alarak Şubat 2012’deki 6. ICCSekretaryası, genel olarak devrimci olmayan durum karşısında önemli bir ilerleme anlamına gelen demokrasi ve özgürlük uğruna mücadelenin dünya çapında bir görünüm haline geldiği sonucuna vardı. “dünya çapında demokrasi ve özgürlük uğruna mücadele” kararında şöyle deniyor: “İçinde yaşadığımız zamanın en öne çıkan görünümlerinden biri olarak ülkeleri kapsayıcı demokrasi ve özgürlük uğruna bir mücadele gelişti. İşçi hareketinin tarihi, faşist ülkeler, askeri diktatörlükler ve çok sınırlı demokratik hak ve özgürlüklere sahip ülkelerdeki demokrasi ve özgürlük uğruna mücadelenin emperyalizmin devrilmesi ve sosyalist bir toplumun kurulması için devrimci mücadelenin gerekli bir ön aşaması olduğunu öğretir.” (Sözü edilen Karardan) Bu karar 22 örgüt tarafından desteklendi ve ICOR’un bundan sonraki siyasi faaliyetinin genel yönelimi haline geldi: “Özgürlük ve demokrasi için dünya çapında bir kitle hareketinin ortaya çıkışı sınıf bilincinin gelişmesinde niteliksel bir sıçramadır. Bu özgürlük ve demokrasi için bu kitlesel hareketin halk demokrasisi ve sosyalizm doğru devrimci bir sınıf mücadelesine gelişip gelişmeyeceği veya İslami güçlerin bunun meyvelerine konarak kendisinin propaganda ve baskısı aracıyla gerici hükümetlerin bu hareketi batı tipindeki ikiyüzlü burjuva demokrasinin basit bir onaylanmasına dönüştürüp dönüştürmeyeceği merkezi sorudur. (…) Dünyanın devrimcileri sınıf bilincinin daha yüksek gelişmesine katkı sağlamakla karşı karşıyadırlar. Bu ise kitle hareketlerinin koordinasyonu ve devrimcileştirilmesinin ülkeleri kapsayıcı bir sürecini gerekli kılar. Bu durumda ICOR’un inşa edilmesi önemli bir yanıttır. ICOR bu süreçte pratikte ilk kez ateş altına girerek kendini kanıtlama durumunu yaşayacaktır. “
5. ICC geçici bir bilanço ile Eylül 2013’de şu sonuca vardı:
38
Zecri baskılar, tavizler, emperyalizm yanlısı İslami hükümetlerin kurulması ve devrimci güçlerin zayıflığı ile Marksist-Leninist partilerin eksikliği nedeniyle 2011 demokratik Ayaklanma Hareketi diktatörlüklerin yıkılmasından sonra bir çıkmaz sokağa girdi.
Ancak sürmekteki dünya ekonomik ve mali krizinin arka planında bir hazmetme süreci başladı; mücadeleler canlanıyor. Mısır’daki ultra gerici Mursi İslami hükümetinin yıpranması buna örnektir: 2013 ekonomik ve siyasi kitlesel grevleri demokrasi ve özgürlük için mücadelenin ikinci dalgasının daha yüksek bir niteliğinin ifadesiydi. Mursi-rejiminin devrilmesi için mücadeleye 30 milyonun üzerinde Mısırlı katıldı. Kitleler kendilerinin demokratik-devrimci ayaklanmanın kazanımlarını İslami-köktenci bir gericiliğe feda etmek istemediler. Ne var ki sübjektif faktörün zayıflığı nedeniyle demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yeniden çalışan askeri diktatörlük kurulabildi. Emperyalistler bununla, kitleler arasındaki devrimci gelişmeyi önlemek için kendileri tarafından önce desteklenen Mursi hükümetini feda ettiler. 2011’de Libya’daki gelişmeye ilişkin ICOR-kararı anti-emperyalist dayanışmanın görevleri üzerine ICOR içerisinde önemli bir açıklığa kavuşturma demekti: “Emperyalistlerin koruma kalkanı altında sömürü ve baskıdan bir kurtuluş mümkün değildir. Emperyalistler saldırganların Libya’da hiçbir işi olamaz. Bizim dayanışmamız kitlelerin haklı ayaklanışıyladır. Bizler açlık, sefalet, savaş, sömürü ile emperyalist bölme ve alçaklıktan çıkış yolu olarak sosyalizm yolundaki demokratik devrimi destekliyoruz… NATO’nun Libya’daki saldırısı derhal dursun! Kuzey Afrika ve diğer Arap ve Afrika ülkelerindeki demokratik ayaklanmalarla dayanışma! Yaşasın işçi sınıfı ve halkların anti-emperyalist mücadelesi! Tüm ülkelerin işçileri birleşin! Tüm ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!” (20 Mart 2011 tarihli ICOR-kararı) Kitle hareketlerinin bir hükümeti devirmek durumunda olduğu, ama “zaferi güvence altına almak” ve yeni, ilerici bir toplumsal düzeni kurmak durumunda olmadığı genel bir görünümdür. (…) Proleter-devrimci güçlerin zayıflığı nedeniyle birçok ülkede faşist, İslami-köktenci güçler, sahte anti-emperyalist demagojinin yardımıyla kitleler arasında nüfuz kazanmayı ve demokratik ayaklanma hareketinin meyvelerini zaman zaman kendilerine mal etmeyi başardılar. Bu gerici eğilim ile uğraşmak; her şeyden önce onun gerici-faşist niteliğini kitleler indinde teşhir etmek ve aynı zamanda devrimci par-
B. 5 Fukuşima’daki süper-facia ve tüm atom reaktörlerinin kapatılması ve atom silahlarının yok edilmesi için uluslararası kampanya Kazadan üç yıl sonra Tepco holding yönetimi ve Japon resmi makamları bu nükleer felaketin etkilerini hâlâ kontrol altına almış değildirler. ICOR 20 Mart 2011 tarihli açıklamasıyla derhal tepki gösterdi: Emperyalist atom siyasetine karşı aktif direniş. ICC 2. Toplantısında Haziran 2011’de emperyalist atom politikasına karşı bir yıllık uluslararası bir kampanya yapma kararı aldı. ILPS (1), Halk Mücadelesinin Uluslararası Ligi ile ortak bir kampanya üzerine anlaşma, ICOR’un öğesel bir ilkesi olarak açık kapı siyaseti gerçekleştirmenin perspektif bir sinyali idi. Bu anlaşma ortak çok uluslu bir çalışma grubunun (2) kurulması ve ortak bir kampanya planını kapsadı. Bir dizi önerilerin hazırlanmasının karmaşık bir sürecinde ortak bir açıklama ve bir manifesto (bildirge) ortaya çıktı. Daha büyük bağlantılarda uluslararası kampanyaların koordinasyonu ve işbirliğinde önemli deneyimler kazanıldı. Bu kampanya devrimci, Marksist-Leninist ve işçi hareketi içinde bir yenilik idi: Çevre siyaseti sorumluluğuyla uluslararası bir kampanya ilk kez gerçekleştirildi. Bu kampanya çevre bilincinin gelişmesine ve doğal çevrenin korunması için uluslararası bir direniş cephesi için sorumluluğun açıklığa kavuşturulması-
nın başlamasına bir katkı sağladı. ICOR’un pratik işbirliğinin örgütsel biçimi olarak profilini geliştirdi ve kitleler arasındaki pratik faaliyetin ülkeleri kapsayıcı koordinasyonu ve işbirliği için bir okul haline geldi. Üye örgütlerimizin farklılığı tek tek ülkelerdeki bilgilendirme toplantıları, protesto eylemleri ve diğer etkinliklerin farklı biçimlerine de götürdüğü anlaşılırdır. Hindistan’da bu kampanya Tamil Nadu’daki Kudankulam ve Maharashtra’daki Jaitapur nükleer santrale karşı mücadele ile birleşti. Peru’da Lima, Huancayo ve Chachapoyas’da anti-atom reaktörüforumları gerçekleştirildi ve nükleer-bulaşma tehlikesi üzerine ilk kez konuşuldu. Fas’ta bir müttefikler ağı üzerinden imzalar toplanmak zorunda kalındı. Rusya’da ICOR-örgütleri Beyaz Rusya’dan Kızıl Kama örgütü ile birlikte Beyaz Rusya sahasında Rus devlet holdingi “Rosatom” tarafından Ostrowez atom reaktörü inşasına karşı eylemler yaptılar. MLPD tüm nükleer santrallerin kapatılması için milyonların taşıdığı geniş bir protesto hareketine örgütleyicilerden biri olarak aktif bir şekilde katıldı. Yoğun protestonun etkisi altındaki federal hükümet en eski nükleer santrallerden yedisini derhal kapatmak ve geriye kalan santralleri 2022 yılına dek adım adım kapatma kararı almak zorunda kaldı. Bunun etkisiyle kitlelerin benzer protestoları ve hükümetlerin kararları Avusturya, İtalya ve İsviçre’de meydana geldi. Geçmişte nüfusun atom enerjisini onay verdiği Fransa ve Japonya gibi ülkelerde bile bu arada durum değişti. Sözde “ atom enerjisinin barışçıl kullanımı” politikası uluslararası olarak bir krizin içine düştü. ICOR-örgütlerinin sadece bir azınlığı tüm atom reaktörlerinin dünya çapında kapatılması ve tüm atom silahlarının imha edilmesine dair bir manifesto için, imza toplama olanağını kullandı. Hindistan’da 30.000, Nepal’de 18.000 ve Almanya’da 30.000 imza toplandı. Avrupa’nın İsviçre ve Hollanda gibi ülkelerinde daha küçük kapsamlı imza toplandı. Yalnızca 10 milyon insanın imzaladığı nükleer tesislerin kapatılması için Japonya’daki bir imza toplama; nükleer santrallerin derhal şalterinin indirilmesi için 1,5 milyon insanın müdahil olduğu
2001’de kurulan ILPS kendi ifadelerine göre 45 ülkeden yaklaşık 250 kitle örgütünün bir bileşiğidir ve üye örgütleri üzerinden devrimci partilerle sıkı bağlantılara sahiptir. (2) ICOR adına: Jesus Veliz (PMLdelPeru), Anna Bartholomé (MLPD), Dr. Abdul Khader (CPI (ML). ILPS adına: Rey Casambre (Manila), Dan Borjal (Utrecht), Yoshio Nakamura (Japonya)
güncel
ti ve örgütleri güçlendirmek uluslararası devrimci ve işçi hareketinin özsel bir görevdir. Demokrasi ve özgürlük için hareketlerin önemi nedeniyle “Demokrasi için ve emperyalizme karşı Asya Konferansı” Asya CC’si tarafından Katmandu’da 8. den 10 Haziran 2013’e kadar başarılı bir şekilde düzenlendi ve “Katmandu Açıklaması” çıkarıldı. Bu konferansı Hindistan ve Bangladeş’ten 35’in üzerinde delege ziyaret etti. ICOR-üyeleri NCP (Mashal) ve CPN (birleşmiş), UCPN Maoist), CPN-Maoist, Nepali Congress, CPN(UML)’in yanında çeşitli partilerden yaklaşık 200 delege Nepal’deki bu konferansa katıldılar. (…)
(1)
39
güncel
Pakistan’daki de bununla dolaylı bir bağlantı içindedir. Atom enerjisinin barışçıl kullanılması ve tüm atom silahlarının imha edilmesi eleştirisi ile hem fikir olmayan veya Kuzey Kore’deki atom silahlarının konumu gibi taktik sorunlarla hem fikir olmayan bazı örgütler, kendi ülkelerinde bu kampanyayı yürütmeme hakkını kullandı. Çek SMKC’li yoldaşların, atom enerjisi riskinin esasen hükmedilebilir olduğu ve yenilebilir enerjilere hızlı bir dönüşümün mümkün olmadığı şeklindeki pozisyonlarına ICC tarafından ayrıntılı bir yanıt verildi. ICC’nin cevabi mektubu internet sitesinde yayımlandı ve böylece objektif bir kamuoyu önünde tartışma mümkün oldu. ICC-sekretaryası Temmuz 2012’de çıkardığı bilançosunda bu kampanyayı 2012 yılsonuna kadar uzatmayı kararlaştırdı. İmzaların teslim edilmesinin 2013 başında BM-tarafından reddiyle başarısızlığa uğradıktan sonra her iki taraf ta imzaların tek tek ülkelerde Ağustos 2013’e kadar teslim edilmesi üzerine anlaşmaya vardılar. 5. ICC’ne faaliyet raporunda baş koordinatör şu sonuca varıyor: “Ortak uluslararası kampanya hem tek tek örgütlerin çevre siyaseti faaliyetinin farklı derecesinin, hem de devrimci parti ve örgütlerin ortak pratik koordinasyonu olarak ICOR-anlayışının önemli bir yansıması idi. Bu çok farklı yaklaşım tarzı, tek tek parti ve örgütlerdeki şartlar ve önkoşulların, ideolojik-siyasi birliğin sağlanması derecesinin; hem de kitleler arasında çalışma tarz ve türünün henüz çok farklı gelişmiş olduğu dikkatimizi çekiyor. Bu ise bize farklı olgular ve koşullarla çok daha fazla uğraşmak ve özellikle çok daha hedefe odaklanmış bir ideolojik-siyasi birliğin sağlanmasının ve pratik deneyim değiş-tokuşunu örgütlenmek zorunda olunduğu gelecekteki faaliyet için önemli bir işaret veriyor.”
B. 6. Genel Savaş Tehlikesine Karşı Mücadele
40
ICOR Kuruluş Konferans’ında diğer şeylerin yanı sıra faşizm ve savaşa karşı ortak uluslararası bir mücadele gününü kararlaştırmıştı: “Oradaki geleneğe uygun olarak her ülkede ya 8./9. Mayıs; ya 06 Ağustos ya da 01 Eylül günü faşizme ve savaşa karşı uluslararası bir mücadele gününün gerçekleşmesi gerekir. 08 Mayıs 1945 Hitler-faşizminin yerle bir edildiği gündü; 06 Ağustos 1945’te ABD-emperyalizminin Hiroşima’ya ilk atom bombasını attı ve 01 Eylül 1939 İkinci Dünya Savaşının başladığı gündü.”
ABD-ve NATO-emperyalistleri Libya’ya karşı savaşı başlattıklarından hemen sonra ICC 20 Mart 2011’de, 34 örgüt tarafından imzalanan ve birçok ICOR ülkesinde kitleler arasında yaygınlaştırılan “NATO’nun Libya’ya karşı savaşıyla mücadele” kararını çıkardı. Her iki dünya savaşının çıkış noktası olduğu ve bunun sonucu olarak savaş-karşıtı gün geleneğinin en çok öne çıktığı Almanya’da 22 büyük kentte geniş eylem birlikleri oluşturmanın ve diğer ICOR-üye örgütlerinin göçmen organizasyonlarıyla işbirliği yapmanın başarıldığı yerel ve bölgesel mitingler gerçekleşti. ICC-Sekretaryasının Temmuz 2012’deki 7. Toplantısında 06 Ağustos ile ilgili açıklama için bir öneri karar altına alındı: “Olasılıkla Suriye, İran veya Kuzey Kore gibi hedeflere yönelecek saldırılarla birlikte böylesi savaşların tırmanması konusunda haklı bir endişe vardır. Dünyadaki esas eğilim gerçek demokrasi ve özgürlük için mücadele iken, sürüp giden ve keskinleşmekteki dünya çapındaki ekonomik ve mali kriz genel savaş tehlikesini keskinleştiriyor. Komünistler olarak bizler emperyalist hegemonyaya ve savaşa karşı açık bir şekilde tavır alıyoruz. ICOR ve onun üye örgütlerinin görevi, savaşa karşı olan çepeçevre dünyadaki binlerce güçle birleşmektir. Dünya halklarını emperyalizmin savaşa götürdüğü konusunda dikkatlerini çekmeliyiz. Bu büyük endişe/kaygı birçok insanda hâlâ pasifist hayallerle ilintilidir. Bu ise onları emperyalizme karşı mücadeleden çoğu kez alıkoymaktadır.” ECC-Avrupa şöyle değerlendiriyor: “ICOR’un önemli ama henüz çok az gelişmiş bir görevi de ICOR’un Avrupa’daki dört mücadele gününe ilişkin söz konusu çalışmasıdır. Doğal olarak 1 Mayıs, uluslararası kadınlar günü (8.3), emperyalist savaşlara ve faşizme karşı mücadele (01.09) üye örgütlerin bilincinde sağlamca kök salmıştır; etkinlikler geliştirilmektedir vs. Ama oysa bu mücadele günlerini ortak mücadele günleri olarak, uygun bilinçle ICOR’un mücadele günleri olarak yürütmek hâlâ zor gelmektedir.” 01 Eylül 2013’deki savaş karşıtı gününde birçok şehirde Suriye’ye karşı planlanan NATO-saldırısına karşı protestolar öne çıktı. Dünya çapında ret ediş ve kitlesel protestolar ABD, Fransız ve İngiliz hükümetleri kendilerinin önceki savaş planlarını terk etmeye zorladı. (…)
B. 7 Uluslararası İşçi Dayanışması
sı mali sermayenin hizmetine soktu. İşçi ve halk kitlelerinin sabrı sonuna geldi. ANC ve sendika çatı birliği COSATU ile birlikte maden işçileri sendikası NUM’un birçok önderlerinin rüşvetçiliği ve utanmazca zenginleşmesi gittikçe daha skandallı hale geldi. Uluslararası tekeller, hükümet ve reformist sendika önderlerinin sınıf işbirliği politikası çok derin bir şekilde sarsılmıştır. (…) Güney Afrika uluslararası sınıf mücadelesinin yakıcı bir noktası haline gelmiştir.” Aspropyrgos (Yunanistan) çelik işçilerinin grevi özel bir öneme sahipti. Yunanistan’daki en derin ekonomik kriz ve avro krizinde krizin yüklerinin yüklenmesine karşı mücadelenin başına geçerek Avrupalı sanayi proletaryasına önemli bir sinyal verdi bu grev. Tüm sertliğiyle yürütüldü ve 273 gün sürdü. Avrupa’daki çeşitli ICOR-örgütleri pratik bir dayanışma örgütlediler ve bu grevin başarıya ulaşmasına katkı sundular. 14 Kasım 2012’de Avrupa Sendikalar Birliği tabanın baskısıyla tarihinde ilk kez Avrupa çapında bir genel greve çağırdı. ICOR Avrupa Semineri ve MLKP Avrupa Genel Grevinden birkaç hafta önce şunu açıklamıştı: “Endüstri işçileri Krizin yüklerinin işçiler ve kitlelerin sırtlarına bindirilmesine karşı Avrupa çapındaki mücadelenin bel kemiğidir. Aspropyrgos (Yunanistan) ve Florange (Fransa)’nın çelik işçileri, Asturya (İspanya) ve Sardunya (İtalya)’nın maden işçileri, Opel, PSA, Fiat, IVECO, Nedcar ve şimdi Ford’un otomobil işçileri mücadeleye girişiyorlar.” (Seminer Kararından) Beş ülkede genel grevler uygulandı. 27 ülkede mücadeleci eylemler, grevler ve yürüyüşler vardı. Bangladeş’te Nisan 2013’de bir tekstil fabrikası binasının çökmesi sonucunda 1.200’ün üzerinde kadın ve erkek tekstil işçisinin ölmesiyle birlikte Bangladeş’te kitlesel protestolar gelişti. ICOR-örgütü CPB bu mücadelelerde önemli bir rol üstlendi.
güncel
Daha Temmuz 2011’de yaklaşık 1 milyon madenci daha yüksek ücretler, siyasi ve sendikal haklar, doğal yaşam temellerinin savunulması için ve kendi ülkelerinin uluslararası maden holdingleri tarafından yağmalanmasına karşı dünya çapında mücadeleler geliştirdiler. 13.450 çalışanı ile dünyanın en büyük kömür ocağı Kolombiya’daki “El Cerrejon’da Şubat / Mart 2013’de, sadece % 7-lik bir ücret zammı ve taşeron işçilerin eşit konuma getirilmesini değil, aynı zamanda kapsamlı çevreyi koruma önlemleri talep eden haftalarca süren önemli bir grev gerçekleşti. Bu, işçi hareketi içindeki doğal çevrenin korunması için mücadelenin küçümsenmesini aşmanın ve çevre mücadelesinde uluslararası sanayi proletaryanın önder rolü mücadele ederek kazanmasının önemli bir sinyaliydi. Hindistan’da Maruti/Suzuki’de kadrolu hizmetlilerin sezon işçilerinin hakları ve sendikanın tanınması için 2012 Yazında kitlesel bir grevi yürütüldü. Cinayet iddianamesi ile tutuklu bulunan 157 kişi hakkında bağımsız bir soruşturma yapılması ve serbest bırakılması için mücadele bugüne kadar sürüyor. Şubat 2013 sonunda Hindistan’da, çeşitli sendikaların çağırdığı, - her şeyden önce uluslararası üretimin yoğunlaştığı noktalardaki – iş yasalarına karşı 120 milyon katılımcı ile birlikte iki günlük kendi başına bir genel grev gerçekleşti. Buna çeşitli Marksist-Leninist ve devrimci parti bağıntılı sendikalar ortakça çağırdı. IAAR (Uluslararası Otomobil İşçileri Konseyi)’nin doğrudan nüfuzu altında 28. 06. 2012’de uluslararası bir GM/Opel/SPA mücadele günü gerçekleşti. Aslında bu, Avrupa çapında planlanmıştı; ama uluslararası bir nitelik aldı. GM-çalışanları Brezilya’da iki saat boyunca grev yaptılar; Fransa’da Peugeut’ta otomobil işçileri, Almanya’da çeşitli ve de uluslararası delegasyonlar Opel’lileri desteklediler. Güney Afrika’da uluslararası sınıf mücadelesinin yakıcı noktası olarak kendi başına kitlesel grevlerin bir dalgası Ağustos 2012’den beri gelişti. Ekim başında en az 80.000’den 100.000’e kadar işçi grevdeydi. Ekim 2012’deki ICC-toplantısında bununla ilgili bir karar çıkarıldı. Orada şöyle deniyor: “Endüstri proletaryası önderliğindeki mücadeleler Güney Afrika’yı bir sistem krizinin eşiğine getiriyor. Apartheid-rejiminin devrilmesinden sonra ANC (Afrika Ulusal Kongre Partisi –ÇN) hükümeti devraldı. Bu parti kendisini gittikçe açık bir şekilde uluslarara-
B. 8 İşçi Hareketinin Uluslararası Koordinasyon ve İşbirliğinin Desteklenmesi ICOR Kuruluş Konferansında iki özsel pratik görev olarak şunları kararlaştırdı: “ICOR işçi hareketinin koordinasyonu için uluslararası projeleri destekler. Bunlara 2012 Uluslararası Otomobil İşçileri Konseyi ve 2012 Uluslararası Maden İşçileri Konferansı dâhildir.” (Kuruluş Konferansı Kararları) Bu amaçlar
41
güncel 42
2012 ve 2013’de hayata geçirildi. Uluslararası Otomobil İşçileri Konseyi tüm dünyadan otomobil işçileri ve onların ailelerinin partiler üstü ve mücadeleci bir forumudur. Bu konsey kendi başına ve hak eşitliği temelinde örgütlenmekte ve finanse edilmektedir. Mayıs 2012’de Münih’te 7. kez gerçekleşti. ICOR, üyeleri ve dost örgütler vasıtasıyla büyük otomobil fabrikalarından delegasyonların katılımından yana tavır koydu. 20 ülkeden 500 katılımcıyla bu konsey başarılıydı ve dünya çapındaki otomobil ve tedarikçi sanayisinden 70 fabrikadan işçilerle bir milyon çalışandan fazlasını kapsadı. Bunlardan birçokları KMWU/Güney Kore, KMU/ Filipinler, CGT İspanya, Conlutas Brezilya, NTUI/ Hindistan v. d, gibi kitlesel örgütlerin temsilcileriydi. VW-, GM-, Daimler-, Ford- ve Bosch’tan arkadaşlar ve birçok ülke ve işyerlerinden üç yıl önce üzerinde anlaşmaya varılan dayanışma şartı temelinde karşılıklı güven büyüdü. Bu 7. OİK, uluslararası otomobil işçileri konferansı olarak gelecekte karar alıcı bir delegeler toplantıyla çalışmak şeklinde yönelim belirleyici karar alabildi; bu toplantı ilk kez 2015’te Sindelfingen / Almanya’da gerçekleşecek. Dünya çapında 22 milyon maden işçisi uluslararası sanayi proletaryasının güçlü ve mücadeleci bir çekirdeğini oluşturuyor. Kuruluş Konferansı kararlarını uygulama bağlamında ICC-Sekretaryası kendisinin Nisan 2011’deki 2. Toplantısından beri 1. International Miners Conference (1.IMC) [1. Uluslararası Maden İşçileri Konferansı - ÇN]’nın hazırlanması, gerçekleştirilmesi ve değerlendirilmesi ile düzenli olarak uğraştı. 25 ülkeden 500 katılımcı ile Arequipa (Peru)’daki 1. IMC sert çekişmelerle elde edilmiş bir başarıydı. Bu konferans tüm esaslı hedeflere ulaşabildi. 4 kıtadan, , bunlar arasında Güney Afrika, Kongo, Endonezya, Filipinler, Paraguay, Rusya, Kazakistan, Ukrayna, Polonya, Brezilya, Kolombiya, Şili, Almanya, Hindistan, İspanya, Çek Cumhuriyeti ve Peru’nun bulunduğu 17 ülkeden yetkilendirilmiş delegasyonlarla yüz binlerce madenciler ve mücadele deneyimli örgüt temsilcileri bunun içinde yer aldı. Bu maden işçileri konferansının özelliği, onun demokratik, partiler üstü, kendi bizzat örgütleyen ve finanse eden bir şekilde gerçekleştirilmiş olmasıydı. Bu bağlamda başarı kendiliğinden anlaşılır değildi. 5. ICC’ne faaliyet raporunda deneyimlerle ilgili olarak şunlar söyleniyor: “Konferasnsı başarısı günlük, düşünce tarzı uğru-
na sert mücadele ve kısmen de iki çizginin açık bir mücadelesinde kazanılmak zorundaydı. Saldırılar … demokratik, eşit haklara sahip uluslararası işbirliğinin kazanımlarına karşı yöneldi. Delegeler, eşit haklı uluslararası maden işçileri konferansından uluslararası katılımlı ulusal bir maden işçileri konferansı yapmak isteyen küçük burjuva-milliyetçi bir yön ile tutarlı bir uğraşı yürüttüler. (5. ICC’ne faaliyet raporu, Eylül 2013) Gelecek maden işçileri konferansının 2017’de Hindistan’da gerçekleşmesi gerekiyor. Uluslararası işçi hareketinin ülkeleri kapsayıcı koordinasyonu ve işbirliğinin desteklenmesi ICOR çalışması için gelecekte daha büyük bir önem içerecektir. Koordinasyon adım adım diğer sanayi alanlarına da genişletilmek zorundadır. Örneğin liman işçilerine. Onlar (Liman işçileri –ÇN) göreceli olarak erken ve başarılı bir şekilde uluslararası koordine edilmiş grevler ve kitlesel eylemler gerçekleştirdiler ve böylece uluslararası sanayi proletaryası için önemli bir örnek işlevine sahiptirler. 2014 için uluslararası bir liman işçileri konferansını göz önüne alan Eylül 2012’de Rotterdam’da Dördüncü Liman İşçileri Buluşması gerçekleşebildi.
B. 9 Venezuela’daki Tabandan Kadınların İlk Dünya Kadınlar Konferansı ve ICOR’un Rolü 2010 ICOR Kuruluş Konferansı Mart 2011’de Venezuela’daki tabandan kadınların dünya kadınlar konferansını ve kadının kurtuluşu için uluslararası mücadele günü olarak 8 Martı desteklemeyi kararlaştırdı. 2011 Tabandan Kadınların İlk Dünya Kadınlar Konferansı uluslararası mücadeleci kadın hareketinin koordinasyonu ve işbirliği için önemli bir adımdı. Bu konferansa 43 ülkeden 3.500 kadın katıldı. 102 seçilmiş kadın delege 38 ülke ve 90 örgütü temsil ettiler. Bundan sonraki dünya kadınlar sürecinin hedefi, niteliği, yöntemi üzerine yürüyen yoğun çekişmeler sonucunda büyük başarılara mücadele edilerek ulaşıldı. Bunun harekete geçirilmesi ve başarılı bir şekilde gerçekleşmesinde diğerlerinin yanında Hollanda, İsviçre, Rusya, Türkiye/Kürdistan, Peru, Dominik Cumhuriyeti, Kolombiya, Güney Afrika, Kongo, Fas, Hindistan, Nepal, Almanya’dan ICOR-örgütleri önemli bir paya sahipti. Böylesi uluslararası konferansların temelli görüşleri ve ilkeleri çok farklı hareketler, akımlar ve örgütler bir araya geldiklerinde özellikle önem kazanıyorlar. Tam da uluslararası kadın hareketi içinde hem kadın
B.10 Afrika’da İlk Gençlik Konferansı Ekim 2010’daki ICOR’un Kuruluş Konferansı kararlarında “göç ve kriz nedeniyle Afrikalı gençliğin sorumluluğu” konusunda bir konferans düzenlemesini desteklemeyi kararlaştırmıştı. Böylesi bir girişimin üç ana görevi hedeflemesi gerekiyor: • Kıta içerisindeki çeşitli devrimci Afrikalı hareketler ve örgütler arasında siyasi tartışma için bir yerin yaratılması; • Kıta içerisindeki sömürge ve emperyalist sisteminin gelişmesi ile ilgili olarak somut durumun somut analizlerinin geliştirilmesi ve bunun sınıf mücadelesinin süreci üzerine etkileri ve bu mücadele içinde
Afrika gençliğinin rolü; • Afrikalı gençliğin konferansının katılımcıları ile CCC-Afrika’nın kuruluş süreci arasında dinamik bir tartışmanın yaratılması. Ekim 2010’dan bu yana bu konferansın hazırlanması için birçok toplantı ve buluşmalar gerçekleşti. Afrika’daki devrimci hareketin örgütsel olarak çok
kötü bir durumda bulunduğu ve ICOR-örgütleri dışında sadece az sayıda aktifistin kazanılabildiği ortaya çıktı. Konferans bu temelde nihayetinde maden işçilerinin ve dünya kadınlar konferansının koordine edilmesindeki şimdiden ulaşılmış başarılar ve aktifistlere de dayandı. Bu konferansın katılımcıları Güney Afrika, Kongo, Mali, Tunus, Fas, Zimbabve’den geldiler. Almanya ve Hindistan’dan delegasyonlar içeriksel ve lojistik olarak konferansa katkılar sundular. Bu arada bir milyarın üzerinde nüfusa ulaşan Afrika kıtası 15 yaşından daha genç olan gençlik ortalaması oranı dünya çapında % 25 iken bu oran orada ortalama % 40 ile dünyanın en gencidir. Konferans gençliğin sömürgeciliğe karşı aynı zamanda Kuzey Afrika’daki özgürlük ve demokrasi için güncel mücadelelerde de tarihsel rolünü takdir etti. Konferans, anda Afrika’daki gençliğin Afrika’daki sistem değiştirici mücadele içinde esas gücü oluşturduğu sonucuna vardı. Gençliğin tam da Afrika’da son yıllardaki üretimin enternasyonalleşmesinden beri önemli derecede büyümüş ve giderek büyümekte olan işçi hareketi ile bağ kurması büyük bir öneme sahiptir. Gençlik hareketinin birbirlerinin çıkarlarının birçok kez kesiştiği ve ortak taleplere sahip olan mücadeleci kadın hareketi ile ortak mücadelesi hakeza öne çıkarıldı. Afrika gençliğinin mücadelesinin bu önemi kapanış açıklamasında özellikle öne çıkarıldı ve ICOR’un Afrika’daki inşası ile karşılıklı birbirini etkileme içinde stratejik olarak özel bir dikkat bulması zorunludur. Tartışma süreci ve “kriz nedeniyle Afrikalı gençliğin sorumluluğuna dair Konferans” ın birliğinin sağlanması sürdürülmeli ve gittikçe daha fazla devrimci güçleri kapsamalıdır. ICC ICOR’un Afrika’da inşasına en başından itibaren merkezi bir önem verdi ve ona özel bir destek verdi. Ekim 2012’deki CCC-Afrika’nın kuruluşu ile birlikte bu çalışmaya uygun bir de örgütsel biçim vermek için önemli bir örgütsel ön koşul yaratıldı. CCC-Afrika’nın merkezi, ICOR’un Afrika’daki inşasını ileriye götürmek için şimdilerde örgütsel ve lojistik koşulların en iyi şekilde olduğu Güney Afrika’da East-London’dadır.
güncel
hareketinin görevleri üzerine ama hem de uluslararası işbirliğinin ilkeleri üzerine çok farklı düşünceler vardır. Tüm dünyadan delegasyonların davet edildiği ve hazırlık ve yürütmenin gerçekleştiği kadın hareketi içinde farklı yönleri temsil eden kadın girişimcilerin üç yıllık hazırlıkta ortak ilkeler ve temel görüşler üzerinde birleşilmesi büyük bir kazanımdı. Oysa bu konferansı bir veya başka yöne çekmek eğilimiyle bu ilkeleri sorgulama konferansın gerçekleşmesine kadar sürdürüldü. Özellikle sosyal forumlar hareketinden çıkan küçük-burjuva enternasyonalizm de böylesi buluşmaların üzerinde olumsuz bir etkide bulunuyor. Bu küçük burjuva enternasyonalizm kararlara, mali bağımsızlığa karşı yöneliyor ve sonunda bu toplantıları küçük-burjuva ve burjuva politikanın bir aracı haline getiriyor. “Tabandan Kadınların” ilk “Dünya Kadınlar Konferansı”nın deneyimleri maden işçileri koordinasyonu ve diğer uluslararası konferansların başarılı bir şekilde çalışması için önemli bir temeldi. Çeşitli örgütlerin her yönden bir değerlendirmesi temelinde ve dört kıtadan seçilmiş kadın girişimcilerin kararı vasıtasıyla şimdi Mart 2016’da Kathmandu (Nepal)’de 2. Dünya Kadınlar Konferansı gerçekleşecektir.
B. 11 Uluslararası Köylüler Çalışmasının Koordine Edilmesine Dair Girişimler ICOR Asya’nın girişimi üzerine 1. den 3 Nisan 2012’ye
43
güncel
kadar Delhi’deki 1. Asya Köylüler Konferansı’na 120 delege katıldı. Bu delegeler Hindistan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka ve Filipinler’den köylü örgütlerini, ayrıca tarım uzmanları ve tarım bilim insanların ve de Almanya’daki süt köylüleri hareketinin bir temsilcisini temsil ettiler. Hazırlıkta farklı ideolojik-siyasi görüş açılarından tartışılan çok kapsamlı tahliller ortaya çıkarıldı. Başlangıçta tek tek ülkelerdeki durum üzerine ve Asya’da II. Dünya savaşından sonra kapitalizmin tarıma girişiyle birlikte durum ve sözde “yeşil devrim” hakkında konuşmalar yapıldı. Sonra bunu yeni liberalizm politikasının etkisine ilişkin araştırmalar ve kitlesel intiharlar görünümü izledi. Bir diğer kompleks küresel çevre krizinin neden ve sonuçları ve nihayetinde Asya ülkelerinde tarımdevriminin sorunları ve işçi-köylülerin ittifakı, emperyalist ülkelerde de ele alındı. Sonunda örgütleme komitesinin çalışmasının ve bir diğer konferansta tartışmanın sürdürülmesi kararlaştırıldı. Çok kapsamlı belgeler bütünüyle yayımlandı. Gelecekteki uluslararası bir köylüler konferansı için bu pilot proje bilinçli olarak kendisini Asya bölgesi ile sınırladı. Ama bu bağlamda Asya’dan farklı köylü örgütlerinin geniş bir çeşitliliğini ve ilerici tarım ve iktisat bilim insanlarına yöneldi. Temmuz 2013’deki İkinci Asya Konferans’ında gelecek köylüler konferansının uluslararası bir çerçeveye sahip olması gerektiği kararlaştırıldı. Bu öneri Ekim 2013 toplantısında ICC tarafından olumlu karşılandı. Özellikle, bir dizi ülkede daha hâlâ esas müttefik; tek tek ülkelerde ulusal ve sosyal kurtuluş için mücadelede hatta hâlâ esas gücü oluşturduklarından küçük ve orta köylüler arasındaki ittifak çalışmasında daha iyi işbirliği içinde çalışmak gereklidir.
C. 1 ICC ve Sekretaryanın Çalışma Tarzı
44
ICC, ICOR’un dünya konferansları arasındaki sürede üye örgütler faaliyetini koordine eden operatif (icracı) merkezdir. (Tüzük III/D, 1.Paragraf) Yılda en az bir kez toplanmaktaki ICC 2013 sonuna kadar beş kere bir araya gelmiştir. Tüm karar alma süreçleri sekretarya içerisinde hazırlanmakta ve ICC tarafından karar altına alınmaktadır. Sekretarya toplantıları 2013 sonuna kadar on kez değişik yerlerde (Almanya, Hindistan, Güney Afrika) gerçekleşti. ICOR-giderlerinin yükünü hafifletmek için bu bağlamda toplantıları bunlarla birleştirmek için diğer ikili veya enternasyonal toplantılar kullanıldı. Giriş konuşmaları ve tek tek kıtaların ekonomik ve
siyasi gelişmenin arka planındaki sınıf mücadelelerinin gelişmesinin değerlendirilmesine dair raporları, düzenli hesap verme olarak baş koordinatörün faaliyet raporu, ICOR’un üye örgütlere düzenli bilgilendirme mektupları ile bir önceki toplantının kolektif bir şekilde çıkarılması ve alınan kararların hayata geçirilmesinin denetlenmesi her ICC-toplantısının başlıca parçalarıydı. (…) ICC, ekonomik ve siyasi gelişmenin ve sınıf mücadelesinin bazı önemli yakıcı / kızışan noktaları ile ilgili olarak tavır takındı. ICC içerisindeki karara varma süreci için acil durumlarda şu etkin, uygulanabilir kural geçerli oldu: 48 saat içinde geriye dönüş/ yanıt verme. Etkin müdahale gücünü arttırmak ve aynı zamanda IIC-toplantılarının yolculuk giderlerini düşürmek için ICC sayısını şimdilik 7 üyeye düşürmek 2. Dünya Konferansına önerilecektir. Şimdiye kadar 27 genel bilgilendirme mektuplarıyla üye örgütler özsel olaylar ve ICC’nin kararları üzerine güncel olarak bilgilendirilmişlerdir. Baş koordinatör, ICC ile kıtasal temsilcilikler arasındaki sıkı bir işbirliğini koordine etmek için Afrika, Asya, Amerika ve Avrupa’daki kıtasal konferansların hepsine şahsen katıldı. Tüm kıtaların ICC içinde gelecekte doğrudan temsil edilmesiyle çarkı işletmenin / birbirinin içine geçmenin daha sıkı şekillendirilmesi gerekiyor. Aynı zamanda kıtasal koordine edilmelerde üye örgütlerle sıkı bir kişisel bağlantı gerçekleştirilmeli ve sistematik küçük/ ayrıntılı iş / çalışma ve örgütlenme gelişmesi inşa edilmelidir. (…) ICOR’un kuruluşundan bu yana ICOR’un internet sitesinde çeşitli ICOR-dillerinde yaklaşık 600 makale yayımlandı. Bu yayımlamaların yakşalık olarak yarısı “resmi” ICOR-belgeleridir (ICC, ICC-sekretaryası, baş koordinatör, kıtasal konferanslar ve kıtasal-koordinatörlerden). Diğer bu konudaki katkılar ICOR’un üye partileri ve örgütleri kaynaklıydı. Bu, ICOR’un koordine edici özelliğine ve internet sitesinin kendi başına bir yazı kurulunu öngörmeyen kuruluş konferansı kararına uygundur. ICOR ile onun üye partiler ve örgütlerinin daha iyi bir şekilde sergilenişi şu anda hayata geçiriliyor.
C.2 ICOR Kuruluş Kampanyası ICOR kuruluşunun birinci aşamasının sona ermesinden sonra kıtasal konferansların gerçekleşmesi ile kıtasal yapıların inşa edilmesi için ve çok uluslu
yı aktif olarak yürüttü; % 30’u katkılar yolladılar ve hazırlanan örneklere reaksiyon gösterdiler. Bunun nedenleri çok yönlüdür ve araştırılmasının sürdürülmesi zorunludur. Aslında öncelikli ilk en önemli görev kuruluş belgelerinin kendi örgütleri içinde yaygınlaştırılması ve kitlelere de tanıtılmasıydı. Çeşitli örgütlerden yoldaşlar, kendilerinin kampanya başlarken, ICOR’u dışarda tanıtmadan önce ICOR’un kararları ve ilkelerinin ideolojik-siyasi olarak pekiştirilmesine yöneldikleri bilgisini verdiler. Tek tek partilerin girişimiyle ICORbelgeleri gittikçe daha fazla dile çevrildi ve gittikçe daha çok üyelere ve ilgi duyanlara ulaştırıldı. Bu çalışma daha da ileriye götürülmek zorundadır. ICOR ile özdeşleşme birçok örgütlerde henüz farklı bir şekilde gelişmiş durumdadır. Örneğin yaklaşık olarak sadece örgütlerin % 56’sı ICOR’un internet sitesindeki parti inşası ve sınıf mücadelesi ile ilgili sorulara tavır takınma olanağını şimdiye kadar kullanmaktadırlar. Kararların hazırlanması, karar altına alınması ve yaygınlaştırmasına katılım da farklı şekilde gelişmiş durumdadır. (…)
güncel
ICOR-ofislerinin kurulmasıyla ICOR-çalışmasının önemli ön koşulları yaratıldı. Artık şimdi ICOR’u kitleler arasında ve uluslararası devrimci ve işçi hareketi içinde geniş bir şekilde tanıtmak ve yeni üyeler kazanmak ve pratik koordinasyon ve işbirliği görevlerine doğrudan girişmek gerekliydi. ICOR’un ICC’si bu nedenle 2011 Kıtasal Konferansların onayı bazında şu kararları aldı: “ 1. ICOR ve onun üye örgütleri 1 Eylül 2012’den 1 Eylül 2013’e kadar kendisinin siyasi hedefler ve görevlerini geniş kitleler arasında ve de uluslararası devrimci ve işçi hareketi karşısında propaganda etmek üzere bir yıllık bir kampanya yürütecektir. 2. Bir yıllık ICOR-kampanyasının bileşenini ILPS ve belki de diğer devrimci örgütler ve partiler ile koordine edilmiş tüm atom reaktörlerini derhal ve dünya çapında kapatılması için bir kampanya olması gerekir. (…) 3. Bu, ICOR’un çalışabilirliğinin yaratılması ve mali bakımdan bağımsızlığının güvence altına alınması için uluslararası bir bağış toplama ile birleştirilecektir. Bu bağlamda her ICOR-üyesi kendisinin hedeflerini koyar; kendisine özgü yöntemler ve düşüncelerini geliştirir ve bu kampanyayı kendi ülkesinde kendi başına hayata geçirir. Bu, kural olarak tek tek üye örgütlerin mali bakımdan güçlenmesine dair etkinliklerle birleştirilecektir.” (ICOR’un kitleler arasında propagandası için ortak uluslararası kampanya konsepti) ICOR kampanyada ülkeden ülkeye farklılık gösteren çok çehreli bir süreç olarak pratik işbirliğinin ilk adımlarını geliştirdi. Bu kampanya, koordine etme ve örgütlemede etkinliklerin canlı bir karşılıklı birbirini etkilemesini ilerletmek için tüm taraflar için, üye örgütler, CCC’ler ve ICC, merkezi öğrenme alanıydı. Bu örgütlü uluslararası düşünme ve hareket etmeyi bütünüyle kavramayı ve gerçekleştirmeyi gittikçe daha iyi hale getirmek gerekliydi. ICOR bir bütün olarak kendisini iyi geliştirdi. ICOR güveni inşa etti; belirli bir örgütlenme çalışmasını geliştirdi; iletişimi geliştirdi ve mali bakımdan bağımsızlığını güçlendirdi. Aynı zamanda ICOR’un ileriye doğru gelişmesi üzerine farklı görüşler bulunduğunu; kıtasal koordinelerin oluşturulmasının başlangıcında durduğumuzu soğukkanlı bir şekilde kabul etmek zorundayız. Şimdiye kadar % 50’si az veya çok gayri faal iken, üye örgütlerin sadece yaklaşık % 20’si bu kampanya-
C.3 Çeşitli Örgütlerin İşbirliğinde Problemler ve ICOR’un İdeolojik-Siyasi Anlayışı ICOR’un inşası ancak eşitler arasında ve hak eşitliğine dayalı bir işbirliği ile gerçekleşebilir. Bu nedenle kuruluş konferansındaki giriş konuşması şunları vurguladı: “Eğer eşitler olarak bir araya gelmek istiyorsak, eğer ortak uluslararası bir güç olmak istiyorsak, ideolojiksiyasi görüş ayrılıkları, farklı koşullar, deneyimler, ama keza çalışmanın niteliği için sağlamak zorunda olduğumuz karşılıklı saygıdır.” Bu tarihi yeni görevin ortak öğrenme sürecinde ICOR’un derin ideolojik-siyasi ve örgütsel bir anlayışını kazanmak bugüne kadar söz konusuydu, söz konusudur. İdeolojik-siyasi farklı çizgilere rağmen bir tek ülkeden çeşitli örgütlerin ortak üyeliği önemli bir kazanımdır. Bir ICOR-üyesi örgüt aynı ülkeden bir diğer ICOR-örgütünün üye olarak alınmasına karşı çıktığında bunun üzerine 2011 başında ilkesel bir tartışma vardı. Baş koordinatör 22 Haziran 2011 tarihli bir mektubunda buna şöyle değindi: “ ICOR’un tüzüğüne göre hiç kimseye üyeliğe alınmaya ne “izin veriliyor” ne de “izin verilmiyor; bilakis
45
güncel 46
her örgüt ICOR’daki üyeliğine bizzat kendisi karar veriyor. Bu karar veriş sonra ilgili organ tarafından onaylanıyor. (…) Kabul etmemenin sebepleri herhangi bir şekilde olamaz; bilakis tüzük ile uyum içinde olmak zorundadır. (…) Sizler partinin programatik ve içeriksel çeşitli görüşleri (…) ile hem fikir olmayabilirsiniz. Oysa bu ICOR’daki üyeliğin onaylanması için ölçek değildir. Burada öne sürülebilir biricik sakıncalar tüzükte tespit edilmiş ilkelere dair olmak zorundadır. (…) Bizler farklı dünya görüşü ile ilgili düşünceleri ve de parti ile örgütlerin farklı temellerine saygı duymak zorundayız. Oysa devrimci parti ve örgütlerin pratik işbirliği için örgüt olarak ICOR’dan ideolojik-siyasi olarak homojen bir dünya partisini el altından kotarmak kabul edilebilir değildir.” Bu ilkesel açıklığa kavuşturmadan sonra tüzük temelinde demokratik bir süreç içinde yeni üyeliğe alış gerçekleşebildi. 2011 sonunda Bolivya ve Latin Amerika’da PC (MLM) Bolivya ile PC (ML) Panama arasında bir çekişme gelişti. Bunun çıkış noktası 26. 12. 2011 tarihli bir “ortak açıklama” idi. “Komünistlerin uluslararası birliği, “ RIM-Spektrumundan 9 örgütün imzaladığı “revizyonizm ve merkezciliğin / orta yolculuğun yenilgisini gerekli kılar.” PC (ML) Panama 26. 12. 2011 tarihli açıklamayı imzaladı, ama bu akımın diğer açıklamalarına onay vermedi. PC(MLM) Bolivya buna rağmen şunu talep etti: “Partimiz, bundan dolayı, eğer bu parti utandırılacak bir şekilde MLPÖUK’dan ihraç edilmezse, ICOR içindeki kendi üyeliğini iptal edecektir.” Baş koordinatör ICC adına her iki partiden açıklığa kavuşturma rica etti; ICOR’un ilkelerine (proleter tartışma kültürü) dikkatlerini çekti ve bu konunun sakin ve objektif bir şekilde açıklığa kavuşturulması ricasında bulundu. Panamalı yoldaşlar, bu konunun açıklığa kavuşturulmasına büyük bir gereksinim duyduklarını ve kendilerinin PC(MLM) Bolivya’ya saldırmak istemediklerini yazdılar. Aralık 2011 tarihli kâğıtta PC(MLM) Bolivya’ya ismen zikredilerek bir saldırı yoktu. Buna rağmen bugüne kadar konuyu kapatıcı bir şekilde objektif bir açıklığa kavuşturmaya ulaşılamamıştır. Bu anlaşmazlıkta ilkesel sorun, ICC’den ICC’nin ne yetkisi bulunduğu, ne de bu durumda olduğu, ICOR’un ideolojik-siyasi bir tavrının talep edilmesinden oluşuyor. ICOR ideolojik-siyasi olarak homojen bir örgüt değildir ve ikili görüş ayrılıkları ikili olarak objektif şekilde yürütülmek zorundadır.
ICC ve CCC’ler çelişkilerin nasıl çözüleceği hakkında sadece etkili olabilirler. Kuruluş Konferansında herkes proleter tartışma kültürü, karşılıklı saygı ve üye örgütlerin bağımsızlığına saygı göstermekle kendisini yükümlü kılmıştır. ICOR-üyeleri arasındaki ideolojik-siyasi farklılıkların objektif bir şekilde doğal olarak yürütülmesi gerekir. Tüzük bununla ilgili olarak şu hakkı öne çıkarıyor: “Özel bir biçimde işbirliği içinde çalışmak için, objektif bir şekilde tartışmak için veya bunun diğer üye örgütlerin iç işlerine karışmak anlamına gelmeyecek bir şekilde dikkatleri çekmek için ICOR’un hir başka üyesine doğrudan yönelme.” PC (AP) Şili 2112 sonunda üyeliğini geçici olarak dondurdu ve bunu ICOR’un çalışması ile çelişkilerle gerekçelendirdi. ICC bu nedenle Şili Partisine objektif bir açıklığa kavuşturma dileğiyle bir mektup çıkarttı. ICOR-çalışması içindeki çeşitli çelişkilerin esas problemi olarak ICOR’un niteliğinin henüz bütünlüklü bir şekilde anlaşılmış olmamasında görünüyor. ICOR birinci planda, çeşitli alanlarda farklı ideolojiksiyasi görüşlerin bulunduğu devrimci parti ve örgütlerin pratik işbirliğinin bir örgütüdür. ICOR’un temel düşüncesini, doğal olarak hem fikir olunan sorunlarda üzerinde anlaşmaya varılmış olarak ve koordineli çalışmak gerektiği ve üzerinde anlaşmaya varılmamış konularda proleter tartışma kültürü ve karşılıklı saygı temelinde özgür ve açık bir tartışma geliştirilmesinden oluşuyor. Emperyalizmi sadece uluslararası devrimci - ve işçi hareketinin birleşmesi alt edebilir.
C. 4 - Pratik İşbirliğinde Güven Oluşturma ICOR “kendisini … uluslararası devrimci ve işçi hareketinin dayanışmacı birliğini teşvik etmeye katkı olarak kavrıyor” (Kuruluş Kararı). ICOR bununla kendisinin önüne tarihi bir görev koydu! O (ICOR – ÇN) bununla ilgili olarak, kuruluşun ortak kanaatle, asgari bir ideolojik anlaşma temelinde gerçekleştiği – fakat üye örgütlerinin çoğunun birbirini tanımadığı ve tarihsel olarak gelişmiş geleneklerin ve alışkanlıkların farklı olduğu çelişkisini çözmek zorundadır. Dahası bugün çalışmaları istisnasız henüz gönüllülük temelindeki faaliyete dayanan birçok küçük örgütle karşı karşıya bulunmamızdır. Bu doğal olarak olanakları kısıtlıyor. Bunu ortakça çözmek için bu büyük sorun saygıyla karşılanmak zorundadır. Mevcut farklılıklar hakkında kayıtsız-şartsız karşılıklı bir anlayış geliştirmek ve ortak çıkan çelişkileri adım adım aşmak için sabır ve güven ve de kendimizin öğ-
C. 5 Mali bağımsızlık için mücadelenin büyük önemi Kendisinin ve üyelerin üçüncü kişi/kurumlara karşı ekonomik olarak bağımsız, sıkı, sağlam ve ekono-
mik iç dayanışmanın geliştirilmesi ICOR’un temelleri içindedir. Bu ilkenin somutlaştırılması, ICOR’un mali imkânları üç bölüme şöyle paylaştırılmasını hedefleyen ICC’nin 21 Haziran 2011 tarihli kararı ile ortaya kondu: % 50’si merkez için, % 30’u kıtalar için ve % 20’si Afrika, Amerika ve Asya’daki CCC’lerin desteklenmesi amaçlı denkleştirme fonu için. ICOR’un tüm üye partileri ve örgütleri, bunun karşılığında kendisinin asıl mali işlerinin rasyonel bir şekilde geliştirilmesini talep eden ICOR’un finanse edilmesine düzenli bir şekilde katkı sunmalarını gerekli kılar.
güncel
renmeye hazır olmamız belirleyicidir. Pratikte ortak değerlendirilmiş deneyimler kendi kendini değiştirmek için zemindir. ICC, çelişkilerin açıklığa kavuşturulması için ICOR’un ilkesi olarak proleter tartışma kültürünü vurgular. ICOR tüm üye partiler ve örgütlerin hak eşitliği ilkesi üstünde kuruludur. İşbirliğindeki her şekilsel veya bürokratik vesile hak eşitliğini eşitsizliğe dönüştürür. Bu nedenle tüzük, “ büyüklük, pratik, örgütsel ve siyasi deneyimler, tarihsel-ideolojik kökler, stratejik görevlerin konulması ilgili olarak ve sosyoekonomik koşullar çok farklı olduğundan” saygılı bir şekilde davranma ve birbirlerinden öğrenmeyi tüm üyelerden talep etmektedir. ICOR-üyelerinin yaklaşık olarak üçte ikisi sadece bu nedenle birçok konferansa veya diğer uluslararası bir araya gelişlere katılmayan daha küçük örgütlerdir. En azından dörtte biri ise kendi olanakları içinde kamuoyunda ortaya çıkışları göreceli olarak güçlü bir şekilde sınırlandırılmıştır veya illegal koşullarda çalışmak zorundadırlar. Parti inşasındaki farklı durum nedeniyle üyelerin hepsi bütün yönleriyle hazırlanıp ortaya çıkarılmış ideolojik bir çizgiye de sahip olamazlar; bundan dolayı tüm güncel tavır belirlemelerde hızlı değerlendirme için koşullar sınırlanmış durumdadır. Kitleler arasındaki sistematik günlük çalışmada ve kitle örgütleri ile ilişkide farklı alışkanlıklar vardır. Ülkeleri kapsayıcı işbirliği, pratik deneyimlerin sistematik bir şekilde değerlendirilmesi ve birbirinden öğrenme, bu nedenle üye örgütlerde doğrudan bağ kuran ve lüzum görüldüğü takdirde parti inşası ve sınıf mücadelesinde karşılıklı yardımı örgütlemek zorunda olan kıtasal koordinasyonların sürekli görevidir. ICOR’a güven bir bütün olarak arttı: Kıtasal koordinasyonlar çalışmalarına başladı ve birlikte büyüyorlar. Bu karşılıklı güven ICOR’un inşası ve onun uluslararası devrimi hazırlamasındaki görevleri için temeldir. Bu nedenle, gittikçe daha fazla ICOR örgütünün ortak çalışmaya katılması ve böylece ICOR’un pratikte adım adım birlikte büyüyebilmesi hedefine ulaşmak için çalışmak zorundayız.
C. 6 İdeolojik-siyasi birliğin sağlanması süreci ICOR’un bu başarılı gelişmesi, ortak pratik deneyimler ile adım adım ideolojik-siyasi birliğin sağlanması diyalektik birliği olmaksızın dünyadaki türbülanslı ve karmaşık gelişmede mümkün olmazdı. Tüm üyeler bu kuruluş ile mevcut ideolojik-siyasi farklılıkların bütünüyle bilincinde olarak ortak bir örgütün üyesi olarak (…) birbirleriyle koordine etmeye ve görüş ayrılıklarını gidermeye çaba göstermeye kendilerini yükümlü kıldılar. İdeolojik-siyasi çelişkiler sadece karşılıklı saygı içinde ikna etme aracıyla çözülebilir. Henüz bu konuda ideolojik ve siyasi olarak yeterli derecede birlik olmadığından ICOR tüm sorunlarda henüz kararlar alamaz. Aynı zamanda ICOR’un görüşler içselleştirmesi ve birleşik mücadele için çağrılar geliştirmesi için adım adım daha büyük bir beceriye ulaşması amacıyla; ve de emperyalizme karşı önümüzdeki birçok sert mücadeleleri yönetme yeteneğini geliştirmesi için araçlar geliştirilmek zorundadır. (…) CCC Avrupa’nın 2013’de örgütlediği “Devrimci parti inşasının strateji ve taktiği” semineri gibi teorik seminerler de yardımcı olabilir. Bununla ilgili davetiyede şunlar söylendi: “Bu seminerin, devrimci partilerin inşası için ilkeler üzerine tartışmaya, deneyimlerin değiş-tokuş edilmesine ve parti inşasında bundan sonraki karşılıklı desteklemeyi kararlaştırmaya hizmet etmesi gerekir.” Bu, birçok örgütlerin dağılmadan on yıllarca sonra kendi kabuklarından dışarı çıkmadıkları ve diğerleriyle bağlantı geliştirmedikleri durumun aşılması için bir adım anlamına geldi. Parti inşasındaki başarılar, ama yenilgiler hakkında da açıktan açığa bilgi
47
güncel
verildi ve yapıcı öneriler yapıldı. Avrupa’daki parti inşası konusunda çıkış noktası alınan durumdaki büyük farklılık üzerine bilgi önemlidir: Örgütler ve partiler kendilerinin devrimci çalışmasını kısmen güçlü devlet baskısı, yasaklar ve geniş kapsamlı engellemeler altında yapmak zorundadır; özellikle eski Doğu Bloku ve SSCB’nin nüfuz bölgesinin ülkelerinde parti inşası revizyonizme ve yeni revizyonizme karşı sert mücadele içinde gerçekleşmektedir. Çeşitli partiler ve örgütler örgütsel inşanın sadece sınıf mücadelesinin görevleriyle en sıkı bir birlik içinde başarılı bir şekilde yürütebileceği şeklinde deneyimlerini toparladılar. Oysa (günlük) mücadele içinde çöküp gitme eğilimlerine karşı mücadelede devrimci ve Marksist/Leninist örgütün inşası için bilinçli bir çaba, bilinçli bir strateji ve taktiğe de gereksinim bulunuyor. Var olan ideolojik-siyasi farklılıklar ve görüş ayrılıklarını göz ardı etmeksizin, önemli ortak konular üzerine danışmak başarıldı: Örneğin işçi sınıfı üzerinde gerekli yoğunlaşma, uluslararası sanayi proletarya, devrimci parti inşası için gençlik kitlesinin kazanılmasının büyük önemi, mücadeleci kadın hareketi ile işbirliğinin büyük önemi, çevrenin ve insancıl yaşam temellerinin dramatik bir şekilde gelişmesi ile yeni meydan okuyuşlar, emperyalizmin, sınıf mücadelesinin ve devrime yaklaşmanın gelişmesindeki önemli değişikliklerin teorik olarak genelleştirilmesinin gerekliliği vs. (…) 2. Dünya Konferans’ının hemen akabinde ICC tarafından planlanan bilimsel teorik çalışma ICOR-örgütlerinin ideolojik-siyasi çalışmasının iyileştirilmesine ve hızlandırılmasına yardımcı olması gerekir.
C.8 ICOR’un inşası için kıtasal koordinasyonların büyük önemi
48
Devrimci işçi sınıfı ilkesel olarak ve doğası gereği enternasyonalisttir. Karl Marks bu nedenle 160’dan fazla yıl önce bütün ülkeler proletaryasını kapitalizmi yerle bir etmek için birleşmeye çağırdı. ICOR örgütü bu proleter birliği mevcut koşullar altında dünya çapında, kıtasal ve yerel ölçekte hayata geçirmek zorundadır. Örgütlü proleter enternasyonalizmi bir ve aynılaştırmak değil; bilakis uygun maddi ve lojistik araç bazında esnek örgütsel çalışma ve uygun bir taktiğin hazırlanması ve değerlendirilmesidir. Bu esnek örgütsel çalışmayı tek tek ülkelerde çok
farklı koşullar ve görevlerin konuluşları altında yapmak için koordinasyonu sağlayan ara yüzeyler yaratmak gerekliydi. İlk adım olarak Amerika, Asya, Afrika ve Avrupa’da kıtasal koordinasyonlar yaratıldı. ICOR-çalışmasını somut kıtasal koşullarda somutlaştırmak, pratik işbirliğini koordine etmek ve parti inşası ile sınıf mücadelesinde karşılıklı yardımı sağlamak için onlar büyük öneme sahiptirler. (…) ICOR’un ilk döneminin deneyimi, kıtasal koordinasyonlar (CCC’ler) her ne kadar üye örgütlerle ilişkide kendilerinin doğrudan orda olma avantajını kullansalar da, yine de bu görevi çok yönlü bir şekilde yerine getirmek için gerekli araçlara, kadro siyaseti ve operatif kaynaklara ulaşamamaktadırlar. Bu bağlamda ilk Amerika Konferans’ında karar altına aldığı üzere baş koordinasyonun her yıl değiştirilmesi kendisini amaca uygun olarak kanıtlamadı. Bu, sürekli olarak yeniden inşa edilebilecek baş koordinasyonun operatif ve örgütsel faaliyetini özellikle küçümsedi. Birçok küçük örgütlerin böylesi bir faaliyet için hiç te yeterli kapasiteye sahip olmadıkları özellikle ortaya çıktı. Bu nedenle ICOR’un ilk dönemi, pratik faaliyetin koordinasyonu ve işbirliğinin gerçekten yapılabilmesi için gerekli olan kadro siyaseti, maddi ve mali araçların / olanakların sağlanması için merkezi ve kıtasal örgütsel yapının inşa edilmesi ve sağlamlaştırılmasının süreci belirledi. Şu anda pratik faaliyetteki gerçek bir koordinasyon ve işbirliğinin ancak başlangıç olarak gerçekleştiği söylenebilir. Bunun her şeyden önce üç nedeni vardır: Birinci nedeni şüphesiz dünya çapındaki bir organizasyonda örgütlü bir proleter enternasyonalizmine doğru niteliksel bir sıçrama hakkındaki eksik bir bilinç oluşturuyor. Bu, her örgütten, bu örgütün hak eşitliği temelinde işleyebilmesi ve gelişebilmesi için uygun güç ve araçları sunmasını gerekli kılar. Oysa çoğu kere tek tek ülkelerdeki parti inşası ve sınıf mücadelesi çalışması uluslararası görevlerin karşısına koyma veya bu çalışmalara tek yanlı olarak öncelik verilmelidir. Oysa örgütlü proleter enternasyonalizm ancak parti inşası ve sınıf mücadelesinde ulusal ve uluslararası görevlerin diyalektik birliğinin canlı gerçekleşmesi olarak işler. Uluslararası devrimci ve işçi hareketi bugün örgütsel olarak hâlâ göreceli zayıf olması ikinci sorundur. Bu ise birinci planda, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonunun derin bölmesi ve yenilgisinden sonra ve akabinde diğer sosyalist ülkelerde ve
mal sonuçlar devrimci bir dünya krizi yönündeki cehennemî bir helezonu/spirali içindeki sadece bir yenilgiyi onaylıyor. Yerküredeki insanlar her yerde kendilerini yoksullaştıran ve kendilerinin doğal çevresini yerle bir eden bu çabalara mücadelelerle yanıt veriyor. Bu nedenle bu mücadelelerin her birine müdahale etmek ve bu mücadeleyi emperyalizme bir alternatif olma yönüne sevk etmek durumunda olmak gereklidir. Üye partilerimizin birçoğu bugün henüz küçüktür. Bu, yerleşik komünist hareketinin revizyonizme, yeni-revizyonizme ve sol maceracılığa yozlaşmasının kaçınılmaz sonucudur. Örgütlerimiz tek tek olarak zayıf olabilir. Ama birleşmiş olarak güçlüyüz. Halk mücadelelerine müdahale etme ve parti inşasında karşılıklı yardımlaşma arasında diyalektik bir birlik vardır. Bu, kaynaklarımızın daha iyi ve etkili bir şekilde kullanılmasına kaçınılmaz olarak götürecektir. Bunu yaparken mali ve örgütsel bakımdan bağımsızlığa ve her partinin ideolojik-siyasi özgürlüğüne saygı duymak zorundayız. Aynı zamanda proleter tartışma kültürünü geliştirmek zorundayız. Mali sistemimizi, her kıtasal komitenin kendi kendisini finanse etmek durumunda olacak şekilde inşa etmeliyiz. Böylesi bir sistem hayırseverlik üzerine değil, bilakis kitleler arasındaki toplamanın sistematik bir yöntemi ve ICOR içerisindeki fonların dağıtılması üzerine kurulmalıdır. Düzenli bir kayıt/defter tutma / muhasebe yürütme ve tüm mali işlemlerin denetlenmesi kapitalist dünyadaki çok yönlü azgın yolsuzluğa alternatif olarak da geliştirilmek zorundadır. Bilimsel iş örgütlenmesi, denetim ve öz denetim olmaksızın proleter demokrasinin gelişmesi olmaz. ICOR Kuruluş Konferansı, akımların geniş spektrumundan/çeşitliliğinden devrimci parti ve örgütlerin ICOR içinde bir araya gelmesini mümkün kılan başlıca belgeleri çıkarttı. Hedef, ICOR’un işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin yeryüzünün her yerindeki çeşitli mücadelelerini birleştirmek ve emperyalizme karşı – gerçek demokrasiye ve sosyalizme ve nihayetinde komünizme götürmektir. Dünyanın proleterleri birleşin! Proleterler ve tüm ülkelerin ezilen halkları birleşin! Yaşasın proleter enternasyonalizm! ICOR ile ileri! Temmuz sonu / Ağustos başı 2014 ✓
güncel
uluslararası Marksist-Leninist ve işçi hareketinin bölünmüşlüğünün etkili bir şekilde zayıflatması olgusundan kaynaklanıyor. Bu zayıflık doğal olarak ilk planda, parti inşası ve sınıf mücadelesi görevlerinin birbirini karşılıklı olarak etkilemesinin doğru bir şekilde gerçekleşmesiyle ancak bizzat ICOR-üyeleri tarafından aşılabilir. ICOR bununla ilgili olarak olumlu bir koşul olabilir ve olmak zorundadır. Bu zorluklara rağmen üye örgütler, kapitalizmin enternasyonalleşmesi nedeniyle devrimci görevlerin de örgütlü proleter enternasyonalizmin yeni bir biçimi ile yanıtlanmak zorunda olunduğu görüşünü geliştirdiler. ICOR’un kuruluşu bunun sonucudur. Ne var ki ICOR’un kurulması kararname çıkarma/ direktif verme vasıtasıyla hemen gelişmiş bir uluslararası örgüt yaratmadı. ICOR anda henüz dünya çapındaki gelişmelere ve kitle hareketlerine müdahale edemiyor. ICOR’un kararları ve ilkeleri söze konusu durumun somut koşullarına uygun bir şekilde pratiğe geçirilmek zorundadır; bu da ICOR’un kendisini geliştirir. Aynı zamanda üye örgütler ve ICOR’un devrimci potansiyelini güçlendirmek ve uluslararası koordinasyon ve işbirliği düşüncesini yaymak için o (ICOR- ÇN) kitle hareketlerini desteklemek zorundadır. ICOR-inşasının önümüzdeki döneminde de üye örgütlerin, mali zeminin güçlendirilmesi ve siyasi bir aktivitenin çok yönlü geliştirilmesine en büyük önceliğin verilmesi zorunlu olacaktır. Bu anlamda görevler eskiden olduğu gibi şimdi de üye örgütlerin aktif bir şekilde önlerine koymaları zorunlu olduğu bir öğrenme ve gelişme süreci olarak kalıyor. İkinci Dünya Kongresi’ne ICOR-inşasının ilk dönemini temelli bir şekilde değerlendirmek ve bundan gelecek için uygun sonuçları çıkarmak önemli görevi düşüyor. Varoluşumuzun ilk üç yılını bitirdik. ICOR’un bu ilk dönemindeki baş görevi devrimci üye partiler ve örgütler arasındaki karşılıklı saygı temelinde uluslararası, kıtasal ve yerel organların örgütsel inşası idi. Örgüt şimdi canlı ve büyümekte olan bir organizmadır. ICOR devrimci parti ve örgütlerin pratik koordinasyonu ve işbirliği için kuruldu. Bu koordinasyonu ve işbirliğini daha yukarıya geliştirmek için aramızda daha büyük bir ideolojik-siyasi birlik ve pratik çalışmanın daha yeni yöntemlerini geliştirmeyi hedeflemek zorundayız. Kapitalist dünya sisteminin krizi ve emperyalist siyaset kriz yönetiminin işçi sınıfı, ezilen halklar ve dünyanın ezilenleri için beraberinde getirdiği anor-
49
güncel
ICOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU İCOR 2. DÜNYA KONFERANSI KARARI FİLİSTİN ÜZERİNE
ğalttılar. Örnekler olarak Camp David, Madrid, Oslo, Şarm El-Şeyh …vs. anlaşmaları belirtilebilir. Tüm bu cürüm ve entrikalara rağmen Arap-Filistin halkı ile onun devrimci güçleri ve savaşçıları sömürgeciliğe ve onun gerici çanak yalayıcılarına karşı korkusuzca karşı koydu ve direnişi sürdürüyor. Filistin davası Arap-ulusal kurtuluş hareketi için merkezi bir sorun, anti-emperyalist, anti-siyonist devrimci uluslararası hareketin ayrılmaz bir parçası olarak kalıyor.
ICOR 2. Dünya Konferansı Arap-Filistin halkının mücadeleleri ve onun devrimci güçleri için dayanışmasını ve desteğini ifade eder Siyonizmi ve emperyalizm yanlısı kompradorları ve de onların Filistin halkına karşı cürümlerini mahkûm eder Siyonist yapıyla normalleşmenin her türünü reddetmeye çağırır. 01.04.2014 ✓
L
50
enin 1917’de Balfour-Açıklamasında, uluslararası emperyalizmin, daha o zamanlar zengin hammadde rezervlerine sahip olması ile tanınan stratejik olarak önemli bu coğrafi bölgeye egemen olmak niyetiyle Filistin’de siyonist bir sömürge yapılanma yerleştirme planını gördü. Lenin’in bu görüşü 1949’dan beri gerçeklik haline gelmiştir. Filistin halkı o zamandan beri sömürgeciliğin boyunduruğu altında sömürülerek, açlık çektirilerek, toprakları ve yaşam alanları gasp edilerek, katliamlara maruz kalarak ve Filistin’i terk etmeye zorlanarak yaşadı. Siyonistler, bunlara Kafr Quasim, Deir Yasin, Sabra ve Şatila, Çenin, … vs.’nin dâhil olduğu, binlerce şehitleri beraberinde getiren ve kollektif bilinçlere kazınan barbarca mezalimlere ve soykırımlara giriştiler. Daha kötüsü Filistin davasını tasfiye etmek için emperyalizm ve ve onun siyonist maşaları, yardakçıları Arap gericiliği ile işbirliği içinde entrikalarını ço-
ICOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU İCOR 2. DÜNYA KONFERANSI KARARI DEMOKRATİK HAREKETLER ÜZERİNE
B
u arada ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan 2011 protesto dalgası henüz sona ermedi. Bu dalga şimdi öfkeli biçimler aldı; emperyalistler arasındaki çelişkileri çoğalttı; bölünmeler tehlikesini de geliştiriyor. Arap dünyasında son iki yıl sırasında kitlesel ayaklanmaların sonucu olarak Mısır (iki kez), Tunus veya Yemen’de hükümetler değişti. Demokratik ayaklanma hareketleri Bahreyn ve Suriye’de patlak verdiler. Cezayir, Irak, Ürdün, Kuveyt, Fas ve Sudan’da yoğun protestolar baş gösterdi. 2013‘de Türkiye’deki yoğun protestolar ve Mali’deki ayaklanmaya hiç değinilmedi bile. Böylesi protestolar sadece Arap ülkeleri ile sınırlı değildir. Başka yerlerdeki yoğun protestolar da bunun genel bir görünüm olduğunu gösteriyor.
güncel
Bu süre içinde diğer tarafta Bangladeş’te İslami emperyalist siyasetin sonuçlarına karşı mücadele etköktenciliğe ve Hindistan’da rüşvete ve kadınlara te- mek için (insanların –ÇN) sokağa çıkmaya hazır olcavüzlere karşı protestolar vardı. Brezilya, Moritanya, duğu bir seviyeye ulaşmıştır. Batı Sahra’da vs. ayaklanma vardı. Demokrasi için tüm bu hareketlerin içinde insanTüm bu protestolarda ortak olan şey, bunların rüş- ların yanında olmak komünistlerin görevidir. Bu havet ve yolsuzluğa karşı yönelmeleri ve demokrasiden reketlerin çoğunda solların rolü çok zayıftır. Bu hareyana tavır koymalarıdır. Bu protestoların neredeyse ketleri burjuva ve sekter alternatiflerden koparmaya; tümünde yiyici uygulamalara, fiyat zamlarına, iş- gerçek halk demokrasisine ve sosyalizme yöneltmeye sizliğe vs. karşı sesler yükseldi. Bu protestoların ne- çalışmak zorundayız. Bu arada bizzat gerici, İslamiredeyse tümünköktenci ve emde otokratik ve peryalizm yanlısı anti-demokratik güçler tarafından uygulamalar teş“Özgürlük ve Dehir edildi ve daha mokrasi” uğruna fazla demokratik mücadelenin ikihaklar ve özgüryüzlü bahanesi lükler talep edildi. altında, Ukrayna Bu protestoların veya Tayland’daçoğunda kapitaki olduğu gibi, lizme ve empergerici kitle hareyalizme karşı ketleri harekete sesler yükseldi. geçti. Aynı zamanda Emperyalizmin bu hareketlerin dünya çapındaki baş hedefinin krizi kaçınılmaz henüz bir bütün olarak keskinDemokrasi için tüm bu hareketlerin içinde insanların olarak kapitalist leşeceğinden ve sistemi devirmek yanında olmak komünistlerin görevidir. Bu hareketlerin e mp e r y a l i s t le r olmadığı, bilakis hem emperyalist çoğunda solların rolü çok zayıftır. Bu hareketleri önce otokratik ülkelerde hem de burjuva ve sekter alternatiflerden koparmaya; gerçek egemenlerin ve yeni sömürgelerkurumların orta- halk demokrasisine ve sosyalizme yöneltmeye çalışmak de bu krizin yükdan kaldırılması lerini işçi sınıfı zorundayız. olduğu açıktır. ve diğer ezilen Aynı zamanda kitlelerin sırtına bu hareketlerin şimdiye kadar hiçbir ülkede herhangi bindirmek zorunda olduklarından; çoğu kez halk bir temelli değişikliğe götürmediği de bu hareketle- düşmanı egemenler ve hükümetlerin devrilmesi için rin çoğunun ortak niteliğidir. Otokratik egemenli- hareketlere doğru gelişen, dünyanın çeşitli kesimğin 2005’te devrilebildiği Nepal’de, 2013’te Kongre lerinde demokrasi ve sosyal adalet için böylesi daha Partisi iktidara geldikten ve komünistler bir azınlık birçok hareketlerin patlak vermesi beklenmelidir. haline geldikten sonra durum bir dönüm noktasına Bu durum ICOR’dan dayanışma hareketlerinin geulaştı. Mısır ve Tunus gibi ülkelerde İslami güçler ik- lişmesi içinde bu hareketlerin desteklenmesi ile ilgitidarı ele geçirdiler: Mısır’da onların (bu hareketlerin li olarak aktif bir rol üstlenmeyi ve kendi ülkesinde – ÇN) yerine yeniden otokratik bir askeri egemenlik sınıf mücadelesini güçlendirmeyi talep ediyor. ICOR geçti. böylesi hareketler içinde özel aktif bir rol oynamak Tüm bu hareketler, insanlar arasında büyük bir ve onlara maddi ve manevi/moral desteği ulaştırmak hoşnutsuzluğun bulunduğu anlamına geliyor. İnsan- zorundadır. lar daha iyi yaşama ve kendi ülkelerinde daha demokratik sistemler elde etmeye çalışıyorlar. Emperyalizm, 01.04.2014 ✓
51
panorama
PA NOR A M A IRKÇILIK VE IRKÇI CİNAYETLER SÜRÜYOR! ABD -
-
En başında şunu vurgulamak gerekiyor: Irkçı cinayetlerin sayısı, kamuoyuna yansıyanlardan çok daha fazladır. Sorunun bilince çıkması ve gündeme gelmesi esasında cinayete ve ırkçılığa karşı mücadele verilmesi, sorunun kamuoyuna duyurulması sayesindedir. Bu bağlamda Michael Brown’ın katledilmesi, ABD’nin devletin kolluk güçleri tarafından istisnai bir durum değil, “olağan” bir katletme olayıdır.
D
52
ergimizin 172. sayısında ABD’deki devletin ırkçı cinayetlerine ve gelişmelere değinerek okurlarımızı genel durum hakkında ve özel olarak da Ferguson’da Michael Brown adlı gencin katledilmesi hakkında bilgilendirmeye çalışmıştık. Arada geçen iki aylık süreçte bu konuda yaşananlar, ırkçı cinayetlere yenilerinin eklenmesi ve katillerin “yargılanmasını gerektiren bir suç görülmemiştir”, “görevini yetkisi çerçevesinde yerine getirmiştir” vb. biçiminde açıklamalarla ödüllendirilmeleri; bunlara karşı protestoların ve mücadelenin gelişmesi vb. olgular, sorunu daha fazla bilince çıkarmayı gerekli kılmaktadır. En başında şunu vurgulamak gerekiyor: Irkçı cinayetlerin sayısı, kamuoyuna yansıyanlardan çok daha fazladır. Sorunun bilince çıkması ve gündeme gelmesi esasında cinayete ve ırkçılığa karşı mücadele verilmesi, sorunun kamuoyuna duyurulması sayesindedir. Bu
bağlamda Michael Brown’ın katledilmesi, ABD’nin devletin kolluk güçleri tarafından istisnai bir durum değil, “olağan” bir katletme olayıdır. 9 Ağustos 2014 tarihinden itibaren sorunun gündeme gelmesinin ve protestoların ABD çapında genişlemesinin, protestolara katılımın yükselmesinin; en umut verici olanı da her renkten, farklı etnik kökenlilerden, inançlardan insanların ırkçılığa ve ırkçı cinayetlere karşı protestolarını birlikte dile getirmelerinin yolunu açan ve evet, sorunu gündemde tutan Ferguson’daki mücadele olmuştur. Bu bağlamda Ferguson’un bir dönüm noktası olarak değerlendirilmesi, olgunun ifade edilmesidir. Dergimizin 172. sayısında sözkonusu yazımızda, sayfa 21’de Michael Brown’ın katili hakkındaki soruşturma konusunda şunu yazmıştık: “Oluşturulan ‘Yüksek Jüri’ 2015 Ocak ayında katil polisin mahkemeye çıkarılıp çıkarılmayacağına karar verecek!” Ge-
luk güçleriyle çatışmaya vardıran, devlet binalarına saldıran, kimi binaları ve polis araçlarını yakanlar; haklı öfkelerini, isyana dönüştürenler bin kez haklıdır! Bu barbar, insanlık düşmanı ırkçı sisteme isyan etmemek yanlıştır! Evet, “adalet yoksa, barış da yok” sloganını atanların mücadelesi haklıdır! Katili ödüllendiren bu haberin yayılması, protestoların yeniden canlanmasını ve de güçlenmesini tetikledi. Ferguson’da daha sözkonusu karar açıklanmadan bir hafta önce sıkıyönetim ilan edilmiş, şehre ek kolluk gücü olarak 2200 civarında “Ulusal Tugay” yerleştirilmişti. Polis cephanesine 172.000 Dolarlık malzeme eklemişti. 25.000 Bidon gözyaşartıcı gaz, 2000 çift Kelepçe, 37.000 Kask, kalkan ve cop “kullanmaya gerek kalmayacak umuduyla”! almıştı. Kolluk güçleri şehirdeki beyazların oturduğu bölgeyi kuşatma altına alıp korurken, siyahların olduğu bölgede ırkçı saldırılara ortam hazırlamıştı... Ferguson’da bir hafta kadar süren karmaşa son bulsa da, mücadele protestolar biçiminde sürmektedir. Katil polis sonradan yaptığı “Bir kez daha olsa aynısını yaparım, vicdanım rahat/temiz, kendimi savundum” vb. açıklamayla protestocuların öfkesini yükseltti. Bu katili ödüllendirenler, Michael Brown’ın kayınpederi hakkında, kararı duyduğunda Adliye binası önünde toplanan kalabalığa “Bu pisliği yakın yıkın” diye seslenerek tepkisini ifade ettiği için “suça teşfikten” soruşturma açmıştır. Protestoların giderek yoğunlaşması karşısında, kitlelerin öfkesini dindirmek için “Birlik Yasası”nca katil hakkında soruşturmanın sürdüğü açıklandı. Bu açıklama yapılırken bile ırkçı yaklaşım kendisini gösteriyordu. Neymiş yapılacak olan? “Olası insan haklarının çiğnenip çiğnenmediği” araştırılacakmış?!!
panorama
lişmeler, medyada verilen bu bilgiye uygun olmadı. Sözkonusu “Yüksek Jüri” kararını 24 Kasım 2014 tarihinde verdi. Sözkonusu karar 24 Kasım akşamı ilçe Savcısı McCulloch tarafından kamuoyuna açıklandı. Buna göre katil polis Wilson hakkında “dava açmayı haklı kılacak hiçbir bulguya rastlanma”mıştı! Katil “kendisini savunmuş”tu... Bu kararın açıklanması ile Adliye önünde bekleyen yüzlerce insanın öfkesi patlayıverdi! İlk taşlar ve şişeler polislere ve Adliye binasına atılmaya başlanmış ve kararın haberi kısa sürede tüm ülkede yayılmıştı. Sözkonusu bu kararla devletin resmi ırkçılığı bir kez daha belgelenmiş ve bir siyah tenli insanın katledilmesinin bile, katil hakkında dava açmaya yetecek bir “bulgu” olarak değerlendirilmediği bu olayda da gösterilmiştir. Derinine inmeye gerek yok aslında! Sorunun üzerini birazcık kazıdığınızda, karşınıza sistemin, yada rejimin yasalarla garanti altına aldığı ırkçılık, insanlık düşmanı yaklaşımı çıkmaktadır. “Polis görevini yaptı” denilerek hakkında dava açılmamasıyla katiller ödüllendirilirken; gerçekte devlet tarafından Polise verilen görevin, yetkinin ırkçı sistem tarafından belirlenen bir görev ve yetki olduğunun üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır. Sistemin kendisinin ırkçılığın temeli ve kaynağı olduğu yerde, yasalara ya da kendisine verilen yetkiler çerçevesinde insan katletmek de yasal olmaktadır. Böylesi bir durumda, genelde “suçlu” ve “tehdit” olarak görülen siyah tenli insanların katledilmesi de “görev icabı” yapılan bir iş olabilmektedir. Bu duruma karşı protesto edenlerin “Sesimizi duyurmak zorundayız. İçinde büyüdüğümüz bu lanetli sistemi değiştirmek zorundayız.” diyenler haklıdır! Katil Wilson’ın yargılanmasına gerek olmadığı yönlü karara karşı öfkelerini polise ve diğer kol-
53
panorama 54
Buna göre siyah tenli bir insanın katledilmesi, insan hakkını çiğnemenin belgesi olmuyordu! Katil polis Kasım ayı sonunda geçici olarak alındığı görevini, polislik mesleğini sonlandırdığını açıkladı. Gerekçesi yine ırkçı! “Polis olarak görevini sürdürmeyi” ümit etmiş ama “iş arkadaşlarının can güvenliği” onun için “herşeyin üzerinde” imiş... Katilin Avukatı da “Sokağa çıktığı andan itibaren onun ve refakatçilerinin başına korkunç şeyler gelir. Ve onun hiç istemediği şey, bir başka polisi tehlikeye sokmaktır.” diyerek siyahların tehlikeli, potansiyel tehdit oluşturduğu yönlü ırkçı yaklaşımı sergiliyordu. 25 Kasım’da bu karara ve polisin siyahları katletme terörüne karşı 30’dan fazla eyalette ve 170 kadar şehirde protestolar gerçekleştirildi. Çoğu yerde trafik bloke edilerek veya tamamen durdurularak gerçekleştirilen protestolarda “Katil polisleri hapse yollayın!”, “Siz bize adalet vermediniz! Biz de size huzur vermeyeceğiz!” vb. sloganlar da atıldı. Bu protestolar gerçekleştirilirken Ohio eyaletinin Cleveland şehrinde Polisin 12 yaşındaki bir siyahi çocuğu parkta, oyuncak silahla oynarken katlettiği haberi de kamuoyuna yansıdı. Olayın kendisi medyaya yansıyan haberlere göre şöyle gerçekleşmiştir: Tamir Rice adlı çocuk elinde oyuncak silahıyla parkta oynarken adı verilmeyen biri polise telefon eder. Telefon eden, polise silahın oyuncak olabileceğini ve sözkonusu kişinin de genç biri olabileceğini de söylemiş. Parka gelen iki polisten biri arabadan iner inmez saniyeler içinde çocuğa ateş eder ve çocuk ne olduğunu bile anlayamadan karnına rastlayan kurşun yarasıyla ertesi gün ölür. Kamera görüntüleri sayesinde, polisin kamuoyuna verdiği ilk bilgilerin yalan ve de yanlış olduğu ortaya çıktı. Soruşturmayı yapan polislerin çocuktan “ellerini kaldır”masını talep ettiklerini, çocuğun ellerini kaldıracağına, kemerindeki silaha sarıldığını ve bunun üzerine bir polisin ateş ettiğini açıklamıştı. Sözkonusu iki polis geçici olarak görevden alındı. Sonradan ortaya çıktığı kadarıyla katil polis iki sene önce “Independence Polis Merkezi Şefi” tarafından “göreve uygun değildir” “görev yapamaz” diye değerlendirilen biriymiş... Cleveland Polis şefinin 12 yaşındaki çocuğun katledilmesini “polis sadece görevini yaptı” diye açıkladığı bir durumda, bu “göreve uygun değildir” haberinin katili korumak, kurtarmak için ortaya atılan bir “yem” olup olmadığı sorgulanmak zorundadır. 2 Aralık 2014 tarihinde Arizona eyaletine bağlı
Phoenix şehrinde polis uyuşturucu sattığını sandığı 34 yaşındaki bir siyah tenli insanı tutuklamak ister, siyah tenli insan buna direnir, bu arada elini cebine sokar... Polis yakalamaya çalışır ve bu arada siyahinin cebinde silah olduğunu hissettmiş miş... ve şüpheli “elini cebinde tut” emirlerine uymadığından polis iki el ateş eder, adı bile haberlere yansımayan siyah tenli insan orada canverir. Katledilenin cebinde silah değil, ilaç kutusu bulunur! Polis sözcüsünün açıklaması: “Polis memuru bizim ondan beklediğimizi yapmıştır: Komşuların O’na anlattığı suçları takip etmek!” biçimindedir. “Suçların takip” edilmesinin Amerikan usulü böyle oluyor: Katletmek! 3 Aralık 2014 tarihinde de protestoları ateşleyen bir karar daha verildi. Yine bir “Yüksek Jüri” katil polisin “yargılanmasını gerektirecek hiçbir bulguya” rastlamamıştı! Katledilen Eric Garner. 17 Temmuz 2014 tarihinde New York’ta illegal sigara sattığı şüphesiyle altı polis üzerine çullanır ve yere yatırılır, bu arada polislerden biri boğazını sıkar. Yediği darbelerin yanısıra birçok kez “Nefes alamıyorum!” diye duyulabilecek düzeyde sesini yükseltmeye çalışır ama boğazı bırakılmaz... Astımı olan Eric Garner kalpkrizinden ölür. Adli tıp raporuna göre bu edim katletme cürmüdür. Polislerin Eric Garner’e nasıl saldırdıkları Ramsey Orta adlı biri tarafından kameraya çekilmiş, boğazının nasıl sıkıldığı, nasıl darpedildiği açıkça görülmektedir ama buna rağmen “Yüksek Jüri” katilin “yargılanmasını gerektirecek hiçbir bulgu” bulamamış! Ama aynı “Yüksek Jüri”, sözkonusu olayı kameraya çeken Ramsey Orta hakkında, kamuoyuna hiçbir açıklama bile yapmadan “illegal silah bulundurmaktan” dava açar. Eric Garner’e atfen “Nefes alamıyoruz!” sloganı da Michaell Brown’a atfen “Eller yukarı, ateş etme!” sloganı gibi yaşanan protestoların başsloganlarından biri oldu. 20 Kasım 2014 tarihinde yaşanan ama kamuoyuna ancak 12 Aralık’ta yansıyan bir başka katletme olayı ise Brooklyn’de yaşandı. 28 yaşındaki Akai Gurley asansör bozuk olduğundan kadın arkadaşıyla merdivenlerden inmek ister ve merdivene giden kapıyı açar. Bu arada üst kattan aşağıya inen polis çeker silahını Akai Gurley’i katleder. Hem de sonradan katilin kendisinin de kabul ettiği gibi Gurley’in herhangi şüphe uyandıracak bir tavrı da olmamıştır. Ama siyah tenlidir Akai Gurley! Gurley’in katilinin yargılanıp yargılanmayacağına da yine bir başka “Yüksek Jüri” karar verecek! Adli tıp katletme cürmü olarak değerlendirirken, Polis komiserinin kaza kurşunu
kurbanlarının silahsız olması anlatılırken vurgu, silahsız olmasınadır. Bu durumda silahlı olsa öldürülmeyi hakkediyor vb. bir düşünce yaygınlaştırılıyor. Yine bizzat ırkçı cinayet hakkında haber yazanlar, sorunu polis ile siyahlar arasındaki bir sorun olarak yansıtıyorlar. Bu arada sistemin kendisinin ırkçı olduğunu, polisin bu sistemin koruyucusu ve evet eğitilme ve yetkilendirme temelinde ürünü olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir. ABD emperyalizminin egemenlerinin açıklamalarında “Afroamerikalı nüfusla/ahaliyle Polis arasındaki güveni yeniden tesis etmek için” alınacak önlemlerden bahsedilmektedir. Evet onlar dikkatleri başka yerlere çekerek gerçeklerin üzerini örtmeye çalışmaktadırlar. Bu sahtekarlığı Mumia Abu-Jamal yazdığı bir makalede iyi teşhir etmektedir. “Bunu duyduğumda kafam vızıldadı durdu. ‘Güveni yeniden tesis etmek’, bu da ne demek? Soru gerçekte şöyledir: Bu güven gerçekte herhangi bir zaman var oldu mu? Polisle siyah ahali arasındaki vahşice ve acı dolu tarih, en iyi halde canavar ile ganimeti arasındaki ilişki ile karşılaştırılabilir – bunun güven ile hiç bir ilişkisi yoktur. (...) Polis siyahların ikamet ettiği bölgelere ama, halka hizmet etmek ve onların mülkünü korumak için yerleştirilmemiştir. Daha çok siyahların hareketliliğini kontrol etmek ve disipline etmek görevi vardır: Beyazların ikamet bölgelerinde serbestçe hareket etmelerini engellemek istiyorlar. Çünkü orada siyahlardan beyazların hayatlarına, mülklerine ve refahlarına karşı bir tehdit görüyorlar. Gerçekte mesele budur, yoksa bu polisle siyahlar arasında ‘güveni yeniden tesis etme’ yalancı masal meselesi değildir. Ezenler ve ezilenler arasında nasıl güven olabilir ki” (junge Welt, Almanca günlük gazete, “genç Dünya”, 8 Aralık 2014)
panorama
olduğu açıklaması da gözönüne alındığında, yaşanan tepkilerin protestoların dindirilmesi amacıyla da olsa katilin yargılanmasına karar verilse de “ucuza” kurtulacağının garantili olduğundan yola çıkılabilir. Bu seferki katil polisin Asya kökenli olduğu, Akai Gurley’i katlettikten sonra ilkyardım arabası çağırma yerine sendikasına SMS yazdığı da verilen haberler arasındadır. Bu da ırkçılığın insanların ten rengine bağlı olmadığını, bunun sistem ve yaklaşım sorunu olduğunu göstermektedir. Son örnek olarak da Milwaukee’de yaşanan ve ancak Aralık ayının ikinci yarısında medyaya yansıyan, ya da bilince çıkarılan gelişmeyi aktaralım. 2014 yılı Nisan ayında polis zihinsel engelli bir siyahı katleder. Polis ifadesinde bilinen şemaya uygun olarak “kendisini savunduğunu” anlatır. 22 Aralık 2014 tarihinde bu katilin de “yargılanmasını gerektirecek hiçbir bulgu”ya rastlanılmamıştır kararı verilir! İlçe Savcısı açıklamayı yaparken “şiddet kullanımının haklı olduğu”nu söylemiştir. Burada aktardığımız örneklerin kendisi yoruma yer bırakmayacak açıklıkta ırkçılığı, ırkçı cinayetleri ortaya koymaktadır. Bu konuda somut olaylar hakkında açıklamalarını okuyabildiğimiz hiçbir devletin kolluk gücünün ve sorumlularının ırkçılığa, ırkçı cinayetlere karşı ciddi bir tavır takındığına rastlamadık. Tersine açıklamalarının kendisi ırkçılığın belgesi olduğundan, insan okumakta zorlanıyor ve evet öfkeleniyor! Öfkenin bilince dönüştüğü yerde ise yine acı gerçekler karşınıza çıkıyor! Irkçı cinayetlere karşı tavır takınan, hatta gerçekleri yer yer ifşa eden burjuva medyasının kendisi de genelde ırkçı yaklaşımı sergilemektedir. Örneğin olgu olarak Michael Brown ya da adı geçen diğer ırkçılık
55
panorama 56
Evet köle siyahlarla köle sahipleri arasında güvenin hiçbir zaman yaşanmadığı gibi, genelde de ezenlerle ezilenler arasında güven olamaz! Bu olgu ABD emperyalizminin egemenlerinin ırkçı cinayetlere karşı takındığı tavırlarda ve almayı planladığı önlemlerle de hep yeniden belgelenmektedir. Irkçı cinayetlere karşı çıkanlar katillerin yargılanması bağlamında “adalet” isterken, Obama yönetimi polislerin elbisesine, gözlüğüne vb. takılan, takılacak kameralar için Polis kurumuna 75 Milyon Dolarlık yardım kararı almıştır. Kamuoyuna ise bu karar, polislerin kontrol edilmesi için alındığı masalı anlatılmaktadır. Sanki, şimdiye kadar yaşanan cinayetlerde “bilgi ve belge” eksikliği varmış da bunu gidermek için önlem alıyorlar! Bunun da ötesinde zaten kameraları polis kullanmaktadır, neyi nasıl, hangi perspektiften çekeceğine ya da olayı olduğu gibi çekse dahi, görüntüleri imha edip etmeyeceğine de yine kendileri karar verecektir. Polis kurumunun askerileştirilmesine, savaş araçlarıyla donatılmasına son verileceğine, geçerli bir listenin oluşturulmasına karar verilmektedir. Devletin kolluk güçlerinin toplumu kontrol altına alması “güvenliği sağlama” adına giderek yoğunlaştırılmaktadır. Medyaya yansıyan bilgilere göre anda polisin elinde olan askeri araç ve silah sayısı 460.000 kadardır. Obama Ferguson’daki çatışmalar bağlamında halka, yapılanın kriminel olduğunu söyleyip “suçluların hesap vereceği” biçiminde tehdit savurması da, ırkçı sistemin savunuculuğunun ten rengine bağlı olmadığını gösterdi. Bunun da ötesinde Obama protestoların giderek yoğunlaşması karşısında ırkçılığın sadece Ferguson ile sınırlı olmadığını, bunun Amerika toplumunda ve tarihinde kökleştiğini açıkladı. Bunu açıklayıp bıraksa belki insanlar, bakın Obama olguyu tespit ediyor, ama elinden birşey gelmiyor diye kendisine acıyacak... Ama Obama orada bırakmıyor. Irkçılığa karşı ABD Başkanı olarak yetkisini kulanarak mücadele etmiyor. Egemenlerin temsilcisi olarak da edemez! Ne yapıyor Obama? Siyahlara: “Bu olaylar böyle acı veren olaylar olsa da, anda olanları 50 sene önce olanlarla eşitlemememiz önemlidir. (...) Eğer siz anne-babanızla, nene-dedenizle, amca ve dayınızla konuşursanız, size durumun daha iyi olduğunu –iyi değil ama daha iyi olduğunu- anlatırlar.” Evet siyah tenli bir ABD Başkanı, andaki durumun 50 sene öncesinden daha iyi olduğunu anlatarak, bugüne şükredilmesini salık vermektedir. Kuşkusuz ki 50 sene öncesiyle karşılaştırıldığında siyahların du-
rumu o güne göre “daha iyi”dir. Ama kurumsal ırkçılık, devletin ırkçı cinayetlerinin güncel sorun olduğu yerde, ABD Başkanı olarak protesto hareketinin “adalet” taleplerine cevap vermek yerine böyle bir tavır takınmak, kurumsal ırkçılığı temize çıkarmaktan başka bir anlama gelmez. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya ırkçılığa batmış bu sömürücü sistemin varlığı, haksızlığa, ırkçılığa karşı çıkan insanların öfkesini taşırdığı yerde, bireysel tepkilerin gelişmesi de tetiklenmektedir. Bu tepkiler farklı farklıdır. Bunların biri de New York’ta yaşandı. Polisin siyahlara karşı şiddet ve cinayet işleme pratiğine isyan eden siyah tenli biri, Instagram hesabına “Bugün iki domuza kanat takacağım”, “Buraya düştüğüm son notum olabilir” diye yazdıktan sonra iki polisi öldürüp intihar etti. Devlet görevlilerinin bu olaya karşı tavrı –Obama’nın da- kurumsal ırkçılığın açık belgesiydi. New York Belediye Başkanı protesto eden halka “öldürülen polislerin cenazelerinin gömülmesine kadar” protestoları durdurma çağrısı yaptı. Açıklaması neydi? “Bu çok ağır, zor bir andır. Merceğimizi müteessir olan ailelere yöneltmek zorundayız.”!!! Bu tavır, protestocuların merceğinde müteessir olan siyahi ailelerin ve onlarla dayanışma içinde olanların ırkçı cinayetlere karşı “adalet” istediği gerçeğinin üzerini örten; Siyahların katledilmesinde “müteessirlik” bir durumu bile düşünemeyen, ayrımcı ve ırkçı bir tavırdır. Bu ve böylesi tavırlara karşı umut veren gelişme, her renkten, etnik kökenlilerden ve dini inançlardan insanların mücadeleye katılmasıdır. Evet Michael Brown’ın katledilmesinden bu yana protestolar, mücadele güçlenmektedir. Katılım açısında zirveyi, 13 Aralık’ta örgütlenen protesto yürüyüşleri oluşturdu. Yüzbinlerce, siyah, beyaz, hispanik kökenli insan ırkçılığı, polisin ırkçı cinayetlerine karşı birlikte sokaklara çıktı. Bu ve böylesi eylemler, mücadeleler ABD’de ırkçılığın geriletilmesi için umut veren bir gelişmedir. Fakat gerek bu eylemlere katılanlara, gerekse de yeniden canlanan siyahi harekete doğru temelde önderlik edebilecek, devrimci, komünist bir önderlik ne yazık ki yok! Mücadelenin başarıya ulaşması için harekete önderlik edebilecek bir Komünist örgütün yaratılması temel görevlerin başında geliyor. Bu bilinçle ırkçılığa ve ırkçı cinatlere karşı mücadeleyle dayanışmamızı bir key daha haykırıyoruz! 26.12.2014 ✓
- BRİSBANE/AVUSTURALYA -
G
20 olarak adlandırılan oluşumun geçmişi 1999 yılına kadar uzansa da, devlet başkanları ve başbakanların katıldığı bir forum olması özelliğine, 2008 yılında yaşanan mali ve ekonomik krizden sonra kavuştu. 2008 yılı sonlarına doğru Washington’da yapılan zirvede katılımcıların aldığı kararla devlet başkanları ve başbakanları düzeyindeki katılımla bu format karşılıklı görüş alışverişi için kullanılmaya başlandı. Bu karar aslında o dönem gelinen yerde sadece G7/G8 formatıyla dünya ekonomisi hakkında kararların verilmesinin yetmediği, kalkınan ve eşikte olduğu söylenen kimi yeni güçlerin de dünyayı paylaşım dalaşında yerini aldığının kabul edilmesiydi. Örneğin, emperyalist büyük bir güç haline gelen Çin, ya da hızla gelişmekte olan Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve evet Türkiye gibi devletler hesaba katılmadan, onlarla, çıkarlarına ters düşmediği oranda ortak hareket edilmeden, siyasetlerini sürdürecek durumdan çıkmışlardı. Bu bakımdan 2008’de alınan karara uygun olarak 2009’da Londra ve Pittsburgh’da yapılan toplantılardan beri G20, “uluslararası ekonomik ortak çalışma”nın merkezi forumu olarak kabul edilmektedir. Forumda karşılıklı görüş alışverişi sözkonusu edildiğinden bağlayıcı kararlar almak sözkonusu değil. Buna rağmen, emperyalizmde belirleyici olan “güç”tür ve “güçlüler” kendi plan ve projelerini diğerlerine dayatmaktadır.
panorama
G20 ZİRVESİ’NDEN BAZI GÖRÜNTÜLER!
G20 içinde şu devletler yer almaktadır: ABD, Almanya, Arjantin, Avusturalya, Büyük Britanya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Türkiye ve burada adı geçen dört AB devleti dışında kalan AB ülkeleri. Bunlar esasında AB Komisyonu olarak G20’ye katılmaktadırlar. Bu devletler, dünya ekonomisinde %80 kadar Brüt İç Ürün’ün (BIP) ve dünya ticaretinin de dörtte üçünün sahibi. Dünya nüfusunun da üçte ikisini oluşturuyorlar. Bu bağlamda ele alındığında bunlar, herkesin kendi çıkarı, hesabı ve rekabeti, herkes diğerlerinin rakibi olsa da, birlikte dünya ekonomisini belirleyen güçlerdir. Bunları böyle biraraya getiren esas nokta, mali ve ekonomik krizle içine düştükleri çöküş tehditini atlatmak ve sömürü sistemini, emperyalist-kapitalist sistemi ayakta tutmaktır. İmkanları olduğunda birbirlerini boğazlamaktan geri kalmasalar da, sistemlerini korumak için işçilere, emekçilere, dünyanın ezilen halklarına karşı ortak hareket etmektedirler. G20 Zirvesi, bu sene grubun 2014 yılı “Başkanlık” görevinin sahibinin Avusturalya olması nedeniyle, Avusturalya’nın Brisbane şehrinde, 15-16 Kasım 2014 tarihlerinde gerçekleştirildi. Zirveye sözkonusu devletlerin temsilcilerinin yanısıra dünya ekonomisinde belirleyici rol oynayan kimi emperyalist kurumların, başta da mali/ekonomi alanındaki kurumların temsilcileri de yer aldı. Bu kurumların başında, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Mali İstikrar Konseyi (FSB), Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nun yanısıra BM, İLO ve OECD gelmektedir. Bunlar da sürekli katılımcılar arasındadır. Bunların dışındaki katılımcılar, genelde “Başkanlık” eden devletin davet ettiği devlet ve kurumların temsilcileridir. Genelde davetliler arasında Afrika kıtasından, Afrika Birliği (AU) ve NEPAD ile Asya’dan ASEAN da bulunmaktadır. Tüm bunlar gözönüne alındığında G20, “Dünyanın” buluştuğu bir forum olarak da görülebilir. G20 Zirvesi, esasında tüm bir yıl boyunca değişik biçim ve katılımlarla yapılan çalışmalara, görüşmelere son biçimini vermek, açık olan konularda “yol haritası” belirlemek ve genelde de zirve sonrasında ortak bir açıklama yapma görevini yerine getirmektedir. Asıl çalışmalar, görüşmeler zirveler arası dönemde yapılıyor. Örneğin mali ve ekonomik sorunlar sözkonusu devletlerin Maliye Bakanları’nın katılımıyla Şubat ve Eylül aylarında Sydney’de yapı-
57
panorama
lan toplantılarda ele alınmış ve bunların sonuçları zirveye sunulmuştur. Zirveden önceki tartışmaları, gelişmeleri iyi takip edenlerin, zirvenin sonucunu tahmin etmesi kolaydır. Örneğin dünya ekonomisini kalkındırma konusunda 2018 yılına kadar %2’lik bir kalkınma planladıkları, en gecinde Şubat ayında kamuoyuna yansımıştı. Ya da ticareti daha da liberalleştirmeye, yatırım ortamını (onlar iklimi diyor) iyileştirmeye, rekabeti teşvik etmeye vb. çalıştıkları da biliniyordu. Mesele bu isteklerini gerçekleştirip gerçekleştiremedikleri; gerçekleştiremediyseler bunun için ne yapmaları gerektiğine karar vermektir. Bu ise rekabetin en üst düzeyde temsil edildiği bir forumda zordur. Sonuçta ama bu işler, tüm ortak görüşlere, ya da çelişkilere rağmen, ya da tam da bundan dolayı, “herkes kendi ev ödevini yapmalı” yaklaşımına göre işlemektedir. Buna ABD ve AB’liler “OHİO-Prensibi” (Own House in Order) “Kendi evini düzenle” vb. demektedir.
“GÜVENLİK” ÖNLEMLERİ...
58
Avusturalya devletinin zirve için aldığı önlemler, kelimenin gerçek anlamında bir sıkıyönetim olarak değerlendirilebilecek biçim ve düzeydeydi. Zirve için alınacak “güvenlik” önlemleri hakkında polis özel kararname yayınladı. 6000 kadar polisin “TOMA”larla da görev aldığı zirvenin yapılacağı bölgeye girişler, özellikle protestocular için yasaktı. Protesto hakkı sözkonusu “özel kararname” ile sınırlandırıldı. Polise, herhangi bir somut gerekçe olmadan zirve karşıtlarını gözaltına alma yetkisi verildi. Sözkonusu “giriş yasağı” olan bölgeye farkında olmadan girenler bile takibata uğramaya maruz kalma durumundaydı. “Şüpheli” olmayan vatandaşlar bile sorgulanmak için bir hafta gözaltına alınabiliyordu. “Güvenlik önlemi” adına bu tür sıkıyönetim kararları da “İslamcı teröristlerin tehditini önlemek” olarak açıklanmaktadır. Zirvenin yapıldığı bölgeye sokulması yasaklananlar arasında, sadece ateşli silah, bıçak vb. şeyler yoktu. Kırbaç, mızrak, sapan/mancınık, uçurtma uçurmak, yumurta taşımak, özellikle de yılan ve insan sokan böcekler/haşare vb. de yasaktı. Zirve bölgesinde uçuş yasağı ilan edildi. Yakında bulunan bir nehir “trafiğe” kapatıldı! Keskin nişancılar gerekli görülen yerlere yerleştirildi. Yüzlerce kamere günün 24 saatinde zirve merkezini ve çevresindeki her hareketi kontrol etti. Bunların hepsi de sözkonusu devlet başkanlarını ve başbakanlarını, katılımcıları “korumak” adına
yapılıyordu. Bunlarda ev sahipliği, misafirperverlik vb. böyle oluyor! Misafirlerin kenarına oturabilecek ve pazarlık yapabilecek bir masayı hizmete sunmak için de, “önlem” almak gerekiyordu... Alındı da! Sözkonusu “Konferans” masası Başkent Canberra’dan Brisbane’ye 150.000 Avusturalya Doları harcanarak taşındı ve 36.000 Av. Doları harcanarak da ekleme yapılarak masa büyütüldü. Avusturalya basınına karşı yasalarla gerçekleştirilen saldırılar, basın özgürlüğünün kısıtlanması ve yönetimi eleştirenlerin “yabancıların çıkarlarını savunmak”la, yani “vatan haini” olmakla suçlanması ve Avusturalya’nın giderek bir “polis devleti” haline getirilmesinin güncel bir sorun olduğu ortamda, zirveye 3000 kadar basın mensubunun katıldığı açıklandı. Bunun için Başbakan Tony Abbott tarafından “dünyanın her yerinden gazetecilerin” hizmetine, özel olarak “hiç bir şeyi eksik olmayan” bir “Basın Merkezi” sundu. Kimi gazeteciler haklı olarak bunun, gazetecilerin toplantı alanı dışına çıkmasını engellemek için yapıldığını savundu.
ZİRVEDE NELER YAŞANDI? Zirvenin esas gündemi mali ve ekonomik alanlarda alınacak önlemler, “mali pazarın”, “bankaların” ayarlanması, vergi kaçakçılığının önüne geçilmesi, “para siyasetinin” disipline edilmesi vb. vb. başlıklardan oluşan konular oluşturuyordu. Ama Ukrayna, IrakSuriye ve “İslam Devleti”ne karşı mücadele, iklim sorunu, Ebola salgını vb. konular da gündemdeydi. Esas gündem maddesi hakkında neler tartışıldığı, görüş farklılıklarının neler olduğu konusunda medya fazla bir şey yazmadı. Medyaya, özellikle de Rusya’ya karşı olan medyaya damgasını vuran konu Ukrayna sorunu ve Rusya’ya yöneltilen eleştirilerdi. Daha zirve başlamadan önce Rusya’nın Avusturalya açıklarına savaş gemileri yolladığı yönlü haberler, Ukrayna’daki savaş konusunda sadece Rusya’nın, özellikle de Putin’in saldırgan siyasetinin “dünya barışını” –sanki barış varmış gibi- tehdit eden bir siyaset olduğu konusunda yaygın propaganda yapıldı. Putin de Rusya’nın tüm baskılara, ambargo vb. uygulamalara rağmen tavrından geri adım atmayacağını pratik tavrıyla da gösteriyordu. Bu açıdan kamuoyuna yansıyan şey, zirvenin Ukrayna sorunu bağlamında Putin’in “topa” tutulduğu bir ortamda gerçekleştiğidir. Almanya Başbakanı Merkel’in Putin ile birkaç saatlik görüşmesi de Putin’in geri adım atmasını sağlayamadı ve Putin planlanandan önce,
vale giderlerinin %8’den %5’e indirilmesi arzularını dile getirmişlerdir. Bankaların “özsermaye” meselesi de gelecekte çözülmek istenen bir konu olarak kaldı. Sonuçta üzerine uzlaşıldığı söylenen ve “Tebliğ” edilen tüm konular önümüzdeki dönemde, kimi 2016, kimi de 2018 yılının sonuna kadar uygulanmak istenen “dilek ve temenniler” olma durumundadır. Bu arada herkes “kendi ev ödevini” yapacaktır. Örneğin 2008’de yaşanan mali ve ekonomik kriz sonrası dönemde gelinen yerde ekonomik kalkınmanın yolu konusunda bile anlaşmış değiller. ABD ve İngiltere başta olmak üzere kimileri “piyasalarda talebi artırmaya yönelik” politikayı öne çıkarırken Almanya ve destekçileri “mali disiplin politikasını” savunmaktadır. Zirveye katılan Türkiye Başbakanı Davutoğlu ise, medyaya verdiği bilgiye göre, Türkiye ekonomisi için “piyasalarda talebi artırma”nın doğru olduğunu, ama mali disiplinden de taviz verilmeyeceği görüşünü savunmuştur. Yani ikisini birleştirmektedir. Kuşkusuz Davutoğlu’nun Türkiye ekonomisi için doğru bulduğu yolu savunması gibi, diğerleri de kendilerinin çıkarlarına uygun gördüklerini savunmaktadırlar. Zirvenin “Tebliğ”inde dikkat çeken bir nokta, ekler bölümünde hala üzerinde görüşülmesi gereken noktalar sayılırken, ABD’nin 2010 yılındaki IMFReformlarını 2014 yılı sonuna kadar onaylamaması durumunda, IMF’den kısa zamanda atılması gereken adımları açıklamasının istenmesidir. Sonuçta kimseyi bağlayıcı bir karar alınmasa da, emperyalist güçlerin yön verdiği mali ve ekonomik politikaların işleyişte olduğu ve giderek neoliberal olarak tanımlanan siyasetin yaygınlaştırıldığı, devletin ekonomiye müdahalesinin giderek –kriz döneminde “kurtarıcı rölünü” oynasa da- küçültüldüğü, özel sermayeye talan, sömürü alanlarının sonuna kadar açıldığı bir durum sözkonusudur. Plan ve projeleri bunu daha da yaygınlaştırmaktır. Ticaret sisteminin güçlendirilmesi isteği de bu siyasetin uygulanmasını yaygınlaştırmanın bir yoludur. G20’nin 2015 yılı dönem başkanlığını Türkiye yapacak. Gelecek zirvenin de Kasım ayı ortalarında Antalya’da yapılacağı açıklandı. Bunların dünya halklarına, işçi ve emekçilerine düşman siyasetlerinin bilinciyle, daha şimdiden protestoların örgütlenmesi için çalışmak görevlerden biridir. 26.12.2014 ✓
panorama
“Pazartesi çalışmam lazım, yolum uzun” açıklamasıyla zirveden ayrıldı. Putin, Merkel ile görüşmeden önce gazetecilerin Merkel ile ilişkilerin, Ukrayna sorunundan dolayı değişip değişmediği yönlü soruya: “Biz kendimizi çıkarların yönetimine bırakıyoruz, sempati ya da antipatiye değil. O da, her hükümet gibi böyle yapıyor. Bu nedenle ilişkilerimizde özde bir değişiklik görmüyorum.” diye cevap vererek sorunun ne olduğunu doğrudan dile getirdi. Evet hepsi de temsil ettiği güçlerin çıkarlarına uygun davranmaktadır ve ilişkilerini belirleyen de budur. Bu nedenle de zirvede AB ve ABD artı bunları destekleyenler Rusya’ya karşı tavır takındılar. Obama Ukrayna hava sahasında düşürülen MH17 adlı Malezya uçağına atıfta bulunup Putin’in siyasetini “dünya barışını tehdit eden” bir siyaset olduğunu söylerken, NATO Genelsekreteri Jens Stoltenberg Rusya’yı “ateşkesi” bozmakla suçladı. Bu arada “Doğu Avrupa”ya, müdahaleye hazırlığı güçlendirmek için daha fazla NATO askeri yollanacağını açıklıyordu! AB Konseyi Başkanı da ellerindeki tüm diplomatik araçları kullanacaklarını ve gerektiğinde Rusya’ya karşı yeni yaptırımları gündeme getireceklerini açıklayarak tehditleri sürdürdü. Asıl konuya gelince durum kısaca şöyledir. Zirvenin sonunda 21 Maddeden oluşan bir ortak açıklama yayınlandı. Açıklamaya ek olarak da, açıklamanın üzerinde yükseldiği ve açıklamayı destekleyen belgeler olarak kabul edilen çok sayıda rapor, açıklama, “eylem planı” belgeler var. Bunların içeriğini öğrenmek ancak özel bir çalışma ile mümkündür. Sonuç açıklamasında (Tebliğ’de) ise neredeyse yok yok. Kalkınmadan mali piyasaya, bankaların herhangi bir krizde batmayı önlemesi için elde tutması gereken sermaye miktarından, iş alanlarına, işsizlik, yoksulluk, kadın ve gençlik sorunu, bu kesimin istihdam ve eğitim sorunu, iklim değişikliği, enerji sorunu, Ebola salgını vb. vb. vd. hepsi de “Tebliğ’de yer almaktadır. Üzerine daha çok durulan nokta dünya ekonomisinin 2018 yılına kadar %2 civarında kalkınması idi. Bunun için hazırlanan planda 1000 kadar önlem olduğu, bunların 800’ünün de yeni olduğu belirtilmektedir. Vergi kaçakçılığını engellemek için üzerinde uzlaştıkları esas şey, 2018 yılına kadar karşılıklı bilgi alışverişinin sağlanmasıdır. Altyapı konusunda ise şimdilik “Altyapı-Bürosu” adı altında Sydney’de dört seneliğine bir büronun kurulması konusunda anlaşmışlardır. Para transferi bağlamında da esasında ha-
59
SENİ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ AHPARİK !