KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR NİSAN 1985 SAYI: 13
KÜRDİSTAN’DA YENİ HAREKAT HAZIRLIKLARI “Körfez savaşı” diye de adlandırılan İran’ la Irak arasındaki haksız savaş geçtiğimiz ay yeni bir boyuta ulaştı. İran’ın Güney Irak ta başlattığı yeni saldırıda iki orduda büyük kayıplar verdi. Yayınlanan son rakamlara göre savaşta bugüne kadar bir milyona yakın insan can verdi. Ne var ki, geçtiğimiz ay Türkiye basını savaşa önemli ölçüde yer ayrılırken savaşla bağlantısı olan bir başka gelişmeden bahsetmedi. İran saldırısının başladığı günlerde Güney Kürdistan’da ki (Irak Kürdistanı) iki örgütte, Irak KDP ve KYB Irak Kuvvetlerine karşı yeni bir saldırı başlattılar, özellikle Irak KDP’e bağlı peşmergeler (gerillalar) irat ordusuna ağır kayıplar verdiren başarılı eylemler gerçekleştirdiler. KDP’e bağlı güçler birçok askeri köprüyü ele geçirdi, bazı kentleri kısa süreli de olsa işgal ettiler. Irak ordusu ise bu atılımlara karşı her zaman olduğu gibi sivil halkı katlederek cevap verdi. Doğu Kürdistan’da (İran Kürdistanı) ise İran Ordusu Kürt hareketine karşı sistemli saldırısını devam ettiriyor. Kısacası, “Körfez Savaşı” diye adlandırılan. İran-Irak savaşı (gerçekte İran-Irak, İran-Kürt ve Irak-Kürt savaşı) son günlerde iyice hızlandı. Bütün bu gelişmeler içinde bir yeni olgu daha var. Gerçekte bu olgu 1983’den beri gelişmekte. Hatırlanacağı gibi sömürgeci Türk Ordusu geçtiğimiz yaz aylarında PKK eylemlerini bahane ederek Irak Hududunda büyük boyutlu operasyonlara başlamıştı. Hududa sevk edilen Türk birliklerinin sayısı 20 bin civarında ve ağır silahlarla donatılmış bir durumda. Türkiye Cumhuriyeti ordusu geçtiğimiz yaz
Recep GÖKIRMAK
ceğinin önemli işaretleri. Ancak, burada belirtilmesi gereken iki nokta daha var:
Irak hududu çevresinde yaptığı bu yığınağı yeni yollar açılması hava alanı inşaatı gibi hazırlıklarla da tamamladı. Sosyalist İşçinin 8-9’cu sayısında da belirttiğimiz gibi sömürgecilerin bu yığınağı hiç bir şekilde kendilerinin de o sıralarda ifade ettikleri gibi birkaç yüz PKK’lı için değildi. Asıl hedef İran ve Irak Kürdistan’ındaki yığınsal ve askeri olarak oldukça gelişmiş Kürt Örgütlenmeleriydi. Dört sömürgeci ülkenin- Türkiye, İran, Sak ve Suriye- aralarındaki bütün çelişkileri, Kürdistan ve Kürt bağımsızlık hareketi söz konusu olunca unuttukları ve derhal birleştikleri tarihi bir gerçekliktir. Aynı şekilde sömürgecilerin zaman zaman burjuva-feodal önderlikler altındaki Kürt hareketlerini birbirlerine karşı kullandıkları da tarihi bir gerçekliktir. Bölge, bu iki tarihi gerçekliği bu günlerde bir kez daha yaşıyor. Geçen yaz T. Cumhuriyetinin Irak ve Suriye ile yaptığı anlaşma bilindiği gibi Türkiye cumhuriyeti ordusuna Irak topraklarında 30-40 Km’lik bir alan içerisinde operasyon özgürlüğü vermektedir ve bu anlaşma bazı iddialara göre sınırsız bir süre için yapılmıştır. T. Cumhuriyeti ordusu Mart’ in son günlerinde sınıra savaş helikopterleri de dahil (gazete haberlerine göre
20 adet) yeni askeri birlikler kaydırmaya başladı. Bölge açısından zor coğrafi koşulların bitmeye başladığı (kar eriyor, çamur ise kısa süre sonra bitecek) bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti ordusunun bu yeni hareketliliği son derece önemli. Savaştaki dengenin İran lehinde gelişiyor olması Irak ordusunun iki cephe de birden dövüşemeyecek bir zaafiyet içinde olması Irak Kürdistanındaki durumu daha da ciddi bir hale sokuyor. Savaşın dengesinin daha da radikal bir gelişimi Irak Kürdistanının bağımsızlığı için kaçırılmaz bir fırsattır. Irak’ın mağlubiyeti veya Bağdat-Basra yolunun kesilmesi (birincisi ile hemen hemen aynı anlama gelir) Irak Kürdistanı üzerindeki Irak baskısını hemen hemen tamamen kaldıracaktır. İşte bu gün, bölgenin dört sömürgeci ülkesinin de başlıca korkulu rüyası budur. Irak ile olan keskin çelişkilerinden dolayı İran ve Suriye bu gelişmeye aldırmaz görünüyorlar ve bu durumda pratik görevler Türkiye Cumhuriyeti ordusunun sırtına yükleniyor. Sömürgeciler, bağımsız bir Güney Kürdistan a müsaade edemezler. Kısacası bütün bunlar Sosyalist İşçi’ de daha önce belirttiğimiz gibi Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Irak Kürdistan’ına karşı büyük çaplı bir harekete geçe-
1- Kürt Hareketinin bölünmüşlüğü. Kürdistan’ın her parçasında hareket bölünmüş bir durumdadır. Irak Kürdistan’ındaki bölünme ise oldukça keskin boyutludur. Irak Kürdistanının iki örgütlenmesi, Irak KDP ve KYB karşılıklı silahlı çatışma içerisindedir. Kuzey Kürdistan’da ulusal bilinç hızla gelişmesine rağmen hareket paramparçadır. İran Kürdistanın da ise hareket gene bölünmüştür. Bu durum sömürgeciler açısından nispeten rahatlatıcı bir durumdur. 2- Türkiye Cumhuriyeti ordusu Türkiye solunun bazı gruplarının iddia ettikleri gibi Irak Kürdistan’ın da bir işgal hareketine çok gönüllü değildir. Böyle bir hareket uzun vade de T. Cumhuriyeti için pahallı bir maceradır. Türkiye Cumhuriyeti Irak Kürt hareketini kısa zamanda yok edemeyeceğini iyi bilir. Dolayısı ile bir işgal uzun süreli bir savaşı göze almaktır. Ama işin pahallılığı burada değil. Daha önemli olarak böylesi bir işgal Türkiyenin işgalinde ki Kuzey Kürdistan’da ki ulusal demokratik bilincin gelişmesini son derece hızlandıracaktır. Özetle, Türkiye cumhuriyeti bıçak kemiğe dayanmadıkça bir işgal hareketine girişmez. Giriştiği takdirde ise bilinmelidir ki T. Cumhuriyeti sınırları içinde ve özelliklede Kuzey Kürdistan’da çok ağır bir terör başlayacaktır. Bu terör dalgasına karşı her an hazırlıklı olmak gerekir.
Sayfa: 2
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
Yurtdışı baskısı NİSAN 1985 Sayı: 13
Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere
Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.
HABERLEŞME ADRESİ: BM BOZ 5737, London WC1N 3XX, UNITED KINGDOM
Toplu sözleşmeler kurtuluş değildir Halil GÜÇLÜ Cunta toplu sözleşme düzenin yok edip sendikal faaliyetleri yasakladıktan sonra, işçi sınıfının ücretlerini en alt düzeyde tutmak ve daha çok artıdeğeri patronun kasasına akıtmak için devreye giren Y.H.K. patronların yıllardır özledikleri fakat istedikleri ölçüde gerçekleştiremedikleri ücretleri kuşa çevirme görevini başarı ile yerine getirmiştir. 1982-83-84 yıllarındaki ücret artışlarımızı YHK yapıştır. 1982 de saat ücretim 49 liradan 67 liraya çıktı.Arış %30. 1983 ‘de de 93 lira oldu ve % 20 arttı, ücretim 1984 yılında dal28 liraya çıktı (bu aslında 125liradir, 5 lirası çalışma saatleri azaldığı içidir). Güya çalışma saatleri haftada 48 saatten 45 saate düştü. Günde yarım saat eder. O yarım saatten 5 lirayı saat ücretine eklediler. Çalışma saatleri düşmeden önce 8 saat çalışıyorduk, şimdide 8 saat çalışıyoruz. Şöyle ki; daha önce yemek saati patronun cebinden çıkıyordu. Yarım saat yemek paydosu 8 saatlik çalışma gününün içerisindeydi. Şimdi çalışma saati 7.5 oldu. 7.5 saatlik işgünü sonunda işi bırakmamız lazım. Yarım saatlik yemek molası işçilerin sırtına vurulduğu için biz yine fabrikada 8 saati dolduruyoruz. Ha Hasan Veli, ha Veli Hasan! Neymiş, çalışma saatleri düşmüş! 1984 yılındaki ücret artışıma dönersek,% 25. Böylece 1981 yılın-
dan 1984 yılına kadar % 300 artmış oluyor benim ücretim. O zaman ekmek 10 liraydı. Bugün 50 TL. Artış % 500. Toz şeker 55 liradan 200 liraya çıktı. Artış % 400. Margarin, 250 gramlık paket, 32.5 liradan 170 liraya çıktı. Artış % 600. Sıvı yağ 70 liradan 500 liraya çıktı. Artış % .700. Örnekleri arttırabiliriz. İşçi ücretlerindeki artışlar fiyat artışlarının çok gerisinde kaldı. Bu hesapça 1981 de ki gerçek ücretim 49 lira iken 1984 de 28 liraya düşmüştür. Ben şu sonuca varıyorum: Cunta döneminde gerçek ücretler düşürülerek sömürücülerin sermayelerine sermaye katılmıştır. Biz 1985 de yeni bir toplu sözleşme yaptık. Bu defa iş gücümüzü sendika pazarladı. Nasıl toplu sözleşme düzeni, nasıl pazarlama şekli bu. önce Ankara’dan Çimse-İş merkezinden yetki geldi ve şube başkanı da kimlerin taraf olduğunu sendika ilan tahtasına astı. Asış o asış, bir daha bizim toplu sözleşme görüşmelerinden doğru dürüst haberimiz olmadı. Birileri bizim işgücümüzü birilerine sattı. Arada bir fabrikada “işte patron %30’dan fazla vermiyormuş”; “yok, seyyanen %50 veriyormuş”; “yok 70 lira veriyormuş” gibi şeyler duyuyoruz. Ama bunlar söylenti. Sendika’dan tıs yok. Soruyoruz neleri ne kadar istiyorsunuz diye doyurucu bir cevap yok. Bir ara uzlaşmaya gidilecekmiş diye duyduk. Toplu sözleşme
Yoldaşlar, Geçen ay başlattığımız “Sosyalist İşçi Değerlendirme Kampanyası”na ilk yazılar gelmeye başladı. Hemen belirtmek gerekir ki, elimize geçen yazıların sayısı umduğumuzun çok altında. Önümüzdeki günlerde bunun değişeceğine inanıyoruz. Sosyalist İşçi’nin daha kolektif bir yayın organı olabilmesi için tüm örgüt birimlerinin, tüm yoldaşların kısa zamanda gazete ile ilgili görüşlerini, önerilerini Yazı Kurulu’na iletmeleri gerekmektedir. Yazı Kurulu önümüzdeki sayıdan itibaren eline geçen yazıları yayınlamaya başlayacaktır.
görüşmelerine, kağıt üzerinde işçiler de katılır, Ama pratikte bizim ruhumuz bile duymadı ne olup bittiğini. Bir gün bizi yemek haneye topladılar. Toplu sözleşme görüşmelerinin bittiğini açıkladılar. 1985 yılı için 83 lira,86 yılı için 90 lira 3000 liralık bir ek zammı da birinci yıl ücretlerine eklediler. Bize anlaşmanın imzalandığını söylediler. Ama aslında sözleşme henüz imzalanmamış. İşçiden hiç bir tepki gelmeyince sözleşme 56 gün sonra imzalanarak, yöneticilerin lojmanlarındaki gazinoda içki ve eğlence eşliğinde kutlandı. Cunta döneminin yarattığı “istikrarlı Türkiye” yağma ortamında benim ücretimin artışı ile geçim araçlarının fiyatının artışı arasındaki fark % 200. 1984 yılında benim saat ücretim 250 lira olmalıydı ki 81 yılındaki alım gücünü koruyabilsin. Burada anlatmaya çalıştığım konu ücretlerin şu veya bu oranda arttığının tartışması değil. İşçi sınıfının hesabına bir şeyler oluyor ve biz sınıf olarak olayın dışındayız. Bir takım kişiler bizim hesabımıza patronun verdiğini lütuf bilip tevekkül getiriyor. Toplu sözleşme dönemi işçi sınıfının en hassas olduğu dönemdir. Böyle bir dönemde patronla işçi arasındaki çelişki daha da arttırılmalı, sınıf savaşımı için yeni cepheler açılmalıdır. Sendika, sözleşme olayı sınıf savaşımı için bir platform olmalıdır. Bu yıkılası düzen biz işçi sınıfının hak ve çıkarlarına daha da saldıracaktır. Hak ve çıkarlarımızı faşist Çimseİş, sarı Türk-İş, SODEP vs
SOSYALİST İŞÇİ
OKU OKUT ABONE OL
koruyamaz. Bunlar düzenin kurumlarıdır. Hak ve çıkarlarımızı korumanın yolu bu düzeni yıkıp sosyalizmi kurmaktır. Bunun için de siyasal bilincimizi arttırmalı, sınıf savaşında en ön saflarda yer almalıyız. Zira köhnemiş kapitalizmden kurtulmanın yolu işçi sınıfının bilinçlenmesi ve bütün emekçileri yedeğine almasından geçer. Yaşasın sosyalizm. Kahrolsun zam, zulüm, işkence yönetimi.
Belediye-İş yöneticileri patronla etele İzmir belediye isçilerinin üyesi oldukları Belediye-İş sendikasının bir kısım yöneticileri maddi olarak yüklerini tutunca sendika üyesi işçilere saldırmaya başladılar. Belediye-İş üyesi işçiler 1982’ den beri sendika yöneticilerine karşı askeri diktatörlüğün şartları içinde mücadele ediyorlar. Son olarak bir toplantıda bir işçi arkadaşın Şube başkanına “Sözleşme 83’de imzalandı. Ama hala farkları alamadık. Sendikanın ve temsilcilerin varlığı ile yokluğu belli değil” demesi üzerine, işveren ertesi gün bu arkadaşı evinden 2-3 saat uzaktaki bir başka işyerine sürdü. Temsilci seçimlerinde de, ilerici işçilerin seçileceği anlaşılınca, ilerici işçiler işten çıkarıldı. Sendika olupbittiye getirerek iki faşist ustayı baş temsilci ve temsilci seçti. Bir kaç gün sonra ise sendika yöneticileri birbirlerine saldırmaya başladılar. Bazı ilerici arkadaşlar, bütün bu olanları eleştirince onlarda meslekleri ile ilgisi olmayan işlere sürüldüler. Bütün bunlar gösteriyor ki cepleri iyice dolan sendika yöneticileri işverenle elele. Ancak unutmasınlar işçiler bütün bunların hesabını soracaktır. Sosyalist işçiler sendika yönetimine! Talat SUBATAN
Sayı: 13 Türk-iş’in eski başkanlarının da bir takım özellikleri vardı. Ancak hiçbiri Şevket Yılmaz kadar şaka sever ve şaka yapar olarak tanınmadı. Onların en büyük şansızlıkları, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenme deneyimini arttırdığı, Türkiye tarihinin en hareketli dönemlerinde başkan olmaları idi. Şevket Yılmaz’ın şansı ise toplumsal yenilgi yıllarında, toplumsal hareketliliğin ve işçi sınıfı mücadelesinin düşmüş olduğu yıllarda başkan koltuğunda oturmasıdır. Yanlış anlaşılmasın; kimsenin şaka yapmasına karşı değiliz, iyi şakalar olsa da hep beraber gülsek. Çünkü gülmeye de ihtiyacımız var. Sorun Şevket Yılmaz’ın şakalarına gülemememizden kaynaklanıyor. Başka bir değişle onun şakaları bize hitap etmiyor. Başkaları için durum değişik şüphesiz. Örneğin; şakacı başkan yolsuzluklar ve rüşvet baş koordinatörü Özal ile buluştuğunda, gazetelerde “sempati gösterildi” haberini okuyoruz. Ya da sermaye sınıfının temsilcilerinden Halit Narin ile bol sakalı görüşmeler yaptıklarını biliyoruz. Hatta Şevket Yılmaz’ın şakaları Halit Narin’in o denli hoşuna gidiyor ki TİSK başkanı Türk-İş başkanından söz ederken,”O çok şakacıdır... yine mi şaka yaptı? Şevket şakayı çok seven bir arkadaşımdır...” diyebiliyor. Bu şakalara biz gülebilemiyoruz. Çünkü her şakadan sonra bir hakkın daha gasp edildiğini, işçilerin çıkarlarının bir kez daha satıldığını öğreniyoruz. Örneğin Toplu Sözleşme müsveddeleri imzalanırken böyle oldu. Hatırlarsak gazetelerde çıkan resimlerde, her iki başkan da kravat-
GENEL AF İÇİN İLERİ ! Ömer TUNÇ Askeri diktatörlüğün zindanlarında boyun eğmeden direnen on binlerce devrimci, bugün, Türkiye toplumunun kanayan yaralarından birisidir. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün zulmünün açık örneğidir zindanlar tutuk evleri, siyasi polis, MİT, sıkıyönetim merkezleri. 4.5 yıllık hunharca saldırı işkence, sistemli zulüm zindanlardaki devrimcileri yıldıramadı. 4.5 yıldır askeri hapishaneler terör odakları haline geldi. Sayısız katliam düzenlendi.
SOSYALİST İŞÇİ
ŞAKACI BAŞKAN ! Cevdet HARMAN
ları gevşetmişler, kol kola girmişler ve kahkahalar atar görünüyorlardı. Belli ki eğlenmişlerdi. İşçilere ise bu şakadan düşen pay %30’luk bir gerçek gelir kaybı idi. Yine hatırlarsak Halit Narin “bugüne kadar onlar güldüler, biz ağladık; artık biz güleceğiz” demişti. Şakacı başkanla birlikte güleceklerini o zaman herkes anlayamamıştı. Şakacı başkan geçenlerde “Gerekirse anahtarı sahipleri olan işçilere teslim ederiz.” şeklinde bir ifade kullandı. Önceden ‘şaka yapıyorum’ ya da ‘ ciddi konuşuyorum’ gibi uyarılarda bulunmadığı için bu söylediğine kimileri güldüler kimileri ise sosyalistlerin yıllardır dile getirdikleri bir gerçeği bu kez de başkanın ağzından işitince sarsıldılar. Bu sözlerden çıkan ilk sonuç, anahtarların gerçek sahiplerinde bulunmadığıdır. Doğru. Böyle olduğundan en ufak bir şüphemiz yoktu. Kendilerine ait olmayan hakları har vurup harman savurmaları bu gerçeğin bir göstergesiydi. İşçi sınıfının her türlü sendikal ve siyasi örgütlenme hakkını gasp eden bir diktatörlük anayasasına evet oyu verilmesi yönünde çağrı yaptılar. İşçiler adına onlara danışmayı bile çok görerek, toplu sözleşme müsveddeleri imzaladılar. Yüzlerce DİSK’li sendikacının yargılanmasını kılları bile kıpırdamadan seyrettiler, seyre-
Sayısız devrimci teröre karşı direnirken can verdi. Ve bütün bunlara rağmen zindanlarda boyun eğmedi. Esir düşenler boyun eğmemenin bayrağını yükselttiler. Seçimlerden bu yana zindanlarla dayanışma giderek kitlesel boyutlara ulaşmaktadır. Zindanlarda yatanların ailelerinin başlattığı bu mücadele seçim günlerinde açık gösterilere dönüştü. Miting meydanlarına yansıdı. Ancak burjuva basını bu gelişmelere karşı suskun kaldı. Aynı şekilde cılız sol örgütlenmeler de mevcut güçleriyle zindanlardaki direnişe ciddi bir omuz verememektedirler.. Son günlerde Genel Af konusu gene gündeme girmeye başladı. Genel af sorununun bir yanı siyasi tutuklular ise diğer yanı zindanlardaki yüz binlerce siyasi olmayan tutukludur. Bugün Türkiye hapishaneleri dünya-
diyorlar. Bugün yaptıkları ise zevahiri kurtaracak laf etmekten başka bir şey değil. Bir şeyler yapıyormuş gibi görünmenin en etkin yolunu aramakla meşguller, Özal ve Narin ile birlikte düzenledikleri zirve adındaki oyalama toplantıları bu duruma bir örnek. Son oylama toplantısından sonra açıklanan Türk-İş’in, çalışma yasalarına ilişkin önerileri de aynı anlayışla hazırlanmıştır. Dikkati çeken bu önerilerin sendikal özgürlükleri gasp eden anlayışa ve maddelere karşı çıkmaması ve var olanları daha da kısıtlayıcı bir özelliğe sahip olmasıdır. Hatta önerilerin bir kısmı var olan yasaların daha mükemmel işlemelerinin sağlanmasına yöneliktir. Nasıl olur da sendika yöneticileri, sendikal hakları sermaye sınıfı ile birlikte budarlar? Sorusuna yanıtı şakacı başkanın sözlerinde buluyoruz: Gerçek sahipleri sendika yönetiminde değil. Şakacı başkana bu sözleri söylettiren gelişmeler ise son derecede önemlidir. Bu durum kabaca, her gün kazanılmış haklarından bir şeyler daha yitiren ve gittikçe yoksullaşan sınıfın artan tepkisi olarak niteleyelim. Böylesi bir tepkinin ilk hedeflerinden birisi doğal olarak her düzeydeki sendika yöneticileri olmaktadır. Başka bir ifade ile sendika bürokratlarının koltukları sallanmaya başlamıştır.
nın en kalabalık hapishanelerine dönüştü. Genel af bir de bu nedenle gündemdedir. Ancak, oligarşi bilmektedir ki siyasi olmayan tutuklular için af çıktığı takdirde, siyasi tutuklular için de af şiddetle gündeme gelecektir. Bu talep çevresinde ciddi bir siyasi eylem başlayacaktır. Burjuva partileri genel af sorununu pişirip, pişirip ortaya sunmaktadırlar, ama ciddi hiç bir adım atmamaktadırlar. SODEP de bunlara elbette dahildir. Diğerleri gibi o da genel afla ilgili Anayasa maddesinin arkasına sığınmaktadır. Şurası açık bir gerçektir ki genel af bir ihsan olarak bahsedilmeyecektir. Mücadele ile kavga ile kazanılacaktır. Bugün ajitasyon yeteneklerimiz, örgütsel gücümüz ne denli kısıtlı olursa olsun zindanlardaki yoldaşları bir an bile unutmamak, genel af için
Sayfa: 3
Gelişmelere bu açıdan baktığımızda yukarıda sözünü ettiğimiz, sendika bürokratlarının çıkar sorunlarını çözme yönündeki önerilerin sunulma nedenleri daha anlaşılır olmaktadır. Gerçek sahiplerinin sorunlara ve sendikalara sahip çıkmalarının gerek sendika bürokratları gerekse de sermaye sınıfı açısından tatsız(!) sonuçlara yol açacağı her iki tarafça da bilinmektedir. Şakacı başkan “bizden size zarar gelmez; ama sizde bizi fazla uğraştırmayın, durumu idare ettirecek önerilerimizi kabullenin” demek istiyor. Sermaye sınıfı ile Türk-İş bürokratlarının sadece günümüzdeki işbirliği daha açık ve güzel anlatılamazdı. Hem de ‘sahibinin’ sesinden. Böylelikle önümüzdeki günlerde Türk-İş’in sermaye sınıfı ve hükümetle el ele çalışarak çalışma yasalarını yeni musibetlerle doldurmasına tanık olacağız. Biliyoruz ki şakacı başkan ve arkadaşları kendiliklerinden kimseye anahtar teslim etmezler. Ayrıca mücadele siz ve örgütsüz teslim alman anahtarın değeri olmaz. Ancak sınıfın kendi örgütlülüğü ve mücadelesi kapıları açacak anahtarların ele geçirilmesine yol açacaktır. Bu mücadelenin ve örgütlülüğün tek değişmez anlayışı işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağıdır. Bu anlayışı kavradığımız ve buna yönelik adımlar attığımız ölçüde sınıfın kendi kendine yürümesini de teşvik etmiş olacağız. Yaratıcı ve girişimci olmak bu mücadelenin olmazsa olmaz koşullandır. İşte bu nedenle hedeflerinin bilincinde olan öncü işçilere önemli görevler düşmektedir. mücadele etmek zorundayız. Zindanlardaki her hareketi, her direnişi kayıtsız şartsız desteklemek zorundayız. Bilmeliyiz ki, genel af için başlayacak olan mücadele önemli siyasi gelişmeleri bağrında taşımaktadır. Genel af için mücadele ve bu mücadelenin kazanılması siyasi demokrasi mücadelesinin bugünkü en ciddi, en önemli halkasıdır. Bir anda kolayca kazanamayacağımız açık genel af mücadelesini, ihanetin kol gezdiği şartlarda, en zayıf olduğumuz koşullarda yaşıyoruz. Bu nedenle genel af mücadelesi zorluklarla dolu. Kazanılabilmesi için yeni kayıplar vermemiz kaçınılmaz. Ama bunu göğüsleyeceğiz. Bugünkü son derecede sınırlı güçlerimizle, üzerimize düşeni yapacağız. Mutlaka kazanacağız. Tüm siyasi tutuklulara özgürlük.
Sayfa: 4
SOSYALİST İŞÇİ
Sayı: 13
Pirelli’de son gelişmeler Cumhur CAN
12 Eylül’e girildiğinde lastik fabrikalarında işçi kazanımları diğer işkollarına göre daha ileri düzeydeydi. Bu haklar lastik kolundaki işçilerin yiğitçe mücadeleleri ile kazanılmıştı. Patronlar bu durumun farkındaydılar. Darbe ile birlikte işçiler sendikal örgütleri Lastik-İş ve üst örgütü DİSK’ ten yoksun kaldılar. Patronlar ise işçilerin günlük yaşamına geçmiş sözleşme ilkelerine saldırmanın yollarını aradılar. Ve saldırı patronlar tarafından 1981 yılının sonlarında başlatıldı. Patronların saldırısında öncülüğü Pirelli lastik fabrikası patronu yaptı. Lassa, Good Year, Uniroyal patronları da benzer yöntemlerle onu izlediler. Yaklaşık 1000 kişinin çalıştığı Pirelli Lastik fabrikasında olaylar şöyle gelişti: 12 Eylül öncesi yapılan toplu iş sözleşmelerinde işçilerin günde ( 8 saatte ) yapacakları lastik miktarı cinsine göre belirlenmişti. Bir işçinin bir günde en az 16 lastik yapması gerekiyordu. Bunu yapınca çalışma bitmiş sayılıyordu. İşçi temizliğini yapıyor ve mesai bitim saatini bekliyordu. Patron önce işçilerin yapması gereken lastik miktarını yükseltti, 18 adete çıkardı. Bu işçiler için daha fazla çalışmak demekti, sağlıklarını daha fazla tehlikeye atmak demekti ve daha fazla sömürülmek demekti. Yılların mücadeleci işçilerinden duruma tepki gösteren sesler geldi. Patron üç işçiyi işten çıkardı. O sıralarda “işten çıkarma yasağı” vardı. Konu işçiler tarafından sıkıyönetim ve Milli Güvenlik Konseyi’ne götürüldü. Sıkıyönetim fabrika yöneticilerinden personel ve işletme müdürlerini gözaltına aldı ve işçiler işlerine iade edildiler. Bu sefer patron taktik değiştirdi. 1982 yılının yarısından itibaren geçici işçi çalıştırmaya başladı. Patron şöyle bir yol izledi: Geçici işçilere kadrolu işçi yapılacakları vaadiyle daha yüksek üretim yapmaları söylendi. Onlar da kadrolu olabilmek umuduyla var güçleriyle çalıştılar. Patron da bu durumu kadrolu işçi-
lere karşı bir baskı unsuru olarak kullanmaya başladı. Geçici işçiler ise işi kısa zamanda öğrenip patronun gözüne girmek için daha fazla lastik çıkarmaya başladılar. Böylece bir işçinin yapması gereken lastik miktarı 16’dan 25-26’ya çıkıyordu. Patron böylece kadrolu işçilere gözdağı veriyordu. Fabrikada huzursuzluk ise gün geçtikçe artıyordu. İşçilerin bir kısmı mücadele etmek için yollar ararken bir kısmı patronla anlaşmaya çalışıyordu. 1983 yılının başlarına bu şartlarda gelindi. 1983 yılında çıkarılan iş yasalarıyla lastik iş kolu, petrol ve kimya iş koluyla birleştirilince, lastik işkolundaki bazı arkadaşlar da TKP’nin etkisiyle yeni sendika kurma eğilimi gelişti ve Laspetkim-İş sendikasını kurdular. Bizce işkolunun bulunduğu koşullar gereği Petrol-İş sendikasına katılmak daha doğru olacaktı. Biz kendilerine durumu anlattık. Fakat onlar düşüncelerini denemekte kararlıydılar. Böylece lastik iş kolunda bir yandan Petrol-
İş diğer yandan Laspetkim-İş üye kaydetmeye başladılar. 1984 yılının başlarına gelince ne Petrol-İş ne de Laspetkim-İş gerekli çoğunluğu sağlayamadı. Laspetkim-İş’i kuran arkadaşlar sendikayı Hak-İş’e teslim edip Petrol-İş’e geçtiler. Neticede patronlar açısından mükemmel bir durum doğmuş oldu. İşyerinin sözleşmesi 1 Ocak 1984’de başlaması gerekirken Mart 1985’de hala hangi sendikanın yetkili olduğu belli değil. “İşçi çıkarma yasağı”nın kalkması ile birlikte patron son 6 aydır saldırılarını hızlandırdı. Yöntemi ise işçi çıkarmak. Amaç sömürüyü arttırmak (üretimi arttırmak! )ve sömürüye karşı gelenleri (bozguncuları!) işten atmak. Her hafta bir veya iki işçi işten atılmaya başlandı. Pirelli’de bu yöntem şöyle uygulanıyor: İşçiler çalışmak için işe geldiklerinde muhasebe bölümünün önünden geçiyorlar. Orada görevli bir kişi bekliyorsa bu, o vardiyadan işçi çıkarılacak anlamına geliyor. Böylece işçilerin hepsine işten atılmak
korkusu veriliyor. Bu yöntem 6 aydır patron tarafından bilinçli bir şekilde sürdürülüyor. İşçiler işten atılma korkusuyla fabrikaya girip çıkıyorlar. Ve günlük yaşamları bu gerilim altında geçiyor. Böylece patronun istediği miktarda lastik üretiyorlar. Son olarak işçilerin 8 saatlik bir iş gününde üretmek zorunda oldukları lastik sayısı 26’ya kadar çıkmıştır. Buna rağmen geçenlerde bir işçi arkadaş 26 adet lastik üretmesine rağmen gene de işten atıldı. Gerçek şu: Arkadaş 26 adet lastiği üretiyor, fakat nasılsa işini 15 dakika önce bitiriyor, temizliğini yaparken patronun yetkilisi görüyor, niye işinin başında olmadığını soruyor. İşçi arkadaş 26 lastiği yaptığını söylüyor. Yetkili niçin 15 dakika daha çalışıp bir lastik daha yapmadın diyerek arkadaşı işten çıkarıyor. Böyle durumlarda tabi ki işten çıkarmalara karşılık ihbar ve kıdem tazminatları ödenmiyor. Çıkarılan işçiler Çalışma Müdürlüğü’ne gidince, İş Mahkemesi’ne başvurabilecekleri cevabını alıyorlar. Sıkıyönetim yetkilileri ise “bu hükümeti siz seçtiniz, derdinizi hükümete anlatın” diyorlar. Pirelli fabrikasında yaşanan bu olayların aynısı veya benzerleri diğer lastik fabrikalarında da yaşanmaktadır . İşten atılmak korkusu Köseköy’deki. 5-6 bin kişi üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallanmaktadır. İşçiler bezginlik içindedirler.
Lastik işkolundan notlar
1
12 Eylül 1981 öncesi yapılan sözleşmelerde, işçilerin 8 saatte yapmaları gereken lastik miktarı Avrupa standartlarına göre ayarlanmıştı. Fakat işçiler Avrupalı işçiler gibi çalışmıyorlardı. İşçi sağlığı konusunda eğitimsizdiler. Bu lastik üretme miktarı işkolunda yaygın olan meslek hastalıklarını (bel fıtığı, lumbago, disk kayması, vs.) önlemek amacı ile saptanmıştı. İşçiler nasıl çalışmaları gerektiğini önemsemeden işlerini 4-5 saatte bitirip kalan sürede işyerinde mesai bitiş saatinin gelmesini bekliyorlardı. İşçilerin bu durumu patronun gözünden kaçmıyordu. 12 Eylül öncesi patronun bu konunun üzerine gitmesi zordu.
İşçilerin çalışma koşullarına dikkat etmeden çalışmaları patrona bu şekilde açık vermelerine yol açmıştı. Geçmişte bu konuda yoğun bir eğitim gerekliydi.
2
Patron üretilmesi gereken lastik miktarını yükselttiğinde işçiler gerekli tepkiyi gösterdiler. Fakat patronun geçici işçi politikasını içinde bulundukları koşullardan dolayı engelleyemezlerdi.
3
İşçiler 12 Eylül’de sendikasız duruma itilince, sendikalaşmak için mücadele etmek gerekliydi. İşkolunun aldığı yeni şekilde Petrol-İş’e katılmaları uygundu. Nede olsa ilerici işçiler
12 Eylül’le birlikte büyük yaralar almışlardı. Petrol-İş (Türkİş içindeki) ilerici işçilerin rahatça çalışma yapılabilecekleri özellikte bir sendikaydı. İçinde hassas dengeler taşıyordu. Lastik işkolunda sağcıların büyük bir gücü yoktu. Bir kısım ilerici işçiler yeni bir sendika kurma eylemi ile çıkış yapınca karşılarında bir sürü yasal engeller, patron dayatmaları ve Petrol-İş’i bulacaklardı. İlerici işçilerin potansiyeli bu engelleri aşmak için yetersizdi. Bu engeller kendilerine anlatıldı. Fakat TKP’nin çizdiği pembe tablodan başka bir şey görmeyen bir kısım ilerici işçiler sonuçta başta kendilerine söylenen noktaya geldiler. Ama sağcılara işkolunda bir sendika
SOSYALİST İŞÇİ
Sayı: 13
Bir gözlermin düşündürdükleri Behçet TOPRAK Her kapitalist ekonomide olduğu gibi Türkiye ekonomisinde de sermaye birikimi kâr ve artı değer üretimi temelinde gerçekleşir. Belli bir anda ise artı değer esas olarak şu yollarla arttırılabilir: 1- İşçilerin üretkenliği arttırılır. Bu ya yeni makinalar ve örgütlenme biçimleri uygulamaya konarak, böylece daha az işçi ile daha çok üretim yapılarak sağlanabileceği gibi, öncü işçiler işten atılarak sendikanın etkinliği kırılarak ve zor kullanılarak aynı sayıda işçi ile daha fazla üretim yapılarak sağlanabilir. 2- Ücretler düşürülür, böylece işgününün maliyeti azaltılır ve aradaki fark artı değer kısmına eklenir. Bir ekonomide artı değer üretiminin artışını istikrarlı kılmak için esas olarak yapılması gereken işgücünün teknolojik gelişmeler temelinde üretkenliğinin artışına istikrar kazandırmaktır. Ama bu uzun vadede ve
teslim edip mevzi kazandırarak. Artık patronların bu durumla oynamasına büyük bir fırsat vererek.
4
İşçiler eğer sendikal olarak toparlanabilmiş olsalardı (Petrol-İş çok uygundu) patronların geçici işçi çalıştırma politikalarını engelleyebilirlerdi. Bu, o kadar zor değildi. Böylece işkolundaki ilerici işçiler bu politikayı durdurup nefes alırlar ve başka sorunlarla uğraşabilirlerdi.
5
TKP etkisindeki işçiler sendika kurmasalardı, sağcıların bu işkolunda bir sendika kurma ve örgütlenme güçleri yoktu.
6
Eğer tüm ileri işçiler başlangıçta yara almadan Petrol-İş’e katılsalardı bugün Petrol-İş daha sol bir görünüm kazanacaktı. Yeni sendika kurma atılımı Petrol-İş yönetimini de daha sağa itti. Petrol-İş’te sağ-
yavaş yavaş ve ancak yeni yatırımlar temelinde gerçekleştirilebilir. Fakat bilindiği gibi yeni yatırımlar belli bir kârlılık düzeyi ön şarttır. Yoksa sermaye kâr beklentisi olmadan yatırım yapmaz. Demek ki yine başa dönmüş olduk. Uzun vadede bu sorunla karşı karşıya kalan sermaye bu sorunu kısa vade çözümleri ile desteklemek zorundadır. Bu yüzden kârını arttırabilmek için ilk anda etkileyebileceği değişkene, yani ücretlere, saldırır. Bir direnişle karşılaştığında ise işe burjuva devlet karışır. Türkiye’ye dönersek, Türkiye’nin hem gerekli teknolojiyi ithal edip yeni yapılar kuracak sermeye birikimi yok, hem de zaten tüm dünya da benzer koşullar söz konusu, yepyeni bir teknoloji henüz yok. Türkiye’nin bunu kendisi geliştirip dünya kapitalizmine önderlik edebileceğini hayal etmek bile mümkün değil. Demek ki Türkiye egemen sınıfının hem uzun vade çözümleri için gücü yok hem de bu çözümler esas olarak
cıların kısmi de olsa güç kazanmasını kolaylaştırdı.
7
Patronlar işçi çıkarırken kaç yıllık olduğuna bakmaksızın ihbar ve kıdem tazminatını ödeyip atıyor. Hatta emekliliğine 3-5 ay kala işten atılan 20-25 yıllık işçiler dahi var. Patronun işten attığı arkadaşlar şöyle özelliklere sahipler: a) Sömürü politikasına karşı gelenler. Bunlar patronun istediği miktarda üretimi yapabiliyorlar, fakat fazla mesaiye kalma gibi patron taleplerine direnmeye çalışıyorlar. Geçmişte patron tarafından mimlenmiş arkadaşlar da işten atılıyorlar. b)İstenen miktarda üretimi yapamayanlar. Bunlar gerek iş becerisi olarak yetersiz gerekse de kötü çalışma koşulları nedeniyle bir hastalığı bulunan arkadaşlar. Bunlar herhangi bir şekilde sömürü politikasına bilinçli ve eylemli olarak karşı gelmeseler bile işten atılıyorlar. Cumhur CAN
onun dışında dünya ekonomisinde bulunmak zorunda. Ancak bundan sonra, o Ha politik ekonomik koşulları o zaman izin verirse Türkiye egemen sınıfları bunlardan belki faydalanabilir. Böylece sermaye sınıfının neye niçin saldırdığı büyük ölçüde açıklık kazanıyor. Ücretler hızla düşürülüyor, baskı ile iş disiplini arttırılarak, sıkı kontrollerle üretkenlik belli bir yere, teknolojinin izin verdiği sınırlara kadar arttırılmaya çalışılıyor. Bu yolda adımlar atıldığında ise yeni borçlar bulmak kolaylaşıyor ve ekonomi biraz nefes alma şansı elde ediyor, taki bu tedbirler sosyal ekonomik etkiler altında işlerliliğini kayıp edene kadar. Sonra tekrar aynı işlere yeniden başlanıyor. Tabii bu arada bu tedbirlerin işlevini yitirmesinin sınıfın direnişi ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek belki de artık gereksiz. Bu bağlamda bir yoldaşımızın aktardığı gözlemler fabrikada yani üretim sürecinde neler olduğunu bize aktarmak açısından son derece öğretici. Bunları okumadan önce söz konusu sanayi dalının bazı genel özelliklerini de bilmekte büyük fayda var. LASTİK SANAYİ Lastik sanayi, dünya ekonomisi içinde, ikinci dünya savaşı sonrası dönemde, sermeyenin uluslararasılaşmasının en hızlı cereyan ettiği beş sanayi dalından biri öbürleri, kimya, otomotiv, elektrik makinaları ve makina imalat sanayileri . Uluslararasılaşmanın hızlandığı 1950 sonları 1960 başlarında çok uluslu şirketlerden Pirelli 1958’de Good Year ve Uniroyal 1962 de Türkiye’ye yatırım yapıp üretime başladılar. Bunların yerli ortakları ise Koç, Eczacıbaşı ve Oyak Holdingleri idi. Daha sonra 1974’de Sabancı holding de Good Rich lisansı ile lastik sanayisine girip Lassa adı altında üretime başladı. 1979 da bu sanayi dalında pazarın % 96.8’ini bu dört şirket yapıyordu. Bu şirketler ayrıca bünyesinde banka ve sigorta gibi mali kuruluşların da bulunduğu holdingler içinde yer aldıkları için de bu sanayi dalında tekelci sermayenin egemen olduğundan söylemek mümkün. Diğer taraftan lastik sanayisi üretimi itibarı ile %80 civarı it-
Sayfa: 5
halata bağımlı. Ayrıca bu lastik firmaları yurt dışına gizli kâr transfer etmekte adları çıkmış kuruluşlar. Bir araştırmaya göre bu firmalardan bir tanesi 1977 de %14 ila %80 oranında gizli kâr transferi gerçekleştirmiş. Arkadaşımızın yazısından anlaşılacağı üzere, bu sanayisi sadece teknoloji ve üretim iş süreci örgütlenme özelliklerini dünya ekonomisinden almakla kalmamış fakat işçi sınıfının dünyanın başka yerlerindeki kazanımlarını da aktarmak zorunda kalmış. İş güvenliği açısından günde 16 lastik yapmak anlaşması bunun bir sonucu. Her ne kadar Türkiye işçi sınıfı bu kazanımları tümü ile kullanamamış ve patronlara daha fazla lastik üretebileceğini (sendikal engeller ortadan kalktığı taktirde) göstermişse de bundan bir dönem faydalanmıştır. Lastik sanayisi 1979-84 arasında yani esas olarak cunta altında yılda ortalama %12’lik bir üretim artışı yaşamıştır. 1978-81 arasında üretimi az bir oranda düşme göstermiş ama 1982 de %22.8 1983 de %28 ve 1984’de de %30 civarı artmıştır (oto lastiği özel kesim:% 33) Burjuva sınıfının kısa vade politikaları, yukarıda anlattığımız gibi kendini aynen lastik sanayisinde de göstermektedir. Lastik patronları bütün güçleriyle işçi sınıfına saldırıp öncülerini ve sendikasını yok ettikten sonra üretimi arttırtmış üretkenliği de % 60 gibi bir oranda yükseltmiştir. Bunun sonucunda 1981-82 arasında kârların satışlar içindeki payı % 14’den % 18’e yükselmiştir. 1984 yılında ise bu oranın % 19-22’ye çıkmış olabileceğini tahmin ediyoruz. Kısacası sanayiyi yeniden şekillendirme demagojisi altında egemen sınıf ne bulursa ihraç etmeye başlarken bunun yanı sıra ve esas olarak da işçi sınıfına saldırmış kazanımlarını elinden almaya çalışmıştır. Böylece çoğu zaman zor kullanarak lastik sanayisinde olduğu gibi hem üretimini arttırmaya hem de esas olarak artı değer üretimini arttırmaya çabalamıştır. Zira burjuvazi açısından her türlü uzun vadeli çözümün ilk ve en önemli adımı buradan geçmektedir. Yoldaşın lastik sanayi üzerine olan gözlemleri bize bu gerçeği bir kere daha vurguluyor. İşaret ediyor ki ekonomide ve genel olarak toplumda neler olup bittiğini sadece genel istatistiklerden değil ama daha da önemlisi işyerlerinde, fabrikalarda olanlara bakarak anlamak mümkündür. Genel istatistikler ancak bu temelde esas anlamlarına kavuşurlar.
Sayfa: 6
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
E
rmeni halkının toptan imhası, katliamı yüzlerce yıldır süregelen bir olgudur. Bizans İmparatorluğu’nun doğu sınırlarında, genellikle müslüman olan toplulukların Doğu’dan Batı’ya göç yolu üzerinde olan Ermenistan ilk parçalanmayı 4. yüzyılda yaşadı. Bu tarihlerde Ermenistan Bizans ile İran İmparatorlukları arasında bölündü. Bağımsızlığını kaybetti. Yüzyıl kadar sonra ise İran, Ermenistan’ı tamamen işgal etti. Bizans ise Ermenilere sistemli bir zor uyguladı. Büyük Ermeni yığınları zorla Ermenistan’dan dışarı sürüldüler, Trakya’ya ve Balkanlara yerleştirildiler. Birkaç yüzyıl sonra Ermeniler küçük yeni feodal bağımsız devletler kurmaya başladılar. Fakat bu kez de önce Arap, ardından da Kürt ve daha sonra ise Türk istilalarına uğradılar. Arap istilası Ermenistan’ın bir kez daha yağmalanmasına neden oldu, fakat onun yarattığı bir başka olgu Ermeni halkı için kalıcı bir sorun oluşturdu. Güney’den Kuzey’e yayılan Araplar Kürtleri müslümanlaştırdılar ve daha Kuzey’e doğru ittiler. Göçebe Kürt toplulukları yavaş yavaş Güney Ermenistan’a girdiler ve yerleşmeye başladılar. Arap istilasından kısa bir süre sonra ise bu kez Doğu’dan bir başka müslüman topluluk, Selçuk Türkleri Ermenistan’a girdi. Bir kısım Türk toplulukları Ermenistan’da yerleşirken diğerleri daha Batı’ya doğru ilerledi. Arap ve Türk istilaları sonuç olarak Ermenistan’a Ermeni olmayan yeni topluluklar yerleştirdi. 10. ve 11. yüzyıllarda başlayan bu yeni süreç Ermeni halkı için bitmek bilmeyen bir çilenin başlangıcı oldu. Sistemli bir soykırım yüzyıllar boyu sürdü. Zaman zaman azaldı fakat daima var oldu. 1000 yıl önce başlayan soykırım hareketi Ermeni toplumunu yok etmeyi beceremedi. Kentlerin, köylerin, dağların, ovaların, nehirlerin isimleri değiştirildi fakat Ermeni halkı geleneklerini, dinlerini ve kültürlerini koruyarak yaşamaya devam etti. Ermeni halkı şiddete dayalı asimilasyona karşı direndi. Birkaç yüzyıl sonra ise Ermenistan kesin çizgilerle üçe bölündü, önce ikiye bölündü. Küçük bir bölümü İran İmparatorluğu, tarafından işgal edilirken geri kalan büyük kesimi ise Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal edildi. Henüz Kuzey Ermenistan bağımsızdı. Daha sonra Kuzey Ermenistan önce Osmanlılar tarafından, daha sonra ise Çarlık
ERMENİ KATLİAMI ÜZERİNE Recep GÖKIRMAK
Rusyası tarafından işgal edildi. Kuzey Ermenistan’ın Rus işgali altına düşmesinden sonra artık Ermenistan üç parçaya bölünmüştü. ERMENİ ULUSAL HAREKETİNİN BAŞLANGICI Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’sında ulusal hareketler 18. yüzyılda başladı. 18. yüzyılın sonlarında, 19. yüzyılın başlarında Osmanlı işgali altındaki birçok halk ulusal mücadelelerini kazanarak bağımsız devletlerini kurmaya başladılar. İmparatorluğun Doğu’sunda ise ulusal hareketler daha geç başladı. Doğu’da ulusal mücadele ilk olarak Ermeniler ve Kürtler tarafından başlatıldı. Ermenilerin ve Kürtlerin ulusal mücadelelerinin ve ulusal örgütlenmelerinin başlangıcı aynı dönemlere rastlar. İlk Ermeni örgütlenmeleri 1880 yıllarında ortaya çıktı. Bunlardan Taşnak partisi (Ermeni Devrimci Federasyonu) sürgündeki Ermeni gençleri tarafından Tiflis’de kuruldu. Cenevre’de kurulan Hınçak ise daha çok Kuzey Ermenistan’ da faaliyet gösteriyordu ve o dönemlerde Çarlık Rusyasında güçlü olan popülist-terörist hareketten etkileniyordu. Hınçak örgütünün başını çektiği ilk büyük Ermeni ayaklanması 1884’te Sasun’da başladı. Hınçak Ermenileri Osmanlı sömürgeciliğine ve yerel toprak ağalığına karşı örgütlüyordu. Ayaklanma Osmanlı ordusu tarafından hunharca bastırıldı. Ermeni köyleri, kentleri yakıldı, yıkıldı ve sonuç olarak 300 bin Ermeni top-
luca katledildi. Aynı yıllarda Çarlık Rusyasının sömürüsü altındaki Ermenilere karşı da yoğun bir soykırım başladı. Ermeni soykırımı daima Osmanlılar ve Çarlık Rusyası tarafından birlikte yürütüldü. Gerek Çarlık Rusyası gerekse Osmanlı Devleti, çok sık Ermenilere karşı bölgenin diğer halklarını kullandılar. Tatarlar Çar adına, Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alayları ise padişah adına Ermeni katliamında görev aldılar. 1880’lerde başlayan bu soykırım dalgası 1915’e kadar aralıksız sürdü. Osmanlı topraklarında sayısız Ermeni katliamı oldu. Bunların en önemlileri Urfa ve Adana katliamlarıdır. 1895 Aralık ayında Urfa’da 3 bin Ermeni çıkan çatışmalarda kiliseye sığındı. Osmanlı ordusu içindekilerle beraber kiliseyi yaktı. 1909’da İttihat ve Terakki iktidarının ikinci yılında Adana’da 30 bin Ermeni katledildi.
1915 ERMENİ KATLİAMI Yüzlerce yıl süren baskıya, sürgüne, katliama ve zora dayalı asimilasyona rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun doğusundaki Erzurum, Van, Bitlis ve Harput vilayetlerinde büyük bir Ermeni nüfusu yaşamaktaydı. Erzurum vilayetinde ise (bugünkü Türkiye Devleti’nin Erzurum, Kars, Ağrı, Erzincan illerinin tamamını ve Artvin’in bir kısmını içeriyordu) nüfusun çoğunluğu Ermeni idi.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni nüfusuna ilişkin güvenilir kesin sayılar bulmak mümkün değil. İddia edilen sayılar 3 milyon ile 1,5 milyon arasında değişmektedir.. Ancak titiz bir araştırma Ermeni nüfusun 18901915 arasında önemli ölçüde düştüğünü gösteriyor. Katliamlar bunun bir nedeniyse, diğer bir neden de bunun dolaysız sonucu olarak nüfusun Osmanlı toprakları dışına göçüdür. 1890-95 arasında Klikya (Çukurova ve çevresi); Harput (Elazığ), Van, Bitlis vilayetlerinden kuzeydoğuya, Erzurum’a ve daha da kuzeye, bugünkü Sovyet Ermenistan’ına doğru büyük bir göç başladı. Özetle diyebiliriz ki, 1915 katliamı başladığında Osmanlı topraklarında 2 milyon civarında Ermeni yaşamaktaydı. 1. emperyalist paylaşım savaşı Ermeni katliamı için siyasal koşulları pekiştirdi. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidar olan İttihat ve Terakki ırkçı bir milliyetçilik politikasına sahipti. Bu ırkçı politikaların başlıca hedeflerinden biri de ulusal uyanışın en güçlü olduğu Ermenilerdi. İlk iş olarak 250 bin Ermeni genci zorla askere alındı ama ellerine silah verilmeyerek Çalışma Taburları’na yollandılar. Ardından 24 Nisan 1915’te 254 Ermeni aydını İstanbul’da tutuklanarak Ayaş ve Çankırı’ya gönderildiler ve topluca katledildiler. Böylece Ermeni halkı ileri, aydın unsurlarından mahrum bırakıldı. Ardından Osmanlı askeri birlikleri yoğun bir Ermeni katliamına giriştiler. Katledilen Ermenilerin sayısı üzerine çeşitli iddialar var. Her ne kadar bu sayının kesin olarak saptanması olanaklı değilse de ortaya atılan en küçük sayılar bile katliamın boyutlarının ciddiyetini göstermektedir. Yüzbinlerce Ermeni 1915 katliamında hayatlarını kaybettiler. Basılanı yağmalanan köylerde erkek nüfus derhal imha ediliyor, toplanan yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ise korunmasız olarak güneye, Suriye’deki toplama kampı Deir ez Zor’a yollanıyordu. Bu uzun ve çileli yürüyüş boyunca da katliam sürdü. Anadolu yolları aylar boyunca katledilen Ermenilerin cesetleri ve iskeletleri ile doldu. Zorla topraklarından sürülen Ermeniler, İran, Suriye ve bugünkü Sovyet Ermenistan’ına kaçtılar. Bugün Suriye ve Lübnan’da 2 00’er bin Ermeni yaşamakta. Suriye’ye kaçan Ermeniler daha sonra Siyonizmin işgali altındaki Filistin’e Kıbrıs başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesine
Sayı: 13 ve Amerika’ya göç ettiler. Sömürgeci Türk burjuvazisi bütün gücüyle Ermeni katliamının boyutlarını küçültmeye çalışmaktadır. Fakat onların yaptıkları, utanmazca “canım çok fazla değil, topu topu yarım milyon Ermeni katlettik, niye sorunu büyütüyorsunuz” demektir. Aynı şekilde sömürgeciler katliamın Osmanlı zamanında olduğunu, Türkiye Devleti’nin bu katliamlarla ilgisi olmadığını iddia etmektedirler. Kuyruklu bir yalan! Bu devletin kurucusu olduğu övünülerek söylenen M.Kemal komutasındaki birlikler ‘kurtuluş savaşı’ boyunca Erzurum’da, Çukurova’da, İzmir’de ve daha sayısız köy ve kentte Ermenileri katletmeye, zorla topraklarından uzaklaştırmaya devam etmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinin de eli Ermeni kanına bulaşmıştır. Sonuç olarak, 1915 katliamı ile sonradan Türkiye Cumhuriyeti olan topraklardaki büyük Ermeni nüfusu hemen hemen yok edildi. Ancak Ermeni katliamı 1915’te bitmedi. “Kurtuluş Savaşı” yıllarında soykırım hareketi devam etti. Erzurum, Kars ve Ağrı’nın “kurtuluşu” vahşi Ermeni katliamlarımla sonuçlandı. Aynı şekilde Maraş’ın “kurtuluşu” da Ermeni katliamı ile sonuçlandı. Son büyük Ermeni katliamı İzmir’de oldu. “Gâvur İzmir’ in kurtuluşu”nda kentin Ermeni mahalleleri (kentin üçte birine yakını Ermeni idi) toptan yakıldı. Diğer ‘gâvurlarla’ birlikte Ermeniler de İzmir’ den dışarı sürüldü. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde kalan Ermenilerin son büyük toplu göçleri ise Hatay’dan Lübnan, ve Suriye’ ye 1939’da oldu. İskenderun Sancağı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne ilhakından sonra binlerce Ermeni topluca işgalden kaçtı. Bütün bu katliamların, zorunlu göçün sonucu Ermeni nüfusu 1. Dünya Savaşı yıllarında 2 milyondan 100 bine indirildi. 1960 sayımında ise Ermenice’yi ana dilleri olarak gösterenlerin sayısı sadece 52 bin 756 idi. Bunların 37 bin 280’i İstanbul’da, 10 bin 232’ si Mardin’de, bin 204’ü Kastamonu’da 56İ’i ise Sivas’ta idi. Gerisi tüm Türkiye’ye dağılmış haldeydi. Ermeni anavatanının en eski yerleşim birimlerinden biri olan Van’da ise sadece 2 kişi Ermenice’yi ana dilleri olarak gösterebilmiştir. Sömürgeci Türk burjuvazisi 1960’tan bu yana Ermeni nüfusunun daha da azaldığını iddia etmektedir. Zora dayalı asimilasyon, Ermenilere karşı ırkçılığın sonucu Ermeni nüfusu ana dilleri olarak Ermenice’yi
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 7
giderek daha az gösterebilmektedir. BUGÜNKÜ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ 1915 katliamı ve 1919-23 “Kurtuluş Savaşı” yıllarındaki küçük çaplı katliamlar Türkiye Cumhuriyeti’ndeki. Ermeni sorununu “bitirdi”. İşin daha da kötü yanı, 1915 sonrasında bağımsız Ermenistan’ ı destekleyen emperyalist güçler, bağımsız Ermenistan’ın Türk sömürgecilerinin işgalinden kurtulmuş kuzey kesiminin Sovyetler Birliği’ne katılması üzerine Ermeni sorunu nu tamamen unuttular. Ermeni sorunu dünya tarihinin derinliklerine, unutulmuş bir soykırım olarak gömülmeye başlandı. Ancak 1974’te Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Gizli Ermeni Ordusu (ASALA)’nın başlattığı eylemler, Ermeni sorununun yeniden canlanmasına neden oldu. ASALA’nın eylemleri esas olarak sürgündeki Ermeni halkının ikinci-üçüncü kuşak denen gençlerinin yeniden hareketlenmesini sağladı. ASALA eylemlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye’de de yeni bir anti-Ermeni kampanya başladı. Zaman zaman Türkiye sınırlan içinde kalmış ufacık Ermeni azınlığına karşı şiddet kullanılması boyutlarına da ulaşan bu yeni anti-Ermeni kampanya kısa zamanda kendi savunma hattını kurdu. Bu savunma hattının inşasında ise sadece sömürgeci oligarşi ve gericilik değil demokrat geçinen Önemli sayıdaki aydın da görev aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin savunma hattı iki olguya dayanıyor: Birincisi, Ermeni iddialarının yalan olduğunu tekrarlamak, örneğin var güçleriyle tarihi yeniden yazmaya çalışıyor ve savaş sonrasında Ermeni katliamı düzenlemekten dolayı mahkum edilmiş olan İttihat ve Terakki önderliğini aklamaya uğraşıyorlar. Ve daha da çirkin bir biçimde katliamın boyutlarının Ermenilerin iddiası kadar yüksek olmadığını anlatıyorlar. Bu açıkça “1 milyon değil, sadece 500 bin katledildi” demektir. Savunma hattının bir başka dayanağı ise, katliamın Osmanlı imparatorluğu döneminde olduğu ve T.C.’nin “yeni” bir devlet olmasıdır. Oysa yukarıda da belirttiğimiz gibi Kemalistlerin eli de Ermeni kanına bulaşmıştır. Türk sömürgeciliği ne denli çırpınırsa çırpınsın, Ermeni katliamının boyutlarını küçültmeye çalışırsa çalışsın gerçekler çok açık ve üstleri balçıkla sıvanamaz. Tarafsız sayısız uluslararası gözlemcinin katliama ilişkin belgeleri ortada, öte yandan, Ermeni katliamı giderek daha ciddi
ERM E Nİ SOY KI R IMIN IN
70.
YIL DÖN ÜMÜ KAH ROL S UN IRK ÇIL IK boyutlarda dünya kamuoyunca görülüyor ve kabul ediliyor. ASALA‘nın başlattığı eylemler Ermeni sorununu bir kez daha dünya kamuoyunun gündemine getirdi. Aynı şekilde Türkiye kamuoyu da bu unutulmuş olguyu yeniden hatırlamak zorunda kaldı. Ermeni sorununu görmemezlikten gelen, onu sadece bir azınlık sorunu olarak kavrayan Türk ve Kürt solu ASALA eylemlerinin başlamasından bu yana Ermeni sorununa karşı daha ciddi bir ilgi duymaya ve tutum belirlemeye başladı. TUTUMUMUZ NE OLMALI? Her şeyden önce katliamın tüm boyutlarıyla ayrıntılı bir biçimde teshir edilmesi, Kürt ve Türk halklarına açıklanması gerekir. Sadece tarihi bir gerçekliğin kavratılması için değil, esas olarak ırkçılığın vahşi yüzünün teşhiri için. Kürt ve Türk solunun, bu arada örgütlenmemizin de bu konuda yeterli bir çaba içinde olduğu söylenemez. Bu konudaki çabalar mutlaka arttırılmalı ve sistemli bir teşhire dönüştürülmelidir. Ancak, katliamın bir tarihsel olgu olarak kabul edilmesi ve emekçi yığınlara teşhir edilmesi anti-Ermeni ırkçılığa karşı mücadele edilmesi olmazsa olmaz ilk koşuldur fakat tek başına yeterli değildir. Komünistler olarak, soruna karşı ve sorunun taraflarının tutumlarına karşı daha açık bir tutum almak ve daha da önemlisi taraf olmak zorundayız. Sorunun taraflarından birisi sömür-
geci Türk egemen sınıfıdır. Onlar, katliamı reddettikleri gibi ortada bir Ermeni sorunu olmadığı iddiasındadırlar. Çünkü TC içinde Ermeni yoktur! Sorunun diğer tarafı Ermeni örgütlenmeleridir. Onların talebi anavatana geri dönebilmektir. Fakat talepleri burada bitmiyor, daha da öteye Kuzey Kürdistan’ın önemli bir kısmını içeren tarihi Ermeni anavatanının Sovyet Ermenistan’ı ile birleştirilerek bağımsız bir Ermenistan haline gelmesi istenmektedir. Komünistler için, anavatanlarından sürülmüş Ermenilerin anavatanlarına dönme hakları kabul edilmesi zorunlu bir taleptir. Ermeni halkı, tüm demokratik hakları ve güvenceleri ile birlikte anavatanlarına dönme hakkına sahiptir. Ancak, sorunun sorgulanması gereken yanı burada başlar. Üzerinde şu anda milyonlarca Kürt’ün ve az sayıda Türk’ün yaşadığı tarihi Ermenistan’a Ermenilerin dönmesi ile bu topraklarda Ermeniler çoğunluk olamazlar. Bu açık bir gerçek. Dolayısıyla, bu toprakların bugünden bağımsız bir Ermenistan olarak tayin edilmesi doğru olan tutum değildir. Sorunun bir başka yanı ise mücadelenin biçimidir. Açıktır ki, Ermeni halkı için topraklarına dönme hakkının gerçekleşmesinin tek yolu Kürt’ ve Türk proletaryasının mücadelesine Dağlanmaktan geçer. Ermeni halkına dönmek istediği topraklarda gerçek demokratik hakları ve özgürlükleri tanıyacak tek toplumsal ve siyasal güç Kürt ve Türk proletaryasıdır.
Sayfa: 8
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
ÖRGÜTLENME ÜZERİNE L. KARADENİZ Geçen sayıdaki yazımda, Selim Akar yoldaşın gene aynı sayıda yayınlanan Sendikal Hakları Genişleteceğiz başlıklı yazısı hakkında ve ondan yola çıkarak düşündüklerimi iki başlık altında toplayacağımı söylemiştim. 1- işçi sınıfının, ezilen yığınların çeşitli haklarına ilişkin olarak tartışmak istediklerim. 2- S. Akar yoldaşın yazısının; son kısmındaki örgütlenme üzerine söylenenlere ilişkin olarak tartışmak istediklerim. Geçen sayıda 1. başlık altında söylemek istediklerimi anlattım. Şimdi ise 2. başlık altında tartışmak istediklerime sıra geldi. S. Akar işçi sınıfının haklarını ve özgürlüklerini geliştirme mücadelesinin önündeki en önemli engellerden biri olan, bugünkü sendika yöneticilerinin devrilmesi ve yerlerine öncü işçilerin alması gerektiğini anlatıyor. ‘Bu mücadelede sadece elimizde olan örgütler ve yasal örgütlenmeler ile kendimizi sınırlandırmamak’, ‘yeni örgütlenmeler kurmaktan kaçınmamak’ gerektiğini ileri sürüyor. ‘Toplu sözleşme komitesi’ ile de var olan sendikaya alternatif ya da onu denetleyecek bir örgütlenme biçimi ya da benim anlatılanlardan çıkardığım kadarıyla, fabrikada ki örgütlenme süreci sırasındaki bir aşamaya karşılık gelecek bir örgüt biçimi örneğini veriyor. Fabrikalardaki mücadele, örgütler ve birbirleri arasındaki içsel bağlantı, fabrikanın, kapitalist sistemin mikro organizmasını temsil etmek bakımından mücadelemiz ve hedeflerimiz açısından son derece önemli bir konu. Sosyalist toplumda fabrika örgütlenmesi - burada kastedilen bir tek örgüt değil, örgütler toplamıdır , çalışan yığınların ülke çapındaki örgütlerinin, aralarındaki bağlantının ve hedeflerinin birim düzeydeki halidir, üstelik ikisi arasındaki ilişkide, ikincisinin temelleridir, hem gücünü aldığı hem de tarafın-
dan şekillendirildiği ve denetlendiği yerdir. Fabrikanın bu üstünlüğü nereden gelir? Burada sözü Rosa Luxembourg’a bırakalım: “Sosyalist toplumun özü büyük çalışan yığının yönetilen yığın olmaya son vermesi, bütün siyasal ve ekonomik hayatı bizzat yaşaması ve bilinçli özgür kendi kendine tayin etme içerisinde yönetmesinde yatar. “. . . .”Sadece işçiler, bizzat kendi eylemleri ile, sözleri ete ve kemiğe dönüştürebilirler. Sermaye ile sert ve inatçı bir kavga içinde her fabrikada göğüs göğüse, kitlelerin doğrudan baskısı yoluyla, grevler yoluyla, sürekli temsili organlarını yaratarak işçiler üretim üzerindeki kontrolü ve nihayet gerçek önderliği kendilerinde toplayabilirler.” Demek ki, tek tek her fabrika sermayenin zincirinin kırıldığı, üretimi işçilerin kendilerinin denetledikleri ve bunun dolaysız etkisi olarak çalışmanın düzenlenmesinin işçilerin özgürce ve bilinçle tayinine çevrildiği yerdir, üretimin ve üretim sırasındaki insan ilişkilerinin, üretimin yapıldığı tek tek birimlerde toplanması, ulusal ölçekte sosyalizmin, proletaryanın ekonomik ve siyasal kurtuluşunun biricik biçimi olmasına karşılık gelir. Bir siyaset teorisi olarak Marksist sosyalizm, işçi sınıfının tarihsel hareketinin teorik dışa vurumudur, bilinçsiz sürecin bilinçli temsilcisidir. Bu tarihsel hareketin bilinçsiz olması, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmış olması koşuluyla bütün iradelerin ve inisiyatiflerin dışında nesnel tarihsel bir olgu, bir süreç olması demektir. Bu bağlamda bu hareket kendiliğinden var olan bir harekettir. Ezilen sınıfların tarihi içinde işçi sınıfını diğerlerinden ayırdeden en önemli özellik onun kendi kendini kurtaracak sınıf olmasıdır. Bunun içindir ki, Rosa Luxemburg’ un dediği gibi, “. . .Mücadelenin genel temel ilkeleri hariç; merkez komite-
sinin parti üyelerinin kafasına sokacağı, hazır, daha önceden saptanmış ayrıntılı bir taktik yoktur.” Aynı ilkeyi Lenin’in şu sözlerinde de bulmak mümkün: “Biz Marks’ın ya da Marksistlerin, sosyalizmin yolunu bütün yönleriyle tanıdıklarını savunmuyoruz. Bu saçmadır. Biz, bu yolun yönünü tanıyoruz. Hangi toplumsal güçlerin oraya götürdüklerini biliyoruz. Ama, somut olarak, pratik olarak, ne olduğunu işe koyuldukları zaman milyonlarca deneyimi bunu gösterecektir.” Bu kısa açıklamadan bile sınıf hareketi içinde örgütlenmeyen bir sosyalist akımın sosyalist olamayacağı açıkça görülmektedir. Bizim işimiz sınıf hareketinin attığı adımları yorumlamak, hedeflerini göstermek, yolunu arayan harekete yolunu göstermektir. Bu hareketin dışında olanların bu şansı yoktur, ne taktikleri tutar ne de sloganları. Arada bir doğruyu yakalasalar bile bunu işçilere iletme şansları olamaz. Sınıf hareketinin attığı her adımı yorumlayarak onu daha ileri adımlar için bir yandan basamak hale getirmek gerekir. Bunu yapabilmek o aynı adımın kendisini bir yandan da örgütsel ifadeler kazanarak pekiştirmesi, sınıfın kendi deneyimleri açısından somutlaması ile olur. Tek tek ülkelerde verili bir anda ve verili ekonomik ve politik koşullarda sınıf hareketinin alacağı yol, mücadele ve bunun ortay a çıkaracağı örgüt biçimleri üzerine önceden saptamalar yapılamaz. Ancak, devrimci işçi sınıfı hareketinin uluslararası tarihinin ortaya çıkardığı en belli başlı sınıf örgütlerini, bunların işlevlerini, birbirleriyle ilişkilerini, genel olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktıklarını biliyoruz. Bunlar asıl olarak üç başlık altında toplanabilirler: sendikalar, parti ve Sovyetler (konseyler olarak da adlandırılmışlardır ).
Sendikalar, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı ilk dönemde sınıfın tarihsel kendiliğinden hareketinin içinden ortaya çıkan, işçilerin kendilerini sermayeye karşı savunmak için içinde birleştikleri ilk örgütlerdir. O günden bu yana da bütün ülkelerde ilk ortaya çıkan sınıf örgütleridirler. Ancak, Marksın “Her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir” sözünü aklımızda tutarsak sendikalar da ortaya çıkarlarken ve daha da önemlisi bir kere somut örgütler olarak ortaya çıktıktan sonra, o verili ülkedeki ve andaki siyasal fikirlerden ve akımlardan etkilenirler. Yolunu arayıp duran sınıf hareketi ve sendikaları bunlardan birinden, ikisinden, üçünden ya da biraz birinden, biraz diğerinden vb bir şeyler alır. Bu anlamda, uluslararası devrimci işçi sınıfı hareketinin yazınında trade unionculuk diye adlandırılan, sendikaların hiçbir siyasal akımın müdahalesi olmadan ya da siyasal içerikler kazanmadan (burada asıl kast edilen genellikle sosyalizm olmuştur) sınıfın kurtuluşunu sağlayacak örgütler oldukları tezi (bir akım olarak kendiliğindencilik diye de adlandırılır) bir totolojiden ibarettir. Bu noktada Gramşi’ye kulak verelim: “ ‘Kendiliğindenlik’ çeşitli biçimlerde tanımlanabilir, çünkü onun karşılık geldiği olgu çok taraflıdır. Bununla beraber vurgulanmalıdır ki, tarihte ‘saf kendiliğindenlik yoktur: bu ‘saf mekanikliğin varlığı ile aynı anlama gelecektir. ‘En kendiliğinden’ hareket, basitçe, ‘bilinçli önderlik’in unsurlarının sınanamadığı güvenilir belge bırakmadığı durumdur.” Dolayısıyla, ezilen sınıfların nesnel tarihsel hareketinin, bütün iradelerden bağımsız tarihsel bir süreç olarak kendiliğindenliği ile verili bir anda ve koşullarda bir harekete (mücadeleye) atfedilen hiçbir siyasal akımdan etkilenmediği, bir önderliğinin olmadığı (bunun illa bir tek örgüt, bir tek irade olması gerekmez) anlamındaki kendiliğindenlik (ve bu fikri savunan akım olarak kendiliğindencilik) arasında, birincisinin nesnelliğinin ikincisinin nesnel olmayan kendi kendine varlık’ını dıştalayan bir fark var. Sosyalistlere dönüp “işin içine politika karıştırmayın” diyen sendika bürokratları, aslında “bırakın da işçileri sosyal demokratlar, muhafazakarlar, faşistler vb etkilesin” demektedirler. Fakat işçi sınıfı hareketinin bilinçli temsilcilerinin siyasal partisinin, kurtuluşunu arayıp duran harekete kurtuluşun nerede olduğunu kavramış ve gösteren sınıf bilinçli öncülerinin ülke çapında koordinasyonunu sağlayan örgütün oluşmadığı yerlerde sendikalar şu ya da bu (genellikle sosyal
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
demokrat, reformist) siyasal akımların etkisine girerler, katı bürokratik yapılar oluştururlar ve giderek sistemle bütünleşmiş kurumlar haline gelirler. Sınıfın atılımlarına bazen açıktan karşı çıkarlar bazen egemen sınıflarla uyuştururlar. Sendikaların bürokrasisi; yöneticileri ve ücretli çalışanları işçilerden farklılaşırlar ve farlılaştıkça sistemle daha çok uyuşurlar. Sosyalist fikirlerden işçileri korumak’ için (aslında kendi konumlarını korumak için) kırılması gittikçe zorlaşan barikatlar oluştururlar.
1917’ye gelmeden, 1905’in başında devrim patladığında ‘geçici devrimci hükümet’ taktık sloganını ortaya attığında, henüz bu hükümetin ne olduğu, nasıl oluşacağı bilinmiyordu. 1905 ekiminde ilk İşçi Temsilcileri Sovyeti ortaya çıktığında “... ama inanıyorum ki, . . siyasal olarak İşçi Temsilcileri Sovyeti geçicı devrimci hükümetin embriyonu olarak kavranmalıdır. Sovyet’in kendisini bütün Rusya’nın geçici devrimci hükümeti olarak ilan etmesi... gerektiğini düşünüyorum” diyordu.
Fakat bu demek değildir ki, biz sendikalara karşıyız. Biz yolunu arayan tarihsel hareketin önüne onu sosyalizm yolundan döndürmek için çıkan sendikalara karşıyız. İşçilerin en ilerisinden en gerisine kadar bütününü kapsayan, açık örgütler olmaları dolayısıyla ve sınıf hareketinin kolaylıkla ilk aldığı mücadele biçimi olan ekonomik mücadelenin bu örgütler içinde ve aracılığıyla verilmesi dolaysıyla sendikalar devrimci işçi sınıfı hareketinin de kopmaz parçası olmak zorundadırlar. Bu kopmazlık, Türkiye solunun ve onun bir parçası olarak bizim de geçmiş pratiğimizde yansıdığı gibi, asıl olarak sendika yönetimlerini ‘ele geçirmek’ anlamına gelmez. Bu kopmazlık kendisini, işçi sınıfı içindeki sosyalist akımın canlı, kitlevi, daima ileriye atılan özellikleriyle bir bütün olarak sendikaları denetimi altına alması demektir. Sendikaların; üretimin denetlenmesi, ücretlerin tespit edilmesi, fabrika içindeki ilişkilerin düzenlenmesinin ve işin yönetiminin işçilerin ellerine geçmesinin araçları haline dönüştürülmeleri hedefiyle çalışma yapılmalıdır.
İşçi sınıfının devrimci partisi, tarihsel hareketin bilinçli temsilcisidir. Parti için sınıf bilinçli öncü işçilerin partisidir diyoruz. Bu tanım bazı işçilerin birileri tarafından seçilip bu sıfatın onlara verilmesi demek değildir. Devrimci işçiler sınıf hareketinin içinden süzülüp gelmiş, öncü olduklarını parçası oldukları işçilere kanıtlamış işçilerdir. Tek tek sınıf bilinçli işçiler için doğru olan bu tanım sınıfın bütünü ile sınıf bilinçli işçilerin örgütü devrimci parti için de doğrudur. Parti de, sınıfın hareketinin ve eylemliliğinin içinden süzülüp çıkmış bir gövdedir. Bu ilişkiyi Troçki şu sözlerle tanımlıyor; “Kılavuz bir örgüt olmaksızın kitlelerin enerjisi, piston kutusu olmayan buhar gibi ziyan olup gider. Fakat harekete geçiren piston ya da kutu değil, buhardır.”
Sovyetler işçi sınıfının yönetim örgütleridirler. Sınıfın iktidar olma atılımı içine girdiği tarihsel dönemeçlerde ortaya çıkarlar. Proleter devrimi demek, yani siyasal iktidarın proletarya tarafından zaptı demek, eski burjuva devlet aygıtının ortadan kalkması ve yerine yeni bir aygıtın geçmesi demek. Yasama ve yürütmeyi kendi içinde birleştirmiş, hareketli, çalışan halkın içinde derin kökler salmış, temsilcilerinin her an gen çağrılabileceği, maaşlarının iyi bir işçinin ücretinden fazla olmadığı, çalışanların temsilcilerinden oluşan bir gövde. Sosyalizmin kurulabilmesi için bu gövdenin proletarya demokrasisinin ve diktatörlüğünün organı olmak zorundadır. Devrimci marksizmin sosyalist devlet teorisi, proletarya diktatörlüğü ve demokrasisi üzerine tezleri, bildiğimiz gibi icat edilmemişler, Paris Komünü deneyiminden sonra Marks tarafından formüle edilmişlerdir. Lenin de 1917 Şubat Devrimi’nden sonra ‘Bütün İktidar Sovyetlere!’ sloganını öne sürdüğünde, Sovyet devletini ‘Komün tipinde bir devlet’ olarak tariflemiştir. Ama daha
Partinin görevi sınıf hareketinin gerek alçalma gerek yükselme dönemlerinde, işçilere sabırla şeylerin durumunu, sosyalist alternatiflerin hangisi olduğunu açıklamaktır. Onlar adına harekete geçmek değil. Ama bu iş sadece bildiri ve yayın dağıtılarak yapılmaz. Partili işçiler mücadelenin en önünde yer alırlar. Devrimci işçi partisi savaşçı bir örgüttür, bir mücadele örgütüdür. Parti geniş yığınlar önündeki otoritesini ve saygınlığını böyle kazanır. Bugün Türkiye’de sınıf hareketi en düşük düzeyini yaşamaktadır. Fakat, bu sınıf hareketinin dışında soluk alıp verenlere göründüğü kadar kıpırdanmasız, tam teslim bayrağının çekildiği bir durum değildir. Daha çok, sistemin terör ve ideolojik bombardımanı altında kalmış sınıfın kısa ve eksik mücadele geleneği içinde öğrendikleriyle diğer dönemlere hiç benzemeyen son 4 yılın koşullarında taleplerini ifade edememesinin çaresizliğini yaşamaktadır. Her kıpırdanma, her karşı koyma-direnme durumunda biz yol gösterici olabilmeliyiz. Bu noktada Selim Akar yoldaşın geçen sayıdaki yazısının son kısmında anlattıklarının önemi yeterince ortaya çıkıyor zannederim. “Tabii ki, bu mücadelede sadece elimizde olan örgütler ve yasal örgütlenmeler ile kendimizi sınırlandırmamalıyız. Koşullar zorladığında yeni yapılanmalar, yeni örgütlenmeler kurmaktan kaçınmamak gerekir” diyor yoldaş. ‘Yasal
örgütlenmeler’ ile belli ki, mevcut sendikalar kastedilmektedir, ‘elimizde olan örgütler’ ile ise, fabrikada örgütlülüğümüz kastediliyor olsa gerek. Çünkü, fabrika temelindeki bir mücadelede bizim o fabrikanın dışındaki örgütümüz pek etkin olamaz. Birincisi, ‘yeni örgütlenmeler kurmaktan kaçınmamak gerekir’ tespiti çok doğru bir tespit. Teorik düzeyde konuşurken ‘işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır’ diyoruz ve ikameciliğe karşı çıkıyoruz. Geçmiş siyasal pratiğimizi ikameci bir pratik olarak eleştiriyoruz. Ama bu can alıcı noktayı ne kadar kavradığımız söylediklerimizde değil, pratiğimizde kendini açığa vuracaktır. Eğer bugün Türkiye işçi sınıfı, sınıf işbirlikçisi sendikaları alaşağı etmek, siyasal özgürlüklerini elde etmek, devrimci hareketini yaratmak gibi birbirinin içine geçmiş görevlerle karşı karşıya ise bu mücadele önce tek tek fabrikalarda kendi biçimlerini yaratarak ilerleyecektir. Kıpırdanmanın direniş ruhunu geliştirdiği her fabrikada işçilerin bütününü ilgilendiren içine çeken somut taleplere ilişkin, geçiciliği ya da kalıcılığı önemli olmayan örgütlenmeler önerilmelidir. Bu sürecin sonunda öyle bir noktaya ulaşılır ki, sendika denetlenmeye başlanılır. Sendikal bürokrasi işçilerden habersiz tek başına hareket edemez, ya da zaten yerini başkalarına bırakır. Ama yerlerini öncü işçilere bıraksalar bile bu denetleme mekanizması hep sürmelidir. Çünkü kapitalist toplumda sendikalar daima bürokratikleşmeye, farklılaşmaya doğru bir eğilim taşırlar. İkincisi, eğer böyle bir fabrikada bizim ilişkilerimiz varsa, işimiz son derecede kolaylaşacaktır. Çünkü bu sınıf bilinçli işçilerin doğal olarak işçilerin saygınlığını kazanmış sözü dinlenir işçiler olması gerekir. Bu işçiler derhal mücadelenin önüne geçmeli, önerilen örgütlenmeyi iyice tartışmalı, işçilerin durumunu tek tek gözden geçirmeli, ajitasyon ve propaganda yürütmeli bütün işçileri etrafında toplayacak somut talepleri çok iyi formüle etmeli zaman ayarlamasını iyi yapabilmelidirler. ‘Toplu sözleşme komitesi‘nin kurulmasına öncülük edenler sınıf bilinçli işçiler olursa işin başında bu komitelerde olacaklar demektir. Ancak bu komite S. Akar’ın yazısında anlattığı işleri yapacak hale gelirse, bu demektir ki, o fabrikadaki bütün işçilerin onayını almış, ya da alması gereken açık bir yapı olacaktır. Bu durum, yani işçilerin onayını almış olmak bu komitenin hiç değilse ortaya çıktıktan bir süre sonra sık sık yaptığı işler konusunda işçilerin oyuna başvurması demektir. Sendikanın karşısında gücünün geldiği yer burasıdır. Bu yöntem zaten devrimci işçiler tarafından mücadele içinde bizzat
Sayfa: 9
yerleştirilmeye çalışılmalıdır. Ve hatta komite ortaya çıkıp meşruiyet kazandıktan sonra bileşimini işçilere onaylatmalıdır, yani komite için seçim yapılmalıdır. Bu durum sınıf bilinçli işçilerin ne kadar öncü olduklarının, ne kadar sınıf çıkarlarının en iyi temsilcileri olduklarının sınandığı an olacaktır. Eğer gerçekten mücadeleye önderlik edebilmişlerse bu komiteye seçilebilmeleri gerekir. Üçüncü olarak, S. Akar yoldaş ‘toplu sözleşme komitesi’nin olası görevlerini sayarken pek çok görevi aynı komiteye yüklüyormuş gibi geldi bana. Aynı komitenin bu kadar çok işi yapıp yapamayacağı noktasından çıkarak söylemiyorum bunu. Ama fabrikadaki bütün işçileri mücadeleye katabilmek, her birine tek tek ortak bir işin parçası oldukları anlayışını yerleştirebilmek, dolayısıyla birliği ve dayanışmayı yükseltmek için bu işleri birden fazla komiteye bölmek gerekir düşüncesindeyim. Asıl koordine edici, önerideki adıyla ‘toplu sözleşme komitesi’ olabilir, ama bütün sayılan işleri aynı kişiler yapmamalıdır kanısındayım. İkili; üçlü, beşli işçi gurupları kurularak bu işleri yapmak onlara devredilmelidir. Bütün fabrika tek ve ortak davanın parçası haline getirilmelidir. En son olarak yazıda dikkatimi çeken bir başka noktaya değinmek istiyorum... ‘Toplu sözleşme komitesi’nin görevlerinden biri olarak ‘varsa grev kırıcılarının her yöntem kullanılarak ‘iknası’ bu komitelerin işi olmalıdır deniliyor. Bu tırnak içine alınmış ‘ikna’dan ben kendi anlamında olmayan ‘ikna’ yöntemlerimizi hatırladım. Muhaliflerimizden bahsederken “Biz adamı ikna etmesini biliriz” ya da “gereken cevabı alacaklardır” gibi lafları, genellikle muhaliflerimizi ikna etmek için kullanmazdık. Zaten, bu lafları ederken bir yandan da kafamızı hafifçe eğer, gözlerimize tehditkar bir ifade kazandırır ağzımızın kenarında müstehzi bir gülümseme ile konuşurduk. Ve zaten sonrada iknadan ne anladığımızı fiilen gösterirdik. Karşımızdakini ikna edebilmek, ileri sürdüğü argümanlara güçlü canlı argümanlarla karşı çıkabilmek biz komünistlerin en önemli özelliği olabilmeli. Bizim gücümüzün asıl kaynağı burasıdır. Bunu yapamayanlar ikna etmekle alakası olmayan yöntemlere başvururlar. Bunları söylerken herkesi ikna edebileceğimiz gibi bir yanılsamayı asla taşımıyorum. Ama biz işçileri ezilen yığınları, çalışanları ikna edebilmeliyiz. Edemiyorsak dönüp kendimize, politikalarımıza bakmalıyız. Biliyorum ki, işçilerin hepsini de ikna edemeyiz. Ama etmek için çırpınmalıyız. Eğer bu prensibi yerleştirirsek ikna sorunu ortaya geldiğinde ilk yaptığımız iş onu tırnak içine almak olmaz. Gerisini mücadelenin kendisi halleder.
Sayfa: 10
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
Zindanların karanlığı umudumuzu söndüremez Turgay ŞERKAR Cunta ilerici, demokrat, komünist örgütlenmeleri ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamını etkileyemeyen küçük ‘yasadışı‘ örgütler durumuna getirmek için devleti sürekli yetkinleştirerek, devrimci muhalefete karşı devamlı olarak baskı ve terör uyguluyor. 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü, örgütlü örgütsüz işçileri, diğer emekçi sınıfların ve gençliğin muhalefetini ezdi. Kürdistan ulusal demokratik hareketini katliamlarla durdurdu. Bütün sol militanları zindanlara doldurdu, işkencelerde ve sokaklarda öldürebildiğini öldürdü, nispi demokratik hakları ortadan kaldırdı, devrimcilerle kitleler arasında Çin Şeddi oluşturdu. Binlerce devrimciyi ‘adalet mülkün temelidir’ şiarıyla yargılıyor. Adalet Bakanı Necat Eldem 14 ocak tarihli gazetelerde yer alan: açıklamasıyla yeni bir saldırı başlatmıştır. “Devlet aleyhinde işlenen suçlardan hüküm giyenlerden pişmanlık duyanların bazılarının cezalarında indirim yapılması için çalışmalar yapılmakta olduğu” yolundaki bir açıklama yaptı. Hapishanelerdeki mahkumların kimler olduklarına bakalım: l-”Devleti yıkmak isteyenler” diye adlandırılan siyasi mahkumlar. 2-”Kader kurbanları” diye adlandırılan siyasi olmayan mahkumlar. Sol kanatta Türkiye’li ve Kuzey Kürdistan’lı, zindanlarda-ki esir devrimciler (yani “devleti yıkmak isteyen” siyasi mahkumlar) eylemlerinden dolayı pişmanlık duymamakta, tersine gurur duymaktadırlar. Türkiye ve sömürge Kuzey Kürdistan zindanlarındaki direnişler pişman olmadıklarının, teslim olmadıklarının kanıtıdır. Yenik düşmüş “devrimciler” ise, her bir zindanda sayıldıklarında iki elin parmaklarını geçmezler. Yenik düşenler, dönekler, pişman olanlar zindanlarda direnen, teslim olmayan devrimcilerden ayrı yerlerde daha rahat bölüm-
lerde kalıyorlar. Cuntanın adalet bakanının pişman oldukları için cezalarını indireceği veya affedeceği bunlar olsa gerek. Burjuvazi ve onun temsilcileri çok akıllı. Kendilerinden yana olanları hapishanede bile unutmamakta, onlara sahip çıkmakta. Kendilerine karşı olanlar içinde ise çelişki yaratarak, “yaptığınız işin sonu yok, örgütleriniz de bitti, kendinizi harcamayın, vb.” içerden çökertmek istemektedirler. Devletin bu içerden çökertme planlarını 13 ocak tarihli Nokta Dergisi’nde Adalet Bakanı şöyle açıklıyor: “Suç işleyenleri yetkililere bildirenlerin, bu ihbarların doğruluğu kanıtlandığı taktirde, olaya karışan sanıkların ölüm, ağır hapis ve hapis cezalarının belirli oranlarda indiriminin hedef alındığını, bu tasarının ocak ayı içinde Bakanlar Kurulu’na ve parlamentoya sunularak kabul edilmesi halinde muhbirin cezası indirilecek.” Devletin bu şekildeki saldırıları 12 Eylül’den bu yana doruk noktasına ulaştı. 12 Eylülden sonraki şu propagandaları hatırlayalım: Yakalanan devrimci-demokrat örgütlenmelerin ya da grupların önderlerinin kaldıkları
PROLETARYA PARTİSİ ve KOMÜNİZM F. Yıldız
SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI
ÇIKTI
evleri televizyonda göstererek, önderlerin lüks içinde yaşadıklarını ama sade militanların gecekondularda kaldıklarını maşa olduklarını... vb. söylemekteydiler. Devrimciler arasında güvensizlik yaratmak, tek tek devrimci militanları örgütlerinden koparıp pasifize etmek, kitlelerin devrimcilere ve devrimci örgütlere olan güvenini, sevgisini, sempatisini imha etmek için yapıldı bütün bunlar. Bir yandan zindanlar doldurulurken, sokaklarda kurşuna dizilirken, darağaçlarında katledilirken, poliste, kışlada işkenceler devam ederken, devrimciler bir yandan da örgütleriyle kopmuş olan ilişkilerini kurmakta, dağılan örgütlerini toplamakta ve güçleri oranında faaliyet sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bu durum burjuvaziyi ve onun adına iktidar olan cuntayı çılgına çevirmekte, “çete artıkları, eşkiyalar, vatan hainleri, hâlâ bitmedi mi” diye feryat etmektedirler. Bu halleriyle arenadaki kızgın boğayı hatırlatıyorlar, matadorun kızıl şalını gören boğanın kendinden geçerek matadora saldırması gibi saldırmaktadırlar. Genellikle, çevik, soğukkanlı ve akıllıca hareket eden matador bu savaşı kazanmakta ise de, hakkını teslim etmek gerekir ki, matador aklını, soğukkanlılığını ve çevikliğini kullanamadığı zamanlarda kızgın boğanın boynuzlarında paramparça olmaktadır. Cunta yakalayamadığı devrimcileri, dağıtamadığı örgütlenmeleri yok etmek için pusuda yatmakta, zaman zaman akıllı saldırıları ile ele geçirdiği devrimcilere zindanlarda kan kusturmaktadır. Sağ kanatta faşistler 12 Eylül’ den önce ordunun iktidarı ele almasını istemekteydiler. 12 Eylül’den sonra da düşüncelerinin iktidarda, kendilerinin niçin hapiste olduklarını generallere sormakta, kendilerinin amacının da askeri diktatörlüğün yaptıkları olduğunu belirterek sahiplerine yalvarmaktadırlar. Generaller de onları kurtarmak için gayret sarf etmektedirler. 12 Eylül’den önce ve sonra tutukla-
nan faşistler kamuoyu tarafından bilinenlerdir: Otobüsleri, kahveleri, mitingleri, grev yapan işçileri otomatik silahlarla tarayanlar ve günlük basında adları her gün duyulan MHP ve ona bağlı derneklerin yöneticileridir. Kısa bir zaman sonra bu faşist yöneticilerin büyük bir bölümü suçlu görülmeyerek serbest bırakıldılar,”aklandırıldılar”. Şu anda hapiste yatan faşistler temsilen yargılanmakta. Örneğin faşist Türkeş’in serbest bırakılması kamuoyunda tepki ile karşılanacağından, cuntanın iktidara el koymasının önemli gerekçelerinden biri olan “sağa da sola da karşıyız” propagandasının yalan olduğu ortaya çıkacağından cunta onu serbest bırakmamaktadır. Bırakamamasının bir diğer önemli nedeni de dünya demokratik kamuoyunun gözünü boyamaktır. İlerici, demokrat, devrimcileri öldüren faşistler hafif cezalara çarptırılmakta, İbrahim Çiftçi gibileri “aklanmakta”, diğer birçok faşiste de devlet dairelerinde, üniversitelerde yöneticilik görevleri verilmektedir. Siyasi olmayan mahkumlar ise, farklı sınıflara mensup olmakla beraber içlerinde holdinglerle ve devlet görevlileriyle işbirliği yapanlar da var. Sahte para basıp piyasaya sürenler, gümrük vergisi vermeden kaçak mal getirenler, polise rüşvet vererek veya işbirliği yaparak esrar, eroin, kadın satanlar, sahte belge düzenleyerek milyonlarca liralık yolsuzluk yapanlar var. Yahya Demirel gibilerinden, Cerrahoğlu gibi armatör holdingleri, işkence yaptıkları kanıtlanan polis şefleri, vb. kurtarmak için Adalet Bakanı çaba sarf etmektedir. Bu çabalarını gizlemek için, sanki sadece kan davalarından, hırsızlıktan, vb. dolayı hapse girmiş planların cezalarının indirileceğini veya af edileceğini söylemektedirler. Dikkati bu mahkumlar üzerinde toplayarak büyük hırsızları, azılı katil, işkenceci polis şeflerini, rüşvet almış ve vermiş devlet ve özel sektör mensuplarını serbest bırakacaklardır.
Sayı: 13
SOSYALİST İŞÇİ
Gerçek kadın hareketine bir örnek Taner KALKAN İngiltere maden grevi işçi sınıfının yenilgisi ile sonuçlandı. Ancak bu yenilginin içinde çok önemli bazı kazanımlar da var. Bu kazanımların belki de en önemlisi grev etrafında ve çoğu zaman dolaysız olarak grevin içinde ortaya çıkan kadın hareketi. Özellikle maden köylerinin kadınlarının öncülük ettiği dayanışma grupları birçok bakımdan grevin belkemiğini oluşturdu. Daha önemlisi, bu olgu uzun zamandır feministlerin teslim aldığı ve çarpıttığı kadınların kurtuluş hareketini aynı zamanda işçi sınıfının hareketi ile çakıştırdı ve gerçek kurtuluş için doğru rayına oturttu. Bu nedenle İngiltere maden grevi, kadınların kurtuluş hareketinin doğru yolu için canlı ve taze bir örnek oluşturuyor. Bunun üzerinde durmak, bu deneyimi kadın erkek tüm yoldaşlara aktarmak ve dersler çıkarmak büyük önem taşıyor. Grevin ilk günlerinde basın ve işveren propagandasının önemli bir kısmı işçileri ailelerine karşı sorumsuz davranmakla suçlamaya ayrıldı ve kadınları buna karşı çıkmaya çağırdı. Kocasını “sorumsuzlukla” suçlayan bazı kadınlar bir anda tüm basının kahramanları oldular. Ancak grev uzadıkça bu tür birkaç tavır yerini yepyeni bir tavra terk etmek zorunda kaldı. Kadınların büyük çoğunluğu mücadelenin aslında köylerindeki tüm hayat düzenini koruma mücadelesi olduğunu, çoğu hallerde köyün tek ya da en büyük işyeri olan maden ocağının kapanmasının tüm madenci toplumunun can damarlarını tehdit ettiğini çabucak gördüler. Ve en önemlisi bunu sadece tespit etmekle kalmayıp giderek kendi savunma örgütlerini kurdular ve grevde pratik rol oynamaya başladılar. Birden bire grevci kocasını döven “sorumlu” ev kadını (ki bunlar zaten basının büyüttüğü istisnai olaylardı) yerini sayısız ‘kadın dayanışma grupları‘na bıraktı. Önceleri kadınlar kendilerine gene de “geleneksel” geri saflardaki rol-
leri uygun gördüler. Grevciler için köylerde aş-evleri kurdular ve evdeki “ geleneksel” rollerinin devamı sayılabilecek bu girişimleri yapabilecekleri en büyük yardım olarak gördüler. Fakat giderek grevin on iki aylık süreci boyunca mücadelenin içinde ve onun etkisiyle en büyük politik evrimi yaşadılar. Köy içindeki grev-kırıcıların baş düşmanı oldular, yürüyüşler düzenlediler, grev-hattına katılıp slogan attılar ve polisle çarpıştılar, işgallere katıldılar ve işgaller düzenlediler. Örneğin, Güney Gallerdeki grev kırıcılığı yapan işçiler vardiya bitiminde duşa gittiklerinde banyoları kızgın kadınlar tarafından işgal edilmiş bulmaları günün konusu olmuştu. Hele grevin son dönemlerinde tutuklanan ve ev-hapsi yaşayan işçilerin sayısı 10.000’e yaklaşınca evdeki eski roller neredeyse tam tersine döndü: erkek evde kalıp çocuğa baktı ve ev işleriyle ilgilendi, kadın ise grev hattına katıldı, çevre şehirlerde toplantılarda ve gösterilerde işçi sınıfının ortak çıkarlarını savunarak diğer işçileri dayanışmaya çağırdı. Bütün bunlar hem erkek için büyük eğitim olurken aynı zamanda Kadınları da mücadelenin en ön saflarına itti. Giderek kadınlar grev hareketinin ayrılmaz bir parçası oldular. Üstelik bu grev içindeki kadın hareketi bir bakıma grevcilerin kendi örgütlenmelerinden daha sağlıklı ve verimli bir hareketti çünkü sendika bürokrasisinin dizginlerinden nispeten uzak bir örgütlenmeydi. Gerçekten grevin çıkarları için tüm gayretleriyle çalışmak üzere gönüllü bir araya gelmiş en dolaysız şekilde karar alma ve bu kararları derhal yerine getirme konumuna sahip örgütlenmeler idi bu kadın dayanışma grupları. Kısacası, kadınlar mücadelenin içinde dolaysız yer edindikçe hem “geleneksel” rollerini aşan birçok tavır geliştirdiler, hem de mücadelenin içindeki deneyimlerden büyük eğitim görerek politik evrim yaşadılar. Grevin sonunda birçok kadın “grev-boyunca yaşadıklarımızı kolay unutmayacağız, bundan sonra
bizi kimse susturamayacak” diyerek birçok şeyi sorguluyor oldular, örneğin, sendikaların bu tip ‘kadın dayanışma grupları’na örgütlenmeleri için yer bulmaları, onların devamlılığını sağlamak için tavır almaları yükselen talepler arasında. Bir taraftan binlerce kadın bilinçli veya bilinçsiz olarak kendi kurtuluşlarının en büyük deneyimini işçi sınıfının mücadelesinin içinde bizzat yaşarken ve kadınların kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşuyla pratikte çakıştırırken, öte yandan şaşırmış feministlerin ayağı yere basmayan tartışmaları en büyük ibreti alem oldu. Onlar hala, kadınların en büyük düşmanı erkeklerdir diye dert anlatmaya çalıştıklarından erkekle kadını omuz omuza görmekten rahatsız oldular. Toplumdaki çelişkileri sadece kadınlık-erkeklik temelinde gören, kapitalist toplumdaki asıl çelişkiyi, yöneten sınıf ile işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi azımsayan ya da topyekün yadsıyan femininstlerin bu yanlış yorumları onların grevin sonucunu değerlendirmekte de kaçınılmaz olarak yanlış yerlere götürdü. Feminist yazarlar maden grevini bugün değerlendirirken yenilgiye neden olarak maden işçilerinin (yani erkeklerin) taktiklerini, polisle çatışmalarını vb. gösteriyorlar! Diğer reformistler gibi onlar da artık sınıf mücadelesinin keskin taktiklerini ve hatta grevleri bile modası geçmiş buluyorlar. Tabii reformistleri son tahlilde ilgilendiren sınıf mücadelesi değil sınıf uzlaşmacılığı. Onun için doğaldır ki onlar sınıf mücadelesinin zorunlu taktiklerini yadsırlar. Feministler için önemli olan erkeklere karşı ve özellikle seksist erkek işçilere karşı mücadeledir. Evet, maalesef şurası doğrudur ki işçi sınıfı sınıflı toplumdaki hakim ideolojinin büyük etkisi altındadır ve erkek işçiler sık sık seksist tavırlar sergilerler. Ama bunun nedeni onların erkek olmalarından çok sınıflı toplumdaki hakim ideolojinin kafa karıştırıcı ve böl-ve-yönet taktiklerinden kaynaklanır. Bu tavırlar ile mücadele ise, erkek işçilere mücedelede ceza olarak yardım esirgemekle değil bizzat o mücadelede yer
Sayfa: 11
KADINLAR MÜCADELE ETMEDEN KURTULAMAZLAR alarak o mücadele içinde onları eğitmekle olmalıdır. Tarih tekrar tekrar göstermiştir ki işçiler her türlü geri düşüncelerini bizzat mücadele içindeyken değiştirirler. Aynen, daha önceleri tarafsız sandıkları polis ve mahkemeler hakkındaki düşüncelerini maden işçileri mücadele içindeki deneyimleriyle nasıl değiştirmişler ise kendi eşleri ve daha genelde kadın işçiler hakkındaki geri, seksist düşüncelerini de aynı mücadele içinde bu kesimlerden bizzat gördükleri pratik dayanışma ile değiştirme eğilimi göstermeleri kaçınılmazdır. Bu konuda şu tek örnek gerçekten çok şey gösteriyor. Grevden önce sendika gazetesine çıplak kadın resmi düşünen sendika yönetimi bunu “ne yapalım, başka türlü işçiler gazeteye ilgi göstermiyorlar”) diye açıklıyorlardı. Bugün aynı sendika gazetesinin sayfalarını kadındayanışma gruplarının nasıl sendika bünyesinin bir parçası haline getirilmesi tartışması almış durumda. Mücadele-eğitimi ve grev okulu işte böyle değiştiriyor işçileri. Evet, asıl kadın hareketi işte o İngiltere maden köylerindeki kadınların hareketidir, üstelik bu örnekteki kadın hareketinin bir özelliği ise bunun kendi işleri için mücadele eden kadın işçilerin bir örgütlenmesi değil son tahlilde bir dayanışma hareketi olmasıdır. Ama unutmamak gerekir ki bu kadınların önemli bir kısmı aynı zamanda kendileri başka işyerlerinde işçidirler. Bu bağlamda ise buradaki dayanışma hareketi aynı zamanda bir kesim işçilerle diğer işçiler arasındaki bir dayanışma hareketidir de. İleride o kadınlar da kendi işyerlerinde mücadele etmek durumunda oldukları zaman bu seferki mücadeleden dersler çıkartmaları mümkün olacak ve maden işçilerinden pratik dayanışma görmeleri söz konusu olacaktır. İşte işçiler arasındaki cinsel farklılığın “yarattığı” sorunları gidermenin yolu da budur —sınıf çıkarları için kadın-erkek ortak mücadele. Kadınların gerçek kurtuluşu da tüm işçi sınıfının kurtuluşu da buradan geçer.
Recep GÖKIRKMAK
M
arksist grupların ortaya çıkmasından önce Rus devrimci pratiği Narodniklerin (Halkçıların) pratiğidir. Yığınsal Narodnik hareket önce köylüleri Çarlığa karşı örgütlemek amacıyla genç aydınların köylere gitmesiyle başladı. Köylü kılığına giren binlerce genç aydın, öğrenci bu ilk siyasal eylemlerinde tam anlamı ile başarısız oldular. Köylü yığınlarını bağımsız bir devrimci hareket olarak örgütlemek mümkün değildi. Aynı zamanda da halkı örgütlemeye girişen bu genç aydınlar halkı ve gittikleri köylüleri de tanımıyorlardı. “Halka gitme” hareketi binlerce gencin tutuklanması ile sonuçlandı. Bu kez Narodnik hareket içinde yeni bir akım şekillenmeye ve hızla gelişmeye başladı: terörizm. Genç aydınların yeni örgütlenmesinin ismi ‘ Narodnaya Volya’ (“Halkın Arzusu”)idi. Bu örgüt 1881’de Çar İkinci Aleksandr’ı öldürdü. Daha sonra ise bireysel terörist eylemler devam etti. Narodnik hareket böylece terörist-halkçı bir hareket olarak şekillendi. Rusya’da ilk marksist örgütlenme ise 1883’de Plekhanov, Akselrod ve Zasuliç tarafından kurulan ‘Emeğin Kurtuluşu’ grubudur. Hepsi eski Narodnik olan Emeğin Kurtuluşu grubu yurtdışında faaliyete geçti. Başlıca eylemi marksizmin, bilimsel sosyalizmin propagandası idi. Lenin 1870’de doğdu. Bürokrat bir ailenin çocuğu idi. 188 7’de önemli bir narodnik olan erkek kardeşi Aleksander Ilyiç Ulyanov Çar’a suikast düzenlemekten dolayı idam edildi. Lenin 17 yaşındaydı. Resmi sosyalizmin resmi tarihi kardeşinin idam edilmesi ü-zerine Lenin’in derhal bireysel terörizm ve halkçılığın doğru devrimci yol olmadığını, gerekli olanın devrimci işçi partisi ve marksizm olduğunu tespit ettiğini anlatır. Oysa gerçek bu olamaz. İlk marksist örgütlenmenin 1983 ‘de yani Lenin’in kardeşinin idamından: sadece 4 yıl önce kurulduğunu, Rusya içindeki etkisinin son derece sınırlı olduğunu ve gene bu grup tarafından yayılan marksist edebiyatın da son derece sınırlı olduğunu düşünürsek 17 yaşındaki Lenin in birden Narodnizmi yerip marksist olması mümkün değildir. Rus marksizmi ve onun örgütsel ifadesi Rus Sosyal Demokrat işçi Partisi (RSDİP) ve bu partinin ikiye bölünmesi sonucu ortaya çıkan ve devrimci marksizmi savunan kanadı Bolşeviklerin gelişmesi bir anlık sıçrama değil tam tersine uzun bir süreçtir.
LENİNİZMİ ÖĞRENELİM Resmi tarihin mit yaratma çabalarını bir yana bırakırsak, Lenin kardeşinin idamından sonraki yıllarda devrimci harekete katıldı. Kazan üniversitesinde devrimci öğrenci hareketi içinde yer aldı. Daha sonra ise Kazan’daki küçük bir marksist grupla tanıştı ve onun eylemlerinde yer aldı. Fakat onun devrimci yılları eyleme katılmaktan çok marksizmi kavrama çabasıyla doludur. 1893’de Petersburg’a geldiğinde Lenin artık tam bir marksisttir. Rus marksist hareketinin bir parçası olarak halkçılığa ve terörizme karşı mücadelede yerini almıştır. O yıllarda artık marksistler işçi hareketi ile ilişkiler kurmaya başlamıştı. Rus marksizminin geliştiği bu ilk yıllar Rus işçi hareketinin de dev adımlarla geliştiği, serpildiği yıllardır. Sayısal olarak gelişen işçi sınıfı nitel olarak da gelişmekteydi. Grevler ve hatta yığınsal grevler yaşanıyor, dört bir tarafta işçi örgütlenmeleri doğuyordu. Genç Rus marksist hareketi ise büyük bir enerji ile gelişen işçi sınıfı hareketi içine dalıyor, örgütleniyordu. Narodniklere karşı süren mücadelede Lenin’de yer aldı. En önemlisi “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar” adlı broşür olan bir dizi makale ve broşür ile Lenin halkçılığa ve terörizme karşı mücadele etti. Narodnik hareket her şeyden önce işçi sınıfının tarihsel işlevini görmüyor, bu nedenle de Çarlığa karşı mücadelede halk yığınlarını, köylülüğü öne çıkarıyor ve bu mücadelenin yöneticisi olarak ise aydınları görüyordu. Bu iddialarını ise Rusya’da kapitalizmin gelişemeyecek olduğu iddiası tamamlıyordu. Halkçılıklarının temeli olan bu görüşlerinin yanı sıra Narodnikler tarihi yapanın sınıflar ve sınıf mücadelesi olduğunu red ediyorlar ve yığınların mücadelesinin yerine yığınların pasifliğini bozacak aydınların öncü savaşını öne çıkarıyorlardı. Aralarında Lenin’in de bulunduğu marksistler ise Rusya’da kapitalist gelişme yoluna çoktan girildiğini, artık bundan dönülemeyeceğini, devrimcilerin görevinin ise tarihin çarkını umutsuz bir çaba ile geriye çevirmek değil tam tersine ileriye doğru hızlandırmak olduğunu anlatıyorlardı. Çözüm ise yalındı:
gerekli olan işçi sınıfının mücadelesini yönlendirecek olan bir devrimci işçi partisidir. Halkçılar marksistlere ‘işçici’ diyorlardı. İşçi sınıfının tarihsel işlevini anlatarak cevap verdiler marksistler. “Niye işçi sınıfı ?” sorusunun cevabı gene yalındı: Çünkü işçi sınıfı sayıca az olmasına karşın modern üretim sistemine bağlı bir sınıftır. Giderek büyüyen, politik olarak olgunlaşan bir sınıftır. Büyük işletmelerde toplanmış olması nedeniyle ve üretim yapma koşullarının doğrudan bir sonucu olarak kolektif davranabilen ve kolayca örgütlenen bir sınıftır. Geleceği elinde tutan bir sınıftır. Oysa toplumun diğer emekçi sınıfları, esas olarak da köylüler, çözülen, dağılan, örgütlenme yeteneğinden yoksun ve en önemlisi toplumu dönüştürmekten acizdirler. Rus marksistlerinin Narodniklere karşı teorik siyasal mücadelesi işçi sınıfının eyleminin gelişmesi ile en büyük desteği gördü. Gelişen Rusya kapitalizmi ve onun doğrudan ürünü Rusya işçi sınıfı kısa zamanda siyasal mücadeledeki etkinliğini gösterdi. İşçi sınıfının ö-nemi Rus devrimcileri için giderek daha açık bir hale geldi. Artık tartışma işçi sınıfına gitmek ya da köylülüğe gitmek değildi. Tüm devrimci hareket şu ya da bu ölçüde işçi sınıfının devrimdeki işlevini görüyordu. Bu yıllarda Narodnik hareketin örgütsel ifadesi Sosyalist Devrimci Parti idi. Marksizm’ den de etkilenen bu partiye karşı Lenin şöyle diyordu: “İşçi sınıfı hareketine karşı yarım gönüllü bir tutum kaçınılmaz olarak ondan kopuşa götürür, ve bu kopuş nedeniyledir ki Sosyalist Devrimci Partinin herhangi bir toplumsal tabanı falan yoktur.” ve devam ediyordu Lenin: “. . .ve aynı zamanda ve eşit ölçüde hem aydınlara hem proletaryaya hem de köylülüğe dayanmaya uğraşan Sosyalist Devrimci Parti kaçınılmaz olarak Rus proletaryasını Rus burjuvazisi tarafından ideolojik ve politik olarak köleleştirilmesine yol açacaktır.” Özetle, Rus marksizminin ve onun en parlak temsilcisi Lenin’in gelişimindeki ilk mücadele Rus devrimci hareketine işçi sınıfı gerçeğinin kavratılması mücadelesi oldu.Gelişen işçi sınıfı hareketi Rus marksistlerini
doğruladı. Ama bu yetmedi. Marksistler bu kez de “işçi sınıfı hareketine karşı yarım gönüllü tutumlarla” mücadele etmek zorunda kaldılar. Narodnizme ve Sosyalist Devrimcilere karşı mücadeleyi Ekonomizme karşı mücadele izledi. Ekonomizm marksist hareketin içinde doğdu. Marksist hareket ikiye bölündü. İşçi sınıfının mücadelesini salt ekonomik mücadele ile sınırlamaya çalışan Ekonomistlere karşı Lenin ve devrimci marksizm Iskra gazetesinde siyasal mücadelenin gereğini anlattılar. Lenin bu mücadele içinde leninist parti öğretisinin temellerini attı. Ekonomizme karşı mücadelenin bayrağını taşıyan Iskra ise E-konomizme karşı mücadelenin zaferle sonuçlandığı RSDİP’nin İkinci (gerçek kuruluş) Kongresinde ikiye bölündü. Kongre azınlığı olan Menşeviklere karşı Lenin ve Bolşevikler verdikleri mücadele ile devrimci marksizm ve onun örgüt anlayışını korudular. Ancak mücadelenin son a-şaması olmadı Menşevik-Bolşevik ayrılığı. Lenin daha sonraki yıllarda Bolşevik kanat içinde ortaya çıkan çeşitli revizyonist görüşlerle de mücadele etmek zorunda kaldı. Ölümünden ( 21 Ocak 1924) kısa bir süre önce ise Lenin gene devrimci marksizm için mücadele ediyordu. Narodniklere karşı işçi sınıfının tarihsel görevini anlatmak için başlayan mücadele SSCB devlet aygıtı içindeki bürokratizme karşı mücadele ile noktalandı. Bolşeviklerin her dönemecinde Lenin’in müdahalesi vardır. Her içe ya da dışa dönük mücadelede Lenin partiye çok önemli katkılarda bulunmuş, her defasında devrimci marksizmi savunmuştur. Son mücadelesinde ise Lenin hastadır, ölümle yüz-yüzedir. Partinin pratik yaşamının dışına itilmiştir. Ve mücadele yeni başlamıştır. Bu koşullar altında Lenin’in son mücadelesi hemen hemen başladığı noktada bitti. Bürokrasi Lenin’in ölümünden sonra partiye ve devlet aygıtına giderek daha egemen oldu. Lenin’in kişisel devrimci yaşamı Rus devrimci marksist yaşamından ayrı düşünülemez. Ve Rus devrimci hareketi tüm zenginliği ile bugün hala komünist hareket için paha biçilmez uluslararası bir değere sahiptir.Lenin’i ve onun her a-şamadaki mücadelelerini kavramak bugünün komünistleri için son derece önemlidir. Ama dogmatik bir biçimde değil. Leninizmi tarihsel koşulları içinde birbirlerini tamamlayan aşamalar olarak kavramak gerekir. Leninizmin canlılığı buradadır. Lenin ölmedi, leninizm yaşıyor ! Bu sloganı haykırabilmek için Lenin’i, onun mücadelesini, leninizmi öğrenelim !