DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
652
24 Ocak 2020 3 TL. sosyalistisci.org
--
-
GECİNEMİYORUZ DİYEN METAL İSCİLERİ HAKLI!
GREV HAKTIR
KAZANDIRIR
MARKSİZM 2020
8-12 NİSAN İSTANBUL CEZAYİR SALON
KÜRESEL İSYAN DEVRİMCİ FİKİRLER
2
GÜNDEM
LİBYA'YA ASKER GÖNDERİLMESİN DİYENLER HAKLI ÇIKTI YARGI VE VİCDAN Külliye’de kamuya atama töreninde konuşan cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasının bir yerinde, “Tüm yargı dünyasına sesleniyorum, kanun sayfaları arasındaki maddelere değil vicdanınızın sesine kulak verin.” dedi. Bu sözleri kadına yönelik şiddet suçu işleyenler hakkında indirim uygulayan yargıçlara uyarı olarak okuduğumuzda görmezden gelinebilir, iyi niyetli bir yaklaşım olarak ele alabiliriz. Ama böyle yapmamalıyız! Burada iyi niyet olarak görülebilecek şey yargıda adaletin tümüyle askıya alınması sonucunu doğurabilir, bir süre sonra kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinde eleştirdiğimiz uygulamaları bile mumla arar hale gelebiliriz. Bunun nedeni, hukuksal süreçlerin tek tek hukukçulara ve üstelik onların vicdanına bırakılamayacak kadar önemli olmasıdır. Hukuksal sözleşmeler, sınıflara, cinslere, yönelimlere, siyasi tercihlere, mesleklere, yaşlara, kültürlere, yaşam tarzlarına, eğitim düzeylerine, örgütlenmelere bölünmüş bireylerin ve giderek grupların birlikte yaşamasını düzenleyen ve her bir grubun çıkarlarını, o topluluktaki demokrasinin gelişkinliğine bağlı olarak azami ölçüde ve başka grup ya da bireylerin haklarını kısıtlamayacak şekilde garanti altına alan kurallar bütünü demektir. Bu kurallar, hukuk alanında ve mahkemelerde karar verici olarak görülenlerin vicdanlarından bağımsız olmak zorundadır. Olmak zorundadır, zira, vicdan çok değişken bir olgudur. Bir olayda, vicdanlar bambaşka unsurlara odaklanabilirler. Adamın bıçakladığı kadına odaklanmak kadar bıçaklayan sosyopatlara da odaklanabilen vicdanlarla karşılaşabiliriz. Şule Çet cinayetini işleyen katillerin avukatının, hepimizi öfkelendirerek yaptığı tam da buydu. Bunun sayısız örneğiyle karşılaşıyoruz. Mevcut, beğenmediğimiz hukuksal kurallara göre tutuklanması, ceza alması gereken saldırgan erkekler, kamuoyu, sosyal medya ya da siyasiler tarafından bir baskı gelene kadar serbest kalabiliyorlar. Tek başına, doğrunun, ahlaki olanın, gerçek olanın yanında saf tutan bir vicdan yoktur. Vicdan sosyal doku tarafından şekillenen bir özelliktir. Hukuk hayvanları mal olarak kodladığı, hayvana verilen zararı da mala verilen zarar olarak ele aldığı sürece, bu konuda vicdanı istediğimiz gibi işlev gören bir hakim ne yaparsa yapsın, bir köpeği tekmeleyerek felç eden bir hayvan düşmanını tutuklatamaz. Tersi de doğrudur ama. Yeni doğmuş köpek yavrularını bir çuvala koyarak dereye atıp boğmayı “normal” olarak ele alan, bu normalle büyüyen ve bir şekilde hakim olan bir kişi, bir köpeğin öldürülmesini vicdanına bakarak ele alamaz. Almamalı. Gece yarısı kadınların tek başına dolaşmasını tecavüzü normalleştiren bir durum olarak gören, yani kadına yönelik şiddete fikirsel temeller sunan birisinin bir kadına yönelik şiddet davasında karar verici olarak vicdanını hiç dinlememesi daha iyidir. Türkiye Cumhuriyeti partiler kanununa göre kurulmuş, seçimlere giren bir partinin, yasal bir partinin, örneğin HDP’nin üyelerini “terörist” olarak kodlayan bir hakimin, her hangi bir HDP üyesinin yaptığı bir konuşma nedeniyle yargılandığı bir davada, vicdanına kalırsa karar verme yetkisi, verilecek karar bellidir. Vicdanın mağdurdan yana işlediği fikri, kanun hükümlerine değil de vicdan hükümlerine göre kanunun uygulama önerisini şekillendiriyor olabilir. Ama Türkiye’de vicdanlar mağdurdan yana tutum almıyor. Söz konusu olan yargı, siyaset ve bürokrasi mensuplarının vicdanlarının tercihiyse Türkiye’de korunacak şeyin bizzat devletin ta kendisi olduğunu biliyoruz. Söz konusu insanlar açısından Türkiye’de vicdan devlettir. Bu yüzden gereken hakimlerin vicdanlarının sesini sesini dinlemesi değil, aşağıdan yukarı mağduru korumayı merkezine alan demokratik bir siyasal alan ve demokratik bir yargı düzeni inşa etmektir. Herkes kurallara uymalı, uyulacak kurallar demokratik bir içeriğe kavuşturulmalı.
Berlin konferansındaki liderler VOLKAN AKYILDIRIM
Almanya'da toplanan Libya Konferansı'nda çekilen fotoğraflara bakıldığında liderlerin hepsi mutlu ve neşeli. Emperyalist devletlerin ve alt-emperyalist bölgesel güçlerin yöneticileri, binlerce insanın öldürüldüğü, on binlercesinin mülteci olmak zorunda kaldığı kanlı bir iç savaşı bitirip, sanki dünya barışını sağlamış gibi gülümsüyor, hatta şakalaşıyorlar. Başta 'Kapsamlı bir ateşkes konusunda anlaşıldı' diye duyurulsa da Libya'daki savaşı bitirme iddiasıyla yapılan konferans fiyaskoyla sonuçlandı. Libya'da barışın sağlanması, on yıllardır dünyanın hiçbir yerine barış getirmemiş ve kronik sorunların neredeyse hiçbirinde ortak tutum alamamış Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin üzerine atıldı. Tepeden tırnağa silahlı ve güçlü devletler, parçalanmış fakir Libya'nın kaderini haftalar sonra yapılacak toplantıda konuşacak. Çalışma grupları kurup, tartışmaktan bahsediyorlar. Libya konferansından çıkan sonuç, insanlık adına utanç verici: Sarrac hükümeti ve General Hafter güçlerine kimse yeni silah satmayacak. Onlar ellerindeki silahlarla savaşmaya devam edecek. İki tarafta birbirlerini yenemez halde bırakılırken, onlar Libya ve Doğu Akdeniz üzerine pazarlıklarını sürdürecek. Dünyanın 9. en büyük petrol rezervine sahip ülkesi Libya'nın ve zengin hidrokarbon yataklarının bulunduğu Doğu Akdeniz'in bölüşümü zamana yayılırken, Libya halkının ne durumda olduğu ve ne talep ettiği umurlarında bile değil. Konferansın kaybedeni AKP medyasına göre Türkiye hükümeti, Almanya'dan büyük bir başarıyla ayrıldı. Gerçekteyse Libya Konferansı'nın en somut sonucu Türkiye'nin asker, paralı asker ve silah göndermesinin önünün tam bir konsensusla kesilmesi oldu. Zirve başladığı saatlerde General Hafter'e bağlı si-
lahlı güçler petrol üretimini durdurdu. Bu dünya petrol fiyatlarının yükselmesine yol açarken, eli kanlı bir katil olan General Hafter saygın bir taraf olarak pazarlık masasına oturdu. Batı emperyalizminin bir kuklası olan Sarrac ise Erdoğan hamiliğine sığınırken, Trablus'taki varlığının bütünüyle uluslararası desteğe bağlı olduğu ortaya çıktı. Zirveden ilk ayrılan lider Erdoğan, Türkiye'ye döndükten sonra kendisinin Sarrac ve Hafter arasında arabuluculuk yapmadığının altını çizdi. Oysa giderken Türkiye'nin barış ve ateşkes için Libya'da olduğunu söylemişti. Putin ile yakınlığıyla öne çıkan Erdoğan, bu kez Moskova'dan da onay alamadı ve giriştiği deniz aşırı askeri harekat engellenmiş oldu. Katar ve İtalya ile ittifak halindeki Türkiye ve Sarrac hükümetinin karşısında Rusya, Mısır, Suudi Arabistan ve Fransa'nın desteğini almış Hafter var. Hafter, Almanya'daki konferanstan güçlenerek çıktı. Ankara'nın tek kazanımı ise masada bir yer edinmek. Gelişmeler, Libya'ya asker gönderilmesine karşı çıkanları haklı çıkarttı. Libya'da başlayan yangın dış müdahalerle büyütüldü. Savaşan taraflar silahlandırıldı. Yetmedi paralı askerler devreye sokuldu. Emperyalist müdahalelerin yarattığı sonuç, çözümsüzlük ve savaşın sürmesine göz yummak oldu. Sosyalistler, Libya'ya yapılan dışardan müdahalelerin tümüne ve Doğu Akdeniz'de alevlendirilen paylaşım kavgasına toptan karşıdır. Dışardan müdahaleler, bunu yapan devletlerin yönetimi altındaki işçilerin daha da fakirleşmesine neden olurken, Libya'da emekçi sınıfların çözümünü ya da herhangi bir demokratik çözümünün gelişmesinin önündeki başlıca engeldir. Libya'nın geleceğine Libyalılar karar vermeli. Doğu Akdeniz'deki fosil yakıtları yerin altında bırakılmalı.
GÜNDEM
PATRONLARA TEŞVİK EMEKÇİYE SEFALET
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
İDLİP’TE KATLİAMA DUR DİYELİM
Enkazdan kurtarılan çocuk Herhangi bir internet sitesine “İdlip’te son durum” yazdığınızda hemen şöyle başlıklarla karşılaşacaksınız: “İdlib’e düzenlenen saldırılarda 26 sivil hayatını kaybetti.”, “Son dakika: Rus savaş uçaklarının düzenlediği saldırıda 12 sivil yaşamını yitirdi.” ya da “Son dakika... Esad rejimi, Halep’in batı ve güney kırsalına kara saldırısı başlattı.” Bu haberler bu kadarla kalmıyor tabii. Yaşanan vahşet detaylandırılıyor: Birleşik Metal Gebze mitingi
Temel ekonomik tüm göstergeler derin bir krize işaret ediyor. İktidarın ise ekonomiyle ilgili tüm açıklamaları sanki başka bir gezegende yaşıyormuşuz hissi yaratıyor. Giderek otoriterleşen siyasal atmosferde, ekonominin yukarıdan aşağıya, iktidar tarafından belirlenen hedeflere göre planlanması, sistemi daha da kırılgan hale getirdi. Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programına göre 2020 yılı büyüme hedefi yüzde 5 olarak belirlendi. Enflasyon oranı hedefi ise yüzde 8.5, işsizlik hedefi yüzde 11.8 olarak belirlendi. 2020 bütçesinin temelini bu hayali hedefler oluşturmakta. Krizi atlattık mı? Son üç aydır ekonomide iyimser bir hava estiriliyor. Bu iyimserliğin arkasında ekonominin uluslararası sermaye girişlerine bağımlılığı var. FED’in faizleri indirmesi ve Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın negatif faiz seviyesine inmesi sermayenin gelişmekte olan ülkelere akması, krizin üç çeyreklik daralmayla atlatılmasına yol açtı. Ayrıca, Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesi ve kamu bankalarının devreye girmesiyle birlikte kredi genişlemesi hane halkı harcamalarının artmasını sağladı. Fakat bu adımlar, krize çözüm olmadığı gibi, ücretlerin baskılanmasına ve yoksullaşmaya yol açıyor. Çünkü tüm bu enflasyon, faiz kıskacı biçiminde yaşanan tartışmaların temelinde borca dayalı büyüme modeli yatıyor. Ve bu model krizin de temel nedeni. Kredi ve teşvikler krizi erteliyor ama bu çok daha büyük bir ekonomik daaralma riski taşıyor. Boğazımıza kadar borçluyuz Ekonomide yaratılmaya çalışılan iyimser havaya rağmen, ciddi bir borç yüküyle karşı karşıyayız. Türkiye’nin dış borcu 447 milyar dolara dayandı. Bunun 148 milyar doları kamuya, 299 milyarı özel sektöre ait. Dış borçların büyük bölümünün özel sektöre ait olması yanıltıcı olmasın, özel sektörün dış borcu ‘hazine garantili’ olduğundan iktidar bu borçlara birinci dereceden kefil durumda. Yani bu şirketlere borç veren uluslararası kuruluşlar borçlarını tahsil edemediklerinde hazinenin kapısını çalacaklar. Ayrıca “Kamu Özel İşbirliği” ve “Yap İşlet Devret” adı altında yapılan, üçüncü köprü, 3. Havalimanı, Gebze-İzmir otoyolu gibi pek çok inşaat projesinde dövize endeksli yüksek hazine garantileri verildi. Dolayısıyla tüm borçlar emekçilerin cebinden karşılanacak. Bu da önümüzdeki yıl dolaylı ve dolaysız vergilerin artacağı, ücretlerin düşürüleceği,
eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlere ulaşımın daha da zorlaşacağı anlamına geliyor. Hükümetin derdi şirketleri kurtarmak İktidar, ekonomide yaşanmakta olan olumsuzluklara neden olan şirketleri korumak için hazine garantileri, çeşitli kredi ve borçlanma kolaylıkları sağlarken, krizde hiçbir sorumluluğu olmayan emekçiler peş peşe gelen zamlar ve düşük ücret artışları nedeniyle sefalet koşullarında yaşıyor. Geçen Kasım ayında Fatih’te 4 kardeş ve Antalya bir baba, borç ve işsizlik nedeniyle intihar ettiler. TUİK verilerine göre 2002-2018 yılları arasında 50.378 kişi, sefalet ve yoksulluk karşısında tüm umutlarını yitirerek intihar etti. Enflasyondaki artış ve düşük ücret nedeniyle emekçilerin borç yükü de katlanarak arttı. Bankalara ve finansman şirketlerine olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçları 583,6 milyar liraya ulaştı. Krizin faturası emekçilere kesiliyor Ücretli çalışanlar açısından uzun zamandır ‘kemer sıkma’ süreci yaşanıyor. 2019 yılında derinleşerek ilerleyen kriz sürecinde emekçilerin günlük yaşamıyla ilgili tüm göstergeler adeta alarm verdi. DİSK-Ar raporuna göre, işgücüne katılım oranı yerinde sayarken, işsizlik rakamları arttı, istihdam daraldı. Geniş tanımlı işsizlik 7 milyonun üzerine ulaştı. Son bir yılda elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, gıda fiyatlarına yüzde 50, tekel ürünlerine yüzde 60, süte yüzde 50 zam geldi. Tüm bu göstergelerin karşısında TUİK’in açıkladığı enflasyon oranı: Yüzde 16. Daha vahimi 2020-2022 Yeni Ekonomi Programı’nda (YEP) ücretler gerçekleşen değil, hedeflenen rakamlara göre belirlendi. Yoksulluk rakamının 6.850 TL olduğu koşullarda, kamu çalışanlarına, yüzde 4 artı 4 zamdan sonra, asgari ücretle çalışan yaklaşık 10 milyon işçiye de 2.300 TL’lik sefalet ücreti reva görüldü. Özel sektörde de durum aynı, iktidara sırtını dayayan patronlar 3 yıllık sözleşmelerle yüzde 10’u geçmeyecek zamlar dayatmaktalar. YEP 2020-2022’nin özeti ise: sermayeye daha fazla teşvik ve imtiyaz, emekçilere daha fazla vergi, düşük ücret ve güvencesiz çalışmadan ibaret. Ayrıca, işçilerin tepkisi nedeniyle yıllardır yapamadıkları kıdem tazminatının gasp edilmesi ve “Tamamlayıcı sağlık sigortası” adı altında emeklilik haklarının gasp edilmesi de programın gündeminde.
“Son 3 günde 27 bine yakın sivil Türkiye sınırı yakınlarına göç etti.” manşetinde olduğu gibi. Haber şöyle devam ediyor: “Esad rejimi ve destekçilerinin İdlib’e saldırıları nedeniyle son 3 günde yaklaşık 27 bin sivilin daha Türkiye sınırına yakın bölgelere göç ettiğini duyuruldu.” Çoluk, çocuk, yaşlı, kadın, genç canlarını kurtarmak için sınır kapılarına doğru kaçmaya çalışıyorlar, gündüz 7, gece -4’e kadar düşebilen hava şartlarında evi barkı yıkılan insanlar ölüm kalım mücadelesi veriyorlar. Türkiye’de ise gazetecilikten kanaat önderliğine yükselen tipler, Türkiye’nin kuzeyinin zengin güneyinin yoksul Araplara teslim edildiğini yazabiliyor. Bu türden adamlar, Suriye’den kaçan insanları memleketlerinde kalıp savaşmadıkları için de kınıyorlardı. Daha başkaları ise ısrarla Türkiye’nin Esad’la anlaşması, el sıkışması gerektiğinden söz ediyor, bu aynı insanlar, sadece Esad’ın meşru devlet başkanı olarak görülmesini değil, Rusya’nın da en önemli stratejik ortak olarak görülmesi gerektiğini savunuyorlar, hükümete bu yönde sürekli telkinlerde bulunuyorlar. Rus uçaklarının İdlip’te 12 sivili öldürmesi bu tür insanlar için bir haber değeri taşımıyor. Emperyalizmi ABD’den ibaret görmek bu adamların siyasi analizlerinin başladığı ve bittiği yer. ABD emperyalist olunca ABD’yle de gerilim için de olan Esad antiemperyalist, Esad’ın öldürdüğü siviller de ABD’nin kuklası “terörstler” olarak ilan edilebiliyor. ABD uşağı bu sivil görünümlü teröristlere sınır kapıları da açılmamalı, soğukta ya Rusya’nın bombalarıyla ya da kış koşullarıyla, açlıkla gelecek ölümü beklemeliler. Şunu akıldan çıkartmamalıyız: Suriye’de estirilen terör dalgası, şiddet ve katliamlar Türkiye’nin Astana sürecindeki ortakları tarafından bizzat örgütleniyor. Bu, Astana sürecinin kofluğunu ortaya sermiyor mu? Rusya’nın da ABD gibi emperyalist bir odak olduğunu göstermiyor mu? Emperyalizm “batı”dan ve ABD’den ibaret bir şey değildir, tersine küresel hegemonya mücadelesi veren çok parçalı bir yapıdır ve bu günlerde Suriye’de en çok sivil öldüren emperyalist güç, “doğu”daki güçtür. Ne ABD-ne Rusya! Türkiye, bölgede tüm ilgisini, halklarla diyalog kurmaya, göçmenlerin yaşam koşullarını insani düzeye çıkartmaya odaklamalıdır.
4
DÜNYA
FRANSA’DA 1968 SONRASI EN UZUN GREV HAREKETİ
HİNDİSTAN’DA 250 MİLYONLUK GENEL GREV
Fransa’da Macron’un emeklilik sisteminde yapacağı değişikliğe karşı 5 Aralık’ta başlayan grev dalgası 20 Ocak’ta sona erdi. Sendikalar emeklilik reformunun hem emeklilik yaşını yükselteceği hem de emekliler içerisinde ciddi eşitsizliklere neden olacağı sebebiyle grev kararı almıştı. En büyük sendika CGT ile birlikte 30 sendikanın yaptığı grev çağrısına 5 Aralık’ta 1,5 milyon işçi katılmıştı. Ardından farklı sendikalar günlerde grevler yapmayı sürdürdü. 23 Aralık’ta Paris Opera sanatçıları da greve çıkarak oyunlarını opera binası önünde grevci işçiler için sahnelemişti. Ülkenin en büyük elektik dağıtım şirketi olan EDF çalışanları grevler sürecinde sembolik eylemler gerçekleştirdi. Dünya devi Amazon’un ve Macron’un parti binasının elektriklerini kesen işçiler “Robin Hood” eylemleri adını verdikleri bir başka eylemle de faturayı ödeyemediği için elektrikleri kesilen hanelerin elektriğini açtı. Grevler hemen her sektöre yayıldı. Haftalar boyunca uçuşlar aksadı, metrolar kapandı, eğitim durdu, ticaret aksadı, yollar gösteriler nedeniyle kapatıldı. Grevlere ülkeyi sarsan sarı yelekliler hareketi de destek verdi. Sarı yeleklilerin katılımı önemliydi çünkü hareket 2018’de Macron’a geri adım attırmayı başararak benzin zamlarını geri aldırmıştı.
Paris’te grevcilerin gösterisi
Yapılan anketlerde Fransız halkının %61’inin grevlere destek verdiği ortaya çıkmıştı. Tüm bunlara rağmen hükümet reformdan geri adım atmıyor. Sendikalar ise tüm üretimi durduracak tek bir büyük genel grev çağrısı yapmış değil. Reform paketi bu hafta parlamentoda oylanacak. 7 haftayı geçen grevler nedeniyle işçiler ekonomik sorunlar yaşamaya başlayarak bu hafta işlerine geri döndüler. Grevleri sürdürmek isteyenler ise bir ekonomik dayanışma kampanyası başlattı. Reform paketinin parlamentoda geçecek olması yeni bir grev hareketini tetikleyebilir. Ancak sendikalar birleşik tek bir genel grev çağrısı yapmazlar ve milyonları sokağa dökerek hayatı durdurmazlar ise büyük bir yenilgi yaşanabilir.
Greve çıkan kadın işçiler
Hindistan’ın aşırı sağcı Başbakanı Modi’ye karşı 8 Ocak’ta 10 sendika genel greve gitti. Sendikalar kısa dönemli iş kontratlarının yasaklanmasını, daha yüksek maaş verilmesini ve özelleştirmelere son verilmesini talep ediyor. Ekonominin küçüldüğü ve işsizliğin son 45 yılın en yüksek seviyesine ulaştığı ülkede iklim değişiminin de etkisiyle özellikle kırsal bölgelerde büyük ekonomik sorunlar yaşanıyor. Yüzlerce çiftçi topraklarından verim alamadığı için intihar etti. 24 saat süren ve 250 milyon işçinin katıldığı genel grevde demiryolları ve otoyollar ulaşıma kapatıldı. Bankalar, madenler, ulaşım şirketleri çalışmadı. Hindistan sadece genel grevle değil Modi’nin Müslüman yurttaşların haklarını tırpanladığı yasaya karşı sokağa çıkan ırkçılık karşıtları ve üniversitelerde rejim karşıtı gösteriler düzenleyen öğrenci hareketleriyle de sarsılıyor.
İSPANYA’DA SOL KOALİSYON: PODEMOS’UN KARARI NEDEN YANLIŞ? sağın tekelinde kalacak.
İspanya’da tam bir siyasi kriz haline gelen seçimlerde yeni hükümet kuruldu. İspanya, 2017’deki Katalonya bağımsızlık referandumundan itibaren bir siyasi krize girmişti. 2019 yılında iki defa genel seçim yapılmış ve yine de yeni bir hükümet kurulamamıştı.
Podemos ülkenin 1936 yılındaki Halk Cephesi’nden bu yana ilk kez radikal bir sol ittifak tarafından yönetileceğini söylüyor. Bakanlar arasında KP üyesi isimlerin olması 1939’dan sonra ilk kez komünistler yeniden bakan oluyor söylemini yaygınlaştırıyor.
En son Kasım ayında yapılan seçimlerden de tek başına hükümet kurabilecek bir parti olmadı. Ancak bu sefer merkez sol parti PSOE ile Komünist Parti ve radikal sol Podemos’un ittifak oluşturmasıyla ortaya çıkan Unidas Podemos koalisyon kurmakta uzlaştılar.
Oysa Halk Cephesi de bugünkü ittifak gibi bir işçi cephesi değil içerisinde burjuvazinin bir kesiminin de olduğu antikapitalist olmayan bir ittifaktı ve sonucunda faşistler iktidar olarak ülkeyi 1970’lere kadar yönetmişti.
Nisan ayında yapılan seçimlerden sonra hükümet kurulamaması üzerine Kasım’da tekrar seçimlere gidilmişti. Hemen hemen bütün partiler aynı oranları alırken bir tek aşırı sağcı Vox Kasım seçimlerinde oylarını Nisan’a göre %5 artırdı ve üçüncü sıraya yükseldi. Podemos, milyonlarca işçi ve gencin kemer sıkma politikalarına karşı meydanları işgal ettikleri Öfkeliler hareketi üzerine kurulan radikal bir sol partiydi. O dönem Syriza’nın iktidar olmasıyla birlikte Podemos’un yükselişi neoliberal saldırıların durdurulabileceği umudu yaratmıştı. Ancak Syriza iktidar olur olmaz kemer sıkma politikalarını uygulamayı sürdürdü. Podemos ise Syriza’yı destekleyen açıklamalar yaptı. Podemos’un beklendiği kadar “radikal” olamayışı aşırı sağda “İspanya’yı yeniden muhteşem yapalım” sloganıyla örgütlenen Vox’un doğuşuna neden oldu. 2017’de yaşanan Katalan bağımsızlık referandumuna karşı İspanya hükümetinin verdiği sert tepkiye Podemos hiçbir yanıt üretemezken, Vox “İspanya’ya ihanet edenler”e karşı onbinleri sokağa döktü.
Sanchez ve İglesias
Böyle bir siyasi kriz ortamında bir yıldır tekrarlanan seçimlere rağmen yeni bir hükümet kurulamıyordu. Podemos daha da sağa kayıyor Podemos radikalliğini ve desteğini kaybettikçe yeni ittifak arayışlarına girdi. Komünist Parti ile birlikte Unidas Podemos ittifakını kurdu. Bu ittifakın merkez sol PSOE ile kurduğu ittifak daha da sağ politikalara yeşil ışık yakıyor. Bu durum da kenarda oylarını artırarak sert bir sistem eleştirisi yapan aşırı sağcı Vox için fırsatlar sunuyor. Sistem savunması “sol ittifak” tarafından yapılacak olursa sistem karşıtlığı aşırı
Koalisyon ortağı PSOE sosyal yardımlardan söz etse de son tahlilde neoliberal bir ekonomi politikasına sahip. Ayrıca Katalan bağımsızlığına destek vermiyor. PSOE lideri Sanchez Katalan referandum krizi sonrası merkez sağ hükümete güvenoyu vermeyerek 2018’de Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Önceki hükümet kadar sert yöntemlere başvurmasa da Katalan bağımsızlığını tanımamıştı. Podemos lideri Pablo Iglesias da Ekim ayında bağımsızlık için sokağa çıkan yüzbinlerce Katalan’a atfen, hapiste olan Katalan milletvekilleri ile dayanışma içerisinde olduğunu “ancak herkesin hukuka saygı duyması ve verilen cezayı kabul etmesi gerektiğini” söylemişti. Unidas Podemos’un PSOE’yi kemer sıkma politikaları uygulamaktan vazgeçiremeyeceği ortada. Dolayısıyla bu hükümet İspanya’da radikal solu bitirme riski taşıyor. Yeni hükümet ilk sınavını kemer sıkma politikalarına, aşırı sağın yükselişine ve Katalonya’ya karşı yapılan baskıcı uygulamalara karşı sokağa çıkan yüzbinlere nasıl davranacağı ile verecek.
İKLİM KRİZİ
“ANLADIKLARI DİLDEN KONUŞALIM!” Avustralya’daki devasa yangınları iklim aktivisti de olan sosyalistlere sorduk Yangını nasıl ele almak lazım? Tuna Emren (Antikapitalistler): Alevler içindeki Avustralya, bize geleceğimizden korkunç bir kesit sundu. Böyle devam edemeyiz. Bekle ve gör yaklaşımı hiç de zekice değil. Şu ana dek bekledik ve Dorian kasırgasının yıktığı Bahamalar’ı, alevlere teslim olan Avustralya’yı gördük. Geçtiğimiz yıl daha birçok iklim felaketi yaşandı. Isınmayı yavaşlatmak zorundayız. İklim ne kadar hızlı değişirse, yerkürenin dengesi bozulan sistemlerinin tekrar istikrara kavuşması o kadar zor olacak. Isınmanın hızı arttı. Karbon salımını azaltmaktan, hatta birkaç yıl gibi kısa bir sürede sıfır karbon ekonomisine geçmekten başka çaremiz yok. Emisyonları sıfırlamak için maksimum 10 yılımız kaldı. Fosil yakıt bağımlılığına son vermemiz şart. Çözüm bu kadar net. İklim krizinin sorumlusu, insanı ve doğayı meta olarak gören kapitalizm ve fosil yakıt endüstrisidir. Ne yapmalı? Bu kadar kapsamlı bir facia bize, yenilerini durdurmak adına ne yapmamız gerektiğini gösteriyor? Tarih boyunca her neslin kendi çetin sınavları oldu. Ardından hep yeni bir
nesil geldi ve uygarlık dediğimiz şey aslında bu sorunların üst üste dizilmesiyle yükseldi. Tarihte ilk kez benzeri görülmemiş bir sınavdan geçiyoruz. Bizimki öyle büyük ki ya çözeceğiz ya da insanlığın bir geleceği olmayacak. Yerküre kesinlikle bir anomali. Şu anda bildiğimiz kadarıyla, yaşamın filizlendiği tek gezegendeyiz. Ve her yerinden hayat fışkırıyor. Bu nadir ve değerli gezegendeki yaşamın korunması için mücadele etmekle yükümlüyüz. Fosil yakıtlar için ödediğimiz bedel çok büyük. Tarih öncesi canlıların kalıntıları bunlar. Uygarlığımızı, homo sapiens henüz sahneye çıkmamışken ortalarda olan çok eski türlerin kalıntılarını yakarak ayakta tutmaya çalışıyoruz. Ait oldukları yerde; toprağın altında kalmalılar. Çünkü yukarıdaki yaşamı tehdit ediyorlar. Krizin sorumluları yaşamı değil, fosil yakıt endüstrisini ayakta tutmaya çalışıyor. Öyleyse anladıkları dilden konuşalım; gerçekleri duyurmalı, değişimi başlatana kadar sokakları işgal etmeli, isyanı büyütmeli, hayatı durdurmalıyız. Artık bunun bir acil durum olduğu ve fazla zamanımızın kalmadığı anlaşılmalı.
Yangınlar protesto ediliyor
“TÜM DÜNYA İÇİN DÖNÜM NOKTASI” Yangını nasıl ele almak lazım? Melike Işık (Antikapitalist Öğrenciler): Orman yangınları, yalnızca o bölgede yaşayan insanların geleceğinin yok edilmesi olarak görülmemeli. Bu yangınlar, insanlar için olduğu kadar diğer canlılar için de bir ciddi bir tehdit. Avusturalya’da aylardır süren yangınlarda Eylül ayından bu yana 480 milyondan fazla hayvan öldü. Koala nüfusunun üçte biri yok oldu. Bu, yangınların sadece insanların değil; tüm canlıların hayatını tehlikeye attığını gözler önüne seriyor.
5
KAPİTALİZM, SAVAŞ VE İKLİM KRİZLERİNE NEDEN OLUYOR
Avustralya yangınları
Yeni yıl orman yangınları ve savaş çıkma olasılıklarıyla
başladı denilebilir. Tüm bu gelişmeleri, kapitalizmin olağan işleyişi olarak görebiliriz. Avusturalya ve Endonezya'da yaşanan iklim felaketiyle, Orta Doğu’daki yeni bir savaşın çıkma ihtimali aslında pek de birbirleriyle ilgili görünmüyor olabilir. Oysa bu iki konu da, kapitalist şirketler ve devletler arasındaki rekabetin bir sonucu olarak yaşanıyor. Patronlar, mücadele içinde oldukları rakiplerinin önünde kalabilmek, karlarını en üst seviyede tutabilmek için uğraşıyorlar. Bu hedeflere ulaşamazlarsa geride kalacaklarını ve iş dünyasından silinip gideceklerini çok iyi biliyorlar. Zenginler, yüksek kar elde edebilmenin getirdiği gerginliği iyice hissetmeye başlamışlarken rekabet nedeniyle, kapitalizmin gerekli düzenlemeleri yapamayacağını söylemem mümkün. Avusturalya'nın muhafazakar Başbakanı Scott Morrison, ülkenin karbon emisyonu ve yangınlar arasındaki bağlantıyı küçümsemesi nedeniyle bize garip görünebilir fakat; Avusturalyalı kapitalistler için bu konu aslında çok açık. Fosil yakıt kullanımına getirilecek her türlü kısıtlamanın sonucunda rekabette geriye düşeceklerini ifade ediyorlar. Benzer bir durumu savaş için de söyleyebiliriz. Tüm büyük güçlerin Orta Doğu’da bir savaşın çıkmasını istemediklerini belirtebiliriz ama bu elbette savaş çıkmayacak anlamına da gelmemeli. En büyük petrol yataklarının bulunduğu Orta Doğu, onlarca yıldır emperyalist rekabetin yaşandığı en önemli merkez olmuştur. Güç dengesinin sağlanabilmesi için, bölgeyi kimin kontrol ettiği önem taşımaktadır. Avusturalya’da her yıl yaz aylarında yangınların olması alışılmış bir şey, fakat bu yıl sıcaklığın normalin üstüne çıkmasıyla yangınlar korkunç bir boyuta ulaştı. Bu değişiklik ise iklim kriziyle doğrudan bağlantılı. 2019’da Avusturalya’daki en sıcak hava rekoru iki kere kırıldı. İklim değişikliğinin şiddetlenmesiyle bir süredir zaten yangınların artacağı öngörülüyordu ve maalesef öyle de oldu. Yangınlar sıklaştı ve şiddetleri arttı. Avusturalya yangınları iklim değişikliğinin yalnız bir veçhesi. Fakat iklim değişikliği tüm dünya için bir tehdit. Bu da tehlike altında olanın yalnız bölge halkı değil; dünyadaki her bir canlı türü olduğunu gösteriyor. Peki ne yapmalı, bu kadar kapsamlı bir facia, bize yenilerini durdurmak için ne yapmamız gerektiğini
“Sistemi değiştirebilecek ve barbarlığa gidişi durdurabilecek bir güç var" Bugün Orta Doğu’da büyük güçler birbirleriyle temas halindeler ve aralarında çıkabilecek küçük bir çatışma, çok daha büyük ölçekli bir çatışmaya neden olabilir. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rosa Luxemburg, kapitalist toplumun “sosyalizme geçiş ile barbarlığa dönüş” tercihleri arasında yol ayrımında olduğunu yazmıştı. “Şimdiye kadar hepimiz muhtemelen bu kelimeleri düşüncesizce, korkutucu yönünden şüphelenmeden okuduk ve tekrarladık” demişti. 2020’de, kapitalizmin bizi nereye götüldüğünü, o korkunç yüzünü görebiliyoruz. Fakat sistemi değiştirebilecek ve barbarlığa gidişi durdurabilecek bir güç var. İşçi sınıfının kapitalizmi alt edebilmek için benzersiz bir pozisyonda olduğunu söyleyebiliriz çünkü; işçiler greve gittiklerinde kâr akışını kesebilme gücüne sahiplerdir. Tüm dünyada yüzyılın başıyla kıyaslarsak, günümüzde 600 milyondan daha fazla işçi bulunmakta. Fransa’dan Şili ve Cezayir’e son günlerdeki bir çok eylem, güçlü ve organize işçi sınıfının varlığını göstermiştir. İngiltere’nin sokaklarına, işyerlerine, fabrikalarına ve kampüslerine benzer bağlantıları getirmeye ihtiyacımız var. Parlamentoya odaklanmak yerine, kapitalist sistemle tam bir kopuş yaşamayı hedefleyen devrimci bir organizasyona ihtiyacımız var. Turgut N. Socialist Worker’dan çevirdi gösteriyor? Bu ve benzeri faciaları uzun vadede durdurmak, iklim krizini durdurmaktan geçiyor. Avusturalya yangınlarında Başbakan Morrison’un en çok eleştirildiği noktalardan birisi de kendisinin iklim değişikliğini ciddiye almamasıydı. Ülkenin madencilik geçmişi ve güçlü kömür lobisi yüzünden, kendisinden öncekiler gibi, Morrison da iklim değişikliğiyle mücadele için gerekli adımları atmadı ve fosil yakıt endüstrisine desteğini sürdürdü. Avusturalya’daki yangınlar, yalnız Avusturalya için değil; tüm dünya için bir dönüm noktası olmalı ve bir daha böyle bir felaketin yaşanmaması adına iklim değişikliğiyle mücadele için gereken tüm önlemler alınmalı, siyasi liderler sürdürülen iklim mücadelesine kulak vermelidir.
6
GÜNDEM
AKP-MHP’Yİ DURDURMAK İÇİN ANTİKAPİTALİST SOL
Birleşik Metal Gebze mitingi
AKP ile MHP’nin ülkeyi yöneten yerli milli koalisyonu her alanda sorunlar yaratmaya devam ediyor. Ekonomide krizin olduğu, yoksulların çok zor koşullarda hayatlarına devam etmek zorunda oldukları sır değil. Dış politikada milliyetçi hamasetin sonuna gelindi, Suriye’den Libya’ya Türkiye devleti altemperyalist hevesleriyle zorladığı tüm kanalların tıkandığını görmeye başladı. İçeride baskılar, her tür demokratik muhalefetin sopayla susturulma girişimi, bunun yanında Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyum atamaya kadar giden uygulamalar herkesin malumu. Bu gidişat, 2019 yılının ortalarından beri daha büyük bir dirençle karşılaşıyor. AKP-MHP’nin yerel seçimlerde neredeyse bütün büyük şehirleri kaybederek aldığı yenilgi, sandık sonucunu kabul etmeyerek yenilettirdiği İstanbul seçimlerinde %10 gibi tarihi bir fark yemesi, toplumdaki dengeleri ve gidişatı değiştirdi. AKP’nin tabanı 23 Haziran’dan beri hızla eriyor. Bütün anketler, AKP-MHP’nin kararsızlar dağıtıldıktan sonra dahi %50’yi geçmesinin zor olduğuna işaret ediyor. Üstüne, yıllardır pusuda bekleyen isimler, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, erimekte olan AKP tabanından daha fazla pay koparabilmek için harekete geçmeye başladılar. KONDA gibi güvenilir anket firmaları AKP’nin eriyişini geri döndürmenin bir yolunun bulunmadığını söylüyor. Kimi kamuoyu yoklaması firmalarına göre ise ilk büyük yenilgiden sonra AKP’nin varlığı parti olarak sona erebilir. En geniş blok fikri Bu durum, herkesi olası bir seçim için pozisyon alarak bekleme pozisyonuna sokuyor. Bu anlayışa göre, 23 Ha-
ziran’da tekrarlanan seçimlerdeki kompozisyon korunursa, yani AKP-MHP’nin haksızlıklarına itiraz eden herkes birleşirse, Tayyip Erdoğan’ın bir sonraki başkanlık seçimlerini kazanmasını engellemek ve AKP’nin parlamenter çoğunluğuna son vermek mümkün. Bunun gerçekleşebilmesi için ise “herkesin birleşmesi”, yani çeşitli güçler tarafından ifade edildiği şekliyle “en geniş demokrasi cephesinin” kurulması gerekiyor. Bunu en çok dile getiren isimlerden biri HDP’nin tutsak lideri Selahattin Demirtaş. Son olarak SODEV’in düzenlediği bir ödül törenine gönderdiği mesajda, Demirtaş çeşitli demokratik talepleri sıraladıktan sonra, bunları savunanların yer alacağı “büyük bir demokrasi bloğu kurulmak zorundadır” diyordu. Demirtaş daha önce de Aralık 2019’da benzer bir mesaj yollamıştı: "AKP’nin yarattığı ağır tahribatları bir kerede tamir etmek mümkün değil fakat demokrasiye geçiş süreci diye adlandırabileceğimiz bir dönemi kolektif bir geçiş hükümetiyle yapmak en akılcı olanıdır. Bunun için de bugünden tezi yok demokrasi blokunu kurarak yarına hazırlanmak gerekir. HDP de eminim ki, bu blokta güçlü bir şekilde yerini alacaktır.” Bu fikir aslında şunu ifade ediyor: CHP, İyi Parti, HDP, Babacan’ın partisi, Davutoğlu’nun partisi ve Saadet Partisi birleşerek seçimlere ittifak hâlinde girmeliler. Sosyalist sol gibi daha küçük güçler de bu blokun bir parçası olmalı. Böylesi bir ittifak %50’yi geçerek Erdoğan’ı gönderecektir. AKP’yi sosyal mücadelelerle geriletmek Öncelikle şunu söylemek lazım ki, Türkiye’deki felaket
gidişatın tüm sorumlusu, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan havayı demokratikleşme, darbelerle ve militarizmle köklü bir hesaplaşma ve barış çabaları yerine MHP ve eski devletin egemenleriyle ittifak yaparak Türkiye devletinin bölgesel güç olma heveslerini gerçekleştirmeye çalışırken içeride iktidarını baskıyla tahkim etme yoluna giden AKP iktidarıdır. Ve Kürt sorunundaki makas değişikliğini aşırı milliyetçi/saldırgan bir dış politikayla taçlandıran AKP-MHP ittifakının yenilmesi, Sosyalist İşçi gazetesinin de siyasal mücadeledeki önceliğidir. Ancak bunun nasıl sağlanabileceğiyle ilgili düzen içi muhalefetle ve solun reformist kanatlarıyla aramızda derin görüş ayrılıkları bulunduğu şüphe götürmemektedir. İlk sorun şudur ki, sosyal mücadelelerle desteklenmeyen herhangi bir parlamenter stratejinin başarılı olma şansı sıfır yakındır. Bugün muhalefet içerisinde yaratılan hava şudur: ortalığı bulandırmadan olası bir erken seçimi beklemeli, burada tüm muhalefet partilerinin ortak davranmasını sağlayarak AKP’yi göndermeliyiz. Oysa sosyal mücadeleler inşa edilmediğinde, toplumda böylesi bir hava olmadığında, geniş kitlelerin oy verme eğiliminin muhafazakâr temellerde şekillenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Kaldı ki, göçmenlerle dayanışmadan yoksulluğa karşı mücadeleye, cinsiyetçiliği yok etme çabasından iklim krizini durdurmaya yönelik girişimlere, ezilenlerin aşağıdan inisiyatifleriyle inşa edilecek sosyal hareketler, yalnızca bugünkü iktidarı sıkıştırmanın ve geriletmenin bir aracı olmayacak, aynı zamanda onun yerine gelmesi muhtemelen yeni iktidardan da kazanarak koparmayı hedeflediğimiz taleplerimizin zeminini oluşturacaktır.
GÜNDEM 7 Dolayısıyla bütün bu hedeflerin geri plana atılması, ırkçılığa veya yoksulluğa karşı mücadelenin önemsizleştirilmesi, “doğru zamanı bekleyerek seçim galibiyetine odaklanma” stratejisi, bugün önümüzdeki en büyük sorunlardan biridir. Bizim yapmamız gereken, her alanda mücadeleleri inşa edip, onların içinde yer alıp, farklı mücadelelerin birbirleriyle dayanışmalarını sağlayıp, ne zaman olacağını bilmediğimiz bir seçim stratejisini ancak böylesi adımların üzerine inşa etmeyi planlamaktır. Taleplerimiz için mücadele Aksini düşünmek, radikal solu da bu “en geniş muhalefet cephesine” ekleme çabalarına koşulsuz şartsız teslim olmak anlamına gelecektir. Bu asla ve asla kabul edilemez. Unutulmamalıdır ki, AKP ile MHP’nin ittifakı kaybetse, yerine gelecek iktidarla da mücadele etmek zorunda kalacağız.
züm sürecinin bitirildiği döneme dair en ufak bir özeleştiri vermiyor. “HDP 7 Haziran’dan sonra çok şımarmıştı” diyor. Kendisinin iktidarda olduğu dönemin otoriterleşen eğilimleriyle, antidemokrat tutumlarıyla hiçbir yüzleşme yaşamıyor. Utanmadan Sur’u Toledo yapacağını söylemişti, şimdi pişkin pişkin oy istiyor. Gelecek Partisi’nin neresi demokrat? Babacan, AKP’nin çok “övülen”, Türkiye sermayesi büyürken emekçilerin bundan hiç pay alamadığı ekonomik gelişim döneminin mimarı. IMF’ci ve neoliberal bir iktisatçı. İşçilerin onla ilgili hatırladığı hiçbir olumlu “ekonomik veri” yok. Babacan’ın partisinin neresi demokrat?
GÖRÜŞ Roni Margulies
“YARGI CAMİAMIZ İÇİN ÇOK ÇOK ÜZÜCÜ” Eski Kara Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim ve Doktrin Komutanlığı Muhabere ve Muharebe Eğitim Destek Komutanı Korgeneral Metin İyidil, 15 Temmuz darbesinin ardından yargılanmış ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. İstinaf başvurusu sonucunda
Saadet Partisi, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali için kampanya yapan unsurlara sahip. Gençlik teşkilatı panolara antisemit mesajlar yazıyor. SP’nin neresi demokrat?
beraat ve tahliyesine karar verildi, serbest bırakıldı.
Ekrem İmamoğlu veya bir başkası iktidara geldiğinde, toplumsal muhalefetin taleplerini anlayıp karşılamak üzere davranmayacak. Bunu İBB önünde bir aydır sürdürülen, Adalar’daki faytonların kaldırılmasına yönelik direnişten görmek mümkün. İmamoğlu seçimler öncesi Hayvan Hakları Sözleşmesi’ni imzalayıp uyacağını taahhüt etmesine rağmen seçimlerden sonra bunu gerçekleştirmedi. Atlı fayton zulmünün kaldırılması, ancak sokakta direnen aktivistler mücadelelerini kazanabilirlerse gerçekleşecek. Bunu, olası bir “geniş koalisyonun” tüm alanlardaki uygulamaları için düşünmemiz ve genelleştirmemiz gerekli.
Bağımsız antikapitalist bir sol
“Yargı camiamız için gerçekten çok çok üzücü bir
İşte solun da eklemlenmesi istenen “demokrasi cephesi”, demokrasiyle alakası olmayan bu unsurlardan oluşuyor. Bizim ittifak yapacağımız güçler bunlar değil.
adım olmuştur. İlginç olan şey şu: Tabii bunların hepsi-
19 Ocak’ta İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde sokağa çıkıp “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz” diyen binlerce kişiyle ittifak kurmak istiyoruz.
gösteriyor. Bunun arkasında daha ne gibi oyunlar
Tüm dünyada milyonları sokağa döken iklim grevlerinin Türkiye’deki aktivistleri, 20 Eylül’deki büyük gösterileri inşa eden öğrenciler bizim ittifakımız.
beraat ettirme veyahut da tahliyesini verme gibi bir
“Demokrasi” mi?
CHP’li belediyelerin göçmenlere yönelik plaj yasaklarına tepki gösteren, her şeye rağmen Türkiye işçi sınıfının Suriyelilerle duygudaşlığını korumasını sağlayan sağduyuyu inşa eden, göçmenlerle dayanışma faaliyeti yürüten herkes bizim ittifakımız.
lığımız bu noktada adımlarını attılar. İçişleri Bakanlığı
Buradan bir diğer önemli soruna geliyoruz. O da şu, “en geniş demokrasi bloku” içinde yer alan partilere toz kondurmayan, onları gerçekten “demokratik” gibi lanse etmeye çalışan anlayış. Bunun temelinde, AKP’ye “hayat tarzı” motivasyonuyla duyulan nefretin, diğer tüm ezilenlerin hasssiyetlerini görmezden geldirtecek boyuta ulaşmasını sağlayan orta sınıf şımarıklığı yatıyor. Yani AKP’nin “ne pahasına olursa olsun” gitmesi önerisi, onu “göndermek” için birleşen partilerin ezilenlere yönelik tüm zararlı hareketlerini görmezden gelmemizi istiyor. Oysa “muhalefet” blokunda sayılan partiler demokrat falan değil. CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, tüm İdliplileri terörist olarak görüyor. Kürtlere karşı sınırötesi tezkerelere “Evet” oyu veriyor. Göçmenlerin gönderilmesini savunuyor. HDP’li vekillerin dokunulmazlığının kaldırılmasının yolunu açtı. CHP’nin neresi demokrat? İyi Parti, Suriyelilerin geri yollanması üzerine “konferans” düzenliyor. Afrin operasyonu yapıldığında, hükümete bu harekâtı neden daha önce yapmadıklarını sormuştu. Faşist partiden kopan kadroların kurduğu aşırı milliyetçi bir parti. İyi Parti’nin neresi demokrat? Davutoğlu, verdiği röportajlarda, başbakan olduğu ve çö-
Gebze’den Bursa’ya meydanları dolduran, insanca bir yaşam için greve gitmeye hazırlanan metal işçileri bizim ittifakımız.
Hemen ardından tekrar tutuklandı. Bu arada Cumhurbaşkanı şöyle dedi:
nin talimatlarını da verdik, yani kararı veren kişi veya kişilerin de FETÖ’cü olması bu işin nerelere vardığını olabileceğini de çok açık ve net gösteriyor. Düşünün, müebbet hapse mahkûm olmuş bir kişi, kalkıp hemen yola bir mahkeme nasıl gidebiliyor? Bu anlaşılabilir bir şey değil. Ve sağolsun Adalet Bakanlığımız ve Savcıile beraber yaptıkları operasyonla da yakaladılar.” Şimdi, ben bu korgeneralin FETÖ’cü mü, Ergenekoncu mu, başka bir şey mi olduğunu bilmem; hiç fikrim yok. General olduğuna göre, iyi bir adam değildir herhalde, ama yasal açıdan suçlu olup olmadığını bilmiyorum. Bilmem de gerekmiyor zaten.
8 Martlardan 25 Kasımlara meydanları dolduran, geri adım atmayan, barış taleplerini de haykıran kadın mücadelesini inşa edenler bizim ittifakımız.
Dahası, hukukçu da değilim, Anayasa’dan filan da
Biz sokakta mücadele eden bu güçlerin yan yana geleceği, farklı mücadeleleri birleştireceği, dayanışma inşa edebilecek, geniş bir antikapitalist sol odak kurmak istiyoruz.
şöyleymiş: “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi,
Ancak böylesi bir odak, seçim günü geldiğinde, solun da kendi talepleri, varlığı ve görünürlüğüyle bir aktör olabilmesini sağlayacaktır. Böylesi bir somut güç, egemen sınıfın farklı kanatlarını temsil eden koalisyonlardan kazanımlar kopartabilir. Böyle bir antikapitalist solu inşa etmek için siz de DSİP’e katılın.
anlamam. Ama okuduğuma göre, Anayasa’nın 138. maddesi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Cumhurbaşkanı’nın
yukarıda
alıntıladığım
sözleri,
ayıptır söylemesi, birazcık “tavsiye ve telkin” gibi geldi bana. Hatta bu sözler “yargı camiamızı” fırçalamak şeklinde bile yorumlanabilir bence. Diyelim ki bu, benim hukuktan anlamıyor olmamdan kaynaklanan hatalı bir yorum. Peki, “Tabii bunların hepsinin talimatlarını da verdik” sözlerini nasıl anlamak gerekir? Acemiliğimden olabilir, ama “talimat verdim” diyor gibime geldi benim. Belki de Anayasa’yı yanlış yorumluyorum. “Talimat veremez” ifadesinin karmaşık ve muğlak dilini yanlış anlıyorum belki? Fazla düz bir mantık mı kullanıyorum acaba? Hukuk dilinde “Talimat veremez” sözleri, “İsterse verebilir, ne var bunda?” şeklinde mi okunmalı? Veya çok daha temel bir hata mı benimki? Kulaktan dolma bilgilerle, Anayasa’nın ihlal edilmesinin suç olduğu kanısı oluşmuş kafamda.
1 Mayıs DSİP korteji
Değil mi acaba?
8
GELENEK
1905’İN 2020’DE TAŞIDIĞI ANLAM ŞENOL KARAKAŞ
1904 yılının 8 Şubat günü Japon ordusu Port Arthur’daki Rus güçlerine aniden saldırdı ve Rusya ağır bir askeri yenilgi aldı. 8 Şubat’tan Çar II. Nikolay’ın barış masasına oturmaya evet dediği 9 Ağustos 1905’e kadar Çarlık ordusu arka arkaya yenilgiler aldı. Bu yenilgileri önemsemeyen ama savaşın Rusya’da işçilerde, gençlerde ve köylülerde gelişen öfkenin odağını kaydıracağını düşünen Çarlık yönetimi, savaş politikalarına devam etti. Savaş, içeride ekonominin yıkımı ve işçiler ve yoksul köylülerin, özellikle de cephede, gemilerde yer alan işçi ve köylü gençlerin, yani askerlerin derin bir sefalete gömülmesi anlamına geliyordu. Japonya’nın ilk saldırısının ardından Rusya içinden “Barış!” sloganlarının yükselmesinin nedeni buydu. Kanlı Pazar 1905 devriminin başlangıcı Kanlı Pazar olarak tarihe geçen olaydır. 1903, 1904 yıllarında Rusya’da greve çıkan işçi sayısı artıyor, işçiler yavaş yavaş grevi toplumsal haklarını almanın ve yaşam stanrtlarını korumanın ve güçlendirmenin en önemli aracı olarak görmeye başlıyorlardı. 1904 yılında Lenin 43 bin işçinin greve çıktığını yazıyordu. Grevler işçi sınıfının şekillenmesine katkı yapıyor, aynı yıl Bakü işçilerinin toplu sözleşme imzalaması gibi örnekler işçi sınıfında özgüven ve örgütlenme isteğini artırıyordu. Çarlık polisi, bu örgütlenme isteğinin önüne geçemeyeceğini görünce, kendi denetiminde hayat bulması için polis denetiminde sendikalar kurdu. İşçiler, akın akın bu sendikalarda örgütlendiler. Yine bir polis ajanı olan Papaz Gapon adındaki dini kişilik bu sendikalarda giderek daha öne çıktı ve hareketin manevi liderliğini kazandı. İşçilerin aşağıdan tepkisi dinmek bilmediği için Papaz Gapon Çar’a bir mektup yazdı ve Kışlık Saray’a işçilerle birlikte geleceğini söyledi. Gapon şöyle diyordu mektubunda: "Efendim!Siz bakanlara inanmayınız. Onlar devletin hakiki durumunu göstermeyerek sizi aldatıyorlar. Halk size inanıyor. Yarın saat ikide Kış Sarayı önünde dileklerini size arz etmeye karar verdiler... Hiçbir şeyden korkmayınız. Halkın karşısına çıkarak masum dilekçelerini kabul ediniz. İşçilerin ve arkadaşlarımın temsilcisi olarak ben, şahsınıza dokunulmayacağı hakkında teminat veriyorum.” Ve onbinlerce işçi ilahiler eşliğinde, “Çar babaya yalvarmak” için Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçti. 5 Ocak’ta “Tanrı Çar’ı korusun!” diyerek yürüyen işçilere askerler tarafından ateş açıldı. Saldırının sonucunda 1000 işçi ölürken, 2 binden fazla işçi de yaralandı. Polislerin işçileri denetlemek için kurduğu, başını bir polis ajanının çektiği ve Çar’a yalvarmaya giden işçilerin sendikasının eylemine saldırı, tarihin o zaman kadar gördüğü en geniş çaplı işçi devrimini başlatacaktı. İşçilerin talepleri Rus devriminin liderlerinden Lenin, kendi döneminde işçileri aşağılayanlara çok sert yanıtlar veriyordu. Kışlık Saray’a gidip Çar tarafından ağır bir saldırıya maruz kalan işçilerin taleplerini Lenin bu yüzden çok önemsiyordu. Lenin işçilerin taleplerini şöyle aktarıyor: “Genel af, temel özgürlükler, normal bir ücret, toprağın halka kademeli olarak devredilmesi genel ve eşit oy temeline dayanan bir kurucu meclisin toplanması. . . Ve işçilerin talepleri şu sözcüklerle bitiyordu: ‘Efendimiz, halkına yardımdan kaçınma. Senle halkını ayıran duvarı yık. isteklerimizin kabul edileceğine söz ver. Bununla Rusya'yı mutlu kılacaksın; olmaz dersen, işte burada ölmeye ha-
Çizim: Kanlı Pazar
zırız. İki yol var önümüzde, ya özgürlük ve mutluluk ya da mezar.” Lenin, bu kanlı katliamdan iki gün önce çıkarttıkları illegal yayında “Rusya’da devrimci bir halk yoktur” demelerine ateş püskürüyordu. Kanlı Pazar, Rusya’da devrimci bir halkın var olduğunu kanıtladı ve öfkeli mücadeleler Rusya’nın bir çok yerine yayıldı. 1905 devriminden önce Rusya’da küçük güçlerle, çok kısıtlı imkanlara sahip kadrolarla, dağınık bir şekilde çıkan yayınlarla ayakta duran örgütler, ayaklanmayla beraber hızla geliştiler. Görünüm birkaç ayda bütünüyledeğişti. Birkaç yüz devrimci sosyal demokratın sayısı birden binlere çıktı, binler iki, üç milyon proleterin önderi oldu. Proletaryanın kavgası güçlü bir maya oluşturdu. Bu maya gücü yüz milyona ulaşan köylü yığınları arasında devrimci hareketlere yol açtı. Köylü hareketi ve orduda yaptığı yankılar ordunun çeşitli bölümleri arasındakisilahlı çatışmalara neden oldu. Böylece 130 milyonnüfuslu koca bir ülke devrime yöneldi; böylece Rusya, devrimci proletarya ile devrimci halkın Rusya'sına dönüştü.” (Lenin, 1905 Devrimi Üzerine Yazılar) Ya devrim ya da devrim! 1905 devrimi aynı zamanda tarihin gördüğü en yaygın, sürekli ve etkili grev dalgasına da yol açtı. 1894-1904 arasında toplam greve çıkan işçi sayısı 430 binken, devrimin ilk ayında Ocak 1905’te greve çıkan işçi sayısı 440 bindi. 1905 yılında greve katılan işçi sayısı yaklaşık 3 milyona çıkacaktı. Polislerin denetim altına almak için kurduğu kurduğu örgütlerin başlattığı hareket, tüm Rusya’yı altüst etti. Çar’ı barış masasına oturtmak zorunda bırakan da bir tür parlamentonun kurulmasına izin vermek zorunda bırakan da işçi sınıfının askerleri ve köylüleri de yanına çekme potansiyeli taşıyan bu hareketiydi.
İşçi grevleri, 1905 yılında, bambaşka bir örgütlenmeyi de ortaya çıkarttı. Grev komiteleri birleşip, bölgesel grev komitesine, bölgesel grev komiteleri ise giderek tek bir grev komitesine dönüştü. İşçi ayaklanması, grev komitelerinin ayaklanma komitelerine dönüşmesini sağladı. 1917 yılında görülecekti ki Sovyet adı verilen bu örgütlenmeler, işçi sınıfının kendi özyönetim organlarıyla iktidarı kendi ellerinde toparlamasının aracıydı, yani devlet olmayan devletin, bir işçi devletinin ön adımıydı. 1905’in işçileri, 2020’nin işçilerine ilham verebilir. Bunun yolu, hafızayı canlı tutmaktan geçiyor. İşçi sınıfının mücadele tarihi, muhalefet saflarında işçi sınıfının gücünün olmadığı, işçi sınıfının devrimci olmadığı tartışmalarına verilen yanıtların da tarihidir. Lenin, 1905 devriminin derslerini değerlendirirken yaklaşık 3 milyon kişinin grevlere katılmasının görkeminden söz ediyor. Geçen hafta Hindistan’da 250 milyon kişinin katıldığı grevleri görse, muhtemelen yerinde duramazdı. 1905 devrimini yapan işçiler, bugüne çok önemli bir miras bıraktılar. Bu, bugünkü adaletsizliğe, kapitalizmi ortadan kaldırma gücünü taşıyan işçi sınıfının kendi eylemiyle son verilebileceği fikrinde ifadesini bulan aşağıdan sosyalizm geleneğinin mirasıdır. İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servetin, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğunu açıkladı. Bugünün otoriter liderleri, işte bu zengin 2 küsur bin kişinin servetini devlet gücüyle korumak ve artırmak için görev başındalar ve gezegene ölüm kusuyorlar. Tıpkı Çar’ın Rusya’da toprak sahiplerinin sözcüsü olarak Rus kapitalistlerinin servetlerinin bekçiliğini yapması gibi. 1905 devrimi, o devrimin etkili gücü olan metal işçilerinin hafızasını bugüne taşımak zorundayız. Bugün üstelik kapitalistlerin ürettiği ve gezegeni yıkıma uğratan iklim krizini de aşmak gibi bir sorunumuz olduğunun altını ısrarla çizmeliyiz.
RÖPORTAJ
METAL İŞÇİLERİ GREVE HAZIR
Metal sektöründe 130.000 işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme süreci uyuşmazlıkla sona erdi.19 Ocak’ta Gebze’de yapılan Birleşik Metal-İş mitingine katılıp işçilerle konuştuk... yatımızla, her şeyimizle dalga geçiyorlar. Yani bugün hükümetin bile yüzde 22 yeniden değerlendirme oranı varken, enflasyonun yüzde 40, 50’lerde hissedilirken, yüzde 6’lık zam oranıyla karşımıza geliyorlar. Bir de lütufmuş gibi yüzde 8’e çıkıyorlar. Bundan sonraki süreçte bir tık daha yukarı çıkartacaklar. Diyecekler ki; “Biz işçilere ilk verdiğimiz tekliften yüzde yüz daha fazlasını verdiğimiz halde kabul etmiyorlar.” Bizi terörist, hain olarak yaftalayacaklar. Zaten şimdiden bunun alt yapısını oluşturuyorlar. Diyorlar ki, “İşçilerin almış oldukları grev kararı hukuksuz bir karardır. Vatan hainliğidir. Hükümetin el atması gerekiyor.” Bu durumda susup, yüzde 6’yı kabul mü edeceğiz? İşçiler elbette işine, ekmeğine sahip çıkmak zorundalar.
FT Solar işçisi Hüsniye Gürbüz Özer: “Grev işçilerin gücünü gösterecek” Grev kararını sonuna kadar destekliyoruz. Sözleşme zamanında işyerinde ufak, tefek eylemlerle gücümüzü patronlara göstermeye çalıştık. MESS’in dayatmalarına karşı fabrika olarak meydanlardayız. İşçinin meydanlara inmesinden korkuyorlar, yasaklarla, grevleri yok etmeye çalışıyorlar. Grev sadece meydanlarda değil, fabrikalarda da. Ne yaparlarsa yapsınlar, işçiyi sindiremeyecekler. Çünkü bu grev işçilerin gücünü gösterecek. Kroman Çelik İşyeri Temsilcisi Enes Yiğit: “Grev yasaklanamaz” Genel Başkan grev tarihini burada açıklayacak bunun içini sabırsızlıkla buraya geldik. Haklarımızı masada vermek istemeyenlere, sahada bunu alabileceğimizi göstermek için buradayız. İşyerinde 5 aydır ufak, tefek eylemlerimiz sürüyordu. Son iki aydır daha sert eylemler yaparak, maddi kayıplara da yol açacak direnişler gerçekleştiriyoruz. Grev kararının yasaklanacağını, Yüksek Hakemler Kurulu’na gideceğini benim 10 yaşındaki oğlum bile biliyor. Ama grev kararının arkasına sığınanlar şunu bilmiyor: Biz o kararı tanımayacağız. Anayasa Mahkemesi’nden kapı gibi belgemiz var. Bir önceki dönemde grev kararının yasaklanmasıyla ilgili hükümet ceza yedi. O cezanın anlamı şudur: Grev yasaklanamaz. Eğer bu yasaklanamayan bir grevse anayasal hakkımızı sonuna kadar kullanacağız. Yasaklansa da fabrikalara girmeyeceğiz. Kapıda, nöbetçilerimizle, temsilcilerimizle, hazır bulunacağız. En kötüye hazırlandık. İşçilerin tamam diyeceği bir noktaya gelinmezse, biz o gün greve çıkacağız. İktidarın MESS patronlarıyla davranmasında şaşılacak bir şey yok. MESS patronları zaten iktidarın içinde varlar. Zenginler ya hükümetteler ya da MESS’deler ama tabanın sesine kulak verecekler. Vermiyorlarsa, biz ne gerekiyorsa onu yapacağız. İnşallah “eyvah” diyecek duruma düşmezler de öncesinden bunu öngörürler. Aperam Paslanmaz Çelik Sanayi işçileri: “Milletvekilleri ne kadar zam alıyorsa, bize de o kadar verilsin” Grev kararı öncesinde iş yerinde küçük çaplı eylemler yapmaya başladık. Bu zamanla artarak devam edecek. İşyerinde alkışlı protesto eylemleri yaptık. İmalat içinde pankartlarla yürüdük. Grev yasaklanırsa işyeri işgaliyle devam edeceğiz. Bu konuda işyerinde arkadaşlarımızla çok konuşuyoruz. Zam istemek neden yasak oluyor anlamıyorum. Patrondan zam isteyeceksin yasak böyle bir şey olur mu? EYT de hakkımız onu da istiyoruz. Aslında hükümet bize MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
FABRİKALARDA ÖFKE VAR TToplu sözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanmasının ardından, 130 bin metal işçisi greve hazırlanıyor. Görüşmeler, MESS’in yüzde 8 zam ve 3 yıllık sözleşme dayatmaları nedeniyle tıkandı. Arabuluculuk sürecinin de uyuşmazlıkla sonuçlanmasının ardından grev aşamasına gelindi. Türk Metal 16 Ocak’ta grev kararı aldığını açıkladı. Birleşik Metal-İş Sendikası ise 19 Ocak’ta grev kararını ilan etti. Grevlerin Şubat ayı başında başlaması bekleniyor. Ama MESS de işçilerin kararlılığına, lokavt ilan ederek yanıt verdi. Türkiye egemen sınıfının işçi sınıfına saldırısının bir aracı olan lokavtla işçileri korkutmayı ve yüzde 10 zamma ikna etmeyi amaçlıyorlar. Aynı anda
9
Birleşik Metal Gebze mitingi
aba altından sopa gösteriyor. Biz bunu anlayamadık. İşçiler olarak geç uyandık. Bize artık daha demokratik, işçilerin arkasında duran bir hükümet lazım. Evimize gittiğimizde, aşımızı rahat pişirebilmek, çocuğumuzu okuluna rahatça göndermek istiyoruz. Biz Türkiye’yiz buna gücü yeten bir hükümet yok başımızda. Milletvekillerine ne kadar zam veriliyorsa, bize de o kadar verilsin. Çalışıyor, üretiyoruz, hakkımızı istiyoruz. Treleborg işyeri temsilcisi Dursun Karataş: “Birleşirsek, kazanırız” Birleşik Metal İş Sendikası’nın MESS ile yürüttüğü toplu iş sözleşmelerini desteklemeye geldik. Treleborg grevimizin 41. günündeyiz. Biz işçiler birleşebilirsek, sermayenin dayatmaları karşısında dimdik ayakta durabiliriz. Grev yasakları olursa, işçiler arasında birlik ve beraberliğimizi oluşturabilirsek, MESS değil, isterse bütün iş verenler bir araya gelsin zafer her zaman mücadele eden işçilerin olacak. Sarkuysan işçisi Hakan Şimşek: “Grev için hazırız” Kamuoyu oluşturmak için bu mitingi gerçekleştirdik. Biz grev kararı almadık. Bizi greve mecbur ettiler. Grev bizim aracımız, amacımız değil. Patronlar, bizim emeğimizle, hahükümete de “grevi yasakla!” mesajını iletiyor. Sözleşme görüşmelerinin devam ettiği son 2 ay boyunca fabrikalarda çalışan işçiler her gün üretimi kısa sürelerle keserek eylemler yaptılar, basın açıklamaları okudular. Son olarak da on binlerce metal işçisi, 19 Ocak pazar günü Bursa ve Gebze’de alanlara çıkarak patronları bir kez daha uyardılar. Eylemlerde işçilerin ve sendikaların verdiği mesaj net: İşveren örgütü MESS’in son teklifi olan yüzde 8 ücret zammı asla kabul edilemez. MESS ayrıca üç yıllık sözleşme ve esnek çalışma dayatmasında da bulunmuştu, işçiler bu önerilere de tepkili. Sendikalar iki yıllık sözleşme, Birleşik Metal-İş ilk altı ay için yüzde 34, Türk Metal ve Özçelik-İş ise yüzde 26 ücret zammı talep ediyor. Metal sektöründeki fabrikalarda, işçiler çok öfkeli. İşçiler, MESS’in yüzde 8 dayatmasının arkasında hükü-
Yasalardan doğan haklarımızı kullanıyoruz. 2015 yılındaki grev kararının hukuksuz bir şekilde engellendiği , 2018 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından tescillendi. Devlet sendikaya tazminat ödemeye mahkûm edildi. 2015’te grev kararımız hukuksuz değilse, 2019, 2020 yılında aldığımız kararının da hukuksuz bir tarafı yok. Onlar istedikleri kadar yasaklarla bizi engellemeye çalışsınlar, grev sabahı içeri girmeyeceğiz. Hükümetler her daim patronların yanında, bu kural tüm dünyadaki hükümetler için de geçerli. Varlıklarını sürdürebilmek için patronların dediklerini yapmak zorundalar. Onlar kendilerine verilen görevleri yapıyorlar. Biz işçiyiz ve kaybedecek bir şeyimiz yok. Çünkü patronlar bizi açlığa mahkum ediyorlar. Bugün Gebze’de en berbat yerde kiralar 1000 TL, geriye kalan 1.300 TL ile yaşamamızı istiyorlarsa ki, zaten yaşayamıyoruz. Zombi gibiyiz. Ne sosyal hayatımız ne de çocuklarımızla ilgilenecek zamanımız var. Bize “24 saat fabrikada çalışın ama aç kalın” diyorlar. 2010 yılında ilk kez greve çıktık. Ama 2015 yılında çıkamadık. Sendika greve çıkacakmışız gibi gerekli eğitimleri veriyor. İşyerinde grev komitelerini oluşturduk. Grev sabahı kim ne yapacak, kim nöbete kalacak, kim içerde kalacak? Herkes işini biliyor. Schneider işyeri temsilcisi Savaş Sümbül: “Yaşasın işçilerin birliği” Şu anda toplu sözleşme sürecinde değiliz. Sendikamıza ve örgütlülüğümüze destek vermek için buradayız. Fabrikalarda durumlar belli. Son zamanlarda işverenlerin açıkladığı enflasyon oranları gerçek dışı. Patronlar kar yapmalarına rağmen işçinin hakkını, emeğini gasp etmeye devam ediyorlar. Bizler bu haklı mücadelede yer alacağız. Grevler yasaklanırsa fabrikalarımızda iş bırakma eylemleriyle, bu grevlere örgütlü desteğimizi vereceğiz. İşçi haklıdır ve hakkını almak için her zaman mücadele etmeye devam edecektir. Onun için yaşasın işçilerin birliği diyorum. metin olduğuna inanıyor. Çünkü hükümet, TÜİK eliyle yüzde 50’lere ulaşan enflasyonu yüzde 11,8 olarak açıkladı. Bir de son 8 yıldır sürekli metal grevlerini yasakladı. MESS, hükümetin bu grevi de yasaklayacağına olan inancı ile yüzde 8 zammı rahatça dayatabiliyor ve kibirle lokavt ilan edebiliyor. Metal işçisi bir yandan işsizlik korkusu yaşıyor, bir yandan da çalışsa bile geçinemiyor. Vergi diliminin artması nedeniyle aldıkları son ücret olan Aralık maaşı, ortalama 400 lira düşmüş durumda. Artan fiyatlara aldığı ücretin yetmesi imkânsız. Böyle giderse önümüzdeki dönemde metal işçileri büyük eylemler ortaya koyabilirler. Metal sektöründe devam eden toplu sözleşme sürecinin işçi sınıfının mücadele dinamiklerini belirleme gücü yüksek. Çünkü metal sektörü, bütün büyük fabrikaları kapsıyor. Hükümet şu anda genel olarak işçi eylemlerinden çekiniyor, metal işçileri harekete geçerse tüm işçilerin, ezilenlerin öfkesinin sesi olmayı başarabilir.
10
FİLM
PARAZİT OLAN KİM?
TİBET ŞAHİN
Yaşadığı dünyanın, içinde yarattığı huzursuzluğu daha önceki filmlerinde olduğu gibi bu filmde de farklı perspektiflerle izleyiciye sunan Güney Koreli yönetmen Bong Joon -ho’nun Altın Palmiye kazanan son filmi “Parasite” gelir adaletsizliğinin sebep olduğu toplumsal uçurumu komediye dökerek anlatıyor. Film, eskiden ekonomik olarak iyiyken sonradan fakirleşmiş bir aile olan Kim ailesinin üst sınıftan bir aile olan Park ailesinin yanında işe girmesiyle başlıyor. Park ailesi ile Kim ailesini hızlı sahne geçişleriyle görüyor olmamız sınıf farkı içerisinde görülen ötekileri bize veriyor. Kim ailesi pizza kutuları hazırlayarak para kazanırken böceklerle birlikte bir bodrum katında yaşadıklarından böcek ilaçlama aracı geldiğinden pencereyi kapatmıyorlar. Ardından Park ailesinin şatafatlı muhiti karşımıza çıktığında durumun ne kadar vahim olduğu çarpıcı şekilde gözler önüne seriliyor. Fakirliğin filme özgü olan görünümü ise 21. yüzyıla ait yeni fakirlik hali. Filmin başında Kim ailesi wifi arıyor, çünkü 21. yüzyılda wifi’dan yoksun kalmak bir yoksulluk halidir. Aynı şekilde daha hızlı pizza kutusu hazırlayabilmek için internetten öğretici videolar açıyorlar. Fakir olmak artık cahil olmak anlamına gelmiyor, her bilgi ulaşılabilir haldedir. Bu açıdan fakirin zengine karşı kültürel üstünlüğü onlara bir özgüven sağlıyor. İlk bölüm olarak adlandırabileceğimiz hiciv ve ironilerle dolu olan bu kısım, fakirin zengine karşı zeka bakımından üstünlüğünü anlatıyor. Ortada bir sınıf bilinci gibi bir şey yok, sosyalizm söylemde ortaya çıkamıyor, çünkü fakir kendisini ezilen olarak kavrayamıyor, zenginin sahip olduğuna teoride sahip olabileceğinden yalnızca yarışmada şimdilik kaybeden kişi olarak kavrıyor kendisini. Yarışmada kazanma potansiyeli varsa tek uğraş kazanma olmalıdır, bu yarışma sisteminin başka bir açıdan eleştirilmes, incelenme gereği yoktur Kim ailesi için. Sınıfsal sınırlar Hala daha bir sınıf çatışmasının mevcudiyetinden tabiki de bahsedebiliriz, yalnızca bu çatışmanın dinamikleri teknoloji çağında değişmiştir. Artık fakir sınıf zenginin alanında kendisini varedebilmektedir. Sanayi devrimi sonrası burjuva/proleterya çatışmasına bakıldığında bu iki sınıfın hiçbir zaman birbirlerinin alanlarında varolduğu görülemez, burjuva her zaman proleteryayı daha görünmez hale getirmek istediğinden kendi yaşam alanlarında varolmasına da izin vermez. Ancak 21. yüzyılın bilgi çağında, burjuvalarİngilizce öğrenmek için alt tabakadan birine ihtiyaç duyabilir, böylelikle çoğu alanda işçi sınıfı
artık burjuvaların içinde yaşamaktadır. Böceklerin Kim ailesinin yanında yaşadığı gibi, Kim ailesi de Park ailesinin arasında “parazitler” olarak yaşamaktadır. Burada efendi ile kölenin yerleri silikleşmiştir, kapitalist tarafından sınıflar silikleştiğinden sınıf bilinçleri de silikleşerek yok olmaya yüz tutmuştur. Sosyalistin görevi kapitalistin simülasyonunu ortaya koymaktır, öyle ki hala sınıfların aynı yerde durduğu görülebilsin. Aynı şekilde, her ne kadar Kim ailesi Park ailesinin yanında yer edinebilmiş olsa da evde de görünmezdir. Şirketin danışmanı gökdelende çalıştığı için kendisini patronu gibi burjuva zannedebilir, ancak patron için hala görünmezdir ve patron asla bu sınırları aşmasına izin vermez. Bu örneği tekrardan filme döndürecek olursak, Park ailesi tarafından da sınırlar çoktan çizilmiştir. Kim ailesi kendi “haddini” bildiği sürece ancak burjuvanın kenarında yaşama hakkına sahiptir. Filmin sonlarına kadar, tabiri caizse Kim ailesinin Park ailesinin yanında çalışmak için birbirlerini tanımıyor numarası yaptıkları tezgâh işlerken, Kim ailesinin ekonomik durumuadım adım yükseliyor. Filmin başında yemek bile bulamazlarken sonlardaki trajik düşüşten önce biralar ile kutlama yapıyorlar. Ancak sonunda burjuva sınıfın iradesine bağlı olarak tekrardan düşüşe geçiyor ailenin durumu. İki ailenin Park ailesine çalışmak için birbirileriyle savaşması, kapitalizmin onları sömürü düzenine girmek için soktuğu pis yarışma ve bu uğurda vahşileşebilme, kapitalizmin insanı nasıl özünden uzaklaştırdığını gösteriyor. Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan proletarya, yaşamına devam etmek için savaşı ve şiddeti normalleştirmiş durumda, tüm bu anormal ve insan özüne aykırı durumlar onların gündelik yaşamlarının parçası haline getirilmiş durumda. Evleri sel basmış
halde Kim ailesinden bir üyenin tuvalette sigara içmesi de bu normalleşmişliği gösteriyor. Ancak bu sel kısmının ayrı bir imgesel yönü de var: aşağı ve yukarının farkı. “Aşağıdakiler” Sağanak yağmurda Kim ailesi zengin evinden fakir evine doğru koştururlarken, bir süremerdiven ile daha aşağılara iniyor oldukları görülüyor. Aşağıya inildikçe yağmurun hızı bastırıyor, mahallelerin görsel özellikleri değişerek metruklaşmaya başlıyor, şehir içerisinde yukarıdan aşağı inişin bu tip ögelerle mekansal betimlenmesi yapılıyor. Merdivenler ve yokuşlar birini yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya götüren şeylerdir. Filmde ikisinden de çokça bulunuyor ve bu yolla sınıf hiyerarşisi imgeleniyor. Aynı şekilde özel alan ve mahremiyet de aşağıya inildikçe yok oluyor, çünkü fakirin mahremiyete sahip olma lüksü yoktur. Zenginin evi içerisinde tüm yaşam mahrem bir şekilde dünyadan soyutmuşçasına ilerlerken, fakirlerin hayatları kalabalığın içindeki hayatlar gibidir. Onları sürekli toplumsal herkesçe paylaşılan alanlarda görürüz, çünkü özel alana sahip olma hakkına sahip olsalar da bu özgürlüğe sahip değillerdir. Liberalizm ile insan haklarının farklı şeyler olduğunu buradan çıkarsayabiliriz diye düşünüyorum. Dediğim gibi film imgelerle dolu, ben yalnızca küçük bir kısmını aktarabildim. Her imge hiyerarşinin farklı boyutlarını ortaya koyuyor, 21. Özelindeki boyutlar ise ayrıca dikkate değer. Bu açıdan yalnızca okumakla yetinmeyip, izlemenizi tavsiye ediyorum. Filmde aynı zamanda liberal ve tutucu bir yönetime sahip Güney Kore’nin ekonomik sağcı tutumunun 21. yüzyıldaki bilgi çağıyla arttırdığı gelir adaletsizliğini akıldan çıkarmamak gerek.
2020 mücadele yılı: Direnen işçiler buluşuyor 15 Şubat Cumartesi saat 14:00
Açılış konuşması: Tolga Tüzün Katılımcılar: Beyhan Sunal (Sosyal-İş) - Ali Weiso (Suriyeli işçi) - Şafak Ayhan (Eğitim Sen) Dila Ak (Beyaz yakalı çalışan) - Ferhat Bakırcıoğlu (Eğitim Sen) - Tuğba Çelik (Oyuncu) Arif Çinpolat (Şişecam işçisi, Kristal-İş) - Dursun Karataş (Trelleborg grevi, Petrol-İş) Kıymet Aram (Direnişçi Greenpeace işçisi) - Faruk Sevim (Antikapitalistler platformu) Adres: Sahne 59 / İstiklal Caddesi, No: 108 Aznavur Pasajı, Kat: 8 Beyoğlu -İletişim: 0 (555) 423 74 07 Düzenleyen: Antikapitalistler
AKTİVİZM 643
TRUMPGİLLERE KARŞI İKLİM GREVCİLERİ
2019 21 Ağustos 3 TL. sci.org sosyalisti
K GAZETE
DEVRİMCİ
İTALİST HAFTALI
ANTİKAP
-
DEVRİMCİ
VDEN ALDI
SLERİ GÖRE
KAN SECİLMİ -
-
ATANMIS BA
ANTİKAPİTALİST
HAFTALIK
GAZETE
3 TL. i.org
SDOEKĞ AKİLTA
KAYYUM İ MOKRAS YDASEAS ŞİLİ
IRAK
döndü. siyaseti geri Diyaru Kayyum oylarla seçilmiş belediye u Yüksek ve Van alındı. bakır, Mardin rı görevden orbaşkanla eçilme hakkını u Seçme-s antidemokratik teptadan kaldıran kesimlerin
648
İST DEVRİMCİ ANTİKAPİTAL
647
MiLYONLAR
1 Kasım 2019 sosyalistisc
le farklı 3 müdaha 2019 dı. sayfa 23 Kasım TL. kisiyle3karşılan g sosyalistisci.or
HAFTALIK GAZETE
ÜMETİ İSTEDİ LÜBNAN AKP HÜK YÖNETİMİ SATTI K-İŞVYA... TÜR BOLİ
IN KÜRESEL LARIN YOTİFKASDUAL İN
KÜRES A KATILA HONG KONG, Cİ BULUŞMASIN IYOR: AN, LÜBN IRAK GÖREN,ANLAT LAŞTIRILDI” SELİN İRAN, ÖĞREN R ORTAK “DENEYİMLE İÇİN
-
EL İKLİM GREVİ
N
ŞİLİ,
sayfa 9
sayfa 5
ÖFKESİ DÜNYAYI SARSIYOR SURİYE HAL BİTMEYEN KLARININ TRAJEDİS İ ve emperyalist mutabakat n
Kapitalist sistemin içinde bulundu delesi sonucu ortaya ğu ekonom deniyle ik kriz, hegemo tüm dünyad çıkan savaşla r ve ona krizinde a emekçil nya mücaeşlik eden n sonra, erin sisteme devrimler, iklim krizi yılın ardında yönelik meydan nen, yeni öfkesi artıyor. işgalleri, bir küresel kitlesel grevlerl 2008 isyan dalgasıy e geçen la karşı 10 Çağla Oflas karşıyayız. yazdı: Küresel isyan büyüyo r sayfa 6-7’de
“IRKÇILIK CANLI TUTULUYOR FAKAT KAZA NMIŞ DEĞİL “Irkçılığa ve ” Milliyetçiliğe
n Yeni statüko
Suriye’de kazan
n Sosyalistler
kim? Kaybeden kim? nasıl bir çözümden yana?
neleri değiştirdi?
DurDe Platformu”n Ahmet Yıldırım’la un kurucularınd milliyetçiliğin an şekillendiğin hangi dinamiklere i konuştuk. bağlı olarak
sayfa 2-3’te
PORTRELER:
ROSA LUXEMBURG
sayfa 4’te
29 KASIM’DA İKLİM İÇİN GREVE! sayfa 11
sayfa 4
BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN! İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41
ÖZDEŞ ÖZBAY
Dünyanın en zenginlerinin her yıl bir araya gelerek dün-
ya gündemini konuştukları Dünya Ekonomik Forumu 21 Ocak’ta Davos’ta başladı. Davos’taki en önemli konulardan biri iklim değişimi ile mücadele oldu.
Adres: Cezayir salon - Hayriye Cd. No:12, Beyoğlu İletişim: 0 507 6205583 Şişli 31 Ocak Cuma, saat 19:00 Greta Thrunberg Davos’ta konuşuyor
da katledilirken birilerine Afrika gibi yerlere ağaç dikmesi için para vererek ‘emisyonlarınızı denkleştirmenizi’ söylemiyoruz. Ağaç dikmek iyidir elbette, ama yapılması gerekenin yakınında bile değil ve gerçek karbon azaltımının ve doğayı yenilemenin yerini tutamaz.”
ABD’yi yeniden muhteşem yapmak adına hayatın her alanını kontrol etmek isteyen Trump bu uğurda Kore ve İran krizlerinde savaş çıkarmaya bile hazır görünüyor.
Greta ve iklim aktivistlerine “radikal sosyalist” diyerek kendince hakaret eden Trump’a karşı Greta ise sistem içi bütün partilere karşı bir konuşma yaptı:
Çanakkale :05324623804
Trump, ABD’nin BM tarafından ilan edilen 1 trilyon ağaç kampanyasına destek vereceğini de açıkladı. Aynı gün Türkiye’de dikilen 11 milyon ağaç fidanının %90’ının kuruduğu haberi geldi. Avustralya’nın yüzlerce yıllık ormanlarının 4 aydır yanıyor olduğu da düşünülünce Erdoğan, Morrison ve Trump’ın iklim ve çevre konularındaki benzerlikleri çok net bir şekilde ortaya çıkıyor.
“Bu sağ ve sol meselesi değil. Parti politikalarınızı daha az umursayamazdık. Sürdürülebilirlik açısından sağ, sol, merkez hepsi başarısız oldu. Hiçbir politik ideoloji veya ekonomi modeli iklim ve ekolojik acil durumun üstesinden gelmeyi ve bütüncül, sürdürülebilir bir dünya yaratmayı başaramadı.”
Dersim: 0 543 447 24 15
Greta’dan yanıt
Kars: 0 536 696 65 98
Trump’tan sonra kürsüye gelen ve son derece çarpıcı bir konuşma yapan Greta ise Trumpgillere ders niteliğinde yanıtlar verdi:
Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Akhisar: 0 544 327 04 45 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Bursa: 0 507 727 50 45
Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla : 0 539 932 21 17
Soma: 0 532 693 70 57
“Bugün mevcut olmayan ve belki de hiçbir zaman olmayacak teknolojilere güvenmenizi söylemiyoruz. ‘Sıfır karbon emisyonuna’ veya ‘karbon nötrlüğüne’ ulaşmak için hile yapmanızı veya sayılarla oynamanızı da söylemiyoruz.
Tekirdağ: 0 533 233 41 50
Biz size Amazon gibi ormanlar çok daha yüksek bir oran-
Samsun: 0 551 450 64 52 Sivas: 0 533 515 28 24
portreler NADYA KRUPSKAYA Nadezhda (Nadya) Konstantinova Krupskaya, 14 Şubat 1869’da (Rus takvimine göre 26 Şubat 1869’da) Rusya’da doğdu. Gençlik yıllarından itibaren devrimci mücadele içinde yer alan Krupskaya, Bolşevik Partisi’nde pek çok önemli görev üstlenmişti. Nadja Krupskaya, babasını 14 yaşındayken kaybetmişti. Bu yaştan itibaren annesiyle beraber çeşitli işlerde çalışmaya başladı.a Bir süre sonra öğretmen olan Krupskaya, Çarlık Rusya’sının eğitim anlayışına karşı çıkmaya başlamıştı. Öğretmenlik yaptığı süre içinde proletaryayı yakından tanıma fırsatı buldu. Tolstoy’un özgürlükçü fikirlerinden etkilenen Krupskaya, 1889 yılında St. Petersburg’da bir toplantıda Marksist fikirler ile tanıştı. 5 yıl boyunca St. Petersburg’da işçilere eğitim veren bir okulda öğretmenlik yaptı. Bu okul, sosyalist hare-
ketin merkezlerinden birisi hâline dönüşmüştü. 1894 yılında ilk defa Lenin’le tanıştı. Bir yıl sonra İşçi Sınıfının Kurtuluşu Birliği kuruldu. Kısa bir süre sonra hem Krupskaya hem de Lenin tutuklandı. Bir süre hapis yattıktan sonra serbest bırakıldılar ve Sibirya’ya sürgüne yollandılar. Krupskaya ve Lenin sürgündeyken evlendiler. 1900 başlarında Krupskaya ve Lenin, batı Avrupa’daki Rus Marksistleriyle buluşmaya ve bu bölgede faaliyet göstermeye karar verdiler. Iskra gazetesinin üretim sürecine ve dağıtılmasına katıldılar. Bir süre sonra Krupskaya, Iskra gazetesinin sekreteri oldu. Ayda yaklaşık 300 mektup cevaplıyordu. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1903 yılındaki
ADALET ZEMİNİ TOPLANTISI: TÜRKİYE’DE DEVLET DİNİ Konuşmacı: Sinan Özbek
Birbirine taban tabana zıt iki konuşma bize 2020 yılındaki mücadelenin de nasıl gelişeceği hakkında ipuçları veriyor.
Trump “Alarm zillerini çalanlar her zaman aynı şeyi isterler. Egemen olmak için mutlak güç, dönüştürmek ve hayatımızın her boyutunu kontrol etmek” dedi. 16 yaşındaki bir iklim aktivistinin mutlak güç istediğini iddia eden Trump’ın bu cümlesi aslında kendi arzularının bir yansıması.
TOPLANTI DUYURULARI
1 Şubat Cumartesi, saat 14:00
Küresel zenginlerin ve dünya liderlerinin buluştuğu Forum’da ilk gün ABD Başkanı Trump ve iklim aktivistli Greta Thunberg konuştular.
Trump konuşmasında Greta ve iklim aktivistleri için “geçmişin ahmak falcılarının mirasçıları” diyerek aktivistleri felaket senaryoları yazmakla suçladı.
11
AKP ÇÖZÜLÜRKEN: ÇÖZÜM “DEMOKRASİ BLOKU” MU? Adres: Nakiye Elgün Sok. No: 32/3 İkbal Apt - Osmanbey İletişim: 0 555 637 24 50 Kadıköy 30 Ocak Perşembe, 19:00
AKP ÇÖZÜLÜRKEN: ÇÖZÜM “DEMOKRASİ BLOKU” MU? Adres: Serasker Cad. Nergiz Apt. No:8890 Kat 3 Kadıköy İletişim: 0 533 4479709
Greta küresel zenginlerin yüzlerine, Polonya’da kömür madenleri kapatıldığı için işlerinden olan işçilerin dahi değişmek gerektiğini Forum’a katılanlardan daha iyi anladığını söyledi. Greta asla gerçekleşmeyeceğini bilse de üç talep dile getirdi: n Fosil yakıt arama ve çıkarma konusundaki tüm yatırımları derhal durdurun. n Hemen tüm fosil yakıt sübvansiyonlarına son verin. n Hemen ve tamamen fosil yakıtlardaki yatırımlarınızdan geri çekilin.
Her hafta İstanbul Avrupa ve Anadolu yakasında buluşuyoruz İletişim: 0555632450
kongresine ayrıntılı bir örgütsel rapor hazırlayan Krupskaya bölünmede Bolşeviklerle tavır aldı.
ca böyle şeylere pek az önem verdi, bütün bunlar ona ağır gelirdi.”
1905 civarında Rusya’ya dönen Krupskaya ve Lenin, 1907 yılında Finlandiya2ya geçtiler, 1914 yılında İsviçre’ye gitmek zorunda kaldılar. 1914 yılı başlarında Krupskaya sadece iki sayı yayınlanabilecek olan bağımsız bir kadın yayını sürecinde yer aldı: Kadın İşçi.
1925 Aralık ayında yapılan 14. Kongre’de Krupskaya, Stalin ve Buharin’e karşı açıktan mücadeleye başladı. 1927 yılına kadar Birleşik Muhalefet ile beraber davrandı. Troçki ve Zinovyev ile beraber, işçi devletindeki bürokratikleşmeye dikkati çeken “Onüçler Bildirisi”nin imzacılarındandı. Lenin’in, Stalin’i mahkum eden vasiyeti Rusya içinde basılamamıştı ancak bu vasiyetin batı ülkelerinde basılabilmesini sağlayan Krupskaya’ydı. Kamenev’e bir gün şöyle demişti: “Lenin bugün hayatta olsaydı, hapiste olurdu”.
1917 Ekim devriminde ayaklanmayı örgütleyen Vyborg Komitesi’nin bir üyesi olan Krupskaya, Ekim devrimi sonrasında çalışmalarını sosyalist eğitim üzerinde yoğunlaştırdı. 1921’den itibaren ise Politik Eğitim Enstitüsü’nde dersler vererek, öğretmenliğe geri döndü. Ayrıca Clara Zetkin ve Innesa Armand ile beraber 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü’nün kutlanmasına ön ayak oldu. Krupskaya, Stalin’in politik anlayışıyla hiçbir zaman uzlaşamamıştı. 1924 yılında Lenin öldükten sonra Stalin tarafından Krupskaya politik olarak izole edilmeye başlandı. Lenin’in mumyalanarak bir mozoleye konulması üzerine merkez komitesine bir mektup yazdı: “Size büyük bir önerim var. Lenin için duyduğunuz üzüntünün dışarıdan gözüken bir ululaştırma hâlini almasına izin vermeyin. Onun için anıtlar yükseltmeyin, adını saraylara vermeyin, anısına festivaller düzenlemeyin. Hayatı boyun-
1927’de Pravda’da yayınladığı bir mektupla, muhalefeti artık desteklemediğini açıkladıysa da Stalin’i desteklediğini söyleyen tek satır yazmadı. Geri kalan hayatını Lenin’in hayatını yazmaya ayıran Krupskaya, Lenin’in ayrıntılı bir biyografisini ve kendi anılarını yazdı. Stalinizm tarafından politik tartışmaya katılması engelleniyordu, eski Bolşeviklerin idamlarına şahit oluyordu. Bolşevikleri idamdan kurtarmak için umutsuzca çabalayan Krupskaya, 1939 yılının 15 Şubat’ında hayata gözlerini yumdu. Stalinistler onun adını bir astroide vermeyi uygun görürken, devrimci marksistler onu büyük bir devrimci olarak hatırlıyorlar. Can Irmak Özinanı
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SAĞLIK POLİTİKALARI
SAĞLIĞA ZARARLI
Sağlıkta neoliberal politikalar uygulanmaya başladığından bu yana bu alanda önemli değişiklikler yaşanmaktaydı. Başta olumlulukmuş gibi görünen bu değişiklikler ekonomik olarak işlerin kötüye gitmesiyle beraber gerçek yüzlerini göstermeye başladılar.
Neydi “olumluluklar”? Hastalar için olması gereken sevk zinciri olmadığı için hastalar istedikleri anda uzman doktorlara gidebilir oldular. Tüm hastalar her hastaneye gidebilir oldular. Aile hekimliği sistemine geçildi. Şehir hastaneleri yapılıyor. Sağlık sigortaları birleştirildi. GSS çatısı altında toplandı. Sağlıkta özelleştirmenin sonuçları Oysa bunlar olurken hedeflenen önemli bir amaç vardı. O da sağlıkta özelleştirmenin gerçekleştirilmesi, son derece kârlı olan bu sektörden özel sermayenin muazzam kârlar elde etmesi. Gelinen noktada koruyucu sağlık hizmetleri aksamaya başlayıp aşı ile korunulabilen kızamık, çocuk felci gibi hastalıklar yeniden yükselişe geçti. Aile hekimlikleri tedavi olunan değil, ilaç yazdırılan yerlere dönüştü. Acil servisler çare aranılan önemli bir yer haline geldi. Gribal enfeksiyon, soğuk algınlığı gibi hastalıklar artık acil servislerde, hastane polikliniklerinde tedavi edilir oldu. Hastanelerdeki yoğunluğun artması personel açığı ile beraber düşünüldüğünde hastaların şifa bulma şansını azaltırken, hastaneye başvuru sayısını daha da arttırdı. Bu da beraberinde sağlık personelinin yoğunluğunun, yorgunluğunun artmasına, veriminin azalmasına, hasta memnuniyetsizliğine ve daha çok şiddet olayının yaşanmasına sebep oluyor. Tüm bunlar devlet sağlık kuruluşlarından özel sektöre doğru bir kaymanın yaşanmasına ve sağlık harcamalarının yükselmesine sebep oluyor. Zira özel hastanedeki ortalama bir kişinin muayene ücreti, devlet hastanesine göre 2 katından daha fazla tutuyor. Kişi başına sağlık harcaması 2012’de 987 lira iken, 2018’de 2030 liraya yükseldi. Aynı dönemde devletin sağlık harcamalarına yaptığı katkı bir miktar azalırken halkın cepten yaptığı harcamalar da arttı. Kriz sağlık hakkımızı vuruyor Ekonomik kriz ile beraber bir kaç başka sorun daha görünür hale geldi. Bunlardan ilk göze çarpanı GSS primlerini ödeyemeyenlerin sayısındaki artış. Şu anda nüfusun %10’u prim borçlusu. Bu yıl sonuna kadar uzatılmış olmakla beraber bu kişiler yıl sonundan itibaren muayene bile olamayacaklar. Kaldı ki şu anda da muayene olsalar bile tedavi için bütün masrafları karşılamak gibi bir sorunla karşı karşıyalar.
Bir diğer sorun ise ilaç bulunamaması. Yüksek döviz kurları sebebiyle kârlılığında sorun yaşanan ilaçlarda ithalatçı firmalar ilacı getirme konusunda isteksiz davranıyorlar. Bulmakta zorlanıyoruz gibi bahanelerin uydurulduğu bu ilaçlar çoğunlukla kanser ilaçları, şeker hastalığı gibi kronik hastalıkların ilaçları. Yani kullanıcıları için son derece hayati öneme sahip ilaçlar. Piyasada yokluğu söz konusu olduğunda doktorlar daha düşük tedavi ediciliği olan alternatiflere yönelmek zorunda kalıyorlar.
Kanser ilaçlarının hemen hepsinin kamu ve özel hastaneler tarafından karşılanması zorunluluğu mevcut. Kimi yerlerde kamu hastanelerinde ilaç olmaması gerekçesi ile hastalar özel hastanelere yönlendiriliyorlar. SGK kapsamındaki hastalar bu konuda çok mağdur olmamakla beraber, kamu hastaneleri dışında başka bir yerde tedavi alma olanağı olmayan yeşil kartlı hastalar daha fazla mağdur olmaktalar. Üstelik özel hastanelerde muayene olmak için eskisinden daha fazla katkı payı ödemek gerekiyor. Tam da bu amaçla özel sağlık sigortaları tamamlayıcı sigorta adıyla yeni sigortalar pazarlamaya başladılar. Sağlıkta yeni liberal politikaların uygulanması neticesinde gelinen bu nokta sağlık sektörüne yatırım yapan özel şirketlerin servetinin katlanarak büyümesini sağlarken, hastaların hastalıklarının iyileşememesinden, hasta hasta daha fazla eziyet çekmelerine, iyileşebilecekleri hastalıklara yakalanmış olmalarına rağmen durumlarının daha kötüye gitmesine ve hatta ölümlerine yol açabilmektedir.
ŞEHİR HASTANELERİ SAĞLIK BÜTÇESİNİ YUTUYOR Şehir hastaneleri yapıldığında vatandaş yeni bir yatırım yapıldığını zannederek seviniyor, karşı çıkanları deli zannediyor. Oysaki şehir hastanelerinin yapıldığı şehirlerde hasta doluluk garantisini karşılayabilmek için eşit sayıda yatak kapatılıyor. Yani en az eşit yatak kapasiteli hastane kapatılıyor. Şehir hastaneleri şehirlerin epeyce dışına inşa ediliyorlar. Şimdiye kadar bitmiş olan hastanelerden en kolay ulaşılabilen hastaneye 30 dakikada gidilebilinirken, örneğin Ankara’daki şehir hastanesine ortalama ulaşım süresi 1 saat. Taksi ile gitmek ise olduk-
İlaç kıtlığı hastaları vuruyor
ça maliyetli. Şehir hastanelerinin tek sorunu ulaşım değil elbette. Çok büyük olmaları hizmetin verilmesinde de sıkıntı yaratıyor. Personel de hastalar da hastane içinde bir yerden bir yere gitmekte oldukça zorlanıyorlar. Hastane içinde oluşan bir acil vakaya bile müdahale edebilmek için bazen çok uzun zaman geçmesi gerekiyor. Üstelik şehir hastaneleri esasen özel şirketler tarafından yönetiliyorlar. Devletin personeli çalıştırılmakla beraber kazanç özel şirkete gidiyor. Bu da yetmiyor devlet bir de hastanenin kullanımı karşılığında aynı şirketlere kira ödüyor. Şimdiye kadar bitmiş olan şehir hastaneleri sağlık bakanlığı bütçesinin önemli bir kısmını yutarken, hedeflenen 24 hastanenin hizmete girmesiyle tüm bakanlık bütçesininin %80’ninden fazlası şehir hastanelerine harcanıyor olacak.
NE İSTİYORUZ? Daha fazla mağduriyetin önlenmesi için derhal koruyucu sağlık hizmetlerinin ön planda olduğu, tedavi edici hizmetler için nüfus kâgıdının yettiği, sağlık hizmetinin erişiminin kolay ve ücretsiz olduğu bir sisteme geçilmelidir.