Ydic174

Page 1

MART/NİSAN 2015/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X173

1915-2015 100 YIL YETER! TARİHLE YÜZLEŞME ZAMANI!


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Merhaba Yeni bir sayı ile birlikteyiz. Bu sayımızın ağırlığını Ermeni Soykırımı üzerine yazılar oluşturuyor. 24 Nisan 1915- 2015 Ermeni Soykırımının 100. Yıl dönümü. 100 yıl yeter! Tarihle yüzleşme zamanı! Diyoruz. Tüm dünyada Ermeniler Soykırımın 100. yıl dönümünde; adalet istiyor. Soykırımın kabul edilmesini, özür dilenmesini istiyorlar. Türkiye/Kuzey Kürdistanlı Bolşevikler olarak, Türk, Kürt ve diğer Müslüman halkların Soykırım suçuna ve sorumluluğuna ortak olmaları nedeniyle utanıyoruz. Bizim öncüllerimiz olanların bu soykırımı engelleyememiş olmasından utanıyor ve özür diliyoruz. Biz öncülümüz olanların Türk devletinin inkarcılığı ve yalanlarına karşı on yıllarca suskun kalmasının utancını taşıyor ve özür diliyoruz. Türk ve Kürt emekçileri soykırım suçuna ve sorumluluğuna ortaktır ve artık bu tarihi sorumlulukla yüzleşmek zorundadır. İşçileri, emekçileri 24 Nisan’da sokaklarda Soykırımın tanınması haklı talebini dile getirecek

eylemlere katılmaya çağırıyoruz. Soykırım yoluyla, Batı Ermenistan’da yaşayan Ermeniler ulus olmaktan çıkarıldı. Geride sayıları binlerle ifade edilen Ermeni cemaati kaldı. 2015 yılında çıkacak tüm sayılarımızda Soykırım’dan kurtulmuş tanıkların anlatımlarına yer vereceğiz. Soykırımın bilinçlere çıkması, halkların kendi tarihleri ile yüzleşmesi, soykırımdaki ortaklıklarını kabul etmeleri için gücümüz ölçüsünde elimizden geleni yapacağız. Bu çerçevede 12 Nisan’da, Taksim Hill Otel’de “100 yıl yeter! Tarihle yüzleşme zamanı!” şiarıyla, Güney dergisi bir Sempozyum düzenliyor. Sempozyumun konuları: 1915’de ne oldu? Adını koyalım. Soykırımın sonuçları, ne yapmalı? Okurlarımızı sempozyuma katılmaya çağırıyoruz. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, hoşçakalın…. YDİ Çağrı Mart 2015 ✓

İÇİNDEKİLER GÜNDEM HEPİMİZ ERMENİYİZ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 ÖCALAN’DAN PKK’YE SİLAH BIRAKMA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 İÇ GÜVENLİK PAKETİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 7 HAZİRAN’DA SEÇİM VAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN KOBANÈ’DE DURUM VE BAZI GELİŞMELER!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 SOYKIRIM SUÇLULARINA İADE-İ İTİBAR. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 MUSA DAĞ DİRENİŞİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23

2

GÜNCEL 8 MART 2015.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 YAS DEĞİL İSYAN ZAMANI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 PANORAMA “ARAP BAHARI”NIN DÖRDÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE DURUM!. . . . . . 40 BM İKLİM ZİRVESİ’NDEN NE ÇIKTI? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 PARLAMENTO SEÇİMLERİ VE GELİŞMELER! YUNANİSTAN . . . . . . . . 48 GÜNCEL “SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ” OPERASYONU.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Hüseyin Gül • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 174 · Mart/Nisan2015 • ISSN 1301692X171 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com · ydicagrigazetesi@gmail.com


gündem

24 NİSAN 1915-2015 ERMENİLERE YÖNELİK SOYKIRIMIN 100. YIL DÖNÜMÜ: HEPİMİZ ERMENİYİZ

Hepimiz Ermeniyiz!” 19 Ocak 2007’de İstanbul’da sokak ortasında kalleşçe katledilen Ermeni gazeteci Hrant Dink’in cenazesi, Türkiye’nin bütün milliyetlerinden yüz binlerce insan tarafından bu sloganla mezarlığa taşındı. O halkların kardeşliğini sağlamak için canını bile vermeye hazır yiğit bir savaşçı idi. O Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Batı Ermenistan’da uğratıldığı soykırım ertesinde de Türkiye’de yaşayan birkaç on bin kişiden oluşan Ermeni Cemaatinin bir üyesi idi. O Türk devletinin bütün eziyet ve baskılarına, egemenlerin kışkırttığı Ermeni düşmanı önyargılara rağmen Türk ve Kürt halkıyla birlikte Türkiye’de yaşıyor, burada mücadelesini sürdürüyordu. O Ermenilere yönelik soykırımın suç ve sorumluluk ortağı olan Türk ve Kürt halkları ile Ermeni halkı arasında yeni bir kardeşlik köprüsü kurulabilmesi umudunun taşıyıcısı idi. Osmanlı, Türk devletinin 1915’de aldığı “Ermenilerin Hiç’e göç ettirilmesi” kararı, gerçekte devlet tarafından planlanan ve uygulanan Ermenilere yönelik Soykırım kararı idi. 24 Nisan 1915 de Batı Ermenistan’da Ermeni yaşamı ve kültürüne son vermeye yönelik bir saldırı başladı. Kimi Ermeni topluluklarının, örneğin Musa Dağı direnişinde olduğu gibi, kahramanca direnişi Osmanlı devletinin katliam makinesini durduramadı. Dönemin İttihat ve Terakki Partisi hükümeti ve Osmanlı ordusu Ermenilere yönelik yok etme seferinde Türk ve Kürt halklarını da Ermenilere karşı kışkırtmayı ve kullanmayı başardı. Müslüman halklar içinde Müslüman olmayan halklara karşı, Hıristiyanlara, en başta da Ermenilere karşı şovenist ve dinci nefret duyguları kışkırtıldı. Devlet onları Ermeni komşularını öldürmeye, Ermeni mülklerine el koymaya teşvik etti. Onlar birçok halde Ermeni halkının sürülmesinin failleri idiler. Çok az sayıda Türk ve Kürt emekçisi Soykırım günlerinde Ermeni halkının yanında yer alma cesaretini gösterdi. Türk ve Kürt emekçileri Ermenilere yönelik

soykırım suçuna ve sorumluluğuna ortaktır ve artık bu tarihi sorumlulukla yüzleşmek zorundadır. Osmanlı imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Batı Ermenistan’ı Ermenilerden” temizlenmiş” biçimde devraldı. Soykırımda birinci derecede sorumluluk sahibi birçok kişi “yeni” Türk devletinde çok önemli mevkilerde yer aldılar. Batı Ermenistan’ın birçok “yeni zengin” inin zenginliğinin temelinde Ermeni mülklerine haydutça el konulması yatıyordu. “Ermeni sorunu”nda yeni Türk devletinde yeni olan şey Anadolu’nun kadim yerleşik bir halkının büyük bir bölümünün yok edilmiş olması ve yeni devletin tarih yazımının Soykırımın inkarı üzerine kurulu olması idi. Soykırımdan kurtulan ve İstanbul’da yerleşik olan birkaç on bin Ermeni ırkçı ayrımcılığın, aşağılamaların ve saldırıların hedefi olmaya devam ettiler. Hrant Dink bütün bu olguların bilgisi ve bilinci temelinde, her şeye rağmen Türk ve Kürt halkı ile Ermeni halkı arasında bir halklar arasında bir anlayış ve evet barışma sağlamaya çalışıyordu. Bunun olabilmesi için Türk devle-

3


gündem 4

tinin kayıtsız koşulsuz soykırımı inkar siyasetinden vazgeçip, tarihi ile yüzleşmesi, soykırımın varlığını bütün sonuçları ile tanıması gerekiyordu. Bunun ön şartı, Türk ve Kürt halkının suç ve sorumluluk ortaklığı ile yüzleşmesi ve Türk devletini soykırımın varlığını kabul etme konusunda zorlaması idi. Hrant sözlerinin gücüyle ve cesur eylemiyle “soykırımın faili konumunda olan halkların vicdanında mahkum edilmesi” ve soykırımın kurbanı konumunda olan “Ermeni halkının da af etmeye hazır olması” için mücadele ediyordu. Bu görüşler Hrant’ın Kuzey Kürdistan/Türkiyeli emekçilere bıraktığı mirastır. Hrant bu görüşleri savunduğu için hunharca katledildi. Onun cenaze töreni her kesimden insanın bu katliama verebileceği en iyi cevap oldu: “Hepimiz Ermeniyiz!” Türkiye tarihinde ilk kez yüz binlerce insan duyduğu üzüntüyü ve katillere duyduğu nefreti, soykırımın sürdürülmesine itirazını sokaklarda haykırdı. 24 Nisan 2015’de Soykırımın başlangıcının 100. yılında, “Hepimiz Ermeniyiz!” demek demokrasi, özgürlük, sosyalizm yanlısı, halkların kardeşliğinden yana olan herkesin görevidir. Bütün dünyada Ermeniler Soykırımın başlangıcının 100. yılında adalet istiyor. Sorumlulardan sorumluluklarını kabul etmesini istiyor, özür bekliyor. Bu haklı talepler karşıasında Türk devleti, bugünkü AKP hükümeti ne yapıyor? 24 Nisan’da Çanakkale’de büyük bir “Barış Buluşması” gösterisi düzenliyor. 1. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de kimi Osmanlı devleti ordusu, kimi İngiliz, Fransız ordusu saflarında birbirine karşı savaşırken ölen yüz binlerce askerin anısına ve bir zaman düşman olanların şimdi dost olduğunu, savaşın kötü, barışın iyi olduğunu göstermek için düzenleniyor güya bu gösteri. Onlarca devlet başkanı davet edildi bu gösteriye. Bu arada yine “barış” adına Ermenistan devlet başkanı da davet edildi! Ne sahtekârlıktır bu? Yapılmak istenen açıktır: Ermenilerin bu yüzüncü yılda daha gür çıkan sesini bastırmak. Öncelikle de Kuzey Kürdistan Türkiye’de 24. Nisan’da olabilecek ve halklar arasında barış talebini, halkların kardeşliği isteğini, somut olarak Soykırımın tanınması talebiyle birleştirecek eylemlerin önünü almak, etkisini kırmak. Biz Türkiye/Kuzey Kürdistanlı ilerici, demokrat, devrimci işçiler ve emekçiler Türk ve Kürt halkının Soykırımdaki suç ve sorumluluk ortaklığı nedeniyle utancımızı belirtiyoruz. Biz bizim öncüllerimiz olanların bu soykırımı engelleyememiş olmasından

utanıyor ve özür diliyoruz. Biz öncülümüz olanların Türk devletinin inkarcılığı ve yalanlarına karşı on yıllarca suskun kalmasının utancını taşıyor ve özür diliyoruz. Ne yazık ki geçmişte İbrahim Kaypakkaya somutunda olduğu gibi, çok az sayıda Komünist Ermeni halkına yönelik katliamları tarihi bir olgu olarak tespit ve mahkum ettiler. Şimdi gerçekle yüzleşme zamanıdır. Şimdi Soykırımdaki suç ve sorumluluk ortaklığı ile yüzleşme zamanıdır. Yalnızca bu yolla halklar arasında bir barışma mümkündür. Şimdi Halkların birbiriyle konuşma zamanıdır. Biliyoruz ki “Halklar konuşmaya başladıklarında, anlaşmaları kolay olacaktır.” Osmanlı devletinin mirasçısı Türk devletinden şunları talep ediyoruz: SOYKIRIM DERHAL VE KAYITSIZ KOŞULSUZ VE TÜM SONUÇLARIYLA TANINMALIDIR! *Kuzey Kürdistan Türkiye’deki Ermeni Cemaati için tam hak eşitliği; Ermeni cemaatinin tanınması ve desteklenmesi. *Anti- Ermeni ırkçılık ve şovenizmin her biçimine karşı mücadele ve bunların yasaklanması. *Ermeni soykırımı sırasında sürülen, öldürülen, ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan tüm Ermenilerin bugünkü haleflerinin ülkelerine geri dönme hakkı! *Haydutça el konulmuş Ermeni mülklerinin geri verilmesi veya tazmin edilmesi. *Devletin mülküne geçirilmiş tüm ermeni mülkünün tazmin edilmesi. *Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkı. *Türk devlet okullarında Türk egemenlerinin Soykırımcı politikası hakkında doğru bilgilerin öğretilmesi. *Doğrudan mirasçısı olmayan Ermeni mülklerinin tazminatının Ermenistan Cumhuriyetine ödenmesi. *Ermenistan/Türkiye sınırının bekletmeksizin açılması; Ermenistan Cumhuriyeti ile dostça komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi! Yalnızca bu taleplerin kayıtsız koşulsuz savunulması yoluyla Türkiye’deki, Diasporadaki, Ermenistan’daki Ermeni halkı ile halkların kardeşliği sağlanabilir. 24 Nisan’da Çanakkale’de egemenlerin şovunda değil, bütün ülkede sokaklarda Soykırımın tanınması haklı talebini yükselten eylemlerde buluşalım! Şubat 2015


gündem

ÖCALAN’DAN PKK’YE SİLAH BIRAKMA VE OLAĞANÜSTÜ KONGRE TOPLAMA ÇAĞRISI

Kuzey Kürdistan’da savaşın sonlandırılması, hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türkiye’nin diğer alanlarında sınıf mücadelesinin öne çıkmasının yolunu açacaktır. Sınıf mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır. Biz bu nedenle Kuzey Kürdistan’da yürüyen ve gelinen yerde artık halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız.

28

Şubat Cumartesi günü, HDP İmralı heyeti (HDP Grup Başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken ve HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder) ve Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakanlık Dolmabahçe Ofisi’nde ortak basın toplantısı düzenledi. Toplantıda konuşan HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’ın PKK’yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplama davetini ve süreç için belirlenen 10 başlığı açıkladı. Basın toplantısına İmralı heyetinden HDP Grup Başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken ve HDP

İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, hükümeti temsilen Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala katıldı. HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, şu açıklamayı yaptı: “Çözümün barış ve evrensel demokrasi ile bağı sağlıklı kurulmadıkça kurmaya çalıştığımız demokratik barışın devlet ve toplum yapısında, halktan, adaletten ve eşitlikten yana bir dönüşüm sağlaması beklenemez. Bu itibarla süreç cumhuriyet tarihi boyunca varlıkları yadsınan ve dışlanan tüm unsurların özgür ve eşitçe tanınması ve yeni norm sisteminde kendileri olarak

5


gündem

yer almaları ile gelişmek durumundadır. Tarihin bizlere yüklediği büyük sorumluluk çözümün de çözümsüzlüğün de salt bizim toplumlarımızla ilgili olmayıp tüm bölgeyi hatta dünyayı etkileyecek bir muhtevası olmasıdır. Dolayısıyla bölgenin 100 yıllık dengeleri alt üst olurken küresel ve bölgesel zorbalıkların yol açtığı algısal ve iradesel yaklaşımlar evrensel insani değerler ölçüsünce geliştirilerek aşılmalıdır. Muhtevası gereği çok hareketli ve dinamik bölgesel koşullar göz önüne alındığında sürece de dinamik bir yaklaşım gereklidir. Bütün bu belirlemelerin ışığında zaman zaman aksamalar ve kırılmalarla yürütülen diyalog süreci resmi, ciddi ve sorumlu bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Süreçte gelinen aşamaya ilişkin Öcalan’ın temel belirlemesi de şudur: Bu 30 yıllık çatışma sürecini kalıcı bir barışa götürürken demokratik bir çözüme ulaşma temel hedefimizdir. Asgari müşterekin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK’yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır. Hem gerçek bir demokrasinin hem de büyük barışımızın temel omurgasını teşkil edecek olgusal başlıklar şunlardır:

6

1 - Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı. 2 - Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması 3 - Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4 - Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin başlıklar. 5 - Çözüm sürecinin sosyo ekonomik boyutları.

6 - Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması. 7 - Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri . 8 - Kimlik kavramı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. 9 - Demokratik cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması 10 - Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa. Tüm bu hususlarda beklenen tarihi gelişmelerin hayata geçebilmesi için tahkim edilmiş bir çatışmasızlığın elzem olduğuna şüphe yoktur. Biz de HDP olarak tüm demokratik çevreleri ve barıştan yana olan kesimleri gelinen bu demokratik müzakere ve çözüm aşamasına güç katmaya davet ediyoruz. Barışa her zamankinden daha yakın olduğumuzu bilerek emek veren ve verecek olan bütün demokrasi güçleri selamlıyoruz. Hayırlı uğurlu olsun.” (http://www.diclehaber.com/tr/news/content/ view/446333?from=1515596325)

ÖCALAN’DAN TARİHİ ÇAĞRI Kürt ulusal mücadelesi Kuzey KürdistanTürkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli itici güçlerinden biridir. Bu mücadelenin de zorlamasıyla burjuvazi Kürt sorununda belli olumlu adımlar atmak zorunda kalmıştır. 2 yıldır ağır-aksak olsa da yürüyen bir “çözüm süreci, barış süreci” var. Sürecin


GERÇEK BARIŞ DEVRİMLE GELİR! Kuzey Kürdistan’da savaşın sonlanmasını istememiz, Öcalan’ın çağrısını olumlu bulmamız, “barış süreci” sonunda sağlanacak barışı, Kuzey Kürdistan’daki bu savaşa tercih etmemiz; Öcalan’ın çağrısındaki gerekçelerini, teorik açılımlarını doğru bulduğumuz anlamına gelmiyor. Tam tersine Öcalan’ın çağrısında yanlış bulduğumuz, eleştirilmesi gereken bir dizi nokta var. Bunlar kısaca şunlar: *”cumhuriyet tarihi boyunca varlıkları yadsınan ve dışlanan tüm unsurların özgür ve eşitçe tanınması ve yeni norm sisteminde kendileri olarak yer almaları ile gelişmek durumundadır.” Burjuvazinin egemenliği, sömürgeci devletin varlığı şartlarında; halklar arasında eşitlik, özgürlük ilişkisi mümkün değildir. Halklar arasında eşitlik, özgürlük ilişkisi, ancak zoraki birliğin parçalandığı, ulusal baskıya son verildiği, her ulusun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının olduğu, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek demokratik halk devrimi ile mümkündür. *”Gerçek demokrasi”, “kalıcı barış”, yine burjuvazinin egemen olduğu kapitalist sistemde gerçekleşmesi mümkün değildir. Halk demokrasisi, gerçek barış, kalıcı barış; ancak halk devletinde, halk iktidarında

Burjuvazinin egemenliği, sömürgeci devletin varlığı şartlarında; halklar arasında eşitlik, özgürlük ilişkisi mümkün değildir. Halklar arasında eşitlik, özgürlük ilişkisi, ancak zoraki birliğin parçalandığı, ulusal baskıya son verildiği, her ulusun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının olduğu, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek demokratik halk devrimi ile mümkündür. mümkündür. * ” D e m o kratik cumhuriyet”, “ortak vatan” kavramları da keza burjuvazinin egemen olduğu şartlarda kullanılması doğru olan kavramlar değil. Burjuvazi ile işçi sınıfının ortak devlet yönetimi, biçimi olamaz. Burjuvazi ile işçi sınıfının ortak vatanı olamaz. Cumhuriyetin demokratik olması için ülkenin ortak vatan olması için sermaye devletinin yıkılması, yerine işçilerin, emekçilerin devletinin kurulması gerekir. *Abdullah Öcalan gerici burjuva demokrasisini çözüm olarak sunmaktadır. Gerici burjuva demokrasisi –faşizmden farklı olsa da- sonuçta sermayenin iktidar biçimidir. İşçiler, emekçiler üzerinde burjuvazinin diktatörlüğüdür. İşçiler, emekçiler kendi iktidar biçimi dururken, burjuvazinin iktidarına muhtaç değildir. Burjuvazinin bir iktidar biçimini çözüm olarak sunmak bilinçleri karartmaktır! *”Barış süreci”nin sonunda, savaşan iki güç –PKK, devlet- savaşı bitirmek için anlaşsa da; bu anlaşma, barış, geçmişte yürüyen savaşa göre iyidir. Bu barış Kürtlerin hiçbir hakkının olmadığı duruma göre iyidir. Fakat bu barışı Kürt ulusal sorunun çözümü olarak, kalıcı barış olarak propaganda etmek yanlıştır. Ulusal sorunun çözümü burjuvazinin iktidarını yıkmayı gerektirir! Burjuvazinin iktidarı şartlarında halklar arasında gerçek eşitlik, gerçek ve kalıcı bir barış olmaz. Gerçek barış ancak, devlet iktidarının yıkıldığı, yerine halk iktidarının kurulduğu, her ulusun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkının tanındığı, eşit, özgür şartlarda olur. 29.02.2015

gündem

geldiği noktada, Öcalan tarihi bir çağrı yapmıştır. Bu tarihi çağrıyı önemsiyor ve olumlu buluyoruz. 1984 yılında başlayan, PKK açısından çıkış noktasında savaşın hedefi; “Bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan”ı yaratmaktı. Savaş içinde PKK’nin amaçları, hedefleri süreç içinde değişikliklere uğradı. Talepler; ana dilde eğitim, özerklik, –yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması- gerillanın sivil siyasete katılma imkanlarının yaratılması, Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının düzeltilmesi, yeni Anayasa vb. oldukça geri düzeyde demokratik taleplerle sınırlı hale geldi. Bu demokratik talepler için savaş yürütmenin bir mantığı kalmamıştır. Siyasetin bu taleplerle sınırlı olduğu yerde, savaşın sürdürülmesi, bu taleplerin kazanılmasını geciktirici bir rol oynamaktadır. Kuzey Kürdistan’da savaşın sonlandırılması, hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türkiye’nin diğer alanlarında sınıf mücadelesinin öne çıkmasının yolunu açacaktır. Sınıf mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır. Biz bu nedenle Kuzey Kürdistan’da yürüyen ve gelinen yerde artık halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız.

7


gündem

İÇ GÜVENLİK PAKETİ: MECLİSTE MEYDAN MUHAREBELERİ! Üzerinde bu kadar gürültü koparılan, “can pahası”na mutlaka geçirileceği ya da engelleneceği ilan edilen yasa tasarısı ne getiriyor? Anti AKP cephesine göre, bu tasarı yasalaşırsa, Türkiye’ye faşizm gelmiş olacak! Bu yasa tasarısı Türkiye’de “tek adam diktatörlüğüne”, “polis devletine”, “ faşizme” gidişin tasarısı. Eğer yasalaşırsa Türkiye’de her vatandaş polisin keyfine göre aranabilecek, hapise atılabilecek; polis bir gösteriye katılan herkesi vurabilecek vs.

M

8

ecliste AKP hükümeti kelimenin gerçek anlamında canla başla, İç Güvenlik Paketini yasalaştırmaya çalışırken, CHP/MHP ve HDP de canla başla bu paketin yasalaşmasını engellemek için çalışıyor. Bu canla başla çalışma içinde AKP karşıtı cephe “ölürüz de bu yasayı geçirtmeyiz!”, “Canımıza mal olsa da engelleriz!” vs. derken, AKP cephesi de hem Recep Tayyip, hem de hükümet adına konuşanların sözleriyle “ne yaparsanız yapın bu yasa geçecektir” tavrında ısrar ediyor. Yasanın üzerine görüşmelerin dördüncü gününde, sabaha karşı bütün diretmelere rağmen nihayet yasanın maddeleri üzerine görüşmelere geçildi. Onun öncesinde bilinen kürsü işgalleri, konuşmaların engellenmesi, havada uçuşan koltuklar, silah haline getirilen meclis başkanının tokmağı, karşılıklı küfürleşmeler, itişmeler, yumruklaşmalar, kırılan kaburgalar, yaralanan ka-

falar, gözler var. Önümüzdeki günler de muhalefet her türlü yolla tasarının yasalaşmasını engellemeye çalışırken, AKP de yasalaştırmak için her şeyi yapacak. Yani mecliste yeni meydan muharebelerinin tanığı olacağız. Toplum neyse, onu Mecliste temsil edenler de o. Siyasi açıdan neredeyse tam ortasından ikiye bölünmüş, ötekini düşman gören, elinden gelse bir kaşık suda boğacak olan bir toplum. Bir yanda toplumun oy kullanan kesiminin geçerli oylarının yarısına yakın kesimini arkasında toplayan ve buna dayanarak “milli iradeyi” tek başına temsil ettiğini söyleyen AKP hükümeti; öbür yanda oy veren kesimin öncelikle CHP, MHP, HDP arasında bölünen, toplandığında AKP’nin aldığı oyla belki ancak eşitlenen “milli irade yalnızca sandıkla ölçülmez” diyen AKP karşıtı cephe. Bu cephenin anti AKP ajitasyon malzemesi, bir zamanlar AKP’nin kankası olan Gülen Cemaatinden geliyor. HDP özel konumu nedeniyle dışta tutulursa, bu iki kesim de emekçiler açısından ele alındığında birbirinden berbattır. Bu iki kesim arasında kıyasıya sürdürülen iktidar mücadelesinde her yol ve yöntem mübah görülüyor. Bunun içinde tabii Meclis çalışmalarına da yansıyan doğrudan şiddet de var. Ve bu doğrudan şiddet görüntüleri de medya tarafından döndüre döndüre gösterilerek topluma eğitim veriliyor. Aynı gün mecliste Özgecan somutunda kürsüye çıkan hangi partiden olursa olsun konuşmacılar kadınlara yönelik şiddeti lanetlerken ve toplumdaki şiddet konusunda kınamada


Tasarı ne getiriyor? Üzerinde bu kadar gürültü koparılan, “can pahası”na mutlaka geçirileceği ya da engelleneceği ilan edilen yasa tasarısı ne getiriyor? Anti AKP cephesine göre, bu tasarı yasalaşırsa, Türkiye’ye faşizm gelmiş olacak! Bu yasa tasarısı Türkiye’de “tek adam diktatörlüğüne”, “polis devletine”, “faşizme” gidişin tasarısı. Eğer yasalaşırsa Türkiye’de her vatandaş polisin keyfine göre aranabilecek, hapise atılabilecek; polis bir gösteriye katılan herkesi vurabilecek vs. AKP hükümetine göre ise bu tasarı vatandaşın can ve mal güvenliğini, gösteri hakkı adına ortalığı yakıp yıkan, eli molotoflu, yüzü maskeli vandallara karşı korumak için gerekli değişiklikleri öngören bir tasarı. Bu tasarı aslında batıda polis yetkileri konusunda var olan standardın Türkiye’ye de getirilmesi tasarısı. Kamuoyunda İç Güvenlik Paketi olarak adlandırılan “2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın 26 maddesi bu yazı yazıldığı sırada kabul edilmişti. Yasa tasarısında geriye gidişi ifade eden maddeler var. * Kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sözlü emriyle kişinin üstü, eşyası, aracı aranabilecek. Bu yapılırken arama gerekçesini de içeren belge verilecek. * Hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanının yazılı emriyle, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilip, dinlenip, sinyal bilgileri değerlendirilirken; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde verilen yazılı emir, artık 24 saat yerine 48 saat içinde yetkili ve görevli hakimin onayına sunulacak. * “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine; ateşli silahlar veya havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı olanlar dâhil patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir, demir bilye ve sapan gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler taşıyarak veya

kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılanlar iki yıl altı aydan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak.” * “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine, yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşıyarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyerek katılanlar ile kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşıyarak veya bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazları ile yayınlayarak katılanlar altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak.” * “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak. Bu suçu işleyenlerin cebir ve şiddete başvurmaları ya da her türlü silah, molotof ve benzeri patlayıcı, yakıcı ya da yaralayıcı maddeler bulundurmaları veya kullanmaları hâlinde verilecek cezanın alt sınırı dört yıldan az olamayacak.” * “Şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylarda, kamu mallarına verilen zararlar ile gerçek ve tüzel kişilerin mallarına verilen zararların devletçe karşılanması halinde, ilgili idare bunu sorumlulara rücu edecek.” * Polis, savcılık kararı olmadan gözaltına aldığı kişiyi 48 saat karakolda tutabilecek. “Şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda 48 saate kadar gözaltına alma kararı verilebilecek. Gözaltına alınan kişi en geç 48 saat, toplu olarak işlenen suçlarda 4 gün içinde hakim önüne çıkarılacak.” * Vali, lüzumu halinde, kolluk amir ve memurlarına suç faillerinin bulunması için gereken emirleri verebilecek. Valilerin bu yetkileri ilçelerde kaymakamlar tarafından kullanılabilecek. (bianet.org, imctv.com) İç Güvenlik Paketi tasarısı, evet polisin ve genelde idarenin yetkilerini arttıran, yargının bu bağlamdaki denetimini yumuşatan, andaki yasal durum ele alındığında, yasal alanda işçiler, emekçiler, halk açısından var olan yasal hakların daraltılması, bir geriye gidiş anlamına gelen bir tasarıdır. Bu geri gidişe karşı çıkmak gerek.

gündem

bulunurken, iş sunulan bir yasa tasarısı üzerine görüşmeye geldiğinde deyim yerindeyse kılıçlar kınından çekiliyor, şiddeti lanetleyenler şiddetin öznesi oluveriyorlar. Gerçek yüzleri çıkıveriyor ortaya.

9


Faşizm mi geliyor? gündem 10

Fakat bu yapılırken bu yasanın Türkiye’ye faşizmi getirecek bir yasa olduğu vb. iddialar yanlış, abartılı iddialar. Bu tip bir gerekçelendirme birçok bakımdan yanlış. En başta, Türkiye’ye faşizm bu yasayla gelmiyor, gelmez. Türkiye’de 90 yılı aşkın cumhuriyet döneminde yaşanan iktidar hiçbir dönem burjuva anlamda demokratik olmadı. Türkiye’de faşizm yapısal, kurumsal olarak olduğu gibi, anlayışta ve uygulamada var olan, yaşanan sistemin adıdır. Türkiye’de hiçbir dönem burjuva demokrasisi yaşanmadı, yalnızca belli dönemlerde burjuva demokratik haklarının kırıntıları, o da işçilerin emekçilerin, ezilen Kürt ulusunun can bedeli mücadeleleri sonucu yaşandı. Egemenler tarafından bu kırıntılar ilk fırsatta geri alındı. Türkiye 2000’li yılların başlarından bu yana merkezinde ordunun durduğu, bürokrasi kastının üstü kaba bir parlamenter demokrasi şalı ile örtülü faşist diktatörlüğünde bir çözülme sürecine girdi. Bu süreç acılı, sancılı, kesintilerle sürüyor. Bu yüzden Türkiye’ye şimdi AKP’nin “iç güvenlik” adına getirdiği yasa tasarısının yasalaşması halinde faşizmin geleceğini vb. söylemek, Türkiye’de faşizmin AKP öncesinde de var olduğunu gözlerden gizlemektir. Türkiye’de hiçbir zaman özgürlükler böyle kısıtlanmamış, Türkiye hiçbir zaman böyle bir polis devleti olma tehlikesi ile karşılaşmamış vs. iddialarının sahipleri; ya örneğin 12 Eylül’ü yaşamamıştır ya da unutmuştur! Ya da “ya hiç falaka yememiştir, ya da sayı saymayı bilmiyordur!” Diğer yandan bu yasaya karşı çıkarken, karşı çıkanların küçümsenmeyecek bir bölümünün yaptığı gibi “Demokratik ülkelerde böyle yasalar yoktur” gerekçelerini ileri sürmek de, ya bu gerekçeleri ileri sürenlerin “demokratik” dedikleri ülkelerin yasalarından bihaber olduğunun ya da bunların burjuva demokrasisini olduğundan iyi ve güzel görüp, gösterdiklerinin işaretidir. Burjuva demokrasisi de faşizm de aynı sınıfın, tekelci ya da işbirlikçi burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün bir biçimidir yalnızca. Emperyalizm çağında burjuva demokrasisi bütün çizgi boyunca gericileşmiş olan bir sınıfın diktatörlüğüdür. Faşizmle arasında Çin Seddi yoktur. Her zaman faşist tedbirlerle bir arada yürür. Bugün AKP’nin getirip yasalaştırmaya çalıştığı kimi tedbirler, bizim bir dizi kendini sol sanan burjuva demokrasisi hayranımızın düşündüğünün tersine demokrat sayılan bir dizi ülkede yasalaşmış ve “gerekli hallerde” uygulanan tedbirlerdir. AKP yasalarına böyle bir muhalefet işçi sınıfını ve halkla-

rı uyutmaktır, kendi burjuva demokrasisi hayranlığını kitlelere aktarmaya çalışmaktır. AKP’nin şimdi yapmak istediği yasal değişikliklere içinde bir dizi “solcu”nun da yer aldığı burjuva anti AKP cephesinin yaptığı gibi bir muhalefet, aslında AKP’yi fazla rahatsız eden bir muhalefet de değildir. AKP’nin yasal düzeyde işçi ve emekçiler açısından var olandan geri gitme -bu bir çok halde AKP iktidarı döneminde yapılan kimi iyileştirmelerin geri alınması biçiminde bir geri gitmedir- anlamına gelen yasa değişikliklerine karşı mücadelede, AKP’nin ne yapmak istediği sorgulanmalı ve bunun teşhiri merkeze konmalıdır. AKP gelinen yerde kendi iktidarının seçimler yoluyla devrilme tehlikesinin olmadığını görüyor. Şu an yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oyu % 45-50 bandında oynuyor. Askeri darbe için de bir ortam hazır değil. AKP’nin korkusu sokak eylemleri. Gezi Hareketi AKP için tam bir travma oldu. AKP kendi siyasi iktidarının sokak eylemleri ile sarsılabileceğini somut olarak gördü yaşadı. Batıdaki AKP iktidarından hoşnutsuz kitlenin sokak eylemleriyle; Kuzey Kürdistan’daki ulusal sorun kaynaklı sokak eylemlerinin buluşma ihtimali AKP iktidarını korkutuyor. Bu sokak eylemleriyle yaratılacak bir kaos ortamıyla yönetemez duruma düşebileceğinden korkuyor. Getirmek istediği ve polise ve merkezi devlet idaresine bağlı kurumlara -Vali/Kaymakam- bugünkünden daha geniş yetkiler veren yasa değişikliği tasarısı bu “tehlikeye karşı” bir ön tedbirdir. Bunun hayattaki karşılığı, özellikle kitle eylemlerinde çok daha sıkı ön kontrol ve eylemlerin kontrol dışına çıkmasının engellenmesi için çok daha yoğun polis şiddetidir. İleri demokrasiden söz eden AKP, kendi iktidarını koruma, sağlamlaştırma iç güdüsüyle, devraldığı faşist düzeni bu noktada sürdürüyor. Ona karşı çıkan burjuva muhalefet de – yine HDP dışta tutulursa – AKP den daha “demokrat” filan değil. Yani kısacası iç güvenlik yasa tasarısı konusunda Mecliste yaşanan meydan muharebeleri işçiler emekçiler açısından egemen sınıfların birbirinden özde farklı olmayan değişik siyasi temsilcilerinin kendi aralarında yürüttükleri iktidar dalaşının bir görüntüsüdür. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, örneğin bir grev veya direniş eylemi, onların da taraf olması istenen bu kayıkçı kavgalarından çok daha önemlidir. 24.02.2015


gündem

7 HAZİRAN’DA SEÇİM VAR: HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN OYLAR HDP’YE! HDP’ne bu seçimlerde destek vermemiz, onu bir devrimci parti olarak değerlendirdiğimiz anlamına gelmiyor. Ya da kendini bir çatı partisi olarak tanıtan HDP’ne eleştirilerimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Biz HDP’ni bir yanı ile Kürt ulusal hareketinin legal partisi olarak, Türk şovenizmine ve Türk devletinin Kürt ulusu üzerindeki milli baskıya karşı çıkan tavrıyla, diğer burjuva partilerinden ayrı, bu noktada demokratik bir mücadele yürüten bir parti olarak değerlendiriyoruz.

K

uzey Kürdistan/Türkiye’de, 7 Haziran’da 25. dönem Milletvekili Genel Seçimi yapılacak. Seçim takvimi işlemeye başladı. Seçime katılacak 31 parti seçim çalışmasına start verdi.

SEÇİMLER NEYİ DEĞİŞTİRİR? Bu genel seçimlerde önümüzdeki dört yıl için burjuvazinin hangi siyasi temsilcisinin -veya temsilcilerinin- kuracağı hükümetler üzerinden halkın “ezilip soyulacağı”na karar verilecektir. Burjuvazinin egemen olduğu tüm ülkelerde parlamentolar ve onun için yapılan seçimler, burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler, tüm ezilenler üzerindeki diktatörlüğünün üzerine demokrasi şalını örtmenin aracıdırlar. Burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde seçimlerin esas işlevi, iktidara halkoyuna dayanan meşruiyet kazandırmaktır. Burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde seçimler, öncelikle burjuvazinin değişik kesimlerinin siyasi temsilcileri, burjuva partileri açısından önemlidir. Burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesinde seçimlerde hangi burjuva partisinin –dolayısıyla onun temsil ettiği burjuva kesiminin- seçimlerden sonraki dönemde siyasi iktidarda ağırlıklı olarak temsil edileceği belirlenir. Burjuvazinin iktidarının seçimler yoluyla değiştirilmesi mümkün değildir. Seçimler sistemin özünde bir değişikliğe yol açacak olsalar, böyle bir ihtimal olsa, burjuvazi o seçimleri yapmaz. Seçimler burjuva

iktidarında özsel değişikliklere yol açacak bir sonuçla biterse, o seçimin sonuçları başka yollarla -örneğin askeri darbe ile- düzeltilir. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından seçimlerin önemi, işçi sınıfı ve emekçilerin bilinçlenme düzeyini göstermesi açısından bir ölçü olmasında yatmaktadır.

SEÇİMLERDE TAVIR İLKE SORUNU DEĞİLDİR! Biz seçimleri, komünist faaliyet açısından dikkate alır, her seçimi içinde bulunulan somut şartlara göre değerlendirir, seçimlere katılıp katılmayacağımızı, katılacaksak nasıl katılacağımızı somut değerlendirerek uygun taktiği belirleriz. Seçim ortamları halkın en fazla siyaset içine çekildiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde ve arasında da siyaset üzerine en yoğun konuşulduğu ortamlardır. Bu ortam komünist düşüncelerin işçi sınıfı ve emekçiler içinde propagandası için, aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti için fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan maksimum yararlanmak bizim görevimizdir. Bütün komünist faaliyette temel sorun, işçi sınıfı ve emekçiler içine komünist düşünceleri, alternatifi, burjuva düşüncelerle çatışma içinde taşımak, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmektir. Hangi taktik bunun için daha elverişli şartlar yaratır? Somut koşullar değerlendirilerek uygun taktik belirlenmelidir. Bizim bugünkü gücümüz, genel seçimlere kimi

11


gündem

kentlerde bağımsız adayla katılmamıza izin veren bir güç değil. Bu durumda seçimlere katılımımız esas olarak seçimin yarattığı siyasi tartışma ortamından komünist görüşlerin yaygınlaştırılması, kitlelere doğru bilincin taşınması için azami ölçüde yararlanmaya çalışmak biçiminde olacaktır.

BARAJ ÇÖPE!

12

7 Haziran seçimlerinde de seçime katılan partiler için % 10 barajı geçerlidir. Ülke genelinde oyların % 10’unu kazanamayan hiçbir parti, gelecek mecliste bir milletvekili ile bile temsil edilemez. Bu çok yüksek ülke barajı 12 Eylül rejimi tarafından öncelikle sivil siyasi islam’ın ve Kürt milli hareketinin meclis dışında tutulması amacıyla ve siyasi istikrar sağlama gerekçesiyle konmuş olan bir barajdır. 12 Eylül sonrasında sivil siyasette % 10’u aşacağını düşünen hiçbir parti temsiliyette adalet açısından tartışılamaz bir yükseklikte olan bu barajın kaldırılması yönünde ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır. Yalnızca bu boyutta yüksek bir ülke barajının varlığı, TC’de yapılan seçimlerin, gerici burjuva demokrasileriyle kıyaslandığında bile ne kadar demokrasiden uzak olduğunu göstermeye yeter bir veridir. Bugünkü verilerle seçime katılma hakkı olan 31 partiden yalnızca 3’ünün (AKP- CHP-MHP) % 10 barajını aşacağı garantidir. Değişik kamuoyu araştırmalarında AKP % 45-50; CHP % 23-28; MHP % 13-18 bandında görünmektedir. Bu durumda 7 Haziran seçimlerinden AKP‘nin 3 dönem ertesinde de, arasında ikinciyle büyük fark olan birincilikle çıkacağı kesindir. Amacı köklü bir Anayasa değişikliği olan AKP’nin bu seçimlerde hedefi kendisine en azından 330 milletvekilliğini garanti edecek bir oy oranına varmaktır. Yüzde on oranına ulaşamayan partilere verilen oy sayısı ve oranı ne kadar yüksek olursa, AKP’nin bu hedefine varması o kadar kolaylaşır. CHP ve MHP’nin oylarının ve oy oranlarının toplamı AKP’nin oy sayısı ve oranına yetişememektedir. Bu iki partinin iktidar iddiası, bunlar koalisyon kursalar bile, boş iddiadan öteye geçmemektedir. Bunların bu seçimlerdeki hedefi AKP’yi mümkün olduğunca geriletmek, en azından onun tek başına Anayasayı değiştirecek bir çoğunluğa ulaşmasını engellemektir. Bilindiği gibi Halkların Demokratik Partisi seçimlere parti olarak gireceğini açıklamıştır. HDP’nin

iddiası % 10 barajının kendisi için sorun olmayacağı yönündedir. Kamuoyu araştırmalarında HDP’nin oyu % 8 ile 10 arasında görünmektedir. Bu HDP’nin % 10‘u aşma olasılığının –bu çok zor da olsa- var olduğunu gösteriyor. Ancak barajı aşma kadar, hatta ondan biraz daha fazla aşamama ihtimali de var. Diğer partilerin hiç birinin % 10 seçim barajını aşma ihtimali yoktur. Bu partiler parti olarak seçimlere girmeleri halinde o partilere verilmiş oylar, % 10 barajını aşan partilere, onların aldıkları oy oranı temel alınarak dağıtılacaktır. Bu partilerin bir bölümü “büyük” partilerle pazarlıklar sonucu, o partilerin listelerinden seçimlere girecektir. 7 Haziran seçimleri bir bütün olarak ele alındığında iktidar partisi olan AKP ile AKP karşıtlığını siyasetlerinin merkezine koyan güçler arasında; AKP ile anti AKP cephe arasında geçecektir. Biz bu iki cephede de yokuz. Biz yalnızca bugünkü AKP iktidarına değil bir bütün olarak egemen sisteme, işbirlikçi burjuvazinin faşist iktidarına karşıyız. Bugün AKP iktidarının alternatifi olarak ortaya çıkan CHP ve MHP AKP‘ne karşı olma adına bir adım bile birlikte yürünecek partiler değildir.

HDP’NİN TAVRI VE TAVRIMIZ HDP 7 Haziran seçimlerine, geçen genel seçimlerde başarılı olarak uyguladığı bağımsız adaylarla katılma taktiğinden vaz geçerek, parti olarak katılma kararı almıştır. Biz bu kararı % 10 barajını aşma ihtimali ile aşmama ihtimallerinin birbirine çok yakın göründüğü ve hatta aşmama ihtimalinin biraz daha büyük göründüğü şartlarda maceracı bir taktik adım olarak değerlendiriyoruz. Bizce doğru olan bugünkü şartlarda HDP’nin yine bağımsız adaylarla katılması idi. Bağımsız adaylarla katılındığı şartlarda en az 40 kişinin 25. dönem Milletvekili olması ve bunların HDP olarak grup kurmaları kesindi. Parlamentoyu çözüm için adres olarak görüp gösteren bir parti için parlamentoda yer almayı da tehlikeye atan bir taktik bizce doğru değil. Bu parti olarak katılma taktiğinin sonucu, yüzde 10’dan bir eksik oy alındığında HDP’in oy deposu olan Kürt illerindeki tüm milletvekilliklerinin AKP‘ne eklenmesi olabilir. Böyle bir olası sonuç AKP’nin 25. dönem parlamentosunda Anayasayı tek başına değiştirebileceği bir çoğunluğu elde etmesini beraberinde getirebilir. Kuşkusuz HDP’nin seçimlere parti olarak katılması ve % 10 barajını 1 oy fazlası ile


SEÇİM TAKTİĞİMİZ Hala faşist bir kurumsal yapıya sahip olan ülkelerimizin en önemli sorunu burjuva anlamda da olsa demokratikleşme sorunudur. Kürt ulusal mücadelesi Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli itici güçlerinden biridir. Bu mücadelenin de zorlamasıyla burjuvazi Kürt sorununda belli olumlu adımlar atmak zorunda kalmıştır. Gelinen yerde Kuzey Kürdistan’da yaşanan savaşın sonlandırılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de faşizmin çözülmesi ve demokratikleşme sürecinin ilerletilmesi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu savaşın sonlandırılması hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türkiye’nin diğer alanlarında sınıf mücadelesinin öne çıkmasının yolunu açacaktır. Sınıf mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır. Biz bu yüzden Kuzey Kürdistan’da yürüyen ve gelinen yerde artık halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız. Kürt ulusal Hareketinin HDP üzerinden

parlamento içinde yer alması öncelikli olarak bu açıdan yararlı ve gereklidir. Kaldı ki HDP, yalnızca ulusal sorunda değil, birçok başka sorunda da burjuva demokratik hakları savunmaktadır. Bu partinin parlamentoda temsili, liberal burjuva görüşlerin parlamentoya taşınması, Kuzey Kürdistan/Türkiye de faşizmin çözülme sürecinin ilerletilmesi açısından da yararlıdır. HDP’nin andaki kuralları kabul ederek gireceği 7 Haziran seçimlerinde % 10 dan bir eksik oy alması halinde bile parlamento dışında kalması öncelikle yürüyen savaşın sonlandırılması açısından da olumsuz bir rol oynayacaktır. Böyle bir gelişmenin muhtemel sonucu HDP’nin aslında seçilmiş olan ve fakat % 10 barajı nedeniyle parlamentoya girmesi engellenen milletvekilleriyle Kuzey Kürdistan’da kendi meclisini kurmak olabilir. Bu meşru bir harekettir. TC devletinin başında hangi parti bulunursa bulunsun böyle bir adım savaş çağrısı olarak kavranacak ve Kuzey Kürdistan da “çözüm süreci” rafa kaldırılacaktır. Bu anda Kuzey Kürdistan/ Türkiye’nin halkları açısından en kötü senaryonun gerçek haline gelmesi anlamına gelir. Yukarıda ortaya koyduğumuz görüşler ve yaptığımız somut değerlendirmeler sonucunda bu seçimler için taktiğimiz şudur: Bu seçimlerde HDP’ne bütün gücümüzle destek vereceğiz. Bütün çevremizi HDP e oy verme yönünde seferber edeceğiz. HDP’nin % 10 barajını aşmasını sağlamak için tüm gücümüzle çalışacağız. HDP’ne bu seçimlerde destek vermemiz, onu bir devrimci parti olarak değerlendirdiğimiz anlamına gelmiyor. Ya da kendini bir çatı partisi olarak tanıtan HDP’ne eleştirilerimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Biz HDP’ni bir yanı ile Kürt ulusal hareketinin legal partisi olarak, Türk şovenizmine ve Türk devletinin Kürt ulusu üzerindeki milli baskıya karşı çıkan tavrıyla, diğer burjuva partilerinden ayrı, bu noktada demokratik bir mücadele yürüten bir parti olarak değerlendiriyoruz. Bunun ötesinde savunduğu görüşlerin burjuva demokrasisisin sınırlarını aşmadığını söylüyor, onu öncelikle Kürtlerin reformist bir burjuva partisi olarak değerlendiriyoruz. Biz bu görüşlerimizi HDP’ne oy isterken de açıklamak görevimizdir. Seçimde temel şiarımız: Halkların Kardeşliği için oylar HDP’ye! Kuzey Kürdistan’da savaşın durması için oylar HDP’ye! Olacaktır. 20.02.2015

gündem

bile olsa aşması halinde, HDP bağımsız adaylarla girdiği bir seçimde çıkarabileceği milletvekilinden daha fazla -10 kadar- milletvekili çıkarabilir. Bu onun meclisteki ağırlığını ve AKP hükümeti ile pazarlık gücünü arttırır. Hem de % 10 barajının kaldırılmasının yolu açılır. Bundan 6 ay önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmen sayısı: 52 .894.115 yurtiçi, 2.798.726 yurtdışında olmak üzere 55.692.841 idi. 7 Haziran seçimlerinde toplam seçmen sayısının 55 Milyon 800 bin civarında olacağından yola çıkmak gerekir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçime katılım, Türkiye’deki son seçimlerle karşılaştırıldığında 41.283.627 seçmen, % 74,3 oranı ile oldukça düşük oldu. HDP 3.914.978 seçmenin, yani katılan seçmenlerin % 9,76 sının oyunu aldı. Genel seçimlerde katılımın ve yüzde on barajı için oy oranının yükseleceğinden yola çıkmak gerekir. Katılımın % 80 olması durumunda % 10 barajı 4.464.000 oydur. Katılımın % 85 olması halinde % 10 barajı ancak 4.743. 000 oyla aşılabilir. Yani HDP’nin % 10 barajını aşması için 500 bin ile 800 bin arasında bir oy artışı gerekmektedir. Bu artışın sağlanması mümkündür, fakat çok zordur.

13


✌ halkların kardeşliği için

KOBANÈ’DE DURUM VE BAZI GELİŞMELER! “İslam Devleti”ne karşı mücadele –hem Güney Kürdistan/ Irak’ta hem de Rojava’da- genelde Kürtlerin, özelde de PYD ve PKK’nin uluslararası siyasette daha çok kabul görmesini beraberinde getirdi. Kobané’deki mücadele ve başarı ise diplomatik ilişkiler alanında PYD’nin konumunu daha da güçlendiren bir rol oynadı. Örneğin “Cenevre I” ya da “Cenevre II” olarak adlandırılan toplantılarda Suriye ve Esad rejimine karşı tavırlar belirlenmeye çalışılırken PYD muhatap olarak kabul edilmiyor ve toplantılardan –PYD’nin davet edilmek için verdiği tüm uğraşlara rağmen- dışlanıyordu. ABD emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerine de bakarak PYD’ye dıştalayıcı tavır takınması durumu, yavaş da olsa pratikte değişmeye başlamıştır. Kobané somutunda ise TC’nin red tavrına rağmen İD’ye karşı savaşta ortak davranılmıştır.

S

14

on iki aylık dönemde Kobané’deki gelişmeler, 173. sayımızda tespit ettiğimiz: “...durum, askeri açıdan savunmadan dengeye ve saldırıya geçme; giderek hakim olmaya doğru gelişen bir durumdur.” ve “Andaki gidişatı değiştirecek önemli bir gelişme yaşanmazsa, Kobané’nin önümüzdeki kısa sürede ‘İslam Devleti’nden temizlenmesi mümkündür. Fakat savaş değişik biçimlerde, ölçülerde ve yerlerde süreceğe benziyor.” (s. 13) düşüncelerine uygun gelişmeler oldu. Gidişatı değiştirecek önemli bir gelişme yaşanmadı. Kürt basınına yansıdığı kadarıyla YPG/ YPJ, ÖSO’ya bağlı Burkan El Fırat güçleri, Peşmerge güçleri ve “İslam Devleti”ne (İD) karşı ABD emperyalizmi önderliğinde oluşan “savaş koalisyonu”nun ortak mücadelesi, İD güçlerini Kobané’den çekilmeye zorladı. Bina bina, sokak sokak, cadde cadde yürüyen çatışmalar, 26 Ocak 2015 tarihinde Kobané şehir merkezinin kurtarılmasıyla sonuçlandı. Kobané merkezinin İD’den temizlendiği haberiyle birçok yerde “zafer” kutlamaları gerçekleştirildi. Basına yansıyan bilgilere göre İD, Kobané yenilgisini, “geri çekildik” diye kabul etmekte ve İD militanları diğer şeylerin yanısıra durumu şöyle ortaya koymaktadırlar: “Savaş uçakları bina bırakmadı. Her şeyi yok ettiler. O yüzden geri çekilmek zorunda kaldık. Savaş uçakları gece gündüz bombalıyordu. Her şeyi bombaladılar. Motosikletleri bile.” (Hürriyet, 2 Şubat 2015)

Yapılan basın toplantısında YPG/ YPJ komutanlığı adına yapılan açıklamada: “En başta direnişi sahiplenen halkımıza, özelde de Bakuré Kurdistan halkımıza, yine hava saldırılarıyla güçlerimize aktif desteğini sunan Uluslararası Koalisyon güçlerine, YPG ile omuz omuza çarpışan Burkan El Fırat ve diğer Özgür Suriye Ordusu bileşenlerine, yine bir grup olarak güçlerimize yardımcı olan Péşmerge kardeşlerimize çok teşekkür ediyoruz.” (Politika, 28 Ocak 2015) denilerek Kobané’de İD’ye karşı savaşın hangi güçler tarafından yürütüldüğü de ortaya konuyordu. Bu basın toplantısında yapılan açıklamalarda hem durumun abartılması hem de doğru olarak savaşın bitmediği yönlü tespitler yapıldı. Yapılan tespitlerden biri de: “Bizim mücadelemiz demokratik Suriye toprakları tamamen özgürleşene kadar sürecek.” (aynı yerden) tespitiydi. Buna göre İD başdüşmandır ve sadece Rojava’da değil, nerede olursa olsun İD’ye karşı savaş sürdürülecektir. Fakat Burkan El Fırat ve Péşmerge komutanlarıyla birlikte yapılan basın toplantısında bu güçlerin İD’ye karşı mücadelesinin de ötesinde bir hedef sözkonusuydu: Esad rejimine karşı ortak mücadele! Böylece YPG/ YPJ güçlerinin İD’ye karşı oluşturulan savaş koalisyonunun bir parçası olmasının ötesinde, bu koalisyonun Esad rejimine karşı mücadelede ihtiyaç duyduğu kara gücü olma ve ÖSO ile Kobané’de gerçekleşen ittifakı, Suriye geneline yaygınlaştırma-


✌ halkların kardeşliği için

nın yolunun açıldığı olgusu kendisini gösteriyordu. Kobané’nin kurtarılmasının sevinci, ne yazık ki emperyalist güçlerin koalisyonunun Suriye’de yürütmeyi planladığı uzun vadeli savaşın da parçası olunmaya doğru yol alındığı gerçeğinin üzerini örtmeye hizmet etmektedir. Yanlış anlaşılmaları engellemek için görüşlerimizi bir kez daha ifade edelim: Genelde Suriye’nin değişik millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin, ezilen halkların faşist Esad rejimine karşı demokratik hakları için mücadelesi haklı ve meşrudur. Bu mücadeleyi kayıtsız şartsız destekliyoruz. Faşist Baas rejiminin devrimle yıkılması ve yerine işçi sınıfı önderliğinde halk demokrasisi iktidarının kurulması isteğimizdir. Fakat durumun burjuva demokrasisi çerçevesinde ele alındığı ve devrim için mücadele eden güçlerin neredeyse olmadığı bir ortamda, burjuva demokrasisine doğru gelişecek ve değişik millet ve milliyetlerin kimi ulusal haklarının elde edildiği bir gelişmeyi de, yeterli bulmasak da olumlu olarak değerlendiriyor ve bu çerçevede destekliyoruz. Bu temelde de Rojava’daki kendi kendini yönetme, özerk yönetim vb. adımları, demokratik hakların elde edilmesi mücadelesinde olumlu görüyor, destekleriyoruz. Bilince çıkarmaya çalıştığımız esas konu, Esad rejimine karşı mücadelede, savaşın, baskının ve ulusal zulmün –evet 2011’e kadar Esad rejimine verdikleri destekle Suriye’de, ama Irak, İran ve Türkiye’de de Kürt milletinin ulusal

zulme maruz kalmasının- destekleyicisi ve ortakları olan emperyalist güçlerle işbirliğinin, elde edilen kazanımların kaybına yolaçacağıdır. Derdimiz, Kobané somutunda koşulların dayatmasıyla kabul edilmesi anlaşılabilir olan işbirliğinin, uzun vadede bağımlılığa götürecek bir siyasete dönüştürülmesinin, ezilen halkların kurtuluşuna hizmet etmeyeceği gerçeğini bilince çıkarmaktır. Bu anlayışla Kobané’nin kurtarılmış olmasına seviniyoruz ve demokratik hakları için mücadele edenleri selamlıyoruz! Mücadelenin bitmediği tespitini de aynen onaylıyoruz. En başta kısa vadeli ele alındığında Kobané Kantonu’nun köylerinin İD’nin kontrolünden kurtarılması için mücadele sürüyor. Bu mücadelede, 27 Ocak 2015 tarihinden itibaren başlatılan kurtarma savaşı olumlu sonuçlar verdi, veriyor. Şubat ayı sonuna doğru verilen bilgilere göre 220’den fazla köy kurtarılmış durumdadır. İD’ye karşı savaş sadece Kobané’yle sınırlı değil. Ama Kobané Kantonu köylerinin –yine gidişatı değiştirecek önemli bir gelişme olmazsa- yakın bir zamanda tümüyle kurtarılması mümkündür. Belki de bu yazıyı okuduğunuzda, Kobané köylerinin tümüyle kurtarıldığı haberini almışsınızdır. Bu haber de bizi mutlaka sevindirir. Fakat Kobané’de yaşanan savaş, Kobane halkının geri dönmesini zorlaştıran, geri döndüğünde de savaş öncesindeki gibi yaşamasını imkansız kılan bir ortamı gerisinde bırakmıştır. BM’nin uydu fotoğrağrafla-

15


✌ halkların kardeşliği için

rına dayanarak yaptığı hesaba göre Kobané’de 3.247 bina yıkılmıştır. Toplam bina sayısı belli olmadığında, bu rakam durumun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Kürt haber kaynakları –açıklamalarda veriler değişiyor- şehir merkezinin %80’inin değişik ölçülerde zarar gördüğü, yıkıldığı, tahrip edildiği vb. bilgisini vermektedir. Barınma, yiyecek, içecek, sağlık vb. tüm alanlarda yeniden inşa sorunu kendisini acilen dayatmıştır. Bu açıdan bakıldığında yeni bir mücadele ve bu mücadelede yardıma ihtiyaç sözkonudur. Kobané’de durum özetle böyledir. Batı Kürdistan geneli ele alındığında hem Efrin hem de Cızire kantonlarında da mücadele ve yer yer çatışmalar sözkonusu olmaktadır. YPG/ YPJ güçlerinin en son eylemlerinden biri, Cızire’ye tehdit oluşturan ve İD’nin kontrolünde olan Til Hemis’i İD güçlerinden kurtarma eylemiydi. Ayrıca Heseke’de Esad rejiminin güçleriyle çatışmalar yaşandığı da, bu dönemde medyaya yansıyan haberler arasındadır.

ÖNE ÇIKAN BAZI GELİŞMELER

16

“İslam Devleti”ne karşı mücadele –hem Güney Kürdistan/ Irak’ta hem de Rojava’da- genelde Kürtlerin, özelde de PYD ve PKK’nin uluslararası siyasette daha çok kabul görmesini beraberinde getirdi. Kobané’deki mücadele ve başarı ise diplomatik ilişkiler alanında PYD’nin konumunu daha da güçlendiren bir rol oynadı. Örneğin “Cenevre I” ya da “Cenevre II” olarak adlandırılan toplantılarda Suriye ve Esad rejimine karşı tavırlar belirlenmeye çalışılırken PYD muhatap olarak kabul edilmiyor ve toplantılardan –PYD’nin davet edilmek için verdiği tüm uğraşlara rağmen- dışlanıyordu. ABD emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerine de bakarak PYD’ye dıştalayıcı tavır takınması durumu, yavaş da olsa pratikte değişmeye başlamıştır. Kobané somutunda ise TC’nin red tavrına rağmen İD’ye karşı savaşta ortak davranılmıştır. Emperyalistlerin Suriye’deki savaşın durumu ve Esad rejimine karşı tavırlarının farklı olması, diplomatik ilişkilerde de farklı yaklaşımları gündeme getirmektedir. Esad rejimine karşı olduğunu ilan edenler –başta da ABD, AB’li emperyalistler-, anda İD’ye karşı mücadeleyi esas mücadele olarak göstermektedir. Fakat bu Esad’a karşı mücadeleyi sonlandırdıkları anlamına gelmiyor. Suriye’de Esad’ı iktidardan edebilecek ve bu emperyalistlerin güvenebileceği bir gücün olmaması, bunların taktik değiştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu da kendisini İD’ye karşı

mücadele adına “eğit-donat” adı altında, üç sene içinde Türkiye, Suudi Arabistan gibi devletlerde, her sene 5000 olmak üzere toplam 15.000 kişinin eğitilip silahlandırılması planında göstermektedir. İD’ye karşı mücadelenin öncelikli olup olmadığı, veya anlaşmada doğrudan Esad rejimine karşı mücadele için de “eğitilip-donandığı”nın tespit edilip edilmemesi konusunda ABD ile Türkiye arasında çelişkinin varlığına rağmen, sözkonusu anlaşma imzalandı ve 1 Mart 2015 tarihinden itibaren de uygulamaya konacaktır. YPG/ YPJ güçlerinin de Esad rejimine karşı mücadelede müttefik güç olması konusunda ABD ile TC arasındaki çelişki, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, sürüyor. Kobané’deki savaş YPG/ YPJ güçlerinin ÖSO ile ittifak kurabileceğini göstermiştir. Bunun Esad rejimine karşı mücadelede gerçekleşmesine TC’nin önemli itirazı olmayacaktır. Diplomatik gelişmeler alanında PYD’nin kabul görülmesi açısından gündeme gelen gelişmelerden biri Moskova’da, diğeri de Paris’te yaşandı. Aralık ayı sonlarına doğru PYD Eşbaşkanı Salih Muslim’in yanısıra HDP Eşbaşkanı Demirtaş da Moskova’da Rusya’nın kimi yetkilileriyle görüşmelerde bulundular. Demirtaş, Rusya’nın Rojava’ya yaklaşımının yetersiz ve eksik olduğunu vurgularken, Kürtlerin Rusya tarafından muhatap alınması ve Suriye’deki savaşı sonlandırmak için Moskova’da yapılacak müzakerelere davet edilmesi çağrısında bulundular. Rusya ve Mısır’ın örgütlenmesinde rol oynadığı toplantıların biri Kahire’de gerçekleşti. Kahire’de


meler “olumlu” geçmiş, PYD heyeti Fransa’dan “terör örgütü IŞİD’e karşı daha etkili savaşabilmek için” silah ve lojistik destek talep etmişti. Asya Abdullah’ın deyimiyle Hollande: “Önümüzdeki süreçlerde PYD yetkilileri ile temaslarımız sürecek ve Kobané’nin yeniden inşası konusunda yardımlarımız olacak.” demiş! Kısaca aktardığımız bu gelişmeler PYD’nin uluslararası alanda emperyalist güçler tarafından giderek daha fazla kabul görüldüğünü gösteren bazı gelişmelerdir. Kürtlerin kendi aralarındaki birlik meselesinde ise durum kısaca şöyledir. Bilindiği gibi İD’ye karşı mücadele, özellikle Péşmerge/ KDP ve YNK, HPG/ PKK ve YPG/ YPJ /PYD güçlerinin pratikte ortak mücadele verdiği bir ortamı yarattı. PKK ve PYD güçleri aynı siyasetin savunucuları olduğundan, bunlar arasında birlik konsunda sorun yok. YNK ise hem birlikten yana görünüyor, hem de somut olarak bunun için ciddi bir adım atmama durumundadır. KDP ise PKK ile olan çelişkilerinden dolayı, ya kendisinin egemenliğinde olan bir birlikten yana, ya da birliğe gelmeyen bir siyasete sahiptir. Bu nedenle de son yıllarda hep yeniden gündeme getirilen ulusal kongre meselesinde somut herhangi ileri bir adım atılmamıştır. Güncel olarak öne çıkan çelişki ise şöyledir. 4 Ocak 2015 tarihinde Şengal Dağı’nda yaptıkları konferansla Èzidiler “Şengal Èzidileri İnşa Meclisi” adıyla kurucu bir meclis oluşturdular. Haklı olarak da Èzidilerin iradesinin tanınmasını ve haklarına saygı gösterilmesini talep ettiler. Bu gelişme ama KDP ve Barzani yönetiminin hoşuna gitmedi, PKK/ KCK’ye karşı kışkırtıcı propagandaya başladı. Bunun üzerine PKK/ KCK açıklama yaptı ve kendilerine yöneltilen eleştirilerin asılsız olduğunu, hatta güçlerini Güney Kürdistan’dan çekip çekmemeyi tartıştıklarını; bunun için ama özellikle Güney Kürdistan halkının tavrının ne olacağına bakacaklarını vb. ilan etti. Detayları bir kenara bırakırsak, KDP ile PKK arasındaki çelişkiler bu sefer kendisini Güney Kürdistan’da PKK’nin etkisini artırmasına bağlı olarak gündeme gelmiştir. KDP’nin kendi etkisinin zayıflaması tehlikesine karşı PKK güçlerinin Güney Kürdistan’da kalmasına sıcak bakmamaktadır. Bu noktada tavır takınırken de Èzidilerin en basit demokratik haklarına bile saygı göstermediğini sergilemektedir. Gelişmelerin hangi yönde olacağını ve nasıl gelişeceğini ise birlikte takip edip göreceğiz. 28.02.2015

✌ halkların kardeşliği için

esasında muhalif güçler toplandı, ama nasıl bir sonuca varıldığı pek belli değil. Rusya’nın örgütlediği Moskova görüşmeleri ise 26-29 Ocak 2015 tarihlerinde gerçekleşti. Davet edilenler örgütler, gruplar değil de kişilerdi! Salih Muslim de –kimi diğer PYD’liler de- davetliler arasındaydı. Plana göre önce muhalif güçler –TC’nin desteklediği ve merkezi İstanbul’da olan SMDK müzakereler katılmayı reddetti- kendi aralarında görüşüp ortak talepler formüle edecekti ve ardından da Esad rejiminin temsilcileriyle görüşülecekti. Plana uygun çalışıldı. Toplantı da, müzakereler için bir başlangıç olarak kabul edildiğinden, herhangi somut bir sonuç beklenmiyordu. Esad rejiminin temsilcilerinin muhalefetin, özellikle de PYD’nin taleplerini reddeden tavrı, PYD’nin, yine Moskova’da, Mart ayında yapılması düşünülen toplantıya katılıp katılmayacağı konusunda soru işareti ortaya çıkarmıştır. Muslim’in eksikliklere rağmen toplantıyı olumlu görmesi tavrına da baktığımızda, katılıp katılmama konusundaki tavrın diplomatik pazarlığın bir parçası olduğunu tespit edebiliriz. PYD ya da Muslim davet edildiğinde, katılımın önkoşulları bugünkünden daha geri düzeyde değilse, -ki öyle olmayacağından yola çıkabiliriz- müzakerelere katılacaklardır. Moskova toplantısına ABD ve diğer Batılı emperyalistler doğrudan katılmasa da, diplomatik dille başarılar dilemeleri ve BM’nin de gözlemci olarak temsilci yollaması durumu vb. gözönüne alındığında, bunların en azından Esad rejimini devirecek muhalif güçler yaratılana kadar, Esad’lı bir Suriye’yi kabul ettiklerini tespit edebiliriz. Bu yaklaşımı BM’nin Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın Esad ile görüşmelerinden ve “dondurulmuş bölge” adı altında yerel ya da bölgesel ateşkesler ile tarafları barıştırma, geçici de olsa savaşı durdurmaya yönelik çaba ve tavırlarında da görebiliriz. Verilen bilgilere göre örneğin, Esad’ın Halep ve çevresinde altı haftalık bir süre saldırıları durdurma planına onay vermiştir. Muhalefetin bunu kabul etmesi durumunda, bu planın uygulanacağı da söylenmektedir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ya da gerçekleştiğinde neye ya da kime yarayacağı ise soru işaretidir! Diplomatik alanda PYD’nin ve PYD somutunda da Rojava’nın kabul görüldüğünü gösteren bir gelişme de, PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ve YPJ Komutanlarından Nesrin Abdullah’ın da içinde olduğu bir heyetin, Paris’te Fransa Başkanı Hollande tarafından kabul edilmesiydi. Yapılan açıklamalara göre görüş-

17


✌ halkların kardeşliği için

SOYKIRIM SUÇLULARINA İADE-İ İTİBAR NASIL VERİLDİ? İttihatçıların 1915’te uyguladığı Tasfiye Kanunu, 15 Nisan 1923’te yapılan değişikliklerle birlikte 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı. Bu yasa sistemin oluşumunda etkin olan temel bir yasadır, üstüne ek kanunlar gelmiştir. Öldürülenlerin ve sürülenlerin geride kalan mallarına, devlet adına Hazine tarafından el konuldu.

E

rmeni soykırımını gerçekleştirenler daha sonra Türk hakim sınıfları tarafından onurlandırıldı. İtibarları geri verildi. Mahkeme kararıyla hüküm giymiş kimi soykırım mimarları, milli kahraman ilan edildiler ve ölenler vatansever şehitler konumuna getirildi. 1919’da, Osmanlı Divan-ı Harp Mahkemesi’nce hüküm giyen Jöntürk devlet adamları ve parti kadroları sonradan af edildi. Soykırım suçlularının yakınlarına yaşam boyu maaş bağlandı. Soykırım mimarlarına ait mezarlar anıt ve ziyaret alanı haline getirildi. Soykırım mimarlarının adları, kamuya ait binalara, okullara, camilere, mahalle ve caddelere verildi. Bu soykırım mimarlarının bazılarını okuyucularımıza tanıtmak istiyoruz. Ayrıca itibarlarının nasıl geri verildiği ve Ermeni, Rum mallarının nasıl talan edildiğine de değineceğiz.

Talat Paşa (Mehmet Talat) (17 Ağustos 1874, Edirne–15 Mart 1921, Berlin)

18

Mehmet Talat Paşa, İttihat ve Terakki Partisi’nin belirleyici bir ismidir. Ermeni soykırımının uygulandığı dönemde İçişleri Bakanıdır. Ermenilere uygulanan soykırımı bizzat planlayan, başlatan ve uygula-

mayı organize eden bir kişidir. Kendi el yazısıyla düzenli bir şekilde tuttuğu notlar soykırımın boyutları hakkında fikir vermektedir. Osmanlı İmparatorluğu, birinci emperyalist paylaşım savaşında yenilgiye uğradı. Talat Paşa, bir Alman savaş Talat Paşa (Mehmet Talat) gemisiyle Almanya’ya kaçtı. Osmanlı’Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi’ tarafından 5 Temmuz 1919’da, Enver Paşa, Cemal Paşa ve Dr. Nazım ile birlikte, Trabzon, Yozgat ve Boğazlıyan’da yapılan katliamların planlayıcısı ve uygulayıcısı olma suçundan gıyabında idama mahkum edildi. Osmanlı Hükümeti, Alman Dışişleri Bakanlığına iki defa yazı yazarak Talat Paşa’nın iade edilmesini istedi. Talat Paşa, Berlin’de ‘Mehmed Sai Bey’ adına çıkarılan sahte bir kimlikle yaşıyordu. Almanya, Osmanlı Hükümeti’nin iade talebini reddetti. Talat Paşa, 15 Mart 1921’de Ermeni asıllı Soro-


Enver Paşa (İsmail Enver Bey) (22 Kasım 1881, İstanbul–4 Ağustos 1922, BelcivanTacikistan) Enver Paşa, Osmanlı’nın son döneminde askeri ve siyasi alanda ön safta yer almıştır. İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucularından biridir. ‘Turan Ordusu Kumandanı’ olarak bilinmektedir. Turan yolunda engel olarak gördüğü Ermenilerin imha edilmesi, Enver Paşa’nın geliştirdiği Enver Paşa (İsmail Enver Bey) bir düşüncedir. Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) ve Başkumandan Vekili olduğu dönemde (1913-1918) Ermeni soykırımının planlayıcıları içerisinde yer almıştır. Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa’nın da fikir babasıdır. İslam Birliği ve Pantürkizmi savunması ile öne çıkmıştır. 3 Kasım 1918’de Almanların yardımıyla Almanya’ya kaçan Enver Paşa, 1919’da Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesince gıyabında idama mahkum edildi. 1920’de Kızıl Orduya karşı savaşan Enver paşa, 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da, Duşanbe yakınlarında bulunan Belcivan köyü mezrasındaki cephede öldürüldü. Çeğen köyüne defnedilen naaşı, 4 Ağustos 1996’da

İstanbul’a getirildi ve devlet töreniyle karşılandı. Enver Paşa, Hürriyet-i Ebediyye tepesinde bulunan anıt mezarda gömüldü. Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan, Osmanlı Hanedanı mensubu olmasına rağmen çocuklarıyla birlikte özel izinle Türkiye’ye döndü. 1926 yılında çıkarılan yasaya dayanarak kendisine yaşam boyu maaş bağlandı.

✌ halkların kardeşliği için

mon Tehleryan tarafından Berlin-Charlottenburg’da vurularak öldürüldü ve naaşı Protestan Mattäi Kilisesinin mahzenine konuldu. Talat Paşa’nın 9 Mayıs 1930’da Türk bayrağına sarılı tabutu, dini ya da başka bir tören yapılmadan Müslüman Mezarlığında toprağa verildi. Talat Paşa’nın naaşı 20 Şubat 1943’de mezarından çıkarılarak trenle İstanbul’a getirildi ve beş gün sonra devlet töreniyle İstanbul’un Ermeni ve Rumlar başta olmak üzere, Hristiyan ve Yahudi halkın yaşadığı Şişli semtindeki Hürriyet-i Ebediyye tepesinde bulunan Abide-i Hürriyet anıt mezarlığına gömüldü. Ölümünden sonra Türkiye’ye dönen eşi Hayriye Hanım’a 1926 yılında çıkarılan bir yasaya dayanarak yaşam boyu maaş bağlandı. Talat Paşa’nın eşine, Ermeni tehciri sırasında devletin el koyduğu taşınmazlardan, daha önce Aram Fındıklıyan’a ait olan binada bir daire tahsis edildi.

Cemal Paşa (Ahmet Cemal Bey) (6 Mayıs 1872, Midilli–21 Temmuz 1922, TiflisGürcistan) Ahmet Cemal Paşa, İttihat ve Terakki Partisi’nin önder kadrosunu oluşturan üç paşadan biridir. Bahriye (Denizcilik Bakanı) Nazırı’dır. Osmanlı 4. Ordusunun genel komutanıdır. 4. ordu Suriye ve Batı Arabistan Bölgesi’nde faaliyet yürütmektedir. Bu bölge, Irak, Lübnan ve Filistin’i de kapCemal Paşa (Ahmet Cemal Bey) samaktadır. Klikya bölgesinde soykırımdan sağ kurtulmuş olan çocuk, kadın ve genç kızların Dar-ül Etyamlarda toplanarak müslüman ailelere dağıtılmasında Cemal Paşa önemli rol oynamıştır. Ana-babalarını kaybeden bakılmaya muhtaç ya da yoksul çocukların korunmaları ve eğitilmeleri için kurulmuş kurumlara Dar-ül Etyam adı verilmiştir. Cemal Paşa, Ermeni ve diğer hiristiyan halkların din, dil ve en geniş anlamıya kültürel bağlarından koparılması suretiyle kültürel soykırımın planlayıcı ve uygulayıcısıdır. Cemal Paşa, o dönem Osmanlı sınırları içinde yer alan Suriye bölgesinde komutan olduğu dönemde, Arapların toplu idamlarından, öldürülmesinden de sorumluydu. Osmanlılaştırılmaya karşı direnenler Cemal Paşanın önderliğinde yok edildi. Cemal Paşa, tehcire uğrayan Ermenilerin katledilmesi emrini geciktirdi. Cemal Paşa, Bağdat Demiryolunun Amanos bölgesinde çalıştırılan Ermeni amelelerin (Amele Taburu 1915 güzü-1916 baharı) öldürülmelerini geciktirdi ve çoğuna da engel oldu. Ancak bunu bir vicdan muhasebesinden yola çıkarak yapmadı. Amacı,

19


✌ halkların kardeşliği için

öncelikle bir Rus Ermenisi olan Taşnaksutyun Partisi üyesi Dr. İvan Zavriev’in Mezopotamya’ya sürülmesini engellemektir. Cemal Paşa, Dr. İvan Zavriev’i Rusya’ya karşı bir koz olarak kullanmak istiyordu! İvan Zavriev’in Rus çarını ikna edebileceğini düşünüyordu. Bu plan gerçekleşmedi. 1916 baharından başlayarak Cemal Paşa’nın sorumluluğunda bulunan toplama kamplarındakilerin imhası gerçekleştirildi. Burada bulunan Ermeniler, 1916 Ekim’ine dek katliamdan geçirilerek yok edildiler. Diğer paşalar gibi Cemal Paşa da, Osmanlının savaş hezimetinin ardından yurt dışına kaçtı ve 5 Temmuz 1919 günü gıyabında idama mahkum edildi. 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te bir suikastle öldürüldü. Vasiyeti üzerine Erzurum’da bulunan Karskapı Şehitliğine gömüldü.

Dr. Bahattin Şakir (Baha Bey) (1874, İstanbul-17 Nisan 1922, Berlin)

20

Dr. Bahattin Şakir, İttihat ve Terakki Partisi’nin Merkez Komitesi üyesidir. Hristiyanların imha edilmesi konusunda alınan kararlarda bizzat yetkili önder kişiliktir. Soykırımın planlanması, hazırlanması ve uygulanması konularında, Teşkilat-ı Mahsusa’da önemli görevler üstlenmiştir. Bu dönemde iki tane Teşkilat-ı Mahsusa vardır. Bir tanesi Enver Paşa’nın Dr.Bahattin Şakir (Baha Bey) denetiminde, diğeri ise Jöntürklerin Parti Merkez Komitesi’nin denetiminde paralel çalışan ve rekabet halinde olan iki kurum mevcuttur. İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Bahattin Şakir’in başkanlığında beş kişilik bir polit büroya sahipti. İki kurum arasında işlevsel ya da içeriksel bir farklılık yoktur, yalnız oluşumu farklıdır. Bahattin Şakir, savaşın kaybedilmesinin ardından 30.10.1918’de diğer kadrolarla birlikte yurt dışına kaçtı. Berlin’de başka bir isim altında yaşadığı sırada, 17 Nisan 1922’de Trabzon Valisi Cemal Azmi ile birlikte öldürüldü. Berlin-Neukölln’de bulunan

ve günümüzde ‘Berlin Türk Şehitliği’ olarak anılan Müslüman mezarlığında bulunan mezarı, 2011 yılında tepeden tırnağa yenilendi. Dr. Bahattin Şakir’in eşi ve çocukları da 1926 yılında çıkarılan özel yasadan yararlandı ve kendilerine yaşam boyu maaş bağlandı.

Trabzon Valisi Mehmet Cemal Azmi (1868, Arapkir-17 Nisan 1922, Berlin) Cemal Azmi Bey, Trabzon Valisi olduğu dönemde (07.07.1914-02.02.1917) özellikle Ermeni çocuklarına uyguladığı vahşet nedeniyle “Trabzon Celladı” diye de anılmaktadır. Çeşitli şekillerde zulüm, cinsel taciz ve şiddete maruz kalan çocuk ve genç kızlar, Cemal Azmi’nin emriyle Trabzon açıklarında belli aralıklarla toplu olarak denize döTrabzon Valisi Mehmet Cemal Azmi külmüştür. Valiliği sırasında sadece İstanbul’da bulunan amirlerine güzel Ermeni kızlarını armağan olarak göndermekle kalmamış, aynı zamanda Tüccar Mehmet Ali Efendi’nin de şahit olduğu gibi, “Kızılay Hastanesinde 15 Ermeni kızını kişisel zevklerinin ve cinsel arzularının tatmininde kullanmış” ve bu durum Gümrük Mal Müfettişi Besim Efendi’nin savaş sonrası verdiği ifadelerle zapta geçmiştir. (Wolfgang Gust, Der Völkermord an den Armeniern: Die Tragödie des ältesten Christenvolks der Welt. (München, Wien: 1993), S. 44) Cemal Azmi, 1915-1916 yıllarında, Rum köylerinin basılması ve Rumların iç bölgelere sürülmesinden de sorumludur. Gıyabında idama mahkum edildi. Cemal Azmi, diğer İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle birlikte yurt dışına kaçtı. 17 Nisan 1922’de Dr. Bahaddin Şakir ile birlikte Berlin’de öldürüldü.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, (1885, Beyrut–10 Nisan 1919, İstanbul) Mehmet Kemal Bey, Osmanlı’nın son döneminde önemli devlet görevlerinde bulundu. Ermenilerin bulundukları yerden sürülmesini öngören ve 27 Mayıs 1915’de yürürlüğe giren ‘Tehcir Kanunu’, Mehmet Kemal Bey’in Boğazlıyan Kazası Kaymakamı olduğu


Topal Osman (1883, Giresun–02 Nisan 1923, Ankara) Balkan savaşlarında yaralanması sonucu ‘Topal Osman’ lakabıyla anılan bir katildir. 1915 sonrası Karadeniz’de kendine bağlı çetecilerin komutanlığını yaparak ünlenmiştir! Topal Osman, 1916-1922 yılları arasında Pontus Rumlarına uygulanan soykırımın mimarıdır. 1918’de memleketi Giresun Sancağı’nın yöneticisidir. İstanbul Divan-ı Harp adı verilen “Olağanüstü Savaş Mahkemesi” Topal Osman’ın derhal yakalanarak İstanbul’a getirilmesine karar verir. Osmanlı Savaş Mahkemesi, Topal Osman hakkında yakalama kararı çıkarmasının nedeni, Karadeniz’de yaptığı katliamlardır. Mustafa Kemal Samsun’a gönderildiğinde, kendisine verilen görevlerden biri de

Topal Osman’ın y a k a l a n m a s ı d ı r. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktıktan sonra Topal Osman ile Havza’da görüşmüştür. Topal Osman1921-1923 arası Mustafa Kemal’in özel korumalığını yapmıştır. Topal Osman, Ankara’da en üst makamların koruması altında iktiTopal Osman darın tadını çıkarmaya başlar. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey cinayeti ile Topal Osman’ın saltanatı sona erer. 2 Nisan 1923’te, Topal Osman Ankara’da öldürülür. 1925’te bizzat Mustafa Kemal’in emri ile Topal Osman’ın naaşı Giresun Kalesi’nde ilk gömüldüğü yerden alınıp, yine kale içindeki anıtmezara nakledilir.12 Eylül darbesinin faşist mimarı Kenan Evren, 1983’te Giresun’u ziyaret eder ve Topal Osman’dan övgüyle söz eder. 1987’den itibaren Topal Osman yerel yöneticiler tarafından ölüm yıldönümünde anılmaya başlanır. Veli Küçük, Giresun’da Jandarma Bölge Komutanlığı yaptığı sırada, Topal Osman adına bir heykel yaptırmaya karar verir. İstanbul’da yaptırdığı heykel, 2001 yılında dikilmesi için Giresun’a gönderilir.

✌ halkların kardeşliği için

döneme denk düşer. Boğazlıyan Kazası, o dönemde en yoğun Ermeni nüfusuna sahip yerleşim yeridir. 48 köyde 40.000 kadar Ermeni yaşamaktadır. On iki yaşın üzerinde olan erkekler katledilir. Savunmasız kadın, çocuk ve yaşlıların Dr.Bahattin Şakir (Baha Bey) Keller köyü yakınlarında bıçak, pala ve baltalarla hunharca öldürülür. Bu katliamları bizzat organize eden Mehmet Kemal Bey’dir. Çevrede bulunan Çerkez ve Kızılbaş köyleri de bu talanda rol sahibidir. Boğazlıyan’da Ermenilerin yok edilmesinden sonra, Yozgat Sancağında toplam 62.000 Ermeni katledildi. Mehmet Kemal Bey, 1919 yılında çıkarıldığı Divan-ı Harp Mahkemesin tarafından idama mahkum edildi. İnfazı 10 Nisan 1919 günü İstanbul/Beyazıt meydanında gerçekleştirildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle çocuklarına ömür boyu maaş bağlandı. 14 Ekim 1922’de TBMM tarafından Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey „Milli Şehit“ ilan edildi! 1926’da çıkarılan özel kanunla ailesine tehcirle sürülmüş Ermenilere ait el konulan mülkten iki daire tahsis edildi. Vasiyeti doğrultusunda, Kadıköy Kuşdili mezarlığına gömüldü. 1973’te Mülkiyeliler Birliği tarafından kabri yenilendi. Ve kabrin üzerine ‚Milli Şehidimiz’ ibaresi yazıldı.

Ermeni Malları Nasıl Talan Edildi! Osmanlı devletinin son döneminde toplam 1,5 milyon Ermeni yok edildi. 1915 ve sonrasında, Ermeni ve Rumlara ait malların yağmalanma süreci başlatıldı. El koyma kanunları çıkartıldı. Osmanlı Hükümeti 26 Eylül 1915’te, Ermeni mallarının Türkleştirilmesini içeren “Tasfiye Kanunu” çıkardı. Bu kanun 8 Ocak 1920’de iptal edildi. Ankara hükümeti, tasfiye kararını kaldıran Osmanlı Hükümeti’nin kararını değiştirerek kabul etti. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte öteki olarak adlandırılanların mallarına el koyma süreci hızlandırıldı. El koyma kanunlarıyla Türk burjuvazisinin oluşturulmasının temelleri atıldı. Ermeni Mallarına El Koyma Talimatnameleri yayınlandı. Bu el koyma kanunları TC’nin kurulması ile birlikte devam etti. İttihatçıların 1915’te uyguladığı Tasfiye Kanunu, 15

21


✌ halkların kardeşliği için 22

Nisan 1923’te yapılan değişikliklerle birlikte 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı. Bu yasa sistemin oluşumunda etkin olan temel bir yasadır, üstüne ek kanunlar gelmiştir. Öldürülenlerin ve sürülenlerin geride kalan mallarına, devlet adına Hazine tarafından el konuldu. Mala el konması ve satımı gibi işlemleri yerine getirmekle görevlendirilen Tasfiye Komisyonları kuruldu. 1924’ten 1930’lu yıllara kadar çeşitli kanunlar çıkartıldı. Ermeni mallarının nasıl satılacağı ve fiyatının nasıl belirlenmesi gerektiği kararlaştırıldı. Ermeni mallarının 1915’deki kayıtlı değer üzerinden satılması kanuna konuldu. El konulan mallar 1920’lerde satışa sunuldu. Bu satıştan önce yerel müslüman eşraf kesimi malların bir bölümüne zaten el koymuştu. Bazılarına da devlet el koyduğu ermeni mülklerini hibe etti. 1920’lerin sonlarına gelindiğinde mallar dağıtılmıştı. Hibe edilmişti. Ve artık tapu gerekiyordu. Bunun için 24 Mayıs 1928 tarih ve 1331 no’lu tapulama kanunu çıkartıldı. Ayrıca Medeni Kanun’la da mülkü 10-15 yıl kullananlara tapulama imkânı sağlandı. Öldürülenlerin ve sürülenlerin malları, devletin sürekli yeni kanunlar çıkarmasıyla güya meşru hale getirildi. 31 Mayıs 1926 tarih ve 882 no’lu kanun çıkarıldı. Bu kanunda şöyle deniliyor: „Bu suçların işlenmesinde rolü olan bir çok kaçak Ermeninin geride bıraktığı ve yıllar geçmesine rağmen sahipleri çıkmadığı için Ermenilerin terk edilmiş mallarının bulunması nedeniyle, Maliye Bakanlığı Vakıflar İdaresine devredilmiş mallardan ödenmesi karara bağlanmıştır. Kanun her hak sahibine 20.000 liralık bir gayrimenkul verilmesini kararlaştırmıştır.“ Bu kanun 27 Haziran 1926´da yürürlüğe girdi. (TBMM Kavanin Mecmuası, Cilt 4, Ankara, 1941, s. 940.) 27 Haziran 1926 tarih ve 405 sayılı Resmi Gazete´de yayınlanarak yürürlüğe giren kanun ile „Ermeni suikast komiteleri tarafından şehit edilen ve bu uğurda mağdur olan devlet adamlarının ailelerine emlak ve arazi“ verilmesi kararlaştırıldı. Talat Paşa, Cemal Paşa, Cemal Azmi Bey, Bahattin Şakir ve Cemal Paşa´nın yaverleri Süreyya ve Nusret Bey ile Sait Halim Paşa’nın aileleri başta olmak üzere toplam 21 kişiye maaş bağlandı. Soykırım mimarlarının yakınlarına aylık bağlamakla yetinilmedi. “Emval-i Metruke” (Ermeniler veya Rumlarca terk edilmiş mallar) faslından 20 bin liraya kadar arazi verilmesi de kararlaştırıldı. Türk burjuvazisinin bir bölümünün ilk birikimi, 1915-1930 yılları arasında Rum ve Ermeni sermaye-

sinin transferiyle sağlandı. Ermeni soykırımı sadece bir ulusun yok edilmesi değildir, iktisadi varlığının da yok edilmesidir aynı zamanda. Türkçü resmi ideoloji bu yok edilmenin üstüne kurulmuştur. İttihat ve Terakki, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına dayalı olarak yeniden organize etmeye çalışıyordu. Bu imparatorluğun içerisinde Türklerin egemen olması, Türk olmayan ulusların ,milliyetlerin Türkleştirilmesi öngörülüyordu. İttihat ve Terakki’nin ikinci bir projesi daha vardı. Osmanlı ekonomisinin Türkleştirilmesi gerekiyordu. Osmanlı Sanayi’si, İstanbul, Ege, Karadeniz ve Akdeniz yörelerinde fabrikalar, atölyeler, iş merkezlerinin % 95-96 oranında Ermenilere ve Rumlara aitti. Bunları Müslüman Türk tüccarın ve sanayicinin denetimine vermek, Osmanlı ekonomisini bu şekilde millileştirmek önemliydi. Bu konu, İttihat ve Terakki’nin gizli toplantılarında etraflı bir şekilde üzerinde durulan, tartışılan bir konuydu. Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç aşamada gerçekleştirildi. Birinci aşamada güya tehcir kafilelerinin güvenliğini sağlayan unsurların yaptıkları vardır. Tehcir sırasında, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konuldu. Kadınlar öldürüldü. İkinci aşamada, Rumların, Ermenilerin evlerindeki eşyalar yağmalandı. Üçüncü aşamada ise Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar yağmalandı. Bu yağma daha sonraki yıllarda da devam etti. 11 Kasım 1942 tarihinde “Türkleştirme Hareketi”nin bir diğer halkası olarak Varlık Vergisi’ çıkartıldı. ‘Varlık Vergisi’, özellikle ticaretle uğraşan gayrimüslimleri hedefliyordu. Gayrimüslimler, vergisini ödeyebilmek için, evlerini, işyerlerini satmak zorunda kaldı ve çoğunun iş hayatı sona erdi.1942 yılında Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen binlerce kişi sürgün edildi. Resmi rakamlara göre 1400 kişi Erzurum/Aşkale’ye yollandı. Sürgünler, taş kırdı, yol yaptı. Varlık Vergisi Kanunu binlerce gayrimüslimin göç etmesine neden oldu. Daha sonra, 6-7 Eylül 1955’te yağma ve talan devam etti. Temeli İttihat ve Terakki döneminde atılan ‘Sermayenin Türkleştirilmesi projesi’ adım adım hayata geçirildi. Soykırım ve yağma 1915’te başladı. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ile sürdü. Hrant Dink’in katledilmesi de bu zincirin bir halkasıdır. Ermeni soykırımını unutmadık, unutturmayacağız. Türk hakim sınıflarının inkarcı, tarih çarpıtıcılığını teşhir etmeye devam edeceğiz. Ermeni soykırımının 100. yıldönümünde soykırım suçlularını lanetliyoruz. Şubat 2015


halkların kardeşliği için

MUSA DAĞ DİRENİŞİ VE ERMENİ TANIKLARIN ANLATIMLARI

1915 yılında sürgün emri çıkarıldığında, biz her şeyimizi bırakıp evlerimizden çıktık. Bizi yayan olarak Antakya şehri’ne kadar götürdüler. Erkekleri ayırdılar. Cesetlerimiz denize ulaşsın diye, bizi öldürüp nehre atmak istiyorlardı. Birden bir emir geldi: ”Öldürmeyin! Sürün! Uzak yerlere götürün!” Bizi yayan olarak götürdüler. Biz beş çocuktuk; babamız yoktu. Aralarında en büyük olanı bendim. Ben ve annem küçükleri kucaklamıştık. Askerler bizi kırbaçlıyorlardı. Annemin yüzüne bir vurdular, vurdukları yer aşırı derecede şişti.

G

eçen sayımızda, Prof. Dr. Verjine Svazlian’ın ‘Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları’ kitabında ki kimi tanıkların anlatımlarına yer vermiştik. Bu sayımızda Musa Dağ Ermenilerinin anlatımlarına yer vereceğiz. Tanıkların anlatımlarına geçmeden önce Musa Dağ direnişi hakkında kısaca okuyucularımıza bilgi vermek istiyoruz. Ermeni Soykırımının gerçekleştirilmesi için İttihat ve Terakki partisi merkez komitesi 1914 Şubat’ında Doktor Nazım, Şakir Bahattin ve Mithat Şükrü’nün başkanlığını yapacağı bir komite kurmuştu. Ermenilerin tehciri ve katliamı ile ilgili tüm sorumluluk bu

komiteye aitti. Hazırlanan plana göre Ermeni halkı yok edilmeliydi. Ermeni ismi ortadan kaldırılmalı ve bir tek Ermeni bile bırakılmamalıydı. İttihat ve Terakki’ye göre; bir savaş durumu vardı, Ermeni halkının yokedilmesi için, bundan daha uygun bir zaman olamazdı! 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni aydınlar tutuklandı. Tehcirin ilk kafilesi Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Ermeni halkının bir plan dahilinde yok edilmesi ve Suriye çöllerine doğru sürülmesinin startı verilmişti. İttihat ve Terakki yönetimi, Ermeni halkını “dev-

23


✌ halkların kardeşliği için Kasım 1915, NYT başlık: Musa Dağından gemiye alınan 4,000 Ermeni’den bir grup çocuk

24

lete ihanet” etmekle suçluyordu! Ermeni halkının Suriye’nin Der Zor çöllerine tehciri sırasında, Antakya yakınlarındaki Musa Dağ’a sığınan yedi Ermeni köyünün yaklaşık beş bin kişilik nüfusu, 44 gün boyunca Osmanlı güçlerine karşı direndi. Franz Werfel, Musa Dağ’da Kırk Gün (İstanbul, Belge Yayınları, 2007) adlı romanında, 1915 tehcirinde Antakya yakınlarındaki Musa Dağı’na sığınan beş bin kişilik Ermeni topluluğunun, Gabriel Bagratyan’ın liderliğinde 44 gün boyunca Osmanlı güçlerine karşı direnişini anlatır. Musa Dağı’nın eteklerinde yedi Ermeni köyü vardır. Bu köylere, 30 Temmuz 1915’te yedi gün içinde sürgüne hazırlanması emri gelir. Bu emir üzerine köylüler toplanır ve ne yapmaları gerektiği üzerine tartışırlar. Emre uymayı savunan Ermeniler de vardır. Ama bunların sayısı çok fazla değildir. Musa Dağı’nın eteklerinde hayat süren, sert ağaçlardan ve kemikten taraklar yapan; ağaç oymacılığıyla uğraşan, ipek böcekçiliği yaparak ham ipek üreten; mendil ve eşarp dokuyan köylüler Musa Dağı’nı avuçlarının içi gibi biliyordu. Ermeni köylüleri direnme kararı alır. Ermeni köylüleri taşıyabildikleri kadar çok yiyecek ve malzemeyle Musa Dağı’nın tepesine çıkar. Bu yolculuk üç gün sürer. Musa dağının en stratejik noktalarında siperler kazılır. Siper kazacak toprak bulunmayan yerlerde, kayalar yuvarlanarak yan yana getirilip güçlü barikatlar kurulur. Keskin nişancılar bu barikatların arkasına yerleşir. 5 Ağustos’ta çatışmalar başlar. Musa Dağ direnişçileri, Türk ordusuna

karşı savaşır. Türk ordusu çok kayıp verir. Direniş 44 gün sürer. Direnişçiler için tek kaçış yolu denizdir. Dağın arkasında Akdeniz vardır. Kadınlar iki büyük bayrak hazırlar. Bir bayrağın üzerine büyük harflerle İngilizce “HIRİSTİYANLAR DARDA: İMDAT” yazısı yazılır. Diğer bayrağın ortasında büyük bir kızıl haç yapılır. Bu bayraklar uzun sopalara bağlanarak yüksek bir yerde, denizde geçebilecek gemilerin görmesi için tutulur. Direnişin 36. gününde, Kızıl Haç bayrağını gören bir Fransız savaş gemisi kıyıya yaklaşır. Bazı gençler kıyıya koşar ve gemiye doğru yüzer. Gemi kaptanı, bir heyeti gemiye çıkıp durumu anlatmaya davet eder. Gemiye çıkan heyet durumu kaptana anlatır. Gemi kaptanı, bir hafta dayanıp dayanmayacaklarını sorar. Evet yanıtından sonra, bir hafta sonra Fransız savaş gemileri gelir. 14 Eylül 1915’te, 4.058 Ermeni iki günlük yolculuğun ardından Port Said limanına ulaşır. Geçici olarak bu kampta kalmalarına izin verilen Musa Dağı Ermenileri, uzun süre sığınabilecekleri bir ülke bulamazlar. İskenderun, Antakya ve Musa Dağı Ermenilerinden sağ kalanlar, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda memleketlerine geri döner. 1921’de Fransız mandasındaki ‘İskenderun Sancağı’ sadece onlar için değil, Adanalı, Dörtyollu, Maraşlı, Antepli, Harputlu birçok Ermeni için de yaşama şansı bulabilecekleri bir yer olur. Bölgede tekrar yerleşik hayata dönen, köyler ve okullar kuran, zanaatlarını yapmaya devam eden Ermenilerin nüfusu giderek artar ve 3.000’e ulaşır.


MOVSES PANOSYAN’IN ANLATTIKLARI (1885, MUSA DAĞ DOĞUMLU) Musa Dağ muharebesinin yaşayan son müdafisi olarak işte ben kaldım... 13 Temmuz 1915 günü Türk Hükümeti yedi gün içerisinde bütün Ermenilerin göç etmesi gerektiğine dair bir emir çıkardı. Yedi köyümüzün büyüğü Yoğunoluk’ta bir toplantı yaptı ve “Ben burda doğdum, burda da öleceğim; ben köle gibi düşmanın emri altında eziyet çekerek ölmeye gitmem; ben burda tüfek elimde ölürüm; ama, muhacir olmam” dedi. O şekilde dağa çıkmaya karar verdik. Kimin neyi vardı ise, yatak, yorgan, tencere, tava, hayvan, tavuk, gibi herşeyi yanımızda dağa götürdük. Türk askerleri bize: “Eşek gibi dağa çıkıp, yarın eşek gibi dağdan inip sürgüne gideceksiniz” diyorlardı. Şimdi dünya nasıl karmakarışık ise, o zaman da öyleydi. Musa Dağ muharebesine kadar bizim Hıdır Bey Hınçakları, Bay Ağasi’yle birlikte Zeytun’a Türklere karşı savaşmaya gitmişlerdi. O yüzden, biz Musa Dağ muharebesine başladığımızda, Bay Ağasi bize: “Bunlar benim ektiğim tohumlardır” dedi. Zaten dağdaki çarpışmaya kadar babam geceleri talime giderdi. Annem dedeme: “Oğlunuz gece vakti talime gidiyor; sabah dönüp, sabanını alarak tarlaya gidiyor; hiç evde kalmıyor.” diyordu. Dedem gelinine: “Öyle yapması lazım; hep hazırlıklı olmalıyız!” diye cevap veriyordu. Öyle ki, örgütlenmiş olarak dağa çıktık. Bizi iki onbaşı ayırdı; bunlardan biri Sabintsyan’dı; diğeri ise Minasintsler’in büyükbabasıydı; o ipekböceği yetiştirme ustasıydı. Bizim Tataralang düz, ovalık bir yerdi. Zamanında, Tatarlar [Arapça konuşan yerel Aleviler] ellerinde oraklarla Ermenileri biçmek istemişlerdi; ama, bizimkiler onların hakkından gelmişlerdi; bu yüzden de, o yere Tataralang derlerdi; yani, Tatarları katletme yeri. Biz Tataralang’ın uzun boğazında mevzilendik. Tışents Poğos da ordaydı; o Türk ordusunda asker olmuş; İngilizler onu vurup yaralamışlardı. İyi borozan çalar; iyi haber verirdi; hem de Türk borazan seslerinin ne manaya geldiğini bilirdi: haberin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlardı. O borazancı Poğos bize: “İlerleyin; ama, Türk kurşunu size isabet ederse, ölürsünüz; girerken kurşun deliği küçüktür; ama, çok büyük yaralanmalara neden olur; dikkat edin!” derdi.

Benim elimdeki bir av tüfeğiydi; fişeğini namlusundan dolduruyordum; ateş etmesi için şişle dövmem gerekiyordu; elimde doğru dürüst silah yoktu ki, onların canına okuyabileyim! Orda, Marcimag yaralandı. Ben bunu görüp, korktum, yer değiştirdim. Agub Pılağ’ın damadı orda kaldı; bir kurşun geldi ona saplandı; o, gözümün önünde öldü. Otuz yaşında olan Davit kardeşim de orda öldü; onu askeri törenle gömdük. Bizim Hacı Habibli’den çok sayıda genç vardı; bir de Yoğunoluklular çoktu. Bizimkiler Türklerin komutanını, bir de borazancısını vurdular. Türk askerleri bunu görüp kaçtılar. Çatışmadan sonra biz dağdan indik; onların yere serilmiş cesetlerini görmeye gittik. Türk askerleri hayvanlarını ve yiyeceklerini de bırakıp kaçmışlardı. Baktım ki, Türklerin koyunları toplanmış yere dökülen bulguru yiyor. Torba içindeki kalan bulguru dağa götürmek, bizimkilere ulaştırmak üzere sırtıma aldım; ama, biz Kızılcık’a düşmüştük; bizimkiler Savalokh’taydılar. Yürüdüm, yürüdüm, bizimkilere ulaştım. Annem, kız kardeşim beni görüp sevindiler. Zaten, Hakob kardeşimi askere almışlardı; yolda Ermenileri ayırıp götürmüş, hepsini vadide öldürmüşlerdi. Öyle ki, Hakob kardeşim bizim dağda verdiğimiz mücadele sırasında artık yoktu… Türkler dört defa üstümüze saldırdılar; ama, her defasında da onlara iyi bir cevap verdik. Bizim Musa Dağlı çocuklar iyi dövüşüyorlardı. Kadınlar, kızlar onlara yardım ediyorlar, testilerle içme suyu taşıyorlardı. Birkaç kadın, fişeklikleri bağlamış bizimle birlikte çarpışıyordu. Onlardan birinin soyadı Naşalyan’dı; o çok cesurdu… Küçük çocuklar da bağlantı eri olmuşlardı; bir cepheden diğerine haber götürüp getiriyorlardı… Hepsi de iş başındaydı. Bir gün, bizi soymak için bir Türk dağa çıkmıştı; bizim kadınlar onu tutup, taşlarla ezerek öldürmüşlerdi. Aferin kadınlar! Bizim dağın tepesinde daima beyaz sis gibi bir bulut dururdu; sanki, düşmanın bizi görmemesi için onu oraya Tanrı özellikle koymuştu; ama, biz kendisini yukardan görüyorduk. Türklerden yukarı gelen ölüyordu; gelen ölüyordu: “Yallah! Ya Muhammed!, Yallah! Ya Muhammed!” diyor geleni öldürüyorduk. Türkler iki saat dayanamadan kaçtılar… Dağın üstüne yağmur yağıyordu; yağmur damlaları insanın canını deliyordu. Biz bir kayanın altına girdik; orda saklandık: Şeyh-Panos’un oğlu da bizimle birlikteydi. Onun hep yanında gezdirdiği bir kitabı vardı; ona: “Aç kitabını bakalım ne diyor; sonunda ne

✌ halkların kardeşliği için

Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla Ermeniler bölgeyi terk eder. Geriye az sayıda Ermeni’nin yaşadığı Musa Dağı eteklerindeki Vakıflı köyü kalır.

25


✌ halkların kardeşliği için 26

olacak?” dedik. Şeyh Panos’un oğlu kitabını açtı; tahminlerde bulunmaya başladı; Şöyle konuştu: “Gökten bir merdiven inecek; kurtulacağız.” O böyle konuştu; ama, ona inanmadık; zira, kırk günü aşkın bir süredir gece, gündüz dövüşüyorduk; artık, gücümüz kalmamış, yiyecek ve barut azalmıştı… Arkamızda Akdeniz vardı; karşıdan geçen bir gemi olursa, bizi görüp yanaşsın diye, orda geceleri bir ateş yakıyorduk. Gün içerisinde de Protestan rahip Andreasyan büyük bir çarşafın üstüne büyük kırmızı bir haç çizmiş dağın yamacına astırmıştı… Günler sonra, sonunda uzaklarda bir gemi göründü. Kırıkyanlar’ın oğlu iyi yüzücüydü; denize atlayıp yüzmeye başladı. Onun boynundan asılı bir demir kutu vardı; içinde de Fransızca yazılı bir mektup bulunuyordu. Gemiden dürbünle bakıp, birisinin gemiye doğru yüzdüğünü görmüşler; gemiye çıkması için yardım etmişler. Kırıkyan Movses Hıristiyan olduğunu göstermek için, hemen diz çöküp haç çıkarmış; zira, kendisi Fransızca bilmediğinden konuşamazdı. Yazılmış mektubu çıkarıp kaptana vermiş. Onlar mektubu okuyup, beş bine yakın Musa Dağlı Hıristiyan Ermeni’nin dağda Tanrı’dan kurtuluş beklediğini öğrenmişler. Kaptan sormuş: “Siz nerdesiniz? Düşman nerde? Ne kadar gücünüz var?” Sekiz gün dayanın; gidip hükümete sorup izin alayım. Ya size silah veririz, ya da gelir sizi kurtarırız. Silah getirmediler; ama, bizi kurtarmak için zırhlılarla geldiler. Panos’un oğlunun dediği gibi, gemiden merdiven indirdiler; biz yukarı çıktık. Zaten, onun sözleri hep aklımdaydı; ben hiç umudumu kaybetmiyordum; ve kurtulduk. Fransızlar artık bizi bulmuşlardı. Türkler son bir defa saldırdılar. Bu sefer, Fahri Paşa beş bin kişilik bir birlikle üstümüze gelmişti; ama, biz daha önce deniz kıyısına inmiştik; onun gelmesi Türklere hiçbir yarar sağlamadı. Levşiye şehri yakınlarında İngilizlerin bir okulu vardı; biz yaralılarımızı oraya nakletmiştik. Fransız gemileri bizi almaya geldiler. Petros Dımlakyan ve Khaçer Dumanyan gidip Fransızlarla konuştular. Bizimkiler Fransız gemilerinin Antakya şehri’ni bombalamasını istemişler; ama kaptan bunu kabul etmemiş ve onlara : “Bir asker için, bin fişek harcarım; ama, şehrin üstüne bir tek mermi atmam” demişti. O zaman, liderimiz Yesayi Yağupyan’dan hızlı hareket etmemiz için emir geldi; zira Türkler bizi üç ta-

raftan kuşatıyorlardı. Damlacık’tan çıkarken yatak, yorgan, tencere, tava her şeyi, dağda bıraktık. Herkes ne kadar horozu, ineği, keçisi varsa vurdu öldürdü ki, düşmanın eline geçmesin. Benim bir keçi sürüm vardı; onları öldürmeye kıyamadım; onları saldım; fakat, düşmanın eline geçmesinler diye, onları gemiden top atışıyla öldürdüler… Biz artık gemideydik. Geminin bacasından duman tütüyordu. Dımlakhents Petros ne olacağı, nasıl olacağı konusunda işaret veriyordu. Türklerin attığı mermiler geminin direklerine isabet ediyordu. Mermiler bize isabet etmesin diye, çuvallara kum doldurulmuş ve duvar gibi üst üste dizilmişti. Türklerin mermileri gelip kum torbalarına saplanıyordu; bize ulaşmıyordu… Gemi Türk mermilerinden korunmak için kıyıdan uzaklaştı; açığa gitti ve demir attı. Fransız komutan bize mermilerin nerden geldiğini sordu. Biz düşmanın ateş noktalarını gösterdik. Gemide bir top vardı; o top Levşiye Kışlası’na ateş açmaya başladı; bomba gitti orda patladı. Artık bir daha Türklerin tarafından ses gelmedi. O zaman, eğer Fransız bize emir ve silah verseydi, onların tohumunu yok ederdik… Kadın, çoluk, çocuk hepsi gemiye binmişti. Gemi hareket etti. Uzun saatler yol aldıktan sonra, Fransızlar bir Alman gemisine el koydular. Biz Alman gemisine geçtik. O bizi Port-Sait’e kadar götürdü… Mısır topraklarına ayak bastık. Çölün sarı kumu ayaklarımızı ateş gibi yakıyordu. Bizim için sıra sıra çadırlar kurmuşlardı; içlerinde yatak, her şey vardı. O zamanlar Nubar paşa Mısır’ın büyüklerindendi; Allah rahmet eylesin; o bize de, der Zor’daki öksüzlere de çok yardım etti. Orda, bir çadırda Sisvan Okulu yanında da bir hastane açılıncaya kadar bizim çocuklarımız çöl kumu üzerinde Ermeni harflerini yazarak, öğreniyorlardı. Oraya İngiliz yüzbaşılar gelip bize jimnastik yapmayı öğretiyorlardı: bir, iki, sağ, iki diyorlardı. Biz de yürüyorduk. O komutları veren İngiliz bize şöyle dedi: “Siz Fransızların tarafını tutuyorsunuz; bizim tarafımıza geçin.” Biz de dedik ki: “Fransızlar bizi kurtardı; biz Fransızların yanında olacağız.” Mıleh oraya gelip bizi buldu. Sonra, biz Fransız Ordusu’na gönüllü yazıldık; Ermeni Lejyonu’nun temelini attık. Her taraftan, Kharberd’den, Sivas’tan, Arabkir’den, Husenik’ten, Kilikya’nın her yanından Ermeni yiğitler gelip bizimle birleştiler; Nablus Cephesi’ne gidip, dövüştük, kazandık… İngiliz bizim büyüklerimize şöyle dedi: “Böyle yiğitleriniz olduğu için, siz bizim kralımızdan


kese kurban eti gibi dağıtalım ve onu yiyen anlasın ki, Musa Dağlılar harisa taneleri gibi birleşip özgürlükleri için savaştılar. (Belge Yayınları, sf. 699-702)

MOVSES BALABANYAN’IN ANLATTIKLARI (1891, MUSA DAĞ DOĞUMLU) Ben çiftçiydim. Buğday, üzüm, incir yetiştiriyordum. İpekböceği de yetiştiriyordum. Dört oğlum vardı. 13 Temmuz 1915 günü Türk Hükümeti’nden yedi gün içerisinde sürgüne gideceğimiz emri geldiğinde, karımla beraber huzurlu bir yaşam sürüyorduk. Türk 1914 yılından itibaren savaşa girmişti. Ermenistan halkını rahatsız etmeye, göç ettirmeye başlamıştı. Bizim Hıdır Bey’deki Hınçaklar Bay Ağasi ile birlikte Zeytun’a Türk’e karşı savaşmaya gitmişlerdi. O yüzden, Musa Dağ muharebesine başladığımızda, Bay Ağasi:“Bunlar benim ektiğim tohumlardır...”dedi. Sonra, sıra bize geldi. Orduya asker göndermiş olan aileler sürgüne gitmeyeceklerdi; ama, sonra onları da sürgün ettiler. Bizim Musa Dağ’ın yedi köyü toplantı yaptı; direnmeyi kararlaştırdı. Onlar şöyle yemin ettiler : “Ben burda doğdum, burda da öleceğim; ben köle gibi düşmanın emri altında eziyet çekerek ölmeye gitmem; ben burda tüfek elimde ölürüm; ama, muhacir olmam.” Yoğunoluk Köyü’nde Papaz Ter Abraham Galstyan önder oldu. Halk dağa tırmanmaya başladı. Köyde tavuk dahi bırakmamayı kararlaştırmışlardı. Henüz dağın orta yerine tırmanmışken, iki bin Türk askeri geldi. Bizim sadece üç yüz adet ağızdan doldurmalı av tüfeğimiz vardı; Türklerin sayısı ise çok fazlaydı. Bizimkiler o kadar yiğittiler ve her taraftan o kadar saldırıyorlardı ki, Türkler dağın altında Fransız askerlerinin saklandığını ve bize yardım ettiklerini sandılar. O iki bin askerin bir kısmı yok oldu, bir kısmı ise kaçtı. Aradan dört-beş gün geçti; on bin kişilik bir birlik geldi. Onlar da, Tataralang düzlüğünde bir gece kaldılar. Orası eskiden bir Silifke limanıymış. Silifke limanı müreffeh bir şehirken, Tatarlar gelip yerli halkı katletmişler; o yüzden de o yere Tataralang adı verilmiş. O isim Türkçedir; yani, “Tatar”, “alan”; Tatarlar gelip o yeri almışlardır. Ertesi gün savaşmaya başladılar. Hava kararırken o on bin asker de kaçtı. O akşam, askerleri bodur ağaçların arasında kovalıyorduk. Asker kaçtı gitti; pek çoğu öldü. Birkaç gün sonra, Lavşiye’den mektup geldi; mektup on beş bin Türk askerinin Dürzü Dağı

✌ halkların kardeşliği için

da zenginsiniz…” Arara Muharebesi’nde zafer kazandığımız için hepimize para verdiler… 1919 yılında herkese kendi memleketine dönme izni verdiler; biz de Musa Dağ’a gittik. Baktık ki, evlerimiz yakılmış, yıkılmış, harabeye çevrilmiş. İnşa etmeye, düzeltmeye, bağ, ağaç dikmeye başladık. Sonra da, Musa Dağ’da bizi kurtaran geminin şeklinde, üzerinde bir haç olan bir anıt diktik. 1939 yılına kadar rahat yaşadık, o zaman Fransızlar ve İngilizler Ermenilere verdikleri sözleri teker teker unuttular ve Aleksandret [Ġskenderun] Sancağı’nı, Musa Dağ’la birlikte Türk’e hediye ettiler! Biz ne yapabilirdik? Türk’le birlikte yaşayabilir miydik? Her şeyimizi topladık, Suriye kıyısına, Pasiti ovasına doğru yola çıktık. O gece, öyle bir yağmur yağmaya başladı ki, her şey ıpıslak oldu. Bizim halk nereye kaçacağını bilmiyordu; altına sığınabileceğimiz ağaç da yoktu. Isınmak için bütün gece yağmurun altında dans etmeye başladık. Sabah, pek çok insan hastalanmış; hastalar ise ölmüştü. Sonra, bizi Ayncar’a götürdüler; orası da açık bir ovaydı. Evler inşa etmeye, bağlar dikmeye başladık; su getirdik. Birkaç yıl içerisinde Ayncar’ı cennete çevirdik. Orda portakal, limon, ne aklına gelirse yetişiyordu… 1946’da, Ermenistan’dan: “İsteyen gelsin, çoğalalım, birleşelim ki, Türklerden topraklarımızı geri alalım” diye haber geldi. Evi, barkı, bağı her şeyi olduğu gibi bırakıp çıktık Ermenistan’a geldik. Yerevan’ın Malatya mahallesinde o zamanlar çok ev yoktu. Ben, karım Şkuhi, beş oğlum ve iki kızım yeni, iki katlı taş bir bina inşa etmeye başladık. Ben yakındaki kolhozda çalışıyordum; oğullarım inşaatta çalışıyorlardı. Onlar Yerevan’da ne kadar büyük bina varsa, Matenadaran, Tseka, meydandaki binalar, spor kompleksi gibi, hepsinin inşaatında çalışmışlardır; daha başka pek çok bina da yapmışlardır. Spor kompleksi yandığında, biz yangını evimizden görüyorduk; oğlum Sımbat çocuk gibi ağlıyordu; değil mi ki, kendisinin de ona çok emeği geçmiştir. Şimdi hepimiz bir avluda yaşıyoruz. Oğullarımdan her birinin kendi evi, yeri vardır. Ben de torunlarım ve torun çocuklarımla mutlu oluyorum. Allah’a şükür. Bak! Bir bahçemiz de var; yaşlı karım ekiyor, suluyor, uğraşıyor. Ben de sokak tarafındaki arsayı taşlardan temizledim. Bak! Yeşillik filan ektim; toprağın boş kalması günahtır. Artık yüz beş yaşındayım; elim ayağım daha tutuyor. Her yıl Eylül’de yapılan Harisa Günü’nü sabırsızlıkla bekliyorum ki, her taraftaki Musa Dağlılarla beraber anıtımızın yanına gidelim ve gece harisa pişirip her-

27


✌ halkların kardeşliği için 28

tarafından hücum etmeye geldiğini bildiriyordu. O mektubu Lavşiye müdürü yazmıştı; o, mektubunda şöyle diyordu: “Savaşçılarınız gelsin silahlarını teslim etsin; sonra, çoluk çocuğun kanının dökülmesine neden olmasınlar. Bu gelen askerin ne vicdanı, ne Allah’ı, ne İsa’sı, ne de imanı vardır.” O mektuba cevap vermemeyi düşündük; şayet, gelirlerse, onlarla hesaplaşırız dedik. Sonra Türk geldi; gelen öldü, gelen öldü; “Yallah, ya Muhammed! Yallah, ya Muhammed!...” O askerler iki saat dayanamayıp; kaçtı. Bir gün, her gün yaptığımız gibi, uzaktan geçen gemiler bizi fark etsin diye, ateş yakmıştık.Tigran Andreasyan da büyük harflerle “Sauvez nous!” yazmıştı; bu Fransızca: “Bizi kurtarın!” demekti. Beyaz bir çarşafın üzerine de kırmızı bir haç işareti dikmiştik. Uzaktan bir gemi göründü; gemideki bir asker bayrağımızı görmüş; kaptana anlatmış. Kaptan inanmamış. Sonra, kaptan dürbünle bakmış, yazıyı okumuş: “Bunlar Ermeni” demiş. O zaman, bizim Hacı Habib Köyü’nden Movses Kırıkyan soyundu; suya atladı. O iyi yüzerdi. Boynundan teneke bir kutu asılıydı; içinde Fransızca bir mektup vardı. Yüzerek geminin yakınına ulaştı. Geminin adı “Guichène”di. Onu gemiden görüp, suya küçük bir kayık indirmişler; kayıkta on kadar asker varmış. Kırıkyan’ı kayığa almışlar. Kırıkyan bunları görür görmez haç çıkarmış; yani, “Hıristiyan’ım” demek istemiş. Onu kaptanın yanına götürmüşler. Kaptan tenekenin içindeki Fransızca mektubu okumuş. Gemide Tiran Tekeyan isimli bir yüzbaşı da Ermeni’ymiş; o da ona: “Nerdesiniz?... düşmanın mevcudu ne kadar?.. Ne kadar kuvvetiniz var? diye sormuş ve “direnin” demiş. Kaptan ise: “Hiçbir şey yapamam; fazla silahım yok ki, size vereyim. Gemiden dışarı asker çıkarıp size veremem; ama, amiralim Port Said’de; ona bir telgraf çekerim; o ne cevap verirse, ona göre hareket ederim” demiş. Sonra, telgraf çekmiş. Amiralden şöyle bir cevap gelmiş: “Bizim orda cephe açmaya yetkimiz yok; birliklerimizin sayısı yetersiz; sadece, onları sekiz gün içerisinde Port Said’e nakledebiliriz.” Sekiz gün sonra bizi götürmeye geldiler. 14 Eylül’de dağdan kurtulduk. Her şeyi dağda bıraktık; ancak canımızı kurtarabildik. Port Said’de kumların üzerinde, çadırlarda yaşıyorduk. Her yirmi çadır bir mahalle oluşturuyordu; o mahallenin bir çavuşu vardı. Gittiğimiz yerde hiçbir

şey yoktu; ekmek bile dışardan geliyordu. Her şeyi biz inşa ettik; zanaatkârlar çalışmaya başladılar. Port Said’de 1919 yılına kadar dört yıl kaldık. Sonra, gene Musa Dağ’a geri döndük. Fransızda daha önce oraya girmişti. Fransız o vahşi Türk milletini öyle bir yola getirdi ki, kuzuyla kurt birlikte otluyorlardı. Bir kız, bir kadın gece yarısı dışarı çıksa, saçının teline dokunmuyorlardı.Fransız Hükümeti Sancak’ta öyle bir düzen kurmuştu ki, kuzuyla koyun birlikte otluyorlardı. Halkımız hiçbir hükümet döneminde o rahatı görmemişti. O durum yirmi yıl sürdü. Fransız 1919 yılında Sancak’a girdi; 1939 yılında da orayı terk etti; Sancak’tan çekildi. Ama bizi de unutmadı. Fransız yirmi bir Lübnan altınına bir toprak satın aldı; bizi Ayncar’a götürdü. Ayncar Arapça “Testi gözü” demektir. Ayncar da ıssız! susuz! açık bir ovaydı. Yetiştirdik, inşa ettik, hazırladık. 1946 yılında, her şeyi bırakıp Ermenistan’a geldik; ama, Ayncar’da hala Cebel Musalılar vardır. Cebel Musalılar dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır: Amerika, Fransa, Mısır, Bağdat, Filistin, Türkiye; birkaç aile de Cebel Musa’da kaldı. (Age, sf. 703-705)

HOVHANNES İPRECYAN’IN ANLATTIKLARI (1896, MUSA DAĞ DOĞUMLU) Hürriyet geldiğinde, 1911 yılında Türk Hükümeti halkı askere aldı. Bizim köyden yedi-sekiz kişi gitti; erkek kardeşim de gitti. Daşnaklar Andranik’e: “Git! Türklerle barış! şimdi Enver var; zaman değişti.” dediler. Andranik onlara şu cevabı verdi: “Ben gitmem! Onların elleri kanlıdır!” Sonra, 1914 yılında seferberlik ilan edildi. Ellerine geçeni alıp götürdüler; kaçabilen, kaçtı. Türk görevliler gelip, istedikleri zaman toplayabilsinler diye, at, inek gibi bütün hayvanlarımızı saydılar. Sonra 1915 yılı geldi. Bir cuma günüydü. Müdür geldi ve bir mektup getirdi. Bize: “Ben geri gelene kadar bu mektubu açmayın”, dedi “Gelecek Cuma tekrar gelirim.”Gitti. Cuma günü geldi; mektup açıldı ve bize: “Size yedi gün mühlet. Varınızı yoğunuzu satın. Sizi sürgüne göndereceğiz” dedi. Biz bir toplantı yaptık; dağa çıkmaya karar verdik. Köpek, inek, eşek gibi hayvanları ve büyük baş hayvanları alıp Bityas ve Hıdır Bey taraflarından dağa çıkardık; zira, halk devletin elinin uzun olduğunu biliyordu. Varımızı yoğumuzu, tencere, tava, yiyecek,


başladığında beyaz bir bulut gelip dağın çevresini sarıyormuş; onlar bizi göremiyorlarmış; ama, biz yukardan, ağaçların arasından onları görüyorduk. Bu da Tanrı’nın bir mucizesiydi... Gece vakti dağdan inip, götürüp yemek için, bahçelerden meyve topluyorduk. Bir gün ben, babam, komşumuz Musa Dağ’dan indik. Askerler gelip tam tepemizde durdular; ama, bizi görmeden gittiler. Bu bir mucize değil mi? Bir gece de, ateş yakıp etrafına oturmuştuk. Birden babam ayağa kalktı; kemerini düzeltti; kemerinden bir fişek ateşin içine düştü patladı. Çevrede çok insan vardı! Ama, hiç kimseye bir şey olmadı. Bu bir mucize değil mi? Tanrı bizimleydi... Artık yavaş yavaş erzağımız, yiyeceğimiz tükenmeye başlamıştı. Deniz tarafına, üzerinde kırmızı haç işareti olan beyaz çarşaflar astık; Akdeniz’den geçen gemiler bizi görsün diye, yanında ateş yaktık. Günler sonra, bir Fransız gemisi gelip bizi kurtardı; o da Tanrı’nın bir mucizesiydi. Gemi geldiğinde,halk ortadan inip gemiye binebilsin diye, dağın iki tarafındaki cepheleri koruduk. Son dakikada Habet Vanyan ve Hovhannes Licyan yaralandılar; onları gemiye çıkardık; ama, denizde öldüler. Onları denize attılar; kural öyleymiş. Şġehitlerimizin kabirlerindeki toprakları ayrı ayrı sandıklara koymuştuk; onları yanımızda Port Said’e götürdük; sonra da Musa Dağ’a geri getirdik; daha sonra ise, Ayncar’a götürdük. Ordan da yanımızda Ermenistan’a kadar getirdik. Her şeyi dağda bıraktık; hayvanlarımız, hepsi Türklere kaldı. Yatakları, geri kalanı ise yaktık; zira, Fransız bize : “Sadece canınızı kurtarırım” demişti. Port Said’e gidince, Kilikya’nın bize verilmesi koşuluyla Türklere karşı savaşmak istediğimizi belirterek Fransız’a başvurduk. Fransız bunu kabul etti. Günün birinde Fransız, İngiliz doktorlar gelip bizi muayene ettiler. Sağlıklı olanları asker yazdılar; yaşlı olanları ise nöbetçi yazdılar. Biz gençler, 600 kişiydik ve Ermeni Lejyonu’nun temelini attık. Sonra, zaten dört taraftan duyup başka yerlerdeki Ermeniler de geldiler; olduk 12000 kişi. Bizi eğitmek için Kıbrıs’a götürdüler. Bir gün, bizler Kıbrıs, Manarga’dayken* emir geldi. “Hazırlanın! Türklerle savaşmaya gidiyoruz” dediler. Gidip limana dolduk. Gemi geldi; gemiye bindik. Kıbrıs topraklarından uzaklaştık. Bizi korumak için ve üstümüze denizaltı filan saldırmasın diye, bindiğimiz geminin arkasından başka bir gemi daha geliyordu. Beyrut’ta karaya indik. İstirahat ettik. Kudüs,

✌ halkların kardeşliği için

silah ve hatta el değirmenlerimizi bile götürmüştük; buğdayı öğütüyor,unla ekmek pişiriyorduk; saç üzerine dizip pişiriyor ve yiyorduk. Tuz olmadığında, gidip deniz suyu getiriyor; kaynatıyorduk. Tuz dibe oturuyordu. Tuz bize lazımdı. Hayvanlarımız çoktu. Tahtaları kesip, eğik damlı kulübeler inşa ettik; içine girdik. Sadece yedi yatağımız vardı. Yerleştiğimiz yerler Damlacık,Sovolık ve Kızılcık’tı. Su kenarına yerleştik. Düşman üç yönden üzerimize geldi: Şakhurd’dan, diğer yandan bizim Hıdır Bey’in Yoladzen yol ağzından, bir de Bityas’ın Gyarmer Kitayn tarafından. Onlar o üç taraftan üstümüze geliyorlardı. Biz karşılarındaydık; arkamızda ise deniz vardı; deniz kıyısı... İlk ateş açan Movses Abrahamyan oldu. Ona “Hatar” diyorlardı. Bizim gençlerde av tüfekleri vardı; birkaçında Belçika ya da Yunan yapımı onluklar vardı. Savaştık. O Türk askerleri dayanamadılar; kaçıp gittiler. Arkalarında bir sürü ölü asker bırakıp gittiler. Biz inip onların silahlarını aldık ve gerisingeri dağa tırmandık. Üçüncü kez iki-üç yüz Türk askeri geldi. Her on beş günde bir bize yeniden saldırıyorlardı. Bu hep pazar sabahı oluyordu; biz ayindeyken onlar saldırıyorlardı. Biz savaşanlar toplam sekiz yüz kişiydik; geriye kalanlar çoluk, çocuk, kadın ve yaşlılardı. Bizim bir merkezimiz vardı. Benim tabancam vardı; benimki eski sistemdi; iki namlulu bir av silahıydı; fişekli değildi. İçine barut koyuyordum; bir de kurşun. Benimki, çok eski sistemdi. Değdzadzor adını verdikleri bir vadi vardı; orası çok zor ve dik bir adiydi. Türkler ordan yukarı tırmanmaya çalışıyorlardı. Biz dört kişi, elinde Türk mavzeri olan Karapet, ben, Sedrak Urfalıyan ve bir de amcamın kızının kocası Sincar Vadisi’ne gittik. Orası kışlanın doğusundaydı. Orda, sabahtan akşam saat 5-6’ya kadar savaştık. Fuad adını verdikleri ve amcamın kızının kocası olan Hovhannes Kujanyan tek başına on dört Türk öldürdü. Erkek kardeşim geldi ve bize: “Sakın yerinizden kıpırdamayın” dedi. Saat beşte, kışlaya gitmek üzere çıktım. Çocuklar bana sordular: “Nerden geliyorsun?” Onlara: “Sincar Vadisi’nden geliyorum” diye cevap verdim. Çocuklar ateş etmeye başladılar; kurşunlar her taraftan gelip ağaçlara saplanıyor; bize isabet etmiyordu. O da Tanrı’nın iradesiydi; bir mucizeydi. Türk dağın ateşe verilmesi için emir verdi; ama, dağ yanmadı; sadece bir yer yandı. Bu da bir mucizeydi. Sonradan Türklerin bize anlattıklarına göre, çatışma

29


✌ halkların kardeşliği için 30

Nablus’a doğru hareket etme emri geldi. Yolda, sekiz saat yürüyor; su bulduğumuz yerde mola veriyorduk. Her birimizin sırtında otuz beş kilo ağırlık vardı: battaniye, çadır, fişek, yiyecek. Orda da biraz vakit geçirdik. Kilikya’ya, Adana’ya gitme emri geldi. Bizi gemiye bindirdiler. İskenderun’a vardık. Bizi ayırdılar. Makineli tüfek bölüğü Dörtyol’a gitti; bir kısmı Toprakkale’ye, Cahan’a gitti. Bizi Adana’ya götürdüler; nöbet tuttuk. Kilikya alınmadan Adana’yı almıştık. Nerede Ermeni bulduysak, topladık. Orda, yüz on beş bin Ermeni vardı. Zeytunlular dört yıl dağlarda Türkleri öldürmüş; onların silahlarını ve paralarını almışlardı. Dörtyol’da bir Ermeni asker Karakilise Nehri’ni geçmiş, Türkleri dövmüştü. Ermeniler Türk köyünü yakmışlar; Dörtyol ile İskenderun arasında bir civciv dahi bırakmamışlardı... Bir de baktık ki, Fransızlar bizim subaya haber göndermişler: “Ermeniler kendi fişeklerini geri versinler.” Biz de onlara: “Fişekleri vermeyiz” dedik. Biz on sekiz Musa Dağlıydık; geri kalanlar başka yerlerden gelen Ermenilerdi. Hepimiz de dedik ki: “Türkler saldırırlarsa, biz silahlarımızla onlara karşı koyarız.” Orda Kesablı bir doktor vardı; Türklerle beraber esir düşmüştü; zira, Türk Ordusu’ndaydı; ama, Türk Ordusu’nda görev yapmakla birlikte bize yardım eden Ermeniler de vardı. Örneğin, Hayfa’daki Katolik Manastırı’na bir Türk topu yerleştirmişlerdi; o topun namlusu sürekli Türklerin bulunduğu yönde dolaşıp onları öldürüyordu. Sonunda, topun başındakinin bir Ermeni genci olduğu ve bizim lehimize ateş ettiği, Türk Ordusu’ndaki bir sürü Türk’ü yere serdiği anlaşıldı. Bize izin verilseydi, biz Ermeniler o zaman Ermenistan’a kadar gelir; bütün topraklarımızı kurtarırdık. 28 Nisan 1919’da bizi serbest bıraktılar. Bizi Mersin’e getirdiler; yolda, trende Türk görünce ateş ediyorduk. Çakalyan diye biri vardı; o bize şöyle diyordu: “Gençler! Ayıptır! Günahtır! O öldürdüğünüz zavallı Türk köylülerinin ne günahı var? Biz gidince, bizden sonra burdaki Ermenileri katledecekler...” Mersin’e gittik; silahlarımızı teslim ettik; ablamı Port Said’de gömdük; annemi ve büyük kızımı Lübnan’da, babamı, erkek kardeşimi ve kız kardeşimi ise Musa Dağ’da... İki kızım, aileleriyle ve torunlarıyla birlikte toplam yirmi altı kişi 7 Aralık 1988 tarihinde Leninakan (Gümrü) depreminde hayatlarını kaybetti. O deprem olmadan kırk dakika önce, ben otobüse binmiş, Yerevan’a geliyordum. Ben doksan üç yaşında canlı kaldım; onlar, gençler! Şimdi topra-

ğın altındalar... (Age, sf. 705-707)

ASATUR SAHAK SUPUKYAN’IN ANLATTIKLARI (1901, MUSA DAĞ DOĞUMLU) 1914’te Türkiye genel seferberlik ilan etti. Babamı, amcamı, onun oğullarını askere aldılar; ama, onların hepsini Ordu çöllerinde öldürdüklerini duyduk. Babam, Movses ammoyu, Khaçer ammoyu Ordu Çölü’ne götürüp öldürmüşlerdi. Amcamın oğullarından biri bunu kendi gözleriyle görmüş, ölü taklidi yapmıştı; ama, sonra kaçarak yayan olarak Musa Dağ’a geldi. Bizim aileden beş erkek Türk Ordusu’nda şehit edildi. Ermenileri Zeytun’dan başlayarak sürgüne gönderdiler. Protestan rahip Andreasyan sürgüne gidenlerin arasın dan ayrılmış, Musa Dağ’a gelmişti. Bizimkiler genel bir toplantı yaptılar; özellikle de Yoğunoluklular dağa çıkmayı kararlaştırdılar. Köydeki tavukları, hayvanları ve mümkün olan her şeyi yanlarında dağa götürdüler. Ses çıkarmasınlar diye eşekleri ve köpekleri öldürdüler. Çarpışma başladı. Bizimkiler yukardan Umar yaylasından Türklere karşı savaşıyorlardı. Bizim gençler daha önce görülmemiş bir biçimde dövüşüyorlardı. Bir de baktık ki, Türkler bir mollayla birlikte geldiler. Bizim gençler: “Bırakalım yaklaşsınlar sonra vururuz “dediler. Molla şöyle konuştu: “Ermeni silahını Türk’e doğrultmaz.” Bizimkiler av tüfeğiyle onu vurdular; molla geberdi; Türkler kaçtılar. Biz küçük çocuktuk; bize “telefon çocukları “ diyorlardı; zira, savaşanlara haber ulaştırıyorduk. Birkaç kez şiddetli çatışmalar yaşandı. Yesayi Yağubyan’ın yedek bir müfrezesi vardı; o müfreze nerde şiddetli bir çarpışma varsa oradakileri takviye etmeye gidiyordu. Kendisinin küçük bir Amerikan tüfeği vardı; Dımlakyan Petros ve Dudaklıyan Petros onunla beraber çatışmaya giriyorlardı. Manuşak Naşalyan ise, savaşçılara testiyle su götürüyor ve zor durumda Yesayi Yağubyan olanların yardımına koşsun diye haber ulaştırıyordu. Halk arasında ekmek kıtlığı baş gösterdi; silah ve fişek sayısı da azalmaya başladı. Deniz tarafına üstünde kızıl Haç işareti olan beyaz bir yorgan yüzü astılar. Birkaç gün sonra Guichène gemisi geldi. Bizim Kılıbuş Kırıkyan bizi kurtarmaları için yüzerek


TONİK GABRİYEL TONİKYAN’IN ANLATTIKLARI (1898, MUSA DAĞ DOĞUMLU) Saygı hayatta en yüce şeydir. Onur dünyadaki en yüce şeydir. Biz Musadağlılar, hayatımızı saygın ve onurlu bir şekilde yaşamayı severiz. 1909 yılında, Adana katliamı başladı. Türkler Ermenilerin evlerine, dükkânlarına saldırdılar; yağma yapmaya, öldürmeye, boğazlamaya, tecavüz etmeye başladılar. Aklından ne geçerse yapmaya başladılar. Biz Musa Dağ’ın yedi köyünün Ermeni ahalisi tedbir aldık; geceleri nöbetçi yerleştirdik. Kilikya’nın pek çok yerinde Türkler evlere girip katlettiler, yağmaladılar. Herkes kaçıyordu. Ermeniler kaçıp kiliseye giriyordu. Türkler evlere girip yağma yaptılar; baktılar ki, Ermeniler kiliseye girmişler, kiliseye saldırdılar; Ermenileri katletmeye başladılar. Önce süt çocuklarını analarının, babalarının gözleri önünde katletmişler; sonra da, kadınları ve erkekleri. Bütün aileleri ayrı ayrı kesmişler. Kan kapılardan oluk oluk akıyormuş. Ben bizim köydeydim;bütün bunları duydum. Bugüne kadar Araplar ve Türkler o katliamları hatırlarlar. Ondan sonra biz daha ihtiyatlıydık; zira, Türk bize de saldırabilirdi. 1915 yılında sürgün emri çıkarıldığında, biz her şeyimizi bırakıp evlerimizden çıktık. Bizi yayan olarak

Antakya şehri’ne kadar götürdüler. Erkekleri ayırdılar. Cesetlerimiz denize ulaşsın diye, bizi öldürüp nehre atmak istiyorlardı. Birden bir emir geldi: ”Öldürmeyin! Sürün! Uzak yerlere götürün!” Bizi yayan olarak götürdüler. Biz beş çocuktuk; babamız yoktu. Aralarında en büyük olanı bendim. Ben ve annem küçükleri kucaklamıştık. Askerler bizi kırbaçlıyorlardı. Annemin yüzüne bir vurdular, vurdukları yer aşırı derecede şişti. Elimizde para da kalmamıştı. Yürüterek biz Hama’ya kadar götürdüler. Üç dört gün yürümüştük; yolda insanlar ardı ardına ölüyordu. Açtık! Su yoktu! Yorgunduk! Dayanamıyorduk! Ama, yürümeye mecburduk. Hama Çölü’ne vardık. Yorgan yüzlerini çıkarıp çadır yaptık; içine yerleştik. Güneş kavuruyordu. Halk hastalanmaya başladı. Kız kardeşlerim de öldüler. Biri Cuma günü; diğeriCumartesi günü; bir diğeri ise Pazar günü. Defin merasimi yapılmıyordu. Büyük bir çukur vardı; cesetleri oraya götürüyorlar; üst üste atıyorlardı. Her tarafta aç, hasta insanlar ölümlerini bekliyordu. Etrafta bir sürü sinek vardı. Bir de baktık ki, Türkler gelip: “Haydi! Kalkın! Yürüyün!” diye bağırıyorlar. Artık sağlıklı insan kalmamıştı. Yürümeye başladık. Gece vardığımız yerde açık havada, yerde yatıp uyuyorduk. Sabah pek çok kişi uyanmıyordu. Sonunda Şam’a vardık. Orda, sekiz dokuz gün kaldık. Bizi Der Zor’a kesmeye götürdüklerine dair bir söylenti yayıldı. Birden birkaç resmi şahıs at üstünde geldi ve bize: “Kalkın! Gidiyoruz!” dedi. Annem iki yaşındaki hasta erkek kardeşimi kucaklayarak ağladı; yürüyecek hali yoktu. Birden Türkler şöyle konuştular: “Gevorg Ağa’nın sülalesinden olanlar ayrılsınlar.” Gevorg Ağa da Türklere çok faydalı olmuştur; o annemin dayısı ve köyün büyüğüdür. Biz şanslıların grubuna düştük. Diğer grubu Der Zor’a doğru götürdüler. Bizi de götüreceklerdi; ama, iki yaşındaki erkek kardeşim çok hastaydı; annem ne yapacağını bilmez haldeydi. Adamın biri gelip bize: “Siz kalkıp gidin, eğer bu çocuk ölürse ben onu gömerim” dedi. Biz mecburen o küçük kardeşimi orda bıraktık. Daha önce üç kız kardeşim de hastalanıp ölmüştü. Ben ve annem ağlaya sızlaya yola düştük. O erkek kardeşimi bir daha görmedim. Bizi Hıristiyan bir milletin arasına götürdüler; onların hepsi de yabancıydı. Bizim hiçbir şeyimiz yoktu. Açtık; orda burda ekmek dilenmeye başladık. O Hıristiyan köyüne başka Ermeni kadınlar da getirdi-

✌ halkların kardeşliği için

mektup götürdü. Geminin kaptanı ona: “altı günden geri dönerim” demiş. Beşinci gün, gemi geri geldi. Önce kadınlar ve çocuklar gemiye bindiler; sonra, da savaşçılar. Yalnızca bizi gemiye kabul ettiler; başka hiçbir şey almadılar. Annem yanıma almam için bana bir kaşık verdi. Fransız askeri kaşığımı denize attı. Ben denizden kaşığımı almak istedim; buna izin vermediler. Petros Dudaklıyan ve Markos Sınapyan dağda kaldılar. Onlar bir ay sonra Port Said’e geldiler. Port Said Süveyş Kanalı’nın hemen yanındadır. Bizi oraya götürdüler. Çadırlarda bizim için her şey, hem yiyecek, hem de giyecek hazırdı. Bizim altı köyü ayrı ayrı mahallelere yerleştirdiler. Okul açtılar; hastane açtılar. Hiç zorluk çekmedik. Dört yıl orda kaldık. Sonra da, yeniden Musa Dağ’a döndük: Baktık ki, her yer yıkılmış, harabeye dönmüş. Yeniden inşa etmeye, toprağı işlemeye, ürün yetiştirmeye başladık. Daha sonra 1939’da Ayncar’a yerleştik. 1947’de de Ermenistan’a geldik. (Age, sf. 713-714)

31


✌ halkların kardeşliği için 32

ler. Onların erkeklerini ve çocuklarını katletmişlerdi; kendileri de Ermenice’nin bir şivesini konuşuyorlardı. O Ermeni kadınlar para kazanmak için, elele tutuşup dans ediyor, şarkı söylüyorlardı; zira dilenmeye utanıyorlardı. Savaş sona erdi. Fransa, İngiltere, Rusya bir taraftaydı; Almanya diğer tarafta. Ermeni Milleti’nin büyük çoğunluğu daha önce katledilmişti. Herkesin kendi memleketine dönme emri geldi. Yayan olarak memleketimize geri döndük. Köylerimize vardık. Türklerin ne kapı ne pencere bırakmış olduklarını gördük. Her şey yıkılmıştı. Harabe halindeki evimize girdik. Fransa artık Kilikya’ya girmişti. Evimizi yeniden inşa etmeye, topraklarımızı sürmeye başladık. Yavaş yavaş durumumuz düzeldi. Yirmi yıl Fransızların gölgesinde Musa Dağ’da yaşadık. Bizim köylerimizde Türk yoktu. Fransızlar arkamızdaydı. Fransız askerleri bize “ikinci kardeş” diyorlardı. 1939 yılında, Fransızlar Musa Dağ’dan çekildi. Bizler her köyden iki erkek seçip Antakya’ya Fransız generalin yanına yardım istemeye gönderdik. Bizim Kabusiye Köyü’nden seçilen de bendim. Kendimizi savunmak için silah istedik; “Hayır; size sillah vermem”, dedi general, “Uslu durun, Türklerle uyum içinde yaşayın.” Biz böyle bir soğuk cevap beklemiyorduk. Demek ki, Fransız Ermenilerin çektikleri eziyetleri unutmuştu ve şimdi vicdanı rahat, bizi Türk’e teslim edip kendisi Musa Dağ’dan uzaklaşıyordu. -Bizi Türk’ün elinden kurtar, dedik. -Sizi nereye götüreyim? Fransa’ya mı? Hayır, götüremem! -Bizi başka bir Hıristiyan ülkesine götür; mesela, Lübnan’a, Beyrut’a. Fransızlar bizi kruvazörlerle önce Latakya’ya, ordan da gemiyle Beyrut’a, Beyrut’un biraz dışındaki Ancar’a götürdüler. Toplam bin beş yüz aileydik. Fransızlarla birlikte, bin beş yüz tane evi planlı bir Ģekilde inşa ettik. Her ailenin küçük bir evi oldu. O toprak da bir Arap zenginine aitti; onu satın aldılar ve aile fertlerinin sayısına göre bize dağıttılar. Orası çok sulak bir yerdi; verimli bir topraktı. Ekmeye, biçmeye, toplamaya başladık; ama, yalnızca yedi yıl o toprağı ekmeye hakkımız vardı. Yedi yıl orda kaldık. Yedi yıl sonra, 1946’da, Ermenistan’dan bir heyet Ermenileri Ermenistan’a götürmeye geldi. Ermenistan denince, millet cennete gideceğini sanıyordu! Annelerimiz bize şöyle ninni söylüyorlardı: Ninni de yavrum ninni,

Ermenistan’a kurban olsun yavrum! Bizi o şekilde büyütmüşlerdir. Ermenistan temsilcileri, üç kişi yanıma geldi. Benim de ordaki maddi durumum iyiydi; dükkânım, restoranım vardı. İyi bir kazancım vardı. Ayncar Daşnakları Ermenistan’a gitmek istemiyorlar, şöyle diyorlardı: “Ermenistan bizim olduğunda, o zaman oraya gideriz.” Daşnaklar beni toplantıya çağırdılar. Daşnakların lideri Movses Ter-Galustyan bana: “Tonik! Sen Daşnaktsutyun’dan istifa etmişsin ve Ermenistan’a gitmek istiyormuşsun; başkalarına da örnek oluyorsun. O fikrini değiştir; bizimle kal; biz sana yardım ederiz; neye ihtiyacın varsa sana veririz. Yeter ki, gitme!” dedi. Ben de ona : “Movses Efendi, ben Daşnak’tım ve şimdi istifa etmiş bulunuyorum. Eğer burda kalırsam, başımı yiyeceklerini biliyorum; Ermenistan’a gitmem daha iyi” dedim. Sonra, muhaceret bürosuna gittim ve onlara: “Ben Ermenistan’a gitmek istiyorum; yanıma ne alabilirim; Dükkânımdaki malları alabilir miyim?” diye sordum. -Hayır, dediler, orda sizin için her şey önceden hazırlanmıştır. -Ama, orda değeri olan ne götüreyim ki, aileme bakabileyim? -Çakmak taşı götür, orda değerlidir, diye cevap verdiler. -Ama ben işçi değilim, ben orda ticaretle uğraşabilirim, dedim. -Ermenistan’da özgürsün, ne istersen yapabilirsin. Meğer beni kandırmışlar. O çakmak taşlarını aldım. Dükkânımda, erkek kostümü için mavi yün parçaları vardı. O kumaştan da yirmi kostümlük aldım. On bin adet de tarak aldım; sandıklara doldurdum. Kırk tane orak-çekiçli kızıl bayrak diktirip her aileye dağıttım. Limana gittik. Gemiye bindik. Batum’a vardık. Gemide emir çıktı: “Kimin yiyeceği varsa denize döksün.” Kutu içinde yirmi kilo helvam vardı; onu denize dökmedim. “ Bana dediler ki: “Biraz şekerleme ver; geçersin” dediler. Ben de bir-iki kilo şekerleme verdim; göz yumdular. Bizim mallar denetlenecek. Benim de herkesten fazla bavulum var. Kırk gün karantinada kaldık. Sonra, trenle Yerevan’a gitmek üzere bizi ordan çıkardılar. “Herkes kendi malına dikkat etsin” dediler. Bizden birisi nöbetçi oldu; trenin kapısına uzanmıştı; ayaklarında da pahallı botlar vardı. O bizim damat Hakob’du. Kafası içerde, ayakları dışarda uyumuştu. Yolda tren ağır ağır


✌ halkların kardeşliği için

bir yokuşu tırmanıyordu. Birden o Hakob’un sesini duyduk: “Ayakkabılarımı çıkardılar!” Onlar Gürcistan hırsızlarıydı. Batum’a vardığımda bana sormuşlardı: “Nerde yaşamak istersin?” Ben de ne bileyim; sadece Eçmiyatsin’i biliyordum: “Eçmiyatsin’de yaşamak isterim” diye cevap verdim. Beni Eçmiyatsin’e verdiler. Dostlarım da Eçmiyatsin’i istediler; ama, birlikte olmayalım diye, onları Eçmiyatsin’e vermediler. Eçmiatsin’e vardık. Baktılar ki, bavullar ağır. Orda toplanmış insanlar bana: “Görünüşe göre, sen zengin bir toprak sahibisin. Niye kep yerine silindir şapka giyiyorsun? Elinde niye tesbih var? Belli ki boş bir adamsın.” dediler. Bize bir ev verildi; o eve yerleştik. Yoldaş İskenderyan, mahalleli miydi neydi bilmiyorum, bir gün bize geldi. Biz kendisine kahve ikram ederek onu ağırladık. O bize: “Kahveyi ilk ve son olarak savaşta zafer kazandıktan sonra Berlin’de içtim” dedi. Ben gayri resmi olarak ticaretle iştigal etmeye, çakmak taşlarını satmaya başladım; para sahibi oldum. Günün birinde oğlanı ekmek kuyruğuna gönderdim. Ona ellilik bir banknot vermiştim. Ekmekçi Haykuş adında bir kadındı. Çocuğun elinden parayı almış ve ona demiş ki: “Bu para sahte.” Orda da sırada bekleyen bir polis varmış. Oğlanı alıp karakola götürmüş. Akşam polisler geldiler; beni de karakola götürdüler. Gittim. Ben de çaylaktım; daha yeni gelmiştik. Fazla bir şey anlayamıyordum; ama, masanın üstünde bir tabanca gördüm; saçlarım diken diken oldu. Polis şefi bana: “Yoldaş Tonik, makineni getir” dedi. -Ne makinesi; diye şaşkın bir ifadeyle sordum. -Sahte para basma makinesini. -Ben okuma yazma bilmeyen adamım. İyi Ermenice bilmiyorum. Ben nasıl sahte para basayım, dedim. -Git getir! Eğer getirmezsen burda kalmazsın, dedi polis şefi. Sonra, bana sorular sordu; bana hayatımı anlattırdı. Ben de ona, Ermenistan’a gelmek için, Daşnaktsutyun Partisi’nden istifa ettiğimi söyledim. -Ha! O halde, Daşnak mısın? -Hayır, istifa ettim! Ben onlara karşıydım; partiden

istifa ettim ki, Ermenistan’a geleyim. Beni serbest bıraktılar. İki gün sonra, geceyarısı gelip beni yeniden karakola götürdüler ve bana şöyle dediler: -Otur baba! Aklandın. Sahte para basanlar yakalandılar. Üç kişi yakalandı; sen ise, serbestsin. Ama, yanında başka para var mı? -Yüz tane ellilik banknotum var, dedim. -O kadar parayı nerden buldun? -Yurtdışında, Ayncar’dayken, dükkânım, restoranım vardı. Ordaki dükkânımın mallarını getirdim; buna izin verildi. Onları sattım. Malımı aldılar; ama, bana sahte para verdiler. Ben bunun sahte para olduğunu nerden bileyim. -İyi de baba, parayı niye saklıyordun? Burası yurtdışı değil ki, paranı saklayasın. Burda aldığın parayı yeyip bitireceksin. -Ben bir inek satın almak için para toplamıştım. -Orda neydin? -Muhtardım. -Yanında, başka Daşnak getirdin mi? -Bizimle gelen Daşnak yok; ama, istifa etmiş olanlar var. Aklanmış olarak beni evime geri gönderdiler; ama, gece yarısı üç polis ve bir polis şefi geldi. Uyandık; yataklarımızdan pijamalarımızla çıktık. -Bavullarını topla! Başladılar arama yapmaya; tüfek arıyorlardı. -Silahın var mı? -Tüfeğimi orda Daşnaklara teslim ettim. Bir kamyon getirip, gece vakit bizi ona bindirdiler. O gece torunum da evimizde gecelemişti; ebeveynine haber vermeden onu da bizimle birlikte götürdüler. Onlara sordum: “Bizi nereye götürüyorlar?”

33


güncel 34

-Baba, uzak yere değil; nereye gidersen git, burası Sovyet ülkesidir. Yanımda bir kasa dolusu sabun getirmiĢtim; “onu da alalım” dedim. O kasayı alıp içindekileri bahçeye döktüler. Araba hareket etti. Baktık ki, gece vakti etrafta pek çok başka kamyon da var. Bizi nereye götürdüklerini bilmiyordum. Arabayı sürüp, Eçmiatsin istasyonuna götürdüler. Trenin vagonlarında bir sürü Ermeni vardı. Bizi de vagona bindirdiler. Bizi nereye götürdüklerini bilmiyorduk. Trenlerin kapılarını mühürlediler. Bunlar hayvan vagonlarıydı. Biz o vagonlardaydık. Vagonda sadece küçük bir gözetleme deliği vardı. Bizi katletmeye götürdüklerini anladık. Bir gün, iki gün, üç gün, günlerce yol aldık. Vagonda üç aileydik. Köşede yuvarlak bir delik vardı. Tuvalete oturmak için, yorganın yüzünü önümüzde tutuyorduk. Yirmi üç gün yol aldık; Sovetski Bölgesi’nin Altayski topraklarına vardık. Trenin vagonları her milletten binlerce insanla doluydu. Dostlarım, iki damadım ve onların aileleri, amcamın oğlu ve ailesi, hepimiz beraberdik. Genç bir oğlan geldi: “Ben bu grubu almak istiyorum” dedi. Bizi arabasına doldurdu; ikinci sovhozun ikinci firmasına götürdü. Orda bir ay kaldık. Bizim dışımızda başka kimse yoktu. Savaştan sonra, erkek kalmamıştı; yalnız kadınlar vardı; başkan, muhasebeci; hepsi kadındı. Bize ev de vermediler. Zaten dil de bilmiyorduk. -Abajdi! (bekle), diyorlardı. O akşam orda kaldık. Karım, annem, ağlıyorlardı. Baktım ki, bir kamyon getirdiler. Bizi kamyona bindirdiler. Bir evin önüne götürüp durdurdular. Eşyalarımızı ona yüklediler. Haşlanmış yumurta getirdiler; ama, ekmek yoktu. İnsanların ekmeği yoktu. -Kuşay! Khoroşo budet (ye, iyi gelir), dediler. Biz ise ağlıyorduk. Birisi elimden tuttu ve: “Başlı!” (gidelim), dedi. Nereye götürecekler diye korktum. Baktım ki, millet ayakta. Onlar da öldürülmeye götürüldüklerini sanıp korkuyorlar. Bizi bir avluya götürdüler. Biz yedi gençtik. Bizleri sürükleyerek yeraltındaki bir hamama götürüyorlardı. Meğer onlar süpürgeyle yıkanırlarmış! Sonra beni çalışmaya götürdüler. Bana: “Marangoz olur musun?” diye sordular. “İdare ederim” dedim. Çalışmaya başladım. Ekim döneminde beni ekime götürdüler. Buğday hasatı için buğdayı hasat etmeye götürdüler. Ben ha-

yatımda hiç çalışmamıştım. Ağlamaya başladım. Beni ve yirmi iki yaşındaki oğlum Gabriyel’i hayvan otlatmaya gönderdiler. Oğlum buna dayanamadı; kalp sektesinden öldü. Orda altı ay kaldık. Moskova’ya kırk kez başvuruda bulundum. Cevap hep olumsuzdu. Sonunda “kurtuluş” haberi ulaştı. Bir koyun kestim; herkesi davet ettim; yediler, içtiler, keyif çattılar; bize iyi yolculuklar dilediler. Ermenistan’a geldik. Ben niye sürgüne gönderildiğimi öğrenmek için, başvuruda bulunmak istedim. Değil mi ki, ben Ermenistan’ım için dönüş yapmıştım! Başvurumu cevaplamak için, beni çağırdılar. Bana: “Baba, sen sürgüne gönderilmedin” dediler. -Nasıl gönderilmedim? Ben yedi senemi sürgünde geçirdim. Suçu Stalin’e yüklediler. Bana para vermeyi teklif ettiler. “Para istemiyorum. Sürgünde oğlum genç yaşta öldü: Karım hastalandı. Gelinim akciğerlerinden rahatsızlandı. Benim gözlerim görmüyor, kulaklarım duymuyor; sağlığımız bozuldu. Beni emekli ettiler. Ev inşa etmek istedim. Bana Merelaşen ya da Akhparaşen’de arsa tahsis etmediler. Orda vatana dönenler çoktu. Oraya şimdi Araratyan Masif diyorlar. Bize: “Rüşvet ver; kabul ederler” dediler. Oğlum bir kutu tereyağı aldı; yetkilinin evine götürdü. Tereyağını karısı almış. Bize, burdan, Şahumyan’dan arsa verdiler. iki katlı bir ev inşa ettim. Evini yıkacağız diye, geldiler. -Ben yapayım; siz yıkın, dedim. Beni şehir Sovyeti’nden çağırıp, bana: -Niye iki katlı ev inşa ettin; parayı nerden buldun? diye sordular. -Karımın takılarıyla; yanımızda yirmi dört tane bilezik getirmiştik, dedim. -Çimento ve taşların faturaları nerde? Beni şehir Komitesi’ne çağırdılar ve bana: “Siz 1949’da sürgüne gönderilmişsiniz. Altı kişilik ailenizle sürgün edilip 1956’da serbest bırakılmışsınız. Siz aklandınız” dediler. Ama kalbim kırık değil. Şimdi de, bu fukaralık içerisinde hayatımdan memnunum. Ben bugün de vatanseverim; yarın da vatansever olacağım. Ülkemizin yönetimindekilerin iyi insanlar olmalarını istiyorum. (Age, sf.708-713) Şubat 2015


Değişen bir şey yok!

B

ir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü daha karşılamaya hazırlanıyoruz. Yine alanlara çıkıp bir kez daha sağır kulaklara haklı taleplerimizi haykıracağız. Özgecan Aslan’ın hunharca katledilmesini, devlet yetkililerinin ikiyüzlülüğünü, kadın düşmanlıklarını protesto edeceğiz. Kadınların cins olarak ezilmesi, özel mülkiyete dayalı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte başlıyor. Kaç bin yüzyıllık bir ezilmişlik tarihidir kadınların ezilmişliği… İlkel komünal toplumu dışta tutarsak, bütün diğer

güncel

8 MART 2015; ŞİDDET, TACİZ, TECAVÜZ, DÜŞÜK ÜCRET, ERKEĞE KÖLELİK, HİZMETÇİLİK…

sömürü ve özel mülkiyet üzerine kurulu toplumlarda, kadınlar aşağılanmış, şiddete maruz kalmış, taciz ve tecavüze uğramış, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir. Kuşkusuz bugün her ülkede o ülkenin gelişmişlik düzeyine de bağlı olarak kadınların ezilmişlik dereceleri, baskının derecesi farklıdır. Fakat özde değişen bir şey yoktur.

İş hayatında ayrımcılık Herhangi bir işyerinde çalışan işçi kadınların ça-

35


güncel 36

lışma koşulları erkek işçi ile karşılaştırıldığında çok daha zordur. Bu zorluk daha işe alınırken başlıyor. İşe alımlarda cinsiyetçi yaklaşılıyor. İş başvurusunda erkekler kadınlara göre daha fazla tercih ediliyor. Çünkü kadınların eğer evli değilse evlenip ayrılabileceğini, ya da çocuğu yoksa çocuk yapabilecekleri hesap ediliyor. Hatta bazı işyerlerinde kadınlara şu kadar zaman içerinde hamile kalmayacağı şeklinde taahhütnameler imzalatılıyor. Bunun hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde kadınlar çoğu zaman işlerini kaybetmemek için imzalıyorlar. Kadınların yoğun olarak çalıştığı sektörlerin başında hizmet sektörü geliyor. Öğretmenlik, hemşirelik, bakıcılık, kasiyerlik, tezgahtarlık gibi mesleklerde daha çok kadınlar çalıştırılıyor. Kadınlar da genel olarak bu meslekleri öğreniyorlar. Çünkü kadınlar bu yönde tercih yapmaları için yönlendiriliyor. Mesela makine mühendisliği okuyan bir kadının Türkiye’de iş bulması oldukça zordur. Bu sektörlerde hem çalışma koşulları daha zor, hem de ücretleri diğer sektörlerle karşılaştırıldığında daha düşüktür. Çünkü kadınların kazançları yardımcı kazanç, ev ekonomisine katkı olarak görülüyor. Evi esas geçindiren erkektir. Kadının kazandığı da kardır yaklaşımı toplumun genel yaklaşımını oluşturuyor. Kadın emeği değersizleştiriliyor. Kadının esas işi ev işi çocuk bakımı, yaşlı ve hasta bakımı olarak görülüyor. Aslında bu işleri devletin üstlenmesi gereklidir. Çünkü toplumsal bir iştir yapılan iş. Burjuvazi açısından kadın emeği son derece önemlidir. Öyle bazılarının iddia ettiği gibi kadınları üretimin dışına atmak, eve göndermek istemiyor kapitalistler. Kadınların mümkün olduğunca ucuz işgücü olarak çalıştırmak egemenlerin işine geliyor. Burjuvazi aslında, kadınların hem çocuk yapmasını, hem ev işini aksatmadan yapmasını hem de üretimde yer almasını istiyor. 2013 yılının Ocak ayında 90’dan fazla ülkeden 26 bin kişinin (kadın ve erkek) katıldığı küresel (Regus anketi) bir anket yapılıyor. Bu anket Türkiye’de de yapılıyor. Ankete katılanların % 92’si doğum iznine ayrılan kadınların tekrar işe dönmeleri için alınması gereken önlemler olarak işyerine yakın kreş ve esnek çalışma uygulamaları olduğunu söylüyorlar. Bu ankette “kadınların işgücüne daha fazla katılmasının ekonomik büyümeyi sürdürme ve teşvik etmede kritik önem taşıdığı belirtiliyor. Hatta kadınlar erkeklerle aynı oranda üretime ka-

tılırsa Dünya Ekonomi Forumu’nun verilerine göre GSYİH örneğin ABD’de %9, AB’de %13, Japonya’da %16, Avustralya’da ise %13 ile 180 milyar dolarlık bir artış sağlanacağı tespit ediliyor. Bunların hesaplarını yapıyor burjuvazi. Bunun mümkün olabilmesi için ise önerdikleri çözümler; esnek çalışma, evden çalışma, yarı zamanlı, kısmi zamanlı çalışma vs. Ama bu tür çalışma biçimlerinin daha az ücret, daha az sosyal haklardan yararlanma, daha geç emeklilik dolayısıyla daha fazla sömürü anlamına geldiğini biliyoruz. Haberin başlığı ise şöyle; “Çalışan annenin talebi işyerine yakın kreş ve esnek çalışma” demek istiyor ki “biz demiyoruz kadınlar diyor.” Başka seçeneğin bırakılmadığı, ev işi ve çocuk bakımının kadının sırtına yüklendiği bir ortamda, kadınların hem çalışmak, hem de ev işi ve çocuk bakımını yürütmek zorunda olduğu bir toplumda kadınlar böyle istiyor demek, egemenler açısından ikiyüzlü bir politikadır.

İşyerinde kreş hakkı İşyerlerinde kreş hakkı Türkiye’de kadın hareketinin ya da sendikalarda çalışan kadın öncülerin en önemli taleplerinden bir tanesidir. Bununla ilgili bir yasal yönetmelik te vardır. O yönetmeliğe göre yaşı ve medeni hali ne olursa olsun 150 kadının çalıştığı yerde patronun kreş açma yükümlülüğü var. Fakat bu esasında kağıt üzerinde kalan bir hak. Çünkü Türkiye’deki işletmeler esas olarak KOBİ dediğimiz 250’den az kişinin çalıştığı işletmeler biçimindedir. (TÜİK 2012 verileri: Türkiye’deki ticari girişimlerin %99,9’u KOBİ) Buralarda çalışan kadınların sayısının 150’yi bulması çok zor. Bu oldukça yüksek bir rakamdır. Patronlar yer yer bilinçli olarak kreş zorunluluğundan kurtulmak için işe alımlarda kadın sayısının 150’yi geçmemesine dikkat ediyorlar. 150 kadın olsa bile patronun kreş açıp açmaması bir anlamda vicdanına bırakılmış durumda. Çünkü patronun kreş açmamasının herhangi bir cezai yaptırımı yoktur. Kaldı ki neden sadece kadın sayısı esas alınıyor? Erkekler de çocuk sahibi olmuyor mu? Bu anlayış çocuk bakımının kadının işi olduğu anlayışının en açık örneklerinden birisidir. Erkek egemen yaklaşımın başka türlü bir ifadesidir.

Ücret adaletsizliği, sendikasızlık Çalışan kadınların yaşadığı en önemli sorunlardan


Kadına yönelik şiddet Kadına yönelik şiddet gün geçtikçe artıyor. Bianet’in verilerine göre erkekler 2014’te en az 281 kadın öldürdü, 109 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti, 560 kadını yaraladı, 140 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu. 11 Şubat’ta Mersin’in Tarsus ilçesinde bindiği dolmuş şoförü tarafından tecavüze direndiği için bıçaklanarak öldürülen ve ardından elleri kesilerek yakılan 20 yaşındaki Özgecan Aslan kadına yönelik şiddette

bardağı taşıran son damla oldu. Tüm ülkeye yayılan, öncelikle kadınların başını çektiği protesto gösterileri devam ediyor. Özgecan Aslan’ın katledilmesi, idam ve hadım tartışmalarını tekrar gündeme getirdi. Egemenler ortaya attıkları bu tartışmalarla kendi suç ortaklıklarını gizlemeye çalışıyorlar. Özgecan’ın katili aynı zamanda kadına yönelik şiddete karşı pratikte doğru dürüst bir önlem almayan, tam tersine tahrik indirimi, iyi hal gibi yargı kararları ile bu şiddeti cesaretlendiren devletin kendisidir. İdam tartışması ile toplumda yükselen tepkiyi dindirmeye çalışıyorlar. İdamın geri getirilmesi halinde kimlere uygulandığını Türkiye’nin kanlı tarihinden biliyoruz. Kadına yönelik şiddete karşı çözüm; idam ya da hadım değil erkek egemen düzenin yerle bir edilmesidir.

güncel

birisi de kadın ile erkek arasındaki ücret farklılığıdır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile kadınlar ve erkekler arasında önemli ücret farklılıkları vardır. AB Komisyonu’nun istihdamda cinsiyet ayrımcılığı raporuna göre Avrupa Birliğinde patronlar kadınlara erkek çalışanlarına göre ortalama % 16,2 oranında daha az ücret ödüyorlar. Almanya’da kadınlar erkeklerden %22 daha az para kazanıyor. Ücret eşitsizliği Estonya’da %27, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da %21, İngiltere’de %21’i buluyor. Türkiye’de bu fark %20 olarak hesaplanıyor. Buna karşın hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde kadınların sendikal örgütlülüğü de erkek işçilerle karşılaştırıldığında son derece düşüktür. Amerika’da çalışanların %11’i sendikalı iken, Finlandiya’da bu oran %70’lere çıkıyor. Almanya’da bu oran %17 civarındadır. Almanya’da Statisches Bundesamt’ın 2002 yılı sonu için verdiği rakamlara göre çalışan erkeklerin %18’i ve kadınların %11’i sendika üyesi. Yine aynı kurumun aynı dönemdeki verilerine göre DGB’nin 7.7 milyon üyesi içerisinde %32’sini kadınlar oluşturuyor. Türkiye’deki sendikal örgütlülük düzeyine baktığımızda bırakalım kadınları, bir bütün olarak sendikalı olma oranı içler acısı durumdadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının, Ocak 2015 dönemine ilişkin verilerine göre 12 milyon 180 bini aşkın çalışanın yüzde 89’u sendikasız iken sendikalı işçi sayısı 1 milyon 297 bin kişi ile yüzde 10,65’dir. Bu rakamların da tam olarak gerçeği yansıtmadığı, gerçek sendikalı işçi sayısının çok daha düşük olduğu biliniyor. Bu sendikalılar içerisinde kadın oranının ne olduğu konusunda herhangi bir veri yok. Kimilerine göre bu oran %6 civarında.

Ne Yapmalı? Kadına yönelik ayrımcılığın ve şiddetin sona ermesi bu sistemde mümkün değildir. Kapitalizm var oldukça cinsiyetçilik de var olacaktır. Bunu söylemek bugün için bir şey yapılamayacağı anlamına gelmez. “Kadınlar katılmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadınlar kurtulamaz” sloganı özellikle feminist çevreler tarafından, kadınlar katılmadan devrim olmaz kısmı atlanıp, “devrim olmadan kadınlar kurtulamaz” kısmı öne çıkarılarak bu sloganın kadınların kurtuluşunu bilinmez bir tarihe ertelediği eleştirisini getiriyorlar. Eğer bu slogandan bugün için hiç bir şey yapılmayacağı ya da yapılamayacağı anlaşılıyorsa yanlıştır. Bugünden de yapılacak çok şey vardır. Kadınlar lehine çıkarılacak yasalar için mücadeleden tutun da derneklerde, sendikalarda, partilerde, parlamentoda, kısacası yaşamın her alanında kadınların aktif bir şekilde temsil edilmeleri için mücadele etmek gereklidir. Bu mücadele kuşkusuz esas olarak işçi ve emekçi kadınların haklarının geliştirilmesi mücadelesi olmalıdır. Fakat içinde yaşadığımız erkek egemen kapitalist dünyada, sömürü üzerine kurulu dünyada kendimizi bununla sınırlandırırsak, yani devrim ve sosyalizm için mücadeleyi merkeze koymazsak ve ona göre örgütlenme biçimleri yaratamazsak asıl o zaman kadının kurtuluşunu bilinmez bir tarihe ertelemiş oluruz. “Kadının kurtuluşu devrimi gerektirir, gerisi ham hayaldir” derken tam da bunu kastediyoruz. 20.02.2014

37


güncel

YAS DEĞİL İSYAN ZAMANI!

Ülkelerimizde kadına karşı erkek şiddetinin boyutları olduğundan çok daha küçük sanılıyor. Çünkü erkek şiddetinin değişik biçimlerinin kurbanı olan kadınlar bağrına taş basıp susuyorlardı. Bazen utandığı için, bazen konuşması sonucu başına daha kötü şeyler geleceği korkusuyla, bazen erkeğe ekonomik bağımlılığı nedeniyle, bazen çocuklarını korumak için bin bir nedenle konuşmuyorlardı. Özgecan Aslan’ın hunharca katli bu suskunluğu bozmak için bir işaret fişeği oldu.

Ü

38

lkelerimizde kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerde kadınların sabrı taştı. Mersin’de bindiği bir minibüsün şoförü tarafından tecavüze karşı direndiği için hunharca öldürülen, cesedi yakılan 20 yaşındaki Özgecan Aslan cinayeti bardağı taşıran damla oldu. Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin her yerinde “Artık yeter” diyen binlerce, on binlerce, yüz binlerce kadın, her biri birer Özgecan olarak sokaklara taşıdılar isyanlarını. “Yasta değil, İsyandayız” dediler ve diyorlar haklı olarak! İsyan etmedikçe, en güçlü sesle, “Artık Yeter”, “Artık susmayacağız”, “Hiçbir kadın cinayetini unutmayacağız ve af etmeyeceğiz” demedikçe, bu erkek egemen sistemde kadınlara yönelik tacizin, tecavüzün, cinayetlerin hak olmaya devam edeceğini gördü bu isyancı kadınlar. Resmi rakamlara göre günde ortalama üç kadın öldürülüyor. Namus cinayeti diyorlar. Batsın sizin namusunuz! Elle, gözle, sözle tacize uğramamış olan tek kadın yok gibidir. Doğrudan tecavüze uğrayanların sayısı, konuşmadıkları, konuşamadıkları için belli

değildir. Babasından, dedesinden, abisinden, erkek kardeşinden, amcasından, dayısından, sevgilisinden, eşinden, öğretmeninden kısaca erkek milletinden dayak yemeyen kadın sayısı azdır. ”Kızını dövmeyen dizini döver” diye eğiten; “Dişi köpek kuyruğunu sallamazsa erkek köpek peşinden gitmez” diyen, “Bana yar olmayan toprağa yar olur” diye şarkılar söyleyen bir toplum içinde yaşadığımız. Otobüste, minibüste, yolda, işyerinde, sokakta, evde velhasıl her yerde, her ortamda kadını bekleyen elle, sözle, gözle taciz, tecavüz, aşağılanma, şiddet! Böyle bir toplumda yaşıyoruz! Failler erkekler! Anlatıldığı gibi “anormal”, manyak birkaç kişi değil bunlar! Bu toplumda kendini üstün cins gören, öyle yetiştirilen ‘normal’ erkekler. Erkek şiddetini değişik biçimlerde yaşamayan kadın yok gibi bu toplumda gerçekte. Ve bu suçların faili olmayan erkek sayısı çok az toplumumuzda. Dincisi, laiki, ateisti, ilericisi, gericisi, yoksulu, zengini özde pek fazla fark etmiyor. Erkek egemen toplumda erkek


Türkiye tarihinde ilk kez gerçekten de, örgütlü örgütsüz kadınlar erkek şiddetine karşı kendi talepleriyle, adalet talebiyle, erkek şiddetinin en ağır cezalarla cezalandırılması talebiyle kitleler halinde sokağa çıktılar.

güncel

cinsi kendini kadına üstün görüyor, ona uygun davranıyor. Kimi bunu kabaca, kimi daha rafine biçimlerde yapıyor. Egemen erkek zihniyetinin dışavurumunun en görünür, en şiddetli biçimi kadın cinayetleri. Ama yalnızca bir biçimi. Yüzlerce binlerce biçimde yaşıyor kadınlar erkek şiddetini. Gerisinde binlerce yıllık erkek egemen toplumun erkek egemenlik zihniyeti var. Gerisinde sömürücü sınıflı toplumların erkeği var! Ülkelerimizde kadına karşı erkek şiddetinin boyutları olduğundan çok daha küçük sanılıyor. Çünkü erkek şiddetinin değişik biçimlerinin kurbanı olan kadınlar bağrına taş basıp susuyorlardı. Bazen utandığı için, bazen konuşması sonucu başına daha kötü şeyler geleceği korkusuyla, bazen erkeğe ekonomik bağımlılığı nedeniyle, bazen çocuklarını korumak için bin bir nedenle konuşmuyorlardı. Özgecan Aslan’ın hunharca katli bu suskunluğu bozmak için bir işaret fişeği oldu. Türkiye tarihinde ilk kez gerçekten de, örgütlü - örgütsüz kadınlar erkek şiddetine karşı kendi talepleriyle, adalet talebiyle, erkek şiddetinin en ağır cezalarla cezalandırılması talebiyle kitleler halinde sokağa çıktılar. Ve hepsinden önemlisi artık susmayacağız dediler. Bir çok kadın konuşmaya, yaşadıklarını acıyla ama artık cesaretle anlatmaya başladılar. Kadınların bu haklı isyanına kimi ayı dostları da destek verir göründü, görünüyor. Bu ayı dostlarının en başında egemen sınıfların siyasi partileri geliyor. İliğine kadar erkek egemen sistem savunucusu olan bu partiler AKP’si, CHP’si, MHP’si ile güya “Özgecan kızımız”a sahip çıkıyor. Bu büyük bir sahtekârlıktır. Erkek egemen sömürü sisteminin savunucularının kadın hakları savunusuyla gerçekte tek ilişkisi lafta bu hakların savunucusu görünmek biçiminde bir ilişkidir. Bunlar gerçekte kadınlara karşı erkek şiddeti genlerinde bulunan sömürü sisteminin savunucularıdır. Sorun tek tek katiller değil. Bunlar tabii en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Fakat sorunun esası erkek egemen sistemde yatmaktadır. Bu erkek egemen, kapitalist sömürü sistemi yıkılmadıkça, kadına karşı erkek şiddetinin belki biçimleri değişecek, fakat sürecektir. Ekonomik en “ileri” olan “yüksek kültür” toplumlarında olan budur. Diğer yandan kadınların isyanına destek veren erkeklerin küçümsenmeyecek bir bölümü de gerçek hayatta, evet katil hemcinsleriyle aynı kefeye konul-

masalar bile, kendileri de erkek egemen zihniyetin şu veya bu biçimde taşıyıcısı ve uygulayıcısıdırlar. Stadyumlarda ana avrat sövmeyi, her ortamda kafası kızdığında hasmına ana avrat sövmeyi; en küçük bir nedenle bile dövüşmeyi, şiddet kullanmayı erkekçe davranma görenlerin şimdi “erkekliğimden utanıyorum” slogan ve pankartlarıyla kadınların mücadelesine destek vermesi iyidir, fakat yetmez. Erkekler kendi maçist, erkekçi zihniyetlerini sorgulamalı, onunla ve onu üreten bu sistemle gerçek bir kopuş yaşamalıdırlar. Kadınların isyanına destek veren erkekler, o isyan eylemlerinde geri planda durmayı, gerçekten utanmanın ifadesi olarak kavrar ve öyle davranırlarsa, ancak o zaman bu eylemlere gerçek anlamda destek vermiş olurlar. Bütün kadınlar, genç kadınlar: Zaman “Hepimiz Özgecan’ız” deme zamanıdır! “Haydi erkek egemen düzene karşı İSYAN” deme zamanıdır! Hıncımızı, kinimizi, acımızı bu sistemi yıkmak için enerjiye dönüştürme zamanıdır! Susmak bitti, konuşma zamanıdır! Devrim için örgütlenme zamanıdır! 19.02.2015

39


panorama

PA NOR A M A “ARAP BAHARI”NIN DÖRDÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE DURUM! - MISIR

“Arap Baharı”nın etkisini gösterdiği kimi ülkelerde, islamcı, şeriatçı faşist güçler giderek güçlendi. Irak ve Suriye’de “İslam Devleti”nin (İD) güçlenmesine bağlı olarak Cezayir, Libya gibi ülkelerdeki şeriatçı kimi güçler gibi, Mısır’daki “Ensar Beytül Makdis” adlı örgüt de 2014 Kasım ayı başlarında “İslam Devleti” ve şefi Bağdadi’ye sadakat ve itaat yemini ederek kendilerinin İD parçası olduğunu ilan ettiler.

25

40

Ocak 2015 tarihi, “Arap Baharı”nın Tunus’ta başlayan rüzgarının Mısır’da tetiklediği ve Mübarek’i iktidardan uzaklaştırdığı halk hareketinin dördüncü yıldönümüydü. Aradan geçen bu dört yıllık süreç ve deney, bir kez daha, halk isyanının, doğru, komünist bir önderliğe sahip olmadığı ve isyan hareketinin devrim mücadelesinde doğru bir siyasetle yönetilmediği bir durumda, devrimin yarı yolda kalacağını, devrim içinde karşı devrimin daha da saldırganlaşacağını gösterdi. Durumu özetlersek karşımıza çıkan tablo şöyledir: Halk isyanının Mübarek’i tahtından alaşağı etmesi ile ordunun önderliğinde “kontrollü geçiş” süreci gündeme geldi. Aniden ve kendiliğinden patlayan halk hareketinin, kitlelerin mücadelesinin Mübarek’i koltuğundan etmesiyle sınırlı kalmaması ihtimali büyüktü. Bu ihtimale karşı egemenler –somutta ordudurumu asgari kayıpla kurtarmak için Mübarek’i gözden çıkardı. Aynı zamanda halkın tepkilerini dindirmek için de, halkın taleplerinin yerine getirileceği, bunun için de bir “geçiş süreci”ne gereksinim olduğu anlatıldı. Mübarek emekli edildi ve Yüksek Askeri

Konsey iktidara el koydu. Sözkonusu edilen “ordu kontrollü geçiş süreci”nin sürüncemede kalması, uzaması, kitlelerde Ordu’ya karşı tepkilerin çoğalmasını beraberinde getirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı ve Yüksek Askeri Konseyi’nin Başkanı Tantavi, halk tarafından “üniformalı Mübarek” olarak adlandırıldı ve “Tantavi’ye ölüm” sloganları atılmaya başlandı. “Geçiş süreci”nin uzatılmasının halkın tepkilerini dindirmediği görüldüğü yerde Parlamento ve Başkanlık seçimleri gerçekleştirildi. Seçimlerin galibi, Mübarek’in iktidardan düşürülmesine kadar yasaklı olan ve devrimle legalleşen Müslüman Kardeşler (İhvan) oldu. Başkanlık seçimini kazanan Mursi, 30 Haziran 2012 tarihinde görevine başladı ve görünüşte Ordu geri plana çekildi. “Geçiş süreci”nin tamamlanması için geriye Anayasa’nın hazırlanması ve referanduma sunulması kalmıştı. Araya Anayasa Mahkemesi giriverdi! Parlamento seçimlerinin, seçim yasasına uygun yapılmadığı gerekçesiyle Parlamentonun “alt kamarası” feshedildi. O günden beri Mısır’da işleyen bir parlamento yok. Ordu görünürde geri plana çekil-


panorama

se de, kitlelerin mücadelesine karşı aralarında sınırlı oranda uzlaşsalar da, iktidar dalaşı esasında İhvan ile Ordu arasında yürüyordu. Bunlar arasındaki uzlaşma esas olarak Anayasa taslağının oluşturulması ve referanduma sunulması sürecinde son buldu. 2013 yılı başlarına gelindiğinde Anayasa referandumundan iki ay sonra parlamento seçimlerinin yapılması ve böylece “geçiş süreci”nin sonlandırılması gerekiyordu, olmadı! Mursi önderliğinde İhvan’cıların hükümet olmaktan iktidar olmaya yönelik adımlarında “aceleci” davranması ve Ordu’nun ekonomide ve siyasetteki gücünü yanlış değerlendirmesi; buna karşı eski devlet bürokrasisinin Mursi yönetiminin altını oymaya yönelik yaklaşımı, iktidar dalaşındaki çelişkileri kızıştırdı. Bu ortamda Nisan-Haziran ayları arasında yapılması planlanan parlamento seçimleri, Mübarek döneminin yargıçları tarafından engellendi ve 2013’ün Sonbaharı’na ertelendi. Anayasa’ya karşı muhalefet eden kesimler –hem İhvan karşıtı olan laiklik yanlısı kesimler, hem de bu kesimleri kendi planları için kullanan eski rejim yanlıları-, özellikle kendisine “Temmerüd” (İsyan Hareketi) adını veren muhalefet, Mursi’nin istifası için imza kampanyası başlattı. Sonuçta 3 Haziran 2013 tarihinde, o dönemde Genelkurmay Başkanı olan Abdülfettah el Sisi önderliğinde Ordu, darbe ile Mursi’yi ve İhvan’ı yönetimden uzaklaştırdı. “Ne Ordu, ne Mursi” diyen çok küçük bir sol azınlık dışındaki muhalif güçlerin hepsi darbeyi destekledi. İhvan’dan çok daha keskin ve açık şeriatçı Selefiler bile darbeyi destekleyerek Ordu ile ortak hareket etti. Geçici Başkan olarak atanan Mansur’un açıklamasına göre “demokrasiye geçiş için yol haritası” dokuz ay içinde uygulanacaktı! “Yol haritası”, eğer parlamento seçimleri planlandığı gibi –yeniden ertelenmezse- 22 Mart-7 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşirse, yaklaşık iki sene sonra uygulanmış olacak.

Darbe ile birlikte burjuva demokrasisi yönünde atılmış kimi adımlar da ortadan kaldırıldı ve faşizm yeniden, yönetim biçimi oldu. Mübarek döneminin gerçek iktidar sahipleri yeniden ipleri ellerine aldılar ve Mübarek döneminin faşizmini bile aratan şiddette baskı, sömürü ve yok etme mekanizmasını devreye soktular. 26-27 Mayıs 2014 tarihlerinde yapılan başkanlık seçimleriyle Sisi, Başkanlık koltuğuna oturarak iktidarını perçinledi. İnsan hakları sözkonusu edildiğinde akla gelen, düşünce, basın, örgütlenme, protesto, grev vb. tüm hak ve özgürlüklerin faşizmin postalları altında ezildiği; her tür muhalefetin yasak olduğu; yasaklara rağmen protestolara katılanların tutuklandığı ve yer yer öldürüldüğü, sistemli biçimde işkencelere, cinsel taciz ve tecavüze maruz bırakıldığı, yıllarca hapis cezalarından ömürboyu hapse ve idam cezalarına mahkum edildiği; darbeden sonra yüzlerce insanın katledildiği ve onbinlercesinin zindanlara tıkıldığı bir durum, dördüncü yılında “Arap Baharı”nın Mısır’daki görüntüsüdür. Kısacası, Mısır’da faşizm hüküm sürüyor! KİMİ GELİŞMELER... Mısır’daki gelişmeler hakkında son olarak, 170. sayımızda 27 Haziran 2014 tarihinde tavır takındık. Bu yazımızda 2014 Temmuz’undan itibaren yaşanan kimi gelişmelere değineceğiz. BM’ye bağlı İnsan Hakları Örgütü (HRW), 14 Ağustos 2014 tarihinde Adeviye ve Nahda meydanlarında yaşanan katliamın yıldönümü öncesinde hazırladığı 188 sayfalık araştırma raporunu, 12 Ağustos 2015 tarihinde yayınladı. Sözkonusu raporu Kaire’de, yapılacak basın toplantısıyla resmen açıklamak için Mısır’a giden HRW temsilcileri, “güvenlik gerekçesi” nedeniyle ülkeye sokulmadılar. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu rapora göre, katliam, devletin tepesindeki yetkililerin –Sisi başta olmak üzere yüksek kattaki siyasetçiler ve generallerin- planı ve emriyle gerçekleşmiştir. Buna uygun olarak da raporun adı: “Herşey plana göre –Mısır’da Rabaa Katliamı ve protestocuların kitlesel olarak öldürülmesi”dir. Raporda en az 817 insanın katledildiği, ama gerçek sayının 1000’den fazla olabileceği de tespit edilmektedir. Kaire’de basın toplantısı yapılamadı ama rapor 12 Ağustos’ta yayınlandı. Katliamda ölen polis sayısı Mısır rejimince 114 olarak tespit edilirken, rapora göre ise 8 polis ölmüştür. Mısır egemenleri kendilerinin sahtekarlıklarının dile getirilmesine sansür uy-

41


panorama 42

gulamaya çalışsa da, kimi gerçeklerin üzerini örtmeyi başaramadı. “Arap Baharı”nın etkisini gösterdiği kimi ülkelerde, islamcı, şeriatçı faşist güçler giderek güçlendi. Irak ve Suriye’de “İslam Devleti”nin (İD) güçlenmesine bağlı olarak Cezayir, Libya gibi ülkelerdeki şeriatçı kimi güçler gibi, Mısır’daki “Ensar Beytül Makdis” adlı örgüt de 2014 Kasım ayı başlarında “İslam Devleti” ve şefi Bağdadi’ye sadakat ve itaat yemini ederek kendilerinin İD parçası olduğunu ilan ettiler. Bu arada isimlerini de “Sinai Devleti” olarak değiştirdiler. Bu örgüt özellikle Mursi’nin devrilmesinden sonraki süreçte Sinai Yarımadası’nda devletin kolluk güçlerine yönelik saldırılarda bulundu, bulunuyor. Eylem alanlarının esas merkezi Sinai olsa da, Kaire başta olmak üzere kimi diğer şehirlerde de, özellikle bomba patlatma eylemleri yapmaktadırlar. Gelişmeleri ele aldığımız son sekiz aylık dönemde yaptıkları eylemlerle onlarca asker ve polis öldürdüler. Darbe sonrası dönemde en çok askerin (31 kişi) öldürüldüğü saldırı 24 Ekim’de yaşandı. Bu olayın ertesinde hükümet Sinai’nin sözkonusu bölgesinde sıkıyönetim ilan etti. Tüm baskılara, saldırılara rağmen devletin kolluk güçleri bölgedeki saldırıları engelleyemiyorlar. Devletin en son başvurduğu “önlemler” arasında Mısır ile Filistin sınırındaki Refah kentinde, kimi yerleşim bölgelerini boşaltmak ve binaları yıkmak var. Ekim ayından beri en az 1165 ailenin sınır bölgesinden sürüldüğü ve yıkılmak istenen bina sayısının 1220 olduğu da verilen bilgiler arasındadır. Bu saldırılar sonucunda sürgün edilen, edileceklerin sayısının 100.000 kadar olduğu bilgisi de medyaya yansıyan haberler arasındadır. Mısır’ın egemenlerinin Libya’daki İslam Devleti “şubesi” ile de başı dertte! Şubat ayı ortalarında 21 Mısırlı Hristiyanın katledildiğini gösteren video yayınlandıktan sonra Mısır ordusu Libya’da “Ensar el Şeria”ya yönelik hava saldırısında bulundu. Verilen bilgilere göre onlarca “Ensar el Şeria” militanı öldürüldü ve maddi zarar verildi. Sisi BM’den Libya’ya müdahale talebinde bulundu. Devletle muhalif güçlerin karşı karşıya geldiği alanlardan biri de Üniversiteler’dir. Üniversitelerde yeni sömestr dönemi, devletin engellemeleri sonucu iki haftalık gecikmeyle 11 Ekim 2015 tarihinde başladı. Saldırılar ve tutuklamalar saha sömestr başlamadan gündemdeydi. Düzinelerce öğrenci önderi tutuklandı. Okul alanları yüksek çitlerle sarılmış, gözetim kameraları ve tüm giriş kapılarına metal dedektörler

yerleştirilmiş, okullar tam bir askeri garnizona çevrilmişti. Öğrenciler, daha ilk günden itibaren bu saldırılara karşı çıkıp dedektörleri kırıp bekçileri kovaladılar. Kısa sürede 14 Üniversite’de onlarca protesto, miting ve kolluk güçleriyle çatışmalar yaşandı. Sözkonusu eylemler “Darbeye Karşı Öğrenciler” (SAC) adlı örgüt tarafından düzenlendi. Bunların İhvan yanlısı olduğu, fakat laik ve demokrat gençler tarafından da desteklendiği bilgisi verilmektedir. Kaç öğrencinin tutuklandığı net olarak belli değil. Son dönemde tutuklananların sayısı 160’dan fazla. Darbe sonrasında binlercesinin tutuklandığı, hala hapiste olanların sayısının ise 900 kadar olduğu, “Konuşma ve Düşünce Özgürlüğü Derneği” (AFTE) tarafından açıklandı. Sisi’nin üniversitelerdeki mücadeleye yanıtı ise, kararname yayınlayarak Üniversite Başkanları ve Dekanları’nı atama yetkisini eline almak ve tüm “siyasi öğrenci dernekleri”ni yasaklamak oldu. Sisi’nin kararnameyle kamu kurum ve binalarını askeri alan ilan etmesi ve sözkonusu alanlara zarar verenlerin askeri mahkemelerde yargılanmasına kapıyı aralaması da bir başka saldırıydı. Yüksekokul Bakanı El Said Abdulhalik ise, herhangi bir eylemde yer alan her öğrenciyi, doçenti, profesörü, derhal okuldan atacağını ilan etti! Basın alanında ise, devlete, devlet yetkililerine yönelik her eleştirinin sansürle, baskı ve cezalarla yok edilmek istendiği ve büyük oranda da başarılı olunduğu bir durum sözkonusudur. Eleştiri yöneltenler -isterse solcu ve laik olsun- İhvan yanlısı olmaktan, “terörizmi desteklemekten” hapis cezalarını göze alanlar; sistemle uzlaşmaktansa tüm bedellerine rağmen demokratik hakları savunmayı kendilerine görev bilenlerdir. Ne yazık ki böylelerinin sayısı çok azdır. 17 günlük gazetenin Şef/ Baş-Redaktörleri Ekim ayı sonunda, hemen geçerli olmak üzere, kamuya açık olarak devlete ve devlet kurumlarına yönelik her tür eleştiriden kaçınacakları konusunda kendilerini yükümlü kıldıklarını ilan etti. Böylece “Ordunun, Polisin ve Yargının muamelelerine olumsuz bir görüntü vereceği” durumlardan sakınılmış olacakmış mış... Okurlarına karşı bu kendi kendilerine sansür tavırını açıklamaları ise “Teröre karşı savaş” durumu biçimindedir. 2014 yılı Temmuz ayından beri önceden verilen idam kararlarına ek olarak verilen idam cezalarının sayısı 200’den fazladır. Protesto eylemlerinde öldürülenlerin sayısı belli değil ama medyaya yansıyan bil-


yer kimi devletlerin yetkililerinin Mısır yönetimini “demokratik” olmaya çağırmaları dışında önemli bir tepki yok. Bu temelde genel olarak tespit edilirse, Mısır ile ABD ve AB’nin emperyalist devletleriyle ilişkileri –kimi istisnalar dışında- durgun bir dönemi yaşıyor. Rusya ile ilişki ise gelişmektedir. 9-10 Şubat 2015 tarihlerinde Rusya Başkanı Putin Mısır’ı ziyaret etti. Sözkonusu ziyaret öncesinde Kaire’nin cadde ve sokakları Putin resimleriyle donatıldı, Mısır medyasında Putin’e övgüler yağdırıldı... Putin, Sisi’ye hediye olarak bir Kalaşnikov götürdü. Putin’in açıklamasına göre Rusya’nın Mısır ile ticaret hacmi 2014 yılında, 2013 yılına göre %80 artmış ve 4,5 Milyar ABD Dolar’ına yükselmişti. Sisi ve Putin arasındaki görüşmelerde, başta silah ticareti olmak üzere birçok konuda anlaşma imzalandı. Rusya, Mısır’dan gıda ithali oranını yükseltmek isterken, Mısır Rusya’dan askeri, savaş araçları –savaş uçakları, helikopterler ve roketler vb. vb.-, Gaz ve Buğday satın almak ve bir de atom santrali inşa ettirmek istiyor. Somut anlaşmaların neyi içerdiği belli değil ama bu konularda anlaştıklarını, anlaşmaları imzaladıklarını kamuoyuna açıkladılar. Böylece 2008 yılında atom enerjisini barışçıl kullanma ortaklığı da, Atom Santrali kurmaya kadar ilerletilmiş oldu. Mısır’ın egemenleri, özellikle Mursi’ye karşı darbe sonrası dönemdeki gelişmelere bakıldığında, sadece “Batı”ya yönelme siyasetini değiştirmişlerdir. Mısır’da faşizmin hüküm sürdüğü ortamda, kitlelerin mücadelesi kitleselliğini kaybetmiş durumda. Fakat tüm baskılara, zulme karşın, mücadeleler sürüyor! Protesto eylemlerine son dönemlerde en yüksek katılımın 4-5000 kadar olduğu, çoğu sefer katılımın yüzlerle ifade edildiği, eylemler varlığını sürdürüyor. Her eyleme katılımın hapisle, işkenceyle sonuçlanacağının bilindiği yerde, onlarca, ya da yüzlerce insanın protestolara katılması, faşizmin mezar sessizliğini sağlayamadığını; kitlelerin artık 2011 öncesinden farklı bir bilince sahip olduğunu göstermektedir. “Arap Baharı”nın dördüncü yıldönümünde de protestolar yaşandı. Faşist rejim burada da gerçek yüzünü gösterdi: 25 kişinin katledildiği, 100 civarında insanın yaralandığı ve ülke çapında resmi açıklamaya göre 516 kişinin tutuklandığı bir durum yaşandı. Evet, barbar rejimin tüm cinayetlerine, baskılarına rağmen, mücadele sürüyor! Kısa vadede yeni bir “Bahar” beklemek hayal olur ama geldiğinde, bir dahaki “Bahar” herhalükarda başka olacaktır! 25.02.2015

panorama

gilere bakıldığında onlarca insanın katledildiği tespit edilebilir. Ömür boyu hapse mahkum edilenlerin sayısı yüzlercedir. Değişik oranda hapis cezalarına çarptırılanlar ise binlercedir. Hapis cezalarına çarptırılanlar genelde muhalefet eden her kesimden insanlardır. Öncelikle İhvan yanlıları, “Ne Ordu, ne Mursi” diyerek doğru tavır takınanlar ve evet, darbeyi destekleyenler de giderek hedefe konmuşlardır. Hapis cezalarına çarptırılanlar arasında reşit yaşta olmayan çocuklar/ gençler de var. Mübarek rejimine karşı mücadelede önemli rol oynayan “6 Nisan Hareketi” de rejimin hedefleri arasındadır. Şubat ayı başlarında, Mübarek rejimine karşı protesto ettikleri nedeniyle “6 Nisan Hareketi”nden 230 kişi müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Hareketin önderlerinden Ahmed Duma’ya ayrıca devlet binalarına zarar verdiği gerekçesiyle altı (6) milyon TL kadar da para cezası verildi. Aynı davada 39 reşit yaşta olmayan kişiye de onar yıllık hapis cezası verildi. Muhalefete cezalar yağdırılırken Mübarek döneminin “tutuklanan” ve hakkında dava açılan kimi halk düşmanları temize çıkarılıyor! Detayları bir kenara bırakırsak bu konuda durum kısaca şöyledir. Mübarek, iki oğlu Cemal ve Ala, eski İçişleri Bakanı Habib el Adli ve altı yüksek rütbeli polis komutanları, özellikle 25 Ocak 2011 tarihinde başlayan protestolar döneminde 800’den fazla insanın katledilmesinden sorumlu olmaktan, devletin parasını yemekten, kanundışı olarak mal-mülk edinmekten vb. vb. yargılanıyorlardı! Mayıs ayında Mübarek devletin parasını yemekten 3, iki oğlu 4 sene hapis cezası almıştı. Mübarek ve Adli hakkında daha önce müebbet hapis cezası verilmiş, temyiz kararı ile dava yeniden başlamıştı. 29 Kasım 2014 tarihinde Ceza Mahkemesi davayı bitirdi ve hepsini de “suçsuz” ilan etti. 2015 Ocak ayı başlarında ise Mübarek hakkında verilmiş olan üç senelik mahkumiyet iptal edildi. Böylece Mübarek ve diğer yargılananlar temize çıkarıldı. Sözkonusu davaların yeniden temyiz edilmesi ve tekrar başlatılması teorik olarak mümkün. Ama davalar yeniden ele alınsa da sonucun özde değişeceğine inanmak için biraz saf olmak gerekiyor! Rejimin kendi adamlarını, özellikle de kitle hareketinin neredeyse sıfıra indirildiği bir durumda, “kurban” etmeyeceği açıktır. Uluslararası ilişkiler alanındaki durum hakkında kaydedilmesi gereken esas gelişme, Mısır’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirmesidir. ABD ve Avrupa Birliği’nin emperyalist güçleriyle ilişkiler darbe öncesindeki kadar iyi olmasa da “normalleşmiş” durumda. Yer

43


panorama

BM İKLİM ZİRVESİ’NDEN NE ÇIKTI? LİMA/ PERU

Sözkonusu çelişkiler zengin devletlerle fakirler, emperyalistlerle bağımlı devletler arasındaki, emperyalistlerin kendi aralarındaki ve fakir ve bağımlı devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler diye kategorize edilebilir. Olumlu atmosferde başlayan konferansta, sözkonusu çelişkiler gündeme geldiğinde, iyimserliğin yerini, kimi delegelerin oturum salonlarını kızgınlıkla terk etmesi; tartışma ortamı yok olduğundan oturumların ertelenmesi almıştı. Çelişkilerin giderilememesi konferansın uzamasını beraberinde getirdi.

BM

44

İklim Konferansı (COP20/ CMP 10) planlandığı gibi 1Aralık 2014 tarihinde Peru’nun Lima kentinde başladı, ama planlananın tersine 12 Aralık’ta değil, uzatmalı olarak 14 Aralık’ta bitirildi. Yine her seferki gibi BM üyesi devletlerin temsilcileri, heyetleri konferansa katıldı. Medyaya yansıdığı kadarıyla temsil edilen devlet sayısı, BM üyesi devletlerin sayısından fazlaydı. Konferansın sonuçlandırması gereken esas şey, bu sene 30 Kasım - 11 Aralık 2015 tarihlerinde Fransa/ Paris’te yapılacak COP21/ CMP11’de sonuçlandırılmak istenen ve tüm ülkeleri bağlayan anlaşmanın taslağını hazırlamak, sonuçlandırmaktı. Daha önceki konferanslarda ortaya çıkan çelişkilerin bilincinde olan BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, COP20/ CMP10 öncesinde bu konuda belli bir uzlaşma sağlamak amacıyla tüm BM üyesi devletlerin temsilcilerini 23 Eylül’de yapılacak BM Zirvesi’ne davet etti. Sözkonusu zirve öncesinde, zirvede iklimi koru-

maya yönelik anlaşma sağlanmasını zorlamak için birçok ülkede eylemler gerçekleştirildi. Eylemlere toplam 350.000 insanın katıldığı açıklandı. Zirveye 126 devlet, Başkan ve Başbakan düzeyinde temsil edildi. Zirvede dile getirilen esas kaygı, 2009 yılında Kopenhag’da yaşanan durumun Paris’te bir kez daha yaşanmamasıydı. Tüm devletleri bağlayan bir iklim anlaşmasının sağlanmasıydı. Buna bağlı olarak da Lima’da yapılacak COP20/ CMP 10 öncesinde, başta ABD ve Çin olmak üzere iklim anlaşmasının kendileri için bağlayıcı olmasına karşı çıkan ve şimdiye kadar anlaşmayı engelleyen devletler olarak sayılan devletlerin uzlaşmak için adım atmasının sağlanması gerekiyordu. Atmosfere salınan zehirli gazların %55’inin Çin, ABD ve AB tarafından salındığı bilindiğinde ve AB’nin 2030 yılına kadar, 1990 yılına göre salınımı %40 civarında azaltma yönlü tavrı da buna eklendiğinde, dikkatlerin merkezinde Çin ve ABD’nin tavrını değiştirip değiştirmeyeceği vardı. Aslında


panorama

iklimi koruma sorununa ciddi biçimde yaklaşıldığında, ABD ve Çin gibi, Kanada, Avustralya, Japonya, Rusya, Hindistan, Brezilya, Endonezya ve diğer devletlerin tavırlarının da olumlu yönde değişmesi gerekiyor. AB’nin soruna olumlu yaklaştığı görüntüsü ise aldatıcı bir tavırdır. Detaylara ve somuta bakıldığında, iklimi korumak için bu hedef ilanının yeterli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Adını yukarıda vermediğimiz diğer devletlerin tavırları da –farklılıklara rağmen- iklimi korumaya yönelik tavır değildir. Sonuçta tüm devletlerde egemen olan kapitalist, sömürü sistemidir. Buna bağlı olarak da sözkonusu her devletteki burjuvazinin çıkarları, diğerleriyle çelişmektedir. Kaygılarının merkezinde kar, azami kar durmaktadır, iklimi korumak değil. Kısaca söylenirse çok yönlü çıkar ve hesapların ve buna bağlı olarak da çelişkilerin sözkonusu olduğu bir durum sözkonusudur. Zaten şimdiye kadar herhangi bir anlaşmanın sağlanamamış olmasının perde arkasında da bu çıkarlar ve çelişkiler var. Emperyalistlerin, kapitalistlerin dikkatinin merkezinde kendi çıkarlarının olduğu olgusu, bunların iklimi koruma konusundaki tavırlarını da belirlemektedir. Azami kar siyasetlerine uygun olmayan bir iklim siyasetini bunlardan beklemek, boş bir beklentidir. Emperyalistler için iklimi koruma siyaseti sadece ve sadece ticaret ve kar hesaplarına dayanan bir siyaset olabilir. İklimi korumaya karar verdikleri yerde, bilin ki, iklim felaketinin yaratacağı kayıplarının, karlarından daha yüksek olacağının hesabını yapmışlardır. Emperyalistlerin temsilcilerinden bu konuda da bir şey beklenemeyeceği, 23 Eylül 2014 tarihli zirvede de bir kez daha ortaya çıktı. Dörder dakikalık

konuşmalarına bakıldığında, hepsinin de iklim değişikliğinin ne gibi felaketlere yol açacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Meselenin özü ise, iklim değişikliğinin felakete götürmemesi için sadece “bir şeyler yapılması” gerektiğinin söylenmesi değil, somut ve bağlayıcı olarak nelerin yapılması gerektiğinin ortaya konması ve herkesin de buna uygun davranmasıdır. ABD Başkanı Obama: “Bu problemin oluşmasındaki sorumluluğumuzu kabul ediyoruz. Bu sorunla mücadele için sorumluluğumuzu ciddiye alıyoruz.” Ya da iklim değişikliğini engellemek için: “Bizim, ABD ve Çin’in bunu yönetmek için özel sorumluluğumuz var. Önde gitmek, bu, büyük ulusların yapmak zorunda olduğu şeydir.” diye tavır takınması, önemli bir yeni yaklaşım olarak değerlendirildi. Çin Başbakan Yardımcısı Zhang Gaoli ise: “Çin, insanlığa daha iyi bir gelecek inşa etmek için, diğer devletlerle birlikte sorumluluğu üzerlenmeye hazırdır.” tavrını takındı, ama herkese aynı sorumluluğun yüklenmesine karşı çıktı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ise diğer şeylerin yanısıra: “İklim değişikliğinin insani, ekonomik ve ekolojik fiyatı yakından taşınamaz olacak.” diye sorunun önemini vurgularken, zirveye katılanları ima ederek “önlem almanın önündeki tek engel ise, biziz” dedi. Zirveden herhangi bir karar alınmadı ve sonuçta yine genel lafların ötesine geçilmedi. ABD ve Çin temsilcilerinin bu zirvede yaptıkları konuşmaların somutlandırılması ise Kasım ayı ortalarında medyayı meşgul etti. Çin Başkanı Xi Jinping ile ABD Başkanı Obama Pekin’de yürüttükleri iki günlük görüşme ertesinde, 12 Kasım’da basın toplantısı yaparak iklim değişikliği konusunda, yenilenebilir enerji dalında ortak çalışmaya karar verdiklerini, atmosfere zehirli gaz salınımını azaltmak için plan ve hedeflerini basına açıkladılar. Kısaca ifade edildiğinde ABD 2025 yılına kadar, 2005 yılını baz alarak zehirli gaz salınımını %2628 oranında azaltacağını ilan etti. Çin ise somut bir

45


panorama 46

oran vermeden 2030 yılından itibaren zehirli gaz salınımının artmayacağını, tersine 2030 yılından itibaren azaltılacağını ilan etti. Bu arada yenilenebilir enerji oranının 2030 yılına kadar tüm enerjinin %20 ’sini karşılayacak oranda artırılacağını da açıkladı. Yani ABD 1990 yılını baz almıyor ve salınım oranını azaltma hedefini de düşük tutuyor. Çin ise, enerji ihtiyacını karşılamak, petrol ve gaz satın aldığı devletlere bağımlılığı azaltmak için de olsa yenilenebilir enerjiye, şimdilik en çok önem veren ülkedir. Fakat buna rağmen, son verilere göre 2013 yılında atmosfere 9.977 Megaton zehirli gaz salmıştır. 2030 yılına kadar hiçbir artış yaşanmasa bile, her sene atmosferi bu oranda zehirlemeyi sürdürecektir. Burjuva medyanın bu tavırları kitlelere anlatması da, esasında Çin ve ABD’nin iklim anlaşmasının önündeki engeli kaldırdıkları, artık anlaşmanın 2015 yılında Paris’te imzalanmaması için önemli bir engelin kalmadığı, “tarihi bir adım” atıldığı vb. biçimindeydi. Burjuva siyaset temelinde de olsa iklim değişikliğine karşı somut önlem almaktan yana olan kimi kesimler ise –özellikle doğrudan iklim, çevre sorunlarıyla ilgilenenler- bu gelişmenin önemli olduğu, ama somut ve acil önlemlerin hala alınmadığı, iklimi korumak için daha çok somut adımların atılması gerektiği yönlü tavır takındılar. Burjuva medyanın çok önemli bir tavır olarak gösterdiği bu gelişmenin, COP20/CMP10 öncesinde son

yıllardaki konferanslara göre iyimser bir atmosfer oluşturduğu biçiminde de propaganda edildi. Buna göre Lima’daki konferans bu iyimser havanın etkisiyle “sıcak bir atmosfer”de başlamıştı.

KONFERANSTAN NE ÇIKTI? Konferansın ilk haftasındaki atmosferi Greenpeace temsilcisi “Hiç bir zaman, BM İklim Konferansı öncesinde böylesi olumlu sinyaller yoktu.” diye överken, Germanwatch temsilcisi ise durumu “Şahane bir gelişme” olarak değerlendiriyordu. İyimserliği “kanatlandıran” bir yenilik olarak sunulan bir nokta da “devletlere hedeflerin dayatılması yerine, herkesin gönüllü olarak iklimi koruma hedeflerini önerebilmesi” noktasıydı. Buna göre sonuçlandırılmak istenen anlaşma herkes için bağlayıcı olacak ama, her devlet kendisi için tespit ettiği oranda bu sorumluluğu üzerlenecek. Söz verdiği oranda zehirli gaz salınımını azaltma yükümlülüğü geçerli olacak! Konferansın ikinci haftasında, bakanlar düzeyindeki görüşmeler, pazarlıklar başladığında ise sözkonusu iyimserlik yok olmuştu! Taraflar arasındaki çıkar çelişkileri, karşılıklı eleştirileri de kaçınılmaz kılıyor, önceki konferanslarda gündeme gelen ve anlaşmayı engelleyen çelişkiler yeniden öne çıkıyordu. Sözkonusu çelişkiler zengin devletlerle fakirler, emperyalistlerle bağımlı devletler arasındaki, em-


panorama

peryalistlerin kendi aralarındaki ve fakir ve bağımlı devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler diye kategorize edilebilir. Olumlu atmosferde başlayan konferansta, sözkonusu çelişkiler gündeme geldiğinde, iyimserliğin yerini, kimi delegelerin oturum salonlarını kızgınlıkla terk etmesi; tartışma ortamı yok olduğundan oturumların ertelenmesi almıştı. Çelişkilerin giderilememesi konferansın uzamasını beraberinde getirdi. Kimi burjuva yazarların bile tespit ettiği gibi, anlaşma taslağını hazırlamak yerine, konferansın esas hedefi, görüşme-pazarlık sürecini kurtarmaya dönüştü. Buna bağlı olarak da “mini” bir uzlaşma ile konferans sonuçlandı. “İklimi Korumak İçin Lima Çağrısı” başlığıyla yayınlanan sonuç bildirgesi, iklimi korumak için hiçbir somut önlem içermemektedir. Adından da belli olacağı gibi, genel laflarla temenniler dile getirilmekte ve tüm katılımcı devletlere iklimi önleme hakkında cesaretli olmaya, olumlu adımlar atmaya çağırmaktadır. Bir nevi ev ödevlerini yapmaya davet etmenin ötesinde ciddi bir sonuç çıkmadı! Dile gelen en önemli açıklamalarından biri, varılan hedeflerin gerisine düşmemektir. Paris’te sonuçlandırılması istenen anlaşmanın taslağının kimi unsurlarının ortaya konduğu 37 sayfalık “taslak” ise sonuç bildirgesinin eki olarak ele alındı. Bu durumda taslağın bile taslağı olmayan unsurlar, bağlayıcılık da içermemektedir. Böylece tüm temel çelişkiler ertelendi. Konferanstan beklentisi olanlar yine hayal kırıklığı yaşadı! Detaylarda dile getirilen ve de yapılması istenen iyi şeyler var! Ama genel isteğin ötesine geçmiyor! Paris zirvesine kadar yapılması ve çözüme ulaştırılması gereken çok sorun var. Bunun için en önemli görünen nokta, her devletin Mart ayı sonuna kadar

kendilerinin tespit ettiği planı ortaya koymasıdır. Bu noktada bile herkesi bağlayıcı bir karar verilemedi. Sorun gönüllü temelde ele alındı. En geç ama 1 Ekim’e kadar sözkonusu plan veya hedeflerin BM İklim Sekretaryası’nın eline geçmesi ve 1 Kasım 2015 itibariyle Paris konferansına raporun hazırlanmış olması

gerekiyor. Konferanstan olumlu gelişme olarak aktarılan şey, konferans sürecinde verilen sözlerle birlikte “Yeşil İklim Fonu”na aktarılan paranın 10 Milyar ABD Dolarını geçmesiydi. Bunun nasıl ve nerede kullanılacağı konusunda ise somut bir plan ve açıklama yok. Bu da bir dahaki konferansa ertelendi. Lima’dan bizim için tek olumlu haber, 15.000 kadar insanın protestosuydu. Protestoda dile gelen sloganlardan biri: “İklimi değil, sistemi değiştirelim!” sloganıydı. Evet, iklimi korumak isteyenlerin, bu sistemi yıkma mücadelesine katılması gerekiyor. Sistemi değiştirmezsek iklim değişikliğinin ve felakete sürüklenmenin önünü alamayız! Sonuç olarak Paris konferansında neler olabileceğini tahmin edersek, karşımıza şu olasılıklar çıkmaktadır: Son yıllardaki tavırlara bakıldığında öyle ya da böyle bir anlaşmanın imzalanması olasılığı öne çıkmaktadır. Böylesi bir durumda, önceki yazılarımızda da dikkat çektiğimiz gibi, bu anlaşmanın iklimi korumaktan uzak, boş bir anlaşma olacağıdır. İkinci olasılık ise 2009 yılında Kopenhag’da olduğu gibi herhangi bir anlaşmanın sağlanamamasıdır. Bu durumda da bir başka olasılık gündeme gelebilir. O da Paris’teki COP21/ CMP11 bitmemiş bir konferans olarak kabul edilir ve 2016 yaz aylarında ikinci bölümü toplanır. Bu olasılık gündeme geldiğinde daha başka nelerin değişeceği de belli değil. Bu durumda, öyle ya da böyle kaybeden iklimimiz ve biz olacağız. Gerçekten iklim değişikliğini önleyecek kararlar alınacağını beklemiyoruz. Olursa eğer seviniriz. 26.02.2015

47


panorama

PARLAMENTO SEÇİMLERİ VE GELİŞMELER! YUNANİSTAN:

Syriza’nın hükümetteki bir aylık icraatı, daha şimdiden seçim vaatlerinin çok gerisine düştüğünü belgelemiştir. Syriza’ya destek verenlerin bir bölümü, sağcı ANEL ile koalisyona gidilmesiyle hayal kırıklığı yaşadığını ilan etmiştir. Kısacası Syriza da Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin çıkarlarını değil, Yunan burjuvazisinin çıkarlarını savunan bir konumdadır. Bunlardan yeni bir dünya ya da sistem beklemek abesle iştigaldir. Mayıs 2012’de Yunanistan’ın parlamento seçimlerinden çıkan üçlü ittifak (Yeni Demokrasi, Pasok ve Dimar) 2014 yılı sonunda yeni Cumhurbaşkanı’nı, yapılan üç tur seçimde seçemedi. Anayasa gereği 10 gün içinde parlamentonun feshedilmesi ve 30 gün içinde de yeni seçimlerin yapılması gerekiyordu. Seçimler 25 Ocak 2015 tarihinde yapıldı. Sonuçları kısaca özetlersek, Yeni Demokrasi, Pasok ve Dimar koalisyonu kaybetmiş, Syriza ise seçimden

48

2007 % M.Vekil 2012 % M.Vekili 2015 % M.Vekili

ND Yeni S Y R İ Z A Demokrasi R a d i k a l Sol %41,84 %5,04 152 14 % 29,66 %26,89 129 71 %27,81 %36,34 76 149

galip olarak çıkmıştır. Bu galibiyetin de abartılacak bir galibiyet olmadığını vurgulamak gerekiyor. Yunanistan seçim sistemine göre seçimden birinci parti olarak çıkan partiye 50 milletvekili bonus/ ikramiye olarak veriliyor. Syriza’nın %36,34 oy oranı ile 149 milletvekili çıkarmasının sırrı da buradadır. Oy oranlarının rakamsal sonuçları ise somut olarak şöyledir:

P A S O K ANEL Ba- KKE Komü- XA AltınŞa- D İ M A R Panhelenik ğımsızlar nistler fak* D.Sol** %38,10 102 %12,28 33 %4,68 13

--%7,51 20 %4,75 13

%8,15 22 %4,5 12 %5,47 15

%3,80 10 %6,92 18 %6,28 17

--%6,25 17 %6,05 17


MALİ VE EKONOMİK KRİZİN ETKİLERİ 2008’in üçüncü çeyreğinden itibaren başlayan, 2009’da dibe vuran devrevi krizin depresyon evresinde tam bir çöküş yaşanmıştı. 2009’da dünya çapında büyüme İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez sıfırın altına düşmüştü. 2008 Eylül’ünden itibaren başlayan büyük iflaslar, borsa çöküşleri söz konusuydu. Mali kriz hep daha fazla borçlanarak aşılma durumundaydı. Devletler para ve devlet tahvili basarak, merkez bankaları nerede ise sıfır faizle para dağıtarak mali krizi güya aşma ile meşgul oldular. Aşırı borçlanma krizden çıkışın reçetesi olarak sunuldu. Devletlerin borç balonları şiştikçe şişti. Kriz AB içinde İrlanda’dan sonra Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni iflas

durumuna getirmişti. Bu anlamda Avrupa’yı zorlayan ekonomik krizde en dibe vuran ülke Yunanistan olmuştu. Bu ülkeler Avrupa Birliği Merkezi Fonu’ndan, aslında ise IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’nın (troyka) denetimine girmesi şartıyla verilen yeni borçlarla, mali politikaların bu üçlü tarafından belirlenmesi şartıyla resmi iflastan kurtulmuşlardı. Bu iflastan kurtulmak için Yunanistan’ın yeni borçlarla -240 Milyar Avro kadar- toplam borcu 320 milyar Avro’ya yükseldi. Altına imza atılan borcun geri ödeme planı çok şeyler yazmaya gerek bırakmamaktadır.

panorama

*Açık Faşistler (2007 Seçimlerinde bunlar Ortadoxlardır.) ** Demokratik Sol 2015 seçimlerinde Sol Liberaller (Potami) dir. Sayılara dikkat edilirse iki genel seçim arasında en fazla oy kaybeden Pasok’dur. Oy kaybı %7,6 ve milletvekili sayısı ise 20’dir. Yeni Demokrasi (Muhafazakârlar) oy oranında sadece %1,85’lik kayıba rağmen 53 milletvekili kayıpları vardır. Bu da yine seçim sistemine bağlı olarak, 2012 seçimlerinden birinci parti olmasıyla ekstradan kazandığı 50 milletvekilini, bu sefer Syriza’ya kaptırması sonucudur. Bu olgu gözönüne alındığında Yeni Demokrasi’nin gerçek kaybı 3 milletvekilidir. Koalisyon ortağı Dimar ise durumunu korumuştur. Burada Syriza’nın neden, nasıl oylarını 2012’ye göre %10 ve 2007 seçimlerine göre ise %31,3 oranında artırmış olarak en güçlü parti konumuna geldiğini sormak lazım? Kimilerine göre popülist pragmatist politika! Kimilerine göre emperyalistlerin dayatmasına karşı radikal dikleşmeler! Kimilerine göre gerçekten halkı temsil edenlerin parlamenter devrim yapmasıdır! Parlamenter devrim tespiti en yanlış olanıdır. Diğerlerinin, yani popülist ve radikal görünümlü dikleşme vb. tavırlar, Syriza’nın oylarını yükseltmesinde rol oynayan etmenler arasındadır. Popülist ve radikal görünümlü talepler ise, Syriza’nın emekçilerin çıkarlarını savunduğu yönlü algıyı oluşturarak kitlelerin bilincini karartan taleplerdir. Syriza’nın birinci parti olarak seçimlerden çıkmasının perde arkasını kavramak ve anlamanın anahtarı, küresel alanda 2008-2015 yılları arasındaki ekonomik ve politik gelişmelerin Yunanistan’a yansımasının doğru analiz edilmesindedir.

Troyka’nın dayattığı ödeme planı: Bu ödeme planına göre, Yunanistan yeni borçlar edinmemesi koşuluyla 42 yıl boyunca borç ödeyecektir. Borcun faizi ise borcu verenlerin kârıdır. Borcun verilmesi ve geri ödenmesi konusunda en fazla gürültü koparan Almanya, en fazla borç veren ülke konumundadır. Aslında Almanya iflas eşiğine gelen ülkelerdeki cari açığı kendine olumlu olarak yazandır. Avrupa’da Alman ekonomisi en sağlam ekonomidir. AB içindeki ekonomik ve ticaret ilişkilerinde de en fazla kâr elde eden emperyalist güçtür. İşte bu borçların geri ödenmesi için troyka tarafından Yunanistan’a dayatılan kemer sıkma politikaları ve şartlarına karşı çıkma politikası Syriza’yı birinci parti haline getirmiştir. Bağrında her rengi barındıran bu popülist harekete kitlelerin yönelmesinin sebeplerinin başında hem sokaklardaki eylem hareketinin içinde olmaları ve hem de seslendirilen taleplerinde yatmaktadır. Burada Yunanistan’da Helenist milliyetçiliğin “sol” versiyonunun etkisinin de önemli rol oynadığının altını çizmek gerekiyor. Syriza’nın

49


panorama

hem “solcu” görünmesi, hem de AB’nin başını çeken emperyalist güçlerin ve de kurumların köleleştirici dayatmalarına –sınırlı da olsa- karşı çıkması, kitlelerde, Syriza’nın ulusal bağımsızlıkçı bir güç olduğu düşüncesini güçlendirmiştir. Syriza’nın seçimlerden birkaç gün sonra sağcı, milliyetçi ANEL ile koalisyon kurmasının bir açıklaması da bu helenist yaklaşımdaki ortaklıklarıdır. Troyka’ya ya da AB’li emperyalist güçlerin dayatmalarına karşı çıkmaları, bunların anti-kapitalist olmalarından kaynaklanmıyor! Milliyetçilik, Syriza ile ANEL’in koalisyon kurmasının ortak noktasıdır.

SYRİZA’YI İKTİDARA GETİREN TALEPLER VE PROGRAMINDAN KESİTLER: Çoğunluğu Yunan sermayesine, bankacılık sistemine pompalanan AB/IMF ve Dünya Bankası borçlarının bu biçimiyle ödenmeyeceğini, yeniden pazarlık yapılacağını, borçların kısmen silinmesi talebini ileri sürdüler. Geri ödemelerde faiz oranlarının düşürülmesi ve vadelerin uzatılması, kamu borçlarının kısmen silinmesi savunuldu. Avrupa ile yapılan anlaşmalar referanduma götürülecek, dediler. Bankaların sırlarına ve sermayenin yurtdışına kaçışına karşı mücadele için tedbirler alınacak. Troyka ile görüşülmeyeceğini, aşırı solcu olmadıklarını, “gemiyi karaya oturtmaya niyetli” olmadıklarını, “aslında krize, artık işlemeyen politikaların dışında çözüm” aradıklarını, “Euro’dan çıkmaya, Avrupa Birliği’ni istikrarsızlığa sürüklemeye” niyetlerinin olmadığını, “SYRİZA olmazsa esas aşırı, sağcı popülist partilerin fırsat kolladığını” ileri sürdüler.

50

Yoksulluk sınırı altında yaşayanlara elektrik ve ısınma hizmetini ücretsiz vereceğini taahhüt ettiler. İhtiyacı olanlara gıda ve kira yardımı yapılmasını savundular. Zenginlerden alınan ve son yıllarda kaldırılan bazı vergilerin geri getirilmesini, kimi yeni vergileri ve gelir vergisi alt sınırının 5 bin avrodan 12 bin Avro’ya çıkarılmasını savundular. Yunanistan’da işsizlik oranı yüzde 25, gençler arasında işsizlik oranıysa yüzde 50’nin üzerinde. Büyük bir istihdam programını devreye sokmak istediklerini açıkladılar. Amaçlarının 2 yıl içinde 300 bin kişiye yeni istihdam alanı yaratmak olduğunu açıkladılar. Yıllık 500 bin Avro üzeri geliri olan herkes için gelir vergisinin yüzde 75’e çıkarılacağını söylediler. Avrupa ortalaması temel alınarak büyük şirketlere konan vergilerin artırılacağını açıkladılar. Lüks tüketime özel vergi konu-

lacağını açıkladılar. Kiliseye ve gemi inşa sanayisine sağlanan ayrıcalıklar kaldırılacak dediler. Kilise ile devletin ayrılmasını sağlayacak anayasal reformlar yapılacağını ilan ettiler. Asgari ücret 751 Avro (2000 TL) olacak dediler, kadın ve erkeklere eşit ücret talebini savundular. Devlet okullarında çocuklara ücretsiz kahvaltı ve öğle yemeği verilecek dediler. İşsizlere, evsizlere ve düşük ücretlilere bedava sağlık hizmeti verileceğini, uzun süredir işsiz olanların toplu taşımadan ücretsiz yararlanacağını, Milli sağlık hizmetleri için vatandaşların para ödemelerine son verileceğini ilan ettiler, Özel hastaneler millileştirilecek. Ulusal

sağlık sistemi için özel katkı payı kaldırılacak dediler. Hükümet, banka ve kilise binalarının evsizler için kullanımını talep ettiler. Mortgage kredi (ipotek) ödemelerini karşılayamayan yoksul ailelere yüzde 30’u kadar sübvansiyon verileceğini ilan ettiler. Milletvekillerinin ayrıcalıklarının ve dokunulmazlıklarının kaldırılacağını ilan ettiler.

Halk protestoları sırasında polisin maske takması ve ateşli silah kullanması yasaklanacak dediler. Türkiye ile istikrarlı anlaşmalar için müzakere yapılacak. Yunanistan’daki tüm yabancı askeri üslerin kapatılacağını ve NATO’dan çıkılacağını ilan ettiler. Askeri harcamalarda ciddi kısıtlamaların olacağını dile getirdiler. Özelleştirmelerin durdurulması, Pire limanının özelleştirme ihalesinin iptal edilmesi örneğini verdiler. Kamu Enerji Şirketi PPC ve dağıtım şirketi ADMIE’nin özelleştirilmeyeceğini açıkladılar. “Biz yalnızca Yunan halkına karşı sorumluyuz” derken durdurulan özelleştirmelerin tümüyle iptal edilmesini savunmaktadırlar. Kısaca söylenirse vaatlerde yok yok! Syriza lideri Tsipras: “Eski sistemi, oligarşiyi, yolsuzluğu bitireceğiz. Kurtarma paketlerini, tehditleri, aşağılanmayı bitireceğiz. Hiç kimse iş bulmak için bağlantılarına güvenmeyecek. Herkes inancına, cinsiyetine bakılmaksızın eşit şartlara sahip olacak.” (radikal.com.tr, 26 Ocak 2014) diyerek altından kalkamayacağı vaatlerde bulunmaktadır. Syriza’nın yukarıda aktardığımız iştah kabartan vaatleri mevcut sömürücü gerici burjuva diktatörlüğü şartlarında, burjuva parlamenter sistemi içinde gerçekleştirebilir mi? Evet, sistemin temellerine dokunmadıkça yukarıdaki taleplerin hepsinin de gerçekleşmesi mümkündür! Talep ya da vaatler arasında, ancak devrimle mümkün olabilecek vaat ve talep yoktur. Hepsi de burjuva sömürü sistemin-


panorama

de, genel teorik olarak ele alındığında mümkündür. Yunanistan’ın AB’nin emperyalist güçlerine, özelde de troyka’ya bağımlılığı gözönüne alındığında, dile getirilen reform taleplerinin –özellikle de doğrudan ekonomik durumla bağlantılı olan taleplerin- de ancak karşılıklı anlaşma temelinde mümkün olduğu bilince çıkarılması gereken bir gerçekliktir. Yani troyka ve AB’nin başını çeken emperyalist güçler onay verirse ancak, Syriza’nın vaatlerini yerine getirmesi mümkündür. Ya da Syriza radikal bir karar verir, AB’den ve Avro bölgesinden çıkar, kendisinin verdiği vaatleri yerine getirmeye çalışır. Bu olasılık ama, Syriza’nın böylesi bir siyasetinin olmadığı yerde, teorik bir olasılıktan öteye geçmez. Bu durumda da, gerçekleşecek olan reformların, Yunanistan halkının yaşam koşullarını özde değiştirecek değişiklikler olmayacağına emin olabiliriz. Eğer tekrarlanan bir döngü içinde kalınmak istenmiyorsa, reformlar ve günlük talepler için mücadelenin nihai kurtuluş mücadelesine tabi kılınması zorunludur. Bu konuda, kendisine sosyalist, komünist diyen hareketin geneline hâkim olan iki yanlış eğilime dikkat çekilmesi zaruridir. Bunlar: 1- Var olan kötü durumu objektif olarak tespit etmek, bundan bugün devrimci faaliyet için şartların uygun olmadığı sonucunu çıkarmak; kısa vadede başarılı sonuçlar vaat eden günlük reform çalışmaları içinde, reformizm batağı içinde boğulmak. Gelişen kendiliğinden hareketlere onlarda olmayan nitelikler yüklemek; kuyruğuna takılmak, kuyrukçuluk yapmak. 2- Var olan kötü durumu yok saymak; kendi isteklerini gerçekmiş gibi görüp göstermek, devrimci faaliyet için devrimci durumun varlığı şartmış gibi, olmayan bir devrimci durum , “işçi saldırısı” “sol gelişme” “devrimcileşme” vs. yaratıp, bu temelde ayak-

ları yere basmayan, yalnızca kendi örgütlü çevresini harekete geçiren “devrimci faaliyet” yürütmek. Syriza’nın önünde koşulsuz secdeye gelenler ve ona olmadık vasıflar yükleyenler için yukarıda belirttiğimiz durumlar, farklı farklı da olsa söz konusudur. Her iki durumda da gerçeklerden uzak, kafalarındaki dünyayı gerçeklerin yerine koyma temelindeki yanlış siyaset sözkonusudur.

SYRİZA’NIN SEÇİLMESİNİN KİMİ YANKILARI Elbette alışılmış, kuralları belirlenmiş düzeni değiştirmek iddiasındaki tüm girişimler, o düzenin iplerini elinde bulunduranlara olduğu gibi ona uyanlara, ondan çıkarı olanlara da korku salar! Bu anlamda da uymayanların da umudu olur. Bu durumdan rahatsız olanların başında tüm AB’li emperyalistler ve bunların başında da Alman emperyalistleri gelmektedir. Almanya’daki iktidar sahiplerinin seçim öncesi tehditlerini bir kenara bırakırsak, sadece seçim sonuçlarından sonra Almanya’daki basının attığı başlıklar bu haydutların ruh halini çok iyi yansıtmaktadır. “Tasarruf rotasından geri dönüş. Yunanistan mali piyasaları çöküyor!” (Der Spiegel, 28.01.2015) “Reformlar durduruldu! Yunanistan binlerce eski devlet memuruna yeniden işbaşı yaptırıyor!” (Der Spigel 28.01.2015) “Avro devletleri tomarlarca paranın üstüne soğuk su içmek zorunda kalacak. Yunanistan borçlarının sadece yaklaşık 65 milyar Avrosu Almanya’nın payına düşüyor!” (Der Spiegel, 26.01.2015) “Syriza Yunanlıların yükseliş düşünü tehlikeye atıyor, oysa yeni hükümet tam da şimdi tüm ilerlemeleri rüşeym halinde boğuyor!” (29.01.15, Die Welt) “Yunanistan seçimleri: Syriza yolsuzluğa geri dö-

51


panorama

nüşten yana!” (Frankfurter Allgemeine Zeitung, 26.01.2015) Alman emperyalistlerinin sözcülerinin bu söylemlerinin giderek sertleştiğinin de bilinmesinde yarar var! Almanya’nın korkusunun temelinde yatan Yunanistan‘ın domino efekti tehlikesini içinde barındırmasıdır! Anda Alman emperyalistleri sert politikalarıyla kötü polis rolünü oynarken, Avrupa Birliği içindeki diğer haydutlar (örneğin Fransa) uzlaşma yolunu kapalı tutmak istemiyor! Sözkonusu bu uzlaşma ise daha önceki anlaşmalara uygun çerçevede ele alınabilecek bir uzlaşmadır. Buna göre de AB’nin emperyalist güç ve kurumlarıyla –aralarında Dünya Bankası ve IMF de var- Yunanistan arasındaki ilişkide özde bir değişiklik öngörülmemektedir.

KOMŞUDA PİŞEN BİZE DÜŞER Mİ?

52

Komşudaki bu gelişmelere bizdeki kalemşorlar temsil ettikleri sınıfların ve politik eğilimlerin çıkarları doğrultusunda fikir üretmede geri durmadılar! Herkes kendine pay çıkardı! “‘Fakir ama onurlu Yunanistan’ sloganı ile yola çıkan SYRIZA lideri Alexis Çipras, kemer sıkma politikalarından bıkan halktan geçer oyu aldı.” (Sabah, 27.01.15) “Syriza başardı darısı bizim başımıza” (Gazete Ekonomi, 26.01.-15) “CHP Gençlik Kolları’ndan SYRIZA mesajı: Ülkemizde de SYRIZA modelini kurmaya çalışacağız.” (26.01.2015) “SYRIZA yönetimindeki demokratik bir Yunanistan’ın enternasyonal sol için temsil ettiği şey, demokratik İspanya’nın 1930’larda temsil ettiği değerdir...” (Birgün, 28.01.15) “Yandaş basının ‘AKP’yi örnek alıyor, takdir ediyor’ diye bahsettiği SYRIZA’nın vekili Karayusuf, politikalarının AKP’nin tam tersi olduğunu anlatırken ‘Türkiye’de ÖDP ile işbirliğindeyiz’ dedi.” (Birgün, 29.01.15) “Syriza’nın seçim zaferi İsrail’i endişelendirdi.” (Yeni Akit, 26.01.15) “Komşuda sol silip süpürdü: Syriza’dan büyük zafer.” (Hürriyet, 26.01.15) HDP, SYRIZA’nın seçim zaferini kutlayan bir açıklama yayımladı. HDP Eş Genel Başkanları “Sevgili Alexis Tsipras” diye başladıkları mesajda “…Elde ettiğiniz tarihsel zafer nedeniyle sizi ve şahsınızda tüm Yunanistan halkını kutluyoruz. Sahiplendiğiniz adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerinin, neo-liberal Troyka’nın

Yunanistan halkına yaşatmış olduğu baskı cenderesini aşacağına inanıyoruz” dedi. (HDP İnternet, 26.01.15) ÖDP, “Deniz Ayırır Haysiyet Birleştirir!” diye seslendi. SYRIZA ile “dayanışmamız hep omuz başınızda olacaktır” “Syriza’nın başarısı, insanlığa barbarlıktan başka bir şey vaat etmeyen kapitalizm karşısında halkın Avrupa’da ve yeryüzünün dört bir yanında gelişen yeni bir düzen kurma arayışının bir ifadesidir.” dedi. (ÖDP İnternet, 26.01.15) Daha fazlasını aktarmaya gerek yok! Sonuç olarak Syriza’nın seçim zaferi ve bu yükselişi Türkiye’deki solda belirli bir heyecan yaratmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasında taleplerde benzerlikler olmasına rağmen farklı dinamiklerin olduğu gerçeğini gözardı edemeyiz! * Yunanistan’daki ekonomik krizin benzeri kriz Türkiye’de, AKP öncesi yaşandı, alınan tedbirler AKP’nin işine yaradı, AKP bu durumu kendi potasında eritmeyi çok iyi becerdi. * Yunanistan’daki burjuva demokrasisi geleneğine Türkiye hiçbir dönemde sahip olmamıştır, bizdeki öfke Gezi hareketinde olduğu gibi uzun soluklu olmak yerine saman alevi şeklinde çabuk sönerken Yunanistan’da halkın öfkesi ve mücadelesi yıllardır sürüyor… * Türkiye’de burjuva demokrasisine yakın talepler savunan Kürt hareketidir ve bunlar ancak toplumun azınlığını etkilemektedir. * Türkiye’de dinin siyasal ve toplumsal yaşamdaki etkileri Yunanistan’dan çok daha güçlüdür. Değil ateist bir başbakan, Alevi olduğunu gizleme ihtiyacı duyan muhalefet liderleri var! * Türkiye’de de ayyuka çıkan yolsuzluk ve rüşvet olayları kör gözüne parmak misali olmasına rağmen, toplum ne duyarlı ne de ciddi bir tepki göstermektedir. * Yunanistan’da Syriza’ya oy verenlerin önemli bir bölümü emperyalist borçların nasıl onur kırdığının bilincindedir. Bizde ise halklarımızın önemli bir kesimi borçlar konusunda bilgi sahibi değildir. * Türkiye’deki Syriza HDP mi, ÖDP mi, diye sorulduğunda parlamentarizm saplantıları ve yer yer düzenin parçası yanlarıyla benzerlikleri var ama hiçbiri Syriza değil! * Türkiye’de seçim barajı %10 Yunanistan’da %3’tür. HDP’nin içinde barındırdığı Syriza-vari taleplerin baraja takılma ihtimali ciddi bir kaygı arz etmektedir. * Elbette bizde fazla kıymeti harbiyesi olmayan soldaki birçok rengi içinde barındıran Birleşik Haziran


SYRİZA’NIN İCRAATI... Tsipras önderliğindeki Syriza, jet hızıyla, seçimlerden iki gün sonra sağcı ANEL ile koalisyon hükümetini kurdu ve işbaşı yaptı. Yeni seçimle milletvekili koltuğunu kazananlar ise, parlamentonun 5 Şubat’taki toplantısıyla görevlerine başladılar. Yeni hükümet işe öncelikle troyka ile çalışmayacaklarını açıklamakla başladı. Borçlarının belli oranda silinmesi, krediler ve ödemeler konusunda değişiklikler, reformlar için yeniden pazarlık turları ve görüşmeler, 24 Şubat’a kadar sürdü. Başbakan Tsipras ve Maliye Bakanı Varoufakis’in Berlin, Paris, Roma, Brüksel vd. merkezlere görüşme ve pazarlık için gerçekleştirdikleri ziyaret turları farklı tonlarda da olsa aynı yanıtla karşılaştı: Öncelikle ev ödevlerinizi yapın! Önceki anlaşmalara uyun ve gereğini yerine getirin! Bunu yaparsanız anlaşmalar çerçevesinde esneklik gösterebiliriz! vb. vb. Sözkonusu görüşmelerde, ilk önce tarafların hiçbir konuda anlaşmadıkları bir durum sözkonusu iken, kısa süre içinde Tsipra ve takımı geri adım atmaya, taleplerini geri seviyeye çekmeye başladı. En başta “Avro bölgesi”nden çıkmaya karşı olduklarını ilan etmeleri

ve garanti vermeleri işlerini zorlaştırmıştı! Avro bölgesinde kalabilmeleri için de AB’nin gerçek egemenlerinin isteklerine uygun davranmaları gerekiyordu. Avrupa Merkez Bankası Yunanistan devlet tahvillerini bile teminat olarak kabul etmediğini açıkladı. Detayları bir kenara bırakırsak, sonuçta, daha hükümeti kurmalarının üzerinden bir ay bile geçmeden, seçim yarışında verilen vaatlerin büyük bölümünün gerçekleşemeyeceği ortaya çıkmıştır. Tsipras, hükümetin başı olarak AB ve troyka ile eski anlaşmaların %70’ine aynen uyacaklarını, ama %30’unun reformdan geçirilmesi gerektiğini ilan etmişti bile. Bu da esasında varolan anlaşmalar çerçevesinde ele alınacak bir değişiklikti. Seçmenlere kimi kırıntıların verilmesi, hükümette kalıp kalmamanın da gereğiydi. AB ve troyka ile pazarlıklar, şimdilik 24 Şubat’ta belli bir anlaşmayla sonuçlandı. Buna göre troyka adı “kurumlar” olarak değiştirildi. Borç, kredi ödemeleri konusunda 28 Şubat’ta bitecek olan müddet dört aylığına uzatıldı. Bu uzatmaya onay verilmesinin önkoşulu ise Yunanistan hükümetinin “kurumlara” ve AB devletlerine yeni bir reform paketini sunmasıydı. “Kurumlar” reform paketine onay verdiler. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu reform paketi Yunanistan halkına atılan kazığın acılarını birazcık dindirme görüntüsü verilen, ama gerçekte halkı bir kez daha kazıklayan bir reform paketidir. Örneğin işten atılan kamu görevlilerinin yeniden işe alınacakları vaadi verilmişti. Pakete göre bu işe almak ertelenmiştir. Asgari ücretin kriz öncesi düzeye yükseltilmesi sözü verilmişti. Paketle bu da ertelenmiştir. Devlet ve kamu mülklerinin özelleştirilmiş olanlarının yeniden kamulaştırılacağı savunuluyordu. Pakete göre özelleştirmeler geri alınmayacak. Sadece hala özelleştirilmeyen ama özelleştirilmesi sözkonusu olan planlar “gözden geçirilecek”tır. Syriza’nın hükümetteki bir aylık icraatı, daha şimdiden seçim vaatlerinin çok gerisine düştüğünü belgelemiştir. Syriza’ya destek verenlerin bir bölümü, sağcı ANEL ile koalisyona gidilmesiyle hayal kırıklığı yaşadığını ilan etmiştir. Kısacası Syriza da Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin çıkarlarını değil, Yunan burjuvazisinin çıkarlarını savunan bir konumdadır. Bunlardan yeni bir dünya ya da sistem beklemek abesle iştigaldir. Devrimcilerin, işçi sınıfının biliminin savunucularının görevlerinden biri de, halk yanlısı görünen sahte dostların maskesini indirmektir. 27.02.2015

panorama

Hareketi de (daha önce 30 Ağustos ve 21 Eylül tarihlerinde iki kez bir araya gelen harekete, birçok akademisyen, Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Komünist Parti, Halkın Türkiye Komünist Partisi, Emekçi Hareket Partisi, Türkiye Komünist Partisi 1920, Devrimci Hareket dergisi, Red dergisi, Sosyalist Demokrasi için Yeni Yol dergisi, Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV), Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı, Türk Tabipler Birliği Başkanı, DİSK Sosyal-İş Başkanı, DİSK Birleşik Metal-İş Başkanı ve CHP’li milletvekilleri Gökhan Günaydın, İlhan Cihaner ve Hüseyin Aygün destek vermiştir. Gençlik ve öğrenci örgütleri olan Fikir Kulüpleri Federasyonu, Komünist Gençlik, EHP Gençliği, Devrimci Gençlik ve Gençlik Muhalefeti de hareket içinde yer alacaklarını açıklamışlardır.) kendisini Syriza ile aynılaştırabilir. Evet, bizdeki sol komşudaki gelişmelere gıpta ile bakıp, komşuda pişenin bize de düşeceği hayali ile siyaset yapmayı sürdüre dursun, bu hareketin Avrupa’da benzer hareketlere örnek olması da mümkündür. Örneğin İspanya’daki Podemos (Yapabiliriz) hareketinin gelecek seçimlerde % 20-30 arası oy beklentilerinin olduğu anketlerden çıkan sonuçlardandır.

53


güncel

HUKUKSUZ BİR SALDIRI VE İŞGAL HAREKETİ: “SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ” OPERASYONU Bu operasyon, uluslararası hukuk açısından bakıldığında aslında açık bir savaş nedenidir; hukuksuz bir saldırı ve işgal hareketidir. Fakat andaki durumda uluslararası hukuk, Suriye somutunda çoktan guguk olmuştur. TC’nin yaptığı diğer hukuksuzluklardan özde farklı değildir. Suriye’de anda egemen olan hukuk “gücü gücü yetene” hukukudur. TC’nin gücü, IŞİD tarafından Türkiye’ye karşı rehine olarak kullanılabilecek bir alanı terk etmeye, yerine daha iyi korunabilir yeni bir alan işgal etmeye yetmiştir.

S

54

üleyman Şah Türbesi meselesinde CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu 21 Şubat’ta verdiği bir soru önergesinde, “Suriye’de bulunan ve vatan toprağı statüsünde bulunan Süleyman Şah türbesine yönelen saldırı iddiası doğru mudur?” diye soruyordu. (Sezgin Tanrıkulu facebook) Bu soru aslında daha Eylül 2014 de Taraf gazetesi tarafından dillendirilen, sonra internet ortamında Rota Haber, Sol Haber Portalı, Sözcü, Washington Post’a dayanarak aktaran T24 siteleri üzerinden ya-

yılan dedikoduların Meclise taşınması idi. AKP bu bağlamda Süleyman Şah türbesindeki görevli askerleri feda etmekle, satmakla vs. suçlanıyordu. Bu sorudan çok değil bir gün sonra, bir gece yarısı operasyonuyla, IŞİD’e teslim edildiği, IŞİD tarafından esir alındığı söylenen askerler Türkiye’ye getirildiğinde de bu kez AKP hükümeti “vatan toprağını terk etmek” hainliği ile suçlanıyor, MHP hızını alamıyor Genel Kurmay başkanının “vatan” denen şeyden ne anladığını sorguluyor, Devlet Bahçeli Genel Kurmay başkanına “Vatan dersinde uyudun mu, yoksa dersten mi kaçtın” diye soruyordu. Bütün bunlar Türkiye’de egemen sınıf partilerinin saldırganlık, yayılmacılık, ırkçılık konusunda birbirlerinden farklı olmadığını, anda muhalif olanların anda hükümet olandan daha şahin görünmeyi marifet sandıklarını bir kez daha gösteriyordu. OLAN NE? Suriye toprakları içinde Süleyman Şah’a ait olduğu kabul edilen türbenin üzerinde bulunduğu küçük bir toprak parçası TC’nin dışında bulunan, TC’ne ait tek toprak parçası. Bu statü 1921 Ankara anlaşması ile tespit edilmiş, sonra Lozan Konferansında onaylan-


güncel

mış bir statü. Türbenin yeri TC kurulduktan sonra iki kez değiştirilmiş. Bu yer değiştirme işlemleri Suriye devleti ile anlaşmalı olarak yapılmış. 4 yıla yakın zamandır bir iç savaş yürüyen Suriye’de, Süleyman Şah türbesinin bulunduğu bölge Suriye toprakları içinde bulunmasına rağmen, TC’nin iç savaş başladıktan bir süre sonra meşruiyetini tanımadığı Suriye rejiminin denetiminde değil. Son dönemde bu bölgede IŞİD egemen konumda bulunuyor. AKP hükümeti türbede nöbet bekleyen askerlerin yerine 40’a yakın özel harekatçıyı yerleştiriyor. Son dönemde, özellikle de AKP hükümeti IŞİD’çilerin saldırdığı Kobane’ye ağır silahlı Peşmergelerin geçiş yolunu açmasından ve anti IŞİD koalisyonunun eğit/donat işinde yer alacağını açıkladıktan sonra, IŞİD’in türbeye saldırma ve oradaki özel harekatçıların bir bölümünü esir alma ihtimali, dolayısı ile TC’nin savaş içine doğrudan çekilmesi ihtimali artıyor. Süleyman Şah türbesine yapılacak bir askeri saldırı –TC açısından- TC’ne bir savaş ilanı olacaktır. Ve TC’nin Suriye’de ki iç savaşa doğrudan katılmasını beraberinde getirecektir. Bu AKP hükümetinin bugüne kadarki politikasında istemediği, uzak durmaya çalıştığı bir durumdur. 22 Şubat gecesi AKP hükümetinin verdiği bir kararla TC ordusu, Suriye’nin 30 km kadar içine girerek oradaki özel harekat timini ve Şah Süleyman türbesindeki sandukaları alarak Türkiye‘ye getirdi. Suriye sınırları içinde Türkiye sınırına 180 metrelik mesafede bulunan bir alanı da işgal edip, burayı “yeni vatan toprağı“ ilan etti. Hükümet Suriye toprakları içinde, PYD’nin ilan ettiği Kobane eyaleti içinde bulunan işgal ettiği arazinin Şah Süleyman türbesinin geçici olarak konumlandırıldığı yer olarak kullanacağını ilan etti. Bu operasyon, uluslararası hukuk açısından bakıldığında aslında açık bir savaş nedenidir; hukuksuz bir saldırı ve işgal hareketidir. Fakat andaki durumda uluslararası hukuk, Suriye somutunda çoktan guguk

olmuştur. TC’nin yaptığı diğer hukuksuzluklardan özde farklı değildir. Suriye’de anda egemen olan hukuk “gücü gücü yetene” hukukudur. TC’nin gücü, IŞİD tarafından Türkiye’ye karşı rehine olarak kullanılabilecek bir alanı terk etmeye, yerine daha iyi korunabilir yeni bir alan işgal etmeye yetmiştir. Öldürülmesi veya esir alınması muhtemel 40 askerini de, bir başka ülkenin toprakları içine büyük bir askeri güçle girip çıkarak geri çekmeye yetmiştir. Olan budur. Şimdi bu operasyon ertesinde burjuva CHP ve MHP birlikte bağırıyor: “Vatan toprağı terk edildi. Türkiye cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir vatan toprağı savaşsız terk edildi. Bu ihanettir” vs. Bunlara göre herhalde o kırk askerin esir alınması veya kahramanca savaşarak ölmesi şimdiki durumdan iyidir. Evet, TC’nin Suriye’de yürüyen savaşa doğrudan katılması bugünkü durumdan iyidir. Bunu savunanlara önerimiz: Hepiniz toplanın gidin o “vatan toprağı” dediğiniz, terk edilmesi ihanettir dediğiniz yere! Savaşın kahramanca. Öyle ya orası vatan toprağı! Ve siz vatan kurtaran aslanlarsınız! Durmayın gidin! PYD operasyonun kendi destekleri ile birlikte yapıldığını açıklıyor. Hükümet sözcüleri bütün taraflara haber verdiklerini ve fakat kimse ile birlikte hareket etmediklerini açıklıyor. Olgu: TC ordusunun Kobane üzerinden IŞİD’in kontrolü altında olan bir alana kadar otuz kilometrelik bir derinlikte, büyük bir ekseri güçle çatışmaya girmeksizin girip çıkmasıdır. İster anlaşmalı ister anlaşmasız olsun, alandaki güçler – ne IŞİD ne PYD, YPG- Türk ordusu ile çatışmamıştır. PYD YPG açısından şimdiki türbe onların egemenlik alanı ilan ettikleri alan içindedir. Fakat PYD/YPG askeri olarak kendine saldırmayan güçlerle bir arada yaşama siyasetine sahip. Şimdiye kadar Esat rejimi ile çatışmayan PYD/YPG’nin, şimdi TC’ye karşı savaşması beklenmemelidir. Kaldı ki Türkiye’de, PYD’de sonuçta ABD ve batılı emperyalistlerle bir arada anti IŞİD koalisyonunun parçası durumundadırlar. Yani bir çeşit müttefik konumundadırlar. AKP hükümeti istediği kadar PYD, YPG “terör örgütüdür” söyleminde devam etse de gerçek durum budur. Bunun yanında tabii bir de AKP hükümetinin sürdürmek istediği çözüm süreci vardır. Bu durumda TC yarattığı bu olgu ile şimdilik yetinecek, PYD, YPG ise dayatılmış statüyü pratikte kabullenecektir. 24.02.2005

55



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.