Sosyalist İşçi 653

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

653

12 Şubat 2020 3 TL. sosyalistisci.org

-

-

SAVASA IRKCILIĞA HAYIR!

-

-

GÖCMENLERLE DAYANISMAYA u İDLİB’DE SAVAŞA HAYIR u GÖÇMENLER KARDEŞİMİZDİR u DSİP’TEN İDLİB AÇIKLAMASI SAYFA 6-7’DE


2

GÜNDEM

İKLİM KRİZİNİ DURDURMAK İÇİN TEK YOL DEV-RİM! Hiçbir şey olmuyormuş gibi davranma lüksü yok artık.

yakıtçı sermaye gruplarının bir dediğini iki etmemek konusunda çok titizler.

Bir şey oluyor çünkü, bildiğimiz yaşam elimizin altından çekilip alınıyor.

Ama, gezegen şirketler ve onların hık deyicisi hükümetlerden ibaret değil. Küresel kapitalizmin tüm adaletsizliklerine, yarattığı yoksulluğa ve yıkıma karşı küresel ve kitlesel bir mücadele sürüyor. Otoriter liderlere, özgürlükler üzerindeki baskılara, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı Asya’da, Ortadoğu’da, Avrupa’da, Kuzey ve Güney Amerika’da ve Afrika’da milyonlarca insanı içine katan bir mücadele önüne geçilmez bir dalga haline geldi. Bu dalganın vurucu güçlerinden birisi de iklim krizini durdurmak için başlayan yeni dönemin hareketi. Yeni dönemin genç aktivistleri, “Gelecek için Cumalar” okul boykotlarıyla, Yokoluş İsyanı doğrudan eylemleriyle ama mutlaka işçi sınıfının örgütlerini içine çekmeye çalışan perspektifleriyle gezegen için umut olmayı başarıyor.

Kapitalizm, üzerindeki canlı yaşamıyla birlikte gezegeni imha ediyor. Sermaye birikimi, birikim için birikim adına kapitalistler freni patlamış kamyonun sürücüleri gibi yokuş aşağıya sürüklüyorlar gezegeni. İşte! Antarktika’da tarihin en yüksek sıcaklığı kaydedildi. Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre, Antarktika kıtası son 50 yılda neredeyse 3 santigrat ısındı. Bölgede neredeyse tüm buzullar eriyor. İşte! Avustralya! 5 ay boyunca devam eden orman yangınlarıyla mücadele ettikten sonra bu kez aşırı yağış ve sel baskınları sebebiyle zor günler geçiriyor. Ülkenin en kalabalık kenti Sidney ve civarından görülen fırtına ve yağmur sebebiyle yaklaşık 100 bin ev elektriksiz kalırken, birçok mahalle ve yerleşim yerini su bastı. İşte daha genel veriler! Sera etkisine neden olan başlıca gazlardan olan karbondioksit değerleri 1880 yılında yaklaşık 291 ppm iken, 2019 yılında bu değer yüzde 42 artarak 412 ppm değerine ulaştı. Gerçekten de bir avuç sermaye sahibinin çıkarları için yaşanıyor bunlar. Karbon emisyonunun %71’inden sadece 100 şirket sorumlu. Dünyadaki emisyonların üçte biri, hepsi fosil yakıt endüstrisindeki 20 şirketten geliyor. ExxonMobil, BP ve Chevron gibi şirketler 1965’den beri atmosferi 100 milyar ton karbondioksite denk gelecek kadar kirletti. Bu şirketlerin sahiplerinin neden olduğu iklim krizine bağlı aşırı sıcaklıklar yüzünden Avustralya’da Eylül ayından beri oluşan yangınlar 33 kişinin ölmesine binlerce kişinin evsiz kalmasına, yaklaşık 1,25 milyar hayvanın ise ölmesine sebep oldu. 1.25 milyar canlı öldü. İşte bu bir soykırım ve sorumlusu kapitalistler. Fosil yakıtlara bağımlı sermaye birikim rejimi. Kuşkusuz şirketler bu kitlesel katliamları tek başına işlemiyor. 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması her beş yılda bir ülkelerin iklim planlarını güncellemesini ve geliştirmesini talep ediyor. Bunun için belirlenen son tarih ise 9 Şubat’tı. Climate Watch’ın verilerine göre neredeyse hiçbir ülke, Paris Anlaşması altında iklim kriziyle mücadelede güçlendirilmiş Ulusal Katkı Beyanları’nı bildirmedi. Hükümetler, küresel iklim krizinden kaynaklı her facianın birinci dereceden sorumlusudur. Hemen bütün hükümetler dünyayı cehenneme çevirmek konusunda kararlı olan şirketlerin, fosil

Oscar kazandığında yaptığı konuşmada Joaquin Phoenix “Zaman zaman, farklı davaların savunuculuğunu yapıyor ya da yapmak zorunda hissediyoruz. Ama ben ortak bir payda görüyorum. Cinsiyet eşitliği, ırkçılık, eşcinsel hakları, yerli halkların hakları ya da hayvan hakları olsun adaletsizliğe karşı savaştan bahsediyoruz.” diyerek bütün mücadelelerin birbirine kopmaz bir şekilde bağlı olduğunun altını çizdi. Sorunların kaynağı kapitalizm, kapitalizmin farklı vehçeleriyle yüzleşiyoruz. İklim krizi bu vehçelerin en ağırlarından. Doğrudan yoksulları vuran ama aslında basit bir bakış açısı değişimiyle durdurulabilecek bir kriz. Fakat bakış açısının değişmesi için, kapitalizmden kurtulmak zorundayız. Bencilliği ve rekabeti körükleyen kapitalizmi ortadan kaldırma mücadelesi gezegeni kurtamak için tek yol. Şirketler, o şirketlere aşağıdan özyönetim organlarını kuran doğrudan üreticiler el koymadıkça ve rekabet içinde karlarını artırma mantığı altüst edilmedikçe, özetle bir sınıf olarak patronlar sönümlendirilmedikçe iklim krizini yavaşlatıcı tedbirleri alamazlar! 20-27 Eylül 2019’da tüm kıtalarda en az 7 milyon kişi “İklimi değil sistemi değiştir!” diyerek sokaklara çıktı. Şimdi yine zamanı geldi. Genç aktivistler 3 Nisan’da yeniden sokaklara çağırıyor. Türkiye’de Sıfır Gelecek, Yokoluş İsyanı, Gelecek için Cumalar ve Antikapitalistler de mücadeleye çağırıyor. Yıllar önce ABD’nin Irak işgaline karşı öne çıkan sloganı şimdi bir kez daha hatırlama zamanı: “Şimdi değilse ne zaman? Biz değilse kim?” Gezegenin ve Türkiye’nin tüm yoksulları, kendimiz ve sesini çıkartamayan tüm canlıları için 3 Nisan’da mücadeleye!

DEMOKRASİ BLOKU DEĞİL BİRLEŞİK MÜCADELE

Millet İttifakı liderleri Kudüs mitinginde

İçinde bulunduğumuz siyasal iklim iki önerinin şekillenmesine neden oluyor. Birisi Sosyalist İşçi’nin önerdiği antikapitalist bir odak olarak tariflediği bir alternatif. Diğeri ise Davutoğlu ve Babacan gibi doğrudan AKP tabanının bir kısmını çekecek siyasi odakların da içinde yer aldığı ve adına yanlış bir şekilde Demokrasi Bloku denilen girişim. Demirtaş ve Oya Baydar bu Bloğun gelişmesi yönünde çağrılar yapıyor. HDP kongresinin, bu fikrin işleneceği bir platform olarak görüldüğünü sözcüleri dile getiriyor. Bize gerekli olan ise bugün, hemen şimdi birleşik bir mücadele inşa etmektir. 1. Demokrasi Bloku olarak adlandırılan platformun demokrasi değil seçim ittifakı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Demokrasi Bloku demokratlarla kurulur. Ne İmamoğlu’nun demokrat olduğundan eminiz ne Kılıçdaroğlu’nun, doğru, bu isimler bir Metiner, bir Soylu değiller, CHP’de olumlu görülecek adımların asla atılmadığını söylemek de doğru olmaz ama dokunulmazlıkların kaldırılmasından tutalım vekillerin yalnız bırakılmasına, sınırötesi harekatların desteklenmesinden tutulalım göçmen düşmanlığını seçim kampanyasının malzemesi yapmaya kadar zerre hesaplaşılmamış bir çok antidemokratik tutumları var. Ama daha da önemlisi demokrat olmadığını pekâlâ bildiğimiz Davutoğlu gibi, İYİP liderliği gibi unsurlar bu bloğun bileşeni olarak görülüyor. 2. Bu seçim ittifakının bugünden temel mesele olarak gündeme getirilmesi büyük bir hata. Seçimde “şöyle bir adaya oy vereceğiz” deyip geçilir ve seçim vakti geldiğinde bu adayın tüm rezilliklerinin altını çizerek OHAL koşullarının mimarı yerli-milli sağcılığın karşısında beş dakikalık demokrasi için bu adaya oy çağrısı yapılabilir. Kuşkusuz adayın, zorlansak da oy çağrısı yapılabilecek bir isim olmasında anlaşmak koşuluyla. Fakat bugün bize önerilen sağcılardan, Kürt halkının haklarını kazanmasından korkanlardan,

Yahudi düşmanlarından, göçmen düşmanlarından demokrasi bloğu çıkartmak üzere bu tartışmayı ana gündem hâline getirmektir. 3. Ana gündem, içinde yaşadığımız çözülme-kriz-öfke zemininde kadın özgürlüğünü, göçmenlerin haklarını, işçi sınıfının haklarını, Kürt halkının haklarını, iklim krizine karşı radikal tedbirleri ve her ölçekte barış politikalarını savunan ve egemen sınıfın hiçbir kanadıyla ittifak kurmayan, programını, taleplerini bunlarınkiyle karıştırmayan bir alternatifin inşa edilmesidir. Erdoğan bir seçimle yenilebilir ama seçim galibiyeti getiren böyle bir ittifakın göçmen-işçi-kadın-Kürt düşmanı politikalar izlemeyeceğini garanti görenler Meral Akşener’i yakından tanımıyor demektir. Üstelik, böyle bir ittifaktan bağımsız mücadele eden, kutuplaşmaya karşı çıkan, birleşmeyi, işyerlerinde, işçi sınıfının olduğu her yerde örgütlemeye çalışan bir aşağıdan gerçek demokrasi ittifakı yoluyla işçi sınıfının birleşik mücadele zeminleri kurulamazsa şu türden tehlikelerin bizi beklediğini hatırlamak zorundayız: a) seçimlerin kazanılması sanıldığı kadar kolay olmayacaktır, b) o dönemin kargaşasının altından kalkmak mucizelere kalacaktır, c) demokrat sanılan güçlerin hızla saf değiştirip iktidara eklemlenip eklemlenmeyeceği dualarla garanti altına alınmaya çalışılacaktır. Kazanmanın garantisi değilse de kaderimizi kendi ellerimize almanın tek yolu, antikapitalist bir alternatifi inşa etmektir. Seçimlerde oy vermek beş dakikalık iştir, sandıkta birisiyle aynı oyu verebiliriz, bunun için bu birisiyle aldatıcı bir şekilde seçim öncesinde yan yana gelmeye gerek yoktur. İşçiler, kadınlar, Kürtler, Ermeniler, barış isteyenler, göçmenler ve iklim için direnenlerle hemen bugün kalabalık bir şekilde yan yana gelmeliyiz. Demokrasi Bloku’ndan bahsedeceksek, bu beş başlıkta mücadelede yan yana gelmekten bahsetmek zorundayız önce.


GÜNDEM

İKLİM KRİZİ KAZALARDAN DAHA BÜYÜK BİR TEHLİKE

UÇAK YOLCULUĞU GEREKLİ OLMADIKÇA YAPILMAMALI

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

SURİYELİ İŞÇİLER SINIF KARDEŞLERİMİZDİR Mülteci Hakları Derneği geçen yılın başlarında Suriyeli göçmenlerin öldüğü iş kazalarını şöyle raporlamıştı: “Türkiye’de 2018 yılında sadece tespit edilen ve “kayıtlara” geçen 48 Suriyeli işçi yaşamını yitirirken, geçtiğimiz gün Ankara Siteler’de bir mobilya firmasının döşeme atölyesinde çıkan yangında 5 Suriyeli işçi yaşamını yitirdi.” Aradan geçen bir yılda ölü sayısı arttı. Göçmenlerin yaşamı daha kolay, daha çekilir hale gelmedi. Kuşkusuz sadece Suriyeliler değil, Türkiye’de tüm göçmenler büyük bir tehlike altında. Her mevsim ayrı bir tehlike yaratıyor göçmenler için. Geçtiğimiz hafta İran sınırından giriş yapan 13 göçmen soğukta donarak yaşamını yitirdi. Şimdi, İdlip’te savaş yeniden ateşlendi, Esad ve Rus güçleri haftalardır İdlip’i yakıp yıkıyorlar. Bu on binlerce insanın yerinden olduğu yeni bir göç dalgası demek.

İstanbul’da yere çakılan uçak

Pegasus Hava Yolları'nın İzmir-İstanbul seferini yapan yolcu uçağı, 5 Şubatta Sabiha Gökçen Havalimanı'na inerken güçlü arka rüzgâra maruz kaldığı için pistten çıktı, orada bulunan bir çukura düştü, kazada üç kişi hayatını kaybetti. Uçak kazası, bir anda gözlerimizi uçakla yolculuğun detaylarına çevirdi. Kazalardan gerekli dersler çıkarılmıyor, tedbirler alınmıyor, teknik araç gereçler havaalanlarına ancak kazalardan sonra koyuluyor 2004 yılında Antep’te, Türk Hava Yolları’nın bir uçağı benzer bir havada arka rüzgârla sert bir iniş yaptı ve pistin dışına çıktı. Onların şansına pistin yanında böyle bir çukur yoktu ve kimsenin burnu kanamadı. Ancak Sabiha Gökçen’de pist bittikten sonra 30 metrelik bir çukur var ve uçak çukura düşüp burnunu vurduğu zaman hasar gördü. Uçak kazasının ardından, havaalanında dikkat çekici bir eksiklik olduğu ortaya çıktı. Rüzgâr kırılması ile ilgili cihazın Sabiha Gökçen Havalimanı'nda bulunmadığı görüldü. Belki artık havaalanına bu cihazı monte ederler. Kapitalist havayolu şirketleri, daha fazla kar etmek için, uçakları ve personeli maksimum seviyede çalıştırıyor 2016 yılı sonunda 525 olan yolcu uçağı sayısı, 2019 sonu itibarı ile 535. Yani 3 yılda toplam yolcu uçağı sayısı sadece yüzde 2 arttı. Ama taşınan yolcu sayısı 82 milyondan 94 milyona çıktı, yüzde 15 arttı. Bu da uçakların daha sık uçmaları ile sağlandı. Sık uçuşlar, uçak personelinin yorgunluğunu artırdı. Aslında uluslararası havacılık kurallarına göre her bir uçuş personelinin çalışabileceği maksimum saatler vardır. Ancak Türkiye’deki havayolu çalışanları, pilotlar, hostesler, teknik görevliler, kule görevlileri bu limitlerin en üst sınırlarında çalıştırılmaktadırlar. İstanbul Havalimanının konumu, Sabiha Gökçen Havaalanının güvenliğini riske sokuyor, yer seçimi hatalı İstanbul Havalimanı, diğer bütün olumsuzluklarının yanı sıra, bulunduğu konum anlamında da hatalı. İstanbul Havalimanı’nda pistler tek yönlü, kuzey güney istikametinde,

çapraz bir pist yok. İstanbul Havalimanı’nda kuzeye doğru iniş kalkış devam ederken Sabiha Gökçen’de sadece tek yönden iniş kalkış yapmak zorundasınız. Örneğin geçen haftaki kazada, aslında uçağın, esen rüzgârı tam önünden alarak iniş yapması gerekirken, İstanbul Havaalanındaki trafiği tehlikeye sokmamak için rüzgarı arkasından alan bir şekilde inmeye çalışması, kazaya neden oldu. Bu da İstanbul Havaalanı yapılırken diğer havaalanlarının iniş kalkış pozisyonlarının nasıl göz ardı edildiğini gösteriyor. Pilotlara yedek yakıtı fazla almayın baskısı yapılıyor Bazı havayolları yönetimi, uçakların yedek yakıtına sınır getiriyor. Yasal limitlerin üzerinde yedek yakıta izin vermiyor. Bu da aniden bozulan hava koşullarında riski artırıyor. Pilotlar, yedek yakıtları az olduğunda pisti pas geçmek konusunda daha isteksiz davranıyorlar, çünkü muhtemelen hemen en yakın yedek havaalanına gitmek zorunda kalacaklar. Bu da pilotu ne olursa olsun iniş yapmaya zorluyor. Hava trafik kontrolörleri üzerinde yoğun çalışma baskısı var, ücretleri ise düşük. Uçak kazalarının yüzde 90’ı iniş ve kalkışta olur. Bu süreçte trafik kontrolörlerinin önemli yetki ve sorumluluğu vardır. Pek çok kaza, kontrolör ile pilot arasındaki iletişim hatasından kaynaklanır. Bu hatalar ya eğitimsizlikten, ya da aşırı çalışma stresinden olur. Trafik kontrolörleri ücret konusunda sürekli baskı altındadırlar. İklim krizinin devam ettiği bir süreçte havayolu taşımacılığının azaltılması gerekir. Günümüzde iklim değişikliğinin arkasındaki önemli etkenlerden biri de seyahat etme şeklimiz. Yapılan araştırmalara göre insanlardan kaynaklanan sera gazı salınımının yüzde 2’si havacılıktan geliyor ve bu oran sürekli artıyor. Uçakla seyahat sırasında yakılan yakıt, özel araçla seyahat sırasındakine yakın miktardadır, yani uçakların toplu ulaşım özelliği yoktur. İsveçli aktivist Greta Thunberg gitmek istediği yerlere trenle gidiyor. Bizler de uçakla seyahatin zorunlu olmadıkça yapılmaması gerektiğini bilmeliyiz.

Türkiye, göçmenlere sahip çıkmalıdır, göçmen haklarını tanımalı, savaştan kaçıp yaşamaya çalışan insanların yaşam standartlarının yükselmesi için elinden geleni yapmalıdır. Sendikalara, göçmenlerle dayanışanlara ve sosyalistlere çok önemli bir görev düşüyor. Bir yandan göçmenlerin haklarını kazanması, her türden sınırötesi askeri harekata son verilmesi için mücadele ederken, bir yandan da ırkçı ve milliyetçilerle tartışmaya devam etmek ve bu tartışmayı kazanmak zorundayız. İdlip’te Esad güçlerinin 5 askeri öldürmesinin ardından, Suriyeli göçmenleri suçlayanlar yeniden seslerini yükseltmeye başladılar. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının sorumlusu, orada ölen Türkiyeli askerlerin sorumluluğunu savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyelilerde arayanlar, kasıtlı bir şekilde Suriyeli göçmenlere yönelik bir linç kampanyası örgütlemeye çalışıyorlar demektir. Bu, sürekli gündemde olan bir kampanya ama gerçekler linç kampanyası örgütleyenleri çürütüyor. Suriyeli işçilerle ilgili Türk-İş’in yaptığı bir anketin sonuçları bu açıdan çok önemli. Anket 4 bin 428 Suriyeli ve diğer ülkelerden göçmenlerle yapılmış. Evrensel’den Ercüment Akdeniz’ in yaptığı özetler, gerçeklerin ırkçıların anlattığından farklı olduğunu gösteriyor. Türk-İş’in araştırmasına göre mültecilerin yüzde 61,2’si geçimini çalışarak sağlıyor. Akdeniz şu sonucu çıkarıyor: “Yetişkin erkeklerin yüzde 78,5’i kadınların yüzde 24,2’si çalışır durumda. Hiç çalışmadan yaşayanlar yüzde 6,4’te kalmış. Bu tablo, küçük bir azınlık dışında bütün Suriyelilerin Türkiye’de işçileştiğini gösteriyor.” Bu, Suriyelileri devletin tepesine çöreklenmiş, Türkiye’de halkların ulaşamadığı nimetlerden bedavadan faydalanan bir ur gibi gösteren ırkçı gazetecilerin, köşe yazarlarının ve linç planlayıcılarının anlattığından bütünüyle farklı bir manzara. Göçmenler, işçi olarak patronlar karşısında, Türkiyeli işçilerden daha dezavantajlı bir şekilde yaşıyorlar. Çalışıp, emeklerinin karşılığını almak için daha ağır bir mücadele veriyorlar. Suriyeliler, aynı patronlar tarafından, Türkiyeli işçileri sömüren patronlar tarafından eziliyor. Suriyeli bir işçiyle Türkiyeli bir işçinin çıkarları bu yüzden bir ve aynı. Göçmenler bu yüzden yardıma muhtaç insanlar değil, işçi sınıfının birlikte örgütleneceği, birlikte mücadele edeceği ve kendisini bölmeyi hedefleyen milliyetçi ve ırkçı fikirleri birlikte aşacağı sınıf kardeşleridir.


4

DÜNYA

ABD'DEN FİLİSTİN’İ İLHAK ANLAŞMASI

TRUMP’I DÜZEN DEĞİL İŞÇİ SINIFI AZLEDECEK ABD’de havalimanı işçilerinin protestosu

Filistinli kadınlar İsrail askerlerini protesto ediyor

ÖZDEŞ ÖZBAY

Topraklarının büyük bir kısmı işgalci İsrail tarafından alınan ve dev duvarlar ardında açık hava hapishanesinde yaşamaya zorlanan Filistinliler’e karşı ABD yönetimi yeni bir adım attı.

ABD Başkanı Donald Trump Başkan olduğu 2016’dan beri çok sayıda büyük kriz çıkarttı. Kuzey Kore, Katar, İran ile savaşın eşiğine geldi. Çin ile ekonomi savaşları başlattı. Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi. Irkçı ve cinsiyetçi açıklamalar yaptı.

ABD Başkanı Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Filistin için bir “barış planı” ilan etti. Trump’ın “Yüzyılın Planı” dediği Filistin “barış planı” Trump'ın damadı ve danışmanı Jared Kushner tarafından hazırlandı. Kushner, planı hazırlamadan evvel Ortadoğu ve bölge ile ilgili 25 kitap okuduğunu söyledi. Plan, Arap Birliği ve Filistin Yönetimi tarafından reddedildi. Plana göre Filistinlilere ait şu anki topraklar artıyor ancak yine de çok küçük bir alanda yaşamaları gerekiyor ve bu toprakların tamamı İsrail askeri güçleri tarafından çevrelenecek. 1967’de savaş öncesi topraklarına dönüşü dahi içermiyor bu plan. Ürdün Vadisi gibi Batı Şeria açısından önemli bölgeler İsrail’e bırakılırken Filistinlilere bırakılan bölgeler arasında sınır yok ve bölgeler arasında İsrail güçleri yer alıyor. Bu da Filistinlilerin Filistin içerisinde dahi serbest dolaşımını engelliyor. Kurulacak Filistin devletinin ordusu olmayacak, İsrail onay vermeden hiçbir uluslararası örgüte üye olamayacak, İsrail güvenlik gerekçesiyle Filistin topraklarına müdahale edebilecek. Yaşadıkları yerleri işgaller nedeniyle terk eden milyonlarca Filistinliye geri dönüş hakkı verilmiyor. Plan, Filistin’e maddi destek ve 1 milyon kişiye istihdam vaad ediyor. Bunun nasıl olacağı belli olmamakla birlikte 1993 Oslo Anlaşması sonrasında da Filistin’de istihdama yönelik teşvikler verilmişti. Oslo ile Filistin’de ucuz emekten yararlanılan, Batılı çokuluslu şirketlerin de yatırım yaptığı sanayi bölgeleri oluşturulmuştu. Ancak bu bölgelerin kontrolü de İsrail’de bulunuyor ve bu bölgelerde çalışanlar ile teşviklerden yararlanan bir avuç Filistinli zengin arasında büyük yaşam farklılıkları oluştu. Çatışmalar nedeniyle işsizlik ise artmaya devam etti.

Kendi yarattığı krizlerle Amerikan halkından aldığı destek gerilerken Amerika’nın Trump karşıtı sermaye grupları ve bürokratları bir soruşturma başlattılar. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, 24 Eylül 2019’da “ABD’nin ulusal güvenliğine zarar verdiği” ve “Başkanlık yeminine ihanet ettiği” gerekçesiyle Trump’a yönelik azil soruşturması başlatıldığını açıklamıştı. Soruşturma sürecinde Trump kabinesinde yer alan birçok isim istifa etti ve Trump’a karşı tavır aldı. Demokrat Parti'nin çoğunlukta olduğu Temsilciler Meclisi'nde, 18 Aralık'ta yapılan oylamada, görevi kötüye kullanma ve Kongre'nin çalışmasını engelleme suçlamaları kabul edilmişti. Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Senato’da 6 Şubat’ta gerçekleşen oylamada ise Trump aklandı. Böylece azil süreci düşmüş oldu. Trump karşı elitlerin bu müdahalesi tabanda ters etki yarattı. Zaten seçim kampanyası boyunca kendisini sistem karşıtı olarak tanıtan ve değişim vaad eden Trump’a yönelik bu girişim “derin güçlerin oyunu” olarak algılandı. Kamuoyu araştırma şirketi Gallup'un verilerine göre, Trump'a kamuoyu desteği, yüzde 49 ile en yüksek seviyeye çıkmış durumda. Bernie Sanders yükseliyor 2020 sonunda Başkanlık seçimlerine gidecek ABD’de 2016’da Demokrat Parti Başkan adaylığını Hillary Clinton’a kaptıran Bernie Sanders bu kez birinci sırada. Anketlerde Sanders önde görünürken en önemli rakibi eski Başkan Yardımcısı Joe Biden. Sanders da Britanya İşçi Partisi Başkanı Jeremy Corbyn gibi kendi partisindeki sağın yoğun saldırılarına maruz kalıyor. Demokrat Parti’de başlayan parti içi başkan adayı seçim-

lerinin ilki 3 Şubat’ta Iowa’da başladı. Ancak büyük bir kaos yaşandı ve sonuçların açıklanması dört gün sürdü. Microsoft tabanlı yeni bir uygulamada yaşanan sorundan kaynaklı olduğu söylense de Sanders’ın zaferinin engellenmeye çalışıldığı yorumları yapılıyor. İlk seçimlerden galip çıkacak adayın büyük bir moral güç ve arkasına rüzgar alarak diğer eyaletlerdeki seçimlere girecek olması açısından Iowa önemliydi. Iowa seçimlerinde oyların yüzde 26,2'sini alan Buttigieg birinci oldu. Sanders' ise yüzde 26,1 ile ikinci oldu. Ancak Sanders' göre en çok oyu kendisi aldı; Sanders'ın ekibi oyların sayılması ve kazananın belirlenmesi sırasında bazı hataların yapıldığını belirterek kazananın Sanders olduğunu belirtti. Eski başkan yardımcısı Joe Biden ise yüzde 15,8 alabildi. Iowa, ABD genelini yansıtan bir eyalet olmamakla birlikte kampanya başlangıcı açısından önemli. Sanders’ın ABD işçi sınıfında yarattığı umudu kampanyaya verilen maddi destekler gösteriyor. ABD seçim kampanyaları milyonerlerin kampanya destekçiliğinde geçerken Sanders’ın kampanyasına yüzbinlerce kişi 20 dolar civarı destek olarak el veriyor. Sadece Ocak ayında kampanyaya 648 bin kişi ortalama 18 dolar bağış yapmış. Toplamda Ocak ayında 25 milyon dolarlık kampanya desteği toplanmış. Iowa seçimleri için özellikle göçmen, siyah ve Latin işçiler işyerlerinde mobilize olup partiye üye olarak oy kullanmışlar. Ayrıca Center for Responsive Politics (CRP) kurumu tarafından ilan edilen başkan adayları destekçi listelerinde Sanders ABD ordusunda çalışan askerlerden ve memurlardan en fazla bağış alan kişi. Ordu mensuplarının 2016’da Ortadoğu’dan askerli çekeceğini açıklayan Trump’a destek verdikleri ancak bu gerçeklemediği için savaş karşıtı tek aday olan Sanders’a yöneldikleri söyleniyor. ABD ordusunda askerlerin çoğu yoksul işçi çocuklarından oluşuyor. Eğitim ve sağlık masraflarını karşılamak üzere para biriktirmek için askere yazılıyorlar ve savaşmak değil hayatta kalarak sivil yaşamlarına dönmek istiyorlar. Bu nedenle ordunun tabanındaki Sanders desteği çok önemli.


DÜNYA

5

İRLANDA SEÇİMLERİ: KURULU DÜZEN ÖFKELİ BİR ŞEKİLDE REDDEDİLDİ

Dublin’de iklim aktivistlerinin seçim zaferi SIMON BASKETTER

Uzun süredir değişim talep eden siyasi eğilim, sağ partilere İrlanda seçimlerinde büyük bir yenilgi yaşattı. Geleneksel ana akım partiler 160 milletvekilinin 39’unu kaybederek büyük bir darbe yaşadı. Sinn Fein’in, diğer partilere duyulan öfkeden yararlanmasının da sayesinde, 36 milletvekili kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Bu, yalnız 42 adayla seçime girdiği dikkate alındığında, gerçekten dikkate değer bir sonuç. Sosyalistler şu anda parlamentodaki yerlerini koruyor görünüyorlar. Geçtiğimiz dönem dönüşümlü olarak hükümet eden, patronların partileri Fine Gael ve Fianna Fail’in ise başı belada görünüyor. Parti lideri Mary Lou McDonald da dahil olmak üzere önemli Sinn Fein figürlerine verilen kişisel destek sayesinde toplanan muazzam kitlesel oylar, partiye verilen desteğin seviyesini gösterdi. Öyle görünüyor ki, daha fazla adayla girmiş olsaydı, Sinn Fein’in daha da büyük bir atılım yapmış olması işten bile olmazdı. Zira on’dan fazla aday orantılı temsil sistemi sayesinde seçilmeleri için gerekenden çok daha fazla oy aldı. Hem mevkiisini kaybeden Fine Gael partisinden eski başbakan (taoisech) Leo Varadkar hem de Fianna Fail lideri, kendi bölgelerinde Sinn Fein’den daha az oy aldılar. Varadkar, kendi bölgesinde en yüksek oyu alamayan ilk mağlup başbakan olarak tarihe geçti. Varadkar, İngiliz hükümetinin Brexit meselesini yüzüne gözüne bulaştırmasının, onu güvenilir bir devlet adamı gibi göstermesini umuyordu. Ancak Brexit, Irish Times gazetesinin anketine göre İrlanda seçmeninin gündeminde %1 ile en alt sırada yer alıyor. Gerçekte, sağlık ve özellikle barınma ile ilgili sorunlar baskın geliyordu. Fine Gael de, oy kaybında Fianna Fail ile yarışıyor

Kuruluşundan bu yana İrlanda devletinin doğal hükümeti olarak görülen Fianna Fail, 2011 yılında Avrupa Birliği kemer sıkma politikalarını uygulamasından dolayı hezimete uğramıştı. Ve açık ki kaybettiği güveni geri kazanabilmiş değil. Fine Gael ise geçtiğimiz dokuz yıl boyunca konut krizinin derinleşmesine bir nevi önderlik etti. 2007 yılındaki ekonomik çöküşten önce Fianna Fail ve Fine Gael, birlikte oyların yüzde 69’unu alıyordu. Şimdi ise toplam oyları yüzde 44’e düştü. Çıkış anketinde Sinn Fein, 65 yaş üstü seçmenler dikkate alınmadığında ilk sırada. 18 ila 34 yaş arasındaki yaş grubunda ise Fianna Fail ve Fine Gael, her biri yüzde Solidarity–People Before Profit (seçim ittifakı) ise bu yaş grubundaki oyların yüzde 7’sini alıyor. Sosyalistler sahip oldukları oyu koruyorlar. Brid Smith, ikinci sayımdan sonra 9.547 oy ile Dublin Güney Merkezinde yeniden seçildi. Richard Boyd Barrett da, Dun Laoghaire’de birinci sırada gelerek PBP (People Before Profit ) için bir koltuk kazandı. Rise’li Paul Murphy de bir koltuk kazandı. PBP’den Conor Reddy’de seçimi kazandı. İşçi Partisi, önceki koalisyon anlaşmaları nedeniyle seçmen tarafından cezalandırdı. Dokuz ila 14 sandalye kazanması beklenen Yeşiller Partisi ise, önceki hükümetlerdeki rolleri için daha kolay affedilmiş görünüyor. Çevre krizi belki de seçmenin kararında öngörüldüğü kadar belirleyici olmadı. Daha da önemlisi, kürtajl karşıtlığı ve göçmen düşmanı bağnazlık karışımı diye özetlenebilecek bir pozisyon alan bir avuç sağcının seçim yaklaşımı, oylamada genellikle facia ile sonuçlandı. McDonald, Sinn Fein’in hükümete girmeye hazır olduğunu ve hükümet kurma sürecinden dışlanmasının demokratik olmayacağını söyledi.

“An itibariyle seçmenlerin dörtte birini temsil eden partimizin dışlanmasını veya dışlanmasının görüşülmesini kabul etmiyorum ve bunun kökten antidemokratik olduğunu düşünüyorum.” Bu durum pek çok fırsat doğuruyor. Daha önce hem Fine Gael hem de Fianna Fail, Sinn Fein ile koalisyona girmeyeceklerini söylemişti. Sonuçlar geldikçe Fianna Fail bu konudaki fikrini değiştiriyor gibi görünüyordu. Düzen Sinn Fein düzenin parçası olmak istiyor. Ancak işçi sınıfı seçmeni tarafından buna karşı baskı altında. Ancak başka sonuçlar da mümkün. Bunlar arasında Sinn Fein liderliğindeki bir sol koalisyon da var. Bir sağ koalisyon veya partilerden birinin güven oyu alarak çoğunluğu elde etmeden hükümete geçmesi de mümkün. Ancak yakında yapılacak bir erken seçim en olası sonuç olarak görünmekte. Açık olan bir şey varsa, o da evlilik eşitliği ve kürtaj haklarını getiren hareketlerden sonra İrlanda’nın, egemen sınıfın başa çıkabileceğinden daha hızlı değişiyor olmasıdır. PBP, “Siyasi bir depreme tanık oluyoruz. Doğru için gelecek bulanık.” PBP yaptığı bir açıklamada, “Siyasi bir depreme tanık oluyoruz. Sağ için gelecek ümitsiz.” diye durumu ifade etti. “Sandıktaki öfke anlamlıdır - ama onu sonuçlandırmak için eylemliliğe ihtiyacımız var. Barınma, sağlık ve emeklilik yaşı konusunda büyük bir muhalefet hareketine ihtiyacımız var. Gelin emeklilik yaşını 65’e çıkarmak için gerçek bir mücadele ile başlayalım.” “Gelecek sol için çok iyi bir şekilde yükseliyor. Ama sözümüzü tutacağız - Fianna Fail ve Fine Gael’e zırnık vermeyeceğiz. Emekçilere yönelik her türlü saldırıya direnmek için ‘halkın gücü’ politikasına geri döneceğiz.” Socialist Worker’dan çeviren TN, redaksiyon Deniz Güngören


6

GÜNDEM

GÖÇMENLER KARDEŞİMİZDİR

Türkiye sınırına sığınan İdlipliler

İdlib savaşında en çok tartışılan noktalardan birisi, Türkiye’nin burada kaybettiği takdirde büyük bir göçmen akınıyla karşı karşıya kalacağı “endişesi”. Hükümet, muhalefetin tabanını da Suriye’deki askeri varlığına ikna etmek için, muhalefet içerisindeki göçmen düşmanlığı kartını kullanıyor.

İDLİB’DE SAV

İdlib için savaş karşıtı politikaları savunmanın önemi kadar, olası bir Rusya-Baas zaferi durumunda sınırımıza akın edecek göçmenlerle dayanışmayı inşa etmenin de önemi büyük. Tüm milliyetçi güçler, “Türkiye’nin daha fazla mülteciyi kaldıramayacağı” propagandasını yapıyor. Oysa Türkiye ekonomisi göçmenler yüzünden değil yapısal sorunları ve hükümetin hatalı tercihleri yüzünden krize girdi. Askeri alanda harcanan milyarlarca lira, sermayeye teşvik olarak sunulan meblağlar gibi harcamalar kesilerek hem Türkiye yurttaşları hem de göçmenler için sosyal politikalar uygulanabilir. Sağın ve ırkçılığın sesine karşı bir ses inşa etmeli, İdlib’den gelecekler dahil olmak üzere tüm göçmenlerin Türkiye’de hükümet tarafından teslim edilmeyen haklarını almaları için mücadele etmeliyiz. Göçmenlerden elinizi çekin! Yaşasın halkların kardeşliği! Esad rejimi ve Rusya savaş uçaklarının vurduğu şehir merkezi

DSİP’İN İDLİB AÇIKLAMASI Suriye’de savaşa karşı çıkanlar, tezkereye hayır diyenler, dışarıdan yapılan müdahalelerin vahim sonuçlar yaratacağını söyleyenler haklı çıktı. Suriye’ye üç yıl içinde üç sınır ötesi operasyon düzenleyen ve ülkedeki en büyük yabancı ordu durumundaki Türkiye’nin askerleri ile rejimin askerleri doğrudan çatıştı. Türkiye’nin Suriye’de askeri varlığını sağlayan başlıca güç olan Putin bu kez Erdoğan yönetimini arkadan vurdu. Ukrayna’yı ziyaret eden ve Kırım’ın ilhakına karşı olduğunu söyleyen Erdoğan’a kendi sınırlarını bu şekilde hatırlatan Putin, Ankara’da el üstünde tutuluyor. Fakat o da Trump gibi emperyalist bir haydut, Putin’in de tek derdi despot iktidarını ayakta tutmak. AKP’nin Suriye’deki savaşa rejim değişikliği hedefiyle girdiği günden bu yana yaşanan tüm gelişmeler gibi yaşanan son çatışma da Suriye politikasının yanlışlığını ortaya koyuyor. Ne Washington ne Moskova! Suriye’ye dışarıdan müdahalelere son verilsin! İdlib’de Esad rejimi ve Rus ordusunun yaptığı sivil katliamına verilmesi gereken yanıt, bombardımandan kaçan ve savaşın bir parçası olmak istemeyen yüz binlerce insanın güvenli koşullarda hayatta kalmalarına yardımcı olmaktır. Kış koşullarında Türkiye sınırında bekleyen insanlara kapılar açılmalıdır. Yüz binlerce göçmenin hayatı, emperyalist pazarlıklardan ve bölgesel nüfuz kavgalarından daha önemlidir. DSİP GYK 04.02.2020

OZAN TEKİN

Baas rejiminin ordusu İdlib’e yürüyor. Türkiye yeni gözlem

noktaları kurup askeri sevkiyat yapıyor. Ancak Baas rejimi bir hafta içerisinde TSK’yı iki kez vurdu. Bölgenin hava kontrolü Rusya’da. Bu devletler kozlarını sahada paylaşırken, bedeli büyük bir savaşla karşı karşıya olan İdlib halkı ödüyor. 2011 yılının 15 Mart’ında başlayan Suriye Devrimi önemli ölçüde yenildi. Ayaklanmayı başlatan sivil ve demokratik güçler, Esad rejiminin kanlı saldırısı sonucu muhalefetin de silahlanmasıyla, yerlerini daha mezhepçi ve dış güçlerden destek alan unsurlara bıraktılar. ABD ve Rusya başta olmak üzere bütün küresel ve bölgesel güçler savaşa bir şekilde dahil oldular. Devrimin militarize olması ve dış etkilere açık hâle gelmesi, Baas diktatörlüğünün kazanacağı ortamın zeminini hazırladı. Şimdi rejim, Suriye’nin Rojava dışında kontrolü dışında olan tek bölgelerine, Halep’in batı kırsalına ve İdlib’e operasyonlar düzenliyor. Rusya, bu askeri harekâtı destekliyor. İdlib, Suriye’nin farklı bölgelerinde devrimin güçlü olduğu kentler rejim tarafından geri alındıkça kaçan sivillerin ve muhalefetin üssü olmuştu. Türkiye, PYD’ye destek veren ABD ile arasının açıldığı dönemde, Rusya ve İran ile Soçi ve Astana süreçlerinde işbirliği yapmaya başlayınca, İdlib’deki fiili durumun da bir parçası hâline gelmişti. Buralarda askeri gözlem noktaları kurulmuş ve “gerginliği azaltma bölgeleri” oluşturulmuştu. Rusya-Türkiye gerginliği Şimdi Astana mutabakatının tarafları birbirlerini suçluyorlar. Türkiye, Rusya ve Esad rejiminin, anlaşmayı ihlal eden askeri operasyonlar düzenleyerek ilerlediğini iddia ediyor. Rusya ise Türkiye’nin “kendisinin desteklediği muhalefet

ile teröristler arasındaki ayrımı yapmadığını” öne sürüyor. Türkiye, Rusya’nın hava sahasını açması ve onay vermesi sonucu sınır ötesi harekât yaparak PYD’nin elindeki Afrin’i ele geçirmişti. Daha sonra, Rusya’nın davetiyle Astana’nın bir parçası olarak daha güneye indi ve İdlib’in kuzeyine yerleşti. Şimdi Rusya, Baas rejiminin ilerleyişine destek verdiği için Türkiye sahada sürekli olarak zor duruma düşüyor. Daha önceden, Türkiye’nin gözlem noktaları sürekli Baas rejiminin kuşatması altına düşüyordu. Ancak Türkiye’nin zor duruma düşmesinin daha net örnekleri Şubat ayında iki kez görüldü. TSK, İdlib’e giden son kapı olan Serakib kentinde üç yeni gözlem noktası oluşturdu. Bunlar için sevkiyat devam ederken 3 Şubat’ta TSK vuruldu, 5’i asker 3’ü sivil personel olmak üzere toplamda 8 kişi öldü. Türkiye bunun ardından sert açıklamalar yapıp, “intikamın missiyle alındığını” iddia etti. Rusya ise TSK’nın Serakib’de yaptığı işlerden kendilerini haberdar etmediğini iddia etti. Türkiye, Rusya’ya bilgi verdiklerini, rejimin kendilerini buna rağmen vurduğunu söyledi. Rusya’nın açıklaması, TSK’nın onlara sormadan hareket etmesi hâlinde vurulabileceğinin teyidi anlamına geliyor. TSK askerlerinin ölmesinin ardından, Türkiye ile Rusya arasındaki heyetler görüşmeye devam etti. 10 Şubat’ta ise 5 TSK mensubu daha öldü. Türkiye bir yandan İdlib’e yoğun bir askeri sevkiyat yapıyor. Erdoğan, rejime Şubat sonuna kadar, TSK’nın gözlem noktalarının gerisine çekilmesi için süre verdi. Rejimin ordusu ise TSK’yı vurduktan sonra onun güneyindeki bölgeden ilerleyerek Serakib’i ele geçirdi. Türkiye’de hükümet, sanki Rusya’nın aradan çekileceği bir durumda rejimle karşı karşıya gelebilecekleri ve İdlib’i almasını engelleyebilecekleri bir ihtimal varmış gibi davranıyor. Ancak Rusya’nın Afrin’de operasyona izin vermesiyle Baas rejimine yönelik bir operasyona izin vermesi aynı


GÜNDEM 7

VAŞA HAYIR!

GÖRÜŞ Roni Margulies

TRUMP VE FİLİSTİN Filistin meselesini ortadan kaldırmak için Amerika bir “barış” planı hazırladığı zaman, eskiden herkes heyecana gelirdi. Bu planlar sorunu çözmek için değil ortadan kaldırmak, üstünü örtmek için hazırlanırdı, ama buna rağmen Filistin örgütleri bile çaresizlikle (“hiçten iyidir” mantığıyla) planları desteklerdi. Planların en iyi, en olumlu, en “makul” olanları bile, “çözüm” olarak şöyle bir şey dayatırdı: İsrail’e hiç dokunulmayacak, Filistinlilere zaten kendilerinin olan ufak tefek toprak kırıntıları üzerinde bir yönetim kurma izni verilecek. Sonra, buna bile izin vermeye hiçbir zaman niyeti olmayan İsrail devleti son derece bilinçli olarak bir olay yaratır, Filistinlilerin itiraz ve isyan etmesine yol açar ve “barış” planı rafa kalkar, unutulur giderdi. Bu sefer böyle bile olmadı. Trump’ın planını özetleyip Türkçe’ye tercüme edersek, şöyle oluyor: “Ey Filistinliler, durum böyle, bunu artık kabullenin ve lütfen artık bi susun!” O kadar gülünç bir plan ki bu, bu sefer Amerika’nın bölgedeki en arlanmaz kuklaları bile destek veremedi. Tüm Arap kurum ve devletlerinin, Amerika’nın öfkesine maruz kalma pahasına plana itiraz etmesi o kadar çarpıcı ki, plan hakkında fazla laf etmeye gerek bırakmıyor.

şeyler değil. Putin en başından beri Suriye rejimine aktif bir destek veriyor ve onun hamisi konumunda. Türkiye neden zorda? Türkiye’nin düştüğü zor durumun temel sebebi, AKP’nin MHP ve Ergenekon artıklarıyla kurduğu yerli milli ittifakın dış politikada her cephede yayılmacı heveslere sahip olan, bunları emperyalist büyük güçler arasındaki çatlakları kullanarak gerçekleştirmeye çalışan stratejisi. Ne ABD’ye ne Rusya’ya tam olarak bağlı olan, ancak diğer yandan hem ABD’ye hem Rusya’ya bağımlılığı içeren bu stratejinin sonuna gelinmiş durumda. Türkiye’nin Suriye’de iki amacı var. Birincisi, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin bir devlet veya özerk bölge oluşturmasını engellemek. İkincisi ise iç politikada sorun olarak gördüğü göçmenlerin yenilerinin Türkiye’ye akışının önüne geçmek. Kürt meselesinde Ekim ayında gerçekleştirilen askeri harekât ilk başta başarı kazanmış gibi görünüyordu. Ancak Barış Pınarı Operasyonu, ABD ve Rusya ile yapılan anlaşmalarla sona erdirildi. Operasyonun bitişini TSK değil Rusya duyurdu. Şimdi İdlib’deki krizle birlikte, Türkiye, Barış Pınarı bölgesinde Ruslarla gerçekleştirilen ortak devriyelere katılmamaya başladı. Libya ve İdlib’deki krizler, bu bölgeyi de etkileyebilir. Hem ABD hem Rusya, Türkiye’nin tüm ısrarlarına rağmen bölgedeki Kürt siyasetiyle iyi ilişkilerini korumaya devam ediyor. Türkiye ile Rusya arasındaki İdlib gerginliğinin öncesi ise Libya’ya dayanıyor. Doğu Akdeniz’deki doğalgaz sondaj çalışmalarında, Mısır-İsrail-Yunanistan ittifakına karşı Türkiye, Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile bir anlaşma imzaladı ve çok geniş bir bölgede çalışma yapma hakkının kendisinde olduğunu iddia etti. Ancak Libya’daki UMH, ülkenin doğusunu kontrol eden Libya Ulusal Ordusu’na

ve onun başındaki Hafter’e yenilmek üzereydi. Dolayısıyla Türkiye savaşa aktif olarak dahil oldu, Suriyeli savaşçıları yolladı. Rusya ise yoğun bir biçimde Hafter’i destekliyordu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tüm bölge ülkelerini karşısına alan politikası, İdlib’de de zor duruma düşmesine yol açtı.

Ama sorun sadece ve özel olarak bu planın ayrıntıla-

Bedeli İdlip halkı ödüyor

ve çeşitli Filistin yönetimlerinin desteklediği çözüm de

Türkiye’nin Suriye topraklarında askeri güç bulundurmasına karşı olmamız, onun karşısındaki güçleri aklamıyor. Rusya ve Baas rejiminin İdlib’e ilerleyişi, sivil halkın sürekli olarak bombardımana tutulmasıyla gerçekleşiyor. Kent merkezine yaklaşıldığında ise büyük bir savaş çıkacak. Suriye Devrimi’nin yenilgisinin sembolikleştirilmesi adına İdlib dümdüz edilecek ve muhtemelen binlerce kişi ölecek. Türkiye’de maalesef solun önemlice bir bölümü, 2011’den beri ayaklanan kitleler karşısında Esad’ın tekrar kontrolü eline geçirmesini savunuyordu. En başından beri bu anlayışa karşı Suriye’nin işçileriyle ve yoksullarıyla dayanışmayı örenler olarak, bir kez daha İdlib halkının yanında olmalı ve Baas rejiminin operasyonlarına da karşı çıkmalıyız. İdlib’in düşmesi, binlerce kişinin kanının akması, milyonlarca kişinin yerinden edilmesiyle gerçekleşecek.

bu: İsrail 1967’deki sınırlarına çekilecek (yani 1967

2019 küresel isyanların yılı olmuştu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da da Cezayir, Sudan, Lübnan, Irak ve İran isyanlarla sarsıldı. Diktatörler devrildi. Bu dalga 2020’de büyürse, Suriye’de de yeniden geniş kitlelerin aşağıdan mücadelesine dayanan bir dinamik ortaya çıkabilir. Ancak diğer yandan, Suriye Devrimi’nin derslerini çıkarmalıyız. Her yerde olduğu gibi Suriye’de de mezhepçiliğe ve emperyalizme karşı, farklı ulusal ve dini kökenlerden emekçileri birleştirecek politikalar üreten devrimci örgütlerin güçlenmesi gerekiyor. Suriye’de mücadele eden sosyalistlerden oluşan Devrimci Sol Akım, böylesi bir perspektifle örgütleniyor.

rından kaynaklanmıyor. Filistin’de resmî çözüm önerilerinin hepsi (ve hatta sol önerilerin de bazıları) özünde ‘iki devlet’ yöntemine dayanıyor. Birleşmiş Milletler’in 1974’te kabul ettiği

ve sonrasında sonra işgal ettiği toprakları terkedecek), geri kalanı Filistin devleti olacak. Bu çözümün iki sorunu var. Biri, İsrail devletinin hiçbir yerden çekilmeye niyeti olmaması. Amerika’ya hayır diyormuş gibi görünmemek için planları kabul ediyormuş gibi yapıp sonra baltalaması. Daha önemli sorun ise şu: ‘İki devlet’ planlarının hepsine göre, İsrail’in Filistinlilere bırakacağı 1967 sonrası “işgal edilmiş topraklar” Filistin’in yaklaşık %30’unu oluşturuyor. Yani topraklarının bütünü işgal edilmiş olan Filistinlilere şöyle deniliyor: “Topraklarınızın %70’i bizim olacak, siz bu %30’u alın, kuzu kuzu oturun ve bize teşekkür edin!” Bu “çözüm” Filistin yönetimi kabul etse bile, çözüm değildir, meşru değildir. Tek meşru çözüm, o topraklarda yaşayan herkesin eşit vatandaşlar olarak tek bir ülkede yaşamasıdır.


8

BİLİM

VİRÜS DEĞİL, İNSAN

Karantina altındaki Wuhan şehri TUNA EMREN

Dünya bir virüs cenneti. Vücudumuzun çevresi, yaşam alanlarımız, bilinen her canlı ve her ekolojik boşluk onlarla dolu. Bitkilerden böceklere, böceklerden memelilere, oradan insana, insandan başka türlere atlıyor, her canlının genomundan topladıkları parçaları türün bireylerine yayıyor, DNA’yı manipüle edebiliyorlar. Virüsler “canlı” kategorisinde değil; metabolizmaları olmadığı için ‘RNA planı’ diyebileceğimiz bir strateji yürütmek zorundalar. Hücreler protein moleküllerini, RNA planlarında ne yazıyorsa ona göre düzenler. Bu veriler de evrensel yapıtaşı olan DNA’dan kopyalanır. RNA tek başınayken de basit proteinler üretebilen çevik, becerikli bir molekül. DNA daha sağlam ve kalıcı ama bunu yapamaz. Virüslerin saldırı planları, hücre ve RNA arasındaki bu ilişkinin taklit edilmesine dayanıyor. Böyle bir gezegende hayatta kalabilmek için son derece gelişmiş bir biyolojik savunma sistemine ihtiyaç var. Neyse ki bu da tüm canlılarda mevcut; bağışıklık sistemi. Bağışıklık dediğimiz savunma ve saldırı mekanizması, B hücrelerinin tuttuğu kayıttan faydalanır. Bu özel bellek tarih boyunca karşılaştığı tüm patojenlerin bilgisine sahip. Aşılar da aynı bellek sistemine yeni veri girmek için kullanılan bir yöntem: Az miktarda patojen vücuda zerk edilir, bağışıklığın bununla nasıl savaşması gerektiği öğretilir. Ancak her yeni virüs yepyeni bir bilmece. Soğuk algınlığı virüsü olarak da bilinen koronavirüs ailesiyle sıkça karşılaşıyor olmamıza rağmen, mutasyona uğramış Wuhan koronavirüsü karşısında böylesine çaresiz kalmış olma-

mızın sebebi bu. Virüsle ilgili gerçekler, yaşanan paniği açıklamaktan çok uzak. Örneğin yayılma hızı ve ölüm oranı SARS ile kıyaslanamayacak kadar düşük. Emin olduğumuz bir diğer gerçek de şu; sadece bağışıklığı güçsüz düşmüş 40 yaş üstü bireylerde panik yaratacak seviyeye ulaşıyor. Yeni bulgulara göre, virüsün kuluçka süresi 2 ila 24 gün arasında. Dolayısıyla karantina süresi 24 gün olarak belirlenmeli. Bu elbette oldukça uzun bir süre. Her şeyden önce, yalıtılmanın, psikolojik anlamda ağır bedelleri olduğunu unutmayalım. Wuhan gibi son derece kalabalık bir kentin tüm giriş çıkışları kapatılarak karantinaya alınmış olması aslında insan haklarını ihlal eden bir durum. Nitekim salgının ilk günlerinde karantinadan kaçan Hubeililere de -sanki amaçları virüsü yaymakmış gibiterorist muamelesi yapılmıştı. Oysa merkezi hükümet ilk tepki olarak durumu örtbas etmeye çalışmak yerine, salgınla mücadelede hemen harekete geçmiş olsa, hastalık çok daha çabuk kontrol altına alınır ve belki de bunların hiçbiri yaşanmayabilirdi. Evet, bir noktadan sonra tüm sağlık sistemi harekete geçirildi fakat bir yandan da kamuoyu algısını değiştirmeye çalıştılar. Örneğin yurttaş gazetecileri ve doktorlar tehdit edilerek susturuldu. Dünya genelinde Çinlilere karşı açık bir düşmanlığa şahit oluyoruz. Öyle ki her öksüren Asyalıya virüs muamelesi yapılıyor, son derece ırkçı ifade ve davranışlara başvuruluyor. Halbuki bu tür bir pandemiye yıllar öncesinden hazırlanıyor olmamız gerekirdi. Bundan herkesin haberdar olması gerek; Wuhan virüsü olmazsa bir sonraki, eninde

sonunda küresel nüfusun önemli bir kısmını tehdit edecek bir patojenle karşılaşmamış kaçınılmaz. Dünyanın hemen her yerine yayılmış yüzlerce biyoteknoloji şirketi tam olarak bu senaryoya hazırlanıyorken biz neden bundan haberdar değiliz? Daha da önemlisi, mevcut sağlık altyapısı dünyayı böyle ölümcül bir karşılaşmadan korumaya hazır mı? Önleyici sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Ve elbette insan haklarını ihlal etmeyen karantina koşullarını da tartışmaya açmalıyız. Bir kişide virüse rastlandı diye 3500 yolcunun bulunduğu bir gemiyi karantinaya alabilir miyiz, bunu düşünelim. Enfekte olmayanları, virüsü taşıyanlarla birlikte (özellikle de kuluçka dönemindeyse, bunu hemen tespit etme imkânımız olmaz) karantinaya alma hakkına sahip miyiz? Japonya’daki o gemide hastaların sayısı 136’ya yükseldi. Peki acaba bunların hepsi virüsü karantina öncesinde mi almıştı gerçekten? Ya da market raflarının boşalmaya yüz tuttuğu Wuhan’da insanların virüsten kurtulsa bile diğer hastalıklara yenik düşebileceği gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyoruz? Enfekte insan sayısının 100 binlere ulaştığı söyleniyor ama unutmayalım; küresel nüfusun yüzde 60’ı Asya’da yaşıyor. Yani sayının bu kadar artması da gayet doğal. Virüsler ırk, sınıf, din, dil ayırt etmez. Onlar karşısında hepimiz aynı derecede güçsüzüz. Hep beraber bir pandemi sınavı verdik ve maalesef bu sefer sınıfta kaldık. Bir sonrakinde yine, virüsten hızlı yayılan paniğe yenik düşmek zorunda değiliz. Fakat bunu değiştirmenin yolu, öncelikle sağlık sistemlerimizin ve karantina koşullarının gözden geçirilmesinde yatıyor.


AKTİVİZM

2020 MÜCADELE YILI: DİRENEN İŞÇİLER BULUŞUYOR Antikapitalistler tarafından düzenlenen Emek Forumu’nda çok sayıda işçi deneyimlerini paylaşacak. Forumun örgütlenmesi ve hedeflerini Çağla Oflas’la konuştuk:

Dünyada benzer süreç yaşanıyor. Ama baskılara ve yoksulluğa karşı yükselen bir hareket var. 2019 yılında dünya işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin öfkesiyle sarsıldı. Dünyanın her yerindeki emekçiler, Şili’den Ekvator’a, Hong Kong’a, Lübnan’dan, Irak’a, İran’a kapitalizmin yarattığı açlığa, sefalet koşullarına, iklim değişikliğine, kadınlara yönelik şiddete karşı isyan etti.

İSİG MECLİSİ: OCAK AYINDA EN AZ 112 İŞ CİNAYETİNİN YAŞANDI İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) ocak ayı iş cinayetleri raporunu açıkladı. Yüzde 76’sı ulusal basından yüzde 24’ü ise işçilerin mesai arkadaşları, aileleri, iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri ve sendikalardan gelen bilgilerle hazırlanan rapora göre Ocak ayında en az 112 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu işçilerin 7’si göçmen işçiler.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

BÜTÇE, ASKERİ OPERASYONLAR İÇİN DEĞİL, İNSANCA YAŞAM İÇİN KULLANILMALIDIR Hükümet bütçesi 2019 yılında 124 milyar TL açık verdi. Geçtiğimiz son iki ayda bütçe açığı artmaya devam etti. Aralık 2019’da 31 milyar TL açık verdi, Ocak 2020’de bunun üzerinde bir açık bekleniyor. 2019 yılı başında 885 milyar TL olan harcama bütçesi, yıl içinde yapılan ek harcamalar sonucu 999 milyara yükseldi. 114 milyar TL fazladan harcama yapıldı. Bütçe harcamalarının önemli bir kısmı askeri harcamalar. 2019 bütçesinde, Savunma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma bütçeleri bir önceki yıla göre

METAL İŞÇİLERİNİN GÜCÜ 130 bin işçinin üyesi olduğu Türk Metal Sendikası’nın MESS ile yürüttüğü grup toplu iş sözleşmesi görüşmeleri, metal işçilerinin kazanımıyla sona erdi. Anlaşmaya göre ilk 6 aylık ortalama yüzde 18.49, birinci yıl içinse toplamda yüzde 25.50 oranında zam elde edildi. MESS’in üç yıllık sözleşme, esnek çalışma, istirahat izni ücretlerinin ödenmemesi gibi bir dizi kazanılmış hakka yönelik saldırıları da bertaraf edildi. Son bir yıldır birçok işkolunda ücret artış oranlarlarının tek haneli sayıları geçemediği koşullarda, metal işçileri iyi bir sonuç elde etti. Türkiye kapitalizmi için kilit önemde bulunan fabrikalarda çalışan örgütlü sanayi işçilerinin grev tehdidi, üretimin bir gün bile grevle kesilmesinden korkan patronlara geri adım attırdı. 2017-2018 toplu sözleşme döneminde elde ettikleri rekor zammı da unutmamak gerekir.

Bu yıl Emek Forumuna bir araya gelen işçiler neleri konuşacak? Çağla Oflas: Ücretli çalışanlar açısından uzun zamandır “kemer sıkma” süreci yaşanıyor. İktidar şirketleri korumak için hazine garantileri, çeşitli kredi ve borçlanma kolaylıkları sağlıyor. Ama emekçiler peş peşe gelen zamlar ve düşük ücret artışları nedeniyle sefalet koşullarında yaşıyorlar. Son bir yılda elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, gıda fiyatlarına yüzde 50, tekel ürünlerine yüzde 60, süte yüzde 50 zam geldi. Yoksulluk rakamının 6.850 TL olduğu koşullarda, kamu çalışanlarına yüzde 4 artı 4 zamdan sonra, asgari ücrette çalışan işçilere 2.300 TL’lik sefalet ücreti verildi. Özel sektörde de durum aynı, iktidara sırtını dayayan patronlar 3 yıllık sözleşmelerle yüzde 10’u geçmeyecek zamlar dayatmaktalar. Ayrıca en temel kazanımlarımız kıdem tazminatımız ve emeklilik haklarımız iktidar tarafından gasp edilmek isteniyor.

9

Grev yapıp kazanan Trelleborg işçileri

İşçi sınıfının aşağıdan kitlesel mücadelesi etkisi 2020 yılına da devam ediyor. Fransa’da Macron’un emeklilik sistemini tamamen altüst eden yasa tasarısına karşı mücadele Aralık ayından beri devam etmekte. 2018 yılında akaryakıt zammına karşı Sarı yeleklilerin mücadelesinden sonra Macron iktidarı kitle grevleriyle sarsılıyor. Fransa’da greve çıkan işçilerin sayısı 1 milyona ulaştı. Ocak ayında Hindistan’da tarihinin en kitlesel grevi yaşandı. 250 milyon işçi, Modi’nin ırkçı yasasına karşı; asgari ücretin yükseltilmesi, hayat pahalılığına son verilmesi ve işçi sınıfına yönelik saldırılasıların durdurulması için greve çıktı. Türkiye’de neler oluyor? Türkiye’de hareket dünyadaki kadar yoğun değil ama grev yasaklarına, işten atılmalara, iş cinayetlerine karşı aşağıda öfke birikiyor. İşçiler işten atılmalara, baskılara rağmen, “işçiler açken, patronlara huzur yok” diyerek sokakları, meydanları boş bırakmıyorlar. Yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında eriyen ücretlerini yükseltmek, yaşam koşullarını düzeltmek için mücadele ediyorlar. Asgari ücret koşullarında çalışan Trelleborg işçileri 44 günlük grevleri sonucunda ücretlerine yüzde 34 oranında zam almayı başardı. Yine metal işçilerinin mücadelesi MESS Patronları yüzde 17 oranında zam yapmak zorunda kaldı. Emek Forumu’nda hem bu deneyimleri paylaşacağız. Hem de birlikte mücadele etmenin yollarını tartışacağız. yüzde 50 artırılarak 99 milyar TL’ye yükseltilmişti, gerçekleşen ise 120 milyar TL oldu. 2020 yılında 115 milyar TL ödenek ayrıldı, muhtemelen gerçekleşen 140 milyar TL olacak. Bütün bu açıkların sebebi, Türkiye’nin askeri harcamalarındaki artıştır. Ekim ayında başlayan S-400 alımları ve Suriye’ye yönelik askeri operasyonlar bütçeden, yani cebimizden karşılanıyor. Bu harcamalara bir de Libya operasyonu eklenince bütçe açığı katlanarak artmaya başladı. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, artan enflasyona yönelik tepkilere, “askeri operasyonlar için mermiye ihtiyaç olduğunu” söyleyerek geçen yıl şu şekilde yanıt vermişti: “Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün.” Sonuçta 2300 TL asgari ücretle bir ay boyunca yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca işçi, militarizmin, askeri operasyonların ceremesini çekmeye devam ediyor. Bizler elbette öncelikle ekmeğimizin peşindeyiz. Kurşundan, bombadan, silahtan önce yaşam koşullarımızın düzeltil-

Ekonomik krizi fırsata çevirmek isteyen MESS, iktidarın grev yasaklarına güvenerek, üç yıllık sözleşme, esnek çalışma, istirahat izin ücretlerini ödememe gibi kazanılmış hakların gaspına yönelik bir dizi madde ile masaya oturdu ve ilk altı aylık sürede yüzde 6.05 oranında zam teklifi yaptı. Yüzde 6,05’lik teklifin kabul edilmemesi üzerine MESS teklifini yüzde 8’e çıkardı. Yüzde 8’lik zam teklifine ise metal işçilerinin cevabı ‘grev yaparız’ oldu. Birleşik Metal-İş ve Türk Metal üyesi işçiler, MESS’in dayatmalarına işyerlerinde toplantılar, alkışlı yürüyüşler, iş bırakmalar, mesaiye kalmama eylemleriyle cevap verdi. En son 19 Ocak günü, hem Gebze’de hem de Bursa’da işçiler “İşçiler açken, patronlara huzur yok” sloganlarıyla meydanları doldurarak, grev yapmakta kararlı olduklarını gösterdiler. MESS, grev kararı karşısında önce lokavt ilan etti, sonra da anlaşmak zorunda kaldı. Türk Metal’in imza attığı toplu sözleşme, örgütlü olduğu fabrikalarda sevinçle karşılandı. 10 bin metal işçisinin üye olduğu Birleşik Metal-İş ise 5 Şubat’ta grev kararı aldı. Ancak bir kaç gün sonra Hak-İş’e bağlı Özçelik-İş gibi Birleşik Metal-İş de aynı sözleşmeye imza attı. Metal işçileri greve çıkmadı fakat grev kararı alarak ücretlerindeki kayıpların bir kısmını kapatıp yeni döneme moralle girdiler. Bu deneyim işyerinde güçlü sendikal örgütlenmeler ve üretimden gelen güce dayanan eylemliliklerinin kazandırdığını gösteriyor.

mesi için para harcanmasını istiyoruz. Meclisteki muhalefet partileri de (HDP hariç) askeri harcamaların bu kadar yükselmesini tartışmıyorlar, iktidardan hesap sormuyorlar. Oysa Savunma Bakanlığı bütçesinde yüzde 50’lik bir artış söz konusuyken, üniversiteli öğrenci bursu yüzde 6, tarım destekleri ancak yüzde 10 artırıldı. Halkın refahını ilgilendiren bunun gibi onlarca kalem var. Çocuğuna pantolon alamadığı için babaların intihar ettiği bir ülkede, çok büyük kaynakların askeri harcamalara ayrılması hatalıdır. Sadece S-400 projesinden vazgeçilse, 200 bin öğretmen ataması yapılabilir. Nasıl bir bütçe yapılacağı siyasi tercihe bağlıdır. 2015’te güvenlik harcamalarının toplamı 50 milyar liraydı, bugün 120 milyar lira. Hükümetin yaptıklarının özeti şu: Daha fazla silah, daha az okul, daha az öğretmen ataması, daha az hastane, yol, öğrenci bursu… Askeri harcamalar azaltılmalıdır, işçilere, eğitime-sağlığa ayrılan kaynaklar artırılmalıdır. Militarizm işçi sınıfının sağlığına her açıdan zararlıdır.


10

KÜLTÜR

OSCARLI BELGESEL AMERİKAN FABRİKASI:

İŞÇİLERLE PATRONLAR AYRI GEMİLERDELER

Belgeselden bir kare MELİKE IŞIK

Steven Bognar ve Julia Reichert tarafından yönetilen Amerikan Fabrikası adlı belgesel, Çinli bir yatırımcının Amerika’da 2008 Krizi sonrası kapatılmış olan General Motors fabrikasını otomotiv camı üretmek üzere yeniden açmasını konu alıyor. Yönetmen Julia Reichert Oscar Ödülleri’nde ‘En İyi Kısa Belgesel’ ödülünü aldı ve konuşmasında "Filmimiz Ohio ile Çin'de geçiyor. Ancak bu film insanların işçi üniformalarını giyip ailelerini geçindirmeye çalıştığı her yer için olabilirdi. İşçi sınıfının hayatı bugünlerde çok daha zor bir halde. Eğer dünyadaki tüm işçiler birlik olursa hayatlarının iyileşebileceğine inanıyoruz” diyerek bu belgeselin yalnızca Ohio ya da Çin’deki değil; dünyadaki tüm işçilerin mücadelesini temsil ettiğini dile getirdi. Belgeselde yer alan fabrikanın kurucusu ve Fuyao Glass’ın CEO’su fabrikadaki tüm sorunları “Amerikalı-Çinli” karşıtlığından ibaret görürken yönetmen Julia Reichert Oscar’daki konuşmasında, bu anlayışa tamamen karşı çıkıyor. Kapitalistlerin gözünde fabrikadaki sorun farklı millet ve kültürlerin çatışmasından ibaret, oysa Julia Reichert, konuşması ile Amerikalı, Çinli ya da başka milletlerden işçilerin bölünmeden hakları için hep beraber daha güçlü mücadele edebileceğini hatırlatıyor. Fakat belgeselin başından itibaren gösterildiği üzere Çinli işçilerle Amerikalı işçilerin hem çalışma koşulları hem de kültürleri birbirinden oldukça farklı. Amerikalı işçilerin Çinlileri örnek almasını isteyen şirket, bir grup işçiyi eğitim için Çin’e gönderiyor ve Amerikalılar orada kendilerinden çok daha hızlı, disiplinli ve adeta askeri düzenle çalıştırılan işçilerle karşılaşıyor. Çinli işçilerin çalışma saatleri Amerikalı işçilere göre oldukça uzun ve izin süreleri de daha kısıtlı. Aynı zamanda Çin’de iş güvenliği Amerika’dakinden çok daha kötü durumda. Amerikalılar Çinli işçilerin kesilmez eldiven ve koruyucu gözlük olmadan kırılan camları toplaması karşısında şaşıp kalıyor. Tüm bu farklılıklar, Çinli işçiler ile Amerikalı

işçiler arasında bir bariyer oluşturuyor. Çinli işçilere uygulanan vatana hizmet baskısı Şirket yöneticilerinin asıl sorunu Çinli işçileri devlet baskısı ve milliyetçi söylemlerle kontrol altına alabiliyorken Amerikalı işçiler üzerinde böyle bir güçlerinin olmaması. İstedikleri verimi alamadıkları bir Amerikalı işçinin aksine Çinli bir işçiyi yalnız tembel ve yavaş olmakla değil; Çin’e gerektiği gibi hizmet etmemekle de suçluyorlar. Bu açıdan bakıldığında milliyetçiliğin işçi sınıfına verdiği zarar yalnızca farklı milletten iki işçi grubunu bölmesi, birbirine düşman haline getirmesi değil; fakat aynı zamanda tek bir ulus içerisinde de işçiler üzerinde verimi arttıracak bir baskı aracı olarak kullanılmasıdır. CEO işçilerle yaptığı konuşmalarda sık sık her Çinlinin ülkesine ve halkına borçlu olduğuna vurgu yapıyor. Doğal olarak işçiler, çalışırken kendilerinin ya da ailelerinin değil; şirketin ve Çin’in çıkarlarını gözetmek zorunda bırakılıyorlar. Bu, Çinli işçiler üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturuyor ve çalışanlar sürekli maaşlarını hak ettiklerini kanıtlama mecburiyetinde bırakılıyor. Yöneticilerin CEO ya da işçi fark etmeksizin Çinlilerin aynı gemide olduğunu sık sık dile getirmesinin ardından Çin’deki işçilerin çalışma koşulları bize kapitalistlerle işçiler arasındaki çelişkiyi daha net bir şekilde gösteriyor. İşçilerin çoğu, ailesinden uzakta yalnızca üretimi arttırma bilinciyle çalışıyor. Kendilerine sık sık tarif edilen “o gemide” kalmak uğruna hayatlarını tehlikeye sokarak iş güvenliği olmadan çalıştırılıyorlar. Amerikalı işçiler üzerinde hızlı üretim baskısı Çinli işçiler üzerindeki bu baskı bir süre sonra Amerikalı işçilere de sirayet ediyor. Şirket yöneticileri, Amerikalı işçilerin üretimi arttırma düşüncesi ile değil de maaşları için çalışıyor olmasından şikayetçi olmaya başlıyor. Çin’deki sert koşullarda işçi çalıştırmaya alışmış olan

CEO, ilk başta Amerikalı işçilere söz geçirmekte zorlanıyor. Şirket CEO’su açısından Amerikalı işçiler tembel ve başına buyruk. Yönetimle bu kadar çatışmalarının sebebi ise, kazanımlarına sahip çıkmak istemeleri değil; “Çinlilere düşman olmaları”. Oysa Amerikalı işçilerin gözünden bakıldığında durum bu kadar basit değil. 2008’den önce çalıştıkları GM fabrikasında saat başına aldıkları ücretin yarısından azını alabiliyorlar, yemekhane dahil her yer üretim alanını haline getirilmiş ve molaları da oldukça kısıtlanmış. İşçiler, verimi arttırma odaklı Çinli yöneticiler ile müşteri memnuniyeti odaklı Amerikalı Kalite Ekibi arasında sıkışıp kalıyor ve her iki taraftan gelen ayrı baskı, çalışma şartlarını tahammül edilemez bir hale getiriyor. Fabrikada işler hem zihnen hem de bedenen iki işçi grubu için de oldukça ağır. Kim hangi gemide? Şirket yöneticileri başından beri Amerikalı işçileri Çinli işçilerden çok farklı bir yere koyup tembellikle suçlasa da de Çinli işçiler zamanla, Amerikalı işçilerin hiç de kendilerine anlatıldığı gibi rahat ve üstün bir hayat sürmediğini, aksine onların da kendileri gibi birçok fedakârlık yaptığını, kimi zaman iki işte birden çalıştığını fark ediyor. Bu noktada şirkette yukarıdan aşağı dayatılan bölünme git gide etkisini yitirmeye başlıyor. Çinli işçilerin bir kısmı, kültürel farklara rağmen Amerikalılarla ortaklıklarını fark ediyor. Yalnız Çin’de değil, dünyanın her tarafında kapitalistler işçilerin çıkarıyla kendi çıkarlarının birebir örtüştüğü yanılsamasını oluşturarak işçi sınıfının mücadelesini engellemeye çalışıyor. Oysa milliyetçi söylemlerin işçi sınıfına fayda sağlaması mümkün değildir. Milletleri, dilleri, çalışma saatleri farklı olsa da benzer sorunlarıyla, uğrunda mücadele verdikleri kazanımlarla aynı gemide olan olsa olsa işçi sınıfıdır ve işçi sınıfının kazanımlarını elde eden yine işçilerdir.


AKTİVİZM 643

DEVRİMCİ SOSYALİST GELENEĞİN KÜRSÜSÜ

2019 21 Ağustos 3 TL. sci.org sosyalisti

K GAZETE

DEVRİMCİ

İTALİST HAFTALI

ANTİKAP

-

DEVRİMCİ

VDEN ALDI

SLERİ GÖRE

KAN SECİLMİ -

-

ATANMIS BA

ANTİKAPİTALİST

HAFTALIK

GAZETE

1 Kasım 2019 3 TL. i.org

sosyalistisc

SDOEKĞ AKİLTA

KAYYUM İ MOKRAS YDASEAS IRAK

döndü. siyaseti geri Diyaru Kayyum oylarla seçilmiş belediye u Yüksek ve Van alındı. bakır, Mardin rı görevden orbaşkanla eçilme hakkını u Seçme-s antidemokratik teptadan kaldıran kesimlerin

648

İST DEVRİMCİ ANTİKAPİTAL

647

MiLYONLAR

ŞİLİ

le farklı 3 müdaha 2019 dı. sayfa 23 Kasım TL. kisiyle3karşılan g sosyalistisci.or

HAFTALIK GAZETE

ETİ İSTEDİ

IN KÜRESEL LARIN YOTİFKASDUAL İN

ÜM LÜBNAN AKP HÜK YÖNETİMİ SATTI

AN, HONG KONG,

GREVİ İÇİN KÜRESEL İKLİM MASINA KATILAN ÖĞRENCİ BULUŞ ANLATIYOR: SELİN GÖREN ORTAKLAŞTIRILDI” R “DENEYİMLE

-

İRAN, IRAK, LÜBN

K-İŞVYA... BOLİ ŞİLİ,TÜR

sayfa 9

sayfa 5

ÖFKESİ DÜNYAYI SARSIYOR SURİYE HAL BİTMEYEN KLARININ TRAJEDİS n Yeni statüko İ ve emperyalist mutabakat n Suriye’de kazan

n Sosyalistler

kim? Kaybeden kim? nasıl bir çözümden yana?

Kapitalist sistemin içinde bulundu delesi sonucu ortaya ğu ekonom deniyle ik kriz, hegemo tüm dünyad çıkan savaşla r ve ona krizinde a emekçil nya mücaeşlik eden n sonra, erin sisteme devrimler, iklim krizi yılın ardında yönelik meydan nen, yeni öfkesi artıyor. işgalleri, bir küresel kitlesel grevlerl 2008 isyan dalgasıy e geçen la karşı 10 Çağla Oflas karşıyayız. yazdı: Küresel isyan büyüyo r sayfa 6-7’de

“IRKÇILIK CANLI TUTULUYOR FAKAT KAZA NMIŞ DEĞİL ”

neleri değiştirdi?

“Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Platformu”n Ahmet Yıldırım’la un kurucularınd milliyetçiliğin an şekillendiğin hangi dinamiklere i konuştuk. bağlı olarak

sayfa 2-3’te

PORTRELER:

ROSA LUXEMBURG

sayfa 4’te

29 KASIM’DA İKLİM İÇİN GREVE! sayfa 11

sayfa 4

BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN! İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41 Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Akhisar: 0 544 327 04 45 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Bursa: 0 507 727 50 45 Çanakkale :05324623804 Dersim: 0 543 447 24 15 Kars: 0 536 696 65 98 Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla : 0 539 932 21 17 Samsun: 0 551 450 64 52 Sivas: 0 533 515 28 24 Soma: 0 532 693 70 57 Tekirdağ: 0 533 233 41 50

MARKSİZM GÜNLERİ Marksizm Günleri 1992 yılından beri Devrimci Sosyalist

İşi Partisi’nin evsahipliğinde yapılıyor. Dünyayı değiştirecek fikirleri tartışmak, geliştirmek ve mücadeleyi örgütlemek amacıyla 27 yıldır kesintisiz olarak yapılan Marksizm Günleri’ne şimdiye kadar Türkiye’den ve dünyadan solun önemli isimlerinden yüzlercesi katıldı, konuşmalar yaptı. Teorik ve tarihsel konularla güncel politik gelişmelerin anlaşılması, geçmiş mücadele deneyimlerinden yola çıkarak güncel mücadelelere nasıl hazırlanmak gerektiği örgütleyicilerinin hep aklında olan sorular oldu. Marksizm Günleri teorik tartışmalar yapmak isteyenlerin, kapitalist ekonomik ve toplumsal örgütlenme modelinin yarattığı tüm sorunlarla baş etmek zorunda kalanların, bu sorunlara karşı mücadele etmek isteyenlerin ve başka bir dünya için mücadele eden aktivistlerin buluşma yeri ve kürsüsü oldu. Marksizm Günleri’nin bu kadar uzun süredir yapılmasının ve her yıl ilgi odağı olmasının nedeni de teori ve pratiği bir araya getirmesidir. Marksizm 2020: Küresel isyan, devrimci fikirler Biz devrimci Marksistler sosyal demokratlardan ve Stalinizm’den esinlenen geleneklerden ve tepeden inmeci sol anlayışlardan farklı olarak, sosyalizmi büyük çoğunluğun büyük çoğunluk adına, aşağıdan, bağımsız ve bilinçli hareketi olarak kavrıyoruz. 2019 yılı da küresel bir isyanın başladığı, protestolarla dolu bir yılı oldu. Asya, Avrupa, Güney Amerika ve Ortadoğu’da 17 ülkede yaşanan ayaklanmalar; iklim krizine karşı ardı ardına grevler yapan öğrenciler, milyonluk iklim eylemleri; kadınların sağcı politikalara karşı haklı öfkeleriyle yükselen ve her türlü baskıya rağmen bastırılamayan mücadeleleri, Hindistan’da işçi grevleri, Fransa’yı sarsan sarı yelekliler hareketi… Kapitalizmin ekonomik ve ekolojik krizi altında yoksullaşan, yoksunluğa itilen, gelecekleri yok edilen milyonlar küresel bir isyan halinde. Bu isyan dalgası bitmedi. Hindistan’da aşırı sağcı Modi’nin ırkçı yurttaşlık yasasına karşı başlayan kitlesel eylemlerine eklenen öğrenci eylemleri Ocak ayında 250 milyon işçinin katıldığı grevle daha da büyüdü. Macro’nun kemer sıkma politikalarına karşı Fransa’da son 34 yılın en uzun grevi polisin çok sert müdahalelerine rağmen devam ediyor. Yine Irak’ta gösterilerde çok sayıda kişinin öldürülmesi, yaralanmasına rağmen protestolar devam ediyor. İklim aktivistlerinin yılın ilk kitlesel eylemi Davos’da yapılan dünya ekonomik zirvesine karşı oldu. İk-

portreler ANGELA DAVIS ABD’li siyah ve kadın hakları savunucusu komünist

aktivist Angela Davis 1944 yılında Birmingham, Alabama’da doğdu. Alabama, ırk ayrımcılığının en yüksek olduğu eyaletlerden biriydi, Ku Klux Klan isimli ırkçı örgüt siyahlara arka arkaya saldırılar düzenliyordu. Davis, 15 yaşındayken bir burs kazanarak New York’ta “Küçük Kızıl Okul” olarak anılan Elisabeth Irwin Lisesi’nde eğitim gördü. Burada Marksizm’le tanışan Angela Davis komünist bir gruba katıldı. 1960’larda Vietnam savaşına karşı hareketin başlaması ve sivil haklar hareketinin yükselişiyle Angela Davis radikal bir aktivist olarak öne çıktı. Aynı yıllarda Fransa ve Almanya’da çeşitli üniversitelerde

eğitim gördü, Adorno, Horkheimer, Marcuse gibi Frankfurt Okulu teorisyenlerinden dersler aldı. 1968 yılında ABD’ye geri dönen Davis, önce şiddet karşıtı bir öğrenci örgütüne, sonrasında Kara Panterler’e katıldı. 1968 Haziran’ında ise ABD Komünist Partisi’ne üye oldu. Öğretim üyesi olarak görev yapan Davis, 1970 yılında komünist olduğu gerekçesiyle işten çıkarıldı. 1970’li yılların başında devlet siyah hareketine tüm gücüyle saldırdı. 18 ay içinde 20’ye yakın Kara Panterler üyesi öldürüldü. Bir mahkeme salonunu basarak içeridekileri rehin alan ve iki siyah tutsağın özgürlüğünü talep eden Kara Panterler üyesi Johathan Jackson’ın polis tarafından öldürülmesinin ardından Davis, Jackson’a silah sağlamakla suçlandı ve tutuklandı. 18 ay cezaevinde kalan Davis’le dünya çapında bir dayanışma gösterildi, tutuklu olduğu dönemde günde yaklaşık 400 mektup alı-

11

TOPLANTI DUYURULARI KADINLAR KÜRESEL İSYANDA FORUMU 29 Şubat Cumartesi, saat 15:00 Konuşmacılar: Meltem Oral-Özengül Ergün Selin Gören-Zeycan Alkış Nostalji Kahve & Kitap - Teyyareci Fehmi Sk. No:12, Osmanbey İletişim: 05467145289 Şişli 20 Şubat Perşembe, saat 19:00 FAŞİZM, UMUTSUZ KİTLELER VE ANTİFAŞİST MÜCADELE Konuşmacı: Meltem Oral

Marksizm toplantıları

lim aktivistleri şimdi Nisan ayında gerçekleşecek 5. Uluslararası iklim grevinin hazırlıklarına başlamış durumdalar. Dünya kaynıyor. Ama bu kaynamaya, kitlelerin bu arayışına alternatif gösterenler sadece işçi sınıfı, sol ya da sosyalistler değil. Otoriter sağ iktidarlar, ırkçılar, askerî darbe sevdalıları, göçmen düşmanları, kapitalizmin içine girdiği kriz atmosferine ulusalcı, milliyetçi, militarist alternatiflerle yanıt vermek isteyenler de var. Bugün dünya çapında süren eylemler otoriter rejimleri sınırlama, geriletme gücüne sahip olduğu duygusunu tüm ülkelerin ezilenlerine aktarıyor. Daha sağ alternatifleri iktidara gelmeden süpürme şansına sahip olduğumuzu, sokağa çıkan milyonların geriletilmesinin o kadar kolay olmadığını gösteriyor. Bugün egemenler ekonomik krize, iklim krizine, emperyalizmin krizine ve politik krizlere herhangi bir yanıt üretme şansına sahip değil. Polonyalı sosyalist Rosa Luxemburg’un 20. yüzyılın başında söylediği gibi, bütün bu krizler ya sosyalizmin ya da barbarlığın, ya özgürlüğün ya da toptan çöküşün şafağında olduğumuzu gösteriyor. 8-12 Nisan tarihlerinde yapılacak Marksizm 2020 de, milyonların hareketinden öğrenmenin ve bu hareketlerin kazanması için gerekli olan devrimci fikirleri tartışmanın platformu olarak her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Marksizm 2020, Türkiye’de mücadelenin önüne dikilen engelleri, kutuplaşmayı, ulusal sorunun yarattığı bölünmeyi, Türkiye’nin giderek bölgede daha müdahaleci bir dış politika izlemesinin etkilerini, göçmenlere yönelik ırkçı yaklaşımın yarattığı bölünmeyi nasıl aşabileceğimizi, antikapitalist bir alternatifi hep birlikte hangi fikri temellerde yaratabileceğimizi tartışacağımız bir platform olacak. Gelin birlikte tartışalım. Gelin antikapitalist bir alternatifi hep birlikte inşa edelim.

yordu. 1972 yılında bütün suçlamalardan beraat etti ve serbest kaldı. John Lennon, 1972 yılında yaptığı Angela şarkısını Davis’e ithaf etti. Davis, ABD’de siyahların özgürleşmesinin ancak kapitalizmin bir bütün olarak ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebileceğine inanan bir aktivist. Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli üniversitelerde dersler vermeye devam etti. Bu sırada pek çok kitap yazdı, özellikle Kadınlar, Irk ve Sınıf isimli kitabı ile tanındı. 2003 yılında ABD’nin Irak’a açtığı savaşa karşı hareketin önde gelen liderlerinden biri Davis’ti. Bugün ise hâlen üniversitede ders veriyor ve Demokrasi ve Sosyalizm İçin Haberleşme Komiteleri üyesi olarak Donald Trump’a karşı yapılan eylemlerin içinde yer alıyor. Can Irmak Özinanır

Angela Davis

27 Şubat Perşembe, saat 19:00 SOSYALİSTLER VE DARBE KARŞITLIĞI Konuşmacı: Ahmet Yıldırım Adres: Nakiye Elgün Sok. No: 32/3 İkbal Apt - Osmanbey İletişim: 0 555 637 24 50 Kadıköy 20 Ocak Perşembe, 19:00 İNSAN DOĞASI SOSYALİZME ENGEL Mİ? Konuşmacı: Sinan Özbek 27 Ocak Perşembe, 19:00 QUEER TEORİ VE MARKSİZM Konuşmacı: Dila Ak Adres: Serasker Cad. Nergiz Apt. No:8890 Kat 3 Kadıköy İletişim: 0 533 4479709 Ankara 20 Ocak Perşembe, 18:30 GÜNÜMÜZDE KOMÜNİST MANİFESTO’NUN ÖNEMİ Konuşmacı: Ozan Tekin Adres: Konur Sokak 14/13 Kızılay İletişim: 0 535 8842122 İzmir 17 Şubat Pazartesi, 19:00 YABANCILAŞMA NEDİR? 21 Şubat Cuma, 19:00 KÜLTÜRPARK DİRENİŞİ 24 Şubat Pazartesi, 19:00 CİNSİYET TEMELLİ AYRIMCILIK Adres: Karakedi Kültür Merkezi - Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1462 Sokak No 20/1 Alsancak İletişim: 0 507 555 02 72 ANTİKAPİTALİST ÖĞRENCİLER HER HAFTA AVRUPA VE ANADOLU YAKASINDA BULUŞUYORUZ. İletişim: 0 (555) 637 24 50


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

ÇİÇEKLER SİZİN OLSUN BİZ HAYATI İSTİYORUZ

başına fermuarını kapamasının ve pencereye tırmanmasının mümkün olmaması, elbisesinin kollarının giyilmemiş olması, pencerelerde parmak izinin bulunmaması mahkemeye yeterli gelmemişti. 2014’ten beri yeniden görülen dava sürecinde biri müebbetle yargılanan sanıklar yurt dışına kaçtı ve bu hafta beraat ettiler.

MELTEM ORAL

Kadınlar Birlikte Güçlü bu yıl da tüm kadınları 14 Şubat’ta sokağa çağırıyor. Malum 14 Şubat tüm dünyada “sevgililer günü” olarak “kutlanıyor”. Ancak kutlama denilen şey daha çok heteroseksist toplumsal cinsiyet kalıplarının ve kadınlara dair ayrımcı fikirlerin yeniden üretildiği, cinsel fantezileri tek tipleştiren kapitalist ürün pazarlama stratejisinin üzerimize boca edilmesi oluyor. “Kırmızı kalpli balonların, tek taşların, elektrikli mutfak robotlarının (evet, gerçekten!), pahalı restoranlarda baş başa yemeklerin “aşkın nişanesi” diye pazarlanacağı günlere girdik yine” diye başlayan Kadınlar Birlikte Güçlü çağrısı iyi bir soru soruyor: “Peki, bir hediye "her şeyi affettirir" mi?” Şiddeti, tacizi, tecavüzü, dayatmaları, kısıtlamaları, sevgi diye yutturulmaya çalışılan kıskançlığı romantik bir kaçamakla verilen hediyeler affettiremez. Reklamlar ve billboardlar aşk diye paketleyip satmaya çalıştıkları şeyle kadınların her gün öldürüldüğü bir toplumda yaşadığımız gerçeğinin üzerini örtemez. Daha birkaç gün önce 17 yaşındaki Şeyma Yıldız sevgilisi olduğu bahanesiyle babası tarafından öldürüldü. Üstelik Şeyma Yıldız’ın arkadaşlarının sevgilisi olmadığını söylemesi, katilin cezasını “hafifletmek” için bu bahaneyi ortaya sürmüş olabileceği şeklinde yorumlanıyor. Bu haftanın kadınları isyan ettiren bir başka gelişmesi ise Nazlı Sinem Erköseoğlu’nu öldürmekten yargılanan Paksoy kardeşlere

8 Mart’ta sokaktayız

beraat kararı verilmesiydi. Nazlı Sinem Erköseoğlu 2010 yılında Paksoy Holding’in veliahtları Mahmut Emre ve Can Paksoy’un oturduğu apartmanın havalandırma boşluğunda bulunmuştu. Duymaya alışkın olduğumuz bir “argümanla” olayın intihar olduğunu iddia eden Paksoy kardeşler “kasten adam öldürmekten” yargılanmış ve 2014 yılında delil yetersizliğinden beraat etmişti. Beraat kararını veren mahkeme heyeti gerekçeli kararında “daha önceden sadece selamlaştığı bir erkek ile beraber alkol alıp, gece 03.00’te evine giden, cinsellik yaşayan mağdurenin ne yaptığını tespit etmek

ANTİKAPİTALİST KADINLAR’DAN FORUM ÇAĞRISI Bir kadın grevi örgütleme fikri son dönemde Türkiye’de de feminist çevreler ve kadın örgütleri arasında tartışılıyor. Antikapitalist Kadınlar Türkiye’de farklı sektörlerden ve mücadele alanlarından kadınlarla bir araya gelmek, küresel kadın grevinin deneyimlerini konuşmak ve Türkiye’de böyle bir grevi örgütlemenin olanaklarını kolektif olarak tartışmak, bu ihtimale destek olmak için çağrı yapıyor. 29 Şubat’ta gerçekleşecek toplantının çağrısı şöyle: “8 Mart 2017’de birçok ülkede kadınların greve çıktığını görünce çok heyecanlandık. ABD’de ilk çağrısı yapılan

mümkün değildir” diyerek yine öldüğü için kadını suçlamıştı. Can Paksoy’un gece ilk aradığı kişinin ambulans değil de babası olması ise mahkeme heyetine göre “hayatın olağan akışına uygundu”. Daha sonra Yargıtay’ın beraat kararının bozulmasını istemesi üzerine dava yeniden görülmeye başlandı. Mahkeme tarafından “yetersiz” görülen deliller ise bu süreçte açığa çıktı. Nazlı Sinem Erköseoğlu’nun yüz üstü düşmesine rağmen başının arkasında yara olması, üzerinde sanıkların DNA’sının bulunması, iç çamaşırının ters giydirilmesi, üzerindeki elbisenin darlığı nedeniyle tek

uluslararası kadın grevi arkasına önceki yıllarda kitlesel olarak sokağa dökülen Polonya ve Arjantin gibi ülkelerdeki kadın hareketinin rüzgarını almıştı. Kadın cinayetlerini durdurmak, cinsiyetçiliği yenmek, eşit işe eşit ücret veya kürtaj gibi haklarımızı savunmak, ekonomik krizin faturasını ödememek ve daha birçok talep için yükselen ses, o günden beri gezegenin her kıtasına yayıldı. İrlanda, İspanya, Lübnan, İtalya, Yunanistan, Brezilya, İzlanda, Hindistan son birkaç yılda kadınların grev veya gösterilerle sokaklara çıktığı ülkelerden sadece bazısı. Bu dalga tacize, tecavüze, şiddete karşı #metoo diyenlerle daha da büyüdü. Türkiye’deki kadınlar son yıllardaki siyasi iklimin bunaltıcılığını her 25 Kasım ve 8 Mart’ta daha da kalabalık sokağa çıkarak kırdı ve özgürlüğün sigortasının birlikte harekete geçmek olduğunu gösterdi. Kendimizi küresel

Son dönemde kadınların kazanılmış haklarına dönük saldırıların yanı sıra giderek dozunu arttıran kadın cinayetleri de büyük bir öfkeyi biriktiriyor. Önümüzdeki 8 Mart’ta kadınların otoriterliğe, “genel ahlak” baskısına, savaşa, her türden şiddete, cinsiyetçiliğe, işsizliğe karşı öfkesi yine sokakta olacak. Sadece Türkiye’de değil üstelik. Son yıllarda 8 Mart’ta küresel çapta kadın grevlerine tanık olduk. 2016’dan bu yana İspanya, Şili, Arjantin, Polonya, İzlanda, İsviçre, ABD gibi yeryüzünün birçok farklı noktasında kadın grevleri gerçekleşti. Bu yıl Şili, ABD/Los Angeles, Asya Pasifik ülkeleri ve Yunanistan’da kadınlar grev hazırlığında, birçok ülkeden de eylem çağrısı var. Ücret eşitsizliği, kürtaj hakkına dönük saldırılar, taciz, tecavüz ve şiddetin önlenmesi, işte, evde, okulda, sokakta, sette, sahnede kısaca hayatın her alanında kadınlara dönük ayrımcılık, “hayır”dan anlamayanlar, kadının beyanını esas kabul etmeyenler, otoriter ve sağcı siyasetlerin kadını yok sayan aileyi yücelten politikaları, ekolojik kriz ve daha birçok farklı konu tüm dünyadan kadınların gündeminde.

kadın hareketinin bir parçası olarak görüyoruz. Türkiye’de de bir kadın grevi örgütleyebilme ihtimaline heyecanlanan hatta bunun için yavaştan kolları sıvayan kadınlarla bir araya gelmek istiyoruz. Setten, sahneden, kampüsten, işyerinden, evden, sokaktan kısaca olduğumuz her yerden grev ihtimalini mümkün kılmak için ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz diye birlikte düşünmek ve konuşmak için 29 Şubat’ta buluşalım diyoruz. 29 Şubat Cumartesi 14.00’te Osmanbey’deki Nostalji Kafe&Kitap’ta görüşmek üzere.” Etkinliğe katılan kadınların kendi alanlarından deneyimlerini ve mücadelelerini paylaşacağı toplantıda Antikapitalist Kadınlar’dan Meltem Oral, feminist Özengül Ergün, iklim aktivisti Selim Gören, Barış için Sanat’tan Zeycan Alkış birer sunum yapacak.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.