İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2014/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X167
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu, 2014 yılının ilk sayısı ile merhaba. 2013 yılı hem acıların hem de mücadelenin yoğun olarak yaşandığı bir yıl oldu. 2013 yılına damgasını vuran en önemli olay kuşkusuz Gezi Direnişi idi. Gezi Direnişinin yankıları henüz sürerken 2013 yılının son günlerinde Türkiye, “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” adı altında egemenlerin yeni bir iktidar dalaşına sahne oldu. Cemaat ile Milli Görüş arasındaki kavga karşılıklı hamlelerle kıyasıya sürüyor. Bu sayımızın ilk iki yazısında bu dalaşın biz işçi ve emekçiler açısından ne anlama geldiğini irdeledik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Ülkelerimizin bir diğer önemli gündemi yerel seçimler. Bu konudaki görüşlerimizi “Yerel seçimler ve tavrımız” başlığı altında bulabilirsiniz. Sayfalarımızın devamında “Ustanın gerçek hikayesi”nde RTE’nin yürüttüğü siyasetin gerçekte ne olduğu ve kimlere hizmet ettiği detaylı bir makale ile ortaya konuyor. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Halkların Demokratik Partisi (HDP)’ne yer verdik.
Kadın sayfalarımızda, güya esas olarak kadına yönelik şiddeti önlemek için oluşturulan fakat pratikte kadına yönelik şiddetin son hızla devam ettiği Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri, ŞÖNİM’leri ele aldık. Panorama sayfalarında ilgiyle okuyacağınızı umduğumuz iki değerlendirme yazısı var. Birincisi mültecilerin “ölüm kapısı” olarak nitelendirdiğimiz Lampedusa, ikincisi ise BM İklim Konferansı... Kasım ayında, bizim de panelistler arasında yer aldığımız bir panelin notlarına yer verdik. Geçen sayımızda bir okurumuzun “Teşhir Nasıl Olmamalı” başlıklı çevre yazısına verdiğimiz cevap yazısını bu sayıda okuyabilirsiniz. Son olarak bir önceki sayıda birinci bölümünü yayınladığımız “Bir devrimcinin anıları” başlıklı yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz. 2014 yılının başarı ve mücadele dolu bir yıl olması dileğiyle... YDİ Çağrı Ocak 2014 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HUKUK MU, GUGUK MU?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 YEREL SEÇİMLER VE TAVRIMIZ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 “USTA”NIN GERÇEK HİKÂYESİ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Keser Döner Sap Döner, Gün Gelir Hesap Döner . . . . . . . . . . . . . . . 20 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ (HDP) ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . 23 Rojava’daki mücadeleyle dayanışma kampanyası için çağrı. . . . . 29 YENİ KADIN DÜNYASI KADINLARIN CAN GÜVENLİĞİNİN SAĞLANMASI DEVLETİN GÖREVİDİR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
2
PANORAMA Avrupa Birliği’nin “ölüm kapısı”: Lampedusa! . . . . . . . . . . . . . . . . 34 Boş bir “BM İklim Konferansı” daha!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “EKİM DERSLERİYLE GEZİ AYAKLANMASI” PANELİNDEN NOTLAR… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ “TEŞHİR NASIL OLMAMALI?” BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . 50 ICC’nin Tüm Üye Örgütlere İmzalamak İçin Çağrısı. . . . . . . . . . . . . 52 BİR PROFESYONEL DEVRİMCİNİN ANILARI II. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 167 · Ocak/Şubat 2014 • ISSN 1301692X167 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net
gündem
CEMAAT MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI BÜYÜYOR! OPERASYONLAR VE KARŞI OPERASYONLAR
AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE! Hükümetin hazırlıksız yakalandığı bu operasyonu, başta başbakan RTE olmak üzere AKP, “devlet içinde paralel devlet olarak yapılanmış bir işbirlikçi çetenin Türkiye’ye karşı dış güçler adına gerçekleştirdiği bir operasyon” olarak değerlendirdi ve derhal karşı operasyona girişti.
17
Aralık günü başlayan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” kapsamında gözaltına alınan toplam 91 kişiden 26’sı tutuklandı. Tutuklananlar arasında; İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Kaan Çağlayan, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ve iş adamı Reza Zerrab da bulunuyor. Operasyon kapsamında gözaltına alınan iş adamı Ali Ağaoğlu, Fatih belediye Başkanı Mustafa Demir ve Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Bayraktar, nöbetçi mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere “denetimli” olarak serbest bırakıldı. Hükümetin hazırlıksız yakalandığı bu operasyonu, başta başbakan RTE olmak üzere AKP, “devlet içinde paralel devlet olarak yapılanmış bir işbirlikçi çetenin Türkiye’ye karşı dış güçler adına gerçekleştirdiği bir operasyon” olarak değerlendirdi ve derhal karşı operasyona giriş-
ti. Alelacele çıkarılan bir kararname ile herhangi bir operasyona giren savcıların bunu başsavcıya ve bulundukları alanın en büyük mülki amirine bildirme zorunluluğu getirildi. Ardından emniyet içinde zaten başlatılmış olan Gülen cemaatinin gücünün kırılması operasyonuna hız verildi. “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” içinde yer alan onlarca emniyet şube müdürünün görev yerleri değiştirildi. Altına hakim olamadığı görülen İstanbul Emniyet Müdürü görevinden alındı. Yerine yeni bir Müdür atandı. Emniyet ve yargı içinde örgütlü Gülencilerin bu operasyona cevabı yeni, daha geniş bir “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” için düğmeye basmayı denemek biçiminde geldi. Operasyon başlarken medyaya servis edilen “bilgi”ler üzerinden kamuoyu oluşturuldu. Hükümet kanadının buna cevabı “adli kolluk” olarak talep edilen polis gücünün savcının isteğini yok sayması biçiminde geldi. Ope-
3
gündem 4
rasyonun düğmesine bazen savcı, isteğini yerine getirmeyen emniyet görevlilerine karşı da soruşturma başlatacağını açıkladı. Ardından İstanbul başsavcısı kendine danışılmayan hiçbir işlemin yapılamayacağını hatırlatan bir açıklama yaparak, operasyon savcısını açıkça uyardı. Baş döndürücü bir hızla gelişen çatışmada aynı gün Ankara’da TCDD de Hızlı Tren ihalelerinde büyük yolsuzluk yapıldığı suçlaması ile soruşturma açıldığı haberleri medyaya yansıtıldı; hatta kimi kanallarda flaş haber olarak TCDD Genel Müdürünün gözaltına alındığı haberleri yayınlandı. Bunlar sonradan tekzip edildi. Ankara Cumhuriyet başsavcısı TCDD konusunda bir araştırma yapıldığını onayladı ve fakat bu konuda çıkan bütün gözaltı, operasyon vb. haberlerin gerçekle ilgisi olmadığını açıkladı. Soruşturmanın gizliliğine işaret etti. Paralel olarak aynı günün sabahında oğulları İstanbul’daki “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu”nda tutuklanan İçişleri Bakanı Güler’in ve Ekonomi Bakanı Çağlayan’ın istifa haberleri geldi. Her iki bakan da soruşturma konusunda hiçbir suç ve sorumlulukları olmadığını, operasyonun “Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin çıkarlarına karşı, hükümeti zayıflatmak için, içte uzantıları olan dış kaynaklı bir operasyon olduğu”nu, soruşturmanın selameti açısından istifa ettiklerini açıkladılar. Öğleden sonra, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, NTV‘nin canlı yayınına telefonla bağlanarak, kendisinin soruşturma konusu olan suçlamaları bütünüyle reddettiğini, bu bağlamda yaptığı bütün işleri başbakanın bilgisi ve talimatları doğrultusunda yaptığını belirterek, bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğini açıkladı. Bayraktar açıklamasında ayrıca kendisine istifası ve Erdoğan’ı rahatlatmak üzere bir deklarasyon yapmasını isteyen iki zarf geldiğini, kendisine baskı yapıldığını, bunu kabullenemeyeceğini de açıkladı ve
başbakanı da istifa etmeye çağırdı. İlginç olan odur ki, Bakanlar Kurulunda 10 yeni bakanın atanması ile açıklamanın yer aldığı 25 Aralık tarihli Resmi Gazete sayısında Bayraktar’ın istifa etmediği, “başbakanın teklifiyle görevinden bakanlık görevinden alındığı” açıklandı. 25 Aralık’ta gece yarısı RTE, Cumhurbaşkanı Gül’ün de onayını alarak bakanlar kurulunda 10 bakanlığı kapsayan, AKP’nin bütün iktidar dönemindeki en büyük kabine revizyonunu açıkladı. Bu revizyonda “rüşvet ve yolsuzluk” operasyonunda suçlamalara hedef olan 4 bakanın yanında, 6 bakanlıkta daha seçimlerle ilgili yapılması zaten beklenen kimi değişiklikler yapıldı. En önemlisi de, Başbakanın şimdiye kadarki danışmanlarından meclis dışından Efkan Ala İçişleri Bakanlığına getirildi. Bütün bu operasyonlar ve karşı operasyonlar gösteriyor ki, Gülen cemaati ile AKP hükümeti , en başta da RTE arasındaki koalisyon bozulmuştur, kılıçlar çekilmiş ve devlet içinde iktidar kavgasında bunlar kanlı bıçaklı bir mücadeleye girmiştir. Gülen cemaati RTE yi, RTE Gülen cemaatini –şimdilik- gözden çıkarmışa benzemektedir. Bu it dalaşı önümüzdeki günler ve aylarda da sürecektir.
Savaşın perde arkasında ne var? İkisi de İslamcı olan Gülen cemaati ile Milli Görüş arasında bir süredir yaşanan kavga, iktidar savaşı; savaşa yeni boyutlar eklenerek sürüyor. Cemaat ile Milli Görüş arasında var olan çelişmeler, önce “one minute” ve Mavi Marmara olayında açıkça ortaya çıktı. Her iki olayda da hükümet üyelerinin sürekli olarak saygı duyduklarını ifade ettikleri “Hoca efendi”, ABD ve İsrail ile ilişkileri bozabilecek bu gibi eylemleri “hayırlı” olmadığı eleştirilerini getirdi. Yargı ve emniyette Gülencilerin egemen olduğu kesimin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı PKK ile Oslo’da yapı-
Gülen cemaati ile Milli Görüş çalma, çırpma, rüşvet konusunda, birbirlerinden bir farkları yoktur. Gülen cemaati “yolsuzluk operasyonu” ile iktidar mücadelesi yürüttüğü RTE hükümetini yıpratmak/ devirmek istiyor. Gerçekte yolsuzluğa karşı mücadele amaç değil. Yolsuzluk hükümeti yıkmak, yıpratmak için araç olarak kullanılıyor. Bu ülkede çalmadan, rüşvet almadan, dolandırmadan vb. siyaset yapmak zaten mümkün olarak görülmüyor. Çalmak, rüşvet almak, dolandırmak; ücretli kölelik sistemine dayalı sömürü sisteminin kaçınılmaz yol arkadaşıdır. “Gemisini yürüten kaptandır!”, “Bal tutan parmağını yalar!”, “Su akarken testini dolduracaksın!” gibi özlü sözler egemenlerin kültürlerinde çok önemli bir yere sahiptir. Şantaj da bu kültürün önemli unsurlarından birisidir. Birbirlerine şantaj yoluyla geri adım attırmak konusunda bayağı iyi çalışıyorlar. Son günlerde birbirlerini seks kasetleriyle vurmaya çalışan lar tam da kültürlerine uygun davranıyorlar! Entrika da bunların kültürünün önemli parçalarından biridir. Ecdatlarından devralınmıştır. Bu konuda da ecdatlarına layık işler yapmışlardır, yapmaya devam ediyorlar. Yalan, dolan, dolandırıcılık da bunların kültürünün parçasıdır. Bu konuda da yoktur birbirlerinden farkları. Bunların kültüründe beddua da var!! Gülen karşılıklı gelen açıklamaların birinde ağır beddua etti!! Şöyle dedi. “Hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gi denler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar... Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, bir liklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, ön lerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tah rik edildi, o kadar o ‘twit’lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim.
gündem
lan görüşmeler nedeniyle sorgulamak istemesi sürecinde bu çelişmeler iyice sertleşti. Bu aslında cemaatin RTE’ye karşı yönelttiği açık bir saldırı, bir “uyarı” idi. RTE ve hükümet buna bir kararname ile cevap verdi. MİT‘ten kişilerin sorgulanmasını başbakan iznine bağladı. AKP bu noktadan itibaren Gülen cemaatinin iktidar ortaklığı ile yetinmediğini, iktidarı istediğini görerek tedbirler geliştirmeye, emniyet ve yargı içinde cemaatin gücünü kırmaya yöneldi. Yandaş medyada “paralel devlet” ten, “jüristokrasi”den, (Yargı aristokrasisi ya da yargı vesayeti) yargının hukuksuz işler yapmaya başladığından vs. söz edilmeye başlandı. Son dönemde Hükümetin cemaatin önemli gelir kaynaklarından biri ve Türkiye’deki kadro devşirme okulları konumunda olan dershaneleri kapatma projesiyle kavga daha da büyüdü. Dershanelerin kapatılma girişimine karşı Gülen RTE’ yi ve AKP’yi bir medya kampanyası ile açıkça teşhire yöneldi. Ağustos 2004 tarihli MGK kararında RTE ve Gül’ün “ıslak imzaları” belgesi piyasaya sürülerek, RTE ve AKP’nin “dik durma” iddialarının boş olduğu gösterilmeye çalışıldı. Gülen medyası ile AKP yandaş medyasında tam bir savaş başladı. Karşılıklı kasetler sürüldü piyasaya. Kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başlandı. 17 Aralık operasyonu ile Gülen cemaati bu kez AKP hükümetini en zayıf ve halk desteğini en fazla sarsacak noktadan vurmaya yöneldi: Rüşvet ve Yolsuzluk! Önce Erdoğan’ın en yakınındaki dört bakana yöneldi darbe. Arkadan gerisinin geleceğinin de işaretleri verildi. Bu artık iktidar dalaşında geri dönüşü neredeyse imkansız olan bir noktaya gelindiğinin, karşılıklı savaş ilanının işareti idi, işaretidir. İki tarafta kılıçları çekmiş durumda. Bu savaş hükümet içindeki Gülen/Milli Görüş koalisyonunun kendi içindeki iktidar savaşıdır. Yürüyen savaşta her şey mubah olarak görülüyor. Rüşvetten, şantajdan seks kasetlerine varana kadar her silah kullanılıyor.
Bu ülkede çalma dan, rüşvet almadan, dolandırmadan vb. siyaset yapmak zaten mümkün olarak görülmüyor. Çalmak, rüşvet almak, dolandırmak; ücretli kölelik sistemine dayalı sömürü sisteminin kaçınılmaz yol arkadaşıdır.
5
gündem
Şimdiye kadar demediğimi dedim.” Başbakan RTE da bu bedduaya şu karşılığı verdi. “Bu alçaklıktır, şerefsizliktir, namussuzluktur, ah laksızlıktır. Hem ‘dindarım’ diyeceksin, hem de gözü nü kırpmadan, üstelik en iğrenç biçimde masum in sanlara iftira atacaksın. Yazıklar olsun. Ne yaparsanız yapın, bu dine zerre kadar zarar veremeyeceksiniz. Bu din azizdir. Kitabımız korunmuştur. Bu alçaklıkları yapanları, bunlara sahip çıkanları, bunlara kol kanat gerenleri tek tek bulacak hukuk önüne çıkaracağız.” (www.t24.com, 21 Aralık 2013)
Savaşın sonucu ne olacak? Görünen bir süre daha iktidar savaşının sertleşerek süreceğidir. Savaş sertleşecek, fakat sonunda iki tarafta uzlaşmak zorunda kalacaktır. Birbiri ile savaşarak iktidarı kaybetmektense, uzlaşarak iktidarı paylaşmayı tercih edeceklerdir. Bu mümkün mü? Zor ama mümkün! Birbirleri hakkında demediğini bırakmayan burjuva siyasetçiler, yeri geldiği zaman çıkarları gereği uzlaşmak zorunda kalır. Geçmiş geçmişte bırakılır. Birbirleri hakkında söylenilenler unutulur. Bunların ilkesi Demirel’in bir zamanlar sarf ettiği şu ünlü sözdür: “Dün dündür, bugün bugündür!” Cemaat ile Milli Görüş arasında “ılımlı Müslüman” olma konusunda, bu konuda izlenilen siyaset açısından bir fark yoktur. Fark iktidara kim sahip olacak, iktidar kimin çıkarını koruyacak farkıdır. Bu farklılığın iktidarı bütünüyle kaybetme tehlikesi baş gösterdiğinde uzlaşmaya dönüşeceği açıktır.
Cemaat Milli Görüş’e, Milli Görüş cemaate tercih edilemez! 6
Reformizmin, oportünizmin kötü ünlü ehven-i şer
tercihi, kötünün içinde biraz daha az kötü olanı tercih etme tavrı; bu iktidar savaşında da görüldü. AKP hükümetini ne olursa olsun yıkmak isteyenler, siyaseti bu olanlar; şimdi umutlarını cemaat/hükümet savaşına bağlamış durumda. Belki cemaatin yaptığı “yolsuzluk operasyonu”nda hükümet yıpranır ve yıkılır. Şimdi burjuva muhalefet buna umut bağlamış durumda. Bunun için cemaat şimdi gerçekten de yolsuzluğa ve rüşvete karşı savaş yürütüyormuş gibi görülüp gösteriliyor. Biz cemaat ile Milli Görüş arasındaki iktidar dalaşında ve bu dalaşı kendi iktidar mücadelelerinin aracı olarak kullanmaya çalışan CHP-MHP gibi partilerin iktidar dalaşında taraf değiliz. Bizim tarafımız bellidir: Devrim ve sosyalizm mücadelesi! Şimdi ellerini ovuşturarak Gülen/Milli görüş iktidar dalaşını izleyen ve güya yolsuzluk ve rüşvete karşı olan MHP ve CHP’nin kendileri boğazlarına kadar bu sistemin olmazsa olmazı olan rüşvet ve yolsuzluk batağının içindedirler. Yoktur AKP den, Gülen cemaatinden farkları. Gülen cemaati ile Milli Görüş arasında, birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek, CHP ve MHP’yi bunlara tercih etmeyi gerektirecek hiçbir farklılık yoktur. İktidar savaşı yürütenleri, iktidara kim sahip olacak kavgası yapanları, işçiler, emekçiler tercih etmemelidir. Bizim tercihimiz işçilerin, emekçilerin kendi iktidarını kurma tercihidir. Bu iktidarı kurmak için mücadele etmek, örgütlenmektir. Görev egemenler arasındaki iktidar mücadelesinden bağımsız sınıf mücadelesini örgütlemek, yükseltmektir. 26.12.2013 ✓
güncel
HUKUK MU, GUGUK MU? Olan gerçekte yolsuzluğa ve rüşvete karşı mücadele vs. değil! Varlığından hiç kuşku duymadığımız, Türkiye’nin herkesin bildiği gizi olan, rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, yiyicilik vb. aslında cemaatin AKP ile giriştiği “kimin dediği olacak?”, “iktidar kimde” mücadelesinde, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önleme mücadelesinde kullanılan bir araç yalnızca!
Y
ine herkesin ağzında “hukuk”, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” sakızı. Tayyip hükümetine karşı Gülen cemaatinin emniyet ve yargıdaki örgütü üzerinden başlattığı 17 Aralık operasyonu ertesinde bu sakız şimdilerde daha sık çiğneniyor. Şişirip patlatıp, yeniden çiğniyorlar. Egemenlerin iktidar dalaşında bu dalaşın bütün tarafları kendilerinin hukuku, hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü savunur görüp gösterirken, hasımlarını hukuksuzluk yapmakla suçluyorlar. Olan aslında Türkiye’de her zaman iktidar mücadelesinde bir araç olarak kullanılan hukukun, yani gerçekte guguk olan hukukun, bugün de aynı biçimde kullanılmasıdır. Yalnızca kullananlar değişmiştir, guguk guguk olarak kalmıştır. 17 Aralık operasyonu ve ertesinde hukuk adına yapılanlara kısaca bakalım: 17 Aralık’ta Gülen cemaatinin yargı içindeki uzantıları, iki yılı aşkın süredir sürdürdükleri takip, izleme vb. ertesinde topladıkları (ne kadarını kendilerinin imal ettiklerini hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz) deliller temelinde hazırladıkları dosyalardan üçünü aynı anda piyasaya sürüyor. AKP hükümetinin üç bakanının oğullarının da içinde bulunduğu onlarca kişi yine Gülen cemaatinin polis içindeki örgütü tarafından gözaltına alınıyor, sorguya götürülüyor. Bu olurken aynı anda medyada dosyanın içeriği yayınlanmaya başlıyor. Söz konusu olanın Türkiye’nin şimdiye kadar yaşadığı en büyük rüşvet ve yolsuzluk
operasyonu olduğunu medyadan hep beraber öğreniyoruz. Bu bağlamda en sağlam “bilgiler!” Gülen medyasında! İki yıldır sürdürülen çalışmadan Gülen cemaati haberdar, fakat soruşturmayı yürüten savcının bağlı olduğu başsavcı bihaber! Soruşturmanın gizliliği güya evrensel hukuk kuralı, ama dosya içeriği operasyon başlamadan belli gazetelerin, gazetecilerin elinde! Zanlının suçluluğu mahkeme kararıyla ispatlanana, hüküm giyene kadar suçsuz kabul edilmesi, hukuk dilinde “masuniyet karinesi” ilk andan itibaren yok. Medya polisle birlikte gidiyor gözaltılara. Gözaltına alınanlar en baştan teşhir ve mahkum ediliyor halkın gözünde. Yani Guguk! Guguk.. Olan gerçekte yolsuzluğa ve rüşvete karşı mücadele vs. değil! Varlığından hiç kuşku duymadığımız, Türkiye’nin herkesin bildiği gizi olan, rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, yiyicilik vb. aslında cemaatin AKP ile giriştiği “kimin dediği olacak?”, “iktidar kimde” mücadelesinde, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önleme mücadelesinde kullanılan bir araç yalnızca! Hükümetin buna cevabı ne oluyor? Derhal bir yönetmelik değişikliği yapılıyor! Bundan böyle savcılar bir soruşturmaya başladıklarında bunu başsavcıya ve bulundukları alanın en yüksek mülke amirine bildi-
7
güncel
recekler! Yapılan bu yönetmelik değişikliği, kağıt üzerinde güya bağımsız üç güçten biri olan yargının yürütmeye karşı sorumlu hale getirilmesi, ona bağlanması anlamına geliyor! Diğer yandan bu değişiklik yürürlükteki kanuna da, anayasaya da ters! Ama olsun! Söz konusu olan “Türkiye’ye karşı darbeyi engelleme” olduğuna göre olur böyle ufak tefek guguklar. Burası Türkiye guguk devleti! Cemaatin guguğu varsa, AKP’nin de kendi guguğu var… Düne kadar guguğu Türkiye’de Kemalist bürokrasinin, en başta da ordunun iktidarına, “askerin vesayeti”ne karşı mücadelede ortaklaşa kullananlar, şimdi kendi aralarındaki iktidar dalaşında guguğu birbirlerine karşı işletiyor! Peki askeri vesayete karşı mücadelede yer yer haklı olarak hukukun çiğnendiği konusunda itiraz getiren CHP, MHP ne yapıyor? Onlar cemaat/AKP çatışmasında kendilerine bir pay düşer umuduyla, cemaatin hukuksuzluklarına sahip çıkarken, AKP’nin hukuksuzluklarına, yiyiciliğine, rüşvete, yolsuzluğa bindiriyor. Devlet içinde düne kadar şikayetlendikleri F tipi örgütler birden unutuluveriyor! Dün dündür! Ve “hafızayı beşer nisyan ile maluldür!”
Savaş sürüyor!
8
Yönetmelik değişikliği kimi Kemalist meslek örgütleri tarafından yürütmeyi durdurma talebiyle Danıştay’a taşınıyor. Genel geçer burjuva hukuk kuralları açısından yürüyen bir dava söz konusudur. Devlet organlarından, yasama, yürütme ve yargı kurumlarından hiçbir müdahale olmamalıdır. Müdahale suçtur. 21 kişilik HSYK 13 kişi ile toplanıyor. Sekiz üye
Danıştay karanından önce açıklamayı yapıyor: Yönetmelik değişikliği anayasaya ve yasaya aykırıdır! Yürüyen bir davaya açıkça müdahale! Guguk yani! Bu arada başbakan açıklama yapıyor! Elimden gelse HSYK’yı dağıtırım diyor. Guguk yani! İstanbul’da ikinci bir dalga haberi medya üzerinden yayılıyor. Kimlerin neyle suçlandığı çarşaf çarşaf yayınlanıyor. Soruşturmanın gizliliği? Hadi canım siz de ..Guguk yani! Soruşturmayı yürüten savcı hakim kararıyla gazetelerde isimleri yayınlanan zanlıların göz altına alınması için emniyete emir gönderiyor. Bu emrin yerine getirilmesi yasal zorunluluk. Bu arada ama İstanbul emniyeti hükümet tarafından Gülencilerden temizlenme ateşi içinde hallaç pamuğu gibi atılmıştır. Savcının emrine kemse uymuyor. Guguk yani! Ardından söz konusu savcı, adliye önünde basın açıklaması yapıp, engellendiğini söylüyor. Başsavcı onu yalanlıyor. Savcı görevinden alınıp yerine başkaları atanıyor. Guguk üzerine guguk yani… Danıştay hükümetin “Adli Kolluk Yönetmeliği”nde yaptığı değişikliğin yürütmesini durdurdu. Yani kanun uygulanacak! Ama kanunda ayrı bir adli kolluk yok! Yani yargı gerçekte yürütmeye bağlı ! Her zaman olduğu gibi. Guguk yani! Gücü olanın dediği olacak! Yarın ne olacağı belli değil. Guguğun egemenliği, hukuk adına gugukun uygulanacağı kesin olan tek şey ! Hukuk devleti isteyen, hukukun üstünlüğünü savunan egemen sınıfların kendi içindeki it dalaşının parçası olmaksızın, gerçek demokrasi için, halkın iktidarı için, devrim için mücadele etmelidir! 28.12.2013 ✓
güncel
YEREL SEÇİMLER VE TAVRIMIZ Burjuvazinin iktidarı şartlarında da yapılan seçimlerin mümkün olan en demokratik biçimde, temsiliyette adaleti sağlayan, mümkün olduğunca verilen hiç bir geçerli oyun, verildiği amaç dışında kullanılmasını engelleyen bir seçim sistemi temelinde yapılmasının mücadelesini vermeliyiz.
Y
erel seçimlere start verildi. Çalışmalar başladı. Seçim atmosferine yavaş yavaş giriyoruz. Yerel seçimler de, bütün seçimlerde olduğu gibi, halk kendi yöneticilerini seçmesi için sandık başına çağrılacak. Kapitalizmde seçimler gerçekte sömürü sisteminin sürdürülmesinin halkoyuna dayandırılarak “demokratik meşruiyet“inin sağlanması için vardır. Seçimler yoluyla sömürü düzeninin özünde hiç bir değişiklik yapmak mümkün değildir. Burjuvazi eğer böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını görürse, seçimler yoluyla iktidarını gerçekten kaybetme tehlikesini görürse zaten seçim yapmaz. Burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan seçimler işçilerin emekçilerin temel sorunlarını çözemez. Seçimlerde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik propagandamızda; “Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda seçimler özde bir şey değiştirecek olsaydı, yapılmazlardı“ düşüncesini, özde değişikliklerin ancak işçi ve emekçi yığınların kendi iktidarları şartlarında olacağını, bunun devrim gerektirdiğini merkeze koymalıyız. Burjuvazinin iktidarda olduğu şartlarda komünistler açısından seçimler, eğer bu seçimlere işçilerinemekçilerin katılması, oy kullanması yönünde çağrı yapılıyorsa, sonuçta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında komünist, sosyalist, devrimci düşüncelerin etki alanını ölçmek için, işçi ve emekçilerin siyasi olgunluk derecesini ölçmek için bir araçtır. Daha fazlası değil. Komünistler seçimleri, komünist faaliyet açısından
dikkate almalı, her seçimi içinde bulunulan somut şartlara göre değerlendirmeli, seçimlere katılınıp katılınmayacağı, katılanacaksa nasıl katılanacağını değerlendirerek uygun taktiği belirlemelidir. Seçim ortamları halkın burjuvazi tarafından -kendi çıkarları bunu gerektirdiği için- en fazla siyaset içine çekildiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde ve arasında da siyaset üzerine en yoğun konuşulduğu ortamlardır. Bu ortam komünist düşüncelerin işçi sınıfı ve emekçiler içinde propagandası için, aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti için fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan maksimum yararlanmak komünistlerin görevidir. Hangi taktik kullanılırsa bu ortamda komünist düşünceler daha yoğun bir biçimde halk içine taşınabilir? Bütün komünist faaliyette temel sorun, işçi sınıfı ve emekçiler içine komünist düşünceleri, alternatifi, burjuva düşüncelerle çatışma içinde taşımak, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmektir. Hangi taktik bunun için daha elverişli şartlar yaratır? *Burjuvazinin iktidarı şartlarında da yapılan seçimlerin mümkün olan en demokratik biçimde, temsiliyette adaleti sağlayan, mümkün olduğunca verilen hiç bir geçerli oyun, verildiği amaç dışında kullanılmasını engelleyen bir seçim sistemi temelinde yapılmasının mücadelesini vermeliyiz. Bu şu demektir: Her şart altında, 18 yaşını doldurmuş her vatandaşın seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu, serbest,
9
güncel 10
genel, eşit oydan; gizli oy- açık seçim ilkesinden yanayız. Her türlü baraja karşıyız. Seçilenlerin, seçenlere seçimler arasındaki dönemde de hesap verme yükümlülüğü olduğu ve seçmenlerin seçtiklerini iki seçim arasındaki dönemde de geri çağrılabilecekleri, yerine yeni birini seçebilecekleri bir sistemden yanayız. Bunun için seçmenlerle adayları mümkün olan en sıkı bağ içinde olabilecekleri dar bölgelerden yanayız. Bunun ötesinde, seçmenlerin siyasi iradelerini tespit edilen bir süre için (dört yıl/beş yıl) bütünüyle seçtiklerine devrettikleri sistemlere karşıyız. Seçimler arasındaki dönemlerde de bütün önemli projelerde doğrudan ve tam bilgilendirme temelinde seçmenlerin oyuna başvurulduğu, referandumlar sisteminden, doğrudan demokrasi unsurlarının sistem içine en geniş biçimde yerleştirilmesinden yanayız. Bu temel düşüncelerden yola çıkarak Mart 2014’de yapılacak yerel seçimler konusunda değerlendirmelerimiz ve bu değerlendirmeler temelinde izleyeceğimiz taktik şöyle olmalıdır: *Mart 2014’deki yerel seçimler, yalnızca yerel yönetimler açısından değil; yerel seçimlerin hemen ardından gelecek olan iki seçim için de bir test olarak -hakim sınıfların kendi içlerindeki iktidar mücadelesi açısından- belirleyici önemdedir. *AKP yaptığı bir yasal değişiklikle esasında merkezi yönetimden yerel yönetimlere geçişte bir adım attı. Hükümet henüz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartını imzalamadı. Fakat yapılan yasal değişiklikle sayısı 16‘dan 29’a çıkarılan Büyükşehir’lere, merkezden bağımsız olarak kendi topladığı vergileri kullanma hakkı verildi. Bu Büyükşehirler açısından esasında özerk yönetim yönünde atılmış bir adımdır. Gidiş bu yöndedir. Bu çok önemlidir. Türkiye’de esasında bugüne kadar ki aşırı merkeziyetçi sistemin çözülmesi yönünde atılan bir adımdır bu. Büyük şehirlerde
yaşayan nüfus Türkiye nüfusunun çoğunluğudur. Bu yüzden bu yerel seçimlerde Büyük şehirlerin yönetimini kimin alacağı daha fazla önem kazanmıştır. *Yerel seçimlerde % 10 barajı yoktur. Anda geçerli olan yasaya göre: “İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde %1 baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi” geçerlidir. “İl genel meclisi seçimleri için her ilçe bir seçim çevresidir.” “Belediye başkanı ve belediye meclisi üyeleri seçimleri için her belde bir se çim çevresidir.” “Büyükşehir belediye başkanının seçi minde seçim çevresi Büyükşehir belediye sınırlarından oluşur.” Yerel seçimlerde kullanılan sistem, anda genel seçimlerdeki sistemle karşılaştırıldığında temsiliyette adaleti sağlama açısından biraz daha iyidir, fakat yine de bu yeterli değildir. Yerel seçimlerde seçim sistemi konusunda somut taleplerimiz şunlardır: -İl genel meclisi ve belediye meclisi için yapılan seçimlerde var olan % 1 barajı kaldırılmalı, hiçbir baraj olmaksızın nispi temsil sistemi geçerli olmalıdır. -Belediye Başkanlığı seçimlerinde ise, çoğunluk sistemi iki turlu çoğunluk sistemi olarak işletilmelidir. Birinci turda % 50+1 i hiçbir adayın kazanamaması halinde, en çok oy alan iki adayın katıldığı ikinci tur yapılmalıdır. -Bu talepler bu Mart’taki seçimlerde pratik olarak gerçekleştirilme imkanı olmasa bile, seçimlerde bu düşüncelerin yaygınlaşması için propagandası yapılmalıdır. *Yerel Seçimler bugünkü güç dengesinde egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşı olarak geçecek; esas olarak AKP ile AKP karşıtları cepheleri arasında bir yarış yaşanacaktır. Burjuva muhalefet partileri kendi cephelerini genişletip, karşı cepheyi daraltmak için daha çok bir Anti Tayyip cephesi ile seçimlere girmek istemektedir. Fakat AKP’yi bölme çabalarının bir ürün vermesi bir umut ve hayalin
eder. Yoksullara bu hizmetleri ücretsiz sunmayı hedefler. *Trafik siyasetinde toplu taşımacılığı ilerletmeyi; kişisel özel araba trafiğini azaltmayı hedefleyen bir siyaset izler. * Her türlü ayrımcılığı kendi siyasetinde dışlar; bunun için en başta kadın erkek eşitliğine yönelik somut “pozitif ayrımcılık” tedbirleri alır. Belediye işlerine işçi almada % 50’lik kadın kotası vb. uygular. Tek dilde değil, belediye sınırları içinde konuşulan bütün dillerde imkanlar ölçüsünde belediye hizmeti sunar; Tüm“ötekileştirilen”ler lehine pozitif ayrımcılık tedbirleri alır. *Belediye hizmetlerini sunarken, dayanışmacılık ruhunu, gönüllü hizmet ruhunu geliştirir, teşvik eder. * Çevrenin korunmasını, yaşanabilir bir çevre yaratılmasını en önemli işlerinden biri olarak kavrar. Bütün projelerinde bu meseleyi çıkış noktası olarak alır. Kısa süreli başarı değil, kalıcılık, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir çevre bırakmak belirleyici önemdedir. Seçim propagandamızda, bu propagandanın merkezinde, şu veya bu somutta aday da göstersek, bir adaya oy vermeye çağrı da yapsak, seçimlerle temel sorunların çözülmesinin mümkün olmadığı, esas meselenin halkın iktidarını kurmak olduğu düşüncesi durmak zorundadır. Seçim dönemi yığınların siyasete en açık olduğu dönemlerden biridir. Bizim seçim çalışmamızın merkezinde, şu veya bu adaya oy verme çağrısı yaptığımız durumlarda da, her zaman demokratik devrim propagandasını yaygınlaştırmak, gerçek demokrasi konusunda görüşlerimizi yaygınlaştırmak durmalıdır. Bir devrimci insanın belediye başkanlığına veya belediye meclisine aday olması, onun seçim kürsüsünü- seçilmesi halinde içinde yer alacağı kurumu- örneğin demokratik belediyecilik nasıl olabilir, nasıl olmalıdır düşüncesini savunmak; yaygınlaştırmak için kullanmanın bir aracı olabilir. Daha fazlası değil. 05.12.2013 ✓
güncel
ötesine geçmemektedir. AKP’de önemli bir kopma, bölünme beklentisi boş hayal olarak görünmektedir. Biz egemenlerin bu cepheleşmesinde cephelerin birini diğerine tercih etmeyiz. Biz ne Anti Tayyip, ne de Tayyip cephesinin hiçbir biçimde parçası, payandası, dayanağı olma anlamına gelen bir tavır içine girmeyiz. Hiçbir egemen sınıf partisine ve onun adayına oy verme çağrısı yapmayız. Hepsini somut teşhir eder, bunlara oy verilmemesi çağrısı yaparız. *BDP/HDP diğer burjuva partilerinden farklı olmasına, burjuva demokrasisini savunma adına onların hepsinden ileri olmasına, Türkiye/Kuzey Kürdistan’da gerici burjuva demokrasisine geçişte olumlu bir rol oynamasına rağmen, sistemi devrimle yıkma hedefi olmadığı için sonuçta sistem partisi durumundadır. Onları da parti olarak destekleme durumumuz yoktur. Ancak tek tek belediyelerde gösterdikleri şu veya bu aday, somut olarak parti programı dışında da daha ileri demokrasi talepleri savunuyorsa, ona destek çağrısı yapabiliriz. Doğrudan aday çıkarmadığımız durumda, devrimci gruplarlarla ortak aday ve HDP adaylarını desteklemenin bizim için önkoşulu, ortak demokratik devrimci bir platform, devrimci demokrat bir belediyecilik anlayışıdır; bunun yanında her örgütün ajitasyon propaganda özgürlüğüdür. Bu temelde bir eylem birliğine, devrimci pozisyonlar savunan bir BDP/HDP belediye başkan adayını da desteklemeye hazırız. Demokrat/Devrimci belediyecilik: *Siyasette katılımcılığı temel alır. Açıklık ve halkın denetimi belirleyici önemdedir. Belediyenin bütün işleri tüm halka açık toplantılarda görüşülür. Belediye Meclis toplantıları halka açık olur, doğrudan canlı olarak yayınlanır vs. Bütün önemli projeler halkoyuna sunulur. *Sağlık hizmetlerini ve kültür hizmetlerini en önemli görevlerinden biri olarak kavrar; ona uygun davranır. Bu hizmetlerin ödenebilir olmasına dikkat
11
güncel
“USTA”NIN GERÇEK HİKÂYESİ ‘Usta’ 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği siyaseti uygulamaya başladı. ‘Usta’, iktidara geldiği ilk dönemde Avrupa Birliği ile uyum politikalarını ön plana çıkaran bir icraat sergilemişti. Çünkü henüz güçsüzdü, Avrupa’ya ihtiyacı vardı.
4
12
Eylül 2013’te Beyaz TV’de, ‘Ustanın Hikâyesi’ belgeseli yayınlandı. “Usta’nın Hikâyesi”nde gerçekler yoktu, hep övgüler ve bol miktarda yıkama yağlama vardı. ‘Usta’ya dizilen övgüleri izledikten sonra, bu yazının yazılması elzem oldu. 2002- 2011 dönemi ‘usta’nın ‘acemilik’ ve ‘kalfalık’ dönemiydi! 2011 Haziran seçimlerinden sonra ‘usta’nın ‘ustalık’ dönemi başladı! ‘Acemilik’, ‘kalfalık’ ve ‘ustalık’ kavramları bizzat ‘usta’ya ve partisine aittir. ‘Usta’nın gerçek hikâyesini yazmaya sayfalar yetmez. Onun için gerçek öykünün kimi yönleri üzerinde durmak istiyoruz. ‘Usta’nın hikâyesini bir de bizden dinleyin. “Ustamız” hepimizin bildiği gibi günümüz TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. RTE ‚usta‘laştıkça uzmanlaştı. ‚Usta‘laştıkça herşeyden anlar oldu, her konuda fikir beyan etmeye başladı. RTE ‚usta‘laştıkça daha da demagog oldu ve daha açık yalan söylemeye başladı. Gezi eylemlerinde Cami‘de içki içildiğini bir ay boyunca ağzından düşürmedi. RTE, ‚usta‘laştıkça kendini padişah sanmaya başladı: benim bakanım, benim valim, benim polisim vb. söylemlerinde olduğu gibi. RTE ‚usta’laştıkça gezmediği ülke kalmadı. Türkiye ona küçük geldi, dünyaya nizam vermeye kalktı. Şimdi “usta‘mızın” tarihi gelişimine bir göz atalım. ‘Usta’ 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği siyaseti uygulamaya başladı. ‘Usta’, iktidara geldiği ilk dönemde Avrupa Birliği ile uyum politikalarını ön plana çıkaran bir icraat sergilemişti. Çünkü henüz güçsüzdü, Avrupa’ya ihtiyacı vardı. Ayrıca, partisi iktidara gelmişti ama devlete henüz
egemen değildi. İktidar mücadelesinde Kemalist bürokrat burjuvazi ile mücadeleye girişti. Çok badireler atlattı ‘usta’! Kendi iktidarına karşı geliştirilen tehlikelere karşı mücadele etti! Bürokrat devlet burjuvazisinin egemenliğini önemli ölçüde geriletti. Askeri vesayet önemli ölçüde geriletildi. Birçok devlet kurumunda Kemalistlerin egemenliğine son verildi. Yüksek yargıda, Kemalistlerin mutlak egemenliği kırıldı, fakat bu alanda AKP’nin kesin egemenliği de henüz kurulamadı. İktidar dalaşı sürüyor. ‘Usta’nın iktidarına karşı girişilen hareketler bertaraf edildi. Darbe tezgâhlayanların en azından bir bölümünün, açık darbe yanlılarının üzerine gidildi, gidiliyor. Generaller, subaylar, onlara “hadi nerede kaldınız” diye goygoyculuk yapan kimi sivil darbeciler hapishanelere konuldu. Ergenekon davasında ilk kararlar verildi. Darbe tezgâhladığı ileri sürülenler ağır cezalara çarptırıldı. Balyoz davası karara bağlandı. 28 Şubat ‘post modern’ darbesini yapanlardan kimileri tutuklandı. Ama ölçü kaçmıştı. Kurunun yanında yaşta nasibini almış ve ağır cezalar yemişti. ‘Usta’yı seçimle götürmeyi başaramayanlar hukuk dışı yolları kullanmaya başlamışlardı. Görünürde ‘usta’nın hukuk dışı sisteme karşı olduğu vurgusu öne çıkıyordu! Ama ‘usta’ darbe tezgâhlayıcılarını bertaraf etmek zorundaydı. Çünkü iktidarı tehlikedeydi. 27 Nisan 2007’de, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ‘usta’nın iktidarına muhtıra vermişti. Bu muhtıradan bir hafta sonra ‘usta’ 4 Mayıs 2007’de, Yaşar Büyükanıt ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinde 135 dakika süren baş başa bir toplantı yaptı. Bu buluşmada ne konuşuldu, na-
RTE: Emperyal Politikaların Hayata Geçirilmesinde Usta! ‘Usta’ iktidara geldiğinde, komşu ülkelerle ‘sıfır sorun’politikasının hayata geçirileceğini açıklamıştı. Sıfır sorun politikasının gerçek içeriği, Türk burjuvazisinin bölgedeki emperyal çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi, herkesle iyi geçinerek artan ticari ilişkiler üzerinden Türk burjuvazisinin ekonomik gücünü arttırmak, dolayısı ile siyasi etki alanını arttırmaktı. Türkiye bölgede batılı emperyalistlerin kabullendiği “ılımlı İslam”cı bir siyasi güç olarak, İslam coğrafyasında çekim gücü, merkez olacaktı. Hedeflenen bu idi. Bu hedef bugün de AKP’nin (onun arkasındaki Türk sermaye gruplarının, öncelikle de kültürel olarak İslamcı/tutucu büyüyen Anadolu burjuvazisinin) Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında formüle edilmiş hedefidir. Yapılmak istenen bir çeşit, bugünkü şartlara uygulanmış, yeni Osmanlıcılıktır. Bunda İslam, Müslüman çoğunluklu ülkeler açısından birleştirici ve onları merkeze koyan, millet yerine ümmeti öne çıkaran, fakat İslam olmayan kesimlere de “toleranslı” davranan, İslam içi çatışmalarda Sünni ağırlıklı, fakat Sünni olmayanlara karşı da çatışmacı olmaktan çok, kapsayıcı bir siyaset öngörülmektedir. Bu
yönde kimi adımlar da attılar. Örneğin İran konusunda Brezilya-İran- Türkiye üçlüsü olarak ABD ve İsrail ile atom konusunda arabuluculuğa soyunarak, İran’la arayı düzeltmeye çalıştılar. Bu örneğin ABD’yi çok kızdırdı. Ve tabii olmadı. Örneğin Arap Baharı Libya’da patladığında önce “kardeşleri” “Gaddafi” yönetimine reform yapma çağrısında bulundular. Ve Gaddafi yönetimine karşı bir NATO müdahalesine karşı olduklarını açıkladılar. Sonra Gaddafi’nin kesin gidici olduğunu gördüklerinde tavır değiştirmek durumunda kaldılar. Örneğin Suriye ile sınır konusunda olan “kadim düşmanlığı” bir kenara koyup, Suriye Beşar Esad yönetimi ile iyi komşuluk ilişkileri geliştirmeye başladılar. Esad kardeş ilan edildi. Arap Baharının artçı dalgaları Suriye’ye vardığında önce batının müdahale tehditine karşı Esad kardeşleri ile görüşmeler yürütüp onu reformlar yaparak iktidarını koruma ve sürdürme yönünde ikna etmeye çalıştılar. Olmadı. Örneğin Güney Kürdistan’da varlığı ret edilen, küçümsenen defakto Kürt devleti ile iyi ilişkiler geliştirmeye yöneldiler. Bütün bu adımlar, batılı “müttefik”ler tarafından kuşkuyla, kimi zaman açık kızgınlıkla karşılandı. Çünkü bu adımlar “Batılı emperyalist güçlerin belirlediği” adımlar olmaktan çok, Türk burjuvazisinin kendine relatif bağımsız bir yol çizmeye çalıştığı adımlardı. Bağımsız bir dış siyaset, bağımsız davranacak bir ekonomik gücü gerektirir. Henüz buna sahip değiller. Olsalar zaten kendileri emperyalist bir güç haline gelirlerdi. Ve en azından bölgede emperyalist güçlerin önemli bir rakibi haline gelirlerdi. Henüz bu durumda değiller. Olmak istiyorlar, o yönde çaba sarfediyorlar. “Komşularla sıfır sorun”lu bir dış siyaset, ‘usta’nın dış siyasetidir. Bunda bir değişiklik yoktur. Ancak Ortadoğu gibi bir coğrafyada “sıfır sorun”lu bir dış politikanın bugünkü şartlarda mümkün olmadığı da açıktır. Önce komşu olmasa da, Ortadoğu’daki ilişkilerde şimdiye kadar dost ve müttefik ilişkileri içinde bulunulan İsrail ile ilişkiler bozuldu. Bunda AKP’nin Ortadoğu’da soyunduğu yeni, “mazlum Müslüman kardeşlere” - somutta Filistin davasına sahip çıkar görünmesi - (one minute) ve Mavi Marmara ertesi, İsrail’den haklı özür talebi belirleyici rol oynadı. (Geçerken söyleyelim: diplomatik alanda en düşmanca davranılan dönemlerde bile, ticari ilişkilerin önemli bir bölümü sürdürüldü. Ve iplerin bütünüyle kopmaması içinde çalışıldı.) Komşu olmayan, Ortadoğu coğrafyasında önemli bir konumu bulunan Mısır ile ilişkiler, Mısır’daki
güncel
sıl bir mutabakata varıldı, kimse bilmiyor. 27 Nisan muhtırası hakkında şimdiye kadar gereken yapılmadı. ‘Usta’, Yaşar Büyükanıt’a dokunulmasına şimdiye dek gerek görmedi. ‘Usta’ ağzını her açtığında, ‘halkın efendisi değil, hizmetkârı’ olduğunu anlatıyor. ‘Usta’ doğru konuşmuyor. Sermayenin çıkarlarının korunması ve burjuvazinin gelişmesi, geliştirilmesi ‘usta’nın temel görevidir. Osmanlı padişahlarına özenen ‘usta’nın emirleri demiri kesiyor. Tek adamın dediği oluyor. ‘Usta’ devletin tüm nimetlerinden faydalanıyor, konvoyunun geçeceği caddeler kapatılarak halka eziyet ediliyor. Yüzlerce koruma ‘usta’nın koruyucusu ve kollayıcısıdır. ‘Usta’nın yol güzergâhında, nutuk attığı toplantılarda, aykırı ses çıkaranlar hemen derdest ediliyor ve kimileri tutuklanarak hapislere konuluyor. Bir eli yağda bir eli balda olan ‘usta’ ve ailesi lüks bir yaşam sürdürüyor. 2007 yılında yaklaşık 4 milyon dolar değerinde bir gemicik ve 2012 yılında 10 milyon dolar değerinde başka bir gemi alarak yaşamını sürdürmeye çalışan ‘usta’nın oğlu zenginliği ile dikkat çekiyor.’ Usta’nın kızı da yüksek ücretle (iddiaya göre 54 bin TL aylıkla) babasının danışmanıdır.
13
güncel 14
devrimci kalkışma ertesinde yapılan seçimlerde işbaşına gelen Mursi yönetimi döneminde öncesine göre daha da sıkılaştı. Araya bir de “Müslüman kardeşler” arası ilişkiler girdi. Mursi yönetiminin askeri darbeyle götürülmesinden sonra bu ilişkiler –şimdilik- düşmanca ilişkilere dönüştü. Burada bu düşmanlaşmanın temelinde “komşularla sıfır sorun” politikasından vaz geçilmesi vs. yatmıyor. Mısır’da seçilmiş bir hükümetin darbeyle işbaşından uzaklaştırılmasına konulan doğru tavır yatıyor. Uzun vadede bu, “mazlum Müslüman dünya”nın liderliğine soyunmakla bağıntılı ve sürdürülen bir tavırdır. Komşu ülkeler bağlamında, ilişkilerde Irak merkezi yönetimiyle ilişkilerde mezhep yaklaşımları temelinde kötüleşmeler olurken; Kürdistan bölge yönetimi ile ilişkiler iyileşti. Bu bağlamda da Şii ağırlıklı merkezi hükümetin kendi içindeki Sünni azınlığı tasfiyeye kalkması belirleyici rol oynadı. Suriye Esad yönetimiyle ilişkiler ise kopma noktasına geldi. Bir zaman kardeş ilan edilen Esad yönetimi, Arap Baharının artçı dalgaları Suriye’ye ulaştığında, AKP yönetiminin tavsiyelerine uymayınca, düşman ilan edildi. AKP hükümeti Esad yönetimini devrilmesi gereken “terörist” bir rejim olarak ilan etti. Suriye’deki iç savaşta açık taraf oldu. Burada da yine “komşularla sıfır sorun” politikasının işlememesinin temel nedeni Suriye’de ortaya çıkan gelişmelerdir. Ki bu gelişmeler Türkiye’nin iç politikasında da etkileyici gelişmelerdir. Yalnızca yarım milyondan fazla Suriyeli göçmen bile, Türkiye için Suriye politikasının gelinen yerde salt “komşu bir ülkeyle dış politika” ilişkisi olmadığını göstermeye yeter. Bu tavır AKP’ni dolaylı olarak İran’la da, Rusya ile de karşı karşıya getirdi. Bu tabii her iki ülke ile de ticari ilişkilerin sürdürülmesinin engeli değil. İzlenen Suriye politikası yer yer ABD ve diğer batılı emperyalist güçlerle AKP hükümetini karşı karşıya da getiren bir siyaset! Siyasetin belirleyici unsuru ABD
ve batılı güçlerin çıkarlarından çok Türk burjuvazisinin çıkarları. Bunlar “genel” i itibariyle batılı emperyalist güçlerin çıkarları ile uyuşuyor ve uyuştuğu sürece de sorun yok. Fakat uyuşmadığı yerde Batı ile ters düşen işler de yapılıyor. Tabii güç oranında! Yer yer aralarında kimi çelişmeler çıkıyor. Düne kadar Esad ‘usta‘nın aile dostuydu, birlikte tatile çıkıyorlardı. Bugün ne değişti? “Esad halkına zulmediyor” diyor. Esad halkına yeni zulmetmiyor. ‘Usta‘nın aile dostuyken de zulüm vardı, bugün de var. Bugün olan, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesidir. ‘Usta’nın iktidarı, bu dalaşın bir parçası olmak istiyor. Tüm mesele budur.
RTE: Katletmede Usta! ‘Sıfır tolerans’ söylemini çok kullanıyordu ‘usta’. İşkenceye karşı ‘sıfır tolerans’ uygulanacaktı! ‘Usta’ bize öyle anlatmıştı. İşkence bir devlet politikasıydı ve sistematik olarak uygulanıyordu. ‘Usta’nın iktidarı döneminde de, işkencenin kimi yöntemleri değiştirildi ama işkence yaşamın her alanında uygulanmaya devam edildi. İşkenceciler cazasız bırakıldı ve kimi işkenceciler terfi ettirildi, mükâfatlandırıldı. İşte kimi örnekler: Festus Okey bir göçmendi. 20 Ağustos 2007 tarihinde gözaltına alındı. Beyoğlu Emniyeti’nde vurularak öldürüldü. Türkiye’de yaşayan Nijeryalı göçmen Festus Okey, Taksim’de bir gece gözaltına alındı; kötü muamele ve işkenceye maruz kaldı. Festus Okey’in yürüyerek girdiği İstanbul Beyoğlu Asayiş Büro Amirliği’nden cansız bedeni çıktı. Engin Ceber, İstanbul Sarıyer’de üç arkadaşıyla dergi dağıtırken 28 Eylül 2008 tarihinde gözaltına alındı. Engin Ceber’e polis merkezinde işkence yapılması yeterli görülmedi. Metris hapishanesinde de Engin Ceber yoğun işkencelere maruz kaldı ve 7 Ekim 2008’de yaşamını yitirdi. T.C tarihinde ilk defa ‘usta’nın Adalet Bakanı, Engin Ceber’in işkencede katledilmesin-
kaldı. ‘Usta’, polis şiddetinden kaçan göstericilere kapılarını açan iş yeri sahiplerine tepki göstererek bunun cevapsız kalmayacağını söyledi ve Twitter ve Facebook gibi sosyal medya sitelerinin göstericiler ve onları destekleyenler tarafından mesaj iletmek için kullanıldığını söyleyerek bu siteleri kınayan açıklamalar yaptı. ‘Usta’ 24 Haziran 2013’te, „diyorlar ki, polise talimatı kim verdi? Ben verdim“ açıklamasını yaparak, polisin vahşetini ve yaşanan ölümleri sahiplendi. Polise “emirleri ben verdim” dedi. Polis vahşeti ‘usta’ tarafından ‘destan’ olarak açıklandı. ‘Usta’nın 11 yıllık iktidarı döneminde işkenceleri, işkence sonucu meydana gelen ölüm olaylarını anlat anlat bitmiyor. Bu anlatımlara sayfalar yetmiyor. Sözün bittiği bir noktadayız. İşte bu konu da ‘usta’nın gerçek hikâyesidir. “Faili meçhul kavramını ortadan kaldırdık” diyor ‘usta’. ‘Usta’ yine doğru konuşmuyor. ‘Usta’nın partisinin iktidara geldiği Kasım 2002’den 2012’ye kadar işlenen faili meçhul cinayetlerin sayısı 145’idi. Örneğin Iğdır’ın Tuzluca ilçesinde 26 Ağustos 2013’te Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ilçe yöneticisi Ali Bulut elleri arkadan bağlı, ağzına cep telefonu sıkıştırılmış olarak tavana asılmış halde bulundu. Gezi’de öldürülenlerin bir bölümünün faili meçhuldur hâlâ. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarında ‘usta’ döneminin faili meçhul cinayetlerinin dökümü vardır. Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildi. Hrant’ın öldürüleceği daha önceden devlet görevlileri tarafından biliniyordu. Agos’ta çıkan ‘Sabiha Gökçen’ haberinden sonra Genelkurmay muhtıra yayınlamıştı. Hrant, İstanbul Valiliği’ne çağrılıp MİT’çiler tarafından ikaz edilmişti. Trabzon Emniyeti katili de, azmettiriciyi de, Hrant‘ın nasıl öldürüleceğini de 1 yıl öncesinden biliyordu. Trabzon Jandarması cinayeti 6 ay öncesinden haber almıştı; silahın markasını da öğrenmişti. Yani Hrant Dink, devletin ‘gözetimi
güncel
den dolayı özür dilemek zorunda kaldı. Abdurrahman Sözen, 22 Temmuz 2009’da İzmir’in Gümüşpala semtinde gözaltına alındı ve karakolda öldürüldü. ‘Usta’nın kolluk güçleri, her ölüm vakasında olduğu gibi, Abdurrahman Sözen’in polisin silahını alarak intihar ettiğini iddia ettiler! 21 Ekim 2009’da Resul İlçin, Şırnak’ın İdil ilçesinde gözaltına alındıktan sonra yaşamını yitirdi. Otopsi raporunda başında 5 santimetrelik yarık ve vücudunun çeşitli yerlerinde çürükler olduğu saptandı. ‘Usta’nın polisleri, Resul İlçin’in düşerek öldüğünü açıkladılar! İstanbul Esenyurt ilçesinde 19 Kasım 2009’da “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle, polis ekibinin açtığı ateş sonucu Alaattin Karadağ öldürüldü. Kenan Yılmaz, 22 Mayıs 2012 tarihinde, hakkında yaralama suçundan dolayı arama kararı bulunduğu gerekçesiyle polisler tarafından gözaltına alınarak Sultangazi’deki Esentepe Polis Merkezi’ne götürüldü. Polis merkezinde fenalaşan Kenan Yılmaz, Bakırköy Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı ve yaşamını yitirdi. Gezi Parkı direnişi, bir grubun çevreye olan duyarlılığı ve ağaçların kesilmesini önlemek için başlamıştı. ‘Usta’nın polisi, çevre duyarlılığını sergileyen gruba karşı yoğun biber gazı kullandı, çadırlar ateşe verildi. Plastik mermiler kullanıldı. Hatay’da polisin kullandığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu Abdullah Cömert’in öldürüldüğü Adli Tıp raporuyla kesinleşti. Ethem Sarısülük, Ankara’da ‘usta’nın polisi Ahmet Şahbaz tarafından vuruldu. Ali İsmail Korkmaz Eskişehir’de dövülerek öldürüldü. Polis şiddeti, dayak, tecavüz tehditleri, işkence ve kötü muamele sıradanlığını sürdürdü. Göstericilere yönelik şiddet devam ederken, haber yapmak amacıyla orada bulunan gazeteciler, yaralıları tedavi eden doktorlar ve savunma haklarını üstlenen avukatlar da gözaltına alındı ve keyfi bir şekilde kötü muamaleye maruz
15
güncel
altında’ öldürülmüştü. Yargılama bir komediye dönüştürülmüştü. Komedi sonucunda, Hrant’ın katledilmesinde bir örgüt bulunamamıştı! Denilebilinir ki, yargı ‚bağımsızdır‘, siyasi iradenin bir etkilemesi yoktur! Öyle değildir ama öyle varsayalım… Dönemin İstanbul valisi Muammer Güler ve Emniyet müdürü de Celalettin Cerrah’tı. Bu iki isim Hrant’ın katledilmesinde sorumluydular. ‘Usta’nın iktidarı, Muammer Güler’i önce milletvekili daha sonra İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturttu. Celalettin Cerrah, Osmaniye Valiliğine terfi ettirildi ve daha sonra merkeze çekildi. Hrant‘ın öldürülme planlarının yapıldığı günlerde, Engin Dinç, Trabzon’da İstihbarat Şube Müdürü idi. Polis memuru Muhittin Zenit, Engin Dinç’e bağlı olarak çalışıyordu. İkisi de, cinayeti 1 yıl öncesinden biliyordu. Bu iki zat, Trabzon’dan tanışıyordu. Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek ve Engin Dinç birbiri ardına İstihbarat Daire Başkanlığı’na yükseldi. Dink’le ilgili 301. maddeden suç duyurusunda bulunan Avni Usta, Şırnak Emniyet Müdürlüğü’ne; Samsun’da katil Ogün Samast’la fotoğraf çektiren Yakup Kurtaran, Malatya Emniyet Müdür Yardımcılığı’na getirildi. Yargıtay’da Hrant‘ın ceza alması yönünde uğraş veren Nihat Ömeroğlu Ombudsmanlığa atandı. Hrant’ın öldürülmesinde şüpheli olan tüm kamu görevlileri ödüllendirildi. Hrant’ın ölümünde şüpheli rol oynayanların, ‘usta‘ tarafından ödüllendirilmesi ‘usta’nın gerçek hikâyesidir. Roboski katliamı ne oldu ‘usta’? 28 Aralık 2011 günü akşamı, Türk Hava Kuvvetleri’nin Şırnak’ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt vahşice katledilmişti. Dışarda ‘demokrat’ içerde otoriter bir sistemi uyguluyor ‘usta’. Suriye için ‘bir rejim vatandaşlarını bombalar mı’ diye soruyor? Ama Kuzey Kürdistan’da, Kürtlerin öldürülmesi ve bombalanmasında bir sorun görmüyordu ‘usta’.
RTE: Hasta Mahkûmların Ölüme Terk Edilmesinde Usta!
16
İHD Genel Merkezi Cezaevi Komisyonu’nun 10 Eylül 2013 tarihi itibariyle hazırlamış olduğu hasta mahkûm listesinde, 154’ü ağır olmak üzere 526 hasta mahkûm hapishanelerde bulunmaktadır. ‘Usta’nın Adalet Bakanı Sadullah Ergin, CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba’nın “Hasta tutuklular ve hükümlülerin” durumuna ilişkin soru önergesine verdiği yanıtta, 19 Haziran 2013 tarihi itibariyle hapishanelerde
189’u hükümlü 55’i tutuklu olmak üzere sürekli hastalığı bulunan kişi sayısının 244 olduğunu açıkladı. ‘Usta’nın Adalet Bakanı Sadullah Ergin, CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel’in soru önergesine verdiği yanıtta, hapishanelerde Adli Tıp’tan rapor bekleyen 14 mahkûmun öldüğünü belirtti. Hapishanelerin tıka basa doldurulması ile yetinmeyen ‘usta’nın iktidarı, mahkûmlar üzerindeki katmerli baskılarını sürdürmeye devam ediyor. Adalet Bakanı Haziran 2013’te bir soru önergesine verdiği yanıtta, gelecek 5 yılda 207 yeni cezaevi yapımının planlandığını, bunlardan 75’nin inşaat, 53’ünün proje, 50’sinin planlama, 29’unun ihale aşamasında olduğunu kaydetti. Ülkelerimizin hapishane ağlarıyla örülmesinden gurur duymalıdır ‘usta’.
RTE: Kadınlara Düşmanlıkta Usta! ‘Usta’ kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi bağlamında çıkardıkları yasalar ile övünmektedir! Kimi yasaların çıkarıldığı doğrudur. Erkek egemen sistemini savunan, kadını ikinci sınıf insan olarak gören ‘usta’nın paradigması ve de toplumdaki egemen zihniyet değişmediği sürece, kadına yönelik şiddet önlenemeyecektir. ‘Usta’nın sistemi şiddet üzerine kurulmuştur. Hergün kaç kadının öldürüldüğünü, kaç kadının tecavüze uğradığını okuyoruz. ‘Usta’nın kolluk güçleri, gözaltına aldıkları kadınları taciz ediyor. Arama adı altında kadınlar çırıl çıplak soyunduruluyor. Tecavüzcülere ceza verilmesinden özenle kaçınılıyor. Tecavüz mağdurları ‘suç’lu ilan ediliyor. Kimi tecavüzcülere ceza verilmesi, gerçek durumu ortadan kaldırmıyor. RTE ‘usta’laştıkça herşeye karışır oldu. Kadınların yaşam alanlarına burnunu sokmaya başladı. Kaç çocuk doğuracağına, nasıl doğuracağına, sezaryen ve kürtaj olamayacağına, karar veriyor! Elele tutuşan kızları, erkeklerin kucağında oturanlar diye aşağılamaktan geri durmuyor „usta“. ‚Usta’nın yardımcısı Hüseyin Çelik, ATV’de yayınlanan bir yarışma programında, bayan sunucunun giydiği kıyafetin aşırı olduğunu anlatıyor! ‚Usta’nın TRT’sinde bir zat hamile kadınların sokağa çıkmamasını buyuruyor! Kadına değer vermediği yaptığı icraatlar da açıkça görülüyor! Kadın/erkek eşitliğine inanmadığını saklamıyor ‚usta‘. İşte ‘usta’nın realitesi bu...
RTE: Basına Düşmanlıkta Usta! Basın ve medya üzerinde baskıların had safhaya ulaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Öteki medya, cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkut-
RTE: Emekçilere Düşmanlıkta Usta! Ülkelerimizde iş kazalarında binlerce işçi ölüyor. İş kazaları ‚usta‘nın döneminde ikiye katlanmıştır, maden kazalarını mesleğin kaderi olarak gören RTE emek düşmanıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü(İLO), her yıl hükümet, işçi ve işveren temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen konferanslar yapıyor. ILO’nun 102. Konferansı 5-20 Haziran 2013 tarihleri arasında Cenevre’de yapıldı. Konferans sonucunda, Türkiye, ILO Aplikasyon Komitesi’nde kara listeye alındı. ILO’nun kuruluş amacı işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmek ve hak ihlallerini engellemektir. ILO yaptırım gücünü ülkelerin imza attığı sözleşmelerden almaktadır. Bu sözleşmelere uymayanlar ise her yıl Haziran ayında yapılan ILO konferansında Aplikasyon Komitesi’nin hazırladığı hak ihlalleri raporunda ortaya çıkmaktadır. İşçi hakları konusunda, ‘usta’nın ülkesinin sicili kötüdür. 2012’de Türkiye, sendikalar kanununun çıkmaması nedeniyle kara listedeydi. 2012’nin Kasım’ında 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yürürlüğe girdi. Buna rağmen Türkiye’nin ‘işçi haklarına saygı duymayan’ bir ülke olduğu bir kez daha tescil edildi ve 2013’te de Türkiye kara listeye alındı. Bu neyi gösteriyor ‘usta’? Sermayenin çıkarlarını koruduğunu, onların temsilcisi olduğunu gösteriyor. ‘Usta’ ekonomik başarılardan söz ediyor. Kapitalizmin geliştiği, küçük bir azınlığın zenginleştiği doğrudur. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak halklarımız, zenginlikten alınan pay oranın düşmesi anlamında relatif olarak yoksullaşıyor. Alım gücü azalıyor. Milyonlarca insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Milyonlarca işçi asgari ücretle çalışıyor. 2002 yılında Dış Ticaret Açığı 15,5 milyar dolardı. Dış Tica-
ret açığı 2013’ün ilk altı ayında 31,9 milyar dolar oldu. 2002’de, toplam borç 221 milyar dolar idi. 2013’ün ilk yarısı itibariyle, toplam borç 555 milyar dolara yükseldi. 2002’de, icra dairelerindeki dosya sayısı 10 milyondu. 2013’de icra dairelerindeki dosya sayısı 20 milyonu aştı. 2002’de işsizlik % 10,3 idi. 2013’ün ilk dört ayında ortalama işsizlik % 10,1 oldu. Kuşkusuz işsizlik rakamları İş-Kur’a kayıtlı olanlar temel alınarak hesaplanmaktadır. Ülkelerimizde işşizliğin %20 civarında olduğu bilinmelidir. Ekonomik gelişme ile ilgili bazı veriler böyle ‘usta’.
güncel
ma, aşağılama, engelleme saldırılarına maruz kalıyor. Onlarca gazeteci hapishanelerde tutuluyor. ‘Usta’ hergün nutuk atıyor ve bu nutukları TV kanalları yayın akışını değiştirerek canlı yayınlıyor. Ulusal medyanın önemli bir bölümü ‘usta’nın denetimine girmiş durumdadır. ‘Usta’, denetimine alamadığı ulusalcı medya üzerinde baskı uyguluyor. Gezi direnişine destek veren onlarca medya çalışanı, gazeteci, muhabirin işlerine son verildi. Sosyalist basın üzerindeki baskılar devam ediyor. ‘Usta’ ve adamları yazarların, gazetecilerin işlerine son verilmesinde önemli rol oynuyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2013 yılı dünya basın özgürlüğü sıralamasında ‘usta’nın ülkesi, 179 ülke arasında 154. sırada bulunuyor.
RTE: Darbeleri/Darbecileri Savunan Usta! ‚Usta‘ Mısır’daki iktidar dalaşında Mursi’ye karşı askeri darbe yapılmasına karşı çıkıyor. Darbelere karşı olma konusunda tutarlı olamıyor ‚usta‘. İyi darbe, kötü darbe olmaz. Nerede yapılırsa yapılsın askeri darbelere karşı çıkmak insanlık görevidir. Fikirdaşına karşı yapılan darbeye karşı çıkıyor ama kimi darbecileri savunuyor ‘usta’. Ömer El Beşir, 1989’da tuğgeneral rütbesiyle görev yaptığı Sudan ordusunda kansız bir darbeyle hükümeti devraldı. Ekim 1993’te cuntanın kendisini feshetmesinden sonra devlet başkanlığına getirildi. Dünyaca tescilli aranan Darfur kasabı darbeci katil Ömer El Beşir, 19 Ağustos 2008’de Türkiye’de ağırlandı. El Beşir, 200 binden fazla Müslüman olmayan Arap ve Afrika kökenli insanın öldürdürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle El Beşir hakkında 4 Mart 209’da tutuklama kararı çıkartmıştı. Darfur kasabının Türkiye’de ağırlanmasında bir sorun görülmüyordu. Usta’nın iktidarı Uluslararası Ceza Mahkemesi antlaşmasını imzalamadı, imzalamıyor. İnandırıcı olamıyor ‘usta’. Usta‘ 12 Eylül darbecilerinin yargı karşısına çıkartıldığını anlatıyor. 12 Eylül darbesine karşı olduğunu açıklıyor. ‘Usta‘, 12 Eylül faşist darbesinin 33. yıldönümünde, TÜMSİAD Uluslararası Kobi Şurası ve TÜMEXPO Genel Ticaret Fuarı’nın açılışında konuştu. Şöyle buyurdu ‚usta‘: „Türkiye bu darbe nedeniyle çok ağır bedeller öde di. Sadece 12 Eylül günü ve sonrası değil, öncesinde de Türkiye birikimlerini heba etti. Türkiye asıl büyük bedeli 12 Eylül’den çok önce 27 Mayıs 1960 müdahale sinde ödemiştir. 27 Mayıs müdahalesinin karanlık bu güne kadar gitmemiştir. Açtığı yaralar iyileşmemiştir. 27 Mayıs’ın izleri silinmediği için 12 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat olmuştur.“ Yaşar Büyükanıt’ın muhtırası
17
güncel
bir kenara koyuluyor. Darbe karşıtı söylemlerle, darbe karşıtı olunmuyor. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen 12 Eylül’ün düzeni bugün de sürüyor. Neden? 12 Eylül darbesinin mimarları sadece iki general değil. Darbe anayasası ile düzenini sürdürüyor ‚usta‘. 1982 darbe anayasasıyla gelen yüzde 10 seçim barajı, Siyasi Partiler Yasası, aday belirleme usulü, çift başlı yargı, Diyanet’in güçlendirilmesi, Sayıştay Kanunu, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki kimi engeller olduğu gibi duruyor. Ötekilere karşı düşman hukuku uygulanıyor. Askeri vesayet geriletilmiş ama yerine polise tanınan olağanüstü yetkiler sonucu polis vesayeti getirilmiştir.
RTE: Doğaya/Çevreye Düşmanlıkta Usta!
18
RTE ‚usta‘laştıkça kendini “çevreci” lanse eder oldu. İstanbul’a 3. köprünün yapımı için yeşil alanın yok edilmesi emrini verdi. En büyük çevre düşmanı, geleceğin ipotek altına alınması demek olan atom enerjisine evet diyendir. Atom enerjisi riskini, tüpgaz patlaması riski ile aynılaştıracak kadar demogogtur ‘usta’. ‘Usta’nın iktidarı ekonomik gelişme ile övünürken, en büyük çevreci olduğunu iddia etmektedir! ‘Usta’nın iktidarı doğayı korumayı temel almıyor. Osmanlı eserlerini koruyan, restore etmeye çalışan ‘usta’nın iktidarı, insanlık tarihi ile ilgili bulguları ‘çanak, çömlek’ olarak adlandırmaktadır. Gezi direnişinde karizması çizilen ‘usta’, iktidarı döneminde kaç ağaç dikildiğini açıklıyor. Sorun sadece kaç ağacın dikilmesi meselesi değildir. Çünkü sadece dikilen ağaç sayısı doğayı korumanın ölçütü değil. Erciş’te konut yapımı için kesilecek ormanlar, sular altında kalacak olan antik kentler, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprü ve havaalanı, Akkuyu ve Sinop’ta yapılacak nükleer santraller gibi onlarca yıkıcı ve tehlikeli projelere yönelim doğanın yıkımına yol açacaktır. Doğayı koruma konusunda gidişat her geçen gün daha kötüye doğru gitmektedir. Kars’ta Aras nehri üzerine yapılması planlanan Tuzluca Barajı, Türkiye’deki kuşların yarısından fazlası-
nın bulunduğu ve konakladığı bir alanı yok edecektir. ‘Usta’ açısından çevre diye bir sorun yoktur. ‘Usta’nın iktidarı, çevre duyarlılığını ekonominin önünde bir engel olarak görmektedir. ‘Usta’ için önemli olan ekonomik gelişmedir.
RTE: Tek Tipleştirmede, Kendinden Olmayanı Ötekileştirmede, Düşman İlan Etmede Usta! RTE önderliğindeki AKP iktidarının en büyük iddiası Türkiye’de rejimi demokratikleştirme iddiasıdır. Demokratikleşmenin en önemli göstergelerinden biri, devletin özel hayatlardan elini çekmesi, bireylerin hayatlarını nasıl düzenleyeceklerine karışmamasıdır. “Birey insan”ın özgürlüğüne ne kadar değer verildiği, bir ülkede demokrasinin gelişme derecesinin ölçülmesi açısından en önemli kıstaslardan biridir. “Birey insan” - başka birey insanların özgürlüklerine müdahale etmediğıi, onların özgürlük alanlarına girmediği sürece - sınırsız özgürlüğe sahip olmalıdır. Bireyin özgürlüğü bağlamında konuşulduğunda gelişmiş demokrasi, gerçek demokrasi budur. Türkiye’de bugüne kadar siyaset “birey” insanı değil, tek tipleştirdiği “kütle” yi temel almış; siyasi iktidar kimin elinde ise, o kesim kendinin doğru bulduğu hayat tarzını “öteki”lere dayatmıştır. Devlet sürekli olarak bireylerin özgürlüklerini devlet – yani onu kullanan, onun adına hareket eden egemenler -lehine sürekli ve olağanüstü kısıtlamış, belirlemiştir. 2000’ li yıllara kadar siyasette kesin egemen olan kesim, Kemalist asker-sivil-bürokrat bir elitti. Bunlar kendilerini içini „ batılılaşma“ olarak doldurdukları „modernleşme“ nin, “demokratikleşme”nin taşıyıcıları, gerçek laiklikle ilgisi olmayan “laikçi” hayat tarzının temsilcileri, ülkenin gerçek efendileri olarak görüyor, öyle de davranıyorlardı. Bunlar bütün toplumu da bir kalıba döküp kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı. Bunların tek tip insanı “Homo Kemalistus”tu. Anaokullarından başlayarak okunan “Ant” bu insan tipinin beyinlere kazınmasının aracı idi. Tabii ki bunun
gerçek anlamda demokrasi ile bir ilgisi yoktu. Siyasi sistem gerçekte üzeri kaba bir parlamenter demokrasi maskesi ile örtülmüş askeri faşist bir diktatörlük idi. RTE önderliğinde AKP, 2002 yılı sonunda seçimlerde, Kemalist iktidarın seçim sistemininin de yardımıyla kazandığı çoğunlukla, adım adım var olan askeri-sivil bürokrat elitin iktidarını geriletmeye başladı. Atılan bir dizi reform adımıyla gerçekten de asker- sivil bürokrasinin egemenliği geriletildi. Atılan adımlar, öncelikle AB’ye üyelik sürecinde AB’nin de dayattığı uyum yasaları üzerinden, yasalar düzleminde askeri faşist diktatörlükten, gerici burjuva demokrasisine geçiş yönünde adımlardı. Fakat bu adımları atanların kendileri de aslında – burjuva anlamda da alındığında - demokrat bir zihniyete sahip değillerdi, değiller. Bunlar için de, aynı öncüllerinde olduğu gibi, demokrasi “rabbena hep bana” demokrasisidir. Demokratik adımlar, kendi iktidarlarını kurmak ve sağlamlaştırmak için gerekli ve zorunlu olduğu ölçüde iyidir. Bunun için atılır ve kullanılırlar. Fakat iktidara yerleştikleri ölçüde, demokrasi giderek kendilerinin iktidarını tehdit etmeye başlar. O zaman, kendilerinden olmayanlar “ötekileştirilir”, düşman ilan edilir. Geçmişte karşı çıkar göründükleri “tek tipleştirme” işine bu kez kendileri girişirler. RTE’ın istediği demokrasi Homo Kemalistus‘un yerine bir başka tek tip insanın, “Homo AKP- İslamicus”un geçtiği bir “demokrasi”dir. En ileri noktasında bu demokrasinin varabileceği yer, zaten gericileşmiş olan burjuva demokrasisinin de en gerici olanı, burjuva demokrasisisinin yerleşik bir düzen olarak yüzyılı aşkın süredir yaşadığı ülkelerdekinden çok daha geri ve gerici olanı, faşist tedbir ve saldırıların çok daha yoğun yaşandığı bir biçimi olacaktır. Gezi eylemleri sırasında RTE ve onun şakşakçıları-
12.11.2013 ✓
güncel
Herkes tabii ki, kendi doğru bildiği hayat tarzında yaşama özgürlüğüne, evet, o hayat tarzında yaşamaya çağrı yapma hakkına sahiptir. Fakat hiç kimsenin, başkasının hayat tarzını devlet üzerinden düzenlemeye kalkma hakkı yoktur!
nın takındığı tavırlar bunu gösteriyor. En son olarak RTE’nin başlattığı “ öğrenci evlerinde kızlı erkekli kalma” tartışması bunu gösteriyor. RTE kendilerinin “muhafazakâr demokrat” olarak, genç kızların ve erkeklerin aynı evde kalmalarına göz yummayacaklarını söylüyor. Aynı onun öncülü Kemalistlerin, mesela türbana kamuda göz yummayacaklarını söylemelerinin bir başka çeşidi bu. Yetişkin kişilerin özel hayat alanını tek tipleştirmeye çalışma, bunun için devlet iktidarını kullanma. Zihniyet aynı zihniyet! Bu bağlamda, yoktur birbirlerinden özde farkları. Birincilerle ikincilerin farkı, birincilerin azınlık olarak çoğunluğa kendi hayat tarzlarını dayatmaları idi; ikinciler bunu çoğunluk adına yapmaya çalışıyor. Her ikisi de kendinden olmayanın özel hayatına devlet müdahalesini gayet normal ve doğru buluyor. Tabii bu müdahaleyi kendisi yaparsa! Demokratlık bu bağlamda kimden gelirse gelsin, bireysel haklara, özgürlüklere, özel hayata devletin müdahalesine karşı çıkmakla belirlenir. Herkes tabii ki, kendi doğru bildiği hayat tarzında yaşama özgürlüğüne, evet, o hayat tarzında yaşamaya çağrı yapma hakkına sahiptir. Fakat hiç kimsenin, başkasının hayat tarzını devlet üzerinden düzenlemeye kalkma hakkı yoktur! “Demokratikleşme” nin ‚usta‘sı RTE ise tam da bunu tartışmakta, bunu tartıştırmaktadır. “Gündem belirleme” konusunda gerçekten ‘usta’ olan RTE’nin başlattığı bu yeni tartışmadan özel kişilere ait konutlara genel devlet müdahalesi çıkmasa ve bu tartışma bir seçim taktiğinin parçası olarak gündeme getirilmiş olsa bile, bu tartışmanın kendisi bir zihniyeti göstermesi açısından, Türkiye/KK’da gerçek demokrasinin ancak işçilerin emekçilerin kendi iktidarlarında mümkün olacağını gösterme açısından önemlidir. ‘Usta’nın gerçek hikâyesinin kimi yönleri böyledir. ‘Usta’nın hikâyesi kara bir tarihtir. Elbette bizler, ‘usta’nın gerçek öyküsünü anlatmakla yetinmiyoruz. ‘Usta’nın gerçek hikâyesini kitlelere anlatma ve kurtuluşun ancak sosyalizmle olacağını kavratmaya çalışıyoruz. Gerçekleri açıklama ve insanlığın gerçek kurtuluşu için, yeni bir dünya yaratma mücadelemizi geliştireceğiz, ilerleteceğiz. Er ya da geç, köhnemiş bu düzene son vereceğiz. Görev; büyük insanlığın biricik umudu olan sosyalizm bayrağını daha da yükseklere kaldırmaktır.
19
güncel
KESER DÖNER SAP DÖNER, GÜN GELİR HESAP DÖNER T.C hukuk devleti değil, kanun devletidir. Kanun devleti, yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir modeldir. Kanun devleti duruma göre değiştirilen yasalara dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır.
B
20
aşlığa aldığımız “keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” sözü bir deyim. “Ne ekersen onu biçersin“ deyimi ile eşdeğerdedir. Gün gelir, tüm hesap ve beklentiler tersine dönebilir. Bugün hukuktan bahseden iktidar sahipleri, gün gelir yargılanan olurlar, gün gelir kendilerinin yarattığı hukuksuzluklara da maruz kalabilirler. Gün geldiğinde hukuk ve evrensel değerler akıllarına gelir. 17 Aralık 2013’te İstanbul merkezli büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı. Bu operasyonda, bakan çocukları, Halk Bankası müdürü gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 26’sı tutuklandı. Yapılan aramalarda, yatak odalarından fışkıran milyon dolarlar, çelik kasalar, para sayma makineleri, balya balya ayakkabı kutuları içerisinde paralar bulundu. Operasyonun yapılış şekli ve medyada ortaya dökülen bilgi ve belgeler sonucu,
AKP ve yandaşları evrensel hukuk kurallarını ve masumiyet karinesini hatırlamaya başladılar.
Masumiyet Karinesi Nedir? Masumiyet karinesi temel bir hukuk kuralıdır. Masumiyet karinesi (suçsuzluk karinesi) suç kesinleşmeyene kadar kişinin suçsuz olduğu anlamına gelir. Herkes, adil yargılamanın asgari gereklerini içeren bir yargılamayla hukuka göre mahkum olmadıkça ve oluncaya kadar, suçsuz sayılma ve buna göre muamele görme hakkına sahiptir. (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 11. madde) Masumiyet karinesi, sadece duruşmalarda ve kanıtların değerlendirilmesinde değil, ilk soruşturma aşamasında da uygulanmaktadır. Suçsuzluk karinesi, yargıçların bir davada önyargıda bulunmaktan sakınmalarını gerektirir. Bu aynı zamanda diğer kamu görevlileri-
T.C’de Masumiyet Karinesinin Pratik Uygulamaları AKP’nin 11 yıllık iktidarında, muhaliflere, devrimcilere, Kürt halkına, komünistlere karşı birçok operasyonlar yapıldı, yapılıyor. Bu operasyonlar yapılırken ve gece yarıları evlere baskın verilirken hukukun temel ilkeleri bir kenera koyuldu. Yapılan kimi operasyonlar ertesinde, RTE operasyonlar hakkında yorum yaptı ve masumiyet karinesini ihlal etti. Daha yargılama başlamadan, iddianeme hazırlanmadan, hüküm verilmeden medyada gözaltına alınanlar suçlu olarak teşhir edildi. T.C hukuk devleti değil, kanun devletidir. Kanun devleti, yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir modeldir. Kanun devleti duruma göre değiştirilen yasalara dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır. AKP hukuku, kanun devleti hukukudur. Devlet, millet, cemaat, vatan, ordu, bürokrasi, parti, şef, lider gibi varlıklar bireylerin mutlak anlamda üzerinde yer almaktadır. Yöneticilerin gücü devlet otoritesidir. Otoriteyi sağlam temele dayandırmak için ekonomik kaynaklara olduğu gibi kültürel ve sosyolojik kaynaklara da mutlak anlamda hükmetmek istiyorlar. Egemenler ile ezilenler arasındaki bağ korku ve zora dayandırılmıştır. AKP hükümetinin en fazla ürettiği değer kor-
kudur. Bir yandan iç ve dış düşman korkusu, diğer yandan iktidar gücünü kullanarak bir korku toplumu yaratılmak istenmektedir. En üstün değer devlettir, vatandır. Devlet hem hukukun yapıcısı, hem kaynağı hem de koruyucusudur. Recep Tayyip Erdoğan’ın beyanları, emirleri, buyrukları kanunlar için önemli bir referans olarak kabul edilmektedir. AKP hukukunda, yasaların amacı özgürleştirmek, temel hak ve özgürlükleri genişletmek ve koruma altına almak değil; devlete sorgulanamayan bir kutsallık atfetmek ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden topluma hâkim kılmaktır. Devletin dostları ve düşmanları vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb. Devlet, korku mitosundan beslendiği için kendi bekasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır. Sonuç olarak; uygulamaya bakıldığında, Türkiye’de uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. AKP iktidarına karşı mücadele edenler, başkaldıranlar „dış güçlerin“ uzantıları olarak değerlendirilmektedir. 17 Aralık 2013’te yapılan yolsuzluk operasyonunda, AKP, kendi bakanlarını vuran operasyon karşısında ‘masumiyet karinesi’ vurgusu yapıyor. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, masumiyet karinesini hatırladı. Bülent Arınç, gözaltına alınanların sabahın beşinde alınmasına içerlenmişti. AKP sözcülerine göre yargısız infaz yapılıyordu! Operasyondan haberlerinin olmamasına ve basından duymaları ağırlarına gidiyordu. İnsan başına gelince hukuksuzluğun ne olduğunu anlıyor galiba. Gezi direnişi olaylarında Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz öldürüldü. Gezi direnişçilerine polis Tomalarla saldırdı. Biber gazı kullanıldı. Plastik mermi sıkıldı, pencerelerden evlerin içine gaz atıldı. Devletin terör güçleri yeterli görülmediği için, elleri sopalı milisleri devreye sokuldu. Yabancı öğrenciler “ajan” iddiasıyla gözaltına alındı. Atılan Plastik mermiler sonucu insanlar gözlerini kaybetti. Biber gazı kapsülleriyle beyin travması geçirenler, testisleri parçalananlar
güncel
ne de uygulanmaktadır. Bu hak, kamu görevlilerinin, özellikle de savcı ve polislerin yargılama sonuçlanmadan önce sanık hakkında suçlu ya da suçsuz şeklinde açıklama yapmamaları anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda kamu görevlilerinin, medyanın davanın esası hakkında açıklamalar yapmak suretiyle davanın sonucunu etkileyecek haberler vermelerini önlemekle yükümlü oldukları anlamını taşımaktadır. Masumiyet karinesinin tanımında herkes hemfikirdir. Ama uygulamaya bakıldığında temel hukuk kuralı olan masumiyet karinesi bir kenera bırakılmaktadır.
Lice’de kalekolların gölgesinde yaşamak istemiyoruz diyen Medeni Yıldırım bir asker tarafından vurularak öldürüldü. Medeni ‘uyuşturucu satıcısı’ olarak gösterildi! Mahallelerini uyuşturucu ve kentsel talan mafyalarından korumak için uğraşırken öldürülen Hasan Ferit, çete içi hesaplaşmanın kurbanı olarak gösterildi.
21
güncel 22
oldu. Yakın mesafeden, hedef gözeterek yapılan atışlar yüzünden binlerce kişi yaralandı. Gaz kapsülü ile başından vurulan Berkin Elvan’ın komalık durumu devam ediyor. Polisin Gezi direnişçilerine uyguladığı vahşet hakkında, RTE, polise talimatı bizzat kendisinin verdiğini ve polisin destan yazdığını söylüyordu. AKP’nin 11 yıllık iktidarı döneminde yapılan hukusuzlukları, katliamları anlatmaya sayfalar yetmez, yetmiyor. Sadece birkaç örnek verelim: Uğur Kaymaz Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 21 Kasım 2004’te polisler tarafından evinin önünde vurularak öldürüldü. Uğur 12 yaşındaydı ve babası ile birlikte “azılı bir terörist” olarak damgalandı. Uğur Kaymaz ve babasını öldürmekten yargılanan 4 polis memuru, açılan dava sonucunda “meşru müdafaa” gerekçesi ile beraat ettirildi. Temyize giden beraat kararı, Yargıtay tarafından da onandı. Kararda “eylemin meşru müdafaa sınırları içinde kaldığı” vurgulandı. Uğur ve babasının katledilmesi ve sonrasında yaşanan, yaşatılan hukuk katliamı masumiyet karinesine uygunmuydu? AKP, Uğur’un davasında neden masumiyet karinesine vurgu yapmıyordu? 28 Aralık 2011 Roboski’de TSK’ye ait savaş uçaklarının bombalaması sonucu 34 Kürt katledildi. 34 insanın hayatına mal olan bombalama emrini kim verdi? T.C devleti, yargısıyla ve medyasıyla bir bütün olarak katliamın üstünü örtmeye çalıştı. Öyle ki, katliam savaş uçaklarınca yapılmamış olsaydı suç PKK’nin üstüne atılacaktı! Roboski katliamının aydınlatılması yerine üstü örtülmeye çalışıldı. Roboski katliamının peşini bırakmayanlar ve sorumluların yargılanmasını isteyenler aşağılandı. “Tazminatlarını verdik ” türü söylemlerle ailelerin gururları inciltildi. Kendi köyündeki mezarlara giderek katliamı bir kere daha protesto etmek isteyen ailelere bile acımasızca tazyikli su ve biber gazı sıkıldı. Roboski katliamının kimin emriyle uygulandığı, kime karşı hukuki yaptırım gerekeceği soruları yanıtsız kaldı.
Roboski’de katliam emrini verenler, 34 Kürt’ü param parça edenler, katliamın üstünü örtenler masumiyet karinesinden bahsedemez, bahsetmemelidir. Lice’de kalekolların gölgesinde yaşamak istemiyoruz diyen Medeni Yıldırım bir asker tarafından vurularak öldürüldü. Medeni ‘uyuşturucu satıcısı’ olarak gösterildi! Mahallelerini uyuşturucu ve kentsel talan mafyalarından korumak için uğraşırken öldürülen Hasan Ferit, çete içi hesaplaşmanın kurbanı olarak gösterildi. Hasan Ferit’in 3 gün cenazesinin kaldırılmasına izin verilmedi. ÇHD’li avukatlar Selçuk Kozağaçlı,Taylan Tanay ve arkadaşları sabahın beşinde yaka paça onlarca polisle gözaltına alınmıştı. Avukat olmalarına rağmen kötü muamele ve işkenceye maruz kaldılar. ÇHD avukatlarına yapılan baskını haklı göstermek için 11 çelik kapı yalanı uyduruldu. Tutuklanan dokuz avukat ancak bir yıl sonra mahkemeye çıkarıldı. Devrimcilere ve demokratlara yapılan tüm operasyonlar AKP tarafından desteklendi. Bu operasyonlarda yapılan hukuksuzluklar ve masumiyet karinesinin ihlal edilmesi AKP’nin umrunda değildi. AKP’li bakanların çocuklarına ve yandaşlarına yapılan operasyon sonrasında AKP’nin masumiyet karinesini hatırlaması sahtekarlıktır. Gülen cemaati ile AKP arasında iktidar kavgası yaşanıyor. 17 Aralık 2013’te başlatılan operasyon ile birlikte kılıçlar çekildi. İktidar kavgası başlayınca kirli çamaşırlar da ortaya serilmeye başlandı. İktidar savaşının kızışacağı ve önümüzdeki dönemde kimi gelişmelerin yaşanacağı anlaşılıyor. İktidar için kapışanlar ve AKP’nin iktidarının son bulması için kapıda bekleyenlerin birbirlerinden farkları yoktur. Bu köhnemiş ve kokuşmuş sistemin temelleri üzerinde yükselecek bir iktidarı istemiyoruz. Bizim alternatifimiz demokratik halk devrimidir. Bu devlet yıkılmalı ve yerine işçilerin-emekçilerin iktidarı kurulmalıdır. Görev, yeni bir toplum ve yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmektir. 27 Aralık 2013 ✓
HDP’nin Oluşum Süreci
12 Haziran 2011 seçimleri arifesinde, 17 siyasi parti ve örgütün içerisinde yer aldığı “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturulmuştu.12 Haziran 2011’de Türkiye’de genel seçimler yapıldı. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oylarını –daha önceki seç i m le rd e B D P ’n i n onunla birlikte hareket edenlerin oyuyla karşılaştırıldığında– oran olarak az da olsa artırdı. Millet vekili sayısı 22’den 3 6 ’ y a y ü k seld i. 12 Haziran 2011 seçimleri arifesinde oluşturulan bloğun kalıcı hale getirilmesi için Kongre Girişimi adı altında çalışmalara başlandı. Kongre Girişimi, 15-16 Ekim 2011‘de 820 delegenin katılımı ile Ankara‘da toplandı. İki gün süren ve Büyük Kongre olarak adlandırılan bu kongrede, Halkların Demokratik Kongresi’nin kuruluşu ilan edildi. Büyük Kongre’de birçok ka-
rarlar alındı. Kongrenin amaçları ve hedefleri maddeler halinde sıralandı. HDK programı kabul edildi. Kongre’de partileşme kararı da alındı. Halkların Demokratik Kongresi hakkında dergimizin 161-163. sayılarında tavır takındık. Bu yazımızda, HDK’nın bir bileşeni olan HDP üzerinde durmak istiyoruz. H D P , Ha l k la r ı n Demok ratik Kongresi içerisinde yer alan bir partidir. HDK, kongresinde seçilen Genel Meclis, H D P ’n i n kuruluş h a z ı r l ı klarını yürüttü. Genel Meclis Yür üt me Kurulu, 9 Ekim 2012’de yaptığı toplantıda partinin isminin Halkların Demokratik Partisi olmasına karar verdi. Halkların Demokratik Partisi’nin kurucu eş başkanları olarak Fatma Gök ve Yavuz Önen belirlendi. Ekim 2012’de HDP’nin kuruluş başvurusu Ankara’da yapıldı. HDK, 10-11 Kasım 2012‘de Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde, 2. Genel Kurulu’nu yaptı. HDK
halkların kardeşliği için
HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ (HDP) ÜZERİNE
✌
23
✌ halkların kardeşliği için
Genel Kurulu, yerel seçimlere tüm halk güçlerinin birliğinin sağlandığı Halkların Demokratik Partisi ile girmeyi hedeflediğini ilan etti. Partiye katılanlar ile katılmayanlar arasında bir ayrıcalık gözetilmemektedir. HDK bileşenlerinin partiye katılımı ve partinin işleyiş kurallarına ilişkin usul ve esaslar Genel Meclis’in önerisi ve HDK Genel Kurul kararıyla belirlendi. HDK ve meclislerin rolü aynen devam etmektedir. HDP, HDK içinde düşünülen bir yapıdır. HDP, HDK’nın bütün ilkelerini ve politik yaklaşımlarını benimsemektedir. HDP’nin yerel seçimlere, genel seçimlere, cumhurbaşkanlığı seçimine katılma sürecinde etkin olması karara bağlanmıştır. HDP ile HDK‘nın birbirinin alternatifi olmadığı, HDP’nin HDK içinde bir yapı olduğu ve işlevlerinin farklı olduğu belirtilmektedir. Kısaca HDP, HDK‘nın seçimlerdeki siyasal koludur. HDP‘ye katılan HDK bileşenlerinin kendi özgün faaliyetlerini sürdürmekte özgür oldukları vurgusu yapılmaktadır. Seçimlere katılma konusunda BDP’de mi HDP’de mi tartışmaları yürütüldü. Basına yansıyan haberlere göre, Öcalan’ın, Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan’a “gidin BDP milletvekillerinin HDK’ye ka tılmasını ve HDP çatısı altında seçime girilmesini tartışın” dediği öne sürüldü. 9 Eylül 2013’te HDK bileşenleri, İstanbul’da Cezayir Restoran Toplantı Salonu’nda düzenlenen basın toplantısında, 30 Mart 2014’te yapılacak yerel seçimlere Türkiye’de HDP, Kuzey Kürdistan’da ise BDP ile gireceklerini duyurdu. Toplantıda HDP adına açıklama yapan HDK Yürütme Kurulu üyesi Betül Çobanoğlu, HDK olarak başlattıkları seçim stratejisi tartışmalarının sonuçlandırdıklarını belirterek, “Yerel seçimlerde bölgede
BDP, batıda HDP ile giriyoruz. HDP ve BDP, politik iddiamızı hayata geçireceğimiz ortak adreslerimizdir. Her iki partinin elde edeceği başarı, toplam başarımız ve ortak kazanımlarımız olacaktır” dedi. Halkların Demokratik Partisi Eş Genel Başkanı Yavuz Önen, “Yerel seçimlere BDP ile giriyoruz ama genel seçimde bu olmayacak. Genel seçimlere tek parti ile gireceğiz ve bu parti HDP olacak. BDP, genel seçimlerde aday göstermeyecek, bütün milletvekili adayları HDP’den olacak” açıklamasını
24
yaptı. 31 Ekim 2013’te BDP Grubu Başkanvekili İdris Baluken yaptığı açıklamada, yerel seçimlerden sonra BDP grubunun partiden istifa ederek HDP’ye geçeceğini açıkladı. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere HDP ile girileceği anlaşılmaktadır. 27 Ekim 2013‘te HDP’nin “Büyük Kongre” olarak nitelediği 1. Olağanüstü Kongresi Ankara’da yapıldı.
HDP kongresine davet edilen RecepTayyip Erdoğan, kongreye telgrafla mesaj gönderdi. Kongreye mesaj gönderen diğer bir isim de Abdullah Öcalan’dı. Öcalan mesajında, „71 devrimciliği devlete isyan devrim-
ciliğiydi. 40 yıldan sonra devletle müzakere önemlidir. Zira devrimci mücadeleler ancak nitelikli müzakerelerle kalıcı insanlık barışına dönüşebilir“ tespitini yapıyordu. „Kalıcı barış“ın sistemle uzlaşarak, sistemin temellerine dokunmadan sistem içerisinde olabileceğini savunan Öcalan’ın 71 devrimciliğine gönderme de bulunması ilginçtir. Türk burjuvazisine vaatler sunan Öcalan’ın Mahir Çayan’ın mirasçısı olduğunu söylemesi ilginçtir ve en azından açık reformist konumda olan bugünkü PKK çizgisinin Mahir ile birleştirilmesi ona haksızlıktır. Öcalan’ın çizgisi hakkında dergimizin önceki sayılarında tavır takındığımız için, burada bir kez daha Öcalan’ın görüşlerini irdelemeyi gerekli görmüyoruz. Konumuza geri dönelim. HDP 1. Olağa-
nüstü Kongresi’nde parti eş genel başkanlığına Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü seçildi. Buraya kadar HDP’nin oluşum sürecini anlattık. Dergimizin 161. sayısında Halkların Demokratik Kongresi’nin programı ve tüzüğü hakkında değerlendirmelerimizi yazmıştık. HDK’ya yönelttiğimiz eleştiriler HDP için de geçerlidir. HDP’nin „Kuruluş Programı“ hakkında da söylenmesi gerekenler var.
HDP’nin Kuruluş Programı Üzerine HDP programında öne sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Reform talepleri ile devrim talepleri yan yana sıralanmıştır. Yanlış olan mevcut sistem içerisinde gerçekleşmesi mümkün görülmeyen kimi taleplerin de gerçekleşebileceği anlayışının propagandasıdır. Reform, kurulu düzen içerisinde sistemin özüne dokunulmadan yapılan kimi değişikliklerdir. Elbette devrimciler/komünistler, mevcut sistem içerisinde kazanımların elde edilmesi için çalışır, mücadele yürütür. Kazanımların elde edilmesi, işçilerin-emekçilerin mücadele ve örgütlenme koşullarının iyileştirilmesine yarar. Komünistler, reform/ devrim ilişkisini doğru olarak ele alır. Burjuva sistem içerisinde elde edilen kazanımların her an geri alınabileceğini ve kazanımların kalıcı hale gelmesi için köhnemiş sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Reformistler için belirleyici olan nihai amaç değil, mevcut sömürü sistemi içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi için mücadeledir. Burjuva devleti dönüştürerek, yani reforme ederek işçi-emekçi kitlelerin yaşam koşullarının düzeltileceğini iddia
birleştirirler. Devam edelim: „Partimiz, yoksulluğun ve sefaletin olmadığı, ada letin, eşitliğin ve özgürlüğün yaşam bulduğu, bütün sorunların serbestçe tartışıldığı, kimsenin inanç sal ve etnik kimliğini gizlemediği, kimseye bu tür kimliklerin zorla dayatılmadığı, tarihiyle ve bütün komşularıyla barışık, özgür ve demokratik bir ülke hedefinin güncelliğini tespit ederek; emek, etnik ve dini kimlikler, kadın, cinsel yönelim ve cinsiyet kim liği, çevre ve doğal kaynaklar konusunda her tür ayrımcılık ve sömürüye karşı olan her birey ve ör gütün, halkın kendi demokratik yönetimini kur masını sağlamak üzere biraraya gelmesini hedefler. Partimiz, her ulustan, her dilden, kültürden ve inanç tan Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin, üretici köylüle rin, küçük esnafın, emeklilerin, kadınların, gençlerin, aydınların, sanatçıların, LGBT bireylerin, engellile rin, ezilen ve sömürülen tüm halk güçlerinin arzula dığı amaca varmak üzere güçlerini birleştirdikleri ve demokratik halk iktidarına/yönetimine yürüyenlerin partisidir.“(…) „Partimiz, bu mücadeleleri politik bir eksende birleş tirir, yükseltir ve demokratik halk iktidarını hedefler. Demokratik halk iktidarı, halk meclisleri temelinde örgütlenir, halkın söz ve karar süreçlerine doğrudan katılımını sağlar.“ Burada ileri sürülen talepler doğru taleplerdir. Doğru taleplerdir ama reform talepleri ile bu sistem yıkılmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan kimi talepler birbirine karıştırılarak, bir ayrım yapılmadan yan yana, arka arkaya konmuştur. HDP, T.C. sistemi içerisinde, bir yandan seçimlere katılarak, diğer yandan sistem içinde sisteme paralel oluşturulacak halk meclisleri üzerinden iktidara gelmeyi hedeflemektedir. T.C. devleti emperyalizme bağımlı orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülkedir. T.C. kurulduğundan bu yana faşizm yönetim biçimidir. Son yıllarda faşizm çözülme süreci içerisine girmesine rağmen, andaki yönetim biçimi faşizmdir. AKP faşist devlet aygıtını devralmış ve andaki durumda faşizmi uygulamaktadır. Ülkelerimizde, devrim aşaması anti-emperyalist, demokratik halk devrimi aşamasıdır. Demokratik devrim şimdiye kadar tamamlanmamış, demokratik devrimin bir dizi temel görevi çözülmemiştir. Demokratik devrimin görevleri; emperyalizme bağımlılığa son vermek, feodalizmin kalıntılarını tasfiye etmek, ulusal sorunu çözmek, faşist devlet iktidarını yıkarak gerçek demokrasiyi sağlamak, kadınların kurtuluşunun yolunu açmaktır. Demokratik
✌ halkların kardeşliği için
eden siyasal anlayışın adı reformizmdir. Günlük iktisadi ve siyasi mücadele ile nihai amaç arasındaki bağ koparıldığı takdirde reformizme savrulmak kaçınılmazdır. HDP‘nin tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler için yürütülen mücadeleyi, faşist T.C devletinin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılmamaları ve bu hedefle bütünleştirmemeleridir. Komünistler için ilk hedef demokratik halk iktidarıdır. Reformlar için mücadele bu ilk hedefe varmanın bir aracıdır. HDP’nin bileşeni partiler içinde, kendine‚ sosyalist/ komünist diyen kimi partiler, gruplar ve kişiler yer alıyor. HDP’nin programında “sosyalizm/devrim“ kavramları hiç kullanılmıyor. Kapitalist sisteme, emperyalizme, onların kurumlarına karşı mücadelede, direniş partisi olarak kendilerini tanımlıyorlar. Devrim taleplerinin nasıl gerçekleştirileceği konusunda HDP’nin programı yanıt vermiyor. HDP programında yazılanlar şöyle: „Üzerinde yaşadığımız ve tüm sömürü aygıtıyla bir likte, inkârın, baskının, asimilasyonun egemen oldu ğu topraklarda ise emek mücadelesinin önündeki tüm engellerin kaldırıldığı, halkların ve inançların özgür olduğu, kadın erkek eşitliğinin yaşandığı demokra tik bir halk iktidarını hedefler. “Etnik kimliği, kültü rü, dili ve diniyle tek tip Türk milleti” dayatmalarına karşı çoğul, farklılıkların eşit ve gönüllü beraberliğine dayalı bir toplumsal yaşamı; özgürlükçü ve demokra tik bir Türkiye hedefini savunur.“ Burada yazılanlar içerisinde HDP’nin „demokratik bir halk iktidarını“ hedeflediğini okuyoruz. „Demokratik halk iktidarı“ hedefine nasıl varılacaktır? Bu sorunun cevabı programda yoktur. Çünkü HDP’nin devrim diye bir sorunu yoktur. Amaç „demokratik bir halk iktidarı“nın kurulması ise, bunun hangi yolla olacağının da açık olarak yazılması gerekir. Burjuva sistem sömürü aygıtıyla donanmıştır. Emek mücadelesinin önündeki tüm engeller, halkların gerçek anlamda özgürlüğü bu sistemde mümkün değildir. Gerçek anlamda kadın erkek eşitliğinin sağlanması ve erkek egemen sistemin ortadan kaldırılması devrimi gerektirir. Sömürünün ortadan kaldırılması, insanın insana kulluğunun sona erdirileceği söylemleri de bunların ancak proleter devrim ile gerçekleşebileceği söylenmedikçe, bilinçlerin karartılmasına hizmet eder. Köhnemiş bu sistemin temelleri üzerinde yukarda sayılan sorunların hiçbiri çözülemez. Devrimciler, komünistler sistemin kötü yanlarını düzeltme, işçilerin, emekçilerin daha iyi şartlarda yaşama mücadelesini reddetmeden, bu mücadeleyi sistemi yıkma mücadelesi ile
25
✌ halkların kardeşliği için 26
devrim işçi-köylü temel ittifakı temelinde, Komünist Parti’nin önderliği ve proletaryanın hegomonyası altında, faşist diktatörlüğü yıkacak, emperyalizmden bağımlılığı ve feodalizmin kalıntılarının tasfiyesini gerçekleştirecek, ulusal baskıyı ortadan kaldıracak, ulusal sorunu, en başta da Kürt sorununu çözecek, işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır. Halk iktidarının kurulmasının yolu budur. Demokratik devrim aynı zamanda sosyalizme giden yolu da açacaktır. İşçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü şartlarında sürdürülecek sınıf savaşıyla, proletarya diktatörlüğü kurulacak, proletarya diktatörlüğü altında sosyalizm inşa edilecek, bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” yazılı olan komünist topluma yürünecektir. Faşist diktatörlük ancak işçilerin-köylülerin, tüm emekçilerin silahlı devrimi ile yıkılabilir. Bu olmadan T.C. sistemi içerisinde, seçimlerle iktidara gelerek gerçek anlamda halkın iktidarı kurulamaz. Ülkelerimizde dört yılda bir parlamento seçimleri yapılmaktadır. Egemen sınıflar, bu seçimlerde halka hangi burjuva partisinin halkı parlamentoda “temsil edeceği” ve ezeceği sorusunu sormakta, gerçekte bunun için halkoyuna başvurmaktadır. Burjuva parlamentosu, hangi biçimde olursa olsun hâkim sınıfların, faşist devlet düzenini ayakta tutmanın bir aracıdır. Komünistlerin sosyalizm mücadelesinde hedefleri burjuva parlamentarizmine bir bütün olarak son vermektir. Elbette komünistler, burjuva parlamentosunu bir kürsü olarak kullanma taktiğini savunurlar. Komünistler, parlamentoyu devrim mücadelesi için bir kürsü olarak kullanırlar. Komünistler esas hedefe varmak için, bizzat parlamentonun dağıtılmasını kolaylaştırmak için mücadele ederler. HDP, parlamentoyu kürsü olarak kullanma adına, parlamentarizmin sınırları içinde hareket etmekle kendini sınırlamaktadır. Bu sistemde gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerin, gerçekleşebileceğini iddia ederek kitlelere yanlış bilinç verilmektedir. Bu tavır, düzenin değiştirilmesine değil, sürmesine hizmet eden reformizmdir. HDP programında şunlar yazılıyor: „İşçi ve emekçilerin yaşadıkları sömürü koşullarını, halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşaya bileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya gel diğimiz günden bu yana sürdürdüğümüz mücadeleyi, tüm siyasal süreçlere de müdahale edebilecek siyasi partiyle zenginleştiriyoruz, güçlendiriyoruz.“ Neymiş? HDP sömürü koşullarını ortadan kaldıracakmış! İn-
sanca yaşanabilinen ve barış içerisinde bir Türkiye kurulacakmış! Nasıl yapılacak bu? Bir cephe partisi kurulmuş, güçler birleştirilmiş ve iktidara geldiklerinde programda yazılanları hayata geçireceklermiş! HDK programını irdelediğimiz 161. sayımızda şöyle yazmıştık: „Sömürü nasıl ortadan kaldırılacak? İnsanın insana kulluğuna nasıl son verilecek? İşçi sınıfı, sömürücü sınıflara karşı sömürülenleri kendi etrafında birleştirerek; sömürücülerin iktidarını yıkar. Yıkılan iktidarın yerine kimi ülkelerde önce halk diktatörlüğü, sonra sınıf mücadelesi yoluyla devrim ilerletilerek proletarya diktatörlüğü iktidarı kurulur. Proletarya diktatörlüğünün kurulması demek, proletaryanın siyasi iktidarının kurulması demektir. Proletarya iktidarı ele geçirdiği andan itibaren üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti adım adım kaldırır ve yerine sosyalist mülkiyeti adım adım kurar. Yani burjuvazinin mülkü elinden çeşitli yollarla alınır, yerine kamu mülkiyeti kurulur. Burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesi, sosyalizmin temel hedefidir. Sosyalist mülkiyetin hâkimiyetinin kurulduğu an, insanın insan tarafından sömürülmesinin imkânlarının ortadan kaldırıldığı andır. Ülkelerimizde faşist devlet yıkılmadan, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin yerine sosyalist mülkiyet kurulmadan, sömürü ortadan kaldırılamaz. İnsanın insana kulluğuna son verilemez. Sömürü ve insanın insana kulluğuna son vermenin yolu budur.” (YDİ Çağrı, sayı 161, sf. 19) Sömürü koşulları, halklar üzerindeki her türlü baskıyı kaldırmanın ve insanca yaşamanın yolu budur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet var olduğu sürece, sömürü ortadan kaldırılamaz. Devam edelim. Şöyle yazılıyor programda: „Partimiz, mevcut merkeziyetçi, otoriter, anti-de mokratik siyasal sisteme/düzene itirazı olanların gücü nü açığa çıkarmayı ve bu gücü örgütleyerek, demokra tik ve özgürlükçü bir siyasal düzen yaratmayı amaçlar. Bürokratik merkeziyetçi ve hantal yapıyı köklü biçim de değiştirmeyi, halkın yerelde karar alma ve uygula ma süreçlerine en geniş katılımını sağlamayı amaçlar ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği siyasi ve idari modellerin gerçekleşmesini hedefler.“ Yazımızın akışı içerisinde, HDP programında ortaya konulan görüşlerin ve tespit edilen taleplerin büyük çoğunluğunun doğru olduğunu tespit ettik. HDP’nin yanlışı kurulu sistem içerisinde, gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerin programa yazılmasıdır. Eğer bu talepler programa yazılacaksa, o
HDP Kürt Sorunu İçin Nasıl Bir Çözüm Öneriyor? HDP’nin programı HDK programının kopyasıdır. HDP programında yazılanlar şöyle: “Kürt halkının istediği gibi yaşayabilme hakkını savu nan ve bunu ilkesel yaklaşım çerçevesinde değerlendi ren Partimiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, ba rışçı, demokratik, eşit haklara ve gönüllü birliğe dayalı çözümünü savunur ve bunun için mücadele eder. Emekçilerin ve halkların eşit ve özgür yaşadığı bir Cumhuriyete ulaşmak için, Kürt halkının demokratik özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendiren Partimiz, Türkiye’nin demokratikleşmesinde ve halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağı gerçeğinden hare ketle, demokratik özerkliğin yaşam bulması için mü cadele eder.“ Kürt halkının istediği gibi yaşayabilme hakkı savunuluyor. Kürt halkının istediği gibi yaşayabilmesinin ön şartı var olan zoraki birliğin ortadan kaldırıl-
masıdır. Kürt halkının gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, zoraki birliklerin parçalanmasıdır. Gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, uluslar arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Kürtlerin birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olmalıdır. Birlikte yaşamda, hiçbir ulusa, hiçbir dile imtiyaz hakkı yoktur, olmamalıdır. Birlikte yaşamda, hiçbir ulusal azınlığa sınırlama getirilemez. Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar vereceklerdir. Birlikte yaşam, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vereceği bir sistemdir. Birlikte yaşam, her milliyetin kendi dilinde konuşma, eğitim yapma ve bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkının sağlanmasıdır. Burada saydığımız kimi ilkelerin pratiğe geçirilmesi bu sistemde mümkün değildir. Kürt sorununun gerçek çözümü, Demokratik Halk Devrimi ve onun devamında sosyalizmin zaferine bağlıdır. “Emekçilerin ve halkların eşit ve özgür yaşadığı bir Cumhuriyete ulaşmak için, Kürt halkının demokratik özerklik kararı” için mücadele edilecekmiş! Demokratik özerklik adı altında istenen şey aslında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların elde edilmesidir. Demokratik Özerklik, sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler veya eyaletler kültürel işlerle meşgul olurken, merkezi otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir. Türkiye’de Demokratik Özerklik talebi demokratik bir taleptir. Demokratik özerklik, düne göre ileri bir adım olmasına rağmen, ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü değildir. Bu talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Kürt halkı için tek çözümün demokratik özerklik olduğunun söylenmesi, gerçek kurtuluşun reformizm uğruna heba edilmesidir. Kürt sorununun düğüm noktası, ayrı devlet kurma hakkına sahip olup olmadığıdır. Kürt sorunuyla ilgili diğer tüm sorunlar bu hakkın varlığına, yokluğuna bağlı ele alınacak sorunlardır. Eğer Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı elinden alınmışsa, bu hakkını özgür iradesiyle, özgür koşullarda kullanamıyorsa, Kürt sorunu çözülmemiş bir sorun olarak kalır. Kürt sorununun gerçek çözümü ancak tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. Tam hak eşitliğinin sağlanıp sağlanmadığının temel ölçütlerinden biri de örneğin hiçbir ulusun diğer ulus ve milliyetler karşısında her-
✌ halkların kardeşliği için
zaman bu taleplerin devrimle gerçekleştirilebileceği de yazılmak zorundadır. Sisteme itirazı olan güçlerin açığa çıkarılması ve hak arama mücadelesi içerisinde örgütlenmesi doğrudur. „demokratik ve özgürlükçü bir siyasal düzen” bu sistem içerisinde gerçekleştirilemez. Bürokratik hantal yapı ve devlet aygıtı parlamenter yolla değiştirilemez. Köklü değişim ve halkın gerçek iktidarı, T.C. sistemi içerisinde kurulamaz. T.C.’de yürütülen mücadele ile kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Biz demokrasiye, doğrudan demokrasi unsurlarının katılması için de bu sistemde mücadele ederiz, etmeliyiz. Kimi kazanımlar için mücadelenin yürütülmesi ve kazanımlar elde edilmesi, faşist T.C. devletinin yıkılacağı anlamına gelmez. Tabii ki yürütülen mücadele ile kazanımlar elde edilebilinir, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü önündeki kimi engeller kaldırılabilinir. Özgürlükler alanının sınırları genişletilebilinir. Tüm bu kazanımların elde edilmesinde belirleyici olan mücadeledir. Komünistlerin/devrimcilerin görevi, örgütlenme ve düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişletmek için mücadele yürütürken, gerçek demokrasinin işçilerin emekçilerin iktidarında olduğunun propagandasıdır. HDP ise, düzenin temellerine dokunmadan, sistem içerisinde köklü değişimlerin yapılacağını ve halkın iktidarının kurulacağını iddia ediyor. Bunun adı reformizmdir.
27
✌ halkların kardeşliği için
hangi bir imtiyaza sahip olmamasıdır. Demokratik özerklik, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkına sahip olduğu, bu hakkı özgür iradesiyle ve özgür koşullarda kullandığı; kendisinin nasıl yaşayacağına karar verdiği yerde önemlidir. Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki eşitsizliğin sürdüğü koşullarda, Kürt halkının mücadelesi sonucu Türk hâkim sınıflarının zorunlu kalarak Kürt ulusuna özerklik tanıması, Kürt sorunun belli bir çözümüdür ama gerçek çözüm değildir. Kürt sorunun gerçek çözümü bir devrim sorunudur.
HDP Tüzüğü HDP’nin tüzüğü de HDK tüzüğünün bir versiyonudur. Tüzükte önce parti tanımı yapılmakta ve partinin amaçları açıklanmaktadır. Parti programında tespit edilen hedefler bir kez daha tüzüğe yazılmıştır. HDK’yı değerlendiren yazımızda, tüzük hakkında görüşlerimizi belirtmiştik. HDP tüzüğünün 14. maddesi şöyledir: „Genel Başkan, Parti Meclisi asil üyeleri, Merkez Disiplin Kurulu asil üyeleri ve üyeliği devam eden parti kurucuları ile partili milletvekilleri, bakanlar, partili büyükşehir ve il belediye başkanları ile il ge nel meclis başkanları Kongre’nin doğal delegeleridir. Parti kurucularının sayısı, Genel Kongre’nin seçilmiş delegelerinin yüzde on beşinden çoksa, kurucular aralarında toplanarak, bu oranı sağlamak üzere, de legelerini seçerler. Genel Kongre’nin doğal delegeleri İl Kongreleri’nde ayrıca Genel Kongre delegesi olarak seçilemezler.“ HDP programında bir çok kez, „eşitlik, adalet“ kavramları kullanılmaktadır. HDP’ye önerimiz, öncelikle eşitliği ve adaleti kendi içlerinde sağlamalarıdır. Gerçek demokrasi isteyenler, ayrıcalıklara karşı mücadele etmek zorundadır. İçinde yaşadığımız sistem ayrıcalıklar ve imtiyazlar üzerinden beslenmektedir. Doğal delegelerin listesi oldukça kabarıktır. Doğal delege diye adlandırılanların, delege seçimlerine tabi tutulmamaları ayrımcılıktır. Sisteme muhalif olarak ortaya çıkanların ayrımcı uygulamalardan vazgeçmesi gerekir. Ayrımcılığın ve imtiyazların başladığı yerde eşitlikten sözedilemez. Ayrımcılık reddedilmelidir.
Sonuç
28
HDP programı reformist bir programdır. BDP’nin çizgisi HDP’ye yön vermektedir. Reform talepleri ile devrim talepleri yan yana sıralanmıştır. HDP iktidara
geldiğinde, programına yazdığı tüm talepleri gerçekleştireceğini savunmaktadır. HDP programında bir
takım doğruları yazmak yetmiyor. Önemli olan bunların nasıl gerçekleştirileceğidir. Bu konuda programda tavır yoktur. Kimi doğru tespitler reformizmin üzerine geçirilmiş incir yaprağı görevini görmektedir. Bu durum da reformizmi gizleyememektedir. Güçlerin birleştirilmesi ve halk iktidarının HDP önderliğinde kurulacağı hedefleniyor. Oysa böyle bir parti veya cephe — adı ne olursa olsun — demokratik devrim süreci içerisinde, ancak Komünist Partisi’nin önderliği altında, devrimden menfaatleri olan sınıf ve katmanların cepheye katılması ile oluşur. KP’nin önderliği olmadan oluşan cephe, demokratik devrimin cephesi değil, küçük-burjuva devrimcilerinin cephesidir. Biz YDİ Çağrı dergisi olarak, HDP bileşenleri içerisinde yer almadık. HDP bileşeni olmamamızın iki temel nedeni var. HDP programı devrimci değil, reformist bir programdır. Bundan da önemlisi HDP içerisinde gerçek anlamda demokrasi, bileşenlerin gerçek anlamda bağımsızlığı, ajitasyon ve propaganda özgürlüğü yoktur. HDP içinde, kamuoyu önünde açık ideolojik mücadeleye izin verilmemektedir. Biz kamuoyu önünde açık mücadeleden, doğru/yanlışın mücadelesinin açık yürütülmesinden yanayız. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü, HDP somutunda sadece HDP bileşenlerinin kendi örgütsel yapılarını korumak ve kendi propagandalarını yapması değildir. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü, HDP bileşenlerinin birbirlerini de kamuoyu önünde açıkça eleştirme hakkının da olması demektir. HDP’nin temel metinlerinde, bununla ilgili bir açıklama yoktur. HDP bileşeni olmamamız, HDP ile ve içersinde çalışmayacağımız anlamına gelmez, gelmemelidir. HDP bugün sonuçta Türkiye ve Kuzey Kürdistan‘da burjuva demokrasisi yönünde gerçek anlamda reformları savunan ve ciddi bir desteğe sahip olan tek legal partidir. Gücümüz oranında, HDP’nin eylemlerine katılır ve doğru görüşlerin mücadelesini yürütürüz. Ülkelerimizin demokratikleştirilmesi, gerçek demokrasinin sağlanması, zoraki birlikteliğin dağıtılması, hâkim sınıfların iktidarına son verilmesi devrimi gerektirir. Köhnemiş sistemin yıkıntıları üzerinde şekillenen, yamalanan bir sistem istemiyoruz. Biz başka bir dünya istiyoruz ve bunun için mücadele ediyoruz. Reformlar için yürüttüğümüz her mücadele, bu mücadelenin bir parçası ve ona bağlı olarak, bu mücadeleyi ilerletmek için yürütülmek zorundadır. REFORMLAR İÇİN MÜCADALEYE EVET! REFORMİZME HAYIR! 08. 12. 2013 ✓
30 Ekim 2013
Rojava’daki mücadeleyle dayanışma kampanyası için çağrı
✌ halkların kardeşliği için
ICOR Devrimci Partiler ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu
Her türlü emperyalist saldırganlığa karşı – Rojava (Kuzey Suriye’deki Batı Kürdistan)’da kurtuluşun yolunu ve demokratik inisiyatifi savunalım
“
İki seneden fazla bir zamandır Suriye’nin geniş ke simlerinde silahlı mücadeleler devam etmektedir. Arap ülkelerinde halk ayaklanmalarının başlattığı öz gürlük, insan hakları ve 1963’ten bu yana devam eden sıkı yönetimin kaldırılması hareketinden kısa zaman da askeri bir çatışma doğdu. Suriye’deki savaşta Rus ya, Çin ve İran’ın desteklediği Baas-Rejimi ile Batılı emperyalistlerin, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın desteklediği “Özgür Suriye Ordusu” gibi çeteler ve pa ralı askerler karşı karşıyadır. Bu emperyalist temsilci savaşında iki sene içinde 100 binden fazla insan öldü.” (İCOR’un 23 Haziran 2013 tarihli Avrupa Kıtasal Konferansı Bildirgesi). Bugünlerde ABD-emperyalizmi, İngiltere ve Fransa, NATO vasıtasıyla Suriye’de yeni bir savaş saldırganlığına hazırlanıyorlar. Geride bıraktığımız günlerde gerçekleşen kimyasal silahların kullanıldığı gaddarca savaş caniliği ABD için sadece bir bahanedir. Bizzat ABD-emperyalizmi en korkunç silahları ve aynı zamanda kendi savaş propagandası için yalanları da kullanmakta hiçbir sakınca görmemiştir. Bununla ilgili olarak İCOR’un çağrısı şöyledir: ABD ve NATO Suriye’den elinizi çekin!
Tüm kimyasal silahlar yasaklansın ve imha edilsin! Her türlü sömürgeci ve emperyalist saldırganlığa karşı mücadele! Rojava’dan elinizi çekin! Halk kitlelerinin antiemperyalist ve devrimci kurtuluş mücadelesiyle dayanışma! İCOR bildirgesinde devamla şunlar söyleniyor: “ Buna paralel olarak ülkenin kuzeyinde, Batı Kürdistan (Rojava)’da Kürt özgürlük hareketi ayaklandı, Suriye’deki Kürt bölgelerini kurtardı ve siyasi, toplumsal, ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda özyönetim yapılarını inşa etmeye başladı. Batı Kürdistanlı Halk Savunma Güçleri bu kazanımları düzenli Suriye Ordusu’nun askeri saldırılarına ve özellikle Türkiye’nin teşvikiyle Kürt bölgesine sızmaya çalışan silahlı çetelere karşı savunmaktadır. İCOR, Rojava’da halkın kendi demokratik özerkliği ve öz-yönetimi için mücadelesiyle ve onun ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesiyle dayanışma içindedir. Suriye’ye her türlü emperyalist müdahaleyi ve bölgenin gerici devletlerinin müdahalesini mahkûm etmektedir ve Suriye halklarının, kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkını; böylece bununla kendi gelecekleri hakkında bizzat kendilerinin ka-
29
✌ halkların kardeşliği için 30
İCOR, Rojava’da halkın kendi demokratik özerkliği ve öz-yönetimi için mücadelesiyle ve onun ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesiyle dayanışma içindedir. Suriye’ye her türlü emperyalist müdahaleyi ve bölgenin gerici devletlerinin müdahalesini mahkûm etmektedir... rar verebilmelerini savunmakta ve Rojava’ya karşı uygulanan ambargonun derhal kaldırılmasını talep etmektedir.” İCOR-Avrupa’nın üye örgütü AMLP’nin bir açıklamasında şunlar deniyor: “Bu öz-yönetim bünyelerinin inşa edilmesinden bu yana Rojava’da halk, hem Suriye-rejimi ordusunun ve hem de Türkiye’den gelerek eylem yapan çeteler ve paralı askerlerin, bunların başında El Nusra (El Kaide’nin bir türevi) çetesi olmak üzere, gittikçe artan saldırılarına maruz kaldı. Burada sadece Kürt kentlerine ve köylerine tanklarla, havan toplarıyla ve yüzlerce silahlı savaşçılarla yapılan alçakça saldırılar değil, aynı zamanda halkı baskı altına almak için sivil insanları kaçırmak da söz konusudur. Şu anda yüzlerce insan, her şeyden önce kadınlar ve çocuklar zorba çetelerin elindedir. Satın alınmış çeteler ve Kürt Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasında her gün çatışmalar olmaktadır. Çatışmaların yanı sıra her şeyden önce çok yönlü ambargo ile Kürt öz-yönetimi teslimiyete zorlanmaktadır ki, bundan en çok Rojava halkı zarar görmektedir. Güney-(Irak) ve Kuzey Kürdistan (Türkiye) sınırları demokratik özerklik yapılarının inşa edilmesinden beri kapanmıştır. (…) Suriye tarafından da Kürt bölgesine en gerekli malzemelerin temin edilmesinin hemen hemen hiç olanakları yoktur. Tüm bu saldırılara ve engellemelere karşın Rojava halkı, başlattıkları demokratik özerklik ve öz-yönetim yolunda ilerlemek ve kazanımlarını savunmakta kararlıdır.” Her türlü sömürgeci ve emperyalist saldırganlığa karşı çıkalım! Rojava’daki demokratik özerkliği savunalım! Bütün antiemperyalistleri, ilerici ve devrimci insanları, örgütleri ve partileri Rojava için dayanışma
kampanyasına katılmaya ve bunu kendi eylemleriyle ve düşünceleriyle ileriye taşımaya ve büyütmeye çağırıyoruz. Bizim pratikteki dayanışmamız Batı Kürdistan halkına onun kurtuluş yolunda bir dayanak olmak durumundadır. • Mitingler, gösteriler, protesto eylemleri örgütleyin! • Rojava’daki durum üzerine toplantılar ve paneller düzenleyerek bilgilendirin! • Bağış toplayın! İlaçlara da gereksinim vardır. İCOR partileri ve örgütleri çeşitli ülkelerde toplama yerleri oluşturacaktır. • Dayanışma kampanyasının güncel haberleri ve Rojava’daki durum hakkında bilgiler için İCOR Web sayfasını kullanın! - www.icor.info Rojava yalnız değildir! Uluslararası dayanışma ambargoyu kıracaktır! Bütün ülkelerin proleterleri birleşin! Bütün ülkelerin proleterleri ve ezilen halklar birleşin! Yaşasın Uluslararası Dayanışma! Aşağıdaki ilaçlara acilen ihtiyaç vardır: Antibiyotikler (Örneğin: Amoxicillin, Metronidazol, Clarithromycin), Antidota Dezenfeksiyon ilaçları, ishale karşı ilaçlar İnfusyon, tuz solüsyonu, kan yerine İbuprofin, Salbutamol, Ramipril Diclofenac, Metoclopramid, Ranitidin, Amlodipin, Metformin İlk yardım çantası Yara ve sargı malzemeleri Steril Eldivenler Kan transfüzyon takımları / sistemleri Dayanıklı bebek yiyeceği Banka Hesap Numaraları: Heyva Sor a Kurdistanê Solidarität International Schäferstr. 4 / Niederkassel - Grabenstr. 89- 47057 Duisburg / Almanya Bankanın Adı: Kreissparkasse Köln Bankanın Adı: Frankfurter Volksbank Bankanın Adı: Neumarkt:18/24 / Hesap-No: 6100 800 576 Almanya IBAN: DE 49 370 502 99 000 40 10 481 Bankleitzahl: 501 900 00 BIC / SWIFT Nummer: COKSDE 33 Kodu: “ICOR ROJAVA” Kodu: “ICOR ROJAVA” Email: coordinationint@yahoo.co.uk Website: www.icor.info ✓
KADINLARIN CAN GÜVENLİĞİNİN SAĞLANMASI DEVLETİN GÖREVİDİR! K
adınlara yönelik erkek şiddetinin boyutları hakkında fazla söz sarfetmeye gerek yok. Durumun vahimliği herkesin gözü önünde. Gün geçmiyor ki, bir kadın eski kocasının-sevgilisinin vs. vahşi saldırısıyla öldürülmesin. Kadınların can güvenliğinin sağlanması sözkonusu olan. Ve bu devletin en temel görevlerinden biri. Ancak bu kadar da değil. Şiddete maruz kadınların korunması ve onlara şiddet ortamlarından bağımsız bir yaşam kurmada psiko-sosyal-ekonomik-hukuksal desteğin verilmesi de devletin görevi. Devletin bu görevini yerine getirip getirmediği de izlenmek ve talepler ileri sürülmek zorunda. Demokrasi mücadelesine soyunmuş her bireyin ve örgütün bu konuda kendi payına düşeni de yerine getirmesi gerek. Ülkelerimizde kadına yönelik şiddet bağlamında devletin bütün yamukluklarının üstüne gitmeye çalışan, bu konuyu ve taleplerini gündemde tutmaya
yeni kadın dünyası
Erkek Şiddetine Hayır!
çalışan az sayıda bağımsız kadın örgütleri var. Sorunun gerçekten de peşini izliyor, yapılması gerekenleri yapmaya çalışıyorlar. Bu anlamda kadına yönelik şiddetin önlenmesi mücadelesinin öncülüğünü az sayıdaki bu bağımsız kadın örgütleri yürütüyorlar. Ancak şurası açık, bu alanda çok daha fazla şey yapılmak zorundadır.
Hükümet ne yapıyor? Uygulama nasıl? Mayıs 2011’de AKP hükümeti, Avrupa Konseyinin imzaya açtığı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele” sözleşmesini ilk imzalayan ülke olarak kayda geçti. Türkiye Sözleşmeyi imzaya açıldığı gün imzalamış ve 24.11.2011 tarihinde onaylamıştır. “İstanbul Sözleşmesi” olarak tanınan bu sözleşme 10 üye ülkede onaylandığında yürürlüğe girecek. Türkiye’nin ilk imza atan ülke olması, hükümet tarafından bu konuya verdiği önemi gösterdiği biçimde propaganda ediliyor. Ve bu bağ-
31
yeni kadın dünyası 32
lamda diğer ülkeler tarafından da dikkatle izleniyor!!! kıntı yok, çok iyi çalışıyoruz” diyor... 17 milyonluk İstanbul Sözleşmesinin ardından AKP hükümeti, İstanbul’da bir tek Bakırköy’de ŞÖNİM var !!! kadına yönelik şiddete karşı mücadeleyle ilgili TC ŞÖNİMlere başta Mor Çatı olmak üzere bağımsız tarihinin en kapsamlı yasası olan 6284 sayılı yasayı kadın örgütlerinin tepkisi ve uygulamalara ilişkin çıkardı: “Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin yoğun eleştirileri var. ŞÖNİMlerin eksikliklerine, önlenmesine dair kanun” (Kabul Tarihi: 8/3/2012) yetmezliklerine ve hatalı konsepte dikkat çekilmesi, Bağımsız kadın örgütlerinin bu yasaya ilişkin en yani hükümetin adımlarının izlenmesi anlamında bu temel ve haklı eleştirisi, yasanın başlığına “Ailenin eleştiriler çok gerekli ve çoğunlukla haklı. Korunması” ibaresinin yerleştirilmesidir, ki bu genel Bakanlık bu eleştiriler karşısında şöyle bir savunyaklaşım ve yönelimin ne olduğunun açık ifadelen- ma içine giriyor: ŞÖNİMler 14 ilde pilot proje olarak dirmesidir. Şiddete karşı mücadelenin esas alındığı başlatıldı. Bu pratikte Türkiye nüfusunun yarısının bir yasada “ailenin korunması” ibaresinin yer alması ikamet ettiği şehirlerde ilk adımın atılmış olması terstir, çünkü kadınlar bizzat aile içinde şiddete uğra- demektir. Başlangıç zorlukları yaşanıyor, hala bilgi maktadırlar. Bu yasa koyucunun muhatoplama ve nasıl çalışılacağına ilişkin yöfazakar aile yapısının propagandanetmelik hazırlama aşamasındayız. sı ve kadınları eninde sonunda Maddi zorluklar ve uzman kadBağımsız kadın örgütleri aileye yönlendirmesinin ifaroların sağlanması konusunŞÖNİMlere tepkili ve eleştirel desidir. da zorluklar var. Ancak bu yaklaşıyorlar. Devletin iş yapmış 6284 sayılı kanunun konuya yüklü bir bütçe yürürlüğe girmesiyle ayrılması sözkonusu. olmak gibi gösteriş yaptığını, konseptin en birlikte 14 pilot ilde Amaç gerçekten de nübaştan sakat olduğunu ileri sürüyorlar. Bu “KOZA” adı da verilen fusun yarısını kapsakonularda en başından beri öncü ve motor güç “Şiddeti Önleme ve İzyan büyük illerde 6284 rolü oynamış bağımsız kadın örgütlerinin hiçe sayılı kanunun gerekleleme Merkezleri -ŞÖNİM” kuruldu: Adana, rinin etkin biçimde uysayılması, deneyim, uzmanlık birikiminin Ankara, Antalya, Bursa, gulanması, yani şiddete değerlendirilmemesi haklı ve üzerinde Denizli, Diyarbakır, Gauğrayan kadınlara 7 gün ivedilikle durulması gereken bir ziantep, İzmir, Malatya, 24 saat danışmanlık, rehMersin, Samsun, Şanlıurfa, berlik ve koruma hizmetinin eleştiridir. Trabzon. ŞÖNİMler ilk başvuverilmesidir. rulacak yer ve şiddete uğrayan kadına Bu arada 6284 sayılı kanunun ŞÖrehberlik yapacak merkezler olarak planlanNİMde çalışacak personelin “tercihen kadın” mış. Bunlar sığınma evi değil. Buraya başvuran ka- olmasını öngördüğünü, dolayısıyla bazı illerdeki ŞÖdınlara (belediyelere ait) sığınma evinde ya da başka NİMlerde erkek sosyal hizmet uzmanlarının çalıştıbir şekilde yer bulunması dahil, psikolojik, sosyal, ğını not etmek gerek. Bu, şiddete ve cinsel şiddete mamaddi ve hukuksal hizmetlere ulaşmasında rehber- ruz kalan kadınların yaşadıkları travmayı, utanma ve lik görevine sahip. ŞÖNİMler 7 gün 24 saat hizmet güvensizlik durumlarını hiç dikkate almayan bir uyverecek. gulamadır. Bu alanlarda kadın uzmanların çalışması Ankara’daki seminerde Ankara, Bursa, Antep, İs- mutlak gerekliliktir. Bütün Avrupa ülkelerindeki uytanbul, İzmir ve Samsun ŞÖNİMlerinden sosyal hiz- gulamalar da bu yöndedir, standart budur! met uzmanları vardı. Dolayısıyla bunların çalışmaları, sıkıntıları vb. hakkında ilk elden bilgi edinme Bağımsız Kadın örgütlerinin pozisyon ve eleştirileri olanağı oldu. ŞÖNİMler yaklaşık 7-8 aydır açılmış, ancak görev- Kadına yönelik şiddetin durdurulması için amansız lerini yerine getirebilecek altyapı henüz yok ya da çok bir mücadeleye koyulmuş, sorunun peşini izleyen eksik. 14 ilde birden pilot proje başlatılmış, ama nasıl bağımsız kadın örgütlerinin başında İstanbul Mor çalışacakları konusunda yönetmelik henüz hazırlan- Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Ankara Kadın Dayanışma mamış. Buna bağlı olarak her ilde durum da farklı. Vakfı, Uçan Süpürge, Antalya Kadın Sığınağı KolekAnkara henüz bilgi toplama aşamasında... İzmir “sı- tifi, İzmir bağımsız kadın örgütleri, Mersin İŞTAR
Böyle olmaz! - ŞÖNİM’ler “tek merkezden çözüm” şeklinde düşünülüyor, ama hem bunu yapacak durumda değiller, hem de bağımsız kadın örgütlerini dışlıyorlar. - ŞÖNİM’lerde uzman kadro yok, erkekler çalışıyor. Bu olmaz! - ŞÖNİM’lerde Kürtçe konuşan sosyal hizmet uzmanları yok! - Kadınlara yönelik danışmanlık ve rehberlik hizmeti veren kadın merkezlerinin çalışanları bizzat devletin şiddetine uğruyor. Bu devlete güvenimiz yok! - Devlette kadrolaşma var, koca-müdür-denetçi hep birlikte cuma namazına gidiyorlar. Kimi kime şikayet edeceksiniz? Kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele Avrupa’da ve Türkiye’de bağımsız/feminist kadın hareketinin öncülüğüyle başlamış ve gelişmiştir. Dün olduğu gibi bugün de bu mücadelenin öncü ve itici gücü bağımsız kadın hareketidir. Kadınların aile içi şiddete ve cinsel şiddete karşı korunması, kadınların can güvenliğinin sağlanması „ileri demokrasi“yi hedeflediğini söyleyen devletin en temel görevlerinden biridir. Devlet bu konuda görevini yerine getirmek zorundadır. Bağımsız kadın hareketi ağlarını sıklaştırarak, bu alanda devleti izlemek, tabandan zorlamak zorundadır. Tabii ki bu salt kadın hareketinin değil, aynı zamanda ve bizzat işçi sınıfı hareketi ve tüm demokratik hareketin görevidir!!! Bu anlamda bize de düşen görev, çevremizde bunun propagandasını yapmaktır. 6284 sayılı yasanın getirdiği hak ve imkanların tanınması ve bunların kullanılabilmesi için gerekli kurumların zorlanması bizim görevimizdir. Çevremizde şiddet mağduru kadınları ŞÖNİMlere yönlendirmek ve verilen ya da verilmeyen hizmetin peşini izlemek bizim görevimizdir.
yeni kadın dünyası
kadın merkezi, VAKAD Van Kadın Derneğini saymak mümkün. Bağımsız kadın örgütleri ŞÖNİMlere tepkili ve eleştirel yaklaşıyorlar. Devletin iş yapmış olmak gibi gösteriş yaptığını, konseptin en baştan sakat olduğunu ileri sürüyorlar. Bu konularda en başından beri öncü ve motor güç rolü oynamış bağımsız kadın örgütlerinin hiçe sayılması, deneyim, uzmanlık birikiminin değerlendirilmemesi haklı ve üzerinde ivedilikle durulması gereken bir eleştiridir. “Demokratik”leşmeye önem verdiğini açıklayan bir devlet bu konuda sivil toplum örgütlerinin deneyim ve birikimlerine gerekli değeri biçmek zorunda, onları bu işin içine katmak zorundadır. Ancak, TC devletinden bunu beklemek abesle iştigal oluyor tabii ki... Bağımsız kadın örgütlerinin ideolojik-siyasi eleştiri ve pratikteki deneyimlerden çıkardıkları sonuçlar ve eleştirileri şöyle özetleyebiliriz: Bu pederşahi devlette, bu muhafazakar hükümetle (aynı şekilde “sosyal demokrat” hükümetlerle de) kadınlara yönelik şiddete karşı gerçek mücadele mümkün değildir. Hükümet bir taraftan Avrupa Yasalarına hızla imza atıyor, ŞÖNİMler açıyor, diğer taraftan ama kadın erkek eşitsizliğini her gün yeniden üreten ve hatta derinleştiren bir ideolojik-siyasi politika izliyor. Muhafazakar aile ve sosyal politikalarla kadına yönelik şiddete karşı mücadele etmek mümkün değildir. Bu devlet politikasıyla, bu ŞÖNİMlerle olsa olsa tek tek sinekler öldürülür, ancak bataklığı kurutmak mümkün değildir!!! - Hem yasanın çıkarılması aşamasında ve buna bağlı olarak da ŞÖNİMlerin kurulması aşamasında Hükümet bağımsız kadın örgütlerinin eleştiri ve deneyimlerini dikkate almamıştır. Halbuki bağımsız kadın örgütleri çok uzun yıllardan beri bu konuda faaliyet gösteriyorlar. - 14 ilde birden pilot proje ve yönetmelik bile yok... Yeterli kaynak yok, uzman kadro yok... bu hükümetin iş yapma gösterişi peşinde koştuğunun ifadesidir.
Kasım 2013 ✓ 33
panorama
PA NOR A M A AVRUPA BİRLİĞİ’NİN “ÖLÜM KAPISI”: LAMPEDUSA!
N
34
- İTALYA/ AB -
azım Hikmet’in dediği gibi “yaşamak güzel şey be kardeşim!” Yaşamak güzel de, bu dünya, hiç de güzel yaşanacak bir dünya değil. Dünyanın her yerinde sermayenin egemenliği, barbarlık hüküm sürüyor! Emperyalist dünyanın egemenleri sürekli ve sistemli olarak “büyük insanlığa” karşı yürütülen bir dalaş ve savaş içinde. Olanaklara, toplumsal zenginliğe bakıldığında, dünya nüfusunun tümüne yetecek kadar; hiç kimsenin işsiz, yoksul, eğitimsiz, konutsuz vb. kalmayacağı bir toplumsal zenginlik ve evet herkese yetecek ürün var bu dünyada. Buna rağmen, dünya nüfusunun yaklaşık %80’i yoksulluk ve açlık sınırında yaşam mücadelesi içinde. Günde onbinlerce insan açlıktan, bakımsızlıktan, ilaçsızlıktan vb. vb. ölüyor. Milyonlarca insan işsiz ve milyonlarca insan da zorunlu göç yollarında, mülteci durumunda. Bu göç yollarında da binlercesi yaşamını yitirmektedir. Hayatta kalanları da, gittikleri yerlerde sayısız ve değişik baskılarla, zorluklarla, önemli bir bölümü de kaçmak zorunda kaldıkları yerlere geri sürgün edilmekle karşı karşıya kalmaktadırlar. Kısacası bu dünya, bir yandan muazzam bir zenginliğin var olduğu ve diğer yandan da büyük bir yoksulluğun yaşandığı bir dünya! BM Mültecilere Yardım Kurumu’nun (UNHCR) verilerine göre 2012 yılı sonu itibariyle 45,2 milyon
insan göç yollarında, bunun 15,4 milyonu uluslararası statüye göre mülteci olarak kabul edilmektedir. Mültecilerin yaklaşık %81’i kalkınmakta olan ülkelerde yaşamaktadır. Sözkonusu verilere göre göç yollarında olanların 28,8 milyonu yaşadıkları ülkelerde “iç göç” yollarında... ve komşu ülkelere kaçmış göçmen durumunda, 937.000 insan da iltica arayışında. Aynı hesaplara göre günde ortalama 23.000 insan “evini barkını” terketmek zorunda kalmaktadır. Bu verilerin de eksik veriler olduğu, sürekli değiştiği, göç yollarında olanların sayısının gerçekte daha yüksek olduğundan yola çıkılması gerektiği de bilinçlere kazınması gerekiyor. Bilinçlere kazınması gereken bir olgu da gelişmiş, ya da sanayi ülkesi olarak tanımlanan ülkelerdeki göçmen/ mülteci sayısının toplam sayıya göre düşük olduğudur. Örneğin UNHCR verilerine göre 2012 yılı sonundaki hesaplara göre Avrupa’da 1.799.800 mülteci yaşamaktadır. Kabaca ortaya konduğunda durum böyledir. Evet, emperyalizmin barbarlık olduğunu görebilmek için aslında “derin teorilere” ihtiyaç yoktur. Dünyamızda olup bitenleri izlemek ve burjuvazinin borazanı medyanın gerçekleri manipüle etmesinin kurbanı olmadan, bağımsız biçimde yaşananlara bakmak, emperyalizmin barbarlık olduğunu görmek için yeterlidir. Ne yazık ki “büyük insanlığın” beyni, bağımsız
LAMPEDUSA VE ÖLÜMLER... Lampedusa’nın adı son aylarda medyada yeniden sıkça anılır oldu! Nedeni, bu 20 km karelik alanı olan adanın uranyum, petrol, altın ya da “nadir maden” kaynaklarının olduğunun keşfedilmesi vb. değildir. Lampedusa’yı işgal etmek için herhangi bir devletin İtalya’ya savaş ilan etmesi durumu da yaşanmadı. Bu açıdan bakıldığında herhangi bir paylaşım, ele geçirme dalaşı ve savaşı sözkonusu değil. Ama Avrupa Birliğ’nin, kendi sınırları içinde görmek istemediği insanlara karşı bir mücadelesi, evet klasik anlamda olmasa da bir “savaşı” sözkonusudur. Somutta Lampedusa’nın adı, son yıllarda hep Afrika kıtası üzerinden Avrupa Birliği’ne kaçmaya, “sığınmaya” çalışan göçmenlerin acı sonları –teknelerinin alabora olması ve Akdeniz’de boğularak ölmeleri- ve ölümden kurtulanlara karşı uygulanan kötü muamelelerle ilişkin gündeme geldi, geliyor. Güncel olarak medyada Lampedusa’nın gündeme gelmesine vesile olan gelişme ise 3 Ekim 2013 tarihinde yine bir “göçmen teknesi”nin Lampedusa yakınında alabora olup batması ve en az 366 insanın yaşamını yitirmesi olayıydı. Akdeniz’de Avrupa Birliği’nin sınırlarında teknelerin batması, insanların yaşamını yitirmesi her seferinde böyle bir tartışma yürütülmesinin vesilesi olma durumunda değil. Bunların dökümü uzun bir listeyi gerektirir. Bu sefer, olay üzerinde tartışma yürütülmesine yol açan esas şey, ölenlerin sayısının yüksek olmasıydı. Kimi açıklamalara göre batan teknede 545 kişi varmış. Bunlardan 155’i –çoğu balıkçılar tarafından- sağ kurtarılmıştır. Denizden/ tekneden çıkarılan ceset sayısı 366 olarak açıklandı. 545 sayısı doğru ise ölenlerin sayısı 390’dır. Ama AB’nin Akdeniz sınırlarında gerçekten ölenlerin sayısının ne kadar olduğu belli değildir. Kimi tahminlere göre son 25 yılda 19.000, kimi tahminlere göre de 25.000 civarında insan Avrupa’ya ulaşmak amacıyla çıktığı yolda yaşamını yitirmiş, Akdeniz bir mezarlığa dönüşmüştür. Kuşkusuz sözkonusu ölümler sadece Lampedusa’ya gitmeye çalışanlar ya da Lampedusa kıyılarıyla sınırlı değildir. Burada bir bütün olarak Avrupa Birliği’nin, Türkiye – Yunanistan sınırından (Ege ve Akdeniz) Fas – İspanya sınırına (Cebelitarık Boğazı’na) kadar sınırlarının tümü sözkonusudur.
3 Ekim 2013 tarihindeki facia sonrasında ölülerin cesetlerinin aranması sürerken ve “timsah gözyaşları” dökülürken yeni facialar yaşandı. Yine ölü sayısı tam belli olmayan “tekne batmaları” yaşandı. Örneğin 11 Ekim 2013 tarihinde Libya kolluk güçlerinin engellemeye çalıştığı; geri Libya sahiline dönmeye zorladığı tekneye, sözkonusu kolluk güçleri tarafından ateş açıldığı, yaşanan panik nedeniyle teknenin devrilmesi sonucunda 268 insanın öldüğü bilgisi medyaya yansıdı. Medyaya yansıyan diğer bir habere göre de Libya kolluk güçlerinin İtalya kolluk güçlerinin yönetiminde bunu gerçekleştirdiğidir. Malta’ya ait uçaklar olaydan ancak dört saat sonra yardıma gelmiş ve 200’den fazla insanı kurtarabilmiştir. Ölü sayısı esasında çıkarılan cesetler hesaplanarak değil, teknede kaç insan olduğu konusunda kurtarılanların verdiği sayılara göre tahmin edilmiştir. Sonuçta ölenlerin sayısının Avrupa Birliği’nin egemenleri için, esasında istatistiki rakam olmanın ötesinde bir anlamı yoktur. Onlar için önemli olan kendi sınırlarının “güvenliği”dir. Bu “güvenlik” de mümkün olduğunca istenmeyen insanların, göçmenlerin/ mültecilerin – onlar bunu “sınırlar ötesi kriminel olaylara ve illegal göçe karşı mücadele” olarak lanse ediyorlar- AB topraklarına ayak basmasını önlemektir! Tam da onların bu “güvenlik” önlemleri sonucu Akdeniz’de ölümler giderek artmıştır. Medyaya yansıyan kimi haber ve değerlendirmelere göre dünyanın başka hiçbir sınırı, AB’nin Akdeniz sınırı kadar sıkı kontrol edilmemekte ve dünyanın hiçbir başka sınırında bu kadar ölüm yaşanmamaktadır. 3 Ekim 2013 tarihindeki faciadan sonra AB yetkililerinin tartışmalarına ve attığı adımlara bakmadan önce, kısaca da olsa AB’nin sınırlarını gözetleme/ kontrol etme konusuna yakından bakalım.
panorama
düşünme yetisi, burjuvazinin borazanı medya tarafından işgal edilmiş ve en basit gerçeğin bile farkına varılmasının yolu kapatılmış durumdadır.
“AVRUPA KALESİ”NİN KORUNMASI! “Şengen Anlaşması” olarak bilinen anlaşmanın geçmişi ya da çıkış noktası 1980’li yıllara dayanmaktadır. 14 Haziran 1985 tarihinde “Benelüx Ekonomi Birliği” ülkeleri olan Belçika, Luksemburg ve Hollanda ile Almanya ve Fransa hükümetleri arasında, taraf devletlerin adım adım “ortak sınırları”nda kişi kontrollerini kaldırma anlaşması imzalandı. Buna “Şengen I” de dendi sonradan. Pratik uygulama açısından da 19 Haziran 1990 tarihinde “Şengen II” de denilen “Şengen’i uygulama hakkında anlaşma” imzalandı. Bu anlaşma formel olarak 1 Eylül 1993 tarihinde yürürlüğe girse de, pratikte uygulanması açısından ger-
35
panorama 36
çekte 26 Mart 1995 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu anlaşmaların doğrudan AB ile ilişkisi yoktu. AB üyesi olmayan ülkeler de bu anlaşmayı imzalayabilir ve onaylamasıyla birlikte üye olabilirdi. Buna bağlı olarak da 1995’te yürürlüğe girdiğinde, İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan da anlaşmayı imzalamışlardı. Daha sonra da yeni üyeler anlaşmayı imzalayarak “Şengen Bölgesi”ne katıldılar. İsviçre, İzlanda, Lichtenstein ve Norveç AB üyesi olmadıkları halde “Şengen Anlaşması” üyeleridir. 1997’de “Amsterdam Anlaşması”yla “Şengen Anlaşması” AB’nin etkin alanına entegre edildi. Bu değişiklik ise 1 Mayıs 1999 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi. Bu tarihten itibaren “Şengen Anlaşması”, AB’ye üye olan yeni üye devletler için de geçerli oldu. Bu anlaşma “özgürlüğün, güvenliğin ve adaletin bölgesi” AB’nin temel direklerinden biri olarak lanse edildi. AB üyesi olmayan kimi ülkelerin bu anlaşmada yer alabilmesi gibi, AB üyesi devletlerin de yer almama durumu var. Örneğin İngiltere, İrlanda “Şengen”de yer almamaktadır. Bu anlaşmalara bağlı olarak 1995’ten itibaren üye devletler arasındaki sınır kontrolleri kaldırılmaya başlandı. Detayları bir kenara bırakırsak, sözkonusu devletlerin sınırlarında kişilerin kimlik kontrollerinin kaldırılması, sözkonusu devletlerin vatandaşları ve oturma izni, herhangi bir ülkenin verdiği vize sahibi olanlar için “sevindirici”, “rahatlatıcı” bir gelişmeydi. Bu ama sözkonusu devletlerin genelde kontrolleri gevşettiği, azalttığı anlamına gelmiyor. Tersine, değiştirilen kontrol ve denetim yöntemleriyle, mekanizmalarıyla –özellikle de tekniğin geliştirilmesiyle- insanların daha çok ve yoğun kontrol edilebildikleri bir durum sözkonusudur. Ayrıca sınırlarda kimlik kontrolleri, isteyen devlet tarafından geçici olarak da uygulanabilmektedir. Örneğin Almanya ve Fransa 2009 yılında 20 Mart ile 5 Nisan tarihleri arasında “Şengen Anlaşması”nı dondurmuş, serbest geçiş yerine kelimenin gerçek anlamıyla belli bölgelerde sıkıyönetim uygulamıştır. Avrupa Futbol Kupası, G8 Zirvesi ya da BM İklim Konferansı gibi etkinlikler, toplantılar döneminde de “Şengen” geçersiz kılınmaktadır. Ya da Sarkozi’nin başkanlık döneminde İtalya’da turist vizesi verilen göçmenlerin/ mültecilerin Fransa’ya gidişini engellemek için Fransa tarafından sınır kontrollerinin yeniden uygulanacağı yönlü açıklama ve uygulama da sözkonusu kontrollerin kaldırılmasının nemenem bir şey olduğunu göstermektedir. Sonuçta
kontrollerin zorlaştığı durum ve yerde sınır kontrolleri yeniden devreye girmektedir. “İstenenler” ve “istenmeyenler” ya da “ötekiler” ve “bizimkiler” ayrımı kalkmamıştır. Bu ayrıma bağlı olarak da gelişmenin öbür tarafında, giderek hep daha çok AB’nin sınır kontrollerini yoğunlaştırmak, önlemleri geliştirip güçlendirmek vardı. “Şengen Bölgesi”ndeki sınır kontrollerinin kaldırılması “demokrasi ve barışın örneği” olarak gösterilip emperyalist dünyada kapitalizm koşullarında savaşların son bulacağı teraneleri yaygınlaştırılırken; AB’nin “dış sınırları”nda kontroller, hiçbir dönem olmadığı kadar yoğunlaştırıldı. AB’ye gitmek isteyen yoksullara karşı askeri ve polisiye önlemler alındı! Dış sınırlar bağlamında aldıkları tüm önlemler, AB’ye mültecilerin gitmesini engellemeye, AB’yi bir “Avrupa Kalesi” haline getirmeye yöneliktir. Bu “kaleye” başka ülkelerden de zenginler “hoşgelmiş”tir ve bunların da “kaleye” giriş yolları açıktır. Ama yoksullara bu “kalede” yer yoktur! Tek tek anlaşma ya da karara atıfta bulunup içeriklerini ortaya koymak kuşkusuz ki yazımızın çerçevesini aşar. Ama kesin olan bir şeyi bilince çıkarmak gerekiyor: “İllegal göçe karşı”, “terörizme karşı” ve “sınırlarötesi kriminel/ cinai edimlere karşı mücadele” adına tartıştıkları ve sonuçta aldıkları tüm kararlarda, imzaladıkları tüm anlaşmalarda temel çıkış noktası AB’nin sınırlarının geçilmez surlara dönüştürülmesidir. Kararlaştırdıkları önlemler ve attıkları adımlar da bunu gerçekleştirmek içindir. Örneğin “Avrupa’nın Ortak İltica Sistemi”ni oluşturma adına AB Konseyi’nin 18 Şubat 2003 yılında kararlaştırdığı “Dublin II Mevzuatı” ya da kararnamesi, gerçekte mültecilerin iltica taleplerini reddetmek için kullanılmaktadır. Bu mevzuatın en temel yaklaşımlarından biri, herhangi bir mültecinin AB topraklarına girdiği ülkede iltica talep etmesini öngörmektedir. Fakat örneğin Yunanistan ya da İtalya üzerinden –AB’nin dış sınırındaki herhangi bir ülke de olabilir- AB’ye giden bir mültecinin Yunanistan ya da İtalya dışında herhangi bir ülkede iltica başvurusu yapma hakkı yoktur. Bu kural özellikle çevresi AB üyesi ülkelerle çevrili ülkelere –örneğin Almanya’yayaramaktadır. Herhangi bir iltica başvurusunda ilk yapılan iş, sözkonusu başvuru yapan kişinin hangi yolları kullanarak geldiğinin tespit edilmesidir. Eğer bir başka AB üyesi ülke üzerinden gelmişse, sözkonusu kişi o ülkeye sürülmektedir. Bu uygulama mültecilere/ iltica başvurusu yapanlara karşı demoklesin
ordinasyon ve işbirliğine kadar geniş bir alanı içermektedir. “Frontex”in kendisine ait uçak, helikopter ve deniz botları var. 13 Eylül 2011 tarihinde AB Parlamentosu çoğunluk oyuyla “Frontex”e daha çok yetki verme kararı aldı. Buna göre örneğin “Frontex” kendisine ait “sınır korumacı”lar talep edebilir. Lampedusa’daki faciadan sonra da “Frontex”in daha fazla güçlendirilmesine karar verildi. “Frontex” 1 Mayıs 2005’ten beri birçok harekata bulaşmış durumdadır. Bu harekatlarda –özellikle Ege ve Akdeniz’de- ne kadar mültecinin öldürüldüğü belli değil ve bu yönlü veriler sümenaltı edilmektedir. İnkar edilemeyen eylemleri arasında ise, 3 Haziran 2009 tarihinde Viyana’dan Nijerya’ya, 8 Haziran 2009 tarihinde de Berlin’den Hanoi’ye kitlesel sürgün örgütlemesi ve finanse etmesi vardır. Ekim 2013’te “Frontex” müdürü İlkka Laitinen’in itirafına göre “Frontex” yılda birçok kez mültecilerin teknelerini ablukaya almış ve mültecileri şiddetle tehdit etmiş ve AB iltica mevzuatına göre iltica etme başvurusu hakları olup olmadığını gözden geçirmeden mültecileri geldikleri yere sürmüştür. Bu konuda AB’nin kendi yasası geçersiz sayılmıştır. “Frontex”in Türkiye Cumhuriyeti devletiyle de ilişkileri mevcuttur. Özellikle Türkiye – Yunanistan ya da Bulgaristan sınırları bağlamında işbirliği içindedirler. 2012 yılı Haziran ayında “Frontex” ile Türkiye arasında ortak çalışmanın yoğunlaştırılması için anlaşma imzalandı. Buna karşılık AB, T.C. vatandaşlarına vize kolaylığı sağlamayı vaat etmişti ve bu da “Frontex” üzerinden yürüyor! Sözkonusu bu vaadin 16 Aralık 2013 tarihinde T.C. ile AB arasında imzalanan “Geri kabul anlaşması” ve “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni” temelinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir durum sözkonusudur. Başbakan Erdoğan’ın deyimine göre 3-3,5 yıl sonra T.C. vatandaşlarına yönelik vize uygulaması kalkacakmış! Bu arada ama AB’nin kendi sınırlarını korumak için anlaşma yaptığı “komşu” ülkeler arasına Türkiye de katılmış oldu. Fas, Cezayir, Mısır ve Libya üzerinden AB’ye gidişlerin önlenmesi, yani AB’nin korunacak sınırının Afrika kıtasına, Mağrib’e kadar uzatılması olgusuna bir de Türkiye’ye kadar uzatma olgusu eklendi. Bu da somutta Türkiye’nin “Doğu ve Güneydoğu”, yani Kuzey Kürdistan’ın Doğu, Güney ve Batı Kürdistan ile sınırlarının, AB’ye mülteci kaçışını engellemek için daha yoğun bir kontrole tabi tutulacağı, bu sınırlarda mülteci ölümlerinin, faciaların çoğala-
panorama
kılıcı gibi kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda ama AB üyesi ülkeler arasındaki çelişki ve dalaşı da göstermektedir. “Dublin II Mevzuatı”nın da uygulanmadığı sayısız örnekler vardır. Bu mevzuat daha çok tüm engelleri aşarak AB sınırlarını geçen insanların yaşamını daha da zorlaştırmak ve çoğunun iltica talebini reddederek geldiği yere sürmenin, bir nevi “içerinin arındırılması” mevzuatıdır. Bu, içeriye yönelik uygulamada kendi aralarında varolan çelişkiler, dışa karşı “korunmada” ortadan kalkmaktadır. Dışa karşı “korunmada” çıkan çelişkiler de esasen kimin ne kadar sorumluluk yükleneceği, kimin kime kuralları dikte edeceği vb. konulardadır. Bu bağlamda Avrupa Birliği içinde çıkar dalaşı ve çelişkiler üzerine tartışmalar esasında kamuoyu önünde değil, kapalı kapılar ardında yürütülmektedir. AB’nin tek tek üye devletlerinin sınır koruma güçlerinin ötesinde ortak bir “dış sınırı koruma polisi” oluşturma adımı, kısa adı “FRONTEX” olan acentanın kurulmasıyla atıldı. AB Konseyi’nin 26 Ekim 2004 tarihli kararnamesiyle kurulan “AB üyesi devletlerin dış sınırlarında müdahaleci ortak çalışma için Avrupa acentası” olan “Frontex” 1 Mayıs 2005 tarihinde çalışmaya başladı. Merkezi Varşova’dadır. Çalışanlarının sayısı 300 civarında diye anlatılmaktadır. Bütçesi hakkında da yıllık 88 milyon Avro dense de gerçek miktar çok daha fazladır. Hukuki statüsü “Özgün haklara sahip Avrupa’nın kamusal kuruluşu”dur. Bu “özgün haklar”, esasında sınırların korunması adına gerek duyulduğunda AB’nin resmi kanunlarının da dışında keyfi uygulamalara izin verilmesi için verilen “haklar”dır. “Frontex”in görev alanı genelde ifade edildiğinde AB’nin dış sınırlarının korunması için gerekli görülen her işin yapılmasıdır. Bu, risiko ve tehlike tahlillerinden, denetleme ve güvenlik kaynaklarının sınır boyunca dengeli biçimde dağıtılmasına; sınırları gözetlemede üye devletler arasında müdahaleci ortak çalışmayı koordine etmekten üye devletlerin sınır koruma memurlarını eğitmede yardımcı olma ve ortak geçerli eğitim standartını yürürlüğe koymaya; güvenlik teknolojisi alanındaki araştırmaları takip etme, üye devletlerin güvenlik organlarını modern sınır güvenliği teknolojisi hakkında bilgilendirmekten üye devletlerin teknik ve personel ihtiyaçları durumunda onları desteklemeye; üçüncü ülke vatandaşlarının geri iade edilmesini, sürülmesini örgütlemede üye devletlere yardımcı olmaktan Europol ile birlikte çalışmaya ve üçüncü ülkelerin güvenlik güçleriyle ko-
37
panorama
cağı demektir... Yunanistan ve Bulgaristan ile ortak güvenliğe rağmen, T.C. sınırlarına “doğudan” girenler AB surlarını aşarlarsa, bunlar da geri Türkiye’ye sürgün edileceklerdir. Vizeyi kaldırma amaçlı mutabakat metni, mültecileri “geri kabul etme” anlaşmasının, gerçekte AB’nin sürgün politikasını onaylama anlaşması olduğu gerçeğinin görülmesini engellemek için de kullanıldı, kullanılıyor. “Avrupa Kalesi”nin gerçekleştirilmesi için öne çıkan kimi noktalara değindikten sonra, Lampedusa’da 3 Ekim 2013 tarihinde yaşanan facia sonrasında AB’nin egemenleri ve temsilcilerinin tartışmalarına ve aldığı önlemlere bakalım.
TİMSAH GÖZYAŞLARI VE “EUROSUR”!
38
3 Ekim 2013 tarihinde 545 insanı taşıdığı söylenen teknenin alabora olup batması haberi kamuoyuna yansıdığında, ölenlerin sayısı 90 civarında gösteriliyor, ama bu sayının artabileceği bilgisi de haberlere ekleniyordu. Acil olarak yapılması gerken iş, teknedeki insanları kurtarma çalışmasıydı. En azından yaşamını yitirenlerin cesetlerinin denizden/ tekneden karaya çıkarılması gerekiyordu. Bu yardım işi gecikmeli de yapıldığından ölülerin sayısı artmıştır. Böylesi bir ortamda AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström, AB üyesi devletlere/ yetkililerine “İnsanların umutsuzluğunu sömüren insan kaçakçılarına (mültecileri AB sınırlarına sokanlar anlamında BN.) karşı mücadelede çabalarımızı ikiye katlamak zorundayız.” talebinde bulunuyordu! Böylece facianın esas suçluları olarak insan kaçakçıları gösterilip sınırlardaki kontrollerin daha da yoğunlaştırılması gündeme getiriliyordu. Tartışmaların esası batan teknede olan insanların durumu üzerine değil, kurtarılanların ihtiyaçlarının ne olduğu, neler yapılması gerektiği üzerine değil, AB’ye mültecilerin sokulmasına karşı mücadelede daha neler yapılabileceği üzerine yürütüldü. Bu noktada yapılan öneriler arasında mültecilerin
AB’ye gelmesini önlemek için geldikleri ülkelerde siyasi ve ekonomik durumun “iyileştirilmesi” için destek verilmesi gerektiği önerisi de vardı. Sanki şu ya da bu devlette istikrarlı bir siyasi yapının ve ekonomik kalkınmanın o ülkelerdeki yoksulların yaşamına birebir yansıyacakmış gibi bir düşünce de propaganda edildi, ediliyor. Bu propaganda aynı zamanda Avrupa’nın, özellikle de kimi emperyalist ve geçmişte sömürgeci devletlerin Afrika ülkelerinin kaynaklarını talan etmesi olgusunu, günümüzde de birçok ülkeye askeri, ekonomik ve siyasi müdahale ve savaşlarla da sözkonusu ülkelerdeki siyasi ve ekonomik durumun yaşanmaz kılındığı gerçeğinin üzerini örten bir propagandadır. Kuşkusuz kamuoyunu yanıltmak, insanlık düşmanı gerçek yüzlerini gizlemek için timsah gözyaşları da dökülmedi değil! AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström bu timsah gözyaşı dökenlerin başında geliyordu. AB üyesi devletlere, mülteciler için daha fazlasını yapmaya çalışın çağrısında bulundu... Bu arada Akdeniz’de sınırları geçilmez kılacak önlemlerin alınmasını, “mülteci teknelerinin denizde acil yardım durumunda tanınması ve kurtarılması” ediminin güçlendirilmesi olarak pazarlamaya çalıştı! Mültecilere karşı aldıkları önlemleri mültecileri kurtarma olarak gösteren sahtekarlıkları değişik biçimlerde sürdü. AB İnsani Yardım Komiseri Kristalina Georgieva koltuğuna uygun olduğunu gösterircesine, “Biz Avrupalılar sadece kalpleri ve para cüzdanlarını değil, bilakis sınırlarımızı da açmak zorundayız.” talebinde bulundu! Georgieva, sanki gerçekte mülteciler için kalpler ve para cüzdanları açılmış da, sınırların açılmasını da istiyordu! Sahtekarlık böyle de olabiliyor işte! İtalya Başkanı Napolitano, yeni bir iltica siyaseti talep etti ve “Yasalar insanlığın ve dayanışmanın te mel ilkelerine uygun olmak zorundadır.” açıklamasını yaptı. Bu arada İtalya’nın “mülteci sorununda yalnız bırakılmaması” gerektiği yönlü açıklamalar da orta-
lin II Mevzuatı”na dokunulmadı. Adı verilmeyen bir diplomatın deyimiyle: “Pandora kutusunu açacak kadar çılgın” değillerdi! Tersine AB’nin sınırlarını gözetleme/ kontrol etme programı “Eurosur”un bir an önce onaylanması gerektiğine karar kıldılar. 10 Ekim 2013 tarihinde de Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamada 101 hayır oyuna karşı 479 evet oyuyla “Eurosur” programının 2 Aralık 2013 tarihinde başlatılması kararını verdiler. 2 Aralık 2013 tarihinde de bu AB sınırlarını kontrol/gözetleme sistemi uygulaması başlatıldı. “Eurosur” “Frontex” ile sıkı işbirliği içinde çalışmaktadır. İlk başta 18 AB üyesi devlette ve Norveç’te uygulanacak ve bir sene sonra da diğer AB üyesi devletler bu uygulamaya katılacak. “Eurosur”un başlatılmasının esas amacı AB’ye doğru yola çıkan mültecileri mümkün olduğunca erkenden tespit etmek ve mültecilerin hareket alanları konusunda bilgi toplamak, buna göre de AB sınırlarına yaklaşmadan onları engellemek için gereken önlemleri almak, aldırmak vb. vb.dir. En gelişmiş teknik imkanlar kullanılarak mültecilere karşı “savaşı” AB sınırları dışında yürütmenin bir yeni aracıdır “Eurosur”. Bu gerçeğin üzerini örtmek için de konuya “teğet” geçerken bir amacının da zor durumda kalacak mültecileri “kurtarmak” olduğu tespit edilmektedir. 20 Aralık 2013 tarihinde medyaya yansıyan bilgiye göre Avrupa’nın yerküreyi gözetleme satelitlerinin (Esa, Avrupa’nın uzay acentası) sadece hava, deniz kirliliğini, kasırgaları, fırtınaları gözetlemiyor, aynı zamanda “Frontex” ve “Eurosur”a da –özellikle de AB’nin Akdeniz’deki sınırlarını gözetleme konusunda- verileri, bilgileri veriyor. 2014 yılı ilkbaharında adı “bekçi” olan yeni bir satelit varolanlara eklenecek. Evet kısaca ortaya koyduğumuz bu tavırlar, önlemler 3 Ekim 2013 tarihinde Lampedusa önlerinde yaşanan facia sonrasında mültecilere karşı alınan önlemler içinde öne çıkanlardır. Bunlar bile AB egemenlerinin ve yetkililerinin nasıl bir insanlık düşmanı siyasetin sürdürücüleri ve uygulayıcıları olduğunu göstermeye yeter ve artar bile... Bu insanlık düşmanı siyasetleri, tüm engelleri aşıp AB’ye ulaşan insanlara karşı da uygulanmaktadır.
panorama
lıkta dolaşmaya başladı... Almanya Cumhurbaşkanı Gauck ise Lampedusa’da 3 Ekim’de yaşananları “bizim Avrupa değerlerimizi hiçe saymaktır” diye göstererek, sorunu “AB değerleri” içinde ele aldı. İyi de, eğer sorunu “değerler” ya da etik ifadelerle ele alırsak, tam da yaşanan AB’nin “değerlerine” uygundur. AB’nin en temel “değerleri”nin başında metaların, paranın, sermayenin serbest dolaşımı gelmektedir, insanların serbest dolaşımı değil. Sınıflarüstü ve sınıfların çıkarlarından bağımsız, ayrı bir “değerler” yoktur. Burjuvazinin “değerleri” onların çıkarlarıdır, onların çıkarlarına ters gelen her şey “değersizdir”. AB sınırlarına sokulmak istenmeyen mültecilerin ölmeleri de onların bu “değerleri” içindedir. Gerçeklik bu olduğundan da insanlar için değil, insanlara karşı önlemler alındı, alınıyor. AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström’ün önlemler açısından yaptığı öneri somut olarak şunları da içeriyordu. Aralık ayı başında “Avrupa Sınır Kontrol Sistemi”nin (Eurosur) işlerliğe konması, bunun mültecilerin sıkça kullandığı küçük tekneleri tespit etmesi (burada yine sahtekarlık yapılarak bu tespit etmenin mültecileri kurtarmaya hizmet edeceği biçiminde lanse edilmektedir), bu sistemin bilgi transferi ve ortak yer tespitinde tüm üye devletlere yaraması. Bunun yanısıra “Hareketlilik ortaklığı” adına AB’nin Fas ile yaptığı gibi diğer Kuzey Afrika (Mağrib) ülkeleri ile ve de başka “üçüncü ülkelerle” anlaşma yapılması da, Malmström’ün “ilticacılar için daha fazla” ne yapılabileceği önerileri arasındaydı. Bu önerilerin ve önlemlerin mülteci haklarını daha çok korumak ve mütecilerin legal yollarla Avrupa’ya gelmesini sağlamakla hiçbir alakası olmadığı, tersine bu önlemlerin tam da AB’nin kapılarını mültecilere mümkün olduğunca kapatmak için alınan önlemler olduğu, birazcık bağımsız düşünebilen herkes için aşikardır. Kimi burjuva gazetecilerin bile tespit ettiği gibi bunların şimdiye kadarki parolası (AB üyesi devletler sözkonusudur) “Herkes kendisi için ve hepsi birlikte bize gelmek isteyenlere karşı”dır. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak da yükselen “yeni bir Avrupa mülteci siyaseti” talepleri dilek ve istek talebi olmanın ötesine varamadı. AB üyesi devletlerin İçişleri Bakanları’nın 8 Ekim 2013 tarihinde Luxemburg’ta yaptıkları toplantıda “Birliğin iltica politikasında herhangi bir değişiklik” olmayacağına karar verildi. 24-25 Ekim 2013 tarihlerinde Brüksel’de yapılan AB Zirvesi’nde de değişen bir şey olmadı. Mülteci ve iltica siyaseti bağlamında “Dub-
AB, MÜLTECİLERİN SÜRÜ(NDÜRÜ)LDÜĞÜ BİR “BİRLİK”! “Dış sınırları” kapatma siyasetinin “içteki” siyasete yansıması çok çeşitlidir. Her AB üyesi devletin mültecilere, iltica başvurusu yapanlara karşı uygulamaları
39
panorama
da farklı farklıdır. “Dublin II Mevzuatı” temelinde de AB üyesi devletler arasındaki çelişki ve dalaş da kendisini, yine iltica başvurusu yapanları oradan oraya sürgün etme biçiminde göstermektedir. Bu bağlamda genel uygulamalarla özel uygulamaları ne anlatabilmek, ne de kelimenin gerçek anlamında barbarlığın örnekleri olan bu uygulamalara isyan etmemek mümkündür. En zor olanı da, yaşanan barbarlığın farkında olmak, ama bu barbarlığı sona erdirmek için o anda fazla bir şey yapamamaktır. Politikadan uzaklaşıp sorunlara diyalektik materyalist temelde yaklaşımı terkedip yaşananlara sadece insani duygularınızla baktığınızda, psikolojinizin bozulmaması ve güçler dengesinin engellediği çözümü bulamadığınızda “terörist” olmaya karar vermemek çok zor... Yukarıda bahsettiğimiz “Dublin II Mevzuatı” gereğince, AB sınırlarına girilen devlet dışındaki bir devlette –örneğin Yunanistan üzerinden AB’ye girenlerin Almanya’da iltica başvurusu yapması vb.- iltica başvurusu yapanların hemen hemen hepsi geri sürgün edilmektedir. Mültecilere istedikleri devlette iltica başvurusu yapma hakkı bile tanınmamaktadır. Bu yönlü sürgün, resmileştirilmiş “ortak sürgün” siyasetinin sürekli ve sistemli uygulanmasıdır. Diğer sürgün yolu da iltica başvurularının reddedilmesi ve iltica başvurusu yapanların AB dışındaki “üçüncü” bir ülkeye sürülmesidir. “Mülteci akını” vb. demagojik propagandalarla “cephe gerisi”, “yabancı” düşmanlığına kışkırtılmakta ve açık ırkçı, faşist kesimler desteklenmektedir. Mülteciler genelde “güvenliği tehdit” unsuru olarak gösterilmektedir. Kendilerinin “güvenliğini” tehdit edenlere karşı da “güvenlik önlemleri” alıyorlar. Kendi devletlerinde mültecilerin sayısını ne kadar azaltırlarsa, “güvenliklerini” de o kadar sağlamış oluyorlar! Mültecilere, ilticacılara karşı siyasetlerine bu yaklaşım egemen olduğundan da iltica başvurusu yapanlara hayatı “dar” etmektedirler... İltica başvurularının büyük bölümü reddedilmektedir. Örneğin Almanya 2011 ve 2012 yıllarında başvuruların sadece %15 oranını kabul etmiştir. %50 ile 70 arası oranda –yıllara göre değişen oran- ret kararı verilmiş, diğer kesim de değişik
nedenlerle ilticası kabul edilmeden geçici olarak kalma müsadesi almıştır. Avusturya ise ise 2012 yılında 17.000 iltica başvurusundan sadece 3680’ini kabul etmiştir. Üçte bir oranda iltica başvurusu kabul eden devletler en çok başvuru kabul edenler arasında sayılmaktadır. Burada şu olguya da dikkat çekmek gerekiyor: Dünya çapında ele alındığında en çok mültecinin geldiği ülkeler, 2012 sonu verilerine göre ilk altı sırayı Afganistan, Somali, Irak, Suriye, Sudan ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti oluşturmaktadır. AB’nin emperyalist güçleri doğrudan bu ülkelerde yürütülen savaşlarda yer almaktadır. AB’nin mülteci ve iltica siyasetinin sembollerinden biri haline gelen Lampedusa, aynı zamanda AB sınırlarındaki engelleri aştıktan sonra, nelerle karşılaştıklarını da gösteren bir örnektir. Kimi burjuva gazetecilerin bile “insanlıkdışı” olarak değerlendirdiği yaşam koşulları, daha Lampedusa’ya ayak basar basmaz başlıyor. Adanın tek kayıt merkezi var. Kendilerinin belirlediği kurala göre burada kayıt altına alınan mültecilerin 48 saat içinde başka merkezlere götürülmesi gerekiyor, ama bu kural çoğunlukla uygulanmıyor. Kimi mültecilerin Lampedusa’da aylarca kaldığı bilgisi verilmektedir. Kayıt altına alınanların yerleştirildiği “kamp” 2011 yılı sonbaharında yangın sonucu 250 kadar kişiyi barındırabilecek duruma gelmiştir. Buna rağmen 250 yerine 1000 ve daha fazla insan burada toplatılıyor. Eskiden varolan ranzaların, herhangi bir isyan durumunda mülteciler tarafından –ranzaların demirlerinin- silah olarak kullanılabileceği gerekçesiyle kaldırılması sonucunda da hem yatak sayısı azalmış, hem de yerde yatmak zorunda kalınmıştır. Küflü, kirli ve sağlık açısından hijyen olmayan bir durum sözkonusudur. Kelimenin gerçek anlamında bir “insan ahırı” ve hastalık kaynağı olmasına rağmen mültecilerin sokaklarda, yağmur altında uyumak zorunda kaldıkları durumlar da istisna değildir. Bu duruma karşı mülteciler haklı olarak yer yer protesto eylemleri gerçekleştirmektedir. Kayıtları yapıldıktan sonra ister Lampedusa’da kalsın isterse de İtalya’nın başka mülteci kampına götürülsün, mülteciler hakkında İtalya’ya “illegal gi-
Kimi burjuva gazetecilerin bile “insanlıkdışı” olarak değerlendirdiği yaşam koşulları, daha Lampedusa’ya ayak basar basmaz başlıyor. Adanın tek kayıt merkezi var.
40
yansıyan resim ve haberler barbarlığın ne kadar yaygınlaştığını yeniden belgeliyordu. Suriye kökenli bir mültecinin cep telefonuyla gizlice kayıt ettiği videoya göre Lampedusa’daki mülteciler kışın soğuk havasında çırılçıplak soyulup hortumlarla fışkırtılan ilaçla “dezenfekte” edilmektedirler. Bu tür insanlık düşmanı uygulamalar, “demokrasinin ana/babayurdu” olarak lanse edilen Avrupa’nın gerçek barbar yüzünü ortaya koyuyor. Medyaya konuşan kimi mülteciler bu durumu “Bize hayvanlar gibi davranıyorlar” diye ifade ettiler. Kimi siyasetçiler de bunu “Toplama Kampı uygulamalarına benzer muamele” olarak değerlendirdiler. Kuşkusuz ki Hitler faşizminin toplama kamplarıyla karşılaştırılması doğru olmaz, ama bu yapılanlar da toplama kamplarını hatırlatma durumundadır. Yapılan muamele herhalükarda insanlık düşmanı bir uygulamadır. Bu muameleye maruz kalan mültecilerin bitlendiği ve “dezenfekte” olması gerektiği iddiası doğru bile olsa, bunun tıbbi yollarla ve muayenehanelerde yapılması gerekir. Üstüne üstlük sözkonusu “bitler”, insanca barınma olanağı sunulmadığından, 250 kişilik kapasitede olan bir kampa 1000’den fazla insan yerleştirildiğinden, küflü, kirli yerde ve döşeklerde yatmak zorunda bırakıldığından mültecilere bulaşmıştır. Yani hem mültecilere “bit” bulaştırıyorlar, hem de onlara “hayvan gibi” muamele yapıyorlar. Bu arada ırkçılığı körüklemede kullanılan “mülteciler kirli, hastalıklı” vb. yalan ve demagojilere de yeni bir malzeme sunulmaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın, karşımıza hep çıkan şey barbarlıktır! Evet, yeniden Nazım Hikmet’in “yaşamak güzel şey be kardeşim” tespitine dönersek, başta da tespit ettiğimiz gibi, “Yaşamak güzel de, bu dünya, hiç de güzel yaşanacak bir dünya değil. Dünyanın her yerinde sermayenin egemenliği, barbarlık hüküm sürüyor!” Evet bu dünya, üzerinde insanca yaşanacak bir dünya değil! İnsanca yaşanacak bir dünya yaratmak, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratmak da yine “büyük insanlığın” elindedir! “Büyük insanlık” kendi konumunun bilincine vardığında ve özgürlüğün gerçekleştiği bir dünya için mücadeleye sarıldığında, emperyalist barbarlığa son vermek de mümkün olacaktır. ÇAĞRImız sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz Yeni Dünya İçin’dir! “... ve güneş doğarken hiç umut yok mu? Umut, umut, umut, umut insanda.” (NH) 24 Aralık 2013 ✓
panorama
riş” yapıp yapmadığı konusunda savcılık soruşturma açmaktadır. Hakimler bile bu durumda karar vermeyi doğru bulmasalar bile, “illegal giriş” yaptığı kararı verildiğinde mültecileri 5000 Avro’ya kadar para cezası beklemektedir. Pratikte mültecilerden bu paranın alınamayacağı bilindiği halde, bir tehdit ve terörize etme unsuru olarak bu kanun kullanılmaktadır. İtalya’da mültecilere göreceli yüksek oranda (1/3 civarında) oturum izni verilmektedir. Fakat oturum izni alanlar “kendi hallerine” bırakılmaktadır. Bu da çok az sayıda insanın iş ve ev bulmasına, çoğunluğun işsiz ve evsiz kalmasına yol açmaktadır. Boş ve yıkık binalarda, eski trenlerde, sokaklarda, parklarda ölmeme mücadelesi verilmektedir. Sağlık hizmetlerinden yoksundurlar. Irkçıların saldırılarıyla karşı karşıya kalmakta, tarlalarda veya inşaat işlerinde herhangi bir iş bulduklarında da ucuzun da ucuzu işgücü olarak kullanılmakta ve kadınlar da fuhuşa zorlanmaktadırlar. Yunanistan’da binlerce mülteci hapislere tıkılmakta, “kötü muamele”ye maruz kalmaktadırlar. Avrupa Yüksek Mahkemesi’nin değerlendirmesine göre bile “insana laik olmayan” yani insanlıkdışı bir durum sözkonusudur. Yunanistan’daki durumun “AB normlarına” uymadığı gerekçesiyle kimi durumlarda “Dublin II Mevzuatı”nın “ilk geldiği ülkeye sürgün etme” uygulaması dondurulmaktadır. Macaristan’da da tutuklama merkezlerinde hapsedilen mültecilere sopalarla, gözyaşartıcı gazla saldırılmakta, hamile kadınlar doğum yapacağı güne kadar hapiste bırakılmaktadır. Bu durumlara karşı yer yer yapılan açlık grevleriyle protestolar gerçekleştirildi. Bu örnekler kabaca özetlenmiş az sayıdaki örneklerdir. Kimi burjuva kurumlar bile mültecilere, ilticacılara yönelik bu uygulamaları “bir insanlık felaketi” olarak değerlendirmektedir. Evet, gerçekten de bunlar bir insanlık felaketini ortaya koymaktadır. Fakat bu insanlık düşmanı uygulamalar ve felaket sadece Macaristan’da, Yunanistan’da uygulanan “istisna” felaketlerle sınırlı değildir. Bu, şu ya da bu yetkilinin kötü niyetinin sonucu da değildir. Bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemin ürünü, yol arkadaşı olan bir felakettir! Emperyalizmin kendisi barbarlıktır ve “büyük insanlık” için felaketin ta kendisidir! Burada aktardığımız örnekler ve değindiğimiz mesele bu barbarlığın sadece bir safhasıdır. Bu yazımızı yazdığımız günlerde Lampedusa’da mültecilere yönelik uygulamalar hakkında medyaya
41
panorama
BOŞ BİR “BM İKLİM KONFERANSI” DAHA! - VARŞOVA / POLONYA -
Genel sonucu açısından yine boş bir BM İklim Konferansı yapıldı. Konferanstan beklentilerin yerlerde süründüğü bir durumda bile, sonucun “hayal kırıklığı” yarattığını tespit edenlerin sayısı hiç de az değildi.
B
42
M İklim Konferansı (COP 19/ CMP 9) 11 – 23 Kasım 2013 tarihlerinde Polonya’nın başkenti Varşova’da yapıldı. Konferansa BM üyesi 194 devletin temsilcileri, heyetleri katıldı. Toplam temsilci katılım sayısı 9000 olarak açıklandı. Konferansın başkanlığını BM İklim Çerçeve Anlaşması Genel Sekreteri Christiana Figueres ile Polonya Çevre Bakanı Marcin Korolec yaptı. Polonya 8 – 23 Kasım tarihleri arasında iklim konferansı nedeniyle “Şengen Anlaşması”nı “dondurdu”, sınır/ kimlik kontrollerini uyguladı. Böylece BM’nin böylesi toplantılarında iklimi, doğayı korumak için ciddi adım atılmaması olgusunu protesto edenlerin Polonya’ya girişi engellenmek isteniyordu. Ayrıca Polonya, Ekonomi Bakanlığı aracıyla 18-19 Kasım tarihlerinde “Dünya Kömür Birliği”ni davet ederek kömür sanayisinin tekellerinin toplantısını da örgütledi. İklim Konferansı’ndan herhangi önemli bir karar alması beklenmiyordu. Beklentiler en alt seviyeler-
deydi. Öyle ki konferans öncesindeki durumun korunması bile “başarı” olarak sayılabiliyordu. Bu seferki konferansın gündeminde esas olarak 2015 yılında Paris’te yapılması planlanan COP21/ CMP 11’de kararlaştırılması istenen iklim anlaşmasının ön hazırlıklarının yapılması vardı. Kimi yorumcular konferansı haklı olarak bir “çalışma toplantısı”, “hazırlık konferansı” vb. olarak değerlendirdiler. Buna göre anlaşmanın taslağının köşe taşları 2014 yılında Peru/ Lima’da yapılacak konferansa kadar belirlenmesi, yol haritasının somutlaştırılması gerekiyordu. Bu da BM üyesi devletlerin zehirli gaz salınımını azaltmak için kendi hesap ve planlarını, taahhüt ya da yükümlülüklerini ortaya koymalarını içeriyor. “Yeşil İklim Fonu” ve 2009 yılında Kopenhag’da gelişmekte olan ülkelere zehirli gaz azaltımı için 2020 yılına kadar yıllık 100 milyar dolar sözü, “Adaptasyon” vb. mali konularda tartışmak ve sorunu açıklığa kavuşturma gibi konular da gündemdeydi.
anlaşmasına hazırlık ve onun üzerine pazarlık yapılmasının temeli olarak düşünülen bu raporda, durumun olduğundan iyi gösterilmeye çalışıldığının da mümkün olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Deniz sularının yükseldiği, dünya tarihinin son 800.000 yıllık tarihinde karbondiyoksit yoğunlaşmasının hiçbir dönem bugünkü kadar yüksek olmadığı, 2012 yılında yeni bir rekorun kırıldığı, bunun özellikle sanayileşmenin başlanmasıyla doğrudan ilişkisi olduğu, küresel ortalama sıcaklığın 1880’den beri 0,85 derece yükseldiği, 1900 yılından bu yana deniz sularının 19 santim yükseldiği vb. vb. tespitler yapılmaktadır. Germanwatsch tarafından hazırlanan ve iklim konferansı sırasında açıklanan “Küresel İklim Risiko Endeksi 2014”te de 1993 –2012 yılları arasındaki “aşırı hava olayları”na, yani doğrudan iklim değişikliği sonucu olan kasırgalar, tufanlar, aşırı sıcaklıklar, kuraklıklar, su/ sel baskınları vb. vb. sorunlara da değinmektedir. Ele alınan dönemde yaşanan 15.000’den fazla bu “aşırı hava olayları” sonucu ölen insanların sayısı 530.000’dir. Maddi kayıplar ise 2,5 Trilyon Dolar kadardır. 2003 yılında Avrupa’da aşırı sıcaklar sonucu ölenlerin sayısı 70.000 olarak verilmektedir. Ele alınan dönemde “aşırı hava olayları”ndan en çok etkilenen ülkeler Honduras, Myanmar ve Haiti’dir. Her sene sıralamada belli değişiklikler olsa da, sözkonusu dönemde en çok etkilenen ilk on ülkenin sekizi gelişmekte olan, düşük ve orta düşük gelirli ülkelerdir. Endeks’te Varşova’da yapılan iklim konferansına da doğrudan değinilmekte ve tartışılan konularda talepler öne sürülmektedir. Örneğin sanayileşmiş ülkelerin yoksul ülkelere yeterli maddi ve kurumsal yardımda bulunmaları gerektiği de bu talepler içindedir. “Uluslararası Enerji Ajansı”nın 12 Kasım’da yayınladığı “2013 Dünya Enerji Görünümü” raporunda ise, andaki enerji siyasetinin devam etmesi durumunda,
panorama
Konferansın açılışına damgasını vuran Filipin’i kasıp kavuran ve 5260 insanın yaşamına mal olan “Haiyan” tayfunuydu! Filipin Delegasyonu Başkanı Alicia İlaga “Her seferinde ben bu konferanslara geldiğimde, biz yeni bir felaketle karşı karşıya kalıyoruz” diyerek sorumlulardan iklimi korumak için adım atmalarını talep ederken, delagasyon üyelerinden Naderev Yeb Sano “Haiyan”ın etkilerini anlatırken “durdurun bu çılgınlığı” çağrısını yaparak, konferansta anlamlı bir uzlaşma sağlanana kadar açlık grevi (oruç tutacağını) yapacağını ilan etti. Konferansın son gününe kadar da dediğini yaptı. Bu arada önemli ölçüde destek de aldı. Dünyamızın ikliminin durumunu ise BM’ye bağlı “Devletlerarası İklim Değişikliği Komisyonu” (IPCC) Eylül ayı sonuna doğru yayınladığı raporla ortaya koydu. Sözkonusu raporun hazırlanmasında son altı senede 3000 kadar bilim insanının yer aldığı, 54.000 yorumun bu çalışma sürecinde gözönüne alındığı bilgisi verilmektedir. Rapor, durum tespiti, iklim değişikliğine karşı alınabilecek önlemler ve 2014 yılı Ekim ayı sonuna kadar da bitirilmek istenen “Sentez –Rapor” ile tamamlanacakmış. Bu da 2015 yılında Paris’te yapılacak iklim konferansında kararlaştırılmak istenen anlaşmanın pazarlığının temeli olacakmış... Bu nedenle de konferans gibi bu rapor da 2015 Paris konferansına hazırlık olarak da ele alınması gerekiyor. Raporun medyaya yansıyan verileri (Raporun kendisi çok geniş, 2000 sayfa civarında) iklimimizin durumunun giderek kötüleştiğini göstermektedir. Örneğin son sekiz (8) senede CO2 salınımının ikiye katlandığı belirtilmektedir. Buna rağmen, kendilerinin de açıklayamadığı nedenlerle atmosferin ısınmasının “mola verdiği” anlatılmaktadır. Ölçümleri kontrol edebilecek durumda değiliz. Bu açıdan tersini iddia edebilecek konumda da değiliz. Ama tüm ülkeler için bağlayıcı olması düşünülen yeni iklim
43
panorama
hedeflenen atmosferin ısınmasını 2 derecede sınırlandırmanın mümkün olmadığı, ısınmanın 3,6 dereceyi aşacağı uyarısı yapılmaktadır. Kimi tahminler bunun 4 derece kadar olabileceğine işaret etmektedir. Bu raporlar aslında önlem alma bağlamında sonuçlarına bakıldığında özde yeni bir şey ortaya koymamaktadır. Ama durumu bilince çıkarma ve detayları görme açısından yine de bakılması gereken raporlardır. Mesele bu raporların BM İklim Konferansı’na katılanlar tarafından ciddiye alınıp bu verilere uygun iklimi kurtarma, koruma için gerekli önlemlerin alınıp alınmadığıdır. Olgulara baktığımızda, cevabın hayır olduğu açıktır. Bu raporların yanısıra konferans döneminde, İngilizce gazete “Guardian”, daha önce “Climatic Change”de yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarını rapor ederek yayınladı. Buna göre 90 tekel/ holding 1751–2010 yılları arasındaki dönemde atmosfere salınan karbondiyoksit ve metan gibi zehirli gazların %63’ünün sorumlusudur. Bu 90 tekelin 83’ü petrol, gaz ve kömür, yani fosil enerji tekelleridir. Diğer 7’si de çimento dalındaki tekellerdir. Bu verilere bağlı olarak da yürütülen tartışmada kimi araştırmacılar, eğer 2 derece ısı hedefi tutulmak isteniyorsa, anda varolan fosil enerjinin en az %80’inin “yerin dibinde” kalması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Bu durum da iklimi koruma/ kurtarma bağlamında ciddi bir adımın atılabilmesi için öncelikle, sadece değil, öncelikle, bu fosil tekellerinin çıkarlarına dokunulması gerektiğini de göstermektedir.
ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER, SONUÇLAR...
44
BM İklim Konferansı’nın (COP 19/ CMP 9) ev sahipliğini yapan Polonya, somut olarak elektrik enerjisinin %91’ini kömürden (%69 linyit ve %22 de taşkömürden) elde etmektedir. AB coğrafyasında atmosfere en fazla zehirli gaz salınımı yapan linyit kömür fabrikası Belchatow’daki fabrikadır. Devlet, “Polonya Enerji Grubu”nun hisse senetlerinin çoğunluğuna sahiptir. Doha/ Katar’da geçen sene yapılan iklim konferansında ve sonrasında da AB’nin kendi içindeki tartışmalarda zehirli gazların salınımını azaltmaya karşı çıkan Polonya idi, halen de öyledir. Kendi aralarındaki çelişki çözülmedi, ertelendi... Bu durumun farkında olanlar bu seferki konferansın Varşova’da yapılması kararına karşı çıkmışlardı ama itirazları bu kararı değiştirmeye yetmemişti. Bunlara ek olarak da Polonya, konferansa ev sahipliği yaparken bir nevi
“gövde gösterisi” de yaptı! 18-19 Kasım tarihlerinde Ekonomi Bakanlığı’nın davetiyle ve örgütlemesiyle bir “Uluslararası Kömür ve İklim Zirvesi” gerçekleştirdi. Ayrıca konferansa katılmak için yapılan başvurularda “sivil toplum örgütleri” temsilcilerinden çok, petrol, gaz, kömür... kısacası sanayi temsilcilerine daha fazla yer verildi. Bu da “Konferansa katılmak için başvuru yapan herkese konferans kimliği verilse pazarlık yapan taraflara yeterli alan kalmayacaktır” diye açıklandı. Ekim ayı başında Polonya Çevre Bakanı’nın basın toplantısında adını verdiği iklim konferansının 12 sponsoru içinde “ArcelorMittal” gibi dünyanın en büyük çelik tekeli/ holdingi, “Polonya Enerji Grubu”, araba tekelleri BMW ve General Motors, enerji tekellerinden “Alstom” veya hava yollarından “Emirates vb. tekel ve holdingler vardı. Yani konferansta “yeterli alan” verilmek istenen “pazarlık yapan taraflar”ın kimler olduğunu tahmin edebilirsiniz! Konferans sürecinde atmosferi esas zehirleyenlerin “fosil endüstrisi”nin pazarlıkları belirlediği, konferansı işgal ettiği yönlü eleştiriler kamuoyuna da yansıdı. Bu gelişme sonucunda BM İklim Konferans’ları tarihinde ilk kez, WWW, Greenpeace, Oxfam, Action Aid, Friends of the Earth, BUND gibi sivil toplum örgütleri birlikte konferansı terkettiler. Alman Çevre Birliği (BUND) şefi Hubert Weiger “Boykotumuzla, şimdiye kadar bu biçimde hiç olmayan Ekonomik birliklerinin iklim koruma sürecine etkisine dikkat çekmek istiyoruz.” Ve “Fosil enerji iklim konferansını işgal etti”, özellikle de kömür lobisi için “kırmızı halı serildi” biçiminde açıklama yaptı.Kimi diğer STÖ temsilcileri de “Varşova’da yaşanan maskaralığın daha fazla parçası olmak istemiyoruz” diyerek protestolarının nedenini açıkladı. Uluslararası İklim ve Enerji Girişimi (WWW) temsilcisi de diğer şeylerin yanısıra “BM sürecini ve iklim değişikliği gerçeğini değil, kirli sanayinin menfaatlerinin insan ihtiyaçlarının önüne koyulduğu Varşova’daki bu konferansı terkediyoruz.” diye tavır takındı. Bunları söyleyenlerin sömürü sisteminin, kapitalizmin sınırları çerçevesinde hareket eden ve iklimi koruma sorununa da bu çerçevede çözüm bulmaya çalışan kesimler olduğu bilince çıkarıldığında, konferansta pazarlık yapanların kimlerin temsilcileri olduğu ve gidişatı kimin belirlediği de tespit edilebilir. Kimi burjuva basın mensupları bile “kömürün iklimi yendiği”, “paranın iklimden daha güçlü olduğunun Varşova’da kesin biçimde açığa çıktığı” yönlü tespitler yapma durumun-
Konferans tartışmalarında öne çıkan konuların başında “Kayıp ve Zarar” başlığı altında ele alınan tartışma vardı. Bu iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararlara karşı nasıl davranılacağı konusundaki tartışmaydı. Her şeyden önce de sanayileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin kayıp ve zararlarını gidermede yardım etmesi gerektiği sözkonusuydu. Nasıl ki başta Çin olmak üzere Hindistan, Brezilya gibi ülkeler atmosferin zehirlenmesinden öncelikle sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu söyleyerek kendilerine ayrı ölçü kullanılması gerektiğini savunarak tüm ülkeleri bağlayıcı bir anlaşmayı zora sokuyorsa, sanayileşmiş ülke olarak sayılanlar da bu “kayıp ve zarar”lar konusunda yükümlülük almayı reddediyor, reddetti. Sonuçta, tüm tartışmalara ve fakir ülkelerin temsilcilerinin de taleplerine rağmen alınan karar, “Varşova Mekanizması” adı altında yeni bir mekanizma oluşturma kararıydı. Somut olarak bu, bir çalışma grubu oluşturmaktan başka bir anlama gelmiyor. Konferansın son gününde fakir ülkelerin temsilcilerinin itirazlarıyla kızışan tartışmalar
sonucunda 2016 yılında bu mekanizmanın nasıl ele alınacağı ve çalışacağı konusunda yeniden tartışılacağı üzerine varılan uzlaşmayla konferans kurtarıldı! Sözkonusu “Varşova Mekanizması” konusunda, 2014 yılında Lima’da yapılacak konferansta bu mekanizmanın yürütme komisyonunun bileşimi ve çalışma kurallarının karar bağlanması, çalışma grubunun 2015 yaz’ına kadar bu mekanizmanın uygulama programını hazırlaması gerekiyor. Bu konudaki tartışmaların somut olarak adım atmayı ertelediğinin bilincinde olan kimi konferans katılımcıları haklı olarak “Bu konferans, kayıp ve zararlar olarak tarihe geçecek” tespitini yaptı. Bu tartışmaların yürüdüğü süreçte Japonya daha önce taahhüt ettiği karbondiyoksit vb. salınımını azaltma hedefinden vazgeçtiğini ilan etti. Açıklaması da Fukuşima felaketinin enerji alanına etkisi... Avusturalya’da ise seçilen yeni hükümetin yaptığı ilk iş, iklim vergisi yasasını iptal etmesiydi. Kanada da bunlara alkış tuttu. Konferans’ta “KYOTO 2”nin 2020 yılına kadarki salınım azaltma hedefleri konusunda somut ve baylayıcı bir karar alınmadı. Konferans sürecinde ilginç olan bir gelişme de, konferansa başkanlık eden Polonya Çevre Bakanı’nın yapılan kabine değişikliğiyle bakanlık görevinden alınmasıydı. Buna rağmen konferansa başkanlığı sürdürdü... Konferans öngörülen tarih ve saatte (22 Kasım saat 18.00) bitirilemedi, sonuç belgesi üzerine tartışmalar bir günden fazla uzadı... Sonuçta “en küçük paydada” uzlaştılar! Bu uzlaşmada zarar gören de yine iklimimiz oldu! 2015 yılında Paris’te yapılacak COP 21/ CMP 11’de bütün ülkeleri bağlayan iklim anlaşmasının sonuçlandırılması ve 2020 yılında bu anlaşmanın yürülüğe girmesi konusunda hemfikir olunduğu yeniden açıklandı. Bunun için ama gerekli olan devletlerin atmosfere zehir salınımını azaltma hedeflerini ne zaman BM’ye sunması gerektiği konusunda çelişki yaşandı. Sonuçta özellikle Çin’in itirazıyla, 2014 Eylül’ünde BM’nin devlet ve hükümet başkanlarının katılacağı özel zir-
panorama
da kaldı. Evet, pazarlıklarda taraflar arasındaki çelişkiler geçmiş konferanslarda olduğu gibi varlığını sürdürdü. Taraflar kim? Genel ya da kaba bir tespitle açıklanırsa: Zengin ve fakir ülkeler! Fakir ülkelerin temsilcileri de, o ülkelerin zenginlerinin temsilcileri! Gidişatı belirleyenler ise zengin ülkelerin zenginlerinin temsilcileri! Sanayileşmiş, eşikteki ve gelişmekte olan ülkeler bu açık ve anlaşılır “taraflar” durumunu biraz karıştırıyor. Çin gibi büyük emperyalist bir güç ve anda atmosfere en fazla zehirli gaz salan bir güç bile kendisini eşikteki, hatta gelişmekte olan ülkeler arasında göstermeye çalışıyor. Gelişmekte olan ülkelerin temsilcisi olarak pazarlık yapıyor!
45
panorama 46
veye sunma yerine, en geç 2015 Mart ayı sonuna kadar, o da isteyen devletlerin hedeflerini sunması gerektiği konusunda uzlaştılar. Özellikle bu karar, 2015 yılında Paris’teki konferansta iklim anlaşmasının sonuçlandırılmasını soru işareti haline getiren bir karardır. Bu, sadece tarih değişikliğinden kaynaklanan bir değerlendirme değildir. Sonuç belgesi üzerine yürüyen tartışmalarda daha önce devletlerin salınım azaltımı konusunda, taahhüt veya yükümlülük sözkonusuydu. Yani sözkonusu devletler ne kadar salınım azaltacağı konusunda hedeflerini ortaya koyarken, bu hedefe ulaşmak için kendisini yükümlü kılacaktı. Ama öyle olmadı. Özellikle Çin ve Hindistan temsilcilerinin itirazıyla bu taahhüt etme “katkıda bulunma” olarak değiştirildi. Bu da eğer ertelenmeden 2015 yılında iklim anlaşmasının sonuçlandırılması sağlanırsa, anlaşmanın iklim değişikliğine karşı önlem almada radikal bir değişikliği sağlayabilecek bir anlaşma olmayacağına işaret etmektedir. “Yeşil İklim Fonu” vb. konularda 2020 yılına kadar verilen sözlerin yerine getirileceği konusunda yeniden söz verilmesi dışında somut bir adım atılmadı. Gelişmekte olan ülkeler en azından 2016 yılına kadar 100 milyar olan hedefin 70 milyarının fona aktarılmasını talep ettiler ama talepleri reddedildi. Mali meseleyle ilgili olan diğer noktalarda da esasında ciddi önlem alacak hiç bir karar verilmedi. Bu konferansta olumlu olarak gösterilebilecek tek karar ormanları korumayla ilgiliydi. Bu konuda ormanlık alanların azaltılmasını, yani kesme veya yakma vb. edimlerle ormanlık alanlarını yok etmenin azaltılmasını, karbondiyoksit salınımını düşürmek için en ucuz önlem olacağı, 2006 yılında yayınlanan “Stern Raporu”nda ortaya konmuştu. Bu konuda uzlaşabilmelerini sağlayan esas hesap da buydu. Buna göre ormanlık alanlarını koruyarak mali yardım alabilmek için önkoşullar belirlendi. Her devlet ne kadar ormana/ ormanlık alana sahip olduğunu ve senede
bu alanın ne kadarının yok edildiğini tespit etmesi gerekiyor. Mali yardım da bu veriler ölçü alınarak yok edilen alanın azaltılması bölümüne göre hesaplanacaktır. Bunun için açılan fona ABD, İngiltere ve Norveç 280 milyon Dolar aktaracaklarını vaat ettiler. Sonuçta, iklimi koruma bağlamında, atmosfere zehirli gaz salınımını azaltma işi, adımları yine ertelendi. 2015 yılında Paris’teki konferansa kadar pazarlıklar değişik biçimlerde, toplantılarda devam edecek. Şimdiden kamuoyuna açıklanan toplantıların başında, 2014 Eylül ayında BM’de devlet ve hükümet başkanlarının davet edildiği “zirve” ile 2014 yılı sonuna doğru Peru’nun başkenti Lima’da yapılacak BM İklim Konferansı gelmektedir. Genel sonucu açısından yine boş bir BM İklim Konferansı yapıldı. Konferanstan beklentilerin yerlerde süründüğü bir durumda bile, sonucun “hayal kırıklığı” yarattığını tespit edenlerin sayısı hiç de az değildi. “En küçük paydada” uzlaşmaları ve geriye gidilmediği bir durumu da “başarı” olarak değerlendirenler oldu. Biraz gerçekçi düşünenler ise, 2015 yılı sonunda iklim anlaşmasını sonuçlandırmak için “trenin çok geç kaldığı”nı tespit ettiler. Bakalım ne olacak? Ne olacağını kuşkusuz ki takip edeceğiz. Ama iklimi, doğayı koruma işini ve görevini “büyük insanlık” kendi eline almazsa, sermayenin egemenliğine son vermezse, insanların doğanın bir parçası olarak doğayla uyumlu bir yaşam biçimini, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünyayı yaratmazsa, dünyamızın barbarlık içinde çöküşe gideceği garantilidir! Bu nedenle de “Ya barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm!” sloganı, durumu en kısa ve açık biçimiyle ortaya koyan slogandır. Sosyalizm için mücadele aynı zamanda dünyamızın kurtarılması için de mücadeledir. Bunun için haydi mücadelemizi daha da güçlendirmeye, yükseltmeye! 25 Aralık 2013 ✓
ÖZ gazetesi tarafından “Ekim devrimi tartışmaları 2013: Gezi’den Rojava’ya devrim ve ayaklanma” üst başlığı altında organize edilen iki panel, 17 Kasım Pazar günü Okmeydanı Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nde yapıldı. “Ekim dersleriyle Gezi ayaklanması” konulu birinci panelin konuşmacıları: İlknur Birol (Halkevleri), Murat Özyavuz (KÖZ), Çetin Desde (YDİ Çağrı) idi. İlk konuşmayı YDİ Çağrı gazetesi adına Çetin Desde yaptı. Desde konuşmasında Ekim Devriminin bazı derslerini öne çıkararak Gezi direnişi ile karşılaştırdı. “Ekim Devrimine önderlik eden, iki aşamadan ge çen, işçi sınıfının öncüsünü kazanan, fabrikalarda iş letme hücreleri temeline dayanan, işleyen bir örgüte, sağlam kadrolara sahip, sınıf mücadelesi içinde çelik leşen Bolşevik Parti vardı. Gezide bu niteliklere sahip Bolşevik tipte bir parti yoktu. Gezide ML, komünist, sosyalist iddiası taşıyan bir dizi grup, parti, örgüt var dı. Bunlardan hiçbiri Rusya’daki BP’si gibi niteliklere sahip değildi. Harekete önderlik edecek Bolşevik tipte bir parti yoktu. Temel eksiklik budur. Ekim devrimi sadece öncünün kazanılmasının ye terli olmadığını, geniş halk kitlelerinin çoğunluğunun öncüyü destekleme durumuna gelmedikçe devrimin mümkün olmadığını gösterdi. Bunun için de sadece propaganda, ajitasyon yetmez, kitlelerin kendi öz siya si tecrübeleri gereklidir. Kendiliğinden gelişen Gezi direnişine katılan örgüt süz kitlelerin siyasi tecrübesi sadece hükümete yöne liktir. Hükümete tepkidir. Sistemi sorgulama, sistemi değiştirme, devrim talebi kitlelerin talebi değildir. Ekim devrimi kapitalist toplumda yalnızca prole taryanın burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma, kendi devleti aracılığıyla sınıfları ortadan kaldırarak tüm ezilenlerin kurtuluşuna önderlik etme yeteneğine sa hip olduğunu gösterdi. Kuzey Kürdistan Türkiye’de işçi sınıfı sendikal an lamda bile örgütlü değildir. İşçi sınıfı hareketi ile sos
yalist hareket ayrı kulvarlarda yürümektedir. Gezi di renişine işçi sınıfı örgütsüz olduğu için sınıf olarak yer almadı. Üretim durmadı. İlan edilen 2 genel grev sınıf bu durumda olduğu için propaganda genel grevi oldu. Üretim devam etti. İşçi sınıfı sokağa çıkmadı. Gezi eylemi, doğaya, kendi doğal yaşam alanına, kentine sahip çıkan; kendi yaşam alanı hakkında ken dilerine danışılmadan karar alıp uygulanmasına tep kili, kimi bağımsız sivil toplum kuruluşlarında çalışan kentli orta sınıf gençliğinin küçük bir bölümünün de mokratik, barışçı bir direniş hareketi olarak başladı. Bu eylemi hükümetin faşist şiddetle ezmeye kalması, küçümsemesi, “üç beş çapulcu” söylemi, “siz ne yapar sanız yapın, oraya Topçu Kışlası yapılacak” tavrı; hü kümete karşı biriken öfkenin patlamasına vesile oldu. Hükümet hareketin kendisini yıkmaya doğru yönel diğini gördüğü noktada geri adım attı. Gezi Parkına Topçu Kışlası yapma planını durdurdu. Bu noktadan itibaren gezi direnişi/hareketi başlangıçtaki talebinden uzaklaşarak egemen sınıflar arasındaki iktidar müca delesinin bir aracına dönüştü. Hareket içindeki ulu salcı güçler hareketi darbe ortamını hazırlamak için kullanmaya çalıştılar. Gezi hareketinde bugüne kadar siyaset sahnesinde kendini ifade etmeyen kimi kesimler bu hareket ile kendilerini ilk kez ifade etmişler, şu veya bu partinin, örgütün örgütlü insanı olmayan onbinlerce insan si yasete doğrudan müdahaleci hale gelmiştir. Bu gezi hareketinin en önemli olumlu yanıdır. Uzun vadede Türkiye’ni demokratikleşme hareketinde Gezi’nin ka lıcı yanı, itiraz için korku sınırının aşılmış olmasıdır. Bunlar gezi hareketinin kalıcı olan kazanımlarıdır. Geldiği yerde karşı devrimin kendi içindeki iç iktidar dalaşına alet edilme durumunda da olsa, Gezi hare keti bu yanıyla Türkiye’de burjuva demokrasisi yö nünde gelişmenin önemli bir kilometre taşıdır. Öyle ki örneğin bugün bütün sol, dün burun kıvırdığı, tepeden baktığı çevre koruma siyasetini keşfetmek zorunda kalmış, çevreci kesilmiştir. Bu bile yalnız başına büyük
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
K
✒
“EKİM DERSLERİYLE GEZİ AYAKLANMASI” PANELİNDEN NOTLAR…
47
✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 48
bir kazanımdır. Düne kadar konuşulmayan, suskun lukla geçiştirilen kimi konular bugün toplumda açıkça konuşulmaktadır. Düne kadar toplumda görünmez olan LGBT’ler, Gezi’de varlıklarını göstermiş, hareke tin taşıyıcıları olmuştur vb. bunlar Türkiye için yeni olan şeylerdir. Ve burjuva demokrasisi yönünde taban dan gelişmelerin ifadesidir. Gezi hareketi bunun ya nında başlangıç aşamasında siyaset içine espriyi sokan yaratıcı tavrıyla, hoşgörüyü, değişik görüşteki, yaşam tarzındaki ihsanların birbirine tahammül etmesini sa vunan tavrıyla da siyasette yeni bir kültürün habercisi, demokratik gelişmenin habercisi olmuştur. Gezinin bir olumsuzluğu şudur: Toplumda demok rasi bilinci yoktur. Farklılıkları içselleştirme, saygı duyma yoktur. Kendisinden olmayanı düşman gör me tavrı vardır. Bu durum Gezi’ye de yansıdı. Gezi de yer alanların büyük çoğunluğu için halk kendileridir. AKP’ye oy verenler halk değildir. AKP açısından da kendilerine oy verenler halktır, di ğerleri değildir. Onlar içinde, kendilerinden olmayan lar “öteki”ler düşmandır! Toplum kutuplaşmıştır. Bunun değişmesi gerekmek tedir. AKP’ye oy verenler de kazanılmadan devrimin olması mümkün değildir. Devrim kitlelerin eseridir. Kitlelerin çoğunluğu hareket katılmadan devrim ol maz. Gezi’ye katılan kitleler de çoğunluk değildi.” 2.konuşmayı KÖZ adına Murat Özyavuz yaptı. Özyavuz Gezi direnişini Ekim devriminden ziyade 1905 devrimi ve 1917 Şubat devrimi ile benzeştirilebilineceğini savundu. Gezinin “ayaklanma” olduğunu savunan Özyavuz şunları söyledi: “Gezi Ayaklanması’nda sol örgütler ayaklanmanın seyri konusuna belirleyici müdahalelerde bulunamadılar hatta kitlelerce sevk edildiler. Ancak bu sol örgütlerin Gezi’ ye hiçbir katkısı olmadığı anlamına gelmiyor. Ayaklanmanın farklı mahallelere taşınmasında yani genişlemesinde, polisle yaşanan çatışmalarda ve ayaklanmanın bu kadar uzun sürmesinde örgütlerin etkisi oldu. Diğer bir deyişle devrimciler Gezi’nin rüzgarını farklı yerlere taşıdılar ve eylemin ömrünü uzattılar. Bu nedenle Gezi Ayaklanması’nda AKP’ ye geri adım attırılmışken, Gezi’den yerel forum gibi minimal düzeyde halk meclisleri çıkmışken ve hala hükümet karşıtı hareketler devam ediyorken AKP’ i geriletmek ve bunu yaparken de CHP’ ye yol vermemek gerekiyor. Bugün bizim önümüzde duran asıl sorun kitleler ayaklandığında buna müdahale edecek bir parti yaratılması sorunudur. Ayaklanmadan devrim için fay-
dalanan bir parti lazım.” 3.konuşmayı Halkevlerinden İlknur Birol yaptı. Birol hareketin direnişle başladığını halk isyanına dönüştüğünü savundu. İsyanın sınıf karakterinin olduğunu savunan Birol şunları söyledi: “Türkiye devrimci hareketi işaretlere rağmen Gezi’yi öngörememiş ve bu harekete gerekli dinamizmle kar şılık verememiştir. Dolayısıyla bu isyan bütün sol ör gütlerin kendilerini yeniden değerlendirmelerine vesile olmuştur. Sol örgütlerin kitlelerle bağ kurma konu sunda sorunları olduğu ortaya çıkmıştır. Kitlelerin ör gütlenmesinde rol oynanması gerekmektedir. Gezi’yle başlayan süreçte işçi sınıfının örgütlü olmasına ve mi litanlığına ihtiyaç duyuluyor. İsyanı sandıkla terbiye etmeye çalışanlara karşı bütün tedbirleri almalıyız. Sokak hareketlerinin içinde daha çok bulunmamız ge rekiyor. Sandık dışı denetleyici mekanizmalar örgütle mememiz gerekiyor.” Birol Gezi “isyanının 1905, 1917’den önce 1830, 1848 ayaklanmaları ile benzerlik gösterdiğini, yeni devrimci atılımlar çağının başladığını, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını, mülksüzleştirilen, yoksullaştırılan orta katmanların isyana katıldığını, bunların yeni işçi sınıfını oluşturduğunu” savundu. Sorular bölümünde şu önemli sorular soruldu: -Öncü rolünü yeterli oynayamayan, halkın peşinden giden, kitleselleşemeyen devrimci örgütler özeleştiri yapmalı mıdır? -Gezi nedir? Direniş midir? Ayaklanma mıdır? Devrim midir? -Yeni işçi sınıfı ne demek? -Geziden dersler çıkararak bundan sonra ne yapmak lazım? -Devrimci önderliği oluşturmak için plan, programınız var mı? Vb. Sorulara cevap bölümünde kendisine sorulan sorulara Çetin Desde cevap verdi. Desde şunları söyledi: “Gezi direnişinin temel eksiği işçi sınıfının öncüsünü kazanmış, işçi sınıfı içinde örgütlü, fabrikaları kalele ri haline getirmiş bir komünist partinin yokluğudur. Bu iddiaya sahip bir dizi grup, parti var. İddia olması farklı, partinin olması farklı bir şeydir. Bu temel eksik liği gidermek için işçi sınıfı içine güçlerin esasını yo ğunlaştırmak lazım. Bu temel görev çözülmeden belki gelecekteki kitle hareketlerinde biz oturup yine aynı şeyleri konuşacağız. Gezi’ye uyan en iyi tanımlama direniştir. Lenin’in devrimci durum tanımını temel aldığımızda geziye rağmen Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci durum
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
mu olanağı varken, bu olanağın gerçekleşmediğini Rojava’da gerçekleştiğini savunan Dilber, Rojava’dan Baas rejimin askeri güçlerini çektiğini de ifade etti. Konuşmacılara soru sorma bölümünde YDİ Çağrı adına bir yoldaşımız kısa bir konuşma yaptı. Konuşmada şu noktalara vurgu yapıldı: “Arap Baharı Suriye’ye yansıdı. Kitle gösterileri başladı. Baas rejimi bu gösterileri şiddetle bastırmaya çalıştı. Gösterileri batılı emperyalist güçler rejimi yıkmak için kullanmaya çalıştı. İç savaş başladı. Kürtler Baas rejimine karşı savaşan güçlerle birlikte hareket etmedi. Kürtlerin Esad rejimine karşı silahlı mücadele verme tavırları da olmadı. Kürtler demokratik Suriye’de Kürtlere otonomi verilmesini istiyorlar. Savaşa ve dış müdahaleye karşılar. Bu dönüşümün demokratik yollardan gerçekleşmesini istiyorlar. Baas rejimi Rojava’da Kürtler bu konumda olduğu için, Kürtleri kendisi için tehlikeli görmediği için askeri güçlerini geri çekti. Doğan iktidar boşluğunu Kürtler iyi kullandı. Kendi özyönetimlerini kurmaya başladılar. Devrim ister dar anlamda olsun, isterse geniş anlamda olsun bir siyasi iktidarın, rejimin, halk hareketi sonucu zor kullanılarak yıkılmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Rojava’da olan devrim değildir. Rojava’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmek için haklı bir savaş yürütmesi, devrim olarak tanımlanmadan da desteklenmelidir, savunulmalıdır. Enternasyonalizm bu haklı savaşta Kürtlerin yanında olmayı gerektirir. Varsa güç gidilir, Kürtlerin yanında savaşılır. Devrimciler, komünistler oldukları her alanda Rojava’yı desteklemek için propaganda ajitasyon yapmalıdırlar.” YDİ Çağrı adına konuşan yoldaşın bu tavrı sonucu, her üç konuşmacı da konuşmasında Rojava’da devrim olduğunu tavrını yineledi. Arzu Demir: “Eski alışkanlıklarımız değişmiyor. Gezi’den sonra bunları tartışmamak gerekiyor. Rojava’da Esad rejimine dair bir şey yok. Orada bir devrim yaşanıyor.” Filiz Koçali: Devrim iktidara el koyma, ele geçirme anlamında değil. Rojava’da devrim süreci yaşanıyor. Öcalan’ın programı hayata geçiriliyor. 4 parçada tek siyasi çizgi var. Bu tek siyasi çizginin Rojava’da PYD tarafından hayata geçirilmesi devrimdir.” Orhan Dilber: “Rojava ayrı bir ülke. Suriye ile birlikte düşünmemek lazım. Esad düştü, düşmedi Suriye’yi ilgilendirir. Rojava’da Kürtler egemenliklerini ilan etti. Bu bir devrimdir.” 18.11.2013 ✓
✒
yoktur. Gezi hareketine katılan kitlelerin talebi belli bir noktadan sonra hükümetin istifasıdır. Harekette olmayan özellikler affedip sonra tartışmak yanlıştır. Hareketin düzeni sorgulaması, hükümetin istifasının ötesine geçme durumu yoktur. Haziran ortasından sonra da hareket başlangıcındaki talebinden uzaklaş mış, egemenlerin iktidar dalaşının bir uzantısına dö nüşmüştür. Bu noktada biz bu hareketin parçası olma yacağımızı açıkladık. Olduğumuz alanlarda hareket doğru görüşlerini taşımak için olacağımızı söyledik. Gezi Direnişi ne 1905 devrimine ne de 1917 Şubat devrimine benzetilemez. Her iki devrimde de parti var. İşçi sınıfı sınıf olarak var. Bu iki temel şey gezi de yok tu. Ayrıca Gezi’nin rejimi yıkma talebi ve yönelimi de yoktu. Devrimci örgütlerin artık 40 yıllık çalışma tarzını, mücadele tarzını, kendisini halk yerine koyarak müca dele anlayışını terk etmesi lazım. Gezi’nin öğrenilmesi gereken önemli bir yan da budur.” Diğer konuşmacıların konuşmalarından sonra panel sona erdi. Panele 100 civarında bir katılım oldu. *** Verilen aradan sonra ikinci panel “Ekim devrimi ışığında Rojava devrimi” paneli başladı. Bu panelin konuşmacıları Arzu Demir (ETHA, Etkin Haber Ajansı), Filiz Koçali (BDP), Orhan Dilber (KÖZ) idi. Arzu Demir gazeteci olarak Rojava’ya yaptığı gezi izlenimlerini aktardı. Rojava’da devrim yaşandığını örnekler vererek anlatan Demir; bu devrimin aynı zamanda kadın devrimi olduğunu belirterek, Rojava devriminin nasıl yaşatılacağının önemli olduğunu, Rojava’ya yiyecek yardımı yaparak değil, Serkan Tosun’un gittiği yoldan gitmenin önemli olduğunu belirtti. Filiz Koçali konuşmasında Kürdistan’ın 4 parçaya bölündüğünü, Kürdistan’ı bütün olarak görmek gerektiğini, mutlak sınırları savunmanın milliyetçilik olduğunu savundu. TC’nin Rojava’da silahlı çeteleri destekleyerek ateşkesi bozduğunu anlatan Koçali; Öcalan’ın demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü bir sistemi savunduğunu, bu sistemin Rojava’da hayata geçtiğini anlattı. Orhan Dilber konuşmasında; ya devrimler emperyalist savaşları önler ya da savaşlar devrimlere yol açar Leninist tezinin Rojava’da devrime yol açtığını savunan Dilber; 1991 Körfez Savaşı döneminde Güney Kürdistan’da daha geniş devrim olma duru-
49
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“TEŞHİR NASIL OLMAMALI?” BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE AKP ve RTE yalanlarının boyutu ve etkilediği kitleler açısından sorun küçümsenmemelidir. Okurumuz burada yalanın boyutunun kitleleri nasıl etkilediği sorununa çok iyimser yaklaşmaktadır. RTE demagoji taktiğini doğru değerlendirememektedir. Yazıdaki derdimiz sırf Tayyip değil, yazımızın başlığında dediğimiz gibi “AKP’nin çevreciliği yalan ve talan üzerinde yürüyor!” Yani tüm AKP’dir. Okurumuz bunu göz ardı etmektedir.
Y
50
Dİ Çağrı sayı 166’da bir okurumuzun “Teşhir nasıl olmamalı?” başlıklı bir eleştiri yazısı yayınlandı. Bu yazıda okurumuzun 165. sayımızda “AKP’nin çevreciliği yalan ve talan üzerine yürüyor!” başlıklı yazıya getirdiği eleştirilere kısaca tavır takınacağız. Okurlarımızın YDİ Çağrı’da yayınladığımız yazıları eleştiri gözüyle okumalarını, yanlış buldukları tavırları eleştiren yazı yazıp iletmelerini oldukça olumlu buluyoruz. Eleştiri, tartışma, özeleştiri bizi geliştiren bir yöntemdir. Gelelim eleştiri yazısına. Okurumuz yazısının girişinde “AKP’nin çevreciliği yalan ve talan üzerine yürüyor!” başlıklı yazıyı şöyle değerlendiriyor: “Fakat yazının kendisi, nereden bakılırsa bakılsın, dergimizin genelde itinalı, verilere, olgulara daya narak sorunları ortaya koyma bilimsel yaklaşımına uygun olmayan bir yazıdır. Bu açıdan en başta şunu belirtmek istiyorum: Bu yazı egemenleri teşhir etmeye çalışırken, teşhirin nasıl olmaması gerektiğini gösteren bir yazıdır.” Okurumuzun bu genel değerlendirmesi ile hemfi-
kir değiliz. Yazıda eksiklikler, yanlışlar bulunabilir. Bunun ne olduğu somut olarak eleştirilir, gösterilir. Fakat bu şekilde genel değerlendirme yapmayı doğru bulmuyoruz. “Teknik açıdan ele alındığında alıntıların çoğunun kaynağı verilmiyor.” Eleştirisi haklıdır. Alıntıların kaynağının verilmesi, bu konuda itinalı olmak gerektiği yaklaşımı doğrudur. Fakat bu doğrudan yola çıkarak, “Ajitatif yazma adına “atmasyon”la” bizi eleştirmek de doğru değildir. Yazıda aktardığımız tüm veriler çok kolay ispatlanabilecek günlük gazeteler ve resmi makamlardan aktarılan verilerdir. Atmasyonla hareket etmedik. Bu yöntemimiz değildir.
Ağaç dikme sorunu AKP ve RTE yalanlarının boyutu ve etkilediği kitleler açısından sorun küçümsenmemelidir. Okurumuz burada yalanın boyutunun kitleleri nasıl etkilediği sorununa çok iyimser yaklaşmaktadır. RTE demagoji taktiğini doğru değerlendirememektedir. Yazıdaki derdimiz sırf Tayyip değil, yazımızın başlığında dediğimiz gibi “AKP’nin çevreciliği yalan ve talan üzerinde yürüyor!” Yani tüm AKP’dir. Okuru-
Nükleer enerji sorunu *Türkiye’nin mi, hakim sınıfların mı Atoma ihtiyacı var tartışması, gereksiz bir tartışmadır. Çünkü bahsi
geçen ülke Türkiye’dir. RTE’da TC’nin Başbakanıdır. Sorun Türkiye’de atoma ihtiyaç olduğunu kim söylüyorsa yalan söylüyor ve hem de büyük yalan söylüyor. Dert bu yalanı teşhirdir. Yazımızda bu yapılmaktadır. *“Her 7-10 yılda bir enerji tüketimimiz ikiye katlanacakmış!”, enerji tüketimi bağlamında; bizim de tartıştığımız enerji tüketimidir. Veriler bu enerji tüketiminin katlanıp katlanmadığının ispatı için verilmiştir. Çünkü fikir sahiplerinin dayanağı da sanayileşmedir. Konuyu yanlış mecralara çekmeye gerek yoktur. *Ucuz enerji üretme bağlamında bizi armut ve soğanı karıştırmakla suçlama haksızdır. Burada eksik bıraktığımız RTE/AKP’nin armutla soğanı karıştırdığına vurgu yapılmamasıdır. *Atom ve dışa bağımlılık bağlamında tartışmayı başka alanlara çekmeye hiç gerek yok! Tartışılan Türkiye’nin enerjideki dışa bağımlı olmasıdır, bu bağımlılığın atom ile sona ermeyeceği bilakis daha da fazlalaşacağına vurgumuzda haklıyız. *”Uranyuma sahip değiliz.” Tespitimize okurumuzun getirdiği eleştiri haklıdır. Uranyum rezervi ile ilgili MTA Genel Müdürlüğü’nün verdiği rakam
doğrudur. 9 bin 129 ton rezerve ile 5 bin MW’lık bir santral ancak 10 yıl çalışabilir. (www.globalenerji. com.tr) Her halükarda Uranyum kullanımındaki uluslararası denetime de yer vermemiş olmamız bir eksikliktir. Ama bu eksiklik esas soruna yaklaşıma zeval getirmemiştir. Sonuçta uranyum hammaddesiyle ilgili bir bağımlılığa da vurgumuz yanlış değildir. *İstihdam meselesinde biz doğru tartışıyoruz. Dert yapılacak istihdam ise bu anlamda vurgumuz doğrudur. Biz bakanın getirdiğine alternatif sunuyoruz. Derdimiz bakanın pa lav ra sı n ı n ötesidir. *Türkiye’de Enerji tüketiminin 10 yılda 540 milyar KW/h yükseleceği AKP’nin pa lav rasıd ı r. Bizde gelişen sanayinin ortaya çıkarabileceği tüketim miktarını ortaya koymaya çaba sarf ederek bir palavranın teşhirini yapmaya çalışıyoruz. Bu noktada eleştiri haksızdır. *“Elektriğin üretildiği alanlara göre yüzde olarak” verdiğimiz dağılım rakamlarında okurumuzun dikkat çektiği gibi bir karışıklık söz konusudur. 30.09.2013 tarihi itibariyle Türkiye’de elektrik enerjisi kurulu gücü yüzde olarak şöyledir: Hidrolik barajlı % 25,5, Hidrolik akarsu % 9.2, Rüzgar % 4,4, Kömür % 20,2, Doğalgaz % 31,4,Termik-diğer % 8,9, Jeotermal % 0,4 (www.emo.org.tr) * “Yazının kendisi hep bu temelde ilerliyor, hemen hemen hiç bir noktada gerçekte verilere dayalı, soru nu proletaryanın sınıfsal bakış açısı temelinde ortaya koymamaktadır.“ Yazımızın bakış açısı proletaryanın sınıf bakış açısıdır. Çevre konusunda daha önceki tavırlarımızdan temelde farklı şeyler söylemiyoruz. Veriler/kaynak konusundaki daha itinalı davranmamız gerektiği eleştirisi doğrudur.
yaşam temellerini koruma mücadelesi
muz bunu göz ardı etmektedir. Ağaç hesabındaki verdiğimiz rakamlar en iyimser rakamlardır, derdimiz okuyucuyu rakamlarla bilimsellikle boğmak değildi. 1 dönüme 100-250 ağaç dikilmez demekle yetinelim. Ağaçlar arasında 5-6 metre mesafe normal bir dikim yöntemidir.
12.12.2013 ✓ 51
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ICOR Devrimci Partiler ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu 23 Eylül 2013 Uluslararası Koordinasyon Komitesi
ICC’nin Tüm Üye Örgütlere İmzalamak İçin Çağrısı:
ICOR’un 16 Kasım 2013’deki Doğal Çevrenin Kurtarılması İçin Uluslararası Mücadele Gününe İlişkin Çağrısı Dünya İklim Konseyi’nin en yeni hesaplamalarına göre deniz seviyesi 5 derecelik bir ısınmada 97 santimetreye kadar yükselebilir. Kara buzlarının erimesi halinde deniz seviyesinin hatta metrelerce yükselmesi mümkündür. Böylesine felaketli bir gelişme yüz milyonlarca insanı göçe sürükleyebilir; kimi büyük kentleri ve kimi ülkeleri bütünüyle haritadan silebilir. İklim kuşaklarındaki kaymalar Sibirya, Alaska, Kanada ve Grönland’ın geniş alanlarındaki derin donmuş bölgelerde erimelere yol açıyor.
D
52
ünya iklim felaketine doğru dönüşüm gittikçe daha tehlikeli bir hal alarak hızla ilerliyor. ABD’deki Hava- ve Okyanus bilimi Kurumu NOAA Mayıs 2013’de, dünyadaki karbon dioksit gazı miktarının bundan en son 10 milyon yıl önce bulunan bir seviyeye ulaştığını tespit etti. Yeryüzünün geniş kesimleri gittikçe daha fazla sıklıkla şiddetli sıcaklık ve kuraklık felaketleri, korkunç orman yangınları ve fırtınalar yaşadılar. BM, bu on yıl içinde 370.000 insanın iklim değişikliği nedeniyle öldüğünü bildirdi. Bunun gelecekteki sonuçları daha da korkunç olacak:
Dünya İklim Konseyi’nin en yeni hesaplamalarına göre deniz seviyesi 5 derecelik bir ısınmada 97 santimetreye kadar yükselebilir. Kara buzlarının erimesi halinde deniz seviyesinin hatta metrelerce yükselmesi mümkündür. Böylesine felaketli bir gelişme yüz milyonlarca insanı göçe sürükleyebilir; kimi büyük kentleri ve kimi ülkeleri bütünüyle haritadan silebilir. İklim kuşaklarındaki kaymalar Sibirya, Alaska, Kanada ve Grönland’ın geniş alanlarındaki derin donmuş bölgelerde erimelere yol açıyor. Buzulların erimesi de dramatik boyutlara vardı. Tüm bunlar zaten
lerinin inşasına karşı olsun, veya ister Şili veya Brezilya’daki yağmur ormanları ve tarım alanlarının yoğun bir şekilde kaybedilmesine neden olan imha edici baraj projeleri olsun – milyonlarca insan hem kendi yaşamları hem de toprak ananın yaşaması için mücadelede aktifleştiler. Köylüler ve yerli halklar ile birlikte kendi sorunları ve çevreyi korumak için çaba gösteren maden işçilerinin mücadeleleri gelecek açısından yol göstericidir. İCOR, İCOR’un bu yılki uluslararası çevre mücadele gününde mücadeleci gösteriler ve geniş eylem birlikleri hazırlamaya ve gerçekleştirmeye çağırıyor. İCOR 16 Kasım’da Varşova’da bir büyük yürüyüş düzenliyor. İklimi korumak için gerekli kapsamlı önlemlerin geciktirilmesine izin verilmemelidir! Sera gazı emisyonları 2020 yılına kadar yüzde 70 – 90 oranında dü ş ü r ü l me l idir. Ormanların, özellikle tropik yağmur or ma n la r ı n ı n kesilmesi radikal bir şekilde durdurulmalı; büyük alanları kapsayan ağaçlandırma programları gerçekleştirilmelidir. Dünya denizlerinin korunması için derhal uygulanmaya koyulan uluslararası antlaşmalar yapılmalıdır. Masrafları işletmeciler tarafından karşılanmak üzere tüm atom tesislerinin çalışmaları derhal – dünya çapında – durdurulmalıdır! Tüm atom silahları derhal ve koşulsuz imha edilmelidir! Çevreyi tekellerin açgözlülüğünden kurtaralım! Doğal çevreyi koruma mücadelesinde uluslararası aktif direniş cephesi için! İnsan ile doğanın birliğinin yeniden kurulabileceği sosyalist bir toplum için mücadele! ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
başlamış bulunan küresel bir çevre felaketine dönüşmeyi hızlandırıyor! İklim felaketinin önüne set çekmek için gerekli acil önlemler derin dünya ekonomik ve mali krizinin belirtileri içindeki uluslararası tekeller ve onların emperyalist hükümetleri tarafından salt kâr nedenleriyle geciktiriliyor, engelleniyor ve hatta mücadele verilerek kabul ettirilen önlemler yeniden geri alınıyor. Kasım ayı ortasında Varşova’da yeni bir dünya iklim konferansı toplanıyor. Bu BM tarafından toplanmaya çağrılan çevre konferansları yoluyla, bir yandan sahtekârca iklim sorununun ciddiye alındığı gösterilmeye çalışılırken ve diğer yandan tekelci kâr ekonomisinin küresel iklim değişikliğinin esas sorumlusu olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Böylesi kon fera nsla r, emper yalist hükümetlerin iklimi kurtarmak için canla başla çaba sarf ettikleri imajını yaratmaya hizmet etmektedir. Gerçekte ise uluslararası mali sermaye ekoloji ve ekonominin birleştirilebilirliği hakkındaki sahtekârca burjuva sloganı ile insanlığın varlığını gittikçe daha fazla riske atıyor. Yenilenebilir enerjilere hızlı bir şekilde dönüşüm mümkün olmasına rağmen egemenler hâlâ fosil enerjileri yeğliyorlar veya Çernobil ve Fukuşima’da çekirdek erimesi devam ederken kendilerinin atom programlarını üstüne üstlük demagojik bir şekilde iklimi koruma argümanı ile gerekçelendiriyorlar. Sonuç: CO2-salınımı 2012 yılında % 4 oranında artmıştır. Oysa dünya halkları çevre felaketiyle mahvolmak istemiyor. İşçi hareketi ve halk kitlelerinin Japonya’daki mücadelesi Japon emperyalizmini 52 atom santralinin tümünün çalışmasının geçici olarak durdurmaya zorladı. İster Hindistan’daki atom santral-
53
BİR PROFESYONEL DEVRİMCİNİN ANILARI II “...Sonbahar ‘38’de kitlesel tutuklamalar oldu ve babamın ait olduğu parti hücresi de darmaduman edildi. Bu insanların büyük bir bölümü temerküz kampında katledildi. Akrabalarımız içindeki hain bereket versin ki babamın bu işlere karışmadığını söyleyecek kadar aile dayanışmasına sahip idi. Babam hayatını böyle kurtardı. Ben o zamanlar tüm siyasi bağlantılarımı kaybettim. Her ne kadar babam kimi bağlantılara sahip olsa da, bunun üzerine konuşmadı...” Çelişkili bir zamanda, bir MarksistLeninist’in çelişki dolu deneyimleri
54
(AMLP sekreterinin geçen sayıda yayınlamaya başladığımız anılarının II. Bölümü) … Benim en erken siyasi deneyimlerimden biri babamın bir keresinde erkek kardeşiyle bir tartışma yürütmesi ve sonrasında çok hayal kırıklığına uğramış olarak anneme, gerçekte erkek kardeşinin bütünüyle basit bir sosyal-demokrat olduğunu söylemesiydi. O zamanlardan beri, sosyal-demokrat olmanın çok kıtıpiyos bir şey olduğunu biliyordum. 1928’de babamın çalıştığı Floridsdorf lokomotif fabrikasında bir toplantı vardı ve orada enternasyonal marşı söylendi. O zamanlar bu marş söylenirken, ayağa kalkılırdı ve şapka veya kasketlerin de çıkarılması âdetten idi. Babamın amiri “Bay yönetim kurulu başkanı” şapkasını çıkarmamıştı. Bunun üzerinde babam ona doğru gitti ve şapkasını çıkarttı. Bunun sonucu, babamın işten atılması ve 10 yıl boyunca işsiz kalması ve her türlü yardımdan dışlanması oldu. Ertesinde en acı yoksulluğu çekti. Biz o zamanlar dört kişi yaklaşık 8 metre karelik bir küçük odada yaşıyorduk. Bu nedenle babam daha sonra içinde bizim oturduğumuz şeker kasalarından
boş bir tarlada küçük bir baraka inşa etti. Neredeyse 200 metrelik bir çevresinde sadece tarlalar bulunduğundan daha çok uzaktan birisinin geldiği izlenebiliyordu. Bundan ötürü babamın mensubu olduğu komünist gruptan yoldaşlar onunla ve annemle birlikte bu barakanın altında iyi kamufle edilmiş iki bodrum ve bunlarla bağlantısı olan bir kuyu kazdılar; oraya bir baskı makinesi ve çeşitli siyasi malzeme koydular ve sakladılar. Orada aynı zamanda babamın mensubu bulunduğu komünist grubun illegal toplantıları gerçekleşti. Tabii ki çocuk olarak bu görüşmelere katılamazdım; ama daha ilkokul öğrencisi iken o zaman var olan kitapların başına çöktüm. Önceleri sadece şu üç yazı vardı: “Komünist Manifesto”, “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Sosyalizmin ütopyadan bilime doğru gelişmesi”. Daha sonra buna Lenin’in “Devlet ve Devrim”i eklendi. Bunların dışında başka kitap yoktu; ama bunları okudum ve bunlardan öylesine etkilendim ki, kendime göre bir parti programını bile yazmaya başladım. Yazdığım bu program epeyi gaddarcaydı. O zamanlar çok küçük olduğumdan Temmuz 1927 üzerine hatırladığım hiçbir şey yok. Oysa Şubat 1934’ü hâlâ iyi hatırlayabiliyorum. O zamanlar yol-
daşlar çok heyecanlı bir şekilde bize geldiler; bir sürü şeyleri alıp paketlediler ve çekip gittiler. Landwehrkışlasının yakınındaki demiryolu hattındaki rayları ve demiryolun makası üzerine, askeri nakliyatı engelleyebilmek için beton dökmeye başladılar. Sonra Laar-dağına çıkıp, orada mevzilendiler. Bundan sonra babam iki ay tutuklu kaldı. Benim başlangıcımla ilgili olarak sadece bu kadar. Ben bunları sizin benim nasıl bir dünyanın içine doğduğumu bilmeniz için anlatıyorum. Tanıdığım ilk komünistler beni korkunç derecede etkilediler; bana göre onlar gerçek kahramanlardı. Daha sonraları böylesi insanları hemen hemen hiç tanımadım. Onlar 18-25 yaşları arasındaydılar. Babam grubun en yaşlısı idi ve onlar damardan komünistlerdi. Kanımca teorik olarak çok okumuş değillerdi, ama davaya ellerinden gelen tüm çabalarla bağlıydılar. Neredeyse hepsi Hitler döneminde katledildiler. Daha kısa bir süre önce “Akıma karşı” da “Kapital”i incelememiş bir komünistin ciddiye alınacak bir kimse olmadığını okudum. Oysa onlar benim gözümde, yaşamımda tanıdığım en mükemmel komünistlerdi. Benim için bir acı yaşanmışlık ta bir o kadar sarsıcı idi. Başka bir komünist gruba mensup olan bir amcamın bir hain haline geldiği ortaya çıktı. O uzun yıllar işsiz idi ve Avusturya Hitler Almanya’sı tarafından ilhak edildiğinde, birdenbire parası iyi bir iş buldu ve Nazi oldu. Bunun üzerine eski dostlardan hiçbiri artık onun yüzüne bakmadı. Karısı da onu terk etti. Bu genel aşağılama bu adamı nihayetinde intihara sürükledi. Bu da o zamanlar egemen olan atmosferi gösteriyor. 1938’de yoldaşlar için benim henüz çok genç olmam ve polisin benden birçok şeyi öğrenebileceği korkusuna sahip olmaları sorunu vardı. Ve beni daha güçlü bir şekilde bağlamak ve yükümlü kılmak için, daha henüz 14 yaşında bile olmamama rağmen, Ekim 1938’de beni Komünist Gençlik Birliği’ne aldılar ve bana gerekli davranış kurallarını öğrettiler. En önemlisi, “ötmek”tense dövüle dövüle öldürülmeyi yeğlemek idi. Bir vecize şöyleydi: “Evet dersen, orada kalırsın, hayır dersen eve gidersin!” Komünist grupta bir yoldaş vardı, genç bir yoldaş, Franz Schambocky adında, bu yoldaş gerçekten Naziler tarafından dövülerek katledildi ve buna rağmen konuşmadı. O bizim idolümüzdü. Şimdi gelelim ‘38 ile’45 arasındaki benim siyasi etkinliklerime.
Sonbahar ‘38’de kitlesel tutuklamalar oldu ve babamın ait olduğu parti hücresi de darmaduman edildi. Bu insanların büyük bir bölümü temerküz kampında katledildi. Akrabalarımız içindeki hain bereket versin ki babamın bu işlere karışmadığını söyleyecek kadar aile dayanışmasına sahip idi. Babam hayatını böyle kurtardı. Ben o zamanlar tüm siyasi bağlantılarımı kaybettim. Her ne kadar babam kimi bağlantılara sahip olsa da, bunun üzerine konuşmadı. 1941’de Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve ben ilk bildirimi çıkardım. Eski bir daktilo ile kopya kâğıdına birçok kopyalı olarak yazıldı ve sonra güzelce kesildi ve tramvayların biniş-iniş basamaklarına, duraklara, tuvaletlere vs. bırakıldı. Bildiriler kötüydü, çünkü bunlarda ben Kızıl Ordu’nun üç ay içinde Hitler-Ordu gücünü tarumar edeceğini öngörmüştüm. 1942 sonunda lise bitirme ve öğretmenlik sınavını başarıyla geçtim. Başlarda savaş hizmetinden muaf tutuldum ve Aşağı Karent’te (Kärnten) küçük bir köyde ilkokul öğretmeni olarak işe başladım. Öğretmen olabilmem, Nazilerin fethedilen ve “Almanlaştırılan” bölgelerde acil olarak öğretmene ihtiyaçları olmasıyla bağlantılıydı ve bu nedenle belli bir ölçüde yetenekli olanların yükseköğrenim yapmalarını mümkün kılmak için her şeyi yaptılar. Aşağı Karent’teki Damtschach köyünde daha birkaç haftalık öğretmen iken, çocuklara, Almanca mı veya Slovence mi konuştuklarının sorulması yönünde direktif geldi. Sınıfta 63 öğrencim vardı, bunların büyük bölümü Sloven idi. Çocuklara evde hangi dilde konuştuklarının sorulması isteniyordu. Slovence konuşan insanlar için bunun çok kötü bir şey olduğunu, sürgün edilme ihtimalini içinde taşıdığını biliyordum. Bu nedenle okulun 63 öğrencisinin tümünün evlerinde Almanca konuştuklarını bildirmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Beni derhal hesap vermeye çağırdılar ve ‘sen bizi herhalde aptal yerine koyuyorsun’ dediler. Bundan bir hafta sonra dağ avcıları birliğinde askerlik yapma emri geldi. Çünkü ben iyi bir sporcuydum. Rus Cephesine geldim ve firar edip karşı tarafa geçmek istedim, ne yazık ki bu o kadar basit değildi. Almanlar hiçbir savaş esiri almadılar, tüm tutsakları kurşuna dizdiler. Ve Kızıl Ordu mensupları bunu gördüler. Bu nedenle, daha ben birkaç sözcük Rusça konuşmadan ölecek olmamdan endişe ettim. Bu durumda kendimi kişisel yaşamımı kurtarmakla sınırladım. Ağır bir mide hastalığı numarası yapma kararı aldım. Bu bağlamda ilkel, ama zorlu bir yön-
55
56
temi uyguladım. Bir enjeksiyon iğnesi ile kendimden düzenli olarak kan aldım ve bunu içtim. Bu nedenle tüm mide içerik muayeneleri, kuşkusuz bir şekilde midede kanamalar olduğu sonucunu verdi. Bu konuyu ben çok bilimsel bir şekilde uyguladım ve hekimlerin nasıl yanıltılabileceğine dair bir dizi yöntemler de keşfettim. O zamanlar ilk broşürümü de yazdım. Bu broşür ciddi bir mide hastalığı numarasının nasıl yapılabileceği ile ilgiliydi. Bu broşürden az sayıda dağıtabildim; kanımca, yöntemlerimin uygulanması pek kolay olmadığından bu hiç kimsenin işine de yaramadı. Ne de olsa yine de bizzat kendim için cephede savaşmaya elverişsiz/çürük olarak kaydedilme amacına ulaştım; sonra Admont’a büyük bir kışlanın idari işlerine bakılan bölümüne geldim. Bu, olağanüstü bir şans idi. Admont kışlasında siyasi yaşamım yeniden başladı. Orada Alman Ordusunun tüm formülerlerine ulaşma imkânına sahiptim ve bunların nasıl kullanıldıklarını öğrendim. Ve bu bilgileri ve istenilen miktarda formüler ve matbu kâğıtları babama teslim ettim. O ise gerekli mühürleri bizzat kendisi üretti; metal işçisi olarak bunu yapabilecek durumdaydı. Ve böylece daha sonra yoldaşlara verilen tüm kimlikler üretilebildi. Admont’ta önemli bir iş becerdiğim görüşündeyim. Ama buna paralel olarak kaçışımı da hazırladım. Kasım ‘44’de Kızıl Ordu’nun Macaristan’da bir yarma hareketini başardığı ve Viyana yönüne doğru hareket halinde olduğunu öğrendiğimde, bir sürü sahte kâğıtlarla, bunların içinde iki sahte Alman ordu kimliği de vardı, donanmış olarak kaçtım. Bu kaçışta yarbayımın kendisinin kaçışı için hazırladığı ve sakladığı bir motosikleti kullandım. Şansıma iyi ki bunu öğrenmiştim. Motosiklet ile Enns’e kadar geldim ve KleinReifling’de mola verdim. Orada tesadüfen kendisi Nazi dostu olmayan bir köylü ile tanıştım. Ona, bu motosikleti senin samanlığında saklayalım, beni ihbar etmezsen, motosiklet senindir, beni ihbar edersen, motosikleti senden alırlar ve yapabilirsem, ben seni vururum, dedim. Motosiklet adamın çok hoşuna gitmişti ve bundan dolayı ağzını sıkı tuttu ve beni kendisinin dağlık otlağındaki bir yemlikte barındırdı. O zamanlar bir kayalıktan aşağıya doğru sürekli olarak Enns’i izledim ve Kızıl Ordu’yu bekledim. Günün birinde geldi de, ama daha ilerilere gitmedi; Enns nehrinin karşı yakasında durdu. Orada Demarkasyon Hattının (Kızıl Ordu ile müttefik ordular arasın-
daki ayrım/sınır hattı – ÇN) olacağını bilmiyordum. Bu yüzden bir sandal çalmak ve onunla geceleyin kürek çekerek karşı yakaya Kızıl Ordu’ya ulaşmak zorundaydım. Kasketinde Sovyet yıldızı olan ilk askere sahip olduğum az Rusça bilgileriyle tekmil verdim ve ona, ben bir komünistim ve Lenin ve Stalin’in bir taraftarıyım, dedim. Ve bir kez daha şansım yaver gitti. Birliğin komutanı beni derhal kendi yanına getirtti ve beni benim Marksizm-Leninizm hakkında neler bildiğimi sınava tuttu. Herhalde çıkan sonuç onu memnun etti. Bir geçiş izni belgesi aldım, bununla Viyana’ya kadar engelle karşılaşmaksızın gidebildim. Bu, savaşın resmen sona ermesinden biraz önceydi. Ve Viyana’da arsadaki barakadayım. Ben, orada alt alta iki bodrumun bulunduğunu biliyordum. Gerçekten anne-babam orada saklanmışlardı. Yeniden buluştuktan hemen sonra babamla birlikte, oturduğumuz semtte, Kaiser-Ebersdorf’ta komünist bir parti örgütünü inşa etmeye başladık. Kaşla göz arasında 200’ün üzerinde giriş başvurusuna ulaştık. Ne var ki bunların çoğu iyi insanlar değildi. Buna rağmen bölgede en büyük grup haline geldik ve ben merkez komitesine çağrıldım. Orada kötü bir sürpriz yaşadım. Kadro bölümünde, isminin Nürnberger olduğunu hâlâ bildiğim, ayakları yazı masasının üstünde, sakız çiğneyen bir adam oturuyordu ve bana, bu işler o kadar basit değil, dedi. Biz bu semt örgütünü tanımıyoruz. Komünist isen, o halde hâlâ niye yaşıyorsun. Bunun üzerine bölge örgütünde bir öfke fırtınası esti ve Bay Nürnberger pes etmek zorunda kaldı. Ve tam 8 Mayıs’ta, Hitler Almanya’sının kapitülasyonu gününde, KPÖ (Avusturya Komünist Partisi – ÇN)’nün ilk parti okulu başladı. Bu okul, 19. Viyana bölgesinde Vegagasse’de, “İmparatorluk Gençlik Önderi” Baldur von Schirach’ın büyük bir villasında idi. Ben, bu Kızıl Ordu tarafından en iyi şekilde bakımı sağlanan ve gündüz ve gece en iyi şekilde korunan parti okuluna katıldım ve bu okul sona erdiğinde Ernst Fischer beni kendisinin yanına çağırdı. Ernst Fischer o zamanlar eğitim bakanı, aynı zamanda siyasi büro üyesi ve KPÖ-Merkez Komitesi nezdindeki propaganda ve eğitim bölümünün yönetici idi. O bana geleceğim hakkında ne düşündüğümü sordu. Ve ben Ona her halükârda bir profesyonel devrimci olmak istediğimi söyledim. İsteğim örgütlenme alanında çalışmaktı. Oysa Ernst Fischer, sen parti okulunda kalıyorsun ve parti okulunda öğretmen olacaksın, dedi. İkinci parti okulunda artık seminer yöneticisi idim ve konferans konularını da üstlendim.
Bu, büyük bir meydan okuyuş idi ve ben bu konuda henüz az bilgiye sahiptim; ama bu iş herhangi bir şekilde yürüdü. Bundan kısa bir süre sonra Merkez Komitesi’nin propaganda ve eğitim bölümüne alındım ve partinin teorik organı “Weg und Ziel” (Yol ve Hedef –ÇN)’in redaktörü oldum. Deyim yerindeyse, fakat benim kazanımım olmayan, nefes kesen bir kariyer, yineliyorum, bu, benim içinden çıkıp geldiğim koşulların bir sonucu idi. Şimdi gelelim 1945 yılındaki KPÖ içindeki duruma. Kısa bir süre sonra burada dört farklı grubun bulunduğunun farkına vardım. Avusturya’da hâlâ mevcut bulunan, çok az sayıdaki hayatta kalan kadrolar en zayıf grup idi. Bunlardan hiçbiri yönetime alınmadı. Onlar en iyi halde en alt, alt ve orta düzeydeki kadrolar oldular ve onlara karşı kuşkulu davranıldı. Onları şüpheli haline getiren “hataları” sadece hâlâ yaşamakta olmaları idi. İkinci grup Batıya iltica edenlerden geri dönenlerdi. Her şeyden önce İngiltere, Fransa, çoğu ABD’ne iltica etmiş insanlardı. Hemen hemen hepsi entelektüel, neredeyse hepsi büyük burjuva aile kökenli, pratik olarak hepsi Yahudilerdi. Mümin Yahudiler değillerdi, ama Yahudi ailelerdendiler. Zaten bu yüzden iltica etmişlerdi. Her şeyden önce gerçekten anti-faşist biricik güç olduğundan KPÖ’ne geldiler. Onlardan hiçbirinin işçi sınıfı ile gerçekten etkin bir bağı vardı. Ve tam da onlar tüm ajitasyon ve propaganda seksiyonunu üstlendiler. Ernst Fischer zaten çok kısa bir süre içinde görevini, kulağa çok Yahudice gelen ismini değiştiren batı mültecisi Franz Marek’e devretti. Üçüncü grup, Sovyetler Birliği’nden gelmiş olan doğu mültecileri idi. Onların tüm örgüt aygıtı üzerinde mutlak egemenliği vardı ve en önemlisi, kasa, onların elindeydi. Kadro bölümü de pratik olarak onların denetimindeydi. Ernst Fischer de bu doğu mültecilerine mensup idi, ama O çok acayip bir rol oynadı. Ve üçüncüsü ile sıkı bağ içinde bulunan dördüncü bir grup Merkez Komitesi’ndeki Ekonomi ve Temin Etme Bölümü idi. Onların görevi, partiye para ve gıda maddeleri sağlamaktı. Ve bu işi benim çok sıkça hayret ettiğim bir tarzda yaptılar. Etkinliklerini kısmen Rus üniformaları giyerek ve Rus plaka numaraları taşıyan orduya ait kamyonlarla gerçekleştirdiler. Kızıl Ordu herhalde buna izin verdi. Kazançlarının bir kısmını karaborsa pazarına çok aranan akla gelen her türlü malı sunarak elde ettiler. Bu iş gizli kalamazdı; doğal olarak bazı haberler gericilere ulaştı ve bu
bağlamda partiye çok zarar veren, ama aynı zamanda Sovyet işgal gücü aleyhine yoğun kışkırtmacaya malzeme sunan bir dizi skandal söz konusu oldu. Birçok insan doğal olarak parti kasası yerine daha fazla kendi ceplerine de çalıştılar. En büyük üçkâğıtçının adı Liebling (sevgili –ÇN) idi; bu aklımda kaldı. Bu dört grup içinde, iki grup arasında var olan ciddi anlaşmazlıklar, direk düşmanlıklara varan rekabetler belirleyici önemde idi. Bu gruplar batı mültecileri ve doğu mültecileriydiler. Hep tekrarlanan ilkesiz sürtüşmeler, entrikalar, iktidar didişmeleri ve çelişkiler vardı. Bir yanda Franz Marek, diğer yanda ise Friedl Fürnberg başı çekiyordu. Daha sonra Fürnberg’in sekreteri Richter beni bir tür muhbir olarak kazanmaya çalıştı. Oysa bu iş benim için çok pis bir şeydi. Ben Marek-grubunda Truva atı olmak istemedim. İnsanların mültecilikleri sırasında kendi aralarında kurdukları bağlantılar Avusturya’da da sürdü ve bugünkü dilde konuşursak, birbirine düşman takımlar ve taraftar grupları oluştu. Birbirlerini mültecilik dönemlerinden tanıyan kişisel dostlar çevreleri, başkalarının içine alınmadığı klikler ortaya çıktı. Onlar yalnızca siyasi çalışmayı değil, aynı zamanda boş zamanı da bir arada geçirdiler. Kendi evlerinde toplantılar, eğlenceler, doğum günü partileri ve ne bileyim ne düzenlediler. Ve bu bir araya gelmelerde aslında partinin belirleyici kararları ortaya çıktı veya en azından hazırlandı. Ben bu gruplardan hiç birinin içine girmedim ve bu yönde bir hırsım da olmadı. Deyim yerindeyse ben her zaman bir ‘dışarda kalan oldum’ ve bu tabii bir dizi dezavantajları beraberinde getirdi. Böyle ‘dışarda kalan’ ların “arkasında” sırtını dayadıkları hiç kimse yoktu ve onlara buna uygun olarak davranıldı. Ne var ki “Weg und Ziel”deki makalelerim ve verdiğim konferanslarla belirli bir itibar edindim. Partinin siyasi-ideolojik konumu da 1945 ve hemen sonrasında çok sorunluydu. Avusturya’nın halk demokrasisi ve oradan da sosyalizme gitme yolunda bulunduğu söylendi. Ve bu düşünce, 1945 ilk Avusturya hükümetinde, komünist Franz Horner’in içişleri bakanı, aynı zamanda Siyasi Büro üyesi Ernst Fischer’in de eğitim bakanı olduğuna dayandırıldı. Hatta KPÖ-başkanı Koplenig hükümette başbakan-yardımcısı idi. Tek tek bakanlıklarda komünist devlet sekreterleri vardı ve polisin tümü pratik olarak KPÖ’nün elindeydi. Doğal olarak bu, artık sosyalizm yolunda epeyi yol aldığımız ve barışçıl tarzda, silahlı ayaklanma ve iç savaş olmaksızın
57
devrim düşüncesini besledi. Aslında bütün bunlar faşistler üzerindeki zaferle gerçekleşmişti. Bu unutuluyordu. Yani KPÖ somutunda, Kruşçof’un 20. Parti Kongresinin “sosyalizme giden barışçıl yol” revizyonist saçmalığı dışarıdan KPÖ içine sokulmuş değildi. Tersine bu düşünce, deyim yerindeyse zaten ilk Avusturya Cumhuriyeti’nin doğum gününde hazır ve nazırdı. Mayıs 1945’de bu düşünce zaten vardı. Bu düşünce resmen vardı ve partinin temel örgütlerinde, aslında anti-faşist önlemlerle sosyalizme ulaşılabileceği propaganda da edildi. Kapitalistlerin hepsi pratik olarak faşisttiler, o halde onlar faşist mazileri nedeniyle mülksüzleştirilirse, belki de cezalandırılırsa vs. bu yeterli olurdu. Sistematik olarak büyük sermaye böyle iktidarsızlaştırılabilirdi. Bu, bir tür salam taktiği ile yapılmalı; sermayeden birbirini izleyen dilimler kesilmeliydi. Aslında bunun tam anlamı, bir devrime gerek olmadığıydı. Gayri resmi olarak başka gerekçelendirmeler de vardı ve dendi ki: Avusturya Kızıl Ordu tarafından geniş çapta işgal edildi ve Kızıl Ordu bir kez girdiği yerden, asla çıkmaz. O halde gericiliğin eli-ayağı bağlanmıştır. O bir şey yapamaz; buna karşı biz tüm imkânlara sahibiz. Gericilik karşı koyamaz, çünkü Kızıl Ordu onun tepesindedir ve şımarırsa, ondan tokadı yer. Bu, bütünüyle yanlış bir yönelimdi. Ama bu konuda ben o zamanlar çok berrak değildim; çünkü ilk bakışta bu bayağı kabul edilebilir görünüyordu. Gerçeğin ne olduğunu birçokları ancak 1950 Ekim Grevinde kavradı. Parti içinde delice hayaller de vardı. Bu hayaller nedeniyle Avusturya’da çok erken, daha 1945’de seçimlerin yapılmasına izin verildi. Partinin oyların % 25’i kadarını alacağı tahmin ediliyordu. Gerçekte ise % 5’ini aldı. Buraya gelirken Melk Manastırı önünden geçtik ve ben karakteristik bir episodu hâlâ anımsayabiliyorum: Toplantılarda konuşmalar yapmak için biz her zaman otomobillerle taşraya götürülürdük. Bir kez,
1945 Yazında, bizim evet “West Sirki” olarak da adlandırdığımız, tüm bu işin esas sorumlusu Franz West de otomobilde bulunuyordu ve Melk Manastırını geçerken tüm ciddiyetiyle bu manastırın bir gün KPÖ’nün parti okulu olacağını söyledi. Öyle olsaydı, bu tüm dünyanın en büyük parti okulu olurdu. Böylesi ve benzer hayaller nedeniyle de parti devasa bir aygıt inşa etti. Merkez Komitesi, Stalin Meydanına, - bugün yine “Schwarzenberg Meydanı” -, bazı taşınmalardan sonra güçlü büyük bir binaya yerleşti ve sonra da Merkez Komitesi’nin ikametgâhı olarak Wiener HöchstädtMeydanında yedi katlı bir bina inşa etmeye başladı. Bu devasa binanın bir de zaman zaman 600 çalışanı bulunan bir matbaası vardı. Partinin 100 den fazla otomobili ve 50-60 kişilik maaşlı şoförü vardı. Bölge örgütleri 5 kişiye kadar profesyonel çalışana sahipti. Partinin Viyana Ormanı içinde, 6 aya kadar süren kursların yapıldığı, hepsi yatılı kursları vardı. Ve partinin binlerce üyesi bu okullara yollandı. Bu devasa aygıt partinin gerçek gücüyle göze batar bir şekilde çelişki oluşturuyordu. Bu, partinin bizzat kendisinin dolaysız olarak kazanmadığı parayı har vurup harman savurması anlamına geliyordu. Fürnberg bir keresinde üyelerimizden aldığımız üye aidatları ile Merkez Komitesi binasını bile ısıtamayacağımızı söyledi. Yani üye aidatlarından elde edilen gelir bu devasa binanın ısıtma giderlerine yetmez bir büyüklükteydi. Ve bu, ekonomi bölümünün, ama her şeyden önce, KPÖ’nün gittikçe daha da büyüyen iktisadi imparatorluğunun, muazzam miktarda para bulmak ve para kazanmak için tipik kapitalist yöntemler kullanmak zorunda kalmasını açıklar. Bir geniş kapsamlı ilkesizlik partinin diğer alanlarında da mevcuttu. Friedl Fürnberg bir keresinde yarı şaka, yarı ciddi başarıya götürmek koşuluyla, siyasette ve aşkta her şeyin mubah olduğunu söyledi. Bunu tüm ciddiyetiyle söylemedi, ama gerçekte bu ilke doğrultusunda davranıldı.
Merkez Komitesi aygıtı içinde çalışan kadrolar, MK-eğitim uzmanları olarak orada çalışmalara katılmak, pratik kazanmak için senede en az bir ay boyunca herhangi bir parti örgütüne gitmek zorunda idiler. KPÖ içinde böyle olumlu bir uygulama vardı.
58
O zamanlar zihnimi çok kurcalayan birkaç örnekten bahsedeyim. Naziler Avusturya’da daha 40’lı yıllarda yeniden örgütlenmeye başladılar ve kısa bir süre içinde “Bağımsızlar Birliği - VdU” adı altında bir parti kurdular. SPÖ-yönetimi buna güçlü bir şekilde yardım etti ve bu tarzla burjuva kampın bölünebileceği ve böylece zayıflayacağı bahanesini uydurdu. Peki, KPÖ ne yaptı? O, Sovyetler Birliği’nde savaş tutsağı iken, kısmen anti-faşist okulları ziyaret etmiş, belirli bir dereceye kadar tanınmış bir dizi eski Nazi’yi bir araya getirdi. VdU’ya karşısında bir parti kurmak ve olasılıkla bunları parçalamak için bu unsurları “Ulusal Lig” adı altında bir grupta topladı. Bu “Ulusal Lig”in, NSDAP’in (Alman faşistlerin Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Nazi Partisi –ÇN) “Völkischer Beobachter” (Almanya’da Nazilerin günlük gazetesi –ÇN) atıfta bulunarak “Österreichischer Beobachter” adını taşıyan bir merkezi organı vardı. Bu gazete, bu ‘Österreichischer Beobachter’, Almanlar ve Ruslar birlikte hareket ederlerse, o zaman deyim yerindeyse dünya onlara ait olur’ düşüncesinin propagandasını yaptı. Bu gazetenin baş yazılarında “halk topluluğu:Volksgemeinschaft” propaganda edildi. Sermayenin iki grubu arasında, yararlı “yaratıcı”(schaffende) sermaye ile kötü “kapkaççı/ açgözlü=raffende” sermaye arasında fark gözetildi. Bu, açıktan açığa, güya “Rus dostu”, aynı zamanda yoğun bir şekilde anti-İngiliz ve anti-Amerikan bir Nazi-ideolojisi idi. VdU’nun böyle içten yıkılması hesaplanıyordu. Oysa bu pek tabii olarak başarılmadı; çünkü daha sonra içinden Haider’in FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi –ÇN)’sü çıkan VdU, ‘Ulusal Lig’in arkasında kimin bulunduğunu ve onun neden kurulduğunu tabii ki biliyordu. Bunu bizzat yaşadım; çünkü bir keresinde Marek benim yanıma gelerek “şu anda elimizde ‘Ulusal Lig’ var ve ‘bunlar ‘ – kelimesi kelimesine aynen – bizim yaratıklarımız ve bunlara en azından biraz Marksizm-Leninizm öğretmek lazım, hepsi eski Nazi takımı, ama bunların en azından Marksizm-Leninizm konusunda biraz haberdar olmaları gerekli’”, dedi. “Ve Struppi, - o zamanlar kullandığım isimdi bu -, sen, bunu yapabilecek tek kişisin, çünkü biz bu eski Nazilere öğretmen olarak bir Yahudi’yi veremeyiz. Fırsatı geldiğinde senin büyük Ari ırka mensup olma kanıtına sahip olduğuna değinmeyi unutma, bu, bu insanları çok etkileyecektir.” Sonra bu insanlarla Marksist-Leninist bir eğitim yapmaya gerçekten çalıştım. Yani bu iş epeyi komik,
neredeyse korkunç bir şeydi ve bütün bunun arkasında bulunan insanı aşağılama beni çok rahatsız eden şeydi. Diğer taraftan bu grubun yöneticisinin adı tesadüfen Haider idi. Bu kişi daha sonra otomobil ticareti yapan biri olarak Türkiye’ye gitti ve orada tutuklandı ve Sovyet casusu olarak müebbet hapse mahkûm oldu. Sonra hapishanede öldü. Ve “Österreichischer Beobachter” in başyazarı Walter Truger daha sonra KPÖ’nün teorik organı “Weg und Ziel”de benim halefim oldu. Bu bana benim kovulmamdan daha fazla acı verdi. İkinci Örnek:’48’de SPÖ’de Erwin Scharf adında bir genel sekreter vardı. Ve bu kişinin ayağı, o zamanlar “solcu” olarak görüldüğü için sistematik bir şekilde kaydırıldı. Gerçekte ise o yalpalayan bir yarım solcuydu. Scharf, kendisinin yavaş, ama kesinlikle halledileceğini gördüğünde, saldırıya geçti ve bazı ifşalarda bulunduğu “susmamam lazım” adlı bir broşür yazdı. SPÖ’den derhal ihraç edildi ve sonra kendisinin özgür iradesiyle parlamento milletvekilliğinden feragat ettiğini gazetede okuyabildi. Ve bu Erwin Scharf kendisinin birkaç dostu ile birlikte yeni bir parti kurdu. Bu partinin ismi “Avusturya Sosyalist İşçi Partisi - SAP” idi. Buraya kadarı iyi, hoş. Ama sonrası nasıl devam etti? Bu olay Erwin Scharf’ın defakto KPÖ’nün yaratıklarından birine daha dönüşmesiyle süre gitti. Her ufak-tefek şey için Merkez Komitesine gitti ve orada kendisine söyleneni yerine getirdi. Şunu da bizzat kendimin şahit olduklarımdan biliyorum: Günün birinde Marek yanıma geldi: “Struppi, SAP için bir program yazmalısın. Bunun için sadece Otto Bauer’i incelemelisin, uygun alıntıları arayıp bulmalı ve boktan bir şeyin geldiği her yere üç noktacık koymalısın. Çünkü Otto Bauer aslında şu yönteme sahipti: her cümlede önce iyi, doğru bir şey yazar ve bu cümleden sonra gelen tümcede hepsini yeniden tersine çevirir ve ortadan kaldırır ve tam da burada doğru yerde üç noktacık konmalıdır.” Ben böyle bir program yazdım ve Erwin Scharf kendisinin parti kongresinde bunu kendi programı olarak sundu ve bu program herhangi bir değişikliğe uğramaksızın kabul edildi. Daha sonra bu hikâye ile Erwin Scharf’a şantaj yaptım ve bu nedenle O bana karşı her zaman liberal idi. Marek, bana benim SAP-programını iyi becerdiğimi söyledi ve iki olasılık vardır; bundan dolayı ya bir madalya veya profesör unvanı alırsın ya da kurşuna dizilirsin. Ne biri ne de öteki gerçekleşti. Çok rezil ilkesizliğe bir üçüncü örnek daha. Stalingrad’da Hitler Ordusu’nun özel bir bölümün-
59
60
de yarbay olan ve orada pratikte SS-işlevleri yürüten Hans Grümm isimli bir adam vardı. Bu Grümm Stalingrad’da Kızıl Ordu tarafından esir alındı ve bir anti-faşist-okula geldi. İnançlı bir Nazi iken, orada en iyi şekilde eğitilmiş bir “Marksist-Leninist”e devşirildi. Ve tam da bu insana Avusturya’ya geldiğinde parti okulunda komünist ahlak üzerine konferanslar verme görevi verildi. (…) Grümm çok zeki bir adamdı ve ustaları gerçekten ezbere biliyordu. KPÖ hesabına ona Atom Fizik’i öğrenimi yaptırıldı ve bu öğrenimini bitirdiğinde ADC’indeki Alman Atom Araştırma Merkezine gitti. Sonra 1953’de ADC’de karşı devrimci huzursuzluklar baş gösterdiğinde Bay Grümm alelacele Avusturya’ya kaçtı. “Tehlike” geçtiğinde bu Stalingrad kahramanı yeniden ADC’indeki yerine döndü. Oysa şimdi bu Stalin-kahramanı artık istenmiyordu ve onu işten attılar. Bunun üzerine bu adam Hıristiyan olup, Katolik haftalık dergi “Furche= Saban İzi”ye gitti ve orada KPÖ’ne karşı bir yazı dizisi döktürdü. Daha sonra Seibersdorf’daki Avusturya Atom Araştırma Merkezinde güzel bir iş buldu ve nihayetinde BM’in Atom Komisyonunda müfettiş olarak işe alındı. Ayrıca Avusturyalılar, Rusların artık savaş yürütmemeleri gerektiğine dair uyarı anıtını Stalingrad’da diktiklerinde bu Bay Profesör Grümm doğal olarak orada hazır ve nazırdı. Bu Hans Grümm örneğinde çok önemli bir sorun kavranabilir. Önceleri benim kapsamını berraklıkla görmediğim, ama gittikçe daha iyice anladığım belirleyici bir problem. Bu, İDEOLOJİK eğitim, komünist bilinçlendirme için neredeyse hiçbir şey yapılmazken, KPÖ’de eğitim adına bol miktarda teorik bilgi öğretilmesi, bunun da daha çok ikincil kaynaklarla yapılması sorunuydu. Pratik içinde kendini kanıtlamaya da önem verilmedi. Fedakârlık ta pek itibar görmedi, nasıl olsa partinin yeteri kadar parası vardı. Ama en kötüsü KPÖ içerisindeki kadroların defakto emir kulları, aletler, yani Marek’in ‘yaratıklar’ diye adlandırdıkları olmak üzere eğitilmeleri idi. Defakto yukarıdan gelecek direktifleri bekleyen ve bunları eleştirisiz uygulayan aparatçikler – çok okumuş, iyi eğitilmiş aparatçikler – olarak yetiştirildiler. Bu problem, bütün partinin içinde bulunduğu koşullar sayesinde daha da kötü hale geldi. Gerçekten meslekten devrimciler yoktu; bunun yerine çok miktarda ‘parti hizmetlisi’ vardı. Ve bir parti hizmetlisi ile bir profesyonel devrimci bir ve aynı şey değildir. Şimdi KPÖ içindeki Kruşçof-çizgisinden çok daha önceki üye kazanma yöntemine bakalım. Tüm on
yıllar boyunca üye kazanma üyeler arasında rekabeti körükleme biçiminde uygulandı. Daha fazla imzalanmış üye giriş beyannameleri getiren üye yarışmayı kazanıyor ve takdirname veya ödül alıyordu. Yükselmek isteyen bir üye örneğin nine ziyaretine gidiyor, bir hoş beşten sonra önüne bir üye giriş formu koyuyor ve nine bana bir iyilik yapıver de şu formu imzalayıver, diyor ve böylece yine bir üyeye daha sahip olunuyordu. Ne yazık ki bu hiç abartı değildir; bu gerçekten oldu. Ve kahvehanede iskambil oynarken oradaki insanların önüne üye giriş beyannamesini uzatıp, sana bir bardak şarap ısmarlıyorum, hesabı benden, imzala şunu denemesi birçok olayda gerçekleşti. Böylesi üyelerin nasıl bir değere sahip olduğu, herhalde düşünülebilir. Onlar partiye en başından itibaren deyim yerindeyse sadece kâğıt üzerinde kayıtlı olarak, kâğıt üzerindeki üyeler olarak geldiler. 1945’ten 1955’e kadar Avusturya’da Sovyetler tarafından idare edilen USİA-işletmeleri bulunduğu unutulmamalıdır. Bu işletmelerde parti, maaşı iyi olan işleri, hatta müdürlük koltukları verme imkânına veya böylesi yerleri vermeyi vaat edecek imkâna sahip idi. Yani bir bölge sekreteri veya daha yüksekçe bir konumdaki bir parti fonksiyoneri, “dostum, KPÖ’ye üye olursan, sana parası iyi bir işi USİA’da bulurum” deme imkânına sahipti. Parti üyesi olarak sahip olunan kişisel avantaj çoğu kez reklam aracı olarak kullanıldı; yükümlülükler üzerine hemen hemen hiç konuşulmadı. Böylece kısmen sadece maddi yararlar yüzünden partide yer alan, ama kısmen de hiçbir çalışmaya katılmaya hazır olmayan, bilakis yalnızca sürekli olarak başa iş açan üyelere sahip olundu. Bunlara düzenli olarak gidilmek ve aman partiden ayrılmasınlar diye onları işlemek zorunda kalındı. Çoğu kez bunlar aslında üye aidatı olarak küçük bir miktar ödesinler diye ikna etmeye çalışmak zorunda kalındı. Bir de parti içinde partiye içi boş bir sırt çantasıyla gelmiş ve dolu bir sırt çantası ile yine çekip gitmiş olduklarından “sırt çantası komünistleri” diye adlandırılan yüksek yüzde oranında kariyeristler vardı. Daha ilk iki parti okulunda bazı şok edici olaylar yaşadım. Parti okullarının hepsi bilindiği üzere kaçan Nazi-büyüklerinin villa veya şatolarında gerçekleşti. Vega-Gasse’deki ilkinden daha önce söz etmiştim. Bu villa hâlâ bir sürü pahalı tablo, mobilyalar ve daha birçok bilmem nelerle donatılmıştı. Dört hafta sonra tüm bu değerli eşyaların yerlerinde yel esiyordu. Hepsi çalınmamıştı, ama çalan, çırpan ve villanın içini boşaltan haddinden fazla kişi mevcuttu. Ben şaş-
kınlıkla kendime böylesi insanlar hiç komünist olabilecekler mi diye sorup durdum. Prater mevkiindeki Laufberger-Gasse’deki Schott-Schöbinger-villasında durum daha da vahimdi. Schott-Schöbinger, orada harikulade bir şekilde donatılmış neredeyse şatoya benzer bir villaya sahip olan büyük bir Nazi-oyuncusuydu. Bu villayı bir parti okulu olarak hazırlamak için villaya gittim; ama oraya partinin temel bir örgütü geçici olarak yerleşmişti. İlk kez oraya gittiğimde değerli tablolar ve halılara varana kadar tüm değerli eşyaların hepsi henüz orda bulunuyordu. İki hafta sonra ise villa boşaltılmıştı. Değerli eşyaların hepsi götürülmüştü ve hırsızların ortaya çıkarılması için kimsenin kılını kıpırdattığı yoktu. Böylesine rezil unsurların parti içinde bulunması en kötüsü değildi; bundan daha berbat olan şey, parti yönetiminin buna karşı hiçbir şey yapmamasıydı. Bunun hakkında bir skandal çıkardığım zaman, sadece omuz silkildi ve “ evet, bizim daha önce boşaltmamız gerekirdi” dendi bana... Merkez Komitesi aygıtı içinde çalışan kadrolar, MK-eğitim uzmanları olarak orada çalışmalara katılmak, pratik kazanmak için senede en az bir ay boyunca herhangi bir parti örgütüne gitmek zorunda idiler. KPÖ içinde böyle olumlu bir uygulama vardı. Seçimlerden önce de MK aygıtı içinde çalışan kadrolar ve eğitim uzmanları, herhangi bir yerel parti örgütünde parti çalışmasını örgütlemek için altı hafta veya iki ay çalışmak zorunda idi. Bir dizi kadro türlü-çeşitli bahanelerle tabandaki bu çalışmadan kaytardılar; oysa bu benim hoşuma gitti. Bu sayede pratikte tüm Avusturya’yı dolaştım; en azından bir kez gitmediğim eyalet kalmadı; özellikle en önemli bölge ve merkezlerde koşulları tanıyabildim. Doğal olarak her yerde gerçekten iyi kadın ve erkek yoldaşlar vardı; ama tam da yönetimlerde haddinden çok fazla kötü unsurlar bulunuyordu. Böylece berbat uygunsuzlukların tüm parti içinde yayılmış olduğunu ve hatta bölge sekreterlerinin kişisel olarak kendilerini zenginleştirdiklerini gördüm. Bunlar tek tük görünümler değildi, bilakis nedenleri tüm sistemin içinde yatıyordu. Kariyerist ve üçkâğıtçıların bu kriminel çalıp-çırpmalarına parti yönetiminin reaksiyonu, her şeyi örtbas etmek, “gürültü-patırtı çıkarmayın, yaygara yapmayın!” demek, herhangi bir şekilde yoz uzlaşmalarla işleri “yoluna koymak” çabası, idare-i maslahat idi. Bu açık bir şekilde doğru gitmeyen işleri radikal bir şekilde ortadan kaldırmak değil, bilakis üstünü örtmek ve örtbas etmek şeklindeki bir burjuva yöntemi
idi. Partinin Merkez Komitesi üyesine kadar varan herhangi bir yüksekçe fonksiyonerin kendi cebi için çalıştığını ve partiyi dolandırdığını ve çaldığını çoğu kez yaşadım. Ve bu olayların çoğunda bu kişilere bir USİA-işletmesinde yüklüce maaşlı müdür makamları verildi ve bunlar en iyi halde kendilerinin yüksek maaşlarının bir kısmını zarar-ziyanın karşılanması için partiye ödemekle yükümlü kılındı. Bu tavırların, bu konuda biraz bilgi sahibi olanların tümünün nezdinde nasıl korkunç bir etki bıraktığı tasavvur edilebilir. Böyle birçok olay vardır. Sadece birini daha anlatalım: Merkez Komitesi’nde uzun süreden beri zimmetine para geçiren bir bayan kasadar vardı. Ve marifetleri ortaya çıkmasın diye günün birinde evine gitmeden önce dolaba bir mum yerleştirdi, bunu yaktı ve evine gitti. Geceleyin odanın tümünde yangın çıktı. Merkez Komitesi binasının tümünün alev alıp yanması tehlikesi vardı. Bu kasadar kadın telefonla arandığında, bu kadın önce nelerin yandığını sordu. Bu kadının akıbeti ne oldu? Kadın parti üyesi olarak kalmaya devam etti; bir kadın örgütüne yollandı. Ve Viyanalı komünist bir fonksiyoner ve seçilmiş temsilci olan kocası da görevinde kaldı ve karısını savundu. Her şey örtbas edildi, hiçbir şey yapılmadı. Kadın kocasının bilgisi dâhilinde veya değil parti merkezini ateşe verdi; ama neyse ki yangın erken fark edilerek söndürüldü ve sadece bir oda yandı. (Zaman planı içinde kalmak için her ne kadar diğer örnekleri bir kenara bırakmak istesem de, yine de bazı karakteristik örnekleri belirtmeliyim.) Çok uzun bir süre tüm kapsamıyla kavramadığım parti içindeki durum için karakteristik olan benim, Almancası “FürFür” (İçinİçin –ÇN) demek olan, bizim “SaSa” diye adlandırdığımız Komünist Enformasyon Bürosu’nun gazetesi, “sürekli barış için, halk demokrasisi için” Gazetesi ile yaşadığım bir olaydı. Bu gazetede en önemli parti önderleri uzun makaleler yazıyorlardı ve ben de bu gazete için bir kez küçük bir kitap değerlendirmesi yazdım. Bu yazı belki 20 satırdı ve yazı yayımlandı. Belli bir süre sonra 7. kata çağrıldım; ben 6. katta çalışıyordum. 7.katta deyim yerindeyse partinin önde gelenleri, Koplenig, Fürnberg vs. nin ofisleri bulunuyordu. Ve orada bir de ikinci bir kasa vardı. Ve bu kasanın kadın yönetmeni Hansi idi ve bu bayan beni yukarı çağırarak aylık maaştan daha yüksekçe miktarda bir parayı bana ödedi. Ne için? Senin “SaSa”daki kitap değerlendirmesi yazın için. Bu bir paragraf için mi diye sordum. Evet, bu o yazının ücretidir, sana aittir. Ben, bu olmaz geri
61
62
vermeliyim diye düşündüm; hayır, hayır sende kal- mıştı. Başlangıçta 5, sonra 4, daha sonra da hiç sayısın, dendi. Böylece ortaya çıktı ki, örneğin Koplenig daki partinin parlamento milletvekilleri milletvekili veya Fürnberg “SaSa” için bir makale yazdıklarında, maaşlarını ceplerine indirmekle kalmadılar, üstüne bunun için orta sınıftaki bir otomobilin satın alına- üstlük parti maaşını da iç ettiler. Onların bu gelirlerbileceği miktarda bir ücret alıyorlardı! Bana dendi den herhangi bir parti vergisi ve ne kadar ödeyip ödeki, evet, katkıya göre ödeme ilkesi geçerlidir ve “SaSa” mediklerini öğrenmek mümkün değildi. Korkarım, için bir makale yazmak çok önemli bir iştir, o halde bu konudaki durum çok kötüydü. Ve bu konuda mübu iş de buna uygun olarak ödenmelidir. Savunulan dahalede bulunduğumda, bana, bu her ne kadar bir görüş buydu. karar olsa da, gönüllülük temeline dayanmaktadır, Daha sonra bu koşullara daha titizce ilgi gösterdim dendi. Oysa diğer taraftan her şeyden önce vekillerin ve böylece, her ay 6. kattaki normal kasadan para alan özel yükümlülükleri ve gereksinimlerinin bulundubir dizi insanın daha sonra 7. kattaki ikinci kasaya ğu, doğal olarak ta parti maaşı ile karşılanamayacak çıktığını, oradan da büyük ihtimalle alt kattakinden özel giderlerinin de olduğu da dikkate alınmak zodaha fazla para aldığını öğrendim. Örneğin rundadır. Franz West 6. katta benimkinden biraz Burada apaçık bir şekilde iki farklı daha yüksek bir maaş alıyordu; ölçek kullanıldı ve yönetici fonkama O radyo komisyonunun siyonerler basitten orta dereceüyesi idi ve bu nedenle 7. katdeki kadrolara dek gizlenen “Ocak 1953’de, tanınmış ta parti maaşından daha yoğun imtiyazlara sahiphekimlerin Stalin’i katledecekleri yüksekçe olan bir maaş tiler. Olgu olarak bu, daha alıyordu. Bu bübir yolsuzluk atmosferi söylenen, “Hekimler suikastı” oldu. tünlüklü bir sistem idi idi. Resmi olarak çok Büyük bir skandal gerçekleşti ve gerçekte ve belli bir süre benim küçük parti maaşları neler olduğu, ne numaraların döndüğü de bu sistemin içine vardı, ama gayri resmi düştüğümü söylemek olarak belirli kişiler bütünüyle belirsizdi. Parti bu konuda hiçbir pek zorundayım. Aslınte güzel kazandıbilgi vermedi. 5 Mart 1953’de Stalin yoldaş da ben “Rus Saati” için lar. Bununla ilgili olayazdım. Radyoda her rak dahası parti kendi öldü ve dört hafta sonra bu hekimlerin gün sabahları “Rus Saati” iktisadi imparatorluğunu itibarları yeniden “ iade edildi”. çerçevesi içinde siyasi bir inşa ettiği koşullar altında, sabah programı vardı. Bunlar sadece bir dizi büyükçe değil, 5 dakika, yani yaklaşık 2 daktilo her şeyden önce Doğu Ticareti ile sayfası süren, işletmelerdeki işçilere meşgul olan özel, ama onun (partigerekçeler ve mücadele ruhu sunması gereken nin – ÇN) mülkiyetinde bulunan işletmeler programlardı – çok mükemmel bir konu. Programı kurdu; bir de üstüne üstlük on yıl boyunca USİA-işyöneten Felix Kreissler, benim tesadüfen kayınçom- letmelerinin personel politikasını geniş çapta yönetti; du. Fakat kesinlikle bu akrabalık ilişkisi yüzünden düzinelerce yüksek maaşlı müdürlük mevkileri vedeğil, radyo yazılarımı çok iyi bulduğundan yazma- rebildi; bu, çifte tabanlılık, kararlara açık-seçik ters mı istedi. Bu programlar iyi bir yankı sağladı ve bun- uygulamalara göz yumulması, gizli-kapaklı ayrıcaları ben seve seve yazıyordum. Ve böylece haftada iki lıklar, evet, bu imtiyazlarla ticaret yapma atmosfeveya üç kez bu program için yazdım ve bununla, be- ri gerçekten korkunç etkiliydi. Bu bağlamda elbette nim küçük parti maaşımın tuttuğundan en azından devasa para miktarları söz konusuydu. Örneğin iki mislini bu “Rus Saati” yazıları ile kazandım. Avusturya’da birçok yıl boyunca bir KPÖ-parti firPartide, parti fonksiyonerleri ve milletvekilliği gö- masının veya böylesi bir şirketin müdürünün yağlırevi yapanların sadece parti maaşı almaları gerek- ballı kazanç sağlamadığı tek bir kömür parçası olmatiğine dair bir karar vardı. Onların bunun dışında mıştır. herhangi bir yerden kazandıkları para parti kasasına Parti üyesi kitlesinin bu durumlar hakkında hageri verilmeliydi. Oysa bu karar, benim ancak birçok beri yoktu; en iyi halde belki sezmiş olabilir; çünkü yıl sonraları farkına vardığım üzere hiç uygulanma- “Omerta” gibimsi bir susma yükümlülüğü vardı. Ve
bunun farkına varanlar içlerine kapanarak ve hayal kırıklığına uğrayarak partiyi terk ettiler. Bir bölümü ise aptal olmak istemediler ve fırsatını bulduklarında onlar da keselerini doldurmaya, zenginleşmeye çalıştılar. Bunlardan birini, belli bir süre önce bir benzin istasyonunda Jaguar marka otomobilinin yanında gördüm. Ona, “yahu Leo, burada ne işin var” diye sorduğumda sadece güldü ve bana bu benzin istasyonunun büyük tabelasını gösterdi. Bu tabelada onun ismi yazıyordu; oysa bu isim daha bir sürü benzin istasyonu ve ticari firmalarda bulunuyordu. Burada yeniden GdS (Akıma Karşı –ÇN)’e geri dönüyorum. Bu insanlar, onların resmi belgelerini inceleyerek revizyonist hale gelmiş partilerin hatalarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu çok zordur. Teorik olarak yazılıp çizilenlerden çok pratikte uygulanan önemlidir. Belirleyici, özsel olanı ortaya çıkarmak gerekir. Partiyi, partinin yaşamını, onun tüm pratiğini en derinliğine kadar tanımalısın; yoksa şunun veya bunun neden mümkün olduğunu ve nihai olarak ta bütününün yozlaştığı hakkında berrak bir resim oluşturamazsın. Sadece belgelerin incelenmesi temelinde en iyi halde yozlaşmanın etaplarını tanırsın; ama onun nedenlerini değil. Çünkü en iyi kararlar ve belgeler, eğer onlara uyulmamış ise veya tersine çevrilmişlerse, ne işi yarar? Bununla ilgili sadece bir örnek: “Eleştiri ve Özeleştiri” sorunu söz konusudur. Bu konu ile ilgili olarak KPÖ’de yazılmış ve karar altına alınmış olan her şey hatasız görünüyor; neredeyse % 100 doğrudur. Açık, özgürce eleştiriyi kime ve ne zaman yöneltmenin gerekli olduğu; herkesin korkusuzca kendi görüşünü söylemesi; partinin, eleştiri ve özeleştirinin gerekliliği hakkında Lenin ve Stalin’in söyledikleri ve yazdıkları temelinde sarsılmaz bir şekilde durduğu. Oysa küçük bir çengel vardı; burada her halükârda küçük bir “AMA” bulundu: AMA eleştiri yardım edici, olumlu, inşa edici olmalıdır; darmaduman edici olmamalıdır. Böylece iki tür eleştiri vardı; biri izin verilen, diğeri verilmeyen. Olumlu, inşa edici ve yardım edici olana izin vardı; dağıtıcı olan yasaktı, olumsuzdu ve bizi geriye atardı. Neyin yardımcı, neyin yardımcı olmadığını kim belirliyordu? Doğal olarak bunu parti yönetimi belirliyordu. O halde eğer yönetimin bu kararları doğrultusunda ise yardım ediciydi. Eğer eleştiri bu anlamda değilse, belki de bu kararları hatta eleştirmişse ve sorgulamışsa, o zaman bu yıkıcıdır. Bu sorunda neredeyse kıl payı tökezleyip ihraç edilecektim. Aralık 1949’da Stalin yoldaşın 70’inci doğum günü
kutlandı. KPÖ devasa bir hediye hazırladı; bir dizi KPÖ’li sanatkârlar tarafından yapılan, hepsi üst düzeyde sanatsal, yani ateş pahası pahalılıkta ustaca kakma işlemeli, kıvrak ayaklı, türlü çeşitli süslü-püslü vs. li Stalin için komple bir çalışma odası donatılacaktı. Sanatçılar bu işten iyi kazandılar. Parti, bu çalışma odasını doğum gününde Stalin’e armağan etmek için Avusturya çapında, hatta ticaret erbabından da para topladı. Samimi bir şekilde görüşünü söyleyen, özgür, açıkça eleştiri taraftarı ben bir parti toplantısında hiç utanmadan şöyle dedim: “Bu benim hoşuma gitmiyor, ben olsam Stalin yoldaşa, doğum gününde devrimci bir bayrak veya mesela yüksek bir ideolojik değere sahip bir hatıra verirdim, hiç te böylesi bir Fildişili ve buna benzer şeyler gibi gösterişli bir çalışma odası donanımı değil. Böylesi bir odaya belki imparator Maria-Theresia oturur, ama Stalin oturmaz.” Bu söylediklerim eşek arısı yuvasına delik açmış gibi oldu. Hakkımda “yıkıcı eleştiri yoluyla parti kararlarını ihlal etme” nedeniyle parti soruşturması açıldı. Franz West, beni Merkez Komitesi aygıtından ihraç ettirmek için derhal bütün araçları harekete geçirdi – Aynı West daha sonra Bay Bacher ( genel müdür – ÇN)’in ORF(Avusturya Radyo Televizyon Kurumu – ÇN)’ ne “örnek komünist” olarak görevlendirildi. Fakat o zamanlar Marek ile West arasında bu konuda mutabakat yoktu ve Marek benim günahımı affetti. MK içinde kalmaya devam etmemi bu raslantıya borçluyum. Tüm bu yıllar içindeki benim yaşadığım en büyük olay Ekim 1950 Grevi’ydi. Barışçıl yolun pratikte nasıl göründüğünü o zamanlar yaşadım. Grev başladığında Merkez Komitesi binası birden elektriksiz kaldı; telefon bağlantıları da sık sık kesiliyordu. MK, dört işgalci gücün hepsinin birlikte bulunduğu, yani Kızıl Ordu’nun birçok şeyi engelleyebilmesiyle bir dereceye kadar rahatsız edilmeksizin çalışılabilen bölge olan 1. Bölgedeki Fleischmarkt’a taşınmak zorunda kaldı. Ne var ki bu taşınma hazırlanmamıştı ve böylece her şey doğal olarak gericiliğe yarayan kaotik bir şekilde yürüdü. Bu zamanda kamyonları işçilerin üzerine süren ve kamyonların üzerinden insanları döven, daha sonra içişleri bakanı olan İnşaat Sendikası’nın o zamanki şefi Franz Olah’ın vurucu-kırıcı çeteleriyle yaşanan deneyim bende çok derin bir etki bıraktı. Olah’ın bu vurucu-kırıcılarının gaddarlığını insan tasavvur edemezdi. Bu çeteler kamyonlarla doğrudan yürüyüş ve grev halindeki işçi konvoylarının üzerine gittiler. Böylesine çok sayıda ölü olmaması bir mucizedir;
63
64
çok sayıda yaralı vardı. Polis de doğal olarak grevci ve yürüyüşçülerin üzerine kadife eldivenlerle gitmedi; oysa Olah’ın saldırıcıları herkesi geçti. Ve belirli bir süreden beri, o zamanlar Avusturyalı gericilerin Amerikalılarla beraber Avusturya’nın olası her yer ve köşesinde silah stokları, illegal silah depoları kurdukları biliniyor ve bu silahlar devlet anlaşmasının imzalanmasından ve Kızıl Ordu’nun geri çekilmesinden sonra gerekli görüldüğünde kullanılacaktı da. Bunu berbat yıllar, aslında benim anımsadığım en zifiri karanlık yılları izledi. Ocak 1953’de, tanınmış hekimlerin Stalin’i katledecekleri söylenen, “Hekimler suikastı” oldu. Büyük bir skandal gerçekleşti ve gerçekte neler olduğu, ne numaraların döndüğü bütünüyle belirsizdi. Parti bu konuda hiçbir bilgi vermedi. 5 Mart 1953’de Stalin yoldaş öldü ve dört hafta sonra bu hekimlerin itibarları yeniden “ iade edildi”. O zamanlar ne olup bittiğini bugüne kadar bilmiyorum. Stalin’in ölümünden sonra parti önderliğinin merkezi kısmının hiçbir şekilde üzüntü göstermemesi, bilakis daha ziyade rahatlamış görülmesi, hatta Stalin’in ölümü vasıtasıyla ortaya çıkan yeni olanaklar keşfetmesi sarsıcı idi. Parti yönetimindeki olası sağcı unsurların hepsi örgütlenmeye ve çok pervasızca ön plana çıkmaya başladılar. KPÖ, Stalin’in ölümünden birkaç hafta sonra Avusturya’nın kesin tarafsızlığı için mücadele edileceğinin ilan edildiği bir kararla ortaya çıktı. Sonra 1955’te devlet antlaşması gerçekleşti. Bu antlaşmada Avusturya’nın şimdi “özgür” olduğu söylendi. İşgalci askeri birlikler çekildi; USIA-işletmeleri Avusturya hükümetine devredildi. Ve KPÖ içinde tam bir felaket durumu meydana geldi. Partiden kitlesel bir şekilde istifalar, kimi örgütlerin bütünlüklü bir biçimde kendilerini dağıtmaları gerçekleşti. Çoğu kez sadece parti aygıtı geriye kaldı. Parti örgütlerinin tabanı pratikte bir gecede kayboldu. Önceleri partinin en alt örgütünde “seksiyonlar” vardı ve birçok seksiyon bir araya gelip bir “bölge” oluştururlardı. Şimdi birdenbire seksiyonların çoğu ve onlarla birlikte parti örgütlerinin en alt düzeyi de gitmişti. Şimdi artık bölge örgütleri partinin asıl temel organizasyonları idi. Mart 1957’deki KPÖ’nün 17. Parti Kongresi’nde parti daha önceki parti kongrelerindeki kadro ve fonksiyoner sayısından daha az üyeye sahipti. Birçok şey örtbas edilmişti, bu konuda parti kongresinde hiçbir sayı verilmemişti, ama örneğin siyasi yayın dağıtımının artık var olmadığı söylendi. O zamanki parti kongresinde verilen bir bilgi ilginçtir. Ortala-
ma mücadele fonu aidatı, yani üyelerin her ay partiye yaptıkları bağış miktarı bir şilinden daha azdı. Bölge örgütlerinin tümünde artık bunu toplayacak kimse kalmadığından pratikte artık hiçbir üye aidatı alınmıyordu. SBKP’nin 20. Parti Kongresi, Kruşçof’un parti kongresi bu durumda gerçekleşti. Ben o zamanlar acayip bir durumdaydım. Viyana’daki Eski Belediye Sarayında sosyal demokrat “ teoriler”in anlamsızlığı ve ikiyüzlülüğü, özel olarak ta “sosyalizme giden barışçıl yol”un ve bu konudaki sosyal demokrat zırvalıkların imkânsızlığı hakkında bir konferanslar dizisi yapıyordum. Ve şimdi birdenbire bunun tam tersini söylemem gerekecekti. Bu 180-derecelik bir kıvırışı yapmadım ve yapmaya doğal olarak hazır değildim. Stalin yoldaşın eserinin, öğretilerinin ve kişiliğinin değerlendirilmesi ile ilgili 180-derecelik dönüşü de yapmam olamaz bir işti. O zamanlar KPÖ’nün merkezi organı “Volksstimme” (Halkın Sesi -ÇN) Kruşçof’un “gizli Rapor”unun bir Amerikan sahtekârlığı olduğunu yazdı ve bunun “Volksstimme” de yazıldığı sırada, aynı zamanda Friedl Fürnberg merkez komitesinde kendisinin bu raporu Macaristan’da okuyabildiğini ve bunun gerçek olduğunu açıkladı. Ben parti içinde bir infial fırtınası bekledim, ama bu olmadı. Bizim, aylarca özellikle de “sosyalizme giden barışçıl yol” un imkânsızlığı üzerine eğittiğimiz binlerce parti öğrencisinden neredeyse biri bile 20. Parti Kongresi’nin saçmalığı hakkında bir şey söylemedi, bunu protesto etmedi. Neredeyse hepsi bunu yedi, yuttu; Ben artık dünyayı anlamaz oldum. Sadece tek tük direnişler oldu; bunlar da iki yöntemle yerle bir edildi. Bunlardan biri Koplenig’in sloganı idi: “Sovyetler Birliği’ne kesin sadakat. Sovyetler Birliği’ne sadakat bir komünistin sahip olduğu en yüce şeydir; yani onun (bir komünist -ÇN) Sovyet önderliği ile arasında su sızmamalı ve her şeye katılmalıdır.” Diğeri ise 20 Parti Kongresi’nin içeriği ile yöntemi arasında fark gözetilmelidir diyen Marek’in demagojik çizgisi idi. Buna göre, yöntem, mazur görülmez, seviyesiz, feciydi. Ama içerik esas olarak ne yazık ki Stalin ile ilgili söylenenler doğruydu. Partinin başında bulunanlar bunların çoğunu zaten çoktan biliyordu veya en azından seziyordu; ama “bizler bu konuda konuşamazdık”. Sonra ben MK’deki bir parti toplantısında konuşma yapan Friedl Fürnberg’e şunu sordum: “ “Peki, bunun üzerine niye konuşamıyordunuz, oysa eğer durum gerçekten böyle idiyse, siz konuşmak zorundaydınız!” Fürnberg’in yanıtı şöyle
oldu: “ Bizler kurbanların sayısını gereksizce yükseltmek istemiyorduk.” Bu, eğer onlar sözde veya gerçek hakikati söylediklerinde kendilerinin başlarına çok kötü şeyler geleceği hakkında korkuları vardı, demekti. Böylesi “ önderler”in peşinden sadece tek bir adım bile gidilebilir mi? Daha sonra her şey peş peşe geldi. 1953’de DDR (ADC- ÇN)’de karşı devrimci ayaklanma oldu. (Bu arada o zamanlar Beria da görevinden azledilmişti.) Haziran 1956’da Polonya’da karşı devrimcilerin ayaklanması ve sonunda Ekim 1956’da Macaristan’da karşı devrim oldu. O zamanlar Avusturya aslında karşı devrimin arka bahçesi olarak parlak bir şekilde kendisini kanıtladı. Sınırlar açıldı ve gelmek isteyen herkes gelebildi. O zamanlar hiç kimse yabancı sayısını dert etmiyordu; teknenin zaten dolu olduğu üzerine hiç kimse cazgırlık yapmıyordu. Hiç kimse, bunların hiç te sadece yabancı değil, topunun cani vs. olduklarını söylemiyordu. Hayır, tersine katıksız hepsi kahramandı. Onları sevinçle selamladılar; onlara evler verdiler, onları yerleştirmek için okullar ve kışlaları boşalttılar; onlara bir “insanlık” ve “dayanışma” dalgasıyla yemek, giyecek, para temin ettiler; onlardan bazılarına da yağlı ballı mevkiler verildi. Yani bu güruha memnuniyetle kucak açtılar. Aniden sınırları aşarak gelen bizzat resmi verilere göre 120.000’e yakın kişi vardı. Macaristan’da komünistler kitlesel bir şekilde vahşice katledildiklerinde Sovyet Ordusunun müdahale etmesini bekledik. Ve evet, Kızıl Ordu müdahale ettiğinde bunu sevinçle selamladık. Hatta daha o zamanlar işin başında bulunan Kruşçof’a yeniden biraz sempati bile duyduk. Epeyi hatası var, ama şimdi oysa dürüst davranıyor, diye düşündük. Bugün bunu daha farklıca görüyorum. O zamanlar pekâlâ bir nedenle Macaristan’dan kaçan insanlar, Avusturya’da buldukları bu dostça kabul edilişe şükranlarını da gösterdiler. Onlar sadece Viyana’daki KPÖ-lokallerini
darmaduman etmekle kalmadılar; aynı zamanda Stalin Meydanındaki KPÖ-MK’nin binası önünde anti-komünist vahşi bir yürüyüş de düzenlediler. Bugün çok az sayıda insan bu yürüyüşten ve MKbinasının zor kullanarak kuşatılmasından biraz bilgi sahibidir. Cam-çerçeveler alaşağı edilmekle, büyük giriş kapısı kırılmaya çalışılmakla kalınmadı, aynı zamanda bina içinde pratik olarak hapis tuttukları bizi linç etmeyi düşündüklerini de açıkça gösterdiler. Polis güzel bir şekilde geri planda durdu ve güvenlikli bir uzaklıktan bizi seyretti. Bizler binanın girişine, dış dünya ile bağlantıyı sağlamak için yan kısmından sadece yan yan sıyrılabilecek şekilde geniş bir kamyonu koymak zorunda kaldık. Oysa linç edilmekten korktuğundan hiç kimse dışarı çıkmaya cesaret edemedi. Ve büyük kapıyı sadece küçük bir aralık bile açmak çılgınlık olurdu. Biz, zaman zaman elektriksiz, susuz ve telefonsuz kapalı kalmıştık. Üç gün sürüp giden bu karşı devrimci macera medya tarafından tamamen tehlikesiz bir şekilde gösterilmeye çalışıldı, kısmen de büyük çapta sessizlikle geçildi. Ve aynı zamanda parti içinde sağların saldırıları başladı. O zaman hepsi de Merkez Komitesi üyesi olan üç Fischer-kardeşler, Ernst, Otto ve Walter Fischer gerçek yüzlerini gösterdiler. Bazı bölge sekreterleri bütünüyle maceracı sağ projeler ve görüşleri ile öne çıkarken, en açık revizyonistler “Volksstimme” de defakto yönetimi ele geçirdiler. Bunlardan bazıları hatta ÖAAB (ÖVP – Hıristiyan Avusturya Halk Partisi’nin İşçi, Hizmetliler Birliği – ÇN) ile ortak iş yapmak istiyordu. Bir de Hıristiyanlar ile İşbirliği İçin Çalışma Ortaklığı ve buna benzerleri kuruldu. Bu konuda bu kadar yeter; bunları sadece sizin, benim o zamanlar komünist profesyonel devrimci olarak nasıl bir durumda olduğumu anlamanız için belirtiyorum. Ben başından beri şimdiki Kruşçof partisinin 20. Parti Kongresi kararlarına karşı idim. Ama ne yazık ki tutarlı değildim; bu kararlara cepheden karşı çık-
“Macaristan’da komünistler kitlesel bir şekilde vahşice katledildiklerinde Sovyet Ordusunun müdahale etmesini bekledik. Ve evet, Kızıl Ordu müdahale ettiğinde bunu sevinçle selamladık. Hatta daha o zamanlar işin başında bulunan Kruşçof’a yeniden biraz sempati bile duyduk.”...
65
madım; bilakis sadece onların kimi parçalarını eleştirdim ve bazılarını devrimci anlamda yorumlamaya çalıştım. Bu da saçmalıktı aslında. Bunu parti toplantılarındaki konuşmalarımda da yaptım; ama 20. Parti Kongresi ile ilgili konulardaki toplantılarında artık beni görevlendirmediler ve sonunda konuşmacı olarak hiçbir toplantıya beni yollamadılar. Her ne kadar “Weg und Ziel” için hâlâ biraz, her şeyden önce tali sorunlarda yazdım ve bu arada işsizdim. O zamanlar yüklü bir maaş zammı aldım ve deyim yerindeyse çok konforlu bir yaşamım vardı. Hiç kimse ne zaman işe gelip gittiğimi sormuyordu. Aman ha aman ağzımı çok fazla açmazsam, bundan herkes memnundu. Ve bir süre buna tahammül ettim. Normal olarak saat 10.00’da geliyor, sonra bir saat büfede oturup biraz gazeteleri okuyor ve sonra Eski Tuna kıyısında yaşlı emeklilerin iskambil oynamalarını seyrediyor veya hava güzelse yüzmenin keyfini çıkarıyordum. Ne var ki tam zamanında düzenli olarak aylık maaşımı gidip aldım ve bu durumdan herkes memnun görünüyordu. Arada sırada şefim Marek yazı masama redakte edilmek üzere bir makale koyuyordu; ama bununla bir, iki saatten fazla meşgul olmuyordum. Bu durumun yıllarca böyle sürüp gideceği görünüyordu. Oysa bu durum bana sürdürülemez göründü ve dürüst değildi. Kendime eğer böyle devam edersem, ben de diğerleri gibi bir otlakçı olacağım dedim. Her ne kadar sürekli bağlantı bulmaya çalışsam da, az başarı elde ettim. Neredeyse sanki biricik hoşnut olmayan benmişim gibi görüntü vardı. Bana sen tüm dünya hareketinden daha mı akıllısın diyenler de oldu. Tüm komünist ve işçi partileri 20. Parti Kongresi ile hemfikirdiler ve bundan en iyisini yapmaya çalıştılar; sen ise karşı geliyorsun, tüm dünya komünistlerinin en akıllısı sen! Böylesi itirazlar bazen evet, biraz şüpheye düşürüyor ve frenliyordu; ama işin koktuğu benim için berrak idi. Durum ancak Ekim 1961’de değişti. Kruşçof, SBKP’nin 22. Parti Kongresi’nde Arnavutluk Emek Partisi’ne karşı azgın bir saldırı başlattı. Çu-enlay bunu protesto etti ve parti kongresini erken terk etti.
O misafir olarak davet edilmişti. Ama Koplenig tüm Avusturyalı komünistler adına Kruşçof ‘u destekledi, Arnavutluk partisinin önderleriyle alay etti ve Arnavutluk’u lanetledi. Kruşçof’un rotasına karşı yoğun bir direniş olduğunu o zaman anladım ve bu bana yeni bir güç verdi. İlk olarak Koplenig Viyana’ya döndüğünde ona hesap sordum. Ona, seninle hemfikir değilim, ben de Avusturyalı bir komünistim, benim adıma da konuşup konuşamayacağını bana sordun mu dedim. Koplenig hemen kavramadı; ama sonra döndü ve bir şey söylemeden odasına gitti. O zamanlar Salzburg eyalet sekreteri Vodratzka “Weg und Ziel” de Arnavutluk Emek Partisi aleyhine bir makale yazdı. Bundan birçok ay önce O Arnavutluk Emek Partisi’nin 4. Parti Kongresi’nde Arnavutluk’ta misafir idi. Geri döndü ve Arnavutluk üzerine coşku doluydu. Bu arada yeniden Arnavutluk’ta bulunmayan bu aynı Vodratzka şimdi önceden bilgi verdiği şeylerin tam tersini içeren Arnavutluk’a karşı bir makale yazdı. Marek üstüne tuz-biber ekerek bu çirkefçe makaleyi birkaç şirret notla bir de “parlattı”. Ve ben bu makaleyi redakte etmeli ve sorumlu redaktör olarak buna ismimi vermeliydim. Ayrıca Marek bu siyasi büro kararı olduğundan makalede tek kelime bile değiştirilemez olduğu konusuna benim dikkatimi çekti. Bunun üzerine Marek’e bu makalenin bir alçaklık olduğunu; bunun için adımı vermeyeceğimi söyledim. Marek hemen şöyle yanıtladı: Ne, senin ismin “Weg und Ziel” için çok mu yazık? O halde kasaya git ve hesabını al! Odamdan bazı özel eşyalarımı alıp koridordaki bir köşeye koymam için yarım saat zamanım vardı. Sonra artık bu odaya giremezdim. En gerici kapitalist firmadan daha kötüydü. Ben derhal Fürnberg’e gittim ve O Marek ile onun odasında belli bir süre pazarlık yaptı. Dışarı çıktığında bana, Struppi, parti aygıtında artık sana ihtiyacımız yok. Çünkü ben ne önersem önereyim fark etmez, Marek buna vetosunu koyacak ve bu halde çalıştırılamazsın. Biliyorsun, Siyasi Büro ancak oy birliği ile karar alabilir. Daha önce söyleseydik, o zaman bir yol bulunurdu; oysa sen hemen infilak ettin; bundan dolayı şimdi hiç olmuyor. Rich-
“Derhal iş aradım, ama neredeyse tüm mesleki yaşamım boyunca KPÖ-Merkez Komitesi’nin güvenilir bir elemanı olmak şeklindeki bonservisimle doğal olarak iş bulamadım. Sonunda küçük bir firmada elektro montör olarak çalışmaya başladım.”
66
ter adındaki Fürnberg’in sekreteri sonra bana, benim için evet, hatta çok ilginç bir olanağın bulunduğunu, bunu kendi başına örgütleyebileceğini söyledi: Sana bir parti şirketinde senin yeteneklerine uygun bir iş vereceğiz; şimdi aldığından beş misli fazlasını kazanırsın ve senin mi partinin mi haklı olduğunu düşünmeye zamanın olur. Ama ben artık istemiyordum ve yani ayrıldım. Kellifelli bir tazminat alabildim; gerekli olanın hepsi bana hemen ödendi. Bu güzel bir miktardı ve buna ne kadar gereksinim duyacağımı o zaman henüz bilmiyordum. Derhal iş aradım, ama neredeyse tüm mesleki yaşamım boyunca KPÖ-Merkez Komitesi’nin güvenilir bir elemanı olmak şeklindeki bonservisimle doğal olarak iş bulamadım. Sonunda küçük bir firmada elektro montör olarak çalışmaya başladım. Oradan yeniden bağlantılar kurmaya çalıştım ve bazı başarılar da elde ettim. Böylece modern revizyonizme karşı bir mücadele yürütmek isteyen ve 20. Parti Kongresi’ne karşı olan insanlarla ilk bir araya gelmeler gerçekleşti. Başlangıçta bu epeyi renkli bir grup idi; onlardan sadece küçükçe bir bölümü benim düşüncelerime uygundu. Bir araya gelerek bir şeylerin karıştırıldığını tez elden Merkez Komitesi de öğrenmişti. Sadece birkaç gün sonra Richter beni MK’ne çağırdı ve bana bir parti şirketinin müstakbel müdürü olmak şeklindeki yeni teklifi yaptı. Ve bu kez ben, memnuniyetle müdür olmak istediğimden değil, bilakis KPÖ’nün ekonomik imparatorluğunun nasıl göründüğünü gözlemlemek amacıyla kabul ettim; diğer taraftan daha baştan bir gazete çıkarmak niyeti bulunduğundan paraya ihtiyacım vardı. Aslında bu işin birkaç ay boyunca temelli bir şekilde hazırlanması gerekirdi; oysa olaylar birbiri üstüne geldi. Aslında o zamanlar seviyesi çok düşük olan anti-revizyonist bildiriler çıkaran Herbert Parkas adında bir adam vardı. Bu adam Arnavutluk Elçiliği ile ilişkilere sahipti. Bu durumda planlanan gazeteyi zamanından önce çıkarmaya, Parkas’ı kolektifin içine almaya ve bununla onu disiplin altına almaya karar verdik. Kızıl Bayrak (KB)’ın ilk sayısı, birinci satırından sonuncu satırına kadar benim tarafımdan yazılmış, ama benim adım anılmaksızın Parkas’ın ismi ve adresi ile böyle çıktı. İkinci sayıdan sonra Parkas’ı kendi başına hareket ettiği için kovduk. Oysa bu iş bütünüyle biraz aceleye getirilmiş ve harala gürele olmuştu. Her halükârda 300 parti üyesinin adreslerini toplayabildik ve onlara KB yolladık; doğal olarak birkaç adet te
Çin KP ve Arnavutluk Emek Partisi’ne gönderdik. Ve bunların gerçekleşmesinin hemen akabinde yanında çalıştığım ve resmen Bay Maimann’ın sahibi olduğu, ama gerçekte ise partinin malı olan Turmöl firmasına MK’den bir telefon geldi. Telefon eden Richter idi: Struppi, derhal MK’ne gel, çok acil bir şey var. – Hayır, bunu yapamam, bilindiği gibi ben özel bir şirketteyim, önce şefe sormalıyım diye cevap verdim. Biraz bekle, dedi Richter ve bundan beş dakika sonra Maimann şahsen bizzat beni telefonla aradı: Bay ….., Sizin özel bir işiniz olduğunu şimdi duydum, bunu hallediniz, çok rica ederim. MK’ne gittim; baktım ki partinin önde gelenlerinin yarısı birlikte uzun bir masa etrafında oturuyorlar. Fürnberg’in önünde Kızıl Bayrak’ın birinci sayısı duruyor. O şöyle dedi: Biz iki cümle okuduk ve bunu sadece senin yazmış olabileceğini hemen anladık. Ne denebilir ki; ben de elbette bunu ben yazdım dedim, arkasında duruyorum. West, bu her türlü tartışmayı gereksiz kılıyor, diye bağırdı ve diğerleri omuzlarını silktiler. Turmöl firmasına geri döndüm ve orada bana hemen şu söylendi: Bay ……, kasaya gidiniz ve evraklarınızı alınız. Şimdi bunu ikinci kez duyuyordum; ama bu kez bu beni neredeyse neşelendirdi. Hatta bu benim hoşuma bile gitti; çünkü artık Kızıl Bayrak’ın birinci sayısı çıkmıştı ve şimdi tüm güçle gazeteye yoğunlaşmak ve onun yardımıyla bir örgüt yaratmak gerekliydi. Bu sırada Büyük Polemik te zaten başlamıştı. Çinli yoldaşlar, benim sadece kulaktan duyabildiğim birçok broşürü çıkarmışlardı bile. Bu durumda derhal Çin’e yazdım ve yığınla malzeme aldım. Akabinde daha büyükçe miktarlarda da geldi ve bunları gümrükten almak ve geçirmek zorunda kaldık. Oysa nihayetinde bizler Balkanlar’ın buradan başladığı söylenen Avusturya’da yaşıyoruz. Yani gerekli “bahşiş” ile gümrüğün bize bunları “ zaten bütünüyle değersiz siyasi reklam malzemesi” olarak formalitesiz vermelerine çalıştık. Sonra her şey tereyağından kıl çeker gibi oldu. Avusturya’da her Hofrat (Habsburg hanedanlığından kalma yüksek saray/devlet memuru/ müşaviri unvanı –ÇN)’ın belirli bir fiyatı vardır. Ama ne çok az ne de çok fazla ödememen için bunun ne kadar olduğunu sadece bilmek zorundasın. Sonuçta biz soğukkanlılıkla bekleme kuyruğunun yanından otomobille geçtik ve bize büyük şirketlerin şefleri gibi hizmet edildi. Devam edecek ✓ 67
ROBOSKİ
UNUTMAYACAĞIZ