MAYIS/HAZİRAN 2015/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X175
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN,
SAVAŞIN SON BULMASI İÇİN,
BARIŞ İÇİN OYLAR HDP’YE!
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Merhaba Yeni bir sayı ile daha birlikteyiz. Bu sayımızın ağırlığını yine Ermeni Soykırımı üzerine yazılar oluşturuyor. Ermeni Soykırımı çok önemli bir soykırımdır. O kadar ki Hitler faşistleri de bu soykırımı örnek almıştır. Ermeni ulusu soykırım yoluyla ulus olmaktan çıkarılmıştır. Soykırımın 100. Yılında “Tarihle Yüzleşme Zamanı” çağrımızı yineliyoruz. Okurlarımızı duyarlı olmaya, 2015 yılında soykırımla ilgili yapılacak etkinliklere güçlü bir şekilde katılmaya çağırıyoruz. *** 7 Haziran’da genel seçimler yapılacak. Seçime katılacak partiler adaylarını belirledi. Seçim beyannameleri açıklandı. Seçim çalışması başladı. Kuzey Kürdistan/ Türkiye seçim atmosferine girdi. Provokatörler de iş başında. Seçim sürecini sabote etmeye çalışıyorlar. Ağrı’nın Diyadin ilçesi Yukarıtütek kırsalında yapılan, amacına ulaşmayan provokasyon seçim sürecinde provokasyonların süreceğinin işaretidir. Fidan dikme etkinliği sırasında, Yukarıtütek köyü kırsalına, Tendürek Dağı’na askeri birlik göndermek, operasyon yapmak, asker ile gerillanın çatışmasını istemek, diğer bir ifade ile provokasyondur. Seçim sürecinde asker cenazelerinin gelmesi Türk
milliyetçiliğinden, ırkçılığından, savaştan beslenen kesimlerin işine gelecektir. HDP’nin barajı aşması AKP hükümetin işine gelmiyor. Biliyorlar ki HDP’nin barajı aşması demek, sayısal olarak vekil sayılarının azalması demek. Bu nedenle çeşitli oyunlarla HDP’nin barajı geçmesini engellemeye çalışıyorlar/çalışacaklar. Seçim çalışmasının başlamasına bağlı olarak HDP parti binalarına saldırılar da başladı. Seçim sürecinde olasılık dahilinde olan provokasyonlara, saldırılara karşı uyanık olmalı, provokasyonlara geçit vermemeliyiz. 12 Eylül faşist anayasasının ürünü olan %10 barajını yerle bir etmek ancak HDP’nin bu barajı aşması ile mümkündür. Her türlü provokasyonları da dikkate alarak, provokasyonlara karşı uyanık olarak seçimlerde HDP’nin barajı aşması için tüm gücümüzle çalışalım. Okurlarımızı seçim döneminde aktif olarak seçim çalışmasına katılmaya, HDP’ye oy vermeye çağırıyoruz. HDP’ye neden oy verilmesi gerektiğini, bu konuda ne düşündüğümüzü başyazımız içinde bulabilirsiniz… *** Gelecek sayımızda buluşmak umuduyla, hoşça kalın! Nisan 2015 ✓
İÇİNDEKİLER GÜNDEM HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN OYLAR HDP’YE! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 DEVRİMCİ EYLEM Mİ?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Katledilişinin 42. yıldönümünde de… İBRAHİM KAYPAKKAYA . . . 7 KUZEY KÜRDİSTAN’DAN İZLENİMLER!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN SOYKIRIMIN 100. YILINDA HEPİMİZ ERMENİYİZ! . . . . . . . . . . . . . . . 16 SOYKIRIM SUÇLULARINI TEŞHİR EDELİM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 ZEYTUN’LU ERMENİ TANIKLARIN ANLATIMLARI. . . . . . . . . . . . . . . . 38 RÖPORTAJ “HERKESİN ELLERİ KİRLİ”.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25
2
BU SİSTEM ERMENİ SOYKIRIMINI ANLATMAMIŞTIR. . . . . . . . . . . . . 28 YERLEŞIM HAKKI, İNSANLARIN GERİ DÖNME HAKKI . . . . . . . . . . . . 35 RAMAZAN ÖZTÜRK İLE RÖPORTAJ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 PANORAMA KURDİSTANA ROJAVA’DA GELİŞMELER...! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40 BÖLGEDE KARMAKARIŞIK BİR SAVAŞ DAHA!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 GÜNCEL 1915-2015 YÜZ YIL YETER! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 YENİ KADIN DÜNYASI KADINLARA KARŞI SAVAŞ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Hüseyin Gül • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 175 · Mayıs/Haziran 2015 • ISSN 1301692X175 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com · ydicagrigazetesi@gmail.com · info@ydicagri.com
gündem
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN, SAVAŞIN SON BULMASI İÇİN, BARIŞ İÇİN OYLAR
HDP’YE!
7
Haziran’da 25. dönem Milletvekili Genel Seçimleri yapılacak. Partiler adaylarını belirledi ve seçim çalışması başladı. DÜZEN PARTİLERİNE OY YOK! Sermaye partilerinin, düzen partilerinin hiç biri bizim yaşadığımız temel sorunları çözemez. Hiçbiri gerçekte bizim dostumuz değil. AKP, CHP, MHP, BBP, SP, DP, DYP, DSP, VP vb. arasında tercih yapmak, veba ile kolera arasında; kırk katır mı, kırk satır mı, arasında tercih yapmaya benzer. Al birini vur ötekine! Egemen sınıf partileri arasında tercih yapmak; burjuvazinin hangi siyasi temsilcisinin/temsilcilerinin
kuracağı hükümetler üzerinden bizim ezilip soyulacağımıza karar vermek demektir. 7 Haziran seçimleri bir bütün olarak ele alındığında iktidar partisi olan AKP ile AKP karşıtlığını siyasetlerinin merkezine koyan güçler arasında; AKP ile anti AKP cephe arasında geçecektir. Egemenler arasındaki iktidar kavgasında taraf olmamalıyız. Yalnızca AKP iktidarına değil bir bütün olarak egemen sisteme, işbirlikçi burjuvazinin faşist iktidarına karşı olmalıyız. AKP iktidarının alternatifi olarak ortaya çıkan CHP ve MHP, AKP’ne karşı olma adına bir adım bile birlikte yürünecek partiler değildir. CHP, MHP sermaye, düzen partisidir. AKP ile temelde bir farkları yoktur.
3
gündem
BARAJ ÇÖPE! Dünyada çok yüksek seçim barajı sadece Kuzey Kürdistan Türkiye’de var. % 10 seçim barajı 12 Eylül askeri faşist darbesi tarafından getirilmiştir. Amaçları sivil siyasi İslam’ın, Kürt milli hareketinin meclis dışında tutulması ve siyasi istikrar sağlamaktı. Düzen partileri darbecilerin koyduğu seçim barajını tepe tepe kullandı. Barajın kaldırılması yönünde ciddi hiçbir girişimde bulunmadı. Tek başına ele alındığında bu boyuttaki yüksek seçim barajı, Türkiye’de yapılan seçimlerin gerici burjuva demokrasileriyle kıyaslandığında demokrasiden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. HDP seçimlere parti olarak giriyor. Egemenlerin koyduğu yüksek seçim barajını parçalamak, çöpe atmak, işlevsiz kılmak, HDP’nin barajı geçmesi ile mümkündür. Tüm güçlerimizle seçimlerde HDP’ye destek verelim! HDP’nin barajı geçmesini sağlayalım! HDP’ye oy verelim!
NEDEN HDP’YE OY VERMELİYİZ?
4
Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin en önemli sorunu burjuva anlamda da olsa demokratikleşme sorunudur. TC devleti hala faşist bir devlettir. 30 yılı aşkın süredir PKK önderliğindeki Kürt ulusal mücadelesi, ülkelerimizde demokratikleşme sürecinin en önemli itici güçlerinden biri olmuştur. Bu mücadelenin de zorlamasıyla burjuvazi Kürt sorununda belli adımlar atmak zorunda kalmıştır. Gelinen aşamada, Kuzey Kürdistan’da yaşanan savaşın sonlandırılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de faşizmin çözülmesi ve demokratikleşme sürecinin ilerletilmesi en önemli gerekliliklerden biridir. Kuzey Kürdistan’da savaşın sonlandırılması, hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türkiye’nin diğer alanlarında, işçi sınıfının kendi sorunları ile yüzleşmesinin yolunu açacaktır. Sınıf mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır. Biz bu nedenle Kuzey Kürdistan’da
yürüyen ve gelinen yerde artık halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız. Kürt ulusal Hareketinin HDP üzerinden parlamento içinde yer alması öncelikli olarak bu açıdan yararlı ve gereklidir. HDP yalnızca ulusal sorunda değil, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin birçok başka sorununda da burjuva demokratik hakları savunmaktadır. HDP’nin parlamentoda temsili, burjuva demokratik görüşlerin parlamentoya taşınması, Kuzey Kürdistan/Türkiye de faşizmin çözülme sürecinin ilerletilmesi açısından da yararlı ve gereklidir. HDP’ye bu seçimlerde destek vermemiz, ona eleştirilerimizin olmadığı anlamına gelmiyor. HDP burjuva sistemi, burjuva demokratik açıdan değiştirmeye çalışan reformist bir partidir. Bu değişime destek vermeliyiz.
KURTULUŞUMUZ DEVRİMDE! Seçimler egemenler için çok önemlidir. Çünkü burjuvazi sömürü düzenini sürdürmek istiyor. Seçimler yoluyla sömürü düzenine “demokratik meşruiyet” kazandırmak istiyor. Burjuvazinin, sermayenin egemenliği şartlarında, seçimler biz işçilerin, emekçilerin temel sorunlarını çözemez. Seçimler yoluyla sömürü düzeninin özünde bir değişiklik yapmak mümkün değildir. Eğer böyle olsaydı burjuvazi seçimleri yapmazdı. Seçimler kurtuluşumuz değil. Kurtuluşumuz işçi sınıfı önderliğinde, sosyalizmin yolunu açacak olan işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimindedir. Gerçek kurtuluş için, gerçek barış için, halkların eşitliği özgürlüğü için: Demokratik halk devrimi mücadelesini yükseltelim örgütlenelim! 7 Haziran’da sandık başına, HDP’ye oy vermeye! Nisan 2015
31
Mart’ta öğlen saatlerinde iki eylemci İstanbul Çağlayan adliyesinde iki ay önce Berkin Elvan soruşturmasını devralan savcıyı DHKP-C adına rehin aldılar. DHKP-C savcının odasında duvara asılmış Berkin Elvan resmi ve örgüt flamalarının önünde kafasına bir eylemcinin silah dayamış olduğu ağzı koli bantlı savcının resmini sosyal medya üzerinden servis etti. DHKP-C adına sosyal medya üzerinden yapılan açıklamada ve daha sonra da bir eylemci ile Ahmet Şık arasında yapılan ve çözümü Cumhuriyet gazetesi internet sitesi üzerinden yayınlanan bir telefon görüşmesinde eylemin Berkin Elvan için adalet arama eylemi olduğu belirtildi. Berkin Elvan’ın katlinin soruşturulmasının geciktirildiği, adaletin işlemediği yerde DHKP-C’nin halkın adaletini sağlayacağı duyuruldu. Çok kısa süre içinde bir başbakanlık kararıyla eylem hakkında kısa süreli yayın yasağı getirildi. Adliye sarayı güvenlik gerekçesiyle boşaltıldı. Ablukaya alındı. Devlet güçleriyle, araya eylemcilerin girmesini talep ettiği kimi aracıların da girmesiyle yürütülen ve 8 saate yakın süren pazarlıklar sonrasında polis savcılık odasına yaptığı operasyonda iki eylemciyi kat-
letti. Operasyon sırasında başından ve gövdesinden aldığı kurşun yaralarıyla ağır yaralanan ve hastaneye getirildiğinde hayati fonksiyonlarını kaybetmiş olan savcı da yapılan bütün müdahalelere rağmen hayata döndürülemedi. Devlet jargonuyla “görev şehidi” ilan edildi. Devlet adına yapılan açıklamalarda eylemcilerin Adliye binasına Avukatların giriş yaptığı kapıdan, Avukat cübbesi ile ve avukat kimliği göstererek girdikleri söylendi. Başbakan yaptığı açıklamada polisin operasyona henüz eylemcilerle yapılan bir telefon görüşmesi sürerken odadan silah sesleri gelmesi üzerine operasyonu başlatmak zorunda kaldığı ve “gerekeni yaptığı”nı söyledi. Üç kişinin katli böylece, gerekenin yapılmış olması, Emniyet müdürünün açıklaması ile “devletin savcısına karşı kaldırılan elin kırılması” olarak tanıtıldı. Devlet açısından, AKP yönetimi açısından en başından itibaren “devlete kaldırılmış elin kırılması”, eylemcilerin katledilmesi normal olan, planlanan ve uygulanmış olan reaksiyondur. Tabii ki devlet savcısının ölümünü istememiştir. Onlar için en iyi çözüm, eylemcileri katletmek, savcıyı en iyisi yaralanmadan kurtarmaktı. O zaman operasyonları kendileri açısından çok daha başarılı olmuş olacaktı. Fakat dev-
gündem
DEVRİMCİ EYLEM Mİ?
5
gündem 6
letin “yüksek çıkarları” söz konusu olduğunda bir devlet görevlisinin “görev şehidi” olması da göze alınabilir bir “yan zarar”dır. Düzenlenecek şaşalı şehit törenleri ile bu zarar, kara dönüştürülmeye çalışılır, halk devlet etrafında daha sıkı birleşmeye çağrılır. DHKP-C açısından ve DHKP-C gibi düşünen bir çok devrimci insan açısından bu eylem, egemenlerden hesap soran devrimci bir eylemdir. DHKP-C’nin ne kadar güçlü olduğunu gösteren, egemenlere zarar veren, onlara korku salan, halka umut veren bir eylemdir. DHKP-C böylece ne kadar devrimci olduğunu dosta düşmana bir kez daha göstermiştir. Bu devrimciliği halk adına -ama halksız ya da en iyi halde halkın çok küçük bölümünün olumlu bulup ama seyrettiği!!- yapılacak doğrudan silahlı eylemlerle, “oligarşinin bağrını gümbür gümbür döverek” halkı uyandırmak şeklinde ifade edilen yanlış, fokocu, maceracı küçük burjuva çizgisinin yaklaşımıdır. Şimdi DHKP-C ve onun gibi düşünen birçok devrimci insan açısından devlet tarafından katledilen iki devrimci “devrim şehidi”dir. Biz aslında en başından bir fedai/intihar eylemi olarak planlanan bu gibi eylemlerin bugünkü şartlarda devrimci enerjiyi yanlış yerde kullanmak, çarçur etmek olduğunu düşünüyoruz. Bu gibi eylemler işçilerin-emekçilerin ayaklanmaları sırasında, ayaklanmalarının bir parçası olarak yapıldığında bir anlamı olabilen eylemlerdir. Devrim ya örgütlü işçi ve emekçilerin artık yeter diyerek ayaklanması ile olacaktır; ya da devrim denen şey devrim olmayacaktır. Bugünün devrimci görevi işçi ve emekçi yığınlar arasında bıkmadan, usanmadan, yılmadan, onların bütün hak mücadelelerinin ön safında yer alarak çalışmak, işçi sınıfının Bolşevik örgütlenmesini yaratmak, işçileri emekçileri bilinçlendirmek, örgütlemek, örgütlemektir. DHKP-C gibi örgütlerin bu gibi eylemleri bir yanı ile küçük burjuvazinin zor olan, meşakkatli olan, sonucu hemen görülmeyen meşakkatli gerçek devrimci faaliyetin yerine, parıltılı, ilk anda heyecan yaratan ve işçi sınıfını en iyi halde devrimcilerin devrim yapmasını beklemeye iten faaliyeti geçirmesinin örnekleridir. Berkin için Adalet meselesine gelince: Bu eylemin pratik sonucu Berkin için adaleti mi sağlamıştır? Ya da Berkin için adaletin sağlanması konusunda olumlu bir rol mü oynamıştır veya oynayacaktır? Hayır. Bugün içinde bulunduğumuz, işçi ve emekçi yığınların zaten zayıf olan mücadelesinden kopuk bu eylem, egemen sınıflara onların “iç güvenlik” adına faşist
Biz aslında en başından bir fedai/ intihar eylemi olarak planlanan bu gibi eylemlerin bugünkü şartlarda devrimci enerjiyi yanlış yerde kullanmak, çarçur etmek olduğunu düşünüyoruz. Bu gibi eylemler işçilerinemekçilerin ayaklanmaları sırasında, ayaklanmalarının bir parçası olarak yapıldığında bir anlamı olabilen eylemlerdir. Devrim ya örgütlü işçi ve emekçilerin artık yeter diyerek ayaklanması ile olacaktır; ya da devrim denen şey devrim olmayacaktır. Bugünün devrimci görevi işçi ve emekçi yığınlar arasında bıkmadan, usanmadan, yılmadan, onların bütün hak mücadelelerinin ön safında yer alarak çalışmak, işçi sınıfının Bolşevik örgütlenmesini yaratmak, işçileri emekçileri bilinçlendirmek, örgütlemek, örgütlemektir. tedbirlerini savunması ve daha da yoğunlaştırması için, halk yığınlarına demagojilerini, yalanlarını gerçek diye yutturması için yeni bir malzeme sunmuştur. Objektif olarak bu ve şimdi seçim döneminde daha fazla da yaşayabileceğimiz benzeri eylemler, egemen sınıfların kendi içlerindeki iktidar dalaşında, seçim ortamını da provoke etmek isteyen kesimlerin ekmeğine yağ süren eylemler olacaktır. Berkin ve egemen sınıfların katlettiği emekçi insanlar için adaletin gerçekten sağlanması için mücadele, ulaşılabilen kimi devlet görevlilerinin halk adına, adalet adına tek tek rehin alınması, sorgulanması, “halk adına cezalandırılması” vb. ile olmaz. Halk Adaleti, Halkın iktidarında sağlanır. Görev onun için çalışmaktır. 31.03.2015
M
İBRAHİM KAYPAKKAYA BOLŞEVİK MÜCADELEDE YAŞIYOR, YAŞAYACAK!
ayıs ayında birçok devrimci toprağa düştü. Devrim tarihinden bahsederken Mayıs ayı kızıllığı ile ön plana çıkar. Mayıs ayında toprağa düşenler devrimci mücadelede önemli rol oynadılar. Kızıl Mayıs’ı anlamak için toprağa düşen her bir devrimcinin diğerlerinden ayrımını anlamak gerekir. İşçi sınıfının kölelik düzenine karşı haykırışında 1 Mayıs önemli bir rol oynadı. Sınıf mücadelesinin her yükselişinde 1 Mayıs çatışmalara sahne oldu. Mayıs’ın ilk günü başladı, kızıllık ve son güne kadar aynı tonda sürdü. Kuşkusuz Mayıs ayında ölümsüzleşenleri yazmaya sayfalar yetmez ama kimilerini yazmakta fayda var.
Mayıs Ayında Toprağa Düşenler! 31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta, Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan TC’nin kolluk güçleri tarafından öldürüldü. Deniz, Yusuf, Hüseyin 6 Mayıs 1972 şafağında sloganlarıyla darağacını düşman karşısında kürsü yapıp ölümsüzlüğe yürüdüler. Denizler’in idamından bir yıl sonra, 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır işkence tezgahlarında bir yıldız kaydı. Mehmet Kocadağ 1 Mayıs 1976’da katledildi. 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı kızıla boyandı ve 34 kişi yaşamını yitirdi. Haki Karer Karadeniz kökenli PKK’nin önder kadrolarından biriydi. MİT tarafından kontra-gerilla yöntemler devreye sokularak
gündem
Katledilişinin 42. yıldönümünde de…
18 Mayıs 1977’de Antep’te katledildi. Armenak Bakır, 13 Mayıs 1980’de Elazığ Karakoçan’da pusuya düşürülerek öldürüldü. 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır zindanı devletin tecrit ve işkenceyle sistematik saldırı altında tuttuğu bir merkezdi. Direnişi, iradeyi kırmak için her yol ve yöntemin hayata geçirildiği bu zindanlarda, 18 Mayıs 1981’de dörtler (Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin) kendilerini yakarak yaşamlarına son verdiler. Toprağa düşenler devrime ait değerlerdir. Darağacında, zindanda, işkence tezgahında bedel ödeyerek bugün kavgayı var eden koşulları yarattılar. Devrimci olmak, tarihten öğrenerek geçmişin dersleriyle hep ileriye yürümek mücadeleyi sürdürmektir. Onların bıraktığı bayrağı dalgalandırarak devrim için mücadeleyi yükseltmektir.
İbrahim’i Dönemin Devrimcilerinden Ayıran Özelliği Komünist Olmasıdır! Mayıs ayında yitirdiklerimiz arasında İbrahim Kaypakkaya’nın yeri ayrıdır. Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de Komünizmin, Marksizm-Leninizm’in şanlı kızıl bayrağını 1972’de yeniden göndere çekmeye önderlik eden İBRAHİM KAYPAKKAYA’dır. İbrahim’in temel özelliği, onu dönemin bütün devrimcilerinde ayıran özelliği, onun komünist niteliğidir. İbrahim, Marksizm-Leninizm’in devrimci özüne
7
gündem
sahip çıkan ve Marksist-Leninist temelde komünist parti inşasını Kuzey Kürdistan/Türkiye devriminin en önemli sorunu olarak kavrayıp bu yönde adımlar atan komünist önderdir. İbrahim, dört aya yakın süren tutsaklık döneminde ser verip, sır vermeyen komünist devrimci tavrıyla zindanı faşistlere karşı mücadelenin bir arenası haline getirmiştir. Onun karşısında yenilen faşistler çareyi onu katletmekte bulmuştur. Faşistler henüz 24 yaşında olan İbrahim yoldaşı öldürmekle kuşkusuz İbrahim’in uğrunda mücadele ettiği davaya, emekçi halkların kurtuluşu, devrim, demokrasi, sosyalizm, komünizm davasına ağır bir darbe vurdular. Fakat faşistler İbrahim’i katletmekle gerçek amaçlarına, komünizm davasını durdurma amacına ulaşamadılar, hiçbir zaman da ulaşamayacaklar. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katlinden sonra da, onun uğrunda öldüğü dava durmadı, durmayacak!
İbrahim’i Anmak Ve Mücadelede Yaşatmak!
8
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de İbrahim Kaypakkaya’ya bütün devrimci sol sahip çıkıyor. Bu kuşkusuz iyi bir şeydir. Bizim için belirleyici olan, İbrahim’i komünistçe sahiplenmek ve savunmaktır. Çünkü İbrahim’in temel niteliği onun bir komünist önder olmasıdır. İbrahim’i gerçekten savunmak onun uğrunda mücadele edip, öldüğü davayı kavramak, onu sürdürmektir. Kimileri İbrahim’i genel demokratizm akımı içinde bir devrimci, bir küçük burjuva devrimcisi olarak gösterip savunuyor! Böyle bir savunu İbrahim’e yapılabilecek en büyük saldırıdır. Böyle değerlendirme
yapanların Marksizm-Leninizm’den ne kadar bihaber olduklarını gösteren bir değerlendirmedir. Yine kimileri, İbrahim’in temel özelliğinin sanki onun yiğitliği imiş, onun polisteki, işkencedeki ser verip sır vermeyen tavrı imiş gibi göstermeye çalışıyorlar! Hayır, böyle bir İbrahim savunusu ve sahiplenilmesi yetersizdir. İbrahim’i döneminin devrimcilerinden ayıran temel farklar var. İbrahim’in örneğin milli mesele, Kemalizm, modern revizyonizme karşı mücadele konusunda dönemin devrimcilerinden kökten farklı komünist tavrını vb. görmeyen ve gözlerden gizleyen bir savunudur bu. Ya da bugün en çok İbrahimci görünenler, İbrahim’in 1972’de formüle ettiği ve bir bölümü açıkça yanlış, dönemin dünya Marksist-Leninist hareketi içinde egemen olan Lin Biaocu “sol” görüşlerinin tekrarı olan “on bir ilkesi”ni aynen savunmayı İbrahim’i gerçek anlamda savunma imiş gibi görüp gösteriyorlar! “İbocu” geçinenler, gerçek anlamda İbrahim Kaypakkaya’daki devrimci Marksist özün ne olduğunu anlamadılar, anlamıyorlar. Onlar daha çok İbrahim’in 1972 koşullarında yaptığı hataları sistemleştiren bir çizgi geliştirdiler. 1981’den bu yana çok net olarak İbrahim’in gerçek savunusu, onun Marksist-Leninist görüşlerini, hatalarından arındırarak alıp geliştiren Bolşeviklerin savunusu ile bütünleşmiştir. İbrahim’in Marksist-Leninist komünist özü bugün de Bolşeviklerin mücadelesinde yaşamaktadır.
İbrahim ve Ermeni Sorunu! 1972’de İbrahim’in Ermeni sorununda tavır takınması, Ermenilerin kitlesel olarak katledildikleri ve topraklarından sürüldüğünü belirtmesi önemlidir. Bu dönemde Ermeni sorunu üzerine konuşmak, yazmak bir tabudur. Türkiye devrimci hareketi içerisinde Ermeni sorununda tavır takınması ile İbrahim diğer devrimcilerden ayrılmaktadır. O dönemde Türkiye devrimci hareketi açısından Ermeni sorunu diye bir sorun yoktu. 1972 koşullarında Türkiye devrimci hareketine Kemalizm hayranlığı damga vurmaktadır. Mahir Çayan ve THKO’nun yazılarında tek bir Ermeni lafı geçmemektedir. Ermeni soykırım anmalarının ilk defa 1965’te Doğu Ermenistan’da başladığını biliyoruz. 1972’de henüz Asala eylemleri de başlamamıştı. Ermeni sorununda ölüm sessizliğinin yaşandığı bir dönemde İbrahim’in tavır takınması, onun komünist niteliğini göstermektedir. İbrahim, “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısında, o yıllarda bir tabu olan ve Türkiye devrimci hareketi-
nin Ermeni kelimesini bile telaffuz etmediği, edemediği bir dönemde “Ermeni Sorunu”na geçerken de olsa değinmiş olmasının altını çizmek gerekir. “Bugün Türkiye sınırları içinde hâlâ bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir. Türkiye’de milli hareketin tabii eğilimi de, daima milli bütünlüğü olan devletlerin kurulması yönünde olmuştur. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Doğu Avrupa’nın ve Asya’nın hayatına sessizce giren kapitalizm, bu bölgelerdeki milli hareketleri depreştirmiştir. Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna.” (Seçme Yazılar, İstanbul 1979, Ocak Yayınları, sf. 215) Gene İbrahim, “Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” başlıklı yazısında Türk burjuvazisinin Ermeni ve Rum kapitalistlerinin zenginliklerini yağmalayarak sermaye birikimi yaptığı gerçeğini şöyle dile getirir: “İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşına katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, ... Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler.” (Age, sf. 127) “Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalarda öğreniyoruz ki; ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır.” (Age sf. 128)
gündem
O dönemde Türkiye devrimci hareketi açısından Ermeni sorunu diye bir sorun yoktu. 1972 koşullarında Türkiye devrimci hareketine Kemalizm hayranlığı damga vurmaktadır. Mahir Çayan ve THKO’nun yazılarında tek bir Ermeni lafı geçmemektedir. Ermeni soykırım anmalarının ilk defa 1965’te Doğu Ermenistan’da başladığını biliyoruz. 1972’de henüz Asala eylemleri de başlamamıştı. Ermeni sorununda ölüm sessizliğinin yaşandığı bir dönemde İbrahim’in tavır takınması, onun komünist niteliğini göstermektedir. İbrahim ilk defa net tavır takınıyor. Soykırım demiyor ama Ermenilerin kitlesel olarak katledildikleri ve yaşadığı topraklardan sürüldüğünü açıkça belirtiyor. Ağalar, büyük toprak sahipleri ve Türk burjuvazisinin Ermeni ve Rum mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiklerini de ortaya koyuyor. 1972 koşullarında çözüme bağlanmamış tek ulusal hareketin Kürt ulusal hareketinin olduğunun söylenmesi İbrahim’in bir eksikliğidir. Tabular döneminde İbrahim gerçekleri ortaya koyuyordu. İbrahim’in Ermeni sorunu konusunda ortaya koyduğu doğru görüşleri temel alan Bolşevikler, İbrahim’in görüşlerini daha da ilerleterek somut bir çizgi ortaya koydular. İbrahim’in komünist atılımının sürdürücüsü olan Bolşevikler, İbrahim’in doğru görüşleri ve pratiğini savunurken ona dokunulmaz bir aziz gibi değil, İbrahim neyse öyle yaklaştılar, yaklaşacaklar.
Günün görevi: Fabrikaları Bolşeviklerin kaleleri haline getirmektir! 18 Mayıs 2015’te İbrahim Kaypakkaya yoldaş önünde ve onun şahsında komünizm ve devrim davasında dövüşürken yitirdiğimiz tüm devrimcilerin anısı önünde saygı ile eğiliyoruz. O’nun davasına sahip çıkan tüm sınıf bilinçli işçileri Bolşeviklerin mücadelesine katılmaya çağırıyoruz. Fabrikaları kalelerimiz haline getirelim şiarının hayata geçirilmesi için bütün gücüyle çalışma, bugün İK’yı anma ve onu yaşatmanın en doğru yoludur. Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de İbrahim’in uğrunda mücadele ettiği halk demokrasisinin, sosyalizmin, komünizmin zaferi ancak işçi sınıfının bu davaya kazanılması ile sağlanabilir. Bu ise ancak ve yalnız komünist partisinin örgütlenme temelinin fabrikalar olmasıyla mümkündür. O halde, sınıf bilinçli işçiler, gerçek komünistler saflara! 15.04.2015
9
gündem
KUZEY KÜRDİSTAN’DAN İZLENİMLER!
M
art 2015’te bir heyetle birlikte Kuzey Kürdistan’a yaptığım iki haftalık gezinin izlenimlerini YDİ Çağrı okuyucuları ile paylaşmak istiyorum.
Van İzlenimleri!
10
Gezimizin ilk durağı Van oldu. Yağışlı ve soğuk bir hava ile karşılaştık. 23 Ekim ve 9 Kasım 2011’de meydana gelen depremler sonrasında Van’a gitmiştim. Van adeta yıkılmış, yollar çökmüş ve halkın küçümsenmeyecek bölümü şehri terk etmişti. Deprem izleri önemli ölçüde ortadan kalkmış görünüyor. Yollar yapılmış, hasarlı binalar yıkılmış ve Van’dan göç edenlerin küçümsenmeyecek bölümü geri dönmüş durumda. Koyteyner kentte yalnızca 30-40 ailenin olduğu bilgisini alıyorum. Van’a gitmişken Van Kalesini görmek gerekiyordu. Önceki yıllarda da Van Kalesini görmüştüm. Daha önce yol olmadığı için kaleye tırmanmak gerekiyordu. Bu yıl gittiğimde kaleye giden yolların yapıldığını gördüm. Van kalesine çıktığımda hafızam beni yüz yıl öncesine götürdü. Bir zamanlar bu topraklarda Ermeniler yaşıyordu. Ne oldu bu insanlara? Nasıl
yok edildiler? Nisan 1915’te Van’daki Ermeni direnişi aklıma geliyor. Van kalesi çatışmaların yaşandığı yerlerden biri idi. Kaleden Van’a bakarken acaba bu şehirde kendini gizleyen Ermeniler var mı, sorusu kafama takılıyor. Ermeni Cemaati veya Ermeni kimliği ile yaşayanların olup olmadığını araştırma gereği hissediyorum. Biz zamanlar Ermeni şehri olan Van’da, 1885’te ilk Ermeni partisi Armenakan kurulmuştu. Daha sonra, 1887’de Cenevre’de Devrimci Hınçak Partisi ve 1890’da Tiflis’te Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) kurulur. Her üç partinin Van’da küçümsenmeyecek oranda bir örgütlülüğü vardır. Ekim 1914’te, Enver Paşa’nın bacanağı Cevdet Bey Van’a vali olarak atanır. Bu dönemde hazırlıkları önceden yapılan ve potansiyel suçlu olarak görülen Ermenilere karşı saldırılar artarak devam eder. Van çevresinde yaşayan Ermeniler, Kürtler tarafından katledilir. Kürt çetelerden kaçan Ermeni köylüleri Van’ı doldurur. Van valisi Cevdet Bey bununla da yetinmez, emrindeki Kasap Taburu’na Ermeni köylerinin yerle bir etme talimatı verir. Nisan ortasına doğru Van’daki Ermeni toplumunun tüm ileri gelen-
“Ermeni soykırımının 100. yıldönümünde bir hassasiyet yok. 1900’lerin başında Amed’de nüfusun %60’ı hiristiyan %40’ı müslüman idi. Amed örneği böyle ise tüm Türkiye’yi siz anlayın. Bu topraklarda 2,5 milyon Ermeni yaşıyordu. Şimdi 20 milyon olacaktık. Bunlara ne oldu? Nüfusun dörte birinin Ermeni olması gerekiyordu...”
gündem
leri valilik emriyle tutuklanıp öldürülür. Köylerdeki Ermenilerin silahları toplanır. Erciş’te bütün Ermeni erkekleri köy meydanınlarında toplanıp boğazlanır. 15 Nisan‘da Van’ın Akants köyünde 500 Ermeni Osmanlı hükümeti tarafından kurşuna dizilir. Katliamlar Van’a yakın 80 köyde sürer. 3 gün içinde 24 bin Ermeni katledilir. 20 Nisan 1915’te bir Osmanlı askerinin bir Ermeni kadınına şiddet uygulaması ve bunu gören, Ermeni gençlerinin de askerlere ateş açmasıyla direniş başlar. Van’da çatışmalar yaşanırken, 24 Nisan‘da İstanbul’daki Ermeni toplumunun önde gelenleri, Ayaş ve Çankırı’ya sürülmesine başlanır. Van valisi Cevdet Bey, 14 Mayıs 1915’te Van’ı terk ederek Başkale’ye yerleşir. Van Ermeni direnişi 19 Mayıs 1915’e kadar sürer. 20 Mayıs’ta, Rus ordusu Van’ı işgal eder. Rus birlikleri Ermenilerin kontrolündeki Van’a Aram Manukyan’ı vali olarak atar. Van belediyesi eş başkanları Bekir Kaya ve Hatice Çoban’a bir soru yöneltiyorum. Bu yıl Ermeni soykırımının 100. yıldönümü vesilesiyle Van’da bir etkinlik olup olmayacağını soruyorum. Ermenistan’a davet edildiklerini ama seçimler vesilesi ile gidemeyecekleri yanıtı veriliyor. 24 Nisan’da herhalde bir basın açıklaması yapılır diyorlar. Aynı soruyu Van KESK’e soruyorum. Sorunun içini biraz açarak Van’ın bir Ermeni şehri olduğunu, yüzyıl önce Van’da yaşayan Ermenilerin katledildiğini, kalanların ölüm yolculuğuna çıkarıldığını ve soykırımın 100. yıldönümünde Van’da bir etkinlik planlayıp, planlamadıklarını soruyorum. Bir basın açıklaması olabilir yanıtını alıyorum! Van’da görüşme yapabileceğimiz bir Ermeni veya cemaatin olup olmadığını soruyorum. Cevap yine olumsuz. KESK’te Kürtlere yapılan katliamlar ve baskılar anlatılıyor. Yüz yıl önce Ermeni katliamında Kürtlerin de aktif rol oynadığını söylüyorum. Eğitim-Sen Şube Başkanı evet doğru diyor ve Hamidiye Alaylarını hatırlatıyor. Ermeni soykırımı konusunda tavırları hoşuma gitmiyor. Hatta görüşmeye katılan KESK’li bir arkadaş, görüşme sonrasında Ermenistan’ın büyük oyunlarından bahsediyor! Şaşırıyorum. Tavırları şövenist bir tavır. Ahdamar Kilisesi’ne uğramadan Van’dan ayrılmak mümkün mü? Ahdamar Kilisesi 915-921 tarihleri arasında Vaspurakyan Kralı 1. Gagik tarafından Keşiş Mimar Manuel’e yaptırılmıştır. TC. hükümeti tarafından restorasyonu yapılan kilise 29 Mart 2007’de Anıt Müze olarak açıldı. Çevre düzenlenmesi yapılan kilisede, yılda birkez Ermenilerin ibadet yapmasına
izin veriliyor! İlk ayin 19 Eylül 2010’da yapıldı. Şimdiye kadar beş ibadet yapıldı. 6. ibadet Eylül 2015’te yapılacak. Van Gölü içerisinde bir ada olan Ahdamar Kilisesi’ne giriş beş TL. Devlet, Ermeni kültür mirası üzerinden para kazanıyor. Adanın ismi ise türkçeleştirilerek ‘Akdamar’ yapılmış! Her adaya gidişimde Ermeni halkının bir zamanlar yaşadığı bu coğrafyada, yapılan katliamlar ve Ermeni ulusunun nasıl yok edildiği aklıma geliyor. Bu topraklar ne katliamlar gördü. Soykırımdan kurtulan Ermeniler Nar taneleri gibi dünyanın birçok yerlerine dağıldı. 24 Nisan 2015’te Van’da Ermeni soykırımının 100. yıldönümünde herhangi bir etkinliğin yapılmaması üzücü bir durum.
Ermeni Soykırımının 100. Yıldönümü Etkinlikleri ve Kimi Görüşler! Hâkkari’de, İHD ve Hâkkari Barosu ile yapılan görüşmelerde, Ermeni soykırımının 100. yıldönümünde herhangi bir aktivitenin olmadığını öğreniyorum. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk biraz daha açık konuşuyor. Ahmet Türk’e açık bir soru yöneltiyorum. Ermeni soykırımı üzerine yaptığı açıklamadan etkilendiğimi, kendisinin doğru bir analiz yaptığını, soykırımın 100. yıldönümünde Mardin’de herhangi bir etkinliğin olup olmadığını soruyorum. Olmadığı cevabını alıyorum. Ahmet Türk, dedelerinin elinin kanlı olduğunu, Ermenistan’dan davet aldıklarını ve seçimler dolayısı ile Ermenistan’a gitmelerinin müm-
11
gündem 12
kün olmadığını, çünkü seçimlerde AKP’nin bunu kendilerine karşı kullanabileceğini söylüyor! 24 Nisan 2015’te, Amed’de ilk defa soykırımın 100. yıldönümünde kimi anmalar ve toplantıların gerçekleşeceği bilgilerini aldım. Gomidas Enstitüsü, İHD-Diyarbakır, Diyarbakır Barosu, Büyükşehir Belediyesi, Sur Belediyesi, Zan Sosyal Siyasal İktisadi Araştırmalar Enstitüsü, Surp Giragos Kilisesi ve Nor Zartonk’un desteğiyle açık hava toplantısı ve panelin yapılması sevindirici bir durum. Amed dışında Bitlis ve Batman’da da paneller yapılacak. Kuzey Kürdistan’ın diğer illerinde (Mutki, Sasun ve Van) sadece kilise ve manastırlar ziyaret edilecek. Amedli Ermeni Gaffur Türkay ile Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nde biraraya geldim. Sözü Gaffur Türkay’a bırakıyorum: “Ermeni soykırımının 100. yıldönümünde bir hassasiyet yok. 1900’lerin başında Amed’de nüfusun %60’ı hiristiyan %40’ı müslüman idi. Amed örneği böyle ise tüm Türkiye’yi siz anlayın. Bu topraklarda 2,5 milyon Ermeni yaşıyordu. Şimdi 20 milyon olacaktık. Bunlara ne oldu? Nüfusun dörte birinin Ermeni olması gerekiyordu. 1970-1980’de Amed’de 300-400 Ermeni aile vardı. 1974’te Kıbrıs savaşı oldu. Buraya ‘Gavur’ mahallesi deniliyor. Bir molla insanları topluyor. Attıkları slogan şu: “Ya Kıbrıs’ın yarısı, ya Agop’un karısı.” Mollanın halkı kışkırtması sonucu Ermeni aileler göç etti. Geriye 30-40 aile kaldı. Bu aileler 1990’lara kadar burda idiler. Faili meçhuller yaygınlaşınca geri kalan aileler de göç etti. Bu kilise bakımsızlıktan yıkıldı. Soykırım yapılırken üç grup kurtuldu. Ermenilerin güzel kızları ve gelinleri... 8-9 yaşındaki çocuklar. Bu çocukları evlat edinerek Ermeni mallarına el konulması amaçlandı. Sanatkarlar. Yani mesleği olanlar. Amaç bunlardan yararlanmaktı. O dönemde müslümanlaştırılmış Ermeniler var. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin bugün 3-4 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. O müslüman Ermeniler asimile oldular. Ben burda doğdum. Ana dilim Kürtçe. Beş yıl öncesine kadar müslümandım. Çok hırpalandık.” Bu anlatımları dinleyince öfkelenmemek elde değil. Önemli olan öfkeyi mücadeleye dönüştürmek ve soykırım sorumlularından hesap sormaktır. Elbette bir gün gelecek, Ermeni soykırımını yapanlar hesap verecektir. Kuzey Kürdistan’ın birçok ilinde Ermeni katliamları yapıldı. Katliamın yapıldığı her bölgede, yöre halkı
katliamda aktif rol oynadı. Kürt halkı da Ermeni soykırım gerçeği ile yüzleşmek zorunda. Kimi Kürt siyasetçilerin ve HDP’nin Ermeni soykırımını tanıması olumludur. Olumludur ama teorik düzlemde soykırımın tanınması yetmiyor. Teoride ki söylemlere uygun bir pratiğin geliştirilmesi gerekiyor. HDP’nin Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümünde Erivan’a bir heyet göndermemesi anlaşılır bir durum değil. Kürt halkı Ermeni soykırım gerçeği ile yüzleşmiş durumda değil. Ne yazık ki gerçek böyle.
Yapılan Kimi Yanlış Analizler! Görüşme olanağı bulduğum birçok kişi ve kurum temsilcilerinin Kuzey Kürdistan Türkiye hakkında yaptığı analizlerin doğru olmadığını düşünüyorum. Yer yer birbiri ile çelişen tahliller yapılıyor. Hâkkari İHD başkanı, insan hakları ihlalleri bağlamında geçmişle karşılaştırıldığında bir yoğunluğun olmadığı tespitini yapıyor. Devamla Türkiye’nin İran’dan bir farkının kalmadığını, hatta Türkiye’nin bir İsrail olduğunu anlatıyor! Bu sözlere itiraz ediyorum. Elbette KK/T’de insan hakları ihlallerinin devam ettiğini, bugünkü durumun 90’lı yıllarla karşılaştırılamayacağını, İran’ın şeriatla yönetilen bir ülke olduğunu, Türkiye’nin İran’la karşılaştırılamayacağını ve özellikle Türkiye’nin İsrail ile aynı olduğu tespitinin yanlış olduğunu belirtiyorum. Hâkkari Barosu’nda avukatlar bölgede yaşanan hak ihlalleri hakkında bilgi veriyor. Gerçekten de Hâkkari’deki hak ihlalleri ve keyfi uygulamalar, diğer şehirlerle karşılaştırıldığında bir farklılık arz ediyor. Gözaltına alınanlar kötü muamele ve işkenceye maruz kalıyor. Hastanedeki doktorlar polis gözetiminde “cebir ve şiddet izi yoktur” cümlesini rapora yazıyor. İşkence iddiaları soruşturulmuyor. Hâkkari emniyetinde avukatların müvekkilleri ile görüşebileceği bir oda bulunmuyor. Avukatlar üzerinde psikolojik baskı uygulanıyor vb. Bu anlatılanlar olgu tespitleri. Fakat avukatlar bir sonuç koyuyor ve geçmişi arar olduk tespitlerini yapıyor! ‘Eskiye nazaran değişen birşey yok” diyorlar. Bu tespitler doğru değil. Hâkkari’deki uygulamalar 90’lı yıllarla karşılaştırılamaz. Daha önce Hâkkari’ye gittiğimde yol kontrolleri, girişte verilen form doldurmaları bugün yok. Köy yakma ve boşaltmalar, sokak ortalarında öldürmeler bugün yok. 90’lı yıllarla karşılaştırıldığında belirli değişimler var. Bu ama baskıların, hak ihlallerin, keyfi uygulamaların, işkence ve kötü muamelenin olmadığı anlamına gelmiyor.
gündem
Yasalara Bakış Açısı! Dikkatimi çeken bir başka sorun daha var. AKP 13 yıldır iktidarda. AKP iktidarı döneminde birçok yasa çıkarıldı, çıkarılıyor. Çıkarılan her yasanın somut olarak ele alınıp değerlendirilmesi gerekiyor. Çıkarılan yasalar işçilerin-emekçilerin çıkarları temel alınarak çıkarılan yasalar değil. Yasalar esas olarak patronların çıkarlarını korumak için yapılmaktadır. Bir yasa yapılırken, işçiler-emekçiler de örgütlü güçleriyle, sendikalarıyla, eylemleriyle hükümete baskı yaparak kendi lehlerine bazı yasa maddelerini kabul ettirebilirler. Yeni çıkarılan bir yasada, işçilerinemekçilerin lehine olabilecek maddeler varsa, bunların daha da ilerletilmesi için mücadele edilmelidir. Yeni çıkarılan bir yasa eski yasanın gerisinde ise elbette buna karşı duruş doğrudur. Örneğin “iç güvenlik paketi” eski yasaların gerisindedir ve buna karşı çıkılması doğrudur. Bu genel saptamaları yaptıktan sonra sözü ‘Aile Hekimliği’ yasasına getirmek istiyorum. KK/T’de 2010 yılı itibariyle tüm Sağlık Ocakları, Aile Hekimliği birimine dönüştürülerek Aile Hekimliği sistemine geçildi. AKP hükümeti yeni yasa çıkarırken alt yapısını oluşturmadan yasa çıkarmaktadır. Kuşkusuz bunlar eleştirilmelidir. Sağlığın metalaştırılması vb. uygulamalara karşı mücadele merkezde durmalıdır. Muhalif olan sağlık örgütleri ve Tabib Odaları eski uygulama olan Sağlık Ocakları sistemini savunmaktadır. Amed’de görüştüğüm Tabib Odası ve Sağlık Emekçileri Sendikası, Aile He-
kimliği sistemi yerine Sağlık Ocağı sisteminin doğru olduğunu savundular. Aile Hekimliği, Sağlık Ocağı sisteminin biraz daha ilerisindedir. Aile Hekimliği sistemindeki aksaklıklar, alt yapının oluşturulmaması, performansa dayalı sistem ve sağlığın metalaştırılmasına karşı mücadele yürütülmelidir. Var olan aksaklıkların eleştirilmesi, düzeltilmesi yerine eskinin savunulması yanlıştır.
Kuzey Kürdistan’da Mülteciler ve Sorunlar! Kobanê’ye gitmek için yola çıktık. Murşitpınar sınır kapısına vardığımızda, bizi özel harekat polisleri karşılıyor. Kobanê’ye geçmek istediğimizi söylüyoruz. İzniniz var mı, sorusu yöneltiliyor! Hayır cevabından sonra Suruç Kaymakamlığından izin almamız gerektiği söyleniyor. Günlerden Pazar olduğu için geri dönüyoruz. Suruç’ta Rojava Dayanışma Komitesi ve HDP Suruç İlçe Başkanı’ndan bilgiler alıyoruz. Sınırdan baktığımızda Kobanê yıkılmış bir kent görüntüsü veriyor. Suruç’ta ve Demokratik Toplum Kongresi Sağlık Komisyonu’ndan aldığımız bilgiler şöyle: Belediyelere bağlı çadır kentler var. Belediyelere bağlı çadır kentlere devletin herhangi bir katkısı yok. HDP’li belediyeler çadır kentlere yardım ediyor. Amed’de Ezidilerin kaldığı çadır kent var. Bu çadır kentte kalanların sayısı 3850. Bu çadır kent Amed Büyükşehir Belediyesi’nin koruması altında. IŞİD’in elinde ne kadar Ezidi kadının olduğu tahmin edilemiyor. Ezidi kültüründe tecavüze uğrayan kadınlar
13
✌ halkların kardeşliği için 14
aileleri tarafından kabul edilmiyor. Bu kadınlar ya intihar ediyor ya da ayakları üzerine dikilmek için çaba harcıyor. Daha önce gelen uluslararası yardımlar azalmış durumda. Şimdiye kadar Kobanê’ye 60-70 bin kişi geri dönmüş durumda. Kobanê’de su sorunu, beslenme ve gıda sorunu var. Aşılama problemi var. Hamile kadınların tedavisi yapılamıyor. Hastane yok. Kobanê çevresinde savaş devam ediyor. Yaralılar tedavi edilemiyor. Enkazların altında cesetler var. Öncelikle enkazların kaldırılması gerekiyor. Havaların ısınmasıyla birlikte salgın hastalıkların yaygınlaşmasından korkuluyor. Sağlık hizmetleri, gönüllü giden doktorlar tarafından yerine getiriliyor. Şu anda Kobanê’de 11 hekim ve 25 hemşire var. Andaki durumda Kobanê’de 80 bin insan yaşıyor. Kobanê savaşı başladığında 180-200 bin insan KK/ T’ye geldi. Gelenlerin ancak 3-4 bini çadır kentlere yerleştirildi. Geri kalanlara Kuzeyli Kürtler evlerini açtı. HDP’li belediyeler, Kürt örgütleri tüm imkanlarını Kobanê için seferber etti. Gönüllü doktorlar Suruç’a koştu. Gelen ilk yaralılara müdahale edildi. Yaralıların diğer illere sevkleri sağlandı. Şimdiye kadar KK/T’ye getirilen yaralı sayısı 1300-1400 civarında. Yaralıların sınırda kolluk güçleri tarafından 5-6 saat bekletildikleri, kimlik bilgilerinin alındığı ve yüz taramasının yapılması sonucu birçok yaralının öldüğü verilen bilgiler arasında. Eğer sınırda bu kadar bekletilme olmasaydı birçok yaralının kurtarılma imkanı olduğu belirtildi.
Suriye sınır hattında belli aralıklarla mevzilerin kazıldığını ve zırhlı araçların konuşlandığını gördüm. Özellikle de Rojava’ya bakan noktalarda yoğun güvenlik önlemleri var. Mardin, Nusaybin sınır hattında Türk askeri yeni kazılan mevzilerde nöbet tutuyor. Kamışlı sınır kapısı kapalı. Nusaybin Belediye Eş Başkanlarının verdiği bilgiye göre; son sekiz ayda 200 yardım tırının geçişine izin verilmiş. Gıda ve insani ihtiyaç maddeleri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (UNCHR) tarafından Suriye Kızılay’ına veriliyor. Suriye Kızılay’ı bu yardımları dağıtıyor. Bu yardımların Rojava’ya da ulaştırıldığı verilen bilgiler arasında. Suruç’ta AFAD’ın yaptığı ve Türkiye’nin en büyük çadır kenti olduğu belirtilen kampa gittik. Giriş kapısında kamp hakkında bilgi alacağımız bir yetkili aradık. Jandarmaların haber vermesi sonucu bir uzman çavuş geldi. İzin alıp almadığımızı sordu. İzin almadığımız cevabından sonra kendisinin istenen bilgileri verebileceğini söyledi. Hatta fotoğraf çekmemek koşulu ile çadırları dolaşabileceğimizi de belirtti. Çadırları dolaşmak istemediğimizi, sadece kamp hakkında biraz bilgi alacağımızı söyledik. 35 bin kişilik bir kamp. 25 Ocak 2015’te kampa alımlar başlamış ve 5 Mart’ta kampın açılışı yapılmış. Kobanê’li mültecilerin de olduğunu ve kimilerin geri döndüğünü öğreniyoruz. Kampta kalmanın zorunlu olmadığı, kamp sakinlerinin istediği an kamptan ayrılabileceğini anlatıyor. Kampın önünde dolmuşlar var. Bu dolmuşlarla kamp sakinleri Suruç ilçesine gidip geliyor.
Mardin Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı! Mardin Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı’nda görevli öğretim üyeleri ile bir araya geldik. Yaşayan Diller Enstitüsü bünyesinde üç anabilim dalını barındırıyor. Kürtçe, Süryanice ve Arapça. 2010 yılında “çözüm süreci”nin bir ayağı olarak açılan Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü bünyesindeki Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı, bugüne kadar başarılı birçok projeye imza atmış görünüyor. 2010’da AKP hükümeti, 90 yıldır inkar edilmiş bir dilin okutulacağı bölümlerin açılmasına karar verdi. Bunun ilk yeri Mardin oldu ve üç hoca ile işe başlandı. Aynı yıl Yüksek Öğretim Kurulu’ndan (YÖK) öğrenci alım izni çıktı. Yüksek lisans öğrencileri alındı. Kürdoloji bölümünün açılması için başvurulmuştu ama kurulan Enstitüye, Yaşayan Diller Enstitüsü adı verildi. Açılım doğrultusunda iki saat Kürtçe seçmeli ders gündeme geldi. Bir yıl sonra tezsiz yüksek lisans öğrencileri alınmaya başlandı. Hedef, bunların diplomalarını alıp Kürtçe öğretmenliği yapmalarıydı. Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı şimdiye kadar 2500 mezun verdi. Devlet ancak 25 kişiyi işe yerleştirdi! RTE, üniversiteler bünyesinde Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı’nın açılmasını her fırsatta dillendiriyordu! Kürt sorununda attığı adımlara bir örnek olarak anlatıp duruyordu! Mezun olan 2500 kişiden
sadece 25 kişinin işe yerleştirilmesi, AKP hükümetinin Kürt diline nasıl yaklaştığına en iyi örnektir.
Amed’de Görkemli Newroz!
gündem
Dolmuşlar parasız. Dolmuşlar Suruç Kaymakamlığı tarafından tutulmuş. Dışarıya çıkıp yeniden kampa dönenler tek tek aranıyor. Kampın etrafı beton duvarlar ve duvarların üzeri dikenli tellerle çevrilmiş. Nöbetçi kulübeleri var. Kamp açık bir cezaevi görüntüsünü veriyor. Kuzey Kürdistan’da adım başı mültecilerle karşılaşıyorsunuz. Çocuklar, kadınlar dileniyor. Kimi mülteciler ucuz işgücü olarak kullanılıyor. Savaş her zaman olduğu gibi çocukları ve kadınları vuruyor. Yoksulluk almış başını gidiyor. Diğer taraftan AKP hükümeti HDP’li belediyelere karşı ayrımcı bir politika izliyor. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün verdiği bilgiler, TC. devletinin ayrımcı politikalarına en iyi örneği oluşturuyor. Mardin’de HDP’nin Belediye Başkanlığını kazanacağı belli olunca, belediyeye ait arsa ve kimi binalar hazineye devrediliyor. İl Genel Meclis binası valiye veriliyor. Mardin belediye binası, ilçe belediyesine veriliyor. Osmanlının takipçilerinde oyun çok. Oyunları çok iyi oynuyorlar.
Ve Newroz kutlamaları. Amed bu yıl görkemli Newroz kutlamalarına tanık oldu. Belediye araçları sabahın erken saatlerinden itibaren kitleyi Newroz alanına taşıdı. Alan girişinde, polis tarafından arama noktası oluşturulmuştu. Newroz Tertip Komitesi’nin belirlediği görevlilerde alan girişinde arama yapıyordu. Amed’in tüm seyyar satıcıları alanda ki yerlerini almışlardı. Sadece gıda maddeleri değil, kıyafetten çocuk oyuncağına kadar çok çeşitli ihtiyaç malzemeleri de alandaki tezgahlarda satıldı. Gün boyu, çiğ köfteler yoğuruldu, gözlemeler açıldı. Oteller dolup taştı. Newroz artık ekonomik bir pazar alanı da oluşturmuş durumda. Soğuk hava, halkın kutlamalara katılmasına engel olmadı. Amed Newrozu’na diğer illerden ve yurtdışından da yoğun katılım vardı. Birçok Kürt kadını ulusal kıyafetleri ile alandaydı. Kürt gençleri ise daha çok „gerilla kıyafeti“ olarak bilinen „şalu şepik“ ile alanda yerlerini almışlardı. Sahnede yapılan programın yanı sıra, alanda da davul zurna eşliğinde halaylar çekildi. Herkesin yüzünde barışa olan umutlar vardı. Öcalanın mesajı merakla bekleniyordu. Çocuklar ve gençler önemli bir kitleyi oluşturuyordu. Soğuk ve yağışlı hava newroza katılımı engelleyemedi. Ama aynı zamanda sahne önünde bir kaos yaşanıyordu. Gençler ellerindeki PKK bayrakları ile sahnenin önünde ve görünür bir yerde olmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Öcalan’ın mesajı okununca heyecan doruğa çıktı. Bölgede barışa olan umutlar yeşeriyor. Öcalan’a güven doruk noktasında. Öcalan ne söylerse doğru söyler havası egemen. ‘Önderliğimize’ güveniyoruz ama AKP’ye güvenmiyoruz söylemleri oldukça yaygın. Bu yıl Amed sokaklarında yoğun polis önlemleri dikkat çakiciydi. Bu önlemlerin Newroz kutlamaları için alındığını düşünmüştüm. Newroz sonrasında da bu önlemler olduğu gibi devam etti. Şehir üzerinde helikopterler alçaktan uçuş yapıyordu. Tomalar şehrin belirli noktalarında hazır bekletiliyordu. Zırhlı araçlar her köşe başında idi. Polisler ellerindeki makinalı tüfeklerle adeta Amed halkına göz dağı verircesine dolaşıyorlardı. Kuzey Kürdistan izlenimlerim kısaca böyle... 05.04.2015 Bir YDİ Çağrı Okuru
15
✌ halkların kardeşliği için
SOYKIRIMIN 100. YILINDA HEPİMİZ ERMENİYİZ! ERMENİ SOYKIRIMI ÜZERİNDEN 100 YIL GEÇTİ! SOYKIRIMI BİR KEZ DAHA OLANCA GÜCÜMÜZLE LANETLİYORUZ! “Hafızasız insan yoksa hafızasız ulus da yoktur. Zira hafıza insanın ya da halkın yaşadığı yıllardan ibaret olan hayatıdır; onun geçmişi, onun tarihidir.”
E
16
rmeni soykırımının mirasçıları soykırımın 100. yılında da sorumluluktan kaçmaları yetmiyormuş gibi soykırım gününe Çanakkale Savaşları’nda ölenleri anma günü ilan etti. Birbiri içinde hem benzemeyen hem de ortak yanları olan iki tarihi olay! 1915 Ermeni soykırımı sırasında olanlar: Osmanlı Türk Devleti 1915’te aldığı kararla Batı Ermenistan’da yaşayan Ermeniler “Hiç’e göç” ettirilmişlerdir. Bu zoraki göç soykırım; Jön Türk Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın “Türk topraklarında Ermenilerin yaşama ve çalışma hakkı tamamen iptal edilmiştir. Buna göre, Hükümet beşikteki bebeklere bile acınmamasını emrediyor…” özel ferman ile verilmiş bir karar ile başlatılmıştır. Bu zoraki göç adım adım hazırlanır, 1914 yılında Osmanlı Türk Devleti genel seferberlik ilan eder ve
Ermenilerin payına… Ermeni gençlerini Türk ordusuna aldılar. Götürüp amele taburlarında çalıştırdılar; sonra hepsini de öldürdüler“ düşer! [Sv. 2000. Gth. 110, sayfa 223]. Bu zoraki göç ve soykırımın başlangıç günü: 24 Nisan 1915 Cumartesi gecesi; İstanbul’da yaşayan 273 önde gelen Ermeni Entelektüel ilk önce zorla karakola götürülür, bunu müteakiben Mezopotamya çöllerine sürgüne gönderilerek yok edilir, işte bu tarih Ermeniler tarafından soykırımın başlangıç tarihi olarak kabul edilmiştir. Bu zoraki göç insanlık tarihinin yaşadığı en korkunç jenositlerden biridir, Bu zoraki göç esnasında 1,5 milyon kadın-erkek, yaşlı-genç, çoluk-çocuk Ermeni insan öldürülmüş, soykırıma uğramıştır. Bu zoraki göç esnasında Ermenilere karşı ırkçı-şövenist dinci nefret duygularıyla kışkırtılan yerli Müslüman Türk ve Kürtler komşularını boğazlamadan
çok azdır. Bu zoraki göçe karşı kahramanca direnenler Musa Dağ’da vb. yerlerde gerçek kahramanlık destanları yazmışlardır. İşte dün ve bugün topyekûn Türk hâkim sınıflarının bir türlü kabullenmeye yanaşmadıkları soykırımdan kesitler bunlardır!
✌ halkların kardeşliği için
geri durmadılar. Osmanlı Türk Devleti Ermeni olmayanları komşularını öldürüp mallarına el koymaya teşvik etmiştir. Bu zoraki göç sürecinde ırzına geçilen Ermeni genç kızlar ve kadınların sayısı bilinmiyor. Tecavüze uğramamak ve namusunu korumak için toplu intiharların olduğunu tanık anlatımlarından öğrendik. Bu zoraki göç esnasında yerinden yurdundan edilen kadim Ermeni halkı işkencenin her türlüsüne maruz kalmıştır. Ana rahmindeki bebeler anneyle birlikte katledilir, yeni doğmuş bebelerin başları taşlarla ezilir, sözün kısası hayvanlaşan saldırganlar insanlıktan çıkma eylemindedir. Bu zoraki göç sırasında kimi 150-200 kişilik sülalelerden geriye 3-5 kişinin kaldığını tanıklardan öğrendik. Bu zoraki göç, soykırım; ağıtlara konu olmuştur, bu ağıtlardan biri var ki soykırımı bütün çıplaklığıyla günümüze kadar taşımıştır: Ermeniler ağlasın, amansız katliam Çöle çevirdi güzel Adana’yı, Ateş ve kılıç ve zulümle talan, Rupinyan ülkesini, ah! etti harap. Silahsız Ermeni bir anda, Kılıçla vurulup, düştü kalabalığın önüne, Yok oldu, kilise ve okul alevlerde, Acımasızca öldürüldü, sayısız Ermeni. Yoksun bıraktı, acımasız Türkler, Evladı anadan, gelini kocadan, Hurdahaş ettiler, neye rastladılarsa, İçtiler, kandılar Ermeni kanıyla. Üç gün, üç gece, içeriden ateş, Dışarıdan ise düşmanın kılıç ve mermisi, Sildi Ermenileri yeryüzünden, Kan akıyordu Ermeni sokaklarından. [Sv. 2000. Gth. 342, sayfa 413-414]. Okula girip, öğretmeni tuttular, Vay, aman! Ağzını açıp, dilini kestiler, Ah, aman! [Sv. 2000. Gth. 352, sayfa 415] Bu zoraki göçün hayatta kalanlarda açtığı yaralar, yarattığı travmalar kabuslar yıllarca ölünceye kadar birlikte taşınmıştır. Bu zoraki göç ile 70’ten fazla yerleşim yerindenyurtlarından terk ettirilen Ermenilerin mal ve mülklerine el koyan yeni zenginler türemiştir. Bu zoraki göç sırasında Ermeni halkının yanında yer alanların onların çocuklarını saklayanların sayısı
1915 soykırımdan sonra olanlar: Zoraki göçten sağ kalanların bir kısmı Doğu Ermenistan’a sığınır, binlercesi anayurtlarından kopup dünyanın her tarafına yayılır ve (Diasporada) azınlık olarak varlıklarını sürdürürler! Soykırımdan kurtulan ve İstanbul’da kalanlar ırkçı ayrımcılığın ve aşağılanmanın hedefi olmaya devam eder! Osmanlı Türk devletinin tarih sahnesinden çekilmesi ve yeni Türk Devleti TC. yeni tarih yazımında soykırım inkâr edilir ve bu inkâr hâlâ sürdürülmektedir. Tüm dünyada Ermeni soykırımı uzun bir zaman Doğu Ermenistan’da evlerde ve kiliselerde anılır, genel anlamda gündem işgal etmez! Resmi anmalar ilk kez 1965 yılında Erivan’da başlar. “Hafızasız insan yoksa hafızasız ulus da yoktur. Zira hafıza insanın ya da halkın yaşadığı yıllardan ibaret olan hayatıdır; onun geçmişi, onun tarihidir.” anlayışıyla hareket eden Virjin Sivaslıyan ve grubu 1955’te Soykırım tanıklarını aramaya koyulur. Yıllarca süren bu çalışmalar 1068 sayfada yer alan 700 civarında tanığın anlatımlarını günümüze taşımayı sağlar. ( Türkçesi, Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları İstanbul 2013) Diaspora Ermenilerinin kurduğu ASALA örgütü 1975-1990 yılları arasında çeşitli ülkelerdeki Türk temsilciliklerine karşı yaptıkları silahlı eylemlerle Ermeni sorununda gündem oluşturmaya çalışır. Milliyetçiliğin kol gezdiği 1970’li yıllarda Komünist Hareket Önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın Ermeni katliamına tavrı “Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’te ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna“ istisnadır. Hrant Dink, tarihi olguların bilgisi ve bilinciyle 1980’ler de başladığı soykırımın varlığının tüm sonuçlarıyla tanınması kavgasında “soykırımın faili ko-
17
✌ halkların kardeşliği için
numunda olan halkların vicdanında mahkûm edilmesi” ve soykırımın kurbanı konumunda olan “Ermeni halkının da af etmeye hazır olması” için yürüttüğü mücadeleyi 19.01.2007’de kalleşçe sıkılan kurşunlara hedef olarak öder! Hrant Dink kavgasını geride kalanlara bırakırken “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını İstanbul’da binlerin katıldığı cenaze töreninde kavganın önemli bir neferi olarak tarihe yazdırır! Bu önemli tarihi kesitlerin ötesinde önemsiz de olsa AKP hükümeti döneminde hızla geçen bir arabanın çıkardığı rüzgâr misali barış esintisi Azeri engeline takılır. İnkâr politikası TC. devleti açısından varlığını tüm hızı ile devam ettirmektedir. Şimdi gelelim 1915’ten beridir “geçilmez efsane” olarak sunulan Çanakkale’ye!
1915 Çanakkale’de olanlar:
18
Çanakkale Savaşları olarak anılan “efsane” 19141918 Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Batı Anadolu topraklarında sürdürülmesidir. Osmanlı Türk Devleti bu paylaşım savaşına Almanların cephesinde savaşa katılırken amacı bir koyup beş almaktır. Bu paylaşıma katılma Osmanlı Türk Devleti’nin sonunun başlangıcı olmuştur. Deyim yerindeyse “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuş”tur. Birinci Emperyalist Talan Savaşı’nda Osmanlı’nın da içinde yer aldığı İttifak Güçleri (Almaya/Avusturya-Macaristan/Bulgaristan/Osmanlı Türk Devleti) İtilaf Güçlerine (İngiltere/Fransa/Rusya sonradan İtalya ve ABD) yenilmiştir. Yenenler, yenilenlerin vatanını talan etmişlerdir. Bu
talan sırasında kayıtsız koşulsuz teslim olan Osmanlı Türk Devleti’nin orta Anadolu hariç tüm bölgeleri çeşitli emperyalist güçler tarafından işgal edilmiştir. Bugün ecdatlarıyla övünenler nedense bu gerçeği hep es geçerler! Çanakkale de emekçiler emperyalist kâr için birbirini boğazlamışlardır, akan kanlar büyük usta Lenin’in deyimi ile “1914-1918 (Birinci dünya) savaşının, iki taraf için de emperyalist bir savaş (yani bir fetih, yağma, talan savaşı), dünyanın paylaşılması, sömürgelerin, mali-sermayenin (finans-kapitalin) “nüfuz bölgeleri”nin bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için çıkarılmış bir savaşın” uğruna akıtılan kanlardır. Saldıranlarda savunanlarda ayrı ittifaklar içinde olsalar da aynı talan-yağma ve fetih cephelerinin unsurlarıdır. Ermeniler de bu paylaşım savaşının gazabına uğrayan kadim uluslardan biridir! Bu paylaşım savaşı komşuyu komşuya düşman etmiştir! Çanakkale’deki kahramanlık destanları cephelerde birbirini kıran çeşitli uluslardan emekçilerin kurtuluşu için değil, bizzat onların esaretlerinin hikâyeleridir. Vatan savunması dedikleri sömürücülerin asalakların mallarının savunulmasıdır. O dönemde emekçiler cephelerde birbirlerini kıracağına, silahları asıl içerdeki düşmanlara çevirmiş olsaydı emperyalist savaş engellenir onca kan akıtılmamış olurdu! Bugün tören düzenleyenler vatan savunması ve cephe kahramanlıklarından dem vuranlar, ecdatlarının eserlerinden nemalanmaya çalışanlardır. Evet 1915’teki olaylardan biri diğerinin sonucu ikisi de emperyalist Birinci Paylaşım Savaşı’nın ürü-
etmiş olursunuz. Hamiş: Ekselansları, birkaç ay önce sizi 24 Nisan’da Yerevan’da Ermeni Soykırımının masum kurbanlarının anısına düzenlediğimiz törene davet etmiştim. Bizde davete yanıt almadan davet edilenin evine misafir olmak adetten değildir.” (Agos İnternet Sayfası 16.01.2015) Evet, 24 Nisan 2015’te soykırımın 100. yılında “Hepimiz Ermeniyiz” demek demokrasi, özgürlük, sosyalizm taraftarı ve halkların kardeşliğinden yana olan herkesin sloganı olmalıdır! Tüm dünya Ermenileri adalet istiyor ve gerçek bir özür bekliyorsa, yerden göğe kadar haklı olduklarındandır! Biz Kuzey Kürdistan/Türkiye’li devrimci, ilerici, demokrat işçiler, emekçiler, Türk ve Kürt halklarının soykırımdaki suç ve sorumluluk ortaklığı nedeniyle duyduğumuz utancı ilan ediyoruz! Soykırım derhal kayıtsız koşulsuz olarak tüm sonuçlarıyla tanınmalıdır derken aşağıdaki talepleri haykırıyoruz: Kuzey Kürdistan Türkiye’deki Ermeni Cemaati için tam hak eşitliği; Ermeni Cemaati’nin tanınması ve desteklenmesi. Anti-Ermeni ırkçılık ve şovenizminin her biçimine karşı mücadele ve bunların yasaklanması. Ermeni soykırımı sırasında sürülen, öldürülen, ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan tüm Ermenilerin bugünkü haleflerinin ülkelerine geri dönme hakkı! Haydutça el konulmuş Ermeni mülklerinin geri verilmesi veya tazmin edilmesi. Devletin mülküne geçirilmiş tüm Ermeni mülkünün tazmin edilmesi Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkı. Türk devlet okullarında Türk egemenlerinin soykırımcı politikası hakkında doğru bilgilerin öğretilmesi. Doğrudan mirasçısı olmayan Ermeni mülklerinin tazminatının Ermenistan Cumhuriyeti’ne ödenmesi. Ermenistan/Türkiye sınırının bekletilmeksizin açılması; Ermenistan Cumhuriyeti ile dostça komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi! Sonuç olarak: Yalnızca yukarda sırladığımız taleplerin kayıtsız koşulsuz savunulması yoluyla Türkiye’deki, Diaspora’daki, Ermenistan’daki Ermeni halkı ile halkların kardeşliği sağlanabilir. 08.03.2015
✌ halkların kardeşliği için
nüdür! Aradan geçen 100. yılda temelde değişen bir şey yoktur! Yine emekçiler her fırsatta yağma talan ve fetihler için milliyetçilik ve din ağusu ile zehirlenmektedir. Haksız savaş cephelerinde birbirine kırdırılmaktadır. Halkların birbirine düşman edilmesinde çıkarı olanlar hem ulusal hem de uluslararası alanda bir avuç sömürücülerdir! Günün utanmaz ve arlanmaz TC. yöneticilerinin, dün ecdatlarının eseri sonucu binlerce emekçinin telef edilmesinin üstünü örtmeleri yetmiyormuş gibi anma törenlerindeki timsah gözyaşları ve zafer çığlıklarını ticarete dönüştürme hesaplarında epey ilerlediler! Her yıl 18 Martta düzenlenen turistik “Çanakkale Zafer Törenleri” (neyin zaferiyse) bezirgânlıkta epey ilerlemiş, dünün başbakanı bugünün TC. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan acayip bir manevra ile “Törenlerin” tarihini 24 Nisan 2015’e aldırdı! Bununla yetinmeyerek büyük bir pişkinlik ve yüzsüzlükle Ermeni soykırımının 100. yılında Ermeni Cumhuriyeti Devlet Başkanı Sarkisyan’ı da bu törenlere davet ettiler! Bu rezalete en iyi cevabı Sarkisyan verdi. Cevaptan bölümler aktarmayı gerekli görüyoruz: “Çanakkale Savaşı’nın iyi bilinen anlamını veya Türkiye’nin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki tartışmalı rolünü bir yana bırakırsak, barış ve dostluğun her şeyden önce geçmişle yüzleşme cesareti, tarihsel adalet ve asla seçici bir yaklaşımı kaldırmayan, tamamen olgunlaşmış evrensel bir hafızanın tanınması üzerine kurulabileceği hatırlanacaktır. Ancak maalesef Türkiye geleneksel inkâr politikasını sürdürüyor. Tarihi saptırma araçlarını her geçen yıl “geliştiren” Türkiye, 18 Mart 1915’te başlayıp 1916 yılının Ocak ayının sonuna kadar devam etmesine rağmen, bu yıl ilk defa, Çanakkale Savaşı’nın yıldönümünü 24 Nisan’da kutlayacak. Üstelik İtilaf Devletlerinin kara çıkartmasının tarihi de 25 Nisan 1915’tir. Bu tarihin seçilmiş olması, uluslararası topluluğun dikkatini Ermeni Soykırımının yüzüncü yılını anan etkinliklerden inceliksiz bir tavırla uzaklaştırmaya çalışmaktan başka hangi amaca hizmet etmektedir? Dahası, bir anma etkinliği düzenlemeden önce, Türkiye’nin hem kendi halkına, hem de tüm insanlığa karşı çok daha önemli bir görevi var, o da Ermeni Soykırımının tanınması ve kınanması. Dolayısıyla, uluslararası barış çağrısı yaparken size tavsiyem dünyaya Ermeni Soykırımını tanıması için bir mesaj göndermeyi de unutmamanızdır, bu sayede 1,5 milyon masum kurbanın anısına da saygınızı ifade
19
✌ halkların kardeşliği için
OSMANLI/TÜRK HAKİM SINIFLARININ ERMENİ ULUSUNA KARŞI GİRİŞTİĞİ SOYKIRIMIN 100. YILDÖNÜMÜNDE, SOYKIRIM SUÇLULARINI TEŞHİR EDELİM!
E
rmenilerle ilgili projeler Birinci Dünya Savaşı sırasında uygulamaya konuldu. Ermeni katliamları Abdülhamit döneminde başlatılmıştı. 1915’ten sonra, İttihat ve Teraki’nin hazırladığı plan dahilinde Ermeniler soykırıma tabii tutuldu. 1915’i anlamak için biraz gerilere gitmekte fayda var.
Osmanlı Rus Savaşı ve Sonuçları!
20
1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşında, Osmanlı Ordusu yenildi. Rus Ordusu Balkan ve Kafkas cephelerinde başarı elde etti. Rus Ordusu, Balkanlar’da Bulgaristan’ı ele geçirerek İstanbul’a yaklaştı. Kafkas cephesinde ise Ardahan, Kars, Erzurum ve Batum, Rusların eline geçti. Osmanlılar savaşı bitirmek için barış çağrısında bulundular. Barış antlaşması Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında Mart 1878‘de İstanbul’da Ayestafanos’da(Yeşilköy) imzalandı. Antlaşmada, Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde Ermenilerin ihtiyaçlarını karşılamak için reformlar yapılması ve Ermenilerin, Çerkezlerden ve Kürtlerden korunması gerektiği kararlaştırılmıştı. Bu antlaşma Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İngiltere’yi oldukça rahatsız etti. Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu‘nun dağılma süreci resmiyet kazandı. Osmanlı İmparatorluğunun Rusya’nın denetimi altına gireceğinden endişe ediliyordu. Almanya, İngiltere ve AvusturyaMacaristan İmparatorluğu, Yeşilköy antlaşmasının yeniden gözden geçirilmesi için bir komisyon oluşturdular. 1878’de Berlin’de, Bismark tarafından yönetilen, 13 Haziran-13 Temmuz tarihleri arasında bir konferans düzenlendi. Konferansta, İngiltere, Avusturya-Macaristan, Almanya, Fransa ve İtalya’nın katkılarıyla, Osmanlı Ayestefanos antlaşması tekrar gözden geçirildi ve değişiklikler yapıldı. Konfe-
“908 Anayasası’nın hükümet tarafından kabul edilmesi ülke genelinde toplumsal bir coşku ile karşılanmıştı. Ancak Sultan Abdülhamit iktidarının yıkılmasından ve 1908 Anayasası’nın kabul edilmesinden sonra hükümetin başına geçen Jön Türklerin “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Abdülhamit’in 1894-1895 ve 1896’da uyguladığı katliamcı politikaların daha korkuncunu uygulamaya koydular. Jön Türkler Pantürkizm ve Panislamizm ideolojilerine inanarak sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu korumayı değil, aynı zamanda Ermenileri, Rumları, Kürtleri, Ezidileri Asurî ve Keldanileri de katliamlarla ya ortadan kaldırmayı ya da asimile ederek Türkleştirmeyi önlerine en önemli hedeflerden biri olarak koymuşlardı...” rans sonucunda Rusya Osmanlı İmparatorluğu’na Erzurum’u geri verdi. Rusya’ya sadece Ardahan, Kars ve Batum bırakıldı. Her iki anlaşmada da, Ermeni nüfusun yoğun olduğu Batı Ermenistan’da söz verilen reformların derhal yapılması koşulu yer aldı.
Hamidiye Alayları!
Abdülhamit Döneminde Ermeni Katliamları! 19. yüzyılda Ermenilere yapılan katliamların en önemlileri, 1894-1896 yılları arasında gerçekleştirildi. Bu yıllarda ilk katliam Bitlis’e bağlı Sasun’da yapıldı. 1894’ün Ağustos ayında Osmanlı 4. ordusu Sasun üzerine saldırıya geçti. Sasun yerle bir edildi. Daha sonra, Trabzon, Erzincan, Maraş, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır, Beyazıt, Harput ve daha birçok şehirde katliamlar yapıldı. 1896’da, toplu katliamlara İstanbul, Urfa, Şebinkarahisar, Amasya, Muş, Merzifon ve İmparatorluğun farklı yerlerinde devam edildi. 18941896 yılları arasında 300 bin Ermeni katledildi.
Jön Türklerin Sahneye Çıkışı! Sultan Abdülhamit despotluğundan rahatsız olan gruplar örgütlenmeye başladı. Osmanlı devletinin ‘batılılaşma’ ve ‘modernleşmesi’nden yana tavır takınan akıma “Genç Türk” hareketi deniliyordu. Bu akım kendi içinde kabaca iki kısma ayrılıyordu. Liberaller ve İttihatçılar. Liberaller, Osmanlı toplumunun üst sınıflarına mensuptular. Bunlar Fransızcaya ve onun kültürüne aşina olan kişilerdi. Liberaller, siyasi olarak daha çok ademi merkeziyetçi ve özel teşebbüsçü bir çizginin savunucusuydular. Liberal kanat Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni kurdu. İttihatçılar
✌ halkların kardeşliği için
1891’de Abdülhamit “Hamidiye Alaylarını” kurdu. Hamidiye Hafif Süvari Alayları seçme Kürt aşiretlerinden oluşturulan düzensiz bir milis gücüydü. Hamidiye Alayları, Şakir ve Müşir Zeki Paşalar tarafından oluşturuldu. 1891’de yayımlanan bir nizamnameye göre alaylar dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktı. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla, küçük aşiretlere ise en fazla birkaç bölük kurma hakkı veriliyordu. Alayların kurulmasından sonra Ermenilerin yaşadığı her şehirde baskın, talan, öldürme gibi olayların sayısı arttı.1894-1896’da UrfaSason’da yaşanan çatışmalarda, Hamidiye Alayları binlerce Ermeni’yi öldürdü.
ise, seçkinci aydın kesimin örgütçülüğüne ve askeri komploculuğun taktik önemine inanan öncü kadro anlayışını savunuyor, programını Müslüman Türk ağırlıklı devletçi-merkeziyetçi bir anlayışa dayanıyordu. Liberaller İngiliz ve Fransız emperyalizminden yana tavır takınıyor, İttihatçılar ise Alman emperyalizminden yana tavır koyuyordu. Daha sonra iktidarı ele geçirenler ve Almanya’nın yanında savaşa katılanlar İttihat ve Terakki Partisi oldu.
Jön Türk Devrimi! 1908 Haziran ayında, İkinci Abdülhamit hükümeti devrildi. 1909’da ikinci Abdülhamit tahtan indirildi. Jön Türkler, Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarıyla ortaya çıktılar. İmparatorlukta yaşayan müslüman olmayan halklar, sultanın tahtan indirilmesini çoşkuyla karşıladı. “Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganları ile İmparatorlukta yeni bir çağ açılacağı sanıldı! 19’uncu yüzyılda doğmuş Sasunlu [Sason] görgü tanığı Yeğyazar Karapetyan (1886 doğumlu) geçmişin tarihi olaylarını hatırlayarak şöyle diyor: “1908‘de ilan edilen Hürriyet bütün siyasi mahkûmları özgürlüklerine kavuşturdu; artık Ermeni, Türk ve Kürt hepsi de eşit haklara sahip olacaklardı. Jön Türkler‘in ve Daşnak Partisi‘nin imzaladığı kardeşlik paktına göre Ermeni Kurtuluş Mücadelesi‘ne son verilecekti ve Türkiye‘de yaşayan bütün milletler güçlerini birleştirip vatanseverlik ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu‘nu, onun kabul ettiği Anayasa‘yı ve onun ilerici kanunlar koyan yeni hükümetini sadık bir şekilde koruyacaklardı. Özel bir genelgeyle fedayiler Muş‘a davet edildiler. Ruben öncülüğündeki gerilla gurubu silahsız olarak ortaya çıktı. Her yerde sevinç çığlıkları duyuluyordu. Hürriyet yasasıyla Ermenilere karşı onur kırıcı davranışlarda bulunmaya, dayağa, küfürlere, yağmaya, hırsızlığa, ve küçümsemeye son veriliyordu. Benzer davranışlarda bulunanlar en sert cezalara, hatta ölüm cezasına çarptırılıyorlardı. Her iki halka da tam güvence veriliyordu: Ermenilere serbestçe oy verme, kendi temsilcilerini seçme ve önerme hakkı veriliyordu. Bu batı Ermenilerinin yaşamında bir yeniden doğuş idi. Yeni seçilmiş parlamento ilk oturumunda bir dizi kanun kabul etti; bunlar arasında Ermenilerin Osmanlı ordusunda görev yapmak üzere askere alınmaları da vardı.“ (Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf. 109) İttihat ve Terakkiciler gerçekte Türk miyyetiçisi idiler. Kendilerinden önceki sultanları gibi kıyım ve katliamları
21
✌ halkların kardeşliği için
kabul eden bir siyaset izleyecekleri belli oldu. Onların hedefi “temiz” Türk ırkını yaratmak ve bu hedefe ulaşmak için yollarına çıkacak her engeli katliamlar yaparak aşmaktı.
Jön Türklerin Kanlı Oyunları! Jön Türk Devrimi’nden bir yıl sonra, 14 Nisan 1909’da Adana’da, Türkler Ermenilere karşı kışkırtıldı. Bu dönemde, bizzat devletin güvenlik güçleri ve bölgedeki Müslümanlar, Adana’da Ermenilerin işyerleri ve evlerine saldırarak mallarını talan etmeye ve buldukları Ermenileri öldürmeye başladılar. Yağma ve katliamlar sonucunda Ermenilerin yaşadığı bölgeler ateşe verildi. Ermeni katliamına Jön Türk orduları da bizzat katıldı. Katliamlar Adana dışında diğer Ermeni şehirleri olan Maraş ve Kesapa da sıçradı. Bazı bölgelerde Ermeniler kendilerini savundu ve hayatlarını kurtarmayı başardı. Bir ay süren katliamda otuz bin Ermeni katledildi.
Adım Adım Soykırıma Doğru!
22
Jön Türkler, 1910 yılının başlarında İttihat ve Terakki Partisi’nin merkez komitesi tarafından yapılan gizli toplantılarda, Ermeni sorunun nihai çözümüne karar verdi. Jön Türkler, ülkede yaşayan bütün halklara yasalarla tamamen eşit haklar sağlama sözü ile ülkedeki diğer azınlıklar gibi Ermenilerin de desteğini alarak iktidara gelmişlerdi. 1908 Anayasası’nın hükümet tarafından kabul edilmesi ülke genelinde toplumsal bir coşku ile karşılanmıştı. Ancak Sultan Abdülhamit iktidarının yıkılmasından ve 1908 Anayasası’nın kabul edilmesinden sonra hükümetin başına geçen Jön Türklerin “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Abdülhamit’in 1894-1895 ve 1896’da uyguladığı katliamcı politikaların daha korkuncunu uygulamaya koydular. Jön Türkler Pantürkizm ve Panislamizm ideolojilerine inanarak sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu korumayı değil, aynı zamanda Ermenileri, Rumları, Kürtleri, Ezidileri Asurî ve Keldanileri de katliamlarla ya ortadan kaldırmayı ya da asimile ederek Türkleştirmeyi önlerine en önemli hedeflerden biri olarak koymuşlardı. Çünkü Jön Türkler, Panturanist ve Panislamist büyük bir devlet kurmayı amaçlıyordu. Balkan savaşlarında alınan yenilgiler, Ermeni katliamında bir dönüm noktasıdır. 1911 Trablusgarp savaşı ile Osmanlılar, Kuzey Afrika’dan tasfiye edildi. 19121914’te, Balkanlar ve Orta Avrupa toprakları kaybedildi. Kaybedilen topraklarla birlikte Anadolu‘ya
doğru büyük bir Müslüman göçmen akını başladı. Hristiyan düşmanlığı da bu koşullarda yükselişe geçti. Balkan yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır. Bunlar 14. yüzyılda Bulgaristan’ın, daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın Makedonya’nın fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerdir. Bu göçmen kitleler çok öfkeli bir şekilde geri gelmektedir. Çünkü onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki göçmenlerin bu öfkesini Rumlara ve Ermenilere karşı yönlendirmekte idi. Kuzey Afrika, Balkanlar ve Orta Avrupa’nın kaybedilmesi sonucu, iş başına gelen İttihat Terakki Partisi, dini, milli cemaatleri bir arada tutma siyasetinin iflas ettiğini kabul eder. Bu durumdan köklü bir değişiklik yapmanın zorunlu olduğu sonucu ortaya çıkar. Çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceği, artık elde kalan topraklara sahip çıkılması gerektiği görüşü ağırlık kazanır. Osmanlı‘dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika yürütülmesi gerektiği, aksi halde topyekûn yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelineceği düşünülmektedir. Bundan böyle İttihat Terakki yönetimi bir Türk milli politikasını benimseyecektir. Ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır. Anadolu’da ise Ermeniler, Kürtler, Türkler, Rumlar, Yahudiler ve başka halklar birlikte yaşamaktadır. Bu politikanın etnik temizlik anlamına geldiği açıktır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Jön Türkler, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Bulgaristan’nın yanında savaşa girdi. Kasım 1914’te Ermeniler askere alınmaya başlandı. Türkiye savaşa girdi ve seferberlik başladı. Rus ordusu bölgeden ayrıldıktan sonra, Ermeni ve Süryanilerin büyük bir kısmı Türk ve Kürt saldırıları sonucunda öldürüldü. Ermeni Soykırımının gerçekleştirilmesi için İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi 1914 Şubatında Doktor Nazım, Şakir Bahattin ve Mithat Şükrü’nün başkanlığını yapacağı bir komite kurdu. Ermeni devlet görevlileri işlerinden çıkarıldı. Hapishanelerden katiller ve suçlular serbest bırakılmaya başlandı. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederlerse onlar hakkında soruşturmalar, takibat durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır. Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de sahibi olacaklardır. Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine ve-
Van’da Ermeni Katliamı ve Direniş! Van’da,1885’te ilk Ermeni partisi Armenakan kurulmuştu. Daha sonra, 1887’de Cenevre’de Devrimci Hınçak Partisi ve 1890’da Tiflis’te Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) kurulur. Her üç partinin Van’da küçümsenmeyecek oranda bir örgütlülüğü vardır. Ekim 1914’te, Enver Paşa’nın bacanağı Cevdet Bey Van’a Vali olarak atanır. Bu dönemde hazırlıkları önceden yapılan ve potansiyel suçlu olarak görülen Ermenilere karşı saldırılar artarak devam eder. Van çevresinde yaşayan Ermeniler, Kürtler tarafından katledililir. Kürt çetelerden kaçan Ermeni köylüleri Van’ı doldurur. Cevdet Bey’in uzlaşma bahanesiyle çağırdığı Taşnak lideri İşkhan Bey’i 16/17 Nisan 1915 gecesi, Hirç Köyü civarında tuzağa düşürülerek öldürtülür. İşkhan beyin iki oğlu da diri diri kuyuya atılır. Van Valisi Cevdet Bey bununla da yetinmez, emrindeki Kasap Taburu’na Ermeni köylerinin yerle bir etme talimatı verir. Nisan ortasına doğru Van’daki Ermeni toplumunun tüm ileri gelenleri valilik emriyle tutuklanıp öldürülür. Köylerdeki Ermenilerin silahları toplanır. Erciş’te bütün Ermeni erkekleri köy meydanınlarında toplanıp boğazlanır. 15 Nisanda Van’ın Akants köyünde 500 Ermeni Osmanlı hükümeti tarafından kurşuna dizilir. Katliamlar Van’a yakın 80 köyde sürer. 3 gün içinde 24 bin Ermeni katledilir. 20 Nisan 1915’te bir Osmanlı askerinin bir Ermeni kadınına şiddet uygulaması ve bunu gören, Ermeni gençlerinin de askerlere ateş açmasıyla direniş başlar. Ayaklanma haberi İstanbul‘a gelir ve tehcir kararı alınır. Van ve çevresinde yaşayan Ermenilerin büyük çoğunluğu katledilir. 9 Mayıs‘ta Van ve Bitlis vilayetlerine çekilen bir şifreli telgraf ile Van ve civarındaki Ermenilerin tehcir edilmeleri emredilir. Van Valisi Cevdet Bey, 14 Mayıs 1915’te Van’ı
terk ederek Başkale’ye yerleşir. Van Ermeni direnişi 19 Mayıs 1915’e kadar sürer. 20 Mayıs’ta, Rus ordusu Van’ı işgal eder. Rus birlikleri Ermenilerin kontrolündeki Van’a Aram Manukyan’ı vali olarak atar.
Soykırım Uygulamaya Konuluyor! Ermeniler ‘HİÇ’e Gönderiliyor! Tehcir yasası çıkarılmadan önce, tehcir uygulamaya konulmuştur. İttihat ve Terakki Partisi, Jön Türk devrimini gerçekleştiren örgüttür. Ancak iktidarın gerçek anlamda ele geçirişi, Ocak 1913’tür. Anadolu’nun Türkleştirme programı bu tarihten sonra bir plan dahilinde yürürlüğe sokulmuştur. Özellikle 1914 yılında Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasıyla somut planlar ortaya konur. Teşkilat-ı Mahsusa’nın (Özel Örgüt) kurulması da bu planın en önemli unsurlarındandır. Ermeni halkının yok edilmesinde, Teşkilat-ı Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Ermeni katliamında bazı Kürt aşiretlerinin önemli bir rolü vardır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları bilinmektedir. Tehcir sırasında arazinin, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri Fırat nehrine atılmıştır. Ermenilerin evlerindeki eşyalar yağmalanmıştır. Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallara el konulmuştur. Türkiye’de büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır, Ermeni mallarıdır. Kürdistan’da bazı Kürt aşiretlerinin, Kürt şeyhlerinin, Kürt toprak sahiplerinin zenginliklerinin kaynağı, müslüman olmayan halklardan kalan mallardır. Ermenilerin ordudan çıkartılıp öldürülmesi ve Van direnişinden sonraki en büyük darbe 24 Nisan 1915’de gerçekleştirildi. 24 Nisan 1915’te, Osmanlı yetkilileri, İstanbul’daki Ermenileri, toplu halde tutuklamaya ve sürgün etmeye başladı. Tutuklananlar, çoğunlukla entelektüeller, toplum liderleri ve siyasi eylemcilerdi. Ayaş ve Çankırı’daki toplama kamplarına götürüldüler. Bu insanlar arasında Osmanlı Meclisinin Ermeni mebusları, önde gelen yazarlar, avukatlar, gazeteciler, öğretmenler, doktorlar, sanatçılar ve din adamları vardı. Bu insanlar ya tehcir yolunda ya da vardıkları şehirde öldürüldü. Haziran 1915’te İstanbul Beyazıt meydanında Ermeni Hınçhak Partisinin 20 yöneticisi idam edildi. Bundan sonra Ermenilerin ana yurdu olan Batı Ermenistan’da, Kilikya’da ve Batı Anadolu’nun bir çok şehrinde Ermeni halkı katledilmeye başlandı. Katliamlar tüm Osmanlıyı sardı. Tehcir Kanununun çıkarılmasından hemen sonra
✌ halkların kardeşliği için
rilecektir. Mayıs 1915’te Erzurum’da, Ermeni katliamını yapanlar hapishanelerden bırakılan çetelerdir. Ermeni askerler ordudan atıldı ve bu askerlerden işçi taburları oluşturulmaya başlandı. Şubat 1915’te, Jön Türk hükümeti Ermenilerin katliamına ordudaki Ermeni askerlerden başladı. Böylece Ermenilerin askeri potansiyeli yok edildi. Şubat 1915’de Savunma bakanı Enver’in verdiği kararla tüm Ermeni askerler ordudan çıkarılıp, 50-100 kişilik gruplara ayrılarak öldürüldü. Böylece Ermeniler katliamın daha ilk başlarında askeri gücünü kaybetti. Katliama başlandığında, Ermeni köylerinde sadece yaşlılar, hastalar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı.
23
✌ halkların kardeşliği için 24
çeşitli illere, valiliklere, kaymakamlıklara şifreli telgraflar çekildi. Yöntem her yerde aynıdır. Tespit edilen yörelerin boşaltılması emri verilir. Polis, asker ve milis gelir, önceden belirlenmiş evlerin kapısını teker teker çalar. Onlara her şeyi arkalarında bırakıp gitmeleri için birkaç dakika zaman verilir. Kafileler halinde toparlanırlar. Hiçbir ayrım yapılmamıştır. Yaşlı hasta çoluk çocuk demeden aniden Batıdakiler de Doğudakiler de bir ölüm yolculuğuna çıkartılır. Bursa’nın Medz Nor Köyü’nden Aşot Ohanyan (1905 doğumlu) bu ölüm yürüyüşünü şöyle anlatır: “1914’te Türk Hükümeti bizim erkekleri toplayıp askere aldı; ondan sonra da ailelere ‘araba tutun, yakın bir yere gidiyoruz’ denildi. Parası olan araba tuttu; parası olmayan da yayan yolculuk etti. Biz de çocuktuk; annemizin eteğinden tutup yayan olarak yolculuk ettik. Uzun süre yürüdük. İlk durağımız Konya idi. Orada, bizi şehre sokacaklarına, dağlarda jandarmaların gözetimi altında aç susuz bıraktılar. Ertesi sabah bizi Bozkur’a doğru yola çıkardılar. Oradan geçtik. Günlerce, haftalarca yürüyorduk. Ayaklarımız kanlar içinde yürüyorduk. Zaptiyeler bize kamçıyla vurup: “Haydi! Çabuk olun, çeteler geliyor” diyorlardı. Pek çok insan buna dayanamayıp, yolda öldü. Cesetler yerde kalıyordu. Gece, kurtlar onları yiyordu. Bizi yürütüyorlardı. Artık sayımız azalmıştı; zira, çoğu kişi ölmüştü. İde adında bir köyün yakınlarına vardık. Orada Dacikler üzerimize saldırdılar; yağma başladı: ‘Paranız yok mu? çıkarın!’ diyerek zavallıların giysilerini yırtıyorlardı. Zaten uzun süre yürümekten ayaklarımız kanlar içinde kalmıştı.” (Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf. 599) Göç yollarında neler yaşandığı hakkında sayısız tanıklar var. Tanıkların anlatımları birbirine çok yakındır. Önceden ayrılıp öldürülen erkekler, parçalananlar, yakılanlar, yollarda saldırı, açlık, çocukların genç kızların kaçırılması, kendini azgın sulara atmak zorunda kalan genç gelinler, öldürülen bebekler. Vahşet, vahşet, vahşet… Açlıktan ot yiyenler, açlıktan insan eti yiyenler, parçalanmış ceset tepeleri, akarsularda yüzen cesetler. Soykırımın resmi başlangıç tarihi, 24/25 Nisan 1915 olarak kabul edilir. Bu tarihte Van Ermeni direnişi bahane edilerek Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişi tutuklanır. Tutuklanmalar devam eder ve tutuklu sayısı 24 Mayıs‘ta 2 bin 345 kişiye ulaşır. Aralarında Grigor Zohrap, şairler Daniel Varujan, Siamanto, yazar ve doktorlar Ruben Zardaryan, Ru-
ben Sevak, Hovhannes Tılkatintsi, Melkon Gürcüyan, Yeruhan, Sımbat Bürat, Tigran Çöküryan, Nazaret Tağavaryan ve daha birçok ünlü sima vardır. Başta İstanbul’dan olmak üzere Sivas’tan, Diyarbakır’dan, Merzifon’dan, Erzurum’dan, Kayseri’den, İzmir’den ve Ermenilerin yaşadığı diğer yerlerden alınarak sürülmüş ve katledilmişlerdir. Tehcire tabii tutulanların sadece yüzde 10’u sürgün yeri olarak saptanan yerlere ulaşmıştır. % 90’ı yollarda öldürülmüştür. Kadın ve kızlar jandarmalar tarafından satılmış, Türkler ve Kürtler tarafından kaçırılmıştır. Sonuç olarak; Osmanlı/Türk hakim sınıfları 20. yüzyılın ilk soykırımına imza atmışlardır. Soykırımın 100. yılında Türk hakim sınıfları inkarcı politikalarını sürdürmeye devam ediyor.
Soykırıma Yaklaşım ve Kimi Gerçekler! Soykırımın 100. yıldönümünde, birçok devrimci örgütün Ermeni soykırımı üzerine konuşması, yazması elbette iyidir. Hrant’ın katledilmesi, Ermeni sorununun yeniden gündeme taşınmasına vesile oldu. Kimi örgütler, Ermeni soykırımını keşfetmeye başladı. Bu örgütler ama kendilerinden önce, Ermeni soykırımını gündeme getiren, yazan-çizenleri görmezlikten geldi, geliyor. Ülkelerimizin Bolşevikleri, Ermeni soykırımı üzerine yazdığında ve somut bir siyaset geliştirdiğinde birçok örgüt suskunluğu tercih ediyordu. Bolşevikler, 1982’den beri Ermeni soykırımı üzerine yazılar yazdı ve somut tavırlarını ortaya koydu. Bolşevikler, Ermeni soykırımı üzerine yazılar yazdığında, Kuzey Kürdistan Türkiye’de Ermeni sorununu araştıran liberal yazarlar daha ortada yoktu. 90’lı yıllardan itibaren, Ermeni soykırımını araştıran kimi liberal yazarların ortaya çıkması elbette iyidir. Bugün ülkelerimizde Ermeni soykırımının tanınması için mücadele edilmesi yeterli değildir. Diaspora da yaşayan Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönmesi ve yerleşme hakkının savunulması gerekmektedir. Aynı zamanda el konulan, Türk burjuvazisinin zenginleşmesine neden olan malların iade edilmesi temel talebimizdir. Ermeni soykırımının hesabı devrimle sorulacaktır. Yaşasın değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin birliği! 100. yıldönümünde Ermeni soykırımını lanetliyoruz! Ermeni sorunun da tek gerçek çözüm proletarya önderliğinde yapılacak devrimdedir, sosyalizmdedir! 05.04.2015
015 Ermeni Soykırımının 100. yıldönümüdür. Amed’li Ermeni Dara’ya mikrofonu uzattık ve bir söyleşi yaptık. YDİ Çağrı: Önce seni bir tanıyalım. Melike Dara Günal kimdir? Dara: 1979 doğumluyum, antropoloğum ve 8 yıldır Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde çalışıyorum. YDİ Çağrı: Ermeni olduğunuzu ne zaman öğrendiniz? Bu öyküyü dinlemek istiyorum. Dara: Kürdistan’da yaşıyoruz ve bölgedeki müslümanlaştırılmış tüm Ermeniler gibi biz de kendimize Kürdüz diyorduk. Benim de diğerlerininkine benzer
röportaj
2
✒
“HERKESİN ELLERİ KİRLİ” Ermeni mi dersiniz, yarı Kürt yarı Ermeni mi dersiniz, Kürtleşmiş Ermeni mi dersiniz, bu tamamen sizin bakış açınıza kalmış. Ama hep söylediğim bişey var; ben Ermeni olduğum kadar Kürt, Kürt olduğum kadar Ermeniyim. Kesinlikle Kürtleşmiş parçamı koparamam. Ben bu insanlarla birlikte hareket etmekten ve bu hareketin bir parçası olmaktan onur duyuyorum. Kızılderili de olsam Kürt hareketi ile birlikte olmaktan mutlu olurdum. Zulme, geçmişin acılarına ve hayaletlerine karşı elele birlikte bişeyler başaracağımıza inanıyorum. hikayelerim var. Mesela mahalledeki bütün çocuklar yaz aylarında Kuran kursuna giderlerdi. Bir yaz, bizim mahallede oynayacak bir tek çocuk bile kalmadı. Kurs saatinde mahalle sessizliğe bürünürdü. Anneme dedim ki; ben de o çocuklarla Kuran kursuna gideyim. “Hayır” dedi. Çok sert bir tepki gösterdi. Reddedeceği aklımın ucundan bile geçmezdi, o da yalnız kalmamı istemez diye düşünmüştüm. Diğer çocuklarla birlikte her gün gider dönerdik diye hayal ediyordum. Ama reddetmenin ötesinde çok sert bir tepki göstermiş, ne işin var senin orada demişti… O zaman çok üzülmüştüm, Kuran kursu nasıl bir yer, neden göndermedi gibi sorular düşmüştü aklıma…
25
✒ röportaj
Dini ritüellerden çok uzak bir ailede büyüdüm. Bir Hıristiyan kültürü yaşanmadı ama Müslümanlık da yoktu evde. Ne namaz kılan, ne oruç tutan gördüm. Demek ki sadece kimlikte yazan bir şeymiş. Kesinlikle müslümanlığa dair bir şey yaşanmadı. Bunlara ek olarak bir de anne ve babanın sosyalist olması etkili idi. Ebeveynlerim 68 kuşağından. Özgür bir ortamda büyüdüm. Hem özgür hem dinsiz bir ortamda düşünmeye çokça fırsatım oldu. Üniversitede artık başka bir şey olduğumun farkındaydım. Kesinlikle farklıydık, bir gizem vardı. Annemin çeyiz sandığından diğer ailelerin evlerinde olmayan şeyler çıkardı. Örneğin annem sandıktan çıkan üzeri işli ipek bir bebek elbisesi için uzun bir süre ‘kundak elbisesi’ dese de bu elbisenin aslında vaftiz elbisesi olduğunu sonradan anladım. O vaftiz elbisesi benim için dönüm noktalarından biridir. Vaftiz elbisesi, Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ kitabı ve Hrant’la tanışmak benim hayatımı baştan aşağı değiştiren üç büyük nedendir. Bulduklarım, gizemlerim ve araştırmalarım beni bugüne kadar getirdi. Sorgulamaya başladıkça yumak çözüldü; sordukça, gerçekler gün yüzüne çıktı. Ben beş yaşında okula başladığım için üniversite maceram da yaşıtlarıma göre çok daha erken başladı. Yirmi yaşına geldiğimde üniversite eğitimim devam ederken, vaftiz olmaya karar vermiştim. YDİ Çağrı: Siz sorgulamaya başladıktan sonra, anneniz ne zaman evet kimliğimiz budur demeye başladı. Dara: Annem: “Evet farklıyız ama değiştik, şimdi Kürdüz, bunu kabul et ve böyle yaşa” dedi. Öbür türlü hem çok acı çekersin, hem de bu çok tehlikeli bir şey mesajlarını sürekli veriyordu. YDİ Çağrı: Siz sandıkta bir elbise gördünüz. Bunun vaftiz elbisesi olduğunu anladınız. Dara: Sadece elbise değil. Onunla birlikte başka şeyler de buldum. Bu bölgede çok yoğun olarak sadece gayri müslimlerin kullandığı puşiler, ipekli kumaşlar vs. Çünkü bunlar Kürtlerin kullandığı, kullanabileceği şeyler değildi. Daha sonra iyice araştırınca, işin içine girince her şey çıktı ortaya. Ben de kendimi keşfettiğim o günden beri 15-16 yıldır bu kimliğimle yaşamaya çalışıyorum. Yaklaşık 15 yıl önce İstanbul Şişli’de Bulgar Kilisesi’nde vaftiz oldum.
26
YDİ Çağrı: Neden Bulgar Kilisesi’nde vaftiz oldunuz? Dara: Patrikhane ve Ermenilerle o zaman çok fazla ilişkim yoktu. Daha çok Hrant ve çevresi ile ilişkiliydim. Ama onun da apayrı bir hikayesi var. Köklerine dönüp vaftiz olmak isteyen ve Süryani olan erkek arkadaşıyla evlenmek isteyen yine Kürtleşmiş Süryani kökenli bir arkadaşım vardı. Süryani Kilisesiyle çok mücadele etti vaftiz olabilmek için, ama büyük sıkıntılar yaşadı. Bu dönemde İstanbul’a ziyaret için gelen Bulgar bir Rahip olanları duyup onu vaftiz etmek istemiş. O da bu büyük mutluluğu benimle paylaştı ve hemen İstanbul’a gelmemi istedi. Rahip eğer istersem benim de vaftiz olabileceğimi söyleyince hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Emine’nin vaftizinden bir hafta sonra da aynı kilisede ben vaftiz edildim. Gerçek doğum günüm 18 Mayıs, Vaftiz tarihim ise 13 Mayıs. O tarihten bugüne bir Hıristiyan olarak yaşamıma devam ediyorum, çok da mutluyum. YDİ Çağrı: Dedin ki 15 yıldır Ermeni kimliğimle yaşıyorum. Bu kimlikle yaşarken belli zorluklarla karşılaşıyor musun? İnsanların bakış açısı nasıl? Dara: Özellikle bu bölgede hiç bir zorlukla karşılaşmadım. Tam tersi insanlar hep kucak açıyorlar. Biraz daha farklı daha sempatik buluyorlar. Farklı olduğumuz için az olduğumuz için belki. Belki de vicdan hesaplaşması… Ama Kürdistan dışında aynı rahatlıkta değilim. Psikolojik belki ama buradan ayrılınca diken üstünde hissediyorum kendimi. YDİ Çağrı: Siz açık Ermeni kimliğiyle yaşayan bir insansınız. Herhangi bir zorlukla karşılaşmıyorsunuz. Doğru mu? Dara: Evet, Ermeni kimliğim yüzünden bir sıkıntım yok. Kendimi buraya ait hissediyorum. Ama Kürdistan dışında bu kadar rahat değilim. Buradan ayrılınca kendimi yabancı hissediyorum. YDİ Çağrı: Kürt özgürlük hareketinin Ermeni soykırımına bakışı nedir? 24 Nisan’da Amed’de belli etkinliklerin olduğunu biliyorum. Ama Kürt hareketi Ermeni soykırımının 100. Yılında 24 Nisan’da Erivan’a bir delegasyon gönderebilirdi. Dara: Tabii dilerdim ki soykırımın 100. yıldönümünde çok daha farklı olsun. Yapılacaklar istediğimiz boyutta değil elbette. Hâlâ çekinceler var. Hâlâ belli bir mesafe var soykırım gerçeğine karşı. Çünkü katliamı gerçekleştirenlerin arasında bu insanların
YDİ Çağrı: Ermeni soykırımında bugün Kürdistan sınırları içerisinde yer alan birçok ilde katliam yapılıyor. Buralar Ermeni nüfusunun yoğun olduğu illerdi. Nerde bir katliam varsa, o yöre halkı bu katliamın içinde aktif olarak yer alıyor. Sadece söylemde soykırımı tanımak yetmiyor. Bu söyleme uygun olarak bir pratiğin geliştirilmesi gerekiyor. Bu katliamda rolleri olanların biraz daha Ermeni soykırım gerçeği ile yüzleşmeleri gerekmiyor mu? Dara: Muhakkak pratikte de adım atmak gerekiyor ama hakikâten işin teknik boyutları önemli. Kürtler bugün öncelikle kendi paçalarını kurtarma derdindeler. Kaba bir cümle oldu, ama kendi varlıklarını ispatlama dönemindeler. Bunun dışında Rojava’da bir mücadele sürüyor. Aslında nerde ise bütün güçlerini buraya yoğunlaştırmış durumdalar. Bir insan canı söz konusu iken, Rojava’da, Kobanê’de, hatta Türkiye’de bir can söz konusu iken, belki Ermeni soykırımını ikincil bir problem olarak görüyorlar. Belki biraz daha zaman tanımak gerekiyor. Kürtlerin çoğu meselede çok daha olgun olduğunu düşünüyorum. Ama biraz daha zaman tanımak şart. Örneğin kadın konusundaki duyarlılıkları, demokrasi, eşitlik, halkların kardeşliği konularındaki duyarlılıkları, sanki bu işi kotarır gibi. Bu kadar acele etmemek gerekir. Çünkü öncelikler şu an farklı. Can pazarı var ortada. YDİ Çağrı: Ermeni soykırımı yirminci yüzyılın ilk soykırımıdır. 100. yılda artık Ermeni soykırım gerçeği ile yüzleşmek gerekiyor. Ermeni soykırımı veya kafileler hakkında ailenizden bir şeyler duydunuz mu? Bununla ilgili biraz bilgi verir misiniz? Dara: Ailemizin en büyükleri hakkında hiç bir bilgimiz yok. Çünkü resmi bir belgeye sahip deği-
röportaj
YDİ Çağrı: Görebildiğim kadarı ile senin anlattığın gibi açık ifade etmekte de bir çekince var. Dara: Çekince var. Çünkü herkesin elleri kirli.
liz. Kafilelerde ise ailemizden çok büyük kayıplar var. Ailenin büyük kısmı Harput’tan yola çıkan ilk kafileye dahil edilmiş. Yani sağ salim sınırların dışına çıkabildiler mi, yoksa Der Zor Çölü bizim de serabımız mı oldu bilemiyoruz. Suriye veya Ürdün’e ulaşabildiler mi, hiç bir bilgimiz yok. Bunun dışında ailenin geriye kalanların nerdeyse hepsi Müslümanlaştırılmış!
✒
babaları, dedeleri var. Tabii ki soykırım gerçeğini inkar etmeyen mutlak bir çoğunluk da var. Özür dileyen ya da özür dilemeye hazır olanlar var. Ama sadece özür dilemekse eminim yarın koca bir kitle buna “evet” diyebilir. Sorunun öbür yüzüne geldiğimizde kimse hâlâ hazır değil; ne Kürtler ne Türkler… Malların iadesi, soykırım döneminde yapılan hukuksuzluklar vs bağlamında hâlâ hazır değiller. Ama vicdan boyutunda evet Kürtler pişmanlar.
YDİ Çağrı: Ermeni kültürel mirasının korunması konusunda, HDP’li belediyelerin fazla bir çaba içerisinde olduğunu ben görmedim. Yanılıyor muyum? Dara: Yok, aslında ben böyle düşünmüyorum. Özellikle kilisenin (Surp Giragos Ermeni Kilisesi) restorasyonu konusunda hem belediye başkanı Osman Baydemir, hem Sur ilçe belediye başkanı Abdullah Demirbaş’ın önemli katkıları oldu. Ki ben bunu samimiyetle yaptıklarını düşünüyorum. Böyle hissettirdiler. Ben böyle hissettim. Gerçekten reklam olsun diye yaptıklarını düşünmüyorum. Ahtamara’ya müze muamelesi yaptılar. Belki Diyarbakır Ermeni Kilisesi için de böyle bir şey düşündüler, ama beceremediler. Gerçekten belediyenin ve farklı kesimlerin katkıları olmasaydı, buranın da Ahtamara’dan bir farkı kalmazdı. Yılda bir kez lutfedip açarlardı kapılarını. Bunun dışında Kürt hareketi içerisinde zaten sayımız belli. Düşünün 2 milyonluk bir kent Diyarbakır. Ermeniyim diyebilen ancak 100-150 kişiyiz. 2 milyonluk bir kentte 100-150 kişiyi kesinlikle dışlamadılar. Özel günlerde yanımızda olmayı aksatmazlar. Kutsal mekanlarımıza karşı sorumluluk hisederler. YDİ Çağrı: Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı? Dara: Ermeni mi dersiniz, yarı Kürt yarı Ermeni mi dersiniz, Kürtleşmiş Ermeni mi dersiniz, bu tamamen sizin bakış açınıza kalmış. Ama hep söylediğim bişey var; ben Ermeni olduğum kadar Kürt, Kürt olduğum kadar Ermeniyim. Kesinlikle Kürtleşmiş parçamı koparamam. Ben bu insanlarla birlikte hareket etmekten ve bu hareketin bir parçası olmaktan onur duyuyorum. Kızılderili de olsam Kürt hareketi ile birlikte olmaktan mutlu olurdum. Zulme, geçmişin acılarına ve hayaletlerine karşı elele birlikte bişeyler başaracağımıza inanıyorum. YDİ Çağrı: Söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Dara: Ben teşekkür ediyorum.
27
✒ röportaj
“BU SİSTEM ERMENİ SOYKIRIMINI ANLATMAMIŞTIR, ANLATTIRMAMIŞTIR, YASAKLAMIŞTIR!”
27
Mart 2015’te Amed’de Gaffur Türkay ile yaptığımız bir söyleşiyi yayınlıyoruz.
28
YDİ Çağrı: Önce yaşamınız hakkında kısa bir bilgi verir misiniz? Gaffur Türkay: Benim ismim Gaffur Türkay. Batman Kozluk’ta doğdum. Çocukluğum Kozluk’un köyünde geçti. Lise yıllarına kadar Batman’da kaldım. Liseyi bitirdikten sonra otuz yıla yakındır Diyarbakır’da yaşıyorum. Kimliğimde Batman yazar. Ama şu anda Diyarbakır’da yaşıyorum.
“Bu ülkede Ermeni kültür mirası hiç korunmamıştır. Bu ülke maalesef kendi kültür tarihini kendi eliyle yıkan bir toplumdur. Ermenilerle ilgili birşey kalmasın noktasından hareketle yüzyıldır tahrip ediliyor. Tahrip edildikçe ediliyor ama hâlâ bitmedi. Bırakın korumayı hep tahrip ediliyor. Diyarbakır’da oniki tane Kilise vardı. Çok büyük sayıda okullar ve öğrenciler vardı. Surp Giragos Kilisesi Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi. Niye Ermeni kilisesi? 1900’lerin başında Diyarbakır nüfusunun % 60’ı Hıristiyan % 40’ı Müslüman. Bu kadar mirasın olduğu bir yerde sadece Ermenilerle ilgili iki kilise var. Hatta Surp Giragos’tan önce iki tane katolik ve protestan kilisesi vardı. Bunları devlet onarmıştı. Şu anda bir tanesi halı atölyesi olarak kullanılıyor. Bir tanesi puşi atölyesi olarak kullanılıyor...”
YDİ Çağrı: Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da Ermeniler belli bir dönem kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Kimileri zorla müslümanlaştırıldı.
✒ röportaj
Siz ne zaman kimliğinizi öğrendiniz? Gaffur Türkay: Önce burdaki Ermenilerin durumunu biraz tespit etmek gerekir. Ne zaman öğrendiğimin alakası bu durumla ilintili. Bu kadim coğrafyanın en kadim halklarından olan Ermeniler, geriye giden 4-5 bin yıllara göre bir yaşanmışlığı var bu coğrafyada. Ermenilere 1915’te soykırım uygulandı. Çok büyük bir katliam, çok büyük bir trajedi yaşandı. Ve o soykırımda kurtulan insanlar, zaten çok az sayıda insan kurtuldu. Kurtulan insanlar müslümanlaştırılarak o saatten sonra yaşamlarına devam ettiler. Ben üçünçü kuşağım. Soykırımda dedem kurtulmuştu. Dedem müslümanlaştırılmıştı. Babam müslüman olarak doğdu. Ben müslüman olarak doğdum. Müslüman kültürü ile büyüdüm. Bunu niçin anlatıyorum? Çünkü şu anda Türkiye’de çok büyük bir sayıda, artık yazar çizerlerin, entellektüellerin de hem fikir olduğu bir nokta, 4-5 milyonlara varan müslümanlaştırılmış Ermeni var şu anda. Ben onlardan biriyim. Dolayısıyla bu insanlar yüz yıldır asimilasyona uğradılar. Asimile oldular. Şimdi sorduğun soruya geliyorum. Kendi kimliğimizle, kendi kültürümüzle tanışma şansımız olmadı. Bu kimlikle yaşama şansımızda olmadı. Bu kadar asimilasyondan sonra niye hâlâ Ermeniyim diyebiliyorsunuz diye sorabilirsiniz. Müslümanlaşmış Ermeni aileler bir şekilde hep kendi içlerinde Ermeni olduklarını bilirler. Hatta bazıları, biz Ermeniliğimizi beraber yaşadığımız müslümanlar, Kürtler, bunlar Ermeniliğimizi bize unutturmadılar. Çocuktum, çocuk arkadaşımla kavga ediyordum. Annesi, babası geldiğinde ya bu ‘pis gavura’ niye bulaştın, bunlar zaten ‘gavur.’ Bunların kemikleri haramdır derlerdi. Çok ciddi bir şekilde asimile olmuş Ermenilere en ufak bir olayda kimliklerini hatırlatıyorlardı. Bu işin bir boyutu. Diğer boyutu ise, dediğim gibi müslümanlaştırılmış aileler her zaman bilirlerdi. Benim özelime gelince: Ailede kendi içimizde çok bariz olarak bilirdik. Ve ben çocukluğumdan beri Ermeniliğimi biliyorum. Ermeni kimliğimle ne zaman yaşamaya
Surp Giragos Kilisesi başladın dersen, özellikle ortaokul, liseden sonra artık biraz daha okumaya, sağa sola baktıkça, deştikçe işin üzerine gittikçe Ermeni kimliği, Emeni kültürü bende daha da pekişti. Gittikçe daha da pekişiyor. Müslümanlaştırılmış aileler gerçek kimliğini biliyor. Çevrede de herkes onları tanıyor. Son yirmi yıldır her platformda her yerde Ermeni kimliği ile yaşayan bir insanım. YDİ Çağrı: Ne zaman değiştirdiniz kimliğinizi? Gaffur Türkay: Beş yıl oluyor. YDİ Çağrı: Kimliğinizin din hanesinde ne yazıyor? Gaffur Türkay: Hiristiyan. YDİ Çağrı: Ermeni soykırımı yirminci yüzyılın ilk soykırımıdır. Bu yıl soykırımın 100. yıldönümüdür. Siz okuduklarınızdan, ailenizden soykırımla ilgili belli şeyler duymuşsunuzdur. Bu konuda sizden biraz bilgi vermenizi istiyorum. Gaffur Türkay: Tabii soykırım. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, kimilerine göre soykırım olmamıştır! Çok büyük sayıda ki insana göre soykırım olmamış zaten. Yüz yıldır soykırımdan kurtulmuş Ermeniler ve Diasporda ki Ermeniler, bu soykırım olmuş diye kendimizi parçalaya parçalaya anlatmaya çalışıyoruz. Maalesef birileri de soykırım olmamıştır diyor! Ben bunu şöyle anlatacağım: Bu soykırım olmuş mu,
29
✒ röportaj 30
olmamış mı artık biraz bize gına getirmeye başladı. Hatta bazen artık sıkılmaya başlıyorum. Soykırım oldu mu, olmadı mı, artık bunu hakaret sayıyorum. Ben bir Ermeni olarak soykırım oldu mu, olmadı mı tartışmasını hakaret sayıyorum. Onun için ben bir örnekle bunu anlatayım. Bizim bir tane nenemiz var. Nene şu anda 100 yaşında. 4-5 sene önce birgün sohbet ettim onunla. Dedim ki nene; Ermeni soykırımı olmuş mu, olmamış mı insanlar soruyorlar. Sen ne diyorsun? Nene önce bir toparlandı. Ondan sonra yüz hatları ciddileşti. Dedi ki; “Şu ahırdaki ineklere gidin sorun onlarda biliyorlar ki bu ülkede soykırım olmuş.” Nenin tarifi bu. Bu nenenin okuma yazması yok. Onun için soykırım hikayesi böyle. Uzun uzun soykırım nasıl oldu, nasıl bitti çok bilmeye gerek yok. Ama bir gerçek var. Her vicdanını çalıştıran insan bu ülkede ki, bu coğrafyada ki en kadim halklarından olan Ermenilerin bugün olmadığını görür. 1900’lerin başında o zamanki Osmanlı nüfusu 13 milyon. Bugün yuvarlak bir hesap yaparsak, Türkler 10 milyon civarında iken, bu ülkede 2,5-3 milyon civarında Ermeni yaşıyordu. Şimdi Türkiye’nin nüfusu 77-78 milyona vardı. Şu anda Türkiye’de Ermeni nüfusu 60-70 bin. Dini hiristiyan, Ermeni kültürü ile yaşayan insanlardan bahsediyorum. Bunların sayısı 60-70 bin. Birileri çoğalırken, birileri de bitebildiği kadar bitmiş. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Onun için soykırım çok şey anlatıyor. Bana göre bu sistem Ermeni soykırımını anlatmamıştır, anlattırmamıştır, yasaklamıştır. Ama bugün gelinen noktada artık ülkede okuyan, yazan, çizen duyarlı insanların sayısının artmasıyla birlikte tabii ki bu ülkenin tüm sorunları deşiliyor. Ve en büyük sorun olan Ermeni meselesi de artık insanların bilincine çıktı. Dolayısıyla Ermeni sorunu, Ermeni soykırımı artık insanlar biraz daha alttan alıyor. Ve geldik yüzyıla. YDİ Çağrı: Abdülhamit döneminde yapılan Ermeni katliamları var. 1915’e gelindiğinde 300 bin Ermeni katlediliyor. 1915’in özelliği şu: İttihatçılar bilinçli, sistemli kararlar alarak soykırımı başlatıyorlar. İlk başlangıç noktası 24 Nisan 1915’te, İstanbul’daki Ermeniler Çankırı ve Ayaş’a doğru bir yolculuğa çıkartılıyor. Ermeniler “Hiç” e gönderiliyor. Bu soykırım orada bitmiyor. Bunun bir devamı var. Bu konuda biraz bilgi verebilirmisiniz? Gaffur Türkay: Sizin de dediğiniz gibi Ermeniler 1894’te daha çok din değiştirmeye yönelik baskılara maruz kalıyordu. Ama o hengame de 300 bin Ermeni
soykırım sürecinden geçiriliyor. Aslında o da bilinçli yapıldı. Hatta ironidir, İttihat ve Terakki kurulduğunda ilk sıralar demokrat, devrimci güçler var içlerinde. Ermeniler de var. Abdülhamit’i dönüştürelim, o despotluğu o yapılan zülumleri, demokratikleştirelim diye beraber hareket eden insanlar. Ve İttihat ve Terakkicilerin tabii bir dizi ajandalarının olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Arkasında dediğiniz gibi çok bilinçli, herşeyi milim milim hesaplayarak bu ülkede Ermenileri yok ettiler. Dediğiniz gibi çok doğru birşey söylüyorsunuz. Soykırım orada bitmiyor. 4-5 milyon müslümanlaştırılmış Ermenilerden bahsediyorum. Bakın, bu 4-5 milyon müslümanlaştırılmış Ermeniler kılıç arttıklarıdır. Kendimize kılıç arttıkları deriz. Bu insanlar yüz yıldır, kendi kültürümüzle, kendi dinimizle bir gram dahi yaşama şansımız olmadı. Bu soykırımının amacına ne kadar ulaştığının bir işaretidir. Öbür tarafta dini hristiyan olarak kalmış 60-70 binlerle ifade edilen insanlar bir şekilde kendi kendilerine sindiler. Bu insanlar kendi kültürleri, Ermeni kimliği ile var olma şansını yakalıyamadılar. Bir cenazeleri olduğu zaman kilisede kaldırdılar ama hayat sadece cenaze, düğün, vaftizten ibaret değil. Dolayısıyla bu işin bir boyutu. İşin esas başka bir boyutu daha var. Mal mülk meselesi. Ermeniler yüzyıl önce bu ülkenin sanayisinin lokomotivi idiler. O günün koşullarında, zanaatın, sanayinin, üretkenliğin bütün branşlarında vardılar. Çünkü Ermeniler o günün koşullarında bir parça burjuvalaşmış yapıları vardı. Kendi orta sınıflarını da yaratmışlardı. Harput’ta Ermenilerin Amerikan kolejleri düzeyinde kolejleri vardı. Ve orda üç dört lisan bilen insanlar mevcuttu. Avrupa’ya çocuklarını okula gönderen Ermeniler vardı. Müthiş bir birikim, müthiş bir mal varlığı, müthiş bir zenginlik vardı. Mal mülk vardı. Bu malların hepsi çarçur edildi. Bu sermaye müslümanlaştırıldı. Türkiye’nin en zengin insanları kimlerse, o meşhur zenginler Ermenilerin, Rumların malı mülkü üzerine konan zenginlerdir. Çok ilginç bir örnek vereyim. Mesela Adana’da Seyhan nehri kenarında Sabancı’lara ait çok meşhur bir cami var. O cami Ermeni mezarlığı üzerine kurulmuş bir cami. Belki Türkiye’de o caminin ebatında başka bir cami var mı bilmiyorum. Ne demek istediğim sanırım anlaşıldı. Bu cumhuriyet kurulduğu günden bu yana Ermenilerin, Rumların mal ve mülkleri çarçur edildi. Hâlâ bitirilemedi. Hâlâ bütün zenginlikler bu mal, mülkler üzerine kurulu. Onun için maalesef soykırım devam etti, ettiriliyor.
YDİ Çağrı: Demin konuşmanızda dediniz ki; soykırımdan kurtulanlarda var. Bu kurtulanlar kimler ve nasıl kurtuldular? Gaffur Türkay: Kurtulanlar şöyle oluyor: Üç grup kurtuluyor. Bunları gruplara ayırırsak; Bir köyde bir demirciye, bir palancıya (semerci) ihtiyaç varsa, sırf o ihtiyacı karşılamak üzere onları bırakmışlar, öldürmemişler. Çünkü ihtiyaçlarını gidermek için sağ bırakmışlar. Eskiden biliyorsunuz kara sabanla tarla sürülürdü. O alet bozulduğu zaman onu tamir edecek, onaracak tekrar eski haline getirecek kimse yoktu. Dolayısıyla o işlerle uğraşan insanlar kurtulmuşlardır. İkinci kurtulan bir grup daha var. Ermenilerin genç kızları ve güzel gelinleri, güzel kızları kurtulmuşlardır. Kafileler halinde genç kızlar ve gelinler ayrılmıştır. Adamlar gelip kafileler içerisine girerek, kendilerine ikinci-üçünçü eş olarak, köle olarak almışlardır. Ve bunlar kurtulmuşlardır. Ben hep bunu söylüyorum. Benim bir tespitim vardır. Bu bölgede Kürt coğrafyasında şu anda, herhalde Kürtlerin % 80-85’nin evinde bir Ermeni nine vardır. Üçünçü bir grup daha var kurtulan. Dedeminde içinde olduğu grup çocuklardır. Bu çocuklar 8-10 yaşlarında öncelikle kurtarılmışlardır. Ben mesela birşeyi itiraf edeyim. Ben hep bunu merak ediyordum. Yani öldüren öldürüyor. Niye bu çocuklar kaldı? Hep merak ettim. Önceki sene Hrant Dink Vakfı’nın müslümanlaştırılmış Ermeniler konferansı yapıldı. Ben de katıldım. Amerika’dan Taner Akçam hoca gelmişti. Kendisi ile tanıştım. Hocam dedim ben bu konuyu hep merak ederim. Şimdiye kadar bir karşılığını da bulamadım. Bu çocuklar neden kurtuldu? Bu çocukları öldürebilirlerdi. Taner hoca bana çok ilginç birşey söyledi. Dedi ki; ‘benim elimde belge var. Kitap yazıyorum. O kitapta da yayınlayacağım’ dedi. O hengamenin içinde Talat ve ekibi bir kanun çıkarıyorlar. Kanun şu: Diyelim ki bizim ailede mal mülk var. Bir çocuk bıraksınlar. O çocuğu diyelim siz yanınıza aldınız, korumaya aldınız. O çocuğu korumaya aldığınızda, o çocuğun ailesinden kalan mal mülk üzerinize geçebiliyor. Taner hocanın elinde o kanun maddesi vardı. Do-
röportaj
YDİ Çağrı: 1980 askeri faşist darbesinden sonra da Ermeni aileler göç etmek zorunda kaldı. Özellikle 1980-90’lı yıllarda Diyarbakır’da göç eden aileler oldu mu? Gaffur Türkay: 1974’te Ermeni ailelerin büyük bölümü göç edince, Diyarbakır’da geriye elli aile kalmıştı. 1980’den sonra yanlış hatırlamıyorsam
25-30 aile daha gitti. Geriye 20-25 aile kaldı. O aileler de 1990’lı yıllarda göç ettiler. Dolayısıyla her olan olay sadece Diyarbakır’da ki Ermenileri değil, İstanbul’da olanları da etkiledi. Bu sirkülasyon hep böyle devam etti.
✒
YDİ Çağrı: İkinci Dünya Savaşı arifesinde ‘Varlık Vergisi’ koydular. Gayri müslimlere özel bir vergi koydular ve vergiyi ödemeyenleri Aşkale’ye sürgüne gönderdiler. Arkasından 1955’te 6-7 Eylül olayları gündeme geldi. 1974’te adına ‘barış harekâtı’ dedikleri Kıbrıs’ın işgali gerçekleştirildi. O dönemde adına ‘yabancı’ dedikleri gayri müslimler göç etti. Burda kalanlar üzerinde de baskılar uygulandı. Siz Amed’de bir olayı anlattınız. Bir mollanın kitleyi nasıl kışkırttığını belirttiniz. Bu olayı biraz anlatmanızı istiyorum. Gaffur Türkay: Siz özetlediniz. Söyleyeceklerim tekrar olmasın ama soykırım 1915’te kalmadı. Bugüne kadar geldi. ‘Varlık vergisi’, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs işgali. Bütün olaylar planlı yapıldı. Geri kalan Ermeniler, Rumlar, ülkede öteki dediğimiz müslüman olmayan insanları nasıl göçertiriz, nasıl kaçırtırız, nasıl bunların mal mülküne de konarız diye planlar yapıldı. Bu sistem tarafından yapılırken maalesef toplumda bunu içselleştirdi. İstanbul’da 6-7 Eylül olayları olurken toplumda saldırdı. Esnafların malları yağma edildi. Diyarbakır’da 300-400 Ermeni aile kalmıştı. O da muhtemelen çevreden kaçan, göç edenler gelip buraya yerleşmişti. Diyarbakır’da Ermenilerin yaşadığı bir mahalle var. Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Gavur Mahallesi’ diye tabir ettiği kitabını da yazdığı bir mahalle var. O mahallede, bir molla insanları topluyor ve bir yürüyüş yapılıyor. Ve slogan şu: “Ya Kıbrıs’ın yarısı ya Agop’un karısı.’ Yani ne alaka varsa? Agop’un karısının Kıbrıs’la ne alakası var? Az önce anlatmaya çalıştığım o bilinç altındaki zihin hemen kendisini dışa vuruyor. Burdaki amaç Kıbrıs bahane edilerek, (çünkü Kıbrıs müslüman değil) burda geri kalmış ailelerin de göç ettirilmesi, baskı uygulanması ve mevcut mal varlıklarına el konulmasıdır. Molla’nın o olayından sonra Diyarbakır’da Ermeni ailelerin büyük bölümü göç etti. Geriye elli civarında aile kaldı. Dolayısıyla o sloganların, o niyetlerin, o yürüyüşün amacına ulaştığını görüyoruz. Bu zihniyet hep böyle devam etti.
31
✒ röportaj
layısıyla benim kafam netleşti. Çok merak ederdim, yahu niye bu çocuklar bırakıldı. Üçüncü grupta kurtulan ve en fazla sayıyı oluşturan çocuklardı. Yüzyıllık asimilasyonun getirdiği şey amacına ulaşmıştır. Bugün 4-5 milyon civarında tahmin edilen müslümanlaştırılmış Ermenilerin Ermeni kimliği ile bir alakaları kalmamıştır. Bunların bir kısmı, Ermenilikle anılmalarından son derece rahatsız oluyorlar. Utanıyorlar. Çünkü bu ülkede Ermenilik bir ‘utanç’ meselesidir. Küfür meselesidir. Ermeni kimliği üzerinden insanlar birbirine küfür ediyor. Özellikle sol, sosyalist çevrelerde bu durum biraz daha farklıdır. O kültürle büyüdüğümüz için kendimizi daha rahat ifade edebiliyoruz. YDİ Çağrı: Şimdi doğru mu anladım. Bu çocukları evlat ediniyorlar. Nüfuslarına geçiriyorlar. Böylelikle çocukların anne babalarından kalan mal mülke el koyuyorlar. Doğru mu? Gaffur Türkay: Evet aynen öyle. Şimdi senin sormadığın birşeyi söyleyeyim. Ben Sason’luyum. Sason’un köyünde yaşadım. Batman petrol bölgesi. Batman’ın iki bölgesinde petrol çıkar. Bir: Raman dağında çıkar. İki: Birde sermon petrol sahası diye bir saha var. O saha bizim köyün sahası. O petrolün hepsi bizim arazi üzerinde çıkıyor. Kendi ailemizin olduğu arazi. O saha da 50-60 yıldır petrol çıkıyor. Şimdi o köylülerle başka gruplar var. O arazi yüzünden birbirine düşüp mahkemelik oluyorlar. Biz daha kendimizi ifade edemiyoruz. Bizim başka bir Ermeni akrabamızın elinde belgeler var. Bizim elimizde belge yok. Kendimizin olduğunu ispatlıyamıyoruz. Tapularda tanım yapılırken, mesela bir tarafı dere der, bir tarafı ormanlık alan der. Bir tarafını da benim dedemin ismiyle anılıyor. Başkasının tapuları ile uğraşırken bakıyorsun dedemin ismiyle karşılaşıyorum. Dedemin isminin kayıtlarda olduğunu görüyorum. O akrabamın çalışması yüzünden Kulp’a gitmiştik. Kulp Tapu Müdürlüğü’nde rica ettik. Bu eski defterlere bakabilirmiyiz dedik. Tozlu raflardan bir defter indirdi. Yüz kayıt varsa abartısız söylüyorum 98 tanesi Ermeniydi. Bu malın mülkün ne olduğunu burdan da çok rahat gördük.
32
YDİ Çağrı: 2015 Ermeni soykırımının 100. yıldönümü. TC. Devleti hâlâ bu soykırımla yüzleşme durumunda değil. Bu yıl aynı zamanda Çanakkale savaşlarının 100. yıldönümü. TC. devleti her yıl 18 Mart’ta Çanakkale kutlamalarını yapıyordu. Bu
yıl Çanakkale kutlamalarının 24 Nisan’da yapılmasını kararlaştırdılar. Aynı zamanda Ermenistan Cumhurbaşkanı’nı Çanakkale kutlamalarına davet ettiler. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Gaffur Türkay: Ben bir kere suçluluk psikolojisi olarak değerlendiriyorum. Çok rezil bir toplumuz. Ben kendi adıma söylüyorum. Böyle bir toplumda, dejenere olmuş ve birçok değerleri ayak altına almış bir toplumda, insan bazen yaşamaktan utanıyor. Kabul etmeyebilirsiniz soykırımı. Ama işin vicdan boyutunda baktığınız zaman kendi vicdanınız sizi rahatsız eder. Dediğiniz gibi 18 Mart’ta şimdiye kadar kutlanan, anması yapılan Çanakkale ne alaka ise Ermeni soykırımının 100. yıldönümünü sulandırmak için, tamamen gündemi saptırmak için, çok haksız bir saldırıda bulunmak için vb. sebeblerle 24-25 Nisan’a taşımak için bir çalışma yürütülüyor. Öbür tarafta bakıyorsunuz geçen yıl bir taziye dileğinde bulundu bu ülkenin başbakanı. Bu ülkenin başbakanı 100 yıl önce Ermeni yurttaşlarımıza acılarınızı paylaşıyoruz diyebiliyor! Diğer taraftan bu yıl böyle uygulamalara gidiliyor. Bunu bir tutarsızlık olarak algılıyorum. YDİ Çağrı: Siz Surp Giragos Vakfı yönetimindesiniz. Ermenilerin kültürel mirasları var. En azından Surp Giragos Kilisesi’nin onarıldığını biliyoruz. Bu konuda biraz bilgi istiyorum. Ermenilerin diğer kültür varlıkları korunuyor mu? Gaffur Türkay: Bu ülkede Ermeni kültür mirası hiç korunmamıştır. Bu ülke maalesef kendi kültür tarihini kendi eliyle yıkan bir toplumdur. Ermenilerle ilgili birşey kalmasın noktasından hareketle yüzyıldır tahrip ediliyor. Tahrip edildikçe ediliyor ama hâlâ bitmedi. Bırakın korumayı hep tahrip ediliyor. Diyarbakır’da oniki tane Kilise vardı. Çok büyük sayıda okullar ve öğrenciler vardı. Surp Giragos Kilisesi Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi. Niye Ermeni kilisesi? 1900’lerin başında Diyarbakır nüfusunun % 60’ı Hıristiyan % 40’ı Müslüman. Bu kadar mirasın olduğu bir yerde sadece Ermenilerle ilgili iki kilise var. Hatta Surp Giragos’tan önce iki tane katolik ve protestan kilisesi vardı. Bunları devlet onarmıştı. Şu anda bir tanesi halı atölyesi olarak kullanılıyor. Bir tanesi puşi atölyesi olarak kullanılıyor. Devletin yaptığı bu. Bizim Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ni onarmamız tamamen bu vakfın insiatifinde gelişen bir şeydir. Çok büyük çabalar harcayarak Surp Giragos Kilisesi’ni onarmıştır. Ortadoğu’nun
YDİ Çağrı: Sorduğunuz soruya ben hemen cevap vereyim. Bu roportajı yaptığımız Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi İbrahim Kaypakkaya geleneğinden geliyor. Bilmiyorum İbrahim Kaypakkaya’yı duydunuz mu? İbrahim 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır işkencehanelerinde öldürüldü. 1972’de İbrahim, Ermenilerin kitlesel olarak öldürüldüklerini anlattı. Bu gazeteyi çıkaranlar 1983’ten beri Ermeni soykırımı üzerine yazmaktadır. Sadece yazmakla yetinilmemekte, Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme hakkını da savunmaktadır. Bu gazeteyi çıka-
röportaj
YDİ Çağrı: Soykırımın 100. yıldönümünde yapılan etkinlikleri yeterli görüyormusunuz? Bu yıl dünya çapında birçok etkinlikler yapılıyor. Soykırımın yapıldığı bir ülkede, devrimcilerin, sosyalistlerin ve Kürt hareketinin yaptıklarını yeterli görüyormusunuz? Gaffur Türkay: Ben yeterli görmüyorum. Şimdi ben sana soruyorum. Sende bir sosyalistsin. Niye yüklenmiyorsunuz diye ben size isyan ediyorum. Sol, sosyalistim diyen insanlara bu soruyu sormak lazım. Bize değil. Biz hiçte yeterli görmüyoruz. Yeterli olabilir mi? Diyarbakır’da iki-üç senedir burdaki çocukların çabasıyla bazı anmalar yapılıyor. Bu anmalara saysanız 50 kişi ancak katılabiliyor. Burdaki Kürt ulusal mücadelesini haklı, meşru bir mücadele olarak görüyorum. Kürtlerle ilgili eylemlerde on binler, yüzbinler toplanıyor. Her yıl İstanbul’da yapılan 24 Nisan anmalarına bin kişi katılıyor. Ermeni soykırımı anmalarına katılım yeterli olmadığı gibi aslında bu bir ayıptırda. Ayıp olarak görüyorum bu çevreler için. Başka çevreler için sitem etme hakkımız yoktur ama sol, sosyalist çevreler için böyle bir sitemimiz vardır.
ranlar Ermeni soykırımı hakkında 1990’lı yıllarda somut bir siyaset ortaya koyduklarında Türkiye’de Ermeni sorunu bugünkü gibi tartışılmıyordu, konuşulmuyordu. Olgu budur. Gaffur Türkay: Var olmak, yazmak yetmiyor. Bu eleştirimi sizde her zaman kulaklarınızdan çıkarmayın.
✒
en büyük Ermeni kilisesi onarılmıştır. Ermenilerle ilgili bu vakfın mal mülkü vardır. Vakıfların malını iade ediyoruz diye bir yasa çıkardılar. Surp Giragos Vakfı olarak 190 tane mülk için Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne müracatta bulunduk. 1,5 yıl geçmesine rağmen şu ana kadar 17 tanesinin tescili yapılmıştır. Kendi vakfımız adına tescili yapılmıştır. Henüz mülklerde bize verilmemiştir. Sadece tescili yapılmıştır. Ama mevcut mülklerde hepsi işgal altındadır. Kimisini devlet kurumları kimisini vatandaş işgal etmiştir. Onları nasıl çıkaracağımızı da kara kara düşünüyoruz. Diğer başvurular konusunda henüz bir netice alınmadı.
YDİ Çağrı: Kürt hareketinin Ermeni soykırımı konusunda belli bir bakış açısı var. Ahmet Türk’ün yaptığı açıklama çok olumlu. ‘Dedelerimizin eli kanlıdır’ dedi. Ben bu yıl Kürt hareketinin Ermenistan’a bir delegasyon göndermelerini beklerdim. Gaffur Türkay: Gidecekler. Ben gideceklerini biliyorum. En azından milletvekili düzeyinde bir delegasyonun gitmesini bekliyorum ben. YDİ Çağrı: Benim aldığım bilgi gitmeyecekleri yönünde. Kürt hareketinin sadece teorik düzlemde Ermeni soykırımı hakkında kimi tespitleri yapması yetmiyor. Pratikte de söylenenlere uygun bir siyasetin geliştirilmesi gerekiyor. Gaffur Türkay: Kürt hareketinde ki arkadaşlarla sohbetlerimizde tabii bizde bu düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Kürt hareketi bana göre çok sahip çıkması gerekir. Ben katılıyorum size. Yani bir duyarlılığın olması lazım. Hatta o duyarlılığın çok iyi işlenmesi lazım. Fakat sebebleri var. Kürt hareketini suçlamak için söylemiyorum. Ahmet Türk, o açıklamasını yaptıktan hemen sonra biraraya gelip sohbet etmiştik. Ben kendisine sitem ettim. Herkes teşekkür ederken, herkes ne iyi ettin derken, ben kendisine Ahmet abi hiç iyi yapmadın dedim. Şaşırdı nasıl yani? Ermeni soykırımını anayım derken bunu sulandırmanın anlamı yok dedim. Diğer halklara yapılan kıyımları küçümsemek için söylemiyorum. Ama bir şeyi söylerken ya ağzın dolu dolu söylersin ya da söylemezsin. Çıkarsın Ahmet abi, Ermenilere soykırım yapılmıştır ben o soykırımı tanıyorum dersin. Bu anlaşılır. Bu topraklarda katliam yapma çok sayıda insanı öldürmek ayrı şeydir. Ama bu ülkede Ermenilere soykırım yapılmış, kökü kurutulmuştur. Süryanilere, Ezidilere, Alevilere, Kürtlere yapılan katliamları kınıyoruz. Bana göre Ahmet abi eksik kalmıştır. Ahmet abi valla ben iyi niyetle söyledim dedi. Kendisini öyle savundu. Ben yine teşekkür ediyorum dedim. YDİ Çağrı: Birkaç yıldan beri İstanbul’da 24
33
✒ röportaj 34
Nisan’da gelenek haline gelen soykırım kurbanları anılıyor. Oturma eylemi yapılıyor Kürt hareketinin güçlü olduğu illerde neden soykırım kurbanları anılmıyor? Özellikle bu yıl soykırımın 100. yıldönümü vesilesiyle daha güçlü eylemler yapılması gerekmiyor mu? Gaffur Türkay: Ben bunu şöyle bir örnekle anlatayım. Üç yıl önce ilk anma yapılacaktı Diyarbakır’da. Halkların Demokratik Kongresi var. O zaman bizde HDP’de idik. HDP olarak üstlenildi ve denildi ki Ermeni soykırımının yıldönümünde anma yapalım. İki kişi görevlendirildi. Bir kadın ve bir erkek. Erkek olarak ben görev aldım. Bize dediler ki kurumları ziyaret edin. Ben, kadın arkadaşla kurumları ziyaret etmeye başladık. Kurumları yapılacak anmaya davet ediyoruz. Çok ilginç bir şey yaşadım. O günün partisi BDP’ye gittik. Bunların bir komisyonu var. Önceden randevu aldık. Bu komisyon bizi karşıladı. Anlattık. Dediler ki ne yapacaksınız? Üç şey istiyoruz sizden dedik. Bir: Dağkapı Meydanında alternatif Cuma namazları kılınıyordu. Dedim ki; alternatif Cuma namazlarında o hutbeyi okuyan imam çıkıp cemaatin karşısında 97 yıl önce burda yaşayan Ermenilere soykırım yapılmıştır, onların ruhlarına ben bir dua okuyorum desin. İki: İnsanlar o alana, anmaya gelsin. Üç: Beraber Ermeni mezarlığına gidip beraber mum yakalım. Ya da beraber dua okuyalım. Hiç unutmam. Bir tane genç çıktı dedi ki; ben babama, dedeme bunu anlatamam. Ben kabul edemem, alternatif Cuma’da dua okutamam dedi. O komisyonun başındaki çocuklardan bir tanesi. Komisyon diye onu bizle tanıştırdılar. Kabul edemem, nasıl bir Ermeniye dua okutacam demişti bana. Neye uğradığını şaşırıyorsun. Yüzyıl önce birileri kılıcını almış, doğramış, kesmiş. Yüzyıl sonra bu kadar destek var, bu kadar bedel ödenmiş ama bir genç bunu diyebiliyor. Böyle bir tablo var işte. Bu bölgede yüzyıl önce o insanlar bu toprakların sahibi idi. O dua okutmayacağım diyen gencin dedesi de bu insanlarla yan yana yaşıyordu. Belki de o insanların komşusuydu. Yapılacak denildiği halde sonuç olarak basın açıklaması yapılmadı. YDİ Çağrı: Son olarak şunu sormak istiyorum: Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Tespih Taneleri’ romanı var. Margosyan, bu romanında Ermeni kafilelerini anlatıyor. Siz herhalde Kafle diyorsunuz. Siz bu kafilelerle ilgili bir şeyler anlatmak istermisiniz? Gaffur Türkay: Sen böyle dedikçe tüylerim diken
diken oluyor. Öyle bir anda gözümün önüne geldi. Soykırıma başlanırken; insanlar sürgüne gönderiliyordu. O insanların toplanıp gönderildiği zaman onlara kafle deniliyordu. O kafleler, (kusura bakmayın biraz dağıldım.) Deyrizor’a sürmek üzere gönderiliyordu. O kadar vahşet yapıldı ki kaflelere. Bunun bendeki imajı şu: Diyelim ki Harput’tan bir grubu yola çıkardılar. O grup burdan geçecek. Yanlarında da üç-dört jandarma var, güya onları koruyacak. Ama o kaflelerin başına gelmeyecek şey kalmıyordu. Kaflelerin önü kesiliyordu. Ve o kaflelere vahşetin en büyüğü yapıldı. Kaflelerin yolu bilinçli olarak uzatılıyordu. Burdaki amaç yolları uzatmak, işkence yapmak ve yollarda Ermenileri öldürtmekti. Milyon kere saldırılar, milyon kere tecavüzler. Bin kişilik gruptan ancak elli kişi kurtulabiliyordu. Kafle denildiği zaman bende ki kafle imajı bu. YDİ Çağrı: Benim soramadığım sizin eklemek istediğiniz birşey var mı? Gaffur Türkay: Son olarak benim anlatmak istediklerimi sanırım iyi de anlattık. Dilimiz döndüğünce anlatacağız. Anlatmaya devam edeceğiz. Değerli sosyalist dostlarımıza da anlatacağız. Bu ülkede kader birliği yaptığımız insanlara defalarca anlatacağız. Bir daha anlatacağız. Ama bir daha anlatacağız. Ve anlatırken de bu mezalimi, bu vahşeti, bu vicdansızlığı, bu haksızlığı, sistem tarafından anlattırılmayan bu kadar vahşeti bugünden de başlasak bir yüzyıl daha anlatacağız. Sizin gibi duyarlı insanlarında bunu anlatması lazım. Bunu anlatmamız lazım. Halk arasında bir deyim var. Hakkın teslimi diye bir söz var. Bu konuda en azından hakkımızın teslim edilmesi gerekir. Ha ettikten sonra eğer vicdan varsa ki vicdan olduğuna inanıyorum. Bu ülkede vicdanlı insanlarda vardır. Vicdan varsa o insanlar önce o hakkın teslimi noktasında vicdanlarını çalıştırmalarını öneriyorum. İstiyorum, talep ediyorum, haykırıyorum. Vicdan varsa vicdanlarını işletecekler. Ahmet Türk’ün yaptığı vicdanlı çıkışlar ama hakkını teslim eden çıkışlar bekliyoruz. Herkes mal mülkten korkuyor. Korkmalarına gerek yok çünkü mal mülkü alacak kimse de kalmadı zaten. Ben çok insani bir şey istiyorum. Kimseye sitemde etmiyorum. YDİ Çağrı: Söyleşi için teşekkürler... Gaffur Türkay: Ben teşekkür ediyorum. Mart 2015
rmeni Soykırımı üzerine çalışmalar yapan tarihçi Prof. Dr. Taner Akçam, Irkçılığa, Milliyetçiliğe ve Ayrımcılığa Karşı Aktivist Eylemi Birliği’nin (AKEBİ) Berlin’de 25 Kasım 2014’te düzenlediği “100 yıl sonra: Ermeni Soykırımı’nın tanınması” başlıklı toplantıya Herşeye Rağmen okurları da katıldı. Herşeye Rağmen okurunun Taner Akçam’a yönelttiği soruları ve cevabını yayınlıyoruz. HR: Ermeni soykırımında Mustafa Kemal Atatürk’ün rolü nedir? Taner Akçam: Mustafa Kemal’in rolü nedir? 1915 konusunda herhangi bir rolünün olmadığını biliyoruz. Bu konuda birçok anektot vardır. Anılarda yazılmıştır. Kendisi doğrudan katılmamıştır. Ve kınayan, kınamayan laflar etmiştir. Vaziyete göre davranmıştır. Benim doktora çalışmasında çok ayrıntılı bulabildiğim bütün kaynakları bir araya toplayarak koydum. Örneğin; bir Hasan amca(1) var, bilmem duydunuz mu? Hasan amca, Çerkez Hasan amcamız iyi bir Hürriyet ve İttilaf Partisi’nin taraftarıdır aynı zamanda. 1916 yılında, Ağustos ayında Şam’a Talat Paşa tarafından Ermenilerin iskanı göreviyle gönderilir. Cemal Paşa istemiştir bunu. Halep’e gelir. Halep’te meşhur bir Baron Hoteli vardır. Bunu anılarında yazar Hasan Amca. Baron Hoteli’nin (işte orası da zaten paşalarımızın gittiği, içtiği, eğlendiği bir
röportaj
E
hoteldir) sahibi de Ermenidir. Orda Atatürk örneğin Hasan Amca’nın yüzüne “biz cephede savaşırken siz geride Ermeni katlediyorsunuz, pis katil” diye bağırır. Hasan Amca da kendi yaptıklarını anlatır. Mustafa Kemal’de özür diler. Veya mecliste yaptığı bir konuşma vardır. Benim İngilizce kitaba başlık oldu. Bir kabahattir, bir suçtur, kötü bir iştir diye tanımlar. Bir daha böyle birşey olmayacaktır anlamında söyler. 1919’da Amasya’da Ekim ayında, İstanbul hükümeti Ali Rıza Paşa hükümeti ile yaptığı bir protokol vardır. Protokolde, tehcir suçundan dolayı aranan ittihatçıların yargılamasının siyaseten erdem ve kaçınılmaz olduğunu söyler. Bu tür Atatürk’ün 1915’i kınayan bol miktarda lafını bulabilirsiniz. Onlarda açık tavır alır. Ama aynı zamanda diyelik ki Adana’da, Adana esnafı ile konuşurken yine aynı Mustafa Kemal, “Ermenilerin başına ne geldiyse kendi hataları yüzünde geldi, burası Türk memleketidir, burası Türklere ait bir memlekettir” diyerek aksi anlama gelebilecek sözlerde söyler. 1926’da başı sıkışıktır. Lozan antlaşmasının Amerikan senatosunda onaylanması meselesi vardır. O sırada, İzmir suikast girişimleri doğmuştur. Onun için Amerikalı gazetecilere “İttihatçılar katillerdir, bizim Hristiyan vatandaşlarımızı öldürmüştür” der. Ama ondan sonra yine aynı Mustafa Kemal, 1926’ta Talat Paşa şurekâsına ve diğerlerine devlet şehidi olarak maaş bağlamıştır. Peki nasıl açıklayacağız bunu? Çok basit biçimiyle yine anılarda geçer. 1918 sonu veya 1919 başlarında Samsun’a çıkmadan önce, kendi arkadaşlarının önemli bir kısmı İstanbul’da Bekir Ağa’da tutukludur. Tutuklanmışlardır, yargılanmaları yapılacaktır. Yargılanmalar için arkadaşlarını ziyarete gider. Orda buna, Ermeni meselesi ne olacaktır, nasıl hal edilecektir diye sıkıştırırlar arkadaşları konuşurken. Der ki; giderken ve merdivenden inerken “herşey Misak-ı Milli meselesidir, gerisi teferruattır.” Yani Misak-ı Milli ihtiyaçlarına göre Ermeni sorununa bakmıştır. 1920 Ağustos’una kadar, Sevr anlaşmasının imzalanacağının belli oldu-
✒
“YERLEŞİM HAKKI, İNSANLARIN GERİ DÖNME HAKKI EN TEMEL İNSAN HAKKIDIR!”
35
✒ röportaj 36
ğu ana kadar karşı sözler söylemiştir. Sevr anlaşmasının ortaya çıkıp Misak-ı Milli’nin hakikâten kabul edilmediğini anladığı zaman tavrını değiştirmiştir. Bütünüyle ana hedefi Misak-ı Milli dediğimiz Erzurum, Sivas kongrelerinde daha sonra 1918’de İstanbul Meclisi-i Mebusan’da kabul edilen işte bugünkü Türkiye sınırlarının esas alınmasını isteyen bir politikası vardı. Eğer batılılar sınırların kabul edilmesine karşılık, bizden üç-beş tane ittihatçının asılmasını istiyorlarsa asarız dediler. Böyle bir desteği vermediler. 8 Ağustos 1920’de İstanbul hükümetine yazdığı bir mektup vardır. “Artık hiçbir işe yaramayacağı belli olan vatan evlatlarının asılmasına derhal son verilmelidir” der. Ve hakikâten İstanbul mahkemelerinde ki idamlar durur. Mustafa Kemal için esas olan Türk ulusal devletini kurmaktı. Ermeni sorunu ile kuracağı ilişki buna bağlıydı. Benim ana argümanımda o zaten. Eğer Türklerin misak-ı Milli’si önerisine karşı, İttihatçıların asılması önerisini kabul ediyor olsaydı, bugün biz Türkler aynı Almanlar gibi hikaye anlatıyor olacaktık. Yani bizim kuruluş hikayelerimizden birisi aynı Almanların Nürnberg mahkemeleri neyse, bizim kuruluş hikayelerimizin içinde de İttihatçıların yargılanması hikayesi olacaktı. Ama batılılar Anadolu’nun parçalanmasını tercih ettiler. Ve mahkeme yolu kapandı Türkiye’de. HR: Bolşevik Partizan 1983’ten beri Diaspora’da yaşayan Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme hakkını savunuyor. Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Taner Akçam: Ben Partizancı arkadaşlarla karşılaştığım zaman şunu söylüyorum: Şimdiki kafamla galiba ben Partizancı olurdum. Çünkü hakikâten bu taraftan baktığım zaman, Türkiye’de Ermeni sorununa ilk rahat açık bakan ve bu konuda soykırımdır diye tavır alan siyasi hareket onlardır. Onun için Türkiye’de ki Ermeni arkadaşların hemen hemen hepsinin, çoğunun Hrant Dink dahil Partizancı olmaları tesadüf değil. Daha çok o siyasi harekette yer aldılar. Yerleşim hakkı, insanların geri dönme hakkı en temel insan hakkıdır. Sonuna kadar savunulmalıdır. Bunun pratik zorlukları olabilir. Ama İsrail-Filistin sorununda ki en temel sorun, zorla sürülmüş Filistinlilerin geri dönme hakkıdır. Bu temel bir insan hakkı olarak savunulmalıdır. Ben bu hakkı savunan bir insanım ve savunmayı doğru bulurum. 1915’e ilişkin yapılabilecek işlerden bir tanesi de, hakikâten bu insanlara vatandaşlık vermenin ötesinde eğer yer-
leşmek isteyen varsa, bu tür kolaylıklarında mutlaka sağlanması gerekir. Önemli ve olumlu bir talep olduğunu düşünüyorum. HR: Ermeni araştırmalarına ne zamandan itibaren başladınız? Sizi bu araştırmaya iten etken ne idi? Bu araştırmaları yaparken herhangi bir tehdit aldınız mı? Herhangi bir sıkıntıya maruz kaldınız mı? Taner Akçam: Tamamı ile tesadüf. Hepiniz beni tanıyorsunuz. Anamın sözü ile söyleyeyim: Oğlum o kadar beladan, badireden çıktıktan sonra bula bula bu konuyu mu buldun dedi. Gerçekten tesadüf. Ama ben tabii eski bir Marksist olarak yapıştırıyorum. Engels biliyorsunuz Anti-Duhring’te der ki; “tesadüf zorunlulukların bileşkesidir.” Demek ki bir takım zorunluluklar var. Vahakn Dadrian benim hocamdır. O şöyle der: Ailenizin çektiği dramdan dolayı, sen insan hakları konusunda çok duyarlı bir insandın, ondan dolayı başladın. Asıl nedeni, başlamamın nedeni, Hamburg’ta Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde Türkiye’de işkencenin tarihi üzerine çalışırken, Abdülhamit dönemi, 1915 gibi hiç duymadığım şeyleri okuyup öğrendikçe, ya ha bak ya biz neleri de bilmiyormuşuz. Cahilliğimi farkettim. Abdülhamit döneminde 1894-1896’da katliamlar olmuş. Hiç duymamıştım. 1915’te, solcu olarak karanlık bir şeyler olmuş ama karıştırma şimdi devrim yapacağız diye bakardım. Oysa olay merakımı, akademik bilgimi artırdı. Kütüphane de çalışan sonradan Ermeni olduğunu öğrendiğim, anasının Ermeni olduğunu öğrendiğim bir Alman arkadaşım vardı. İki de bir gelir kafamın etini yerdi. Bu mesele çok mühimdir, bir Türk olarak senin bu işle uğraşman lazım derdi. Kendisi Almanlaşmış ve anasının bir Lübnanlı Ermeni olduğunu biliyor. Ama kara gözlerinden başka herhangi bir Ermeni tarafı kalmamış artık. Ama hakikâten başımın etini yiyor. O sırada bir başka tesadüf daha oldu. Benim o işkence projem bitti. Üçüncü yılın sonu, üç yıllık proje zaten. Bizim ensitütü bir başka soru sordu. Nürnberg mahkemeleri evrensel bir kural haline getirilebilinir mi? O zaman daha ne Yogoslavya savaşı var. Ne uluslararası ceza hukuku tartışmaları var. Ne de uluslararası ceza mahkemesi tartışmaları var. Soru şu: Demin ki Talat örneğinden hatırlarsınız. Bir devlet adamı veya devlet görevlisi, devlet adına işledikleri cinayetlerden dolayı bireysel olarak sorumlu tutulabilinir mi? Ve bu sorumlu tutulmasından dolayı bir Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulabilinir mi? Bu karar ilk önce Nürnberg’de alın-
(1)T.C kimliğindeki adı Hasan Vasfi Kıztaşı. Osmanlı kimliğindeyse Hasan Amca yazıyor. Ubıh‘ların „Amç‘a“ sülalesinden bir Çerkes. Soyadı buradan geliyor. 1864 Çerkes sürgününde Anadolu‘ya gelirler. Babası erlikten yüzbaşılığa yükselir ve Suriye cephesinde savaşırken ölür. Hasan Amca babası gibi subay olsun diye Kuleli Askeri Lisesi‘ne gönderilir; Harbiye‘yi bitirir. Askeri Tıbbiye‘yi üçüncü sınıfta bırakıp İttihat ve Terakki saflarında politik mücadeleye atılır. Ancak İttihatçıların vaat ettikleri ‚hürriyet‘ yerine, baskı ve şiddete dayalı bir diktatörlük kurmaları üzerine, 1912‘de muhalif subayların örgütlediği ‚Halaskar Zabitan‘a dâhil olur. Bu örgüt içlerine sızan bir ajan sayesinde çökertilince, idama mahkûm olan Hasan Amca‘yı, sorgusunu bizzat yapan Cemal Paşa ipten alır. Bu ikilinin yolları Suriye‘de kesişir. Cemal Paşa onu Anadolu‘dan tehcir edilip, Halep‘te açlıktan ve hastalıktan kırılan Ermenilere yardımla görevlendirir. Hasan Amca bu insanların ancak çalışırlarsa hayatta kalabileceklerini anladığı için birçok dokuma tezgâhı ayarlayıp Ermenilere verir. Ücret olarak birer somun asker tayını dağıtarak açlıktan ölümlerin önünü keser. Böylece Halep‘teki tehcir kampı diğerlerine göre daha insani koşullara sahip olur. Hasan Amca Suriye‘de Cemal Paşa ile böylesine yakınlaşmasına rağmen bir daha asla İttihat ve Terakki içinde yer almaz. Cumhuriyet Halk Partisi‘ne de muhalif kalan Hasan Amca, 1950‘lere kadar İstanbul, Sofya ve Atina‘da zaman zaman saklanarak yaşar. 1950‘lerde İstanbul‘da Dünya gazetesinde çalışan Hasan Amca‘nın ‚Doğmayan Hürriyet‘ ve Nizamiye Kapısı adlı iki kitabı yayımlanır. Doğmayan Hürriyet‘in sonunda üç kitabının daha yayımlanacağı belirtilir ama hiçbiri yayımlanmaz. Hayatının son iki yılını hastalıklara mücadele ederek geçiren Hasan Amca, 1961‘de kalp yetmezliğinden ölür. 15 Mart 1961 günü Kadıköy‘deki Osmanağa Camii‘nde düzenlenen cenaze törenine sadece Hasan Amca‘nın gazeteci yakınları ve akrabaları değil, pek çok Ermeni de katılır. Törende dönemin Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söyler: „Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı, biz de olmazdık.“ Hasan Amca‘nın Halep‘de yaşadıklarına dair anıları 1919 Haziran ayında Alemdar gazetesinde yayımlandı. Hasan Amca, bu anılarında, İttihatçıların, Ermenileri Suriye‘ye imha amacıyla sürdüğünü açık açık anlatır. Ancak anıların yayımlanması yarım kalır; Alemdar âni bir kararla anıları yayımlamayı durdurur. ( İstanbul-Agos 23 Nisan 2012)
röportaj
kaldığı yerden devam ettirmek hepimizin görevidir diye düşünüyorum.
✒
dı. Talat Paşa’nın yargılanmamasının nedeni, devlet adamları devlet adına işledikleri suçlardan dolayı bireysel olarak sorumlu tutulamazlar. Uluslararası hukukun kuralı budur. Nürnberg’te kural değişti. Ama Nürnberg askeri mahkeme idi. Yani bizim zafer kazananların mahkemesi dediğimiz bir mahkemeydi. Ve bizim Enstitü Nürnberg evrenselleştirilebilinir mi, bir norm olabilir mi şeklinde soru sordu. Ben o sırada okumalarımdan 1919-1921 yılında, İstanbul’da mahkemelerin kurulmuş olduğunu öğrenmiştim. Onun üzerine ensitüye yazdım. Nürnberg evrenselleştirilebilinmesi için bir de 1919’lara baksak, 1919’da ki tartışmalar, Paris barış görüşmelerinde ki tartışmaların Nürnberg üzerine etkisi olur. İyi olur dediler. Bende öyle başladım. Bu kadar sorunlu ve belalı bir iş olduğunu bilmiyordum. Ve ben eğer solcu olmasaydım ve sol gelenekten gelmeseydim bu işi bırakırdım. Elçin Kürşat bıraktı. Elçin Kürşat’ı tanımazsınız. Elçin Kürşat, Hannover Üniversitesi’nde öğretim görevlisi bir arkadaşımızdı. Saf akademik niyetle işe başladı. Bu işe başladıktan sonra, kadının ağzından emdiği sütü burnundan getirdiler. Şimdi Muğla’da çiftçilik yapıyor. Tehditlere dayanamadı bıraktı akademisyenliği. Ben niye devam ettim? Sizin çoğunuz benim yaşımda olanlar da bilir. Türkiye’de solcu olmanız için, devrimci demokrat olmanız için üç soruya cevap vermeniz lazım. Birincisi: Tutuklanabilirsin, işkence görürsün, hazırmısın? İşkenceye evet ben hazırım. İkincisi: Çok uzun bir dönem hapis yatabilirsin, hazırmısın? Galiba ben yatarım demem lazım. Üçüncüsü: Bir sokak ortasında vurulabilirsin, buna da hazırmısın? Eğer bu üç soruya da evet diyebilirsen, Türkiye’de solcu olabilirdin. Çoğunuzun arkadaşları, kardeşleri hapislerde çürüdü. İşkencelerde öldürüldü. Sokak ortasında kurşunlandılar. Ben ölüm tehditleri aldığımda soruna böyle baktım. Biz, bu soruların cevabını 1970’lerde vermiştik. Çok mu korktum? Korktuğum zamanlarda oldu. Ama beni öfkelendirdiği zamanlar da oldu. Ben 70’lerde bu kararı vermişim. Hele Amerika’da iki-üç tane zengin ailenin, zengin şımarık bir-iki kişi gelmiş orda diyelim ki bana laf ediyor. Fukara Ermeniler korkudan titriyor. Tehditler o bakımdan çok geldi. Birisinde iliklerime kadar ürktüm. Çok korktum. O da Hrant’ın öldürülmesinden sonra aldığım ölüm tehdidi idi. Ve ben hâlâ o tehdidin çok ciddi olduğunu, Ergenekon soruşturmalarında öğrenmiş bulunuyorum. Hrant’dan sonra artık soru sorma hakkımızın kalmadığını düşünüyorum. O bize çok önemli bir miras bıraktı. Ve onun mirasını
37
✌ halkların kardeşliği için
ZEYTUN’LU ERMENİ TANIKLARIN ANLATIMLARI
“Çok soğuk bir kıştı. Hakob Ağa kendisine yönelik bir tehdit olduğunu hissedip, altınları bir heybeye doldurarak, atın üstüne bağlar ve kaçmak üzere ata biner. Kaçarken Türkler onu yakalarlar; onun kafasını keserler; kendisini bir arabanın arkasına bağlayıp Ankara’ya götürürler. Hasan Kadı: ”Bu, bana: „sana ayakkabılarımı boyatacağım...’ diyen gâvur Hakob Ağa’nın kafasıdır” der...”
Z
38
eytun, Maraş’ın kuzeyinde yer alan eski bir Ermeni yerleşim yeridir. Bölge dağlık olup, dağlarla çevrelenen Zeytun sıcak iklime sahiptir. Bölgede büyük ve küçükbaş hayvancılık yapılmaktaydı. Nehir vadilerinde buğday, arpa, mercimek, nohut, mısır, pancar, yirminin üzerinde üzüm çeşidi, meyveler, zeytin ağaçları, badem, sebzeler vs. yetiştirilmekteydi. 18. yüzyıl sonlarında Maraş‘ın Küçükdağlık kasabası Zeytun‘da başlayan isyanlar, aralıklarla 1915 yılına
kadar sürer. Osmanlı Devleti, 1860’larda Zeytun’un özerkliğini ortadan kaldırmaya yönelir. Bunun üzerine, 1862 Zeytun ayaklanması baş gösterir. 1895-96 Abdülhamit katliamcılarına karşı da Zeytunlular sert direniş gösterir. Osmanlı Devleti, 3 Ağustos 1914’te genel seferberlik ilan eder. Gayrimüslimler amele taburlarına alınır. Amele Taburlarına alınan gayrımüslimlerin kitleler halinde imha edildiğine dair haberler yayılır. 20-25 kadar Ermeni genci askere gitmeyi reddeder. 30 ağus-
muştur. Sadece ayrılıkçı gruplar değil, Osmanlı idealine yürekten bağlı gruplar da sürüldü. Sadece eli silah tutanlar değil, kundaktaki bebeler ve ölüm döşeğindeki hastalar da‚’tehcir’e tabii tutuldu. Sadece Ermeniler değil, Katolikler ve Protestanlar da sürüldü. Tam 17 ay süren tehcirin bilançosu çok ağır oldu. Tehcirin baş mimarı Talat Paşa bile anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” demişti. (Talat Paşa’nın Anıları, Alpay Kabacalı, İstanbul,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s. 72) Türkiye’de yaşayan Ermeniler, planlı, programlı bir şekilde yok edildi. 1.5 milyona yakın Ermeni katledildi. Onbinlercesi ise ancak başka ülkelere göç ederek canlarını kurtardı. Bu sayımızda bazı Zeytun’lu Ermenilerinin anlatımlarına yer veriyoruz.
✌ halkların kardeşliği için
tosta 1914’te yanında askerlerle Zeytun’a gelen Maraş Mutasarrıfı Haydar Paşa, herhangi bir direnişle karşılaşmadan isyancıları teslim alır ve Ermeni halkının elindeki silahları da toplar. Şubat 1915’te Ermeni gençleri askere gitmemek için, birkez daha Aziz Astvatsatsin Manastırı’na sığınır. Onlara destek için civar köylerden gelenlerle birlikte manastırda 300 kadar kişi toplanır. Grubu Binbaşı Hurşit Bey kumandasındaki 22. Alay, bir nizamiye taburu, Halep Mürettep tümeninden üç depo taburu, iki süvari bölüğü (toplam altı bin asker) ve iki dağ topu teslim almaya gelir. 25 Mart 1915 günü sabahtan akşama kadar çarpışmalar devam eder. Çatışmalar sonucunda, Ermeni tarafı 37 ölü 100 kadar yaralı, Türk tarafı ise 26 yaralı, biri Binbaşı Süleyman olmak üzere sekiz kayıp verir. Çatışma esnasında Zeytun Belediye Başkanı Nezaret Çavuş öldürülür. Nezaret Çavuş’un ölüsü Maraş’a getirilerek teşhir edililir. Sonuç olarak; Zeytun’da toplanan Ermenilerin çoğu köylerine geri döner. 300 kadar Ermeni genci de teslim olur. 8 Nisan 1915‘te, Zeytun Ermenilerinden ilk kafile Müslümanların yoğunlukta olduğu Konya Ovası’ndaki Sultaniye ve Karapınar’a doğru yola çıkarılır. Zeytunluların boşalan evlerine daha 20 Nisan’da Antep’ten getirilen Makedonya muhacirleri yerleştirilir. 24 Nisan 1915’te, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, Cemal Paşa’ya bir yazı göndererek, Zeytunluların Konya’ya sevklerinin güvenlik gerekçeleri nedeniyle artık mümkün olamayacağını belirterek, yeni kafilelerin Urfa ve Halep’e yönlendirilmesini ister. İttihatçıların, Osmanlı Devleti’nin tüm Ermeni halkı için aldığı kararlar bir bir uygulanmaya başlanır. Genelkurmay Arşivi’ndeki bir belgeye göre 4 Mayıs 1915’ten itibaren Maraş’tan Halep yoluyla Suriye’nin Deyr Zor çöllerine gönderilen toplam 27.100 Ermeni’den 9.930’u Zeytunluydu. 16 Mayıs 1915’te, Zeytun’un adı, Zeytun’da öldürülen Binbaşı Süleyman’ın adından dolayı “Süleymanlı” yapıldı ve Zeytunlu Ermenilerden kalan son iz de silindi. Osmanlının, Birinci Dünya Savaşı sonucundaki yenilgisi ertesinde Kilikya bölgesi Fransa tarafından ele geçirilir. 1500 Zeytunlu yurduna geri döner, fakat 1939’da Kilikya, Fransa tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde Zeytun Ermenileri bölgeyi yeniden terk eder. Resmi tarihçilere gore, Ermeniler düşmanlarla işbirliği yapmış ve ayrılıkçı isyanlar çıkardıkları için ‘tehcir’e tabii tutulmuşlardır! Bu külliyen yalandır. Elbette baskı ve zülme karşı kimi ayaklanmalar ol-
KARAPET TOZLUYAN’IN ANLATTIKLARI (1903, ZEYTUN DOĞUMLU) Köyümüze Küçük Zeytun derlerdi. Havası, suyu eşsiz, insanları cesur ve çalışkandı. Biz Tozluyan ailesine mensubuz. Sülalemizde iki amcamız vardı; Türkler gelirse hazır olalım ve Türklerin önünde boyun eğmeyelim diye, babam ve amcam silah imal ederlerdi. Kadınlar gece gündüz erzak depolarlardı; zira Türkler her defasında gelip bize saldırırlar, ama, kazanan taraf hep biz olurduk. Zeytun’da demir madeni olmuştur. Ben, babamın atöylesinde taşları erittiğimizi, Zeytun şehri ne götürdüğümüzü, demircilerin tüfek namlusu, mermi imal ettiklerini hatırlıyorum. Manastır Zeytun’un tam karşısındaydı. Biz Zeytunlular, durmuş seyrediyorduk. Bir de baktık ki, askerler manastırı yakmak için tenekeyle gazyağı taşıyorlar; ama, isyancılar manastırın içinden ateş ederek onları öldürdüler. Fedayiler Aziz Astvatsatsin Manastırında dövüşürken, babam onlara yardım etmeye gitti. Orda da vuruldu. O dönemde yetim kaldım. Annem, üç kız ve bir erkek kardeşim vardı.1915’te bizi sürgüne gönderdiler. Şam çöllerine götürdüler. Yayan yolculuk ediyorduk, sürekli yürüyorduk; sonu gelmiyordu. Tifüse yakalandık. Aç ve susuzuz, pahallılık var! yiyecek yok!... Bizler, yaklaşık onbeş Zeytunlu aile Şam yakınlarından kaçtık. Gittik, gittik, bir Çerkez Köyü’ne ulaştık. Bizi köye almadılar; bize “muhacir” (göçmen) yani göçebe diyorlardı. Biz köyün dışında, açık ha-
39
✌ halkların kardeşliği için 40
vada kaldık. İyi ki yaz mevsimiydi. O köyün Çerkez Beyi’nin ahırına gece vakti kudurmuş bir kurt dadanıp öküzleri yemek istemiş; öküz boynuzuyla vurmuş; kurt ise öküzün dudağını ısırmış; öküz kudurup tarlalara düşmüş, gece ahırına dönmemişti. Çerkez Beyi bizim Zeytunlulardan öküzü yakalayıp kendisine götürmeleri için yardım etmelerini rica etti. Bizimkiler gidip yardım ettiler ve öküzü eve geri götürdüler. Çerkez Beyi demiş ki: “Öküzü satıyorum; alın, götürün” demiş. Bizimkiler ise: “Paramız yok ki, öküz alalım; biz açız” diye cevap vermişler. Bey şöyle konuşmuş: “Götürün! Ben para istemiyorum. O vadiye götürün; kesip yeyin. ”Büyük, küçük hepimiz de açtık; günlerce ot yiyorduk (o ota “kemeç” derler); otu haşlayıp biraz tuzla yiyorduk. Biz sürgün sırasında eti nerde görmüştük ki? Öküzü vadide kestik; pişirdik; derisini de, giyelim diye, çarık yaptık. Eti pişirecek odun da yoktu; tezekle filan zar zor pişirebildik. Kuduracağımızı düşünüyorduk; ama, açtık, haşlayıp yedik. Pişirince zehiri çıkmıştı; kudurmadık. İki-üç gün sonra o adam yeniden geldi; onun iki öküzü ve iki ineği daha kudurmuştu. O hayvanları da bize verdi; onları da pişirdik ve yedik. Sonra, köydeki Arapların inekleri de kudurdu. Onlar bize: “Ermeniler gelin! Bizim kudurmuş hayvanlarımızı vadiye götürüp kesin ve yeyin” dediler. O kudurmuş ineklerin kulakları, kuyrukları dikiliyor ve hayvanlar insanın üzerine saldırıyordu. Hangi hayvan o kudurmuş hayvanın kan kokusunu alsa, kendisi de kuduruyordu ve böylece, köydeki pek çok hayvan kudurdu. Araplar onları bize veriyor, biz de hayvanları vadiye götürüp kesiyor ve yiyorduk. Araplar bize un, bulgur veriyorlardı. Ama, bizim aramızda da tifüs hastalığı baş gösterdi; damadımız Nazaret, onun kızı Nuritsa ve başkaları gibi pek çok kişi hastalanıp öldü. Sürgün, 1915’ten 1918‘e kadar dört yıl sürdü. O Çerkez Bey’in köyünden gece vakti kaçtık. Grup halinde, daha ziyade Kudüs taraflarındaki çöllere gidiyorduk. Nereye gitsek, bize “muhacir” diyorlardı. Küçük, büyük, genç, yaşlı hepimiz aç, çıplak, yorgun ve hastaydık; ne yapacaksın... Bizi sürgüne göndermelerinin ve katletmelerinin sebebi neydi? Sebebi şuydu ki, Almanya ve Türkiye 1914’te kardeş devlet olmuş, aralarında bir antlaşma imzalamıştı ve İngiltere ile Fransa’ya karşı savaş halindeydiler. Zaten bizi sürgün etmelerine sebeb olan, aslında Alman’dı; o, Türk Paşalarına : “Biz Nablus’ta
İngiliz ve Fransızlara karşı savaşıyoruz” dedi. Kaç ay savaştıklarını bilmiyorum; ama hiçbiri diğerini yenemedi. O zamanlar Fransız Ordusu’nda bin beş yüz Ermeni gönüllü vardı. Ona, Ermeni Lejyonu adı veriliyordu; her yerden Musadağlılar, Kesablılar, Hüseynikliler, Adanalılar, her yerden fedayiler Fransızlara yardım etmeye gitmişti; zira, Kilikya’yı Ermenilere vermeyi vaat etmişlerdi. Bizim Ermeni fedayiler Fransız generale: “Biz o Nablus Mevzii’ni alırız” demişlerdi. General sormuştu: “Nasıl alacaksınız?” Ermeniler şöyle cevap vermişti: “Bu senin işin değil; biz Türklerden intikam alacağız; yeneceğiz.” General ise: “Yenerseniz, size bağımsızlık veririz; size Kilikya’yı veririz” demişti. Ermeni gönüllülerin gözünü kan bürümüştü; onlar “Hurra! Hurra!” diyerek saldırmış, mevziyi almış; yenmişlerdi... Alman ve Türk trene binip Mısır taraflarına kaçmışlar. Araplar da Türklerden intikam almak istiyormuş; onlar da öbür taraftan Türkleri ve Almanları katletmeye başladılar. Türk ve Alman kaçarlarken Araplar onları öyle bir vurdu ki, trenler devrildi; zira, Araplar da onlara karşı kin besliyordu; çünkü Türk ve Alman Arapların ülkesini işgal etmişlerdi. Türk ve Alman Kilikya’dan çekildi. Kilikya Fransa ve İngiltere’ye kaldı. Özgürlük geldi. O zamanlar Aram Bey hala dağlardaydı. Özgürlük 1918 yılında geldi. Dağlarımızda savaşan Aram Bey’in fedayileri Almanya ve Türkiye’nin yenildiğini ve Kilikya’nın kurtulduğunu duydular. Cahan Nehri’ni aşıp Suriye’ye geldiler; onlardan geriye yirmi sekiz Ermeni fedayi kalmıştı. Fransızlar bizi özgürlüğümüze kavuşturduklarında, onların aracılığıyla Amerikalı misyonerler de Suriye’ye gelmişlerdi. Onlar Der Zor çöllerine gidip, Arapların yanında kaçırılmış, Araplar tarafından kendi evlerine götürülmüş ne kadar Ermeni kadın, kız, çocuk varsa hepsini toplayıp Halep şehri’ndeki yetimhanelere yerleştirdiler; Araplar birbirini ele verdi; evindeki Ermenileri vermeyen ev sahipleri hapse atıldı. Anası-babası veya akrabası hayatta olanlar gelip birbirine kavuştu. Sürgün sırasında hepimizi iki kısma ayırmışlardı. Bizi Konya taraflarında dolaştırdılar. Sonra Halep şehri’ne getirdiler. Çoğunu Der Zor ve Ras-ül-Ayn’a götürdüler; çoğunu da Şam ve Kudüs taraflarına, Havran çöllerine. Biz Şam tarafına düştük. Bizi katletmediler; bu yüzden de oldukça fazla sayıda Ermeni
birlikte Halep şehri’ne dolduk. Halep’e geldik ki, kalacak yer yok. Arapların yanından aldıkları çocukları getirip yetimhanlere yerleştirdiler. Çocuklar Arapça konuşuyorlardı. Araplar Ermeni kızlarının ve kadınlarının yüzüne mavi mürekkeple dövme yapmışlardı; ama, bizim gençler: “Önemli değil; biz talihsiz Ermeni kızlarımızla evleniriz; Araplar götürüp onları çalıştırmışlarsa biz ne yapalım...” dediler. Sonra, herkesin serbestçe kendi memleketine dönebileceği emri geldi. Ama, biz Zeytunlular toplanıp bir hesap yaptık; kırk beş bin kişiden yalnızca bin elli sekiz can kaldığını hesapladık. Pek çok Zeytunlu, Arabistan’ın Der Zor bölgesinde katledilmişti. Onları katledenler de Kafkasya Çerkezleri’ydi. Habur Nehri’nin kıyısında üç tane Çeçen Köyü vardı. Zamanında, Çar Nikolay o Çeçenleri sürgün etmişti. Ermenileri katledenler onlardı; Araplar değildi. Öyle ki, 1918 tarihinde, biz Zeytunlular her köyden 2-3 kişi kalmıştık; toplam bin elli sekiz can. Toplanıp yola çıktık; Suriye’den Kilikya’ya gitmek için Kilis şehri’nden, Ayntap’tan ve Maraş’tan geçecektik. Fransızlar Maraş’a kadar o yerlere dolmuşlardı... Aram Bey artık dağdan inmiş; Halep’e gelmiş; biz Zeytunluları bulmuştu; o bizim Yurttaşlar Derneği’mizin başkanıydı; bizi Zeytun’a götürdü. Zeytun’a vardık; bütün evlerimizin yanmış olduğunu gördük. Türkler bizi sürgüne gönderdiklerinde, Selanik taraflarından Lazlar getirmişler, evlerimize yerleştirmişlerdi; onlar da Müslüman’dılar; “Allahüekber” diyorlardı; ilahiler söylüyorlar; dua ediyorlardı... Zeytun Dağları’ndan kaçmış olan Aram Bey Lazların evlerimize yerleşmiş olduklarını görmüş; “gidip evlerimizi yakayım; onlar da evlerle birlikte yansınlar” diye düşünmüş. Bizim Zeytun evleri de iyi tahtadan yapılmıştı. Bütün evler yanmış kül olmuştu. Yalnızca, köyün kenarındaki on-on beş ev sağlam kalmış, yanmamıştı. İlk günlerde o evlere yerleştik; sonra yavaş yavaş harabeye dönmüş evlerimizi onarmaya başladık. Bostanlarımız vardı; orda yeniden çalışmaya, toprağı sürmeye, ekmeye başladık; hangisini söyleyeyim, hangisini anlatayım, hangisini itiraf edeyim... O iki yıl boyunca rahat yaşadık; ticarete başladık; üzüm zamanı gelince iyi ürün aldık; kuru üzüm hazırladık; sattık; yaşadık... O zamanlar daha Maraş muharebesi başlamamıştı. Maraş’taki en önde gelen Türk, Hasan Kadı Ermenilerin büyüğü Khırlakyan Hakob Ağa’yı yanına çağı-
✌ halkların kardeşliği için
hayatta kaldı; Der Zor tarafına gidenlerin ise hepsini katlettiler. Hala sürgündeydik; hala ülkeye geri dönmemiştik... Bir şey anlatayım; gördüğüm bir şeyi anlatayım. O zamanlar, biz Şam taraflarında annem, kız kardeşlerim ve pek çok Ermeniyle birlikte sürgündeydik. Talat, Enver, Cemal Paşalar hala vardı. Büyük Cemal Paşa’ya Şam taraflarındaki Ermenileri katletmesi için bir emir gelmiş; ona o hakkı tanımışlar. Ona mühürlü bir yazı vermişler, git Ermenileri öldür diye... Büyük Cemal Paşa o mektubu alıp Şam’a gelmişti. O zamanlar Şam’da büyük bir kilisemiz vardı; orda, dini önderimiz bulunurdu. Cemal Paşa dini önderlik binasına gelip, dini önderimize: “İşte Ermenileri katletmem gerektiğine dair mektup...” demiş. Sürgün zamanında da, Arabkir taraflarından pek çok Ermeni’yi katletmek için Der Zor’a götürmüşler. O göç sırasında Arabkirli Ermeni bir ailenin çok sevimli, dünya güzeli bir kızı varmış; o kadar güzelmiş ki, gökteki güneşe: “sen doğma, ben doğacağım” diyebilirmiş. Ve Cemal Paşa o dünya güzeli Ermeni kızını görmüş; onu alıp haremine götürmüş. Cemal Paşa onu çok sevmiş. O Ermeni kızı bir gün Cemal Paşa’ya : “Paşa! Rica ediyorum, o Ermeniler masum bir millettir; bir yolunu bul; onları katlettirme. Bu da senin Ermenilere yaptığın bir iyilik olsun” demiş. O zaman, Cemal Paşa elinde emirle Ermenileri katletmek için geldiğinde, ben Arabistan’da, Şam’ın civar köylerindeydim. Cemal Paşa: “Bu Ermenilerin isimlerini değiştirelim, ben de „burda Ermeni kalmadı; hepsi din değiştirdi; artık katledecek Ermeni kalmadı’ diye telgraf çekerim” diye düşünmüş. Ben o zamanlar on altı yaşındaydım. Cemal Paşa Ermenilere şöyle dedi: “Siz yine Ermeni kalın; yalnızca isimlerinizi değiştirin; uydurma isimler alın; ben de „Burda Ermeni kalmadı, artık hepsi din değiştirdi...’diye telgraf çekeceğim.” Bana Hüseyin ismini koyduklarını hatırlıyorum. Bütün Ermeniler isimlerini değiştirmişlerdi. Ermenileri kurtarmak için her birine uydurma isimler koymuşlardı. Cemal Paşa şöyle demişti: “Ben öleceğim; ama Ermeniler benim ismimi tarihe altın harflerle yazacaklar.” Öyle ki, pek çok Ermeni katliamdan o şekilde kurtuldu. Pek çok Ermeni ise, tifüsten; veya aç, susuz, hastalıklara dayanamayarak öldü... O göçten sonra, bizim gönüllüler 1918’de Nablus yakınlarında zafer kazandıklarında, ve özgürlük geldiğinde, biz de hayatta kalan bütün muhacirlerle
41
✌ halkların kardeşliği için 42
rıp şunları söylemişti: “Hakob Ağa, biz Fransızlarla savaşıyoruz; onları ülkemizden dışarı atacağız; siz bu işe karışmayın; biz size yiyeceğinizi sağlarız; siz karışmayın. Biz vatandaşız.” Hakob Ağa ise ona şöyle cevap vermişti: “Siz Türkler Ermenilere neler yapmadınız ki? Sürgüne gönderdiniz, katlettiniz; biz bunları hala unutmadık; biz Fransa’nın yanındayız. Elimden gelse sana ayakkabılarımı boyatacağım...” İşte böyle büyük konuşur Hakob Ağa; Hasan Kadı’yı yaralar. Türk Hasan Kadı da: “Hakob Ağa, ben seni arabanın arkasına bağlatıp, başını da kestirmezsem, şu bıyıklarımı traş ettiririm...” diye cevap verir. Hasan Kadı bütün Türkleri toplar ve bir toplantı düzenler; onlara şu soruyu yöneltir: “Para mı kıymetli, namus mu?” Orda toplanmış olan Türkler: “Tabii ki, namus” diye karşılık verirler. -Namusunuz kıymetli ise, ne kadar altınınız varsa getirin; ben Türkiye’nin içlerine gidip Fransızlara karşı savaşacak bir ordu oluşturacağım... Hasan Kadı Fransız gâvurlarını sürmek için gidip Türkleri toplamıştı. Yıl 1920’ydi. Biz o zaman hala Zeytun Şehri’ndeydik. Hakob Ağa Hasan Kadı’ya o tür şeyler söylemiş olduğu için, Türkler Maraş Şehri’ndeki Ermenileri katletmeye başladılar. Çok soğuk bir kıştı. Hakob Ağa kendisine yönelik bir tehdit olduğunu hissedip, altınları bir heybeye doldurarak, atın üstüne bağlar ve kaçmak üzere ata biner. Kaçarken Türkler onu yakalarlar; onun kafasını keserler; kendisini bir arabanın arkasına bağlayıp Ankara’ya götürürler. Hasan Kadı: ”Bu, bana: „sana ayakkabılarımı boyatacağım...’ diyen gâvur Hakob Ağa’nın kafasıdır” der. 1921 yılına gelmiştik. Türkler Fransızlara karşı savaşmak için 30000 kişilik bir orduyla Maraş’a gelmişlerdi. Üç gün boyunca, biz Zeytun’dan o top atışlarını duyuyorduk... birden top sesleri kesildi. Maraş’tan Zeytun’a 12 saatlik bir mesafe vardır; ama, hiç ses çıkmıyordu. Bizim yurttaşlık derneğinin başkanı Aram Bey Çolakyan Ermeni gönüllülere ne olduğunu öğrenmek için bir adam göndermek istiyordu; ama, kar vardı ve yollar kapalıydı. Fransızlar gece vakti kaçmışlardı. Ermeni gönüllülerden Fransızlarla birlikte gidenler soğuktan donmuşlardı. Maraşlı Mihran diye biri vardı bizle birlikte; onun parmakları soğuktan donmuştu. Geriye kalan Ermeniler de böyleydi... 1918-1921 yılları arasında Zeytun’da kaldık. 1921
ilkbaharında biz hala Zeytun’daydık. Fransızlar toynaklar ses çıkarmasın diye, atlarının nallarına keçe bağlayıp kaçmışlardı. Maraş yenildi. Fransızlar kaçtılar. Sıra bize geldi. Biz hepimiz de o zamanlar, yani Fransızlarla Türklerin savaştığı dönemde kışlaya girip orda toplanmıştık. O kışlayı bizimkiler 1895 yılında Türklerin elinden almışlardı. Orda beş yüz Türk askeri yaşıyormuş. Kemal Atatürk’ün birlikleri kışlayı bir Pazartesi günü kuşattılar. Ben de kışlanın içerisindeydim ve on yedi yaşında ya var ya yoktum. Babam çok zaman önce ölmüştü; o döneme kadar annem, üç kız kardeşim ve ağabeyimin karısı ile birlikteydik. Kemal’in birlikleri gelip karşı dağın zirvesine namluları bize yönelmiş Alman topları yerleştirdiler. Atlı bir asker elinde beyaz bir bayrakla bir mektup getirdi; o mektupta şunlar yazılıydı: “Zeytunlular! Ya teslim olun, ya da sizi topa tutacağız; size üç saat mühlet.” O, Kemal’in emriydi. Zaten biz Zeytunlular 1058 kişiydik. Yurttaşlık derneği toplantı yaptı; Ermeni gençlerin teslim olamayacaklarına karar verdi; onlar kanlarının son damlasına kadar dövüşeceklerdi. Maraş’tan İngiliz misyonerler geldiler ve bize: “Eğer teslim olursanız, sizi katletmeyecekler” dediler. Bizim Zeytunlu gençler onlara: “Biz teslim olmayız; biz kanımızın son damlasına kadar dövüşeceğiz dediler.” Aram Bey ise: “Kim teslim olmak istiyorsa teslim olsun” dedi. Sanki bir gemi batıyormuşçasına, kışladaki millet paniğe kapıldı... birbirini kucaklamaya, öpmeye, ağlamaya başladı ve artık bir kargaşa oldu... Biz iki erkek kardeştik. Aram Bey’in silah deposunda çalışan ağabeyim Nışan yeni evliydi; o da diğer savaşanlarla birlikte kaldı. O bana: “Karapet, biz iki kardeşiz; gel sen teslim ol; annene, kız kardeşlerine ve benim karıma sahip çık; belki sen hayatta kalır, ailemizin devam etmesini sağlarsın. Ben Aram Bey’le birlikte savaşanların arasında olacağım.“ dedi. Sadece on yedi yaşında olan ben, dövüşmeye gitmek için omuzuma bir tüfek almıştım. Ağabeyimin sözlerini işitince, tüfeğimi omuzumdan aşağı indirdim; anneme, kız kardeşlerime ve gelinime sahip çıktım. Ben annem, kız kardeşlerim ve gelinimle birlikte dağın tepesine gidip teslim oldum. Hamile olan bir kadın vardı; o, kocasına: “Ohannes, günahı senin boynuna; bana bir kurşun sık dedi.” Kocası gözlerimizin önünde kafasını bir o tarafa, bir bu ta-
ve bir papaz vardı. Onlar o kilisenin içinde ayin yapmaya başladılar. İçerisi insan doluydu; herkes hüngür hüngür ağlıyordu; göz yaşları yerleri ıslatıyordu. Orda, o kilisede yirmi gün kaldık; ne dışarı çıkılmasına izin veriyorlardı, ne de içeri girilmesine; her şey içerde yapılıyordu; kargaşa ve eşi benzeri görülmemiş bir durum hüküm sürüyordu. Annem bana: “Karapet oğlum, zaten ağabeyini dağda vurdular; kaçabilirsen kaç; belki bizi de katlederler; hiç olmazsa sen canını kurtar” dedi. Kilisenin kapısının önündeki nöbetçi asker bir kadınla lafa tutuşmuştu. O askerin arkasında boş yer olduğunu gördüm; uzaktan koşarak geldim, uçup çitin öte tarafına geçtim ve kaçtım. Maraş’ın Ermeni mahallelerinden biri olan Kubetli Mahallesi’ne gittim; orda bir evde saklandım. Bana: “Senin gibi kaçak gençler var” dediler. Evdekilerden birini kiliseye gönderip: “Gidin bakın, onlar ne oldular? Kim var, kim yok?” dedim. Gidip geldiler. Bana kilisede kimsenin kalmadığını; herkesi sürüp Türkiye’nin içlerine sürgüne gönderdiklerini söylediler. Ben yakınlarımı ve özellikle de beni kaçırıp kurtarmak isteyen akıllı, öngörülü annemi bir daha göremeyeceğimi düşünerek ağladım... Meğer, götürülen bizimkiler kadınlar-kızlar çok
Dört ay geçmşti; ama, bizimkilerden hala haber yoktu. Dağda dövüşen fedayilerden pek çoğu ölmüştü. Türkler Aram Bey’i öldürmüşlerdi. Bizim Hovsep Bıştikyan onlarla berabermiş; o onların çarpışmalarını iyi bilir! Savaşanlardan birkaçı Halep’e geldi. Gidip baktım ki, içlerinde damadım var, ağabeyim yok. Gittim; on gün ekmeksiz, susuz kaldım; çadırın içinde bir halı seriliydi; o günleri ağlayarak geçirdim. Bir de kalktım ki, açlıktan ölüyorum; gücüm kalmamış. Ne yapayım, ne edeyim; Amerikan ofisine gittim; dedim ki: “Ben Zeytunlu bir öksüzüm.”
✌ halkların kardeşliği için
rafa çevirip, doğmamış çocuğuyla birlikte Türklerin eline geçmesin diye karısını tüfekle vurdu; sonra da gidip Aram Bey’in grubuna katıldı. Onlar üç gün boyunca kahramanlar gibi dövüştüler. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir çarpışmaydı! Mermiler havada gidip geliyordu. Üç günde Alman topları kışlamızın duvarlarını yıktı. Fişeklerinin tükendiğini, kışlanın da gece-gündüz kuşatma altında olduğunu görünce Aram Bey: “Süngü tak! Düşmanın üzerine saldıracağız” diye emir verdi. Gece yarısı düşmana, Türk birliğine saldırdılar. Kaç kişi orda şehit oldu! Yüz elli-iki yüz kadar insan dağa tırmanıp orda çarpışmaya başladı. Gelelim bize. Bizi Türklerin merkezine, zabitlerin yanına götürdüler. Kimin kocası, kimin ağabeyi fedayi ise, mevzilerde çarpışıyorsa isimlerini vermeleri için, üç Zeytunlu ihtiyara muhbirlik görevi verdiler; bunları söylemezler ise kellelerini uçuracaklardı. İhtiyarlar mecburen, yakınları Aram Bey’in yanında savaşanları birer-birer ayırdılar. O zamanlar biz, ben, annem, kız kardeĢlerim ve gelinim bizi görmemeleri için birbirimize yapışmış, kirpi gibi büzülerek ağaçların, bodur ağaçların diplerine saklanmıştık. Gelip üç kız kardeşimden birini götürdüler; kocası savaşanların arasındaydı. Diğer iki kız kardeşim, gelinim ve annem kaldık; şanslıydık; birlikteydik. Kocaları, erkek kardeşleri dövüşenleri ayrı ayrı kesmeye götürdüler; nasıl olduysa, onların arasından bir-iki kadın kaçıp mağaraya girmişti; daha sonra da dövüşenlere katılmıştı; kendileri de onlarla birlikte dövüşmüşlerdi. Sonra, çok seneler sonra, o kadınlardan biri bana o konuyu anlattı. Bizi ordan da sürüp Vardapet Köprüsü’ne götürdüler. O, Türklerle aramızdaki sınırdı; altından büyük bir nehir akardı. Bizi o köprünün üstüne yığdılar; köprünün her iki yanına da nöbetçi diktiler. Bizi suya atacaklarını düşündük. Bize de: “Kim kaçmaya kalkışırsa ateş açarız” dediler. Ben on yedi yaşındaydım. Benim yaşımda gençler çoktu. O köprüden çıkarıp bizi yürüttüler. Yayan gidiyorduk; yorulmuştuk; pek çok kişi yere yatmış yürüyemiyordu; onlar hasta, yaşlı idiler... Geceyi açık alanda, açık havada geçirdik. O şekilde aç, susuz, yorgun, bitkin olarak günlerce yürüdük. Maraş’a vardık ve gördük ki, pek çok kişi artık aramızda değiller; yolda kırılmış, ölmüşler. Bizi yirmi gün orda tuttular; Ermeni kilisesine doldurdular. Amerikalılar gelip bize bol miktarda yiyecek verdiler. Türk askerleri süngülerle kapıda bekliyorlardı. Aramızda bir rahip
43
✌ halkların kardeşliği için 44
zor şartlarda yaşamışlar; aç, susuz, Türklere, Araplara hizmet ederek yaşamış, ya da ölmüşler. Ben bizimkilerden bir daha haber alamadım. Maraş’ta dört ay kaldım; benim gibi on iki gençle birlikte bir yolunu bulup yaşıyorduk. Birden Türk Hükümeti’nden emir geldi : “Maraş Ermenilerinden evini-barkını, malını-mülkünü terk edenler pasaport çıkartıp Suriye’ye gidebilirler. Yollarda sizi katletmeyecekler. Arabistan’a gidebilirsiniz.” Bütün Ermeniler evlerini-barklarını, her şeyi bırakıp, gece vakti arabalarla Suriye’nin Halep şehri’ne gitmek üzere yola çıktılar. Ben o zamanlar o on iki Ermeni gençle birlikteydim. Maraş Hükümet konağı’nı inşa eden bir Ermeni mühendis vardı; adı Taçat’tı. Gidip ona: “Taçat Efendi, biz de Suriye, Halep’e gitmek istiyoruz; ama, öksüzüz; hiç kimsemiz yok dedik.” Taçat Efendi bize: “Gidin, birer fotoğraf çektirip, bana getirin; size de pasaport çıkartayım; Suriye gidin” dedi. Çocuklarla birlikte gidip fotoğraflarımızı çektirdik. Taçat Efendi pasaport çıkarttı ve bize verdi. Yola düştük. Yedi gün, yedi gece yol yürüdük; yürümekten ayaklarımız şişmişti; hepimiz aç, susuz ve yorgunduk! Sonunda Halep şehri’ne vardık. Maraş kilisesinde kalan Ermenileri, annemi, kız kardeşlerimi, gelinimi daha sonra Türkiye’nin içlerine götürüp, pek çoğunu katletmişlerdi... Ermeni Yardımseverlik Kuruluşu fakir Ermeniler gelip yerleşsinler diye Halep’te çadırlar kurmuştu. Gidip o çadırlara yerleştik. Bütün gençler kaçıp şehre gittiler; o çadırda yalnız ben kaldım. Dört ay geçmşti; ama, bizimkilerden hala haber yoktu. Dağda dövüşen fedayilerden pek çoğu ölmüştü. Türkler Aram Bey’i öldürmüşlerdi. Bizim Hovsep Bıştikyan onlarla berabermiş; o onların çarpışmalarını iyi bilir! Savaşanlardan birkaçı Halep’e geldi. Gidip baktım ki, içlerinde damadım var, ağabeyim yok. Gittim; on gün ekmeksiz, susuz kaldım; çadırın içinde bir halı seriliydi; o günleri ağlayarak geçirdim. Bir de kalktım ki, açlıktan ölüyorum; gücüm kalmamış. Ne yapayım, ne edeyim; Amerikan ofisine gittim; dedim ki: “Ben Zeytunlu bir öksüzüm.” Beni Lübnan Amerikan Yetimhanesi’ne gönderdiler. Orda yeni bir bina inşa ediyorlardı; ben de çalışmaya başladım. Üç ay orda kaldım; sonra, 30 kişi olan biz yetişkin gençleri ayırdılar; yiyeceklerimiz ve yataklarımızla birlikte Amerikalıların bize bakması için Arap köylerine gönderdiler. Orda, Hamana’da altı ay kaldım. Bir gün, kiliseye gidip dua ettik. Baktık
ki, onlar da bizim gibi Hıristiyan. Beni sevdiler; onların yanında çalışmaya başladım; ipek fabrikasında işçi oldum. Çalıştım; bana günde yarım Suriye Lirası veriyorlardı... Çalıştım; yeteri kadar para kazandım; üç peşli Türk zıbınımı çıkarıp terziye gittim. Kostüm diktirdim; giydim; çalışmaya gittim. Sonra Halep’ten mektup geldi; mektupta: “Karapet! Oğlum biz sürgünden geldik; Halep Zeytunhane’ye gel” yazılıydı. Mektubu annem yazdırmıştı. Demek ki, hayattaydılar. Muhacirler gelmişlerdi. Gidip onları buldum. Annemi ve kız kardeşlerimi bulduğumda artık yetişkin bir genç olmuştum. Ev tuttuk; onlara bakmak için, çalışmaya başladım. İtalyan otomobil garajında tamirci olarak çalışıyordum; İtalyan otomobilleri sürücüsüydüm. Annem çektiği eziyetlere dayanamayıp erken öldü. Kız kardeşimi evlendirdim. 1930 yılında da ben evlendim. Ovsanna, Ağavni, Minas ve Nişan adında evlatlarımız oldu. 1946’da Halep’ten Ermenistan’a geldik. Yerevan’ın Nor Zeytun mahallesinin kurucularından oldum. Ev inşa ettik; çalıştık; yaşadık. (Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf. 662-668)
YEVA MANUK ÇULYAN’IN ANLATTIKLARI (1903, ZEYTUN DOĞUMLU) 1915 yılında yaşanan katliam ve sürgün sırasında ben küçük bir çocuktum; Zeytun dışına çıktığımızı hatırlıyorum; Köyümüz Zeytun’un Aykıtsa Köyü’ydü. Annem sevimli bir kadındı; beş evladı vardı; ama, hepsini de kaybetti; sonra kendisi de öldü... Bizim köyümüzden hayatta kalan bir tek ben varım. Türkler gelip herkesi köyden çıkardılar. Yürümemiz için bize kamçıyla vuruyorlardı. Ellerimizi arkadan bağlayarak, hepimizi götürüp kışla gibi yüksek bir yere doldurdular. Orada bıçak ve baltalarla birinin elini, diğerinin ayağını, bir diğerinin de kolunu kestiler. Bizi anadan doğma soydular! Çırılçıplaktık! Ne don, ne gömlek kalmıştı. Arkamızda, kolu kesilmiş küçük bir oğlan annesini çağırıyordu; ama, annesi daha önce baltayla öldürülmüştü. Orası Der Zor’du. Şiddetli bir soğuk vardı; ısınmak için birbirimizin üstüne yatıyorduk. Sabahleyin gelip bizi toplayarak yeniden insanları katledip suya atmaya başladılar. Mağaranın altından Habur nehri akıyordu. Birinin kafasını, diğerinin ayağını, bir diğerinin elini keserek, kopardılar ve hepsini de yere birbiri üstüne yığdılar. Ölmemiş insanlar vardı, ama kemikleri kırılmıştı; biri ağlıyor, diğeri sızlıyordu; bir yandan kan
✌ halkların kardeşliği için
kokusu, diğer yandan açlık... Canlı olanlar ölülerin etini yemeye başladılar... Mucize eseri olarak hayatta kalanlar cesetlerin, paramparça edilmiş insanların altından, kanların içinden çıkıp, o kuyuda bir kanalizasyon bulmuşlar ve içinde yürümeye başlamışlardı. O pis sulardan içenler karınları şişerek öldüler. Sonra ben yeryüzüne çıktım ve yürümeye başladım. Etrafta kimsecikler yoktu. Birden bir Arap çoban görüp, ona yaklaştım. O bana acıdı; süt verdi; içtim. Sonra da, beni kendi çadırına götürdü, bana yiyecek verdi; yedim. Orda biraz dinçleştim; kendime geldim. Sonra, o beni Maraş’a götürdü. Beni de Maraş’taki Alman Yetimhanesi’ne verdi; ben, orda öğrenim gördüm. 1921 kargaşası sırasında Halep’e geldik. 1946’da da Ermenistan’a geldik. Gözlerim neler görmedi ki! Bu gözlerim nasıl kör olmadı? (Age, sf. 669)
SEDRAK GAYBAKYAN’IN ANLATTIKLARI (1903, ZEYTUN DOĞUMLU)
Bir yerim ağrıdığında, bu Arap babam bana: “Şeytan oraya girmiştir” der ve yanan kömürü etimin üstüne koyardı ki, şeytan dışarı çıksın. Ben dersen, acıdan geberiyordum; etimin kokusunu alıyordum; ama, elimi kolumu tutmuş oluyorlardı... Vücudumun 20-25 yerinde o tür yanık izleri vardır... Komşu Arap aşiretleri çadırlarımıza saldırıp yağmaladılar; kadınları kaçırdılar; erkekleri öldürdüler. Yeni sahipler, develer ve kadınlarla birlikte beni de sürüp götürdüler. Bağdat-Berlin demiryolunun geçtiği, Irak’ın kuzeyindeki tarihi Ninova şehri yakınlarındaki Musul’a vardık. Ben o Arapların yanından usulca kaçtım; pazara gidip Ermenileri buldum. İyi kalpli bir insan beni dükkânına götürdü; onunla çalışıyordum. Sonra, evlendim; bir aile kurdum; Ermenistan’a geldik. (Age, sf. 669-670)
SAMVEL SARGİSİ ARCİKYAN’IN Bizi sürgüne gönderdiklerinde, ben on iki yaşınday- ANLATTIKLARI (1907, ZEYTUN DOĞUMLU)
dım; öyle ki, her şeyi oldukça iyi hatırlıyorum. Bizi Zeytun’un dışına sürdüler; evimizi-barkımızı, tıka basa dolu kilerlerimizi, ağaç ve meyve dolu bahçelerimizi, her Ģeyi bırakıp ağlaya sızlaya yola düştük. Bizi Konya taraflarına sürgün ettiler; ordan da Der Zor çölüne gittik. Orası ise ana-baba günüydü; köpek sahibini tanımıyordu; insanlar ardı ardına ölüyordu; hastalık, açlık, fakirlik hüküm sürüyordu; bunların hangi birini anlatayım? Günü birinde bir Arap beni gördü; herhalde bana acıdı; beni alıp götürdü; evlat edindi. Deveci oldum. Yalınayaktım ve saçlarım uzamıştı; su yoktu ki, yıkanayım; yıkanmak için, deve idrarını yaparken başımı altına tutuyordum...
Talat, Cemal ve Enver Paşalar bütün Ermenilerin hançerle öldürülmesini sağladılar. Zeytun’dan çıktığımızda ben 7 yaşındaydım. Osmanlı İmparatorluğu Ermenileri yalınayak, aç, susuz Maraş’a sürgüne gönderdi. Bir Rum beni yanına alıp, bana kendi oğlu gibi baktı. Beni Şam’a götürdü. Ordaki Rum Hıristiyan kilisesinde altı yıl yaşadım. Şam’da, Serci Meydanı’nda Arapları katletmeye başladılar. Şam’da pek çok Lübnanlı Arap vardı; hamile kadınlar dahil, onların hepsini boğazlıyorlardı. Bir tane dahi erkek kalmadı; hepsi askere alındı. O, cinayet işleyen, soyan, çalan bir hükümetti. Bizi soydular, sürgüne gönderdiler; dünyanın dört bir yanına dağıldık. (Age, sf. 670)
45
✌ halkların kardeşliği için 46
GAYANE ATURYAN’IN ANLATTIKLARI (1909, ZEYTUN DOĞUMLU) Bizim Aturents ailesi Zeytun’da değirmen taşı ustalarıyla tanınırdı. 1915 yılında Zeytunluları sürgüne gönderdiklerinde, ben topu topu beş yaşındaydım. Dört kız kardeşim vardı. Ama, Türk’ün yatağanı sadece bizi baba evimizden mahrum bırakmakla kalmadı, aynı zamanda binlerce Zeytunluyu da Arap çöllerine sürdü. Sürgünün dayanılmaz yollarında dört kız kardeşim de arka arkaya bir hafta içerisinde öldü; ama, açlıktan mı, hastalıktan mı öldüklerini bilmiyorum. Sadece bildiğim şudur ki, ben mucize eseri olarak kurtulup hayatta kaldım. Babamız, değirmen taşı imal eden ve dağ gibi heybetli o adam da öldü. Büyükannem: “Bu eziyetlere dayanamadı, safra kesesi patladı, öldü” derdi. Ben, zayıf ve küçük yapılı Zaruhi annemin ve oğlunu kaybeden Zarmanuhi büyükannemin yanında kaldım. Aç susuz yürümekten ağzımda köpükler oluştuğunu hatırlıyorum. Bir yere vardık; anneannem bize: “Artık yürüyemiyorum” dedi. Zavallı kadının ayakları şişmişti; artık yürüyemiyordu; “Beni bırakın; siz gidin; kafileye yetişin” dedi. Ben ağlamaya başladım; çünkü, büyükannemi çok seviyordum. O benim gözyaşlarımı görerek ayağa kalkmayı denedi. Bir iki adım atmıştı ki, tekrar yere düştü; yere oturdu. Annem şaşırmış; ne yapacağını bilemiyordu. Onu bırakıp, elimden tutarak yoluna devam etti. Ben yeniden ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladım: “Sen pis annesin! Niye büyükannemi orda bıraktın” diyordum; ama, ben o zamanlar zavallı annemin ruhunda neler olup bittiğini anlayamazdım. Biz kafilemize yetiştik. İki gün sonra, bizden sonraki kafilenin insanları gelip, çakallar tarafından parçalanmış yaşlı bir kadının cesedini gördüklerini anlattılar. Oldukça uzun bir süre yürüdükten sonra, karanlık basmak üzereydi. Emir geldi: Fırat’ın kıyısındaki bir açıklıkta oturacaktık; ne ekmek vardı, ne de yiyecek. Açız. Ordan birkaç kişi gelip annemle konuşmaya başladılar; ona: “kocan öldü; diğer çocukların da; bu çocuğa bakamazsın; bu da açlıktan ölür; ver onu yetimhaneye götürelim; orda onu beslerler” dediler. Annem de belli ki: “dört kızım açlıktan öldü, hiç olmazsa bu küçük hayatta kalsın” diye düşündü; beni o adamlara verdi; avucuma da bir avuç kuru üzüm doldurdu; “Al! yolda yersin...” dedi. O adamlar beni alıp, başka birkaç çocukla beraber götürüp Kürt adamlara teslim ettiler. Baktım ki, orası
kocaman ahır gibi bir oda; içine tepe gibi saman yığılmış. O samanların üstünde, yaşları 3 ile 7 arasında değişen iki-üç yüz çocuk vardı. Onlar uyuyordu; birinin kalçası diğeri için yastık görev görüyordu. Beni de götürüp o Kürtlere verdiler. Onlar bizim gözetmenlerimizdi. Benim de açken uykum götürdü; yığının üstünde uyudum. Sabah bir gürültüyle gözlerimi açtım. O Kürt gözetmen karılardan biri elinde bir ekmek tutmuş, ekmeği parçalara ayırıp köpeklerin önüne mama atar gibi fırlatıyordu. Çocuklardan becerikli olanlar saldırıp, parçaları kaptılar ve yediler; olmayanlar ise aç kaldılar. Sonra otuz-kırk çocuğu ayırıp bir arabaya doldurdular ve götürdüler. Nereye götürdüler? Ne bilelim... Orda benden biraz daha büyük bir oğlan vardı; geldi ve kulağıma : “Biliyor musun? Bunları öldürmeye götürüyorlar. Fırat’ın kenarında bir kazan su var; ateşin üstünde kaynıyor. Bu çocukları götürüp ölsünler diye ayaklarından tutarak o kaynar suyun içine sokup çıkarıyorlar. Sonra da Fırat Nehri’ne atıyorlar. Ben de onların arasındaydım; görüp kaçtım; geri geldim. Kaçabilirsen, sen de kaç... “ diye fısıldadı. Ama, çok küçük olmama rağmen zekâma bak! Hava kararmaya yüz tutunca, kapının yakınına gittim; annemin verdiği kuru üzümleri avucumun içine doldurup gittim kapının yanında nöbet bekleyen Kürt kadına gösterdim ve ona: “Al bunu! Kapıyı aç, dışarı çıkacağım” dedim. O da kuru üzümleri aldı ve kapıyı açtı; kafama da bir şaplak indirdi; “Git! Kaybol!” dedi. Ben o evden çıktım. Ne yol biliyorum, ne de yer. Karanlık basmak üzereydi. Yürümeye başladım. Gittim, gittim; bir köprü gördüm. O adamların beni bir köprünün üzerinden geçirerek getirdiğini hatırladım. Köprüden geçmem gerektiğini düşündüm; ama, köprünün girişinin tahta parmaklıklarla kapatılmış olduğunu gördüm. Yanında da, tüfeğine dayanarak uyuyan bir nöbetçi-asker oturuyordu. Usulca yaklaşıp başımı parmaklıkların arasına soktum. Baş geçerse, gövde de geçer diye duymuştum. Baktım ki, başım geçiyor; gövdemi de geçirdim. Yavaşça köprüden geçtim. Bir kadın gördüm; belli ki, o beni tanıdı; zira, bizim kervandandı. Elimden tutup, beni annemin yanına götürdü. Allah’tan bizimkiler yerlerinden kıpırdamamışlardı. Annem beni görür görmez sevindi ve: “Bu Tanrı’nın bir mucizesi! Çünkü, ben seni Alman yetimhanesi denen yere verdim; ama, sonra pişman oldum. Tanrı bir mucize gerçekleştirdi ve sen kendin yürüyerek geri geldin ve ben sana ikinci kez
“Hayır” diye cevap verdim; zira, beş yıl boyunca bizi o kadar alıştırmışlardı ki, artık biz de Ermeni olmadığımıza inanmıştık. “Hiç akraban var mı?” dedi. “Hiç kimsem yok” dedim, “yalnız küçük, zayıf bir annem vardı, herhalde o da ölmüştür.” O zaman beni küçük, zayıf bir kadının oturduğu
başka bir odaya götürdüler. O kadına sordular: “Bu mu senin kızın?” Ona daha önce üç kız göstermişlerdi. O da: “Hiçbiri benim kızım değil” demişti. Ama, beni görünce: ”Dudakları titreyerek ağlamaya başladı; konuşamadı; yalnız: “Gayane!” dedi. Ben annemin sesini hatırladım: “Anne!” dedim ve birbirimize sarıldık; ikimiz beraber ağlamaya başladık; ama, ben Ermenice konuşmayı unutmuştum. 1920-21 yıllarıydı. Artık İngiliz gelmişti. Arapların çadırlarında hayatta kalan Zeytunluları ve diğer yerlerden gelen Ermenileri Irak’ın Basra şehri yakınlarındaki Nahr Omar İngiliz kamplarında topladılar; herkese ölçüyle karne karşılığı yiyecek veriyorlardı; biz de yiyorduk. Biraz kilo almaya başladık. Ama benimle alay ediyorlardı; Ermenice bilmiyordum; yüzümde de mavi dövmeler vardı. Zavallı annem kezzapla o lekeleri çıkarmaya çalıştı; ama, o da cildimi yaktı, büzdü ve bugüne kadar da yüzümde yanık izleri vardır. Her neyse, biraz kilo aldık, kendimize geldik. Ben artık, boylu boslu şişman bir kız olmuştum. Bir de duyduk ki, İran’ın Urmiya Bölgesi’nden göç etmiş olan Süryanilerin Celo Aşireti’ne mensup yabaniler gelip kız kaçırıyorlar. Annem beni yine kaçırırlar diye korktu, daha on iki yaşındayken beni Zeyunlu Gaypakların Sedrak’ıyla evlendirdi; o yirmi beş yaşında dindar bir adamdı. İngilizler bize: “İsteyeni Londra’ya götürürüz; isteyene para veririz, başının çaresine bakar” dediler. Bizim artık birkaç çocuğumuz vardı. Bağdat’ın Gelani Kampı’na gittik; orası bir Ermeni mahallesiydi. Kocam bir gün gitti, ayakkabı tamir etmeye başladı. Dört çocuğum oldu; onların hepsine de Der Zor’da şehit düşen yakınlarımın isimlerini koydum: Manvel, Danyel, Pepron ve Zıvard. Ben onun bunun evinde çamaşır yıkamaya başladım. Sonra Sılekh Mahallesi’nde kendimiz için bir ev inşa ettik. 1947’de Ermenistan’a geldik; bizi Alaverdi’nin Mağard Köyü’ne götürdüler. Bize kışın soğuğunda Harabe halindeki bir kilisenin yanındaki ahırı verdiler; zemin topraktı. Büyük zorluklara karşı koyarak Yerevan’a taşınabildik; Nor Zeytun’da evimizi inşa etmeye başladık. Çocuklarım tek kelime Ermenice bilmiyorlardı; ama, yetenekliydiler. Birkaç sene içerisinde yalnız Ermenice öğrenmekle kalmayıp, dördü de kimyager oldu; Danyel’im ise adaylık tezini savundu ve artık üniversitede ders veriyor. Şimdi de doktora tezini hazırlıyor. O aynı zamanda şairdir; şiirlerinde kullandığı takma ad Zeytunts’tur. (Age, sf. 670-673)
✌ halkların kardeşliği için
tekrar kavuştum.” diyerek ağlamaya başladı. Ertesi sabah, gürültüyle ve “Kalkın! Yürüyün!” bağırtıları arasında kervanı yeniden ayağa kaldırdılar. Kamçılarla birinin kafasına, diğerinin sırtına, neresine rast gelirse vurmaya başladılar. Bizi koyun sürer gibi sürüyorlardı. Sıcak çöl kumunun üstünde aç, susuz yürüyorduk. İnsanlar baygınlık geçiriyor, yere düşüyor; artık yürüyemez oluyorlardı. Ben annemin elinden tutarak zar zor kafilenin gerisinden yürüyordum. Meğer kafilenin gerisinde yürüyenlerin başına daha büyük belalar gelirmiş; Çeçenler gelip soyarlar, kız, çocuk kaçırırlarmış. O yüzden de geride kalmamalıymışız. Ama, o tür şeylerden kimin haberi vardı ki? Bir de baktık ki, ata binmiş vahşi bir Çeçen bize mızrakla saldırdı. Atın üstünden eğildi; annemin elinden alıp kaçırmak için beni çekiyordu. Ben dersen, daha beş yaşındayım; bağırıp, çağırmaya başladım; bir elimden Çeçen çekiyor; Çeçen beni kaçırmasın diye diğer elimden de annem çekiyor. Çeçen güçlüydü; sonunda o kazandı; beni annemden kopardı; beni kapıp, atın üstüne aldı ve ödeme olarak da atın toynaklarınn dibine beş parça kuru ekmek fırlattı; oydu benim fiyatım! Çeçen beni çadırına götürdü. Ben dersen ağlıyorum, devamlı ağlıyorum! Arap bir kadın geldi ve bana: “Niye ağlıyorsun? Canlı olduğuna sevinmelisin; zira, Çeçen seni öldürebilir diğer pek çok insana yaptığı gibi mızrağı göğsüne saplayıp öldürebilirdi” dedi. O Çeçen beni Irak’ın Telafer adı verilen kentindeki pazara götürdü ve beni yeni Türkmen “babam”a sattı. Onun yanında beş yıl kaldım. Bütün gün karın tokluğuna çalışıyordum; evi, avluyu süpürüyor, su taşıyor, hayvanlara yem veriyordum; o tür şeyler yapıyordum. Yüzüme mavi dövme yaptılar ki, Arap görünümüne bürüneyim; adımı da Nuriye koydular. O şekilde beş yıl yaşadım. Günün birinde de gelip, ya yetimhaneye yerleştirmek, ya da kendi ebeveynlerine teslim etmek için Ermeni çocuklarını aramaya, toplamaya başladılar. Gelip beni de bir yere götürdüler. İngiliz miydi, neydi bilmiyorum; iyi bir insandı; o bana sordu: “Ermeni misin?”
47
güncel
1915-2015 YÜZ YIL YETER! TARİHLE YÜZLEŞME ZAMANI SEMPOZYUMU
“Türk Kürt ve diğer Müslüman halkların Soykırımda suçu ve sorumluluğu vardır. Bu sorumluluktan ötürü özür diliyoruz. Bizim öncüllerimizin bu soykırımı engelleyememiş olmasından dolayı utanıyor ve özür diliyoruz. Bizim öncüllerimizin Türk devletinin inkarcılığı ve yalanlarına karşı on yıllarca suskun kalmasının utancını taşıyor ve özür diliyoruz.”
H 48
er yılın Nisan ayında, Ermenilere yapılan soykırım ile ilgili hem Ermeniler hem de devrimcidemokrat kesim tarafından çeşitli etkinlikler düzenleniyor, soykırım lanetleniyor. Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi de 12 Nisan’da “1915-2015 Yüz Yıl Yeter! Tarihle Yüzleşme Zamanı” konulu bir sempozyum gerçekleştirdi. Taksim Hill Otel’de yapılan sempozyuma konuşmacı olarak, Yet-
vart Danzikyan (Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni), Murad Mıhçı (Nor Zartonk Temsilcisi), Ayşe Hür (Araştırmacı-Yazar), Pakrat Estukyan (Agos Gazetesi) ve Güney Dergisi adına Çetin Desde katıldı. Sempozyumun kolaylaştırıcılığını ise Şair Hasan Erkul yaptı. Konuşmacılar sunumlarına geçmeden önce, soykırımda hayatlarını kaybeden Ermeniler için bir daki-
çapında 6-7 milyon Ermeni’nin yaşadığını belirtti. Mıhçı konuşmasında son dönemde Ermenilere yönelik saldırıları ve bu saldırıların ardından devlet yetkililerinin ve mahkemelerin takındıkları tavırlar üzerinde durdu. Marisa Küçük, Samatya’daki saldırılar, 24 Nisan 2011’de kendisinin de akrabası olan Sevag Balıkçı’nın askerde öldürülmesi üzerine yaşanan gelişmeleri değerlendirdi. Bu şekilde bir dizi saldırının gerçekleştiğini İHD ve Nor Zartonk olarak bunların takipçisi olduklarını belirtti. Salon toplantılarının önemli olduğunu fakat çok fazla kitleye ulaşamadıklarını, daha fazla insana ulaşmak için sokak eylemlerinin çok önemli olduğunu belirttiği konuşmasında, Gezi Direnişinin ardından oluşturulan Caferağa Forumunda bir “yüzleşme atölyesi” kurduklarını, bu atölyede geçmişle yüzleştiklerini, yürüyüşlerin düzenlendiğini, geçen yıl 6-7 Eylül anmalarını sokakta yaptıklarını, yapılan araştırmalar sonucu iki Ermeni bilim insanının evini tespit ettiklerini ve bu yıl 24 Nisan’da burada bir eylem gerçekleştireceklerini belirtti. Murad Mıhçı konuşmasının devamında; soykırımın kabul edilip özür dilenmesi, Ermenistan ile sınırların açılması, Ermeni soykırımında yer alan kişilerin isimlerinin mahalle, cadde, okul vs. den kaldırılmasını, okul, vakıf vb. malların tazmini, Soykırımı unutturmayacak anıtların vb. yapılmasının Ermeni sorunu bağlamında bilinç yaratılması açısından önemine vurgu yaptı. Sempozyumun üçüncü konuşmacısı Ayşe Hür idi. Hür bazı çevrelerin, özellikle entelektüel kesimin soykırım kelimesini kullanmak istemediklerini, bu kelime kullanıldığında bazı çevrelerin hemen karşı çıktığını, katliam vs. denilince daha az tepki gösterildiğini belirtirken Ermeniler arasında da soykırımı adlandırma konusunda zorluklar yaşandığını söyledi. Bir Ermeni yazarı örnek vererek soykırım kelimesini kullanmak yerine, katliam, büyük trajedi, felaket, büyük acı gibi kelimeleri kullandığını bu anlamda terminolojide belli bir tıkanıklığın olduğunu düşündüğünü söyledi. Ermeni soykırımının 1915 ile başlamadığını dile getiren Hür, 1915’e gelene kadar yaşanan Ermeni katliamlarına değindi. Taleplerini Ağrı Dağı’nın eteklerinde yerleşim alanlarının inşa edilmesi ve Ermenilere çifte vatandaşlık hakkının tanınması şeklinde sıraladı. Sempozyumun dördüncü konuşmasını Güney Dergisi adına Çetin Desde yaptı. Desde, tarihle yüzleşmeden ne anladıklarını anlattı. Ermeni Soykırı-
güncel
kalık saygı duruşunda bulunuldu. Ardından genç bir arkadaş Güney Dergisi adına açılış konuşması yaptı. Sempozyumun ilk sunumunu Yetvart Danzikyan yaptı. Danzikyan, soykırım yapılan başka ülkeler yaptıkları soykırımlarla bir şekilde yüzleşmişken, Türk devletinin Ermeni soykırımını nasıl olup da yüz yıl boyunca saklayabildiği üzerinde durdu. Türkiye’deki Ermeni siyasetinin inkar ve Ermenileri suçlu çıkarma üzerine kurulu olduğunu, Cumhuriyetin aslında kan üzerine kurulmuş olduğunu vurguladı. RTE’nin taziye açıklamasını yetersiz ve sorunlu bulduğunu, savaş sırasında yaşanmış talihsizlikler gibi göstermeye çalıştığını, oysa soykırımın planlı bir şekilde yapıldığının ortada olduğunu belirtti. Amacın sadece Ermenileri sürmek değil ekonomide millileştirmenin amaçlandığını, Cumhuriyet kadrolarına bakıldığında soykırımı gerçekleştirenlerin ödüllendirildiğini, bu nedenle Cumhuriyetin Ermeni ve Rumlara karşı kurulduğunu söylemenin yanlış olmayacağını dile getirdi. Ermenilerden kalan malların İttihat ve Terakkicilere ve ailelerine dağıtıldığını, yarım kalan ekonomide Türkleştirmenin, Varlık Vergisi ile tamamlandığını kaydetti. Cumhuriyet tarihi boyunca Ermenilere karşı sistematik bir temizleme harekâtının yaşandığını söyledi. Türkiye’de geçmişteki sol hareketin tavrına da değinen Danzikyan, İbrahim Kaypakkaya dışta tutulursa Ermeni sorununun hiç konuşulmadığını, o dönemdeki sol hareketin önceliğinin devrim olduğunu vurguladı. Türkiye’de Ermeni meselesinin esas olarak ASALA eylemleri ile gündeme geldiğini, buna karşı devletin resmi bir ideolojik tez geliştirdiğini, PKK’lilerin Ermeni olduğunu vs. ileri sürerek Ermeni düşmanlığını daha da geliştirdiğini söyledi. Konuşmasını devamında Agos Gazetesinin ortaya çıkma sürecini ve Hrant Dink’in katledilmesine kadar oluşturulan Ermeni düşmanı atmosferi ve adım adım Hrant’ın hedef haline getirildiği gelişmeleri anlattı. Hrant’ın katledilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesinin de onun, diyalog kapısını açacak kişi olduğunun anlaşılması nedeniyle, bundan korkulması sonucu olduğunu belirtirken Hrant’ın öldürülmesinin soykırımın bir devamı olduğunu dile getirdi. Konuşmasının sonunda Ermeni sorununun çözülebilmesinin en önemli ilk adımının toplumsal yüzleşme olduğunu vurguladı. Murad Mıhçı, hayat öyküsünü anlattı. Kendisinin Konya Ereğli’li olduğunu, ailesinin bir Türk ailesi tarafından soykırımdan kurtarıldığını söyledi. BM’nin soykırım tanımı üzerinde durdu. Şu anda dünya
49
güncel 50
mının sorumlularının Osmanlı devleti, İttihat ve Terakki, Osmanlının devamı Türk devleti ve Alman Emperyalizmi olduğunu anlatan Desde; Türk, Kürt, Çerkes ve diğer Müslüman halkların soykırımda sorumlulukları olduğunu belirterek, bu sorumluluktan ötürü Ermeni halkından özür diledi. “Türk Kürt ve diğer Müslüman halkların Soykırımda suçu ve sorumluluğu vardır. Bu sorumluluktan ötürü özür diliyoruz. Bizim öncüllerimizin bu soykırımı engelleyememiş olmasından dolayı utanıyor ve özür diliyoruz. Bizim öncüllerimizin Türk devletinin inkarcılığı ve yalanlarına karşı on yıllarca suskun kalmasının utancını taşıyor ve özür diliyoruz.” Soykırıma suç ortaklığı yapmış olan halkların kendi tarihleri ile yüzleşmeden halklar arasında gerçek bir barışın olamayacağını, Ermeni Soykırımının tarihin akışı dışında kalmış, tarihi bir haksızlık olmadığını, bugün de sınıf mücadelesi önünde en büyük engellerden biri olduğunu vurguladıktan sonra Ermeni sorunun çözümü ile ilgili taleplerini şu şekilde sıraladı: “Kuzey Kürdistan Türkiye’deki Ermeni Cemaati için tam hak eşitliği; Ermeni Cemaati’nin tanınması ve desteklenmesi. Anti-Ermeni ırkçılık ve şovenizminin her biçimine karşı mücadele ve bunların yasaklanması. Ermeni soykırımı sırasında sürülen, öldürülen, ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan tüm Ermenilerin bugünkü haleflerinin ülkelerine geri dönme hakkı! Haydutça el konulmuş Ermeni mülklerinin geri verilmesi veya tazmin edilmesi. Devletin mülküne geçirilmiş tüm Ermeni mülkünün tazmin edilmesi Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkı. Türk devlet okullarında Türk egemenlerinin soykırımcı politikası hakkında doğru bilgilerin öğretilmesi. Doğrudan mirasçısı olmayan Ermeni mülklerinin tazminatının Ermenistan Cumhuriyeti’ne ödenmesi. Ermenistan/Türkiye sınırının bekletilmeksizin açılması; Ermenistan Cumhuriyeti ile dostça komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi!” Desde, Diaspora’da yaşayan Ermenilerin Batı Ermenistan’a geri dönme ve yerleşme hakkının ancak işçi ve emekçilerin iktidarda olduğu bir halk iktidarı ile mümkün olabileceğini, bunu savunmanın o
bölgede yaşayan diğer milliyetlerin başka yerlere sürülmesi anlamına gelmediğini belirtti. Ermenilerin dönme taleplerinin olduğu koşullarda orada yerleşim yerlerinin inşa edilmesinin gayet mümkün olduğunu, gerçek anlamda kardeşleşme sağlanmak isteniyorsa bu taleplerin savunulması gerektiğini ifade etti. Sempozyumun son konuşmasını Pakrat Estukyan yaptı. Estukyan konuşmasında Osmanlı döneminde yaşanan gelişmeleri ve Ermeni soykırımına kadar gelen tarihsel süreci aktardı. Son dönemde Ermeni soykırımı ile ilgili belli bir farkındalığın oluştuğunu, fakat bu konuda fazla ilerlenememesi nedeniyle belli bir bıkkınlığın da yaşandığını söyledi. Soykırım kelimesini tanımlayan Estukyan, buna göre bir halkın bir yerden bir yere taşınmasının da soykırım olduğunu, aydınların soykırım kelimesini kullanmaktan imtina etmesini anlayamadığını, soykırım tanımının devlet için sonuçları itibariyle sakıncalı olabileceğini fakat bunun aydın kesimi ilgilendirmemesi gerektiğini belirtti. İttihat ve Terakki zihniyetini de değerlendiren Estukyan hem o dönem hem de şimdiki devletin siyasi aklının Ermeni düşmanı ve Turancı bir akıl olduğunu vurguladı. Konuşmasının sonunda yüzleşmenin önemine vurgu yaptıktan sonra Ermeniler olarak yaşanan tüm katliamların kendilerini hep 1915’e götürdüğünü kaydetti. Konuşmacıların sunumlarından ardından panelistlere sorular soruldu. Oldukça çok sayıda soru geldi. Sorulan soruların büyük bir kısmı öğrenmeye yönelik sorulardı. Bir kısmı ise bu konuda ciddi derecede sosyal şoven tavırların var olduğu ve Kemalizm etkisinin sol hareket içerisinde yaygın olduğu görüldü. Özellikle halkların soykırımdaki suç ortaklığı bağlamında hala yeteri kadar açık olunmadığı ve toplumun en ilerici kesimlerinin bile hala bu sorunla yüzleşmeye hazır olmadıkları görüldü. Bu nedenle komünistlerin görevi bıkıp usanmadan bu konudaki Marksist-Leninist siyaseti ortaya koymak ve sosyal şoven tavırları mahkûm etmek olmalıdır. Sempozyumun konuşmacıları kendilerine sorulan sorulara ikinci bölümde cevap verdi. 200’e yakın kişinin katıldığı sempozyum 4,5 saat sürdü. Katılımcıların ilgiyle izlediği Sempozyum, Hasan Erkul’un kapanış konuşması ve anlattığı bir fıkra ile sona erdi. 14.04.2015
O savaşlarda kadınların uğradığı kitlesel tecavüzlerin, sığınmacı kamplarında günbegün cereyan eden cinsel şiddetin, savaş ganimeti olarak pazarlanan kadınların resmi yok! Savaşlarda kullanılan tankların, uçakların, bombaların adı var, hangi marka, kim tarafından üretilmiş biliyoruz. Bir savaş stratejisi olarak kullanılan sistemli kitlesel tecavüz silahını ve bunun yarattığı çok boyutlu tahribatı “bilmiyoruz”.
İ
kinci Dünya Savaşımının bitiminden bu yana 70 yıl oldu. Dünya savaşı bitti gerçi, ama dünya savaşsız gün görmedi bu 70 yılda... Çoğu emperyalist-gerici kışkırtmaların ürünü olan savaşlarda milyonlarca insan yaşamını yitirdi, milyonlar varınıyoğunu, yerini yurdunu yitirdi, çıplak canlarını kurtarmak için göç yollarına düştü... Kimse hesabını tutmadı yitirilen canların... Savaş dehşet demek, elbette! Ama bir dehşet daha var ki bu savaşların gölgesinde cereyan eden, hala SUSKUNLUKLA perdelenmekte! Bugünün erkek egemen dünyası “barış hali”nin sürdüğü dönemlerde dahi kadınlar için çekilmez azaplarla dolu. Dünyanın hiçbir köşesi yok ki, kadınlar şiddete, taciz ve tecavüze uğramasın... Günbegün milyonlarca kadın işkence ve zulüme varan boyutlarda erkek şiddetine maruz kalıyor. Kadınlar taşlanıyor, cinsel organları kötürümleştiriliyor, yüzlerine kezzap atılıyor, yakılıyor, ana rahmine düşmüş cenin iken kürtajla yokediliyor, “namustöre” adına katlediliyor, zorla evlendirilme, berdel, kumalığa maruz kalıyor, evlilik içinde cinsel köleliğe mahkum ediliyor,eve hapsediliyor, okumaktan, meslek sahibi olmaktan ya da çalışmaktan alıkonuluyor,
yeni kadın dünyası
KADINLARA KARŞI SAVAŞ!
fuhuşa zorlanıyor. Sözümona “barış” dönemlerinde estirilen bütün bu şiddet ve terör savaşlarda daha da katmerleşiyor, kitlesel bir görünüm alıyor. Dahası, cinsel şiddet, kitlesel tecavüz sistemli biçimde silah olarak kullanılıyor. Ve esasen herkesin bildiği bu gerçek, büyük suskunlukla geçiştirilmeye çalışılıyor! Afganistan, Eski Yugoslavya, Irak, Ruanda, Doğu Kongo, Suriye ... dünya medyası savaşları konuşuyor! Tahrip edilen şehirlerin, göç yollarına düşmüş biçare insanların, sığınmacı kamplarının, tankların-tüfeklerin, bombardımanların resimleri var hepimizin kafasında... O savaşlarda kadınların uğradığı kitlesel tecavüzlerin, sığınmacı kamplarında günbegün cereyan eden cinsel şiddetin, savaş ganimeti olarak pazarlanan kadınların resmi yok! Savaşlarda kullanılan tankların, uçakların, bombaların adı var, hangi marka, kim tarafından üretilmiş biliyoruz. Bir savaş stratejisi olarak kullanılan sistemli kitlesel tecavüz silahını ve bunun yarattığı çok boyutlu tahribatı “bilmiyoruz”.
Bosna- Hersek: “Emir verdiler - tecavüz ettik!” 51
yeni kadın dünyası 52
Eski Yugoslavya’nın bölünüp parçalanmasıyla sonuçlanan savaş kadınların ve kızların bedenleri üzerinden de yürütüldü. Bosna Hersek’li pederşahi-müslüman topluluğun “namus ve şeref” düşkünlüğünün farkında olan Sırp savaş komutanları askerlerini gayet bilinçli olarak müslüman azınlığın kızlarının-kadınlarının üzerine saldırttılar. Sırp askerleri köylerde ve şehirlerde on yaşındaki kızdan 70, hatta 80 yaşındaki nineye kadar ellerine kim geçerse tecavüz ettiler. Hem de bu tecavüzü diğer aile fertlerinin önünde gerçekleştirmeye, böylece karşıtlarını aşağılamaya özen gösterdiler. Emir açıktı: kadınlara ve kızlara yakınlarının gözleri önünde tecavüz edilecek, hatta kadınlar gebe bırakılıncaya dek tecavüz edilecekti. Böylelikle karısını-kızını-bacısını-anasını tecavüzden koruyamayan erkekler aşağılanmakla kalmıyor, gebe bırakmak suretiyle bir ırkın sonunun getirilmesi hedefleniyordu. Planlı bir şekide uygulanan bu kitlesel tecavüzler için oteller kullanılıyordu. Brcko’da Hotel Galeb, Visegrad’da Motel Vilina Vlas ya da Hotel Elvis tecavüz kampları olarak savaş suçlularının yargılandığı Den Haag mahkemesinde kayıtlara geçiyordu. Nerdeyse her köyde toplu tecavüzlerin gerçekleştirildiği bir mekan tutulmuştu. Tuzla yakınındaki Sekovice kampında 800 kadının ırzına geçilmişti, bunların yüzde 80’i 15 yaşından küçüktü. Bu tecavüzler sonucu dünyaya gelen çocuklar bugün (2015 yılında) 22 yaşında olmalı. Bugün ne bu çocukların bedbaht kaderleri, ne de annelerinin travmaları konu ediliyor. Tecavüz öyle bir silah ki, saldırıya uğrayanlar çoğunlukla mağdurluklarını haykıramıyor, büyük bir utançla başlarına geleni gizlemeye çalışıyorlar. Susulması, örtbas edilmesi erkeklerin de işine geliyor. Karısının-kızının vb. ırzına geçilmesini engelleyememiş, koruyuculuk görevini yerine getirememe aczini yaşamış erkek bu gerçeği hatırlamak istemiyor, unutmak ve unutturmak istiyor. Fakat bu suskunluğu yıkmaya, kadınların ve kızların sistemli ve planlı bir şekilde tecavüze uğradığını duyurmaya ve savaş suçlulularının cezalandırılması için elinden geleni yapmaya çalışan kadınlar da var. Zagreb’de örneğin Hırvat kadın grubu Kareta kadınların başlarına gelenler unutulmasın ve sorumlulardan hesap sorulsun diye tanıklıkların ilk tutanaklarını tutmuşlar. Hırvat ve Bosnalı kadınların cesur çabaları ve mücadeleleriyle dünya çapında ilk defa, (çok yetersiz de olsa) kitlesel tecavüz uygulama ve
emir verme nedeniyle bazı savaş suçluluları uluslararası mahkeme önüne çıkarıldı ve yargılandı.
Doğu Kongo Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin verdiği bilgiye göre Doğu Kongo’da 1997’de patlayan savaşta kadınların yüzde 70’i tecavüze uğramış durumda. İnsan hakları örgütleri tecavüze uğrayan kadınların sayısını yarım milyon kadar tahmin ediyor. 2002’de resmi olarak barış ilan edilmiş olmasına karşın tecavüzlerin devam ettiği bildiriliyor. Kongo’da da erkeklerin gözleri önünde kadınların ırzına geçilmesi ve üstüne üstlük cinsel organlarının tahrip edilmesi planlı ve sistemli bir şekilde uygulanıyor. Darfur’da Cancavid milisleri tecavüz ettikleri kadınları çırılçıplak soyarak köylerine geri gönderiyorlar. Panzi hastanesinde cinsel saldırılara maruz kalan kadınlara ve kızlara tedavi uygulanıyor. Doktorlar, tecavüz edildikten sonra göğüslere ve cinsel organlara ateşli silah sıkıldığını, cinsel organların kimyevi maddelerle tahrip edildiğini anlatıyorlar. Kaçırılan ve cinsel köleleştirilen çocuk yaşta kızlar, kesilen el ve ayaklar... Zorbalığın sınırı yok.. Düşmanların kadınlarını “kirletme” erkek egemen zihniyete göre gayet başarılı bir savaş stratejisi. Bu yolla düşman erkekler en derinden vurulurken, bunun için bir kurşun parası bile harcanmış olmuyor. Karısının-kızının vb. ırzına geçilmiş olmasını engelleyememenin utancını taşıyamayan erkekler, bunun bedelini de yine kadınlara ödetiyorlar. Irzına geçilmiş kadınlar ‘kirlenmiş” kabul edilip, kendi ailesinin/ulusunun/etnik grubunun erkekleri tarafınan öldürülüyor, dışlanıyor ve aşağılanıyorlar. Erkekler savaşıyor! Bu savaşı kadınların bedenleri üzerinden ve kadınları yokederek sürdürüyorlar.
Irak ve Suriye Şuan Ortadoğu’da süren savaşlarda erkek egemenliğinin barbarlıkta sınır tanımadığına bir kere daha şahit oluyoruz. Irak’ta ve Suriye’de yürüyen savaşta kadınlar rehin ve savaş ganimeti olarak kullanılıyor. IŞİD’in binlerce kadını kaçırdığı, zorla alıkoyduğu, ölüm tehditiyle islam dinine geçmeye zorladığı, cinsel köleleştirdiği haberleri yayılıyor. IŞİD adına çekilmiş video ve propaganda klipleri “allah” ve “din” adına cinsel köleleştirilmeyi kabul eden, IŞİD’e çocuk doğurmayı en büyük hizmet kabul eden “gönüllü” kadınları/kızları gösteriyor. Ya da “fuhuş” ve “zina” yaptığı iddia edilen kadınların taşlanmasını
Boko Haram Bundan bir yıl önce Nijerya’da 219 kız öğrenci okullarında baskına uğrayarak Boko Haram örgütü tarafından kaçırıldı. Aradan bir yıl geçmesine rağmen kızlardan hala iz yok. Dünya kamuoyu Boko Haram’ın (“Batı eğitimi haramdır” anlamına geliyor) sosyal medya üzerinden yaydığı videoyla bu olaydan haberdar oldu. Nijerya’da kadın ve insan haklarına sahip çıkan bir halk inisyatifi bir yıldır yürüttükleri
“Kızlarımızı geri verin” kampanyasıyla seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Halk inisyatifinin bütün çabalarına rağmen, 3 ay boyunca Nijerya hükümeti olan biteni duymazlıktan geliyor ve ancak dünya kamuoyunun dikkatini çekmesi üzerine halk inisyatifinin temsilcileriyle görüşmeyi kabul ediyor. Halk inisyatifinin aktivistleri kampanyalarını sürdürürken bir yandan da hükümetin umursamazlığına karşı mücadele yürütmek zorunda kalıyorlar. Bunlar dünyada süren savaşlar içinde kadınlara karşı sürdürülen savaşın bazı örnekleri... 2009 yılında ilk kez BM Güvenlik Konseyi tarafından cinsel şiddetin savaş suçu olarak kabul edilmiş olmasına karşın, henüz değişen fazla bir şey yok! Yaygın olan anlayış hala daha “savaşlarda olur böyle şeyler” biçiminde önemsememe oluyor. Dışlanma korkusu ve utançla sesini çıkarmayan/çıkaramayan kadınların suskunlukları da saldırıların gerçek boyutlarının ortaya çıkarılamamasında rol oynuyor. Bütün dünyada kalıcı barışın oluşabilmesi için egemenlik ilişkilerinin tümüyle değişmesi gerek! Ancak umutsuzluğa kapılma hakkımız da yok! Dünya çapında kadınlara karşı yönelen teröre karşı yapılacak çok şey var: Egemenlik ilişkilerini sorgulamak, kadınlara yönelik estirilen terörü nerde ve nasıl ve kim tarafından gerçekleşiyorsa, mahkum etmek. Kararlı bir tutum sergilemek. Kadınlar erkeklerin mülkü değildir! Savaş ganimeti değildir! Kadınlar bağımsız kişiliklerdir! Ve herşeyden önce de kadınlar korumasız değildir! Onlar, bütün dünyada bayrağına insanın insan üzerindeki zulmünü bitirmeyi yazan işçi ve emekçi hareketlerin mücadelesinde ve kadınların hak eşitliği ve özgürlüğü için mücadele eden demokratik hareketlerin mücadelesinde dayanışma ve güç bulmaktadır. Gücümüz dayanışmamızdan ve dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa ve zulme karşı hıncımızdan gelmektedir. En kötü koşullarda dahi kadınlara yönelik tacize, tecavüze, kaçırılma ve zorla alıkoyulmaya, kadınların köle gibi pazarlanmalarına, kısacası kadınların bağımsız ve özgür kişiliklerine yönelen her türden saldırıya karşı tepkisini koymaktan çekinmeyen cesur ve mücadeleci kadınlar (ve tabii ki erkekler de) bize örnektir. Haksız ve gerici savaşlara karşı tavır takınmak, dünya çapında kadınlara yönelilik şiddete ve teröre karşı tavır takınmadan olmaz! Kahrolsun erkek egemenliği! 15.04.2015
yeni kadın dünyası
görüyoruz. Savaş “ganimeti” olarak kaçırılan kadınların ikinci-üçünçü-dördüncü kadın olarak köle pazarlarında satıldığını duyuyoruz. Ancak bu salt IŞİD’a ait bir şey de değil. Suriye’deki savaştan kaçan ve Türkiye’ye sığınanların başlarına da az şey gelmiyor. Açlık, sefalet ve savaşın getirdiği bütün felaketler yetmiyormuş gibi, sığınmacıların kamplarında türlü zorbalıklar bekliyor kadınları ve kızları... Kendilerini koruyacak erkeklerin olmadığı durumda “kimsesiz” kabul edilen kadınlara ve kızlara herkes, her daim cinsel saldırıda bulunmayı bir nevi “hak” görüyor nerdeyse. Sığınmacıların içinde bulundukları zor durumdan faydalanmak isteyen fırsatçılar da eksik olmuyor. IŞİD kadınları pazarlamayı açıktan yapıyor, Türkiye’deki sığınmacı kamplarında vb. bu el altından yürütülüyor, aradaki fark bu kadar! 2014 yılının Ağustos ayında Ortadoğu’nun kadim halklarından Ezidiler yeni bir saldırıya hedef oldular. IŞİD’in teröründen canlarını kurtarmak için saklanmaya çalıştıkları Sincar dağlık bölgesinde açlık ve susuzlukla karşı karşıya dünya kamuoyunun gözü önünde büyük bir insanlık dramı yaşadılar. Ezidilerin büyük bölümü Kürdistan’da, Türkiye’de, Lübnan’da sığınmacı kamplarında varlıklarını sürdürüyor. Bu saldırı sırasında çok sayıda Ezidi kadınının IŞİD tarafından kaçırıldığı ve milislerle evlendirildiği söyleniyor. Burjuva basının haberlerine göre, kadınlara/kızlara tecavüzü silah olarak kullanan IŞİD milislerinin vicdanlarını rahatlatmak için bir soru cevap katoloğu hazırladığı ve bunun “esirler ve kölelere nasıl davranılacağına dair soru ve cevaplar” başlıklı bildiri olarak Irak ve Suriye’de elden ele dolaştığı bildiriliyor. (Zeit-Online) Bildiride: “tutuklu gayrimüslüman kadınlar mülktür. Bunlarla ilişkide cinsel kurallar geçersizdir.” denerek tecavüz yolu açılmış oluyor. Savaş ganimeti olarak çok sayıda kadın köleye sahip olma vaadinin de erkeklerin IŞİD saflarına yönelmesinde rol oynuyor.
53
panorama
PA NOR A M A KURDİSTANA ROJAVA’DA GELİŞMELER...! - Rojava
Kürtlerin, somutta da PYD’nin emperyalist güçler tarafından muhatap alınması ve işbirliği yapması, herhangi bir sınır koymadan, kitlelere “büyük başarı” olarak sunulmaktadır. Burjuva siyaseti çerçevesinde bakıldığında bu tavır anlaşılırdır. PYD veya diğer muhatap alınan Kürt örgütlerinin siyasi ufku –tüm tersi iddialara rağmen- burjuva siyasetin sınırları dışına çıkmamaktadır.
K
54
urdistana Rojava’da 1 Mart - 15 Nisan tarihleri arasındaki gelişmelerde öne çıkan bazı noktalar özetle şöyledir: Kobanè merkezinin “İslam Devleti”nden (İD) kurtarılması ve devamında Kobanè Kantonu’na bağlı köylerin kurtarılması için İD’ye karşı saldırı operasyonlarının başlatılmasına ve de köylerin büyük bölümünün İD’den kurtarılmasına bağlı olarak çatışmalar, Cizıre Kantonu’na bağlı bölgelere kaymış durumdadır. Kobanè’nin Batı ve Güney cephelerindeki çatışmalarda, 15 Eylül 2014 tarihinde başlayan saldırılar öncesi sınıra kadarki bölgenin kurtarıldığı, YPG güçleri tarafından açıklandı. Buna rağmen yoğun olmasa da, bu cephelerde de yer yer çatışmalar yaşanmaktadır. Cizıre Kantonu’na yönelik tehditin ortadan kaldırılması amacıyla Til Hemis’in İD’den alınması sonrasında Til Berak başta olmak üzere birçok yerleşim alanı daha İD’den geri alındı. Andaki çatışmalar esas olarak Til Temir –Heseke arasındaki bölgede yürüyor. Genel olarak tespit yapıldığında İD’nin işgal alanlarının giderek azaldığı bir durum sözkonusudur.
Kobanè merkezindeki savaş şimdilik sona ermiş olsa da, YPG/YPJ güçlerinin Burkan El Fırat (Özgür Suriye Ordusu’nun mensupları) ile İD’ye karşı ortak savaşı sürmektedir. Aynı biçimde İD’ye karşı savaşta “uluslararası koalisyon” olarak da adlandırılan Anti-İD Koalisyonu ile de ortak davranma, birlikte hareket etme durumu sürüyor. İD’nin işgali altındaki yerleşim alanlarının geri alınması, aynı zamanda ABD emperyalizmi öncülüğündeki güçler tarafından gerçekleştirilen bombardımanlar sayesinde de gerçekleşmiştir. Kobanè Kantonu’na bağlı köylerin daha tümüyle kurtarılmadığı bir ortamda YPG/YPJ güçlerinin Til Hemis ile başlayarak Cizıre Kantonu’na bağlı bölgede saldırıya geçmesi, İD’ye karşı uzun vadeli savaş açısından daha önemli olduğu gibi, aynı zamanda Kobanè’nin savunulması sürecinde gerçekleşen AntiİD İttifakı ile ortak davranma siyasetinin, sadece Kobanè’nin savunulmasıyla sınırlı olmadığını da göstermektedir. İD esas düşman olarak ilan edildiğinden, İD’ye karşı olan herkesle birlikte –belirleyici güçler emperyalistlerdir- ortak hareket edilmektedir.
bölgede İD’nin Türkiye – Kuzey Kürdistan sınırında önemli merkezlerinden biri. Til Temir-Hesekè arasındaki bölgede yoğunlaşan çatışmaların yanısıra, Deyr el Zor, Tel Afer ve Şengal bölgelerinde de (Rojava ve Güney Kürdistan’da) İD ile çatışmaların sürdüğü bir durum sözkonusudur. YPG’nin Mart ayı bilançosuna göre Cizıre bölgesinde 1342 İD’li öldürülmüş, 61 YPG/YPJ’li de yaşamını yitirmiştir. İD ile çatışmalar dışında Cizıre’de öne çıkan gelişmelerden biri yerel seçimlerin yapılmasıydı. 13 Belediye için planlanan seçimler, İD ile çatışmaların yürüdüğü Til Temir dışındaki bölgelerde, 13 Mart’ta gerçekleştirildi. Rojava Anayasasına göre seçimlerde parti ya da gruplar aday gösteremediği için, bireyler aday olabildi. Eşbaşkanlık sisteminden kaynaklı olarak da kimse belediye başkanı adayı olamıyordu. Her belediyede seçilen Belediye Meclisi üyeleri eşbaşkanları seçme durumundadır. Toplam 160 merkezde kurulan sandıklarda oy kullanıldı ve 306 meclis üyesi seçildi.
panorama
Bu durumda haklı ve meşru bir mücadele –Rojava’da demokratik kazanımları savunma, işgale karşı mücadele-, İD’ye karşı olan emperyalist ve yerel gerici güçlerin “dost”, “demokrasi güçleri” vb. olarak gösterilmesi yanlış siyasetin üzerini örtmek için kullanılmaktadır. Kürtlerin, somutta da PYD’nin emperyalist güçler tarafından muhatap alınması ve işbirliği yapması, herhangi bir sınır koymadan, kitlelere “büyük başarı” olarak sunulmaktadır. Burjuva siyaseti çerçevesinde bakıldığında bu tavır anlaşılırdır. PYD veya diğer muhatap alınan Kürt örgütlerinin siyasi ufku –tüm tersi iddialara rağmen- burjuva siyasetin sınırları dışına çıkmamaktadır. Sorun burjuva siyaset açısından “başarı” olarak görülen gelişmelerin, ezilen millet ve milliyetler ve emekçi kitlelerin kurtuluşu için mücadelede elde edilmiş olan demokratik kazanımları tehdit ettiği ve de ilerlemeyi engellediği sorunudur. Bu siyasetle uzun vadede ya Esad rejimi ile müzakerelerde “demokratik özerklik” talebi kabul ettirilir; bu durumda Esad rejimine karşı silahlı bir mücadele sözkonusu olmaz, ya da Esad rejimi bu talebi kabul etmez; bu durumda Esad rejimine karşı silahlı mücadelede emperyalistlerin koalisyonunun bir kara gücü olunur. Birinci durumda Rusya başta olmak üzere Esad rejimi destekleyicileriyle, ikincisinde ise başta ABD emperyalizmi olmak üzere Esad karşıtı güçlerle ortak davranma sözkonusudur. Bu konudaki gelişmelerin hangi yönde ilerleyeceğini zaman gösterecektir. Kurdistana Rojava geneli ele alındığında Efrin Kantonu şimdilik savaşın yürümediği Kanton olarak tespit edilebilir. Fakat Efrin de her zaman tehdit altındadır. Özellikle Nusra Cephesi’nin İdlib’i ele geçirmesi bu tehditi, saldırıya uğrama olasılığını güçlendirmiştir. Yine de Nusra’nın Esad rejimine karşı mücadelede Kürtlere karşı da mücadeleyi şimdilik sürdürmek isteyip istemediği soru işaretidir. İki cephede mücadelenin işlerini zorlaştıracağı açıktır. Kobanè’de esas mesele yeniden inşa, geri dönenlerin yaşayabilmeleri için gerekli olan ihtiyaçların karşılanması ve tüm bunlara ek olarak herhangi bir yeni saldırıya karşı savunmayı sağlamak vb. sorunlar ön plandadır. Cizıre Kantonu’nda ise durum kısaca şöyle tespit edilebilir: Cizıre Kantonu’nun iç bölgeleri genelde sakin, çatışma olmayan yerler. Kenar bölgelerinde ise İD’nin saldırıları ve İD’ye karşı saldırıların, savaşın yaşandığı bir durum sözkonusudur. Cizıre ile Kobanè arasındaki bölgede İD ile savaş sürüyor. Tel Ebyad bu
ÖNE ÇIKAN DİĞER GELİŞMELER! Dergimizin 174. sayısında, sayfa 17’de değindiğimiz PKK ile KDP arasındaki çelişki bağlamında durum kısaca şöyledir. KDP’nin PKK’ye ve silahlı güçlerine (HPG) karşı kışkırtıcı propagandaya bağlı olarak PKK/KCK güçlerini Güney Kürdistan’dan çekip çekmemeyi tartıştıkları yönlü açıklama yapmıştı. PKK kaynaklı medya haberlerine göre Güney Kürdistanlı birçok güç, kişi veya kurum, HPG güçlerinin geri çekilmesine karşı çıkmıştır. Buna bağlı olarak da Cemil Bayık şahsında PKK/KCK HPG güçlerinin Güney Kürdistan’da kalacağını ilan etti. Bu ilan ama PKK ile KDP arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. PKK’nin siyasetini savunanlar durmadan “Ulusal Kongre”nin gerçekleştirilmesini talep etmektedir. Fakat sözkonusu açıklamalar “Ulusal Kongre” temelinde birliği talep etmenin ve “ulusal birlikten” yana olmayı ifade etmenin ötesine geçmiş değildir. KDP’nin “Ulusal Kongre” düşüncesini gerçekleştirmesi ancak kendilerinin görüşlerinin kabulü temelinde mümkün görünmektedir. İstisnası ise ancak KDP’nin zorunlu kalması durumudur. Bunun için de beklenmedik gelişmelerin yaşanması lazım! Ortam Kürtlerin kendi aralarındaki birliği sağlamak için her zamankinden daha çok müsait olsa da, kısa sürede olacağa benzemiyor. Bu çelişki kendisini Kurdistana Rojava’daki Kürt
55
panorama 56
örgütleri arasındaki birleşme sorununda da göstermektedir. Hewler anlaşmasının gerçekleşmemesinin ardından, 2014 Ekim ayında Duhok’ta ortak hareket etme konusunda kararlaştırılan anlaşma da, özellikle Rojava’daki Barzani yanlıları örgütlerin tavırları nedeniyle hala gerçek anlamda uygulanmayan bir anlaşma durumundadır. Duhok anlaşmasına göre Rojavalı Kürt örgütlerin çatı örgütü olarak oluşturulan “Danışma Kurulu” sözkonusu örgütlerin tavırları sonucu, önce toplanamadı; daha sonra 2015 Şubat ayında toplandı ve “Danışma Kurulu” için tüzük oluşturuldu. Buna göre Kurul’da temsil edilen tüm örgütler tüzük çerçevesinde ortak davranacağını açıkladı. Olmadı! Sözkonusu ENKS içinde yer alan örgütler Cizıre’de yapılan yerel seçimlerin ertelenmesini talep ettiler, talepleri kabul edilmediğinden Kurul üyeliklerini dondurma kararı aldıklarını açıkladılar. Bu temelde de Rojava somutunda da Kürtler arası birlik gerçekleşmiş değildir. Demokratik Toplum Hareketi (TEV DEM) oluşturacağını daha önce ilan ettiği “Demokratik Suriye Çözüm Projesi”ni Mart ayı ortalarında kamuoyuna sundu. Proje esası itibarıyla Rojava için savunulan siyasetin Suriye geneline uygulanmasıdır. Bu bağlamda proje burjuva demokrasisinin Suriye’de uygulanması için olumlu, demokratik bir projedir. Suriye devleti sınırlarında yaşayan halkların ulusal, dinsel haklarının savunulması, eşitlik istenmesi olumlu, ilerici taleplerdir. Buna rağmen burjuva sistemin sınırları içinde kalınmaktadır. Ulusların ayrı devlet hakkı, hem ayrılmaya karşı olmakla hem de federal ya da konfederal bir devlet yapısının reddedilmesiyle dıştalanmaktadır. Kendi içindeki çelişkiler bir kenara bırakılırsa, sonuçta istenen “Demokratik Özerklik”tir. Ve bu da Öcalan’ın daha önce savunduğu siyasetin yeniden savunulmasından başka bir şey değildir. Suriye’de askeri değil siyasi çözümden yana tavır takınılmaktadır. Bu siyasi çözümden yana tavır kendisini uluslararası diplomaside de göstermektedir. Birincisi 26-29 Ocak 2015 tarihlerinde, Rusya’nın örgütlediği Moskova görüşmelerinin ikincisi 6-9 Nisan 2015 tarihlerinde yine Moskova’da gerçekleşti. Sözkonusu toplantıya yine formel olarak muhalefet temsilcileri bireyler olarak davet edildi. Toplam 38 kişinin katıldığı bilgisi verildi. Önceki toplantıda katılım 28 idi. Buna göre Muhalefet önce kendi arasında –BM’nin temsilcisinin de katıldığı görüşmelerde- toplandı. Ardından da Esad rejiminin temsilcileriyle görüşüldü. Moskova
toplantılarının birincisine katılmayan “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu” (SMDK) ikinci toplantıya da katılmadı. Ama Suriye’de kitlesel bazı olan kesimlerin önemli bölümü toplantıda temsil edildi. PYD de, başta Salih Muslim olmak üzere birkaç temsilciyle toplantıya katıldı. Muhalefetin kendi arasında yaptığı toplantıda, öncekinin tersine, PYD’nin demokratik özerklik modeli talebi muhalefet tarafından kabul edildi. Muhalefetin hazırladığı talepler, “çözüm modeli”, kimi basın haberlerine göre altı noktadan oluşan öneri, Esad rejimi temsilcilerine sunuldu. Buna göre siyasi bir çözüm Cenevre Anlaşması temelinde olmalı; askeri harekatlar, sivillerin takibatı ve şiddet son bulmalı; bunun yerine insani yardımlar ülkenin her yanında gerçekleştirilmeli; terörizme karşı mücadele, demokratik bir geçiş süreci ve siyasi tutsakların serbest bırakılması; her tür sansüre son verilmesi, Suriye’nin değişik bölgelerine karşı ekonomik ablukanın kaldırılması; ve ABD ve AB tarafından uygulanan ekonomik ve siyasi ambargoya son verilmesi vb. noktalar gündeme getirildi. Bu ortak tavır Esad rejimi temsilcilerinin karşısında pazarlık için yeni bir durumdu. Toplantıdan herhangi bir kesin sonuç beklenmiyordu. PYD Eşbaşkanı Muslim’e göre bu toplantının tek kazanımı, muhalefetin tek ses olmayı başarmasıdır. Esad rejiminin çözüme yanaşmadığını belirten Muslim diğer şeylerin yanısıra şunları savundu: “Artık bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Şimdi biz dostumuz olarak gördüğümüz Rusya’dan Suriye rejimini ikna etmesini bekliyoruz. Artık Rusya da Suriye rejiminde hiçbir yaklaşım değişikliği olmadığını ve Moskova’da toplanan muhalefetin savaşın bitirilmesi için ne kadar çaba sarfettiğini görmüştür. O nedenle şu andan itibaren müdahale edilecek taraf Suriye’dir.” (Yeni Özgür Politika, 11 Nisan 2015) PYD’nin –aynı zamanda TEV DEM’in- siyasi çözüme yönelik tavrı, bunların Rusya’yı, Rus emperyalizmini “dost” olarak görüp göstermelerini beraberinde getirmektedir. Kobané’de ve genelde İD’ye karşı savaşta işbirliği yaptığı için ABD ve diğer Anti-İD Koalisyonu güçlerini “dost” görüp gösterenler, Esad rejimiyle siyasi çözüm için pazarlıkta rol oynayan Rus emperyalizmini de “dost” olarak görüp göstermesi, bunların burjuva siyasetini belgelemektedir. Kendilerini muhatap gören her kesimle işbirliğine hazır olan bu siyasetle nereye kadar gidileceğini ise, yine zaman ve gelişmeler gösterecektir. 15.04.2015
panorama
BÖLGEDE KARMAKARIŞIK BİR SAVAŞ DAHA! - YEMEN
“
Arap Baharı”nın etkilediği ve kitlelerin protestoları sonucu Başkanı’nın istifa etmek zorunda kaldığı ülkelerden biri de Yemen’di. Başkan Salih’i koltuğundan eden kitlesel protestolar 27 Ocak 2011 tarihinde başlamış ve sonuçta 21 Şubat 2012 tarihinde yapılan tek adaylı “seçim”le Salih dönemine resmen son verilmişti. “Seçim” esasında Salih’in görevden alınmasının resmiyete dönüştürülmesiydi. Salih’in yerine Başkan Yardımcısı olan Hadi tek aday olarak gösterildi ve kitlelere ya Salih ya da Hadi seçeneği dayatıldı. Bu da sonuçta “kontrollü geçiş”te Hadi’nin Başkan olarak “atanması”ndan başka bir anlama gelmiyordu. Yeni Başkan iki sene içinde “Ulusal Diyalog” çerçevesinde reformlar gerçekleştirmek için yeni Anayasa hazırlayacak, referanduma sunacak, ardından da parlamento ve başkanlık seçimleri yapılacaktı. Plan böyle gösterildi ama buna uygun davranılmadı. Bu “geçiş süreci” 2014 yılı başlarında resmen uzatıldı, seçimler ertelendi. Hadi 2015 yılına kadar başkanlık görevine devam edecekti. Bu arada hazırlanmakta olan Anayasa taslağı üzerine çelişkiler yaşandı. Çelişkilerden biri, Yemen’in federal bir yapıya büründürülmesi için altı bölgeye ayrılması üzerineydi. Başta Husi’ler (Houthi) olmak üzere kimi kesimler bu planın Yemen’i böleceğini ve aynı zamanda kendilerinin egemenlik alanı olarak görülen kimi bölgelerin de ellerinden alınacağını düşünerek Anayasa taslağına karşı çıktılar. Buna dayanarak da “Ulusal Diyalog” krize girdi... Çelişkiler yeniden sertleşmeye yüz tuttu. 2014 yılına gelene kadar da Yemen’de çelişkiler çatışmalar değişik biçim ve boyutlarda yaşandı. Medyaya yansıyan haberlerde öncelikle El Kaide’nin en tehlikeli kolu olarak görülüp gösterilen “Arap Yarımadasındaki El Kaide”nin (AQAP) saldırıları ve bunlara karşı özellikle ABD emperyalizminin insansız hava araçları olarak adlandırılan savaş uçaklarıyla gerçek-
leştirdiği bombardımanlar sözkonusuydu. AQAP’ın gerçekleştirdiği intihar eylemleri, yabancı kökenlilere saldırılar, kaçırma ve öldürmeler giderek yoğunlaştı. Buna bağlı olarak da ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya birçok kez geçici olarak elçiliklerini kapattılar. 2014 yaz aylarına gelindiğinde Husi Milisleri Başkent Sanaa’ya (Sana) doğru yürüyüşe geçtiler. Yemen’deki güçlerin genel görüntüsü kısaca şöyledir: Başkan Hadi ve yanlıları (Yemen’in “Müslüman Kardeşler” kolu olarak gösterilen Islah Partisi de bu cephede yer alıyor), El Kaide (AQAP), Husi’ler ve onları destekleyenler (eski Başkan Salih de bunları desteklemektedir), Güney Yemen’in yeniden bağımsız ayrı bir devlet olmasını isteyenler ve bunlar arasında fazla güçlü olmayan değişik kesimler ve çelişkiler sözkonusudur. Uluslararası görüntüsü ise, Başkan Hadi’yi destekleyen güçler –ABD başta olmak üzere “Batılı” emperyalistlerin hemen hepsi, bölgesel olarak başını Suudi Arabistan’ın çektiği birçok Arap devleti ve evet Türkiye-; Husi’lerin Şii’liğin Yemen’deki kolu olan Zaidiler’den olmasına bağlı olarak bunlara destek veren İran; kesin tavrını takınmayan ama Hadi’yi diğer emperyalist güçler gibi desteklemeyen, herkese aynı mesafede olduğu görüntüsünü veren Rusya. Güncel olarak 14 Nisan 2015 tarihinde BM Güvenlik Kurulu’nun Rusya dışındaki 14 üye devleti, Husi’lere karşı silah ambargosu ve yaptırımlarla ilgili karar alarak Hadi’den yana açıkça taraf olmuştur. Rusya veto hakkını kullanmayarak çekimser kaldı. Buna bakıldığında Husi’lere esas destek veren devletin İran olduğu iddia edilmektedir. Buna rağmen Yemen’deki savaşta hem yerli güçler bakımından hem de uluslararası güçler bakımından “KarmaKarışık”, yani değişik biçim ve ölçülerde çok gücün savaşın içinde yer aldığı bir durum sözkonusudur.
57
SOMUT GELİŞMELER... panorama 58
Husi’lerin Şii mezhebinden olması, medyaya Yemen’de bir mezhep çatışması varmış gibi yansımaktadır. Feodal ve mezhepsel yaklaşımlar Yemen’de hala önemli rol oynasa da, anda yürüyen çatışmalar, savaş, mezhepler arası çatışma ya da savaş değildir. Husi’ler –bunlara, önderlik edenin adının Abdulmelik Husi olması nedeniyle Husi denmektedir- yıllardır kendilerine karşı merkezi devlet tarafından uygulanan haksızlıklara, baskılara karşı mücadele etmektedir. Bu mücadele Başkan Salih döneminde de –ki Salih’in kendisi de Zaidilerden- silahlı mücadeleye kadar varmıştı. Bu seferki mücadeleyi tetikleyen, ya da protestoları ateşleyen konu, yönetimin, petrole (benzin, mazot vb. ürünlere) devletin yaptığı sübvansiyonlara son vermesi ve buna bağlı olarak benzin, mazot gibi ürünlerin fiyatlarının Temmuz ayı sonlarında en az iki katına çıkmasıydı. Bardağı taşıran son damla buydu! Kuşkusuz ki bardağın taşmasıyla gündeme gelen sadece sübvansiyonların kaldırılması meselesi değildi. Daha çok Anayasa konusundaki çelişkiler, federal yapılanmaya karşı olmak, Husi’lere ve yönetimde yer alamayan, dıştalanan kesimlere eşit temsil hakkı, bu anlamda güçlerin eşit dağılımı, vatandaşların siyasi yaşama katılma imkanı, yiyiciliğe, rüşvete karşı mücadele vb. talepler çelişkilerin çatışmalara dönüşmesine yol açmıştır. Yani mezhepsel çatışma olarak yansıtılan, gerçekte toplumsal, sosyal çatışmadır. Bunda mezhepsel farklılıklar hala rol oynasa da, bu gerçeklik değişmemektedir. Kimi eleştirel burjuva gazeteciler bile, Husi’lerin sadece mezhep çelişkisi temelinde diğer kesimlerden insanları etkileyemeyeceğini ve geniş bir sosyal ve siyasal temele hitap edemeyeceğini tespit etmektedir. Buna rağmen değişik güçlerin ve çıkarların sözkonusu olduğu bir durumda çatışmaların mezhepler arası çatışmaya dönüşmesi olasılığı vardır. Böylesi bir durum, toplumdaki gerçek çelişkilerin üzerinin örtülmesine de hizmet edebilir. Sınıfsal çelişkilerin üzerinin örtülmesi de egemenlerin siyasetinin bir parçasıdır. Sonuçta Başkan Hadi’nin “geçiş süreci”nde öngörülen reformları gerçekleştirmemesi, sürekli sürüncemede bırakması, Salih’i koltuğundan eden kitlelerin temel taleplerine yanıt verilmemesi, güncel çatışmaları tetiklemiş ve Yemen’i yeni bir savaşa sürüklemiştir. Savaşa giden sürece yakından bakmadan önce şunu da bilince çıkarmak gerekiyor: Husi’ler önderliğindeki kesimlerin temel sloganları arasında “Allah
Büyüktür!”, “ABD’ye Ölüm!”, “İsrail’e Ölüm!”, “Yahudilere Lanet Olsun!”, “İslamın Zaferi!” gibi sloganlar var. Yani Yemen merkezi yönetimine karşı mücadelede kimi demokratik haklar savunulmasına rağmen, İslamın savunulması ve Yahudi düşmanlığı bunların karakterleri arasındadır. 2014 Ağustos ayı başlarında Husi’ler Başkent Sanaa’ya 50 kilometre uzaklıktaki Amran kentinde kontrolü ele geçirdiler. 22 Ağustos’a kadar taleplerinin yerine getirilmediği şartlarda hükümeti devirecekleri tehditiyle, yönetime uyarıda bulundular ve talepleri yerine getirilmediğinden Sanaa’ya doğru yürüyüşlerine başladılar. 8 Eylül’de hükümet Husi’lere karşı bombardımanla saldırıya geçti ve çatışmalar resmi bir hale dönüştü. 21 Eylül’de Husi’ler Sanaa’nın büyük bölümünü kontrolü altına aldı. Başkan Hadi ve Hükümet BM temsilcisinin arabuluculuğuyla Husi Milisleriyle “barış anlaşması” imzaladı. Buna göre bir ay içinde şimdiye kadar yönetimden dıştalanan kesimlerin de içinde yer alacağı yeni bir “Birlik Hükümeti” kurulacaktı. Bunun için Başbakan Basindawa istifa etti. Ayrıca ekonomik reformlar yapılacak, askeri ve güvenlik kurumu değiştirilecek ve petrol ürünlerine zamlar geri alınacaktı. Buna karşı da Husi’ler güçlerini Sanaa’dan çekecekti. Yeni Başbakan’lı hükümetin kurulması Kasım ayında gerçekleşse de ne gerçek anlamda bir “Birlik Hükümeti” ne de diğer konuların hiçbiri gerçekleşmedi. Anlaşma çok kısa sürdü ve değişik güçlerin içinde yer aldığı çatışmalar giderek yoğunlaştı. Aden’de Güney Yemen’in bağımsızlığı için onbinlerce insan yürüyüş gerçekleştirdi. “İslam Devleti”nin üzerlendiği ve Husi’lerin gittiği camilere yönelik intihar eylemleri yaşandı, Husi’ler de giderek daha çok yerleşim alanında kontrolü ele geçirdi. Bu dönemde yaşanan çatışmalarda ve intihar eylemleri sonucu onlarca kişi öldürüldü. Husi’lerin Sanaa’yı kontrol altına alması sonrasında yaşanan çatışmalarda eski Devlet Başkanı Salih’in oğlunun komutanlık ettiği ordunun bir kesimi de Husi’leri destekleyen güç olarak gündeme geldi. Buna bağlı olarak Kasım ayı başında BM, Husi liderlerinden ikisinin ve Salih’in banka hesaplarına el koyma kararı aldı. Salih yanlıları aynı zamanda parlamentoda da yeni hükümetin programının onaylanması için öngörülen oylamayı engellediler. Böylece 2014 yılı sonuna gelindiğinde kriz giderek derinleşti. 17 Ocak 2015 tarihinde yeniden Anayasa konusunda tartışmalar kızıştı, Husi Milisleri Başkan hadi tarafından Anayasa’yı hazırlamakla görevlendirilen
dece Suudi Arabistan’ın doğrudan saldırıya uğraması durumunda Suudileri destekleyeceği konusunda karar aldı. ABD ve İngiltere ilk başta desteklerini ilan ettiler, ardından da doğrudan savaşın içinde oldukları ortaya çıktı. Türkiye de Yemen’e saldırıyı selamladı. 26 Mart’tan bu yana savaş sürüyor. Kimi insan hakları örgütlerinin ve BM’nin açıklamalarına göre yüzlerce insan öldürüldü, 2000’e yakın insan yaralandı. 100.000’den fazla insan da göç, kaçış yollarında! Savaş, hem ulusal, hem de uluslararası, hem bölgesel hem de etnik, dini yanları olan bir savaş görünümündedir. BM, Başkan Hadi’nin yeniden koltuğuna oturması için karar aldı ve Husi’lere karşı yaptırımları gündeme getirdi. Bu dalaşta öne çıkan önemli bir nokta da İran’a karşı tavırlardır. İran’ın Husi’lere yardım ettiği, onlardan yana tavır takındığı olgudur. Ama bilinmeyen şey, bu yardımın somutta ne olduğu, ya da Husi’lerin İran tarafından kışkırtılıp kışkırtılmadığıdır. İran resmen bunu reddetmektedir. İran temsilcileri yalan söylese de, Hadi’den yana olan ve anda Yemen’i bombalayan, kara harekatını da gündeme getiren güçlerin; ve bu güçlerin arkasındaki emperyalistlerin İran’dan özde farkları yoktur. Hepsi de diğerini suçlayarak sahtekarlık yapmaktadır. Hiçbir emperyalist, gerici yerel gücün Yemen’e müdahale hakkı yoktur! Şii ve Sünnilik kullanılarak bölgede mezhepsel çatışmalar körüklenmekte ve körükledikleri çatışmaları da bölgeye daha fazla müdahale etmek için kullanmaktadırlar. Özetle aktardığımız gelişmeler bölgede yeni bir temsilci/taşeron savaşına dönüşen ve daha uzun yıllar Yemen’e barışın uğrayamayacağına işaret eden gelişmelerdir. 24 Milyon kadar nüfusun yaklaşık %60’ının açlık sınırında olduğu ve acil yardıma ihtiyaç duyulduğu bir ülkede, savaşın durumu daha da berbat edeceği, yüzbinlerin göç yollarına düşeceği ve savaş sürdükçe binlerce insanın savaşa kurban gideceğini tespit etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Emperyalistlerin en büyük sahtekarlıklarından biri de bölgenin en gerici barbar unsurlarıyla işbirliği yapıp onlar üzerinden kendi çıkarlarını koruduğu yerde “demokrasi”den, “insan hakları”ndan bahsetmeleridir! Öyle ya da böyle Yemen’deki savaş, kargaşa ve çatışmalar önümüzdeki dönemde dikkatimizi daha fazla çekeceğe benziyor. Gelişmeleri takip edip göreceğiz! 16.04.2015
panorama
sorumlu kişiyi (Ahmed Awad bin Mubarak) kaçırdı ve 19 Ocak 2015 tarihinden itibaren Husi Milisleri Başkan Hadi’yi devirmek için Başkanlık Sarayı’na saldırıya başladı. Kısa süreli çatışma sonrasında ayın 20’sinde Saray’ı ele geçirdiler. Hemen ardından Kasım ayında Husi’lerin de onayını alan Başbakan Bahah’ın bulunduğu Başbakanlık binası sarıldı. Ev hapsine alınan Başkan Hadi’nin Anayasa değişikliği sözü vererek Husi’lerle anlaştığı haberi 21 Ocak’ta yayınlandı. Husi’lerin de buna karşılık olarak Hadi’nin evine yönelik kuşatmayı kaldıracağı ve kaçırılan Mubarak’ı serbest bırakacağı belirtildi. Gelişmelerin hızına haber ajansları da zor yetişiyordu! 22 Ocak’ta Başkan Hadi ve Hükümet istifa ettiklerini açıkladılar. Böylece Sanaa’da kontrol tümüyle Husi’lerin eline geçti. Husi’ler parlamentoyu feshedip yerine 551 üyeden oluşan geçici bir “Ulusal Konsey” oluşturduklarını, Başkan Hadi yerine de beş (5) kişilik bir “Başkanlık Konseyi” atadıklarını ilan ettiler. Sözkonusu konsey iki seneliğine görev yapacak ve bu “geçiş süreci”nde yeni Anayasa oluşturularak seçimler yapılacak... Bu gelişmelere paralel olarak Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Umman’ın üyesi olduğu “Körfez İşbirliği Konseyi” (KİK) BM’den acil toplantı talebinde bulundu. 21 Şubat’a gelindiğinde ise istifasını açıklayan Başkan Hadi’nin ev hapsinden kurtulup Aden’e kaçtığı haberi medyaya yansıdı. Hadi Aden’e gittikten sonra istifasını geri aldı ve geçici olarak Aden’i Başkent ilan etti. Aden’e gitmek de Hadi’yi kurtarmaya yetmedi. Husi Milisleri Aden’de de saldırıya başladı. Kimi emperyalist devletler elçiliklerini yeniden kapatıp vatandaşlarını Yemen dışına çıkarmaya çalışırken, ABD emperyalizmi askeri üssünü de boşalttığını ve 100 kadar “elit” askeri gücünü tahliye ettiğini açıkladı. Husi’lerin bu askeri üssü ele geçirmesiyle de önemli oranda silahın ve gizli askeri bilgilerin de Husi’lerin eline geçtiği yazıldı. Husi’lerin Aden’e de saldırmalarına bağlı olarak Başkan Hadi dış güçlerden yardım talep etti. 26 Mart’a gelindiğinde Hadi Suudi Arabistan’a kaçmış ve Suudi Arabistan önderliğindeki kimi Arap devletlerinin oluşturduğu ittifak, “Kararlılık Fırtınası” adını verdiği harekatla Husi Milislerini bombalamaya başlamıştı. Sözkonusu ittifakta ilk açıklamaya göre 10 devlet yer alıyordu. Bunlar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Mısır, Fas, Ürdün, Sudan ve Pakistan’dır. Daha sonra Pakistan Parlamentosu savaşa katılmayacağına, sa-
59
✒ röportaj
“SADDAM’A YARDIM EDENLER, GÖZ YUMANLAR, SES ÇIKARTMAYANLAR DA BU KATLİAMIN SUÇ ORTAĞIDIR.” HALEPÇE KATLİAMINI DÜNYAYA DUYURAN RAMAZAN ÖZTÜRK İLE RÖPORTAJ Altı bine yakın insan hayatını kaybetti. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivil insanlardı. Evlerinde günlük yaşamlarını sürdürürken, çocuklar sokaklarda oynarken 5 çeşit zehirli gazla öldürüldüler. Binlerce insan da yaralı kurtuldu. Kimyasal gazlar kimi insanın gözlerini, kiminin ciğerlerini, kiminin derisinde önemli ölçüde etki bıraktı. Yaralıların bir kısmı belki hastanelerde tedavi gördü ama sonraki yıllarda ölmeye başladılar.
1986,İran-Irak Savaşı. Basra Cephesi
60
Bahçelievler HDP ilçe örgütünün Halepçe katliamı için bir anma toplantısı yapacağını duyunca, her yıl yapılan anmalar gibi olacağını düşündüm. Panelistin Ramazan Öztürk olduğunu öğrenince, katliamın tüm detaylarını onun ağzından dinlemek için panele katıldım. Ramazan Öztürk, Halepçe katliamını dün-
yaya duyurmuş bir savaş muhabiri. Katliamın sebeplerini, asıl suçlularının kim olduğunu da iyi bilen ve bunu da dünya kamuoyu önünde açıkça dile getiren bir gazeteci. Birçoğumuz Halepçe katliamında katledilen çocukları, kadınları onun objektifinden gördük. Ama ne onu yeterince tanıyoruz, ne de Halepçe katliamının gerçeklerini! Katliamın boyutlarını biliyoruz dememize rağmen, toplumun çoğunluğunun yanında devrimcilerin de (büyük çoğunluğu) yaşananları bilmiyor. Halepçe katliamını birkaç kitaptan, internette yalan yanlış dolaşan fotoğraflardan, Şiwan Perver’in bir stranından veya her yıl sessiz geçen anmalardan biliyoruz. Türkiye halkları milliyetçiliğin etkisiyle katliamlara zaten sessiz kalıyor! Kuzeyli Kürtler olarak bizler ise az önce belirttiğim ‹bilmelerin› ötesine gidemiyoruz. Sadece Kuzeyli Kürtlerin değil Güneyli, Rojavalı veya Doğu Kürdistanlı Kürtlerde de aynı “rahatlık” söz konusu. Katliamın asıl sorumlularıyla hesaplaşılmadı. Hatta acı olan ise Güney Kürdistan’ın ABD ve diğer batılı emperyalist güçler ile ittifak halinde olmasıdır. Asıl katiller ile el ele kol kola yürüyorlar. Tarih elbet onlardan da hesap soracaktır! Panelde Ramazan Öztürk, aradan yıllar geçmesine rağmen o yılların tanıklığını aktarırken boğazı halen düğümleniyordu. Katledilen çocukların, anne-
✒ röportaj
rejimi ölümlerin baş sorumlusu olduğu kadar ona kimyasal silah desteği sağlayan ve destek veren suç ortağı Batılı emperyalistlerdir! Onlar da yargılanmadan, hesap sorulmadan Halepçe’nin hesabı sorulmuş sayılmaz!
Ramazan Öztürk kimdir?
Ramazan Öztürk Halepçe’de
lerin cansız bedenleri gözlerinin önüne geldiğinden hiç kuşku yoktu. Ramazan Öztürk, katliamın olduğu günlerde oradaydı ve fotoğrafları çekerken bombardımanın devam etmesi ölümle yüz yüze iken bir an bile tereddüt etmeden katliamın duyulmasını sağladığı akıllarda tutulmalıdır. Sadece bir gazeteci mantığı ile değil insan olmanın sorumluluğu ile hareket ettiği de tartışmasız bir olgudur. Panel sonrası kendisi ile kısa bir sohbetten sonra YDİ ÇAĞRI ve okurları için röportaj önerimi geri çevirmedi. Halepçe katliamı ve Ezidi halkı üzerine kendisi ile bir röportaj gerçekleştirdik. Ramazan Öztürk, röportajda okuyacağınız gibi bir kez daha Halepçe’nin gerçek katillerine dikkat çekiyor. Röportaja geçmeden önce bir yanlışı da düzeltmek de fayda var. Sosyal medya ve birçok haber sitesinde çocukların elma kokusuna giderek öldükleri vb. deniliyor. “Daye Behna Seve Te”(Anne elma kokusu geliyor) diyerek olaya ne kadar yabancı olduğumuzu gösteriyor. Halepçe’ye atılan kimyasal bombaların ardından etrafa ÇÜRÜK ELMA KOKUSU yayılmıştır. Gaz öyle kokmaktadır. Halepçeliler ise o günü Bomba Yağan Gün olarak tanımlıyor. Savaşta binlerce Kürdistanlı öldü. Katledilenlerin büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardı. Çocuklar evin avlularında oynarken bir anda öldüler! Saddam’ın uçakları önce bilinçli olarak kimyasal atmıyor. İnsanların kaçmasına da fırsat vermemek için bombaları atıp ev camlarının kırılması sağlanıyor. Ardından kimyasallar atılıyor ve katliam başlıyor. Burada asıl amaç bölgede bir soykırım yapmak ve Kürt varlığına son vermek! Altı bine yakın insan orada katledildi. Sonradan ölenlerin sayısı elli bine yakın! Saddam
Ramazan Öztürk, 1956 yılında Malatya’da dünyaya geldi. 1975 yılında aktif gazeteciliğe başladı. Günaydın, Sabah, Star, Yeni Binyıl gazetelerinde muhabir olarak görev aldı. 2004-2010 yılları arasında TRT’de Kırılma Noktası adıyla Haber Belgeseli hazırladı ve sundu. 108 ülkede savaşın insanlar üzerinde açtığı derin yaraları anlatan 108 belgeseli yayımlandı. Kosova savaşını, Bosna savaşını, Körfez savaşını, İran-Irak savaşını, Rus-Çeçen savaşını gözlemledi. İrlanda da IRA ve liderleri ile röportajlar yaptı. Pakistan, Lübnan, Azerbaycan, Ermenistan’daki olayları yakından izledi. Saddam rejimi ile Kürtler arasındaki savaşları yakından izledi. Halepçe katliamını belgelediği “Sessiz Tanık” fotoğrafı dünya çapında birçok ödül aldı. Ramazan Öztürk gazetecilik yaşamı boyunca birçok önemli kişi ile röportajlar yaptı. Birçok savaşta savaş muhabiri olarak savaşın yarattığı yıkımları dünyaya duyurdu. 1995 yılında Sessiz Tanık isimli kitabını yayımladı. YDİ Çağrı: Siz dünyanın birçok noktasında yer alan savaşlara, savaş muhabiri olarak katıldınız. Gözlemlerin yanı sıra birçok olayı dünya kamuoyuna duyurdunuz. Halepçe’nin diğerlerinden farkı neydi ya da diğerlerinin Halepçe’den farkı neydi? Ramazan Öztürk: Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun savaşların hepsi pistir ve kirlidir. Bu pis savaşlar devam ettikçe daha çok kirlenirler. Tarihe baktığımızda çok uzun ya da kısa süren savaşlar vardır. Bütün savaşlar eninde sonunda bitiyor. Yani insanların konuşarak, tartışarak halledemedikleri, ya da hırs uğruna, ihtiras uğruna, kibirlilik uğruna, eline geçirdiği gücü kaybetmeme ve çıkar uğruna başlattıkları savaşların hepsinin bir sonu vardır. Yıllarca birbirlerini acımasızca öldüren taraflar bir süre sonra masaya oturuyor ya da oturmak zorunda kalıyor ve barış imzalanıyor, ama savaş insan hayatında bitmiyor. Yani kirli ve acımasız savaşların insan bedeninde ve ruhunun derinliklerinde bıraktığı izler, nesiller boyu devam ediyor. Dolayısıyla bu noktadan baktığımızda savaşların sonuç itibariyle birbirlerinden bir farkı yok. Sadece kullanılan yöntemler farklı
61
✒ röportaj 62
olabiliyor. Ben dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan savaşları bir savaş muhabiri olarak izledim. Hepsinde gördüğüm şey; insanın ne denli tehlikeli olduğuydu. İnsanın içinde taşıdığı acımasız duygular öne çıktığı zaman nasıl bir akıl tutulması yaşadığını ve neler yapabildiğini gördüm. İran-Irak Savaşı bunun en canlı örneğidir. Düşünün, İran İslam Rejimi yıkılsın diye sudan sebeplerle çıkartılan savaş 8,5 yıl sürdü. İki taraftan da yüzbinlerce insan öldü. Saddam Rejimini destekleyen Batı Dünyası sınırsız yardım yaptı. Kimyasal silahların üretilmesinde müdahil oldu. Çeşitli ülkeler, üretimde kullanılan ham madde, mühendislik ve araç gereçler konusunda yardım gönderdi. Saddam Rejimi ürettiği kimyasal silahlarla İran’a saldırdı. Bu saldırılar yıllarca sürdü. On binlerce sivil-asker insan kimyasal silahlar nedeniyle hayatını kaybetti. Dünya gözünü, kulağını kapatıp üç maymunu oynadı. İran konuyu BM’de gündeme her getirdiğinde kimse ciddiye almadı. Saddam bu kez cephelerde yenilgi almaya başlayınca kimyasal silahları daha çok kullandı. Diğer yandan Kürdistan Peşmergeleri üstünlük kazanıp bazı yerleşim birimlerinin denetimini ele geçirince Saddam Rejimi, hiç çekinmeden Halepçe’ye kimyasal bombalar yağdırdı. Dünya yine üç maymunu oynadı. Sanki böyle bir katliam yaşanmamış gibi davrandı. Saddam’ı desteklemeye devam etti. Ne zaman ki Saddam sahiplerini dinlemedi işte o zaman işler tersine döndü. Kuveyt’in işgali ile birlikte Saddam Rejiminin ne kadar kötü bir rejim olduğu dillendirildi. En büyük belge de Halepçe Katliamı oldu. Orada çektiğim ve bütün dünyanın bildiği fotoğraflar bir anda dergi ve gazetelerde, televizyonlarda Saddam’ın suç delili olarak yayımlandı. 10 ay önce olan Halepçe katliamı, sanki yeni gerçekleşmiş gibi gündeme oturdu. İşte ikiyüzlülük, işte menfaatler söz konusu olduğunda insan hayatının nasıl değersizleştiğinin kanıtı. İşte bölge ülkelerinin ve dünya ülkelerinin bir kısmının Kürtlere bakışı… Mesela, Ruanda’da olup bitenlere normal bir insan olarak inanmak mümkün değil. Ama orada 90 günde 2 milyon insan tüm dünyanın gözleri önünde katledildi. BM müdahale etmedi. Bosna’da aynı şeyler yaşandı. Sonunda müdahaleler oldu ama iş işten geçtikten sonra… Ne acıdır ki Halepçe’de iş işten geçtikten sonra bile müdahale olmadı. 1’nci körfez savaşı Kürtleri kurtarmak için değil, Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmak için yapıldı.
YDİ Çağrı: Halepçe katliamına gerekli tepki gösterile bilinseydi ne olurdu? Ramazan Öztürk: Şayet o zamanlar Halepçe katliamı için gerekli tepki gösterilebilseydi, sonraki yıllarda diğer ülkelerdeki katliamları yapanların cesareti bu kadar fazla olmazdı. Kolay kolay cesaret edilmezdi belki. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün ama sayfalara sığmaz. Halepçe’nin diğerlerinden farkı, binlerce çocuk kadın ve yaşlılardan oluşan 6 bine yakın sivil insanın, BM tarafından kullanılması yasak olan zehirli gazlarla öldürülmesidir. Kürtler, Ortadoğu’nun Müslüman halklarından biridir. Her 4 ülkede milyonlarcası yaşıyor. Kürtlerin yaşadığı ülkeler başta olmak üzere, İslam âlemi de böylesine korkunç bir katliama karşı sessiz kalmayı tercih etti. YDİ Çağrı: Halepçe’ye gidişiniz ve çalışmalarınız nasıl oldu? Orada neler olduğunu bir kez daha sizden öğrenebilir miyiz? Ramazan Öztürk: Bölgeyi iyi biliyordum. Çünkü 10 ay kadar önce Bağdat’tan kaçıp Kürdistan’a geçmiştim. Talabani’ye bağlı Peşmergelerin Türkiye’yi protesto etmek için kaçırdığı Türk Teknisyen olayı ile ilgili araştırma yapmak ve orada olup bitenleri belgelemek için. Biliyorsunuz o dönemde Türkiye daha çok Saddam Rejimini destekliyordu. Türk şirketlerinin bazıları Irak’ta büyük işler almışlardı. Bunlardan biri de ENKA Holding. Peşmergeler, ENKA’nın Süleymaniye yakınlarındaki Taşluca ilçesinde çalıştırdığı Çimento Fabrikasını basarak Türk Teknisyeni kaçırmıştı. Ben Talabani’ye ulaştım ve teknisyeni alıp haftalarca dağlardan yürüdükten sonra önce İran’a, sonra da Türkiye’ye giriş yaptım. İki ay süren bu tehlikeli macera çok uzun ve detaylı olduğu için burada değinmiyorum. Yabancı ajanslardan geçen küçük bir haberde Saddam Rejiminin Halepçe ve çevresinde kimyasal silah kullandığı belirtiliyordu. Ben o bölgede olduğum dönemde de kimyasal ve napalm atıldığına tanıklık etmiştim. Eğer ajanstan gelen haber doğruysa büyük bir katliam olmuş demektir, diye düşündüm ve hemen yola çıktım. İran üzerinden Halepçe’ye vardım. YDİ Çağrı: Sizi oraya İranlılar götürdü. İran ve Türkiye’nin Halepçe’ye yaklaşımları nasıldı? Ramazan Öztürk: İran’ın yardımı olmasaydı hiçbir gazeteci ya da yardım kuruluşu Halepçe’ye ulaşamazdı. İran, savaşın çıktığı ilk yıllardan itibaren
Saddam Rejiminin kimyasal kullandığını dünyaya anlatmaya çalışıyordu, ama kimseyi inandıramıyordu. Halepçe bir fırsattı, o yüzden kapılarını açtı. Hem gazetecileri götürdü, hem de yaralıları kendi hastanelerinde tedavi ettirdi. Kısacası o dönemde Kürtlere yardım eden tek ülke İran’dı. Türkiye’ye gelince; Batı, Saddam Rejimine kayıtsız destek verdiği için Türkiye de farklı davranmak istemiyordu. Ayrıca Türkiye ile Saddam Rejiminin ortak bir noktası vardı, Kürtler. Türkiye’nin de Kürt sorunu vardı ve kendi Kürtleriyle çatışması devam ediyordu. Dolayısıyla Saddam’a daha yakın durmasının nedenlerinden biri de buydu. İran ile ilişkilerini kesmemişti ama çok da iyi sayılmazdı. Karşılıklı mesafeli duruyorlardı. YDİ Çağrı: Savaşın çıkış sebebini gelinen aşamada siz nasıl yorumluyorsunuz? Ramazan Öztürk: Baştan söylediğim gibi çıkış sebebi İran İslam Devrimini yıkmaktı. Şat Ül Arap Suyolu üzerindeki anlaşmazlıktan, yani sudan bir sebep yaratılarak savaş çıkartıldı. Ancak Batı’nın hesapları çarşıya uymadı. Sandılar ki rejim değişikliği yaşayan ve siyasi iç çatışmaların sürdüğü İran’a, Irak saldırırsa, kısa sürede rejim yıkılacak. Bu bir yanılgıydı. İran derin bir kültüre ve geleneğe sahiptir. Kendi aralarında kavgalı olsalar bile ülkelerine karşı bir saldırı söz konusu olduğunda, problemlerini bir kenara bırakıp birlik olurlar. Nitekim de öyle oldu. Cephede ölen askerlerin Tahran sokaklarında dolaştırılan her tabutu, binlerce yeni gönüllünün ölmek için cepheye gitmesini sağladı. Gerçekleştiği ilk zamanlarda bir hayli zorlanan İslam Rejimi, bu kez daha çok güç kazanmaya başladı. Her fırsatta vatanın savunmasını öne çıkaran konuşmalar yapan mollaların elini kolaylaştırdı. Kısacası İslam Rejiminin bitirilmesi için çıkartılan sa-
röportaj
Halepçe Sessiz Tanık fotoğrafından
✒
vaş, o rejimin daha çok güçlenmesine, daha çok kök salmasına neden oldu. Ve bu nedenledir ki hala güçlü bir şekilde ayakta duruyor. Bu da savaşın başka bir sonucu! YDİ Çağrı: Saddam’ın Halepçe katliamı yapmasında temel neden neydi? Ramazan Öztürk: Saddam Rejimi kaybetmeye tahammül edemiyordu. Bir yandan İran karşısında zayıflıyordu. Çünkü Irak askerleri istekli savaşmıyordu. Zorla cepheye sürülen ve dönüşü olmayan bir yola sokulan askerler, davaya inanmıyorlardı. Bu nedenle Irak Ordusu güç kaybediyordu. İran, Saddam Rejiminin kimyasal silahlarına rağmen üstünlük kazanıyordu. Kürt Peşmergeleri de bölgelerinde üstünlüğü ele geçiriyorlardı. Saddam Rejimi zaten Kürtleri soykırım yaparak toptan yok etmeyi planlıyordu. Enfal operasyonu bu amaçla planlanmıştı. Kürtleri kökünü kurutmayı kafasına koymuştu. Kimyasal atarak çocuk, kadın, yaşlı- genç, sivil-asker ayırımı yapmadı. Bazıları hala soykırım demiyor ama bana göre bunun adı soykırımdır. Halepçe’de binlerce insan hala kimyasalın etkisinden dolayı hasta. Binlerce kadın-erkek kısır, çocukları olmuyor. İşte size soykırım! YDİ Çağrı: Halepçe katliamında ölü sayıları arasında belirsizlik olduğunu söyleniyor. Bu ne kadar doğru? Ramazan Öztürk: Altı bine yakın insan hayatını kaybetti. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivil insanlardı. Evlerinde günlük yaşamlarını sürdürürken, çocuklar sokaklarda oynarken 5 çeşit zehirli gazla öldürüldüler. Binlerce insan da yaralı kurtuldu. Kimyasal gazlar kimi insanın gözlerini, kiminin ciğerlerini, kiminin derisinde önemli ölçüde etki bıraktı. Yaralıların bir kısmı belki hastanelerde tedavi gördü ama sonraki yıllarda ölmeye başladılar. Hala da ölümler devam ediyor. Aradan yıllar geçse de kimyasal gazların etkisi ortaya çıkabiliyor. Kısır olanların soyu kuruyor. Diğerleri de zaman içinde hayatını kaybediyor. İran’da resmi kayıtlara geçmiş 100 bin kimyasal mağduru var ve bunlar da zaman içinde ölüyorlar. YDİ Çağrı: Siz daha sonra Halepçe’ye tekrar döndünüz ve Halepçe katliamı üzerine belgesel de yaptınız. Geri döndüğünüzde neler oldu? Ramazan Öztürk: Katliamdan sonra yani Mart 1988’den sonra sayısız defa Kürdistan’a gittim.
63
✒ röportaj Kürt göçü Türkiye Sınırı
Halepçe’nin çok yakınına da gittim ama bir türlü şehri ziyaret etme cesaretini gösteremedim. Çok etkilenmiştim ve etki devam ediyordu. Nasıl söylesem bilmiyorum ama içimden bir ses ‘gitme’ diyordu. Çünkü gördüklerimin bende bıraktığı etki devam ediyordu. Belki de buydu beni engelleyen. Sonra Kimyasal Ali’nin yargılandığı mahkemeye tanık olarak çağrıldığımda, gitmeye karar verdim. Yani 21 yıl sonra ilk kez gittim ve bir belgesel hazırladım. Halepçe Belediye başkanı ve diğer tüm yöneticilerle Halepçe Halkı törenlerle karşıladı. Çok sıcak bir karşılamaydı. Halepçe girişinden itibaren elleri çiçeklerle dolu insanlarla birlikte şehre girdik. Hayatımın en önemli anıydı. Çok anlamlıydı ve müthiş duygusal bir an yaşıyordum. Benim için tarihi bir gündü. Onlarla birlikte şehitliğe gittik. Birlikte ağladık. Sonraki günlerde şehri dolaştım halkla konuştum. O günü yeniden yaşadım. 16 Mart 1988’de gökten zehirli gazlar yağdığında, insanlarla birlikte tüm canlıların öldüğü, çiçeklerin bile solduğu, yaşam belirtisinin kalmadığı Halepçe’de yeniden başlayan yaşam devam ediyordu. Sokaklar insan kaynıyordu. Yine çocuklar, yine kadınlar, genç kızlar ve yaşlı insanlar vardı. Kendi kendime şöyle düşündüm, ölüm ve öldürmek üzerine kurulan veya kurulmak istenen hiçbir rejimin ömrü bir insan ömrü kadar uzun sürmüyor. Öldürüp yok edeyim derken kendisi yok oluyor. Mazlum insanlar yeniden doğuyor ve yaşam devam ediyor.
64
YDİ Çağrı: Yıllar geçmesine rağmen bölge ile ilişkileriniz devam ediyor mu? Gidiş gelişlerinizde gözlemleriniz neler? Ramazan Öztürk: Elbette devam ediyor. Halepçe’nin benim hayatımda çok önemli ve özel bir yeri var. Çok sık gidiyorum. Çok sayıda dostum arkadaşım yaşıyor orada. Hayatımı kurtaran Peşmergeler
artık emekli olmuş oradalar. Kimi gözünü, kimi elini kaybetmiş. Onlarla dostluğum devam ediyor. Ancak Halepçe katliamının yeterince anlatıldığına inanmıyorum. O gün yeni doğmuş, ama bugün birer genç olan binlerce insandan, olayın neden ve nasıl olduğunu bilen çok az kişi var. Yılda bir kez klasik bir anma ile böylesine korkunç bir katliamı geçiştirirseniz sonucu da bu olur. Halepçe Hiroşima’dan sonraki en büyük katliamdır. Bir soykırımdır. Çok daha geniş bir perspektiften ele alınmalıdır. Çok toplantılar yapılmalı. Sinema filmleri çekilmeli. Dünyaya daha iyi anlatılmalı, daha çok konuşulmalı ki 1988’in 16 Mart’ında orada ne olduğu, kimlerin bu katliama nasıl katkı sunduğu, kimlerin gözlerini ve kulaklarını kapattığı iyi anlaşılsın. İyi anlaşılsın ki, biz insanların yaşadığımız bu dünyada neleri yıktığımızı, neleri yok ettiğimiz iyi bilinsin. Bilinsin ki insanlık bir ders alsın ve bir daha Halepçeler olmasın. YDİ Çağrı: Kürdistan’da katliamlar bitmiş değil. Halen sürmekte olan bir Şengal katliamı var. Ezidi halkını anlatan belgesel de yaptınız. Kimdir Ezidi’ler, neden bu kadar katliama maruz kalıyorlar? Ramazan Öztürk: Şengal’e 2010 da gittim ve güzel bir belgesel hazırladım. Türkiye’de Ezidiler üzerinde çekilmiş ilk belgeseldir. Sadece Şengal değil, Kutsal Laleş Vadisi’nin bulunduğu Şeyxan ve çevresinde de çekimler yaptım. Ezidilerin hacı oldukları, Çarşema Sor ve Cemma Bayramlarını kutladıkları Laleş’te bir hafta onlarla çalıştım. Baba Şeyh’in misafiri olarak ekibimle birlikte evinde kaldık. 45 dakika süreli belgesel Kürtçe ve Türkçe olarak ulusal televizyonlarda yayımlandı. Ancak bir gerçek var ki Ezidileri tanımıyoruz. Bu belgeseli yaptığım güne kadar Türkiye’de Ezidilere ‘Yezidiler’ deniliyordu. Yani başka anlamlarla karıştırılıyordu. Bu nedenle iyi tanımak gerekiyor Ezidileri. Her yıl Nisan ayının 13’ünden sonrasına denk gelen ilk Çarşamba gününden başlayan ve bir hafta süren kutsal Çarşema Sor (Kırmızı Çarşamba) Bayramını coşkuyla kutlayan Ezidiler, bu yılı vatanlarından uzakta acı ve gözyaşları içinde geçiriyorlar. Ezidiler Çarşema Sor›u, evrenin oluşumunu tamamlandığı son gün, yaşamın başladığı ilk gün olarak kabul ederler. Ezidiler bu nedenle yeni yıla giriş bayramı olarak da kabul ettikleri Çarşema Sor, dünyanın her yerindeki Ezidiler tarafından büyük bir coşku ve sevinçle kutlanır. Peki, diğer inançlara ait toplumlar tarafından çeşitli yakıştırmalarla tanım-
YDİ Çağrı: Ve şimdi de 77. katliamı yaşıyorlar! Ramazan Öztürk: Şengal’de yaşayanların durumu Şeyhan’da yaşayanlardan biraz daha farklı. Musul ile Kuzey Irak arasında bir tampon bölge gibi duran Şengal, deyim yerindeyse iki arada bir derede kalmış. Şu anki konumu ne Musul’a bağlı, ne de Kürt Federe
röportaj
YDİ Çağrı: En büyük yanılgı nedir? Ramazan Öztürk: Ezidiler hakkında konuşurken (Şeytana Tapanlar, Güneşe Tapanlar, Dinsizler) gibi tanımlar yapılıyor. Oysaki ön yargılardan kurtulup Ezidi halkının gerçekten kim olduğunu ve inançlarını doğru öğrenmemiz gerekiyor. Ben biraz olsun özetlemeye çalışayım: Ezidiler, anayurtları olan ülkelerde gördükleri baskılar sonucu çoğunluğu yıllar içerisinde yurt dışına göç etti. Türkiye’de de durum farklı değildi. Hatta yakın zamana kadar Ezidilerin TC nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde (x) işareti vardı, şimdi bu hane boş bırakılıyor. Ezidiler, gördükleri zulüm ve baskılar yüzünden tarih boyunca kapalı bir toplum olarak yaşamak zorunda kaldılar. Bu yüzden de inançlarını gizlediler. Bugünün Türkiye’sinde Ezidi nüfusu Kelaynakların nüfusundan daha az! Şeyhan Köyü yakınlarında bulunan Kutsal Laleş Vadisi, Ezidilerin hac mekânıdır. Laleş Vadisi’nde hacı oluyor, iki büyük bayramlarını da 6 ayda bir burada kutluyorlar. Yaptıkları her işte, Allah’ın adıyla başlıyorlar. Azazil, yani Melek-ı Tavus’u, Allah’ın elçisi olarak kabul ediyorlar. Güneş’i, hayat kaynağı olması sebebiyle kıble olarak seçiyorlar. Kısacası onların Allah’a ulaşma yolları farklı… Sayıları az kalan Ezidi toplumunda ‘Kast’ sistemi en katı biçimiyle uygulanıyor. Ezidi inancında Laleş Vadisi, dünyanın mayası olarak kabul edilir. Allah dünyayı yaratırken ilk toprak parçasının burada oluştuğuna inanırlar. Onlara göre, Allah’ın Âdem’i yarattığı toprak da Laleş’te akan beyaz suyla çamura dönüştürülmüş. Bu nedenle beyaz çeşmeden akan su kutsaldır ve Laleş’e gelen her Ezidi mutlaka bu sudan içer, çocuklar bu suyla vaftiz edilir. Bu suyu içmek, çıktığı kaynağı gezmek ibadetin bir parçasıdır. Mitolojiye dayandırılan anlamıyla Laleş Vadisi, birçok açıdan Ezidiler için önemlidir. Ezidi inancını yayan Şeyh Adiy’nin Laleş’e yerleşmesi ve ölünceye kadar burada kalması da ayrı bir anlam katıyor. Mesela Arafat denilen dağın en yüksek noktasına çıkıp ateşin etrafında üç kez dönülmesi, Şeyh Adiy’ye duyulan saygının bir ifadesidir. Laleş Vadisi’nde bir de ailelerin yaşadığı evler var. Bu tarihi yerlerde ikamet edenler kendilerini tamamen Ezidilik inancına ve kutsal Laleş Vadisi’ne hiz-
met etmeye adamışlardır. Ezidiler geleneksel giysileriyle dolaşırlar. Orijinleri Kürt’tür ve ayinlerini ana dilleri olan Kürtçe ile yaparlar. Her ne kadar az kalsalar da din ve gelenekleri üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ezidi, “Beni Allah Yarattı” anlamına gelen ‘Ezdan’ kelimesinden türemiştir. Kendilerini dünyada Allah’a inan ilk insanlar olarak tanımlıyorlar. Haklarında verilmiş tarihte bilinen 76 ferman bulunuyor. Ölüme varan baskılardan dolayı kimi din değiştirmiş, kimi de inancını gizlemek zorunda kalmış. Kutsal kitapları Musaf ı Reş, Ezidi inancının mitolojisini, Şeyh Adi tarafından yazılan Kitab ı El Celve ise, bu inancın pratik kurallarını anlatır. Onlar için yeri göğü yaratan Allah’tır. Kâinat var olurken önce meleklerin yaratıldığına inanırlar. İlk yaratılanın Melek-i Tavus olarak sembolleştirilen Azazildir. Azazil, meleklerin efendisi ve en büyüğüdür. Diğer dinlerde ise Melek-i Tavus ‘ŞEYTAN’ olarak adlandırılır. Ezidiler asla o kelimeyi kullanmaz. Melek-i Tavus’tan sonra Derdail, İsrail, Mikail, Şemail, Cebrail ve Nurail’in yaratıldığına inanırlar. Ezidi inancında güneş, Allahın yeryüzüne gönderdiği nur, hayatın kaynağı ve aydınlatan ışıktır. Bu nedenle güneş kutsaldır. Sabah ve akşam namazını kılarken, yüzlerini güneşe çevirirler. Kürtçe dua ederler. Örnek dua: Ya Rabbim sen büyüksün, çok büyüksün. Ölüm vakti gelene kadar kimse senin nasıl olduğunu bilemez. Kavl denilen din adamları toplumunda önemli bir yere sahiptirler. Özellikle fermanlar döneminde yoğunlaşan baskılar yüzünden ibadetlerini gizlemek zorunda kalan halkı, Kavl’lar bilgilendirmiş. Bu dönemlerde Kavlar, inancın kurallarını ezberleyerek ev ev dolaşıp halka anlatmışlar. Kavl geleneği sembolik de olsa hala sürdürülüyor. Bugün bile Ezidi toplumunda 15 yaş üstü insanların önemli kısmı okuma yazma bilmiyor. Nedeni, Saddam döneminde uygulanan baskıcı politika. Çoğu sürülmüş, hapse atılmış, idam edilmiş, köyleri yakılmış. Her evin dramatik bir hikâyesi var.
✒
lanan Ezidiler kim? İşte burada çuvallıyoruz. Çünkü kulaktan dolma yanlış bilgilere dayalı önyargılarımız oluşmuş.
65
✒ röportaj
Bölgesine… Ancak Şengal’in denetimi şimdilik Kürt yönetiminde bulunuyor. Ezidiler bugün de tarihteki 77’nci ölüm fermanlarını IŞİD denilen terör örgütü üzerinden yaşıyor. YDİ Çağrı: Dünya sizin sayenizde Halepçe katliamının belgelerini gördü. ABD’nin Irak işgali sonrası kurulan mahkemelerde Halepçe katliamının emrini veren generaller yargılandı. İlk olarak şunu sormak istiyorum. Bu mahkeme de işlenen suçların cezalarının verildiğini düşünüyor musunuz? Ramazan Öztürk: Biliyorsunuz ki Saddam Hüseyin Halepçe’den dolayı yargılanmadı. İdam ediliş sebebi de başka suçlardan. Yargılanan Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan El Macid ve arkadaşlarıydı. Ben Bağdat Yüksek Ağır Ceza Mahkemesinde görülen bu davanın önemli tanıklarından biriydim. Kimyasal Ali hem Halepçe hem de başka yerlerde işlediği suçlar nedeniyle mahkûm oldu ve idam edildi. Ancak Halepçe meselesi bu davayla bitmedi. YDİ Çağrı: Asıl kim yargılanmalıydı? Ramazan Öztürk: Bence asıl Saddam yargılanmalıydı. İnanıyorum ki Saddam yargılanmış olsaydı mahkemede şu şekilde bağırıp şov yapacaktı: Ey beni yargılayan Batı dünyası, siz değil miydiniz ki sırf İran İslam Rejimini yıkayım diye her türlü desteği verenler. Kimyasal silah üretmem için bana her türlü ham maddeyi, hatta mühendisler gönderenler. Bu silahları üretip yıllarca cephelerde İran’a karşı kullandığımda gözünü kulağını kapatan, ses çıkartmayan siz değil miydiniz? Ben her yaptığımı desteklediniz, eleştirmediniz ‘devam’ dediniz. Halepçe’ye kimyasal atılması için emir verdiğimde gerçekleşen katliam sonrasında yine sessiz kalan, görmezden gelen siz değil miydiniz? 10 ay neden sustunuz? Neden artık sizi dinlemeyip Kuveyt’i işgal ettiğimde bir anda Halepçe’yi hatırladınız? Yaptığınız ikiyüzlülük değil mi? Neden şimdi ses çıkarmıyorsunuz? Bu durumda sizler de suç ortağım olmuyor musunuz? Sizlerin de şimdi yanımda bu salonda ya da uluslararası bir mahkemede sanık sandalyesinde yargılanmanız gerekmiyor mu? Bence Saddam’a yardım edenler, göz yumanlar, ses çıkartmayanlar da bu katliamın suç ortağıdır. Tarih önünde hesap vermeliler.
66
YDİ Çağrı: Kimyasal Ali’nin mahkemesinde tanık olarak bulundunuz. Duruşmayı anlatabilir misiniz? Ramazan Öztürk: Kimyasal Ali, sanırım ülkesinde
gözünü kırpmadan katliamlar yaparken bir gün sanık sandalyesinde hesap vereceğini hiç düşünmemişti. O ve onun gibiler, Saddam’ı tanrılaştırmışlardı. Bir yandan korku diğer yandan koşulsuz itaat… Güçten yana güçlü konumda olmak. Her türlü ayrıcalıktan ve menfaatten yararlanma zaafı. Güç zehirlenmesi ve kibir. Kendinden olmayanları ya da taptıkları diktatörün düşman gördüğü toplumun veya siyasi hareketin ya da kişilerin yok edilmesinin kutsal bir görev olduğuna inanma. Tüm bunlar gözlerini kör etmişti. Bu bakımdan yaptıkları her kanunsuzluk onların yanında hak gibi algılanıyordu. Yılardır O rejimin her yaptığı yanında kar kalmıştı. Ancak her gücün, her iktidarın, her diktatörlüğün bir sonu var. Mutlaka bir yerde yanlış yapıyor ve bir kere tökezledi mi o güne kadar destek aldığı güçler tarafından tekmeyi yiyip yere kapaklanıyor. Onların da sonu bu oldu. Duruşmaya 40’dan fazla fotoğraf sundum. O fotoğrafları çektiğim makinamı da mahkemeye götürmüştüm. Mahkeme heyeti de sanıklar da bazı fotoğrafları ilk kez görüyorlardı. Hâkimler ağladı. Kimyasal Ali, donuk gözlerle dijital ortamda ekrana yansıyan fotoğraflara kitlenmişti. Salonda bir sessizlik vardı. Sadece ağlayanların hıçkırıkları duyuluyordu. Herkes çok etkilenmişti. Sonra mahkeme başkanı neler gördüğümü sordu. Ben de tanıklıklarımı anlattım. YDİ Çağrı: Kimyasal Ali’ye katliam ile ilgili bir soru sordunuz mu? Ramazan Öztürk: Ben değil ama Kimyasal Ali sorular sordu bana… Hangi sıfatla Halepçe’de bulunduğumu, benimle birlikte orada bulunan Amerikalı bir gazetecinin adını söyleyerek, onu tanıyıp tanımadığımı, o gazetecinin bir Amerikan gazetesinde, Halepçe ile ilgili yazdığı makaleyi okuyup okumadığımı, o makalede kimyasalın İran tarafından gerçekleştirildiğinin yazıldığını iddia etti. Benim de cevabım şu oldu: Ben bir gazeteci olarak orada bulunuyordum. Savaş muhabiriyim ve böyle bir olayı dünya kamuoyuna duyurmak gazetecilik görevimdir. Söylediğiniz gazeteciyi tanımıyorum. Orada görüp görmediğimi de hatırlamıyorum. Yazmış olduğu makaleyi okumadım. Ancak iddia ettiğiniz gibi bir yazı ise hiç şaşırmadım ama ciddiye de almıyorum. Çünkü Amerika, baştan itibaren Saddam’ı destekliyordu. Halepçe katliamı olduğunda sessiz kaldı. Dolayısıyla Amerikalı bir gazetecinin bir Amerikan gazetesinde Saddam’ı savunan böyle bir makale yazmış olması şaşırtıcı değil. Ancak Aynı Amerika’nın
✒
YDİ Çağrı: Halepçe katliamının Türkiye’de veya Güney Kürdistan’da yeterince anıldığını düşünüyor musunuz? Ramazan Öztürk: Düşünmüyorum. Hep söylediğim gibi yıldönümünden yıl dönümüne yapılan cılız anma toplantıları. Herkes kendi başına ve kendince bir program hazırlıyor. Genellikle 30-40 kişinin sığabileceği salonlarda yapılıyor. O kadar insan bile gelmiyor. Konuyla alakası olmayan konuşmacılar çağrılıyor. Kendilerince internet ortamından bana ait olan ya da yıllar önce çıkardığım kitabımdan alınan fotoğrafların fotokopileri duvarlara asılıyor. Fotoğraflar karmakarışık, soluk çünkü hepsi fotokopi. İşin en acı yanı da internet ortamında dolaşan fotoğrafların hangisinin Halepçe’ye ait olup olmadığını bile bilmeden alıp sergiliyorlar. YDİ Çağrı: Halepçe katliamında var olmayan fotoğraflar mı sunuluyor? Ramazan Öztürk: Mesela gazeteci arkadaşım Mustafa Bozdemir’in yanılmıyorsam Erzurum Depreminde çektiği bir fotoğrafı var. Bir anne depremde hayatını kaybetmiş 4 çocuğuna ait cesetlerin başında ağlıyor. Bu fotoğraf o yıl World Press Photo tarafından ödül almıştı. YDİ Çağrı: Bu hatalar ne gibi sonuçlara yol açabilir? Ramazan Öztürk: Bu fotoğrafı Halepçe’nin fotoğrafı diye kullanmak, hem ayıp, hem Mustafa Bozdemir’e saygısızlık, hem cahillik hem de Halepçe’nin ruhuna aykırıdır. Meseleyi bu tür yanlışlarla küçültmüş oluruz. Defalarca ikaz ettim. Hatta birkaç kez televizyon programlarında söyledim ama insanlar görüp de anlamadıkları bir ruh haliyle her şeyi birbirine karıştırıyor. Bu yıl Mart ayında Malatya Yeşilyurt Belediyesi 27 yıl sonra ilk kez Halepçe’nin yıldönümünde bir anma programı düzenledi. Yuka-
röportaj
çok sayıdaki gazetesi, haber dergisi ve televizyonu benim çektiğim fotoğrafları kullanarak bu katliamın Saddam’ın başında bulunduğu Baas Rejimi tarafından gerçekleştirildiğini savundu. Aynı şekilde dünyanın hemen her ülkesinde yayınlar yapıldı. Aradan bunca yıl geçti Saddam ve Rejimi bir gün bile itirazda bulunmadı, reddetmedi. Peki, siz buna ne diyeceksiniz? O zaman sustu.
Halepçe Katliamı
rıda söylediğim yanlışların hepsi orada da yapıldı. Üstelik alakası olmayan insanlar konuşmacı olarak çağrılmış. Benim fotoğrafım yani bütün dünyanın bildiği Sessiz Tanık fotoğrafı bez afişlere bastırılıp caddelere asılmış fakat Ramazan Öztürk adı yok. Biraz önce bahsettiğim Mustafa Bozdemir’in fotoğrafı sergiye konmuş. Dayanamadım telefon açıp sergiden o fotoğrafı kaldırttım. “Bana neden haber vermediniz, size yardımcı olurdum” dediğim de ise şu cevabı verdiler: Size ait olduğunu bilmiyorduk. Sizin Halepçe ile ilginizden haberimiz yoktu. Düşünebiliyor musunuz? Bir belediye etkinlik düzenliyor, ama dünyadan haberi yok. Şimdi bu durum Kürt çevrelerin çoğunda da böyle. Yani çek fotokopileri as duvara, alakasız iki konuşmacı çağır oldu sana Halepçe anma toplantısı. Şimdi bu mantıkla Halepçe tüm çıplaklığı ile anlatılabilir mi? Kamuoyu aydınlanabilir mi? Ulusal kanallara gelince, 16 Mart geldiğinde, gün içinde telefon açıyorlar, yayına gelir misiniz? Diye. O kadar basite alıyorlar ki ben gidip orada bir dakika içinde Halepçe’yi anlatacağım, bu mümkün mü? Bir de hep aynı soru; ne gördün? Bu yüzden aklıma yatmayan ve inanmadığım davetlere gitmiyorum. Kürdistan’da da durum çok farklı değil. Yani bir şeyi sırf yapmış olmak için yapınca “eğreti gelin” misali oluyor. YDİ Çağrı: Yanıtlar ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. R.Ö: Ben teşekkür ederim… 18.04.2015 (Not: Tüm fotoğraflar Ramazan Öztürk’ün izni ve bir defaya mahsus yayınlanmak üzere tarafımıza gönderilmiştir.)
67
İBRAHİM KAYPAKKAYA BOLŞEVİK MÜCADELEDE YAŞIYOR, YAŞAYACAK!