Ydicagrisayi170

Page 1

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

TEMMUZ/AĞUSTOS 2014/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X170


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu, yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. İlk sayfalarımızı Soma’da yaşanan işçi katliamına ve ardından yaşanan gelişmeleri aktardığımız kapsamlı bir yazıya ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Irak’ta yeni bir mezhep savaşı kışkırtılıyor. Dincifaşist güçlerin Irak’a girdikten sonra uyguladıkları vahşeti hep birlikte izliyoruz. Irak’ta mezhep savaşı kapıda başlıklı yazımızda IŞİD güçlerinin ne yapmak istediklerini ve Türkiye’nin bu gelişmeler ile ilgili yürüttüğü politikanın ne olduğunu ele aldık. IŞİD güçleri ve onu perde arkasından destekleyen güçler Rojava’da katliam yapmaya devam ediyorlar. Sadece katliam değil aynı zamanda ambargo vs. gibi yöntemlerle bölgede yürütülen ulusal demokratik hareketi boğmaya çalışıyorlar. Bunu nasıl yapmaya çalıştıklarını “Kurdistana Rojava’da gelişmeler” başlıklı yazıda bulabilirsiniz. Sadece Rojava’ya yönelik değil Türkiye’de de egemen güçlerin, Kürtlerin demokratik taleplerine yönelik saldırıları devam ediyor. Lice’de karakol yapımına karşı çıkan insanlara vahşi bir şekilde müdahale diliyor. Bu konuyu ele aldığımız “Lice’yi nasıl okumalı” başlıklı yazıyı ilgiyle okuyacağınızı

umuyoruz. Panorama sayfalarımızda Ruanda’da emperyalistlerin de müdahalesi sonucu yaşanan soykırıma ve Mısır’da yaşanan gelişmelere ve başkanlık seçimlerine yer verdik. Türkiye’de “demokratik çözüm süreci” olarak adlandırılan sürecin ardından yürütülen ulusdevlet tartışmalarına bakış açımızı ortaya koyan “Ulus devlet modeli sona mı erdi?” başlıklı yazıyı ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Sayfalarımızın devamında ICOR’un güncel gelişmelerle ilgili yayınladığı açıklamaları siz okuyucularımızla paylaşıyoruz. Bu sayımızda, geçen sayıda birinci bölümünü yayınladığımız Afrika yazısının ikinci ve son bölümünü yayınlamaya devam ediyoruz. Son olarak Yılmaz Güney’in ölümünün 30. yıldönümünde onun savunduğu siyasi görüşlere ve çeşitli çevrelerin Yılmaz Güney’e yaklaşımlarında ortaya koydukları yanlış siyaseti ele aldığımız değerlendirmeyi okuyabilirsiniz. Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle...

YDİ Çağrı Temmuz 2014 ✓

İÇİNDEKİLER GÜNDEM İŞÇİ KATLİAMLARINA KARŞI ÇIKMAK İSTİYORSAK KAPİTALİZME KARŞI ÇIKALIM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 IRAK’TA MEZHEP SAVAŞI KAPIDA!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 KURDİSTANA ROJAVA’DA GELİŞMELER!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 LİCE’Yİ NASIL OKUMALI?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 YENİ KADIN DÜNYASI KADIN EMEĞİNİN SÖMÜRÜSÜNÜN YOĞUNLAŞTIRILMASINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 PANORAMA 20 yıl önce – 20 yıl sonra soykırım!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22

2

Gelişmeler ve başkanlık seçimi!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27 GÜNCEL ULUS DEVLET MODELİ SONA MI ERDİ?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 ICOR 2. DÜNYA KONFERANSI’NIN KAMUOYUNA AÇIKLAMASI . . . . 35 SOMA MADEN İŞÇİLERİ İLE DAYANIŞMA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 HER TÜRDEN SÖMÜRGECİ VE EMPERYALİST SALDIRIYA KARŞI! . . . 38 ROJAVA İLE DAYANIŞMA!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 AFRİKA MERCEK ALTINDA II. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI ÖLÜMÜNÜN 30. YILDÖNÜMÜNDE YILMAZ GÜNEY MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR, YAŞAYACAK! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 170 · Temmuz/Ağustos 2014 • ISSN 1301-692X170 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net


İŞÇİ KATLİAMLARINA KARŞI ÇIKMAK İSTİYORSAK KAPİTALİZME KARŞI ÇIKALIM!

gündem

KAPİTALİZM KADER DEĞİLDİR! KAPİTALİZMİ YIKALIM!

13

Mayıs 2014 Soma’da bir işçi katliamı yaşandı. Resmi rakamlara göre 301 işçi yaşamını yitirmişti. “Takdir-i ilahi”ydi, “bu madenciliğin fıtratında var”dı,“elden bir şey gelmez”di! Soma işçi

Hayır, öyle olmadı: 13 Mayıs günü ilk başta trafo patlaması nedeniyle yaşandığı söylenen katliamın, trafo patlaması ya da göçük nedeniyle yaşanmadığı açığa çıktı. Patronun kesintisiz ve yoğun bir çalışmayı zorladığı, bu nedenle de iş güvenliği önlemlerinin ve kontrollerin ihmal edildiği madende yanma başlamış; bu da yeterli bir havalandırma sistemi olmayan, yaşam odası bulunmayan, yeterli uyarı sistemi olmayan, olanın da çalışmadığı madendeki korkunç katliamı hazırlamıştı. Daha sonra işçilerin anlatımlarından, teknisyenlerin elektrik kablolarının sorun yaratabileceği konusunda işvereni uyardığı, katliamdan önceki günlerde madenden çıkan kömürün adeta uyarı verircesine sıcak çıkmakta olduğu, ancak bu olağanüstü SOMA’da OHAL!!! durumların dikkate alınmadığı beİlk gün kurtarma ekibinden çok asker ve polis ilçeye yığılmış, maden ve hastane lirtildi. çevresinde, ilçe giriş çıkışlarında konuşlanan kolluk güçlerinin beklenen halk tepkisini bastırmak üzere getirildiği zamanla görülmüştü.

cinayeti hâkim sınıfların hükümeti tarafından böyle görüldü, gösterildi! Soma’da daha önce en modern sistemleri kullanmakla övünen şirket sahibi “elim bir kaza”dan söz etmeye başladı. „Trafo patlaması“ dediler! „Elim kazadan duydukları üzüntüyü“ dile getirdiler. Zannettiler ki, böyle söyleyince gerçekleri gizleyebilecekler!

AKP katliama “kaza” diyor!

AKP hükümeti de Kuzey KürdistanTürkiye işçi sınıfının en büyük madenci katliamlarından birisi olan Soma madeni katliamını “kaza” olarak göstermeye çalıştı, çalışıyor. Başbakan katliama “madenciliğin fıtratı bu” açıklamasını getirdi, “takdir-i ilahiydi”! Ölenlere başsağlığı dilemekten, dua etmekten başka bir şey yoktu! Ancak bu açıklamalar kazanın şokunun atlatılmasından sonra

3


gündem 4

başlayan tepkileri dindirmeye yetmediği noktada üç amdaki sorumluluğunu ortadan kaldırmadı, kaldıragünlük yas ilan edildi. Ölenlerin ailelerine ve yara- maz da! lılara ödemeler yapılacağını söylediler; kimsenin aç AKP ile madeni çalıştıran şirket arasındaki sıkı ve açıkta bırakılmayacağını belirttiler. Başbakan ma- ilişkiler olduğu süreç içinde ortaya çıktı. AKP hüküdencinin yanında olduğu izlenimi yaratmak, işçilerin metinin “özelleştirme-taşeronlaştırma” politikalagözlerini boyamak için tiyatro misali madene “bile” rını uygulaması sonucu ruhsatı Türkiye Taşkömürü girdi. Ama kiminle? Madenin “sahibi”yle!!! İşletmelerine ait olan Soma madenlerinin işletmesini Katliam olduktan hemen sonra açık bir telaşa kapı- Alp Gürkan’ın sahibi olduğu Soma Holding’e devretlan devlet Soma‘nın üzerini kapamaya çalıştı. Bunun mişti. Rödovans sistemi denilen ve kendisinin çalışen önemli görüntülerinden birisi katliam hakkında tırması ekonomik görünmediği rezervleri devlet özel net bilgilendirme yapılmamasıydı. İlk anda ölenlerin sektöre belli bir ücret karşılığında kiralıyordu. Kısaca sayısını ilk başlarda düşük gösteren ve alıştıra-alış- Soma’da devletin pozisyonu taşeron sistemin bir ayatıra bu sayıyı 301 ğı olmasıydı! kişiyle sınırlayan Verilen rakambu devlettir, bu lara göre kiracı hükümettir! Ölü firma Soma’da sayısının artması olduğu gibi ton karşısında bölbaşına kömür geyi abluka altımaliyetini 120na alan, basının, 130 dolardan kendi sarı sendi23,8 dolara inkacıları dışındadirmesi karşıki sendikacıların, lığında madeni ÇHD’li avukatlakiralamıştı. Peki rın, parti ve sivil nasıl oluyordu örgütlerin temsilda devletin kencilerinin Soma‘ya di imkânlarıyla girişini engelucuza üretemedilemeye çalışan, HAKLI PROTESTOLAR! ği kömürü kiracı Soma’da OHAL Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan katliam ertesinde binlerce polis korumasıyla firma çok daha bölgesi haline ge- Soma’ya gittiler ve emekçilerin haklı protestolarına maruz kaldılar. Tayyip ucuza üretiyortiren de devlettir, Erdoğan protestocular arasında ilerlerken bir Somalıya “Başbakanı yuhalar- du?!! andaki AKP ikti- san tokadı yersin” dedi ve dediğini yaptı!!! Artık Türkiye’nin halkını döven bir Taşeron sistebaşbakanı da var! darıdır. mi denilen ucuz Te p k i l e r i n kölelik bunun en AKP hükümetine yönelmesi ve Kuzey Kürdistan- önemli nedenlerinden birisi elbette. Ama sadece o Türkiye’de protesto gösterilerinin artması üzerine değil! Maliyet giderlerini düşürerek de üretimi ucuza hükümet yetkilileri “sorumlulardan hesap sorulaca- getiriyorlar. Maliyet giderlerinin düşürülmesinden ğını”, “adli koğuşturmanın yapılacağını” söylemeye anlaşılması gereken en önemli şey, kullanılan işgücü başladılar! ve iş güvenliği önlemlerinden vazgeçmektir. Bu arada hükümet yalakası gazetelerde kimi köşe Evet, Soma’da tam da bu yapılmıştır! yazarları AKP’yi temize çıkarmak için komplo teİşçilerin hayatlarına mal olan önlemler alınmamış, orilerini de dillendirmekten, kafa bulandırmak- işçiler göz göre göre madene, tabuta konulmuşlardır. tan geri durmadı. “Trafonun yanması çok manidar Peki, ne için? bulunmuş”tu. “Gezi eylemlerinin yıldönümünün hePatronların ve devletin daha fazla kazanması için!!! men öncesinde böyle bir kazanın/sabotajın olmasının hükümeti zor durumda bırakmaya yönelik bir hare- AKP - Patron ilişkiler yumağı ketten söz edenler bile olmuştu. Taşeronluk bu kadarla kalmıyordu Soma madeninde: Ancak tüm bu yapılanlar AKP hükümetinin katli- Madeni kiralayan firmalar işi “Dayıbaşı” veya “Ağa-


gündem

başı” olarak adlandırılan, özde taşeron olan kişilere daha da kısa olacaktır. Nitekim olayın üzerinden bir devrediyorlardı. Bu kişiler madene ucuz işçi buluyor, ay geçmeden katliam gündemden düşmüştür, düşüçalıştırıyor; ücretleri kendileri ödüyorlardı. Bunun rülmüştür! anlamı işçilerin bu taşeronların emri altında çok daha ucuz ve iş güvenliğinin en alt seviyesinde çalış- Bu katliamın suçlusu çok! malarıydı!!! Soma’da yaşanan katliamın sorumlusu ve suçlusu AKP ile Soma Holding’in aralarındaki ilişkiler yu- maden kazalarına karşı en asgari önlemleri bile alkarıda anlattığımızla sınırlı değildi: Soma Holding’in mayan kapitalistler / maden sahipleridir. Madendeki Genel Müdürü Ramazan Doğru’nun eşi Melike Doğ- kontrolleri yapma ve iş güvenliğinin sağlanıp sağlanru AKP’nin belediye meclis üyesiydi. Bölgede her- madığını kontrol etme görevini elinde bulunduran hangi bir AKP etkinliği olduğunda işçiler zorla AKP resmi makamlar/ilgili bakanlıklar/hükümet bu katmitinglerine taşınıyordu. liama doğrudan ortaktır. Yine yapılan Çanak yalayıcı rödovans andevlet bürokralaşmasına göre sisi, katliamın hükümet üretici üzerini kapamafirmanın kömüya çalışan sahirünü alma garanbinin sesi medya tisini vermişti. Bu bu işçi katliamıkömür yoksullana ortaktırlar! ra “yardım” adı Bu katliama altında, gerçekte muhalefet partiise AKP propaleri de ortaktırgandası için dağılar! Madenlerdetılıyordu. Elbette ki kötü çalışma bu yapılırken işçi koşullarını / tehsağlığı ve iş gülikeleri sadece venliği hiç dikkahükümeti köşete alınmıyor, yaye sıkıştırmak pılması gereken için kullanan, denetimler çok gerçekte işçilerin yüzeysel yapılıçalışma koşullaSOMA İÇİN AYAKTAYDIK! yor, eksikliklere rını/işçi sağlığıSoma işçi katliamını protesto etmek için işçiler-emekçiler meydanlara çıktı! göz yumuluyordu. nı düşünmeyen Yapılan gösteri ve etkinliklerde ilgililer protesto edildi! Bu karşılıklı çımuhalefetin göskar ilişkisi temetermelik önerge linde gelişen AKP - Soma Holding işbirliği sonuçta vermesi, katliam yaşandıktan sonra “Biz demiştik!” “kaza” denilen katliama takıldı. İlk başlarda hükümet demesi onları sorumluluktan kurtarmıyor. Dertleri ve onun yalaka medyası şirkete laf etmedi, ettirmedi. gerçekten işçi sınıfının sorunlarını savunmak olanAma ne zamanki katliam geniş çevrelerde tepki top- lar, kendi verdikleri önergenin görüşüldüğü gün lamaya başladı, hükümetin kendisini bu katliamdan Meclis’e gelip yoğun katılımla önergenin geçmesi için sıyırması gerekti, işte o zaman hükümet şirketi “suç- çaba harcardı. Ana muhalefet partisi CHP bunu yaplu” ilan etti. Şirket sahibinin oğlu ve Genel Müdürü- madı! nün de aralarında bulunduğu 8 kişi tutuklandı. Bu katliama görevi işçilerin çalışma koşullarını iyiAma unutmamak gerekir ki bu yargılama süre- leştirme ve onların başta yaşam hakları olmak üzere cinde de gelenek bozulmayacak, sonuçta yine birkaç her türlü hakkını korumak olan, bunun için çalışgünah keçisiw bulunarak bu katliam unutulacak ve ması gereken sendika da ortaktır! Öyle ki, madende unutturulacaktır. Gündemin çok hızlı değiştiği bilin- örgütlü sendikanın toplu iş sözleşmelerine patronun diğinde Soma katliamının gündemden düşme süreci temsilcisi olarak katıldığının belgeleri ortalıkta do-

5


laşmaktadır!

halkların kardeşliği için gündem

“Suçlular cezasını çekecek” mi?!! Katliam ertesinde başta başbakan olmak üzere hükümet yetkilileri suçluların mutlaka cezalarını çekeceklerini söylüyorlardı! Herkes yaptığı yanlışın hesabını verecekti! Savrulan bu ve benzeri naralara rağmen bu katliamın da unutulacağını, hesabının bu devlet tarafından sorulmayacağı bizim için açıktır! Yaşanılan örneklerdir bizi bu kadar kesin konuşturan!

larında bulunan Maden Ocakları Mevkii’nde, Acar Madencilik’e ait 1 Nolu kömür ocağında göçük meydana gelmiş, 1 maden işçisi yaşamını yitirdi. Şimdilerde bakmayın devlet/hükümet yetkililerinin üst perdeden atmalarına, bir şey yapıyor görünmelerine! Onlar da biliyorlar ki, “Burası Türkiye!” Unutkanlığın tavan yaptığı memleket! Beklentileri Soma’yı, Şırnak’ı unutturmak, bir-iki göstermelik cezayla bu katliamları da geçiştirmek!!! Burada görev bizlere, işçilere-emekçilere düşüyor! Unutmamak, unutturmamak!!! Katliamların hesabını da kapitalist sistemden devrimle sormak! Görev budur!

Kapitalizm kader değildir!

6

Soma’da da esas suçlu kapitalist sistemdir. Kâr, daha fazla kâr, en fazla kâr diyen kapitalistler için işçilerin canlarının/sağlıklarının bir önemi yoktur. Onların düzeni sömürü ve kan üzerine kuruludur. Diğer “kaza” denilen, gerçekte tüm işçi katliamlarında olduğu gibi Soma’dan da çıkarılacak en önemli SENDİKACIYA BAK!!! ders kapitalist düzeni demokratik halk Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, Soma’daki maden ocağında meydana devrimiyle yıkmaktır. Kurtuluşumuzun gelen faciada Enerji Bakanı ile sadece ceset saydıklarını açıkladı. tek ve biricik yolu budur! Bize kader dedikleri şey ne kaderdir, ne 2013’te Kozlu’da 8 işçinin hayatını kaybettiği ma- de acılarımız sonsuzdur. Yeter ki biz durumumuzun denci katliamının sorumluları / suçluları hakkında bilincine varalım, kapitalizme karşı mücadele edelim, dava bile açılmadı. Sadece iki aileye tazminat veri- onu yıkalım!!! lerek katliam unutturuldu. Yine Zonguldak’ta KaVe unutmayalım: Başka bir dünya, emeğin dünyası radon Maden Ocağı’nda 17 Mayıs 2010’da meydana mümkündür! Sömürünün olmadığı, insanın insana gelen ‘kaza’da 30 işçi hayatını kaybetti. ‘Taksirle bir- kulluğunun ortadan kaldırıldığı, kârı değil insanı teden çok kişinin ölümüne neden olmakla’ suçlanan mel alan, kapitalizm yerine işçinin, emekçinin ikti16 kişi cezaevine girmeden kurtuldu!!! Balıkesir’in darda olduğu bir başka düzen mümkündür! Dursunbey İlçesi Odaköy’de 23 Şubat 2010 tarihinİşçilerin-emekçilerin iktidarda olduğu bir sistemde deki maden kazasında 14 kişi öldü. Mahkeme maden de iş kazaları olabilir. Ama Soma’daki gibi bir iş cisahipleri ve bir maden mühendisi hakkında tutukla- nayeti olmaz. İşçilerin emekçilerin iktidarında daha ma kararı verdi. Ancak ‘bilirkişi’ raporu sayesinde bu fazla kâr için işçilerin güvenliği tehlikeye atılmaz! kişiler serbest bırakıldı. Alınabilecek bütün tedbirler, bunun maliyeti ne olurBu ve benzeri örnekleri yaşayanların suçluların ve sa olsun alınır. sorumluların cezalandırılmalarını beklemeleri boşuBu bilinçle işçiler, emekçiler; çağrımız size: nadır. Eğer suçlular/sorumlular bugüne kadar cezaİşçi katliamlarına karşı çıkmak istiyorsak kapitalizlandırılmış olsaydı Soma katliamı belki de yaşanma- me karşı çıkalım! Kapitalist sistemi yıkalım! Bunun yacaktı! Ama gerekli, caydırıcı önlemler alınmadığı için örgütlenelim! Halk demokrasisi için, sosyalizm için madenlerde işçiler ölmeye devam ediyor! İşte için, komünizm için mücadele edelim!!! son örnek: Soma’nın üzerinden fazla bir zaman geçmeden, 3 Haziran’da Şırnak’ın Toptepe Köyü yakın14.06.2014 ✓


gündem

IRAK’TA MEZHEP SAVAŞI KAPIDA! AKP hükümeti Rojavalı Kürtlerin ÖSO’na katılmalarını, Esad’a karşı muhalefetle birlikte hareket etmelerini istedi. Bu nedenle PYD üzerinde baskı kuruldu.

3

yılı aşkın bir süredir Suriye’de kanlı bir içsavaş yürüyor. Savaşın bir tarafını radikal dinci (Sünni İslam) faşist gruplar oluşturuyor. Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) bu gruplardan biri. Adını Rojava’da Kürtlere karşı savaşta sık sık duyduğumuz IŞİD Irak’ta Bağdat’a doğru ilerleyişini sürdürüyor. IŞİD Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u ele geçirdi. Türkiye’nin Musul Konsolosluğunu basan IŞİD, diplomatları, çalışanları ve özel harekatçılardan oluşan 49 kişiyi rehin aldı. Ayrıca 31 tır şoförü de IŞİD elinde rehin olarak bulunuyor. IŞİD’in Irak’ta ilerlemesinin temelinde başka etkenler de var. Saddam rejiminin kalıntıları, Baas partisi artıkları IŞİD’e destek veriyor. Maliki yönetiminden memnun olmayan Sunni aşiretler IŞİD’e destek veriyor. Bölge gerici devletlerin bir bölümü IŞİD’e destek veriyor vb.

IŞİD NE İSTİYOR? IŞİD, Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren radikal faşist dinci silahlı bir örgüt. Selefi ideolojiye sahip IŞİD Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan bölgede Şeriat’a dayalı bir devlet kurmak istiyor. IŞİD ve lideri Ebu Bekir Bağdadi, ABD , AB ve Türkiye’nin “terörizm listesi”nde yer alıyor. IŞİD 2004 yılında “Tevhid ve Cihat” adıyla Ebu Musa Zerkavi tarafından Irak’ta kuruldu. Sonrasın-

da Usame Bin Ladin liderliğindeki El Kaide’ye katıldı. El Kaide’ye katıldıktan sonra adını “Mezopotamya’da El Kaide” olarak değiştirdi. 2006’da yayınlanan bir videoda Zerkavi, “Mücahitler Şurası Konseyi”ni kurduklarını açıkladı. Irak’taki Zerkavi, 7 Haziran 2006’da ABD güçlerince düzenlenen bir operasyonda öldürüldü. Yerine Ebu Hamza el Muhacir geçti. 2006 yılının sonlarında El Kaide’ye yakın Ebu Ömer el Bağdadi ise liderliğini yaptığı “Irak İslam Devleti”ni kurduklarını açıkladı. 2010 Nisan’ında, ABD ve Irak güçleri, Sisar bölgesinde Ebu Ömer el Bağdadi ve Ebu Hamza el Muhacir’in kaldıkları eve ortak bir operasyon düzenledi. Operasyonda her ikisi de öldürüldü. Ebu Bekir El Bağdadi örgütün yeni lideri oldu. 2011 sonlarında Muhammed Colani liderliğindeki Nusra Cephesi, El Kaide’nin Suriye kolu olarak kuruldu. 9 Nisan 2013’te Ebu Bekir Bağdadi’ye ait bir ses kaydında Nusra Cephesi’nin Irak İslam Devleti’nin müttefiki olduğu belirtildi. Aynı yıl, Bağdadi Nusra Cephesi ile Irak İslam Devleti’nin “Irak-Şam İslam Devleti” adı altında bir araya geldiğini açıkladı. Kısa bir süre sonra Ebu Muhammed Colani’ye ait bir ses kaydı yayınlandı. Ses kaydında Colani, Irak İslam Devleti ile yakın ilişki fikrine sıcak baktığını söyledi, ancak iki örgütü bir isim altında bir araya getirme fikrini reddetti. Colani ses kaydında El Kaide

7


gündem

lideri Eymen Zevahiri’ye bağlılığını ilan etti. 2013 Şubat’ında, El Kaide, Suriye’deki IŞİD’i tanımadığını ilan etti ve örgütün Suriye’yi terk etmesini istedi. El Kaide Suriye’deki temsilcisinin Nusra Cephesi olduğunu açıkladı. Nusra Cephesi ve IŞİD arasında birçok cephede çatışmalar yaşandı. En sonuncusu ise IŞİD’in Nusra Cephesi’nin kontrolündeki Deyr Ez-Zor kentinde kontrolü sağlamasıyla son buldu. IŞİD, Suriye’de Mumbuc, petrol zengini Rakka ve Irak sınırına yakın Deyr Ez-Zor kentlerini elinde tutuyor. Karkamış Sınır Kapısı da IŞİD’in kontrolünde. Irak’ta ise Anbar eyaletindeki Felluce ve Ramadi’de etkili. IŞİD’in Suriye’deki askeri gücünün 6-7 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Savaşçılarının çoğunluğu Suriye dışından gelen yabancılar. Irak’taki silahlı üyelerinin sayısının ise 10 binin üstünde olduğu tahmin ediliyor. (radikal.com. tr)

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASI İFLAS ETMİŞTİR!

8

Suriye’de faşist Baas rejimini yıkmak için gelişen kitle mücadelesini, batılı emperyalistler ve Türk devleti kendi çıkarları için kullanmaya çalıştılar. Özgür Suriye Ordusu kuruldu. Esad karşıtı muhalefet birleştirilmeye çalışıldı. Türk devleti Esad karşıtı muhalefet içinde özellikle Özgür Suriye Ordusu’na destek verdi. Türkmenlere destek verildi. AKP hükümeti kendisi gibi “ılımlı İslam” siyasetine sahip grupları destekledi. Türk devleti Baas rejiminin yıkılması için her türlü desteği verdi. Her türlü çabayı gösterdi. AKP hükümeti Rojavalı Kürtlerin ÖSO’na katılmalarını, Esad’a karşı muhalefetle birlikte hareket etmelerini istedi. Bu nedenle PYD üzerinde baskı kuruldu. Devletin Suriye’ye gönderdiği silahların bir bölümü radikal dinci grupların eline geçti. Silahlar doğrudan şeriat devleti kurmak isteyen gruplara gönderilmedi. Tersine AKP gibi “ılımlı İslam” hedefine sahip gruplara, ÖSO’na gönderildi. Çatışmalarda bu silahların

bir bölümü radikal dinci grupların eline geçti. Batılı emperyalistler de Esad rejimin yıkılması için Özgür Suriye Ordusuna destek verdiler. Onların kendi çıkarları doğrultusunda yeni rejim kurma planlarını radikal dinci gruplar bozdu. Suriye’de kanlı iç savaş radikal dinci grupları güçlendirdi. Batılı emperyalistlerin “demokrasi, insan hakları” maskesi altında, kendi çıkarları doğrultusunda sürdürdükleri savaşlar, işgaller hiçbir yerde başarıya ulaşmamıştır. İşte Irak! Faşist Saddam rejimi yıkıldı. Güney Kürdistan’ı dışta tuttuğumuzda Irak kan gölü. Irak eskisinden çok daha kötü durumda. Mezhepler savaşı kapıda! Irak’ın Kürdistan, Sünni bölgesi, Şii bölgesi olmak üzere üçe ayrılması tehlikesi var. İşte Afganistan! Taliban’la savaş sürüyor. İşgalci emperyalistler şehir merkezlerine hakim. Taliban ülkenin önemli bir bölümünü kontrol ediyor. İşte Suriye! Suriye kan gölü. Rojava’yı dışta tuttuğumuzda, Suriye eskisinden çok daha kötü durumda. Batılı emperyalistlerin ve Türk devletinin Esad rejimini yıkma çabaları, 3 yılı aşkın süredir süren iç savaş şeriat devleti kurmak isteyen, radikal dinci faşist grupları güçlendirmiştir. Ortadoğu’da büyük bir güç olmak isteyen, kendi çıkarlarının mücadelesini veren Türk devleti; Suriye’de bataklığa saplanmıştır. Bass rejimi yıkılmamış, tam tersine savaş içinde üstün konuma gelmiştir. Diğer yandan radikal dinci gruplar savaş içinde güçlenmiştir. Ve bu siyaset sonucu Türkiye IŞİD ile komşu hale gelmiştir. Halkların, işçilerin, emekçilerin din adına, milliyetçilik adına, çıkarlar adına; birbirleriyle savaştırılmasına, birbirini boğazlatmasına hayır! Gerçek anlamda halkların kardeşliği için devrim mücadelesini her alanda yükseltelim! 20.06.2014 ✓


gündem

KURDİSTANA ROJAVA’DA GELİŞMELER! Geçen sayımızda yer darlığı nedeniyle yayınlamadığımız bu makaleyi, güncel gelişmeleri ekleyerek yayınlıyoruz. YDİ Çağrı

B

atı Kürdistan’da (Kurdistana Rojava), son iki aylık dönemdeki süreçte öne çıkan gelişmeler, “Irak Şam İslam Devleti” (IŞİD) ve “perde arkasındaki” güçlerin Kobané bölgesine yönelik saldırıları ve bu saldırılara karşı mücadele/ çatışmalar ile genelde, başta TC’nin ve TC ile işbirliği içinde olan Barzani KDP’sinin Rojava’ya karşı uyguladığı ambargo, sınır kapılarının kapalı tutulması ve buna ek olarak kimi bölgelerde Rojava sınırına hendekler kazılarak Rojava’daki demokratik kazanımlara karşı saldırıların sürdürülmesi vb. yönlü gelişmelerdi. Bu noktaların öne çıkması, genelde Rojava’ya karşı, Cızire ve Efrin bölgelerine yönelik saldırıların yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Uluslararası emperyalist güçlerin savaş sonrası Suriye’sini biçimlendirme hesaplarının içinde Kürtlerin kendi öz yönetimlerinin yer alması; oluşacak “yeni Anayasa”da bu demokratik hakkın/ talebin garantiye alınması için yürütülen diplomatik çabalar da sürdürüldü. “Cenevre 1” ve “Cenevre 2” toplantılarının başarısızlığı sonrasında gündeme gelebilecek “Cenevre 3” ya da başka adla yapılacak toplantıya, Rojava temsilcilerinin de davet edilmesi için de daha şimdiden diplomatik görüşmeler/ pazarlıklar yapıldı, yapılıyor. Rojava temsilcileri bir yandan uygulanan ambargoya karşı “insani yardım” gerçekleşmesi için uluslararası yardım kurumlarına çağrıda bulunurken, bir

yandan da kendilerinin Suriye’nin bütünlüğü çerçevesinde demokratik özerklik için mücadele ettiklerini; uluslararası kamuoyunu, kimi emperyalist ve gerici güçlerce kendilerine yönelik yapılan “bölücü”, “terörist” değerlendirmelerin yanlış olduğuna ikna etme mücadelesi vermektedir. “Bölücü” ve “terörist” gibi suçlamalar ya da değerlendirmeler Rojava’nın Birleşmiş Milletler’den “insani yardım” almasını engelleyen suçlama ve değerlendirmelerdir. Rojava temsilcileri, BM’den yardım alabilmek için de bu suçlama ve değerlendirmelerin gerçeklerle çeliştiğini kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Emperyalist güçlerin Suriye’ye yönelik hesapları ve kendi aralarındaki çelişkiler, buna ek olarak Rojava temsilcilerinin demokratik kazanımlarına sahip çıkıp bu kazanımları sürekli kılma amacına ulaşmasını iyice zorlaştırmaktadır. Buna bir de Suriye’de yaşanan savaş sürecindeki gelişmeler de eklenince, başta Kürt milleti olmak üzere Rojava’da yaşayan değişik halkların demokratik kazanımlarını savunmasını, korumasını ve de geliştirmesini daha da zorlaştırmaktadır. Uluslararası alandaki emperyalist ve yerel gerici güçlerin Suriye üzerindeki dalaşı, kendisini Suriye’de çatışmakta olan güçlerin durumuna da yansıtmaktadır. Güçler dengesi, faşist Esad rejimine karşı mücadelenin geliştiği ve silahlı güç olarak “Özgür Suriye

9


gündem 10

Ordusu”nun (ÖSO) oluşturulduğu dönemdeki gibi değil. Bir yandan Esad rejimi ve ona destek veren Rusya vb. emperyalist güçlerle, Esad rejimine karşı olan “Batılı emperyalist” güçler ve onların desteğiyle oluşturulan ve Esad rejimine karşı savaşan ÖSO; diğer yandan da Esad rejimine karşı olan, ÖSO ile birlikte hareket etmeyen ve emperyalistlerin müdahalesine de karşı olan, “üçüncü güç” ya da “üçüncü yolu” seçen Kürtler ve Kürtlerle ortak hareket eden Rojavalı güçler gibi kesin hatlarla birbirinden ayrılan bir güçler dengesi çoktandır yok artık. Suriye çok parçalı hale gelmiştir... Özellikle “Batılı” emperyalistlerin ve yerel gerici güçlerin Esad rejimine karşı oluşturduğu ve desteklediği silahlı muhalefet güçlerinin ÖSO ve aşırı islamcı güçler olarak ayrışması, aşırı islamcıların da kendi aralarındaki farklılıkları, çok sayıda ve farklı güçlerin oluşmasına yol açtı. IŞİD de bu ayrışmada öne çıkan güç konumunda. Esad rejimine karşı muhalefetin parçalılığı –emperyalistler arası çelişkilerin engellediği doğrudan bir dış müdahalenin gerçekleşmemesi de buna eklenince- hem Esad rejiminin varlığını korumasını, hem de çatışmaların değişik güçler arasında yürümesini beraberinde getirmiştir. Öyle ki, “bugün” birbiriyle çatışanlar, “yarın” başka güce karşı –özel anlaşma olmadan- ortak mücadele etmekte, pratikte ittifak oluşturmaktadırlar. Örneğin son dönemde Kobané’ye yönelik IŞİD’in saldırılarına karşı YPG ve YPJ güçleri ile ÖSO güçleri birlikte hareket edebilmiştir. Yer yer Esad rejimi güçleriyle ÖSO güçlerinin de IŞİD güçlerine karşı birlikte davrandığı, ya da en azından IŞİD ile çatışmaların olduğu bölgede birbirlerine saldırmama durumu yaşanabilmektedir. Bu karmaşık gelişmeler de Suriye’deki çatışmaların, gelişmenin kısa sürede nereye doğru gelişeceğini öngörmeyi zorlaştırmaktadır. Buna bağlı olarak Rojava’nın “kaderinin” ne olacağı da net değildir! Rojava’daki demokratik kazanımların savunulması ve korunması esasında Rojava’daki halklarla, bu demokratik kazanımlara destek verecek ilerici, demokrat, devrimci ve de komünistlerin dayanışmasına, ortak mücadelesine bağlıdır. Bu kazanımların, burjuva anlamda da olsa demokratik bir Suriye’nin oluşturulması temelinde korunması da, esasında Esad rejiminin veya emperyalistlerin bahşedeceği bir şey değildir. Sonucu belirleyecek olan Suriye’deki demokrasi güçlerinin mücadelesidir! Bu mücadeleyle Enternasyonal dayanışmadır!

Kısaca özetlediğimiz bu tabloyu, durumu bilinçte tutarak Rojava’da son iki aylık süreçte yaşanan gelişmelere daha da yakından bakalım.

KISACA GELİŞMELER... IŞİD, El Nusra vb. aşırı islamcı faşist güçlerin Rojava’ya karşı saldırıları Şubat ayı sonlarına doğru, kısa süre de olsa azalmıştı. Buna bağlı olarak YPG de operasyonlarını durdurduğunu, ama herhangi bir saldırıda cevap verme haklarını kullanacağı vb. yönlü açıklama yaptı. YPG Genel Komutanı Sipan Hemo bu sürece nasıl gelindiği sorusuna cevap verirken şunları da açıkladı: “Kendi bölgemize saldırılara karşı gösterilen direnişin dışında başlattığımız operasyonlar, bölgemize ve halkımıza/ halklarımıza saldıranlardan hesap sorma operasyonlarıydı. Bunlar büyük oranda bertaraf edilince operasyonlarımızı durdurduğumuzu duyurduk. Açıklamamızda sadece cevap hakkımızı kullanacağımızı söyledik. Ama bu açıklama mevzilerimize çakılıp oradan cevap vereceğimiz anlamına gelmiyor.” (Yeni Özgür Politika, 4 Mart 2014) Çatışmama durumu fazla uzun sürmedi... 8 Mart’ta IŞİD güçleri Kobané’ye saldırdı ve çatışmalar yeniden yoğunlaştı. YPG, yaşanan şiddetli çatışmalar sonucu 18 Mart’ta “seferberlik” ilan etti. Buna bağlı olarak tüm Rojava halklarına ve Rojava dışındaki tüm Kürtlere, kendilerine, IŞİD’e karşı savaşta destek verme çağrısında bulundu. Rojava’daki demokratik kazanımlara sahip çıkıp destek veren değişik güçler de YPG’ye destek ve yardım çağrıları yaptı. Medyaya yansıyan haberlere göre hem Rojava’dan “kaçmak” zorunda olan yüzlerce Kürt Rojava’ya geri dönmüş, hem de Kürdistan’ın diğer parçalarından –özellikle Kuzey Kürdistan kökenlilerden- insanlar, başta da gençler, YPG güçlerine katılmıştır. Basına yansıdığı kadarıyla 8 Mart ile 8 Nisan arasında yaşanan çatışmaların bilançosuna göre “en az 419 çete üyesi” öldürülmüş, 10’u da sağ yakalanmıştır. IŞİD’in saldırıları sonucu ölen YPG savaşçısı ve sivillerin sayısı 40 civarındadır. Bu arada çok sayıda askeri malzeme de ele geçirilmiştir. Çatışmalarda ölen IŞİD güçleri arasında Suudi Arabistan, Azerbaycan, Tunus, Mısır kökenlilerin olduğu da açıklandı. Ayrıca Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bu çetelere destek verdiğini gösteren belgelerin de ele geçirildiği belirtildi. Nisan ayı ortalarında çatışmalar giderek seyrekleşmeye başladı. PYD temsilcilerinin yaptığı açıklamaya göre


kazdırmaya başladı. 9 Nisan’da ise Sémalka (Péşabir) Sınır Kapısı’nda bulunan Güney Kürdistan “bölge” bayrağını kaldırıp KDP bayrağını astı ve sınır arasındaki geçişi sağlayan köprüyü de kaldırdı. Hendekler kazma, köprüyü kaldırma vb. vb. edimlerle Kürdistan’ın iki bölgesi arasındaki sınırda geçişlerin tümüyle engellenmesi istenmektedir. Verilen bilgilere göre Güney Kürdistan’da YNK ve Goran Hareketi gibi parti ve örgütler KDP’nin yaptıklarına karşıdır ve Rojava’yı desteklediklerini açıklamışlardır. Fakat somut olarak uygulanan ambargoya, sınırın kapatılmasına ve hendek kazılmasına karşı ciddi bir protestoları olm a m ı ş t ı r, sesleri yükselmemiştir. Bu durumda tavır takınan Kürt örgütleri ve kurumlarının tavırlarını üç kesime ayırabiliriz: 1) Barzani KDP’si ve onunla ortak hareket edenler; 2) PYD ve Rojava’yı destek leyenler ve 3) “Ulusal birlik”ten yana olduğunu, Rojava’daki demokratik kazanımların savunulması gerektiğini vb. söyleyip ortada kalanlar! Bu orta’da kalanların tavırlarının sonuçta Barzani KDP’sinin ve destekleyicilerinin işbirlikçi siyasetini güçlendirdiği de açıkça ortadadır. Güney Kürdistan’da 21 Eylül 2013 tarihinde parlamento seçimleri yapılmıştı. KDP %37,4 oranında oy almış ve 38 milletvekili/ sandalye ile birinci parti olmasına rağmen oy kaybetmişti. Goran 24 sandalye ile ikinci, YNK ise 18 sandalye ile üçüncü olmuştu. Seçimler yapıldı ama yeni hükümet hala yok! Bu durumda KDP esas yönetici, belirleyici konumda! KDP’nin bu adımlarının Rojava’da yapılması planlanan Kanton yönetimleri seçimlerini boşa çıkarma amacıyla da atıldığı, Barzani yanlısı partilerin seçimlere katılmayacağı vb. vb. açıklamalar ve yorumlar da

gündem

Kobané’ye yönelik saldırıda “yeni tanklar ve ağır silahlar” kullanılmış ve bu tankların Suriye tankları olduğu belirtiliyormuş... Bu kesinleşmemiş bilgiye dayanarak da Esad rejiminin IŞİD güçlerini desteklediği yorumları yapıldı. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Esad rejiminin cezaevinde bulunan 1000’e yakın selefiyi serbest bıraktığına dikkat çekerek, saldırıda bulunan güçler arasında bunların da olduğunu açıkladı. Bu da Esad rejiminin IŞİD’e destek verdiği yönlü yorumun bir başka dayanağı. Bu yorumlar, belgelere, verilere dayanmadığından şimdilik spekülasyon olarak değerlendirilmelidir. Ama Esad rejiminin Rojava’daki gelişmeleri bastırmak için IŞİD ya da başka bir güce destek vermesi mümkündür. Bu konudaki açık cevabı gelişmeler verecektir. IŞİD güçlerinin Kobané bölgesine saldırıları şimdilik geri püskürtülmüş ve IŞİD’e önemli kayıplar verd i r i l m i ş t i r. Çatışmaların nasıl bir seyir izleyecegini göreceğiz. IŞİD güçleriyle çatışmaların yaşandığı ve YPG güçlerinin Kobané’yi savunabildiği bir ortamda KDP ve TC’nin Rojava sınırına hendek kazmaları gündeme geldi. IŞİD Kobané’ye saldırıyor, KDP Cızire bölgesinin sınırına ve TC de Efrin bölgesinin sınırına hendek kazıyordu! Herkesin kendi hesabı var ama, bu durum Rojava’yı izole etme ve teslim almaya yönelik bir amacın olduğunu, değişik güçlerin işbirliği içinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. En açık işbirliği de KDP’nin TC ile olan ortak davranma halidir! Barzani KDP’sinin TC ile işbirliği içinde Rojava’ya yönelik uyguladığı ambargo, Rojava ile sınır kapısının kapatılması yoluyla da uygulanmaktadır. KDP yönetimi Nisan ayı başından itibaren Güney Kürdistan ile Batı Kürdistan sınırına hendek

11


gündem 12

yapıldı. Olgu, Barzani KDP’sinin Rojava’daki gelişmelerin PKK’ye yakın siyasete sahip olan PYD önderliğinde olmasına karşı olduğu; buna karşı kendisinin etkisinde olan partiler aracılığıyla Rojava’da, Güney Kürdistan’da KDP yönetimine uygun bir siyaseti egemen kılmaya çalıştığıdır. KDP’nin Rojava’daki yanlılarının kitleler içinde ciddiye alınabilecek bir güce sahip olmadığı bir durumda, bu çabanın boş olduğu açıktır. Bunun için de KDP Rojava’daki yanlılarını PYD önderliğindeki siyasi yönetime ortak etme yerine, ambargo, sınır kapatma ve Rojava’daki demokratik kazanımlara karşı olan TC ile –bu işbirliği ABD, AB emperyalistlerine kadar uzanmaktadır- işbirliği yapmaktadır. Peşmergeler sınıra ağır silahlarla konuşlanırken, KDP’nin hendek kazmasına karşı Rojavalılar da protestolarda bulundu. Sınırdaki protesto eyleminin birinde peşmergeler açtığı ateşle bir genci ayağında yaraladı. Sémalka sınır kapısını geçmeye çalışan bir Rojavalı ise açılan ateşle öldürüldü. 16 Nisan’da binlerce Rojavalı sınıra giderek hendek kazılmasını, sınırın kapatılmasını protesto etti. Hendeği kapatma talebi için sembolik olarak hendeğe toprak atıldı. 10 Çadır kurularak 16-22 Nisan tarihleri arasında nöbet tutuldu. Sonuçta yaklaşık 20 kilometre uzunluğunda, 3 metre derinliğinde ve 2 metre genişliğinde olduğu söylenen hendek tamamlandı... KDP’nin önderliğinde Güney Kürdistan yönetiminin bu hendek kazma işine TC de Serékaniyé-Derik hattında kazdığı hendeğe ek olarak Efrin sınırına hendek kazarak da katkıda bulundu! Bu saldırıya karşı da Efrin’de onbinlerce Rojavalı protestolar gerçekleştirdi. Sonuçta, Batı Kürdistan’ın Kuzey Kürdistan sınırında TC, Güney Kürdistan sınırında ise KDP önderliğinde Güney Kürdistan yönetimi Rojava’yı ablukaya alma, demokratik kazanımları ortadan kaldırmaya yönelik çabalarını sürdürmektedir. Rojava’daki demokratik kazanımlara yönelik saldırılara karşı çıkmak, Batı Kürdistan’da Kürt milletinin kendi kaderini tayin, ayrı devlet kurma hakkını, kayıtsız şartsız savunmak her demokratın, devrimcinin, komünistin görevidir. Bu bilinçle Rojava’daki demokratik kazanımları desteklediğimizi bir kez daha ilan ediyoruz! Bunun Kuzey Kürdistan – Türkiye’de, Türk devletinin Rojava’ya karşı saldırılarına, savaş kışkırtıcılığına ve Suriye’deki kimi silahlı çeteleri desteklemesine karşı, değişik milletlerden ve milliyetlerden işçi ve emekçileri proleter enternasyonalizmi temelinde bilinçlendirme, örgütleme ve dev-

rim için mücadeleye kazanma anlamına geldiğini de vurguluyoruz. Çağrı’mız, sömürüsüz, sınırsız, sınıfsız bir Yeni Dünya İçin mücadeleyedir! 23 Nisan 2014 ✓

Gelişmelere ek... 23 Nisan 2014 tarihinden sonraki gelişmeleri kısa başlıklarla formüle edersek, öne çıkan gelişmeler bağlamında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: YPG ve YPJ güçlerinin IŞİD ve yer yer Esad rejimi güçleriyle çatışmalar yaşandı, yaşanıyor. Kürt örgütleri arasındaki ilişkilerde “ulusal birlik” konusunda KDP ile olan çelişkiler sürdü, sürüyor. Kürdistan’ın değişik parçalarındaki Kürt örgütleri arasında önceden yapılması planlanan ama öncelikle KDP’nin tavırları sonucu yapılamayan “Ulusal Kongre”nin yapılmasına yönelik çağrılar, tartışmalar, IŞİD güçlerinin Güney Kürdistan ve Irak’taki saldırılarıyla yeniden gündeme geldi. Bunların yanısıra genelde Suriye’yi ilgilendiren ama sadece Esad rejiminin kontrolündeki bölgelerde (Rojava somutunda seçimler Qamişlo ve Hasekè’de Esad rejiminin hakim olduğu kimi yerlerde yapıldı) yapılan başkanlık seçimi de bu dönemdeki gelişmeler arasında yerini aldı. Rojava’nın resmi yetkililerinin, temsilcilerinin Rojava’daki özerkliğin kabul görmesi için uluslararası düzeydeki diplomatik çabaları da sürdü. YPG ve YPJ güçlerinin IŞİD ile çatışmaları 8 Mart8 Nisan 2014 tarihleri arasındaki çatışmalar kadar yoğun olmasa da, yer yer sert çatışmalar yaşandı. Özellikle Kobanè bölgesinde IŞİD’in saldırıları sonucu yaşanan çatışmalarda onlarca IŞİD mensubunun öldürüldüğü, top ve uçaksavar vb. silahların ele geçirildiği; bu çatışmalarda yedi YPG mensubu ve dört sivilin de yaşamını yitirdiği, YPG tarafından açıklandı. Nisan ayı sonlarında Serèkaniyè’de ve Til Xelef’de ve 30 Mayıs’ta yine Serèkaniyè’de gerçekleştirilen saldırılar sonucu da, toplam 30 kadar kişi yaşamını yitirdi, çok sayıda insan da yaralandı. IŞİD ile çatışmalar kadar olmasa da Esad rejimi güçleriyle çatışmalar da yaşandı. Mayıs ayı ortalarında Hesekè’de Esad rejimi güçlerinin saldırısıyla yaşanan çatışmalarda 20 askerin öldürüldüğü, en az 15 askerin yaralandığı, dört YPG/YPJ ve bir asayiş güçleri mensubunun da öldüğü açıklandı. Esad re-


geçişleri engellendi. Kısacası, KDP güçleri Batı ile Güney Kürdistan arasındaki geçişleri engelliyor, engellemeye çalışıyor. Bu sorunların çözümü için Cızire Kantonu yönetimiyle görüşmeleri de reddediyor. KDP’nin kendi çizgisine ters gelen, PKK çizgisine sahip ya da buna yakın olan kesimlere karşı saldırısının en açık örneği ise, 19 Mayıs 2014 tarihinde, Güney Kürdistan’da resmi yasalara dayanarak legal çalışma yürüten Kürt kurumlarına ve çalışanlarına karşı saldırılarla yaşandı. KDP güçleri Hewlèr, Zaxo ve Duhok’ta Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK), Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK), Kürdistan Özgürlükçü Kadın Kurumu (RJAK) merkezlerine ve DİHA’nın Hewlèr’deki bürosuna; Weşana Roji Welat dergisi ile Kürdistan Yurtsever Gençlik Merkezi’nin adı geçen şehirlerdeki bürolarına baskınlar gerçekleştirdi, 30 civarında insanı gözaltına aldı. Kimi kurumların kapısına kilit vurdu, kapattı. PÇDK’li yetkililerin Pa rla mentoy a girişleri engellendi. KDP’nin bu saldırıları birçok Kürt örgütü ve kurumu tarafından eleştirildi, protesto edildi. Güney K ü r d i s t a n’ d a bulunan Rojavalılara karşı baskılar, tutuklanmalar, kimi yerlerde kentlere girişlerine izin verilmemesi ya da ellerindeki izin belgelerine el konulması gibi edimler de KDP güçlerinin uygulamaları arasındaydı. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) dört kişilik bir heyetinin Haziran ayı başlarında Güney Kürdistan’a yaptığı ziyaret sonrasında, heyet üyelerinin yaptığı açıklamalara göre, Güney Kürdistan yetkilileriyle yapılan görüşmelerde, sözkonusu kapatılan kurumların yeniden açılacağı sözü verilmiştir. Bu ziyaretin gerçekleştiği dönemde IŞİD güçlerinin Musul’u ele geçirdiği, Süleymaniye’ye doğru ilerlediği ve Güney Kürdistan’ı da tehdit ettiği, Xaneqın, Celew-

gündem

jimi güçleriyle son dönemlerde yaşanan çatışmalar, rejimin Rojava’daki özerkliği kabul etmediğini, eline fırsat geçtiğinde bu demokratik gelişmeyi engellemeye çalıştığını göstermektedir. Güçler dengesinin faşist Esad rejimini Rojava’daki demokratik kazanımları kabule zorlayamadığı bir ortamda, Rojava’daki demokratik güçlerle rejimin güçleri arasındaki çatışmaların yoğunlaşmasının temelinin varlığını koruduğunu; bunun daha da şiddetli çatışmaları beraberinde getirme olasılığını içinde barındırdığını tespit etmek, bilince çıkarmak ve buna göre hazırlıklı olmak, Rojava’daki demokratik kazanımları savunabilmek için zorunludur. Bu olguya, Esad rejimi güçlerinin bir bütün olarak Rojava’da çekilmediği, Qamişlo ve Hasekè’de askeri güçlerin varolduğu ve kimi yerlerde, mahallelerde hakim güç olduğu olgusu da eklenince, Rojava’nın demokratik güçlerinin demokratik kazanımları sav u nabi l mesi ve geliştirmesinin rejim güçlerinin tehditiyle de karşı karşıya olduğu daha da açığa çıkmaktadır. KDP ile olan ilişkiler ve çelişkiler bağlamındaki gelişmeler ise özetle şöyledir. Batı Kürdistan ile Güney Kürdistan sınırında hendek kazma işi gündemdeki yerini korudu ve protestolar sonucu kazılmasına ara verildi ama yeniden hendek kazma işine başlandı. Hendek kazmaya karşı protestolar sadece Rojava’da değil, Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin kimi şehirlerinde ve de Avrupa’nın kimi merkezlerinde sürdü. Hendek kazma işlerini görüntülemek isteyen DİHA ve Hawar Haber Ajansı muhabirleri KDP güçleri tarafından vurulmakla tehdit edilip engellendiler. Savaş nedeniyle daha önceleri Güney Kürdistan’a göçen Rojava’lılardan 300 kadar mülteci Rojava’ya geri dönmeye çalışırken, Peşhabur Sınır Kapısı’nda KDP güçlerinin saldırısına maruz kaldı, Rojava’ya

13


gündem 14

la ve Tuz Hurmatu’da YNK binalarına saldırdığı, onlarca Güney Kürdistan’lıyı katlettiği bir durum sözkonusuydu. Böylesi bir ortamda Güney Kürdistan’a ziyarette bulunan DTK heyeti Güney Kürdistan yetkilileriyle “Ulusal Kongre” konusunu da görüşmüş. IŞİD’in bu saldırılarıyla “Ulusal Kongre”nin yapılmasına yönelik tavırlar, talepler gündemin ön sıralarına yerleşti. IŞİD’in Güney Kürdistan’a saldırılarına karşı hem YPG, hem de değişik isimler altındaki PKK kurum ve güçlerinin Peşmerge güçlerine destek vermeye hazır olduklarını açıklamaları, YPG güçlerinin yer yer Peşmergelerle IŞİD’e karşı çatışmalara katılması vb. gelişmeler de “Ulusal Kongre”nin biran önce yapılması gerektiği yönlü düşünceleri güçlendirdi, yaygınlaştırdı. Aslında gelişmelere ve olgulara bakıldığında, değişik parçalardaki Kürt örgütleri arasında bir “ulusal birlik” oluşturmanın objektif koşulları, her zamankinden çok daha fazla mevcuttur. Kürt ulusunun ulusal haklarını elde etmesi ve koruması için de bu “ulusal birlik” gerekli bir adımdır. Burada sözkonusu olan kapitalist sisteme, sömürü sistemine karşı işçi sınıfı önderliğindeki bir devrim de değil. Sözkonusu olan burjuva sistem çerçevesinde kalsa da, Kürt ulusunun demokratik haklarıdır. Bu hakların elde edilmesi için gerekli olan “ulusal birlik”, içinde bulunduğumuz koşullarda öncelikle KDP’nin emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle işbirliği siyaseti sonucu sağlanamıyor. KDP’nin diğer Kürt örgüt ve kurumlarına karşı egemenlik yaklaşımı, iktidarını koruma dalaşı aynı zamanda feodal yaklaşımla içiçe geçmiştir. Örneğin, 24 Haziran 2014 tarihli Yeni Özgür Politika’da yayınlanan tavrında, KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok, “Ulusal Kongre” konusunda daha önce yürütülen görüşmelerin neden başarıya ulaşmadığını açıkladı. Buna göre “Ulusal Kongre”nin yapılmaması “başkanlık ve delegasyonlar” konusunda KDP’nin tavrı sonucudur. KDP kongrenin başkanlığına Barzani dışında kimseyi kabul eetmediğini açıklamış, Öcalan ise eşbaşkanlık için Barzani ve Leyla Zana’yı önermiştir. Sabri Ok’un ifadesine göre: “Görüşmede çok açıktan ‘Hayır’ demediler, ancak bir şekilde bunu gösterdiler. Şunu ima ettiler: Bu dönemde kadınlarla ortak çalışma yürütme kültürümüz yoktur. Bundan dolayı da kongre, başkanlık ve delegasyonlar konusunda tıkandı.” (Yeni Özgür Politika, 24 Haziran 2014) IŞİD’in Güney Kürdistan’ı da tehdit etmesi duru-

mu ve “Ulusal Kongre”nin yapılmasını talep eden ve bunun için uğraşanların çabalarının KDP’nin bu konudaki tavrını değiştirmesine zorladığı açıktır. Ama içinde bulunulan koşullarda KDP’nin işbirlikçi siyasetini kökten değiştireceğini ummak yanıltıcı olacaktır. Gelişmelerin dayatması veya zorlamasıyla diğer Kürt örgütleri ve kurumlarıyla birlikten yana olduğu görüntüsü sergileme, ama en ufak bir fırsatta birliğin temelini oymaya çalışma konusunda KDP ustalaşmıştır. Bu karakterine rağmen, KDP “ulusal birliği” kendi çıkarlarına da uygun görüp gerçekten, yanlışından dönüp “Ulusal Kongre”nin gerçekleşmesine ve bu temelde “ulusal birliğin” sağlanmasına hizmet ederse, karlı çıkacak olan Kürt ulusu olacaktır. Irak merkezi yönetimiyle Güney Kürdistan Yönetimi arasında yaşanan çelişkiler de Barzani’yi “ulusal birlik”ten yana tavır takınmaya zorlayacak etkenlerden biridir. Ne olacağını göreceğiz! Bu gelişmeler dışında bilince çıkarılması gereken noktalardan biri, Rojava’da TEV-DEM önderliğinde “Suriye’yi Demokratikleştirme Girişimi” adıyla bir projenin oluşturulmasıdır. Mayıs ayı başlarında oluşumu ilan edilen girişim: “Demokratik ve merkezi olmayan bir Suriye, Kürtler için Anayasal demokratik bir çözüm, Bütün halklar için uluslararası demokratik haklar temelinde çözümü hedefler.” (Yeni Özgür Politika, 9 Mayıs 2014) Bu projenin gerçekleşmesi için izlenecek yol ise şöyledir: “Projenin bütün muhalif kesimlerle tartışılması, Bütün muhalif kesimleri temsil edecek bir komisyonun kurulması ve bütün kesimleri ortak bir paydada birleştirmesi, Bütün Suriyeli kesimlerin içinde yer aldığı bir konferansın örgütlendirilmesi, Uluslararasında bütün Suriye muhalefetini temsil edecek bir kurulun oluşturulması, Bu projenin Birleşmiş Milletler, Arap Konferansı Teşkilatı ve projeyle ilgilenen kesimlere iletilmesi.” (aynı yerden) Bu projenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda kesin bir tespit yapmak kuşkusuzki şimdilik mümkün değil. Ama Esad rejimi sonrası Suriye’sinin ya da burjuva anlamda demokratik bir Suriye için çabada bu proje, öne sürülen çözümler içinde en makul önerilerden biridir. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda Rojava’daki demokratik kazanımlar korunmuş olacaktır. Gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. 25.06.2014 ✓


K

uzey Kürdistan’da kalekol, karakol ve baraj inşaatlarına karşı, Kürt halkı çeşitli eylemler gerçekleştirdi Lice’ye bağlı Yukarı Çalıbükü (Biryas) köyünde nöbet tutan insanların üzerine rastgele açılan ateş sonucu, 24 yaşındaki Ramazan Baran ve 50 yaşındaki Hacı Baki Akdemir hayatını kaybetti, 1 kişi ağır yaralandı. Lice’de iki kişinin katledilmesi, doğal olarak öfke ile karşılandı. Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’nin çeşitli illerinde protesto gösterileri düzenlendi. Bu gösterilere devlet güçleri saldırdı. Devlet güçleri ile çatışmalar yaşandı.

halkların kardeşliği için

LİCE’Yİ NASIL OKUMALI?

rilen katliamlar olduğu” savcılar tarafından da kabul edildi. Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın da askerler tarafından öldürüldüğü ihtimalini güçlendiren deliller bulundu. Lice o günden sonra da faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalarla anıldı. Lice’ye başka bir saldırı 4 Ağustos 1994’te gerçekleşti. 1 kişi hayatını kaybetti. 20 kişi yaralandı. Lice’de 28 Eylül 2009’da Şenlik köyü kırsalında koyun otlatan Ceylan Önkol, askerlerin attığı havan mermisi nedeniyle parçalanarak can verdi.

“ÇÖZÜM SÜRECİ”NDE KATLETMELER DEVAM ETTİ

KCK 21 Mart 2013’te ateşkes ilan etti. Bu süreçte devlet Kuzey Lice’de ilk defa insanlar Kürdistan’da karakol ve katledilmiyor. 22 Ekim kalekol yapımını hızlan“Çözüm süreci” sonunda gelecek 1992’de devlet Lice’de dırdı. Bölgede devlet barış gerçek barış olmasa da, ulusal katliam yaptı. İlçe güçleri insanları hareketin geldiği noktadaki taleplerle savaşı askerler tarafından katletmeye devam sürdürmesinin gerekli olmadığı, bu savaşı devlet günlerce bombaetti. ile yapılacak barışa tercih ettiğimiz, halkların landı. Dönemin 6-7 Eylül 2013’te Jandarma Bölge H a k k a r i’n i n çıkarının bu savaşın sonlandırılması gerektiğini Komutanı TuğgeYüksekova ilçesavunan bizler için evet, bu durum birbiri ile neral Bahtiyar Aysinde bulunan çelişmiyor. Gerçek barışın, gerçek çözümün dın, Uzman Çavuş HPG’lilerin mezarhalkların iktidarında olduğunu savunan Yüksel Bayar’ın da bularının tahrip edilbizler için çelişmiyor. lunduğu 16 kişi öldürülmesini protesto eden dü. Ölen 14 kişi asker kurhalka özel harekat polisşunlarına hedef olan sivillerdi. lerince ateş açıldı. Mehmet Giriş çıkışların yasaklandığı ilçede Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ve Bemal resmi kayıtlara göre 401 konuttan 302’sine Tokçu katledildi. tam, 86’sına orta, 13’üne az hasarlı raporu verildi. Lice’ye bağlı Kayacık (Hêzan) köyünde, 28 Haziran Yıllarca “PKK yaptı” denilerek katliamın üzeri ör- 2013 günü gerçekleşen karakol-kalekol protestosu tülmeye çalışıldı. Geçtiğimiz yıllarda katliama iliş- yürüyüşüne ateş açan askerler Medeni Yıldırım’ı katkin açılan davanın iddianamesinde; “olayın PKK ile letti. ilgisi olmadığı, yaşananların asker eliyle gerçekleşti7 Nisan 2014’te Hakkari merkeze bağlı Kavaklı

LİCE İLK DEĞİL

15


güncel

(Marûnîs) köyü kırsalında Kato Dağı karşısında yer alan Meskan Dağı’nda kalekol inşaatını protesto eden halka yönelik askerlerin müdahalesi sonucu 4 kişi yaralandı. Meskan Dağı’nda karakol yapımı nedeniyle 13 Mayıs tarihinde askerler ile HPG’liler arasında çıkan çatışmada HPG’li Muhammed Hoşan’ın yaşamını yitirdiği açıklandı.

DEVLETLE GERÇEK BARIŞ OLMAZ!

16

AKP hükümeti bir yandan “çözüm süreci, barış süreci” adı altında “Kürt sorunu”nu çözme adımı atarken, diğer yandan Kuzey Kürdistan’da kalekollar, yeni karakollar yapıyor. Bölgede yeni barajlar yapıyor. “Çözüm süreci” ile karşılaştırma yapılarak, yapılanın süreç ile çeliştiği, AKP’nin samimi olmadığı eleştirileri yapılıyor. Öncelikle “çözüm süreci” ile devletin Kuzey Kürdistan’da yeni güvenlik önlemleri almasının birbiri ile çel işmed iğ i n i belirtelim. Her egemen devlet, kendi çıkarlarını korumak için egemen olduğu topraklarda güvenlik önlemi alacaktır. Hele hele iç sömürge olan Kuzey Kürdistan söz konusu ise! “Çözüm süreci” ile gerçek barış olacağını, Kürt ulusal sorunun çözü leceğ ini düşünenler, savunanlar için bu durumun birbiri ile çeliştiği aşikardır. “Çözüm süreci” sonunda gelecek barış gerçek barış olmasa da, ulusal hareketin geldiği noktadaki taleplerle savaşı sürdürmesinin gerekli olmadığı, bu savaşı devlet ile yapılacak barışa tercih ettiğimiz, halkların çıkarının bu savaşın sonlandırılması gerektiğini savunan bizler için evet, bu durum birbiri ile çelişmiyor. Gerçek barışın, gerçek çözümün halkların iktidarında olduğunu savunan bizler için çelişmiyor. Burjuvazinin iktidarı şartlarında halklar arasında gerçek eşitlik, gerçek ve kalıcı bir barış ola-

mayacağını, gerçek barışın ancak devrimle kazanılabilineceğini savunan bizler için çelişmiyor. AKP hükümeti yeni bir Türkiye vizyonuna ve siyasetine sahiptir. Buna göre AKP en azından 2024’e kadar tek başına iktidarını sürdürecek, Türkiye başkanlık sistemi ile yönetilecek, RTE halk tarafından seçilen ilk devlet başkanı olacaktır. 2023’e kadar Türkiye dünyanın 10 en büyük ekonomileri içinde yerini alacak, Türkiye Ortadoğu’da büyük bir güç haline gelecek, Sünni İslami dünya için model haline gelecek ve “Osmanlı İmparatorluğunun şanlı zamanlarına” dönülecektir. Bu vizyon ve siyaset için öncelikle Kuzey Kürdistan’da savaşın sona erdirilmesi, Kürt sorununun çözülmesi gerekiyor. AKP’nin çıkarlarını savunduğu, devlette egemen olan burjuva kesimlerinin çıkarlarını bunu gerektiriyor. Kürtler bazı tavizler verilerek tatmin edilmeli, devlet siyasetinin eklentisi olarak, Türkiye’nin yanında yeni Or tadoğ u’ d a rolünü oyna ma lıdır. AKP’nin “çözüm süreci” olarak adlandırdığı süreç bu vizyona bağlı olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda AKP hükümetinin siyaseti ile Öcalan’ın siyaseti birbiri ile örtüşmektedir. Öcalan İmralı’da yargılanması sırasında savunmasında “Kürtlerin TC’nin gücüne eklemlenmesi” siyasetini daha da geliştirdi. Çözüm kendi içinde “Kürt sorunu”nu çözmüş TC Ortadoğu’da Kürtleri yanına alarak büyük bir güç olmasında idi. Bu olgu kavranmazsa, bu konuda doğru analizler yapmak da mümkün değildir. 09.06.2014 ✓


KADIN EMEĞİNİN SÖMÜRÜSÜNÜN YOĞUNLAŞTIRILMASINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL!

yeni kadın dünyası

AKP’NİN KADIN İSTİHDAM PAKETİ

A

KP hükümeti geçen yıldan bu yana bazı ana var, neler yok, yapılmak istenen yasa değişiklikleri başlıklarını “müjde”ler biçiminde duyurduğu somutta neler, bunu doğrudan yasa tasarısı metinleri “kadın istihdamı ve doğum paketi” için kamuoyu üzerinden incelememiz mümkün değil. Ancak Aile hazırlığını sürdürüyor. Demokratikleşme paketin- ve Sosyal Politikalar Bakanı ve Çalışma Bakanının den sonra en kapsamlı paket olarak zamanın Aile ve çeşitli açıklamalarından ve medyaya servis edilen Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Çalışma Ba- kimi ana başlıklardan yola çıkabiliyoruz. Yasa tasakanı Faruk Çelik, Başbakan Yardımcısı rılarının metni elimize geçtiğinde yeAli Babacan ve Kalkınma Bakanı niden incelemek kaydıyla, şimCevdet Yılmaz’ın üzerinde diye kadarki açıklamalar çalıştığı paketi, seçimler “Kadın istihdamı ve doğumu artırma” üzerinden hükümetin öncesinde ‘Paket hane yapmak istediğine paketi olarak da tanımlanan bu paketin zır, Ekimde mecbakalım. liste (2013) , yılbaBuna göre: içinde gerçekte neler var, neler yok, yapılmak şından önce de Doğum izni istenen yasa değişiklikleri somutta neler, bunu yürürlükte’ diye artırılacak (Ne ilan etmelerine doğrudan yasa tasarısı metinleri üzerinden incelememiz kadar henüz tarkarşın, hem pattışmalı) mümkün değil. Ancak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı ronlar ve hem de Doğum yapan ve Çalışma Bakanının çeşitli açıklamalarından ve kadınlara esnek sendika ve kadın örgütlerinden tepve yarım saatli çamedyaya servis edilen kimi ana başlıklardan lışma ki alınca, kadınlara ve evden çayola çıkabiliyoruz. seçim “hediyesi” olalışma gibi “imkânlar” rak düşünülen paket güntanınacak demden geri çekilmişti. Şimdi Kadın memurları doğum yapCumhurbaşkanlığı seçiminden önce maya teşvik amaçlı bir takım düzenleyeni bir hareketlenme belirtisi var. Bu nedenle “ka- meler getirilecek! (“Çocuk da doğururum, kariyerimi dınlara müjde” olarak ambalajlanan paketin gerçekte de yaparım” tuzağı!) kime müjde olduğuna bakmakta fayda var. “Nüfusu arttırmak, çalışma hayatını destekle“Kadın istihdamı ve doğumu artırma” paketi ola- mek” rak da tanımlanan bu paketin içinde gerçekte neler Hükümetin programı belli: “Nüfusu artırmak, ça-

17


yeni kadın dünyası 18

lışma hayatını desteklemek”. Mayıs 2013’te paketi tanıtan Fatma Şahin (eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı) meseleyi çok açık ortaya koymuştu. Esasen Fatma Şahin ile Başbakan Erdoğan arasında bir iş bölümü mevcuttu. Başbakan Erdoğan kaç yıldır her fırsatta “3 çocuk isterim” diye tuttururken, Fatma Şahin vurguyu kadın istihdamını artırmak ve kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesine yapıyordu. Bununla AB vaatlerinin yerine getirilmesi de gözetiliyordu. Bakanlığa bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı, ulusal stratejik hedeflerle ilgili raporda bu şu şekilde ifade ediliyor: “Türkiye’nin AB istihdam stratejisine dâhil olma çabaları, kadın istihdamının da artırılmasında itici bir role sahiptir. Bilindiği üzere Avrupa İstihdam Stratejisinin 4 boyutundan birisini kadın erkek eşitliği oluşturmaktadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, AB İstihdam Stratejisine dâhil olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede, “İstihdam Durum Raporu” hazırlanmış ve kadınların iş piyasasındaki konumları bu raporda incelenmiştir. Ortak Değerlendirme Belgesine ilişkin çalışmalar devam etmektedir. Bununla birlikte çalışmaları devam eden Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesinin taslak metni hazırlanmış olup, söz konusu taslakta kadınların işgücü piyasasına katılımlarının artırılmasına ilişkin belirlenen hedef çerçevesinde kadınların işgücüne katılım oranının 2023 yılına kadar % 35 düzeyine çıkarılması hedeflenmektedir.” (T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, TÜRKİYE’DE KADININ DURUMU, Ekim 2012 ANKARA, s.28) 2023 için konulan yüzde 35 hedefi eleştiri ve alay konusu olunca 30 Mayıs 2014’te açıklanan yeni 2014-

2023 Ulusal İstihdam Hedefleri”inde bu oran yüzde 41 olarak yükseltilmiş. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının resmi sitesinde yayınlanan belgede şöyle konuluyor: “Kadınların işgücüne katılma oranı 2012 yılında Türkiye’de yüzde 31,8 iken, AB-27’de 65,6 olarak gerçekleşmiştir.” (Bkz. “Ulusal İstihdam Stratejisi 20142013, 26. madde ) Bunlar tabii ki, işin propagandayla ilgili yanı. Meselenin özü bu rakamların arkasındaki sosyal gerçekliktir, işçi ve emekçi kadınların yaşam koşullarını ne kadar ve nasıl etkileyeceğidir.

24 hafta doğum izni balonu! Şu an yürürlükte olan yasada kadınlara 8 hafta doğum öncesi ve 8 hafta doğum sonrası olmak üzere toplam 16 hafta doğum izni hakkı tanınıyor. Paket ilk olarak “Çalışan kadına müjde!- Doğum izni 24 haftaya çıkarılıyor!” diye tanıtıldı. Ancak patronlardan gelen tepkiler ertesinde balon çabuk söndü. Şimdi 18-19 hafta lafları ediliyor, hâlâ tam bir rakam söylenmiyor, Başbakan açıklayacak diyorlar. Göreceğiz elbette, müjdemüjde diye yutturmaya çalıştıklarının işçi ve emekçi kadınların ağzına ‘bir parmak bal’ kadar değerinin olup olmadığını... İlginç olan, patronlarla-hükümet arasında yaşanan çelişkide yapılan açıklamalarla, hükümetin kimin hükümeti olduğu ve ne yapmak istediğinin bütün netliğiyle ortaya çıkmasıydı. Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, “Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Doğum yapan kadına sağlanacak ek haklar, kadınları iş hayatından etmesin” deyince, (yani düpedüz tehdit savuruyor: ‘kadınlara doğum iznini uzatırsanız, biz


giderleri de yine işçi ve emekçilerden toplanan vergilerden öde! Esasen Batı Avrupa’da da soygunculuktan başka bir şey olmayan “sosyal devlet” sahtekârlığını orda biraz olsun maskelemeye çalışıyor, meseleyi bu kadar açık koymaktan çekiniyorlar! Bizde ise bakan Şahin örneğinde görüldüğü gibi hükümetin tek korkusu patronlar... Nitekim patronlar “höt” deyince paket geri çekildi ve doğum izni için öngörülen sürenin geri çekilmesi gündeme geldi. Patronların direncini kırmaya gücü yetmeyecek olan bu hükümetin sonuç itibariyle getireceği yeni düzenlemeler ve kırıntı mahiyetindeki iyileştirmeler esasen memurlarla sınırlı kalacağa benziyor, çünkü orda patron devlet! Kamu harcamalarından ödeyeceğiz, dediklerine göre bunu gerçekleştirebilirler. Büyük lütufta bulunuyormuş gibi pazarladıkları şey, memurlar açısından da göz boyamacadan öte değil: Şuan yürürlükte olan yasalara göre, doğum yapan memur kadın ücretli yasal izin hakkının bitiminden sonra ücretsiz izin kullandığında emeklilik primlerini borçlanarak ödeyebiliyor. Şimdiye kadar iki çocuk için geçerli olan bu “borçlanma hakkı” hükümet vaadinde 3’e çıkartılmak isteniyor. Ayrıca kadın memurun ücretsiz doğum izni süresinde geçen süresi, erkeklerin askerlik hizmetinde geçen sürelerinin “kademe ve derece ilerlemesinden sayılması” ile aynı işleme tabi tutulacak. Kadınlara sunulan yine ücretsiz izin ve borçlanma! Yani çocuk doğurma ve büyütme işi tamamen kadının özel meselesi görülüyor. Doğum nedeniyle memur kadınların derecelendirme kayıplarının ortadan kaldırılmasına gelince, bu ayrımcılığın ortadan kaldırılması çoktan gerekliydi. T.C. devleti 1985 yılında Birleşmiş Milletlerin Kadınlara Karşı Ayrımcılığa Karşı Sözleşmeyi imzaladı. Hükümetler (yani salt AKP hükümeti değil, ondan öncekiler de!!!) o kadar yüzsüzler ki, bu sözleşmenin üzerinden nerdeyse 30 yıl geçtikten sonra hâlâ daha yasalardaki ayrımcılık içeren maddelerin her temizliğini kadınlara büyük iyilik gibi sunuyorlar!

yeni kadın dünyası

de kadınları işe almayız!’ tehdidi!!!) Fatma Şahin boş bulunup “Genç nüfusu kalkınmanın parçası yapmazsanız başkanın çocukları, çalıştıracak erkek bile bulamayacak” şeklinde tepki vermiş, ama hemen ardından patronları yatıştırmak amacıyla şu açıklamalarda bulunmuştu: “İçeriği yeterince bilinmeden yorumlar yapılıyor. Başkanlar da iyi niyetli, konuyu yeterince bilmiyorlar. Bu paketi hazırlarken temel noktamızın başında şu geliyor; Hem nüfusu artırmak hem aile hayatıyla çalışma hayatını desteklemek. Kadının bütün bu hayatlardaki faaliyetini desteklemek.” Fatma Şahin, devamında patronlara yemin billah ‘yükü size bindirmeyeceğiz’ güvencesi veriyordu: “Hem kadının istihdamda var olması hem aile yaşantısı uyumuyla ilgili bütün dengeleri gözeterek bunu yaptık. Özel sektörün üstündeki yükü artıracak hiçbir çalışma yapmadık. Tamamen sosyal devlet olmanın gerektirdiği düzenlemeler var. Devletin üstüne yük geliyor. (...) Doğum ve süt izinlerinde önemli bir denge tutturduk ki hem istihdamda olsun hem aile uyumu sağlansın. Bu bir ekonomi ve kalkınma politikası. Bu Türkiye için 2023 ve 2050 meselesidir. Kısa vadeli hissi duygulardan çıkıp uzun vadeli akıllı kalkınma politikasıyla düşünmek lazım. (...)” (20 Ekim 2013, http://www.bianet.org/biamag/toplum/150037-fatma-sahin-hemistihdam-hem-aile-uyumu) Patronlara ek yük getirilmeyeceği vaadi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Ulusal İstihdam Strateji belgesinde de resmen ilan ediliyor. Orda “İlkeler” ana başlığı altında şöyle deniyor: “4. İşverenler Üzerine Ek Yük Getirilmemesi. Uygulanacak yeni teşvik politikasının maliyetlerinin firmalarca değil genel bütçeden ve diğer kaynaklardan karşılanması, böylelikle işletmelerin rekabet gücünün gözetilmesi önemlidir.” (agy.) Şahin hiç olmazsa açık sözlülükle meseleyi koyuyor, kısa vadeli hesaplarla önünü göremeyen Sanayi Odası Başkanı kapitalizmin uzun vadeli ve genel çıkarlarını hatırlatıyor: Büyüme ve yayılmacılık vizyonuna sahip kapitalist devletin hem nüfus artışına ve hem de kadın iş gücüne ihtiyacı var. Hükümetin tamamen kapitalistlerin çıkarına çalıştığını anlamayan kimi patronlara daha açıkça söylüyor, yükü siz taşımayacaksınız, devlet ödeyecek! Böylelikle “sosyal devlet” kandırmacasının içeriğini de öğrenmiş oluyoruz: Devlet kasası dediğiniz ne? Oh ne âlâ, patronların kârlarına hiç dokunma, patrona işçi yetiştirmek için

Esnek ve yarı-zamanlı çalışma Kadınlara müjde diye duyurulan diğer bir nokta, ücretli doğum izni sonrasında doğum yapan kadına birinci çocukta altı ay (ikinci ve üçüncü çocuklarda daha fazla) yarı-zamanlı esnek çalışma hakkının tanınacağı. Aynı şekilde iş koşulları elverdiği ölçüde evden çalışmanın yolunun da açılacağı söyleniyor. Kadınlar doğum izni sonrasında altı ay daha kendi

19


yeni kadın dünyası 20

isteklerine göre, “sabahtan öğlene kadar” ya da “öğleden akşama kadar” çalışma hakkına sahip olabileceklermiş. Yarı-zamanlı çalışma ücretlerin de o ölçüde düşmesi demektir. Kadın ücretlerinin zaten oldukça düşük olduğu bilindiğinde, işçi ve emekçi kadınlar ya bu haktan hiç yararlanamayacak, ya da ellerine geçen paranın daha da küçülmesine razı olmak zorunda kalacaklardır. Kreşlerin yok denecek kadar az ve çok pahalı olduğu ve çocuk bakımının örgütlenmesinin tamamen ailenin/hatta kadının özel meselesi görüldüğü şartlarda, ne kadar küçük olursa olsun her “iyileştirme”nin dahi kadınlara nefes aldıracağı açıktır. Hükümet te bunu fırsat biliyor, kimi küçücük hak kırıntılarıyla kadınların oyunu çalmaya, kendini kadın dostu olarak pazarlamaya çalışıyor. Büyük olanak gibi sunulan esnek çalışma, evden çalışma sistemlerinin esasta patronlara yaradığı, işçi ve emekçi kadınlar açısından emek sömürüsünün yoğunlaştırılmasından başka bir anlama gelmediği bütün dünyadaki örnekleriyle bilinen bir gerçektir: Ucuz işgücü sayılan kadınlar daha da düşük ücretlerle çalıştırılıyor ve daha kısa zamanda daha fazla iş çıkarma, yani yarı zamanlı ücrete tam randıman vermek ve esnek çalışma adı altında işgününün patronların ihtiyacına göre düzenlenmesine boyun eğmek zorunda kalıyor. Bu esasen ucuz işgücü olarak kadın emeğinin azami sömürüsü anlamına gelmektedir. Hükümet Avrupa modelini örnek aldığını söylüyor. Ki doğrudur, Avrupa’da birçok ülkede kadın istihdamının arttırılması yarı-zamanlı çalışma yolunun açılmasıyla olmuştur. Avrupa’da yarı-zamanlı çalışmada altı ay sınırı yok, iki ve hatta üç ve daha fazla çocuk yapan kadınlar zaten ya çalışma hayatından ta-

mamen kopmak durumunda kalıyor, ya da çok uzun bir dönem, çocukların ilkokul dönemi bitinceye dek yarı-zamanlı çalışmayı yeğliyorlar. Hatta bu kadınların birçoğunun istese de bir daha tam günlü işe kavuşamaması, hep yarı-zamanlı işlerde çalışmak zorunda kalmasını da beraberinde getiriyor. Bunun sonuçları ise vahim oluyor. Avrupa’da şimdilerde yarı zamanlı çalışmanın kadınların yoksulluğunu nasıl tetiklediği ve emeklilik dönemine kadar etkide bulunduğu tartışılıyor. Çocuk doğurup, büyüttükleri ve işlerinden de vazgeçmedikleri için yarı zamanlı çalışan kadınlar salt çalıştıkları dönemde küçük ücretlere razı kalmak zorunda olmuyor, emeklilik kasasına da o oranda düşük ödeme yapıldığından emekliliklerinde katmerli yoksulluk çekiyorlar. Tabii ki bunlar gündeme gelmiyor. Bakan Şahin’in derdi, bu noktada da patronları ikna etmek oluyor: “Ben de özel sektörden geldim. Özel sektörün ne kadar zor şartlarda çalıştığını biliyorum. Özel sektöre ekstra yük değil. Onların işini kolaylaştıracak katı çalışma hayatından esnek çalışmaya geçilecek. Başkan yeterince bilgi sahibi değil. Bilgi sahibi olursa bunu sahiplenecektir. İş dünyasının önündeki engelleri kaldırıyoruz, asla yeni engel koymayız. Aynı zamanda beşeri sermayeyi güçlendirmek de bizim en büyük görevimizdir.” “İkinci temel ilke işletmelere ilave yük getirmemek. Bir şey yapılacaksa bunu da kamu yapsın. Kadınlara iyilik olsun diye yapılan adımların aleyhlerine sonuçlanacağını değerlendirdik. İşletmelere yük getirirsek elbette daha az kadın istihdam ederler. İşletmelere yük getiren hiçbir tedbire yer vermedik. Kamunun destek ve teşvikiyle iyileştirme yapılacak. Konu açısından endişe edilecek bir durum yok.” (20 Ekim 2013, http:// www.bianet.org/biamag/toplum/150037-fatma-


yeni kadın dünyası

sahin-hem-istihdam-hem-aile-uyumu) Kadın ve erkek işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma Bu bağlamda patronların tepkisi tabii ki ilginçtir. koşullarının temelden iyileştirilmesi için bütün geAzami kârlarından hiçbir şekilde vazgeçmek, uzun rekli tedbirler alınmalıdır. En önde gelen talebimiz iş vadede kendi çıkarlarına olsa dahi, adı “hak” olan saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin yükseltilmesidir. hiçbir şeye yanaşmak istemiyorlar. İş hayatına pat- Derhal 6 saatlik işgünü, 5 günlük iş haftası yasalaştıronları şu ya da bu şekilde bağlayacak en küçücük rılmalı ve çalışma saatlerinin giderek daha da kısalyeni düzenlemelerde dahi hemen yerlerinden fırlıyor- tılması hedeflenmelidir! Ekonomik eşitsizlik derhal lar. bertaraf edilmeli, eşdeğer işe eşit ücret ilkesiyle kadın Kesin olan şudur: Kapitalistlerin kadın işgücüne, ücretleri derhal arttırılmalıdır. İş saatlerinin kısaltılözelde de kalifiye kadın işgücüne ihtiyacı vardır. Bu ması kadınların ve erkeklerin sosyal yaşamlarını iyi kesimi hem çalışma hayatında tutmak ve hem de ço- bir şekilde sürdürebilmelerinin, çocuk bakımı ve ev cuk doğurmaya teşvik etmek için bu tür küçük kırın- içi hizmetlerini paylaşabilmelerinin de önkoşuludur. tıların ötesinde büyük yatırımlar gereklidir. Hâlbuki Çalışma saatlerinin düzenlenmesinde ve “esneklik” getirilmek istenen yeni düzenlemeler hiçbir şekilde adı altında kadın işgücünün (erkeklerin de) patronlaişçi ve emekçi kadınların sırtındaki yükleri azaltma- rın ihtiyacına göre peşkeş çekilmesine karşıyız. Çaya, onların çalışma ve yaşam koşullarını gerçek an- lışma saatleri ve koşulları işçi ve emekçi kitlelerinin lamda düzeltmeye hizmet eder düzenlemeler değildir. yaşamlarını iyi bir şekilde sürdürecek şekilde düzenİşçi ve emekçi kadınların çalışma ve yaşam koşul- lenmek ve azami kâr peşinde koşan patronlara karşı larının gerçekten iyileştirilmesi, ikiliyasalarca korunmak zorundadır. üçlü yüklerinin azaltılması için İşçi ve emekçi kadınların derhal şu düzenlemeler yaemeklilik yaşı derhal 50 Kesin olan şudur: Kapitalistlerin kadın pılmalıdır: yaş olarak sınırlandıÇocuk bakım ve rılmalıdır. Çocuk işgücüne, özelde de kalifiye kadın işgücüne eğitimi salt kadınbakımı nedeniyihtiyacı vardır. Bu kesimi hem çalışma hayatında ların meselesi le kadınların değildir. (Aynı “borçlu” çıkartutmak ve hem de çocuk doğurmaya teşvik etmek şekilde ev hizpratiğiiçin bu tür küçük kırıntıların ötesinde büyük yatırımlar tılması meti ve aile yüne derhal son kü m lü lü k ler i gereklidir. Hâlbuki getirilmek istenen yeni düzenlemeler ver i l mel id i r! de!) Bütün bu İkili-üçlü yük hiçbir şekilde işçi ve emekçi kadınların sırtındaki yükleri yükümlülükleri taşıyan işçi ve azaltmaya, onların çalışma ve yaşam koşullarını emekçi kadınkadının sırtına yıkan erkek-egelar erkeklerden ve gerçek anlamda düzeltmeye hizmet eder men bakış açısı derpatronlardan alacakdüzenlemeler değildir. hal terkedilmelidir. lıdır! Çocuk bakımı ve eğitimiKadınların emeğine el konin toplumsal bir mesele olduğu nulması, ücretsiz ve görünmez bilinciyle devlet derhal 6 ayı doldurmuş kılınması pratiğinden derhal vazgeçilmeher çocuk için kreş ve çocuk yuvaları açmak zorun- lidir. Ev işleri hizmetleri, hasta ve yaşlıların bakımı dadır. Her mahallede ihtiyacı karşılayacak kadar 24 derhal ücretlendirilmelidir! Bunu devlet ve patronlar saat açık kreş ve çocuk yuvası). ödemelidir! Bunun gerçekleştirilmesi süresinde, yeterli çocuk Kadınların doğum yapıp yapmayacağına, hangi kreş ve çocuk yuvası bulunmadığı için evde bakıl- yöntemle yapacaklarına, çocuk sayısına vs. devletin mak zorunda olan çocuk/lar için tam ücretli ebeveyn karışma hakkı yoktur. Bu öncelikle kadınların ve izni hakkı yasallaşmalıdır. Çocuk bakımı için ücretli ikinci sırada ilişki içerisinde iseler eşlerin kararıdır. ebeveyn izninden kadının mı yoksa erkeğin mi yarar- Devlet kadın ve bebek sağlığı için gerekli bütün tedlanacağı tamamen kendi tercihlerine bırakılmalıdır. birleri almak zorundadır. Bunun için gerekli maddi yükü devlet ve patronlar (yarı yarıya) ödemelidir. 12.06.2014 ✓

21


panorama

PA NOR A M A 20 yıl önce – 20 yıl sonra soykırım! - RUANDA -

7

22

Nisan 2014 tarihi, Ruanda’da yaşanan, Tutsi’lere yönelik soykırımın 20. yıldönümüydü. Yıldönümü nedeniyle burjuva medyada konu hakkında tavırlar takınıldı, yorumlar yapıldı ve soykırım suçluları hakkında kamuoyuna kimi bilgiler yeniden sunuldu. Ruanda yönetimi soykırımın 20. yıldönümündeki anmaya hemen hemen dünyanın tüm devletlerinin hükümetlerini davet etti. Anmaların sloganı “hatırlamak, birleşmek ve yenilemek” idi. Kigali’de yapılan esas anma etkinliği futbol stadyumunda yapıldı. Tüm devletlerin temsilcileri anmada yer almasa da çok sayıda devlet, değişik düzeylerdeki temsilcileriyle Kigali’deki anmada yer aldı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon da anmada yer alan ve uzunca konuşan biriydi. Ban Ki Moon BM’nin soykırımdaki suç ortaklığından dolayı özür dilemesi gerekirken, “Biz daha çok şey yapabilirdik” diyerek dünyanın “umut veren bir ilerleme kaydettiği”ni vaaz etti. Emperyalist burjuvazinin temsilcisi soykırım kurbanlarıyla alay edercesine konuşurken, stadyumdaki soykırım kurbanlarının akrabaları, soykırımı –öncesini ve sonrasını da- anlatan gençlerin gösterisi ve soykırım barbarlığının yeniden hafızalarında canlanmasıyla fenalık geçiriyordu... Fenalık geçirenler, güvenlik güçlerince, önceden hazırlanan döşekli yorganlı alanlara taşınıyor, kendilerine gelmeleri için ilkyardım müdahalesi gerçekleştiriliyordu.

Sömürgeciler Tutsi’leri kendi sömürgeci yönetime hizmet etmesi için destekledi, öne çıkardı ve ülkeyi idare etmeleri görevini verdi. Öncelikle de tabii ki zengin kesimleri öne çıkardı. Belçika sömürgecileri, halka dayattığı “zorunlu çalışma”yı gerçekleştirmek ve “zorunlu vergiler”i toplamak için Tutsi’leri yükümlendirdi. Ruanda Başkanı Kagame’nin özellikle Fransa ve Belçika’nın da soykırımda doğrudan rol aldığını söylemesi ise, anmalarda Fransa’yı temsil edecek olan Adalet Bakanı Christiane Taubira yönetimindeki delegasyonun anmalara katılmasını iptal etmesinin gerekçesi yapıldı. Bunun üzerine de Kagame yönetimi Ruanda’daki Fransız ataşeyi istenmeyen kişi ilan ederek anmalardan dıştaladı. Kısaca aktardığımız bu tablo soykırımın 20. yıldönümünde yaşananların sadece bir damlasıdır... Genel olarak tespit edilirse, soykırımın uluslararası düzeydeki suçluları, ortakları, soykırımdaki rollerinin üzerini örterken “insan hakları savunucusu” maskesiyle yeni soykırımların tohumlarını ekmektedir. Bunların Ruanda’daki soykırım somutunda gerçek yüzlerini görebilmek için kısa da olsa soykırım öncesine gidip yaşananları hatırlamak gerekiyor.

SOYKIRIM ÖNCESİ DÖNEMİN KISA TARİHİ... Ruanda 1884-1916 yılları arasında Almanya’nın “Alman-Doğuafrika” sömürgesi konumundaydı. Birinci Dünya Savaşı döneminde, 1916’da Belçika Ruanda’yı işgal etti ve Ruanda savaş sonrasında Milletler Cemiyeti’nin onayıyla sömürgeci güç Belçika’nın sömürgesi oldu. Bu durum, 1 Temmuz 1962 tarihine kadar resmen sürdü. Bu tarihte Ruanda formel de olsa “bağımsız”lığını elde etti.


“Böl yönet” siyaseti ürün vermiş ve sömürgeci ırkçılık Ruanda’da değişik kesimlere bölünenler arasında milliyetçiliği, şovenizmi, ekonomik ve siyasi çıkarları kullanarak yerleştirmişti. Hutu’lar yönetimi elde etmek için Avrupalıların ırkçı düşüncelerini devralma temelinde Tutsi’leri “sonradan Ruanda’ya göçen yabancılar” olarak ilan etti. Bu siyasetin pratik sonucu Hutu’ların Tutsi’lere karşı katliamlar gerçekleştirmesi ve buna bağlı olarak sürgünlerin yaşanmasıydı. 1 Temmuz 1962’de “bağımsızlık” elde edildi ve 1962-1973 yılları arasında “Birinci Cumhuriyet”, Temmuz 19731994 yılları arasında da “İkinci Cumhuriyet” dönemi yaşandı. Özellikle “Birinci Cumhuriyet” döneminde Tutsi’lere karşı katliamlar, sürgünler ve Tutsi’lerin zorunlu göçleri (kaçışları) yaşandı. 1959 – 1994 Temmuz ayına kadar Ruanda’da Hutu’lar yönetimdeydi ve Tutsi’lere karşı düşmanlık sürekli olarak varlığını korudu. Soykırım öncesindeki gelişmelerde önemli rol oynayan bir gelişme de, 1959’dan itibaren ve sonraki dönemde yaşanan katliam ve baskılardan dolayı Uganda, Burundi ve Kongo gibi ülkelere kaçmak zorunda olan Tutsi’lerin, Ruanda Yurtsever Cephesi (FPR) önderliğinde, 1 Ekim 1990 tarihinde, mültecilerin ülkelerine geri dönebilmesi amacıyla Ruanda yönetimini askeri olarak zorlamak için başlattığı savaştı. Sözkonusu savaş, gerçek anlamda bir iç savaşa dönüştü. Bu savaş, uluslararası arabulucuların uzlaştırma çabaları sonucunda önce Temmuz 1992’de ateşkes ilan edilerek, Ocak 1993’de ise Aruşa Barış Anlaşması adı verilen anlaşmayla sonlandırıldı. Bu dönemde BM Barış Gücü Ruanda’ya yerleşti. BM gücünden önce de Kigali’de Fransız askeri güç bulunuyordu. Ruanda hükümetine danışmanlık da yapan Fransız yarbay Gilbert Cenovas 1991’de, hükümete

panorama

Afrika’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, Ruanda’da da etnik köken ayrımı sömürgecilerin yürüttüğü siyasetin ürünü ve sonucuydu. Somut olarak Ruanda’da Tutsi, Hutu ya da Batwa (Twa) adlandırmalarıyla yapılan ayrım Belçik sömürgecilerinin eseridir. Bunun ırka dayalı teorik temelleri de yine Avrupalı kimi ırk teorisyenlerinin ya da etnografların Afrika hakkındaki düşünceleridir. Pratikte sömürgeciler Ruanda halkını “sığır besleyici” (Tutsi), köylü (Hutu) ve avcı ve çömlekçi (Batwa) gibi kategorilerle birbirinden ayırdılar. Tutsi, Hutu ya da Batwa adlandırmasındaki ırkçılığın somut ekonomik ölçüsü, sözkonusu insanların sahip oldukları sığır, esasta da inek sayısıdır. Buna göre 10’dan fazla sığıra sahip olanlar Tutsi, 10’dan az sığırı olan Hutu ve sığırı olmayanlar Batwa ilan edildi. Bu ayrım somut olarak –tarihi 1933 veya 1934/35 olarak v e r i l m e k t e d i r1930’lu yılların başında Belçika sömürgecilerinin yaptığı nüfus sayımında gerçekleştirilmiştir. Bunun sonucunda da 1939’dan itibaren nüfus cüzdanlarına/ kimliklere hangi “etnik” kökene sahip olduğu yazıldı. Sömürgeciler Tutsi’leri kendi sömürgeci yönetime hizmet etmesi için destekledi, öne çıkardı ve ülkeyi idare etmeleri görevini verdi. Öncelikle de tabii ki zengin kesimleri öne çıkardı. Belçika sömürgecileri, halka dayattığı “zorunlu çalışma”yı gerçekleştirmek ve “zorunlu vergiler”i toplamak için Tutsi’leri yükümlendirdi. Böylece Ruanda halkının karşısına doğrudan sömürgeci güçleri değil, Ruanda halkının bir kesimini çıkarıyordu. Tutsi’ler bu yükümlülüğü sömürgecilerin istediği gibi yerine getirmediği yerde ve sömürgeci güçlerin tüm dayatmalarına uymayacakları konusunda kendi düşüncelerini dile getirmeye başladığında, sömürgeciler Katolik Misyonerlerle ortaklaşarak Hutu’ları teşvik etmeye başladılar. Bunun sonucunda 1959’da Hutu’lar yönetimi devraldı.

23


panorama

“halk milisleri oluşturma” önerisinde bulunur ve bu öneri 1992’de tüm Ruanda çapında pratiğe geçirilir. “Halk milisler”i kuşkusuz ki Tutsi’lere karşı düşman tavır içinde olan çoğu açık ırkçı olan kesimlerden oluşuyordu. Barış Anlaşması yapılmıştı ama Tutsi’lere verilen sözler, örneğin birlikte yer alınan geçici hükümet kurulması vb. konularda yerine getirilmedi. Hutu’lar arasında Tutsi’lerle barışa karşı olan ırkçı kesimin önde gelenleri, Barış Anlaşması’na uyma yerine, Tutsi’leri yoketme hazırlığını yapıyordu. Açık ırkçılığı kışkırtan kampanyayla birlikte, Tutsi’lerin isimlerinin listeleri hazırlanıyor, kimin Tutsi olduğu tespit edilmeye çalışılıyordu. Tutsi’ler “hamamböceği”, “ülke için tehdit” ilan edilip basında ve radyolarda katliama açık çağrılar yapılıyordu.

SOYKIRIM...

24

Böylesi bir ortamda Ruanda Başkanı Habyarimana, yanında Burundi Başkanı Ntaryamira ile Tanzanya’nın Başkenti Darüsselam’da katıldığı bir konferansta, yine Tanzanya’nın bir şehri olan Aruşa’da yapılan Aruşa Barış Anlaşması’nın öngördüğü değişik kesimlerin yer aldığı “Geçici Hükümet’i kurma sözü verdikten sonra, 6 Nisan 1994 tarihinde Kigali’ye geri dönüyordu. Uçak Kigali’ye iniş yapmadan atılan roketlerin isabet etmesiyle infilak edip düştü ve uçaktakilerin hepsi öldürüldü. 20 sene sonra da uçağın kimler tarafından düşürüldüğü resmen açıklığa kavuşturulmadı. Fakat tüm veriler uçağın Hutu ordusu mensupları tarafından düşürüldüğüne işaret etmektedir. 2012 Ocak ayında yayınlanan raporunda Fransız soruşturma hakimi Marc Trevidic, uçağın “Hutu – Roketiyle” düşürüldüğü sonucuna varmıştır. Uçuş ve balistik konusunda birçok “bilirkişi”nin incelemeleri sonucunda roketin, hükümetin askeri güçlerinin bulunduğu Kanombe Askeri Kampı’ndan atıldığını ortaya koymuştur. Bu raporun vardığı sonuç, barış anlaşmasına karşı olan ırkçı Hutu kesiminin uçağı, soykırımı gerçekleştirme bahanesi yaratmak için düşürdüğü tezini doğrulayan bir sonuçtur. Uçak inmeden önce iniş pistinin ışıklarının söndürülmesi, düşüşten hemen sonra Başkanlık Tugayları’nın düşme alanının çevresini hemen ablukaya alıp yolları kapatması, BM gücüne ait askerlerin havaalanında bloke edilmesi ve tanınmış siyasetçilerin evlerinin ablukaya alınması vb. olgular da, uça-

ğın Tutsi güçleri tarafından değil, Hutu askerleri tarafından düşürüldüğünü ortaya koymaktadır. Buna rağmen hala gerçekler ortaya konmamıştır. Uçağın “Kara Kutu”su ise incelenmesi için BM’ye gönderilir, ama “Kara Kutu” 2004 Mart ayına kadar ortadan kaybolur!!? Uçağın düşürülmesinden hemen sonra Tutsi’lere yönelik saldırılar başlar, buna karşı çıkan ve Aruşa Barış Anlaşması yanlısı siyasetçiler ya öldürülür ya da devreden çıkarılır. Bagosora önderliğinde ordunun ırkçı “şahin” kesimi pratik olarak iktidara el koyar ve 7 Nisan’da asker ve milislerle soykırımı başlatır. 7 Nisan’da başlayan ve 4 Temmuz’da, şimdi Başkan olan Kagame önderliğindeki Tutsi güçlerinin (FRP) Kigali’yi ele geçirmelerine kadar süren soykırımda 800.000 –kimi verilere göre 1milyondan fazla- Tutsi ve soykırıma ya da Hutu yönetimine karşı olan Hutu barbarca katledilmiştir. Bu soykırımla Ruanda’da yaşayan Tutsi’lerin en az %75’i, kimi tahminlere göre de %90’ı katledilmiştir. Kagame önderliğindeki Tutsi güçlerinin iktidarı alması ile Tutsi’lerin intikam duygusuyla Hutu’lara yönelik saldırıları, katliamları da yaşandı. Yüzbinlerce Hutu göç yollarına düştü, Ruanda’dan kaçtı. Bunun da barbarlık olduğu açıktır. Ama bu durum Ruanda’da Tutsi’lere yönelik soykırım gerçeğini ortadan kaldıramaz. Soykırımcıları temize çıkarmaya çalışan –başta da soykırımcıların kendileri- kesimler Tutsi’lerin Hutu’lara karşı gerçekleştirdiği katliamları göstererek soykırım gerçeğinin üzerini örtmeye çalışmaktadırlar. Soykırımın sona erdirilmesi ve geçiş hükümetinin kurulması, ya da Kagame’nin Başkan seçilmesi sonrasındaki dönemde Ruanda’da yaşanan gelişmeler ise, bir başka konudur. Bu nedenle de burada sözkonusu gelişmelere değinmiyoruz.

EMPERYALİST GÜÇLERİN SOYKIRIM ORTAKLIĞI Herşeyden önce bilince çıkarılması gereken nokta, soykırım öncesinde UNAMIR adı altında 2500 civarında BM’nin “Mavi Bereli” güçlerinin Ruanda’da olduğu noktasıdır. Görevi ise “barış sürecini geliştirmek” ve barışın “koruyucu güç”ü olmaktır. Soykırımın üzerinden zaman geçtikçe kamuoyuna yansıyan bilgiler de giderek çoğalmaktadır. Medyaya yansıyan kimi bilgilerin özeti bile, başta BM olmak üzere kimi emperyalist güçlerin soykırım ortaklığını ortaya koymaya yetmektedir. BM “Mavi Bereli” güçlerinin komutanı Kanada-


Bereli”lerin sayısının 5500’e çıkarılması kararlaştırılmıştır. Bu karar da kağıt üzerinde kalmıştır. Verilen bilgilere göre FPR güçleri 4 Temmuz’da Kigali’yi ele geçirip soykırıma son verdiğinde “Mavi Bereli” sayısı 540 civarındadır. Yani önceki sayıya eklenen birileri yoktur. BM esasında Aruşa barış Anlaşması’na sahip çıkar görünüp soykırıma “huzursuz” kaygılı” biçimde bakmıştır... Bu olgulara dayanarak Dallaire, sonradan Kofi Annan’ın soykırımda suç ortaklığı yaptığını savunmuştur. Dallaire’nin kendisi Ruanda’dayken Aruşa Barış Anlaşması’nı “koruma” yaklaşımı içinde olan ama soykrımı engelleme yaklaşımına sahip olmayan bir konumda olmuştur. Sonradan ise “günah çıkarmaya” çalışmış, konu hakkında kitap ve makaleler yazmıştır. Örneğin Barış Anlaşması gereği Tutsi’lerin silahlı güçleri FPR’den belli sayıda güç Kigali’ye yerleşmişti. Bu güçler Dallaire’ye BM’nin düzeni sağlamayı, anlaşmanın uygulanması için çaba göstermesi gerektiğini, kendilerinin BM güçlerine yardıma hazır olduklarını; ama katliamların sürmesi durumunda elikolu bağlı kalmayacaklarını açıklamışlardır. Buna karşı Dallaire’nin tavrı, FPR güçlerinin Kigali’yi terketmesi durumunda barış anlaşmasının ihlal edilmiş olacağını ve “Mavi Bereli”lerin buna müdahale etmek zorunda olacağını söyleyerek uyarma tavrı olmuştur. Hutu yönetiminin katliamları, soykırımı buna göre barış anlaşmasını ihlal etmek olmamıştır... Annan o dönemde açıkça “taraf tutmama” ve “koruma sağlamama” konusunda direktif vermiştir. Soykırımı engelleme yerine, Fransa ve Belçika, İtalya ve ABD’nin yardımıyla, 8 – 14 Nisan tarihleri arasında Ruanda’daki “yabancı”ları güvenlik altına alıp götürmüştür.

panorama

lı General Romeo Dallaire, gizli silah depolarının, “ölüm listelerinin”, BM güçlerinden Belçikalı askerlere karşı planlanmış saldırıların, Aruşa Barış Anlaşması’nın bilinçli boşa çıkarılması çabalarının ve gelecek üç ay içinde Tutsi’lere karşı planlanmış kitlesel yok etme planlarının varlığı bilgisine sahip biri olarak, bu bilgiyi 11 Ocak 1994 tarihinde, BM Merkezi’ndeki sorumlularına bildirmiştir. 9 Nisan gecesi BM Güvenlik Konseyi, atanan geçici hükümeti kutlamış ve sadece BM’nin arabuluculuğu rolüne vurgu yapmıştır. O dönemde BM “Barış Güçleri”nin kordinatörü ve sorumlusu, sonradan BM Genelsekreteri olan ve Nobel Ödülü de alan Kofi Annan’dı. Annan, kesin bir biçimde müdahaleye ve gizli silah depolarının ortaya çıkarılmasına karşı çıkmış, bunun yerine Dallaire’ye Başkan Habyarimana ile ilişkiye geçmesini dikte etmiştir. Bunun gibi Dallaire’nin BM güçlerinin hem sayısal olarak hem de donanım olarak güçlendirilmesi talebi karşılıksız kalmıştır. Tersine, soykırımın gerçekleştirildiği ortamda, 2500 civarındaki BM gücü resmen 270’e indirilmiş, tahliyeleri gerçekleşemediği için 540 kadar “Mavi Bereli” Ruanda’da kalmıştır. Dallaire’nin daha fazla “Mavi Bereli” gönderilmesi talebine verilen cevap, “Dünya Ruanda ile ilgilenmiyor”, yani Ruanda’dan bize ne cevabıdır. Kamuoyuna yansıtılan resmi tavır ve belgelerde ise, Ruanda’daki durumla ilgilenildiği, gelişmelerden huzursuzluk duyulduğu ve önlemler alınmak istendiği biçimdeki bir tavırdır. Örneğin 17 Mayıs 1994 tarihli BM kararında bir etnik kökene ait insanların tamamen ya da kısmen yokedilmesi amacıyla öldürmenin uluslararası hukuka göre cezalandırılması gereken bir cürüm olduğu söylenmektedir. UNAMIR II kararı olarak da adlandırılan karara göre “Mavi

25


panorama

Soykırımın yaşandığı dönemde Ruanda temsilcileri BM Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üyesi olarak 16 Mayıs’ta BM Güvenlik Konseyi’nin oturumuna katılmış, az sayıda üye “küçük” ülke Ruanda yönetimini eleştirmiştir. Bu da Ruanda yönetimi için BM’nin tavrının hangi yönde olduğunun doğrudan bilgisine sahip olması imkanını vermiştir. “Beyaz” yabancıları tahliye etmek için Kigali’ye giden Fransız güçlerine Paris’ten verilen emir Ruanda’lıların tahliye merkezlerine sokulmaması emridir. Buna uygun olarak Fransız askerler tahliye için toplanma merkezi olan Belçika ataşesi binasına sığınmaya çalışan Ruanda’lıları şiddetle engeller. Sadece engellemekle yetinmez sömürgeci güçler. Örneğin 11 Nisan’da “ETO Okulu”nda Belçikalı askerlerin kaldığı yerde okul personelinin yanısıra 2000 kadar Tutsi de bulunmaktadır. Fransa Birlikleri “yabancıları” tahliye etmek için okula gelir ve okulun Belçikalı müdürüne askerlerle havaalanına gitmesini emreder. Belçikalı askerler öğlene doğru geri çekilirler. Tutsi’ler kalmaları için yalvarır. Kimi diz çökerek hemen orada kurşuna dizilmesi için dilenir, kimi de kendisini hareket halindeki askeri araçların önüne atar... Belçikalı askerler yolu açmak için ateş eder. Bu ateş sonucu ölümlerin yaşanıp yaşanmadığı bilgisi verilmiyor, ama okuldaki 2000 Tutsi’nin okul dışında bekleyen Hutu-Milisleri tarafından katledildiği, 2000 kişiden sadece 50 kişinin canını kurtardığı bilgisi verilmektedir. FPR güçleriyle devlet güçleri arasındaki çatışmalarda durumun Hutu’ların iktidarının sarsılması yönünde gelişmesi sonucu, Fransa 2500 kişilik “Special Forces” (özel güç) askeri gücüyle “Turquoise” adını verdiği harekata başladı. Bu da esasta soykırımcıların desteklenmesi ve FPR güçlerinden korunması rolünü oynamıştır. 4 Temmuz’da FPR güçlerinin Kigali’yi ele geçirmeleri sonrasında Fransa, soykırım suçlularını, katilleri Kongo’ya götürdü, gitmelerini sağladı. Burada aktardığımız kimi örneklerin de gösterdiği gibi emperyalistlerin kurumu BM (BM Güvenlik Konseyi’nde yer alan daimi üyeler de) ve başta Fransa ve Belçika olmak üzere emperyalist güçler soykırıma ortaklık etmişlerdir.

ÇIKARILAN SONUÇ: DAHA FAZLA ASKERİ MÜDAHALE!

26

Soykırımın 20. yıldönümü nedeniyle tavır takınan emperyalist devletlerin kimi temsilcileri ve burjuva medyanın kimi kalemşorları yaşanan barbarlığa tim-

sah gözyaşları döktü. 100 gün içinde nasıl bir barbarlığın yaşandığını anlattı... yazdı! Bu tavırlar başta BM olmak üzere emperyalist güçlerin soykırıma ortaklığı nedeniyle soykırım kurbanlarından, onların kalmışsa akrabalarından özür dilemek için takınılmadı. En iyi halde, şu kadar “Mavi Bereli” olsaydı soykırım engellenebilirdi. Ya da Kofi Annan ve o dönemde BM Genelsekreteri olan Butros Ghali’nin, ya da Fransız ve Belçika askerlerinin “yabancıları” tahliye etme sırasında Tutsi’leri koruma, kurtarma bağlamında bir şey yapmadığı vb. vb. hayıflanmalarla durum geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist burjuvazinin yağız kalemşorlarının çoğu ise o dönemde BM ya da “büyük güçler” müdahale etmediği için soykırım gerçekleşebildi. Bunun sonucu ise, eğer böylesi durumların bir daha yaşanması istenmiyorsa, o zaman “zamanında” ve “güçlü” biçimde askeri müdahale yapılmalıdır vb. görüşleri propaganda etti. Daha fazla askeri müdahale ve siyasetin buna göre değiştirilmesi, kısacası kitlelere, “insan haklarını koruma”, “soykırımları engelleme” adına emperyalist müdahale ve işgal empoze edilmektedir. Bunun “uluslararası sorumluluk” adına savunulması da bir başka sahtekarlık! Bu propaganda örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier’in Parlamento’da Ruanda’daki soykırım hakkındaki anmada takındığı tavırda şöyle dile gelmektedir: “Zorbaca öldürmeleri engellemek için mümkün olan herşey yapılmalıdır”! Steinmeier’in bununla kastettiği genelde emperyalistlerin müdahalesi ama özelde de son dönemde Cumhurbaşkanı’ndan Savunma Bakanı’na kadar Almanya yöneticilerinin açıkça savunduğu dış ülkelere daha fazla askeri müdahale etmesi gerektiği görüşüdür. Bugünkü durumda ise örneğin, Kongo, Merkez Afrika Cumhuriyeti ve Suriye’ye daha fazla müdahale edilmesi propaganda edilmektedir. Sonuçta söylenmesi gereken esas düşünce: emperyalistlerin, kurum ve kuruluşlarının halklara barış, demokrasi ve özgürlük değil; savaş, katliam, soykırım, kölelik vb. getirdiğidir. Emperyalistlerin “barış” ve “demokrasi” diye kitlelere yutturmaya çalıştığı, gerçekte onların soygunu, talanı, barbarlığıdır. Katliamlara, soykırımlara son vermek için de görev bu emperyalist barbarlığa karşı mücadeleyi yükseltmek, işçileri, emekçileri bu barbarlığa son vermesi için aydınlatıp devrim mücadelesi için örgütlemektir! 26.06.2014 ✓


panorama

Gelişmeler ve başkanlık seçimi! - MISIR-

Mart ayı ortalarında Sisi, birçok generali görevden aldı ve yerlerine yenilerini atadı. Bu adım Sisi’nin başkanlık seçimlerinde adaylığını ilan etmeden önce, kendisine sadık kişileri orduda belirleyici noktalara yerleştirdiği biçiminde de yorumlandı.

D

ergimizin 168. sayısında Mısır’daki gelişmeleri ortaya koyduğumuz makalemizi, Başbakan Beblavi’nin istifa ettiği haberiyle bitirmiştik. Bu haberden sonraki gelişmelerde öne çıkanlar ve 25 Şubat 2014 tarihinden bu yana Mısır’daki gelişmelere damgasını vuran konular, kitlesel idam cezaları, hapis cezaları, yasaklar ve başkanlık seçimleri oldu. Bu arada rejim güçleriyle rejime karşı olanlar arasında çatışmalar, bombalı saldırıların da içinde olduğu saldırılar, ölümler ve tutuklanmalar da varlığını sürdürdü. Kelimenin gerçek anlamında faşizm Mısır’da hüküm sürüyor! Güncel gelişmeleri aktarmadan önce Mursi’ye karşı imza kampanyası yürüten “Temerrüd Hareketi”nin 22 Milyon imza topladığı ve 33 Milyon kadar Mısır’lının darbe öncesindeki kitlesel eylemlere katıldığıyla ilgili medyaya yansıyan bilgiyi okurlarımızın bilincine çıkaralım. Bilindiği gibi bu sayılar, Mısır’da gerçekleşenin darbe olmadığı, halkın orduyu müdahaleye zorladığı, hatta Müslüman Kardeşlere yöneldiği gerekçesini de ekleyerek darbeye “ilerici” bir etiket yapıştırıldı... Bu sayıların gerçekte bir yalan olduğu burjuva medyaya yansıyan bilgilerle de ortaya çıktı. Toplanan imzaların en fazla 8,5 Milyon olduğu bizzat kampanya yürütücüleri tarafından kabul edilmiştir. Benzeri biçimde 33 Milyon Mursi karşıtının protesto eylemlerine katıldığı da yalandır. Burjuva medya mensupları bile bunu bir “kuruntu” olarak değerlen-

dirmektedir. Beblavi’nin istifasından hemen sonra geçici Başkan Mansur, İbrahim Mahlab’ı başbakanlığa atadı. Mahlab 2001 –2012 yılları arasında devletin en büyük inşaat şirketi olan Arab Contractors’un Genel Müdürlüğü’nü yapan, Mübarek’in partisinin “Siyasi Komitesi”nde yer alan ve rejiminin savunucusu olan biri. Başbakanlığa atanır atanmaz yaptığı konuşmada, “Birlikte, Mısır’ın güvenliğini tamamen tesis etmeye ve ülkenin her köşesinde terörü yok etmeye çalışacağız” diyerek hangi misyonu üzerlendiğini ilan etti. 4 Mart’ta Mahkeme Hamas’ı “Mısır için tehdit” olarak gördüğü gerekçesiyle yasakladı, Mısır’daki bürolarını kapattı ve mallarına el koyma kararı verdi. Mart ayı başlarında geçici Başkan Mansur resmen seçim yasasını kararlaştırdı. Buna göre Yüksek Seçim Komisyonu başkanlık seçimleriyle yetkilendirilmiştir. Bu da Seçim Konseyi’nin açıklayacağı seçim sonuçlarının dokunulmazlığını, itirazların reddedileceğini ve bu temelde de mahkemeye gidilemeyeceğini garantiye alıyordu. Mart ayı ortalarında Sisi, birçok generali görevden aldı ve yerlerine yenilerini atadı. Bu adım Sisi’nin başkanlık seçimlerinde adaylığını ilan etmeden önce, kendisine sadık kişileri orduda belirleyici noktalara yerleştirdiği biçiminde de yorumlandı. 24 Mart’ta ise darbe sonrası dönemin ilk kitlesel idam kararının verildiği duruşma gündeme dam-

27


panorama 28

gasını vurdu. Toplam 1200’den fazla kişi hakkında açılan davada 545’inin yargılanması sözkonusuydu. Her tür burjuva yasallığının postallar altına alındığı bir “yargı” ile 529 Müslüman kardeşler üyesi olduğu iddia edilen insana idam cezası verildi. 16’sı da beraat etti. 1200’den fazla kişiye getirilen suçlama, bir polis şefi ve iki polisin öldürülmesi, öldürmeye ve şiddete teşvik, resmi ve özel mülke zarar verme vb. suçlamalardı. Yargılananların 147’si tutuklanmış olarak çelik kafeslere konarak mahkemeye getirilmişlerdi. Tam bir rezalet yaşanıyordu! Hakkında idam kararı verilenlerden üçünün mahkemeden önce ölmüş ya da öldürülmüş olması da, haklarında idam kararı verilmesine engel olamamıştı! Sanıkların avukatlarına ne dosyalar zamanında verilmiştir, ne de mahkemede savunma hakkı. Yaklaşık 15 dakika 529 idam kararının verilmesine yetmişti! Temyize gitme ve Mısır Baş Müftüsü’nün onayını aldıktan sonra kararın kesinleşmesi durumu olsa da, bu biçimiyle ve sonuçla yargıda yeni bir tarih yazılıyordu! Bu toplu yargılamanın ikinci bölümü de 28 Nisan’a ertelendi. 26 Mart’ta ise Anayasa Referandumu’ndan sonra “merakla” beklenen Sisi’nin başkanlık seçiminde aday olup olmayacağı sorusu, cevabını aldı. Yayınlanan televizyon konuşmasında Sisi, başkanlık seçimi için adaylığını ilan etti. “Ulusu savunmak için üniformayı çıkarıyorum” diyerek “ülkeye güvenliği, istikrarı ve umudu getirmek için herşeyi” yapacağı vaadinde bulundu. Mayıs ayı başlarında kendisiyle yapılan TVsöyleşisinde de, kendisinin Şubat ayı sonunda, - halkın kendisini buna zorladığı için- aday olmaya karar verdiğine yemin ediyordu! Bu yalanına “son 30 yılda ordu asla siyasete karışmamıştır, bunu gelecekte de yapmayacaktır” tacını taktı. Bu arada kendisinin seçilmesi durumunda, Müslüman Kardeşler’in artık varolmayacağını ilan etti. “Birlikte yaşayamayız” diyerek de kategorik olarak İhvancılarla uzlaşmayı reddetti. Bu söyleşisinde Sisi, açıkça protesto ve grevlerin “önümüzdeki süreçte” kabul edilemez olduğunu da ilan etti. Başkanlık seçimi için adaylığını ilan eden Sisi, aynı zamanda ordudaki ve hükümetteki görevlerinden de istifa etti. Yerine Sıdkı Subhi atandı. Önce Genelkurmay Başkanlığı’na, ardından da geçici Başkan Mansur tarafından Savunma Bakanlığı’na atandı. Böylece artık seçim tarihini resmen açıklama zamanı gelmişti. Yapılan açıklamaya göre başkanlık seçimi 26/27 Mayıs tarihlerinde yapılacaktı. 20 Nisan’a

kadar adayların kaydedilmesi ve Mayıs ayı başında üç haftalık seçim propagandası için de zaman belirlendi. Seçimler öncesinde öne çıkan gelişmelerden biri, ABD emperyalistlerinin daha önce dondurduğu askeri yardımı, Nisan ayı sonlarında yeniden vermeye başlamasıydı. Buna göre Mısır yönetimi İsrail ile “Barış Anlaşması’na uyduğunu ve böylece ABD ile stratejik ilişkilerin devam edilebileceğini isbatlamıştır.” Oysa yardımın dondurulmasının gerekçesi, Mısır’ın İsrail ile anlaşmaya uymadığı biçiminde değildi. Yardımın yeniden verilmesinin önkoşulu “demokratik biçimde seçilmiş bir hükümetin kurulması için inandırıcı bir süreç” olarak tespit edilmiştir. Yardımın verileceğini açıklayan ABD Dışişleri Bakanı Kerry, aynı zamanda ABD Hükümeti’nin Kongreye, “Mısır’da görülebilecek önemli bir demokratik gelişmenin olduğunu onaylayacak durumda olmadığı”nı da açıkladı. Yani kendilerinin koyduğu önkoşulu yine özde bir değişiklik olmadan kendileri kaldırdı! Böylece emperyalistlerin ilişkilerinde kendi çıkarlarının belirleyici olduğunu, bunların, çıkarları gerektirdiğinde burjuva demokrasisini bile çiğnediğini, “demokrasi” adına sahtekarlık yaptığını da kendileri belgeliyor! Özellikle Mısır’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi, milyarlarca dolarlık silah satın alması vb. gelişmeler, ABD emperyalizminin Mısır’dak hakim sınıflar üzerindeki nüfuzunun giderek azalmasına yol açmış ve ABD emperyalizminin temsilcileri de hem daha fazla nüfuz kaybetmeyi engellemek, hem de geliştirmek için kararlarından geri adım atmışlardır. Buna bağlı olarak da Haziran ayı ortalarında Mısır’a ilk ödeme olarak 572 Milyon Dolar’ın ödenmesi ABD Kongresi tarafından onaylandı. 28 Nisan’da ise toplu idam kararının ikinci bölümü gündeme geldi. Bu sefer öncekinden daha kısa süren –8 ile 10 dakika arası- bir sürede 683 kişi hakkında idam kararı verildi. Aynı gün, 24 Mart’ta haklarında idam kararı verilen 529 kişinin “kaderi” de belirlendi. Buna göre 37’sinin idamı onaylandı, diğerleri de ömür boyu hapse mahkum edildi. 683 kişinin “kaderi” de 21 Haziran’da belirlendi. Buna göre 183 kişinin idamı onaylandı, dört kişi ömür boyu hapse mahkum edildi ve diğerleri de beraat etti. Müftü efendi de idamlara onay verirse bu davada 220 kişi idam edilecek! Kimi bilgilere göre ise idamı onaylananlar için Müftü karar vermiş, mahkeme de buna göre kararı açıklamıştır. Bu davaya paralel olarak “Acil İşler Mahkemesi”, yasakların, cezaların sadece İhvancılara karşı uygulanmadığını bir kez daha belgeleyerek, “6 Nisan


BAŞKANLIK SEÇİMLERİ... Başkanlık seçimlerine iki adayla gidildi. Sisi dışındaki aday, milliyetçi sol olarak da değerlendirilen ve rejimle sorunu olmayan Hamdin Sabahi idi. Tüm Batılı burjuva medyanın da tahminine göre Sisi açık farkla seçimleri kazanacaktı. Gerçekten de gelişmelere bakıldığında, andaki güç dengeleri –İhvancıların seçimden dıştalandığı ve rejime muhalif güçlerin baskı altında tutulduğu bir ortamda- gözönüne alındığında, bu tahmin gerçekçiydi. Kuşkusuz buna seçimlerde yapılacağı garanti olan manipulasyon da eklenince Sisi’nin seçileceğine kesin gözüyle de bakılmasının maddi temeli vardı. İhvancılar ile 6 Nisan Hareketi başta olmak üzere kimi diğer muhalif kesim seçimleri boykot etti. Seçim yasasına vurgu yapan Yüksek Seçim Komisyonu, sandığa gitmeyenlere yaklaşık 140 TL kadar para cezası verileceğini açıklayarak seçime katılım oranının yükseltilmesine çalıştı. Sisi, hedef olarak, yaklaşık 54 Milyon seçmenden 40 Milyon oy almayı koymuştu. Kitlelere gitme, halkla konuşma biçimindeki seçim propagandası sadece Hamdin Sabahi tarafından yürütüldü. Sisi, resmi açıklamaya göre güvenlik nedeniyle böylesi bir propaganda yapmadı. Ama devletin tüm imkanları Sisi’nin propagandası için kullanıldı. Boykotçu muhalefete karşı saldırgan davranan ve bildiri dağıtmayı bile tutuklama gerekçesi yapanlar, ülkenin hemen her yerinde seçimlere katılma ve Sisi’yi seçme propagandası yaptı, hatta evet dayatmada bulundu. Seçim, belirlendiği gibi 26 ve 27 Mayıs’ta yapıldı. Katılımın azlığı nedeniyle hem seçimin ikinci günü tatil ilan edildi –böylece özellikle devlet çalışanları-

nın oy vermesi için zaman verildi- hem de oy verme saatleri uzatıldı ve bu yetmediği için de seçimlerin bir gün daha uzatıldığı devlet televizyonundan halka duyuruldu. Böylece 28 Mayıs günü de seçim günlerine eklendi. Seçimin birinci ve ikinci günü iki ayrı yerde bomba patladığı ama kimsenin yaralanmadığı bilgisi verildi. Ciddiye alınabilecek herhangi bir rahatsız etme eylemi yaşanmadı. Bu arada rejimin hoşuna gitmeyen az sayıda kişinin tutuklanması da bu durumu değiştirmedi. Resmi açıklamaya göre seçimlere katılım %47,5 olmuştur. Bu oranın abartılı olduğu konusunda batılı burjuva medyanın hemen hemen hepsi aynı fikirdedir. Buna karşı olan veriler ise en fazla %28 katılım olduğunu iddia etmektedir. Bu noktada yanlış olan yaklaşım ise, seçimlerin demokratik olup olmadığının tek ölçüsünün katılım oranı olarak ele alınmasıdır. Seçim Komisyonu’nun ilk önce katılım oranının %35 civarında olduğunu açıklaması, ikinci gün oy verme saatlerinin ve bir gün daha uzatılması gözönüne alındığında, katılım oranı bağlamında manipülasyon yapıldığından yola çıkılabilir. Ama katılım oranı ister %47,5 olsun isterse de %28, seçimlerin demokratik seçimler olmadığı açıktır. Resmi sonuçlara göre Sisi oyların %96,9’unu, Sabahi ise %3,1’ini almıştır. Seçimin bir gün uzatılmasına ve kimi kuralsızlıkların yaşandığı iddiasıyla Sabahi seçimlere itirazda bulundu ve üçüncü gün kullanılan oyların iptalini talep etti. Bu itiraz ve talep reddedildi. Sisi resmen başkanlık görevini devralmadan önce itiraf sayılabilecek bir tespitte bulundu. Buna göre Mısır’a demokrasinin gelmesi için 25 sene geçmesi gerekiyor! 8 Haziran’da ise birçok devlet başkanının da katıldığı törenle Sisi başkanlık koltuğuna oturdu. Bu tören nedeniyle Mısır’da işgünü olan Pazar günü tatil ilan edildi. 17 Haziran’da ise, yine Mahlab başkanlığında yeni hükümet kuruldu. Böylece Mübarek’in devrilmesinden bu yana yedinci hükümet başa geçti. Yeni kurulan hükümette 34 bakanlık var ve bunların sadece 13’ü yeni. Diğerleri önceki hükümette de yer alanlardır. Darbe sonrasındaki “yol haritası”na göre çoktan yapılmış olması gereken parlamento seçimleri ise, kesin tarihi belli olmayan “Sonbahar”a ertelenmiştir. Bundan sonraki gelişmeleri de izleyip neler olduğunu birlikte göreceğiz. 27.06.2014 ✓

panorama

Hareketi”ni de yasakladı. Gerekçesi Mısır’ın yurtdışına karşı imajını zedelediği ve yabancılarla illegal ilişkide bulunduğu vb.’dir. Bu dönemde sayısı belli olmayan, ama yüzlerce diye ifade edilebecek kadarına değişik süreli hapis cezaları da verildi. Mısır’ın yargıçları bantta çalışır gibi ceza üretme rekorları kırıyor! “Wiki Thawra” adlı grup, değişik insan hakları örgütlerinin bilgilerine dayanarak darbeden Mayıs ayı ortalarına kadar 41.162 kişinin tutuklandığı bilgisini açıkladı. Muhalif güçlere verilen bu cezaların yanısıra Hüsnü Mübarek’e de devlet bütçesini kişisel çıkarları için kullandığı nedeniyle üç yıl hapis cezası verildi. Mübarek’in iki oğluna da hapis cezası verildiği açıklandı.

29


güncel

ULUS DEVLET MODELİ SONA MI ERDİ? A

30

bdullah Öcalan tarafından dillendirilen ve Kürt Ulusal Hareketinin de üzerlendiği “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ dönemi sona ermiştir düşüncesi üzerinde durmak istiyoruz. PKK kurulduğunda ve 1984’te gerilla mücadelesini başlattığında temel hedefi “Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan”ın kurulması idi. 17 Mart 1993’te Abdullah Öcalan, Lübnan’da Celal Talabani ile basın toplantısı düzenleyerek, 20 Mart - 05 Nisan 1993 tarihine kadar tek taraflı ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Bu dönemde TC devleti ile Öcalan arasında, Celal Talabani arabulucu rolüne soyunmuştu. Ateşkesin bitiş tarihi olan 15 Nisan yaklaşırken, Öcalan, Lübnan’da yaptığı ikinci basın toplantısında ateşkesin süresini uzattıklarını açıkladı. Bu toplantıya Talabani’nin yanı sıra dönemin HEP Genel Başkanı Ahmet Türk ve Kemal Burkay gibi isimler de katılmıştı. 1993’te ilan edilen ateşkes PKK tarihinde bir dönüm noktası idi. Öcalan, ateşkes için koşul öne sürmediğini, Türkiye’yi bölmek gibi bir niyetlerinin olmadığını, operasyonlar durdurulursa ve imha amaçlı üzerlerine gelinmezse, tek bir mermi bile atmayacaklarını ve bütün güçlerine hâkim olduğunu belirtiyordu. Abdullah Öcalan, Celal Talabani aracılığıyla Ankara’ya gönderdiği mektupta şu taahhütlerde bulunuyordu: “Ateşi kesiyorum. Kürtlerle Türkler arasında bir diyalog kurulmasına fırsat tanımak için silahlı eylemi durduracağım. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü kabul ediyorum. Kardeşliği güçlendireceğim. Teröre hayır, terörizmi kınıyorum. Sorunları şiddet ve savaş yerine siyaset yoluyla çözülmesini kabul ediyorum.

Beni muhatap almanız şart değil ama Kürtlerle görüşün. TBMM’deki Kürt milletvekilleri ile görüşebilirsiniz. Bölücülüğe hayır. Bölücü eylem ve sloganları reddediyorum. Kanunlara uyacağım. Parti faaliyetlerini demokrasi ve meşruiyet sınırları içerisinde yürütmeyi kabul ediyorum.” (Koray Düzgören, Kürt Çıkmazı, V yayınları, 1994, sf. 351)

Abdullah Öcalan basın toplantısında diğer söylemlerin yanı sıra şöyle de diyordu: “Burada bir kararımızı açıklıyorum. TC birlikleri bize saldırmadıkça, kendimizi savunma mecburiyetinde bırakılmadıkça, 20 Mart’tan 15 Nisan’a kadar ateş açmayacağız. Herhangi bir saldırı düzenlemeyeceğiz. Ateşkese aykırı davrananı biz cezalandıracağız. Bu ateşkes sürecinin, Türk hükümetiyle siyasi görüşmelere olanak tanıyacak bir deneme dönemi olmasını umuyorum. Ateşkes Kürtlerin yeni yılı olan Newroz’a denk gelmektedir ve bu karar barış isteğimizde samimi olduğumuzu kanıtlayan bir iyi niyet jestidir.” (Yeni Ülke, 21-27 Mart 1993 sayısı, sf.11) “Biz gerçekçiyiz. Biz Kürtlerin federal bir devlet içinde insani, kültürel ve siyasi haklarına kavuşmalarını istiyoruz.” (Hürriyet, 19 Mart 1993, sf. 11)

Bu açıklama, PKK’nin kuruluş programı temel alındığında, bu programdan uzaklaşan yeni bir siyasetin açıklanması idi. Şimdi biraz geriye dönüp Abdullah Öcalan’ın 1978’de yazdığı “Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto)” kitabında neler söylediğine bakalım. Öcalan şöyle yazıyordu: “Kürdistan Devrimi, en ön planda Türk sömürgeciliğini hedef alır. Siyasi bağımsızlığı gaspeden, Kürt dili,


festo), Weşanen Serxwebun Yayınları, 6. Baskı, sf. 121)

“Kürdistan Kurtuluş Hareketi, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki devrim meselesini, esas olarak o parçada yaşayan halkın meselesi olarak görür. Bununla birlikte Kürdistan halkının ve ülkesinin bir bütün olduğunu, Kürt halkının iradesine aykırı olarak, emperyalist sömürgeci güçlerle zorla parçalanan birliklerinin, her parçadaki halkın iradesine uygun olarak devrimci yöntemlerle yeniden kurulacağını bir ilke olarak kabul eder. Uzun bir mücadele sonunda gerçekleşeceğine inandığımız bu ilke, somutta ifadesini Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan sloganında bulur.” (Age, sf. 127)

1993’te Abdullah Öcalan yaptığı basın toplantısı ile “Bağımsız Kürdistan” ve “ayrılma hakkı”nın savunulmasını bir kenara koyuyordu. TC yıkılmadan, anayasal değişikliklerle Kürtlerin insani, kültürel ve siyasi haklarına kavuşacakları bir çizgi savunuluyordu. PKK, devletin kimi anayasal reformlarla demokratik bir yapıya kavuşturulabileceğini savunan bir çizgiye gelmişti. Bu yeni siyasette silahlı mücadele esas olarak PKK’nin TC devleti tarafından pazarlık muhatabı olarak kabulünü zorlamak için bir araç olarak sürdürüldü. Silahlı mücadelenin sürdürülüp, sürdürülmemesi TC’nin siyasetine endekslendi. TC’yi devrimle yıkmayı amaçlayan silahlı mücadele, PKK’nin gündeminden çıkartıldı. 20 Mart 1993’te ilk tek taraflı ateşkes ilanını yapan

PKK, bugüne kadar aradan geçen 21 yılda toplam 8 kez ateşkes kararı aldı. 15 Aralık 1995 ve 1 Eylül 1998’de alınan ateşkes kararı PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan Türkiye’ye teslim edilme tarihi olan 15 Şubat 1999’dan önce alındı. 1 Eylül 1999’da İmralı’da Öcalan yeniden ateşkes ilan etti ve PKK’nin silahlı güçlerine Türkiye sınırları dışına çıkması çağrısında bulundu. 5 yıl süren bu ateşkes döneminde PKK 1 Haziran 2004’te AKP hükümetinin Kürt sorununa kayıtsız kalması, Öcalan’ın cezaevindeki koşulları ve askeri operasyonlar nedeniyle ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. 1 Ekim 2006’da beşinci ateşkes ilan eden PKK, askeri operasyonların devam etmesi nedeniyle ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. Öcalan’ın çağrısıyla KCK, 29 Mart 2009 yerel seçimler sonrasında ortaya çıkan siyasi sonuçları dikkate alarak, 13 Nisan 2009’dan geçerli olmak üzere çatışmasızlık kararı aldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” söylemleri ile birlikte arayışları devam ederken, AKP hükümetinin “açılım” adı altında başlattığı projenin ilk ayağı olarak “KCK” operasyonları devreye sokuldu. 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan siyasi operasyonlar kapsamında DTP, BDP yöneticileri, belediye başkanları, sendikacılar, öğrenciler, kadınlar, gazeteciler, insan hakları savunucuları birer birer gözaltına alınarak, tutuklandı. Çatışmasızlık kararının süresi 1 Haziran 2009’da dolmasının ardından, karar 15 Temmuz 2009’a kadar uzatıldı. Ardından 1 Eylül’e kadar uzatılan çatışmasızlık kararı, yapılan yeni bir açıklamayla Ramazan bayramı sonrasına (22 Eylül 2009) kadar uzatıldığı açıklandı. KCK, 1 Haziran 2010’da ateşkesi sonlandırdığını açıkladı. Yedinci ateşkes, PKK’nin 13 Ağustos 2010’da aldığı 40 günlük eylemsizlik kararıyla başladı. Ateşkesin daha sonra 12 Haziran 2011’deki genel seçime kadar uzatıldığı açıklandı. 14 Temmuz 2011 günü, Diyarbakır Silvan’da çıkan çatışmada 13 askerin yaşamını yitirmesi ile birlikte ateşkes yeniden bozuldu. 2012’de cezaevlerinde PKK’li ve PAJK’lı tutsakların başlattığı açlık grevi, Türkiye’de yeniden çözüm tartışmalarını tetikledi. 67 gün süren açlık grevleri Öcalan’ın çağrısı ile sona erdirildi. TC devleti bir kez daha Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkisini gördü. Oslo görüşmelerinin basına yansıtılması ile durulan süreç yeniden başlatıldı. Başbakan Erdoğan, TRT’de katıldığı programda Öcalan ile İmralı’da görüşmelerin yapıldığını belirterek, “hâlâ görüşmeler var. Çünkü netice almamız lazım. Işık olduğu sürece devam ede-

güncel

tarihi ve kültürü üzerinde tam bir yok etme işlevini sürdüren, üretim güçlerini tahrip ve talan eden Türk sömürgeciliğidir. Bu sömürgeciliğe, dışta emperyalistler, içte de feodal-kompradorlar destek vermektedir. Birbirlerine çok sıkı ekonomik bağlarla bağlı olan bu üç güç, Kürdistan Devriminin hedeflerini teşkil ederler. Başta Türk sömürgeciliği olmak üzere, onunla birlikte iç ve dış destekçilerine karşı gelişmeyen bir hareket, Kürdistan’da devrimcilik sıfatı taşıyamaz. Kürdistan üzerinde klasik sömürgecilik biçiminde somutlaşan Türk hâkimiyetini, emperyalizmin veya içte feodalizmin şu veya bu özelliğine dayanarak göz ardı ettirmek isteyen her anlayış gericidir ve Türk sömürgeciliğini gizlemeye hizmet eder. Emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelenin tek doğru yolu, ikisinden de güç alan ve ikisinin de çıkarlarını kendisinde birleştiren Türk sömürgeciliğine karşı mücadeleden geçer. Kürdistan devriminin özelliklerinden ve hedeflerinden kaynaklanan Kürdistan Devriminin görevleri, Bağımsız ve Demokratik bir Kürdistan yaratmayı öngörür.” (Abdullah Öcalan, Kürdistan Devriminin Yolu, (Mani-

31


güncel 32

riz” dedi. Ardından Öcalan ile görüşmeler Türkiye sim, Türk ulusu dışındaki ulusların ve milliyetlerin gündemine oturdu. Erdoğan’ın açıklamalarının ar- varlığını inkâr ediyordu. Türk burjuvazisi bu durudından MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012 yılının mu korumak için savaş yürütüyordu. Türk burjuvazison günlerinde İmralı Adası’na giderek, Öcalan ile sinin bir bölümü giderek savaşın salt askeri yöntemgörüştüğü ortaya çıktı. Öcalan ile MİT Müsteşarı lerle çözülemeyeceğini gördü. T.C. devletinin egemen Hakan Fidan arasında yapılan görüşmenin basına güçleri arasında da iç iktidar dalaşında önemli deyansıtılmasının ertesinde, 3 Ocak 2013’te sabah sa- ğişiklikler oldu. İnkârcı çizgiyi hiç değiştirmeksizin atlerinde DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ile BDP Bat- sürdürme yanlısı olanlar, bu çizgide belirli reformlar man Milletvekili Ayla Akat, İmralı Adası’na giderek, yapma gereğini savunanlar karşısında mevzi kaybetÖcalan ile ilk heyet görüşmesini gerçekleştirdi. Ar- tiler. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da formüle ettiği çödından ise Öcalan’ın başlattığı sürece ilişkin kamuo- züm çizgisi, Türkiye’de egemen burjuvazinin giderek yunda tartışmalar yürütüldü. 21 Mart 2013 tarihinde büyüyen bir bölümünün, PKK’nin silahlı mücadelesi Amed’de yapılan Newroz kutlamasında Öcalan’ın ta- sonucunda da kabullenmek zorunda kaldığı “Kürt rihi mesajı okundu. Öcalan’ın mesajı ise kısa bir süre sorununun demokratikleşme programı içinde çösonra KCK tarafından karşılık buldu. Dönezümü” çizgisi ile örtüştü. Bir dizi gel/git, tek min KCK Yürütme Konseyi Başkanı taraflı ateşkesler, çatışmasızlık döMurat Karayılan Almanya’nın nemleri, savaşın yeniden yük1993’te Abdullah Öcalan Bonn kentindeki Newroz selmesi ertesinde gelinen kutlamasına göndernoktada gerçekte Öcayaptığı basın toplantısı ile diği görüntülü bir lan ile T.C. devleti“Bağımsız Kürdistan” ve “ayrılma hakkı”nın mesajında, “Bunnin andaki siyasi dan dolayı mesajın iktidarı “ortak bir savunulmasını bir kenara koyuyordu. TC açıklandığı gün çözüm” noktasınyıkılmadan, anayasal değişikliklerle Kürtlerin 21 Mart’tan bu da birleşmiştir. insani, kültürel ve siyasi haklarına kavuşacakları yana ve bundan T.C. devletinin sonra biz hareket toprak bütünbir çizgi savunuluyordu. PKK, devletin kimi olarak, KCK, PKK lüğü içinde Kürt anayasal reformlarla demokratik bir yapıya ve HPG olarak resmi sorunu, adı bölgeve açık bir şekilde ateşsel özerklik olmayan kavuşturulabileceğini savunan bir kes ilan ediyoruz” diyeyerel yönetimlerin güççizgiye gelmişti. rek, 23 Mart 2013 tarihinde lendirilmesi, Türk ulusu dıateşkes ilan ettiklerini açıkladı. 8 şındaki ulus ve miliyetlerin yok Mayıs’ta ise KCK, geri çekilme sürecini sayılması siyasetinden vazgeçilmiştir. başlattı. KCK’nin son ilan ettiği ateşkes halen devam Üniter yapı içerisinde Kürtlere kimi hakların verilediyor. mesi, ana dilde kısıtlı eğitim, silah bırakmış PKKGörüldüğü gibi 1993’ten başlayarak T.C. devletin- lilerin sivil siyasete katılma imkânlarının yaratılması den ayrılıp, ayrı bir devlet kurma hedefi bir kenara vs. ile Kürt sorununun çözüleceği düşünülmektedir! bırakıldı. Sonraki dönemde T.C. devletinin toprak Kürt sorununu çözmüş olan TC. Kürtlerin gücünü de bütünlüğü içinde “demokratik özerklik” hedef olarak kendine katarak daha da büyüme sevdasındadır. Abilan edildi. Abdullah Öcalan Kenya’da uluslararası dullah Öcalan’ın 2013 Amed Newroz’unda okunan bir komplo sonucu yakalanıp T.C’ye teslim edildik- konuşması da bu yönde bir dönüm noktasıdır. Bu koten sonra, İmralı’ daki savunmasında “Kürtlerin TC. nuşma ile AKP hükümeti de hemfikirdir. nin gücüne eklemlenmesi” siyasetini açıkça formüle Abdullah Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlanetmişti. Çözüm T.C.’ nin; PKK nin gücünü kendi gü- gıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir cüne katarak, Ortadoğuda başat güç olmasında idi. mücadeleyi başlatmadır. Etnik ve tek uluslu coğrafyaAbdullah Öcalan, 21 yıl önce siyaset değişikliğini lar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkâr eden TC’ye sunmuştu. O dönemde TC’yi yöneten kazma modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır” Kemalistler Öcalan’ın önerdiği siyaseti kabullenme diyor. Öcalan’a göre, “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ noktasında değillerdi. O dönemde iktidarda olan ke- dönemi sona ermiştir.


Birleşmiş Milletler’e üye 193 devlet var. 1990’da sosyal emperyalist Sovyetler Birliği dağıldı ve 16 devlet daha ortaya çıktı. Yugoslavya dağıldı ve 7 devlet ortaya çıktı. Çekoslovakya kendi içinde ikiye bölündü. Çek Cumhuriyeti ve Slovakya. Etiyopya’dan Eritre ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Sudan ikiye bölündü. Endonezya’da, Doğu Timor, Pasifik Okyanusu’nda Yeni Kaledonya bağımsız devlet oldular. Diğer yandan kendi ulusal devletini kuramamış olan ve ulusal devletini kurmak için mücadele yürüten halklar var. Filistin halkı devletini kurmak için mücadele yürütüyor. Birleşmiş Milletlerde, Filistin’e “gözlemci devlet” statüsü verildi. Belçika federal bir yapıya sahiptir ama Felemenkler ile Valonlar arasında kavga sürüp gitmektedir. İngiltere’de İskoçlar referandum yapıyor. İspanya’da Basklara geniş çaplı yerel yönetim yetmiyor. Federal yapıya sahip olan ülkelerin birçoğunda, uluslar arasında ayrılma ve kendi devletlerini kurma yönünde mücadele sürmektedir. Sri Lanka’da Tamillerin mücadelesi kanla bastırıldı. Bu örnekler daha da çoğaltılabilinir. Günümüz dünyasında, emperyalizm her alanda egemenliğini sürdürüyor. Emperyalizm, hem emperyalist merkezlerde, hem de bağımlı ülkelerde ulus devletleri egemenliğinin sürdürülmesinde bir araç olarak kullanıyor. Emperyalizmde ulus/devlet modelinin kaldırılması, ancak söz konusu ulus devletin emperyalist sömürünün önünde bir engel olduğunda gerçekleştirilir. O durumda da çok uluslu bir devletin yerine, birden fazla ulus devlet geçer. Ya da aşırı merkeziyetçi bir ulus devlet yapısı yerine yerel özerkliklerin yer aldığı bir gelişme de yaşanır. Her halükârda bugün ulus devlet modelinin egemen olduğu bir dünya gerçekliği var. Öcalan, uluslararası konjonktürün “bağımsız birleşik demokratik” Kürdistan’ın kurulması için uygun olmadığını söyleyecek yerde, ulus devlet modelinin sona erdiğini savunuyor! Bu savunu Kürtlerin kandırılması ve Kürtlerin Türk devletine eklemleme teorisidir.

güncel

Sona erdiğinin ilan edildiği ulus devlet ML literatura göre ne demektir? Bu sorunun cevabını Lenin şöyle vermektedir: “Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorunlu olmasında yatar. Dil, insanlar arası ilişkide en önemli araçtır; dilin birliği ve onun engelsiz gelişimi, gerçekten özgür ve kapsamlı, modern kapitalizme uygun ticari ilişki için, nüfusun çeşitli sınıflara göre özgür ve kapsamlı bir gruplaşması için en önemli koşullardan biridir ve nihayet pazarın büyük ya da küçük her bir girişimci, satıcı ve alıcıyla sıkı bağı için bir koşuldur. Bu yüzden, modern kapitalizmin bu gereklerine en iyi uyan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin eğilimi (emeli) olarak görünür. Temel ekonomik faktörler buna zorlar. Bu yüzden tüm Batı Avrupa’da – dahası: tüm uygar dünyada – kapitalist dönem için ulusal devlet tipik olarak, normal olarak görülür.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt IV, sf. 260-261, İnter Yayınları) Ulus devletler konusunda ML ile hiçbir yakınlığı kalmamış Öcalan’a göre, ulus devlet “aslımızı-özümüzü inkâr eden modernitenin bir dayatmasıdır!” Öcalan’ın Newroz konuşması, Kürt ulusal hareketinin de siyaseti haline geldi. Kuzey Kürdistan ve Rojava’lı Kürtler, biz ayrı bir devlet kurmak istemiyoruz! Biz konfederal birlikler kurarak yaşamak istiyoruz diyorlar. Konfederal birlikleri savunmalarının nedeni olarak ta, ulus devlet modelinin sona erdiği ve ulus devlet modelinin dünyanın gerçekliği olmadığını belirtiyorlar. Şimdi ulus/devlet modelinin sona erip ermediği ve dünyanın gerçekliğinin ne olduğuna bakalım ve PKK nın takiye mi yaptığı yoksa özünü inkâr mı ettiği sorusunu kendimize soralım!

Rojava Kürtleri üç kantonda özerklik ilan etti. Rojava Kürtleri, ayrı devlet kurmalarının doğru olmadığını, Suriye’nin bir parçası olduklarını, Rojava modelinin Ortadoğu için bir çözüm modeli olduğunu ve ilerde bu yapının konfederasyona dönüşebileceğini belirtiyorlar.

33


güncel 34

Öcalan, burjuva devletiyle bir arada „konfederal birlikler“ öneriyor. Burada kastettiği bağımsız devletlerin eşit şartlarda tek devlet çatısı altında birleştiği konfederasyonlar değildir. Konfederal birliklerden anladığı içinde bulunulan ulusal devletler içinde yerel özerk bölgelerin varlığıdır. Bu „konfederal birlikler“in kapitalizm ve kapitalist burjuva devlet egemenliği koşullarında uygulanabilir olduğu söyleniyor! Bu yaklaşım, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burjuva devletin bu koşullardaki rolünün görmezden gelindiğinin bir sonucudur. “Bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” söylemi, kapitalist/emperyalist barbarlık koşullarında ve sermaye devletinin Kürtlerin ulusal varlığını ve en temel ulusal haklarını ret politikasını esas olarak sürdürdüğü koşullarda gündeme getiriliyor. Kürdistan’ın parçalanması ve Kürt ulusu üzerindeki baskıların önündeki temel engelin burjuva devlet aygıtı olduğu gerçeği görülmüyor. Burjuva devletinin varlığı ve sınıflı toplum gerçeği bir tarafa bırakılıyor. Burjuva devlet hâkimiyeti sürdüğü sürece, halkın şu ya da bu kesiminin, ezilen bir ulusun ya da çeşitli diğer azınlıkların kent, ilçe, köy ve mahalle komünleri kurarak, “komünal ekonomik birlikler federasyonu” oluşturarak, bir toplum projesini hayata geçirmeleri boş bir hayaldir. Kuşkusuz burjuva devlet koşullarında da ezilen ulusun kimliğinin resmen tanınması, dil ve kültür alanında bazı iyileştirmeler yapılması mümkündür. Bu ama ulusal sorunun gerçek çözümü değildir. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarındaki çözümünün tek yolu, ezilen ulusların tüm ulusal haklarına sahip olması ve nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar vermesidir. Yani kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesidir! Var olan burjuva ulus devletler içerisinde çözüm önerenler, kapitalizm ve onun devlet iktidarını sorun olarak görmemektedir. Uluslararası mücadele tarihi bize şunu öğretmiştir: Sömürü ve baskıcı devlet hedef alınmadan, devletin baskıları püskürtülmeden en küçük hak kullanımı mümkün değildir. Bu sistem içerisinde elde edilen kimi kazanımlar mücadele ve bedel ödenerek kazanılmıştır. Sistem hedef tahtasına konulmadan, sistem içerisinde tabii ki kimi talepler ileri sürülebilinir. Mücadele edilebilinir. Ama kapitalizm koşullarında, devlet hedef alınmadan sömürücü devletle birlikte bir çözüm modelinin sunulması, Kürtleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Ezilen ulus ayrı devletini kurabilir. Federasyon, özerklik gibi biçimler altında aynı devlet içinde diğer uluslar ve ulusal topluluklarla birlikte yaşayabilir. Hangi bi-

çimi tercih edip uygulayacağına karar verme hakkı ezilen ulusun kendisine aittir. Önemli olan bu hakkın kayıtsız şartsız tanınması, uygulanmasına baskıyla yanıt verilmemesidir. Kürtlerin “idari model” olarak “bölgesel” ya da daha çok kullanıldığı şekliyle “demokratik özerklik”i öngörmeleri, serbest iradeleriyle verecekleri kendi kararları ve haklarıdır. T.C. varlığını sürdürdüğü sürece, Kürtlerin kendi kaderlerini belirlemeleri ve nasıl yaşayacaklarına karar vermeleri ise mümkün değildir. Rojava Kürtleri üç kantonda özerklik ilan etti. Rojava Kürtleri, ayrı devlet kurmalarının doğru olmadığını, Suriye’nin bir parçası olduklarını, Rojava modelinin Ortadoğu için bir çözüm modeli olduğunu ve ilerde bu yapının konfederasyona dönüşebileceğini belirtiyorlar. PYD lideri Salih Müslim’in 26 Ocak 2014’te Özgür Politika’da bir ropörtajı yayınlandı. Salih Müslim ropörtajında şöyle diyor: “Biz Suriye’nin bir parçasıyız. Ayrılmak, bir sınır çizmek istemiyoruz.” Görüldüğü gibi Abdullah Öcalan’ın siyaseti, Rojava’lı Kürtlerin de siyaseti haline gelmiştir. 1993’ten bu yana siyaset değişikliğine giden yalnızca Öcalan değil, aynı zamanda son dönemde Türk devletidir. Öcalan, 1993’te ortaya koyduğu siyaseti daha da geliştirmiştir. Olgu budur. 21 yıl boyunca yürütülen savaş, T.C. devleti ile masaya oturma, pazarlık masasında daha ne kadar hakların alınabileceği savaşı idi. Kuşkusuz T.C.’deki siyaset değişikliğinde, PKK’nin yürüttüğü savaşın önemli bir rolü vardır. Bu rol küçümsenmemelidir. T.C. devletinin siyaset değişikliğine gittiği bir dönemde, sistem içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi için savaş gerekli değildir. Bu anlamda 2013 başlarında başlatılan ve adına “çözüm süreci” denilen süreci destekliyoruz. Süreci desteklememiz, Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin görüşlerini eleştirmemizin engeli asla değildir. Kürtlerin Türk devletine eklemleme siyasetini ve bu siyasetin Kürtlerin gerçek kurtuluşu olduğu söylemlerini eleştireceğiz, eleştirmeye devam edeceğiz. Gerçek kurtuluş sisteme eklemleme siyaseti değildir. Gerçek kurtuluş, ülkelerimizin tam demokratikleşmesine bağlıdır. Tam demokratikleşme ancak demokratik halk iktidarı ile olur. Gerçek kurtuluş zoraki birliğin parçalanmasından geçer. Birlikte yaşamanın ön şartı zoraki birliğin parçalanması ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. 19 Mayıs 2014 ✓


güncel

ICOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU

ICOR 2. DÜNYA KONFERANSI’NIN KAMUOYUNA AÇIKLAMASI Şuanda emperyalizmin yaşadığı krizin tam niteliği üzerine ve 2008 ipotek krizinden sonra gelişen bu krizden kendisini toparlamasının şimdiye dek nereye kadar mümkün olduğu hakkında uzunca bir tartışma da vardı. Bir üye örgüt tarafından çeşitli kaynaklardan birçok detay, zengin bilgi ve tahlillerle hazırlanmış olan bir slayt sunumu yapıldı.

ICOR

(Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu)’un İkinci Dünya Konferansı Avrupa’nın ortasında birkaç hafta önce gerçekleşti. Bu konferansa 24 ülkeden 28 partinin delegeleri ve 2 partinin misafir delegasyonları katıldı. Konferans, ICC (Uluslararası Koordinasyon Komitesi) baş koordinatörünün katılımcıları selamladığı ve 2. Dünya Konferansı’nın görevlerini ortaya koyduğu açılış konuşmasıyla başladı. Bunu, konferansın içinde bulunulan dönemdeki önemini ve konferansın başarılı geçmesini için en iyi dileklerini ifade ettikleri tüm delege ve misafirlerin tanıtılması izledi. Daha sonra Konferansa katılamayan çeşitli ICOR-örgütlerinin selamlama mesajları okundu. Bazı örgütlerin bu konferansa katılımları Alman ve diğer Avrupalı hükümetlerin çıkardığı vize-sorunlarındaki bürokratik engeller nedeniyle aşırı derecede zorlaştırıldı ve kısmen imkânsız kılındı. Bunu ILPS (Halk Mücadelesinin Uluslararası Ligi)’nin başkanı José Sison’un, PCR (Arjantin Devrimci Komünist Partisi)’den Otto Vargas ve İrene Alonso’nun ve CPA(ML) (Avustralya

Komünist Partisi [Marksist-Leninist])’nin selamlama mesajları izledi. Şimdiki Uluslararası Koordinasyon Komitesi 2010’daki kuruluştan bu yana geçmiş süre hakkında bir rapor sundu. Bu rapor ICC-sekretaryasının üyeleri tarafından okundu ve akabinde üzerine toplantıda tartışıldı. ICOR’un bu süre içinde sadece üye örgütleri bakımından % 12 civarında büyüdüğü değil, aynı zamanda ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak ta olgunlaştığı açıklığa kavuştu. ICOR şuanda 34 ülkeden 45 üye parti ve örgüte sahiptir. Mali rapor, mali bağımsızlık ilkesinin giderek daha iyi gerçekleştiğini gösterdi. ICOR’u kendi çalışma tarzında daha etkin ve demokratik kılmak için ICOR’un tüzüğünde bazı değişiklikler yapıldı. Özelinde Uluslararası Koordinasyon Komitesi bileşimi daha dinamik ve çeşitli kıtalarda daha temsil edici olarak şekillendirildi. Kıta konferanslarına daha esnek bir işlevlik kazandırmak için değişiklikler karar altına alındı. Uzunca tartışmalardan sonra birçok kararlar çıkarıldı. Siyasi olarak iki karar odak noktasında bulundu. Bunlardan birincisi tüm dünyadaki özgürlük ve

35


güncel 36

demokrasi hareketlerinin önemini ve ICOR’un görevlerini kapsamaktadır. İkincisi dünya çapında tehdit edici çevre felaketinin ve ICOR’un dünya çapında bir direniş cephesinin inşa edilmesi için sorumluluğunu ele almaktadır. Bu iki kararın oybirliği ile kabul edilmesi son iki yıl içinde uluslararası devrimci ve işçi hareketindeki büyük kavranış ilerlemesini karakterize etmektedir. Özgürlük ve demokrasi hareketleri ile ilgili tartışmada bu hareketlerin ayrıntıları üzerine kapsamlı bir tartışma vardı. Tunus, Türkiye, Nepal vs. gibi bu işin içindeki ülkelerden katılımcılar gerçek duruma ilişkin deneyimler ve ilgili ülkelerdeki hareketlerin somut ayrıntıları hakkında bilgi vermeleri mümkün oldu. Dünya ekonomik ve mali krizinin özgürlük ve demokrasi için böylesi hareketlere dünya çapında bir itici güç verdiği görüşü genel bir kabul gördü. Tartışma içinde biryandan bu ülkelerdeki işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin daha iyi ve demokratik bir toplum için mücadele etmeye hazır oldukları; ama diğer yandan sübjektif güçlerin böylesi hareketlere somut devrimci bir alternatif sunmaları için henüz güçlü ve yeterli derecede örgütlü olmadıkları hakkında fikir birliği vardı. Bu hareketlerin tüm dünyadaki işçi sınıfı ve ezilen halkları nasıl hızlı ve yoğun bir şekilde kendi içine çektikleri; tüm dünyadaki Marksist-Leninistler arasındaki daha iyi bir işbirliği ve eşgüdümün sadece bir o kadar daha açıklığa kavuşturduğu hakkında fikir birliği vardı. Bu, aynı zamanda ICOR gibi bir örgütün gerekliliğinin ve onun güçlenmesinin gerekliliğinin altını çiziyor. Çevre sorununa ilişkin tartışma da kapsamlıydı ve buna siyasi anlayışın yüksek seviyesi damgasını vurdu. Tüm dünyadan çevrenin korunmasına ilişkin böylesi hareketlerin aktif katılımcıları bu konu hakkında ayrıntılı bir şekilde bilgi verdiler. Emperyalizmin kendisinin kâr için sınırsız bir aç gözlülükle çevreyi kasten nasıl tahrip ettiği anlatıldı. Emperyalizmin, kârlarını yeniden arttırması çabasında, kendisinin krizini derinleştirmesiyle gerek insani gerekse doğal kaynakları sürekli artan bir oranda nasıl sömürmek zorunda olduğu tartışıldı. Bazı katılımcılar, çevre sorununun içerdiği çelişkinin yerküredeki insancıl yaşamın asıl varlığını tehdit eden bugünkü dünyanın esas çelişkilerinden biri haline geldiği görüşündeydi. Yeni sömürgesel durum nedeniyle ve dünyanın çeşitli kesimlerinde ortaya çıkan yeni sınıflar bağlantısında işçi sınıfının bugün yaratmak zorunda oldu-

ğu ittifakların niteliği üzerine de çok tartışma oldu. İster kadınlar veya çevrenin tahrip edilmesine karşı mücadele edenler veya indigo (yerli) halkların ve bu türdeki benzer hareketler olsun, işçi sınıfının belirleyici ve emperyalizm tarafından ezilen bölgelerdeki hareketlerin önderliğini üstlenmek zorunda olduğu vurgulandı. Şuanda emperyalizmin yaşadığı krizin tam niteliği üzerine ve 2008 ipotek krizinden sonra gelişen bu krizden kendisini toparlamasının şimdiye dek nereye kadar mümkün olduğu hakkında uzunca bir tartışma da vardı. Bir üye örgüt tarafından çeşitli kaynaklardan birçok detay, zengin bilgi ve tahlillerle hazırlanmış olan bir slayt sunumu yapıldı. Bu dönemdeki ağır krizin çeşitli ülkelerde açık siyasi veya hatta devrimci krizleri neden geliştirmediğinin sebeplerinden birinin sübjektif güçlerin zayıflığı olduğu tartışıldı. Emperyalizm bugün zaman zaman devasa mali harcamalarla frenleyici, kontrolden çıkmayı engelleyici uluslararası bir kriz yönetimi yürütmektedir. Buna rağmen dünyada esas eğilim devrim olarak kalmaktadır. Afganistan, İran, Rojava ve Türkiye halkları ile dayanışmaya ilişkin kararlar da çıkarıldı. 2017’de Hindistan’da gerçekleştirilecek 2. Uluslararası Maden İşçileri Konferansını desteklemek; 2016’da Nepal’de yapılacak Tabandan Kadınların 2. Dünya Kadınlar Konferansını desteklemek üzere ve (Ekim) 2014’de Almanya’da düzenlenecek Liman İşçilerinin Deneyim Alışverişine ilişkin kararlar da ICOR çoğunluğu tarafından kabul edildi. Konferans, yeni bir Uluslararası Koordinasyon Komitesi seçti. MLPD’den Stefan Engel yoldaş baş koordinatör olarak ve CPI (ML)’den Sanjay Singhvi yoldaş baş koordinatör yardımcısı olarak yeniden seçildiler. Tüm konferans yoldaşça bir ruh içinde gerçekleşti ve konferansa proleter tartışma kültürü egemendi. Raporlar, tüzük ve karar tasarıları hakkındaki karar alışlar ICOR-tüzüğü bazında titizlikle bağımsız bir oylama temelinde uygulandı. Yükselen dayanışmacı ve ileriye götürücü bir ruh içinde özgür, yapıcı ve açık bir tartışma vardı. Konferans ilk gününde selamlama mesajları ile birlikte törensel bir açılışla başladı ve son gününde yerküre çevresinden kültürel katkıların sunulduğu programlı bir kültür gecesi ile sonlandı. Konferans Enternasyonal’in çeşitli dillerde söylenmesiyle kapandı. Nisan 2014 ✓


İCOR 2. DÜNYA KONFERANSI KARARI

Haziran-Ayaklanması ve Kürdistan’ın ulusal özgürlük mücadelesi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki güncel iç politika durumunu hâlâ belirliyor. Haziran 2013-Ayaklanması AKP-diktatörlüğünü büyük bir yenilgiye uğrattı. Başbakan Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş planı işe yaramaz hale getirildi. Bundan daha da önemlisi şudur: Türkiye’nin batısındaki ayaklanma, halkın mücadele güvenini yeniden kazanmasına; kitlesel militanlık yolunun açılmasına götürdü. 3-4 milyon insan eylemlere katıldı. Ve kitlesel eylemler Haziran’dan sonra da devam etti ve işçi direnişlerinin canlanmasına yol açtı. (Haziran 2013’deki bir polis saldırısında vurulan ve bunun üzerine 259 gün komada kalan) Berkin’in 12 Mart 2014 tarihindeki veda eylemiyle halkın tepkileri yeniden büyük kitlesel eylemlere dönüştü. İstanbul ve Türkiye’nin çeşitli kentlerinde bir milyondan fazla insan sokağa çıktı. Kürt ulusal özgürlük mücadelesi de demokratik barış mücadelesini sürdürüyor. Newroz 2014’de Amed (Diyarbakır)’da 1,5 milyon olmak üzere Kuzey Kürdistan’da milyonlarca insan kitlesel gösterilere katıldılar. Buna paralel olarak Rojava’daki ulusaldemokratik devrim halkların ortak silahlı direnişi ve halk idarelerinin inşasının sürdürülmesi vasıtasıyla gelişiyor. Karşı devrimin güçleri, kitleleri bölmeye ve Haziran-Ayaklanması ile uyandırılan Türk halkının devrimci kendine güvencini ve 30 yıllık uzun silahlı direniş ile kazanılan ve Rojava devrimi ile sağlamlaşan Kürt halkının kendine güvencini bastırmaya ve yok etmeye çalışıyor. 2. ICOR Dünya Konferansı Türkiye ve Kürdistan halklarının mücadeleleri ve mahallinde mücadele eden güçler ile dayanışmaktadır. Yaşasın Halkların Özgürlük Mücadelesi! Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi! Yaşasın Marksizm-Leninizm! 01 Nisan 2014 ✓

güncel

TÜRKİYE / KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ GÜNCEL SİYASİ DURUM ÜZERİNE

ICOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU

ICC – ULUSLARARASI KOORDİNASYON KOMİTESİ’NİN AÇIKLAMASI

SOMA MADEN İŞÇİLERİ İLE DAYANIŞMA

İ

zmir’in kuzeydoğusundaki Soma kentinde bulunan Kömür İşletmeleri’nin maden ocağındaki feci facia tüm dünyada derin üzüntü ve öfkeye yol açtı. Şimdiye kadar 301 ölü ve 80 yaralı bu ocak faciasının kurbanı oldular. Onların yakınlarına tüm samimiyetimizle baş sağlığı diliyoruz. Aynı zamanda insana değer vermeyen kapitalist kâr ekonomisine karşı öfkemiz büyüyor. Vardiya değişikliğine giden 787 maden işçisinin çoğunluğunun hiçbir şansı yoktu. Bir transformatörün infilak etmesi 150 metre derinlikte birden fazla yangına yol açtı. Vantilatörler ve de kurtuluş yolu olarak asansör işlemediğinden, karbonmonoksit gazı öldürücü bir şekilde hızla yayıldı. Türk sendika birliği DİSK’in başkanı Kani Beko bu ocak faciasını madencilere uygulanan “katliam” olarak adlandırıyor. Türk başbakanı Erdoğan bu ölümü maden işçileri için “normal” mesleki risk ve onların “fıtratı” olarak alay edercesine açıklarken, bu facianın gerçek nedenleri gittikçe daha fazla bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Türk hükümetinin neo-liberal siyaseti çerçevesinde bu kömür ocakları birkaç yıl önce özelleştirildi. 5,5

37


güncel 38

milyon tonluk bir çıkarma randımanı ile bu ocaklar Türkiye’nin en büyüklerindendir. Yeni sahibi Alp Gürkan 2012’de ton başına çıkarma giderlerini 130 dolardan 24 dolara düşürdüğünü açıkladı. Bunun için her şeyden önce güvenlik önlemleri yoğun bir şekilde geriye çekildi. Türkiye’de ülke çapındaki protestolar yaygınlaşıyor (ilk günde sadece İstanbul’da 20.000 kişi) ve polisle sokak çatışmaları meydana geliyor. Haziran 2013-Ayaklanmasında 3 milyonun üzerinde insan Erdoğan-rejimine karşı yürüyüşler ve bloke etmelerle sokağa çıktıktan sonra, şimdi 15 Haziran tarihinde bir genel grev hazırlanıyor. İşçi sınıfı sahneye çıkıyor ve işçi sınıfının berrakça bir pozisyon almasıyla Türk hükümetini açıktan açığa bir siyasi kriz tehdit ediyor: Bunlar (bu eylemler) madencilik holdingine olduğu kadar Erdoğan-hükümetine karşı da yöneliyorlar. Bu hükümet daha 14 gün önce son aylarda zaten birçok yangının çıktığı Soma’daki güvenliğin araştırılması ile ilgili olarak muhalefet partisi CHP’nin bir önergesini reddetmişti. 2013 Arequipa/Peru’daki 1. Enternasyonal Maden İşçileri Konferansı’nın “İş Güvenliği, İş Korunması ve Sağlık” Forumu nedenleri ele aldı: “Bugün dünya çapında gerçekleştirilmesi mümkün olan en yüksek seviyedeki güvenlik standardı ile her yıl binlerce ölü ve yaralıya yol açan kısmen trajik çalışma koşulları arasındaki çelişki çözülmek zorundadır. … Bu mücadelede karşı karşıya gelen esas oyuncular bugün dev uluslararası tekellerdir. Bu nedenle biz bugün bu mücadeleyi bir işletmeden veya bir ülkeden çıkarak kazanamayız; bundan dolayı bizler sendikalarda, devrimci partiler ve uluslararası örgütler içinde birleşmek zorundayız.” (Forum sonuçlarının bir özetinden – 1. Uluslararası Maden İşçileri Konferansı hakkında daha fazlası için Bkz: www.minersconference. org.) Türkiye – Kuzey Kürdistan’daki toplam 120.000 maden işçisi, sürekli örgütlenerek üstün bir güç haline gelecek dünya çapındaki sanayi proletaryasının parçasıdır. 15 MAYIS 2014 Maden işçileri ve onların ailelerinin mücadelesi ile dayanışma! Mağdurların zarar-ziyanlarının bütünüyle telafi edilmesi! Suçluların takibatı ve cezalandırılması! İşçilerin ve devrimcilerin uluslararası birliği için! Yaşasın Enternasyonal Dayanışma! ✓

ICOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU 01 NİSAN 2014 2. İCOR DÜNYA KONFERANSI KARARI

HER TÜRDEN SÖMÜRGECİ VE EMPERYALİST SALDIRIYA KARŞI! ROJAVA İLE DAYANIŞMA!

G

erici Baas-rejimi ile ÖSO/El-Nusra/ISIS-silahlı çeteleri arasındaki kanlı savaş üç yıldan fazla süreden beri devam ediyor ve daha şimdiden 150.000’den fazla ölüme mal oldu. Çeşitli emperyalistler ve yerel rejimler başından beri her iki taraftan birini destekleriyle kışkırtılar, teşvik ettiler ve gerdiler. Her iki taraf ta bunu yaparken Suriye halklarının çıkarlarını hiçbir şekilde savunmadılar. Bu kanlı savaşın ortasında Rojava’daki Kürt halkı ayağa kalktı; Suriye’deki Kürt bölgelerini kurtardı ve yaşamın tüm alanlarında - giderek daha somut biçimler alan - öz yönetim yapılanmalarının inşasına başladı. Bu kazanımlara sürekli saldırılar gerçekleşiyor ve çok yönlü ambargo ile Rojava ve Ortadoğu’daki tüm halkların için bu umut boğmaya çalışılıyor. Geçen yıl Rojava’nın aktif bir şekilde savunulması sırasında ICOR’un üye örgütü MLKP’in militanı yoldaş Serkan Tosun ve daha birçok diğerleri silahlı çeteler tarafından katledildi. ICOR Rojava’daki Kürt halkının haklı mücadelesiyle dayanışıyor. Bunu pratikte de göstermek için ICOR geçen yıl Rojava halkı için bir dayanışma kampanyası yürüttü ve üye örgütleri vasıtasıyla Rojava’daki durum hakkında bilgilendirdi. 2. ICOR Dünya Konferansı Rojava’daki nüfusun demokratik özerklik ve öz yönetim için mücadelesi ile ve ulusal ve sosyal kurtuluş için mücadeleleri ile dayanışıyor. Her türlü emperyalist müdahaleyi, bölgenin gerici devletlerinin müdahalesini ve Suriye’deki İslami terörist çetelerin saldırılarını mahkûm ediyor. 2. ICOR Dünya Konferansı Cizîre, Kobanê ve Efrin’de ilan edilen ve hakeza demokratik bir öz yönetime doğru diğer adımları atan Rojava’daki yerel öz yönetimleri selamlıyor. 2. ICOR Dünya Konferansı Kürt halkının Kürdistan’ın tüm parçalarındaki özgürlük mücadelesiyle dayanışıyor ve Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını savunuyor. ✓


AFRİKA MERCEK ALTINDA II Geçen sayımızda Almanya’da yayınlanan Trotz Alledem -Herşeye Rağmendergisinin Ocak 2014, 65. Sayısı, sf :3-30, Almancadan yaptığımız çevirinin son bölümünü yayınlıyoruz. YDİ Çağrı Eski sömürgeci güç İngiltere Büyük Britanya 1997’den beri yeniden güçlü bir şekilde Afrika’ya karışmaktadır. Blair yönetimindeki Labour-hükümeti Department for International Development (Uluslararası Kalkınma Bölümü – ÇN)’den devasa mali araçlara sahip kendi başına bir bakanlık oluşturdu. İngiltere hammaddeler ve sürüm pazarları uğruna dalaşta Çin’in çok gerisinde bulunmaktadır. İngiliz şirketleri eskiden olduğu gibi şimdi de aynı sömürge zamanlarındaki gibi hareket etmektedirler. Örneğin Kenya’daki çiçek sanayisindeki kadın-erkek işçilerin hakları sürekli olarak zedelenmektedir. Örneğin Nijerya: “Nijerya hukuku” esas olarak “İngiliz” hukukudur. Nijerya’da gazın İngiliz holdingleri tarafından meşale şeklinde açık havada tutuşturulması sadece sağlık bakımından zararlara sebep olmamakta, aynı zamanda çevreyi kirletmektedir; bazı bölgeler içinde oturulamaz durumdadır.

Küresel oyuncu Almanya Hammaddeler ve sürüm pazarlarının sağlama alınması uğruna mücadelede, Almanya Fransa’dan farklı bir yol izlemektedir. Alman hükümeti saldırganca müdahale ve savaş propagandasından kendisini kibarca geride tutmaktadır; bunu hem Libya’ya hem de (55)

Mali’ye karşı savaşta açıkça gösterdi. Ama Almanya evet, kendisinin eski sömürgelerini ve yeni kolonilerini de savunmak zorunda da değildir. FAC Afrikalı ülkeleri daha ziyade ekonomi siyaseti üzerinden fethetmektedir. Bu yolla fetih bir o kadar daha kalıcıdır. Örneğin Libya’da olduğu gibi: İthalatlarda Libya 3,1 milyar avroluk bir mal değeriyle Kuzey Afrika’daki en önemli ülkedir. Buna rağmen Almanya tabii hiç te barışın ülkesi filan değildir. Örneğin AFRICOM’un merkezi, buradan Libya’ya karşı savaşın yönetildiği Stuttgart’tadır. Dahası Almanya yüzde 7’lik Pazar payıyla dünya çapında üçüncü büyük silah teslimatçısıdır. FAChükümeti kısa bir süre önce zırhlı taşıt araçları, fırkateyn, elektronik ve diğer askeri donanım malzemelerinden oluşan bir büyük Cezayir-siparişini onayladı. Daha 2011’de TPZ-1-tipi 54’ten fazla zırhlı mürettebat vagonu siparişi imzalandı. Alman federal ordusu Somali’deki sözde barış misyonuna 1993’ten 1994’e kadar katıldı ve Kongo DC’deki EUFOR-misyonunda 2006 yılında önderlik rolüne sahipti. (55)

Dış ticaret Hammadde ithalatçısı ve her şeyden önce ileri derecede işlenmiş ürünlerin ihracatçısı olarak Almanya

www.wissenschaft-und frieden.de/seite.php?dossierID=075, Nov 2013

39


enerji hammaddelerini, metal hammaddelerini ve birçok sanayi madenlerini 160’dan fazla ülkeden gasp etmektedir. Her şeyden önce Almanya’da enerjiyi güvence altına almada Kuzey Afrika merkezi bir rol oynamaktadır: Ocak 2013 tarihli HERŞEYE RAĞMEN!’in 62. Sayısında [Ydi-Çağrı, sayı: 163, 05-06. 2013, Sf: 1631] Batı Sahra üzerine bir makale yayımladık. Orada Fas’ın Batı Sahra’nın işgal altındaki bölgesinde bir Çöl-Elektrik-Enerjisi-Projesi olan Desertec projesi hakkında yazdık. (Doğal olarak Alman holdingleri işgalcilerle el ele çalışmaktadırlar!) Alman emperyalizmi şunlarda daima en ön safta bulunmaktadır: - Alman-Afrika dış ticareti 2010’da 37 milyar avroya çıktı, yani % 17 oranında arttı - İthalatlar % 19,4 civarında 17,0 milyar avroya ve ihracatlar % 15,1 civarında 20 milyar avroya çıktı. Sadece petrol dış alımları 2010’da 6,3 milyar avro tutarında bir değere ve Afrika’dan Alman dışalımlarında % 37,3-lük bir paya ulaştı.

Afrika’nın güneyi Afrika’nın güneyinin Almanya’nın Afrika ticaretinde 14,5 milyar avro tutarında bir mal değeriyle % 39,2lik bir payı vardır. (2010) Bu bağlamda Güney Afrika kendisini yükselmekte olan güç olarak ve BRICS (56) ’in üyesi olarak Almanya’nın Afrika’da en önemli ekonomik “ortağı” olmaya doğru geliştirdi. Ticaret bir yıl içerisinde % 34,8 oranında 13, 0 milyar avroya çıktı. Otomobil sanayisindeki ihracatlar % 44,8 oranında 2,2 milyar avroya ve ithalatlar % 99,6 oranında 885 milyon avroya yükseldi. Dışsatımları % 25,2 oranında 1,7 milyar avroya çıkan makineler ihracatı ikinci sırada bulunmaktadır. Güney Afrika’dan 819 milyon avro tutarında bir değerde makineler ithal edildi (+ % 39,6). Mauritius’a ihracatlar % 45,9 oranında 108 milyon avroya yükseldi. Buna karşın Afrika’nın güneyindeki diğer ülkelerde Almanya’nın nüfuzu azalmaktadır: Örneğin Angola’ya ihracatlar % 11,5 oranında 263 milyon avroya gerilemiştir. Namibya’ya mal satışı % 6,7 oranında 82 milyon avroya düşmüştür.

Kuzey Afrika 15,6 milyar avroluk bir hacim ile (artı % 8,2) ve % 42,1-lik (2010) bir yüzde payıyla Afrika’daki en önemli ticaret bölgesidir. 2009’da Kuzey Afrika’nın Alman dış ticaretindeki payı % 45,5 idi. Alman sanayi mamulleri için en önemli sürüm pazarı Mısır’dır. Mısır’a Alman ihracatları 2010’da % 11,1 oranında 3,0 milyar avroya yükseldi. Tunus, Arap Baharından bu yana Almanya ile muazzam bir şekilde artan ticaret yapan Kuzey Afrika’daki ülkedir: Tunus dış satımlar % 31,1 oranında 1,6 milyar avroya; dışalımlar % 11,7 oranında 1,4 milyar avroya çıktı. Bu bağlamda Almanya’nın 441 milyon avro değerinde (+ %55,4) ihraç ettiği ve 510 milyon avro değerinde (+ 35,9) ithal ettiği elektro-teknik cihazlar en önemli sanayi ürünleridir. Bununla Tunus hem ihracatlarda hem de ithalatlarda bölgede Almanya için ikinci en büyük ticaret ortağıdır. Almanya Libya ile petrol dışsatımı için anlaşmalar yapmıştır. 2010’da Libya 2,9 milyar avro değerinde petrol teslim etmiştir.

Batı Afrika Batı Afrika % 14,9-luk bir pay ve 5,5 milyar avroluk bir hacim ile Alman emperyalizmi için üçüncü en önemli ticaret bölgesidir. Nijerya bölgede en önemli ekonomik ortaktır. Almanya Nijerya’ya 1,1 milyar avro değerinde mallar ihraç etmiş ve 2 milyar avro (+ % 69, 4) değerinde mallar ithal etmiştir. Nijerya’dan petrol ithalatlarının değeri % 72,8 oranında 1,8 milyar avroya; ithal edilen petrol miktarı % 22,9 oranında 3,9 milyara yükseldi. Doğu Afrika Doğu Afrika’da Kenya en önemli Alman ticaret ortağıdır. Almanya Kenya’ya 284 milyon değerinde mallar (+ % 41,9) ihraç etti. Bölgenin ikinci en önemli sürüm pazarı bu arada, Almanya’nın 141 milyon avro değerinde mallar (+ % 12,3) ihraç ettiği Etiyopya’dır. (57)

“Kalkınma” iş ”birliği” “Kalkınma-işbirliği” sözcüğü Alman ekonomisinin

BRICS-ülkeleri: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, kısa bir değerlendirme için bkz: HERŞEYE RAĞMEN! Sayı 58, Eylül 2011, Sf: 4 vd (57) 2010’nun tüm sayıları: afrikavereindev.krankikom.de/de/index.php?node_ id=263&rootnodeid=233&parent_idi=233&level=2, November 2013 (56)

40

Kuzey Afrika


iki çelişkisini içeriyor. Bir yandan; Alman emperyalizmi, bir ülkenin kendi başına bir güç olmaya yükselmesi anlamında Afrika’nın kalkınmasını istemiyor. Afrika ülkeleri kölece bağımlılık altında tutulmak ve emperyalistler için hammaddeler teslimatçısı ve sürüm pazarı olarak hizmet etmek durumdadır. Diğer yandan ise “işbirliği”nden söz edilemez. Koşulları Almanya tek başına belirliyor: Almanya’dan Afrika kıtasındaki 26 ülkeye kalkınma yardımı gidiyor. Bu, üçte birinden daha fazlasıdır. Bunlardan 24’ü Sahra’nın güneyinde bulunuyor. (58) Afrika ile Alman “Kalkınma” işbirliğini yürüten GIZ (Uluslararası İşbirliği Kurumu, daha önce GTZ, Teknik İşbirliği Kurumu) 500’ün üzerinde Alman uzman ile projelerin bulunduğu yerlerde yönetici konumlardadır. (59) Kalkınma yardımı endüstrisi devasa bürokrasiyi finanse etmektedir. Dünya Bankası’nın tespit ettiği üzere bugün Afrika’da sömürge döneminin sonundakinden çok daha fazla yabancı kadın-erkek danışmanlar faaliyettedir. Afrika’da çalışan 80.000’nin üzerindeki uzman yılda 7’den 8 milyar ABD-dolara kadar olan bir meblağla finanse edilmektedirler. Bu, Afrika için toplam yardımın neredeyse yarısının daha işin başında küresel oyuncuların çıkarları doğrultusunda hareket eden ve çalışan “kadın-erkek yardımcılar”ın cebine inmesi anlamına gelmektedir. “Almanya Afrika’yı büyüme ve fırsatların kıtası olarak görüyor” diyor BMZ. (60) Almanya elindeki tüm araçlarla Afrika’da kendisinin ekonomik, siyasi ve de askeri nüfuzunu elinde tutmaya ve genişletmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Almanya en büyük rakip Çin’in büyük baskısı altındadır. Tüm emperyalist büyük güçler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi olarak ta güncel olarak Çin tarafından dehlenmektedirler. Almanya, onun hükümetleri ve askeriyesi kendilerinin üstün insan-politikası ve ideolojisiyle Afrika halklarını bir yüzyıldan fazladan beri gaddarca ezdiler, sömürerek pestillerini çıkardılar ve katlederek ve savaşla istila ettiler. Bu yeni-sömürgesel politikayı sorgulamak ve Alman ırkçılığını teşhir etmek biz kadın-erkek ko-

münistler için merkezi bir görevdir. Sadece eğer Almanya’daki işçi sınıfı içinde, bizim egemenlerimizin Afrika’da utanılacak faaliyetleri için, biz emperyalist metropollerdeki emekçilerin de sorumluluk taşıdığımızı bilinçlere kazırsak, eğer onların karşısına çıkarsak, Afrika halklarının mücadelesi ile enternasyonal bir dayanışmayı yaratabileceğiz. Afrika’nın emekçilerinin iş güçlerinden ezilip sömürülmelerinden elde edilen Alman mali sermayesinin ekstra kârlarından, bizim yaşam standardımızı mümkün kılan, aşırı derecede ucuz fiyatlarla gasp edilen Afrika’nın hammaddelerinden kadın-erkek işçiler de faydalanmaktadırlar. Bu nedenle Afrika halklarının mücadeleleri ile siyasi, maddi ve mücadeleci dayanışma. Bunun için Alman sermayesinin sahtekârlığını teşhir ve Afrika için onun sözde “yardım” politikasının emperyalist masal olarak teşhiri. Bizim makale dizimizle işte bu hedefleri izliyoruz.

Avusturya’dan kadın-erkek yoldaşlarla HRsöyleşisi “ Afrika’daki insanların bir bütün olarak birçok ümitleri vardır…” Hangi ülkelerde yollarda idiniz? Bu kez Zambiya, Malavi, Zimbabve, Kongo NC, Tanzanya, Uganda, Güney Sudan’da idik. Ama geçtiğimiz yıllarda sadece Merkezi Afrika’da değil, aynı zamanda birçok kez Afrika’nın diğer kesimlerinde idik. Biz şimdi Akdeniz-devletlerinden değil, Sahra-altıAfrika’dan söz ediyoruz. Biz her zaman olduğu gibi gidiş-geliş uçtuk, Afrika’da ise otobüsle, dolmuşla, trenle, kamyonla hep karadan dolaştık.

Siz yarım yıl oradaydınız – neler yaşadınız, neler dikkatinizi çekti? Önce Zimbabve ile ilgili olarak: Orada görüşümüze göre durum üç sene öncesi ile karşılaştırıldığında – ve bu, boykota rağmen - açık bir şekilde istikrarlı hale gelmiştir. Bizler 1980’li yıllarda, 1990’ların sonunda ve 2010’da oradaydık. Yaklaşık 3 yıl önce orada bulunduğumuzda tam da toprak dağıtma hareketi göreceli olarak büyük bir rol oynamıştı. O zamanlar

www.bmz.de/de/ministerium/zahlen_fakten/index.html-Bundesministerium für wirtschaftliche Zusammenarbeit und Entwicklung. (59) Informationen zur politischen Bildung 303, 2/2009, Sf: 66 (60) www.bmz.de/de/ministerium/zahlen_fakten/index.html (58)

41


42

hem de açıktan açığa yoğun ekonomik kırılganlıklar mevcuttu. Zimbabve’nin bağımsızlığından yaklaşık 15 yıl sonra başkan Mugabe’nin, kurtuluş mücadelesi zamanında doğal olarak gündemde bulunan ve ama daha sonra bağımsızlıkta halledilmeyen, insanların evet bir toprak reformuna gereksinim duydukları hatırına geldi. 2000 yılı sıralarında ZANU-hükümetini siyasi olarak diz çökelttirmek için Zimbabve’yi ekonomik olarak izole etmesi gereken AB ve ABD tarafından yoğun bir boykot hareketi vardı. Önce bu boykot, beyaz yerleşimcilerle tarihsel olarak sıkı ilişkilere sahip olan ve bağımsızlığa kadar onların Apartheid-rejimi ile bu sıkı ilişkileri sürdüren İngiltere’den çıktı. Ve daha sonra adeta tüm WTO/devletleri Zimbabve’nin boykot edilmesine katıldılar. Üç sene önce orada bulunduğumuzda, biz sanki ekonominin hızla felakete sürüklendiği hissine kapıldık. Ne dağıtım artık yürüyordu (Güney Afrika’dan gelen ithal malların da) ne de yani kendine yeter tarım ekonomisinin ötesindeki üretimin kendisi. Zimbabve bir tarım ülkesidir ve önceleri en önemli ihracat malları tütün ve mısır; bugün ise kıymetli madenler ve elmastır. Beyaz çiftlik sahipleri, tarımın cash-crops (gıda maddeleri-ihracatları)ndan halkın tedarikinin sağlanmasına bir dönüşmesini sabote etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hükümetle dolaysız sorunları olan beyazlar kısmen Güney Afrika’ya veya Mozambik veya Zambiya’ya göç ettiler. Toprak dağıtımına yoğun bir şekilde karşı çıkan ve adeta tehdit edilen bazı (beyaz) büyük toprak sahipleri Zambiya’da kısmen kapalı bölgeleri satın aldılar. Gruplar tümden Zambiya’ya, Mozambik’e yerleştiler. Onların hedefi, Namibya’dan bilindiği gibi, kapalı beyaz bir bölge yaratmaktı. Namibya’da Örn. Siyahların sadece taksi, otobüs şoförü veya temizlik personeli olarak göründüğü alanlar vardır. Siyahî kadınerkek işçilerin çalıştığı beyaz-bölgeler. Üç yıl önce Zimbabve’de ekonomik geriye gidiş hareketi hâlâ çok güçlüydü. Bu yıl bize ekonomide belirli bir istikrar sağlanmış gibi göründü. Bununla ilgili olarak ekonomide gerilemenin durduğu, bilakis çok yavaşça yukarıya çıktığını onaylayan istatistiki sayılara da baktık. Olasılıkla bunun Doğu Afrikalı Topluluk (EAC)’nın son 10 yıl içinde büyük bir ekonomik yükselişe geçmiş olması ile de bağlantısı vardır. Bu topluluk 2008’den beri dünyanın en çabuk büyüyen ekonomik bölgelerinin biridir (yılda yaklaşık

% 7-lik büyüme, hemen hemen Çin’inki gibi). Zimbabve ekonomisinin – yerel kalkınma ile ilgili olarak – bundan yararlandığını düşünüyoruz. Muhtemelen Güney Afrika ve Zambiya ile iyileşmiş bağlantılar vasıtasıyla da belirli bir istikrarlaşma var. Zimbabve doları üç yıl önce tedavülden kaldırılmıştı ve ABD-doları günlük yaşamdaki para birimi olarak uygulamaya sokulmuştu. Bu kez orada bulunduğumuzda böylesi bir parasal kaos artık yoktu. Ne var ki ABD-dolarının para birimi olarak tedavüle sokulması yoksullar ve küçük esnaf için büyük bir felakettir. Aslında küçük miktardaki malları ciro edilemez. Bir örnek: Mümkün olan en küçük ödeme aracı bir dolardır. Bir dolara 3 meşrubat alırsın. Bir meşrubatı hiç satın alamazsın. Bir doların altında artık bozuk para yoktur. Böylece satın alınan mallar diğerleriyle değiştirilir. Değiş-doğuş ticareti bu arada ister istemez yerleşmiş olmasına rağmen bu, ekonomiyi frenliyor. Kadın-erkek dilenciler eskiden ki bozuk para yerine, aslında eğer bir şey alırlarsa, gıda maddesi alıyorlar. Bu durumun doğal olarak köyler üzerinde büyük etkisi vardır. Köye şimdi daha az para giriyor. Ortalama nüfusun ekonomik faaliyetinin sadece küçük bir kısmı gerçekte kapitalistleşmiştir. Zimbabve’de madenciliğin büyük bölümü Çinlilerin elinde midir? Çin’in nüfuzu son yıllarda çok güçlendi. Bu, 15 yıl önce Çin hastaneleri ve ilaçlarıyla başladı. Bugün Çinliler tarafından çok altyapı inşa ediliyor – bu tüm Afrika’da, özellikle Merkezi ve Doğu Afrika’da böyledir. Bu, en yoğun bir şekilde Angola’da dikkatimizi çekti. Orada Örn: demiryolu-hatları, yollar, futbol stadyumları vs. inşa edilmektedir. Çinli işçiler birkaç yıl için gelmekte; yeni yapılmış küçük evlerden oluşan göreceli olarak güzel sitelerde oturmaktadırlar. Bunların binlercesi gelmekte ve işlerini bitirdikten sonra evlerine dönmektedirler. Angola’da birçok kez duyduğumuz bir serzeniş: Çinli işçiler yerli kadın-erkek işçilerin fiyatlarını çok yoğun bir şekilde düşürüyorlar. Buna karşı kısmen direniş de vardır. Bu, bugün Çinlilerin ekonomik taktiğidir. Onlar altyapıyı, kanalizasyonu, hastaneleri vs. inşa ediyorlar. Bu, nüfus tarafından gerçek yardım olarak algılanmaktadır. Bu yardım kendisini diğer emperyalist ülkelerin kalkınma yardımından ayırmaktadır.


Çinli bankalar, Afrika ülkelerine para verirken bunu belli şartlara bağlıyor. “ Çin Şirketlerine inşa işlerinde öncelik tanıma” şartı. Çinliler Angola’da devasa inşaat yapımları karşılığında petrol gelirlerini 10 yıllığına sağlama aldılar. Bu şöyle yürüyor: Angola hükümeti Çinli ticaret delegasyonlarıyla pazarlık yapıyorlar. Siz şu ve bu yolları, demiryolları hatlarını, futbol stadyumlarını, hastaneleri, hükümet binalarını vs. inşa ediyorsunuz. Bunun için Çin gelecek 10 yıl için daha batılı holdinglere satılmamış olan petrolün hepsini alıyor.

hizmetli olarak çalışan veya herhangi bir şekilde oraya katılmış bulunanlar aday olmaktadırlar. Fransa kendisini uranyumu transport etmekle sınırlıyor ve yollar vs. ile ilgilenmiyor. Diğer ülkelerde de bu, benzer şekilde yürüyor: Güney Çad’da yeni petrol kaynakları bulundu. Orada da Fransız holdingleri petrol boru hattının Güney Çad’dan Douala yakınındaki gemiye yükleme limanına inşa edilmesine istisnasız yoğunlaşmaktadır. Bu holdingler sadece hammaddelerin nakliye edilmesinin tehlikeye girmemesi için istikrarlı koşulları kendilerine dert edinirler. Veya bir rakip haddinden fazla nüfuz sağlayabildiğinde, o zaman kendilerinin Afrika’nın çeşitli ülkelerinde konuşlandırdıkları kendilerini askeri birliklerini oranın üstüne yürütürler. Çin’in çok farklı projeleri vardır. Onlar ortaya çıkışlarında da geleneksel sömürgecilerinkinden tamamen farklı davranıyorlar. Angola’daki ücretleri düşürmeler serzeniş bir tarafa bırakılırsa, şimdi duyduğumuz biricik eleştiriler şunlardı: Çinli yolların ne kadar süre dayanacağını hele bir görelim. Hollandalılar vs. kesinlikle daha iyi yollar inşa ediyorlar. Şimdi Çin’in yönteminin değiştirildiğini işittik (ve hem de gördük). Önceleri inşa işleri ve neredeyse her şey Çinli işçiler tarafından yapıldı. Şimdi işi öğrenmek için her Çinli işçinin yanında yerli biri yürüyor. Bu yerli işçiler sistematik bir şekilde eğitiliyorlar.

Çin emperyalizminin orada ilerleyiş içindedir, izlenimine mi sahipsiniz? ABDemperyalizminin Çin, yaşam durumu nedir? Fark koşullarının gerçekten edilir bir şekilde geri mi çekiliyor? Başka iyileştirilmesi vasıtasıyla bir strateji mi kendilerine siyasi bir avantaj deniyorlar?

yarattılar. Çin’in son 10 yıl içinde Merkezi Afrika’daki altyapı iyileştirmelerini, Fransa son 50 yılda yapmadı, denemedi bile.

Çin emperyalizminin Afrika’daki emperyalizm olarak mutlak bir şekilde ilerleyişte olduğunu düşünüyoruz. Merkezi Afrika’da son on yıl içinde yeniden savaşlar yürütüldü, Örneğin Kongo, Uganda’da, Ruanda’nın ABD’in arkasını sağlama almasıyla kötü rol oynadığı Burundi’de. Fransa ve İngiltere, kendilerinin nüfuzlarını güvence altına almaya ve genişletmeye hakeza çalıştılar; Almanya, Belçika vs. de buraya burunlarını soktular. Çin, yaşam koşullarının gerçekten iyileştirilmesi vasıtasıyla kendilerine siyasi bir avantaj yarattılar. Çin’in son 10 yıl içinde Merkezi Afrika’daki altyapı iyileştirmelerini, Fransa son 50 yılda yapmadı, denemedi bile. Fransa her şeyden önce Batı ve Merkezi Afrika’da bulunuyor. Onun taktiği, bununla Örn: bir Fransız holdingi, Areva, kendisinin uranyum yataklarını (Cezayir sınırındaki Nijer’in kuzeyinde) rahatsız edilmeksizin işletebilmesi için, esas olarak “elitleri” bütünüyle satın almak ve rüşvet vermekten ibarettir. Nijer’deki başkanlık seçimlerinde çoğunlukla, Uranyum-yataklarından doğrudan yarar sağlayan; orada

Çin ekonomisi Zimbabve’de hemen hemen 50 özel ekonomik bölgeler inşa edeceğini ilan etti. Bundan bir şeyler fark ettiniz mi? Hayır, bunun hakkında daha ayrıntılı bir şeyler bilmiyoruz. Ama şimdi evet, Çin üzerine öğrendiğimiz şey, Çin emperyalizminin şimdi, Doğu Afrika’da devasa çapta tarım topraklarını kiralamaya başladığıdır. Örn. onlar Tanzanya’da ve de Mozambik’in kuzeyinde yüz yıllığına arazileri kiraladılar. Onlar latifundialar

43


gibi bir şeyler işletiyorlar. Ve mesela, Çin için meyve ve sebze ithalatını hızlandırmak / iyileştirmek için bu büyük çiftlikler yüksek derecede makineleştirilmiştir. Çok az tarım topraklarına sahip birkaç Arap devletleri de daha 10 seneden fazladır bunu yapıyorlar – ama onlar, 2000 km-lik Somali sahili boyunca adeta komşudurlar. Çin’de güya perspektif olarak işlenebilir çok az arazi vardır. Görüşümüze göre Çin’in batısında kuru alanları sulamaktan Doğu Afrika’da makineleştirilmiş büyük tarım işletmeleri işletmek çok daha ucuzdur. Çin’de topraklar çok az olamaz.

Ve her şey Çin’e mi ihraç ediliyor? Evet, sadece Çin için üreten tüm plantajlar vardır. Bunlar ürünleri aslında hiç Tanzanya pazarına gelmeyen plantajlardır. Özel tarım bölgesi gibi bir şey. Bunun – bizim bilebildiğimiz kadar – Tanzanya ekonomisiyle dolaysız olarak hiçbir ilgisi yoktur. Toprak on yıllarca kiralanmıştır; ürünler doğrudan limana getirilmekte ve gemilere yüklenmektedir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden edindiğiniz izlenimler üzerine de bir şeyler anlatabilir misiniz? Kongo’nun güneyindeki Katanga ili önemli bir madencilik bölgesiydi. Orada her şeyden önce bakır vardır ve bakır kuşağı Zambiya’nın kuzeyinden de geçip gitmektedir. Katanga geleneksel bir emperyalistler bölgesidir; önceleri İngiliz maden işçileriyle birlikte İngiliz maden firmaları oradaydı. Belçikalılar 1900’dan sonra İngilizleri dışarı atmaya ve onların yerine kendi Belçikalı işçilerini koymaya başladılar. Bu, bakır kuşağındaki 1960’lı yıllardaki bağımsızlığa kadar ekonomik mucizenin hikâyesidir. Ama bağımsızlık savaşından sonra, yani 60’lı yıllardan sonra gittikçe daha az modernize edildi. Kongo’daki, 1997’ye kadar Zaire, iç savaşların uzun süren zamanında maden işletmelerinin büyük bir bölümünün faaliyetleri durduruldu. Şimdi Çinliler, kârlı olmadığından 30 yıldan beri

faaliyeti durdurulan birçok bakır ocaklarını – 50 veya 100 yıl için – kiraladılar. Bir taraftan yeni teknolojiler nedeniyle ve diğer yandan Çin bu işe girmek istediğinden, ABD ve diğer emperyalistler orada madencilik işletmeye yeniden de başladılar. Daha yenice teknolojilerle eski işletme cüruflarını, bu Lubumbashi’dedir, Örn: molozlardan geriye kalan bakırı eriterek ortaya çıkarmak için birkaç yüz metrelik bir dağı bir kez daha ters yüz etmek şimdi Örn. kârlıdır da. Oysa burada sadece bakır değil; aynı zamanda diğer daha değerlice maden filizleri ve seyrek topraklar diye adlandırılanlardır. Bize şu dendi: Çin’in Katanga’da fazlaca aktif olduğundan bu yana ABD de kiralamaya e satın almaya başladı. Bildiğimiz kadarıyla ABD’nin buna paralel olarak artmakta olan nüfuzunun tarihsel olarak ta Kabila 1997 zaferi ile ilgisi vardır. O (Kabila - ÇN) Mobutu idaresi altında faaliyet yürüten Fransız firmalarını kovdu ve ruhsatları ABD’li firmalara verdi. Ama aslında bugün emperyalistlerin hepsi orada bulunuyorlar ve yeraltı zenginliklerini çıkarmak için kazıyorlar. İç savaş ili KuzeyKivu’da güya Alman firmaları da olası pis işlerin tümüne katılıyorlarmış.

Kongo’nun güneyindeki Katanga ili önemli bir madencilik bölgesiydi. Orada her şeyden önce bakır vardır ve bakır kuşağı Zambiya’nın kuzeyinden de geçip gitmektedir. Katanga geleneksel bir emperyalistler bölgesidir; önceleri İngiliz maden işçileriyle birlikte İngiliz maden firmaları oradaydı.

44

Doğu Kongo’daki savaştan bir şey hissediliyor mu? Hayır, aslında ülkenin büyük kesiminde hiçbir şey. Savaş kuzeydoğuda toplam yüzölçümünün yaklaşık olarak % 1,5’u bir alanda gerçekleşiyor. Ve Kongo DC yaklaşık tüm Avro-bölgesinin büyüklüğü kadar, neredeyse Almanya’nın 7 katı büyüklüğündedir. Kongo’da nerede bulunduğuna bağlı olarak savaşa ilişkin farklı görüşler duyuyorsun. Çokça politika üzerine konuşuluyor; başkana bol bol küfür ediliyor. Başkent Kinshasa ve batı kesimi dışında neden çok az şeyin iyileştiği konusunda artık hiçbir bahanesi olmadığından başkan Kabila’nın savaşı hiç te bitirmek istemediği kısmen duyuluyor. Sizin Güney Afrika hakkındaki değerlendirmeniz nasıldır – Emperyalist güç olma yolunda mı?


Hayır, aslında hiç öyle görünmüyor! Herhalde yerel güç olarak nüfuzlarını genişletiyorlar. Tüm Afrika’nın güneyindeki gelişmeyi şimdi yeniden daha güçlü bir şekilde etkiliyorlar. Evet, Apartheid’ın sona ermesinden önce bölgede epeyi büyük nüfuzları vardı. Evet, Afrika’nın güneyinde gelişmiş bir sanayiye sahip biricik ülkedirler. ABD’nin Güney Afrika’daki nüfuzunun ne kadar güçlü olduğunu tam bilmiyoruz. Bu konu ile ilgili olarak istatistiklere bakmalısınız. Ama her şeyden önce maden ocaklarında büyük İngiliz nüfuzu var.

buraya bir fabrika inşa ettiklerinde, bu bizim için az biraz daha iyi. Çünkü bu halde en azından bir süpermarket ve bir yol var. Evet, sömürüldüğümüzü biliyorum, am en azından bu halde köyde elektriğimiz oluyor. İnsanlar, yeni-sömürgeciliğin kendilerinin son yirmi senede karşı karşıya oldukları duraklamadan daha iyi olup olmadığını düşünüyorlar. Göze çarpan bir şekilde birçokları güçlü bir ekolojik bilince sahiptirler. Afrika’da Örn: Japon, Güney Kore ve Tayvan sermayesi de vardır.

Güney Afrika sermayesi diğer Afrika ülkelerine yayılıyor mu?

BRICS-devletlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Diğer kapitalist ülkelerle, emperyalistlerle karşılaştırıldığında daha ziyade rüşeym halinde. Daha ziyade Güney Afrika’ya göç revaçtadır; yani sınır ülkelerden işçiler çalışmaya Güney Afrika’ya gidiyorlar. Orada kendilerini eğitiyorlar. Ve eğer bir Güney Afrika pasaportu alırsam, o zaman diğer ülkelere de, Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya gidebilirim, düşüncesiyle de – bu, bize çoğu kez söylendi. Güney Afrika teknikte Avrupa standardına sahip biricik ülkedir. Güney Afrika’nın ANC ve KP-yönetimindeki 1990’lı yıllardan beri gelişmesi ile ilgili olarak, tam da ayaklanmalar çıkmayacak kadar şeylerin yapıldığı izlenimi edindik. Daha fazlası değil. Townships’e giden ana yollar asfaltlanmıştır. Oralara süpermarketler ve okullar inşa edilmiştir; şimdi neredeyse her yerde su hatları vardır – ama kitleler için sosyal koşullarda son 20 yıl içinde çok az şey değişti. Bir KP’li veya ANC’li ile konuştuğunda, şöyle deniyor: Bizim Güney Afrika’nın kalkınması / inşası için bir planımız var; her kim buna karşı koyuyorsa, o bir karşı-devrimcidir. Durağan hale karşı her eleştiri de o zaman karşı-devrimci propagandaya eşittir… Doğu Afrika’da tam tersi: Örneğin Tanzanya’da, kırda yaşam standardının da gerçekten iyileştiğini bizim izlenimizdir. Gezdiğimiz ülkelerde dinin yükselmekte olan bir nüfuz kazandığı izlenimini bir bütün olarak edindik. Amerikalı tekkeler gittikçe daha fazla yaygınlaşıyorlar! 5.000 nüfuslu bir köyde 5 farklı kilise var. Merkezi Afrika ve diğer yerlerdeki halk yeni sömürgeciliğin ne olduğunu biliyor. Birçokları şunu söylüyor: Avrupalılar hammaddelerimizi gasp ediyor ve bize pahalı makineleri satıyorlar; IWF (Uluslararası Para Fonu – ÇN) bir katiller derneğidir. Ama buna rağmen, Avrupalıları içeriye bıraktığımızda ve onlar

Yükselen Çin nüfuzu ve yerel güç Güney Afrika hakkında zaten bir şeyler söyledik. Afrika’da Brezilya ile ilgili olarak hiçbir şey fark etmedik. Rusya ise her halükârda küresel olarak bakıldığında kendisini stabilize ediyor; ama her şeyden önce, Merkezi Asya ve Doğu Avrupa, yani kendisinin geleneksel olarak nüfuz bölgeleri üzerine yoğunlaşıyor. Buna karşın Afrika’da çok az Rus sermayesi var. Her ne kadar gittikçe yeniden Rusça konuşan pazarcılara rastlansa da, oysa bunun, esas emperyalistlerle veya evet sadece tek tek ağırlık noktası ülkelerde aktif olan salt Almanya ile karşılaştırıldığında kıymet-i harbiyesi yoktur. Hindistan sermayesi de görünen o ki Afrika’da ilerleyişte değildir. Ama Hindistan’ın kısmen getirecekleri kârlar büyükler tarafından girmeye değer bulunmayan küçük pazar dallarına girmeye zorladıkları izlenimini edindik. Doğu- ve Güney Afrika her yerinde – belki 200 yıldan beri – birçok kadınerkek Hintli yaşıyor. Bu, artık yerli bir Hintli nüfustur ve yerli pazarcı kesiminin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Gerçekten Hintli sermayenin – yani Hindistan’dan gelen ve Afrika’daki Hintliler kökenli sermaye değil – büyük çapta yatırıldığı şeklinde bir görünüm elde etmedik.

İngiliz emperyalizmi gerileme içinde midir? Bunu genel olarak söyleyemeyiz. Doğu Afrika’da Örn: Uganda ve Kenya’da zaten böyle görünüyor. Orada evet, eskiden biricik efendilerdi; Kenya’da da resmi bağımsızlıktan sonra hatta uzun bir süre – bu değişmedi. Ama Batı Afrika’da Örn. Sierra Leone’de İngilizler, kendilerinin nüfuzunu yeniden kurmak için bir boy-

45


46

kot organize ettikleri çok açıktır ve bu boykota baştan yükselmiştir. Uganda’dakinden farklı olarak. İşgüsona tüm emperyalistler uymuşlardır. Özellikle Batı zarca etrafta dolaşan neredeyse tüm STÖ’ne karşı en Afrika’da eski sömürgeci gücün nüfuzu hâlâ çok açık geç orada tiksinti geliştirdik. Hangi emperyalist ülbir şekilde görülebilir haldedir – eskiden bir ülke İn- kelerden gelirlerse gelsinler fark etmeksizin. Onların giliz, diğeri Fransız kolonisi idi ve siyasi ile iktisadi orada yediği haltlar tüyler ürperticidir. Birçokları nüfuz varlığını sürdürmektedir. Hıristiyan cübbeleri içinde oraya geliyorlar; bunlar Fransızlar kendilerinin eski sömürgelerine – bu- çok fazladırlar. Gerek Fransızlar, gerek Amerikalılar günkü CFA- bölgesi – evet aslında askeri olarak ta gerekse de İngilizler. ellerinde tutmaktadırlar. Eski İngiliz Gana’sı ve diğer Ama her hangi bir projeyi ve bir STÖ’nü başlatan bazı İngiliz sömürgelerinde İngilizlerin dolaysız nü- haddinden çok fazla doğrudan dini olmayan insan fuzu Fransız nüfuz bölgelerindekilerinden kesinlikle dostları da vardır. Bunlar daha sonra çoğu kez kaaçıkça daha azdır, derdik. Örn: Gana’da Alman ve dın-erkek Avrupalıların kendi kendilerini gerçekleşdiğer emperyalistler de kuruldular. tirmelerine veya vicdanlarını sakinleştirmeye hizmet İngilizler birkaç yıl önce Cote d’Ivoire (Fildişi ediyor; oysa her hangi bir sosyal değişikliğe baz sunSahili)’indeki ihtilafa müdahale etmeye çamuyor; bilakis Afrika köylerindeki insanlıştılar. Ama bu daha sonra her naları sadece duygusal olarak ta çok sılsa başarısızlığa uğradı. Onlar daha bağımlı ve perspektifsiz Sendikal örgütlenme tarafından desteklenen daryapıyor. durumunun çok kötü olduğu beci general yine defolup Birçok kadın-erkek Afrigitti. Onlar buraya karışır kalı kendilerinin durumu da dikkatimizi çekti. Yürütülen durumdalar; ama Fildişi hakkında - bizim için tartışmaların büyük bir kısmının sınıf Sahili’nde büyük bir rol sürpriz olan – yüksek mücadelesi veya sınıfsal ayrımlaşma ile az oynamıyorlar. bilince ve ekolojik biOysa mesela onların ilgisi vardır. Bir keresinde Nairobi’de 1 Mayıs- lince sahiptirler. Bunu Sierra Leone’de zaten çok etkileyici buluyoyürüyüşünde idik. Orada yürüyüşe katılan ruz. Zambiya’da tesasağlam bir şekilde yerleştiklerine inanıyoruz. işletme delegasyonları şunun gibi pankartlar düfen yerel sözüm ona BM üzerinden de – her STÖ’lerin küçük bir sertaşıdılar: “Başkanımızı selamlıyoruz ne kadar orada haç sayıda gileme fuarına rastladık. ve ücretlerimizin artışını rica İngiliz BM-askeri birlikleBunlar Örn: halk tarafınrinin işin içinde olduklarını dan bizzat geliştirilen sobalar ediyoruz”. şimdi ezberden bilmesek te – ama sunuyorlardı. Böylesi şeylerle gitBatı Afrika’da İngilizlerin büyüyen nütikçe yeniden karşılaşmayı etkileyici fuzundan söz etmezdik. buluyoruz. İngiliz emperyalizminin Afrika’daki bir bütün olaKriz: Avrupa’daki kriz üzerine birçok kez sohbetler rak ağırlık noktası Güney Afrika üzerinde ve yuka- yaptık. Şimdi daha az Avrupalının Afrika’ya geldikrıya doğru Zambiya’ya kadar yoğunlaşmıştır. Çin ve leri insanların dikkatini çekmiş. Sadece turistlerin Fransa’nın varlığı göze çarpıcıdır; İngilizlerinde daha değil, aynı zamanda ticari gezginlerin de. ziyade göze çarpıcı değildir. Orada zaten eskiden - söBirkaç kez yapısal uyarlama-programları hakkınmürge döneminden beri – orada bulunan daha ziyade daki somut sorulara muhatap olduk. geleneksel firmalar üzerinden yürümektedir. Şunları söylediler: 15 veya 20 yıl önce Avrupa ve ABD’den sizler ekonomimizi berbat eden yapıŞimdi gelelim gezinizin izlenimlerine – sal uyarlama-programları bize dayattınız. Ve her özellikle hangi intibaları edindiniz? Sizin halükârda şimdi bizzat sizler Yunanistan, İspanya ve için neler önemlidir? Portekiz’de yapısal uyarlama, kemer sıkma programBundan 10-15 sene öncesi ile karşılaştırıldığında larını deniyorsunuz. Ve eğer insanlar daha yoksul Tanzanya’daki hızlı kalkınma göze çarpıcıdır. Bu- olacaklarından bu tam orada olduğu gibi bizde yürada altyapı, mal çeşitliliği konularında korkunç rümüyor; burada ekonominin kendini nasıl geliştirderecede fazla şeyler yapılmıştır. Yaşam standardı melidir. Bunu zaten hep söyledik. Ve sizin Avrupalı-


lar öyle aptalsınız ki, tarihten hiç öğrenmiyorsunuz. Avrupa’da kitlesel yürüyüşler, genel grevler vs. gerçekleştiğini Afrika’da da biliyorlar.

Genel olarak direniş. Direniş biçimleri, sendikal, diğer örgütler, komünist örgütler nasıldır? Turist olarak örgütlere yaklaşmak çok zordur. Bu, Güney Afrika’da daha kolaydır – bu bir istisnadır. Merkezi- veya Doğu Afrika’da –Marksist örgütler vardır – ama bunların birkaç kişiden daha fazla olup olmadıklarını biz değerlendiremeyiz. Sadece Batı Afrika’da ml-örgütlere rastladık; belli bir süre ilişki sürdürdüğümüz Örn: o zamanlar Benin’deki “Combat pour le Communisme” (PCMLB) ile. Ama daha sonra herhalde bunlar bir taksi sürücüleri sendikası grubu içinde dağıldılar. Bir kez Brüksel’de bir araya geldiğimiz ve Fransız PCOF ile sıkı-fıkı olan PCB, ve de Fildişi Sahili ile Burkina Faso vs.’deki KP-ler herhalde hâlâ varlar – ama bunları sadece internet üzerinden tanıyoruz. Güney Afrika’da KP, ANC veya sendikadan birisiyle bir araya gelmek göreceli olarak kolaydır. Bu, diğer Afrika ülkelerinde, eğer kişisel bağlantıların veya tavsiyelerin yoksa epeyi zor, hatta imkânsızdır. Ülkede, burada herhangi bir şeyler var mı diye araştırma yapmaya çalışmak her zaman zordur. Aslında hiçbir şeye rastlanmıyor. Çad’da uluslararası konferanslarda gittikçe yeniden ortaya çıkan ve imza atan ACTUS adında bir örgüt var. Oysa olasılıkla bunlar Çad’dan daha ziyade Paris’te bulunuyorlar, ama orayı ile doğrudan bağlantılara sahipler. Taşıtlarla gezip dolaştığında ve herhangi bir yerlerde pankartlar vs.nin asılı olup olmadığına bakıldığında bu, Afrika’da Avrupa’dakinden tamamen farklıdır. Bu, orada hiç yoktur. Sendikal örgütlenme durumunun çok kötü olduğu da dikkatimizi çekti. Yürütülen tartışmaların büyük bir kısmının sınıf mücadelesi veya sınıfsal ayrımlaşma ile az ilgisi vardır. Bir keresinde Nairobi’de 1 Mayıs-yürüyüşünde idik. Orada yürüyüşe katılan işletme delegasyonları şunun gibi pankartlar taşıdılar: “Başkanımızı selamlıyoruz ve ücretlerimizin artışını rica ediyoruz”. Ve bir turizm işletmesinin hizmetlisi ile konuşursan sana şunu söylüyor: Evet, bir iş hukuku ve asgari ücretler var, ama buna dikkat çekersen, daha sonra da hemen kapının önünde bulursun kendini… Din sorunu, Afrika’da Orta Avrupa veya İslami

devletlerdekinden pekâlâ farklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Derinlerde geleneksel bir halk dindarlığı veya “batıl inanç” vardır. İnsanlar inanılmaz şeyler anlatıyorlar – şifa bulmaktan (Biz mucize şifa bulma derdik) ve yaralanamazlıktan vs. Tavuk kurban etmek kısırlıkta yardımcı oluyor. Ama geleneksel Afrika dindarlığının yerini misyonerce Hıristiyan ideolojisi alıyor. Bu konuda eski Fransız veya İngiliz kolonileri arasında açık farklılıklar vardır. Bunların sömürgeci zamanda nasıl ortaya çıktıklarını ve bunların ülkeleri nasıl terk ettikleri fark ediliyor. İngiliz sömürgelerinde her zaman misyonerler kitlesel bir şekilde oralarda kalmışlardır ve bunların yanlarına ABD’den yenileri gelmiştir. Çok önemli bir sorun da kadınların toplumdaki konumudur. Burada Avrupa’daki gibi ve bunun nasıl geliştiği gibi birçok tartışmalar vardır. Sömürgecilik – bu da büyük bir konudur. Özellikle de sonraki etkileri ve kesintisiz nüfuzu. Gittikçe yeniden şu gerekçe getiriliyor: Kapitalizm yayılmış olsaydı bu bir ilerleme olmaz mıydı?, o zaman Örn: gıda maddeleri ticareti merkezileşirdi. Kendine yeter tarımsal ekonomiden ve tesadüfî değiş-tokuştan sistematik bir pazar ekonomisine geçişe götürebilirdi. Kapitalizmin kötü olduğu evet doğrudur, ama eğer köyde en azından daha büyükçe bir pazarcıya sahip olsaydık, o zaman evet bu bizim için bir ilerleme olurdu. Sadece kırda değil, aynı zamanda kentlerin semtlerinde de tüm gıda maddeleri, giysilerin dörtte üçü herhangi bir şekilde değiş-tokuş ediliyor. Tüketim mallarının dolaşımı birçok bölgelerde en geniş çapta parasız yürüyor. Afrika’daki insanların bir bütün olarak birçok ümitleri var, ama gerçek bir iyileştirmenin nasıl geleceği konusunda az perspektifleri var – Yani durum fazla ümide sahip olmayan Avrupa’dan biraz değişik. Kasım 2013 ✓ Trotz Alledem! – Herşeye Rağmen! - dergisinin Ocak 2014, 65. Sayısı, sf: 3- 30, Almancadan çevrilmiştir.

47


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

ÖLÜMÜNÜN 30. YILDÖNÜMÜNDE YILMAZ GÜNEY MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR, YAŞAYACAK! Yılmaz Güney’e sadece burjuvazinin belirli kesimleri sahip çıkmıyor. Kendilerini “sol” olarak adlandıran özünde karşı-devrimci olan grup ve partiler de Yılmaz Güney’e güya sahip çıkıyor! Yılmaz Güney’e sahip çıkan diğer bir kesim de devrimci grup ve partilerdir. Bunların hepsinin ortak paydası, Yılmaz Güney’i siyasal görüşlerinden bağımsız ele almaları ve onu doğrularından çok yanlışlarını sistemleştirerek savunmalarıdır.

Y

48

ılmaz Güney aramızdan ayrılalı 30 yıl oldu. Yılmaz Güney’in ölümünün otuzuncu yıldönümünde, Kuzey Kürdistan/Türkiyeli bütün siyasi güçler tavır takınacak; her biri Yılmaz Güney’e kendi siyasal görüşleri doğrultusunda “sahip çıkmaya” çalışacaklardır! Yılmaz Güney’e “sahip çıkmaya” çalışanlar, onun siyasi görüşlerini bir kenara bırakarak, siyasi görüşlerinden arındırarak anacaklardır! Yılmaz Güney’in iyi bir sanatçı, iyi bir oyuncu olduğu yazılıp çizilecektir! Yılmaz Güney sağ olsaydı, siyasal yazılarında ortaya koyduğu düşünceleri savunmazdı diyenler olacaktır! Kimi burjuva çevrelerin Yılmaz Güney’i, siyasal görüşlerinden bağımsız ele alışları ve onun iyi bir sanatçı olduğunu söylemeleri sahtekârlıktır. Yılmaz Güney, mücadelenin seyri içinde, Marksizm-Leninizm bilimine inanmış ve bu bilimi kavradığı oranda kendine temel alarak görüşlerini şekillendirmiş bir komünisttir. O, işçi sınıfının ve ezilenlerin yanında olduğunu açıklamış ve sömürücü iktidarların yıkılarak yerine sosyalizmin inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur. Yılmaz Güney’e sadece burjuvazinin belirli kesimleri sahip çıkmıyor. Kendilerini “sol” olarak adlandıran özünde karşı-devrimci olan grup ve partiler de Yılmaz Güney’e güya sahip çıkıyor! Yılmaz Güney’e sahip çıkan diğer bir kesim de devrimci grup ve

partilerdir. Bunların hepsinin ortak paydası, Yılmaz Güney’i siyasal görüşlerinden bağımsız ele almaları ve onu doğrularından çok yanlışlarını sistemleştirerek savunmalarıdır. Siyasi kimlik ile sanatçılığın birbirinden soyutlanmasına Yılmaz Güney karşı çıkmıştır. Yılmaz Güney, büyük insanlığın yeni bir dünya kurma savaşımının bir neferi idi. Onun sanatı da bu savaşımın hizmetindedir. Kayseri konuşmaları 1’de sanatçının nasıl olması gerektiğini şöyle anlatır: “Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez, devrimci mücadeleyle organik bir biçimde bağı olmalıdır. Bu nedenle devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, devrimci sanat, halkın yaşamını, halkı ezen sınıf baskılarını, bu baskılara karşı halkın mücadelesini, yeni bir topluma duyduğu özlemleri, ezen sınıflara duyulan kini, nefreti temel almalı, onların devrimci mücadele ruhunu geliştirmeli, halk kahramanlığını, halk için fedakârlık ruhunu derinleştirmeli, olumlu ve olumsuz insan örneklerini karakterize ederek mücadeleyi bütün boyutlarıyla konu edinmelidir. Sanatın ana konusu, işçiler, köylüler, halk


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Leninist olduğunu ilan eden ve bunun sonuçlarını taşımaya hazır olduğunu pratiğiyle de ispatlayan biridir. Yılmaz Güney, “proleter devrimci mücadeleye sanat alanında katkıda bulunacak bir dergi ya da yayının” gerekli olduğuna inanan ve “Türkiye’de devrimci sanatı geliştirmek, ancak, faşizmin, revizyonizmin, oportünizmin, reformizmin, şovenizmin, her türlü gericiliğin ve feodal düşüncelerin kültür sanat alanındaki uzantıları üzerine yürümekle, onların maddi köklerini yok edebilecek siyasetin öncülüğüne kavuşmakla mümkün” (Seçme Yazılar, cilt 1, sf.8, Mayıs Yayınları) olduğunu söyleyen bir devrimcidir. Yılmaz Güney, eleştiri, özeleştiri konusunda doğru görüşler savunan ve hatalarını ortaya koymaktan çekinmeyen bir kişidir. O şöyle der: “Ben içinden geldiğim sınıf ve üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar taşıyan bir adamım. Geçmişimde, siyasi sınıf bilinç yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters düşen görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da bu olumsuzlukların bilincindeydim. Fakat neyi nasıl yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Özellikle Selimiye, aklımın başına gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiye’nin dar olanakları içinde bile olsa, olumsuzluklarımın kökünü kurutmak için, kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi vermeye koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce, sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla, arı bir biçimde sahip olmak mümkün değildi. Çünkü gerçek anlamda sosyalist bilinç ve ahlaka sahip olmak için bizzat sosyalist üretim ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne inanmak gerekir. Bu konuda özel bir çaba bile gerekir… Sınıflar var oldukça, onların kalıntıları var oldukça, o kalıntılara tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir. Uzun ve titiz çalışmalarım sonunda, Yılmaz Güney’i bir bütün olarak, olumlu ve olumsuz yönleriyle ele alıp değerlendirdiğimde, olumlu yönlerinin ağır bastığını ve gelişen yönün bilimsel sosyalizmden yana olduğunu gördüm.” (Seçme Yazılar, cilt 1, sf.10, Mayıs Yayınları) O, Selimiye, Ankara ve Kayseri hapishanelerinde, halka nasıl daha çok yararlı olacağı konularında titiz bir arayışa yönelmiştir. Hapishane gerçekliği, Yılmaz

aydınları, devrimci militanlar, kısaca sosyalist mücadele süreci olmalıdır. Bu süreç içerisinde, olumlu olumsuz, sınıf dayanaklarıyla birlikte işlenmelidir. İşçiyi anlatırken patronu, köylüyü anlatırken toprak ağasını, toprak kapitalistini; devrimci militanı anlatırken kaypak küçük burjuva unsurları, polisi, bürokrasiyi ve devlet mekanizmasının işleyişini de birlikte, sınıf gerçeklerine bağlı olarak anlatmalıdır. Sadece toplumun objektif tanımlanması, sadece eleştirel gerçeklik yeterli değildir. Devrimci sanat, toplumun gelişen güçlerinin sanatıdır, bu güçlerin gelişmesini ve mücadelesini sergilerken, aynı zamanda yol gösterici olmalı, fakat kuru slogancılığa düşülmemelidir, işi basite indirgememelidir.“ Bu görüşler komünist bir sanatçının savunduğu görüşlerdir. Yılmaz’ın sanatı ile siyasal görüşlerini birbirinden ayıranlara verilen en iyi cevaptır. Yılmaz Güney, 1 Nisan 1977’de Kayseri Hapishanesinde doğum gününü kutlayan mahkûm arkadaşlarına bir konuşma yapar ve şöyle der: “Bağımsızlığın, mutluluğun ve özgürlüğün düşmanı emperyalizm ve sosyal emperyalizm yenilecektir. İnsanlık düşmanı faşizm yenilecektir! Reformizm ve revizyonizm yenilecektir! Her türlü sağ ve “sol” sapmalar aşılacaktır! Ve halkımız kendi eseri olacak Demokratik Halk Devrimini ve buradan geçerek sosyalizmi kesin zafere ulaştıracaktır. Bu, tarihin yazgısıdır.” (Seçme Yazılar, cilt 1, sf.2, Mayıs Yayınları) Yılmaz Güney, kavganın en başında tarafının ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak olduğunu belirlemiştir. Yılmaz Güney, bilinçli politik yaşamına esasta hapishane koşullarında başlayan ve siyasal savaşımının hiçbir döneminde gerçekte örgütlü birlikteliğin ortamına, toplu çalışma ve savaşım koşullarına kavuşamamış olan bir devrimcidir. Yılmaz Güney, emperyalizmin, faşizmin yenileceğini belirtmesinin yanı sıra, reformizm ve revizyonizmin de yenileceğini belirtmektedir. O, çok açık olarak sosyalizmin zafere ulaşacağını ve bunun tarihin bir yazgısı olduğunu belirtmektedir. Er ya da geç kapitalizmin yıkılacağı ve sosyalizmin zafere ulaşacağı tarihsel bir yazgıdır. Yılmaz Güney, modern revizyonizme karşı açık, berrak tavır takınan ve açıkça komünist, Marksist-

Yılmaz Güney, grupçuluğa ve küçük burjuva devrimcilerine karşı ideolojik mücadele yürütmüştür. O, maceracı, Fokocu ve bireysel şiddet eylemlerine karşı da tavır takınmıştır.

49


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50

Güney’in hatalarını görmesine neden olmuş ve komünist görüşleri benimsemesine vesile olmuştur. Yılmaz Güney, sosyo-ekonomik yapı, devrimin yolu, sınıfların mevzilenmesi ve devrimin önder gücü hakkında doğru tespitler yapmakta ve şöyle demektedir: “Türkiye, “güçlü üretici güçlere, yüksek bir düzeyde merkezileşmiş üretime” henüz sahip değildir. Küçük çapta varlıklarını sürdüren işletmeler ve küçük köylü ekonomisi oldukça yaygın ve önemli bir yer tutmaktadır. Burjuva-demokrasisi, tarihinin hiçbir döneminde esas itibariyle işletilmemiştir. Feodal kalıntılar tasfiye edilmemiştir. Ulusal sorun çözülmemiştir. Üretim güçlerinin gelişim düzeyi, belli bir oranda sosyalizmin önkoşullarını hazırlamakla birlikte, “programının başlıca siyasi talebi proletarya diktatörlüğüne doğrudan doğruya” geçiş olabilecek bir devrime, toplumsal devrime uygun olgunlukta değildir. Böylesi bir devrim, Komintern’in de belirttiği gibi, ancak ABD, Almanya, İngiltere vb. gibi gelişmiş kapitalist ülkelere özgüdür. Toplumsal devrimin gerçekleşmesi, üretim güçlerinin olgunluğuna, sosyalizmin ön koşullarının olgunluğuna bağlıdır. Türkiye’de, toplumsal devrimin gerçekleşmesi, üretim güçlerinin gelişimini engelleyen engellerin devrimci bir biçimde kaldırılmasını gerekli kılmaktadır; bu engellerin (emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin ve feodal kalıntıların) kaldırılması da ancak proletarya önderliğinde bir devrimin zaferine bağlıdır. Bu engellerin kaldırılmasını hedefleyen devrim, toplumsal devrime geçişin koşullarını hazırlayacaktır. Bu devrim, toplumsal demokratik halk devrimi olacaktır.” (Seçme Yazılar, cilt 2, sf.23, Mayıs Yayınları) “Biz, feodal kalıntıları ve bir sömürgeyi bağrında taşıyan, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu, yarı sömürge bir ülkenin çocuklarıyız. Ülkemiz çok uluslu bir ülkedir. Önümüzdeki devrim, yarı sosyalist karakterli, anti-emperyalist halk devrimidir. İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, orta burjuvazinin emperyalizme karşı duracak kesim-

leri, ezilen Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyet ve halklar, bağımsızlıktan yana olan herkes devrimin güçleridir. İşçi sınıfı, ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda devrimin önder gücüdür. İşçi-köylü ittifakı devrimin temel gücüdür. Demokratik devrimi, sosyalist devrime ulaştıracak olan da bu ittifaktır.” (Seçme Yazılar, cilt 1, sf.19, Mayıs Yayınları) Türkiye emperyalizme bağımlıdır ama yarı-sömürge değildir. Yılmaz Güney, bu görüşleri 1977’de söylemiştir. Yarı-sömürge değerlendirmesi dışında söylenenler doğru görüşlerdir. Yılmaz Güney, doğru bir biçimde demokratik devrimin gündemde olmasını gerekli kılan nedenleri saymaktadır. Yılmaz Güney, grupçuluğa ve küçük burjuva devrimcilerine karşı ideolojik mücadele yürütmüştür. O, maceracı, Fokocu ve bireysel şiddet eylemlerine karşı da tavır takınmıştır. Bizzat isim vererek, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Devrimci Halkın Birliği ve Partizan’ın görüşlerini eleştirmiştir. Yılmaz Güney, halk savaşı bağlamında şöyle der: “Halk Savaşı, özü itibariyle bir köylü savaşıdır, küçük köylü mülkiyeti için bir savaştır. Bu anlamda demokratik devrimin özü toprak devrimidir. Devrimin uzun süreli bir savaşı içeriyor olması, halktan insanların katılımı, halk savaşını belirleyen bir ölçü değildir. Esas belirleyici olan, köylülüğün ezici çoğunluğunun, toprak ve özgürlük için mücadelesidir. Proletaryanın böylesi bir savaşta önderliği, işçi köylü ittifakının, emperyalizme ve feodalizme karşı yürüttüğü mücadelenin, toprak ve özgürlük mücadelesinin garantisidir. Emperyalizme bağımlı da olsa kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu, feodalizmin esas itibariyle çözüldüğü, kalıntılarının ayakta durduğu bir ülkede ise demokratik devrimin özü toprak devrimi değildir. Esas mücadele alanı kırlar değildir, şehirler olmalıdır. Esas güç köylülük değil, işçi sınıfıdır.” (Seçme Yazılar, cilt 2, sf.22, Mayıs Yayınları) Yılmaz Güney, hazır formüllerle Çin ve Rus devrimini şabloncu bir şekilde Türkiye’ye uygulanmasına karşı çıkmakta, ülkenin özgül koşul-


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

mücadele etmiş ve Yılmaz Güney’in bıraktığı bayrağı alıp daha yükseklere taşımıştır. Yılmaz Güney enternasyonalist bir Kürt devrimcisidir. Devrimcilikten öte, o enternasyonal bir komünisttir. O, kısacık yaşamında her türlü tehlikeyi göze almış, uzun yıllar yaşadığı baskılar ve hapishane yaşantısı onun militan iradesini kıramamıştır. O, sadece sömürü düzenin düşmanı değil, aynı zamanda oportünizme ve küçük burjuva devrimciliğine karşı da mücadele etmiştir. O, en zor dönemlerde bile devrimci sanatı ile kitlelerin bağrında taht kurmayı başaran bir komünisttir. Sınıf bilinçli bakış açısını sanatıyla ustaca birleştirmeyi başaran Yılmaz Güney, ülkelerimizin sınırlarını aşan bir üne, kitlelerin sevgi ve beğenisine sahip olmuştur. Orta-Doğu’dan Balkanlara, Afganistan’dan Latin Amerika’ya, bütün dünyada devrimci ve komünistler ve ezilenler onun filmleriyle tanıştıklarında bir daha onun ismini unutmuyor, sevgi ve hayranlıkla ona sahip çıkıyorlar. Enternasyonalist Yılmaz Güney, Nâzım’ın şiirlerinde yakaladığı ezilenlerin ortak dilini sinema sanatında yakalamayı başarmış bir usta olarak anılıyor. Yılmaz Güney’i savunmak, onun tüm görüşlerini savunmak değildir. Yılmaz Güney’i savunmak, doğru görüşlerine sahip çıkmak, geliştirmek ve ileriye taşımaktır. Yılmaz Güney’i savunmak, onun yanlışlarını reddetmek ve doğru görüşleri temelinde sınıf kavgasını yükseltmektir. Yılmaz Güney’in savunduğu komünist görüşler bir tarafa bırakılarak güya Yılmaz Güney savunulmaktadır! Böyle bir savunu Yılmaz Güney’e yapılan en büyük saldırıdır. Bugün Türkiye’de Yılmaz Güney’e bütün devrimci sol sahip çıkıyor. Bu kuşkusuz iyi bir şeydir. Diğer yandan fakat bizim için belirleyici olan, Yılmaz’ı komünistçe sahiplenmek ve savunmaktır. Çünkü Yılmaz’ın temel niteliği onun bir komünist olmasıdır. Yılmaz’ı gerçekten savunmak onun uğrunda mücadele edip, öldüğü davayı kavramak, onu sürdürmektir. Yılmaz’ı sadece iyi bir sanatçı, iyi bir film çekicisi olarak gösterip “savunmak”, Yılmaz Güney’e yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Yılmaz Güney’in gerçek savunucusu, onun Marksist-Leninist görüşlerini, hatalarından arındırarak alıp geliştiren ülkelerimizin Bolşevikleridir. Biz, Yılmaz Güney’in devrimciliğini, militanlığını ve boyun eğmeyişini çıkış noktası olarak alıyoruz. Yılmaz Güney’in komünist özü bugün de mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak! 14.06.2014 ✓

larının dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir. O, Türkiye’nin geri kapitalist bir ülke olduğunu, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen duruma geldiğini belirtmektedir. Hâlâ Çin şablonculuğunu temel alan ve halk savaşı çığırtkanlığı yapanlara, Yılmaz Güney 35 yıl önce cevap vermiştir. Yılmaz Güney, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Halkın Yolu, Devrimci Halkın Birliği’ni “Marksizm-Leninizmin genel doğrularına ve bu doğruların yön verdiği doğru tespitlere genel hatlarıyla sahip çıkan, fakat özlerinde var olan küçük burjuva özellikleri aşamadıkları için küçük burjuva ile proletarya arasında, idealizm ile materyalizm arasında, dogmatizm ile MarksistLeninist yaratıcılık arasında, Marksizm-Leninizm ile eklektizm arasında sürekli bocalayan” (Seçme Yazılar, cilt 2, sf.45, Mayıs Yayınları) gruplar olarak değerlendirmektedir. Emeğin Partisi, Halkın Kurtuluşu geleneğinden gelmekte ve bugün de reformist olma konumunu sürdürmektedir. Yılmaz Güney, Devrimci Yol’u, “sosyal emperyalizme karşı ürkek davrandıkları, geçmişleriyle köklü bir hesaplaşmaya giremedikleri, kendilerini ve taraftarlarını sosyal emperyalizme karşı olumsuz yönde koşullandırdıkları için, devrim zararlısı durumunda” olduğu tespitini yapmaktadır. (age, sf,45) “PKK ya da Apocular diye bilinen” hareketi Kürt milliyetçisi olarak değerlendirmektedir. Yılmaz Güney, ulusal sorunda bir dizi olumlu, kendini oportünist görüşlerden ayıran doğru görüşlere sahiptir. Yukarda aktardıklarımız Yılmaz Güney’in sadece kimi konularda ki görüşleridir. Yeni Dünya İçin Çağrı, yayın hayatına başladığından bu yana Yılmaz Güney’in Siyasal Yazılarını ele alıp değerlendirmiş ve onun doğru görüşlerini temel alarak daha da geliştirmiştir. (Bkz- Halkın Sanatçısı Halkın Savaşçısı Yılmaz Güney, Dönüşüm Yayınları, Ekim 1992, İstanbul) Yılmaz Güney, Üç Dünya Teorisini karşı devrimci bir teori olarak mahkûm etmesine rağmen, Üç Dünya Teorisi’nin temel tezlerinden olan “dünyada baş düşman”, “dünyada baş çelişki”, “iki süper güç” gibi tezlerden köklü olarak kopmamıştır. Yılmaz Güney’in Stalin dönemi ile ilgili herhangi bir araştırması yoktur. Ama O, buna rağmen Stalin ve Stalin dönemi üzerine ilkesel eleştiriler getirmekte herhangi bir problem görmemektedir. Yılmaz Güney, esas olarak ÇKP’nin “63 Polemikleri”nde Stalin ve Stalin dönemine getirdiği eleştirileri farklı formülasyonlarla ifade etmiştir. Bu, bir komünist sanatçının yaptığı hatalardır. Yeni Dünya İçin Çağrı, ceset sömürücülerine karşı

51



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.