DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
651
9 Ocak 2020 3 TL. sosyalistisci.org
-
ABD’NİN İRAN SAVASINA HAYIR
Londra’da savaş karşıtı gösteri
TRUMP ELİNİ ORTADOĞU'DAN CEK! --
Trump’ın öldürttüğü İranlı general kahraman değil bir katil. Ancak bu suikast, Ortadoğu’da savaşlara ve yıkımlara neden olan ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin politikasının bir devamı ve büyük bir savaşa neden olabilir. Savaşın ilk kaybedeni insanca ve özgür yaşamak isteyen Irak-İran halkları...
--
LİBYA'YA ASKER DEĞİL İSSİZLERE İS
SAYFA 3
2
GÜNDEM
ULUSLARARASI SOSYALİSTLERDEN ABD’NİN SAVAŞINA KARŞI AÇIKLAMA KATİL TRUMP! ORTADOĞU’DAN DEFOL! ABD’nin suikastından bir hafta sonra İran ABD’nin iki askeri üssüne saldırdı. Gerilim tırmanırken Amerika’nın saldırısının yarattığı tartışmalara yakından bakmalıyız. Öncelikle, Süleymani gibi tiplerin elinin kanlı olması, Trump gibi canilerin denizaşırı sömürgeci kibirlerine meşruluk kazandırıyor. O yüzden ilk dikkat edilmesi gereken, katili öldürenin katiller şahı olduğunu görmektir! Hem İran rejiminden yana olan eğilime hem de “daha büyük-daha batılı-daha modern” güçlerin işgal politikalarına aynı anda karşı çıkmayı başarmak zorundayız. Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesine karşı çıkarken, bu adam etrafında bir İran rejimi güzellemesi yapılmasına izin vermemeliyiz. Önemli bir diğer nokta şu: Irak’ta süreklilik kazanan protesto dalgası da İran’da rejimi zora sokan eylem dalgası da karmaşık duygularla bir potada eriyen antiemperyalist ruh ve eylem halinin gölgesi altında kaldı. Emperyalist işgal girişimlerinin ve müdahalelerin her biri, esas olarak müdahale edilen ülkenin ezilenlerinin başına büyük belalar açıyor. Şimdiye kadar yapılan “insani amaçlı” bütün işgal hareketleri benzer bir sonuç yarattı. Bu konuda en son Libya işgali sırasında emperyalistler halka yardım etmek için Libya’yı bombaladıklarına kamuoyunun bir kısmını ikna edebilmişlerdi. Trump da aynı şekilde bir katili ortadan kaldırmak için Süleymani’nin öldürüldüğünü söylüyor. Öte yandan, gelişmelerin ABD’nin gücünün sarsılmazlığını değil, sınırlarını, çelişkilerini ve zayıflığını gösterdiğinin altını çizmeliyiz. Emperyalizmin çoklu krizi olarak adlandırılan sorunun ABD açısından derinleştiği ve ABD’nin Ortadoğu’da Irak işgali döneminin ardından ikinci bir yenilgi almasının mümkün olduğu ortada. Emperyalizmin jeostratejik hegemonya mücadelesi sorununu, dolayısıyla 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın ilk 10 yılının bu hegemonya mücadelesine bağlı çatışmalar tarafından etkilendiğini açık. Bu emperyalizmin sınırsız bir güce ulaşmadığını, tersine sınırları giderek daralan, etki alanı küçülen ve iç çelişkileri derinleşen bir duruma geldiğini gösteriyor. Emperyalizmin çelişkilerini daha da derinleştirmenin yolu ise bu kendi içinde de çelişkili blokların herhangi birisine yaslanmak ya da her ikisiyle birden çıkarcı ittifaklar kurmak değil başta kendi egemen sınıflarımıza karşı mücadele olmak üzere, 2019’a damgasını basan ayaklanmaların işgal edilen, Amerika’nın ya da Rusya’nın müdahalesine maruz kalan ülkelerin ezilen sınıflarının eyleminin güçlenmesini sağlamaktır. Arap Baharı’ndan sonra geçen sene başlamış olan yeni dalga kitlesel direniş hareketlerinin Amerika’nın son saldırısının ardından antiemperyalist görünümlü milliyetçiliğin etkisi altından kurtulup kurtulamayacağı çok belirleyici olacak. Son olarak, bu tartışmaların Türkiye’de aldığı biçimler çok önemli. Hükümet, gelişmelere tepki olarak sükûnet çağrısı yaptı. Bölge halklarının ihtiyacı sükûnet değil bütün emperyalist güçlerin bölgeden askerlerini ve silahlarını çekmesi, Trump’ın savaş suçu işleyen bir küresel terörist olduğunun altını çizilmesi, askeri üslerin hemen kapatılması, Türkiye’nin de yaklaşık 11 ülkeden askerlerini geri çekmesi ve bölgede barışçıl bir rol oynaması, NATO’dan hemen ayrılması ama Rusya-İran gibi güçlerle de iş birliğine asla girmemesidir. Türkiye’de sol muhalefet içinden Kasım Süleymani’nin katledilmesi “Üçüncü Dünya Savaşı geliyor” diyerek değerlendirenler oldu. Bu Türkiye solunun bazı kesimlerine özgü bir gariplik gerçekten de. ABD’nin Ortadoğu’da canının çektiği gibi suikastlar yapmasını Üçüncü Dünya Savaşı ihtimaline bağlamak, Amerika’nın saldırısını bizzat kınamadan asıl tartışmanın etrafından dolanmak anlamına geliyor. Amerika’da radikal sol ve sendikalar dünya savaşı geliyor yaygarası kopartarak değil, 90 şehirde Trump’a karşı sokaklara çıkarak tutum aldı. Amerika’nın İran savaşına hayır! Ortadoğu’da özgürlük ABD, Rus ya da eli kanlı rejimlerin bombardımanlarıyla ve çatışmalarıyla değil, Arap halklarının kitlesel mücadelesiyle sağlanacak.
ABD’de savaş karşıtları sokakta: ‘Trump çöplüğe’
Trump’ın suikastı ve savaş kışkırtıcılığı, Mollalar rejiminin Irak’taki 2 ABD üssünü vurmasıyla karşılık buldu. Dünyanın farklı ülkelerinde mücadele yürüten Uluslararası Sosyalistler, suikastın ardından ABD’nin iran savaşına karşı bir açıklama yaptı. Uluslararası Sosyalist Akım'ın (International Socialist Tendency) açıklaması şöyle: • Donald Trump, Kasım Süleymani’nin ve diğer bazı İranlı ve Iraklı askeri liderlerin suikast yoluyla öldürülmesini emrederek, Ortadoğu’yu ateşe verebilecek bir savaş hareketinde bulundu. • Trump açısından cinayetlerin arkasındaki motivasyon kuşkusuz kısa dönemli siyasal hesaplardı, ancak yine de bu cinayet bölgedeki ABD egemenliğinin krizinin son safhasıyla ilgili. • Bu krizin izleri Irak’ın ABD ve Britanya tarafından 2003 yılındaki işgaline kadar uzanıyor. Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve işgalin yenilgiye uğraması hem Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki İran, İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletlerin hem de –başta Rusya olmak üzere– dış güçlerin istismar etmeye çalıştığı bir iktidar boşluğu yarattı. Bu devletlerin rekabeti Suriye’de, Yemen’de ve Libya’da bir dizi tehlikeli ve kanlı çatışmaya yol açtı. Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasındaki ABD destekli boru hattı anlaşması, anlaşmanın imzacılarıyla Türkiye arasındaki gerilimi daha da arttırıyor. • İran’daki İslam Cumhuriyeti rejimi, Ortadoğu’daki ABD gücünün gerilemesinden en çok faydalanan güçlerden biriydi. Süleymani, Irak’tan Suriye'ye ve Lübnan'a uzanan kaviste büyük siyasal ağırlığa sahip bir figürdü. İran çelişkili bir rol oynadı. Bir yandan ABD ve İsrail’e karşı direnişi organize ederken, aynı zamanda Suriye’deki acımasız Esad rejimiyle Irak ve Lübnan’daki yozlaşmış ve mezhepçi hükümetleri destekledi. • ABD gerilemiş olabilir ama Ortadoğu’daki egemenliğinden vazgeçmeye hazır değil. Trump, Barack Obama’nın Tahran karşısındaki izlediği politikayı tersine çevirdi; uzlaşmanın yerini çatışma aldı. Ancak Trump şu ana kadar savaştan kaçınmak için dikkatli davrandı ve ekonomik yaptırımlar yoluyla “maksimum basıncı” yoğunlaştırmaya odaklandı. Ama İran rejimi misilleme yapmanın yollarını bul-
du; örneğin Suudi petrol tesislerini hedef aldı veya Irak’ta nüfuzunu kullandı. Süleymani’yi öldürmek ABD gücünün bir göstergesi olmaktan çok, bu gücün sınırlarına karşı hırçın bir hareket. • Yine de bu son derece tehlikeli bir hamleydi ve bu yalnızca İran’ın misilleme yapacak olmasından, böylece ABD ile gerginliğin sürekli arttığı bir döngüye girilme potansiyelinden kaynaklanmıyordu. Körfez’de Çin, Rusya ve İran tarafından yakın zaman önce yapılan ortak deniz tatbikatı, diğer emperyalist güçlerin ABD gücünün Ortadoğu’daki krizini istismar etmeye yönelik ilgisini gösteriyor. • ABD’nin saldırısını ve gelecekteki olası saldırganlıklarını kınıyoruz. İran ile bir savaşa karşı çıkacağız. İran’a karşı ABD’nin öncülük ettiği veya önayak olduğu bir savaş, dolaysız sonuçları açısından tek kelimeyle korkunç olacak ve tüm bölgede haddi hesabı olmayan bir zarar yaratacaktır. Emperyalist müdahaleler yalnızca Ortadoğu’nun harap olmuş bir sürekli savaş bölgesi haline gelmesine hizmet etti. Bölgeye daha fazla asker göndermek yerine ABD ve onunla birlikte Britanya, Fransa, Almanya ve Rusya, tüm güçlerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinden çekmelidir. Bizler, başkalarıyla birlikte savaş tehlikesine karşı seferber olacağız. • Bizler aynı zamanda, bölgedeki rakip alt-emperyalizmlerden herhangi birinin ilerici bir çözüm sunabileceği düşüncesini reddediyoruz. Geçtiğimiz aylarda yoksulluğa, yolsuzluğa ve mezhepçiliğe karşı İran, Irak ve Lübnan’da kitlesel gösteriler gerçekleşti. Süleymani’nin öldürülmesi, bu ülkelerin egemen sınıflarının düzeni milliyetçi bir temelde yeniden tesis etmesine yardımcı olabilir. Yerel egemen sınıfların halklarını birbirlerine düşman etmeye yönelik tüm çabalarına karşı çıkıyoruz. • Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin işçileri, kent yoksulları ve köylülerinin sömürülmekten ve baskı altına alınmaktan kurtulmasının tek gerçek yolu kendi ellerindedir. 2011 yılındaki Arap ayaklanmaları, bu kitlelerin kendi eylemlerinin taşıdığı devrimci potansiyeli gözler önüne serdi. Bu bölgede emperyalizmin ve kapitalizmin kontrolüne nihai olarak son verebilecek olan bu mücadelelerin yeniden canlanması için çalışıyoruz. Uluslararası Sosyalist Akım Koordinasyonu 5 Ocak 2020
GÜNDEM
LİBYA'YA ASKER DEĞİL İŞSİZLERE İŞ!
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
GÖÇMENLER DEĞİL IRKÇILAR UYUZ EDİYOR! Uyuz hastalığının görülmesindeki artış, her konuda kenarda hazırolda bekleyip buradan göçmenleri, Suriyelileri nasıl hedef gösteririm diyenlere yeni bir fırsat daha vermis oldu. Uyuz hastalığının göçmenler, özellikle Suriyeli ve Afganlar yüzünden yayıldığı iddiası ırkçılar tarafından pompalanmaya başlandı. Bu tür görüşlerin halk arasında kendi kendine yayıldığı iddiası yalandır. Bu tür iddialar, örgütlü bir şekilde yayılır ve yayılmasını engellemeye çalışmayanlar bu sürecin örgütlenmesine katkıda bulunmuş olurlar. Türkiye’de özellikle MHP’den kopanların kurduğu İYİP, bu konuda tam bir kötülük örgütü gibi. Uyuz hastalığından önce öğrencilerin sabah kahvaltısını kısıtlayan İstanbul Üniversitesi’nin tutumunu doğrudan eleştirmek yerine, bu karardan bile Suriyeli göçmenleri sorumlu tutan Ümit Özdağ gibiler bu kötülüğü yaymak için özel bir çaba gösteriyorlar. Bunlar aynı zamanda Türk milliyetçilerini, Suriyelilere linç girişiminde bulunsun diye örgütlemeye çalışıyorlar. Tüm yalanları bu linç girişimi gerçekleşsin diye uyduruyorlar.
Savaşın yıktığı Tripoli kenti
Altı ülkede askeri üssü bulunan, 10'dan fazla ülkede 50 binden fazla asker bulunduran Türkiye devleti, şimdi de Libya'ya asker göndermeye başladı. Irak ve Suriye'de bulunan binlerce asker "beka sorunu" propagandasıyla oradalar. Peki Türkiye askerlerinin Akdeniz'in öte tarafında, 2011'den bu yana kanlı bir savaşın yaşandığı bu Kuzey Afrika ülkesinde ne işi var? Başta "denizlerimize olta bile atamayacağız" dense de oraya asker göndermenin asıl nedenlerinin doğal gaz, petrol ve bölgesel hegemenonya olduğu itiraf edildi. 2010'da Kıbrıs açıklarında zengin doğal gaz rezervleri tespit edildiğinden beri küresel şirketler ve beraberinde savaş gemileri Doğu Akdeniz'e üşüştü. Suriye savaşı sebebiyle birçok devletin bölgede bulunan askeri varlığı daha da katlandı. Kıbrıs'ın kuzeyinde asker ve kendine bağlı yönetimi bulunan Türkiye de bu çekişmede yerini aldı. Maceracı dış politika Trablus'a sıkışan Libya Ulusal Mutbakat Hükümeti ile yapılan askeri anlaşmanın, hem hidro karbon yataklarının bölüşümü konusunda bölgesel pazarlıklarda bir yer hem de Türk müteahitlerin 45 milyar dolarlık alacağının tahsili gibi pratik "faydaları" olduğunu düşünüyorlar. Rusya, Mısır, Fransa ve İtalya gibi birçok gücün desteğini alan General Hafter, Sarrac hükümetini yenmek üzere. Türkiye'nin askeri müdahalesiyle güçler dengesinin değiştirilebileceği, tıpkı Katar gibi Libya'nın askeri hamisinin Ankara olacağı beklentisi içerisindeler. Ancak bu maceracı beklentiler, gerek dış koşullar gerekse de içerideki durum nedeniyle suya düşebilir. Libya'ya asker gönderme kararı veren Türkiye hükümeti, kapı kapı dolaşıp bölgede konuşlanacak üs arıyor. Cezayir ve Tunus hükümetleri Ankara'nın bu isteğini reddetti. Böylece Libya'ya havadan müdahale-askeri çıkartma imkanı kalmadı. Ankara'nın kendisine bağlı ve kim oldukları belirsiz paralı askerlerle savaşın kaderini değiştirecek çapta bir müdahalesi, Trump'tan ve Avrupa Birliği'nden onay alamadı. Son olarak Birleşmiş Milletler, tüm dış güçlerin Libya'dan
çekilmesi çağrısı yaptı. Hemen hemen tüm devletler Türkiye'nin Libya savaşına dahil olmasının çatışmaları büyütecek bir adım olduğunu söylerken, Erdoğan TV'de dış müdahalelere karşı olduğunu söyledi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'na göre Türkiye oraya bir savaşı bitirmek için gidiyor. İktidarın değişken sözleri Libya'ya müdahale konusunda meşruiyet sorunu yaşadığının kanıtı. Ancak tek sorunları uluslararası onay ve meşruiyet değil. Büyüyen hoşnutsuzluk Erdoğan yönetiminin askeri müdahale kararı, henüz hayata geçmeden büyük bir bölünme yarattı. Libya'da savaş kararı AKP-MHP-BBP oylarıyla meclisten geçerken, Irak ve Suriye tezkerelerine 'evet' diyen CHP-İYİP ittifakı bu kez 'hayır' dedi. Milliyetçilik ve savaş temelinde bir "Türkiye ittifakı" planını boşa çıkartan bu gelişme, egemen sınıfın dış politik tercihler konusunda yaşadığı derin bölünmüşlük kadar toplumda giderek büyüyen bir hoşnutsuzluğun sonucudur
Uyuz meselesinde, Cumhuriyet Gazetesi haberi göçmenlerin yaşadığı mahallede bu hastalığın daha çok görüldüğünü aktarıyor ama bunun nedenlerini aktarmadığı için, ırkçılar tarafından beslenen önyargıyı güçlendiriyor. Evrensel Gazetesi ise aynı haberi, yetkili ve bilgi sahibi kaynaklarla konuşup önyargıları kıran bir şekilde veriyor. Örneğin, konuyla ilgili soruları yanıtlayan İstanbul Odası Genel Sekreteri Osman Öztürk şunları söylüyor: “Önce şunu söylemek lazım uyuz paraziti, işte Almanya’da, Afrika’da, Amerika’da, Türkiye’de olmayan bir parazit de Suriyelilerde olan, onların getirdiği bir parazit değil... Yani bahsi geçen ya da geçmeyen herhangi bir mülteci grup bizde olmayan bir hastalığı alıp bize getirmiş değil. Tam tersine onlar hastalığı burada kaptılar. Burada en kötü koşullarda yaşayanlara -hem kötü koşullar da hem de kalabalık- bulaşmış bir hastalık. Suriyeliler, Afganlar ya da başka mülteciler bu hastalığın taşıyıcısı değil aksine bu hastalığın hedefi ve mağdurudurlar. Kendi memleketlerinden bize bir hastalık falan getirmiş değiller, çok kötü koşullarda yaşamak zorunda kaldıkları için zaten bu hastalığa yakalanıyorlar.” Irkçılığı yenmek için ırkçılık karşıtlarının daha güçlü ve azımsanmayacak bir kalabalığa sahip olduğunu görmeliyiz. Onların elinde sadece yalanlar var.
Anketlere göre yüzde 50'den fazla çoğunluk Libya'ya asker gönderilmesine karşı. Birçok başka olayla birlikte, Erdoğan yönetimi boyunca en az desteğe gerilemiş durumda. "Barış Pınarı" adı verilen Suriye operasyonu AKP'yi kısa süreliğine toparlasa da Libya tezkeresi - öfke yaratan birçok başka gelişmeyle birlikte - iktidar partisinden kopuşları engelleyemiyor.
İKLİM KRİZİNE ÇÖZÜM İSTİYORUZ!
Türkiye'yi yönetenler, Batı emperyalizminin kriziyle birlikte bölgesel hegemonya mücadelesine girişmiş bir çok alt-emperyalist devletin yöneticilerinin başına gelen sorunu yaşıyor: Ekonomik kriz yaşanırken, başka ülkelere yapılan dış müdahalelerin gerekli olup olmadığı hoşnutsuz kitleler tarafından sorgulanıyor.
n Askeri gerginliklerin içine girmek yerine, tüm dünya ülkelerini ve özellikle Akdeniz’de hidrokarbon yataklarının peşinde sondaj çalışması yapan tüm ülkeleri, sondajdan vaz geçirmek için demokratik yöntemleri kullanmalıdır.
Ne istiyoruz? n Türkiye, Libya'ya asker göndermeye son versin, n Doğu Akdeniz'de askeri restleşmeye hayır! Diyalog, müzakere, barış! n Kıbrıs'ta siyasi çözüm gecikmeden gelsin, n Libya'ya dışardan müdahale değil işsizlere iş istiyoruz!
n Türkiye Libya’yla “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ile “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası” anlaşmaları değil, tüm dünya ülkeleriyle birlikte iklim krizini atlatmak, aşmak için anlaşmalar imzalamalıdır.
n Küresel ekosistem doğalgaz, petrol, kömür gibi fosil yakıtları daha fazla kullanmayı kaldırmayacakken, yeni fosil yakıt kaynakları için Akdeniz’de yaşanan askeri gerginlik, Libya’da süren iç savaşa dahil olmak, dünyada, Akdeniz’de, Libya’da, Türkiye’de yaşayan hiçbir canlının çıkarına değildir. DSIP’in Libya’ya asker gönderilmesine karşı yaptığı açıklamadan alıntıdır
4
AKTİVİZM
AVUSTRALYA’DA TARİHİ YANGIN: İKLİM KRİZİ SON SÜRAT BÜYÜYOR Avusturalya dört aydır tarihinin en büyük orman yangınları ile boğuşuyor. Yangınlar sırasında Hawai tatilinde olan ve bir süre tatiline devam eden Başbakan Scott Morrison tepkiler üzerine dönerek olağanüstü hal ilan etti. n 500 milyon kadar hayvanın yangınlarda öldüğü duyuruldu. Koala popülasyonunun üçte birinin yok olduğu söyleniyor.
2020: MÜCAD Mücadelelerle dolu bir yılı geride bıraktık. 2020 yılında bu mücadelelerin süreceği çok açık. 2020’nin ilk Sosyalist İşçi’sinde aktivistlerle bu mücadele alanlarının bazılarında süren tartışmalara ve perspektiflere yer vermenin önemli olduğunu düşündük.
n Yangınların yaşandığı son dört ayda 15 milyon hektardan fazla alan yanmış durumda. n Yılbaşından önce yapılan açıklamada yangınlar nedeniyle çıkan karbon gazının ülkenin bir yılda saldığı karbon miktarının yarısına denk geldiği belirtilmişti. n En az 23 kişi hayatını kaybetti. Binden fazla ev kül oldu. n Yanan elektrik telleri nedeniyle bazı kentlere günlerdir elektrik verilemiyor. n Ülkenin güneydoğusunu etkisi altına alan alevler nedeniyle üç eyalette, 100 binden fazla kişiden evlerini terk etmesi istendi. n Dumanlar ve küller nedeniyle başkent Canberra en kirli havaya sahip şehir konumuna geldi. Sidney’in gökyüzü ise haftalardır dumanla kaplı. n Avusturalya’nın komşu ülkesi Yeni Zelanda’da gökyüzü yangın kaynaklı dumanlar nedeniyle kapanmış durumda. Avusturalya’nın kirli fosil endüstrisi Avustralya dünyanın en büyük kömür ihracatçısı konumunda. Ülkenin toplam ihracatının %15’ini tek başına kömür ihracatı oluşturuyor. Avusturalya’nın en büyük 30 şirketinin 6 tanesi fosil yakıt ve kömür şirketleri ve hükümet bu şirketlere vergi indirimleri ve dolaylı teşviklerle birlikte 29 milyar dolar yıllık destek vermiş durumda. Başbakan Morrison Avustralya’nın kârlı kömür sanayisinin küçültülmesi konusunda yapılan çağrıları olumsuz karşılamıştı. Yangınların artması sonucu yükselen itfaiye bütçesinin artırılması taleplerini ise gerek olmadığını söyleyerek reddetmişti. Mücadele başladı Yokoluş İsyanı 6 Ocak’tan itibaren her gün sabah 7 akşam 7 arası parlamento önünde eylemlere başlayacaklarını ilan etti. Derhal iklim acil durumu ilan edilmesi talep eden Yokoluş İsyanı taleplerini sıralayarak 10 Ocak’ta Sidney’de eylem çağrısı yapıyor. Talepler ise şunlar: n İtfaiyecilere ihtiyacı olan ödeme yapılasın ve tam destek verilsin n Yangından etkilenen topluluklara gerçek bir yardım ve destek sağlansın n Fosil yakıtlar terkedilerek derhal hızlı bir geçiş programına başlansın n Fosil yakıt endüstrisinde çalışan işçilere iş garantili adil geçiş sağlansın n Yerli halklar için adalet! Toprak ve su egemenlikleri tanınsın
Metal işçileri eylemde
“ARTIK YETER” DİYENLER ÇIĞ GİBİ BÜYÜYOR 2019 yılı dünyada işçi sınıfı için oldukça hareketli ve umut verici, egemenler için ise bir o kadar kötü geçti. Dünya’nın dört bir yanında sokaklar değişim isteyen insanlarla doldu. Ortadoğu’dan Şili’ye, Fransa’dan Hong Kong’a kadar işçi sınıfının çok yönlü bir biçimde istediği değişim talebi Türkiye’de de tüm baskıcı atmosfere rağmen kendini gösterdi. “Artık yeter!” diyenlerin bir çığ gibi büyüdüğünü sokaklar hissettirmeye başladı. Üniversite öğrencilerinden kamyon şoförlerine, metal işçilerinden, iklimi değil sistemi değiştir diyenlere, kadın hareketini gün geçtikçe daha da büyütenler 2020 yılında da ancak sokaklardaki mücadelemiz sayesinde kurtulabileceğimizi gösteriyor. Ayrıca, 2019 yılı işçi sınıfının ‘’sendika bürokrasisi’’ tarafından adeta yok edilmek istendiğini Türk-İş toplu sözleşmeleri örneğinde gösterdi. İşçiler adeta sendika patronları tarafından işverene satıldı. Bu tablo aslında kimsenin yüzleşmek istemediği ‘’sendika bürokrasi”ne karşı da mücadele edilmesi gerektiğini bizlere gösteriyor.
Kamuda işe girmenin bir koşulu, işverenin etkisi altındaki sendikaya üye olunması gerçeği, işverene karşı olması gerekirken yan yana olan bir ‘’sendikacılık’’ anlayışı, işçilerin özel sektör de dâhil olmak üzere büyük bir çoğunluğunun sendikasız oluşu, kamu emekçileri içinde farklı iş kollarında yeni işe başlayan insanların büyük bir çoğunluğunun sendikalara üye olmak istememesi, işçi sınıfı için mücadele eden bir sendikanın üzerine düşünüp öz eleştiri yapması gereken konular. Önümüzdeki dönemde biz emekçilerin işçi sınıfından yana olan, egemenlerin işçi sınıfını bölmek için kullandığı ırkçılık tuzağına düşmeyen, sendika ağalarının ağzından çıkanlara kendi kaderini teslim etmeyen, aşağıdan gelen güçlü bir örgütlenmeyle sendika ağalarına oturdukları koltukları dar edecek bir sendika anlayışı için mücadele perspektifini acilen geliştirmemiz ve gerçeklerle yüzleşmemiz gerek. Şafak Ayhan
MÜŞTERİ DEĞİL ÖĞRENCİYİZ! Öğrenciler olarak 2020’de eğitimde fırsat eşitliği talep
lanması için önlemler alınması.
ediyoruz. Nitelikli eğitim, toplumun bir kesimine ait bir şans değil; toplumun her kesiminin ücretsiz bir şekilde erişim sağlayabildiği bir hak olmalıdır. Gelir adaletsizliği eğitimde fırsat eşitsizliğini, eğitimde fırsat eşitsizliği ise gelir adaletsizliğini doğurarak bir döngü halinde insanları yoksulluğa mahkûm eder. Bu yüzden eğitimde fırsat eşitliği hayati önem taşımaktadır.
Üniversitelerde öğrenciyi müşteri olarak gören algı yıkılmalı, öğrencilerin hak ve talepleri ekseninde bir eğitim verilmelidir. Özellikle ekonomik kriz altında öğrencilerin alım gücü azalmakta; okullardan elde ettikleri haklar hayati önem kazanmaktadır. Bunu İstanbul Üniversite’sinde geçtiğimiz günlerdeki mücadelede ve bu mücadelenin kazanımlarında görmüş olduk.
Ekonomik krizin de etkisiyle birlikte eğitim gitgide daha da pahalıya mâl olmakta. Yoksulluğun, eğitimin önünde engel oluşturduğunu gösteren unsurlardan biri de göçmen çocukların eğitime erişimi. 2019 verilerine göre 1,74 milyon Suriyeli göçmen çocuğun 400 bini eğitim hakkından faydalanamıyor. 2020 için beklentimiz bu sayının düşmesi ve göçmen çocuklar için de fırsat eşitliğinin sağ-
Ücretsiz ve sağlıklı yemek hakkımız olduğu gibi kitaplara erişim de öğrencilerin bir hakkıdır. Üniversite öğrencilerinin başarılı olması için ihtiyaç duyduğu kitapların masrafı ortalama bir öğrencinin karşılayabileceğinden çok fazladır. Bunun için hem lise hem de üniversite öğrencilerine kitap bursu verilmelidir. Melike Işık
AKTİVİZM
DELENİN YILI OLACAK Kadınlar sokakta
“KADIN HAREKETİ SAHİPLENİLMELİDİR”
20 Eylül iklim grevi
İKLİM KRİZİNE YANIT ON MİLYONLARIN KATILDIĞI İKLİM GREVLERİ OLACAK Antikapitalistler, 2020’de iklim krizine karşı mücadelenin hedeflerini açıklıyor:
ğunu ve hükümetlerin bu hırs sahiplerinin bir dediğini iki etmediğini bilmek öfkemizi daha da artırıyor.
İspanya’da yapılan 25. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP25) zirvesi şunu açık bir şekilde gösterdi: Gezegeni, üzerindeki tüm canlı yaşamıyla kurtaracaksak biz kurtaracağız. Bunun nedeni, Madrid’de yapılan zirveden, daha ciddi kararların alınmasının seneye Glasgow’da yapılacak zirveye ertelenmiş olması. Artık çok iyi biliyoruz ki seneye Glasgow’daki zirveden, bir sonraki zirvede ciddi kararlar alınması kararı çıkacak ve bu böyle devam edip gidecek. Tıpkı her ülkedeki hükümetlerin bir avuç petrol, doğalgaz-kömür-silah şirketinin sözcüsü olması gibi bu zirveler de bu aynı şirketlerin basıncı altında işleyen yapılar. Greta Thuberg, Madrid’de büyük mitingde yaptığı konuşmada “umut dört duvar arasında değil burada, sokakta” dediğinde bu yüzden sonuna kadar haklıydı.
Bu yüzden bizler Antikapitalistler olarak tüm gücümüzle aşağıdan, kitlesel, doğrudan eylemler, mitingler örgütlenmesinden yanayız. 20-27 Eylül’de tüm kıtalardan 7 milyon kişinin sokaklara çıkmasıyla övünüyoruz ama COP25’in radikal kararlar almasına yeterli olmadı demek ki 7 milyon kişi. Öyleyse 70 milyon kişi olmalıyız. 70 milyon kişi olmalı ve kazanana kadar, aralıksız mücadele etmeliyiz.
Zirve sadece şirketlerin sözcüsü gibi olması nedeniyle değil, iklim aktiivstlerine yönelik nobranca polisi tutumu nedeniyle de iklim krizine hiçbir yanıt üretemeyeceğini gösterdi. Kararlar bir sonraki zirveye ertelendi ama küresel iklim değişikliğine bağlı felaketler tüm ağırlığıyla yaşanmaya devam etti. Bunun son örneği Avustralya’da yaşanan dev boyutlu yangınlar. 500 milyon canlının öldüğü söyleniyor. Başka türden bir soykırım bu ve bunun nedeninin bir avuç fosil yakıt şirketinin dizginlenemez kar hırsı oldu-
Türkiye’de de binlerce insan, özellikle gençler iklim krizine karşı sokaklara çıktı. Ana slogan, “İklim adaleti” ve “Sıfır karbon, hemen şimdi!”ydi. Buna odaklanmalıyız. Toplumun her kesiminde adaletsizliklere, eşitsizliklere karşı biriken bir öfke var. Ama aynı zamanda resmi makamların iklim krizine yönelik duyarsızlığına karşı da öfke var. Bu öfkeyi sokaklarda kitlesel eylemlerin enerjisi haline getirmek için uğraşacağız. Nisan ayında yeni küresel iklim grevine 20 Eylül’dekinden çok daha güçlü bir sesle katkıda bulunmak istiyoruz. 2020 yılı, iklim krizine karşı mücadele açısından dönüm noktası olmalı. Kazanana kadar sürecek kitlesel eylemleri örgütlemek temel hedefimiz olacak, geri kalan tüm öneriler, kitlesel sokak hareketlerini güçlendirecek etkinlikler olarak görülmeli. Zaman kaybının telafisi yok. 500 milyon canlının bir anda ölmesinden söz ediyoruz. BP-Shell ve diğerlerinin çıkarı için!
Son birkaç yıldır dünyanın farklı yerlerinden çıkan ve dalgalar halinde yayılan feminst/kadın grevleriyle kadınlar baskıcı sistemlere karşı dayanışmayı küreselleştirmek, yeni direniş biçimleri keşfetmek, taleplerini ve isyanlarını yüksek sesle duyurmak için meydanlardaydı. İzlanda’da kadınlar eşit işe eşit ücret talebi ile 2018’de greve çıktılar. Greve katılım oranı %90 oranında gerçekleşti. Böylece 2020’de yürürlüğe girecek olan yasa ile devlet, işverenlere cinsiyet, etnik köken, cinsel eğilimlerden bağımsız olarak tüm çalışanlara eşit ücret ödenmesini ödeme yükümlülüğünü getiriyor. İtalya’da kadınlar 2017 8 Martında kadına yönelik şiddete, kürtaj hakkındaki kısıtlamalara, ücret kesintilerine, güvencesiz iş koşullarına, neoliberal şiddette ve göçmen kadınların kitlesel katılımı ile birlikte gündemleşen ırkçılık ve ayrımcılığa karşı grev örgütledi, 200’ü aşkın fabrika, depo, resmi daire ve okulda grev gerçekleşti. 2018 8 Martında sendikaların katılımı ile tekrar örgütlenen greve Ulaşım, sağlık, eğitim alanlarında katılım sağladı. Bunu Fransa, Almanya, Polonya, İsviçre, İspanya, İrlanda, İsviçre’de kadınların greve çağrıları karşılık buldu. Feminist hareketin ve genel olarak kadın hareketinin ilk olarak ortaya çıktığı 19. yüzyıldaki gibi sadece dünya nüfusunun yarısını oluşturan cinsiyet olarak politik arenada varlıklarını ispatlarken (oy hakkı mücadelesi) egemenlik ilişkilerini de cinsiyet hiyerarşisi bağlamında sorguladıkları gibi 21. yüzyılda tekrardan meydanlarda düzenin kendisine yönelik taleplerle ortaya çıkmaları feminizmin sadece cinsiyet hiyerarşisine yönelik bir eşitlik mücadelesinden de öte, başta bu hiyerarşiyi mümkün kılan düzenin bağrındaki antagonist çelişkilere yönelmesi, kadınların yıllarca elde ettikleri kazanımlarının geri alındığı ve alınmaya çalışıldığı bu zamanda çok kıymetli bir adımdır ve sahiplenilmesi gerekir. Sibel Erduman
5
6
GÜNDEM
‘KANAL İSTANBUL’ AKP’NİN RANT VE Ç
Küçükçekmece gölü
Kanal İstanbul, bir rant projesidir. Fizibilitesi dahi yapıl-
madan ortaya atılan bu proje hatalıdır, iptal edilmelidir. Kanal İstanbul Projesi en başta canlıların yaşam kaynağı olan su havzalarının ve ormanların yok edilmesine neden olacak. Marmara ve Karadeniz’de geri dönüşü mümkün olmayan kirlenmelere sebep olacak. Kanal çevresinde tuzlanma nedeniyle sular içilmez, topraklar ekilmez olacak. Sulak alanlar, kumul, mera ve fundalıklar ile bunların barındırdığı bitki ve hayvan türleri yok olacak.
Tarım ve orman alanları yok olacak Kanal İstanbul Projesi, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Kuzey Marmara Otoyolu ve Bağlantı Yolları ve Üçüncü Hava Limanı ile birlikte toplam 42 bin hektar (420 km2) alanı kapsamaktadır. Tarımsal üretimin yoğun olduğu bir bölgede yürütülmekte olan bu projeler, şimdiden 12 bin hektar tarım alanını ve 2 bin hektar çayır-mera alanını yok etti, kalan bölüm de Kanal projesi ile kaybedilecek.
Süveyş, Panama gibi kanalların amacı mesafeyi kısaltmaktır, ancak İstanbul’da yapılması düşünülen Kanal, mesafe açısından bir avantaj yaratmayacak. Kanal’ın, gemi kazalarını önlemek için yapıldığı iddia ediliyor, ancak gemi kazalarının artmasına neden olacak. Sonuçta bu projede;
Proje, bölgede bugüne kadar yaşamakta olan tüm flora ve faunayı (balıkları, endemik olan ve olmayan bitkileri, böcekleri, yabanılları, göçmen olan ve olmayan kuşları) yaşam alanlarından koparacak. Proje nedeniyle yaklaşık 100 km2 büyüklüğünde, üçte biri meşe ve kayın karışımı doğal orman yok olacak.
Denizler ve karasal ekosistem geri dönülemez zararlar görecek
Su havzaları tuzlanacak, barajlar yok olacak
n Tarım ve orman alanları yok olacak n Hafriyat ve inşaatlar, yeni taş ocakları açılmasına ve hava kirliliğine yol açacak. n Barajlar ve su havzaları tuzlanacak, yok olacak n Marmara ve İstanbul’a kötü kokular yayılacak n Deprem konusunda riskler artacak n Ulaşımda yeni problemler ortaya çıkacak n Tarihsel varlıklar zarar görecek n Gemilerin geçiş güvenliği konusunda riskler artacak n İnşaatında çalışan işçiler ölecek
Küçükçekmece Gölü kanala dönüşecek, Sazlıdere Barajı ve bazı dereler tümüyle yok olacak. Küçükçekmece Lagün havzasındaki karasal alanın tamamı, kuzeydeki sulak alanlar ve orman alanları yapılaşmaya açılacak. Kanal açılarak su verildikten sonra kırık ve çatlaklardan Terkos gölüne ve Istranca dağlarındaki barajlara tuzlu suyun girişim yapması, su kaynaklarının elden çıkmasına neden olacak. Terkos gölünün yıllık 140 Milyon m3, Istranca dağlarından gelen 235 Milyon m3 ve Sazlıdere Barajından temin edilen 52 Milyon m3 olmak üzere toplam 427 Milyon m3 içme suyunun (İstanbul için temin edilen suyun yüzde 30’u) elden çıkması ile İstanbul bir anda susuzlukla karşı karşıya kalacak.
Güzergâh seçiminde asıl kriter rant oldu
Kanal, Marmara ve İstanbul’da çürük yumurta kokusuna sebep olacak
Güzergâh; proje ortaya atıldığından beri hiç bir zaman bilimsel olarak ele alınmadı, aslında güzergâha en baştan karar verilmiş gibi. Çünkü güzergâhtaki arsalar epey süre önce el değiştirmeye başlamış durumda.
İstanbul Boğazının Karadeniz çıkışında su Marmara çıkışına göre 30 cm. daha yüksektir, böylece her gün 600 milyon m3 su Karadeniz’den Marmara’ya akar. Aynı anda altta ters yönde akıntılar da oluşur, su seviyesi dengelenir.
Güzergâhı meşrulaştırmak için, nasıl seçildiği anlaşılamayan 5 farklı güzergâh daha ortaya atıldı. Bazı üniversitelerden ve kamu kurumlardan bu seçenekler içinden güzergâh seçimi yapılması istendi, ama aslında açık bir yönlendirme yapıldı. En baştan ortaya atılan güzergâh hiç değişmedi.
Karadeniz’in tuzluluk oranı, Marmara’ya göre düşüktür, çünkü Karadeniz’e büyük debili nehirler akmaktadır. Mevcut durumda Marmara’nın üst 25 metresi Karadeniz suyudur, bu su 3 ayda bir yenilenir. Marmara’nın altı ise çok tuzlu Akdeniz’den gelen sudur, 7 yılda bir yenilenir.
Kanal İstanbul’un açılması ile ikinci bir musluk açılmış gibi olacağından, Karadeniz ve Marmara arasındaki su seviyesi farkı 20 veya 10 cm’ye düşecek. Karadeniz’den akan suyun yerine alt akıntılarla Marmara’dan tuzlu su gelecek, bu da Karadeniz’in tuzluluk oranını artıracak. Ama asıl sorun Marmara’da oluşacak. Karadeniz’den gelen ve besince zengin olan bu fazla su, Marmara’da bakterilerin artmasına yol açacak. Bakterilerin artması, Hidrojen sülfür gazının kötü koku (çürük yumurta gibi kokar) olarak tüm Marmara ve İstanbul’a yayılmasına neden olacak. Denizler ve karasal ekosistem bozulacak Proje alanında en az 4,5 milyar ton hafriyat yapılacak. Kazıdan çıkacak hafriyatın Karadeniz’e dökülmesi, Karadeniz ve Marmara kıyı topografyasını, hava kalitesini, deniz suyu kalitesini, deniz biyolojisini geri dönüşsüz bir biçimde değiştirecek. Karadeniz’in kıyı coğrafyası bütünüyle bozulacak, Marmara Denizi ve Karadeniz kirlenecek. Proje deniz ekosistemine, Karadeniz-Marmara dengesine ve iklime önemli etki yapacak, yer altındaki doğal tatlı su depoları ve karasal eko sistem tuzlanacak. Hafriyat, hava kirliliğine yol açacak Kazı ve taşıma sırasında açığa çıkan partiküller 5 yıl boyunca havada asılı kalacak. Hava kirliliği katlanarak artacak ve yöredeki tüm canlılarda solunum problemleri ortaya çıkacak. Proje kapsamında kullanılacak olan yaklaşık 90 milyon m3 kum ve kireçtaşı temini için, Trakya’nın birçok yerinde kum ve taş ocakları açılacak, ormanlar, tarım alanları, dereler ve yer altı suları zarar görecek. Muhtemel İstanbul depreminde can kayıpları artacak İstanbul Kanalı’nı etkileyecek en önemli deprem kaynağı kanalın güneyindeki Kuzey Marmara Fayıdır. Kanalın depremler sırasında olabilecek yanal ve düşey hareketlere karşı nasıl tepki vereceği yaşamsal bir araştırma konusudur. Bu yapının deprem sırasında kayması, kırılması veya burulması çok büyük felaketlere neden olabilecek.
GÜNDEM 7
ÇEVRE YIKIMI PROJESİDİR Ulaşım düzeni bozulacak Hat boyunca inşa edilecek köprüler, yollar, bağlantı yolları, vs. Kanal güzergâhının yanı sıra, İstanbul'un doğal yaşam alanı olan ve bu özelliği ile korunması gerekli olan Kuzey Batısı, ulaşım projelerinin baskısı altında yeni yerleşim alanına dönüşecek. Kanal üzerine en az 10 adet geçiş yapılması gerekecek, pek çok noktada, insanların ulaşım ihtiyacı kısıtlanmış olacak. Tarihsel kalıntılar yok olacak Kanal İstanbul Proje alanında güncel envanterlere göre, 1. 2. ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanları ve 62 adet tescilli kültür varlığı bulunuyor, proje ile bunlar kaybedilmiş olacak. Küçükçekmece Lagün Havzasında yer alan Yarımburgaz Mağarası, Fikirtepe ve Pendik yerleşimleri ile birlikte, MÖ 6500 - 5500’lü yıllara, Neolitik - Kalkolitik döneme kadar uzanmaktadır. Küçükçekmece Lagün Havzasında yer alan Bathonea, önemli bir arkeolojik alandır. Kültürel ve tarihsel mirasımız olan bu alanlar da Proje nedeniyle kaybedilecek. Kanal’da gemilerin geçiş güvenliğinin sağlanması daha zor olacak İstanbul Kanalı’nın en temel gerekçelerinden birisi olarak, İstanbul Boğazı’nın çevresinde yaşayan insanların olası tehlikelerden korunması, gösterilmektedir. Ancak ortalama genişliği 1 km olan İstanbul Boğazında güvenliğin sağlanması, genişliği 250 metre olan Kanal’da sağlanmasından daha kolaydır. Kanal’da seyreden, son derece kısıtlı ve sınırlı manevra imkânlarına sahip tankerler, yaşam alanları üzerinde öngörülemeyecek tehditler oluşturacak. Kanal İstanbul bir rant projesidir Erdoğan’ın dediğine göre, deprem riski olan yerlerde yaşayanlar Kanal İstanbul’un etrafında kurulacak iki yeni kente aktarılacakmış. Ayda 2.300 TL asgari ücret alan, güvenliksiz ve sağlıksız konutlarda yaşayan emekçiler bu kentlere mi taşınacaklar? Bunun böyle olmadığının pekâlâ farkındayız. İki kent emekçiler için değil, yerli ve yabancı sermaye çevreleri için, rant için inşa edilecek. Karlılık oranlarının düştüğü kapitalizmin durgunluk sürecine girdiği koşullarda dünyada olduğu gibi Türkiye’de de inşaat sektörü üzerinden büyüme stratejisi, ekonomide temel bir rol oynuyor.
Kanal İstanbul, yap-işlet-devret modeliyle yapılacak. Bu model, cebimizden tek kuruş çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Böyle olmadığını diğer projelerden biliyoruz. Yap-işlet modeli veya kamu-özel işbirliği modeli ile yapılan birçok köprü ve otoyol projesinde dövize endeksli yüksek devlet garantileri söz konusu. Geçmeyen geminin parasını biz vergilerimizle ödeyeceğiz. Kanal İstanbul’un maliyeti muhtemelen 40 milyar dolar olacak. Kanal maliyetiyle asgari ücretle çalışan 10 milyon insanın yaşamları iyileştirilebilir. Emeklik hakları gasp edilen 1 milyon EYT’li emeklik haklarına kavuşturulabilir. Projede, işçiler canları pahasına çalıştırılacak Ekonomik ve ekolojik kayıpların dışında, bu inşaatlarda işçiler her türlü güvenceden yoksun canları pahasına çalışmaktalar. Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada 3. sırada yer alıyor. Bu kazaların yüzde 25’i inşaat sektöründe gerçekleşiyor. 400 işçinin iş kazalarında hayatını kaybettiği İstanbul Hava Limanında, işçiler çalışma koşullarının berbatlığı nedeniyle defalarca ayaklandılar. Son yıllarda insanların yığış yığış yaşadığı, gelir uçurumunun giderek arttığı, derin bir sefaletin yaşandığı kentlerde Hong-Kong’dan Paris’e, Tahrir’den San Diego’ya kadar milyonlarca işçinin isyanına tanık oluyoruz. Burada da benzer koşulların olgunlaşmakta olduğundan şüphemiz olmasın. Sonuç olarak Kanal İstanbul, Libya’ya asker gönderilmesi ve asgari ücret saldırılarının üst üste gelmesi bir tesadüf değildir. İnsanca bir asgari ücret talebiyle, “Kanal da istemiyoruz, Libya’ya asker gönderilmesini de istemiyoruz” taleplerini birleştirebilen bir mücadele verdiğimizde kazanmamız mümkün olabilir. AKP, yerel seçimler sonrası hızla aşınmakta olan yerli milli hikâyelerine yeni bir açılım sağlamak istiyor. Ama bunun mümkün olmadığı ortada. İktidarın pek çok sorunlu politikasını destekleyebilen muhalefet, bugün Kanal İstanbul’a karşı. Bizler, gerçek bir muhalefet için antikapitalist bir odak yaratmalıyız. Kadınların mücadelesine destek veren, göçmenlerle dayanışan, Kürt meselesinde barış ve çözüm isteyen, iklim krizine karşı önlem alınmasını isteyen, işçilerin, yoksulların haklarını savunan bir antikapitalist blok, Kanal İstanbul’u da durdurabilir.
GÖRÜŞ Roni Margulies
KİM EMPERYALİST, KİM DEĞİL Anne tarafım herhalde 15. yüzyıldan beri buralarda yaşıyor. Baba tarafımsa yeni sayılır. Büyükbabam 1925’te evlenip babaannemle beraber İstanbul’a gelmiş; geliş o geliş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun vatandaşı olarak doğmuş, Viyana’da okumuş, Berlin’de mühendis olarak çalışmaya başlamış. Sonra çalıştığı şirket İstanbul’a göndermiş onu. Türkiye’de yaşamak bazen insanın canını sıkabiliyor ya biraz, ben de canım sıkıldığında büyükbabama kızardım eskiden. Dayanamayıp söylenirdim: “Başka gidecek yer mi bulamadın, be adam? İnsan oralardan kalkıp Türkiye’ye mi gelir, ey akılsız!” Sonraları fikrim değişti, şükretmeye başladım. Ya İstanbul’da durmayıp devam etseydi? Ya Suriye’ye, Irak’a kadar gidip oralarda kalsaydı? Şimdilerde daha da farklı düşünüyorum. Hiçbir şey fark etmezdi. Kapitalizm Marx’ın döneminde bile bir dünya sistemiydi. Ve bu sistem bugün artık dünyanın bütününü tek ve aynı hâle getirmiş durumda. Erken döneminde emperyalizm, kapitalizmin Batı Avrupa ve Amerika’dan dünyanın geri kalanına yayılması, her tarafı zorla, ezerek, sömürerek kendi dinamiklerine dahil etmesi süreciydi. Bugün de, yüzeysel bakarsak, öyle görünebiliyor. Batı’nın, geri kalanlarımıza yaptığı bir şey gibi algılanabiliyor. Amerika ve İngiltere’nin şu anda Körfez bölgesinde çeşitli ülkelere ve üslere yayılmış (Afganistan hariç) 68.000 askerî personeli var. Üstelik bunları kullanmaya gerek bile kalmadan, istedikleri kişiyi havadan bombalayıp öldürebiliyorlar. Evet, ama emperyalizm artık bundan ibaret değil. General Kasım Süleymani’nin görevi Suriye, Irak ve Lübnan’da İran’dan yana örgütler yaratmak, bu ülkelerdeki gelişmeleri etkilemek, tüm bölgede İran’ın millî çıkarlarını savunmaktı. Kime karşı? Amerika mı? Kısmen. Ama aslen Suudi Arabistan’a, Türkiye’ye, bölgedeki diğer güçlere. Keza, Türkiye’nin niye Suriye’de askeri var, niye Libya’da askeri var? Emperyalistlere karşı mı? Hayır, bölgenin önemli gücü olabilmek için. Yeni Şafak gazetesinin en salak yazarlarından biri şöyle yazmış: “Batılılar, İran’la birlikte hareket ediyorlar; dünyayı aptallaştırıyorlar! Batılılar, İslâm dünyasını durdurmak ve karıştırmak için İran’dan daha iyi müttefik bulamazlar!” Doğu Perinçek de, anti-emperyalizm yaptığını zannederek şöyle demiş: “Değerli arkadaşımız Süleymani’nin ABD tarafından katledilmesi... Bizim şehidimiz Kasım Süleymani; aynı zamanda insanlığın, Batı Asya’nın, İran’ın şehidi.” Anti-emperyalizm, Amerika’ya karşı Müslüman generalleri, İranlı generalleri, Türk generallerini savunmak değildir. Hepsine karşı çıkmaktır. Amerika’ya da, bölgesel egemenlere de karşı çıkmaktır.
İktidarın planı
Anti-emperyalizm, dün Arap Baharı’nda, bugün Lübnan’da, Irak’ta, İran’da rejimlere karşı sokaklara dökülen yoksul kitlelerden yana olmaktır.
8
GELENEK
ROSA LUXEMBURG: MÜCADELE DOLU BİR YAŞAM MELTEM ORAL
Rosa Luxemburg 1871’de, Rusya Polonya’sının küçük bir kasabasında doğdu. Küçük yaşlarda çeşitli dergilerde edebiyat üzerine yazıları yayınlanan Luxemburg, Alman İmparatoru’na karşı şiir yazdığında on üç yaşındaydı. On altı yaşında Polonya’daki yasadışı bir örgütün militanı olarak polis tarafından aranıyordu. 1889’da saman yığınının altında sınırdan geçerek İsviçre’ye gitti ve bir yandan üniversite öğrenimini tamamlarken diğer yandan kendisi gibi mülteciler arasında siyasi faaliyetlerine devam etti. Yaşamının büyük bir kısmında Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin üyesiydi. Almanya’ya gider gitmez parti liderliğiyle girdiği polemikler hızla dikkatleri üzerine çekmişti. Üç kez hapse girdi. Mahpusluk koşullarında bile yoldaşları dahil herkesi eleştiri süzgecinden geçiren yazılarını yazmaya devam etti. Reformizm, kitle grevi çalışmaları başta olmak üzere, Lenin’le devrimci partinin rolüne dair polemikleri, iktisadi kurama katkıları zamanın en büyük tartışmalarını başlatmakla kalmadı günümüze kadar sosyalist geleneğin ilkelerini şekillendiren referanslar oldu. Birinci Dünya Savaşı başladığında SPD’nin milliyetçi savlarla savaşa destek vermesi üzerine Karl Liebknecht’le Spartakist Birlik’i kurdu. 1919’da nazizmin nüvesi Freikorps paramiliterleri tarafından, SPD’nin emriyle kafası dipçikle ezildi, dövülerek öldürüldü. Cesedi aylar sonra nehirden çıkarıldı.
nin sınıftan kopuk olmasının yaratacağı tehlikelere işaret ediyordu. Tüm uyarılarına rağmen bir devrimci partinin rolünün hareketin siyasi öncülüğünü üstlenmek olduğu konusunda nettir. Alman Devrimi’nin yenilgisi gibi tarihteki birçok örnek işçi sınıfının öncü güçlerinin, toplumun çoğunluğunun genel çıkarları için mücadelesini örgütleyeceği bir devrimci partinin önemini göstermiştir. Rosa Luxemburg Bolşeviklere yönelik her türlü eleştirisine rağmen 1917 Ekim Devrimi gerçekleştiğinde “onlar ilk cesaret edenlerdi” diyerek “gelecek her yerde Bolşevizmin” vurgusunu yapmıştır. Savaş karşıtlığı Lenin için 1914 Ağustos’u sadece savaşın başladığı tarih değil, Alman sosyal demokrasisinin işçi sınıfına ihanetinin tarihidir. Sosyal Demokrat Parti “Bizler, tehlike anında anavatanı yüz üstü bırakıp gidecek insanlar değiliz” diyerek, ülkelerin işçi sınıflarını birbirine kırdıran savaş politikalarına onay verdi. Parlamentoda savaş kredileri oylamasında aleyhte oy veren tek sosyalist milletvekili Karl Liebknecht’ti. Savaşın ilk yıllarında savaş karşıtlarının sesi oldukça cılızdı. Milliyetçi, şovenist propaganda dalgası karşısında Rosa Luxemburg büyük bir karamsarlık içindeydi. Yoldaşı ve yakın dostu Clara Zetkin’le beraber mu-
Luxemburg’un Marksizmin Marx’tan sonraki en büyük beyni olarak nitelendirilmesine neden olan teorik katkılarının önemi oldukça büyük. “Yaratan kitledir” Statik bir marksizm anlayışı olmayan Luxemburg’un teorik yaklaşımı, dönemin sınıf mücadelesine dayanıyordu. Rosa Luxemburg’un kitlelerin kendi öz eylemliliğine duyduğu güven Stalinizm tarafından sıkça çarpıtılmıştır. Lenin ile yaptığı parti tartışması üzerine Stalinist tutum, Luxemburg’un eleştirilerinin kaynağı olan toplumsal koşulları dikkate almak yerine onu partinin önemini anlamamakla suçlamıştır. Halbuki Rosa Luxemburg hayatı boyunca örgütlü bir sosyalistti. Partinin hareketin siyasi öncülüğünü üstlenmesi gerektiğini söyledi hatta bunun bedelini hayatı ile ödedi. 1905’te Rusya’daki kitle grevine dair yaptığı tespitlerin ardından, 1917 Rus Devrimi’nde de 1918 Alman Devrimi’nde de tarih Rosa’yı reformizm tartışmasında haklı çıkaracaktı. 1905’te Rusya’da işçiler kendiliğinden kitlesel greve çıktılar. Mücadele ekonomik taleplerle başlamıştı ama hızla Çarlığa karşı politik talepleri içeren bir harekete dönüştü. İşçiler kendi öz örgütlenmelerini, sovyetleri 1905 sürecinde oluşturdu. Luxemburg 1905 Devrimi’nin ardından Kitle grevi, parti ve sendikalar broşüründe işçi sınıfının devrimci dalgalanmalarında önünü kesen parti bürokrasisi yerine, kitlelerin gücüne güvenmek gerektiğini anlattı. Sendika ve parti liderliğinin tutuculuğunu yıkabilecek güç sınıf mücadelesinin kendisiydi. Kitle grevlerinin egemen sınıfın hareketi bölen fikirleriyle hesaplaşmak için de önemli bir araç olduğunu anlattı. İşçi sınıfının kitlesel grevlerinin ekonomik ya da politik taleplerle başlayabileceğini ve hızla diğerine dönüşebileceğini vurguladı. Rosa Luxemburg işçi sınıfına hata yapma payı tanınması gerektiğini, bunun sınıfı geliştireceğini anlatıyordu. Her şeye kadir bir parti merkez komitesinin tutuculaşacağına ve hareketi boğarak “aydınların egemenlik hırsına teslim edeceğine” dikkat çekiyordu. “Başlangıçta eylem vardı” dolayısıyla hareketin, parti önderliği tarafından icat edilen değil kendiliğindenliğin ürünü olduğu görülmezse, parti sınıfın gelişimine ayak uyduramaz diyordu. Parti merkezi-
Rosa Luxemburg
halif parti yöneticilerine, milletvekillerine yaptıkları savaş karşıtı çağrıların geri dönüşü saf bir milliyetçilik olmuştu. Zetkin ve Luxemburg neredeyse intiharın eşiğine gelmişti. Sonraki yıllarda savaşın yarattığı yoksulluk, açlık ve cepheden gelen asker cesetleriyle birlikte yurtsever propaganda yerini savaş karşıtı seslere bırakmıştı. Gösteriler kitlesel grevlere dönüşüyordu. Askerler işçi-asker konseylerinde örgütlenmeye başladılar. Parti içindeki bölünme keskinleşmişti. Luxemburg ve Liebknecht önderliğindeki Spartakist Birlik krizi derinleştirmek için yoğun bir propaganda yürütüyordu. “Esas düşman içeride” diyerek, kitleleri kendi egemen sınıflarıyla savaşmaya çağırıyorlardı. İşçi ve askerler imparatorluk sarayını işgal etti. İşçi sınıfının geniş kesimleri, Spartakistlerin sloganlarıyla sokağa çıkmalarına rağmen SPD’yi hâlâ kendi temsilcileri olarak görüyordu. Spartakistlere göre bir ayaklanma için henüz erkendi ve bir işçi hükümeti iktidarda kalamazdı. Buna rağmen sokaktaki kitlelerle birlikte ayaklanmanın içinde mücadele ettiler ve SPD’nin silahlı birliklerince vahşice öldürüldüler, hapsedildiler, işkence gördüler. 1918’de Almanya’da yaşananlar, devrimin yenilgisini ve yenilginin bedelini kavramak, nazizmin yükselişini yanıtlayabilmek için oldukça önemli.
RÖPORTAJ
“AYNI İŞ KOLLARINDAKİ BÖLÜNMÜŞ SENDİKALAR BİRLEŞMELİ, KONFEDERASYONLAR DA BİRLEŞMELİ” Bursa Yenişehir’de çalışan Şişecam işçisi Arif Cinpolat ile sendikal konuları konuştuk. Kendisini Şubat ayında yapacağımız Emek Forumuna davet ettik.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TEK YOL BİRLEŞİK İŞÇİ MÜCADELESİ
Bize kendinizi anlatır mısınız? Arif Cinpolat: Şişecam Fabrikası’nda 13 yıldır çalışıyorum. Kristal-İş Sendikası üyesiyim, sendikamız Şişecam fabrikalarının yüzde 90’nına yakın oranlarda örgütlüdür. Adeta Şişecam fabrikalarıyla var olmuş bir sendika. İşçi sağlığı ve iş güvenliği bölümünde işçi olarak çalışıyorum. Fabrikanın tamamını geziyorum ve gözlemliyorum. Arkadaşlarla sürekli diyalog içerisindeyiz. Ayrıca sendika icra kurulunda da 2 yıldan fazla görev aldım. B sınıfı işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanıyım. Fabrikamızda daha önceleri 600’e yakın işçi çalışıyordu. Aylık 1600 ton cam işlenmekteydi. Yaz döneminde belirli süreli işe alınanlarla birlikte sayı 650’yi geçiyordu. Şimdi 450 civarında işçi çalışıyor ve kapasite artışıyla aylık 1850 tona yakın cam işliyoruz.
İşçi sınıfı ve emekçiler 2019 yılını, krizin yarattığı ağır ekonomik-sosyal yıkımlarla boğuşarak geçirdi. 2020 yılına çok açık ki tüm toplum gerilimlerini biriktirerek girdi ve yıl boyunca bu gerilimler daha da artacak. Asgari ücrete minik bir zam yapıldı, ama henüz asgari ücret resmileşmeden Aralık ayında domatese, soğana, petrole, kamu hizmetlerine ve daha pek çok şeye büyük zamlar geldi.
Sözleşmeli işçiler toplu sözleşmeden yararlanıyor mu? Sözleşmeli çalışanlar toplu sözleşme kapsamı dışındalar, parasal maddelerinden yararlanamıyorlar. Sendikaya üye olduklarında, asgari ücrete ilave olarak yüzde 30 oranında sendika zammını alıyorlar. Ancak sosyal haklardan yararlanamıyorlar. Son yıllarda pek çok sektörde işverenler üç yıllık sözleşme dayatıyorlar. Sizde durum nedir? Bizde de üç yıllık sözleşme yapıldı, şimdi birinci yıl dolmak üzere, geriye iki yılımız kaldı. İlk yıl ücretlerde % 30’a yakın zam aldık. İkinci yıl enflasyon artı yüzde 2, üçüncü yıl ise enflasyon artı yüzde 3 zam alacağız. Hükümet tarafından açıklanan enflasyon oranları gerçeği yansıtmadığı için alım gücümüz giderek eriyor. Hükümetin açıkladığı enflasyon oranlarıyla yaşadığımız enflasyon arasındaki farkı hissediyoruz. Eskiden toplu sözleşme dönemlerinde sıkı pazarlıklar, hak arayışları olur. Sözleşmeler grevlere kadar gider grevler olurdu. Sendikamızda delege ve temsilcilik seçimleri olmaktadır. Sözünü ettiğim geçici işçi dönemi genelde seçim sürecine denk getirilir ve bu arkadaşlar sendika yöneticileri tarafından manipüle edilirler. Delege sayısını ve oy sayısını bu şekilde arttırıp kendilerinin ve ekiplerinin seçilmesini sağlıyorlar. Toplu sözleşme süreçleri nasıl geçiyor? Toplu sözleşme süreçleri işçilerin katılımı ve heyecanı yüksek şekilde geçiyor. Bizim sözleşmede görüştüğümüz; geçici maddeler hariç 62 madde vardır, idari ve parasal maddeler. Her bir madde tek tek görüşülür. Ortalama altı ay sürer grev kararı alınmadan uzlaşılırsa. İlk başlarda görüşmelere işyeri temsilcileri ve şube icra kurulları girer. Ondan sonra sadece şube başkanları görüşmeye girer. Ancak ana maddeler, ücret maddeleri görüşülmeye başlandığında genel merkez yöneticileri girer. En son sözleşmenin bağlandığı kilit noktada ise Genel Başkan ile Şişecam’ın yetkilisi ile baş başa görüşüp, sözleşmeyi bağıtlarlar. Burada ne konuşulduğunu, ne pazarlık yapıldığını kimse bilmez. Buda duyarlı işçilerin kafasında büyük bir soru işareti olarak kalır. Çok tartışılması gereken bir mevzuyken tabanda tartışılmaması da ilginç gelmektedir bana. Cam iş kolu meslek hastalıkları açısından riskli bir sektör, çalışanların sağlığını koruyucu önlemler alınması konusunda yeterli önlemler alınıyor mu?
Solda Arif Cinpolat
Daha önce çalıştığım yerlerle karşılaştırdığımda büyük oranında iyi diyebilirim. Her türlü koruyucu malzeme temin ediliyor. Yasal şartların tamamına uyulmakta. Genel anlamıyla temel iş güvenliği kurallarına uyuluyor. Fakat mesai arttıkça risk de artıyor. Toplu sözleşmede işçi sağlığı ve iş güvenliğine kurallarına uyulması konusunda sözleşmemizde de maddeler var. Sendika da işçi sağlığı konusunda duyarlı. Her yıl sendikal eğitim düzenliyor. İş kolunda başka bir sendika var mı? Bizim iş kolunda iki etkili sendika var. Bunlardan biri Çimse-İş, 20 bine yakın üyesi var. Kristal-İş’in 7 bine yakın üyesi var. Aynı iş kolunda ikinci bir sendikanın olması işçinin aleyhine işleyen bir durum. İş kolunda ikinci bir sendika olması nedeniyle yıllarca asgari ücretin biraz üzerinde ücretle çalıştırıldık. Türkiye’de 50 den fazla çimento fabrikası var, çok sayıda da seramik fabrikası var. Kristal İş bir tanesinde bile örgütlü değil. Oysa tek sendika olsak, birlikte örgütlenip, birlikte mücadele etsek çok daha güçlü oluruz. Son yıllarda sendikalar ülke gündeminde varlık gösteremiyorlar. Bu konuda nasıl bir değişim sağlanabilir? Türk-İş Genel Kurulu’nda hükümete yakın bir isim olan Ergun Atalay yeniden seçildi. Karşısında tek bir aday bile yoktu. Eskiden Türk-İş kongreleri çok canlı geçerdi. İş yerlerinde kongreler herkes tarafından takip edilirdi. Şimdi çoğu işyerinin kongrelerden haberi bile olmuyor. Türk-İş devlete bağlı bir kurum gibi, hiçbir heyecan yok İşyerlerinde etkin kararlı varlık göstermeliyiz. İşyeri merkezli mücadeleyi yükseltmeliyiz. İşçilerin gücü birliğinden geliyor. Bu nedenle tüm konfederasyonlar birlikte mücadele etmeliler. Aynı iş kollarında ki bölünmüş sendikalar birleşmelidir. Konfederasyonlar da birleşmelidir. İşçi sınıfının birliği sağlandığında, birlikte örgütlenip, birlikte mücadele edildiğinde, işçi sınıfı hem eski gücüne kavuşacak hem de pek çok konuda değişim sağlayabilecek. Çağla Oflas -Şafak Ayhan
İşsizlik ve özellikle genç işsizlik tarihte eşine az rastlanır bir seviyeye ulaşmış durumda. Hayat pahalılığı karşısında mevcut ücretler sürekli eriyor. İş cinayetleri, sendika düşmanlığı, hak gaspları ve direnişler işçi sınıfının öfkesini büyütüyor. Krizi inkar eden siyasi iktidar, patronları kurtarmak için milyarlar harcıyor. Varlık Fonu, pek çok şirketi kurtarmak için büyük paralar harcamaya devam ediyor. Ama işçi ve emekçiler, gıda, sağlık, eğitim, ulaşım gibi temel tüketim maddelerine giderek daha zor ulaşıyorlar. İşçilerin ücretlerinden kesilerek oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu alenen yağmalanıyor. İşçilerin bu fondan yararlanması aslanın ağzından ekmeği kapmak kadar zorken, patronlara buradan pek çok paralar aktarılıyor. Sendikalar ise bu süreçte, pek çok kritik eşikte işçi sınıfının gücünü ortaya koyacak eylemlere yönelmediler, aksine siyasi iktidarla ve patronlarla uzlaştılar. İlk olarak Tüpraş’ta, Yüksek Hakem Kurulu, işverenin bile önerdiği koşullardan daha kötü bir sözleşmeyi işçilere dayattı, sendika hiçbir itirazda bulunmadı. Ardından 200 bin kamu işçisi, bizzat Türk-İş başkanı tarafından yüzde 8 zamla satıldı. Başkan açık kalan mikrofondan bu durumu bir de itiraf etti. Benzer süreçler memurlar için de tekrarlandı. Memur-Sen, önce “sembolik eylemler” yaptı, ardından yüzde 4 zamma razı oldu. Bir yandan yoksulluk, dalga geçer gibi belirlenen asgari ücret, işsizlik, grev yasakları devam ediyor, bir yandan da işçi sınıfının öfkesi birikiyor. Bu öfke şimdilik sendika liderlikleri tarafından bastırılıyor. Ama liderliklerin bu öfkeyi bastıramayacağı bir an gelecek. Bu ana hazır olmak için tabanda, işyerlerinde öncü işçilerin arasında örgütlenmeliyiz. Gerilim her düzeyde artarken, krizin faturasını ödememek için işçilerin önündeki tek yol, birleşik işçi mücadelesini yükseltmektir.
10
KİTAP
SİBER-PROLETARYA DİJİTAL GİRDAPTA KÜRESEL EMEK anlatıyor ve sibernetiğin yarattığı fırsatların küresel proletaryayı birleştirme potansiyelleri barındırdığı üzerinde duruyor.
ÖZDEŞ ÖZBAY
Dijitalleşme, 1970’lerden başlayarak, giderek hızlanan biçimde artık gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Dijitalleşme sayesinde küresel sermaye hareketleri radikal biçimde hızlandı, dijital para birimleri ortaya çıktı, otomasyon ve yapay zekâlar üretim süreçlerini domine etmeye başladı, wikileaks gibi sitelerde devletlerin ve küresel şirketlerin sırları kamuoyuna sızdırılabilir oldu, kitle isyanlarında sosyal medya hesapları en önemli örgütlenme araçlarından biri haline geldi ve artık internete ulaşımı temel bir insan hakkı olarak gören yönetimler bile var dünyada.
Whiteford’un kitabı sibernetik gelişimin kapitalizmi ve işçi sınıfını nasıl dönüştürdüğü konusunda oldukça ayrıntılı bilgilerle ve somut istatistik verilerle dolu bir kitap. En güçlü noktası, teknolojik gelişmeleri uluslararası iş bölümünün yeniden gelişimi üzerinden açıklaması. Zayıf yönü ise küresel isyan hareketini ele alırken yaptığı açıklamalar. Ancak her şeye rağmen emek süreçleri analizini sınıf mücadelesiyle birlikte ele alma çabası onu bu alandaki diğer yazarlardan ayıran bir özellik.
Dijitalleşme ve otomasyon yayıldıkça, bilişim teknolojisi giderek geliştikçe emek süreçleri, meslekler ve gündelik yaşantımız da hızlı bir şekilde değişiyor. Bu hızlı değişim beraberinde Marksizm’in hala dünyayı açıklayıp açıklayamadığı, işçi sınıfının var olup olmayacağı, yeni sınıfların ortaya çıkıp çıkmadığı ve devrimci mücadelenin öznesinin hâlâ işçi sınıfı olup olmadığı gibi tartışmalara yol açıyor.
İnsanlık Cephesi Kitabın Cephe başlıklı son bölümü yeni bir anti-kapitalist İnsanlık Cephesi çağrısı. Bir “ne yapmalı?” bölümü olan bu İnsanlık Cephesi’nde İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Halk Cepheleri’ni kendisine örnek alıyor. Buradan yola çıkarak bazı öneriler öne sürüyor.
Kanadalı akademisyen Nick Dyer-Whiteford’un Z yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan kitabı Siber-Proletarya bu konuya dair oldukça önemli bilgiler veren bir kitap. Siber-Proletarya dijitalleşme ve robotiks alanlarındaki son birkaç on yılda yaşanan muazzam gelişmeleri emek süreçleri üzerinden anlatan bir çalışma.
Kitabın bu son bölümü öncekilerden farklı olarak tamamen kendi fikirlerinden oluşuyor ve oldukça muğlak kalıyor. Neden İkinci Dünya Savaşı öncesinde başarısız olmuş olan Stalinist Halk Cephesi’ni örnek aldığı ve neden devrimci-Leninist partiye karşı olunması gerektiğini açıklamıyor.
Nick Dyer-Whiteford sibernetik girdap adını verdiği emek sürecinde yaşanan teknolojik değişimi ve bu değişimin neden olduğu toplumsal değişimleri çok iyi analiz ediyor. Kapitalist üretim sürecinin uluslararası niteliğini muazzam bir şekilde açıklıyor. Örneğin cep telefonları üretiminin izini sürerek Afrika’daki madenlere gidip oradaki çalışma koşullarını, Çin’deki Foxconn fabrikasındaki çalışma koşullarını, Kaliforniya’daki Silikon Vadisi’ndeki sömürü ve adaletsizlik düzenini gözler önüne seriyor. Böylece elimize aldığımız cep telefonlarının uluslararası tedarik zinciri içerisindeki yolculuğunu ve bu yolculukta içerisinden geçtiği emek süreçlerini öğreniyoruz.
Otonomcu geleneğin yatay ve ağ tipi örgütlenme modelini tekrarlarken de yeni bir şey söylemiş olmuyor. işgal hareketlerini gösteriyor. Hareketin orta katmanlardan proletaryanın farklı kesimlerine kadar herkesi içerisinde barındırdığını ve dolayısıyla çelişkili bir birliktelik yarattığını söylemekle birlikte değişen sınıf bileşiminin işçi sınıfının bölünmüşlüğüne ve mücadelesine etkileri konusundaki açıklamaları oldukça zayıf kalıyor. Daha çok sosyal medyanın yarattığı mücadele olanaklarını
Sibernetik girdap ve sınıf mücadelesi Kitabın merkezinde Sibernetik girdap kavramı var. Girdabı fiziksel meydana geliş özellikleri nedeniyle kullanıyor ve bir analoji yaparak günümüz kapitalizmine benzetiyor. Nasıl girdap farklı basınçlar nedeniyle bir döngü yaratıp etrafındaki hava veya suyu merkeze doğru çekip daha sonra da dışarı doğru atıyorsa, sibernetik girdap da aynı şeyi yapıyor. Emek sürecine soktuğu insan ve doğa enerjisini merkeze doğru çekip ardından mübadele süreçleriyle metalara çevirip dev bir tufan halinde tüm dünyaya yayıyor. Girdap, insan emeğini kâr elde etmek için harekete geçirirken sibernetik alanındaki gelişmeler nedeniyle emeğin süreçten atıldığı bir çelişkiye dönüşüyor. Yani sibernetik bir yandan işçileri emek sürecine sokuyor bir yandan bir kısmını işsiz bırakıp onları dışarı savuruyor. Whiteford hemen her bölümde bir şekilde sınıf mücadelesinden bahsediyor. Sibernetik girdabın yarattığı çelişkiler her yerde yeni işsizler, göçmenler, yoksullar, yeniden proleterleşenler ve proleter olmaktan çıkanlar grupları yaratıyor. Ancak değişen bu sınıf ilişkilerinin ortaya çıktığı en önemli mücadele döngüsü olarak 2011’de başlayan
Satış göreviyle programlanan robot
Dolayısıyla kitabın esas önemi son bölümdeki önerilerinden ileri gelmiyor. Ancak son bölümdeki politik muğlaklık kitabının diğer bölümlerindeki başarılı analizi gölgelememeli. Kitap dijitalleşme meselesine emek süreçleri ve işçi sınıfı açısından bakmak isteyenler için çok önemli bulgular sağlıyor.
AKTİVİZM 643
2019 21 Ağustos 3 TL. sci.org sosyalisti
K GAZETE
DEVRİMCİ
İTALİST HAFTALI
ANTİKAP
-
DEVRİMCİ
VDEN ALDI
SLERİ GÖRE
KAN SECİLMİ -
-
ATANMIS BA
ANTİKAPİTALİST
HAFTALIK
GAZETE
1 Kasım 2019 3 TL. i.org
sosyalistisc
SDOEKĞ AKİLTA
KAYYUM İ MOKRAS YDASEAS IRAK
döndü. siyaseti geri Diyaru Kayyum oylarla seçilmiş belediye u Yüksek ve Van alındı. bakır, Mardin rı görevden orbaşkanla eçilme hakkını u Seçme-s antidemokratik teptadan kaldıran kesimlerin
648
İST DEVRİMCİ ANTİKAPİTAL
647
MiLYONLAR
ŞİLİ
le farklı 3 müdaha 2019 dı. sayfa 23 Kasım TL. kisiyle3karşılan g sosyalistisci.or
HAFTALIK GAZETE
ETİ İSTEDİ
IN KÜRESEL LARIN YOTİFKASDUAL İN
ÜM LÜBNAN AKP HÜK YÖNETİMİ SATTI
KÜRES A KATILA HONG KONG, Cİ BULUŞMASIN IYOR: AN, LÜBN IRAK GÖREN,ANLAT LAŞTIRILDI” SELİN İRAN, ÖĞREN R ORTAK “DENEYİMLE İÇİN
-
EL İKLİM GREVİ
N
K-İŞVYA... BOLİ ŞİLİ,TÜR
sayfa 9
sayfa 5
ÖFKESİ DÜNYAYI SARSIYOR SURİYE HAL BİTMEYEN KLARININ TRAJEDİS İ ve emperyalist mutabakat n
Kapitalist sistemin içinde bulundu delesi sonucu ortaya ğu ekonom deniyle ik kriz, hegemo tüm dünyad çıkan savaşla r ve ona krizinde a emekçil nya mücaeşlik eden n sonra, erin sisteme devrimler, iklim krizi yılın ardında yönelik meydan nen, yeni öfkesi artıyor. işgalleri, bir küresel kitlesel grevlerl 2008 isyan dalgasıy e geçen la karşı 10 Çağla Oflas karşıyayız. yazdı: Küresel isyan büyüyo r sayfa 6-7’de
“IRKÇILIK CANLI TUTULUYOR FAKAT KAZA NMIŞ DEĞİL “Irkçılığa ve ” Milliyetçiliğe
n Yeni statüko
Suriye’de kazan
n Sosyalistler
kim? Kaybeden kim? nasıl bir çözümden yana?
neleri değiştirdi?
DurDe Platformu”n Ahmet Yıldırım’la un kurucularınd milliyetçiliğin an şekillendiğin hangi dinamiklere i konuştuk. bağlı olarak
sayfa 2-3’te
PORTRELER:
ROSA LUXEMBURG
sayfa 4’te
29 KASIM’DA İKLİM İÇİN GREVE! sayfa 11
sayfa 4
BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN! İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41 Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Akhisar: 0 544 327 04 45 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Balıkesir: 0 543 692 96 23 Bursa: 0 507 727 50 45 Çanakkale :05324623804 Dersim: 0 543 447 24 15 Kars: 0 536 696 65 98 Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla : 0 539 932 21 17 Samsun: 0 551 450 64 52 Sivas: 0 533 515 28 24 Soma: 0 532 693 70 57 Tekirdağ: 0 533 233 41 50
AİLELER ÖRGÜTLENİYOR: "BAŞKA BİR AİLE MÜMKÜN!"
11
TOPLANTI DUYURULARI 13 YIL GERİDE KALDI: HRANT İÇİN ADALET İÇİN MÜCADELEYE DEVAM
Ankara Gökkuşağı Aileleri Derneği'nden Atilla Dirim ile çocukları LGBTİ+ olan ailelerin örgütlenmeleri hakkında konuştuk.
16 Ocak Perşembe, saat 19:00
Derneğinizden söz eder misiniz?
Ferhat Kentel
AD: Derneğimiz 2019 yılının Ekim ayında kuruldu, ancak aile grubu olarak 10 yıldan uzun bir süredir varlığını sürdürüyor. Ayda bir defa Psikiyatrlar Derneği'nde düzenli olarak psikiyatrların eşliğinde bir araya geliyoruz. Hem aileler olarak dayanışıyor, hem de toplumdaki homofobi ve transfobiyi geriletmek için faaliyetlerde bulunuyoruz. Bunun için LGBTİ+ alanında faaliyet gösteren STÖ'lerle, belediyelerle, kent konseyleriyle birlikte çalışıyoruz. Bir danışma hattımız var, hem gençler, hem de ebeveynler bu hattı arayabiliyor. Bu konuda eğitim almış üyelerimizle, arayanlara yardımcı olmaya ve doğru yerlere yönlendirmeye çalışıyoruz. Kurumsal kimlik kazanmamızla birlikte, daha geniş bir hareket alanına sahip olacağız.
Meltem Oral
Konuşmacılar: Elif Akgül
Tibet Şahin Serdar Korucu Şenol Karakaş Adres: Cezayir Salon -Hayriye Cd. No:12, Beyoğlu İletişim: 0 555 637 24 50 Düzenleyen: DurDe& Antikapitalistler
ADALET ZEMİNİ TOPLANTISI: TÜRKİYE’DE DEVLET DİNİ 1 Şubat Cumartesi, saat 14:00
Belediyesi ile özel güvenlik görevlilerine yönelik verdiğimiz eğitimler, bunun en etkili örneklerinden biri. Aynı zamanda çocukları kendilerine açıldıktan sonra dünyanın sonunun geldiğini, bu durumu sadece kendilerinin yaşadığını düşünen ebeveynlere de destek oluyoruz. Kısacası, bir yandan dayanışırken, diğer yandan da toplumdaki homofobik/transfobik fikirleri kırmaya çalışıyoruz.
Konuşmacı: Sinan Özbek
Çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Aileler giderek daha fazla örgütleniyor. Diğer gruplarla ilişkileriniz nasıl?
Devletin neredeyse tüm kurumları tarafından sistematik olarak toplumun her kesimine homofobi ve transfobi pompalanıyor. Bu nedenle hekimlerden hukukçulara, sosyal hizmet uzmanlarından güvenlik görevlilerine kadar uzanan çok geniş bir yelpazeye, LGBTİ+ olmanın kötü ve yanlış bir şey olmadığını anlatmak için çalışmalarda bulunuyoruz. Okulda, sağlık sisteminde, yargıda, sokakta LGBTİ+'ların yüz yüze geldiği insanların homofobik/transfobik fikirlerini kırmaya çalışıyoruz. Çankaya
Halen Ankara'da biz ve İstanbul'da LİSTAG dernek statüsünde. İzmir, Antalya ve Denizli'de de aile grupları var. Biz bir bütünün parçalarıyız; toplumdaki homofobik ve transfobik fikirleri kırmak için bir bütün olarak hareket etme bilincine sahibiz. Hepimiz başka bir ailenin mümkün olduğunu düşünüyor ve ancak örgütlü mücadeleyle hak arama mücadelemizde yol alabileceğimizi biliyoruz. Daha güzel bir dünyada yaşamak isteyen herkesi, bize destek olmaya çağırıyoruz.
FİLM GÖSTERİMİ VE SÖYLEŞİ: PRİDE – LGBTİ+ AKTİVİSTLERİN MADEN GREVCİLERİNE DESTEĞİ
Derneğinize sadece çocukları LGBTİ+ olanlar mı üye olabiliyor? Hedef kitlemiz bu grup olmakla birlikte, LGBTİ+ mücadelesini insan hakları mücadelesi olarak gören, dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması için haksızlıkların ve eşitsizliklerin ortadan kalkması gerektiğine inanan, bu alanda faaliyet göstermek isteyen herkes derneğimize üye olabilir.
portreler
NİKOLAY BUHARİN
Nikolay Buharin, 1888’de Moskova’da ilkokul
öğretmeni bir çiftin çocuğu olarak doğdu. Ailesi eğitimci olduğu için Buharin’in eğitimine de özel bir önem veriyordu. İlerici politik görüşlerle büyütülen Buharin, iktisat öğrencisiyken 1905 devrimi patlak verdi. Buharin bu harekete katıldı ve devrimin hemen ardından 1906’da arkadaşı ünlü yazar Ilya Ehrenburg ile beraber Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne (RSDİP) üye oldu. Buharin, RSDİP’e katıldığında parti içinde Bolşevik ve Menşevik kanatlar ayrışmıştı. Bol-
şevikler, işçi sınıfı önderliğinde işçiler ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünün kurulmasını savunuyor, Menşevikler ise Rusya’da öncelikle bir burjuva devriminin olması gerektiğini savunuyorlardı. İki kanat arasında örgütsel olarak da büyük anlaşmazlıklar bulunuyordu. Buharin, 1908 yılında partinin Bolşevik kanadına katıldı. Kısa sürede Bolşeviklerin Moskova Komitesi üyesi olan Buharin 1909’da komite toplantısında tutuklandı. Bir süresini serbest bırakılıp yeniden tutuklanarak geçiren Buharin kaçmaya karar verdi ve 1910-17 yılları arasını sürgünde geçirdi. Sürgündeyken Nadezhda Mikhailovna Lukina ile evlendi. Avusturya, İsviçre, İsveç ve ABD’de yaşadı. Bu yıllarda Vladimir Lenin, Lev Kamenev, Gregory Zinovyev ve Leon Troçki gibi önemli devrimcilerle tanıştı ve faaliyet yürüttü. Rusya’daki Pravda, Almanya’daki Die Neue Zeit ve ABD’de editörlüğünü üstlendiği Novy Mir gazetelerinde yazılar yazdı. Buharin, sürgün yılları boyunca bir Bolşevik olarak Rusya ve dünya devrimi için faaliyet yürütmeye ve bir yandan da kendini Marksizm konusunda eğitmeye devam etti. Öyle ki partinin önde gelen teorisyenlerinden biri hâline geldi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdığı Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi başta olmak üzere
bir dizi teorik eser kaleme aldı. Marksist emperyalizm teorisinin Lenin’le birlikte en önemli geliştiricilerinden biriydi. Ancak Buharin’in teorik salınımları ve pek çok Marksist tarafından eleştirilen mekanik bir anlayışı da bulunuyordu. 1922 yılında Lenin şöyle yazacaktı: “Buharin, partinin sadece en değerli ve önde gelen teorisyeni değil aynı zamanda haklı olarak tüm partinin en gözdesi olarak değerlendiriliyor. Ancak teorik görüşleri ancak büyük bir ihtiyatla tamamen Marksist olarak sınıflandırılabilir çünkü onda skolastik bir şey var. Hiçbir zaman diyalektik üzerine bir çalışma yapmadı ve bence diyalektiği hiçbir zaman tamamen anlamadı”. 1917 yılında Rusya’da Şubat Devrimi ile Çarlık rejimi devrilince pek çok Bolşevik gibi Buharin de Rusya’ya döndü ve Merkez Komitesi’ne seçilerek partinin en önemli liderlerinden biri oldu. Ekim Devrimi’nden sonra da önemli roller üstlenmeye devam eden Buharin kısa süreliğine Sol Muhalefet’in liderlerinden biri oldu, Brest-Litovsk Antlaşması’na karşı çıkarak Bolşeviklerin diğer ülkelerde devrimi gerçekleştirmek için savaştan yararlanması gerektiğini savundu, 1921’de ise tutumunu değiştirdi ve zorunluluktan kaynaklansa da temelde sosyalizmden geri adımlar içeren Yeni Ekonomik Politika’nın önde gelen
destekleyicilerinden biri oldu.
Adres: Cezayir salon -Hayriye Cd. No:12, Beyoğlu İletişim: 0507 6205583 Şişli 24 Ocak Cuma, saat 19:00
Adres: Nostalji Kitap&Kahve (Teyyareci Fehmi Sk., Osmanbey) İletişim: 0 555 637 24 50 Kadıköy 23 Ocak Perşembe, 19:00 GÜNÜMÜZDE FAŞİZM Konuşmacı: Meltem Oral Adres: Serasker Cad. Nergiz Apt. No:8890 Kat 3 Kadıköy
Buharin’in 1926 sonrası tutumu ise devrime adanmış hayatının kazanımlarını yok etmeye adanmış gibiydi. Lenin’in ölümünden sonra Politbüro üyesi, 1926’da ise Komintern Başkanı olan Buharin, parti içinde bürokrasinin sözcüğülünü üstlenmiş Josef Stalin’le ittifak kurdu. Dünya devrimini terk etme ve işçi sınıfına ihanet anlamına gelen tek ülkede sosyalizm doktrini büyük oranda Buharin tarafından geliştirildi. Kısa bir süre sonra Stalin’in tarımda zorla kamulaştırma önerisine karşı çıkan Buharin, görevlerinden azledilecek ve Uluslararası Komünist Muhalefeti kuracaktı. Bu muhalefet genllikle stalinizme karşı sağ muhalefet olarak anılır, sol muhalefet ise Troçki öncülüğündeki muhalefettir. 1934 yılında Stalin, Buharin’i “aklayarak” Izvestia gazetesinin başına getirdi.
İletişim: 0 533 4479709
Stalinizmle olan gelgitli ilişkisi devrimin önemli figürlerinden Buharin’in “vatana ihanet” ve “Troçkizm” ile suçlanmasını engellemedi. 1937’de tutuklanan Buharin, 1938 yılında doğduğu şehir olan Moskova’da kurşuna dizilerek öldürüldü.
İzmir
Can Irmak Özinanır
ANTİKAPİTALİST ÖĞRENCİLER 11 Ocak Cumartesi, 12:00 İRAN’DAN LİBYA’YA EMPERYALİZMİ ANLAMAK Konuşmacı: Roni Margulies Adres: Hayali Hacivat -Türkali, Yeniyol Sokağı No:9, Beşiktaş 0 555 6372450 12 Ocak Pazar, 15:00 ANTİKAPİTALİST ÖĞRENCİLER FANZİN ÇALIŞMASI İÇİN BULUŞUYOR Adres: Serasker Cad. Nergiz Apt. No:8890 Kat 3 Kadıköy İletişim: 0 545 8132003 24 Ocak Cuma, saat 19:00 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE Adres: Karakedi Kültür Merkezi - Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1462 Sokak No 20/1 Alsancak İletişim: 0 5075550272
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
-
KATLEDİLİSİNİN 13. YILINDA HRANT DİNK'İ ANIYORUZ Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in "bir gü-
vercin tedirginliği" içinde sürdürdüğü yaşamı, bundan 13 yıl önce, 19 Ocak 2007 sabahı, beyaz bereli bir katil tarafından sonlandırıldı. Katil kısa sürede yakalandı ama götürüldüğü polis merkezinde eline tutuşturulan Türk bayrağıyla bir kahraman muamelesi gördü. Dönemin devlet yöneticileri, başbakanından içişleri bakanına kadar herkes, bu cinayetin kısa sürede aydınlatılacağını söyledi ama aradan geçen 13 senede cezalandırılan sadece en alt seviyedeki tetikçi ve katiller oldu. Öldür diyenler, emri verenler, henüz bir karanlık perdesinin arkasında saklanmaya ve korunmaya devam ediyor. Hrant Dink'in katlinden sonra Türkiye köklü ve kalıcı bir şekilde değişti. Hrant'ın cenazesine katılan yüz binlerin taşıdığı "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeni'yiz" dövizleri, Hrant'ın katline uzanan yolun taşlarını döşeyen soykırım inkârcılarını, ırkçıları, faşistleri dehşete düşürdü. O güne dek bir tabu olarak gelen Ermeni soykırımı gerçeği konuşulmaya başlandı ve bu günlere nasıl geldiğimiz tartışmaları bambaşka bir boyut kazandı. Aradan geçen 13 yılda öldür emrini verenler, yani devlet aygıtının hemen her katmanında yer alan bazı görevliler, medyadaki ırkçılık ve nefretle yoğrulmuş hedef göstermeler, mahkeme kapılarında tehditler savuranlar ve benzerleri, toplum vicdanında çoktan mahkûm oldu. Hrant'ın arkadaşları, dostları, yoldaşları, onu unutmadıklarını göstermek ve yasını tutmak için, güvercin tedirginliğini ortadan kaldırmak için, bu sene de 19 Ocak günü meydanları dolduracak.
HRANT’IN ARKADAŞLARI’NDAN BÜLENT AYDIN: “KARANLIK ZİHNİYETLE YÜZLEŞMEK İÇİN GEÇ DEĞİL” Hrant Dink’in öldürülmesinin üzerinden 13 yıl geçti. Bu 13 yılda devletin bu cinayeti ele alış biçiminde ne gibi değişiklikler yaşandı? Bülent Aydın: Hrant Dink cinayeti davası 13 yıldır sürüyor. Cinayetle ilgili çoğunluğu kamu görevlisi 77 sanığın yargılandığı davanın 18 Şubat’ta 103. duruşması yapılacak. İlk günlerde bu cinayetin bir an önce aydınlatılması için sözler veren yöneticiler hâlâ iktidarda ama neredeyse davanın ilk başladığı yerdeyiz. Bugün gelinen aşama cinayetin hemen ertesinde de aşağı yukarı görülebiliyordu. Bu ise toplumsal vicdanı yaralayan utanç verici bir durum. Süreç içerisinde farklı amaçlar doğrultusunda soruşturmanın seyrinin değiştiğini gördük. Bütün bu sü-
reç boyunca cinayetin aydınlatılması için gerçek bir adım atılmış değil. Bugüne kadar hazırlanan iddianameler önemli fakat cinayete dair tüm boyutları içermediği için bütünlüklü değil. Hrant Dink’in ölümüne giden süreçte nefret söyleminin özel bir rolü olmuştu. Cenazenin ardından yüzbinlerce kişinin “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklara dökülmesi Dink’e yönelen nefret söylemlerine de cevap niteliğindeydi. Ermenilere ve diğer gayrimüslimlere yönelik nefret söylemlerinde bugün hangi noktadayız? Maalesef bugün de Hrant Dink’in öldürüldüğü dönemden daha iyi bir yerde değiliz. Hatta nefret söyleminin hedefinin daha da genişlediğini söyleyebiliriz. Yaygın medyanın bu tür suçlara karşı kullandığı dil ve sosyal medyada yaygın olarak karşımıza çıkan nefret suçlarının cezasız kalması ve hatta zaman zaman kamu yöneticilerinin de bu tür söylemleri fütursuzca kullanması bu gerçeğin kanıtlarıdır. Hrant’ın Arkadaşları ilk günden beri “Biz bitti demeden bu dava bitmez” diyor ve davayı takip ediyor. Gelinen noktada elde edilen kazanımlar ve talepler nelerdir?
“Hrant için Adalet için” diyerek 13 yıldır mahkeme kapısında ve her 19 Ocak’ta Agos’un önünde olan insanlar, adaletsizliğe karşı vicdanı temsil ediyor. Davanın ısrarlı takibi ve kamuoyunun ilgisi elbette sürüyor. Çünkü bu bir ırkçılık suçu ve göz göre göre ve örgütlü bir biçimde tezgahlandı. Hrant Dink’in öldürülmesine giden süreçte ve cinayette ihmal, kusur ve kasıtlı icraatı olan kamu görevlilerinin neredeyse 10 yıl sonra mahkeme karşısına çıkarılabilmesi çeşitli engellemelere rağmen bu ısrarlı takip sonucunda ancak mümkün oldu. Soruşturma ve yargılama aşamasında birçok önemli bilgi açığa çıktı. Bir grup tetikçinin şov yaptığı utanmazlıktan, devlet görevlilerinin yargılandığı aşamalara gelindi. Devlet görevlilerinin Hrant Dink cinayetinin işlenmesinde ağır sorumlulukları olduğu dava sürecinde de apaçık ortaya çıktı. Fakat Hrant Dink’i hedef hâline getirip cinayete giden yolun taşlarını döşeyenler başta olmak üzere suçluların hepsinin yargılanması bugüne kadar mümkün olmadı. Hatta tanıklardan bir türlü mahkemeye getirilemeyenler de var. Cinayetin üstünü örten perde henüz kaldırılabilmiş değil. Cinayetten 13 yıl sonra bile olsa bu cinayete yol açan ırkçılıkla hâlâ yüzleşebilmiş değiliz. Hrant Dink’in de yaşamı boyunca mücadele ettiği karanlık zihniyetle yüzleşmek için bugün de geç değil.