14_

Page 1

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR MAYIS 1985 SAYI: 14

Toplu sözleşmelerin ‘serbest’ bırakılmasından bu yana 1 yılı aşkın bir zaman geçti, ilk imzalanan büyük toplu sözleşmeler metal ve tekstil işkollarında oldu. Bu her iki büyük toplu sözleşmenin imzalanışında da burjuva basını polisiye roman anlatır gibi bir tutum içindeydi. ‘Başkanlar görüştü”, Şevket başkan kızdı”, “grev olacak” vb. türünden manşetlerin ardından bomba patladı: %115 zam. Gerçekte ise, burjuva basınının patlattığı bu bombanın ardında bir başka bomba daha patlamıştı: Alınan zam %115 değildi. Birinci yıl için %35, artı 7000TL. %115 zam iki yılın toplamı idi. Burjuva basınının ikinci bombası DESAN ve YILDIRIM tersanelerinde Dok Gemi-İş’in başlattığı grev haberi oldu. Basın bu iki greve büyük yer verdi. DESAN’da 17, YILDIRIM’da ise 50 işçi çalışıyordu. Ama bütün işçiler greve çıkmamıştı. Bir süre sonra bu bombanın ardındaki gerçek bomba da anlaşıldı. Her iki tersanede de üretim sürüyordu, üstelik eskisinden daha hızlı. Patron greve çıkan işçilerin yerine daha fazla işçi alarak üretimi yükseltmeyi başarmıştı! Bir süre sonra ise, bu kez Türk-İş’in sarı önderlerinin feryatları ortalığı kapladı. Burjuva basını Türk-İş yöneticilerinin özellikle de Şevket başkanın demeçlerine büyük yer verdiler. Türk-İş bürokratları sendika yasasından şikâyet ediyor, grevin olanaksız olduğunu anlatıyorlardı. Anlattıkları, şikâyetleri büyük bir haklılık taşıyordu. Ama onların asıl ilettikleri mesaj: “Bu şartlar altında grev olamaz, daha iyi sözleşme imzalanamaz, Öyleyse aldığımızla yetinin” idi. Bu arada Türk-İş eylem kararları aldı! Gösteri yürüyüşü bile yapılacağını yazdı gazeteler. Ardından, 4. yıllık zulüm düzeninin ilk gösterisi komünizmi lanetlemek için yapıldı, Türk-İş’ten ise ses çıkmadı. Hâlâ Türk-İş’in bazı eylemler yapacağı söylenip duruyor. Bütün bunların anlamı ne? Özellikle de Türk-İş yöneticilerini mevcut Sendikalar ve Grev ve Toplu Sözleşme Yasaları aleyhinde konuşturan ne? Ve neden burjuva basını tarihinde ilk kez iki küçücük (fakat ilk olması anlamında elbette ki önemli) grev üzerine bu kadar çok yayın yaptı? Grevle ilgili bütün ayrıntılar, işçilerin mağduriyetleri inceden inceye anlatıldı.

da ihtiyacımız yok. Ya da var olanla yetinelim, veya gizli, yasa dışı sendikalar kuralım. Burada ortaya bir başka yanlış anlayış daha çıkıyor: Var olan sendikalardan kopup yenilerini kurma isteği.

MÜCADELE EDEN KAZANIR Recep GÖKIRMAK

Bu soruların cevabı çok açık. Burjuvazi Türkiye işçi sınıfının bugünkü parçalanmışlığını, örgütsüzlüğünü iyi biliyor. Bu nedenle yakın bir zamanda ondan şiddetli bir kalkınma beklemiyor. Bunda büyük ölçüde de haklı. Durumu doğru değerlendiriyor. Ama burjuvazi aynı zamanda işçi sınıfının kaynadığını da biliyor, öfke yükseliyor. Yükselen çaresizliğin öfkesi de olsa giderek büyüyor. Türkİş’in içinde, bağımsız sendikalarda öncü, sosyalist işçiler giderek hareketleniyor. Mücadele istemi, direniş istemi artıyor. Nedeni basit, artık bıçak kemiğe iyice dayandı. Yaşam çekilmez hale geldi, fiyat artışları izlenemez durumda. İşçiler “bir çare” arıyor, öncü işçiler sosyalistler ise derhal çareyi gösteriyor: Mücadele, örgütlenme. Bunun bildiğimiz ilk yolu adam gibi toplu sözleşme, grevdir. Ve büyük işçi yığınlarının daha hâlâ belleklerinde 4-5 yıl öncesinin muzaffer grevleri, direnişleri. Böyle olunca, Türk-İş ve grevleri abartan burjuva basını yangına körükle gitmiyor mu? Hem evet, hem de hayır. Evet, çünkü işçilerin belleklerini tazelemelerine yardımcı oluyorlar. Bunu yapmaya elleri mahkum. Burjuvazinin kısa dönem çıkarları için yangına körükle gidiyorlar. Hayır, çünkü, bu arada asıl anlatılan

grevin yapılamayacağı. Verilenle iktifa edilmesi. Greve çıkılırsa, daha da kötü duruma düşüleceği. İşte DESAN işte YILDIRIM tersanelerinin işçilerinin durumu. Aman greve gitmek istemeyin zaten yapamayız. Şimdi elbirliği ile çizilen manzara bu. Bu arada bir kısım “sol” gruplar da bir başka açıdan benzer bir tema işliyorlar: Var olanın tümünü inkâr edip olmazı öneriyorlar. “Yasa dışı sendikalar’ veya fabrikalarda “direniş komiteleri” gibi. Böylesi anlayışları ile bu “solcular” da siyasal demokrasi mücadelesinin üstünden atlıyorlar. İşçi sınıfının mevcut gerçek durumunun çok ötesinde “çocukça sol” öneriler ileri sürüyorlar. Özetle, Türk-İş ve burjuva basını sağdan, bir kısım “sol” ise soldan işçilere hep aynı şeyi öğütlüyorlar: “Aman olanı kullanmayın”, “grev yapılamaz”, “toplu sözleşme imzalanamaz”. Hemen belirtmek gerekir. Bu her iki kanat ta gerçekten hareket edip yanlışa ulaşıyorlar. Bugünkü yasal çerçevenin sınırları içinde kalınarak grev yapmak adeta olanaksızdır. Grev olanaksız olunca de toplu sözleşme yapmak adeta olanaksızdır, toplu sözleşme yapamayınca da sendikanın ne anlamı kalır. Bütün bunlar doğru tespitler. Gerçeği açığa vuruyor. Ama bütün bunların sonucu şöyle akıl yürütmek yanlış: Mademki yasal grev yapamıyoruz, dolayısıyla toplu sözleşmelerde daima satılıyoruz, öyleyse sendikalaşmaya

Dolayısıyla, işçi sınıfının ö-nündeki engel sadece sendika bürokratları olarak görülüyor. Sendika bürokratlarının bir engel, büyük bir engel oldukları doğrudur. Ama tek ve son çözüm onlardan kurtulmak değil. Asıl çözüm onların yeşeremeyeceği zemini hazırlamaktır. Onların yeşeremeyeceği zemin geniş işçi yığınlarının en sağlam, aktif desteğinin onlara ve burjuvaziye karşı kazanılmasıdır. Sosyalist işçilerin sendika yönetimi için verdikleri mücadelenin gerçekten sağlam bir zemini olduğu taktirde sendika bürokrasisinden kurtulmak bir anlık iştir. Ya devrilirler ya da onlarda ayrılınır ve yeni bir sendika kurulur. Yasal, yasa dışı. Orası önemli değil. Ama işçilerin en büyük çoğunluğunun desteği ile önemli olan nokta burası. Mantığımızı buradan geliştirmeye devam edersek sendika yönetimlerine karşı verilen mücadele mutlak olarak gerçek bir grev hakkı için mücadele ile tamamlanmak zorundadır. Yasal olanak (!) sonuna kadar kullanılmalıdır. Açık ki, birçok küçük grev daha mağlup olacaktır. Bundan korkmamak ileriye atılmaya^ devam etmek gerekir. Büyük bir orduyu düşünelim, Öncü küçük birlikler mağlup olabilir ama arkada asıl kuvvetler bu arada toparlanabiliyor ve ileri atılabiliyorsa ve güçleri düşmandan daha yüksekse o taktirde ileri birliklerin mağlubiyeti Önemsizdir. Zafer kesindir. Bugün de aynı anlayışla hareket etmek gerekir. Önemli olan ordunun büyük güçlerinin toparlanması, ileri atılmaya hazırlanmasıdır. İlk küçük grevler yenilebilir ama büyükleri başlayınca, bir Demir Döküm, bir Arçelik, bir Tekel, bir Philips ve daha sayısız büyük fabrika mücadeleye atılınca, grev buralarda ilan edilince yasal sınırlar delinmeye başlar, yasa hareketi sınırlayamaz olur. Ya da en fazla yine ilk bir iki grevi gemler. Sonra, sonrası bizimdir, işçi sınıfınındır. Hareketin ileri hamlesidir. 196 3’ün koşullan hiçbir zaman unutulmamalıdır. O dönemde de var olan grev ve sen-


Sayfa: 2

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

Yurtdışı baskısı Mayıs 1985 Sayı: 14 HABERLEŞME ADRESİ BM BOX 5737, London WC1N 3XX - İNGİLTERE

Almanya Hollanda İsviçre Fransa İngiltere

Fiatı 1.50DM 1.50Fl. 1.50SF 4.00FF .50p.

Yıllık abone 30DM 30Fl. 30SF 60FF 7P

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

BANKA HESAP NUMARALARI Almanya için: STADTSPARKASSE Fürth, BLZ 76250000, Konto nr: 462127 - Almanya Diğer ülkeler için: LLOYDS BANK Brixton Branch, Account no: 0302901 - İngiltere

dika yasaları çok ta işçi sınıfının yararına değildi. Bir grevin başlayabilmesi için aylarca, düz-basit bir işçinin hiçbir zaman altından kalkamayacağı bürokratik formalitelerin tamamlanması gerekiyordu. Ama sonunda ne oldu, bir gün grevler yoğunlaşmaya başladı, ardından direnişler fabrika işgalleri başladı. Referandum yasal bir hak olmamasına rağmen referandumlar başladı. Yasalar işçiler tarafından “yorumlandı’ ye yeni bir içerik kazandılar. İşçilerin yorumu ise bir ölçüde burjuvazi tarafından kabullenilmek zorunda kaldı.

Bugün de hattımız aynıdır. En geniş işçi yığınlarına grev yasasının gerçek yüzünü anlatmak durumundayız. Grev olmayınca toplu sözleşmeden de hiçbir şey beklememek gerektiğini anlatmak zorundayız. Ama öte yandan işçileri greve, mücadeleye çağırmalıyız. Burada son bir noktaya daha işaret etmek gerekir: Var olanı kullanacağız, ama bunu var olanı aşmak için kullanacağız. Daha çok grev çağıracağız, grevleri kışkırtacağız ama bunu yasal sınırlılık içinde yapamayız. Yasal sınırlılığı zorlamadan, onu aşmak mümkün değildir. Yasal grev sınırlamalarına kendimizi mahkum ettiğimizde (Türk-İş yönetiminin yaptığı budur) mağlubiyet kaçınılmazdır. Üstelik böylelikle yılgınlık yayılır. Burjuva basınının Türk-İş yöneticilerinin son demeçlerinin amacı budur: Yılgınlığı yaymak. Tuzağa düşmemek gerekir. Önce en geniş işçi yığınlarına gerçek durumu anlatmak, örgütlenmek, mücadele gereğine onları ikna etmek gerekir. Siyasal demokratik haklar olmadan yığınsal bir işçi hareketi ayağa kalkıp ilerleyemez, yığınsal bir işçi hareketi olmadan siyasal demokrasi genişletilemez. Değneğin iki ucudur bunlar. Direnen, mücadele eden kazanır. Şiarımız budur. Var olanı kullanalım. Gerisi gelecektir.

Sözcük yasağının düşündürdükleri Eyüp CANSEVER Geçtiğimiz Şubat ayında 205 “Öztürkçe” sözcüğün TRT yayın ve yazışmalarında kullanılması TRT Yönetim Kurulu’nca yasaklandı. Bizim açımızdan bu 205 sözcüğün hangi sözcükler olduğu, bu sözcüklerin niteliği, hiç mi hiç ö-nemli değil. Biz bu yasağa el-betteki karşıyız. Hem devletin bağımsız olması gereken bir yayın organına müdahale etmesine karşıyız hem de insanların Türkçe’yi nasıl konuştuklarına böyle tepeden müdahale edilmesine karşıyız. Tüm sansüre ve özgürlüğümüzü kısıtlayan tüm yasaklara karşı mücadele ettiğimiz gibi, bu yasağın da karşısında yer almalıyız. Bu kadarı kesin. Fakat kamuoyunda, siyasi çevrelerde sorun bundan ibaret olarak tartışılmıyor. Dil sorunu Türkiye’de bir sağcılık-solculuk sorunu. TRT yasağına karşı mücadele de “öz” Türkçeci solcuların “eski” Türkçeci sağcılara karşı mücadelesi olarak görülüyor. (Merak ediyorum, acaba yasaklanan sözcükler “eski” Türkçe sözcükler olsaydı, Cumhuriyet Gazetesi ve başka Atatürkçüler buna karşı çıkar mıydı?) Ben kelleyi koltuğa alıp, “öztürkçe”nin solculukla hiçbir ilişkisi olmadığını, öztürkçeciliğin kökünde TRT yasakçılığından pek

SOSYALİST İŞÇİ

OKU OKUT ABONE OL

farklı bir şey olmadığını öne sürmek istiyorum bu yazıda. Dil, toplumsal bir olgu. Ve her toplumsal olgu gibi toplumla birlikte yaşayan, toplumla birlikte değişen, gelişen canlı bir şey. İnsan ilişkilerinden ayrı olarak ele alınması mümkün değil. Bu ilişkiler genişleyip yeni şekiller aldıkça dili de genişletirler, ona yeni şekiller verirler. Kısacası, dil bir toplumdaki insanların konuştuğu^ dildir; bunun da eskisi yenisi, özü, kirlisi olamaz. Hiçbir toplum tamamen dışa kapalı olmadığına göre de hiçbir dil tamamen “öz” olamaz: Toplum uluslararası ilişkilere girdikçe dil de bunu yansıtır, uluslararası etkileşime girer, zenginleşir. Hiçbir toplum yerinde saymadığına göre, hiçbir dil de aynı kalmaz. İnsan ilişkilerinin tarihe karışan yanlarıyla birlikte, bazı sözcükler de anlamını ve yararını yitirir, kullanılmaz olur. Yeni ilişkiler, kavramlar ve buluşlarla birlikte de toplum bunları ifade edecek yeni sözcükler üretir. Ama ancak toplum üretir dildeki bu yenilikleri. Ha, bir de Kemalistler üretir tabii! Bu da Kemalist dünya görüşünün çok doğal bir sonucu. Toplumu yukarıdan aşağıya devlet eliyle, bir takım iyi niyetli reformcuların görüşleri doğrultusunda değiştirmeyi ve üstelik bunu toplum adına yapmayı gerekli gören insanlar elbette toplumun nasıl bir dil konuştuğuna da karışmadan edemeyeceklerdir, önce K. Atatürk’ün sonra da Türk Dil Kurumu’nun yaptığı budur: Birileri hangi sözcüklerin ‘öz’ olduğunu saptayacak, toplum da onları izleyecek.

TDK’nın ürettiği sözcüklerin ‘uydurma’ mı, iyi mi, kötü mü oldukları hiç önemli değil. Önemli olan dili yukarıdan aşağıya devlet eliyle değiştirme çabasının ne kadar elitist, yanlış ve sosyalizmden uzak bir iş olduğu. Marksist olarak ancak karşı çıkıla-bilir buna. Dil ‘devrimini’ savunurken Kemalistler şöyle tartışmalar öne sürebilirler: Öztürkçe Atatürk’ün Türklere ulus duygusu, Türklük gururu aşılama kampanyasının bir parçasıydı; veya, Öztürkçe eski Türkçe’den daha kolay bir dil olduğu için okur-yazarlık oranı arttı, kültür düzeyi yükseldi. Bunlardan birincisi, Türklük gururu filan bizi ilgilendirmez, biz milliyetçi değiliz, ikincisi, emin değilim ama, diyelim ki doğru. Ya Öztürkçe’nin kültürümüzden götürdüklerine ne demeli! Dünyada çocuklarına 50 yıl öncesinin şiirini, romanını, tarihsel belgelerini okutamayan bir başka ülke var mı? Var mı aranızda şu dizeleri anlayan: Dağılmış hâzan-dide tüller gibi, / Uçuşmakta sessizce huf-fâşeler. / Giderler, gelirler. . . san örmekteler / Nücum-ı kederle zalâm-ı şebi./ Yüzyıllar önce değil, 1913’te Ahmet Haşim yazmış. Bu dizeleri anlayamamak hepimizin kaybı. Biz geleceği geçmişin üzerine inşa edeceğiz. Yüzyıllık bir kültür birikimini hiçe saymak, yadsımak değil onu özümleyip aşmak istiyoruz, öztürkçecilik bu olanağı ortadan kaldırdı. Kültürümüz 1925’ten başlıyor adeta. Ben sözcük yasağına karşıyım. Fakat öztürkçeci olduğum için değil, tüm yasaklara karşı olduğum için. öztürkçe’ye gelince bugün Türkiye’n insanlar hangi dili konuşuyorlarsa ben de onu konuşurum ve bunun ‘öz’ olup olmadığı beni hiç ilgilendirmez. Bir gün belki ‘uygulayım bilim’ diye yazacağım, fakat bugün herkes ‘teknoloji’ dediğine göre benim de bu sözcüğe bir itirazım yok.


Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 3

Emperyalizm ile yeni bağlantılar Son haftalarda Özal’ın ard arda yaptığı gezileri hep birlikte izledik. Karşımıza kimi kez beyazlar, kimi kez de siyahlar içinde çıktı. Özal’a “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” demek içimizden gelmiyor. “Gördüklerin senin olsun, yediğin herzeleri anlat” demek daha doğru. Özellikle ABD ve Federal Almanya’da söyledikleri üzerinde duralım. Her iki ülkede de Özal’ın hedefi yabancı sermayenin Türkiye’ye daha fazla gelmesi idi. Bu nedenle özellikle Türkiye’nin kendi içinde siyasi istikrara kavuşmuş olduğunu vurguladı. Ancak bu ifadenin var olan durumun tersini yansıttığını cümle alem biliyor. Ayrıca verdiği demeçlerde “bizde politik tutuklular yoktur” sözünün ardından “..bizde hapse atılanlar komünist ajitatörlerdir; eğer birisi ‘komünistim’ derse hapse atılır” diyordu. Ortadirek ne oldu? sorusuna ise büyük bir yüzsüzlükle “... biz iktidara geldiğimizden bu yana işçi ve memurların maaşlarını hep enflasyon düzeyinin üstünde tuttuk ‘ yanıtını veriyordu. Bu söylenenleri yorumlamak aslında gereksiz. Çünkü okuyucu söylenenlerin gerçeği ne denli yansıttığını biliyor. Keza Özal’ın Avrupa ve Amerika’daki müttefikleri de bunun farkında. Ancak onları asıl ilgilendiren Özal’ın taşeronluğunu iyi yapıp yapmadığı. Sık sık “Türkiye her şeyden önce 50 milyonluk nüfusu ile bir pazardır” sözünü eden Özal’ın başarısız bir taşeron olduğu ise söylenemez. Birçok şeyin yanında Özal Regan’a, ABD’nin Akdeniz’de seyreden gemilerinin ve özellikle 6. Filo’ya ait gemilerin bakım ve onarımının Türkiye tarafından yapılabileceğini de söyledi. İşte bu noktanın üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü bu aslen ticari değil, siyasi ve askeri bir öneridir. 6. Filo’yu Türkiye ve Ortadoğu halkları yakından tanırlar. Eskiden İstanbul’u sık sık ziyaret ederdi, geçtiğimiz yıl Lübnan’ı ve Filistinlileri bombaladı. Ve Filo’da yüzer üs olarak adlandırılan uçak gemilerinden bir adet

Cevdet HARMAN

vardır. Bunlardan her biri 5000 asker ve 80’e yakın savaş uçağı taşırlar. Bu uçaklar atom başlıklı ve klasik füzelerle donatılmışlardır. Hemen hatırlatalım, böylesi bir uçak gemisinden havalanan ABD savaş uçakları, Vietnam’ a birkaç gün içinde 100 binlerce bomba yağdırmışlardır. O zamanki ifadesi ile Vietnam’ın üzerine bombalardan oluşan bir halı örtmüşlerdi. Yani sadece 6. Filo bile Akdeniz’in veya Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesini yerle bir edecek silah potansiyeline sahiptir. Daha önemlisi ise ABD ve NATO’nun Güneybatı Asya olarak adlandırdığı, Ortadoğu’yu da içeren planlardır. Bilindiği gibi ABD ve NATO bu bölgeyi ‘kendi çıkar alanı’ olarak belirlemiştir. ABD savaş bakanı Weinberger’in “özellikle kapsamlı savaş birliklerimizi Avrupa ve Güneybatı Asya’ya gönderme yeteneğimizi geliştirmekle ilgileniyoruz.” şeklindeki ifadesi de ne tür hazırlıklar içinde bulunduğuna işaret etmektedir. ‘Çevik saldın gücü’ adındaki birlikler 1980’den bu yana gerek ABD’de, gerekse Ortadoğu’da sürekli manevralar yapmaktadır. Keza ‘çevik saldırı gücünü’ Güneybatı Asya’nın çeşitli bölgelerinde yönlendirmekle yükümlü “Amerikan Merkez Komutanlığı” 1983 başında kurulmuştur. Bu komutanlığın emrindeki güçlere ( 300 bin kişi ) ilişkin bazı sorunlar vardır. Her şeyden önce Ortadoğu ve Arap yarımadasının iklim ve coğrafi koşullan, gerek canlı gerekse cansız silahlar için son derece elverişsizdir. ‘Çevik saldırı gücünün’ askeri donanımı henüz uzun müddet bu bölgelerde savaşabilecek kadar geliştirilmemiştir. Bu aşamada düşünülen, görece küçük hızlı hareket edebilen ve atom silahları ile donatılmış birliklerin bölgeye gönderilmesidir. Bunun ötesinde ABD savaş bakanlığı ‘çevik saldırı gücünün’ savaş ve işgal yeteneğini o bölgenin iklim koşullarına uygun olarak geliştirmek için milyarlarca dolarlık yatırım

yapmaktadır. Savaş ve işgal yeteneğinin geliştirilmesi üç ayrı düzeyde ele alınmaktadır. Birincisi, geniş hareket yeteneğine sahip hafif kara Dirlikleri. İkincisi, ayaklanmalara karşı savaşan özel birlikler (örneğin yeşil bereliler, anti-gerilla gruplan, ani saldırı ve sabotaj birlikleri vs.). Üçüncüsü, gelişkin uçak ve çıkartma gemilerine sahip deniz saldırı birlikleri. Deniz saldırı gücünün artırılmasına ilişkin çalışmalar son yıllarda artan bir hızla sürmektedir. Özal’ın Reagan’a gemilerin bakımı ve onarımı teklifini bunlardan habersiz yaptığını düşünemeyiz. Tam tersine. İş bununla bitmiyor, aksine başlıyor. Özel birliklerin geliştirilmesinin yeniden gündeme gelmesinin ise Sovyetler Birliği ile pek ilgisi yok. ABD savaş bakanlığı yakın gelecekte bağımlı çevre ülkelerin askeri güçleri veya o ülkelerdeki devrimci güçlerle karşı karşıya gelineceğini hesaplamaktadır. Nitekim son yıllarda bu hesabın pek de yanlış çıkmadığı dünyanın çeşitli bölgelerinde görüldü, (bkz. Lübnan, Grenada, Nikaragua). Bu nedenle 1985 yılında bu alandaki çalışmaların arttırılmasına karar verildi. İşgal ve saldırı güçleri taşın-malan sırasında yolları ve bölgeye yakın kalabilecekleri, silahlarını depolayabilecekleri yerlere gerek duymaktadır. İşte bu noktada devreye bir NATO üyesi olan Türkiye girmektedir. Türkiye dışındaki askeri üslerin en yakınının saldırı bölgesine uzaklığı 1500 Km. iken, bu mesafe Türkiye’ den 450 Km’ye inmektedir. Hatırlarsak geçtiğimiz yıllarda Türkiye hükümeti çevik saldın gücüne yardıma pek yanaşmaz görünüyordu. Bu sorunun NATO’da halledilmesi gerektiğini dile getiriyordu. Bu aslında kulağını tersten göstermekti. Ama sonuçta kulak yine tutuldu. Önce Federal Almanya, ABD ile bir

anlaşma yaptı. Buna göre kriz veya savaş anında, Alman askerleri ( 90 bin kişi ile ) Almanya’daki Amerikan askerlerinin görevlerini üstleneceklerdi.. Ardından Fransız ve İngiliz birlikleri İran’ın Hürmüz Boğazı”nı kapamasını engellemek amacıyla, buraya ABD ile birlikte savaş gemileri gönderdiler. Ardından Aralık 84’de NATO’nun en yüksek organı olan bakanlar konseyi toplantısında alan dışı konular başlığı altında şu ifadeye yer verildi: “... Antlaşma alanı dışında kuvvet konumlandırılmasını kolaylaştırabilecek durumda olan müttefikler, ulusal makamların kararlarına bağlı olarak kolaylıklar sağlayabilirler.” Üstelik bu çeşit kolaylıklar ilk kez sağlanmıyor: 1958’de ABD’nin Lübnan çıkarması İncirlikten başladı, 1960’da Sovyetlet Birliği’nde düşen U-2 casus uçağı İncirlikten havalanmıştı. Geçtiğimiz yıl ABD, Lübnan çıkarması sırasında yine İncirlikten yararlandı. Görüldüğü gibi Adana İncirlik Hava üssü, ABD ve NATO stratejisinin savaş ve askeri planlarının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Reagan Özal’a “İncirlik üssünde bize gösterdiğiniz kolaylıklardan dolayı size teşekkür ederim” derken böylesi yardımların devamını dilemekte idi. Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmeler artan bir hızla emperyalizmin saldırganlığına işaret ediyor. İnanılmaz ölçülere varan silahlanma harcamaları ve insanlığı kolaylıkla yok edebilecek silahların yapımı bunun bir göstergesi. Türkiye’ye ise bu hazırlıklarda coğrafi konumu ve bir NATO üyesi olması nedeni ile özel görevler düşmektedir. Özal’ın teklifinin askeri ve siyasi önemi bu bağlam içinde ortaya çıkmaktadır. Kamuoyu böylesi adımlarla şekillendirilmektedir. İnsanların böylesi adımları ve saldırgan eğilimleri yadırgamayacakları bir ortam hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle NATO’ya, ABD üslerine ve emperyalizmin savaş hazırlıklarına karşı örgütlü mücadele etmek en yakıcı görevlerden biri haline gelmiştir.


Sayfa: 4

SOSYALİST İŞÇİ

Sayı: 14

“Yeni dönem” gelişmeye devam ediyor

Sosyalist İşçi 10 sayısında “yeni bir dönemin” başladığına işaret ediyor ve dikkatimizi yeni görevlere çekiyordu. O günden bu yana ‘yeni dönem’ olgunlaşmaya devam ediyor. Özellikle Nisan-Mayıs ayları birçok bakımdan “dönemin” özelliklerini taşıyan gelişmelere şahit oldular, oluyorlar. Birincisi, hayali ihracat olayının ayyuka çıkması ve ekonomik anlamının tartışılmaya başlanması şu sonucu doğurdu: 1980’den sonra yaşanan “ihracat patlaması” büyük ölçüde abartılmıştı. % 30 oranında daha az düşünülmeliydi. Bu, Özal’ın en önemli propaganda aracını elinden alıyordu. Enflasyon oranı artmaya devam etti. Yani kısaca dönemin özelliği olan ekonomik durgunluk gittikçe yerleşmeye başladı. Ekonomik durgunluğun yerleşmesi aynı zamanda politik arenada da önemli gelişmelerle çakıştı. Bu gelişmelerin işaretlerinin henüz zayıf olması kimseyi şaşırtmasın, tereddüte düşürmesin. Önemli olan nereye doğru evrimleşecekleridir. Bizce git-

Behçet TOPRAK

tikçe daha belirgin ve vurgulu hale gelecektir bu işaretler. Bu ayın en önemli siyasi olayları, ANAP Kongresi ve Yazar’ın DYP’ye kesin olarak başkan adayı olmasıdır. ANAP Kongre öncesi tam bir gruplar arası savaş alam görüntüsü sergiledi ve faşist MHP kesimi hırçın ve müdahaleci tavrı ile özellikle öne çıktı. Bu sırada Türkeş’in serbest bırakılması ise bu kesime doğaldır ki can kattı. Tam bu sırada da Özal ABD gezisini yapıyor ve aklı sıra eleştirilerden kaçarak diplomasi zaferleri ile yerini pekiştirmeye çalışıyordu: “ABD beni tutuyor” diyordu adeta ve Özal destekçisi bir gazete “Reagan ve Özal dost oldu” diye yazıyordu. Kongreden önce Özal ANAP içindeki bütün kesimlerle sık sık görüştü. Sonunda kendi listesini ileri sürdü. Kongrede ise MHP telaşla bu listeyi delmeye ça-

lıştı. İddialara göre pek başarılı olamadı ama ANAP artık gruplar arası uzlaşma üzerinde duran bir parti olarak vaftiz edilmişti. Kongre var olanı, üzerinde spekülasyon yapılanı, gerçek olarak gözler önüne serdi. Türkiye burjuvazisi için, bu, dikkatle değerlendirilmesi gereken bir durumdu. Daha kongreden çok önce bazı işaretler gelmeye başlamıştı. TÜSİAD’a Özal’ın açıkça istemediği birisi; Şahap Kocatopçu seçilmişti. Odalar Birliği’ne ise Yazar’ın yerine yine Özal’ın desteklediği adaydan bir başkası, yeni bir “Yazar” seçilmişti. Kongreden bir gün önce ise TÜSIAD açıkça Özal’ı eleştirerek “yoğurt yiyişini beğenmediklerini” ifade ediyorlardı. Yani, yönetim şekli kusurlu bulunuyordu. Bürokrasi konusunda da eleştiriler vardı. Şimdi, Özal, keskin bir bıçak üzerinde yürümeye başladı. Sırf kendi çabası ile burada daha uzun kalabilir mi? Bu

Türkeş’in tahliyesi ve toplumdaki politikleşme R. KASIM Faşist lider Alparslan Türkeş tahliye oldu. Avukatlarının hemen her duruşmada ileri sürdükleri tahliye talebi, farklı bir gerekçeyle de olsa mahkeme heyeti tarafından sonunda kabul edildi. Yeterli delil toplandığı ve artık suç delillerini yok edemeyeceği gerekçesiyle Türkeş serbest bırakıldı.. Türkeş’in cezaevinden çıkması, faşistler tarafından coşkuyla karşılandı ve bu olayı bir gövde gösterisine dönüştürdüler. Açık ki, Türkeş’in tahliyesinin hukuki gerekçesi göstermelik ve bu olay siyasi, bir nitelik taşıdığından gerçek nedenleri de siyasi. MHP gibi bir siyasi cinayet, hatta toplu katliam örgütünün en üst yetkilisinin, liderinin serbest bırakılmasının geçerli hiçbir hukuki gerekçesi olamaz. Dolayısıyla bu olay mevcut siyasi gelişmelerle bağlantısı içinde değerlendirilmelidir. İlk bakışta bu olay Türkeş’in faşist olduğu için serbest bırakılması, rejimin özel olarak faşistleri koruması olarak değerlendirilebilir. Böyle bir değerlendirme belki rejimi faşist olarak niteleyenler tarafından benimsenebilir. Oysa somut gerçek böyle kaba bir değerlendirme ile açıklana-

bilir olmaktan hayli uzaktır. Cuntanın da, bir bütün olarak oligarşinin de son derece nefret ettiği MSP yöneticileri, DİSK yöneticileri vb. daha önceden tahliye olmuşlardır. Dolayısıyla faşist liderin tahliye edilmesinin asıl önemli nedeni siyasi hareketliliğin artmasında yatmaktadır. Türkeş’in serbest bırakılması, baştan çok dar sınırlar içinde olmasına izin verilmiş olan siyasi faaliyetlerin bugün giderek yükselmiş olduğu bir düzeye tekabül etmektedir. Bu anlamda faşist lider Türkeş’in serbest bırakılması olayının dikkati çekmesi gereken önemli noktalardan birisi, siyasi hareketliliğin bugün ulaştığı düzey ve giderek daha da yükselme eğilimidir. Bununla birlikte dikkat edilmesi gereken diğer nokta ise, faşist hareketin bu koşullarda sahip olduğu avantajlar ve bunlardan yararlanarak hızla güçlenmesidir. Rejimin mutfak anlamda faşistleri korumadığına, yani yalnızca faşistleri faşist oldukları için korumadığına değindikten sonra, bunun nispi anlamda doğru olduğuna ve faşistler lehine bir eşitsizlik olduğuna işaret etmek gerekiyor. Mevcut hukukun mantığı içerisinde de devleti savunanlarla devlete saldıranlar eşit değildir. Dolayısıyla

benzer somut eylemleri yüzünden yargılanan faşistlerle solculara farklı ceza maddeleri uygulanmakta ve son derece farklı cezalar verilmektedir. Sol eğilimli yayınlar kolaylıkla “suç” işlerken, faşist yayınlar rahatlıkla meşruiyet temelinde kalabilmekte, yasal olarak sürekliliklerini koruyabilmektedirler. Bu koşullar sol hareketin büyük ölçüde dağıtılmasına neden olurken faşist hareketin gelişmesine ciddi bir darbe vurulmamaktadır. Bu durumda karşısında önemli bir engel bulunmayan faşist hareket yüksek avantajlara, gelişme olanaklarına sahiptir ve bu olanaklarından da yararlanmakta, güçlenmektedir. Görüldüğü gibi, Türkeş’in serbest bırakılması, siyasi hareketliliğin faşist hareket lehine bir eşitsizliği de içinde taşıyarak yükselmesine denk düşmektedir. Bu koşullar, sol doğrultudaki, demokratik doğrultudaki siyasi faaliyetleri bir yandan zorlaştırırken, aynı zamanda daha da adileştirmekte ve gerekli kılmaktadır. Bu doğrultudaki faaliyetlerin güçlü, başarılı ve kalıcı olabilmesinin ise işçi sınıfının siyasi örgütlenmesine, komünist hareketin yaratılmasına bağlı olduğu perspektifimiz açısından açık bir gerçektir.

şüpheli ama sosyal olayların gelişme hızımda tespit etmek doğrusu eldeki veriler ile henüz çok zor.

Bir diğer önemli olay, Yazar’ m DYP’ye girmesi ve başkan adayı olmasıydı. Ama Yazar’ m başında önemli bir sorun vardı. Demirel bir türlü Yazar’ı benimsemiyordu. “Beyefendinin” veya “Bir bilenin” bu tavrı şöyle açıklanıyordu: Yazar “davaya” inanmıyordu. Cuntaya yakındı ve başlangıçta da Demirel’den ve AP’den değil, Cuntadan yana tavır almıştı. Odalar Birliği Başkanlığından ayrılmadan Evren tarafından ziyaret edilmiş olması da anlamlıydı. Böylece DYP olayına Cunta parmağı bulaşıyordu. Bir diğer ve en az yukarıdaki kadar geçerli olan açıklama ise şu: Demirel Yazar’ın gücünün farkındadır ve onaylamayarak onu devre dışı bırakmaya çalışacaktır. Bu hesap çarşıya uyarsa ne ala, ama uymazsa, Yazar Demirel”i kolay kolay affetmez sanırız. Yazar DYP başkanı olursa Demirel’e de yarın bir Karamanlis olma hayalinden başka bir şey kalmayacaktır. Bu konu büyük ölçüde 14 Mayıs’ta belli olacaktır. Ayrıca yakında DSP’de kurulacaktır. Böylece siyaset sahnesinde yeni partiler ve eskinin hemen tüm partileri karşı karşıya gelecektir. Anlaşılan ise bu sefer bitpazarına nur yağacağıdır. Ekonomik durum, ANAP kongresi, Yazar olayı ve TÜSİAD’ın Özal’ı eleştirmeye başlaması ve CuntaYazar ilişkisi, senaryoları sevenlere bol malzeme sağlıyor doğrusu. Ama şurası açık ki tekel dışı burjuvazi ile ANAP arasındaki kopuş tekelci burjuvazinin de önemli bir kısmını kapsayacak hale gelirse ANAP’ın hükümet etmeye devam etmesi olanaksız hale gelecektir. Dün böyle bir gelişme olabilir dediğimizde alternatif yok diyenlerde her halde alternatiflerin yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığını görmektedirler. Bu alternatiflerden hangisinin en güçlü olduğuna bugün sadece el yordamı ile satır aralarını okuyarak tahmin etmekten başka bir olanağa sahip değiliz. Lafı temcit pilavı gibi işçi sınıfına getirmek istemiyoruz ama şurası da açık ki bu sınıfın kıpırdanışlarının artış hızı yukarıda tasvir edilen sürecin hızını belirleyecektir. Zira burjuvazinin ayağındaki en büyük ve ızdıraplı nasır budur.


SOSYALİST İŞÇİ

Sayı: 14

Eğitim, devlet ve gençlik H.AYDIN Eğitim, her geri bıraktırılmış ülkenin olduğu gibi Türkiye’nin de önemli bir sorunudur. Ancak hemen şunu eklememiz gerekir ki, eğitimsizliğin tek nedeni yoksulluk değildir. Bu sorunun çözülmesinde özellikle devlet politikaları belirleyici öneme sahiptirler. Eğitim sorununu çözmenin çok para gerektirdiğini biliyoruz. Bugün bir okul açmak milyonları gerektirir, öğretmenler yetiştirmek, ders malzemesi almak gene milyonları gerektirmekte. Ne var ki, böyle bir yatırım toplumun yararına olan bir yatırımdır. Daha açık söylemek gerekirse, halktan toplanan vergilerin “teşvik primi”, “vergi iadesi” ve benzeri adlar altında holdinglere aktarılması yerine gene halkın yararına olan alanlarda kullanılmasıdır. Ayrıca da, her hükümetin azami ölçüde yapması gereken bir yatırımdır. Halk tarafından seçildiği iddia olunan parlamenterlerin ve onlardan oluşan hükümetin görevlerinden biri değil midir bu yatırımların yapılması? Ancak günlük yaşamımızda gördüğümüz bunun tam tersidir. Yani halkın yararına yatırımlar alabildiğine azalırken, sermaye şirketlerine ve holdinglere en geniş destek verilmektedir. 1968 yılından bu yana hükümetlerin eğitim politikaları incelendiğinde de bu tespite uygun bir gerçeklik oldukça açık bir şekilde gözlerimiz önüne serilmektedir. 1968 yılında Türkiye’deki toplam kamu yatırımları içinde eğitime ayrılan pay %12,4 iken bu oran 1982 yılında %4,3’e düşmüştür. 1977-78 ders yılında ilkokul çağındaki bütün çocukların okula kavuşması amaçlanmışsa da 763.000 çocuk okula gidememiştir. Yoksul bölgeler söz konusu olduğunda ise eğitim alanında büyük dengesizliklerin olduğu gözükür. Örneğin Van ilinde ilkokula devam eden çocuklardan yalnızca %2,7’si kız öğrenci iken bu oran İstanbul’da %48’e ulaşmaktadır. 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı oldukça iyimser bir yaklaşımla hazırlanmıştır. Gene de her şeye rağmen iyimserlik şu gerçekleri gizlemeye yetmiyor: Yaygın eğitim, açık öğretim ve benzeri dahil tüm yüksek öğrenim kurumlarında 1989 yılında okuma olanağını 4 milyon 380 bin gençten en iyimser öngörüyle yalnızca 526 bini, yani %12’si elde edebilecektir. Bu gençlerin 4 milyonu, diğer bir deyişle her 50 çocuktan 44 tanesi yüksek öğrenim aşamasına gelemeden elenecek ve iyimser bir tahminle yalnızca 6 tanesi bu düzeyde bir eğitime devam etme olanağını elde edebilecektir. Bu arada sormamız gereken bir diğer soru da bu 50 öğrenciden şanslı 6’sının toplumun hangi kesimlerin-

den gelmekte olduğudur. Acaba işçi sınıfından bir çocuğun bu 6 kişiden biri olma şansı ne kadardır? Robert Kolej, Saint Joseph, Galatasaray, Alman Lisesi vb. liselerden mezun olan öğrencilerin üniversiteye girme şansıyla herhangi bir devlet lisesi mezununun üniversiteye girme şansı karşılaştırılabilir mi? Bugün egemen güçler yalnızca işçi haklarına saldırmak, demokratlara baskı ve terör uygulamak, yoksul halkı kırmakla yetinmeyip bunlara uygun ideolojiyi de üretmektedirler ve pratikte birçok önlemler almaktadırlar. Bunların en önemlileri ise Yüksek öğretim Kurumu (YÖK)’ün oluşturulması ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın aynı bakanlık çatısı altında birleştirilmesidir. Şüphesiz gençlerin kendi demokratik örgütlerini önleyen yeni yasalar (özellikle yeni dernekler yasası) ve siyasal yaşama katılmalarına izin vermeyen uygulamalar (oy verme yaşının 21 olması, siyasal partilerin bünyelerinde gençlik örgütlerinin oluşturulmalarının yasaklanması) daha az önemli değildir. YÖK’ün üniversitelerdeki anti demokratik uygulamaları, tüm demokratların tasfiyesi, özerk bilim kurumlarının birer kışlaya çevrilmesi hepimizin bildiği şeyler. Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde generallerin direktifiyle oluşturulmaya çalışılan Gençlik Kulüpleri Federasyonu ise fazlaca kamuoyuna yansımamasına rağmen YÖK uygulamalarından daha az önemli değildir. Bu federasyonun amacı Türkiye’deki tüm dernekleri bünyesinde toplayarak demokratik gelişmelere izin vermemektir. Son günlerde gazetelerden izleyebildiğimiz kadar bu ideolojinin devamı olan pratik uygulamalar da oldukça sıklaştı. Trabzon’da pastane ve kafeteryalarda oturan gençlerin polis ve Milli Eğitim yetkililerinden oluşan devlet güçlerinin “ortak harekâtı” ile toplanarak ailelerine teslim edildiklerini Cumhuriyet’te okuduk. Ertesi günkü gazeteler ise yetkililerin bu “toplama harekâtı“nı gençleri koruma (!) adına yaptıklarını öğrendik. Gene aynı günkü gazetede Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı’nın Darwin’in Evrim Kuramı’na savaş açtığını okuduk. Gerekçesi ise oldukça ilginç: “Tek taraflı ve ısrarlı savunulmasının ardında teorinin maretyalist felsefeye alet edilme gayretlerinin yattığı”. Birkaç gün sonra gazeteler çok daha anlamlı bir haber veriyordu: “Dert anlatmak isteyen 14 öğrenci tutuklandı.” Türk halkının temsil edildiği iddia edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Halkçı Parti’nin iki milletvekili tarafından davet edilen 14 öğrenci “toplu eylem” yapmak suçundan sıkıyönetim yetkililerince tutuklanmışlardı. Bu konuda HP milletvekili Cüneyt Canver’in söyledikleri hiçbir yoruma gerek bı-

rakmıyor: “... Partimizin çağrılısı olarak TBMM’ye geldiler diye tutuklanıyorlar ise, işverenler, sanayiciler, müteahhitler tüm özel sektörün bol paralı temsilcileri Meclis’ten çıkmadıklarına göre ne zaman tutuklanacaklardır?” Kitapların toplatıldığı, iki milyon kitabın hiçbir mahkeme kararı olmadan keyfi olarak dağıtılmasının engellendiği, düşünmenin dahi suç olduğu bir ortamda devlet görüldüğü gibi tüm olanaklarıyla düşünmeyen, örgütlenmeyen, eleştirmeyen, edilgen bir gençlik yaratmak çabasındadır. Gençlerin bugün içinde bulundukları ikilem ya bu sistemin istediği gibi tüketici ve edilgen olmak, dolayısıyla video klüplerinin en iyi müşterileri, pop dergilerinin başlıca okuyucuları olmak. Veya tüm bunları kırarak demokratik haklarını elde etmek için mücadele etmektir. Gençlik Yılı’nda

Sayfa: 5

barışın terörle sağlanmış bir ‘huzur’ olarak dikte ettirildiği, holdinglerin gençler için sanat etkinlikleri düzenlediği ve gençlerin en doğal taleplerinin dahi ‘zararlı olabilir’ gerekçesiyle önlendiği, büyüklerin onlar için her şeyi düşündüğü (!) bir ülkenin gençlerinin sessiz kalmak için çok nedenleri var diye düşünülebilir. Ancak tüm bu olumsuz koşullara rağmen gençlerin yapacağı, yapması gereken çok şey var. Her şeyden öteye de demokratik kurumlarını tekrar oluşturmak sorunları önlerinde duruyor. Devletin kontrolü altındaki etkinliklere katılma yerine kendi örgütlerini inşa etmeye başlamaları gençlerin kendi kimliklerini koruyabilmeleri bağlamında ilk adımdır. Bu ise kendi sorunlarının bilincinde olmalarını gerektirmektedir. Türkiye’deki gençlik ise kendi sorunları ve talepleri uğruna mücadele verebilmesine yardımcı olacak geleneklere sahiptir. Tüm gençler kendi demokratik örgütlerini oluşturmak için mücadele etmelidir.

Genç işçilerin ve kalfaların çilesi

Günümüzde işçilerin yoğun olarak bulunduğu yerlerden biri de küçük sanayi siteleridir. Bu belirlemeyi yaparken şu noktadan hareket ettim: artık eskisi gibi bu işletmelerin her biri farklı farklı yerlerde değildir.. Devlet politikası olarak, artık her şehirde yeni sanayi siteleri kurulmakta, dağınık olan işyerleri yavaş yavaş yok olmaktadır. Böylelikle, küçük işyerlerinden oluşan büyük bir fabrika meydana gelmektedir. Böylesi küçük işletmelerde çalışan yüzlerce, binlerce işçi büyük fabrikalar için genç işçi ve kalfalar olarak yetiştirilmektedirler.

Genç işçiler ve kalfalar çok kötü şartlarda çalışmakta, işverenler ve kıdemli ustalar tarafından dövülmekte, horlanmakta, özel işlerinde kullanılmaktadırlar, işveren ve çevresi tarafından genç işçi ve kalfalara, “siz buraya para kazanmaya değil meslek öğrenmeye geldiniz” propagandası yapılmakta ve bu mantıkla iliklerine kadar sömürülmektedirler. “Meslek öğretiyoruz’ maskesi altında kalfalara köleler gibi davranılmakta, işverenlerin çarşı-pazar işleri de gördürülmektedir. Aldıkları ücret ise çok komiktir. En yetkin kalfaların ücretleri 4-5 bin lirayı geçmemektedir. Günlük yaşamlarında işverenlerce sürekli horlanmakta, aptal oldukları söylenmekte, hatta dövülmektedirler. Çalışma saatleri günde 9 - 9.5 saattir ve cumartesi günleri de tam gün çalıştırılmaktadırlar. Böyle olmakla haftalık çalışma süresi 54 -

60 saat arasında değişmektedir. Hastalık ya da iş kazası geçirdikleri zaman vizite kağıdı verilmemektedir. İş kazalarının temel nedenleri “aman işimiz yetişsin dene olursa olsun” mantığından kaynaklanmaktadır. Hem ehliyetsiz ve hem de kötü, eski makinelerde çalışılmakta, iş güvenliği sağlanmamaktadır.

Bölge Çalışma Müdürlüğüne başvuran işçilere Müdürlük bir dilekçe ile başvuruda bulunmasını söylemekte, “iş güvencemiz” dendiğinde ise “ne yapalım” demektedirler. Oysa ki, Bölge Çalışma Müdürlüğü memurları bu işyerlerinde denetim yapmak zorundadırlar. İşçilerin, böylesine ilkel koşullarda çalıştırıldığı, iliklerine kadar sömürüldüğü yerler olmasına rağmen örgütlenilmesi çok zor olan bir alan. Nedeni ise, işletmelerin belli bir alanda toplanmış olmasına rağmen işçilerin üretim sürecinde birlikte olmamaları ve proletaryanın siyasal olarak en geri kesimini oluşturmalarıdır. Ancak sosyalistlere düşen görev, bu alanlarda çalıştıkları müddetçe genç işçi ve kalfalarla yakın ilişkiler kurmak, onlara en azından yasalarda yazılı bir takım hakları olduğunu anlatmak, demokratik bilinci yerleştirmek, aralarındaki ilerici-devrimci genç işçi ve kalfaları bir araya getirmek sorunlarını tartışmak olmalıdır. .Bir grup isçi adına T. ÖMER


Sayfa: 6

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

İki okuyucu mektubu üzerine Behçet TOPRAK

1. bazı sayılar Yoldaşlardan aldığımız mektuplar arasında Türkiye’de sosyal sınıfların konumları, birbiri karşısındaki durumları ve nüfus içindeki yerleri hakkında çeşitli bilgiler isteyenlere de sıkça rastlıyoruz. Önce şunu belirtelim, bu konu gazete sayfalarında ele alınamayacak kadar karmaşık. Bu zorluk sadece burjuvazi tarafından hazırlanan istatistiklerin bizim aradığımız bilgileri kolayca açık etmemesinden kaynaklanmıyor. Konuya ilişkin birçok teorik sorunun da aydınlatılması gerekiyor. İşçi sınıfının sınırlarını saptamak, orta sınıfların ve özellikle küçük burjuvazinin kimleri kapsadığına karar vermek bir yandan, kırsal ilişkilerin üzerinde yükselen sınıf yapılarını tarif edebilmek diğer yandan ortaya çözülmesi oldukça zor problemler koyuyor. Hala birkaç arkadaşımız konunun teorik ve istatiksel yanları üzerinde çalışmaktadırlar. Sosyalist Tartışma’nın önümüzdeki sayılarında bu çalışmaların sonuçlarını peyderpey sunmaya başlayabileceğimize inanıyorum. Benim burada yapmak istediğim en son (1980) Nüfus Sayımı Hane Halkı İstatistikleri’nin sonuçlarını en geniş hatlarıyla özetlemektir. Bunlar Türkiye’ de sosyal sınıfların konumu hakkında en kaba (ve bu anlamda da bilimsel değeri düşük) bilgiler verebilirler, ama hepsi o kadar. Nüfus Sayımı’na göre kır ve şehir nüfuslarının dağılımı şöyle: 1980 yılında nüfusun %43’ü şehirlerde, %57’si ise kırlarda yaşıyor. 1970’te ise bu sayılar %37 ve %63 idi. Demek ki, 1970’te 1980’e şehirleşme daha da ilerlemiştir. Ayrıca şehirleşme hızında da az da olsa bir artış vardır. 1960-70 arası şehir nüfusu %15 artmış iken, 1970-80 arasında bu artış %16’dır.

12 yaşından daha büyük ve ekonomik olarak faal nüfusun dağılımına göre bu grubun %6’sını “memurlar” ve “hizmet işçileri” oluşturuyor. Sanayide çalışan işveren ve idareci grubunun dışında kalanlar, yani işçiler ise %20’yi oluşturuyor. Tarımda çalışanlar ise ekonomik olarak faal nüfusun %58’ ini oluşturuyorlar. Yalnız bilindiği gibi kırsal nüfus çeşitli büyüklüklerindeki tarım işletmelerinin mülkiyetine sahip veya çalışıyorlar. Bu yüzden bunları gruplandırmak oldukça zor. Hele bölgesel farklılıklar, ürün çeşidi de bu işe karışınca sorunu çözmek iyice zorlaşıyor. Örneğin, 10 dönüm çay veya portakal üretilen toprağa sahip köylü ile 10 dönüm toprağa sahip buğday üreticisini aynı kaba koymak mümkün değil. Gene çok genel bir yaklaşımla ve esas olarak tarım üretimini temel alırsak kırsal nüfusun %75 ile %80 kadarının 100 dönümden ufak topraklarda çalıştığını söyleyebiliriz. Bu işletmeler ise, ekili alanın sadece %35 ile %40’ını kapsamaktadır. Tarım işçileri hakkında bilgi almak oldukça zor. Genel olarak istatistikler tarım işçiliğinin çok yaygın olmadığını gösteriyor. Diğer bir deyişle hiçbir toprağa sahip olmayan ve işgücünü satarak yaşayanlar tarımsal nüfusun çok az bir kısmını oluşturur gözüküyorlar. Ama mülk sahibi olup ta aynı zamanda “mevsimlik işçi” veya “gündelikçi” olanlar 10-13 milyon kişi kadardır. Bunların büyük bir kısmı 5-999 dönüm arasındaki işletmelerde çalışmaktadırlar. Bu aralık içinde 50 dönümden ufakları birbirlerinin topraklarında çalışan küçük işletme sahibi köylüler olarak ta düşünmek mümkün. Gerçek kapitalist anlamda işçi çalıştıran işletmelerin 100-999 dönüm arası işletmeler olduğunu düşünebiliriz. Çalıştırılan işçi ve uzun çalışma oranına bakarsak (toplam çalışma zamanı/toplam işçi sayısı) bunun en yüksek 15 gün ile 400-200 dönümlük işletmelerde yoğunlaştığını görüyoruz. Bu aralıkta ise 1,8 milyon kişi çalışıyor. Toplam olarak 7 ile 8 milyon kişi 50 dönüm ve daha büyük işletmelerde çalışıyorlar. Modern ücretli işçi grubuna girenleri bunların arasında aramak

gerekir, ama bu istatistiklere bakarak gerçeğe kabul edilebilir bir yakınlıkta bir bilgiye sahip olmak imkansız.

2. ücretler ve fiatlar Burjuva sınıfının ekonominin nasıl işlediğine dair kendi görüşleri vardır. Çoğu zaman biz işçilerin hayat tecrübelerine son derecede ters düşen, yaşam içinde her gün yanlışlığı yeniden tanıtlanan bazı iddiaların burjuva basını tarafından utanmadan mutlak gerçekleşmişçesine ileri sürüldüğünü şaşkınlıkla görürüz. Hele hele aklın yolu birdir atasözünü düşündüğümüzde hayretimiz daha da artar. Görürüz ki, aklın yolu bir değil, iki, bazen de üç dörtmüş. Üstelik herkese göre kendi görüşü doğru ve akim yolu bir olduğu için öbürleri de yanlıştır. Toplumun ekonomik ve dolayısıyla politik çıkarları birbiriyle çelişen sınıflardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda ise bu hayretimiz kaybolur ve yerini kavrayışa bırakmaya başlar. Farklı sınıf çıkarları olanlar için “akıl“ın yolu başka başkadır. Çünkü akıl” bizzat sınıf çıkarları tarafından belirlenir. İşte bu yüzdendir ki, burjuva sınıfının ileri sürdüğü “gerçeklerin” işçi sınıfının gerçekleri ile çeliştiğini görmek bizi şaşırtmamalıdır. Hayatı her sınıf kendi nesnel çıkarlarının süzgecinden (ve ideolojisinden) geçirerek yorumlar. Bu, aynı zamanda egemen sınıflar açısından nesnel gerçeğin —toplumun sınıflara bölünmüş olduğunun— gizlenmesini de amaçlar. Ücretlerimiz düşerken, birileri çıkıp “ücretler artarsa fiyatlar da artar” diyorsa, “yok yahu ücretler düşüyor ama fiyatlar gene de artıyor” demek belki de yeterlidir. Ama olup biteni etraflıca ele alarak ücret-fiyat ilişkisi altında tüm toplumun sırrını bir kere daha ortaya çıkarmak ve burjuva sınıfının yalanlarını teşhir etmek de görevimizdir. Bu bağlamda konuya daha etraflı cevaplarla yaklaşmak gerekir. Geçen ay bir işçi yoldaştan gelen mektup bu ihtiyacı dile getiriyor ve şöyle yazıyordu: “Bütün fabrikalarda, irili ufaklı işyerlerinde, bütün patronların işçilerin fazla ücret talebinde bulunmamaları için ve bu doğrultudaki mücadeleleri kırmak için bu(ücretle fiyat ilişkisiB.T.) propaganda silahı ile işçilere saldırdığı biliniyor. Gerçekle ilişkisi

olmayan bu propaganda mutlaka yere indirilmelidir. . . Bu konu zaman zaman ele alınarak işçilerin patronlarına karşı sürdürdükleri günlük mücadelede bu aldatmacaya karşı propaganda ve ajitasyon malzemesi sağlanmalıdır.” Yoldaşa canı gönülden katılıyoruz ve diğer okuyuculardan da benzer istekleri varsa bize yazmalarını istiyoruz. Ücretler artınca fiyatlar artar mı? Veya bir başka deyişle ücretler fiyatları belirler mi? Bu konuyu tartışmaya önce Türkiye’de son beş yıldır olanlara bakarak başlayalım. Fiyatların artış hızı 1980-82 arasında düştü. (Yani enflasyon oram azaldı.) 1980’den itibaren ise, önce yavaş sonra hızla tekrar artmaya başladı. Buna karşılık aynı dönem boyunca gerçek ücretler hep düşmeye devam etti. Denebilir ki,” 1980-82’de ücretler düştü de fiyatların artışı ondan yavaşladı. Bir kere ücretler 1977’den beri düşüyor. Yani 1977-80 arasında enflasyon 105’e çıktığında ücretler hızla düşüyordu. 1981-82 yılında ise ücretler düşmeye devam etmekle birlikte bu düşüşte bir yavaşlama vardı. Bu sırada enflasyon da son alta yedi yılın en düşük düzeyine inmiş. Yani ücretlerin düşüşü yavaşlarken fiyatların artışı da yavaşlamıştı. 1983’te fiyatlar tekrar artmaya başlıyordu. Buna karşılık ücretlerin de tekrar hızlı bir şekilde düşmeye başladığını görüyoruz. Buradan anlaşılmaktadır ki, fiyatlarla ücretler arasındaki ilişki burjuvazinin anlatmaya çalıştığının tam da tersidir. Fiyatlar arttıkça ücretler düşmüştür. Eğer burjuvazinin söylediği doğru olsaydı ücretlerin hızla düştüğü bir ortamda fiyatların hızla artması değil, en azından artışının durması beklenirdi. İşçi sınıfına gelince, o ücretleri her arttırmaya kalktığında aslında bütün yaptığı hızla artan fiyatlara yetişmeye çalışmaktır. İkincisi, bir malın fiyatı içinde ücretin payı diğer girdilere (makina, teçhizat, ham madde, enerji ve benzeri) göre çok daha azdır. Örneğin, Türkiye’de makina imalat sanayisinin 1982 yılındaki durumuna bakarsak şunu göreceğiz: Ücretler toplam çıktının (fiyat cinsinden) %12’sini oluşturuyordu, ücretler 23 milyar TL, üretim ise 174 milyar TL. Bu koşullarda, ücretler % 100 artarak 46 milyar TL olsa ve başka hiçbir girdinin fiyatı artmasa, toplam üretim değeri 197 milyar liraya yükselir. Demek ki, ücretler % 100 arttığında, üretimin para cinsinden ifadesi, yani fiyatı, sadece % 12 artar. Demek ki, ücret artışının fiyat artışlarının temelinde olduğu iddiasının bir an için doğru olduğunu ka-


Sayı: 14

bul etsek bile, düz matematik bile bize ücret artışlarının fiyat artışlarına gayet yavaş bir şekilde yansıdığını gösteriyor. 1977’den beri ücretlerin hep düşmekte olduğunu düşünürsek, fiyat artışlarının sebebinin ücretten başka yerlerde aranması gerektiği sonucuna ulaşırız.

Fiyatların ücretler tarafından belirlendiği görüşünü şu gözlem de çürütmektedir: Türkiye’de ücretler ABD, F.Almanya ve İngiltere’den düşüktür. Ama hem Türkiye’de enflasyon oranı daha yüksektir hem de dünya pazarlarında bu ülkelerin ürettiği malların (örneğin makinalar, arabalar ev aletleri vb.) fiyatları Türkiye’deki fiyatlarından daha düşüktür. Eğer ücretler fiyatları belirleseydi, Türkiye burjuvazisinin dünya ekonomisinin topunu attırıyor, rakip tanımıyor olması gerekirdi. Ama devlet desteği olmadan ihracat yapamadığı da bir gerçek. Şimdi çok derinlere dalmadan teorik bir açıklama sunalım. Ücret nedir? Ücret işgücünün fiyatıdır. Neye eşittir? İşgücünün yeniden üretimi için gerekli olan mal ve hizmetlerin fiyatı. Böylece görürüz ki, bu mal ve hizmetlerin fiyatı ücreti belirler. Eğer ücret de fiyatları belirliyor dersek bir kısır döngü içine girer ve bir sonuca ulaşamayız. Fiyatlar fiyatları belirliyorsa, fiyatları ne belirtiyor? Hem işgücünü oluşturan malların fiyatını hem de genel olarak tüm malların fiyatını içlerinde yoğunlaşmış insan emeği belirliyor. Bu ise insan enerjisi, makina, ham madde ve bunların üretimde örgütleniş biçimi tarafından belirlenir. İnsan enerjisi makinayla ne kadar üretken bir şekilde birleşirse, aynı miktar emekle o kadar çok mal üretir. Üretkenlik arttıkça malların içinde yoğunlaşan emek miktarı azalıyor, yani değerleri azalıyor, demek ki ucuzluyorlar. Aksi olursa, yani aynı miktardaki enerji daha az mal üretirse bu sefer malların içindeki emek miktarı artar, değerleri yükselir, demek ki pahalılaşırlar. Demek ki, malın değerinin ne kadar olacağını işgücünün üretkenliği belirliyor. Makina, ham madde vb.nin değeri malın içine aynen geçtiği için bunların etkisini göz önüne almadık. Yoksa bunların değeri arttı mı nihai malın da değeri artacak ve normal olarak piyasadaki fiyatı da artacaktır. Bunların konumuzla ilgisine dönersek, şunları söyleyebiliriz: önce malların değerleri belirleniyor sonra işgücünün değeri belirleniyor. Bu mal (yani işgücü) satıldığında ise ücret ilişkisi doğuyor. Günlük hayatta ise, önce malların fiyatları artıyor, böylece işgücünün alım değer azalıyor ve işçiler bunu arttırmak için mücadele ediyorlar. Patronlar ise olayı tersine çevirip “ücretler artarsa fiyatlarda artar” diyerek işçilere karşı mücadele etmeye çalışıyorlar.

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 7

Ertelenen koruma tarım ilaçları grevinin düşündürdükleri Selim AKAR İki fabrikada yaklaşık 650 civarı işçinin çalıştığı Koruma Tarım İlaçları fabrikalarında Petrol-İş Sendikası’nın aldığı grev kararı ertelendi. Grev kararı ücret ve iş koşulları ile ilgili maddelerdeki uyuşmazlık üzerine alınmıştı. Eğer grev sağlık sebepleri ile ertelenmeseydi belki de 5 senedir kullanılamayan grev “silahı” her ne kadar kuşa çevrilmiş olsa da yeniden kullanılmaya başlanacaktı. Bir senedir yapılan grevlere ise pek fazla ciddi grevler olarak bakmamak gerekir kanısındayım. Birçoğu kâğıt üzerinde süren grevlerdir. Bir kısmı da şike grev olmaktan öteye gitmemiştir. İçerde çalışan grev kırıcılar hep grev yapan işçilerden fazladır. Ayrıca bu işyerleri genellikle 100’den az işçinin çalıştığı ufak işyerleridir. Koruma grevi fabrikada üretilen klorun suların dezenfeksiyon işlemlerinde kullanıldığı ve bunun halkın sağlığı için çok önemli olduğu gerekçesiyle Bakanlar Kurulu tarafından ertelendi. Halbuki gerekçe hiç de halkın sağlığının düşünülmesi değildir. Zira klor üretimini sadece Koruma Tarım yapmamaktadır. Pet-kim ve diğer petro-kimya ünitelerinin klor üretim kapasiteleri Koruma Tarım’ın kapasitesinin birkaç misli üstündedir. Yani ülke sağlığı için gerekli klor üretimi diğer işletmelerden sağlanabilir. Kaldı ki, Türkiye son bir senedir peynirden ete, uzaktan kumandalı binbir çeşit oyuncaktan elektronik aletlere, giyim eşyasından ayakkabıya kadar binlerce çeşit zaruri olmayan tüketim malını milyonlarca dolar döviz ödeyerek ithal ediyor. Eğer klor sıkıntısı grev sebebiyle ortaya çıkarsa ithalat yoluyla bu grevin halkın sağlığını bozmayacak sadece Koruma Tarım işçilerinin yaşama koşullarını iyileştirecek bir grev olması sağlanamaz mıydı? Ama maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Maksat proleterlerinin ciddi etkili grevlerine izin vermemek. Fakat, grevi engelleyenler kamuoyunu da bütün yüzsüzlükleriyle “işçiler grev yapabilirler”, “grevin önünde hiçbir engel yoktur” diyerek aldatmaya çalışıyorlar.

Hükümetin, işverenlerin sıkıyönetimin politikası yukarıda özetlediğimiz gibidir. O zaman bu koşullarda proletaryaya düşen görev nedir? Sendikalara düşen görev nedir? Proletarya sosyalistlerine düşen görev nedir? Bu noktada birbiriyle çelişen çeşitli fikirler ve tavırlar ortaya çıkıyor. Türk-İş yönetimi bu konuda en tipik örneklerden biridir. Türk-İş yöneticileri DİSK kapatıldığında, yöneticileri tutuklandığında Cunta’ya alkış tuttular. Hiçbir tepki göstermeyenler de kerhen destek verdiler Cunta’ ya. Ama Cunta DİSK ile beraber Türk ve Kürt işçi sınıfının bütün kazanımlarını, özgürlüklerini tırpanlamaktaydı. Bu süreç boyunca Türk-İş yöneticileri gerek genel politikaları gerekse de Sadık Side kanalıyla haklarımızın boğazlanmasına ortak oldular. Dün bunu yapmalarına rağmen bugün ise mantıkları şöyle (bir genelleme yapmadan önce bu konuda Türk-İş sendikaları içinde istisnalar olduğunu da belirtmeliyim)”bu koşullarda grev silahı kullanılamaz”, “Yüksek Hakem Kurulu’na gitmemesi için grev kararı almamak gerekir”, “işverenlerle sözleşmeleri masada bitirmeye mecburuz. . .” “Önce grevi engelleyen yasalar değişsin, sonra grev yapılabilir”. Bu mantıklarının somut ifadesi de sözleşme masasında işverenin verdiği kadarıyla yetinip teslim olmak. Politik arenada da hükümete yalvara yakara, özellikle de kendileriyle, yani sendika yöneticileriyle ilgili kısıtlamaları ortadan kaldırmaya yönelik “ricalarda” bulunmak. Bu rezil politika sınıf mücadelesinde proletaryaya kazanç değil hep kayıplar verdirmeye devam ediyor. Diğer bir yanlış politika ise sosyalistler arasında bir dönem önce oldukça yaygın olan, süreç içinde hayatın gerçekliği ile yüzyüze geldikçe etkinliği azalan bir anlayış. Türkiye’de proletaryanın “siyasi hiçbir hakkı kalmamıştır”, “sendikacılık, sendikal mücadele ölmüştür” “legal olanaklar tamamen ortadan kaldırılmıştır” öyleyse özgürlükleri kazanma mücadelesinde var olan haklardan hiç yararlanılamaz, örneğin, sendikal alanda illegal sendikalar kurmak gerekir gibi “sol”

öneriler ortaya sürülmekteydi. Bunu bu kadar net ve açık söyleyemeyenler de DİSK’i yaşatma komiteleri dedikleri illegal yapılar vasıtasıyla sendikal mücadelenin sürdürülebileceğini söylüyorlardı. DİSK’-in sendikal örgütsüz kalan işçilerine 1984 yılı boyunca “başka sendikalara gitmeyin, DİSK’i yaşatma komiteleri kurun, onlar vasıtasıyla sendikal görevler yürütülebilir” diye öğütler veriyorlardı. Ama süreç içinde bu öğütler içi boş laflar olmaktan öteye gidemediler. Sorunun özü ise, ne sadece verilen haklarla yetinmek ne de var olan hakları reddetmek, yokmuş gibi davranmak yanlışına düşmemektir. Doğru olan var olanları kullanarak var olmayanlar için dövüşmektir. Eğer, ulaşmak istediğimiz yere ulaşmada bugün sahip olduğumuz özgürlükler yeterli değilse, ki genellikle de değildir, amacımıza uygun her türlü yöntem ve örgütlülük düzenin sınırları çiğnenerek oluşturulmalıdır. Bütün yukarıdaki tartışmaların ışığında Koruma Tarım grevine dönersek nasıl tavır almalıyız? Petrol-İş yöneticilerinin Koruma Tarım grevindeki tavrı doğrudur; işyerini greve çıkarmak için giriştikleri çaba doğrudur. Ama bu çabaları onlarca, yüzlerce grev kararı takip etmezse istenilen neticeye hiçbir zaman ulaşılamaz. Nedir istenilen sonuç? Böylesi 20 grev kararından ve Bakanlar Kurulu‘nun ertelemesinden sonra ya Bakanlar Kurulu 21., 22, . . . grevleri erteleyemeyecektir . Böylece erteleme silahını kullanılamaz hale getirmiş olacağız. Ya da bu ertelemeler devam edecek, o zaman da şu gerçek net bir şekilde ortaya çıkacaktır: Türkiye’de bu iktidar greve izin vermemektedir, işçi Sınıfının en önemli sendika hakkı yoktur. Türkiye’de grev hakkı yoktur. Her iki konum da Türkiye proletaryası için bugünkünden daha iyidir. Öncü işçilere düşen görev toplusözleşme dönemlerinde sendikalarını her zamankinden daha çok denetlemek, işyerlerini greve hazırlamaktır.. Koşulları uygun olan her işyerini greve götürmek için mücadele etmektir.


Sayfa: 8

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

İşçi sınıfının mücadelesindeki önemli tarihleri anmanın bir tek yolu olmadığı kanısındayım. Biz Türkiyeli sol grupların geleneği genellikle ne kadar ‘şanlı’ , ‘büyük’, ‘egemen sınıfların yüreğine korku verici’ vb., sıfatlarla betimleyerek böylesi anları anmaktır. Her zaman böyle bir üslup ve anlayışın yararlı olduğundan şüpheliyim. Hele bugün, yani egemen sınıfların yerlerinde sımsıkı durdukları, pek de öyle bizden korkmuşa benzemedikleri, tam tersine habire bize darbe üstüne darbe vurdukları göz önüne alınırsa, önemli tarihleri başka bir anlayışla anmanın daha yararlı ve yol gösterici olacağına inanıyorum Bugünlerde andığımız en önemli tarih 1 Mayıs. 1 Mayıs 1976, 1928’den beri Türkiye’de kutlanan ilk 1 Mayıs oldu. 100 binlerce kadın ve erkek işçi, pankartlar, dev afişler ve hoparlörlerden yükselen Enternasyonal ile Taksim Alanı’nın olağanüstü heyecan verici bir görünümü vardı. 1977’de 36 kişinin hayatına mal olan katliama rağmen 1 Mayıs gösterisi görkemli idi. Bir yıl öncesinden daha büyük işçi kalabalığı meydanı doldurmuştu. Egemen sınıfların işçi yığınlarından korktuğu, 1 Mayıs’ı yerleşmeden boğmaya karar verdiği anlaşılıyordu. 1978 geldiğinde CHP iktidardaydı. 1 Mayıs gösterisi çok sayıdaki asker ve polis kordonu altında gerçekleşti. Meydanın çevresindeki binaların üstünde makinalı tüfekli askerler bekliyor, helikopterler uçuyor, yollarda ve meydanın kenarlarında sayılamayacak kadar çok polis, asker, panzer ve çeşitli araçlar bulunuyordu.Garip bir duyguya kapılıyordu insan, sanki meydandaki canlılık, çeşitli gösteriler, afişler, pankartlar, sloganlar aslında olmayan bir şeyi varmış gibi gösteriyorlardı. Ya da başka bir ifade ile, çok yakınlaşmış olan ciddi bir tehdidin henüz tamamen ortadan kaldırmadığı ama çok daralmış olan bir alana sıkışmış gibiydi 1 Mayıs. Nitekim 1979 1 Mayıs’ı geldiğinde, İstanbul da dahil olmak üzere 19 ilde sıkıyönetim vardı. Ecevit Hükümeti 1 Mayıs gösterisinin sıkıyönetimin olmadığı İzmir’de yapılmasından yanaydı. Açık kapı olarak orayı bırakmıştı. Elbette TKP’lilerin yönetiminde bulunduğu sendikalar (Maden-İş, Banksen, Bay-sen) bu kapıdan geçmek için hemen öne atıldılar. DİSK yönetimi ise 1 Mayıs’ı İstanbul’da kutlayacaklarını ilan etti. 28 Nisan’da DİSK ve ona bağlı sendikalarla bazı bağımsız sendikalar polis ve asker tarafından basıldı. Genel Başkan Baştürk

1 Mayıs’ta hatırladıklarımız

Siyası gericiliğin artmaya başladığı ve proletaryanın direnmek, ileri atılmak yerine gerilemeğe başladığı, genel olarak burjuva ideolojisinin ve siyasal alternatiflerinin etkisi altında bulunduğu dönemlerde sembolik eylemler ve tumturaklı sözler yerine başka şeyler yapmak gerekir.

L. KARADENİZ ve Yürütme Kurulu üyeleri de dahil 100 kişi gözaltına alındı. Böylece aslında 1 Mayıs geleneği boğulmuş oldu. İşçi yığınlarının İstanbul’da gösteri yapma kabiliyeti ellerinden alınmış oldu. Çünkü onlar daha önceki üç 1 Mayıs’ da sendikalarının insiyatifi ve örgütlülüğü altında Taksim Alanı‘nı doldurmuşlardı. Şimdi bir kışım sendikaların yöneticileri İzmir’de gösteri yapmaya karar vermiş bir kısmı, ise İstanbul’da kutlayacaklarını ilan etmiş, ama sıkıyönetim onları gözaltına alarak işçilerin ellerini, kollarını bağlamıştı. Yığınlar sendikaları ile sıkıyönetim ve hükümet arasındaki söz düellosunu takip ederek suskun bekliyorlardı. 29 Nisan’da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı yayınladığı bir bildiri ile 1 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağı ilan etti. 30 Nisan akşamı İstanbul işgal edilmiş bir şehre benziyordu. Asker dolu ordu araçları şehrin bir yanından diğer yanına hareket halindeydi. Tanklar korkunç gürültüler çıkararak Taksim Alanı’na aktılar. BİZ NE YAPTIK ? “1 Mayıs Sosyalist Harekette Yeni Bir Yol Ayrımı” adlı Kurtuluş Gazetesi’nin özel sayısı olarak yayınlanan bir broşürde ne yaptığımız

uzun uzun anlatılmış. Broşürün asıl amacı Kurtuluş’un TKP gibi hükümetle ve sıkıyönetimle uzlaşmayarak 1 Mayıs’ı İstanbul‘da anmadaki kararlılığını sergilemek. Bizim ne yaptığımızı şöyle açıklamışız: “Ancak Kurtuluş’un 31 Ocak tarihli 56.sayısında proletarya sosyalistlerinin 1 Mayıs günü İstanbul’da 1 Mayıs Alanı’nda olacakları kararlı bir biçimde ilan edildi... İstanbul’da sıkıyönetimin varlığı ise İstanbul gösterisinin önemini bir kez daha arttırmaktaydı. Demokratik haklarımızın savunulması İstanbul 1 Mayıs gösterisi ile bir kez daha gerçekleşecekti’.’Sıkıyönetimin sokağa çıkma yasağını ilan ettiği “30 Nisan günü boyunca proletarya sosyalistleri ise dağıttıkları 10 binlerce bildiri ile sıkıyönetime ve onun kararlarına meydan okuyorlar ve proletaryanın 1 Mayıs günü sokağa çıkma yasağına uymayacağını proletarya sosyalistlerinin aylarca önce teshir ettikleri gibi, Türkiye’nin dört bir yanında olduğu gibi İstanbul’da da 1 Mayıs’ı kutlayacaklarını açıklıyorlardı.” 1 Mayıs eylemimizi ise gene broşürden aktaralım: “Ve 1 Mayıs’ın ilk gösterisi polisin toplanılan yeri bulması üzerine gereğinden erken başlayan Çiçekçi gösterisi oldu. 139 proletarya sosyalisti sokağa

çıkma yasağından kısa bir süre sonra Çiçekçi meydanında toplanarak 1 Mayıs gösterilerini başlattılar. ‘Yaşasın sosyalizm, Yaşasın 1 Mayıs’ diye. Kısa bir süre sonra ise üzerlerine 100lerce polis, jandarma, asker çullandı.” ... “1 Mayıs sabahının ilk gösterisi ise Sağmalcılar’da (Bayrampaşa) başladı. Sabah 7.30’da 135 işçi ve genç düzgün sıralar halinde sokağa çıktılar ve sloganlarını söyleyerek 1 Mayıs gösterisini başlattılar. En önde KURTULUŞ pankartı ve kızıl bayraklar vardı.. Karşılarına çıkan ilk iki üç askerin ateş açmasına aldırmadan yürüyüşlerini sımsıkı kenetlenmiş devam ettirdiler. Az sonra onların da çevresi polis ve askerlerle doldu. Zorlu bir saldırı başladı.” “ Denebilir ki, çok insan katılmadı 1 Mayıs İstanbul gösterisine. Doğrudur, onbinler, yüzbinler, katılmadı. Ama oligarşinin tüm oyunu bozuldu. 1 Mayıs’ın, proletaryanın onuru korundu. . . Proletarya 1 Mayıs 1979 gösterisini bu ölçüde de olsa yaparken 1 Mayıs 1980 gösterisinin de İstanbul’da mutlaka hem de daha büyük boyutlu olarak gerçekleşeceğini ispat etti.”... “Ve ülkenin dört bir yanındaki 1 Mayıs gösterileri açık-ki, 1 Mayıs İstanbul gösterisinin gerçekleşmesinde yararlı oldu. Ancak sınıflar savaşının cephesi İstanbul’daydı. Sı-


Sayı: 14 cak savaş oradaydı. Proletarya ve oligarşi İstanbul’da yüz yüze geldi.. İlk anda oligarşi kazanır gibi görünmektedir 1 Mayıs gösterilerini engellediği için. Ancak tarihin akışı öyle değil. Kısa süre sonra işte bugün, kazançlı çıkan, zafere doğru, bir adım daha ileri atmış olan proletarya oldu.” 1979 1 Mayıs’ının ardından bu broşürü heyecanla okuyanlardan biri olarak, bugün açıkça söylemeliyim ki, yapılanlarda ve yapılanların düşünsel siyasal ifadesi olan yazılanlarda çok önemli hatalar bulmaktayım. Bunların neler olduğunu anlatmaya çalışacağım. TAKTİK NEYE DAYANMALI? Broşürde de belirtildiği gibi, “1 Mayıs 1978 öncesinde Türkiye’de durum önceki yıllardan çok büyük farklılıklar arz ediyordu”. 1978-79 yılları 1973’den başlayarak yükselen toplumsal muhalefetin büyük darbeler yediği yıllardı. Sol muhalefet odakları ağır bir faşist terörle yüz yüze idi, ki bu teröre zaman zaman iktidar partisi CHP’li milletvekilleri, yerel yöneticiler ve bürokratlar da hedef oluyorlardı. CHP eli ile son derece anti demokratik yasalar hazırlanıyor, diğer burjuva siyasal partilerde ve onlara yakın çevrelerde anayasa değişiklikleri tartışıyorlardı. Faşizme karşı kavganın ön saflarında bulunmamasına rağmen sol muhalefet odaklarının içinde en güçlüsü olan DİSK; TÜSİAD, MESS, TİSK gibi örgütlerin kamuoyu ö-nünde ağır saldırılarına uğruyor, hakkında cadı kazanı kaynatılıyordu. MHP, CHP iktidarını, gerek devlet aygıtı içinde gerekse devlete bağlı kurumlarda faşistlerin yerleşmesinin önünde engel olarak gördüğü için toplumdaki siyasal kaosu arttırmak ve böylece bir yandan CHP iktidarını yönetemez hale getirmek ve diğer yandan da kaos sonucu alınacak anti demokratik tedbirlerle sol muhalefete yeni darbeler vurmak amacındaydı. Ne olursa olsun CHP iktidarını uzaklaştırmayı amaçlayan AP, CHP’nin birlikte yasa çıkarma tekliflerine yanaşmıyor kaosu körüklüyordu.. CHP ise yönetebilmek için giderek daha çok devlet güçlerini devreye sokuyordu. Sosyalist, devrimci grupların çalışan yığınlarla, proletarya ile bağlantıları ve dolayısıyla siyasal gericilik ve baskıya doğru gelişmelere direnme, dayanma güçleri yoktu. Sınıf içinde en yaygın ilişkilere sahip olan TKP’nin bile Maden-İş, Banksen, Baysen vb. sendikaların yönetiminde olmasalar, kaç tane işçiyi harekete geçirebilecek olduklarını tahmin etmek hiç de güç değildi işçi sınıfı ve onun en ileri kesimi olan

SOSYALİST İŞÇİ DİSK üyesi olan işçiler sendikaların denetimi altındaydılar. Maraş’ta faşist tertibin sonucunda meydana gelen katliamdan sonra 1978 Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi. Böylece İstanbul ve Ankara gibi sol muhalefetin en etkin olduğu iki şehirde, solun etkinlik olanakları iyice azaldı. Eski kitlevi gösterilerin yerini küçük korsan gösteriler aldı. Dernekler, üniversiteler siyasal çalışma olanaklarını sağlamaktan çıktılar. Kadrolar kitlelere dönüştüler. Bu sırada faşist terör de bütün hızıyla devam ediyordu. Anlatmaya çalıştığım, 1973 ile başlayan süreçte ciddi ve fiili sonuçlarını yaşadığımız değişikliklerin meydana gelmiş ve geliyor olması ve tarihin yön değiştirmeye başlamış olmasına işaret etmektir. Nitekim bunu o zaman da vurguluyorduk. Her zaman olduğu gibi, ama böylesi durumlarda daha da titizlikle; taktiklerimizi saptarken, bunların işçi sınıfının örgütlülüğünü, siyasal olgunluğunu, bilincinin yükselmesini, ve davranma yeteneğini ilerletici olup olmadığı noktasından hareket etmek zorundayız. Ama proletarya ile bağlan olmayan ya da bütün enerjisini ve dikkatini buna sarf etmeyen bir grup ya da bir siyasal akımın yukarıdaki noktadan hareket edeceği son derece şüphelidir. Böyle bir grup taktiklerini (örgüte-propagandaya-ajitasyona-eyleme vb dair) .saptarken kendinden hareket eder. Durum bu olunca, her zaman en cesurca, en kahramanca eylemleri gerçekleştirebilirler. Çünkü böyle insanlar az da olsa bulunur ve bizim saflarımızda da vardı. Biliyorum ki bugün de var. Ezbere taktikler yani proleter sınıf mücadelesinin koşullarına ve gerekliliklerine göre tespit edilmemiş taktikler ve bunun sonucunda gerçekleştirilmiş eylemler, o zaman düşündüğümüz gibi ve yukarıda adı geçen broşürde de işaret edildiği gibi ‘proletaryanın nihai zafere doğru bir ileri adım daha atmasına’ hizmet edebilirler mi? Bana kalırsa edemezler. Çünkü, sınıf mücadelesine dair genel bir anlayışa sahip olmak ile siyasal olayların nereye doğru evrildiğini, egemen sınıfların hangi karşı tedbirleri almakta olduğunu tespit etmek, işlevi olan siyasal merkez, marksist bir siyasal akım olmaya yetmiyor. Bu tespitlerin arkasından, işçi sınıfının andaki durumuna, hissiyatına ve eğilimlerine uygun olarak saptanmış ve onu bir adım ileri götürecek mücadele biçimleri geliştirebilmek gerekiyor. Burada gene aynı sorun karşımıza çıkıyor: İkameci olmayan marksist sosyalizm anlayışı ile donanmış olmak ve sınıfın öncüleriyle birleşmiş olmak, onun günlük mücadelesi içinde yer almış olmak. Bunlar ol-

maksızın, şeylerin genel olarak nereye evrildiğini saptayabiliriz ama doğru taktikler saptayanlayız, yani proleter bir siyaset izleyenleyiz, sürece doğru bir şekilde müdahale edemeyiz. Böyle bir siyaset sınıfın kendisinin doğrudan içinde yer aldığı mücadelelerle oluşur, onlarsız ama onlar adına verilen mücadelelerle değil. İstanbullu işçiler hemen eksiksiz, sıkıyönetimin koyduğu yasağa uymaktan başka bir insiyatif göstermediler. Bir kısmı TKP’nin yönetiminde bulunduğu sendikaların inisiyatifi ile İzmir’deki gösteriye katıldılar. Ancak içinde parti yöneticilerinin de bulunduğu TİP’li bir grup, ‘Anayasadaki direniş haklarını kullanarak sokağa çıkma yasağını protesto etmek amacıyla’ sokağa çıktılar. Böyle bir durumda aralarında bir grup işçide olsa Çiçekçi’de ve Bayrampaşa’da sokağa çıkan 274 proletarya ya sosyalisti sayesinde ‘proletaryanın ve 1 Mayıs’ın onuru korundu’ diyebilir miyiz? Bu ifade bana oldukça iddialı geliyor. Bence bizim gösterilerimizin olsa olsa sembolik bir anlamı olabilir. Yasaya rağmen sokağa çıkacak insanların bulunması anlamında sembolik bir protesto. Ama bunun, 1 Mayıs’ın, hele hele proletaryanın onurunu koruduğunu iddia etmek, bir grup cesur insanın kahramanca eyleminin proletaryanın kendi eyleminin yerine geçirilmesi olmaz mı? Bugün aradan 6 yıl geçtikten sonra dönüp somut olarak o gün için ne yapılması gerektiğini söylemek oldukça zor. Çünkü, tartışmaya çalıştığım sorun, arkasındaki anlayışlardan soyutlanmış olarak sadece eylemin kendisi değil. Bu eylemin de arkasında yatan bir siyaset anlayışı. Bir siyasal grup olarak ortaya çıktığımızdan beri, giderek içinden çıkılması güçleşen bir süreç yaşadık. Bu sürecin içinden çıkılması giderek güçleşiyordu çünkü sahip olunan siyaset anlayışı her gün kendini pratik ve teorik düzeyde yeniden üretiyordu, egemen, belirleyici çizgi haline geliyordu. Dolayısıyla bütün ilişkileriyle bu sürecin bir anındaki bir eylemin ‘öyle değil de böyle olması gerektiğini’ söylemek, olayı sadece bir tek eylemin yanlışlığına indirgemek olacaktır. Halbuki sorun bu eylemi, yanlış olan daha önemli başka şeylerin, bütün olarak bir siyaset anlayışının bir parçası olarak değerlendirmektir. BAŞKALARIYLA REKABET ÜZERİNE TAKTİK İNŞA EDİLEBİLİR Mİ? Broşürde eylemimizin İstanbul proletaryası içindeki etkilerinin neler olduğuna dair somut veriler yokken,

Sayfa: 9

diğer bütün gruplar tek tek ele alınmış ve asıl olarak İstanbul’ da eylem yapmadıkları temeli üzerinde eleştirilmişler. Asıl hedef alman ise, DİSK yönetiminin —yarım gönüllü de olsa—İstanbul’da gösteri yapma tavrına katılmayan ve İzmir gösterisinde karar kılan sendikaların yönetimini elinde bulunduran TKP. Şüphesiz, az bile olsa var olan demokratik hakların fiilen işlemez hale getirildiği, siyasal gericiliğin günbegün arttığı bir ortamda TKP ve benzeri grupların daha azla yetinme, uzlaşabildiği kadar uzlaşma politikalarının çalışan yığınlar için son derece tehlikeli sonuçlarla dolu olduğu açık. Böylesi politikaların sonunda artık uzlaşılamayacak nokta geldiğinde zaten proletaryanın direnme gücü de kalmamış oluyor. Çünkü uzlaşa uzlaşa direniş potansiyeli geliştirilmez, olsa olsa yenilgiye hazırlık potansiyeli geliştirilir. Ancak başka grupların birbirinden farklı biçimlerde de olsa hükümetle ve sıkıyönetimle uzlaştıklarını tespit etmek tek başına doğru tavır saptamaya yetmez. Ya da 1 Mayıs 1979’da uzlaşmamak demek, İstanbul proletaryasının ondan önceki üç yılda çok farklı siyasal koşullarda ve asıl olarak sendikalarının girişimi altında yaptığı yığınsal 1 Mayıs eyleminin yerine 274 kişinin sokağa çıkmış olmasını geçirmek olmamalı. Bizim uzlaşmamış olmamız her zaman proletaryanın da uzlaşmamış olduğu anlamına gelmiyor. Biz ne zaman ki, proletarya ile beraber uzlaşmazsak o zaman hareketimizin proletaryanın geleneğini ve onurunu koruduğundan bahsedebiliriz. Siyasal gericiliğin artmaya başladığı ve proletaryanın direnmek, ileri atılmak yerine gerilemeye başladığı, genel olarak burjuva ideolojisinin ve siyasal alternatiflerinin etkisi altında bulunduğu dönemlerde sembolik eylemler ve tumturaklı sözler yerine başka şeyler yapmak gerekli. İşçilerin günlük mücadelesinin kahırlı, iğne ile kuyu kazmaya benzeyen, sabır gerektiren, büyük günler için küçük küçük kazançları bir araya getirmeye çalışan görevlerinin içine dalmak, böylesi zamanların taktiği olmalı. Daha sade olmak, kendimizi daha az övmek gerekir. Devrimcilerin çalışan yığınlarla bağlarının olmaması kendi kendini övme eğiliminin zeminini verimli kılar. Böylece somut doğrunun yerini giderek ideolojik bir dünya alır. Ve bu ideolojik dünyanın çerçevesinde olup biteni hep istediğimiz gibi yorumlamaya başlarız. Her seferinde biraz daha memnun oluruz. Ama bilmek gerekir ki, bu süreç ya tarikat olmaya ya da yok olmaya götürür. Daha az tumturaklı laf, daha çok somut iş.


Sayfa: 10

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

Aydın GÜRSES Bu yazıda sendikanın konumunu nesnel olarak ele alacağım ve özellikle geçmişi ve günümüzdeki değişen koşullarla birlikte değerlendirmeye çalışacağım. 1963 yılında metalürji işkolunda kurulan Otomobil İş Sendikası kuruluşundan günümüze kadar Aydın Özeren ve şürekası tarafından yönetilmektedir. 1970’li yıllara kadar pek bir varlık gösteremedi, tüm örgütlülüğü bir iki işyeri düzeyinde kaldı. Bu yıllardan sonra İzmit ve Bursa da örgütlenmeye başladı. Genellikle patronlarla işbirliği halinde, Maden-İş‘e karşı patronların tercih ettiği, aranan sendika olma durumuna geldi. Burada şunu belirtmekte yarar görüyorum, Otomobil-İş in bu gelişmesinde Maden-İş yönetiminin de dolaylı katkıları olmuştur. Şöyle ki, hep Otomobil—İş’in Maden İş’e katılacağı hesapları yapılmıştır. Bu yüzden de onun örgütlendiği işyerlerinde ciddi bir örgütlenmeye gidilmemiştir. Otomobil-İş her sözleşmesinde işten çıkarılacak işçiler için patronla Aydın Gürses yoldaşın Otomobilİş’in Gerçek Yüzü başlıklı yazısı oldukça bilgi verici. Sendikanın geçmişi, bugünü, üyelerinin ve yöneticilerinin eğilimleri, üye ve şube sayısı hakkında bilgiler veriyor. Ancak, yazının sonunda şöyle bir ifade var: “Bize düşen görev yeni bir Maden-İş yaratmak için tüm gücümüzle örgütlenmek, Maden-İş’in mücadele geleneğini canlı tutmak önümüzdeki tüm engelleri aşmak için işçi sınıfının birliğini yaratmaktır.” Biraz daha açalım. Yoldaş ileri işçiler için, sosyalist işçiler için üç görev saptıyor: 1- Yeni bir Maden-İş yaratmak için tüm gücümüzle örgütlenmek. 2- Maden-İş’in mücadele geleneğini canlı tutmak. 3- Önümüzdeki tüm engelleri aşmak için işçi sınıfının birliğini yaratmak. İkinci ve üçüncü görevlere aynen katılıyorum ama birinci göreve ilişkin olarak söylemek istediklerim var. Maden-İş Türkiye işçi sınıfının kısa mücadele tarihi içinde yarattığı en militan, en güçlü, DİSK’in bel kemiğini oluşturan, Türkiye proletaryasının en ileri kesimini içinde barındıran, sınıf mücadelesinin ileri hatlarında yer almış bir sendika idi. Bu özellikleri ile Maden-İş’in sahibi, yaratıcısı onun üyesi olan, ona can

Otomobil-İş’in gerçek yüzü birlikte kontenjan hazırlıyordu. Bu çalışmalarının karşılığında 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü tarafından kapatılmayarak ödüllendirildi. Bu durum 1983 yılma kadar, sendikaların yeniden faaliyete geçmelerine kadar devam etti. 1983 yılında çıkarılan Sendikalar ve Toplu Sözleşme Yasası, sendikaları dernekler haline getirdi. İşçi sınıfının yıllarca mücadele ederek kazandığı bütün hakları bir kalem de silinip atıldı. Ancak bu yasanın çıkarılması sürecinde faşist Metal-İş yasanın nasıl çıkacağını bildiğinden, Otomobil-İş’ten daha süratle şubelerini ve kadrolarını hazırlayıp yasa daha çıkmadan örgütlenmeye başladı. Esas olarak sınıf sendikalarının doğmamasını, sadece Türkİş’in varlığını devam ettirmesini amaçlayan işkolu düzeyindeki %10

baraj ve işyeri düzeyindeki % 51’lik barajlar Otomobil-İş gibi sendikaları daha aktif hale getirdi. Otomobil-İş için gidilecek en uygun taban Maden-İş’in örgütlü olduğu yerlerdi. İşçi sınıfı için de, yasal sendikalar içinde en iyi alternatif olarak gözükmesi süratle o işyerlerinde örgütlenmelerini sağladı. İki yıl gibi kısa bir sürede 19 şubeye ve 15-20 bin üyeden 45 bin üyeye yükseldi. Şu anda Otomobil-İş üyesi işçilerin üçte ikisi eski Maden-İş’in üyeleridir. Bu örgütlenme sürecinde fabrikalardaki öncü işçilerin büyük bir kısmı işten çıkarıldı. Şu an da 1000 civarında öncü işçi daha işsizler ordusuna katıldı. Bu atılmalara Otomobil-İş yöneticilerinin bir bölümü (bunlar kendilerini demokrat göstermektedirler) karşı tavır aldı’ ve belli çabalar sarf ettiler. Örneğin atılan işçilerden bazıları şubelere orga-

Sendikal mücadele üzerine kısa bir not L. KARADENİZ

veren onbinlerce işçi idi. Onun bu yanının unutturulmaması, daima akılda tutulması için savaşmak sosyalist işçilerin görevidir. Ancak akıldan çıkarılmaması gereken ve dolayısıyla aynı hataya tekrar düşülmemesi gereken bir başka yanı daha var Maden-İş’in. Maden-İş’te, kurulduktan kısa bir zaman sonra tabandaki üyelerden gittikçe farklılaşan bürokratikleşen bir yöneticiler topluluğu oluştu. Genel başkanından başlayarak işyeri temsilcisine kadar, sade işçilerden hiyerarşideki yerlerine göre derece derece farklılaştı bu yönetim. Özellikle 1970’lerin ortalarından başlayarak TKP gurubunun Maden-İş yönetimini ele geçirmesiyle, sendikada insiyatif tamamen, on-binlerce işçiden bir avuç yöneticiye geçti. Her türlü eylem, grev işçilerin inisiyatifinin ortak ve özgür kararlarının sonucunda değil, yöneticiler ve onların en yakınındaki çok

az sayıda işçinin bulunduğu bir çevrede alınan kararların sonucu yapılmaya başlandı. TKP’den başka devrimci çevrelerin ve grupların Maden-İş içindeki etkinlik çalışmaları zaman zaman zor da kullanılarak, hatta böyle kişiler patronla anlaşıp işten attırılarak gene aynı çevre tarafından engellendi. Yoldaşın yazısının sonunda söylediği çok önemli bir söz var: İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır! Ama ne dün ne de bugün sendikaların başına çöreklenmiş olan “İşçi önderi” bürokratik yönetimler böyle düşünmüyorlar Onlar, “İşçiler kendi kendilerini kurtaramaz, başlarında biz olmalıyız” diyorlar. Ve bir kere de işçilerin başına geçtiler mi bir daha yerlerinden inmek istemiyorlar. Bildiğimiz gibi Maden-İş’in son derece anti-demokratik bir tüzüğü vardı. Bu tüzüğe

nizatör olarak atandı, bir bölümü de sendikada çeşitli görevlere getirildiler. Yöneticilerin bir kısmı ise bu tasfiyeleri onayladılar. Aralarında pek çok ileri işçinin bulunduğu yeni üye 30 bin civarındaki işçi ile Otomobil-İş yönetimi arasındaki çelişkiler yoğunlaşmaktadır. Demokrat unsurlar yeni bir Maden-İş yaratmak için ciddi çabalar sarf etmektedirler. Özellikle şubelere, işyeri temsilciliklerine ilerici demokrat işçilerin gelmesi için çaba sarf ederken, diğer gerici sarı sendikacılar kendi etkinliklerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Bunlar da eski ve gerici işçilerin gerek işyeri gerekse şubede etkin olmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Tüm bu olaylara rağmen sendikanın tabanı geçmişteki mücadele geleneklerini de beraberinde getirdi. Gerek sözleşmelere gerekse yeni sendikalar yasasına tepkiler başladı. Bize düşen görev yeni bir Maden İş yaratmak için tüm gücümüzle örgütlenmek, Maden-İş’in mücadele geleneğini canlı tutmak, önümüzdeki tüm bu engelleri aşmak için işçi sınıfının birliğini yaratmaktır, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır! göre kongre delegelerinin neredeyse yarısı “doğal delegeler” denilen delegelerden oluşuyordu. Kimdi bu doğal delegeler? Daha önceki ve andaki yöneticiler. Yani seçilmemiş, ve işçilerin delege olarak seçip kongreye göndermediği, dolayısıyla de işçileri temsil etmeyen delegeler! Eski tüzüğe göre, onu yaratan onbinlerce işçinin sendika yöneticilerini değiştirmesi sendikalarının diledikleri gibi yönetmeleri olanaksızdı. Eğer işçiler sendikalarının yönetimini denetleyemezlerse, yöneticileri diledikleri anda değiştiremezlerse nasıl kendilerini kurtaracaklar? Sendikalarında kendi iradesini egemen kıla-mayan bir işçi sınıfı toplumda kendi iradesini egemen kılabilir mi? Evet yeni bir Maden-İş yaratmalıyız. Onbinleri kapsayan militan, güçlü bir Maden-İş. Ama sendika içi işleyişin, yönetimle üyeler arasındaki ilişkilerin eskisi gibi olmamasına dikkat etmeliyiz. Bunun için de şimdiden tedbirler almalıyız. Mevcut sendikalara karşı mücadele ederken bir yandan da çalışan halkın siyasal özgürlükleri için mücadele ediyoruz. Her ikisi de Çalışan çoğunluğun iradesinin azınlığa dikte ettirilmesi demektir. Umarım yoldaş bir dahaki Sosyalist İşçi’de yazdıklarım hakkındaki düşüncelerini açıklar.


Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 11

Zindanlar boşlasın; GENEL AF TÜM SİYA Sİ

Turgay ŞERKAR Cumhuriyet döneminde çıkan afları şöyle sıralayabiliriz: 29 Aralık 1923 Genel Af, 13 Eylül 1925 Özel Af (İstiklal Mahkemeleri’nin mahkum ettiği gazeteciler için) 16 Nisan 1924 Genel Af 1929 Genel Af, 29 Haziran 1938 Özel Af, 18 Kasım 1960 Genel Af (27 Mayıs’ta DP’nin tutukladığı öğrenci, subay ve gazeteciler için), 10 Mayıs 1962 (Talat Aydemir ile beraber darbe yapma girişiminde bulunanlar için), 16 Ekim 1966 DP’liler için kısmi af, 7 Temmuz 1966 özel Af (DP Genel Başkanı Celal Bayar için), 19 Temmuz 1967 (yukarıdaki kısmi affın genişletilmesi), 5 Kasım 1969 (eski DP’li hükümlüler için af), 18 Mayıs 1974 Genel Af (kapsam dışı bırakılan 4 bin siyasi tutukluyla bazı kaçakçılık hükümlüleri de Anayasa Mahkemesi’nin 2 Temmuz 1974 tarihli kararıyla aftan yararlandılar). Yukarıda görüldüğü gibi 51 yılda 14 kez özel ve genel af çıkarılmıştır. Son günlerdeki af tartışmaları geçmiştekine benzer olmakla beraber tamamen farklı siyasal güçler dengesinde, yükselen bir toplumsal muhalefetin olmadığı (1974 Genel Af’fındaki gibi) ve devrimci örgütlenmelerin varlıklarını zorlukla koruyabildikleri bir dönemde yaşanmaktadır. 12 Eylül Cuntası amansız baskısı ve terörüyle geçici olarak istikrar sağlamış hazırladığı Anayasa ile bu durumun hukukunu da çizmiştir. Anayasa‘nın 14, Maddesi politik tutuklu-hükümlüler için af çıkartılamaz demektedir. Geçmişten iyi ders çıkarmış Cunta. Son günlerdeki af tartışmaları nereden

kaynaklanmakta, nasıl gelişmektedir? Zindanlarda direnen devrimcilerin baş eğmez eylemleri, ailelerinin Meclis’in ve generaller çetesinin kapısına dayanmaları ve diğer çeşitli eylemleri, Uluslararası Af Örgütü’nün baskıları, “demokrasiye geçiliyormuş” gibi yapılan seçimlerde üç icazetli burjuva partisinin oy alabilmek için aftan bahsetmeleri bu konunun gündeme gelmesine neden olmuştur. Affın niçin çıkarılması gerektiğini de şöyle ifade etmekteler: Azılı anti-komünist MDP Genel Başkanı T. Sunalp “ 40 bin kişilik yerlerde 100 Hin kişi yatmakta, bu ahlaken doğru değil. Kız kaçıranları, cebinde dolar bulunduranları serbest bırakalım” diyor. Halkçı Parti Genel Başkanı N.Calp “Böyle giderse ordu ve polis yıpranacaktır” der. ANAP ise “Adalet Bakanlığı bu konularda çalışmaktadır, çalışmalar bittiğinde ne yapacağımızı açıklayacağız” demektedir. Zindancıbaşı Adalet Bakanı Necat Eldem ocak ayı içinde Bakanlar Kurulu‘na ve Meclis’e bir tasan vereceğini 13 ocaktaki gazetelere açıkladı. Tasarıyı 24 ocak 1985 günü yapılan gizli bir toplantıda hazırladılar. Bu toplantıda tasarıyı hazırlayanlar kimlerdir, basına yansıdığı kadarıyla tasarının içeriği nedir? “Kapalı kapılar ardında uluslararası sempozyuma katılan yerli ve yabancı uzmanlar ve bilim adamlarının büyük bir kısmı kalmakta oldukları Harbiye Orduevi ‘nden iki otobüs ile OTIM’e geliyorlar ve arka kapıdan toplantı salonuna almıyorlar. Yabancı uzmanlardan 5 tanesi gazetecilerle görüştürülmüyorlar. Bu görüştürülmeyen uzmanlardan birinin Amerikalı terör uzmanı Paul Henze olup olmadığı sorusuna Adalet Bakanı Eldem ‘Evet Paul Henze vardı, başkaları da vardı. Hepsinin ismini aklımda tutmam mümkün değil’ diye cevaplıyordu.” (Nokta Dergisi’nin Ocak sayısı) Profesör Doktor Turhan İtil toplantının neden gizli yapıldığını soran bir gazeteciye, “Gizliliğin tamamen toplantıya katılanların can güvenliği açısından değerlendirilmesi gerektiğini” vurguluyordu. CIA patentli tasarının içeriği —bilinebildiği kadarıyla— nedir? “Hapishanelerin ıslah yuvası olmaları gerekirken, ideolojik birer eğitim yuvası haline geldikleri ve her türlü beyni yıkanmış kişilerin topluma yeniden kazandırılmalarının güçlükleri

TUTUKLUL ARA Ö

ZGÜRLÜK

gündeme getirildi”. CIA ajanı Paul Henze “Hapishanelerde açlık grevlerinde ve benzeri eylemlerde bulunan önderlere nasıl davranılacağını, bu eylemlerin amacının devlet otoritesinin sarsılması, illegal örgütün varlığının sürdüğünü ispat ve Batı dünyasında Türkiye’nin itibarını sarsmak olduğunu söyledi”. Adalet Bakam Necat Eldem de “Bu üç günlük tartışmalar sonunda suçluların tekrar topluma kazandırılması, rehabilite edilmesi konusunda nasıl bir ceza ve infaz politikası uygulanacağı konularını” tartıştıklarını ve sonuçlarının, istifade etmeleri için yetkililere verileceğini açıkladı.

12 Eylül Cuntası ‘demokrasiye geçiyoruz görüyorsunuz işte, seçimler yapıldı, parlamento açıldı, sendikalar açılıyor-açıldı, sıkıyönetim yavaş yavaş kalkıyor’ gibi masallarıyla demokratik hakları geri veriyormuş gibi bir taktik izlemektedir. Cuntanın bu tavırları dünya demokratik kamuoyundaki ve ülke içindeki tepkileri törpülemek içindir. Bu manevralar toplumun gerçekten sivilleştiğini, gerçekten demokrasiye geçildiğini göstermez. Önümüzde, ancak çalışan yığınların kitlevi mücadelesiyle kazanabileceğimiz demokrasi mücadelesi var. Genel af sloganı bu mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.

İşyerlerinde ve fabrikalarda kışkırtmalara karşı politik davranalım Zeki ÖZDUMAN Sinan KALE Egemen sınıflar ve onların devleti, geçen aylarda muhbirliği yasa haline getirdi ve muhbirlere verilecek ödülleri yapılacak yardımları açıkladı. Örneğin, devrimci-demokratik ya da sosyalist bir örgütü ihbar ederek çökertilmesine hizmet eden bir muhbire tanınmaması için estetik ameliyat bile yaptırılacak. Amaçları, demokratik siyasal gelişmeleri engellemek, boğmak. Bugün öyle bir toplumda yaşamaktayız ki, her yerde muhbirlik teşvik ediliyor. Okullarda, işyerlerinde, fabrikalarda muhbirler yoluyla öğrencilerin, çalışanların, işçilerin düşünceleri, davranışları izleniyor, denetleniyor. Fabrikalarda patrondan çok patronculuk yaparak, patronun ‘böl ve yönet’ politikasına ortak olanlar bizim

gibi işçiler aslında. Patronun önlerine attığı ‘kemik kırıntılarına’ karşılık bu işi yapmaları insan olarak onursuzluklarının, karaktersizliklerinin göstergesi. Genellikle işyerlerinde ve fabrikalarda sevilmeyen, kötü gözle bakılan kişilerdir bunlar ve çalışanların çok küçük bir azınlığını teşkil ederler. Bunlara karşı nasıl bir tavır geliştirmeliyiz? Bizim asıl tartışmak istediğimiz bu. Örneğin bazı öncü işçi, ilerici ve devrimci işçilerin, erkeklik, mertlik ve delikanlılık gibi yanlış ahlaki alışkanlıklarla politik olmayan tavırlar aldıklarını görüyoruz, duyuyoruz. Böylesi tavırlar istemeyerek de olsa tahrikçilerin, muhbirlerin ekmeğine yağ sürüyor. Öncü durumundaki insanlar saf dışı ediliyor ve mücadelemiz sekteye uğruyor. Bir kere bilmeliyiz ki, onlar bizi mert


Sayfa: 12

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

ya da korkak olduğumuz için değil, sosyalist olduğumuz, devrimci olduğumuz için, yani kapitalizme karşı olduğumuz için tahrik etmektedirler, kışkırtmaktadırlar. Ve bizi tahrik edenlerin, kışkırtanların arkasında patronların olduğunu biliyoruz.

Geçenlerde bir fabrikada, ustabaşı, bir öncü işçi yoldaşımızı “yemekhanede siyasi a-maçlı toplantı ve propaganda yapıyor” diye vardiya amirine şikayet etti. Vardiya amiri, işçilerin içinde yoldaşımızı tahrik etti, aşağıladı. Yoldaşımız bunun üzerine kendisini kaybederek galiz küfürlerle karşılık verdi ve vardiya amirinin üstüne yürüdü. Son derece haklı olduğu bir konumdan görünüşte haksız bir duruma düşürüldü ve işyeri disiplin kuruluna sevk edildi. İhbarcının iddia ettiği gibi bir olay aslında olmadı. Yoldaşımızın suçu fabrikaya girdiğinden beri patronun ve uşaklarının ‘evet efendim’ deyicisi olmaması, haksızlıklara, dönen dolaplara karşı çıkmasıydı. Yoldaşımız geçici olarak bulunduğu kısımdan çıkarılarak başka bir kışıma verildi. İşçilerin bütününe yakını bu olayı nefretle karşıladılar, ama homurdanmaktan öteye de gitmediler. Yoldaşımızın tahrike kapılarak küfür etmesi İş Yasası’nın 17. Maddesi’ne göre çalıştığı kısmın değiştirilmesine yetti. İşten atılmadı ama tecrit edilerek etkisiz hale getirildi. Bu olayla birlikte fabrikalardaki devrimci mücadele önemli bir darbe yedi. Bu olayda da görüldüğü gibi yanlış ahlaki yargılarla alman tavırlar, sonuçları itibariyle işçilerin ve emekçilerin mücadelesine kardan çok zarar vermekte. İnsanlık onurumuzu kendi pis amaçlarına alet etmeye çalışanlara, onlara alet olmayarak cevap vermeliyiz. Onun için biraz daha sabırlı davranmalı ve sınıfımızın uzun vadeli çıkarlarını düşünerek bütün düşmanlıklara karşı kolektif politik tavırlar geliştirmeye çalışmalıyız. Neler yapılabilir? Her işyerinin özgül durumuna ve işçilerin siyasal olgunluğuna göre mücadele biçimlerimiz farklılıklar arz edebilir. Bizce alınması gereken tavırlar şöyle sıralanabilir: Tahrikçinin yalan söylediğini kanıtlamak, sendikayı devreye sokarak patrona karşı tavır almasını, işçilerin kolektif karşı koyuşlarım sağlamak. Böyle davranabildiğimiz taktirde işçilerin arasına sokulmaya çalışılan nifak tohumları nüfuz edemeyecek, mücadelede birliğimiz ve deneylerimiz artacak. Bireysel çıkışların, yanlış ahlak anlayışlarının yüce davamız olan sosyalizme zarar vereceğini bir an dahi aklımızdan çıkarmayalım. Bütün fabrikalarda, işyerlerinde muhbirlerin delemeyeceği şekilde örgütlenmek ve bilinçli davranmaktan başka çare yok.

DEĞERLENDİRME KAMPANYASI TARTIŞMALARI

Örgütümüzün siyasi faaliyetinin en önemli aracı: Sosyalist İşçi

Bu sayıda Değerlendirme Kampanyası’na gelen yazıları yayınlamaya başlıyoruz. Bunu, önümüzdeki sayılarda da sürdüreceğiz. Yazı Kurulu da gelen yazılarla ilgili görüşlerini ilerde açıklayacaktır.

Sosyalist işçi değerlendirme kampanyasına ilişkin olarak birçok yoldaşla tartışma olanağına sahip oldum. Bu yazıda kendi değerlendirmelerimi ifade etmeme rağmen, bu görüşlerimde tartıştığım arkadaşların katkıları şüphesiz bulunmaktadır. Burada, olumsuzluklarını tespit edip giderek daha iyi, daha gelişkin bir gazeteye ulaşmak amacıyla eksikliklerini tartışacağım için öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: Sanıyorum, gazetemiz bugün Türkiye’de emsalsizdir, ya da emsalleriyle karşılaştırıldığında olumlulukları kat kat fazladır. Bu yazıda tartışılan eksiklikler olumsuzluklar böyle bir tespitin üzerinden değerlendirilmelidir. Tartışmaya gazetenin türünün değerlendirilmesinden başlamak istiyorum. Gazetemiz, örgütümüzün faaliyetinin aracı olmakla birlikte sosyalizm ile tanışmamış kitlelere hitap eden ajitasyon ağırlıklı bir yayın organı değildir. Sosyalist işçi sosyalizm ile tanışmış öncü işçilere hitap eden, propaganda ağırlıklı bir gazetedir. Gazetemizin türünün bu şekilde tespit edilmesi de bir değerlendirmenin sonucudur. Gazetemiz yayma başlamadan önce yürütülen tartışmalar sırasında, o anki mevcut durumda örgütümüzle yayın alışverişi sürdürebilecek insanların esas olarak sosyalizm ile tanışmış, sosyalizme sempati duyan insanlar olduğu ve bu nedenle de ihtiyacımızın propaganda ağırlıklı bir gazete olduğu örgütümüz tarafından kabul edilmiştir. Ancak bu tespitle birlikte akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da bu durumun geçici olduğudur. Toplumsal hareketliliğin başlayıp yükselmesine paralel olarak, sürecin bir noktasında, sosyalizm ile tanışmamış, yeni tanışan kitlelere yayınımızın iletilmesinin önde gelen ihtiyacımız olduğu bir duruma ulaşılacaktır. O nokta da gazetemiz de ajitasyon ağırlıklı bir türe dönüşmeli ve buna bağlı olarak periyodu kısalmalı ve daha fazla güncel olmalıdır. Bu noktaya ulaşıldığında bunu tespit edebilmek için ise bu tartışma sürekli tekrarlanmalıdır.

Bu açıdan bugünkü koşullar değerlendirildiğinde, bir yıl öncesine göre kitlelere hitap eden ajitasyon ağırlıklı bir yayma duyulan ihtiyaç oldukça artmış olmasına rağmen henüz bu ihtiyaç birinci dereceye geçmemiştir, yani hala ağırlıklı olarak mevcut türe ihtiyaç duyulmaktadır. Ama bu ihtiyaçların sırasının değişeceği noktaya yaklaşılmaktadır ve dolayısıyla bu tartışma canlı tutulmalıdır. Tanımladığımız türe bağlı olarak, gazetemizde haber ve haber-yorumların yarıya yakın bir hacim kaplaması gerektiği ve buna karşılık —gazetenin periyodu içinde vuku bulma anlamında— güncel olmayan araştırma, inceleme, tartışma, malzeme sunma türünde yazıların da mümkün

olduğu kadar gazetenin yarısını aşmaması gerektiği görüşünü benimsiyorum. Bu açıdan Sosyalist İşçi’yi değerlendirdiğimde haber ve haberyorumlar aleyhinde ve güncel olmayan diye isimlendirdiğim yazılar lehine bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce bu durum, birkaç etkenin bileşkesi sonucunda ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi ve herhalde en önemlisi pratik siyasi faaliyet içinde yer alan yoldaşların gazeteye çok yetersiz düzeyde haber iletmeleri. Bu sorunu, örgütümüzün bütünü olarak hepimizin kendimizi eğitmesiyle aşmamız gerekiyor. Diğer bir faktör, başyazı ve haberyorumlardaki ağırlık olarak yetersizlik ve bazı güncel olaylara değinilmemesi. Bu Yazı Kurulu’nun çeşitli pratik eksiklikleriyle açıklanabilir ve belki bir ölçüde bu açıklama doğrudur da. Ama Yazı Kurulu’nun kendi değerlendirmesinde genel politika üzerine gazetede yer almış olan yazıların oranını yüksek buluyor olması, pratik eksiklikleri neden olarak gören bir açıklamanın yeterli olmadığını, belirli bir bakış farklılığı olduğunu göstermektedir. Bu ise, gazetenin türünün ve işlevlerinin tartışılmasını gündeme getirmektedir. Bence, gazetemizin türü, yani propaganda ağırlıklı bir yayın olması, geçmişte Türkiye solunda yerleşmiş bazı gelenekler, bu türün kendi karakterinden gelen, yayının periyodu, hacmi gibi bazı özellikler nedeniyle, güncel olmaktan çıkıp daha soyut tartışmaların yer aldığı bir yayın organına dönüşme, daha basit bir ifadeyle, gazeteden dergiye değişme eğilimini kendi içinde taşımaktadır. Sanıyorum, gazetemizde haber ve haber-yorumlar aleyhine dengenin bozulmasındaki etkenlerden biri de, budur, bu türün kendi doğasından gelen dergiye dönüşme eğilimidir. Bu eğilime karşı durabilmek için ise, her sayıda titizlikle güncel ve güncel olmayan yazılar arasındaki denge korunmaya çalışılmalıdır. Örneğin bir sayfadan uzun yazıların her sayıda bir taneyi geçmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü aynı anda birkaç tane örneğin ikişer sayfalık yazının yer alması, büyük bir ih-


Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 13

DEĞERLENDİRME KAMPANYASI TARTIŞMALARI timalle gazetenin o sayısında değinilmesi gereken bazı haberlere yer verilememesine tekabül edecektir. Bu somut öneri belirli bir ölçünün korunmasına yöneliktir. Ancak bu konuda ise, Yazı Kurulu’nun benim kabaca yarı yarıya diye ifade ettiğim ölçüden biraz farklı bir ölçüden yana olduğu görülmektedir. Bu noktada gazetenin işlevleri tartışılmalıdır. Benim düşünceme göre, bizim gazetemiz, esas olarak, belirli bir sosyalizm açısından siyasi gerçekleri açıklamalı, belirli bir sosyalizmin propagandasını yapmalıdır. Sosyalizmin sorunlarının, sosyalizmin ne olup ne olmadığının tartışılmasının platformu ise gene esas olarak Sosyalist Tartışma olmalıdır. İşte bu noktada bir farklılık ortaya çıkmakta, Yazı Kurulu’muzun biraz daha fazla sosyalizmin “iç” sorunlarını bu gazetede tartışmaktan yana olduğu görülmektedir. Elbette mevcut sorunların, tartışmaların gazeteye de yansımaması düşünülemez. Ama burada önemli olan, gazeteyi esas olarak hangi işlevleri gerçekleştirecek olan bir araç olarak gördüğümüzdür. Sosyalizmin sorunlarına ait tartışmalarımızın platformunun esas olarak hangisi olduğudur. Bence doğru olan, sosyalizm üzerine tartışmalarımızı esas olarak Sosyalist Tartışma’da. sürdürmek, Sosyalist İşçi’de ise esas olarak sosyalizm doğrultusunda propagandaya ağırlık vermektir. Çünkü Sosyalist İşçi’nin hacmi, yapısı ve çeşitli özellikleri ve sosyalizmin sorunları üzerine bilimsel tartışma yürütmeye, sorunları bütün yönleri, neden ve sonuçlarıyla bağlantılı bir biçimde derinliğine tartışmaya elverişli değildir. Tüm zenginliği ve gerçekleştirmemiz gereken tartışmaları Sosyalist İşçi düzeyinde sürdürmeye kalkmamız bu tartışmaların yüzeysel kısır ve sonuç olarak ta verimsiz kalmasına neden olacağı gibi, savunulan görüşlerin de satır aralarına sıkışarak ya hiç farkına bile varılmamasına ya da yalnızca sonuçlar, sloganlar düzeyinde ezberlenmesine, ama iki durumda da gerçek anlamda kavranmamasına neden olacaktır. Sosyalizmin kendisi üzerine olan tartışmaların, Sosyalist İşçi’de kaçınılmaz bir yansıma olmaktan hayli yüksek bir ölçüde yer alması eğiliminde de, birden fazla etkenin rol oynadığı düşüncesindeyim. Birbirine bağlı olarak bir etken Yazı Kurulu’nun Sosyalist İşçi’de sosyalizmin sorunlarına biraz daha fazla yer vermekten yana olmasıysa, diğer bir etken de bu sorunları Sosyalist Tartışma’da tartışamamış olmamız ve kendiliğinden bu tartışmaların Sosyalist İşçi’de patlak vermesidir. Bu noktada konu, genel olarak yayın politikamızın değerlendirilmesine girdiğinden bu yazının kapsamını aşmaktadır. Bu

bakımdan, burada, tartışmaların esas platformu yerine Sosyalist İşçi’de belirmesi açısından da, teorik tartışma faaliyetine yani Sosyalist Tartışma’nın yayınlanmasına önümüzdeki görevler açısından birincil yer vermemiz gerektiğinin görüldüğüne değinmek yeterlidir. Bununla paralel olan diğer bir etken de kendi durumumuzdur, birincil görevi teorik tartışma olan bir örgüt olmamızdır. Ne ölçüde belirli bir sosyalizm anlayışı örgütün resmi görüşü ise o ölçüde bu sosyalizm doğrultusunda siyasi faaliyet yürütülmesi ve aynı olgunun ters yönden ifadesiyle, ne ölçüde sosyalizmin kendisinin ne olup ne olmadığı tartışılıyorsa, o ölçüde de belirli bir sosyalizm doğrultusunda siyasi faaliyetin yerini sosyalizmin kendisinin tartışılmasının alması kaçınılmazdır. Bu etkenin daha detaylı bir tartışması da bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Biçim açısından son olarak değinmek istediğim bir konu, imzalı yazı konusudur. Gazetenin belirli bir sosyalizm anlayışı doğrultusunda siyasi faaliyetin aracı olması şeklindeki görüşümle paralel olarak, gazetedeki yazıların özgül, farklı görüşler ileri sürüldüğü zaman imzalı olmasının, dolayısıyla nispeten az sayıda yazının imzalı olmasının daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Bunun nedenlerinden birisi, yazıların imzasız olmasının, faaliyetimizin kolektifleşmesine hizmet eden bir etken olacağıdır. Kolektif faaliyetin ise hem faaliyetimizi nicel ve nitel olarak güçlendireceği hem de komünist toplumun nüvesi olan ilişkileri içimizde yaşatmamızı sağlayacağı açıktır. Öte yandan yalnızca farklı, özel bir görüş savunulduğu zaman yazıların imzalı olması, dikkati çekerek farklılıkların daha iyi görülmesini sağlayacaktır. Gene bu konuda da yukarıda değinilen kendi durumumuzun bir etken olabileceği görülmektedir. Örgütün ne ölçüde resmi bir sosyalizm anlayışı varsa o ölçüde bu doğrultuda kolektif faaliyet yürütülebilir ve ne ölçüde örgüt açısından sosyalizmin ne olduğu tartışma konusuysa o ölçüde her yazar kendi sosyalizm anlayışı doğrultusunda kendi adına yazmak durumundadır. Gazetemizin eksikliklerinin giderilerek geliştirilmesine hizmet edecek olan bu değerlendirme yukarıda işaret ettiğim noktalarda örgütümüzün genel olarak yayın politikasının tartışılmasını gündeme getirmektedir. Tartışmanın böyle daha geniş bir boyuta yükseltilmesi, hem gazete değerlendirmesini daha da zenginleştirecek, hem de örgütümüz açısından daha verimli bir değerlendirmeyi olanaklı kılacaktır. R. KASIM

Nasıl bir Sosyalist İşçi istiyoruz? SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULUNA Gazetemizin görebildiğim kadarıyla eksikliklerini belirtmeden önce yapılması gereken şey bence Sosyalist İşçi’nin okurlarına karşı dürüst tutumunun açıklanmasıdır Sosyalist İşçi’nin okurlarına gerçek sayılara dayanarak verdiği istatistik bilgilerdir. Örneğin Ferruh Coşkun yoldaşın yazdığı “Gelir Dağılımının Gerçekleri” başlıklı yazısı. Yine R. Gökırmak yoldaşın “Yaşasın Enternasyonalizm” başlıklı yazısı. R. Gökırmak yoldaşın K.Kürdistan örgütlenmesi ile ilgili yazısındaki objektif tutum. Son olarak Sosyalist İşçi’nin birinci yıldönümü ile ilgili yayınlanan özel Ek’te aktarılan bilgiler. Kısacası, diğer bazı yayın organları gibi yok binlerce şehit verdik, yok Kürdistan’da şöyle örgütlüyüz gibi araştırmaya ve gerçekliğe dayanmayan, insanlara “gaz” verme taktiğine başvurmaya gerek duymaması bizleri, sevindirmektedir. Sosyalist İşçi’nin bu devrimci tavrına teşekkür ederiz. Eleştiri ve önerilerime gelince 1.Sosyalist İşçi’nin kadrolar için başyazı yayınlamaması. Oysa ki böylesi bir yazının, Türkiye ve K.Kürdistan’da Kurtuluş Örgütü’nün kolektif eylemi açısından ve kadrolara yapılacak ajitasyon yönünden yadsınamaz bir önemi var. 2. Sosyalist İşçi’de yaptığım bir incelemede, İspanya, Nikaragua, Kuzey İrlanda gibi yazıların kapsadığı alanın geniş bir yer tutması. Bu, Türkiye ve K.Kürdistan ile ilgili haber ve yazıların daralmasına neden olmaktadır. 3. Sosyalist İşçi ‘de K.Kürdistan ile ilgili yazıların azlığı dikkati çekiyor. Gazetemiz, özellikle ezen ulusun devrimcileri olarak, Türk şovenizmine karşı propaganda ve ajitasyon aracı olmalıdır. 4.Kurtuluş Örgütü 1. Kongre kararlarında, küçük burjuva sosyalizminden tam bir kopuş için teorik faaliyet üzerinde durulmakta. Fakat Sosyalist Tartışma’nın teknik nedenlerle gecikmesi bizlerin teorik faaliyetini aksatmakta, tartışmalar yarım

yürümektedir. Önümüzdeki günlerde bu tartışmaların daha da artacağı düşünülürse Yazı Kurulu’ndan yoldaşların (olanaklar elverirse) bu tartışmalara fiilen katılmalarını öneririm. Yoldaşça selamlar. T. ÖMER SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULUNA Sosyalist İşçi’nin bir seneye yakın bir süredir genel olarak düzenli bir şekilde yayınlanıp, gene düzenli bir şekilde okurlarına ulaştırılması güzel ve övülmeye değer bir çabanın ürünüdür. Gene hemen her sayısında, okurlarına gazeteye katkılan için seslenmesi ve ‘bütün okurlarından eleştiri ve önerilerini beklemesi Sosyalist İşçi’nin daha iyi, daha doğru ve yığınsal bir işçi gazetesi olması için gösterdiği çabayı ifade eder. Eleştiri ve önerilerimi şöylece sıralayabilirim; 1. Sosyalist İşçi gazetesindeki başyazı niteliğindeki baş sayfa yazıları daha güncel konulardan oluşmalı ve aynı zamanda ajitasyon ve propaganda yönünden daha zengin hale getirilmelidir. 2. Sosyalist İşçi’de K. Kürdistan ile ilgili yazılara ayrılan bölüm bence yetersiz. Bu konudaki yazılara daha fazla yer verilmelidir. Diğer yandan sayıca yetersiz bulduğum Kuzey Kürdistan ile ilgili bu yazıların çoğunda anlatılan Kuzey Kürdistan’daki operasyonlar, baskı ve terör, hakim sınıfların bu bölgedeki projeleri gibi şeyler. Kısacası daha çok haber niteliğindeki yazılar bunlar. Elbette ki bu yazılara yer verilmelidir. Çünkü gazetenin görevlerinden biri, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki siyasi gerçekleri açıklamaktır. Ama öte yandan, Türk ve Kürt proletaryasının birliği ve mücadelesi, görevleri doğrultusunda daha fazla


Sayfa: 14

Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

aydınlatıcı olmalıdır. 3. Sosyalist İsçi’de kadın yoldaşlarla ilgili bir bölüm vardır. Bu bölüme her sayıda düzenli yer verilmeli ve içeriği daha nitelikli hale getirilmelidir. 4. İşçi ve fabrika haberlerine daha ağırlık verilmelidir ki, örneğin bir fabrikadaki grev, diğer fabrikadaki işçilerin mücadelelerine ışık tutabilsin. 5. Grevler, işten neden gösterilmeksizin atılmalar, ödenmeyen tazminatlar, iş güvenliğinin yokluğu, iş kazaları, yasaların tanıdığı bazı hakların dahi verilmemesi özellikle son günlerde sıkça rastlanan olaylar. Bu ve benzeri durumlarda işçilere yol gösterilmeli, nasıl davranmaları gerektiği anlatılmalıdır. Örneğin birçok işçi, neden gösterilmeksizin işten atılmakta ya da iş güvenliğinin olmaması nedeniyle iş kazası geçirmektedir. Böylesi durumlarda işçi genel olarak sessiz kalmakta, en azından yasaların tanıdığı hakları dahi — belki de bilmediğinden— alamamaktadır. Bugün burjuva yasalarının tanıdığı hakları dahi kullanamayanlar yarın bu hakları nasıl zorlayacaktır? Bu söylediklerim, sorunlara düzen sınırlan içinde çözüm bulma şeklinde yorumlanmamalıdır. İşçilere haksızlıklara, yapılan yolsuzluklara karşı sessiz kalmamaları, mücadele etmeleri anlatılmalı ve sosyalizm mücadelesine katılmaları sağlanmalıdır. Füsun KAYA SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULUNA

Gazetemize destek olalım Hedefimize varabilmek için marksist-leninist bir örgüte ihtiyaç vardır. Bu örgüt Kurtuluş Örgütü’dür. Örgütümüzün görüşlerini, amaçlarını başta işçi sınıfı olmak üzere tüm topluma ve dünyaya gazetesi (yayın organları) aracılığıyla açıklar, örgütümüzün bu aracı Sosyalist İşçi’dir. Sosyalist İşçi Yazı Kurulu 1. sayısında çıkan “Çıkarken” başlıklı yazıda (özetle) görüşlerini ve amaçlarını, “Sosyalist İşçi Nedir ?” başlıklı yazı ile de gazetenin niteliğini ve görevlerini açıklamıştır. Bu açıklanan görevleri ve amaçları gazete nasıl yerine getiriyor ya da nasıl yerine getirecektir. Örgüt gibi gazete de üyelerin sorunlara ortak olmalarıyla ayakta kalır, gelişir. Gazete yalnızca Yazı Kurulu’nun yazıları ile yayınına devam ederse veya ediyorsa bir eksiklik var demektir. Nedir bu eksiklik? Örgüt sadece Yazı Kurulu veya yetkin ya da yetiştirilmiş yönetici 5-10 yoldaş değildir. Üyelerde vardır. Bununla beraber sınıf bilinçli işçiler, gazeteyi okuyan işçiler, ilişkilerimiz . . .vb. Yazı Kurulu dışındaki örgütün çoğunluğu yazı yazmıyorsa nedenleri olmalı. Nelerdir bu nedenler ? 1) Zaman mı yok, 2)Nasıl olsa diğer yoldaşlar yazı yazıyor, biz başka işlerle uğraşalım düşüncesi mi, 3) Yanlış yazarım kuşkusu ile düşünceleri yazmaktan çekinmek mi, 4) Ne yazacağını bilmemekten mi, 5) Yazı yazmanın bilincine varılmadığından mı, 6) Yazılan düşüncelerin sorumluluğunu yazının yazan taşıyacaktır. Böyle bir sorumluluk almamak için mi . . . vb.

Biz işçi sınıfının çoğunluğunun kökeni köydür. Kırdan kente gelerek işçi olmuşuzdur. Bizim müttefikimiz olan köylünün de sorunları vardır. Sosyalist İşçi‘nin bir yıllık yayın döneminde köylünün sorunlarına rastlamadık.. İşçi sınıfının sorunlarını işlemeniz, genel siyasi sorunlardaki yayınlarınız ve sınıf bilinçli işçilere Sosyalist İşçi‘nin sayfalarını açmanız oldukça olumlu. Bir de, gazetenin baş sayfasında bir işçi yumruğu yahut çark şeklinde vs. bir simgesi olmalıdır. İşçi ve emekçi kesimlerdeki günlük haberlere yer verilmelidir. “Mutlu Akü” de Bir İşçi Öldü” örneğindeki gibi. Cezaevlerinden haberlere yer verilmelidir. Son sayıdaki (11. sayı) “Rekabet ve Rezalet” başlıklı yazıdaki rüşvet konusuna değinmeniz çok olumlu. Burjuva basınında yazılmayan bir sürü şeyler var, onları da hep Sosyalist İşçi’ de görmek istiyoruz.

Yoldaşlar, yukarıdaki yazı yazmama nedeni olarak aklıma gelenler /düşünebildiklerim daha fazla olabilir. Yazmak için zaman yaratabiliriz, yanlış yazarsak yoldaşlar eleştirir yanlışımızı düzeltiriz, ikna olmamışsak tartışırız, yazma konusunda yönteme / metoda sahip değilsek yoldaşlarla bu sorun tartışılır, öğrenilir. Bugünkü örgütümüz geleceğin yönetici sınıfının öncüsüdür. Bugünden düşüncelerimizi yazarak, tartışarak etkileyeceğiz-etkileneceğiz. Komünistler hiçbir zaman eleştiriden-özeleştiriden korkmazlar. Ayrıca bugün örgütümüzde ne Tasfiyeciler, ne de resmi sosyalist merkeziyetçiler var. Sosyalist demokrasiyi oluşturmak için “adeta (bize) yalvaran” yoldaşlar var yönetimde.

Halil GÜÇLÜ

Gazetemiz Sosyalist İşçi sendika,

dernek veya bir yerel örgütümüzün yayın organı değildir. Sosyalist İşçi işçi sınıfının, tüm diğer sınıflardan bağımsız politik gelişimini ve mücadelesini örgütlemeye çalışan örgütümüzün yayın organıdır. Gazetemiz ülkemiz burjuvazisine ve dünya burjuvazisine karşı mücadelemizde önemli silahlarımızdan biridir. Her boydan küçük burjuva sosyalist akımlarla hesaplaşmamızı sağlayan, ve dünya işçi sınıfı ile enternasyonalist bağlarımızı kuran iletişim aracımız gazetemizdir. Bu çok önemli silahımızı mermisiz bırakmayalım. Yarın mücadelemiz yükselmeye başladığında, örneğin bir sendika gazetesi çıkarmak gerektiğinde, böyle bir talebi yerel örgüt yaptığında, kimler çıkaracaktır bu gazeteyi, kimler yazı yazacaktır? Elbette, örgütümüzün o birimdeki üyeleri, değil mi? Bugünden çaba sarf edilmezse yarın böyle bir işi yapmakta zorlanacağımız bugünden belli değil mi? Bugün yazı yazan yoldaşları bir gün burjuvaziye kaptırırsak veya bir kaza ile aramızdan ayrılırlarsa, bilimsel sosyalizmden ayrılırlarsa, yolumuza nasıl devam edeceğiz? Yoksa etmeyecek miyiz? Bilimsel sosyalizmin yolundan yürümeye devam edeceğiz. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bugünden düşüncelerimizi yazmayı öğrenmeli, tartışmalı, kendimizi geliştirip olgunlaştırmalıyız. Bunlar sorunlarımızın biryanı. Bir diğer yan daha var ki, çok ama çok yakıcı. Bir örgütün gücü onun üyelerinin kafa sayısı ile ölçülmez. Bir örgütün gücü, örgütü yerleşmiş bir kurum olarak komünizme kadar götürecek üyelerin nitelikleriyle, gelişmişlikleriyle ölçülür. Yetkinleşmiş yönetici yoldaşların kaybında üzerinde proleter enternasyonalizmi yazılı kızıl bayrağı yere düşürmeden taşımak için komünist olma sorumluluğumuz gereği bugünden görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Pre-kapitalist, kapitalist ve resmi sosyalist sistemlere, hatta örgüt sorunlarına ilişkin doğru bildiği düşüncelerini açıklamayan, sessiz kalan bir yoldaş veya bir kişi özgürce düşünmeyi becerememiştir. Sosyalistlerin sorunu özgürlük sorunudur. Piyasadaki anlamı ile kuru, soyut bir özgürlük değil elbette, özgürlük, önce kafada başlar, örgütte şekillenir özgürce irade birliği ile. Özgürce düşünmeyen, düşünemeyen kişinin

sosyalistliği kuşkuludur. * * * Sosyalist İşçi bir yılda azım-sanmayacak bir yol katetmiştir. Önümüzdeki günlerde yürüyeceğimiz yolun alt yapı çalışmalarını yapmıştır, yapmaktadır. Ama yürünülen yol, yürüyeceğimizin çok azıdır. Şimdi, Sosyalist İşçi‘deki eksikliklere değinmek istiyorum. Eksiklikleri görmek daha kolay oluyor! I. Kongre kararlarında Ermenilerin toplu imha edilme gerçeğini teşhir etmek görev olarak kabul edilmiştir. Gazetede bu yönde bir teşhir görmedim. (Yoldaşın bu yazısı gazetemizde ‘Ermeni Sorunu Üzerine’ yazısının yayınlanmasından önce yazılmıştır. —Yazı Kurulu’nun notu. )İçimizde belki Ermeni bir yoldaş yok veya bizim bu konuda bilgimiz az, ya da bu konuya duyarsız kalıyoruz. Tasfiyeci TKKKÖ yöneticilerinin düşmanca tutumları teşhir edilmeli, birlik çabalan yılmadan, usanmadan tekrarlanmak. Gazetemiz I. Kongre’nin kadın sorunu üzerine aldığı kararlara uymakta, bu konuda yayın yapmaktadır. Ancak, bizim dışımızdaki kadın hareketi toparlanmaktadır. Gazetemizde ise dışımızdaki kadın örgütlenmesine dönük yazılar yoktur. Zindanlardaki mücadeleye dönük gazetemizde yazı yoktur. Bu konuda daha çok habere yer verilmelidir. Ayrıca işkence gören yoldaşlar deneylerini örgüte aktarmalı, zindanlardan çıkanlar varsa oradaki yaşamı, mücadeleyi, bu deneyi yaşamayanlara aktarmalı. 12 Eylül öncesinde ve sonrasında öldürülen yoldaşlar için resimleriyle beraber bir broşür çıkartılmalı, ayrıca ölüm günlerinde bu yoldaşlar gazetede anılmalıdır. Türkiye işçi sınıfı tarihini gazetemizden hiç eksik etmemeliyiz. Sosyalist Tartışma’‘da dünya sosyalist hareketinin tartışmaları aktarılabilinir. Yine Sosyalist Tartışma’da Türkiye sosyalist hareketleri ve K.Kürdistan solu ile tartışılabilinir. Bu siyasi akımların neler düşündüklerini ve neler yaptıklarını öğrenebiliriz. Bunları yapabilmek için elimizde hiçbir malzeme yok. Kolektif bir iradeyi gerçekleştirmek için, ileri! Turgay ŞERKAR


Sayı: 14

SOSYALİST İŞÇİ

FABRİKA ANKETİ

Gazetemizde ve çeşitli diğer yayınlarımızda, her gün sosyalistlerin en acil görevlerinin işçiler arasında örgütlenmek olduğunu birçok defa vurguladık ve vurgulamaya devam edeceğiz. Sosyalist Hareketin bu güne kadarki pratik tecrübesi, işçiler arasında çalışmak açısından oldukça zayıf. Fakat pratik içinde bunu aşmayı mutlaka başarmak zorundayız. İşçi sınıfı içinde yürütülen çalışma öncelikle ve bugünkü koşullarda esas olarak fabrika içinde veya

1 1. FABRİKA 1) Hangi sanayi dalında faaliyet gösteriyor? Ne zaman kurulmuş? 2) Hangi şehirde veya sanayi bölgesinde? 3) Kaç kişi çalışıyor? 4) Fabrikadaki makinalar ortalama kaç yaşında? İşaretleyin. 10 yıldan eski..... 5-10 yıllık..... 5 yıldan yeni..... 5) Yeni makina alındığı için işten çıkarılan oldu mu? Ne zaman..... Kaç kişi..... 6) İşten çıkarılanlar kadın mı, erkek mi, kaçı kadın, kaçı erkek? 7) Fabrikanızda bant sistemi kullanılıyor mu? Evet..... Hayır..... Ne zaman kuruldu..... 8) Fabrikanız; Esas olarak üretim yapıyor..... Esas olarak montaj yapıyor..... Montaj yapmıyor..... Sırf montaj yapıyor..... 9) Fabrikanızın üretimine ilişkin olarak aşağıdaki bilgileri elde etmeye çalışın. (Yıllık TL) Toplam hammadde, ambalaj vb...... Makinaların değeri.....

henüz giremediyse, fabrika faaliyetinin etrafında yürütülebilir ve yürütülmelidir. Mahallelerden fabrika kuşatma saçmalığı artık hem pratik hem de teorik olarak geride kalmıştır, aşılmıştır. Söz konusu fabrika olunca ilgili fabrikanın özelliklerini bilmek büyük öneme sahiptir. Bu özelliklerin en önemli faydaları 1) Ajitasyon ve propagandamızda bize. malzeme sağlamaları, 2) İşçilerin somut talepler etrafında örgütlenmeleri için gerekli zemini doğru Binanın değeri..... Toplam ücretler..... Toplam satışlar..... Elektrik, su vb...... Kira..... Muhasebede uygulanan aşınma payı oranı..... Patronun bildirdiği kâr..... Muhasebeye göre sabit kıymetler..... Bu rakamları mümkünse 2 veya 3 yıllık olarak bulun. Bunları bulmak imkânsız..... Çok zor..... Zor..... Kolay..... 10) Fabrika; Bir kişinin..... Ailenin..... Holding’in..... 11) Patronun veya şirketin aynı işi yapan başka fabrikaları var mı? 12) Patronun veya şirketin sizin fabrikanın mallarını kullanan başka fabrikası var mı? 13) Fabrikanın ürünlerinin pazar payını biliyor musunuz? Bilmiyorsanız sizce hangisi doğruya en yakın? Tek üretici..... Bir kaç üreticiden biri..... Bir çok üreticiden biri..... 14) Fabrikanın ürünlerinin aynı veya benzerlerini ithal etmek mümkün mü? Yoksa yasak mı? 15) Sizce patronun ekonomik durumu nasıl? iyi..... Orta..... Kötü..... 16) Fabrikanın stok tutma adeti var

Sayfa: 15

tespit etmemize yardımcı olmaları, 3) Bu bilgileri toplarken dahi örgütlenmemize ve uyanıklığımızı geliştirmemize yardım etmeleridir.

tecrübeleri gerekli kılar ama bugün bunlardan önemli ölçüde yoksun olmamız moralimizi bozmamalı. Yaparak öğreneceğiz.

Bunlara ek olarak grev, direniş gibi olaylara hazırlanırken bu bilgiler hayati öneme sahip olacaktır. Bu bilgiler temelinde ve hayat tecrübemizin ışığında fabrika örgütlenmesinin (işçi sınıfına gitmenin) özgül yöntemlerini daha kolayca geliştirebiliriz.

Aşağıda bir fabrika anketi örneği sunulmuştur. Bu anket fabrikalarda çalışan yoldaşlarca dikkatle okunmalı ve yapılmaya çalışılmalıdır. Sonuçlar vakit geçirilmeden ilgili kanallarla Yazı Kuruluna ulaştırılmalıdır. Anket sonuçları ve yorumları ise elimize geçtikçe — gerekli gizlilik kurallarına uyularak— yayınlanacaktır. Anket özellikle kısa ve basit tutulmuştur. İlerde hep birlikte yani ankete katılanların önerileri ile de daha ayrıntılı ve gelişkin anketler hazırlamak ve yapmak hedefimizdir.

Fabrika anketleri genel amaçlı olabileceği gibi, sırf bazı fabrikaları hedef alarak ta yapılabilir ve özel amaçlı olabilirler. Bu anketleri geliştirmek, bilgileri toplamak ve yorumlamak, apayrı türden bilgi ve

mı? 17) Son 3 yılda ürünlerin fiyatı yüzde kaç arttı?

2

11. İŞÇİLER 1) Fabrikada çalışanlar çoğunlukla genç işçiler mi, yoksa yaşlı işçiler mi? 2) Fabrikada çalışanlar yeni işçiler mi, yoksa eski işçiler mi? En eski işçi kaç yıllık? 3) Fabrikada kadın işçiler var mı? Varsa işçilerin kaçta kaçı kadın? 4) Fabrikada vasıflı ve vasıfsız işçilerin oranı nedir? 5) Fabrikada kaç memur çalışıyor? 6) Fabrikada çırak ve geçici işçiler var mı? Oranları ne kadar? 7) Fabrikada kaç çeşit iş var? En sevilen iş..... En nefret edilen iş..i.. Ücreti en yüksek iş..... 8) Fabrikada kaç atelye var? 9) a-Fabrikada işçiler çoğunlukla köy kökenli mi yoksa şehir kökenli mi? b-Babası da işçi olanlar yüzde kaç? 10) işçiler çoğunlukla yakın mı, uzak mı oturuyorlar? 11) a-En düşük ve en yüksek ücret-

ler ne kadar? b-Parça başı iş var mı? İşçilerin yüzde kaçı parça başı işte çalışıyor? 12) Fabrikada sendika var mı? Yeni sendikalaşıyoruz..... Yetkili sendika var..... Birden fazla sendika var..... Var ama yetkisiz...... Yok..... 13) Hangi sendikalar var, her birinin üye sayısı ne kadar? 14) İşçiler sendikal faaliyete; Genellikle ilgili..... Genellikle ilgisiz..... Aktif katılım içinde..... 15) a-En son toplu sözleşme ne zaman yapıldı, ne kadar ücret artışı alındı? (Mümkünse yüzde olarak) b-En son ne zaman ve ne kadar ücret artışı alındı? 16) Fabrikada hangi gazeteler okunuyor? En çok okunan gazeteyi ayrıca belirtin. 17) Fabrikada hangi siyasi çalışmalar yapılıyor? Gerekirse örgüt ismi de veriniz. (Burjuva partileri dahil) 18) a-Fabrikadaki işçilerin kendi aralarındaki ilişkiler nasıl? Dostça..... Rekabetçi..... Birbirine ilgisiz..... Düşmanca..... b-Bu durumun nedeni sizce hangisi olabilir? Hemşehrilik..... Siyası..... Kişisel dostluk..... Yükselmek için rekabet.....


Kurtuluş Örgütü Merkez Komitesi Bildirisi

YAŞASIN 1 MAYIS İŞÇİLER! EMEKÇİLER! 1985 1 Mayıs’ı geldi. Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı birlik, dayanışma ve mücadele gününe bir kez daha karanlık bir tablo içinde giriyor. 12 Eylül darbesinden bu yana 4,5 yıl geçti. Askeri yönetim yetkilerini sivil yönetime devrediyor. Ama işçiler açısından değişen ne var? Özal Hükümeti 1,5 yıllık yönetimi sırasında işçi ve emekçiler karşısındaki tavrıyla en az askeri yönetim kadar aşağılık olduğunu, tekelcilerin sözcüsü, işçi sınıfının düşmanı olduğunu defalarca kanıtladı. 1,5 yıllık süre hükümetin “orta direk edebiyatının” iflas etmesine, maskesinin düşmesine, gerçek yüzünün açığa çıkmasına yetti. Nedir bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da durum? İşçi sınıfının üzerindeki sömürü katbekat arttırılmış, enflasyonun çok gerisinde kalan toplu sözleşmelerle ücretlerin alım gücü 70Tl yılların yarısına inmiştir, ülkenin en güzel köşeleri petrol zengini Arap şeyhlerine peşkeş çekilirken, emekçi sınıflar yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. İşçi sınıfının siyasal örgütlenme hakkı yok. Ekonomik mücadele araçları olan sendikalar hükümetin ipoteği altında. Grev hakkı göstermelik. Hükümet işçi sınıfına o denli utanmazca saldırmaktadır ki, yılların uzlaşmacı sendikacıları olan Türk-İş yöneticileri dahi hükümete karşı tavır alma, karşıt beyanlar vermek zorunda kalıyor. Oligarşinin tavrı işçilerin sınıf mücadelesindeki tüm araçlarını kullanılmaz hale getirmek doğrultusunda. Emperyalizmin ileri karakolu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ABD ile olan bağlarım her gün biraz daha sıkılaştırmakta hizmetinin karşılığı olarak ta daha fazla tank, top, uçak, füze ve savaş gemisi istemektedir.

Kişi başına düşen gelir ortalamasında dünyadaki yoksul devletler arasında yer alan Türkiye dünyanın en kalabalık 5. ordusunu beslemektedir. Hükümet ve egemen sınıfın tüm siyasi temsilcileri işveren örgütleri ve benzeri işsizlikten, yatırımlara ayrılan kaynakların azlığından yakınırken, bütçenin üçte biri bu 800 binlik muazzam orduyu beslemek, güçlendirmek için ayrılmaktadır. Burjuvazinin çözülen ideolojik çimentosunu tazelemek için en önemli silah söven milliyetçilik. Bir yandan resmi sosyalizmin yaptığı yanlışları kullanarak yoğun bir antikomünizm kampanyasını sürdürüyor, öte yandan “bütün dünya Türk’ün düşmanıdır, iç ve dış düşmanlar son Türk devletini yıkmak istiyorlar” gibi saçmalıklarla dolu söven bir politika izlenmektedir. Bu tema sağlı, “sollu” bütün basın yayın ve diğer burjuva kurumları tarafından çılgınca işlenmekte. İşçi sınıfı söven milliyetçi bir ideoloji etrafında burjuvazinin eklentisi haline getirilmeye çalışılıyor. Devletin doğrudan desteğiyle mitingler tertipleniyor. Ama Türk azınlıkların haklarından bahsedenler TC sınırları içinde, Kuzey Kürdistan’da ya-

şayan milyonlarca Kürt’ün üzerindeki baskı ve teröre kayıtsız kalıyorlar. Kayıtsız kalmak ne kelime, ilerici geçinen yazarlara varana dek koro halinde, Kürt ulusu diye bir ulus olmadığını ileri sürüyor, en küçük ulusal kıpırdanışlara karşı küfürler yağdırmakta yarış ediyorlar. Sosyalistler, devrimci-demokratlar üzerindeki baskı alabildiğince sürdürülürken sadece son 4 ayda gözaltına alınanların sayısı 3 bine yaklaşırken, işçi sınıfının Kürt ve Türk emekçilerinin sicilli düşmanı, binlerce ilericinin katlinden sorumlu MHP yöneticilerinin tamamı serbest bırakılıyor. Türkeş hapishaneden evine araba konvoylarıyla getiriliyor. Evinin önünde yüzlerce faşist “Başbuğ Türkeş” naraları atıyor ve tek ders için dilekçe veren öğrencileri gözaltına a-an sıkıyönetim yetkilileri bu durumu seyrediyor. Zaten ANAP içinde köşe başlarına yerleşen faşistlerin önde gelen lider kadroları ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşıyor. İşçi sınıfına ve emekçi halklara karşı yeni saldırı planları yapıyorlar. 1 Mayıs’ın dünya, Türkiye ve

Kuzey Kürdistan proletaryası için özel bir anlamı vardır. 1 Mayıs işçi sınıfının mücadelesini yükselttiği, daha güzel, insanca bir dünya için arzusunu, mücadele azmini en gür sesiyle dile getirdiği gündür. İşçi sınıfının tarihi 1 Mayıs’larda işçilerin yüreğini sevincin ve mücadele kararlılığının burjuvazinin yüreğini ise korkunun kapsadığını gösterir. İşçi sınıfımız da özellikle 1975-80 yılları arasında 1 Mayıs geleneğine sahip çıkmış, taleplerini daha yüksek sesle haykırmıştır. Oligarşi 1 Mayıs isminden dahi korkuyor. Bu yüzden geçmişte Bahar Bayramı diyerek sulandırmaya çalıştı. Hesapları tutmadı. 12 Eylül‘den sonra tatil günü olmaktan çıkardı. Ama işçilerin mücadele günü olmaktan çıkarmayı başaramayacak. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı için olan anlamı yasalarla yok edilemez. 1 Mayıs işçilerin mücadele bilincinde yaşamaya devam ediyor, devam edecek. İŞÇİLER! EMEKÇİLER! 1 Mayıs işçi sınıfı özerindeki sömürüye karşı, emperyalizme karşı, her türlü ulusal baskıya karşı, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış kapitalizme karşı işçi sınıfının bayrağını yükselttiği gündür. Bugün 1 Mayıs, siyasi demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sınıf kardeşlerimize bugünü anlatmak, mücadelemizden örnekler vererek kavratmak tüm sınıf bilinçli işçilerin görevidir. Bu şanlı geleneği yaşatman, işçi sınıfı ve emekçi halkların taleplerini bir kez daha haykırmalıyız. Sınırsız örgütlenme ve gösteri hakkı için, sınırsız grev hakkı için, serbest toplu sözleşme için, tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması için, ulusal baskıların son bulması için, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm için sesimizi yükseltelim. YAŞASIN 1 MAYIS GELENEĞİMİZ !


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.