Mayıs 2019 Sayı 4 10 TL
Sanayi 4.0: Teknoloji işçi sınıfını yendi mi? Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett SSCB Sosyalist miydi? | Meltem Oral Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm | Philipp Probst
İçindekiler Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm Şenol Karakaş
5
Otoriterleşme ve Milliyetçilik Arife Köse
17
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” Roni Margulies
27
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik Ozan Ekin Gökşin
33
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Sinan Laçiner
42
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu Faruk Sevim
59
Emperyalizm, Savaş ve Direniş Ozan Tekin
70
Değer Her Şey Değildir John Bellamy Foster, Paul Burkett
80
SSCB Sosyalist miydi? Meltem Oral
92
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
97
Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm Philipp Probst
112
Enternasyonal Sosyalizm | MAYIS 2019 | ISSN: 1301-0204 | 10 TL Sahibi: Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti adına Ozan Tekin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Meltem Oral Editörler: Can Irmak Özinanır, Canan Şahin, Gül Dönmez, Faruk Sevim, Şenol Karakaş Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No:230, Topkapı/ İstanbul Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yılda iki kez yayınlanır | İletişim: 0555 637 24 50
1
“Bütün devlet teşkilatı giderek ilkel biçimine, [yani] silahlı adamlardan oluşan müfrezelere geri dönüyor. İktidar ve mülkiyet biçimleri sorunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında burjuvazi, oy saymak yerine süngü, makineli tüfek ve toplarını saymakla meşgul oluyor.”
Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi’ne sunduğu Maniefsto’da Troçki parlamenter hayallerin dünya savaşının hemen ardından yerini açık otoriter ve bir sonraki savaşa hazırlanan rejimlere bırakışını bu sözlerle anlatıyordu. Devlet teşkilatlarının silahlı adamlardan oluşan müfrezeler olarak açık haline dönüştüğünü bugünlerde de gözlemliyebiliyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde otoriter popülist iktidarlar devletin gerçek yüzünün kitleler tarafından net bir şekilde görülmesine neden oluyor. Otoriteri koruyan otoriter!
Enternasyonal Sosyalizm’in 4. Sayısında “Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm” başlıklı ilk makalede Şenol Karakaş otoriter iktidarların karakterini ve AKP-MHP koalisyonunun sınıf niteliğini tartışıyor. Arife Köse “Otoriterleşme ve milliyetçilik” başlıklı makalede, çok sayıda örnek vererek otoriter iktidarların milliyetçiliği nasıl kullandıklarını ele alıyor. Makale, AKP’nin milliyetçiliği kullanma şekli hakkında bir tartışmayı da içeriyor. “Silahlı kuvvetler ve ‘silahsız kuvvetler’: Devlet, darbe ve ‘orta sınıf ’” başlıklı yazısında Roni Margulies siyasal tarihi aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi olan Türkiye’de darbelerin toplumsal tabanı hakkında bir tartışma yapıyor. Ozan Ekin Gökşin “Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik” başlıklı makalesinde Suriye iç savaşıyla birlikte göçmenlik meselesinin küresel ve yerel boyutlarını ele alıyor ve sosyalistlerin göçmenlerle dayanışma açısından aldıkları tutumu, sosyalist hareketin tarihi içerisinde tartışıyor. Yazı ırkçılığa yaklaşımın sosyalistler açısından turnusol kağıdı işlevi gördüğünü de vurguluyor. Sinan Laçiner, “Tek partili cumhuriyet dönemi azınlık politikaları” başlıklı kapsamlı yazısında, tek partili dönemin Türk ve Müslüman olmayan halklara yönelik
2
milliyetçi baskıcı politikalarının yarattığı yıkım, değişim, trajedileri ve sosyal ve siyasal düzeni tartışıyor.
sandıktan çıkan kararın değişmesi için müthiş bir baskı uyguladı.
Faruk Sevim “İşçi sınıfının durumu” başlıklı makalesinde sınıf mücadelesi ve kapitalizmin tarihsel gelişimi bağlamında işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin evrimini ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.
YSK kararı, sandıktan çıkanın tanınmadığının, iktidarın otoriterleşmenin ötesine doğru yol almaya başladığının da kanıtı oldu. Bu kararın bir dizi ekonomik ve siyasal sonucu olacaktır. Önemli olan, şimdi, bu rejime karşı kitlesel mücadelenin yollarını yaratmaktır.
Ozan Tekin ise “Emperyalizm, savaş ve direniş” başlıklı makalesinde hem emperyalizmin yarattığı istikrarsızlığı ve bölünmeyi hem de dünyada oluşturduğu yıkımı ele alıyor ve olgunun sadece emperyalizmin yarattığı acılardan ibaret olmadığını ve tüm dünyada milyonlarca insanın savaşlara, sömürüye ve diktatörlüklere karşı direndiğini örnekleriyle tartışıyor. “Değer her şey değildir” başlıklı makalelerinde ise John Bellamy Foster ve Paul Burkett, ekoloji tartışmalarında Marksistleri eleştirenlerin değer teorisi üzerinden ilerlediğini ve bu teorinin tüm gelişmeleri açıklamaktan uzak olduğunu söyleyen, sözcülüğünü liberal çevrecilerin yaptığı eleştirilere yanıt veriyorlar. Makale Marksizm’in bir savunusu olmanın öte kapsamlı ve ikna edici bir teorik çerçeve sunuyor. Levent Yıldırım ve Özdeş Özbay, “Sanayi 4.0: Bildiğimiz kapitalizmin sonu mu?” makalelerinde, teknolojik gelişmelerin, robot teknolojisinin ve yapay zekanın kapitalist üretim tarzında köklü değişiklikler yarattığını ve bu değişikliklerin işçi sınıfının yapısını değiştirdiğini ve işçi sınıfına dair Marksist tanımları artık geçersiz kıldığını savunan iddialara tarihsel bir perspektiften Marksist yanıtlar üretiyorlar. Meltem Oral, dergimizin 4. sayısına yazdığı makalesinde Tony Cliff ’in geliştirdiği ‘Rusya’da devlet kapitalizmi’ teorisinin önemini tartışıyor. Ekim devrimi sonrası Rusya’nın toplumsal analizini yapmanın, Stalinizm’in devrimci eleştirisini yapmak ve işçi sınıfının mücadelesini teorisinin ve eyleminin merkezine yerleştiren gerçek Marksist geleneği sürdürmek açısından yaşamsal önemde olduğu yazarın vurguları arasında. Philipp Probst, “Marksist bir kriz analizi: Zombi Kapitalizm” makalesinde İngiliz devrimci Marksist Chris Harman’ın bundan on sene önce kaleme aldığı Zombi Kapitalizm kitabını tanıtıyor. Bu yazı vesilesiyle Marksist geleneğin son parlak temsilcilerinden olan Chris Harman’ı da bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Enternasyonal Sosyalizm matbaaya doğru yola çıktığında, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) İstanbul seçimlerini 7’ye karşı 4 oyla iptal ettiğini açıkladı. Bu, derginin bu sayısında ilk iki yazıda yapılan tartışmaların haklılığını ortaya koyan bir karar. Bugüne kadar sandığa aşırı önem veriyor gibi görünen AKP liderliği, MHP’nin desteğiyle
Bu gelişme yine de 31 Mart seçimlerinin en büyük kaybedeninin AKP olduğu gerçeği hiçbir şekilde değişmeyecek. AKP hâlâ en çok belediye kazanan parti olabilir ama durumu 16 Nisan referandumunu andıran bir hâl aldı. 2014 seçimlerinde AKP 800 belediyeye sahipti, 31 Mart seçimlerinde bu belediyelerin azımsanmayacak bir bölümünü kaybetti ama daha önemlisi büyükşehir belediyelerinde tam bir çöküş yaşadı. AKP 16 ilde belediye başkanlıklarını kaybetti. 15 Temmuz darbesinin ardından hızlanarak pekiştirilen yerli-milli politik hat, AKP’nin hem CHP’ye hem de ittifak ortağı MHP’ye doğru kaybettiğini gösteriyor. Özetle AKP, bölgede üç belediyeyi HDP’den geri almayı başarırken, aralarında İstanbul, Ankara ve Antalya gibi dev şehirlerin olduğu 16 belediyeyi CHP ve MHP’ye kaybetti! Başka bir ifadeyle, 2014 verilerine bakıldığında Ankara, Antalya, İstanbul gibi illeri kaybederek, AKP, artık Gayri Safi Milli Hasıla’nın belediyeler bazında sadece %30’unu elinde tutuyor, bu oran önceden %75’ti. Bekir Ağırdır’ın seçimden sonra yaptığı analiz, Enternasyonal Sosyalizm’i yayınlayan DSİP’li aktivistlerin seçimden sonra yayınladığı basın açıklamasıyla bütünüyle uyuşuyor: “Yerel meclis oylarında Cumhur İttifakı’nın toplamda 24 Haziran oylarından 5,1 puan oy kaybettiği hesaplanıyor. Fakat buna karşılık kaybedilen bu oyların Millet İttifakı’na yönelmediği, Millet İttifakı’nın 24 Haziran oylarını yalnızca 0,9 puan artırdığı anlaşılıyor. Azalan oyların yarıya yakını sandığa gitmemiş, diğer yarısı da diğer partilere gitmiş. Aynı hesaplamayı belediye başkanlıkları oyları ile 24 Haziran milletvekilliği oylarını karşılaştırarak yaptığımızda Cumhur İttifakı oylarında 5,8 puan kayıp olduğunu görüyoruz. Bu tablodan tespit etmemiz gereken üçüncü önemli dinamik ise iktidar bloku seçmeninin rahatsız olduğu, partilerini sorgulamaya başladığı, sıkıntısını sandığa gitmeyerek gösterdiği ama hâlâ muhalefet blokuna geçmekte tereddütlü olduğunu gösteriyor.”1 1
Ağırdır, Bekir, 2019, “İktidar bloku seçmeni rahatsız ve partilerini sorgulamaya başladı”, T24. (https://t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/iktidar-bloku-secmeni-rahatsiz-ve-partilerini-sorgulamaya-basladi,22193)
3
Bu seçmenin, beka kaygısı anlatısını yutmayan, yerli-milli hamaset dolu propagandaya inanmayan, bir alternatif göremediği için sandığa gitmeyen, bilinçli bir şekilde tutum alan, homurdanan eski AKP seçmeni olduğu çok açık. İşçi sınıfının AKP’den umut besleyen kesimleri, bu partiden kopmaya başladı. Erdoğan tüm seçim kampanyası boyunca çok ilginç bir tutum takındı: Gezi döneminden beri toplumun muhalefet saflarında, kendi karşısında gördüğü kesimlerini sadece aşağılayarak sadece kendi tabanına, yüzde 50’lik kesime sesleniyordu. 31 Mart seçim kampanyasında ise kitlelere çay, çanta dağıtmak gibi işleri bir kenara bırakırsak, bu kez kendi tabanının da sadece bir kesimine seslenmeye başladı, hatta kampanyanın bazı aşamalarında kendi tabanının bazı kesimleriyle kavga etti. Yoksulların bir kesimi kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından, sadece hakaret duymaktan, ekonomik krizin etkilerinden, hızlı fakirleşmeden, üç simit üç çaylık insanlar ilan edilmekten, zengin ve fakir arasındaki uçurumun derinleşmesinden bezdiler ve esas olarak adaletsizliklerin göze çarpma hızını tayin eden ekonomik krizin belirleyici etkisiyle AKP’den kopmaya başladılar. Yenilenen seçimlerde AKP’ye oy vermeyen AKP’lilern, yeniden oy vermemesini sağlamak, sandığa yönelik bu otoriter müdahalenin demokrasinin tabutuna son çivileri çakmak olduğunu ve bunun tüm yoksulların aleyhine olduğunu ikna edici bir şekilde anlatmak çok önemli. AKP-MHP koalisyonu arasındaki çatlakları görünür kılacak olan, çatlakları büyütecek olan, AKP’den kopan yoksulların siyasal tercihinin farklılaşmasıdır. Sandıktan kendi istediği sonuç çıkana kadar seçim yeniletmeye çalışanların o çok övündükleri milletin kararına saygı duymayı bıraktıkları ortada. Önümüzdeki dönem, aşağıdan bir demokrasi mücadelesinin teşhir konularının en başında YSK’nın aldığı bu karar gelecek. Mücadelenin tam merkezinden, işçi sınıfını kutuplaştırmaya karşı çıkan, ekonomik krizin faturasını patronlara ve sorumlularına yükleyecek, ırkçılığı ve milliyetçiliği durduracak, göçmenlerle ve Kürt halkıyla dayanışmayı ve işçi sınıfının tüm kesimlerini
4
birleştirmeyi hedefleyecek kitlesel bir sol seslenişe ve örgütlenmeye ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı karşılamak için hep birlikte mücadele etmek ve Ekim ayında yayınlanacak 5. sayımızda buluşmak dileğiyle. Enternasyonal Sosyalizm olarak şu açıklamayı yapmayı zorunluluk olarak görüyoruz: 31 Mart seçimlerinde İstanbul’u kaybeden AKP-MHP ittifakının tehditlerine boyun eğen YSK, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini iptal etti. Atanmış hakimler, seçme-seçilme hakkını hiçe sayarak anti-demokratik bir müdahalede bulundu. Halkın karar mekanizmalarına dahil olduğu 5 dakikalık sandık demokrasisi de elimizden alındı. İktidar blokunun seçimlerin iptal edilmesini gerektirecek hiçbir anlamlı kanıt öne sürmemesine rağmen alınan bu karar hukuki değil siyasidir. YSK, iktidarın KHK’sı ile ihraç edilmiş HDP’li belediye başkanlarının mazbatasını alıp, AKP’ye vermişti. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, seçimlere yapılan bu müdahale, rejimin keyfiliğini, kaybettiği seçimleri iptal ettirecek ölçüde demokrasiden uzaklaştığını ortaya koyuyor. İktidar bloku, kaybettiği 7 Haziran 2015 seçimlerini tekrarlatıp 1 Kasım’da kazanmıştı. HDP’li belediyelere kayyum atayarak devam etmişti. Seçme-seçilme hakkını ortadan kaldıran bu müdahalelerin engel bulmaması üzerine İstanbul’da iptal kararı geldi. Anti-demokratik müdahalelere hayır! Bütün eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla demokratik hakkı gasp edilen İmamoğlu’nun yanındayız. Demokrasiden yana olan herkes YSK kararının ardındaki zihniyete karşı çıkmalıdır. Enternasyonal Sosyalizm
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm Şenol Karakaş
O
toriterleşme gerçekten de bir dalga gibi, dünyayı sarıp sarmalıyor. ABD 329 milyon, Rusya 147 milyon, Macaristan 10 milyon, Hindistan 1 milyar 370 milyon, Brezilya 212 milyon ve Türkiye 83 milyonluk nüfuslarıyla, yaklaşık 7,5 milyar kişilik dünya nüfusunun yedide birini oluşturuyorlar. Bu ülkelerin her biri otoriter siyasetçiler tarafından yönetiliyor. Her bir otoriter liderin bir diğerinden farklı özellikleri var ve kuşkusuz her ülke bir diğerinden farklı bir dizi özelliğe sahip. Toplumsal örgütlenmeleri, sınıfsal çelişkilerin keskinliği, sermaye birikiminin ve devlet yapılanmasının özel yanlarının içinde şekillendiği tarihsel arka plan kuşkusuz her bir ülke açısından farklı özellikler taşıyor. Ama aynı zamanda her bir ülkenin devlet rejimini birbirine benzeten ortak özellikler de söz konusu. Kapitalizm, Leon Troçki’nin uzun yıllar önce başarılı bir şekilde açıkladığı gibi eşitsiz ama birleşik bir şekilde gelişmeye devam ediyor.1 Hindistan devlet başkanı Modi’yle ABD başkanı Trump’ın birbirine hiç benzemediğini düşünebiliriz. Ama kısa bir bakış bile bu liderlerin, Erdoğan’la Putin, Bolsonaro’yla Macaristan başbakanı Victor Orban arasında sayısız benzerlik bulunduğunu, dünya görüşlerinin aynı tornadan çıkmışçasına birbirine benzediğini gösteriyor. Bu siyasal figürler cesaret edip enternasyonal bir parti kursalar her biri bu partinin genel başkanı olacak kadar benzer dünya görüşlerine sahipler. Otoriter bir enternasyonalist partinin kurulmasının önündeki engel ise bu isimlerin sadece demokrasiden hazmetmemekle kalmayıp enternasyonalizme neredeyse düşman olmaları. Otoriter yönetimler, başta aydınlar olmak üzere bu yöneticilerin uygulamalarından nefret eden duyan insanlarda tiksintiyle karışık bir karamsarlık yaratıyor:
1
Troçki’nin eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının iyi bir özetini Duncan Hallas şöyle yapıyor: “Hem dünya ölçeğinde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin gerçeklikleri, hem de sanayideki gelişmenin gerçek öneminin Marksist analizi temelinde bir çözümdü bu; yani, kendini egemen sınıf düzeyine getirme yeteneğinde olan ve iktidarı sırasında sınıfları, sınıf mücadelesini ve yabancılaşmanın ve baskının bütün biçimlerini kaldıracak olan sömürülen bir sınıfın, proletaryanın, ve ileri sınıfsız toplumun maddi temellerinin bir kerede ve aynı zamanda yaratılması.” Hallas Duncan, 1997, s. 17.
5
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
Atalarımız, yakın dönemlerde bile, geleceği umutlarını yatırmak için en güvenli en vaatkar yer olarak görürdü; oysa biz geleceğe öncelikle korku, endişe ve kaygılarımızı yansıtıyoruz: iş bulmanın gitgide zorlaşacağı, düşen gelirlerin bizim ve çocuklarımızın yaşam fırsatlarını azaltacağı, toplumsal statümüzün iyice kırılganlaşacağı, ömür boyu elde ettiğimiz her şeyin geçici hale geleceği, elimizde bulunan mücadele araçları, kaynakları ve becerilerinin karşımıza çıkan zorlukların ağırlığına kıyasla giderek yetersiz kalacağına dair korku, endişe ve kaygılarımızı…En önemlisi, hayatlarımız üzerindeki kontrolümüzün gitgide azaldığını hissediyoruz.2
Bu ruh hali iki sene önce çıkan bu kitabın yazarlarına özgü değil. Bu bir salgın ve kendisini en iyi otoriter rejimlerin olduğundan daha kötü, olduğundan daha sağda, olduğundan daha güçlü ve olduğundan daha kalıcı gösterildiği “rejim adlandırması analizlerinde” görülüyor. Otoriter popülist rejimlerin bir dizi tarifi ister istemez tarihin belirli anlarına atıfla birlikte yapılıyor. Otoriter liderlerin yansımasında doğrudan Hitler’i görme eğilimi çok yaygın. Her otoriter liderin içindeki faşistten söz etmenin yaygın olması gibi. Tüm otoriter liderler arasında “bu kadarı da olmaz ki” denilecek türden, askeri darbenin ardından yaşanan katliam günlerini özleyerek anan3 konuşmalar yapan Bolsonaro Brezilya’da devlet başkanlığını kazanır kazanmaz, mücadelenin faşizme karşı bir mücadele biçimi alması gerektiği yönünde fikirler de sahneye akın etti elbette bekleneceği gibi.4
yoksa kısa zamanda bütün Latin Amerika’ya yayılacak bir gerici otoriter restorasyon dalgasının öncüsü mü olacağını göreceğiz. İleride ne olacağından bağımsız olarak, reaksiyoner aşırı sağın bütün özelliklerini eksiksiz ve yüksek dozda içinde barındıran Jair Bolonsaro’nun temsil ettiği siyasal eğilimi, sadece popülizm olarak değil, 21. yüzyıl faşizmlerinin en anlamlı örneklerinden biri olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.5
Ben sadece Bolsonaro’nun temsilcisi olduğu hareketin değil, diğer otoriter hareketlerin de faşist olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu tartışmayı yapmak giderek daha çetrefil bir hal alıyor. Her türde demokratik hakkı tarumar etmeyi bir beceri, varoluş gerekçesi gibi gören ve buna uygun siyasal pratikleri sergileyen liderlerin faşist bir hareketin liderleri olmadığını söylediğimizde, sanki bu partilerin yıkıcı etkisini hafifsiyormuşuz gibi bir suçlamayla karşılaşma ihtimalimiz çok yüksek. Şimdi otoriterizm bağlamında yaşanan bu tartışmayı, bizler, AKP iktidara geldiği günden beri yaşıyoruz. AKP’nin iktidara gelişi ve milyonlarca insandan oy almaya başlamasıyla bu partinin karakteri tartışılmaya başlandı. O zaman bu tartışmalara şöyle yanıt vermeye çalışmıştım: AKP bir burjuva partisidir. Bu, AKP ile ilgili hem çok şey açıklayan hem de hiçbir şey açıklamayan bir tespit. Bir yandan çok şey açıklıyor: AKP liderliğini nobranlığını, İdris Naim Şahin’i, 2023 projesi süslemesiyle anlatılan büyük sermayenin hedefleri doğrultusunda adım adım ilerleyişin acısını işçi sınıfından çıkartışını, KCK tutuklamalarını, herbiri bir diğerinden iddialı açılımların kofluğunu, askerî harcamalarda dünyanın on beşincisi olmasını, “Afedersiniz Rum” özlü nefret söylemini, umarsız kentsel dönüşüm hırsına eklenmiş benzersiz bir inşaat patlaması faciasını, nükleer santral kurma hırsını, KESK’e yönelik özel gıcığını, hemen tüm akarsuların tepesine hidroelektrik santral kurma tutkusunu… Liste daha da uzatılabilir. İşsizlik eklenebilir, gelir adaletsizliği eklenebilir, yine sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bizzat Başbakan’ın dillendirdiği “üç çocuk” perspektifi eklenebilir (…) Bu kafa karışıklığından kurtulmanın ilk yolu, AKP’ye dair üretilmiş olan tüm çarpıtılmış kodlardan kurtulmak. Bu kodların ortak özelliği, AKP’yi anormal olarak tarif edilmesi. Olağanın dışında bir parti olarak en önemli AKP kodlaması, bu partinin özel bir gündemi olduğu hissini de uyandıran, AKP’nin şeriatçılığı (…) Şeriatçı kodlamasının yetmediği yerde, devreye AKP’nin faşizmi giriyor (…) Yine de AKP’liler sevinmeli bu kodlamalara. Çünkü daha fenası var sırada: AKP’nin emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu vurgulayan BOP eşbaşkanlığı ayrı bir tanım. Sırada ise cemaatlerle anormal bir ilişkisi olduğunu da kapsayarak üretilen ‘sivil vesayet’ kurucusu olarak AKP var. Kendi
Adlandırma meselesi Bolsonaro’yu adlandırma çabasının ötesine geçip, çağdaş otoriter popülist siyasal iktidarları bu kavramlarla açıklamanın yetersizliği meselesine ise Ahmet İnsel şöyle katkıda bulundu: Bolsonaro’nun Brezilya’da demokrasi direnişi karşısında tafrası kısa zamanda tükenecek ikinci sınıf bir Caudillo mu,
6
2
Bauman, Zygmunt, 2017, “Nesnesini ve ismini arayan semptomlar”, Büyük Gerileme, Hazırlayan, Heinrich Geiselberg, İstanbul, sf.31.
3
“Diktatörlük daha fazla kişiyi katletseymiş, bugün ülkenin durumu daha iyi olurdu.” https://marksist.org/icerik/Dunya/10707/ Iste-Bolsonaronun-dusundukleri (Erişim tarihi: 29.2. 2019)
4
“Seçimlerin ardından siyasi yorumcular Bolsonaro’yu ve onun politikalarını tarif edecek kelimeleri bulmak için epeyce uğraştılar. Foreign Policy dergisinden Federico Finchelstein ‘Bolsonaro’nun popülizmi Hitler’in zamanını yâd ediyor’ diyordu. Yazısının başlığı ise ‘Jair Bolsonaro’nun modeli Berlusconi değil, Goebbels’ idi. Seçimlerden önce Bolsonaro’nun rakibi olan İşçi Partisi (PT) onu Hitler’le ve Nazilerle karşılaştıran videolar yayınladı. Devrimci soldan bazıları da onu faşist veya yarı-faşist diye adlandırıyor.” Farrow, Alistair, brezilya faşizme yenik mi düştü?, https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu? (Erişim tarihi: 12.12.2018)
5
İnsel, Ahmet, 2019, “Popülizm demek yeterli mi?”, Birikim haftalık, https://marksist.org/icerik/Sectiklerimiz/10768/Populizm-demek-yeterli-mi? (Erişim tarihi: 11.11.2018)
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
rejimini kuran AKP, kendi derin devletini kuran AKP, otoriter eğilimlerin yeni kalesi olarak AKP.6
Bu yazıda siyasal kapışmanın o gün yaşana seyrini değerlendirirken, gelişmelerin burjuva normalliğine doğru evrileceğini tahmin etmiştim. Gezi direnişinin ardından yaşanan sert devlet müdahalesiyle girilen yeni yol için söylenecek en son şey normalleşme olabilir. Fakat şimdiki sorunumuz açısında bu tartışmalar daha tali, yine de tarihin başka bir şekilde yaşanamayacağını ve Erdoğan’ın meclise girmesiyle başlayan sürecin otomatik sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünenlerin mücadele denilen sınıf dinamiğinden bütünüyle kopuk karanlık bir ruh hali içinde olduklarının altını çizmeliyiz. Nasıl ki AKP’nin faşist bir parti olduğu yönündeki fikirlerle tartışırken, AKP’nin faşist değil merkeze yerleşmeye çalışan bir burjuva partisi olduğu fikrini öne sürmek bu partiyi meşrulaştırmak değil, gerçekte nasılsa öyle tanımlamak anlamına geliyorduysa ve yine bu partinin gerçekten olduğu şeyin zaten yeterince berbat bir içeriğe sahip olduğunu görmek bir zorunluluktuysa, bugün de otoriter eğilimlerin faşist olmamasını tartışmakla bu siyasî hareketlerin yıkıcı içeriğini aynı anda tartışmak önemli. Trump’ın faşist olmaması, bir ırkçı olduğu gerçeğini gizlememeli, Bolsonaro iktidarının faşist olmadığı tartışması, Amazon ormanlarının, Brezilya işçi sınıfının ve solunun, LGBTİ+ hareketinin, kadınların ve yerli halkların ne kadar büyük bir saldırıyla yüzyüze olduğu gerçeğini gölgelememeli. Bu yüzden, bu tartışmayı yapmak için otoriter rejimlerin karakteri ve geçiciliği, bu rejimlerin temel tehlikesi ve yarattığı tahribat, bu rejimlerin faşizmden farklılığı ve otoriter yönetimlere karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği konularının altını hızla çizmek gerekiyor. Otoriter delilik bir anda ortaya çıkıp siyaseti domine etmeye başlamadı. “Kapitalizmden söz etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır.” sözü otoriterizm için de geçerlidir. Kapitalizmden bağımsız bir otoriter popülist çılgınlık yok ve mevcut kesif sağcı eğilim kapitalizmin 2008’de yaşadığı küresel krizle kopmaz bir ilişki içinde şekillendi. Chris Harman, 2008 krizi nedeniyle güncellemek zorunda kaldığı kitabında, krizin etkilerinin derinliğini kapitalizmin kontrolsüz bir sistem olduğunu anlatarak açıklıyor ve krize yakalanmadan hemen önce ABD’nin durumunu genel emperyalist hegemenonya çelişkileriyle bağlantılı olarak şöyle vurguluyordu:
6
ayrıcalıklı bir konum kazandırmak için kullanıyordu. Krizler söz konusu sermayeler için ayrıcalıklı konumu eskisinden de elzem hale getirmişti. “Teröre karşı savaş”taki başarısızlıklar, daha 2000’lerin ortalarında diğer devletlerin bu ayrıcalığa meydan okuma gücünü hissetmeleri anlamına geliyordu. Çin’in Afrika’da, Rusya’nın eski SSCB ülkelerinde ve BRICS’in küresel ticaret müzakerelerindeki artan egemenliği bunu gösterdi. Derken, ABD’nin büyük şirketlerinin birçoğu ABD’nin küresel hegemonyasından daha çok medet umarken, bu hegemonyayı sarsacağı tahminleri yapılan 2007’de başlayan kriz çıkageldi.7
Harman, buna, Pentagon’un dünya analizini de ekliyor. Analiz, dünyanın beklenmedik ittifaklara, gelişmelere sahne olma ihtimaline değiniyor. “Gitgide düzensiz ve potansiyel bakımdan şiddet yüklü”8 bir dünyayla karşılaşacağımızı ilk elden, bu şiddet sarmalanın bir numaralı sorumlusunun kurumlarının analiz raporlarından okumak her zaman bir ilginçlik taşıyor. 2008 krizinin ardından, Harman’ın çizdiği şu genel çerçeve bütünüyle doğrulandı: Bu (düzensizlik ve potansiyel şiddet sarmalı-ŞK) en büyük sekiz devletin diğerlerini hedef alan nükleer silahlara, onlarcasının İkinci Dünya Savaşı’ndakilerden çok daha yıkıcı ve korkunç “konvansiyonel silahlara” sahip olduğu ve hızla çoğalan sivil nükleer enerjinin hedeflerde ölümcül etkisi olan konvansiyonel silahları üretebileceği bir dünyadaki düzensizlik olacak. Yıkıcı periyodik buhranlar ve korkunç savaşlardan daha tehditkâr olan kontrolsüz sistem. Yeryüzündeki insan yaşamının sürüp sürmeyeceğini sorguluyor.9
Kitlelerden antikapitalist bir eleştiri örtüsü altına gizlenen geleneksel merkez kurumların, parlamentonun, seçim sistemlerinin, demokrasinin, bir dizi alandaki hak eşitliklerinin tümünün birden eleştirisi üzerinden oy almayı başaran otoriter popülist hareketler, kontrolsüzlüğün, ekonomik yoksullaşmanın, göçmenlerin, küresel iklim değişikliğinin pekiştirdiği daha bir dizi sorunun yarattığı anaforda öne çıkmaya başladılar. Özellikle göçmenlere yönelik nefret dolu yaklaşım, otoriter popülist hareketlere üzerinde sörf yapabileceği güçlü bir dalga sundu: Avrupa’da genel olarak sağ siyasî hareketlerde ve gündemde öne çıkan göçmen tartışması, ekonomik bağımsızlık problemlerinin kültürel egemenliğe evrilmesinin çok iyi bir örneği: (…) dünya çapında sağ popülizmlerin artışının bağrında yer alan bir evrilme ve yer değiştirme bu.10 7
Küresel hiyerarşinin tepesindeki ABD için problem ağırdır. Onun pozisyonu bütün sistemin jandarması olmasına bağlıydı, diğer egemen sınıflara mafyavari genel koruma sağlarken, bu pozisyonunu ABD’de üslenmiş sermayelere
Harman, Chris, 2012, Zombi Kapitalizm: Küresel kriz ve Marx’ın yaklaşımı, çev. Ali Çakıroğlu, Marx-21, s. 296-297
8
a.g.e, s.298.
9
a.g.e, s. 298.
Karakaş, Şenol, 2012, “AKP’nin iki yüzü”, AltÜst, s.6, sf7.
10 Appadurai, Arjun, a.g.e s.27
7
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
Popülist liderler bu hareketler içinde panik duygusunu en iyi kaşıyan, ekonomik felaketin özellikle dış kaynaklı bir şekilde üzerimize doğru gelmekte olduğunu en iyi anlatan ve “demokrasinin yavaş zamansallığını”na11 tahammül edilemezliğinin altını en iyi çizen siyasî figürler arasından çıkıyor. Appadurai, Narendra Modi’nin kara parayla mücadelesinde Hindistan ekonomisinden 500 rupilik banknotları çekmesinin, Hindistan’da işçilerin günlük tüketiminde bu para büyük önem arz ettiği için oluşan panik duygusunu anlatıyor. Benzer bir panik duygusunun sadece ekonomik gelişmeler öne sürülerek değil politik sert ve korkunç bir gelişme olacak duygusunun sık sık işlendiği Türkiye’de insanların histerik bir şekilde portakal bıçaklamaya, İphonelerını kırmaya başlamaları da başka bir örnek.12 2008 krizinin ana sarsıntısı ve artçı şokları son 10 yılın ilginç bir karakter kazanmasında belirleyici oldu. Bu kriz, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan kapitalist sermaye birikim modelinden kurtulmak isteyen sermayenin devreye soktuğu ve neoliberal olmakla suçladığımız evresinin bir krizi. Krizin beklenmedik ağırlığı sermaye çevrelerini şoka soksa da 2008’den sonra yapılan büyük patronlar kulübü toplantılarının hiçbirinde kapitalizmin krizine bir çare bulunamadığı, neoliberal modelin olduğu gibi uygulanmak istendiği çok açık. Model çökmüş olmasına rağmen kapitalistler hem çöküşün dinamiklerini kavrayamadıkları için hem de kapitalist çerçevede yeni bir çıkış yolu bulmak hemen hemen imkansız olduğu için, çöken modeli aynen uygulamaya devam ettiler.13 Neoliberal ekonomik modelin krizi, kapitalizmin kaotik yapısı ve kapitalizmin çifte krizi tanımını kullanmamızı sağlayan küresel iklim değişiminin yarattığı yıkımla birleştiğinde artçı şokları daha da şiddetli olmakla kalmadı, krize bir sorumlu bulma arayışlarını da hızlandırdı. Modern otoriter siyasetler, krizin sorumlusunun demokrasi, insan hakları ve özgürlükler 11 a.g.e. s.25. 12 https://www.haberturk.com/gundem/haber/1423503-hollandayi-portakal-sikarak-protesto-ettiler 13 Akçay, Ümit, 2018, “Kriz ve otoriterizmin yükselişi”, https:// www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/10/kriz-ve-otoriterizmin-yukselisi/ Akçay şöyle anlatıyor: “2008 krizi, 1990’lı yıllarda ABD’de oluşan yeni finansal mimarinin çökmesi ile yaşandı. Kriz, özellikle ABD’deki yoksulların konut piyasasına dahil edilmesini mümkün kılan finansal yenilikler ve risk transferi tekniklerinin geliştirilmesi ile olgunlaştı. Borçluların borçlarını ödemesine dayanan yeni finansal mimari, geri ödeme zorlukları oluştuğunda bir anda çöktü. Kriz sonrasında merkez ülkelerde ekonomi politikası tepkisi, neoliberal doğrultuda şekillendi. Bu anlamda 2008 krizi, büyüklüğü ve etkileri anlamında 1929 ve 1970’lerdeki krizlere benzese de, sonuçları itibariyle ekonomi politikasında henüz bir değişim görülmedi.”
8
olduğu yanıtını verdiler ve bu yanıtı verirken, geçmiş dönemin tüm siyasî uygulamalarını krizin ve çekilen acıların zeminini yaratan hamleler olarak kodladılar. Örneğin Macaristan’da Orban, 2018 yılının Nisan ayında sivil toplumla mücadele etmeye başladı ve bir yasayı gündeme getirdi: Yasaya gerekçe olarak da, “Yabancı çıkar gruplarının, Macaristan’ın sivil toplum örgütlerini etkileri altına alarak, toplumun yararına olmayan faaliyetleri değil, bu dış grupların kendi bencil çıkarlarına hizmet eden çalışmaları gerçekleştirmesine neden olabileceği” gösteriliyordu. Bu nedenle de, dış kaynak kullanan sivil toplum örgütleri, “Macaristan’ın millî egemenliğini ve ulusal güvenliğini” tehlikeye attığı iddia ediliyordu. Dahası, ülke dışından gelen kaynaklar kullanan sivil toplum örgütlerinin, “karapara aklama ve radikal örgütleri destekleyerek, teröristlere yardım etmek gibi işlere de” bulaşıyor olabileceği öne sürülüyordu. Dahası, yasa tasarısının ilk taslağında, dış kaynak kullanan sivil toplum örgütlerinin üyelerine doğrudan “yabancı ajanlar” yaftası da yapıştırılmaktaydı. Her ne kadar, yasanın bu kısmı, “yabancılar tarafından fonlanmaktadır” diye değiştirildiyse de, kamuoyu geneline, “yerli ve millî olmayan sivil toplumun dış mihraklara hizmet ettiği” mesajı verilmiş oldu.14
Böylece krize karşı eski dönemin demokratik ne kadar kazanımı varsa bu hakların bütününü düşmanlaştırarak tepki gösteren otoriter liderler, neoliberal konsesusun hem gezegeni hem de emekçileri tahrip eden politikalar anlamına gelmesi nedeniyle, kitlelerden destek de bulabildiler. Belirsizlik içinde milliyetçi yıkım Bu çelişkili karakteri, bu dönemin bu haliyle geçici olduğunu gösteriyor. Geçicilik, tek başına süreci ne olumlar ne de olumsuzlar. Geçicilik, otoriterizmin ya sert bir diktatörlük rejimine dönüşmek zorunda olduğunu ya da gerçekten demokratik bir mücadele dalgasıyla, bu dalganın siyasal ifadesinin “ne” olacağından bağımsız olarak alaşağı edileceğini anlatmak açısından işlevsel bir kavram. Otoriter eğilimler bir belirsizlik zamanında ortaya çıktılar, bu belirsizlik, sınıf mücadelesi sarkacının çok hızla bir sağa bir sola salınmasında kendisini gösteriyor. 2017 yılına Trump karşıtı eylemlerle giriş yapmıştık. Milyonlarca kadının liderliğinde ezilenlerin Trump’a verdiği müthiş yanıt, yılın geri kalanının karakterine de bir gönderme olmuştu. Dünyanın askerî ve ekonomik olarak boy ölçüşülemez hegemonik ülkesi konumundaki bir ülkenin tepesinde yönetme yetenekleri 14 Öney, Sezin, 2018, “Macaristan’da Sivil Toplum Damgalandı”, http://platform24.org/p24blog/yazi/2275/macaristanda-sivil-toplum-damgalandi
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
ve akıl sağlığı sorgulanan, trilyoner, ırkçı ve cinsiyetçi olduğu su götürmez bir başkanın oturması, kadınların gösterisinin öneminin altını çizmişti. Selefinin siyah bir politikacı olduğunu hatırlayınca gezegenin nereye savrulacağı konusu gerçekten de yaşamsal bir önem arz etmeye başlamıştı. 2018 yılına da gösterilerle girdik. Bu kez önce İran’da bir sosyal patlama yaşanmıştı, hemen ardından Arap Baharı’nın merkez üssü Tunus’ta sert bir mücadele gündeme gelmişti. Ocak ayı bitmeden bu kez Amerika’da 100 bin kadın Trump’a karşı gösteri yaptı. Son iki yılda ırkçılar Avrupa’da yükselişe geçti. Naziler Almanya’da parlamentoya güçlü bir şekilde girdiler. Fransa’da Marine Le Pen’in ırkçı ve faşist yükselişi, sağcı bir merkezî figür olarak Macron’un başkanlığıyla dengelenebildi. Öte yandan Suriye’de iç savaş derinleşti. Avrupa’da milyonlarca Suriyeli, ırkçılar tarafından huzurun bozulmasının sorumlusu olarak ilan edildi. Suriye hemen tüm ülkeler tarafından bombalanmaya, yıkıma uğratılmaya devam etti. Cezayir’de milyonlarca insan, Sudan’da kadınların başı çektiği kitle hareketi ile rejimleri altüst ediyor. Bir yanda ırkçılar cirit atarken, diğer yanda ırkçılık karşıtları mücadele ediyor. İngiltere’de faşist bir hareketi kitleselleştirmeye çalışan ırkçı adamın kafasına antifaşistler iki kere üstüste milkshake döktüler.15 Amerikan siyasetinde 1990’lı yılların ortalarından itibaren etkili bir güç olarak öne çıkan neoconlar, Amerika’nın gerileyen gücünün farkında olmakla kalmıyor, yükselen güç Çin’e de dikkat çekiyordu. Neoconlar, bazen George W. Bush döneminde olduğu gibi doğrudan iktidar olarak, zaman zaman da şimdi Trump döneminde olduğu gibi “fikirleri iktidarda” olarak 21. yüzyılın da yine bir Amerikan yüzyılı olarak yaşanması için bir dizi tedbir öneriyordu. Fakat bu tedbirler, önlemek için üretildikleri sorunları daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. 1999 yılında parçalanan Yugoslavya’ya NATO’nun müdahalesi, müdahalenin ardından Bondsteel Üssü’nün kurulması, ABD’nin ana tehdit olarak gördüğü Doğu’ya yaklaşma, askerî varlığını Avrupa-Asya arasında caydırıcı bir güç olarak konuşlandırma hamlesinin başlangıç adımı oldu. Bu askerî üs ve İncirlik gibi üsler, daha sonra ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin kolaylaştırıcı merkezleri oldu. Fakat yıllar sonra, 15 yıl önce teklif dahi edilemez askerî gelişmeler, 2017-2018 yıllarında yaşanabiliyor. ABD Suriye’de Rusya’nın gölgesinde kalıyor, ABD’nin askerî üssü konumundaki bir ülke olarak tanımlanan Türkiye bir ölçüde ABD’ye rağmen Suriye’ye müdahale edebiliyor. İran, bölgesel gelişmelerde etkin bir siyasî ve askerî aktör olarak 15 https://theworldnews.net/tr-news/asiri-sagci-ingiliz-siyasetciye-milkshakeli-protesto
öne çıkıyor. Emperyalist güçler arasındaki çatlakların derinleşmesi, hem bu çatlakları zorlayan daha bölgesel yayılmacı güçleri cesaretlendiriyor, hem de bildiğimiz dünya büyük bir çatırdamayla geride kalıyor. Trump gibi bir adamın başkan olması bu çatırdamanın bir ifadesi. Trump’ın neredeyse bütün kabinesinin bir yıl içinde değişmesi ve seçim kampanyasının liderliğini yapanların başkan aleyhinde ifşa hedefli bir kitap yayınlaması da öyle. Emperyalist ülkeler arasında ve bölgesel yayılmacı güçler arasında karmaşık askerî, politik ve diplomatik oyun, ulusal sorunu derinleştiriyor, temel sorununu beka sorunu olarak algılayan ülkelerin sayısı artıyor. Sadece Türkiye değil, Amerika’da Trump da bir beka sorunu tarifi yapıyor. Söz konusu Amerika olunca, beka sorununun yanıtı tüm dünya üzerinde askerî gövde gösterisiyle veriliyor. Yeni yüzyılın efendilerinin tayin edileceği süreç, militarizmin her yönden atağa kalktığı, Irak Kürdistan’ı ve Katalonya’da gerçekleşen bağımsızlık referandumlarında olduğu gibi ulusal sorunların derinleşmesine fakat dönemin baskın rüzgârı olarak beka kaygısı etrafında tırmandırılan küresel ve egemen milliyetçi söylemlere kapının aralandığı tehlikeli bir süreç. Altını bir kez daha çizmek gerekirse, emperyalizmin 1990’larda belirginleşen hegemonya krizinin yanı sıra, 2008 küresel malî krizi başka bir krizin daha tetiklenmesi anlamına geldi. Neoliberal düzen (küresel kapitalizmin kamusal tüm kaynakları özel sermayeye açması, kamuda çalışan işçilerin sendikal örgütlülüğünü ve temel haklarını yıkıma uğratması ve kapitalizmin kâr oranlarındaki düşüşe karşı tedbir almaya çalışması) 2008 kriziyle birlikte açık bir çöküş yaşadı. Neoliberal yöntemin kapitalizmin yapısal krizine bir alternatif değil bu krizi derinleştiren ve hemen yeni bir krizi, iklim krizini tetikleyen unsur olduğunun açığa çıkmasıyla, neoliberal uzlaşma da dağılmış oldu. Bu uzlaşmanın kurumları çözülürken, ideolojisi de zayıfladı. Neoliberal uzlaşma16, küreselleşmenin karşısında duran geleneksel tüm politika, ideoloji ve kurumların gerici olduğunu ilan etmişti. Çöküşü, neoliberal yozlaşmaya tepki duyan kitlelerin radikal arayışlara yönelmesiyle el ele gitti. Radikal arayışların bir ucunda duran kitlelerin kızgınlığını milliyetçi bir temelde kendi tabanı olarak konsolide etmek üzere örgütlemek, otoriter liderlerin en belirgin özelliklerinden birisi. Trump, Erdoğan ve Orban gibi siyasetçilerin politik alanda yarattıkları en 16 Choonara, Joseph, “Neoliberal Uzlaşının Sonu Mu?”, AltÜst, http://www.altust.org/2017/01/neoliberal-uzlasinin-sonu-mu-joseph-choonara/ Choonara neoliberal uzlaşının çözülmesi karşısında oluşan belirsizliğin içinde üç sorunu çok iyi tespit ediyor: neoliberalizmin arkasında kapitalizmin yapısal krizi yatıyor, ikincisi sol reformist tepkilerinin gelişmeleri göğüslemek için yetersiz kalacağı ve son olarak antikapitalist bir devrimci siyasetin sabırla inşa edilmesinin gerekliliği.
9
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
derin tahribat kitlelere her buldukları fırsatta milliyetçi bir demagojiyle seslenmeleri. Geçici bir dönem Ama otoriter siyasî hareketler, yürüyen çelişkiden ibaretler. Neoliberal kosensus döneminin kurumlarına ve uygulamalarına zaman zaman neredeyse antikapitalist ve antiemperyalist itirazlar yükselterek propaganda yapsalar da ne ekonomi politikaları ne de küresel sermayeyle kurdukları ve kurmak zorunda oldukları ilişki, neoliberal ekonomi-politik alanın sınırlarını aşmalarına izin veriyor. Bir başka çelişkileri ise demokrasi tartışmasında. Demokrasiyi birçok kusurun başı ve sonu gibi görmelerine rağmen, bu liderlerin bir çoğu, temel meşruluklarını eleştiri oklarını yönelttikleri demokrasinin genel seçimlerinde aldıkları oylara dayandırıyorlar. Neoliberalizmi eleştirip neoliberal politikaları iktidar oldukları her yerde uygulamaları, emperyalizmi eleştirir görünüp emperyalist dev blokların şu ya da bu kesimiyle sürekli askerî ve ekonomik işbirliği geliştirmeye çalışmaları, demokrasiyi eleştirip sandıktan çıkmayı meşruluklarının ana kaynağı olarak görmeyi sürdürmeleri otoriterizmin çelişkilerinden bazıları. Bu çelişkiler bu dönemin neden geçici olduğunu da gösteriyor: kitlelerden aldığı oy desteğiyle kitlelerin temel çıkarlarına da karşı olan iktidar gücünü elinde merkezileştirmesi ve siyasal-hukuksal ve geleneksel kuralları atacağı adımların önünde engel olarak kodlaması sürekli endişe içinde bir rejimin kurulmakta olduğuna işaret eder.17 Otoriter-popülist bir rejim sonsuza kadar aynı dengede var olamaz. Tek bir liderin etrafında kümelenen bir siyasal odak, oy temelli siyasal meşruluğu yani büyük kitleler, sermaye sınıfları, devlet ve küresel sermaye çevreleri tarafından zımni onayı sonsuza kadar sürdüremez. Eğer sürdürmeye çalışırsa, bunu ancak rejimin oy desteğine dayalı otoriter bir rejim olmaktan çıkıp devlet şiddetiyle “toplumun söndürüldüğü” total bir baskı evresine ve sandık meşruiyetini artık önemsemediği yeni bir evreye geçmesiyle yapabilir. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şey olmadan olduğu şey olamayan bir yönetim ilişkisi tartıştığımız! Bu rejimlerin geçiciliğinin bir başka nedeni daha var: Kendilerinden önce emekçi sınıflar açısından pek de matah olmayan siyasal ve hukuksal kuralları darmadağın etmeye başlıyorlar. Bir yandan yıkarken bir yandan da yenisini yapmaya çalışıyorlar. Fakat yapamıyorlar. Bunun nedeni, keyfi bir otoriterliği hala en kenarda köşede de kalmış olsa demokratik bazı kurallara göre 17 Canan Şahin yoldaşım bu yazının çerçevesine yardımcı olduğu notlarında popülist-otoriter hareketlerin, bir geçiş dönemi hareketi olduğunun, bazı sınıf içeriğinden yoksun flu tanımlarla ele alınsa da geçici olan karakterinin kalıcılaşabileceğinin altını çiziyor.
10
inşa etmeye çalışmaları; siyasal ve toplumsal konsensüs aramaları. Tek kişi etrafında örgütlenen antidemokratik bir sistemi bir önceki antidemokratik ama yine de içinde kısmi demokratik öğeler barındıran mimarisi içinde inşa etmeye çalışıyorlar. Seçimlerde verilen oyu yüceltirken, bu oyla oluşan meclisleri küçültmeye, demokrasinin bazı yanlarına zorunlu olarak yaslanırken bazı yanlarını kopartılıp atılması gereken ayak bağı olarak görmeye başlıyorlar. Bu açıdan Erdoğan’ın, AKP’nin evrimi ve özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra geçirmekte olduğu değişim çok açıklayıcı bir örnek oluşturuyor. AKP, iddia edildiği gibi otoriter bir rejim kurmak üzere başlamadı siyasal yaşamına. Bu, olayların başında olayların kötü gelişeceğini iddia edip olaylar kötü geliştiğinde de “ben dememiş miydim?” diyenlerin bir illüzyonu. AKP, rejimin kendisini engellemek isteyen güçleriyle cebelleşmek için geniş bir siyasal uzlaşma yaratmak zorunda kalan ve siyasal yaşamına ilk adımlarını böyle atan bir partidir. Bu uzlaşmayı demokratik olduğu için değil, siyasetin merkez sağ alanına çökebilmek için gerçekleştirdiği gün gibi aşikâr. Siyasal uzlaşma hem işçi sınıfıyla, Türk ve Müslüman olmayanlarla, kadınlarla hem dini cemaatlerle hem de burjuvaziyle kurmaya çalıştığı bir hedefti. AKP liderliği açısından işleri değiştiren bir dizi gelişme yaşandı. Bu gelişmelerden birisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı devlet içindeki kadrolaşması nedeniyle ittifak kurduğu, “ne isteseler verdiği” Fethullahçıların kendisine karşı darbe girişimine başlaması oldu. MİT krizi olarak adlandırılan ve Fethullahçı savcılar tarafından MİT başkanının esas olarak çözüm sürecinde oynadığı rol gereği ifade vermeye çağrılması, AKP liderliğine başka bir oyunu kurmanın zamanının geldiğini düşündürttü. Bu oyunu ise Fethullahçılardan önce kendisini devirmek isteyenlerle ittifak kurarak oynayacağı beklenen bir gelişme değildi. Fethullahçı darbeciler avantajlı pozisyona gelmek için demokratik her hamlenin içine, daha sonra bu hamleleri güdükleştirmek, bozmak için sızarken geleneksel darbeciler Ergenekon davalarında kolu kanadı kırık hale gelmiş olsalar da herhangi bir demokratik hamleye cepheden karşı çıkan bir odağı oluşturuyorlardı.18 AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasına neden olan bir başka gerekçeyse, Arap Baharı’nın önce durgunlaşması, ardından Tunus gibi örnekler dışında darbe ve iç savaşa evrilmesiydi. Mısır’da Sisi liderliğinde gerçekleşen askeri darbe Mursi rejimini devirirken AKP liderliğinin zaten Gezi direnişiyle yaşadığı paniği derinleştirdi ve daha da sağa, sağ güçlerle daha kalıcı 18 Bu “AKP demokratikti, müttefikleri kötüydü” anlamına gelmiyor. AKP’nin sağcılığa çıkan bütün kapıları bu ittifaklarla beraber sonuna kadar açıldı, adeta kapanması imkansız hale geldi.
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
ittifaklara yöneldi. Arap Baharı’nın maruz kaldığı şiddet sadece “İslami reformizm” umutlarını değil AKP’nin Arap halklarının isyanını kendi egemenliğini pekiştirmenin meşru zeminlerinden birisi olarak anlatma ihtimalini de sona erdirdi. Mısır’da gerçekleşen darbeyle Gezi direnişinin aynı dönemde cereyan etmesi, 17-25 Aralık yolsuzluk dosyalarının Fethullahçı darbeciler tarafından sondan bir önceki önemli girişim olarak gündeme getirilmesi ve hemen bir sene sonra Kobanê olayları, AKP liderliğinin aklına gelişmeleri devlet çıkarları açısından tayin etmek ve yeni ittifak arayışlarına ideolojik bir karakter vermek için “beka kaygısı temelinde yerli-milli” bir yeni politik ekseni öne sürmeyi getirdi. Erdoğan bu stratejinin ilk adımını, Gezi direnişinin ilk günlerinde yaptığı yurtdışı ziyaretinden dönüşte attı. Durumu sakinleştirmek yerine, aktivistlere meydan okuyan bir yaklaşımı tercih etti. “Üst akıl”, “küresel fazi lobisi” gibi, direnişçilerinin kökünün dışarda olduğunu ima eden düşmanlaştırma girişimlerine başladı ve bu düşmanlaştırma çabası aralıksız devam etti. Amerikan, Alman, İngiliz ve İran ajanlarının kaderini belirlediği bir Türkiye anlatımı, AKP liderliğinin daha sonra “millî olan-olmayan” ayrımını yapmak ve bu ayrım üzerinden yeniden saflaşmak için kullandığı politikanın ham haliydi. Askerî vesayetin İslamcı mağdurlarının temsilcileri, askerî vesayetin yürütücüleriyle “millî bir cephe” kurmaya başladı. Önce Ergenekon ve Balyozcular salıverildi. Sonra Genelkurmay, CHP’nin ulusalcı kanadı ve MHP’yle, Suriye politikasındaki değişikliğe bağlı olan yeni bir uzlaşma ilan edildi. Ardından çözüm süreci sabote edildi. Böylece ardından devletin millî ve yerli çıkarlarına karşı olduğu için bir dizi eylem, hareket ve mücadelenin baskı altına alınmaya başlamasına tanık olduk. Barış imzacılarına yönelik baskıyla bütünüyle görünür olan süreç “millî ve yerli olmayan” seslere tahammülsüzlüğün göstergesiydi. AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasını hızlandıran bir diğer gelişme ise 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Hükümet 15 Temmuz’dan beri yeni bir strateji izliyor. Bu strateji, yeni bir devlet ittifakının ilanı ve devlet ittifakının ürünü oldu. Bu ittifakın bir ucunda AKP liderliği ve kitleleri harekete geçirme yeteneğine sahip olan Erdoğan, diğer ucunda MHP ve Devlet Bahçeli yer alıyor. Kuşku yok ki ittifakın bu ucu sadece MHP ve liderinden ibaret değil. 15 Temmuz’dan sonra MHP kişiliğini ve özerkliğini feda ederek güç ve nüfuz kazandı. Devlet bürokrasisinin belli bir kesimiyle iç içe girmiş olan ittifakın MHP kanadı Erdoğan’la bir uzlaşmaya girdi. Bu uzlaşma aynı anda iki alanda kendini gösterdi. Bu alanlardan biri, yerli-millî ittifakla ifade edilen alan oldu: 15 Temmuz darbesinin ardından, darbeyi püskürten toplumsal hareketten yola çıkarak demokrasi
ve çözüm sürecinin yeniden inşası yönünde bir hamle yapmaya değil, demokratik bütün kazanımları askıya alan, yok eden, devletin bekası sorununu gidermeyi merkeze koyan politikalar. Yerli-millî uzlaşmanın kendisini gösterdiği diğer alan ise, yine beka sorununa çözüm üretmek için topluma önerildiği iddia edilen ‘süper başkanlık’ modeli üzerinde sağlanan uzlaşmaydı. AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasına neden olan bir diğer etken de ekonomik krizin derinliği. 2008 krizinin Türkiye’yi teğet geçeceğini ilan eden Erdoğan, başlangıçta haklı gibi görünse de özellikle son bir yıldır Türkiye’nin krizin cenderesinde ağır yara alması “teğet geçme” teorisini tarihin çöplüğüne yolladı. Krizin sosyal sınıflar üzerindeki etkisiyle beka sorunu olarak kodlanan gelişmelerin etkisi Erdoğan tarafından krizden çıkışın yolunun otoriterleşmeden geçtiği fikrini işleyeceği mümbit bir toprak yarattı. 1 Mayıs 2019’da işçi sendikaları mitingler düzenler ve krizin faturasının işçi sınıfına yüklenmesine itirazlarını on binlerce işçi alanlarda protesto ederken, TÜSİAD Erdoğan’ı ziyaret etti. Kriz, 2018 yılı içinde işçi sınıfının ve yoksulların yüzde 50 oranında fakirleşmesine neden oldu. Bunun yaratacağı tepkinin derecesini bilemesek de, tepkinin derinlerde kaynamaya başladığı ortada. AKP, siyasal ve bölgesel gelişmelerin etkisiyle otoriterleşme trenine hızla atlarken, otoriterleşmenin geçici karakteri nedeniyle, hızla bir sonraki evreye geçmeye başladı. 31 Mart seçimleri: Seçimlere önem veren otoriterizmden demokrasinin söndürüldüğü totaliterizme mi? 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinin ardından demokrasi mitingleri düzenlendi. Kitleler seferber edilip demokrasi mitingleri düzenlenirken, devlet koalisyonunun, darbe karşıtı hareketin otoriter bir rejimin inşası yolunda nasıl değerlendirileceğini planlamakta olduğunu kısa sürede anlayacaktık. OHAL ilan edildi ve siyasal alanda demokrasinin nimeti olarak görülecek bir dizi alışkanlık, kurum, gelenek, örgüt ve birey kelimenin tam anlamıyla sosyal dokudan kazınmaya çalışıldı.19 Sadece şu sayı bile tek başına korkunç: OHAL döneminde 130 binden fazla kişi KHK’larla ihraç edildi. On binlerce insan tutuklandı. 15 Temmuz gibi şiddetli bir darbe girişiminin püskürtülmesinin ardından devletin bir karşı refleks geliştirmesi bir dereceye kadar kavranabilir, ama bu refleksin demokratik alanı bütünüyle tarumar ederek 19 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44799489 Bu linkin altında sayılar, OHAL döneminde uygulana baskının boyutlarını sergiliyor.
11
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
gösterilmesi OHAL’in bir lütuf olarak kullanılmasıyla yakından ilintili. OHAL koşulları “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” denilen süper başkanlık rejiminin yollarını döşemek için açık bir şekilde değerlendirildi. AKP liderliğinin Gezi direnişinden sonra gizlenemez bir şekilde açığa çıkan otoriter eğilimleri, OHAL koşullarında içinde şekillenip kendisini en net şekilde açığa vuracağı tünelleri bulmuş oldu. Hukuk alanında yaşanan erozyon, diğer alanlarda yaşanan yıkımın hem göstergesi hem de hızlandırıcısı oldu. Garip iddianameler, iddianamelere yine garip bir şekilde sanıklardan önce ulaşan medya, çok sayıda gazete tarafından atılan benzer manşetlerle dava süreçlerinin yönlendirilmesi, tahminlerin, ideolojik görüşlerin ve siyasal aidiyetlerin delil yerine kullanılıp suçlama makinesine dönüşmesi, kanıtlanmamış suçların kanıtlanmış gibi ele alınması20, gizli tanıklıklar, bir buçuk yıl boyunca neyle suçlandığını bilmeden hapis yatan insan hakları aktivistleri, insanların önce tutuklanıp, tutuklanırken en ağır hakaretlerle gazete manşetlerinden suçlanıp cezaevine atılmalarının ardından işledikleri suçların kanıtlanmaya çalışılması gibi sayısız gelişme hukuk alanında hükümet çevrelerinde bile “yargı reformundan” söz edilmesine neden oldu. Fakat yıkım sadece hukuk alanında yaşanmadı. İhbarcılık, birbirini suçlama, gıcık olduğun insanları terörist diye polise şikâyet etme, bir insanın aynı anda FETÖ-PKK-DHKP-C üyeliğinden yargılanması ve “kokteyl terör” kavramının ortaya çıkması, bazı gazetecilerin göz altına alınması gereken isim listeleri yayınlamaya başlaması, bazı gazetecilerin başka gazetelerin, kanalların kapatılmasını, yasaklanmasını talep etmesi, benzersiz bir lümpenleşmenin siyasal ve toplumsal dokuyu sarıp sarmalamasıyla sonuçlandı. Bu dönem yukarıda sözünü etmeye çalıştığım MHP etkenin devreye tüm ağırlığıyla girmeye başladığı süreç aynı zamanda. Bu süreç, MHP’nin AKP için bir dizi 20 Bu açıdan gezi iddianamesi çok ilginç bir örnek oluşturuyor. Alper Görmüş iddianameyi şöyle yorumladı: “Fakat bu koşullar gerçekleşmemişse, umulanın, beklenenin tam tersi olur. Yani sürekli tekrarla, duygulara hitapla, hamasetle, medya bombardımanıyla ve tabii baştan beri zikrettiğim ustalıkla ikna edilen kamuoyu, benzer iddiaların mesnetsiz bir hukuki belgesiyle karşı karşıya kalınca, o âna kadar besleyip büyüttüğü inancı hakkında kuşkuya düşmeye başlar. Çünkü artık elde ciddi bir hukuki belge vardır, bu belgenin iktidarın ve iktidar medyasının propaganda dilinin dışında somut delillerle konuşması beklenir. Hukuki belge bu beklentiyi karşılamazsa, işte o zaman iktidarın belgeden beklediği değil, tam tersi gerçekleşir, iktidarın söylemine duyulan inanç törpülenir.” Görmüş, Alper, “Gezi iddianamesi: İktidarın Gezi anlatısını zora sokan bir belge”, https://marksist.org/icerik/Sectiklerimiz/11674/ Gezi-iddianamesi-Iktidarin-Gezi-anlatisini-zora-sokan-bir-belge
12
taktik önermeye başlaması, etle tırnak gibi bir görünüm arz etmeleri, AKP ve Erdoğan’ın otoriterleşme adımlarına ivme kazandırmakla kalmadı, otoriter eğilimlerden daha baskıcı, totaliter bir yönetime doğru hareketlenmesinde, en azından bu yöne doğru bir adım atıp durmasında ve bunu çok kısa süre içinde tekrar tekrar yapmasında da belirleyici oldu.21 31 Mart seçim süreci, sadece Türkiye’de değil muhtemelen dünyada gelmiş geçmiş en sağcı seçim dönemi olarak tarihe yazılacak. İçinden geçtiğimiz seçim döneminin bu kadar sağcı, kutuplaştırıcı, düzeysiz ve hamaset yüklü olmasının ilk sorumlusu, başta AKP-MHP liderliği olmak üzere bu partilerin her düzeyde yöneticileridir. Hükümet ve Erdoğan, sürekli bir korku atmosferi yaratmaya çalışıyor. Korku büyüdükçe, korkuya karşı tedbirler ve gerçek sorunların ertelenmesine sessizce onay verme eğilimi güçlenir. Önce korkutup, sonra bir beka sorunu anlatısı geliştirip, en sonunda beka sorunuyla baş etmenin yolunun AKP iktidarını güçlendirmek olduğunu anlatmanın yolu, öfke, hamaset, sağcılık ve tehdit dolu bir seçim kampanyası türetmekti. Kemal Can yazdığı bir makalesinde seçim süresince bu iki partinin inanılmaz hamlelerini özetliyor: Basitçe YSK İmamoğlu’nun yarışı önde bitirdiğini açıklamadan önceki sürece bir bakalım: Olağanüstü hal şartlarında yapılmış referandum sürecinde kitabına uydurma gereği bile duyulmadan yapılan haksız, hukuksuz seçim uygulamaları, daha sonra düzeltilmek yerine yasalar değiştirilerek kalıcı hale getirildi. İktidar talimatlarına göre hareket eden YSK üyelerinin görev süreleri yasaya aykırı biçimde uzatıldı, seçim sürecinde etkili ve artık taraflı idari görevlilerin etki imkanları genişletildi, seçim kurulu ve sandık görevlileri üzerinde yönetimin baskısı artırıldı, sandıklar taşındı, seçmenler kaydırıldı. Defalarca çok ciddi seçim yolsuzluğu iddialarıyla seçim kazanmış iktidar, bu tür itirazların hepsine alaycı cevaplar vermeye devam etti ve son seçimden önce de çeşitli sözcüleri aracılığıyla dünyadaki en güvenli seçim atmosferine sahip olunduğu iddia 21 31 Mart seçimlerinden sonra anlatmaya çalıştığım da buydu: “Yerli-milli koalisyon, 15 Temmuz darbe girişimine karşı oluşan tepkiyi devletin yeniden organize edilmesi ve tüm demokratik hakların sırayla budanabilmesi ve iç ve dış politikada Kürt sorunuyla ilgili gelişmeleri baskılamak için şekillenen sağcı bir müdahalenin ürünü olduğu için, başlı başına OHAL uygulamalarının tüm sağcılığıyla damgalanmış durumda. MHP, bu koalisyondaki belirleyici varlığıyla, siyasetin, sağa, daha da sağa, ırkçı ve milliyetçi bir temele oturmasında ve AKP’nin zaten gönüllü bir şekilde geldiği bu çizgide sabit kalmasında ve demokratik her kazanımın budanmasında belirleyici bir rol oynuyor. AKP liderliği, kendi elleriyle faşist hareketin inşacılarını, tarihi kadrolarını ve kitlesel hareketini merkeze taşıyor, olağanlaştırıyor ve güçlenmesine, gücünü pekiştirmesine yardımcı oluyor.” http://www.altust. org/2019/04/fasistler-olaganlastirilirken/
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
edildi. Seçim ve sayım devam ederken iktidar partisinin yerel ve merkez yöneticilerinden hiçbiri ve iktidara yakın medya herhangi bir usulsüzlük iddiasını, hatta şüphesini bile gündeme getirmedi. Bu konudaki muhalefet iddiaları yine alaya alındı. Şimdi anlaşıldığı üzere, sandık başındaki iktidar partisi temsilcileri de bu yönde itirazlarda bulunmadı. 31 Mart gecesi 11:15’de AA tarafından veri akışı durdurulduktan sonra kazandığını açıklayan Binali Yıldırım ve aynı gece iki kere konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın böyle bir ihtimali düşündürecek ifadeleri olmadı. Normal ve doğal biçimde, haksız biçimde bütün kontrolleri ele geçirmiş ve denetim alanlarını tıkamış iktidar, seçimde bir sorun yok havası verdi. Ama yine de olmadı.22
Bu yazının yeniden okunması sırasında YSK hala kararını açıklamamıştı ve hem Erdoğan hem de Bahçeli YSK üzerinde basınç kurmakla meşguldü. YSK üzerinde basınç kurmak için yapılan her bir konuşmanın her bir kelimesi, AKP liderliğinin ve Erdoğan’ın demokrasiyi genel olarak küçümserken sandıktan çıkan sonucu anti demokratik de olsa siyasal manevraların ve siyasal konumunun asli meşruiyet kaynağı olarak görmesi arasındaki çelişkiyi kalın bir baskı rejiminin inşa edilmesi lehine çözdüğüne işaret ediyor. “YSK kararlarına saygı duyacağız” dedikten önce ve sonra YSK’ya yönelik o kadar ağır sözler söylüyorlar ki, Belediye Başkanı seçilen İmamoğlu’nun seçilmiş olmasına rağmen başkanlık yapmasına tahammül edemeyeceklerini göstererek sistemli bir siyasal baskı örgütlüyorlar. Bütün iktidar gücüne rağmen belli başlı birçok büyükşehir belediye başkanlığını kaybetmiş olmaları ve bu kaybı kabullenmeyip İstanbul’u geri almak için haftalardır yapmadıklarını bırakmamaları Erdoğan’ın ve bu gelişmelere onay veren AKP liderliğinin (YSK ne karar verirse versin) geri dönüşü olmayan bir yola giren en önemli adımı attıklarını gösteriyor: Seçimlerle meşruluk elde etmekten seçimleri gayri meşru ilan etmeye! Erdoğan rejimi23: Özgün bir otoriterizm Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek başladığı aşamanın ürünü olan başkanlık sistemi, gündeme geliş tarzından referanduma sunuluş tarzına, referandum sürecindeki ağır baskı koşullarından referandumun sonuçlarının ele alınışına kadar, OHAL dönemini kavramak isteyenler için hazırlanmış küçük bir rehber gibiydi. 24 Haziran seçim süreci aynı rehberin yeni baskısı olarak görülebilir. AKP liderliği en başından beri otoriter bir yönetim kurmak için yola çıkmış olmasa da devlet-MHP-AKP koalisyonu, otoriter bir siyasal eksende bir araya gelebilirdi ancak ve böyle de 22 Can, Kemal, “Zaafın dibinde, kaosun eşiğinde”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/04/06/zaafin-dibinde-kaosun-esiginde/ 23 Erdoğan reiminden bahsederken, aslında bir Erdoğan-Bahçeli rejiminden bahsettiğimizi bilmemiz gerekiyor.
oldu. Bu bir araya gelişin en önemli unsurlarını şöyle sıralayabiliriz: Kürt sorununda çözüm sürecinin hatıralarından bile kurtulmak, beka kaygısına çözüm üretmek, Suriye politikasında hızla makas değişikliğine gitmek, Fethullahçı darbecilerin devlette yarattığı krizi çözmek, emperyalist rekabetin tetiklediği bölgesel rekabette güçlü bir müdahaleci dış politika izlemek, ekonomik krizi en az hasarla atlatmak ve faşist partiyi sürekli olarak tatmin etmek. Bu unsurların birçoğuna yazı boyunca değindiğim için, giderek daha sağa kaymakta olan rejimi belirleyen bu unsurlar içinde öne çıkan ikisine değinmeye çalışacağım. Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında yaşanan barış süreci geleneksel devlet aygıtının tüm ezberlerini bozan bir özellik taşıyordu. Üç buçuk sene önce bu toplumun yaptığı temel tartışmalar ve soluduğumuz havayla bugünkü tartışmalar ve soluduğumuz hava arasında uçurum var. Türkiye’nin dış politikası açısından da aynı uçurum söz konusu. Hem içeride hem dışarıda yaşadıklarımızın kökeninde, Çözüm Süreci’nin sonlanması yatıyor. Yarım kalmış devrimlerin karşı devrimlerin kalkış noktası olması gibi, çözümü yarım kalmış ulusal sorun süreçleri de çözüm sürecinde elde edilen tüm kazanımların ve özgürlüklerin ilgasına ve çözüm süreci başlamadan önceki koşullardan daha karanlık koşulların hegemonya kurmasına yol açıyor. Devlet içinde Çözüm Süreci’ne karşı olan, egemen sınıf saflarında sürecin hemen sonlanması gerektiğini düşünen, siyasî partiler arasında Çözüm Süreci’nin akamete uğraması için varını yoğunu ortaya koyan güçler, süreç akamete uğradıktan sonra hem sürecin bir daha gündeme gelmemesi hem de süreç günlerinde biriken öfkelerini boşaltmak için sürece dair, süreci hatırlatan tüm öğeleri gündem dışına itmeye çalışıyorlar. Üç buçuk sene önce sonlanan süreç, beka kaygısı gerekçesiyle özgürlüklerin yerine güvenlik eksenli politikaların, yarım yamalak demokrasi yerine başkanlığa dayalı yukarıdan aşağıya devlet gücünün merkezîleştirilmesinin ve dostluk temelli dış politika yerine sınır ötesi askerî müdahalelere bağlı güce dayalı politikanın hayata geçmesini kolaylaştırdı.24 Bugün ölüm perendesi atmaya meyleden devlet koalisyonunun kuruluşunda Kürt sorununda diyalog yöntemi dışında yöntemlerin devreye girmesi esas belirleyicilerdendir. Bir diğer belirleyici etken ise, bizzat MHP’dir. MHP, şu anda dünyadaki en deneyimli ve kitlesel faşist partilerden biridir. Türkiye’de otoriter yönelimin 24 Sosyalist İşçi, 2019, 632.
13
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
hızla daha da tehlikeli maceralara doğru yönelmesinde, diğer bir deyişle Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünde en önemli etken, iktidarı liderinin ellerinde merkezîleştiren merkez sağ bir partinin koalisyon ortağı faşist parti tarafından şekillendirilmeye başlaması. Kendi başına asla cüret edemeyeceği yöne doğru sınırlarını zorlayarak ilerlemesinde MHP’nin yönlendirmesi, cesaretlendirmesi ve bütün bu adımların atılmasında devletin gelişmelere müdahil olmayacağının güvencesini vermesi, bu güvenceyi verebilecek bir asli iktidar pozisyonunu sık sık öne sürmesi yaşanan değişimin neden göründüğünden daha tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu tehlike Türk usulü otoriterizmin Türk usulü faşizmden aldığı destekte düğümleniyor. Otoriter popülist sağcılık milliyetçiliği kullanarak oy deposu, devlet içinde pazarlık gücü ve meşruluk kaynağı gördüğü kitleleri hamaset yüklü bir propagandayla tarihi bütünüyle bir kurgu haline getirip gerçek olmayan bir tarih anlatısıyla biçimlendirmeye çalışıyor. Lanetledikleri geçmiş dönemin bir dizi kurumunu yıkar ya da yıkmaya çalışırken ezilenler ve ekosistem açısından ağır sonuçları olan müdahaleleri örgütlüyorlar. İstisnasız tüm otoriter partiler kadın haklarına göz dikmiş durumda.25 Hepsi kadın haklarının budanmasından yana, hepsi iklim değişimiyle mücadeleyi gereksiz görüyor, hepsi ülke ekonomilerinin gelişmesini engelleyecek çevre anlaşmalarına karşı. Ama bu tehlikeli ortak özellikler yetmezmiş gibi, hepsi kendi ülkelerini eski kudretli günlerine döndüreceğini vaat ediyor. Erdoğan “Büyük Türkiye’yi, güçlü Türkiye’yi inşa etmek için gençlerimize her zamankinden daha çok ihtiyacımız var” tweetini atarken, Bolsonaro Brezilya’nın özlemle andığı güçlü dönemi olarak cunta dönemini gösteriyor. Trump’ın 2018 G20 zirvesinin ardından milliyetçi bakış açısını bir gazete şöyle değerlendiriyor: Zirvenin en moral bozucu sonucu, nahoş konuların ele alınmamış olmasıydı. ABD ortak bildirinin uluslararası işbirliğini konu alan bölümünden ‘çok taraflı’ kavramını çıkarttırmayı başardı. Önemsiz gibi görünüyor ama son derece rahatsız edici bir durum: En büyük süper güç açık pazarlar anlamına gelen çok taraflılığı ret ediyorsa, kötü günler yakında demektir. ABD Başkanı Donald Trump, 20’inci yüzyılın kalıntısı sanılan milliyetçiliği her derde deva olarak dünya gündemine sokmayı başardı.26 25 Bolsonaro bir tweetinde “Brezilyalıların parası bu işi özendiren sivil toplum kuruluşlarının finansmanı için kullanılmayacak” derken (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46013775), Orban üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmalarını yasakladı (https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/201954-macaristan-da-toplumsal-cinsiyet-calismalari-yasaklandi), Türkiye’de de Erdoğan sürekli olarak kadınların en az üç çocuk doğurması gerektiğini söylüyor. 26 https://www.dw.com/tr/nn-trump-milliyet%C3%A7ili%C4%9 Fi-d%C3%BCnya-g%C3%BCndemine-sokmay%C4%B1-ba%C5%9Fard%C4%B1/a-46545840
14
Bu çift başlı eğilim (hem her türden özgürlük alanını kısıtlamayı amaçlayıp hem de milliyetçiliği güçlendirmeleri) otoriter siyasetleri sadece bugün son derece tahripkâr yapmakla kalmıyor, ayrıca kapı araladıkları başka bir tehlikenin de varlığını gösteriyor: Otoriter popülist siyaset, faşizme serpilip gelişmesi için arayıp da bulamadığı fırsatı sunuyor. Bu iki siyasî eğilimin bir ve aynı şey olmadığını ama ayrı ayrı öneme sahip çok tehlikeli siyasî hareketler, programlar ve örgütlenmeler olduğunu kavramanın zorunlu olduğunu gösteriyor. Göçmen düşmanlığı bu açıdan çok açıklayıcı bir gelişme. Türkiye’de iktidarı saymazsak, bu liderlerin hepsi göçmen düşmanı. Trump ve Orban’ın sicilleri bu açıdan çok kirli. Trump düpedüz bir ırkçı ve iktidara geldiği günden beri Meksikalıların ABD’ye geçişini önlemek için duvar öreceğini söyleyip duruyor. Bu, ABD’de kötü giden her şeyin göçmenlerin suçu olduğunu anlatmanın başka bir yolu. Macaristan’da ise Avrupa’nın en az Suriyeli göçmen alan ülkesi olmasına rağmen göçmen akınını engellemek için ülkenin tellerle çevrileceğinin açıklanması, Orban’ı en tehlikeli göçmen düşmanlarından birisi yapıyor. İşte burada otoriter liderlerin göçmen düşmanlığını bir ajitasyon ve propaganda malzemesi olmaktan çıkartan tehlikeli bir faşist akım üzerine tepinebileceği, sörf yapabileceği bir fırsat buluyor. Hem aşağıda, sokakta, “milliyetçi duyarlılık” açık bir göçmen düşmanı ırkçı faşist saldırganlığa dönüşüyor hem de yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarıya örgütlenen faşist hareketler daha cüretkar oluyor. Ana akım siyaset haline gelen otoriter iktidarların ırkçı, ayrımcı ve milliyetçi söylemleri politikanın günlük kuralları haline getirmeleri, ırkçılığı reaksiyoner bir örgütlenme aparatı olarak ele alan faşistler için çok geniş bir hareket alanı açıyor. Faşizm, küçük burjuvazinin umutsuzluğunu örgütleyen, aşağıdan yukarı, yığınların paramiliter örgütlenmeleriyle kitlesel bir askeri-sivil örgütlenme haline gelerek, ekonomik, sosyal, politik, ahlakî ve ideolojik krizlerin hepsinin aynı anda devreye girdiği koşullarda, egemen sınıfların başka hiçbir çaresi kalmadığında iktidara çöreklenebilen bir hareket. Troçki Nazileri analiz ederken, “Almanya’da durum büsbütün farklıdır. Burada küçük burjuvazinin umutsuzluğu değdiği yeri yakan bir kor halini alınış ve Hitler’le partisini baş döndürücü yüksekliklere çıkarmıştır”27 dediğinde, bu umutsuzluğu örgütleyebilecek bir faşist partinin varlığının yarattığı büyük tehlikeye değinmekle kalmıyordu sadece. Aynı zamanda krizin kritik anında işçi sınıfını asker ve polis gücüyle bastırmanın artık imkânsız hale geldiği koşullarda, başka bir gücün, özgürlük isteyen kitlelerin gücüne karşı özgürlükleri tarih sahnesinden silmek isteyen bir hareketin çıkmasıdır faşist hareketin başardığı. Faşist hareket sokakta 27 Troçki. 1998. s.298
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
her mevzi kazandığında, her linç girişiminde, her greve saldırdığında, kadınları taciz ettiğinde sadece sokakların kontrolünü ele geçirmenin maço hazzını yaşamakla kalmaz, devletin zirvelerine ve en önemlisi büyük burjuvazi ve ordunun üst kademelerine krizi atlatmanın ve işçi sınıfı iktidarını engellemenin ya da krizi atlatmak için gerekli diktatöryal tedbirleri almayı engelleyen demokratik kazanımları ezmenin iktidarı dışında bir şansı kalmadığı mesajını verir. Troçki durumun ciddiyetini tüm çıplaklığıyla anlatmak için adeta çığlık atıyordu: Almanya bugün en büyük tarihi saatlerinden birini yaşıyor; Alınan halkının kaderi, Avrupa’nın ve hatta gelecek on yıllar için bütün insanlığın kaderi buna bağlı. Bir piramidin tepesine küçük bir top yerleştirildiğinde küçük bir itiş topun sağa veya sola yuvarlanmasına yeter. Almanya’nın her an yaklaşmakta olduğu durum da işte böyle bir durum. Bazı güçler topun sağa yuvarlanıp işçi sınıfının belkemiğini kınnasım istiyorlar. Bazıları da topun piramidin tepesinde kalmasını sağlamaya çabalıyorlar. Bu bir ütopya; top piramidin tepesinde kalamaz. Komünistler topun sola yuvarlanıp kapitalizmin belkemiğini kırmasını isterler.28
Troçki, “belkemiği” ve “kırmak” gibi sözcükleri tesadüfen seçmiyordu. Faşist hareket, örgütlenmesi, programı, eyleme geçme tarzı açısından bir sınıfın, burjuvazinin adına kitlelerin tehdidini kullanarak başka bir sınıfın, işçi sınıfının belkemiğini kırması hareketidir. Kırmak için, devlet gücünün ellerinde aşırı bir şekilde merkezîleşmiş olması gerekir. Bunun, kitlelerden aldığı oy desteğiyle ve devletle uzlaşı içinde demokratik hakları budamaya hedefleyen otoriter hareketlerden, bu hareketlerin liderlerinin faşist bir dünya görüşüne yatkın olup olmadıklarından bağımsız olarak, keskin bir farkı vardır. Troçki yine bir örnek veriyor: Anlamayanlar için bir örnek daha verelim. Düşmanlarımdan biri beni her gün zayıf zehir dozlarıyla zehirlemek istiyor, bir diğeri ise arkamdan bana ateş etmek istiyorsa, önce ikinci düşmanımın elinden tabancasını alırım, böylece de birincinin işini görmem mümkün olur. Fakat bu, zehirin tabancaya oranla bir “ehveni şer” olduğu anlamına gelmez.29
Modern otoriter partilerin bir yandan her gün zehirlerken aynı anda arkadan tabancayla işimizi görme ihtimalleri çok yüksek olsa da, Troçki’nin başka bir bağlamda verdiği bu örnekler, otoriter iktidarlarla faşist iktidarlar arasındaki temel ayrımın devlet iktidarının faşist örgütlenmesinin tamamlanmış olup olmadığında ve işçi sınıfının omurgasının, işçi basınıyla, işçi dernekleri, işçi sendikaları, işçi örgütleri ve işçi partileriyle birlikte ezilip ezilmediğinde yattığını gösterir. Türkiye solu ve 28 Troçki, a.g.e s.146. 29 Troçki, a.g.r. s.151-152.
demokratik entelektüel dünyası Troçki’nin Bolşeviklerden aldığı mirasın ayırdedici yönünü, açıklama gücünü önemsizleştirdiği için otoriterizmin tehlikelerini görebilse de faşist iktidarın başka bir örgütlenme düzeyini ifade ettiğini anlayamıyor. İktidara geldiği günden beri AKP’nin faşistlikle suçlanması ama AKP’nin otoriter eğilimlerine karşı gerçek faşist partinin cumhurbaşkanı adaylarını ayrı kampanyalar yaparak da olsa desteklemek bu tartışmanın ne kadar tehlikeli bir siyasî pratikle tamamlanabileceğini gösteriyor. Mevcut sağcı iktidarların insanlığın ve gezegenin başına nasıl bir bela açmakta olduğunu, sadece şimdi yüzyüze kaldığımız otoriter sağ saldırıyla değil, kenarda başını kaldırmayı bekleyen ve son birkaç yıldır göçmenlere karşı horozlanan ırkçı faşist tehlikeye bakarak da kavrayabiliriz: Bir yandan antisemitizmin, bir yanda islamofobinin arttığı bir dönemdeyiz. Avrupa faşizmi toplumda giderek daha fazla taraftar bulmaya başlamış gibi. Ekim 2018 tarihi itibarı ile Avrupa’da aşırı sağın, ırkçıların ulusal parlamento seçimlerinde aldığı oy oranları dehşet verici. İsveç’in Demokratları Partisi yüzde 18, Finlandiyalılar Partisi yüzde 18, Danimarka Halkın Partisi yüzde 21, Almanya için Alternatif Partisi yüzde 13, Hollanda Özgürlük Partisi yüzde 13, Fransa’da Ulusal Cephe yüzde 13 oy aldı. Çekoslovakya’da aşırı sağcı Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Partisi var, kelimelerin altını boşaltmaya başladığınız, istediğiniz yere çekmeye başladığınız anda toplumda dayanışma hissiyatı uyandıran anlam ve değerler giderek ortadan kayboluyor, bu partinin ismi iyi bir örnek. Avusturya Özgürlük Partisi yüzde 26, İsviçre Halkın Partisi yüzde 29, İtalya’da LİG partisi yüzde 17, Yunanistan’da Altın Şafak yüzde 7, Kıbrıs’ta ELAM yüzde 4 oy aldı.30
Anlatmaya çalıştığıma son örnek ise Trump’ın otoriter ırkçılığının ırkçı faşistlere verdiği cesaret. Trump’ın iktidara gelmesinin ardından göçmen düşmanı açıklamaları, ABD’ye yönelen büyük göç dalgası karşısındaki vurdum duymaz, aşağılayıcı yaklaşımları, ABD’nin faşist çetelerine cesaret verdi ve göçmenlerin girmesi beklenen sınır hattında ellerinde tüfekleriyle yaklaşmakta olan göçmenleri vuracağını ilan eden siviller beklemeye başladı.31 Bu yüzden önümüzdeki dönemde bu tartışmaları çok daha yoğun bir şekilde yapmalıyız. Faşist tehlikeye kapı araladığı için otoriter popülist iktidarların mevcut 30 Tüzün, Tolga, “Kapitalizm, krizler üzerinden yürüyen bir sistemdir”, Sosyalist İşçi, 631. 31 “Donald Trump, bir göçmen kafilesinin ABD-Meksika sınırına doğru bir karavan içinde ilerlemesini, “ABD topraklarını istila girişimi” olarak nitelendirmiş, sınırda asker konuşlandırmıştı.” (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46150737)
15
Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm | Şenol Karakaş
tehlikesini görmezden gelmeyip hem kapısı aralanan faşizmin, göçmen ve özgürlük düşmanı diktatörlüğün engellenmesi için en geniş mücadele platformlarını hiç vakit kaybetmeden inşa etmeli, ama aynı zamanda bunun yolunun otoriter iktidarları geriletmekten geçtiğini, bu iktidarların kitle tabanını çözmenin yolunun da hiçbir özgürlük alanından taviz vermeyen kitlesel mücadeleler olduğunu görmek zorundayız. Trump geriletilmeden sınırda ellerinde silah nöbet bekleyen ırkçı faşistlere nihaî darbe indirilemez, ama Trump yönetiminin sınırda bekleyen ırkçı faşistlerin doğrudan iktidarı olmadığı çok açık. Trump’a oy veren milyonlarca yoksulun bir kesiminin, sağdan sola kazanılabileceğini görmemiz gerekir. Türkiye’de AKP’nin karakteri konusundaki kafa karışıklığının kökeninde faşizm kavramıyla ilgili kafa karışıklığı yatıyor. AKP’nin tüm neoliberal ekonomi politikalarına rağmen Avrupa Birliği uyum sürecinin zorunlu adımları olan demokratik adımları atmasını, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin kazanımları değil doğuştan faşist AKP önderliğinin kendi karanlık iktidarına giden yolları döşeyen hamleler olduğunu iddia etmenin arkasında, sınıf içeriğinden kopuk bir sekülerliğin yattığını da görmek mümkün. Bu yaklaşım, laiklik temelinde buluşmak, AKP’in iktidar uygulamalarının karabasan atmosferinde MHP’nin normalleştiği tezlerinin sık sık dile getirilmesine neden oldu. Oysa faşist hareketlerin esas özelliği anormal olmaları değildir; umutsuzluğu örgütleyen bir hareket de olsalar,
16
soğukkanlı planlar yapan, stratejiler belirleyen bir siyasî organizmadır faşist partiler. Hedefe odaklanmışlardır ve hedef faşist iktidardır; bu iktidara doğru hamle yaparken istikrarsızlık unsuru olarak gözükmek istemedikleri zamanlar olur. İktidara yürüyüşlerine göre idama karşı olur ya da olmazlar, çözüm sürecine büyük bir tepki gösterir ya da sessizce gelişmeleri beklerler. Bu ince bir ayrım değildir, alabildiğine net bir farklılıktır, ama faşizmin doğuşu itibarıyla otoriter temellere sahip Türkiye’de kökleşmesi, kitleselleşmesi ve kadrolaşması başka hiçbir siyasî partininkine benzemez. Bu farklılık görülemediğinde, örneğin Türkiye’de seçim sonuçlarında olduğu gibi AKP’nin büyük boyutlu oy kaybının temelinde bu partiye oy veren kitlelerin bilinçli olarak siyasal bir tepki gösterdiğini kavramak da mümkün olmaz. Faşizm kavramı muğlaklaştığında AKP kitlesiyle MHP kitlesi, AKP örgütlenmesiyle MHP örgütlenmesi bir ve aynı şey olarak görülür. Oysa, hem küresel düzeyde hem de Türkiye’de kanlı ya da otoriter iktidarlar var, ama henüz Avrupa’da da Türkiye’de bu türden bir diktatörlüğe geçilmedi. Geçilip geçilmeyeceğini işçi sınıfı belirleyecek. Küçümseyerek, “hangi işçi sınıfı?” diye soranlara sanki “Arap Baharı’nın ne anlamı vardı?” diye soran karamsarlara yanıt verircesine sokaklara çıkan Sudan ve Cezayir’deki kadın ve erkek işçilerin mücadelesine bakmalarını tavsiye edebiliriz. İşte bu işçi sınıfı, dünyada da Türkiye’de de! İşte bu işçi sınıfı, dünyada da Türkiye’de de!
Otoriterleşme ve Milliyetçilik Arife Köse
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.” KARL MARX – Louis Bonapart’ın 18. Brumieri
Giriş Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri açıklarken yaygın bir otoriterleşme eğiliminden söz ediliyor. Dünyada bu eğilimin simge isimleri arasında Donald Trump, Victor Orban, Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan gibi isimler sayılırken kısa süre önce Brezilya’nın başkanı olarak seçilen Jair Bolosonaro gibi yenileri de bu listeye ekleniyor. Bu eğilime eşlik eden bir diğer küresel olgu ise, zaman zaman ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar varan bir milliyetçilik. Bu makale, otoriter yönetimlerin anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak için milliyetçilikten yararlandıklarını, bunu yaparken ‘güçlü devlet, güçlü millet’ ve yabancı ve göçmen düşmanlığı söylemlerine dayandıklarını anlatıyor. Aynı zamanda, bu otoriter yönetimleri, ‘sultanlık’, ‘çarlık’, ‘imparatorluk’ gibi modern öncesi kavramlarla ve faşizm, islami-faşizm gibi yönetim biçimleriyle açıklamanın yanlış olacağını, otoriterleşme ve milliyetçiliğin kapitalizme özgü modern olgular olduklarını ve bu bağlamda anlaşılmaları gerektiğini söylüyor. Erdoğan yeni sultan, Putin yeni çar mı? Günümüzde dünyada otoriter yönetimlerin iki simge ismi olarak kabul edilen Recep Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin hakkında google’da genel bir araştırma yaptığınızda karşınıza yüzlerce çar ve sultan fotoğrafı ve bunlarla ilgili yazı çıkıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın eski Osmanlı sultanlarına, Vladimir Putin’in de eski Rus çarlarına özendiği iddiası sadece günlük gazete yazılarında değil, akademik çalışmalarda da sık sık dile getiriliyor. The Washington Instıtute’un Türkiye programının başında bulunan
17
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
Soner Çağaptay’ın 2017’de yayınlanan kitabının adı The New Sultan: Erdoğan and the Crisis of Modern Turkey (Yeni Sultan: Erdoğan ve Modern Türkiye’nin Krizi). Özellikle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçmesinin ardından başta Batı medyası olmak üzere her yerde hemen hemen her gün şöyle başlıklar görmek mümkün: ‘Recep Tayyip Erdogan: The sultan of 21st-century Turkey’1 (Recep Tayyip Erdoğan: 21 yy Türkiye’sinin Sultanı), ‘From reformer to ‘New Sultan’: Erdoğan’s populist evolution’2 (Reformcudan ‘Yeni Sultan’a: Erdoğan’ın Popülist Evrimi). Hatta Tunç Aybak, Open Democracy’de yayınlanan yazısında Erdoğan’ın yönetimini ‘yeni-sultanizm’ olarak adlandıracak kadar ileri gidiyor.3 Benzer bir açıklama yönteminin Putin için de kullanıldığını görmek şaşırtıcı değil. Tıpkı Erdoğan gibi, Putin hakkında yayınlanan bir kitabın başlığı The New Tsar: The Rise and Reign of Vladimir Putin (Myers, 2016) (Yeni Çar: Vladimir Putin’in Saltanatının Yükselişi) . Ve yine kendisi hakkında şöyle yazı başlıklarına rastlamak mümkün: ‘Putin: The New Tsar review – a portrait of a lonely, lying narcissist’4 (Putin: Yeni Çar hakkında bir inceleme – yalnız ve yalancı bir narsistin portresi). Hatta BBC kendisi hakkında ‘Putin: The New Tsar’ (Putin; Yeni Çar) başlıklı bir program bile yaptı.5 Tüm bunlar bize günümüzde yaşanan otoriterleşmeyi modern öncesi kavramlarla açıklamaya çalışan bir eğilimin varlığını gösteriyor. Ancak bu doğru bir açıklama biçimi değil. Günümüzde tanık olduğumuz otoriterleşme Türkiye’de Erdoğan’ın sultan ya da Rusya’da Putin’in çar olma hevesinden kaynaklanmıyor. Kimse Osmanlı İmparatorluğu ya da Çarlık Rusyası günlerine dönmeyi planlamıyor, bunun olamayacağının da farkında. Bu otoriterliğe, zaman zaman ırkçılığa varan güçlü bir milliyetçiliğin eşlik ettiği ise yine yaygın olarak kabul edilen bir gerçek. Milliyetçiliğin bir tehdit olarak yükselişinden bahsetmeyen kalmadı galiba. Bu milliyetçilik ise çoğu zaman, özellikle her türlü baskıyı faşizm ile eşitleme eğiliminin güçlü olduğu Türkiye’de faşizm/islamo-faşizm gibi kavramlarla açıklanıyor. ‘AKP faşizmi’ lafını artık sadece yazılarda değil sosyal medyadan gündelik hayatımıza kadar her alanda sık
18
1
https://www.dw.com/en/recep-tayyip-erdogan-the-sultan-of21st-century-turkey/a-44569548
2
https://www.theguardian.com/world/2019/mar/11/from-reformer-to-new-sultan-erdogans-populist-evolution
3
https://www.opendemocracy.net/en/sultan-is-dead-long-live-bay-ce-erdogan-sultan/
4
https://www.theguardian.com/tv-and-radio/2018/mar/10/putinthe-new-tsar-review-bbc2
5
https://www.bbc.co.uk/programmes/b09vb7m3
sık duyuyoruz. Benzer bir durum dünyada da yükselen aşırı sağ hareketlerin sık sık Hitler ve Nazi Almanyası ile açıklanmasında ortaya çıkıyor. Bu açıklamaların kısmen haklılık payı var çünkü Türkiye’de Erdoğan’ın özellikle MHP ile kurduğu ittifaktan sonra bu faşist partinin dilini daha fazla kullanmaya başladığı, faşizmin en temel ideolojik argümanı olan beka meselesinin neredeyse siyasetin tamamını kaplar hale geldiği bir gerçek. Dünyada ise farklılık göstermekle birlikte yeni popülist aşırı sağ hareketleri Nazileri desteklediklerini ya da yeniden canlandırmaya hevesli olduklarını ya açıktan dile getiriyorlar ya da onların hem örgütsel hem de ideolojik güçlenmelerine yol açacak politikaları benimsiyorlar. Örneğin Almanya’nın popülist aşırı sağ partisi AfD, yasal olarak örgütlenemeyen ve Almanya’nın Nazi geçmişinden dolayı oldukça marjinalleşmiş olan çok sayıda faşisti içinde barındırarak güçlenmelerine yol açtı. Bugün otoriter rejimler dediğimizde yönetimde bu tür politikaları benimseyen parti ya da liderlerin olduğu Rusya, Türkiye, Brezilya, Macaristan gibi ülkeleri kastediyoruz, dolayısıyla aşırı sağın bulunduğu her yerde rejimler otoriterleşmiyor. Ancak aşırı sağ popülist milliyetçi hareketler mevcut yönetimlerin örneğin göçmen kontrolü konusunda daha fazla önlem alması ve dolayısıyla otoriterleşmesi için baskı yapıyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde bu hareket ve partilere daha yakından bakacağız ancak şimdilik sadece şunu söyleyelim; gördüğümüz gibi, faşizm azımsanmayacak bir tehdit olarak önümüzde duruyor ancak mevcut otoriter rejimleri faşizm olarak adlandırmak doğru olmaz. Bu makale ise içinden geçtiğimiz otoriterleşme sürecinin kapitalizmin birbirinden hiçbir şekilde ayrı olmayan üç krizinin bir araya gelmesinden oluşan bir konjonktüre egemen sınıfın bir kesiminin yanıtı olarak ortaya çıktığını ve ne faşizm ile ne de kapitalizm öncesi yönetim biçimleriyle açıklanamayacağını söylüyor. Küreselleşme, ulus devlet, milliyetçilik Komünist Manifesto’da (1848) yer alan ve Karl Marx ve Friederich Engels’in en çok bilinen ve alıntılanan sözlerinden biri günümüzde hala geçerliliğini koruyor. Şöyle diyordu Marx ve Engels: Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilenisi sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.
Marx ve Engels 1848 yılında yazdıkları bu satırlar, kapitalizmin gelişimi ile birlikte muazzam bir ivme kazanan değişimin, bir yandan insanlığın zenginlik üretme kapasitesinde meydana getirdiği muazzam artış ile birlikte toplumsal ilişkilerde ve gündelik hayatta
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
yarattığı sonuçlara vurgu yapar. Kapitalizm, muazzam bir hız ve zenginlik ile birlikte kendi sorunlarını da beraberinde getirir hayatımıza. Aradan geçen 171 yılda dünya Marx ve Engels’in zamanında olduğundan daha da hızlı biçimde değişiyor. Ancak bu değişimi neo-liberal kapitalizmde durdurup artık tarihin sonunun geldiğini iddia edenler de olmadı değil. Fukuyama (1992), bunu söylerken sadece tarihsel bir sürecin sonundan bahsetmiyordu, aynı zamanda, insanlığın ideolojik evriminin de sonunun geldiğini ve Batı liberal demokrasisinin, insanlığın ulaştığı nihai yönetim biçimi olarak evrenselleştiğini iddia ediyordu. 90’lı yılların bir başka klişesi de küreselleşme ile birlikte ulus devletlerin de sonunun geldiği ve bu sürecin milliyetçiliğin de zayıflamasına yol açacağı iddiasıydı. Küreselleşme teorisyenlerinin bu iddiasına göre artık sınırların bir önemi kalmamıştı. Phil Marfleet’in (2016) da açıkladığı gibi, küreselleşmenin kendisi sınırların olmadığı bir dünya yaratacak, bu dünyada sermaye sınırsız bir şekilde dünyanın her yerine ulaşabilecek ve böyle bir dünyada ulus devletlerin ve bu devletler arasındaki çatışmanın hiçbir önemi kalmayacaktı. Ancak yaşanan gelişmeler her iki efsaneyi de yalanladı. Ne tarihin sonu geldi ve neo-liberal kapitalizm kendini hem ekonomik bir sistem hem de ideolojik bir söylem olarak nihai kazanan olarak ilan edebildi. Ulus devletler ve milliyetçilik, zayıflamak ve yok olmak şöyle dursun, daha müdahaleci ve güçlü bir şekilde dünya sahnesinde yerini aldı. Bunun üç nedeni vardı; birincisi 1980’lerde tüm dünyada kurulan neo-liberal uzlaşının 2000’lerde yaşanan ekonomik kriz ile birlikte sona ermesi, ikincisi, bu ekonomik krize eşlik eden politik kriz ve üçüncüsü yine bunlarla bağlantılı olarak jeo-politik rekabetin artmasıyla birlikte emperyalizmin içine girdiği kriz ve bunun küresel ve bölgesel sonuçları. Bu üç gelişmenin pek çok sonucu var ancak otoriterleşme ve milliyetçilik açısından şunu söyleyebiliriz; bu krizlerle birlikte ülkeler daha içe kapanmacı ve korumacı politikalar izlemeye başladı. Üstelik sadece ekonomik anlamda değil siyasi olarak da daha fazla kendilerine döndüler, ulus devletlerin ve sınırların neredeyse kutsallaştırıldığı, demokrasinin bunların korunmasına feda edilmesinin normal sayıldığı bir döneme girdik. Bu dönemin en popüler ideolojisi de tabii ki milliyetçilik oldu. Şimdi yukarıda saydığımız bu üç faktörün nasıl otoriterleşmeye yönelime zemin oluşturduğuna bakalım. Ekonomik krizi Dünya 2000’lerin başından bu yana zaman zaman şiddetlenen, zaman zaman daha sakin bir seyir izleyen ekonomik bir krizin içinde. Bu kriz önce 2007 Ağustos ayında bankaların kredi verme kapasitelerinde daralma ile başladı ve ardından 2008’de Lehman Brothers’ın
batması ile devam etti. Böylece 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra yaşanan en büyük krizin zemini oluşmuş oldu. Ekonomik krizin üçüncü dönüm noktası 2010 baharında patlayan Euro bölgesi krizi oldu. 2011 yazında ise finans piyasalarında yaşanan panikle dünya bir diğer kriz dalgası ile karşı karşıya kaldı (Callinicos, 2011). Aynı günlerde IMF, ABD ve Avro bölgesinde yaşanan politik ve ekonomik gelişmelerin bu ülkelerde yaşanan resesyonu artıracağını söyleyerek ‘ekonominin tehlikeli yeni bir aşamaya’6 girdiği konusunda uyardı Tüm bunlar şu anlama geliyor; ileri kapitalist ülkeler, ekonomiyi yeniden yapılandırmak için harcanan onca çabaya ve sömürü oranlarında yaşanan artışa rağmen, 1960’lardan bu yanan yavaş yavaş ilerleyen uzun dönemli birikim ve kar krizlerini çözemediler. Neo-liberal ekonomik patlamaya ivme kazandıran şey ucuz kredilerdi ve bu balon patladı. Günümüzde Financial Times’ın saygın ekonomi yazarları da dahil olmak üzere pek çok yorumcu 2018 yılı itibariyle bu kriz döneminin sona erdiğini, nihayet dünya ekonomisinin kendini toparlamaya başladığını iddia ediyor. Ancak Joseph Choonora (2018) bu iyimserliğin hatalı olduğu konusunda uyarıyor ve şöyle diyor: Daha 2010 yılında, krizi atlatma sürecinin ‘zayıf, kırılgan ve belirsiz’ olduğunu yazmıştım. Bahsettiğim zayıflığın nedeni 2008-9’da yaşanan durgunluğun karlı olmayan sermayeyi yeteri kadar ortadan kaldıramamasından ya da devalüe edememesinden ve böylece kar oranlarındaki artışı yeniden güçlü bir şekilde yakalayamamasından kaynaklanıyor. Kırılganlığın nedeni, iyice şişmiş finansal sistem ve bu sistem her krizi genelleştirme potansiyeline sahip. Belirsizlik ise, bu krize neden olan temel sorunları çözmeden sürece dahil olan devletlerin müdahalelerinden kaynaklanıyor.
Kriz ile birlikte gündeme gelen önemli tartışma konularından biri de küreselleşme oldu. Sermayenin sınırsızca akma olanağı bulacağı, ulus devletlerin ve bu devletler arası gerginlik ve savaşların artık önemini yitireceği üzerine kurulu olan neo-liberalizm ideolojisinin temellerinin çöküşüne ve dünyanın dört bir yanında çatışmaların artışına, Suriye’nin gözlerimizin önünde büyük ve küçük tüm güçlerin oyun alanına çevrilmesine tanıklık ederken artık 1980’lerin bu efsanelerini tekrarlamak o kadar da kolay değildi. Nitekim yine Choonora (2018) bu sürecin küreselleşmenin sonu anlamına gelmese de küreselleşmenin ortaya çıkma biçiminde bir değişim anlamına geldiğini söylüyor: Bu illa ki küreselleşme döneminin sona erdiği anlamına gelmiyor, çünkü küreselleşme, küresel değer zincirlerinden (bu zincirler, finans akışının yanı sıra, çok uluslu şirketlerin üretimlerini sınırlar ötesine taşımasını 6
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/imf-baskanindan-kuresel-ekonomide-tehlike-uyarisi-18803794
19
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
sağlıyor) ve bu süreçte bir gerileme görünmüyor. Ancak savaş sonrası ABD hükümetlerinin, küresel serbest ticareti Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar yoluyla artırmasına ilişkin tarihsel vaatleri gücünü kaybetmiş gibi görünüyor. Trump yönetiminin, güneş enerjisi panelleri ve çamaşır makinesinin gümrük vergilerini Ocak ayında artırması Beyaz Saray’da yeni bir ruh haline işaret ediyor. Bu gümrük tarifeleri sadece Çin’i etkilemiyor – 2017’de ABD’ye en fazla çamaşır makinesi ihraç eden ülkeler Vietnam, Tayland ve Güney Kore; en çok güneş enerjisi paneli ihraç edenler ise Malezya, Güney Kore ve Vietnam’dı. Bu değişikliği Trump’ın gümrük vergisini ABD çelik ithalatında yüzde 25, alüminyum ithalatında yüzde 10 artırdığına dair açıklaması izledi. Bu açıklama AB ve Çin gibi ülkelerin intikam tehditlerinde bulunmasına ve Trump’ın ekonomi baş danışmanı Gary Cohn’un istifa etmesine yol açtı.
İngiltere Middlesex Üniversitesi’nde Uluslararası İstihdam İlişkiler dersi veren Martin Upchurch de (2018) küreselleşmenin sona erdiğini değil yeniden şekillendiğini söylemenin daha doğru olacağını ifade ediyor: Hiç şüphe yok ki dünya ekonomisinde güç odağının yeniden düzenlenmesine tanıklık ediyoruz. ABD ekonomisine meydan okunuyor ve çok merkezli bir dünya görüşü giderek yaygınlaşmaya devam ediyor. Genel olarak, ekonomik korumacılık ve göçün daha fazla kısıtlanmasına odaklanan milliyetçi bir popülizm olarak tanımlanan Trump ve “Trumpism”, küreselleşmiş ekonominin sözde kazançlarından yararlanamayan hoşnutsuz işçilere yönelmek üzere giyinip kuşanmış sağın tepkisi gibi görünüyor. (…) Ancak, tanık olduğumuz şey küreselleşmenin sonu değil, yeniden şekillenmesi. Bu yeniden şekillenme sürecinde mevcut ticaret ilişkileri dağılıyor ve sermaye birikiminin yeni dünyasında onların yerine yenileri kuruluyor.
Chonoora’nın ve Upchurch’un yukarıda ifade ettiği gibi bu yeniden şekillenme süreci sadece belli başlı ülkeleri değil, farklı derecelerde ve şekillerde bütün dünyayı etkiliyor. Örneğin, 2008 yaz aylarında Türkiye’de patlak veren ekonomik kriz her ne kadar Papaz Brunson krizi gibi görünse de, aslında onun sadece fitilini ateşlediği ama yukarıda açıklamaya çalıştığım sürecin devamı olan bir krizdi. Marksist ekonomist Micheal Roberst Türkiye’de yapılan son genel seçimlerin ardından yazdığı yazıda şöyle diyordu: Artan küresel faiz oranları ve ABD Başkanı Trump’ın başlattığı ve giderek büyüyen ticaret savaşı, Türkiye gibi yükselen kapitalist ekonomileri vuracak. Döviz üzerinden borçlanmanın maliyeti çok artacak ve yabancı yatırım azalacak… Türkiye şu anda, Arjantin (burada başladı bile), Ukrayna ve Güney Afrika ile birlikte bu borç krizinin eşiğinde
20
duruyor”. Önümüzdeki günlerde bu kriz daha da büyüyecek.7 Gerçekten de Roberts’ın dediği gibi oldu ve Ağustos 2018’den itibaren Türkiye hala içinden geçtiğimiz bir krizin içine girdi. Ümit Akçay bu krizin görünür yüzünü şöyle anlatıyor: Türkiye’de 2013 sonrasında oluşan yapısal kriz konjonktüründe 2014, 2016 ve 2018’de üç kere ekonomik darboğaz yaşandı. İlk darboğaz sermaye hareketlerinin kısa süreli canlanması, ikincisi de devlet destekli kredi genişlemesi sayesinde atlatılabildi. … Ağustos ayındaki döviz krizinden birkaç ay sonra, ekonomik tablo hızla kötüleşti. Ocak-Ekim 2018 arasında, enflasyon yüzde 10,3’ten 25,2’ye, tüketici kredisi faizi 18,5’ten 38,2’ye fırladı. Sanayi üretimi 2018 boyunca temmuz ayı hariç sürekli geriledi, aralıkta daralma yüzde 9,8’e ulaştı. İşsizlik ise sert bir artışla yüzde 12,3 seviyesine geldi. Bu tablonun önümüzdeki dönemde daha da kötüleşmesi bekleniyor.8
Marksist.org yazarlarından Faruk Sevim ise OECD’nin, 2019 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 0,4 daralacağını öngördüğünü, 2002 yılında 3 bin dolar olan kişi başı gelirin, 2013 yılında 12 bin 500 dolar seviyesine yükseldiğini, kişi başına gelirlerimizde, son bir yılda en az yüzde 20 azalma olduğunu, sanayinin Eylül 2018’de bir önceki yıla göre yüzde 2,7 daraldığını, kayıtlı işsizliğin 2019 yılında 8 milyona yükselmesinin beklendiğini anlatıyor.9 Politik kriz Tüm dünyayı etkisi altına alan bu ekonomik krizin bir başka boyutu da kapitalizmde zaten mevcut olan adaletsizliği daha da derinleştirmesi oldu. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın Forbes ve Credit Suisse’in verilerini kullanarak 2018 Ocak ayında hazırladığı rapora10 göre, 2015’ten bu yana en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam serveti dünyanın geri kalan yüzde 99’unun servetinden daha fazla. Rapor ayrıca en zengin 26 kişinin servetinin dünya üzerindeki 3.8 milyar insanın servetine eşit olduğunu ve zenginlerin 2018 yılında servetini 900 milyar dolar artırmasına rağmen Brezilya ve İngiltere gibi bazı ülkelerde en 7
https://thenextrecession.wordpress.com/2018/08/11/turkey-total-meltdown/
8
https://www.rosalux.de/en/publication/id/40069/die-kommunalwahlen-im-schatten-der-wirtschaftskrise/
9
https://marksist.org/icerik/Yazar/11040/Ekonomik-kriz-buyuyor,-isci-sinifi-ayaga-kalkmak-zorunda
10 https://www.oxfam.org/en/pressroom/pressreleases/2018-01-22/ richest-1-percent-bagged-82-percent-wealth-created-last-year
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
fakir yüzde 10’luk kesimin bütçelerine oranla zenginlere göre daha fazla vergi verdiklerini ortaya koyuyor. Oxfam Direktörü Winnie Byanyima, raporun verilerine dayanarak bu durumun tüm dünyada büyük bir eşitsizliğe ve öfkeye yol açtığını söylemişti.11 Tüm dünyada neo-liberal uzlaşı bozulurken ve katı olan her şey buharlaşıp dünya yeniden şekillenirken egemen sınıfın bunun yerine ne koyacağına dair bir önerisi yok. Bu da sadece ekonomik krizi derinleştirmekle kalmıyor aynı zamanda siyasal alanda da büyük bir boşluk yaratıyor. Hala eskinin ezberleriyle yeni ortaya çıkan olgulara yanıt vermeye çalışan anaakım partiler dünyanın her yerinde erirken ve yok olurken onların yarattığı boşluğa Yunanistan ve İspanya’da olduğu gibi bazen sol ama daha çok aşırı sağ popülist milliyetçi partiler talip oluyor. Örneğin Almanya’da yılların efsanevi Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin oyları eriyerek aşırı sağ popülist parti AfD ile aynı orana, yani yüzde 17’ye gelmiş görünüyor. Aynı şekilde Hristiyan Demokratlar’ın oyu yüzde 36’dan yüzde 30’a düşmüş görünüyor. İngiltere’de ise bu yıl Nisan ayı ortasında kurulan AB karşıtı sağ popülist Brexit Partisi’nin oyu şimdiden yüzde 15 olarak görünüyor. Daha bir hafta önce kurulan bir partinin bu oy oranına ulaşmasının tek yolu İngiltere’nin köklü iki partisi olan İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin tabanından oy almış olmasıdır. Bu parti, İngiltere’nin hükümetin vaat ettiği tarihte Avrup Birliği’nden çıkmayı başaramamasını protesto etmek için sağcı popülist politikacı Nigel Farage tarafından kuruldu. Partinin hedefi Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine AB karşıtı bir kampanya yaparak katılmak. Üstelik, aslında 1991 yılında kurulmuş olan ama Nigel Farage’ın 2006’da partinin başına geçmesiyle popülerleşen sağcı popülist bir diğer parti UKIP’ın yüzde 14 olan oy oranı ile birleştiğinde ikisinin oy oranı yüzde 29 yapıyor. Farage İngiltere’de ‘elitler’ ve ‘sıradan insanlar’ popülizmini göçmen karşıtlığı ile birleştiren söylemin en önde gelen temsilcisi. Kendisi 2018 Ağustos ayında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
ve ben bu kaygının kısa sürede ortadan kalkacağını sanmıyorum’.12
Bu tüm dünyada örnekleri görülen yeni sağ popülist milliyetçi söylemin belki de en iyi örneklerinden biri çünkü ırkçı değilmiş gibi görünerek ırkçılık yapmanın nasıl bir şey olduğunu bize çok iyi gösteriyor. Avro bölgesinin diğer ülkelerine baktığımızda ise, örneğin İtalya ve Yunanistan’da seçimle gelen hükümetlerin yerini ekonomik krizi aşmak için öne sürülen kemer sıkma politikalarını uygulamak üzere göreve gelen teknokrat hükümetlerin aldığını ve yine başarısız olduklarını görüyoruz. Neo-liberal politikaların krizinin tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte politik kriz de küreselleşiyor. Arjantin, Macaristan, Hindistan, Polonya örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde seçimle, Brezilya, Honduras, Paraguay örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde yargı ve parlamento yoluyla yapılan darbeyle, Türkiye’de seçimler ve sistem değişikliği yoluyla ve Mısır ve Tayland’da askeri darbe yoluyla otoriter hükümetler iktidara geldi. Ancak otoriter iktidarlar sadece bu ülkelerle sınırlı kalmadı. Dünyanın süper gücü ABD’nin başına sağcı Trump seçildi. Avusturya, İsviçre ve Skandinavya’da yine aşırı sağ partiler girdikleri seçimlerden güçlenerek ve hatta zaman zaman hükümet ortağı olarak çıktılar. Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı, tüm dünyada aşırı sağın bir numaralı açık fikirsel ve mali sponsoru Steve Bannon’un 2018 Şubat ayında Florida’da yaptığı bir konuşma tüm bu sağ ve milliyetçi hareketlerin bu ortaya çıkan boşluğu nasıl doldurmayı planladıklarını çok iyi gösteriyor:
Westminster, entelektüeller, liberaller elitler bir türlü anlamıyorlar. Hala göçmen meselesini halının altına süpürmeye çalışıyorlar. Örneğin İngiltere’de son beş yılda trafiğe iki buçuk milyon yeni araba çıktı. Eğer nüfusumuz yılda üç yüz ile beş yüz bin artmaya devam ederse trafiğe daha çok yeni araba katılacağını tahmin etmek için Einstein olmanı gerekmiyor. Dolayısıyla İngiliz halkının bu konudaki kaygısı ırkçılıktan, göçmenlerden hoşlanmamaktan ya da onları sevmemekten kaynaklanmıyor. Bence, dizginleri ele almamız, kontrolü sağlamamız gerektiğine dair sağduyudan kaynaklanıyor
İnsanlar kendi ülkelerinin kontrolünü yeniden ellerine almak istiyorlar ve kendi yaşamlarının ve ailelerinin yaşamlarının kontrolünü de yeniden kendi ellerine almak istiyorlar. (Alkışlar) Ulus devlet insanın mutlu olabileceği tek model olmaya devam ediyor ve Amerikan ulusu Tanrı’nın Yeryüzü’nde özgürlüğün, bağımsızlığın ve adaletin sembolü olmaya devam ediyor. (Alkışlar) … Ulusal sınırları ortadan kaldırmak insanları daha güvenli ve müreffeh yapmaz – demokrasiyi zayıflatır ve refahı yok eder. … Sözde küresel elit kendini zengin etti, ama işçi ailelerini çok az ücretle geçinmek zorunda bıraktı … On sekiz yıl önce, bu odada bulunanların çoğu çalıştığı işte şu anda iki, üç işte çalışarak kazandığından daha fazla para kazanıyordu. (Alkışlar) Barış yerine, sonu gelmeyen savaşlar ve hiçbir zaman yok olmayan çatışmalar gördük. Kazanmak için savaşmayız. Politik olarak doğru olan savaşlarda savaşırız. Artık kazanmıyoruz. Ticarette kazanmıyoruz. Hiçbir yerde kazanmıyoruz.
11 https://www.mepanews.com/en-zengin-yuzde-1lik-kesiminin-serveti-dunyanin-yuzde-99undan-daha-cok-23620h.htm
12 https://www.lbc.co.uk/radio/presenters/nigel-farage/nigel-farage-immigration-liberal-elite-doesnt-get/
21
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
Artık kazanmıyoruz. Yeniden kazanacağız, inanın bana. (Alkışlar).13
Böylece bir yandan içe kapanmacı politikalar diğer yandan neo-liberalizmin krizine bir çözüm bulamadıkça oluşan memnuniyetsizliğin üstesinden gelmek için daha fazla otoriterterleşen yönetimler hem tabanlarının kendilerine olan desteğini artırmak hem de bu otoriter uygulamalarını herkesin gözünde meşrulaştırıp doğallaştırmak için daha fazla ırkçılığa ve milliyetçiliğe başvuruyorlar. Bunu nasıl yaptıklarını aşağıda daha detaylı olarak ele alacağız ancak ondan önce otoriterleşme ve onunla bağlantılı olarak milliyetçileşme eğilimini güçlendiren bir başka faktörden, neo-liberalizmin krizi ile birlikte emperyalizmin krizinden de bahsetmek şart. Emperyalizmin krizi Her ne kadar solun büyük çoğunluğu için emperyalizm dendiğinde akla sadece ABD emperyalizmi geliyor olsa da emperyalizm sadece ABD ile eşitlenemez. Marksist teoriye göre emperyalizm, en genel anlamıyla, kapitalistler arası yarış ve rekabet sistemi demektir. Lenin Marksist emperyalizm teorisine ‘eşitsiz gelişim’ kavramını geliştirerek katkıda bulunmuştur. Callinicos, Lenin’in bu yaklaşımını şöyle açıklıyor: Kapitalizm her yerde eşit derecede büyümez; bazı devletler ve bölgeler önden gider, bazıları arkada kalır. Bu eşitsizlik, dünyadaki güç hiyerarşisini belirler. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişimi, önde gelen devletlerarasında gücü yeniden dağıtır. Bu, güç dengesinin, yeni çatışmalar yaratacak şekilde sürekli değiştiği anlamına gelir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli jeopolitik gelişme, o zamana kadar egemen kapitalist devlet olan İngiltere ile ABD ve Almanya arasındaki güç dengesinin değişmesiydi; bugün bir diğer güç dengesi değişimi ABD ve Çin arasında yaşanıyor. Lenin, bu güç dengesi değişimlerinin, Karl Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” olarak adlandırdığı sermayelerin barışçıl ulus ötesi entegrasyonunu ve Michael Hardt ve Toni Negri’nin “İmparatorluk” olarak adlandırdığı durumu imkânsız hale getirdiğini söyledi: Gücün yeniden dağılımı, böyle bir entegrasyonun işleyebilmesi için gerekli olan anlaşmaların temelini ortadan kaldırıyordu.14
Bunun günümüzdeki ifadesi ise Callinicos’un da yukarıda belirttiği gibi, ABD’nin artık rakipsiz bir süper güç olmaktan çıkmış olması. Üstelik karşı karşıya olduğu tek rakip Çin değil, ya da emperyalizmin krizine neden olan tek faktör ABD ve Çin’in karşı karşıya gelme olasılığı olan rakipler olarak ortaya çıkmış olması değil. 13 https://www.whitehouse.gov/the-press-office/2017/02/18/remarks-president-trump-and-first-lady-melania-trump-make-america-grea-0 14 https://dsip.org.tr/index.php/kutuphane/93-brosurler/1077-alex-callinicos-emperyalizmin-coklu-krizi
22
Daha önemli sorun ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde kendisine karşı aynı anda ortaya çıkan tehditlerle baş etmek zorunda olması. Bir yandan Çin’in yükselişi, diğer yandan Rusya’nın kendisini uluslararası alanda daha güvenli bir biçimde ileri sürmesi ve Orta Doğu’da hala devam eden belirsizlik ve karmaşa ABD’nin aynı anda dünyanın dört bir yanına müdahale edebiliyor olmasını gerektiriyor. Ve bu neredeyse imkansız ve ABD için ciddi bir kriz. Üstelik bu durum sadece büyük güçler arasındaki güç dengesini değiştirmekle kalmıyor, dünyanın çeşitli yerlerindeki bölgesel güç dengelerini de yerinden oynatıyor ve alt-emperyalist aktörlere alan açıyor. Bu gelişmenin en açık şekilde yaşandığı örnek ise Suriye. Ann Alexander (2018) şöyle yazıyor: Irak’ın uzun süren ızdırabının ardından ABD’nin kendi isteğiyle görece olarak buradan geri çekilmesi sonucunda emperyalist rekabet yavaşlamadı, tam tersine, bölgesel güçlerin (İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye) ve rakip büyük güçlerin (Rusya) oluşan boşluğu doldurma yönündeki hırsları ile birlikte daha da arttı.
Ancak bu bölgesel aktörler arası rekabet sadece o bölge ile sınırlı kalmıyor. Yine Anne Alexander bölgesel ve küresel rekabet arasındaki karşılıklı ilişkiyi aynı makalesinde şöyle açıklıyor: Aslında, mevcut alt-emperyalist sistemin son on buçuk yıldaki belirleyici ve dolayısıyla önemli yapısal özelliği, ABD’nin 2003’de Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı elde ettiği Pirus zaferi ve bunun ardından gücünü kaybetmeye başlaması oldu. ABD’nin Irak politikasının felaketi, alt-emperyalist sistemlerdeki süreçlerin nasıl küresel düzeydeki eğilimleri hızlandırabildiğini gösteriyor. ABD’nin görece gerileyişinden faydalananlardan biri de Rusya oldu. Rusya, ekonomik açıdan önemsiz fakat SSCB’nin askeri ve diplomatik mirasına sahip. Üstelik, ABD ve onun Doğu Avrupa ve Suriye’deki müttefikleri ile jeopolitik rekabette giderek daha saldırganlaşıyor.
Böylece neo-liberalizmin ekonomik ve politik krizine emperyalizmin krizi ile başka bir boyut daha eklenmiş oluyor. Diğer ülkelerle hem ekonomik hem de jeo-politik olarak rekabet etme zorunluluğu ülkeleri daha da içe kapanmaya, ‘güçlü devlet, güçlü yönetim’ sloganı etrafında hızlı işleyen yürütme mekanizmaları kurmaya ve dolayısıyla otoriterleşmeye yöneltiyor. Milliyetçilik, bu rekabetin altından kalkmanın ideolojisi olarak bir kez daha devreye giriyor. Bunun belki de en talihsiz ancak iyi örneklerinden biri Türkiye’nin, alt-emperyalist bir ülke olarak Suriye iç savaşının kendisi için yarattığı olanakları görmesiyle Kürtler ile kurduğu barış masasını devirmesi oldu. Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi kurulmasını büyük bir tehdit olarak algılayan Erdoğan, MHP ile de yakınlaşmanın da bir sonucu olarak hızla ‘devletin bekası tehdit altında’
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
söylemini benimsedi. Ardından, yaklaşık 6 bin kişinin hayatını kaybettiği, kentlerin yakılıp yıkıldığı şiddetli şehir çatışmaları başladı. Barış bildirisini imzalayan binlerce akademisyen işinden atıldı, insanlar sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandılar. Bırakın Kürt sorunundan bahsetmeyi ‘barış’ kelimesini kullanmak bile suç oldu. Mecliste üçüncü büyük parti olan HDP’li olmak terörist olmakla eşitlendi. Böylece Suriye dolayımıyla Kürt sorunu Erdoğan’ın otoriter politikalarının en büyük zeminini oluşturdu. Buna itiraz eden herkes ‘vatan haini’ olmakla suçlandı. Üstelik bu söylem sadece AKP’nin ve MHP’nin tabanında değil, muhtemelen HDP ve bir grup sol parti dışında, AKP’ye muhalif olma iddiasındaki CHP, İyi Parti gibi partilerin tabanlarında da karşılık buldu. Milli koalisyon bu sefer yine Kürtlere karşı kuruldu. Peki milliyetçilik nasıl oluyor da en uzlaşmaz görünen muhalifleri bile aynı noktada buluşturuyor? Bu sorunun yanıtı için kısaca milliyetçilik ile ilgili teorilere bakalım. Milliyetçilik Milliyetçilik teorileri literatüründe dönüm noktası niteliğinde olan çalışma kuşkusuz Benedict Anderson’un Imagined Communities (2006) (Hayali Cemaatler) kitabıdır. Anderson, bu kitabında milliyetçiliği kapitalizm ile ilişkilendirir ve onun insanların birbirlerini tanımasalar ve hiç görmemiş olsalar bile hayal edebilecekleri bir topluluk yarattığını iddia eder: Olumlu anlamda, bu yeni toplulukları hayal edilebilir yapan şey, bir üretim sistemi ve üretim ilişkileri (kapitalizm), iletişim teknolojileri (matbaa) ve insan dilinin çeşitliliğinin ölümlülüğü arasındaki yarı-rastlantısal ilişkidir.
Ancak, bunları söylerken milliyetçiliği sadece kapitalist modernleşmeye dair bu gelişmelerin bir yan ürünü olmaya indirgemez ve geçmişi hatırlamanın ve hafızanın yeni insan topluluğu biçimleri yarattığını anlatır ve ‘ulus hayal edilmiş bir siyasi topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir’ der. Milliyetçilik, bu hayali cemaat içinde insanları ‘biz’ ve ‘onlar’ olarak ikiye ayırır ve bu ‘biz’i tarif ederek ona özel, ayrıcalıklı bir anlam yükler. Dolayısıyla, örneğin egemenlikten ya da haklardan bahsederken sadece İngilizlerin, Türklerin, Almanların egemenliğinden ve haklarından değil, ne olduğu, neyi içerip neyi dışarıda bıraktığı tarif edilmiş bir Türklükten, İngilizlikten ve Almanlıktan ve onların egemenliği ve haklarından bahseder. Dolayısıyla milliyetçilik, aslında evrensel olmayan belirli bir grup insana evrensellik atfeder. Bu tanımlama sürecinde milliyetçilik her zaman kendi sınırını belirleyeceği bir öteki üretir. Stuart Hall’un (1996) da çok yerinde şekilde söylediği gibi ‘Sadece bir öteki olduğunda kim olduğunu bilebilirsin.
… İngilizlerin ırkçı olmasının nedeni Siyahlardan nefret ediyor olmaları değil, kim olduklarını bilmek için kim olmadıklarını bilmek zorunda olmalarıdır’. Ancak milletlerin hayal edildiklerini söylemek onların gerçek olmadığı anlamına gelmez. Etienne Balibar’ın (1996) söylediği gibi, ‘belirli koşullar altında sadece hayal edilen topluluklar gerçektir’. Ulusal oluşumlarda ise hayal edilen şey millettir. Bu millet kendisini bir devlet ile birlikte tanımlar, bu devleti, başka devletlere karşı kendi devleti olarak görür. Balibar, kendisini bir devlet ile birlikte tanımlayan bu insan topluluğunu ‘hayali etnisite’ ifade eder (1996). Ona göre, Hiçbir ulus doğal olarak etnik bir kökene dayanmaz, fakat toplumsal oluşumların uluslaşması ile birlikte bu uluslar içinde yer alan ve bu oluşumlar tarafından bölünen ya da egemenlik altına alınan popülasyonlar etnikleştirilir – yani, geçmişte ya da gelecekte doğal bir topluluk olarak varolmuşlar ya da varolmaya devam edeceklermiş ve bireyleri ve toplumsal koşulları aşan bir ortak köken, kültür ve çıkarlardan oluşan bir kimliğe sahipmişler gibi sunulurlar.
Yine Balibar’a göre, milliyetçi ideoloji, insanları etnik gruplara bölerek sadece devlet tarafından toplumu kontrol altında tutmak için geliştirilen stratejilerin meşrulaştırılmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda onları aynı topluluk içinde yaşayan diğer insanlara bağlı hale getirir ve bu bağın da doğal ve ezeli ve ebedi görünmesini sağlar (1996). Ronald Grigor Suny (2001), böyle bir söylemin insanları ‘insanlığın doğal bir şekilde ayrı ve birbirinden farklı uluslara bölünmüş olduğu ve kendi özlerinin özgürlüğünün ve tam anlamıyla yerine getirilmesinin tek yolunun milli kimliklerini geliştirmek olduğu ve milli kimliklerinin bütün diğer kimliklerinden – sınıf, cinsiyet, aile, din vs - üstün oldukları konusunda’ ikna etmeye yaradığını söyler. Kısaca özetleyecek olursak, yukarıda sözünü ettiğimiz milliyetçilik teorileri bize, milliyetçiliğin birincisi bir tasarım ürünü olduğunu, ancak bu tasarımı ezeli, ebedi ve doğal kılmayı başardığını ve en önemli işlevinin de devletin ve/veya politik aktörlerin yapıp ettiklerini meşru ve doğal göstermek olduğunu söyler. Siyasi örgüt ve hareketler milliyetçi söyleme başvurmakla kendilerini sözünü ettikleri milletin gözünde doğallaştırmış olurlar. Otoriter rejimler açısından da milliyetçilik tam da bu teorilerin bize anlattığı işlevi görür. Otoriterleşme ve milliyetçilik Yukarıda anlattıklarımızı kısaca özetleyerek devam edecek olursak, bir yandan 80’lerden bu yana zaferini ilan ettikleri neo-liberal uzlaşının 2000’lerin başında dağılması ve bunun yarattığı politik boşluk, diğer yandan jeo-politik rekabetin artması ve bununla birlikte bir
23
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
yandan süper güçler dünyanın çeşitli yerlerinde (Ukrayna, Latin Amerika, Balkanlar) ama en çok Suriye’de karşı karşıya gelimesi ve aynı zamanda bu jeo-politik rekabete Türkiye, Suudi Arabistan, İran gibi bölgesel alt-emperyalist güçlerin de dahil olması otoriter uygulamalara ya da otoriterleşme söyleminin benimsemesine zemin oluşturan gelişmeler oldu. Bunlarla birlikte artık bütün devlet yetkilerinin bir elde toplanması ve kurumların bütün özerkliklerini kaybetmesi tercih edilen yönetim biçimi oldu. Bugün bu eğilimi savunan bir dizi milliyetçi-popülist parti dünyanın çeşitli ülkelerinde tek başına ya da koalisyonun bir parçası olarak iktidarda. İtalya’da League ve Five Star Hareketi, Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Victor Orban 2010’dan bu yana aralıksız şekilde, Polonya’da PiS ve Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi, Rusya’da Putin iktidarda. Aynı şekilde, genellikle Recep Tayyip Erdoğan da dünyada son yıllarda giderek otoriterleşen yönetim anlayışı ile birlikte bu eğilimin içinde sayılıyor. Bu hareket ve iktidarların, onlara otoriter sıfatını kazandıran ortak özellikleri ‘güçlü millet, güçlü devlet’ anlayışı etrafında daha merkezileşmiş ve yetkileri artırılmış bir yönetimi savunmaları, özgürlüklere saldırmaları, medyayı sürekli hedef almaları ve kontrol altına almaya çalışmaları ve tüm bunları yaparken aynı zamanda, göçmenlere ve azınlıklara da saldırarak kendi milletlerinin üstünlüğünü savunmaları. Ayrıca, diğer yandan da sürekli terörizm, kendi ulusal ve kültürel kimliklerinin kayboluyor olması gibi tehditleri öne sürmek yoluyla yarattıkları tedirginliği kendi iktidarlarını pekiştirmek ve yetkilerini artırmak için kullanıyor olmaları. Ve tüm bunları yaparken, güçlü bir popülizme dayanarak, insanları ‘elitler’ ve ‘sıradan insanlar ‘ diye iki gruba ayırarak kendilerinin bu ‘sıradan insanlar’ın ya da ‘millet’in tek temsilcisi olduğunu ileri sürmeleri. Bu otoriter eğilimin milliyetçi söyleminin belki de en fazla öne çıkan argümanı ‘büyük ve güçlü’ ülkeler yaratmak. Trump’tan, Erdoğan’a ve Orban’a kadar tüm liderlerin en büyük vaadi kendi ülkelerini ‘yeniden büyük yapmak’, yani ‘büyük Türkiye’yi kurmak, ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’, ve hatta sadece Macaristan’ı değil ‘bütün Avrupa’yı yeniden büyük yapmak’. Bu öyle büyülü bir vaat ki hiçbir engel, hak ve hürriyet bundan daha kıymetli olamaz ve bu vaadin karşısında duran herkes ‘terörist’ ve de hatta ‘vatan hainidir’ ve mutlaka Amerika’nın, Avrupa’nın, Türkiye’nin yeniden en büyük olarak ortaya çıkmasını istemeyen ‘güçler’in maşasıdır. Seçim kampanyası sırasında duvar inşa ederek daha fazla göçmenin ABD’ye gelmesini engelleyeceği, ABD’nin dahil olduğu uluslararası ticaret anlaşmalarını yeniden gözden geçireceği ve gümrük
24
düzenlemelerini değiştireceği, orduya daha fazla mali kaynak ayıracağı, ülke içinde işlenene suçlarla daha etkin bir şekilde mücadele edeceği, kürtaja karşı olacağı gibi vaatlerle yönetime gelen Trump, bir yandan içe kapanmacı ekonomik politikalarını milliyetçi söylem ile birlikte kullanma konusunda en çarpıcı örneklerden biri. Kendisi 2018 Mayıs ayında yayınladığı popüler twitlerinden birinde şöyle diyordu; “ABD yıllardır ticarette diğer ülkeler tarafından kazıklanıyor, artık akıllanmanın zamanı geldi!”. Yine Trump’ın bir başka twiti günümüzde bu tür yönetimlerin kullandığı milliyetçi söylemin belki de en tipik örneğini oluşturuyor: “Ülkemizi seviyoruz. Ülkemizin büyüklüğünü korumaya devam etmek istiyoruz”. Benzer bir örneği Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasından verebiliriz. Şubat 2019’da yaptığı bir konuşmada Erdoğan, ‘Türkiye’nin çıkarlarına, kazanımlarına, büyük Türkiye hedefine karşı kurulan her tuzağı bozacağız’ diyor. İktidarlar, yarattıkları bu yapay ‘ulusal gurur’ hedefi ile, sadece hükmettikleri coğrafyaları, demokrasi ve özgürlükler pahasına yeniden büyük ve rakipsiz kılma vaadini değil, aynı zamanda, o coğrafyaların ötesindeki emperyalist ve militarist hedeflerini de sadece kendilerine ait olmaktan çıkarıp ‘hepimize ait’ bir vaat ve hedef haline getiriyorlar. Böylece ABD’nin kilometrelerce öteden gelerek Orta Doğu topraklarına istediği gibi müdahale edebilmesi birdenbire Orta Doğu’ya ve orada yaşayan insanlara değil, ABD’ye ait ve ‘ABD’nin yeniden büyük olması’ ile ilgili bir hale geliyor. Hepimiz, örneğin Suriye’den başka bir ülkenin toprakları gibi değil, sanki bize ait bir yermiş gibi bahsetme ve öyle davranma hakkını kendimizde buluyoruz. Böylece milliyetçilik tarihsel olarak en başat işlevini yerine getirmiş ve sınıfsal olarak yan yana gelemeyecek kesimleri bir potada toplamış oluyor. Otoriter adı altında sınıflandırılan rejimler ve liderlerin ikna edici olabilmelerinin bir diğer yolu da bu otoriter uygulamaları gerekçelendirebilmelerinde ve toplumu buna ikna etmelerinde yatıyor. İşte yine burada milliyetçilik en işlevli anahtar olarak devreye giriyor. Günümüzde örneğin Avrupa’da sınırları kapatmak, en temel hak ve özgürlüklerden biri olan seyahat hakkını sınırlamak gibi uygulamaların gerekçesi olarak çok fazla sayıda mültecinin Avrupa’ya gelerek orayı Müslümanlaştırma olasılığı olduğu söyleniyor ve bu tehdide karşı muazzam bir Müslüman düşmanlığı inşa ediliyor. Trump, özellikle göçmenlere yönelik politikaları ile dünyada otoriterleşmenin simgesi haline gelirken, gerekçe olarak, göçmenlik politikasında odaklanılması gereken konunun “Amerikalıların yaşamlarının ve güvenliklerinin geliştirilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Sık sık basın özgürlüğünü, kadınları, her tür muhalefeti tehdit eden açıklamalar yapıyor.
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
Yine bir başka örnek; önümüzdeki Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak ve Avrupa’da siyasi partiler kampanyalarına başladı. Bu seçimin bir numaralı gündem maddelerinin birinin göçmenler olacağı kesin. Macaristan Başbakanı Orban, ‘bu seçim göçmen yanlıları ile ülkelerimizi göçmenlerden korumak isteyenler arasında olacak’ diyerek şimdiden bunu ilan etti bile. Kendisi, bu yıl Şubat ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri ile ilgili açıklamasında “Göçmen kabul eden ülkelerde Hristiyan-Müslüman dünyası meydana geliyor ve Hristiyanların oranı sürekli düşüyor ama biz Orta Avrupalıların kendi geleceğimiz var” dedi.15 Orban aynı açıklamasında ‘bize daha fazla çocuk lazım’ diyerek ülkede doğum oranının artması için dört ya da daha fazla çocuğu olan annelerin ömür boyu gelir vergisinden muaf tutulacağını açıkladı.16 Sanırım bu açıklamalar yine Türkiye’de bize çok tanıdık gelecektir. Ahmet Yıldırım’ın AltÜst dergisinin 29 sayısında göçmenlerle ilgili yazısında değindiği nokta bize otoriterleşme ile milliyetçilik arasındaki ilişkiyi çok iyi özetliyor. Şöyle diyor Yıldırım: Bugün dünya ülkelerinin üçte birlik kısmı (67 ülke) sınırlarına binlerce kilometrelik duvarlar inşa ediyor. Bu duvarlara gözetleme kuleleri, radarlar, gece görüş kamera sistemleri ve hava denetimi eşlik ediyor. Bütün bu önlemler kaçak girişleri ve mülteci akınını engellemek için gerekçelendiriliyor. Küreselleşen kapitalizm, sınırları kaldırmak bir yana, dünyayı koca bir açık hava hapishanesine dönüştürüyor.17
Avrupa’nın göbeğine göçmenlere karşı duvar ören ülkelerden biri de Macaristan. Macaristan, göçmenlerin ülkeye girişini önlemek için 175 kilometrelik bir duvar inşa etti. Ancak, bu yönetimler göçmenlerin gelişini sadece karadan değil denizden de engelleyerek son 25 yılda Akdeniz’de binlerce mültecinin hayatını kaybetmesine yol açtı. AKP ve Erdoğan’ın otoriterliğine ve milliyetçiliğine ayrıca değinmek faydalı olabilir. AKP 2002’de iktidara geldikten sonra kendisine yönelik bir dizi hamleyi püskürtmeyi başararak iktidarını sağlamlaştırdı. Ancak 2013 yılında gerçekleşen 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları ve Gezi Parkı eylemleri genellikle AKP’nin otoriterleşme eğilimin belirginleştiği dönüm 15 https://www.haberler.com/basbakan-orban-dan-gocmen-aciklamasi-11729666-haberi/ 16 https://www.trthaber.com/m/?news=macaristan-basbakani-orban-bize-daha-fazla-macar-cocuk-lazim&news_id=404496&category_id=4 17 https://gocmeniz.org/f/ulus-devletler-degil-acik-hava-hapishaneleri?fbclid=IwAR1doOPZ9eWpkLzkBwXMRHUYTuShFagUnyJV3L-qsBU-EnCifPXG7okqhRc
noktası olarak kabul ediliyor. AKP bu bahsettiğimiz gelişmelerden sonra kendisine yönelik tehdit olarak gördüğü her tür demokratik eylem, açıklama vs’yi ‘darbe’ olarak adlandırmak ve yargı, medya ve sosyal medya üzerinde benzersiz bir denetim kurmak yoluyla giderek otoriterleşti. Bu sürece, yukarıda değindiğimiz Kürt sorununda barış masasının devrilmesi ve Suriye’de yaşanan gelişmeler ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi de eklendi. Erdoğan bu gelişmelerin hepsini büyük bir tehdit anlatısı içinde birleştirdi. FETÖ-PKK-IŞİD diye başlayan zaman zaman HDP’nin ve CHP’nin de dahil olduğu bir terör örgütleri listesi ‘iç düşmanlar’ olarak sürekli uzadı. Üstelik Erdoğan’a göre bu iç düşmanlar Türkiye’ye karşı dış düşmanlarla işbirliği halindeydi. Dış düşmanlar ise zaten gerek Suriye’de Kürtlere destek olmak yoluyla, gerek Gezi olaylarını planlamak yoluyla gerekse de ekonomiyi baltalamak suretiyle sürekli ‘biz’e karşı komplo planları içerisindeydiler. Neden? Çünkü Batı İslam’a düşmandı ve Batı’da yükselen İslam karşıtlığına karşı İslam medeniyetini bu saldırıya karşı koruyup kollayacak, hatta bu saldırıyı püskürtecek tek lider kendisiydi. Böylece Erdoğan, İslam dinini medeniyetçi bir milliyetçilik anlayışı içinde din olmaktan çıkarıp milliyetçiliğin kültürel bir unsuru olmaya indirgeyerek ‘yedi düvele karşı’ yerli ve milli bir medeniyet söylemini benimsedi. Tabii ki bunda yalnız değildi, Batı’nın İslam düşmanı aşırı sağ popülist partileri de benzer bir medeniyetçi milliyetçiliği, İslam’ın Batı’ya yönelik en büyük tehdit olduğunu, Batı’nın İslam’ın işgali altında olduğunu ve Batı kültürünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve hükümetlerin buna karşı önlem alması gerektiğini anlatırken yapmış oluyorlardı. Yeni Zelanda’da kısa süre önce gerçekleşen Christchurch saldırısının her iki medeniyetçi milliyetçilik tarafından nasıl kendi otoriter anlayışlarını güçlendirmek için kullanıldığı hepimizin hafızalarında hala taze. Dolayısıyla Türkiye bir yandan Batı’daki diğer örneklerle benzerlik gösterirken diğer yandan kendine has konjonktürel bir takım farklılıklara sahip. Ancak bu yine de bu makalede tartışmaya çalıştığımız otoriter yönetimler ve bu yönetimlerin milliyetçilik ile ilişkisinde dünyadaki diğer örneklerle beraber aldığı yeri değiştirmiyor. Sonuç Otoriterleşme eğiliminin tüm dünyada arttığı yaygın olarak kabul görüyor. Bu eğilim zaman zaman sultanlık, çarlık gibi modern öncesi kavramlar ve yönetim biçimleri, zaman zaman da faşizm ile açıklanıyor. Ancak bu açıklamalar son derece modern, kapitalizmin gelişiminin belirli bir dönemine ait olan bu otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden, zaman zaman ırkçılığa varan milliyetçiliği açıklamaya yetmiyor. Bu makale, mevcut otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden milliyetçiliği kapitalist sistemin birbiriyle bağlantılı üç alanında (ekonomik,
25
Otoriterleşme ve Milliyetçilik | Arife Köse
politik, jeo-politik) yaşadığı kriz ile ilişkilendirerek, otoriterleşmenin bu krizlere verilen bir yanıt olarak ortaya çıktığını ve milliyetçiliğin de bu anti-demokratik söylem ve uygulamaları meşrulaştırmak için kullanıldığını anlatıyor.
Bibliyografi
Ancak ne dünyada ne de Türkiye’de bu yönetimler ve hareketler sınırsız bir güce sahip değiller. Tüm dünyada gerek anti-demokratik uygulamalara gerek milliyetçiliğe karşı göçmenlerin ve azınlıkların haklarını savunan, ‘büyük Amerika’, ‘büyük Türkiye’ uğruna demokrasinin feda edilmesine itiraz eden kitleler var. Otoriterliğin sonunun ne olduğunu en iyi gösteren son örnek Sudan’da yaşanan devrim sonucunda ülkenin 30 yıllık diktatörü el-Beşir’in devrilmesi oldu. Er ya da geç bütün otoriter yönetimleri bekleyen son buna benzer olacaktır. Bize düşün bunun olabildiğince hızlı olmasını sağlamaktır ve milliyetçiliğe karşı mücadele bunun çok önemli bir parçasıdır. Milliyetçilik, egemen sınıfın ezilenleri, işçi sınıfını, yoksulları bömek için kullandığı en etkin yollardan biridir ve ona karşı mücadele otoriterliğe karşı mücadeleden, ve her ikisi birden kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz.
Balibar, Etienne ve Wallerstein Imanuel, 1991, Race, Nation, Class, London and New York, Verso.
Anderson, Benedict, 2006, Imagined Communities, London and New York, Verso. Alexander, Anne, 2018, The contemporary dynamics of imperialism in the Middle East: a preliminary analysis International Socialism Journal, Sayı: 159.
Callinicos, Alex, 2011, The crisis of our time, International Socialism Journal, Sayı: 132. Choonara, Joseph, 2018, The political economy of a long depression, International Socialism Journal, Sayı: 158. Fukuyama, Francis, 1992, The End of History and the Last Man, The Free Press, New York. Hall, Stuart, 1996, “The Question of Cultural Identity”, Modernity: An Introduction to Modern Societies, der. Stuart Hall, David Held, Don Hubert, Kenneth Thompson, Malden, MA: Blackwell, 595–634. Marfleet, Phil, ,2016, States of exclusion, Socialist Review, Sayı: 418. Marx, Karl ve Engels, Frederich, 2018, Komünist Manifesto, İletişim Yayınları: İstanbul. Suny, Ronald Grigor, 2001, “Constructing Primordialism: Old Histories for New Nations”, The Journal of Modern History, Cilt 73, No. 4, s. 862-896 Upchurch, Martin, 2018, Is globalisation finished?, International Socialism Journal, Sayı: 157.
26
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf ” Roni Margulies
G
üzel bir bahar günü, 2007 Nisan ayının sonlarına doğru, Agos gazetesinin önünde kalabalık ama çok da kalabalık olmayan bir grup olarak toplanmıştık. Hrant öldürüleli üç ay olmuştu, Ogün Samast gözaltındaydı, ama Samast’ın arkasında başka bir güç, devletle ilişkili bir güç olduğunu bilmeyen kimse yoktu. O gün tam olarak ne için toplandığımızı hatırlayamıyorum, ama devletin kendi işlettirdiği cinayetin açığa çıkarılmasına izin vermeyeceğini bile bile meselenin Samast’la sınırlı kalmaması için çabalıyorduk sanırım. Bilmeyenler olabilir, Agos o zamanlar Taksim Meydanı’ndan Şişli’ye uzanan anacaddenin üzerinde, yaklaşık orta noktasındaydı. Binanın önündeki kaldırımda, Hrant’ın vurulup düştüğü yerde dururken arkamdan geçen trafiğin daha yoğun, daha gürültülü bir hâle geldiğini fark ettiğimi hatırlıyorum. Dönüp baktığımda sadece nicelik değil nitelik olarak da trafiğin değişmiş ve değişiyor olduğunu gördüm: Her zamanki eski ve yeni, yerli ve yabancı her tür araba karmaşası yerine, Jeep’ler, büyük Mercedes ve BMW’ler, küçük olsa da daha yeni ve daha pahalı modeller çoğunluğu oluşturuyordu. Pek çoğunun pencerelerinden ve açık tavanlarından genç kadın ve erkekler uzanmış kocaman Türk bayrakları sallıyordu. Hepsi iyi giyimliydi ve memleket ortalamasından epey daha fazlası sarışındı; korna çalıyor, bağırıp çağırıyor, Şişli’ye doğru akıyorlardı. Birden hatırlayıverdim: Bugün Cumhuriyet Mitingi vardı; orta sınıfın genç mensupları ve çocukları gösteriye gidiyordu! Miting Düzenleme Komitesi 1 Başkanı, İstanbul Üniversitesi felsefe profesörü Necla Arat miting öncesi yaptığı açıklamada gösterinin amaçlarını şöyle açıklamıştı: “Laik,
1
Düzenleme Komitesi, dördü üniversite profesörü, ikisi avukat olan dokuz kadından oluşuyordu: Necla Arat, Türkan Saylan (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Nur Serter (CHP milletvekili ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkan Yardımcısı), Prof. Aysel Ekşi, Nevsim Mengün, avukat Nazan Moroğlu, Pervin Öztabağ (Cumhuriyet Kadınları Derneği Başkanı), Aydeniz Türksan, Gülsever Yaşer (Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı). Bu kadınların çoğu çeşitli “çağdaş” kadın örgütlerinin üyesiydi, epey bir kısmı Batı üniversitelerinde okumuş ve/veya çalışmıştı, aralarından bir tanesi (Nur Serter) üniversitelerde ‘ikna odaları’nın en ateşli savunucularındandı. Çeşitli kaynaklarda “Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği önderliğindeki komite” ifadesi geçiyor.
27
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies
demokrat, sosyal hukuk devleti için, irticaya, dinci ve ırkçı faşizme ‘dur’ demek için, emperyalizme karşı tam bağımsız Türkiye için, ülkemizin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğü için, çağdaş, laik, demokratik, parasız bilimsel eğitim için, onurlu yaşam ve emeğimize sahip çıkmak için, cumhuriyet devriminin kazanımlarına ve kurumlarına sahip çıkmak için...” Cümlede iki kez geçen “laik” kelimesinin, “çağdaş”, “irtica”, “dinci faşizm”, “cumhuriyet devriminin kazanımları” ifadelerinin burada ne anlamda kullanıldığını ve dolayısıyla mitingin amacının ne olduğunu Türkiye’de yaşayan herkes kolayca anlayabiliyordu. Komite üyesi Nur Serter’in çağrısı ise şöyleydi: “‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ demek neredeyse suç olmuşken ‘Ne mutlu Kürd’üm’ ya da ‘Ne mutlu Ermeni’yim’ demek insan hakları ve demokrasi diye yutturuluyor. Bir Türk vatandaşı olarak, bir ulusalcı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne şükranlarımı sunuyorum. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ demekten onur duyanları meydana çağırıyorum.” Şişli’deki gösteri bir dizi Cumhuriyet mitinginin ikincisiydi. Birincisi iki hafta öncesinde Ankara’da gerçekleştirilmiş, çeşitli tahminlere göre mitinge katılım 300.000 ile 1,4 milyon arasında olmuş ve katılanların epey bir kısmı mitingin ardından Anıt Kabir’e yürümüştü. Yine çok büyük olan 29 Nisan Şişli gösterisinden sonra, 5 Mayıs’ta Çanakkale ve Manisa’da, bir hafta sonra da İzmir’de Cumhuriyet mitingleri gerçekleştirildi. İzmir’deki miting en büyüğü oldu: Polisin tahmini 600.000, örgütleyicilerin iddiası ise 2,5 milyondu. Mitinglerde “Türkiye laiktir, laik kalacak”, “Çankaya’da türban istemiyoruz”, “Orduya uzanan eller kırılsın”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, ‘Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana”, “Cumhuriyete sahip çık, yarın çok geç olacak” sloganları bağırıldı, Onuncu Yıl Marşı söylendi, ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ ve ‘Gençliğin Ata’ya yanıtı’ okundu. Kimse açıkça ifade etmese de, mitinglerin temel amacı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını engellemekti. Mustafa Kemal’in askeri olduğundan kuşku duyulmayan Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı sona ermek üzereydi; yeni cumhurbaşkanı seçimi 27 Nisan günü yapılacaktı. Cumhurbaşkanını Meclis seçtiği ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis’te rahat bir çoğunluğu olduğu için, Erdoğan’ın (veya aday göstermek istediği herhangi başka bir kişinin) kolaylıkla seçileceği belliydi. Nisan ortalarında, Ankara mitinginden iki gün önce, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bir basın açıklaması yaparak şöyle demişti: “Seçilecek cumhurbaşkanı, aynı zamanda TSK’nın başkomutanıdır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı’nın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu Cumhuriyet’in temel değerlerine, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ideallerine, devletin üniter yapısına bağlı, ama sözde değil özde bağlı, bunu davranışlarına yansıtır şekilde seçileceğine olan
28
inancımızı ifade etmek istiyorum. Yasal mevzuatı, Anayasa’yı biliyoruz. Biz, hem vatandaş, hem TSK personeli olarak, cumhuriyetin temel değerlerine, sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesini umut ediyoruz. Karar Meclis’in kararı.” Erdoğan’ın alttan almasına ve “Gazetecilerin tahriklerine kapılmadı, devlet adamı gibi konuştu, olumluydu” demesine rağmen, Büyükanıt’ın mesajı açıktı: Silahlı Kuvvetler Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemiyordu. Yine açıktı ki, Cumhuriyet mitingleri Silahlı Kuvvetler’in mesajına sivil destek, toplumsal taban ve meşruiyet sağlamak amacıyla örgütlenmişti. Mitingler ve askerlerle sivil destekçileri tarafından yapılan çeşitli başka numaralar amaçlarına ulaşamadı. Erdoğan kendisi aday olmayarak geri adım attı, ama hükümetin adayı Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Nisan ayı sonunda Meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilecekti. Atılan geri adım “Çankaya’da türban” istemeyenleri tatmin etmedi. Seçimin ilk turunun hemen ardından iki gelişme oldu. Birincisi, hemen aynı gece Genelkurmay’ın internet sitesinde “Basın Açıklaması - No: BA 08/07” başlıklı bir “e-muhtıra” yayınlandı. Muhtıra şöyle başlıyordu: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar.” 2
Arkasından, şikâyet konusu “bu faaliyetler” örneklendiriliyor, “Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir” deniliyor ve muhtıra açık bir tehditle sonlanıyordu: “Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. 2
Muhtıraya aşağıdaki adreslerden ulaşılabiliyordu. Artık ulaşılamıyor! http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html ve http://www. tsk.mil.tr/bashalk/basac/2007/a08.htm
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies
Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” Hükümetin çökmemesi ve sert tepki göstermesi üzerine muhtıra internet sitesinden yok oldu. 3 Meclis’te Gül’ün seçilmesiyle sonuçlanması beklenen oylamanın hemen ardından gerçekleşen ikinci gelişme, ana muhalefet partisi CHP’nin seçimin geçerliliğini sorgulaması ve konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi oldu. Anayasa’ya göre, “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu (367 üye) ile seçilir. Oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir, üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu (276) sağlayan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.” Ancak seçimden dört ay kadar önce, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Atatürkçü Düşünce Derneği etkinliklerinin değişmez konuşmacısı Sabih Kanadoğlu, daha sonra CHP milletvekilliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığı yapacak olan Prof. Süheyl Batum’un birkaç yıl öncesinde gündeme getirdiği bir iddiayı tekrar canlandırarak 367 sayısının sadece seçim kazanmak için gerekli sayı değil, toplantı yeter sayısı olduğunu savunmuş, “TBMM’deki oylamaya 367 milletvekili katılmazsa seçim iptal olur” demişti. AKP’nin milletvekili sayısı 354’tü ve Nisan başlarında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Sabihoğlu’nun iddiasına sahip çıkmıştı. Seçimi AKP dışındaki partiler boykot edince katılım 361 oldu ve Gül 357 oy aldı. Üçüncü oylamada salt çoğunluğu sağlayarak cumhurbaşkanı seçileceği açıktı. Ankara’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği bir Bayrak Mitingi’nde General Hurşit Tolon’un “Unutmasınlar, tehlikenin farkındayız” dediği, Cumhurbaşkanı Sezer’in bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısında gündem dışı konuşarak “irticaî akımlar” üzerine konuştuğu ve arka arkaya Cumhuriyet mitinglerinin yapıldığı bir ortamda, Anayasa Mahkemesi CHP’nin itirazını haklı buldu ve cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olduğuna karar verdi. Bu durumda, Gül’ün seçilebilme ihtimali ortadan kalktı. AKP hükümeti bunun üzerine erken seçime gitti ve 22 Temmuz’da yapılan seçimlerde oylarını 12 puan 3
Bu muhtıranın perde arkası, nasıl yazıldığı ve yayınlandığı, nasıl ve niye geri çekildiği hâlâ bilinmiyor. Hükümet ile Silahlı Kuvvetler arasında görüşmeler olduğu, bir tür anlaşmaya varıldığı ve meselenin örtbas edildiği belli, ama Erdoğan ile asker arasında şimdi tam bir ittifak kurulmuş olduğu için meselenin içyüzünü daha uzunca bir zaman bilemeyeceğimiz herhalde.
arttırarak yüzde 46,6 aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi Meclis’te Ağustos ayında tekrarlandı. Bu kez MHP’nin boykot etmeme kararı vermesi sonucunda toplantı yeter sayısı bulundu, ilk iki oylamada oyların üçte ikisini alamayan Abdullah Gül üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlayarak cumhurbaşkanı seçildi. “Orta sınıf”: Asker ve “laik devlet” için kitle desteği Beş yıl sonra, yukarıda anlattığım öykü ile önemli benzerlikler taşıyan bir başka öykü Mısır’da çok farklı sonuçlandı. Türkiye’de Erdoğan’ın/Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemeye çalışan toplumsal kesimlerin çok benzerleri Mısır’da Haziran 2012’de oyların yüzde 51,7’sini alarak seçilen Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığının bir yılı aşmamasını sağlamayı başardı. Mursi, Temmuz 2013’te bir askerî darbeyle devrildi. Haziran ayının sonlarında, bizzat Mursi’nin atamış olduğu Genelkurmay Başkanı General Abdel Fattah el-Sisi, Türkiyeli okuyuculara yabancı gelmeyecek bir açıklama yaptı: “Silahlı Kuvvetler’in Mısır devletini tehdit eden tehlikelerden habersiz olduğunu zannedenler yanılıyor. Ülkemiz kontrol edilmesi zor olan bir çatışmaya doğru sürüklenirken sessiz kalmayacağız.” Bu açıklamadan birkaç gün sonra, Mursi’nin cumhurbaşkanlığının birinci yıldönümü olan 30 Haziran’da, Mısır’ın birçok şehrinde Cumhuriyet mitinglerine çok benzeyen büyük gösteriler gerçekleşti. Mısır ordusunun gösterilere toplam 22 milyon kişinin katıldığı iddiası abartılı da olsa, Kahire’de Tahrir Meydanı ve çevresinde 500.000 kişi olduğundan pek kuşku yok. Gösterilerin üç gün sonra gerçekleşen darbe için hem bir çağrı işlevi gördüğü hem darbeye meşruiyet sağladığı açıktı. Mısırlı sosyalist Sameh Naguib darbeyi şöyle anlatıyor: “Eski rejim, özellikle asker ve güvenlik güçleri, iktidardaki Müslüman Kardeşler’in krizini ve felç olmuş hâlini kullanarak gerçek bir karşı devrime dönüşecek olan hareketi başlatmayı başardı. Orta sınıfın geniş kesimlerini seferber ettiler, hem devrimin hem de Müslüman Kardeşler iktidarının ülkeyi anarşiye ve istikrarsızlığa sürüklediği, güvenliğe ve istikrara dönmenin gerekli olduğu ve aksi taktirde sonumuzun Suriye, Irak veya Libya gibi olacağı fikirleri etrafında bu kesimlerin harekete geçmesini sağladılar.” 4 Açık ki, hem Türkiye’de hem Mısır’da (iki ülke arasındaki tüm farklılıklara rağmen) “laik devletin savunusu” adına devletin seferber edebildiği, seferber edilmeye hep hazır ve istekli bir kesim var. Her iki ülkede de, başta asker olmak üzere devlet mekanizması ve toplumun bir kesimi kendilerini laik, modern (“çağdaş”) ve demokratik olarak görür ve başkalarınca da böyle görülürken, nüfusun çok büyük bir kısmı, 4
Naguib, 2016.
29
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies
aslen işçi sınıfı ve yoksullar, laikliğe, modernliğe ve demokrasiye karşı olarak görülüyor. Laik devletin, yani son tahlilde devletin (burjuva devletinin) yaptığı veya planladığı gayrımeşru işler için meşruiyet, toplumsal taban ve destek aradığında başvurduğu bu kesimi Sameh Naguib yukarıdaki alıntıda “orta sınıfın geniş kesimleri” olarak tanımlıyor. Erik Zürcher ise, Menderes döneminde İslamî kamuoyuna hitap edebilmek için hükümetin attığı bazı adımlardan söz ederken, aynı kesim hakkında “yönetici (ve eğitimli) elit” ifadesini kullanıyor: “Kemalist dogmayı içselleştirmiş olan ve yönetici elitin bir parçası olma konumlarını pozitivist, Batı’dan yana bir dünya görüşünü temsil ediyor olmalarına borçlu olan eğitimli elit açısından, [bu adımlar] kültürel hegemonyalarını ve siyaset sahnesiyle devlet mekanizması üzerindeki tekellerini tehdit ediyordu. Bu, siyasî olmayan İslamî duygulara bile gösterdikleri tepkinin niye adeta isteri düzeyinde olduğunu açıklar.” 5
“Orta sınıf ” ve “elit” kavramlarının ikisi de muğlak, bilimsellikten uzak kavramlar; tanımlanmaları, sınırlarının belirlenmesi büyük ölçüde imkânsız. Gerçi, Cumhuriyet tarihini ve özellikle de 1990’ların ikinci yarısından (Necmettin Erbakan’ın başbakan olmasından) bu yana Türkiye’deki siyasî gelişmeleri bilen bir kişinin hem Naguib’in hem Zürcher’in kimlerden bahsettiğini anlamaması mümkün değil. Dahası, bu kesimi laikliğe, modernliğe ve demokrasiye karşı olarak gördüğü geniş kitlelerden ayırt eden en belirgin ve saptanması en kolay unsurların başında, Zürcher’in vurguladığı gibi, doğrudan sınıfsal değil kültürel bir farklılık geliyor. Örneğin, ‘Beyaz Türk’ kavramını tartıştığı bir yazısında Mustafa Akyol bu kültürü/yaşam tarzını şöyle anlatıyor: “‘Beyaz Türkler’ kavramıyla, eğitim-kültür seviyesi yüksek, genellikle yurt dışında eğitim görmüş, ekonomik gücü fazla, inanç ve gelenekleriyle büyük ölçüde bağını koparmış, tarihî mirasını önemsemeyen ve toplumda ağırlıklı olarak yönetici, sanayici, iş adamı gibi gücü elinde tutan tabakalar anlatılır. Bu kavram çoğu durumda elit azınlığa karşılık gelir... Sosyolog Nilüfer Göle, ‘Beyaz Türkler’ kavramıyla, kendilerini Türkiye’nin ‘ilericileri’ olarak gören bürokrasiyi ve entelektüelleri kastetmektedir. Beyaz Türklerin genç kuşakları ise, çoğu kolejlerde, hatta daha sonra yurtdışında okumuş, 1980 sonrası ortamda büyüyerek ‘köşe dönme’ kültürünü benimsemiş, iyi mesleklere, Batılı hayat standartlarına kavuşmuştur. Metropollerde, özellikle İstanbul›da, yüksek plazalar, büyük şirketler ve lüks siteler onların dünyasını oluşturur. Yani onlar, Türkiye›deki ortalama hayat standardının bir hayli üstünde, âdeta küçük Asya›da New York›u, Londra›yı veya Paris›i yaşıyorlar.” 6 5
Zürcher, 2003, s. 245.
6
Akyol, 2004.
Benzer ama daha afakî, karamsar ve moralsiz bir anlatım, gazeteci Serdar Turgut’un kaleminden, şöyle: “Zaten ‘ahlak’ları sorunluydu. İnanç ile zorlamalı bir ilişkileri vardı. Yaşadıkları topluma tamamen yabancılaşmışlardı... Kendi ‘varoşlarında’ (Evet Nişantaşı, Etiler türü yerler de bir tür varoşturlar) rahatsız edilmeden sonsuza dek yaşayıp gideceklerini düşünüyorlardı. Ama olmadı, değişen toplumsal dengeleri nedeniyle tüm düşünceleri ve yaşam tarzları sorgulanmaya başlandı... Rahatsız oldular, paniklediler ve fena halde dağılmaya başladılar... En sonunda kendilerine ait olduğunu sandıkları parti olan CHP de intihar etmeye başladı... Açıkçası çok kısa bir süre önce, sanki memleketin tek sahipleriymiş gibi davranan Beyaz Türkler dağıldılar, sahipsiz kaldılar ve tarih sahnesinden silinmeye başladılar.” 7 Yukarıdaki bütün alıntılarda toplumun bir kesimi, bir sınıf analizinden ziyade izlenimci bir yaklaşım temelinde tarif ediliyor; tarifin temel unsurları bu kesimin kültürel/yaşam tarzı özelliklerine ve toplumdaki yerlerini kendilerinin nasıl gördüklerine dayanıyor. Bir toplumsal sınıfın tanımlanmasında bu unsurların hiçbir yeri yoktur; bu da, alıntılanan yazarların Marksist bir analiz yapma derdi olmadığına göre, çok doğal. Ama farkında olsalar da olmasalar da, gerçekte bir sınıftan söz ediyor oldukları için, kullandıkları bazı ifadeler hangi sınıftan söz ettiklerini belli ediyor: “siyaset sahnesi ve devlet mekanizması üzerinde tekel sahibi olmak,” “ağırlıklı olarak yönetici, sanayici, iş adamı gibi gücü elinde tutan tabakalar,” “kendilerini Türkiye’nin ‘ilericileri’ olarak gören bürokrasi ve entelektüeller” [burada ‘ilerici’ ifadesi Kemalist, laik, ‘çağdaş’ anlamına geliyor elbet], “memleketin tek sahipleriymiş gibi davrananlar.” Açık ki, “orta sınıf,” “elitler” ve “beyaz Türkler” gibi gündelik, sağduyusal ifadelerle anlatılmaya çalışılan kesim, egemen sınıf ve bu sınıfı temsilen devleti ve ekonomiyi yönetenlerden oluşuyor. Buna bir de, Türkiye’de çok yakın geçmişe kadar egemen sınıfa ve yönetici kadrolara dahil olmanın önkoşulu olarak yukarıda tarif edilen kültürel/yaşam tarzı özelliklerini paylaşmak ve savunmak gerektiği için, bu sınıfa ve yönetici kadrosuna girmeyi uman/amaçlayan ve dolayısıyla gerekli önkoşulu yerine getiren bir kesimi eklemek gerekir. Egemen sınıfın alt yamaçlarında yer alan bu kesim, 1923 yılından 2002’ye kadar, egemen sınıfın ve devletin (silahlı kuvvetlerin, bürokrasinin, yargının, üniversitenin) herhangi bir kademesinde kendine yer edinebilmek için Cumhuriyet’in resmî ideolojisini benimsemek, laik, Türkçü, “çağdaş” olmak ve Batı Avrupalı gibi yaşamak gerektiğini hep bilmiş, buna göre davranmıştır. 7
30
Serdar Turgut, “Beyaz Türklüğün ölümü”, Akşam, 19.05.2010.
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies
Serdar Turgut’un “kendilerine ait olduğunu sandıkları parti olan CHP” ifadesini de vurgulamadan geçmeyelim. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca egemen sınıfın ekonomik ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren siyasî oluşum Menderes/Demirel, Demokrat Parti/Adalet Partisi geleneğiydi, ama bu sınıfın güvenlik, dışlayıcılık, devlete sırtını dayama ihtiyaçlarını karşılayan parti her zaman CHP olmuştur. Geçtiğimiz yirmi yılda CHP’nin oy aldığı bölge, şehir ve ilçeler Turgut’un ne kadar haklı olduğunu gösterir. CHP’nin oyları burada tarif etmeye çalıştığım toplumsal kesimin oturduğu yerlerle bire bir örtüşmektedir. “Orta sınıf” ve sosyalist siyaset “Laik devlet” savunusu için sivil bir kitleyi örgütleme ve seferber etme ihtiyacı, egemen sınıf ve devlet açısından, Türkiye’de ilk kez 1990’ların ikinci yarısında ortaya çıktı. İlk kez, yukarıda tarif edilen egemenlerin “kültürel hegemonyasını ve siyaset sahnesiyle devlet mekanizması üzerindeki tekelini” sorgulayan, sulandıran, kuşkuya düşüren ve somut olarak pek tehdit etmese de tehdit olarak algılanması makul olan bir parti iktidara gelmişti. Devletin tepkisi net oldu: 28 Şubat. Ancak bu tehdidin savuşturulması sürecinde basit askerî önlemlerin yeterli olmadığı anlaşıldı. Alper Görmüş şöyle anlatıyor: “Ordu, o çaresizlik içinde 28 Şubat’la birlikte yeni bir yöntem geliştirdi: 28 Şubat pratiğiyle anlaşıldı ki, TSK artık sisteme klasik tarzda ve sadece kendi gövdesiyle müdahale etmeyecek, yedeğine ‘irtica’, ‘Kürt’ ve başka büyük sorunlarla korkutulup ürkütülmüş ‘sivil’ kitleleri alarak hareket edecekti. Artık, uğradığı toplumsal iktidar kaybı nedeniyle çılgına dönmüş ‘silahsız kuvvetler’in ‘silahlı kuvvetler’ ile birlikte hareket etmesi temeline dayanan yeni bir konsept vardı.
Darbe Günlükleri, 2003-2004 darbe girişimcilerinin, Türkiye’deki darbe endüstrisinin ‘sivilleştirilmesi’nin zorunluluğu konusunda 28 Şubat’çılardan bile daha ‘net’ sonuçlara vardıklarını gösterdi bize. Darbeciler, siyasete salt kendi gövdesiyle müdahale eden TSK’nın yıprandığını; vesayet düzeninin devamı için artık başta yargı, üniversiteler ve sendikalar olmak üzere ‘kurumlar’ın ve ‘sivil toplum’un ‘elini taşın altına sokması gerektiği’ni söylüyorlardı açık açık. Kabul etmeliyiz ki, bu ‘konsept’ tutmuştur. Artık, toplumun geniş bir kesimiyle onların siyasi temsilcilerini ‘düşman’ olarak gören, düşmanı ‘imha’ etme gücüne ve potansiyeline sahip bütün güçlerle ittifaka hazır hale gelmiş geniş bir ‘orta sınıf ’ vardır Türkiye’de.” 8 8
Alper Görmüş, “SD, MH, MÖ, ÖÖ...”, 22 Nisan 2011. Taraf gazetesinde çıkan bu yazıya, gazetenin sitesi silinmiş olduğu için, şu adresten erişilebilir: http://www.haber7.com/yazarlar/alpergormus/736131-sd-mh-mo-oo.
Türkiye’de Gülen cemaati dışında hiç kimsenin, hiçbir askerin darbe yapmadığını, yapmayı düşünmediğini kanıtlamak amacıyla unutturuldu gitti. Hatırlatayım: 2003-2005 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Amiral Özden Örnek’in günlükleri 2007 yılında Nokta dergisine sızdırıldı. Alper Görmüş yönetimindeki dergi, günlüklerin Genelkurmay’da yapılan darbe planlarıyla ilgili bölümlerini yayınladı. 9 Dergi polis tarafından basıldı ve birkaç hafta sonra sahibi tarafından kapatıldı. Günlükler ise önce bütün olarak internette yayınlandı, sonra Görmüş tarafından kısaltılıp notlar eklenerek kitaplaştırıldı. 10 Günlüklerde ayrıntılı olarak aktarılan darbe yapıp yapmama tartışmaları ve darbe planlarından ziyade, burada vurgulamak istediğim kuvvet komutanlarının, Görmüş’ün ifadesiyle “orta sınıfı,” “sivil kitleleri” seferber etme konusunda ne kadar bilinçli ve kararlı oldukları. Örnek, 6 Aralık 2003 günü günlüğüne şöyle yazar: “... bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Bu nedenle ben MÖ’ı davet edecektim. [Mustafa Özkan, askerlerin medyayı etkilemek ve yönlendirmekte kullandıkları bir gazeteci.] Sonra rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekler ile temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık.” Hilafetin kaldırılmasının yıldönümünde Ankara Ticaret Odası’nda bir toplantıya katıldıktan sonra, Örnek günlüğüne şu notları düşer: “ATO’da yapılan panele tüm kuvvet komutanları eşli olarak katıldık. Genelkurmay Başkanı İsveç’te olduğu için, Hava Kuvvetleri Komutanı ise dün şehit olan pilotların cenaze törenine Konya’ya gittiği için bu panele katılamadılar. Bu paneli el altından biz teşvik ettik. Coşkulu ve tatmin edici bir toplantı oldu. Salona girdiğimiz zaman katılanlar bizleri alkışladılar ve ‘Cumhuriyetin Koruyucuları’ diye slogan atmaya başladılar.” Bundan birkaç gün sonra şöyle yazar: “Kıbrıs konusu ile ilgili yapılan gösteri, bugün öğrencilerin Kızılay’da yaptığı YÖK aleyhindeki gösteri, hepsi halkın yavaş yavaş uyanmaya başladığının delili. Bu hareketler yükü bizim üzerimizden alarak bizim yasal düzende ve demokrasi sınırları içinde kalmamızı sağlayacakken o [tüm dönem boyunca derhal darbe yapılması gerektiğini savunan ve dayatan Jandarma Komutanı (ve emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı) Şener Eruygur] bunu anlamıyor ve idrak edemiyor.” 9
Nokta, 2007.
10 Görmüş, 2012.
31
Silahlı Kuvvetler ve “Silahsız Kuvvetler”: Devlet, Darbe ve “Orta Sınıf” | Roni Margulies
Bunların öncesinde, AKP hükümeti birinci yılının sonuna yaklaşırken, Örnek 2 Eylül 2003’te bir görev üstlenir: “Sabahleyin Kara Kuvvetleri Komutanı’nı ziyarete gittim. Bu ziyarete Hava K. K. ve Jandarma Genel K. da katıldı. Genelde bundan sonra ne gibi hareket etmemiz hakkında konuştuk. Ben kendilerine özel bir çalışma yaparak bir durum analizi ve öneriler hazırlamamı önerdim. Kabul ettiler. Anlaşılan bundan sonra Bahriye işlerine daha az zaman ayırıp siyasi gelişmeleri takip etmek zorundayız.” Bu “özel çalışma” dört gün içinde tamamlanır ve Örnek çalışmanın ana hatlarını günlüklerine aktarır. Şener Eruygur’un “Darbe yaparız, olur biter” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımından farklı olarak, Örnek’in çalışması, aşağıdaki maddelerde görüldüğü gibi, aslen “‘silahsız kuvvetler’in ‘silahlı kuvvetler’ ile birlikte hareket etmesini” sağlamaya, “orta sınıfı” seferber etmeye yöneliktir: “- Medyadan destek sağlamak. Bu maksatla bazı medya patronlarına durumun önemini anlatmak ve dostlar vasıtasıyla görsel ve yazılı basından destek almak. - AKP’nin yaptığı gibi halkın ayağına giderek, halk ile diyalogu artırmak. Avrupada uygulandığı tarzda gençleri gençlik kamplarında ve TSK kamplarında eğitmek ve bu yaz kamplarında ilk ve orta öğretimde üstün başarı sağlayan gençleri Atatürkçü düşünce yolunda bilinçlendirmek. Ayrıca... halkın vergileri ile gerçekleştirilen başta spor tesisleri olmak üzere TSK’ya ait sosyal, moral ve sağlık tesislerinden halkın yararlanmasını imkânlar nispetinde sağlamak. - İrticanın yaygınlığı ve neler kaybetmekte olduğumuz hakkında kamuoyu oluşturmak ve kamuoyunu aydınlatmak maksadıyla tanınmış bilim, kültür ve sanat adamlarına beyanat ve konferanslar verdirmek. Bu tip toplantıları 28 Şubat sürecinde olduğu gibi Genelkurmay Başkanlığı ve Akademiler bünyesinde de yapmak. - Jandarma Genel Komutanlığı’ndan veya başka yollardan temin edilecek irticayı net gösteren her türlü bilgi ve görsel malzemeyi medyaya dağıtmak. - Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarında kendimize müzahir zemin oluşturmak ve güçlendirmek. - Konferans, gösteri ve toplantı düzenleyerek iktidar partisi üzerindeki baskıyı artırmak ve medyada bu faaliyetlere yer verilmesini sağlamak. - Üniversitelerde barışçı ve yasal öğrenci hareketlerini başlattırmak ve desteklemek. - Emekli güvenilir subaylar vasıtası ile sivil dernekleri amacımız doğrultusunda harekete geçirerek kullanmak. - Atatürkçü sivil toplum örgütlerini aynı gaye etrafında toplatarak, aralarındaki rekabeti kaldırmak. - Kadınları, AKP ideolojisi topluma hakim olduğunda, enjekte edildiğinde neler kaybedecekleri konusunda bilinçlendirmek ve örgütlemek.” 11
Nokta’da günlüklerin yayınlandığı sayıda Alper 11 a.g.e, s. 156-158.
32
Görmüş’ün yazdığı giriş yazısının manşeti şöyleydi: “‘Günlük’leri okuduktan sonra günümüzdeki kitlesel eylemlerin ‘sivil’liğine inanmak çok zor”. Cumhuriyet mitingleri ve benzer eylemlerin Genelkurmay’dan örgütlendiği, doğrudan Genelkurmay tarafından değil ama yukarıdaki uzun alıntının başında Özden Örnek’in “dostlar” dediği kişi ve kurumlar 12 tarafından Genelkurmay’ın yönlendirmesiyle örgütlendiği açık olduğuna göre, Görmüş’ün manşeti kuşkusuz doğruydu. Ama bir açıdan da doğru değildi: Eylemlerdeki büyük kalabalıklar gerçekten de sivildi. Bu yazıda tam da, devlet ve aslen Genelkurmay tarafından seferber edilen, seferber edilmeye hep hazır olan bu sivil kalabalığı, “orta sınıf ” olarak adlandırıldığında sınıfsal özellikleri yokmuş, sıradan vatandaşmış gibi yanıltıcı bir izlenim yaratılan bu kalabalığı irdelemeye çalıştım. Gerçekte bu kalabalığın egemen sınıftan, egemen sınıf adına devleti yönetenlerden, egemen sınıfa ve devleti yönetenlere dahil olmayı amaçlayanlardan ve hep birlikte devletin resmî ideolojisini benimseyen ve savunanlardan oluştuğunu göstermeye çalıştım. Sosyalist siyaset açısından bunun çok açık iki sonucu vardır. Birincisi, Türkiye’de bu sınıfa dayanarak sosyalistlik, devrimcilik ve hatta basitçe demokratlık bile yapmak mümkün değildir. Bu sınıf (amiyane tabiriyle “orta sınıf,” Alper Görmüş’ün ifadesiyle “silahsız kuvvetler”) mevcut devletin, mevcut düzenin ve resmî ideolojinin destekçisi ve savunucusudur. İkincisi, tümüyle bu sınıfın partisi olan CHP’ye bel bağlayarak, CHP’yle ilişki içinde olarak ve hatta CHP’nin sadece ehven-i şer olduğunu savunarak bile sosyalistlik, devrimcilik ve hatta basitçe demokratlık bile yapmak mümkün değildir.
KAYNAKÇA Görmüş, Alper, 2012, İmaj ve Hakikat - Bir kuvvet komutanının kaleminden Türk ordusu, Etkileşim Yayınları. Naguib, Sameh, 2016, “From revolution to reaction in Egypt”, https://socialistworker.org/2016/01/25/from-revolution-to-reaction-in-egypt
Nokta, 2007, sayı 22. Turgut, Serdar, 2010, “Beyaz Türklüğün ölümü”, Akşam. Zürcher, Erik J, 2003, Turkey: A Modern History, I. B. Taurus.
12 Atatürkçü Düşünce Dernekleri, çeşitli “çağdaş” dernek ve kurumlar, başta Ankara Ticaret Odası olmak üzere çeşitli odalar ve meslek kuruluşları, barolar, rektörler, gazeteciler, CHP milletvekilleri vs. Bu yazıya sığmaz, başlı başına bir yazı konusudur, ama ben Ergenekon’un ayrı bir “örgüt” olmadığını, bu gevşek “dostlar” ağı içinde, ağın merkezinde, biraz daha örgütlü, biraz daha kurumsallaştırılmış bir yapı olduğunu düşünüyorum.
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik Ozan Ekin Gökşin
T
ürkiye’de mülteci düşmanlığının sözcülüğünü üstlenen İYİ Parti Fatih Belediyesi başkan adayı İlay Aksoy, seçim kampanyası için astırdığı “Fatih’i Suriyelilere Teslim Etmeyeceğim!” pankartlarını savunurken asıl beka meselesinin mülteciler olduğunu vurgulamıştı: Fatih’te bulunan Arapça levhaların hepsi kesinlikle indirilecek. Burası Türkiye. Yurt dışında göç eden hiç kimse kendi dilini bu kadar katı bir şekilde kullanmıyor. Mülteciler geldikleri ülkeye uyum sağlar. Bulundukları ülke onlara uyum sağlamaz. Beka diyoruz ya, asıl beka budur. Çünkü bizim toplumsal yapımız bozuluyor bu şekilde. Bizim kültürümüze son derece uzak bir yapıyla zorla yaşamak zorunda bırakılmak asıl beka sorunudur. Okullarda Türkçe bilmeyen birçok Suriyeli çocuk var. Eğitim seviyemiz Suriyeliler yüzünden gerilemiş vaziyette. Onların sayesinde inanılmaz bir gerileme yaşıyoruz.1
İlay Aksoy ironik bir örnek. Lefkoşe doğumlu ve Kıbrıs’taki çatışmalardan ötürü Avustralya’ya göç etmiş bir ailenin üyesi. MHP’den kopan ırkçı bir partinin adayı olarak, Türkiye’nin en revaçtaki ayrımcılık pratiği olan Suriyeli düşmanlığını seçim malzemesi olarak kullanması bu açıdan ‘normal’ sayılabilir. Çünkü, Türkiye aynı zamanda kitlesel göçlerle kurulmuş, fakat son on yılda aldığı göçlerle geçmişi arasında bir bağlantı kuramayan ve kötü giden her şeyi Suriyelilere bağlayabilen yüzbinlerce insanın yaşadığı bir ülke. Bu makale, bu empati yoksunluğunu, Türkiye’nin geçmişteki ve güncel mülteci politikasını, sermaye sahiplerinin mültecilere ve mülteci düşmanlığına ihtiyacını, mülteci düşmanlığına karşı solun tepkisizliğini ve Enternasyonal Sosyalizm geleneğinin mültecilerle olan dayanışmasının sebeplerini açıklamaya çalışacak. Makale boyunca bahsi geçen mülteci, sığınmacı, misafir, sürgün, mübadil, muhacir terimleri genel olarak göçmenlerin farklı durumlarda, farklı statülerini belirtmek için kullanılan, her biri birbirinden farklı manalara gelen fakat son tahlilde vatandaşlığın ayrıcalıklarına erişemeyen yahut zamanında eşit vatandaş görülmemiş toplulukları ifade ediyor. 1
Sözcü, 2019.
33
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
Göç, en genel manasıyla “ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli, yerleşim hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir.”2 Göçmen, göç halindeki tüm birey ve gruplar olarak kullanılırken, kendi rızası ile yaşadığı yeri değiştirenler için de kullanılıyor. Sürgün, siyasi sebeplerle yaşadığı ülkeden uzaklaştırılan için kullanılan bir tabir. Mübadil ve muhacir, Cumhuriyet kurulurken Balkanlar, Ege adaları ve Kafkasya’dan gelenleri tanımlayan terimler. Mülteci, ekonomik, siyasi, ekolojik ve bireysel sebeplerle ülkesini terk eden ve yeni yerleştiği ülkeden resmi kabul gören kişileri tanımlıyor. Sığınmacı ise henüz mültecilik talebi onaylanmamış kesimleri tarif ediyor. Misafir ise, tüm bu kavramlar arasında yeri olmayan, hükümetin Suriyeli göçmenler için kullandığı bir kelime. Bu sihirli kelime, Türkiye’ye sığınan göçmenlerin mülteci olma hakkını engellerken, aynı zamanda göçmenlerin burada çok da uzun vakit geçirmemesini vaaz eden bir kelime. Misafir tabiri, savaşın uzaması ve Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de yerleşik olduğunun anlaşılmasından beri pek kullanılmıyor. Türkiye’deki Suriyelilerin resmi statüsü “geçici koruma” olarak geçmekte. Zira, Türkiye taraf olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesini şerhle kabul etmişti: Buna göre Türkiye sadece Avrupa’dan gelenler için mülteci statüsünü tanımaktadır.3 Cenevre Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı mültecileri korumaya yönelik bir sözleşme idi. Çünkü savaş yılları boyunca, devletler göçmenleri almakta zorluk çıkarmış, bu durum Holokost’ta hayatını kaybeden insanların artışına sebep olmuştu. Mesela, Nazilerden kaçan Yahudilerin bulunduğu St. Louis isimli gemi ABD’ye alınmamış ve Avrupa’ya geri dönmüştü. İçindeki yolcuların bir kısmı İngiltere, Hollanda, Belçika ve Fransa tarafından bölüşülmüş fakat 254 kişi göz göre ölüme terk edilmişti.4 Egemenler tüm kayıtsızlığı ile insanların kıyımını izlerken, Dördüncü Enternasyonal, 1940 yılında yayınladığı manifestoda “Bugün çürüyen kapitalist sistem, Yahudileri her yandan boğmaya çalışıyor; iki milyarlık dünyada on yedi milyon birey, yani %1’den azı, şu gezegende yaşayacak bir yer bulamıyor” diye açıklıyordu yaşanan krizi.5 Bugün için de devletlerin farklı bir politika izlediğini iddia etmek güç. Sekiz milyarlık dünyada altı milyon Suriyeliye yer yok!
34
Cumhuriyetin göçmen politikası Mübadele anlaşması imzalanınca her köye ayrı ayrı heyetler geldi. Anadol’a gideceğimizi öğrenince sevindik. Köyün ileri gelenleri ve mübadele heyetindekiler ‘Anadol çok büyüktür, onlarca şehri, binlerce köyü vardır. Orada çok rahat edeceksiniz’ diye bize bilgi verdiler (…) Gemi kalktıktan sonra Türkiye’ye gidecek olmanın sevinciyle büyükler tabancalarını çıkararak havaya ateş etti (…) Cunda’ya (…) anne ve üç kardeş geldik. Babam mübadeleden önce ölmüştü (…) Burada babamın Midilli’de bıraktığı mallara karşılık olarak değil de Atatürk’ün hediyesi olarak nüfus başına 20-30 ağaç zeytin, bir ev, bir iki dönüm mümbit arazi verdiler. Annem Midilli’ye döneriz düşüncesiyle iyi bir ev almadı.6
Dedem Hasan Gökşin ve diğer mübadiller zorunlu göçle Cunda’ya yerleştirildiğinde, ada bomboştu. Anlattığı gibi ‘sevinç dolu’ bir yolculuk değildi, diğer tüm mübadiller gibi geri dönmeyi ummuşlar, ısınması, bakımı kolay olur diye küçük bir ev seçmişlerdi. İhtiyatlı olmasını gerektiren durum göçmenlikten kaynaklanıyordu büyük ihtimalle. Çünkü, Ayvalık sıfırdan göçle kurulmuştu, iyi bir vatandaş olabilmek içinse geçmişi çok kurcalamamak lazımdı. Ayvalık, yeni kurulan cumhuriyetin pilot iskân bölgesi olarak görülebilir. Çünkü ‘yerlisi’ yoktur, nüfusunun tamamı göçmenlerden oluşur. Ayvalık’ın yerlisi olan Rumların erkekleri amele taburlarında öldürülmüş, kadın, çocuk ve ihtiyarlar ise mübadele ile Yunanistan topraklarına gönderilmişti. Güneyindeki Küçükköy ve Altınova ile kuzeyindeki Gömeç’e Balkan Savaşları’nda kıyımdan sağ kurtulan muhacirler, bilhassa Boşnaklar yerleştirildi. Mübadele ile önce Midillili, ardından Giritli Müslümanlar Ayvalık ve Cunda’ya yerleştirildi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Anadolu’nun farklı bölgelerinden insanlar yeni bir yaşam kurma umuduyla bu bereketli toprakları kendilerine mesken edindiler. Dersim katliamından sonra birkaç aile olmak üzere Dersimli sürgünler de Ayvalık’a yerleştirildi. 70 ve 80’lerden beri de Türkiye’nin dört bir yanından içgöçle şu anki nüfus yapısına kavuştu. Bu nüfusu bir arada tutan Türklük yarışıydı. Egemen unsur olan Midillililer, Giritlilere şüpheyle bakardı, çünkü ezici çoğunluğu Türkçe bilmiyordu, anadilleri Rumcanın Girit lehçesiydi. Midilli ve Giritliler için ise Boşnaklar nefret objesiydi, kafası çalışmayan insanlar olarak görülürlerdi. Midillililer, Giritliler ve Boşnaklar Romanlardan hazzetmezdi, çünkü iffetsiz, pis ve tembel olduklarına inanılırdı. Midillili, Giritli, Boşnak ve Romanlar için Kürtler endişe edilmesi gereken unsurlardı.
2
Akt. Güneş, 2012, s. 185.
3
Yavuz, 2015, s. 272.
4
Patt, 2018, s. 104.
Bu Türklük yarışının neticesinde, üç kez Kürtlere yönelik linç girişimi yaşandı. 2003 yılında Altınova’daki DEHAP binasına 150 kişi saldırdı, 2006 senesinde DEHAP ve HADEP yöneticilerine bıçaklı ve silahlı saldırı
5
Dördüncü Enternasyonal Olağanüstü Konferansı, 1940.
6
Özsoy, 2007, s. 49-50.
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
oldu, Kürtlerin evlerine molotof kokteyli atıldı, 2008 yılında yine Altınova’da Kürtlerin ev ve işyerleri tahrip edildi, “Doğu kökenlilerin” beldeye girişi yasaklandı, olayların devamında Sarımsaklı’da bir Kürt vatandaşın aracı kundaklandı.7 2007 senesinde Ayvalık DTP binası yakıldı, bitişiğindeki Afrikalılar Derneği de kullanılmaz hale geldi.8 Diğer linç vakalarında da yaşananların sıradan “halklar arasındaki gerginlik” olmadığının, devletin milliyetçi çetelerin yanında saf tuttuğunun, saldırıları izlemekle yetindiğinin herkes farkındaydı. Türkiye’nin genelindeki işleyiş, Kemalist rejimin İttihat ve Terakki’den devraldığı Türk-Sünni bir ulus yaratma, homojenleştirme girişiminin boyutları daha net anlaşılabilir. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler baskıyla, göçle yahut imha ile silinmişlerdi. Balkanlar ve Kafkasya’dan yoğun olarak gelen Müslüman göçmenler Anadolu’ya yerleştirildi. Bu dönemde yaşanan nüfus değişimi, Anadolu’nun mevcut etnik ve dinsel demografisini oluşturdu.9 Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte İttihatçıların nüfus politikası devralındı, mübadele ile Rumlar, 1934 Trakya Pogromu ile Yahudilerin göçü, Şark Islahat Planı ile de Kürtlerin asimilasyonu planlandı.10 Diğer tüm Müslüman azınlıklar da anadille eğitimin engellenmesi, soyadı kanunu, yer isimlerinin değiştirilmesi gibi çeşitli yöntemlerle Türklüğe asimile edildi.11 Demografi değişikliği, göçmen karşıtları için sık başvurulan bir argüman. Oysa, asıl demografik değişiklik son yüz sene içerisinde radikal bir biçimde gerçekleşti, mesela 1914’e kadar Anadolu’da nüfusa oranı yüzde 20’leri aşan Hıristiyan azınlık, bugün binde birin altına inmiş durumda. Farklı etnik kökenlere mensup, yerleşik ve göçmen Müslüman topluluklar için de Türkiye bir cennet olmadı: Lazca, Çerkesçe, Tatarca, Zazaca gibi diller ölmeye yüz tutan diller arasında. Suriyeli göçmenler işte bu homojenleştirme politikası için bir tehdit oluşturuyor. Mevcut göçmen politikası ve göçmenlerin durumu TBMM Mülteci Alt Komisyonunun yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 4.3 milyon göçmen yaşıyor.12 Bu göçmenlerin büyük çoğunluğunu Suriye’den Türkiye’ye sığınanlar oluşturuyor. 3 milyon 600 bin Suriyelinin 140 bini kamplarda yaşıyor, Türkiye’de 405 bin Suriyeli doğmuşken, vatandaşlık hakkı kazanan 80 bin, çalışma 7
Bora, 2008, s. 56, 66, 70-71.
8
Radikal, 2007.
9
Akt. İnan, 2016, s. 16.
iznine sahip 32 bin kişi var.13 Suriyeli sığınmacıların yanı sıra, Afganistanlı, İranlı, Iraklı, Cezayirli, Ermenistanlı, Gürcistanlı, Afrikalı birçok göçmen çeşitli sebeplerle Türkiye’de yaşıyor. Suriyeli sığınmacılara mülteci hakkı tanınmıyor. Zira, tanınmış olsa, beş senedir Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin vatandaşlığa geçmesi mümkün olacaktı. Hükümet, sığınmacıların haklarını tanımamak için bulduğu ara formülle Suriyelilere “Geçici Koruma Statüsü” tanıdı. Suriyeliler, diğer göçmen gruplarından farklı olarak sahip oldukları ‘geçici koruma kimliği’ ile eğitim ve sağlık hizmetleri alabiliyor. Fakat, geçim sıkıntısı ve yoksulluk sebebiyle çocuklarını okula yollayamayan aileler bulunmakta. Bu kimlik, dezavantajlara da sahip. Seyahat için izin alınmak zorunda, kayıtlı olunan il izinsiz terk edilemiyor. Ayrıca, Suriyeliler, Avrupa Birliği ile yapılan geri kabul anlaşmasıyla, bu kimliğin, ‘illegal’ yollarla Avrupa’ya göçenlerin geri gönderilmelerini sağlayacağına inandığı için, bu kimliğe başvurmaktan imtina ediyor. Geçici Koruma Statüsü, tüm belirsizliğiyle Suriyelilerin kendilerini arafta hissetmesine sebep oluyor. Bu araf hali, Suriyelilerin kötü şartlarda Türkiye’de yaşamak yahut ölüm yolculuklarına çıkmak arasındaki tercihi her daim akıllarında tutmasını gerektiriyor.14 Birleşik Metal-İş Sendikası’nın İstanbul merkezli tekstil sektöründe göçmen emeği konulu araştırmasına göre Suriyeli kadınların tamamı asgari ücretin altında çalışırken, erkeklerin büyük çoğunluğu ve yine kadınların tamamı sigortasız çalışıyor.15 Yasal olarak Suriyeli işçi çalıştırmak çeşitli bürokratik zorluklarla engelleniyor, bu da patronları, Suriyelileri kayıt dışı çalıştırmak konusunda teşvik ediyor. Bir işveren, bir Suriyeli işçi çalıştırabilmek için en az on TC vatandaşı çalıştırmak zorunda. Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı Urfa’da yapılan bir çalışmaya göre; asgari ücretin 1300 TL olduğu dönemde, Suriyeli işçilerin yüzde 17’si 1500 TL’nin üzerinde kazanırken, yüzde 50’si 1000-1500 TL, yüzde 33’ü ise 1000 TL altında bir gelire sahipti.16 Kilis’te yapılan bir araştırmada ise sığınmacıların gelişi ile birlikte düşük ücretle çalışan Suriyeliler kentin ekonomik hareketliliğini artırmış, çoğunluğu inşaatlarda çalışan göçmen çocuk işçiler sayesinde inşaat sektörü gelişmişti.17 13 Mülteciler Derneği, 2019a. 14 Bu paragraftaki bilgiler ilgili makaleden derlenmiştir: Baban, Ilcan, Rygiel, 2016.
10 Marksist.org, 2018.
15 Tekgıda-İş, 2017.
11 Radikal, 2005.
16 Pınar, Siverekli, Demir, 2016, s. 25.
12 t24, 2018.
17 Harunoğulları, 2016, s. 48.
35
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
Sanıldığının aksine Suriyeliler, Türk vatandaşlarının dahi yararlanamadığı sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyor değiller. TTB’nin eski başkanı Raşit Tükel, konu üzerine yaptıkları çalıştayda göçmenlerin durumunu şöyle özetliyordu: Suriyeliler emek sömürüsü ile karşı karşıyalar; temel hak mahrumiyetlerine, nefret söylemine ve ayrımcılığa uğruyorlar. Sağlık hizmetleri sunumunda yetersizlikler, güçlükler var. Bunun en önemli nedenlerinden biri dil sorunu. Kamp dışında yaşayanların yaşadığı zorluklar var; kronik hastalıkların kontrol ve izlemiyle ilgili zorluklar, ilaca erişimle ilgili zorluklar…18
Göçmenler, işçi ölümlerinde de güvencesiz çalışmanın bir getirisi olarak sinsi bir kıyıma uğruyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre 2013’te 22, 2014’te 53, 2015’te 67, 2016’da 96, 2017’de 88, 2018’de ise 108 göçmen işçi iş cinayetine kurban gitti.19 Suriyeliler yoğun bir dezenformasyon kampanyasıyla şeytanlaştırılıyor. Basın ve sosyal medya eliyle başlayan nefret söylemleri, yer yer linç, kundaklama ve pogrom girişimlerine sebep oluyor. Sokakta, işyerlerinde, sınıflarda, otobüs duraklarında, pazar yerlerinde, iki üç insanın yan yana geldiği herhangi bir yerde Suriyeliler aleyhine konuşmalar duymak hayatın olağan bir parçası haline geldi. Suriyelilere yönelik düşmanlık, çeşitli ayrımcı fikirlerin kombinasyonu: Göçmen karşıtlığı, Arap düşmanlığı, İslamofobi, kadın düşmanlığı, yabancı düşmanlığı, zenofobi, oryantalist inanışlar, elitizm vb. Suriyelilere yönelik düşmanlık, sadece Suriyelileri de hedef almıyor, diğer tüm göçmen gruplar, biraz koyu bir ten ve anlaşılmayan bir dille Suriyeli olmakla ‘itham’ edilebiliyor. Bu nefret ikliminde, Adana, Ankara, Antalya, Aksaray, Bursa, Diyarbakır, Denizli, İstanbul, İzmir, Elazığ, Gaziantep, Konya, Mersin, Karabük, Kilis, Kayseri, Kahramanmaraş, Nevşehir, Sivas, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Trabzon, Uşak’ta Suriyelilere yönelik linç girişimleri yaşandı. Basın ve sosyal medya bu linç ortamlarını hazırlıyor, bilhassa yalan haberle öncülük ediyor. Yalan haberleri tekzip eden haberler ise Suriyelileri hedef alan yalan haberler kadar yaygınlık kazanmıyor.20 Suriyelilere yönelik ırkçılığın kökeninde bazı temel argümanlar başı çekiyor. Krizin ve işsizliğin sebebi olmaları, suç işlemeye yatkın oldukları, hepsinin
mezhepçi olması, ülkelerine gidebildikleri için mülteci sayılamayacakları vs. Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz, ekonominin büyüme trendini kaybetmesi, sanayi üretiminin gerilemesi, Türk Lirasının değer kaybı ve buna bağlı olarak ücretlerin aynı seviyede seyrederken ithal ürünlerin fiyatlarının artışından kaynaklanmakta. Göçmenlerle arasında bir ilişki bulunmuyor. Devlet tarafından maaşa bağlandığı iddia edilen Suriyeliler, ancak yardıma muhtaç olduğunu ispat edebilirse Avrupa Birliği tarafından ödenen ve Kızılay tarafından ihtiyaç sahiplerine ulaştırılan aylık 120 lirayı alabiliyor.21 Ucuz iş gücü deposu olarak kullanılan Suriyeliler, hem üretici hem de tüketici olarak ekonomiye pozitif yönde katkı sağlıyor. Suriyeliler sadece işçi olarak değil, işveren olarak da ekonomiye katkı sunuyor: Suriyelilerin ortağı ya da sahibi olduğu şirketlerin toplam değeri 752 milyon TL.22 John Molyneux’nun da belirttiği gibi “göçmenlik işsizlik yaratmaz, bir ülkedeki her yeni birey, çocuk ya da yetişkin, yemek, giyecek, barınma, iletişim, ulaşım gibi ürünlere yönelik talebi artırır, bu yüzden ekonomiyi teşvik eder ve yeni iş kollarının yaratılmasını sağlar.”23 2010-2016 yılları arasında gelen göçmen sayısı radikal bir biçimde artış gösterdiği halde, işsizlikte belirgin bir artış olmadı. Bu da göçmenlerin işsizliği artıran bir etkisi olmadığını göstermektedir.24 2016 yılında yüzde 10.9 olan işsizlik oranı, 2019’a gelindiğinde yoğun bir göç olmamasına rağmen, yaşanan ekonomik krizle birlikte yüzde 15.6 seviyesine geldi. Bu da kriz ve işsizlik arasındaki bağda göçmenlerin negatif bir rolü olmadığını göstermektedir. Avrupa’da 15 ülkede yapılan bir araştırma, son 30 yılda göçmenlerin işsizliği düşürdüğünü ve ekonomik refahı artırdığını gösteriyor.25 Suriyelilerin mafyalaştığı CHP tarafından sıklıkla dile getirilen bir söylem.26 Oysa Suriyeliler suça karışmak konusunda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının gerisinde. Göçmenler Türkiye nüfusunun yüzde 5’ini oluştururken, 2014-2017 arasındaki asayiş olaylarında yabancı uyrukluların payı yüzde 1.32’dir.27 Suriye devrimini boğan radikal İslamcı örgütlerin 21 Mülteciler Derneği, 2019b. 22 Taştan, Haklı, Osmanoğlu, 2017, s. 22. 23 Molyneux, 2014, s.7. 24 Taştan, Haklı, Osmanoğlu, 2017, s. 13.
18 TTB, 2017. 25 Nature, 2018. 19 İSİG Meclisi, 2018. 26 Gökşin, 2015. 20 En çok yaygınlık kazanmış yalan haberlere örnek olarak bkz. teyit. org, 2017.
36
27 Taştan, Haklı, Osmanoğlu, 2017, s. 24.
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
şiddet eylemleri, Suriyeli sığınmacılara isnat edilerek, göçmenlerin mezhepçi olduğunun propagandasının yapılmasına olanak veriyor. Halbuki, Suriyelilerin Türkiye’ye yerleştiği günden bu yana, faili bir Suriyeli olan mezhepçi şiddet eylemi yaşanmadı. Sivas, Maraş, Çorum katliamlarını gerçekleştirenler Suriyeli değildi, IŞİD’in üstlendiği Atatürk Havalimanı, Suruç ve Ankara saldırılarının failleri Türkiye vatandaşıydı. Suç oranlarında olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları mezhepçilikte de Suriyelileri geride bırakıyor. Suriyeli göçmenler, rejim tarafından öldürülmeyecekleri, tutuklanmayacakları, zorla askere alınmayacakları, yani muhaliflerin elinde kalan yahut Türkiye’nin kontrolündeki bölgeye gidebiliyor. Tarihin hoş bir ironisi, Almanya’nın ilk göçmen grevinin fitilini de tatile giden Türk işçiler yakmıştı. 1973 yılında Köln’deki Ford fabrikasında çalışan 300 Türk işçi, bayramdan geç döndükleri için kovulmuştu. Kovulan işçilerin işi, kalanlara yıkılmıştı. Türk işçiler, kovulan hemşerileri için greve gitmiş, beşinci günün sonunda grev bastırılmıştı. Grevi, Alman işçiler desteklememiş, sendika ise kınamıştı.28 Türk işçiler salt tatillerinin uzatılmasını değil aynı zamanda saat başı ücretin artmasını, bantların yavaşlamasını, koşullarının iyileştirilmesini de istiyordu. Fabrika yöneticileri ve basın greve sempatiyle bakan Alman işçileri yoğun propagandayla Türk işçilerden yalıtmıştı. Grevin bastırılmasından sonra elebaşı bellenen bir Türk işçi ise sınır dışı edilmişti.29 Sınır dışı tehdidi, AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’nin Suriyeliler konusunda ortaklaşabildiği tek konu olabilir. Toplumun ırkçı hezeyanlarını dindirmek için zaman zaman Suriyelilerin geri gönderildiğine de şahit olmak mümkün. İnsan Hakları İzleme Örgütü yaptığı açıklamada, 2017’nin sonundan bu yana Türkiye’nin, binlerce Suriyeli sığınmacının yolunu düzenli olarak kestiğini ve İdlib’e sürdüğünü söylüyor.30 Türkiye’deki göçmenlerin hayat standartlarını belirleyen bizzat AKP’nin politikaları. AKP, göçmenleri Avrupa Birliği’ne karşı bir koz olarak görüyor. Yapılan Geri Kabul Anlaşması ile, Türkiye’ye kayıtlı olan göçmenler, Avrupa’ya geçip yakalandıklarında Türkiye’ye iade ediliyorlar. Normalde mülteci hakkı ihlali olan bu uygulamanın karşılığında Avrupa Birliği mülteciler için Türkiye’ye yardımda bulunacağının sözünü vermişti. Erdoğan, AB’nin Türkiye’ye yönelik yaptırımlarına cevap olarak “daha da ileri giderseniz bu sınır kapıları açılır bunu da bilesiniz” diyerek tehdit etmişti.31 28 Rollo, 1977. 29 Perspektif, 2019 30 HRW, 2018. 31 Deutsche Welle, 2016.
AKP’nin mülteci politikası, “geçici koruma statüsü” ile mültecilik ve beş seneyi aşkın süredir Türkiye’de yaşayanların vatandaşlık hakkını da gasp etmektedir. Çalışma ve ikamet izinlerini zorlaştırarak göçmenlerin kayıt dışı çalışmasını garantilemektedir. Göçmenler sermaye lehine ucuz iş gücü olarak kullanmaktadır. Göçmenlik ve enternasyonal gelenek Solun tarihi aynı zamanda sürgün, göç ve göçmenlerle dayanışmanın da tarihidir. Yenilgi anlarında, baskı koşullarında göçmenlik, hayatta kalmak ve mücadeleye devam etmek için sıkça rastlanılan bir evredir. Bunun farkındalığı ile sosyalistler, her zaman için göçmenlerin yanında olmuştur. Köln’den Paris’e, Paris’ten Brüksel’e, en sonunda Londra’ya sürgün giden Karl Marx, İrlanda sorunu konusunda Enternasyonal’in tutumunu belirlemek için yaptığı analizde, bir yandan İngiltere’nin İrlanda’yı sömürgeleştirmesindeki çıkarını, diğer yandan da İngiliz egemenlerinin işçi sınıfını bölmek amacıyla İrlandalı göçmen işçileri nasıl kullandığını anlatıyordu: İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde artık İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterler şeklinde iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan İngiliz işçisi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucunda İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor. (…) Basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların elindeki her türlü araç, bu düşmanlığı yapay olarak canlı tutuyor ve yoğunlaştırıyor. İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne rağmen güçsüzlüğünün sırrı, işte bu düşmanlıkta yatıyor. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin de sırrı bu.32
Lenin Bolşevik Parti programı için 1917’de yaptığı bir eklemede kapitalizm ve göçmen işçilerin sömürüsünü açıkça ifade ediyordu: Yoldaş Sokolnikov’un taslağını incelememizi böylece sonuçlandırırken, önerdiği ve bana göre benimsenip daha da geliştirilmesi gereken çok değerli bir eklemeye dikkat çekmeliyiz. Teknik ilerleme ve kadın ve çocuk emeğinin daha fazla istihdamını ele alan paragrafa şu cümlenin eklenmesini öneriyor: “geri kalmış ülkelerden ithal edilen vasıfsız yabancı işçi emeğinde olduğu gibi”. Bu ekleme değerlidir ve gereklidir. Geri ülkelerden gelen ve daha kötü ücretlendirilen emeğin sömürülmesi özellikle emperyalizmin niteliklerinden biridir. “Ucuz” yabancı işçilerin emeğini utanmazca ve sınırsızca sömürürken, kendi işçilerinin bir kısmına yüksek ücretlerle rüşvet veren zengin emperyalist 32 Marx, 2018.
37
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
ülkelerin asalaklığı, bir dereceye kadar bu sömürüye dayanır. “Daha kötü ücretlendirilmiş” sözcükleri ve aynı zamanda “ve genellikle haklarından yoksun olarak” ifadesi eklenmelidir, çünkü “uygar” ülkelerin sömürücüleri her zaman ithal yabancı işçilerin hakları olmayışının avantajlarından yararlanmışlardır. Bu olgu Almanya’da Rusya’dan ithal edilen işçilerde; İsviçre’de İtalyan; Fransa’da İspanyol ve İtalyan işçilerinde vb. sıklıkla görülmektedir.33
Birçok kez siyasi sebeplerle sürgüne yollanan Rosa Luxemburg, Berlin’deki evini siyasi mültecilerin toplantı yerine çevirmiş, çeşitli yardımlarda bulunmuş, iş, para ve ev bulmalarını sağlamıştı.34 Nitekim Rosa Luxemburg bu evi, Rusya’daki 1905 devrimi sırasında mücadeleye katılmak için geri dönen Rus devrimcilerinin uğrak yeriydi.35 1905 ve 1917 devrimleri öncesi belli aralıklarla ve Rusya’dan 1929’da kovulduktan sonra sürgünde yaşayan ve Stalinist bir ajanın suikastıyla öldürülen Lev Troçki, göçmenliğe dair Avrupa’daki değişimi şöyle ifade ediyordu: Birinci ve ikinci göçmenlik zamanında ve savaşın başlangıcına kadar, Avrupa’da özgürce yolculuk ediyor ve serbestçe sosyal devrimin yaklaştığına ilişkin konferanslar veriyordum (…) Ah ne mutlu dönemlerdi onlar. Paris’te halka açık toplantılarda, Rus göçmenlerin çeşitli fraksiyonları, gece yarısına kadar, hatta gece yarısından sonra bile terör ve ordunun ayaklanması konusunda tartışırlardı. Çevrede yalnızca iki polis kalır, onlar da salondan içeri adımlarını atmazlar ve oradan çıkanlara hiçbir soru sormazlardı. Sadece kafenin patronu, kimi kez gece yarısından sonra, çığırından çıkmış coşkuları yatıştırmak için elektriği söndürürdü, göçmenliğin yıkıcı eylemlerinin karşılaştığı tek denetleme buydu. O dönemlerde nasıl da daha güçlü ve daha güvenli hissederdi kendisini kapitalist düzen!36
Troçki’nin göçmenlerle dayanışmasına bir örnek de ailesinin ve diğer binlerce Yahudi’nin sınır dışı edilmesini protesto etmek için Paris’te Alman diplomat Ernst vom Roth’u öldüren Yahudi genç Herschel Grynszpan’ın ardından yazdıklarıydı. Bu suikasti bahane eden Naziler, Kristal Gece pogromunu gerçekleştirmiş ve 91 Yahudi öldürülmüş, binlerce işyeri ve 177 sinagog tahrip edilmişti. Stalinistler, Grynszpan’ın Troçki’nin ajanı olduğunu iddia ederken, Troçki, Grynszpan’ı sahiplenmekteydi: Grynszpan’ın “Troçkistlerle bir buluşmaya” katılacağına
38
dair Stalinist feryat, polislerin kulaklarında. Fakat, bu maalesef doğru değil. Dördüncü Enternasyonal’in çevresinde olsaydı, devrimci enerjisi için farklı ve daha etkili bir yol keşfetmiş olabilirdi. Adaletsizlik ve zalimliğe karşı ateş püskürmek kolaydır, fakat Grynszpan gibi, eyleme geçmeyi göze alan, gerektiğinde kendi hayatını kurban edenler, insanlığın kıymetli mayasıdır. Ahlaki anlamda, eylem yönteminin yanlışlığına rağmen, Grynszpan tüm genç devrimcilere örnek teşkil ediyor. Grynszpan’la kurduğumuz açık, ahlaki dayanışma, tüm diğer potansiyel Grynszpan’lara, despotlara ve zalimlere karşı mücadelede kendilerini kurban edebileceklere şunu demek hakkını veriyor: Başka bir yol mümkün!37
Uluslararası Sosyalist Akım’ın kurucusu Tony Cliff, Filistin’de doğan bir Yahudi’ydi, 1946’da göç ettiği İngiltere’de ömrünün sonuna kadar vatandaşlık almadan yaşadı, bu yüzden geri dönememe ihtimalinden ötürü İngiltere dışına çıkamadı.38 Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin öncülü Sosyalist İşçi gazetesi, 12 Eylül darbesi sebebiyle Türkiye’den göçen bir grup devrimcinin çabasıyla 1984 yılında ilk sayısını çıkardı. Gazete, Londra’da hazırlanıyor, mikrofilmlerle Türkiye’ye sokuluyor, çoğaltılıyor ve el altından dağıtılıyordu.3940 İngiltere’deki ve diğer Avrupa ülkelerindeki Sosyalist İşçiciler, hem bulundukları ülkedeki Uluslararası Sosyalist Akım’a bağlı partilerde faaliyet gösteriyor hem de Türkiye’de bir parti inşası için çabalıyorlardı. Doğan Tarkan, 12 Eylül sonrasındaki iklimi şöyle ifade ediyor: Avrupa’ya binlerce ve binlerce sosyalist geldi göçmen olarak ve bunların hepsi yurtdışındaki daha farklı politik örgütlenmelere yandaş olmadılar (…) Avrupa’daki sınıf mücadelesinde yer almadılar bile (…) Binlerce sosyalistin hiç değilse büyük bir kısmı Avrupa’daki tartışmalara ve örgütlenmelere katılmış olsaydı, Troçkizmle tanışmış olsaydı, sadece Troçkistlerle değil çeşitli fikirlerle tanışmış olsaydı, bugün daha güçlü sol bir hareket olurdu bence.41
Tabii yaşanan bu durumda, Stalinist fikirlerle yüzleşmenin zorluğu, dil handikapları, göçmenliğin araf hali de belirleyici olmuştur. Velakin, yurtdışındaki Sosyalist İşçiciler, bulundukları ülkede siyaset yapmak konusunda ısrarcıydı. Avrupalı göçmen kadınların mücadele perspektiflerinin tartışılacağı toplantı hakkında yazdığı yazıda L. Karadeniz, göçmenlerin siyasi entegrasyonunun önemini şöyle açıklıyor: 37 Troçki, 2016.
33 Lenin, 1917.
38 Birchall, 2008.
34 Laschitza, 2010, s. 169.
39 Karakaş, 2014.
35 a.g.e., s.182
40 Margulies, 2014.
36 Troçki, 1997, s. 98
41 Tarkan, 2014, s. 12.
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
Bugün Batı Avrupa’daki Türkiyeli Marksistlerin görevinin, bu ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelesi içinde yer alırken bütün çalışmalarını bir tek hedef etrafında tarif etmeleri gerekir. Bu hedef ise, kadın-erkek Türkiyeli işçilerin, her şeyden önce içinde yaşadıkları ülkenin işçi sınıflarının bir parçası haline gelmesidir. Avrupa’da biraz yaşamış Türkiyeli Marksist, Türkiyeli ve Kürdistanlı kadın ve erkek işçilerin nesnel düzeyin dışında bu ülkelerin işçi sınıflarının parçası olmadıklarını bilir. Sınıf mücadeleleri açık biçimler kazandıkça –asıl olarak sendikaların denetimi ve yönlendiriciliği altında da olsa- diğer düzeylerdeki birliğin de arttığı görülmekle beraber yabancı işçiler; siyasi, kültürel, sendika dışındaki örgütlenmeler, mesleki bilgi, yasalar karşısındaki durumlar itibariyle tamamen farklı bir dünyayı oluştururlar. Söylemeye gerek yok ki, bu durum hem Batı Avrupa’daki kapitalistlerin hem de işçilerin geldikleri ülkelerin egemenlerinin devamını arzu ettikleri bir durumdur. Birincisi; bölünmüş, farklı uluslardan gelen üyelerinin birbirine yabancı -hatta düşman- olduğu, yasalar karşısında eşitsiz durumda olan ve yoksul ülkelerden gelenlerin hem siyasal hakları olmayan hem de en ağır, ücreti en düşük işlerde çalışmaya hazır bir işçi sınıfı vardır ortada. İkincisi; gittikleri ve bugün artık birkaç on yıldır yaşamakta oldukları ülkelerde yaşamlarına ilişkin uzun dönemli planlar yapamamak durumunda olan ve dolayısıyla sürekli olarak bir döviz kaynağı olan; hırpalanmış, açlık ve sefaletten kurtulmuş olmakla beraber ezilmenin olağanüstü çeşitlilikteki sosyo-psikolojik, kültürel ve politik biçimlerini yaşamakta olan bir insan topluluğu vardır.42
Diğer bir örnekse, Sosyalist İşçi’nin Avrupa’daki göçmen devrimciler için hazırlanan özel ekinde, bir yazıda Almanya’nın ana akım partilerin göçmenlere tavrını “henüz bize ad bulamayan, 20 yıl sonra da misafir diye hitap eden bu ‘insanlar,’ insanız diye dolaşıyor, insan haklarına kendi çaplarında ‘sahip’ çıkmaya çalışıyorlar” diye eleştiriliyordu.43 Başka bir yazıda hükümetinin işçi haklarına saldırısına karşı “Kazanımlarımızın budanmasına göz yummayalım. İşçi sınıfının en güçlü silahı, grev hakkı için mücadeleyi yükseltelim. Tüm yerli ve yabancı işçiler görev başına!” deniyordu.44 Sosyalist İşçi’nin ardılı olan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, bu geleneğin bir sonucu olarak, en başından beri Suriye devriminin ve bombalar altında ölmemek için Suriye’yi terk etmek zorunda kalan sığınmacıların yanında oldu. İçinde yer aldığı platformlarla, ırkçılık karşıtı yürüyüşler, basın açıklamaları, Suriyeli devrimcilerin kendilerini ifade edebildiği paneller, Yunanistan sınırının iki yakasında eylemler düzenledi. Suriyeli devrimcilerin Arapça hazırladığı Al Khatt Al Amami
gazetesinin basılmasını ve dağıtılmasını sağladı. Suriyeli devrimcilerin Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmesini teşvik etti. BBC Panaroma’nın Türkiye’de tekstil atölyelerinde çocuk işçi çalıştırıldığına dair haberini45 gerçekleştiren ekipte yer alan muhabirlerden birisi Suriyeli bir DSİP üyesiydi. Ya da, 15 Temmuz darbe girişimine karşı sokağa çıkan Suriyeli bir DSİP üyesi şöyle anlatıyordu o geceyi: Bu bir darbeydi ve darbe gerçekleştikten sonra eylem yapmanın, sokağa çıkmanın, politika yapmanın bir olanağı kalmayacaktı. Darbe gerçekleşmiş olsaydı kaçacak delik arayacaktı herkes. Biz Suriyelilerin kaçacak bir deliği de yoktu. Şansı ve imkânı olan Ege’yi geçmeyi çalışırdı ölümü göze alarak. Sınır dışı edileceğimiz, kamplara tıkılacağımız günü beklerdik.46
Göçmenlerle dayanışma, sosyalistlerin özgürlük mücadelesinin mütemim cüzüdür. Bu yüzden, Uluslararası Sosyalist Akım’ın öncülüğünü üstlendiği, 22 ülkede 42 şehirde gerçekleşen 16 Mart Uluslararası Irkçılık ile Mücadele eylemlerinin Türkiye ayağında yapılan açıklamada “Bugün dünyada yükselen ırkçılığın esas nedeni, göçmenlerin siyasi ve ekonomik olarak güçsüz bırakılmalarıdır. Bu yüzden ırkçılığı teşhir etmek için göçmenlerin başta eşit vatandaşlık ve sendikalaşma hakkı olmak üzere, her türlü ekonomik ve siyasal haklarının verilmesini talep ediyoruz” denilmekteydi. Göçmen karşıtlığı, göçmenlerle dayanışma kadar evrensel. Çeşitli otoriter sağ parti ve liderler, tüm faşist güçler mülteci düşmanı. Türkiye’deki sol bu konuda iyi bir sınav verebilmiş değil. Göçmen karşıtlığının bir ırkçılık türü olduğunda bile mutabık değiliz. Göçmenlerin uğradığı saldırıları engelleyemiyoruz, göçmenlerin serbest seyahat edebilmesini garanti altına alamıyoruz. Sol, çeşitli göçmen karşıtı fikirlerin yayılmasında da sağa argüman sunmakta mahir. Esad’a Boyun Eğme flaması veren TKP, yaptığı kongrede Suriyelilerin “belirli” yerlerde barınmalarının sağlanması ve göçmenlerin geri dönüşü için Esad’la işbirliği yapılması gerektiğini söylüyor.47 Halkevleri, seçimlerde Suriyelilerin oy kullandığını iddia ediyor.48 Suriyelilere yönelik ırkçılığa karşı çıkan, 1 Mayıs’ta Arapça bildiri dağıtan, yayınlarında Suriyeli işçilere sık sık yer veren EMEP’e ait Evrensel gazetesinin Ortadoğu muhabiri Hediye Levent, Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin katliam ve insan hakları ihlallerine en çok karışan kitleler olduğunu iddia ederek
45 BBC, 2016
42 Karadeniz, 1991, s. 53.
46 Kalkour, 2017.
43 Algan, 1986.
47 Aydınlık, 2014.
44 Birol, 1986.
48 Sendika.org, 2014
39
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
göçmen karşıtı önyargıları pekiştirebiliyor.49 ÖDP’nin Birgün’ü, Suriyelilerin plajlara akın ettiği, halkın bu görüntüden sikayetçi olduğunu haberleştiriyor.50 Aydın Selcen ise, onca antidemokratik uygulama varken göçmenlerle dayanışmanın lüks olduğunu yazıyor…51 Göçmenlerle dayanışmanın içeriği ve anlamı Bu sağcı görüşler, elbette ki, göçmenleri Türkiye işçi sınıfının bir parçası görmeyen görüşlerdir. Dünyanın hiçbir yerinde sosyalistler göçmenlerin geri gönderilmesi için çabalamaz, çoğunluğu asparagas olsa da göçmenlerin oy hakkına itiraz etmez, göçmenlerin oyunu kazanmaya, örgütlemeye çalışır, göçmenleri terörist olarak nitelemez, göçmenler aleyhine olumsuz kanaatleri haber yapmaz, göçmen karşıtlığıyla mücadele eder. Göçmenlerin yaşam standartları, bulundukları ülkenin demokrasi seviyesini işaret eder, o yüzden göçmenlerle dayanışmak lüks değil, bir demokrasi mücadelesidir. Göçmenler, toplumun en saldırıya açık, haklarından en mahrum kesimini oluşturur. Bu yüzden sosyalistler için göçmenlerle dayanışma, insanî yardım faaliyetinden ibaret değildir, bir eşitlik mücadelesidir. Göçmenler demografik bir tehdit değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan homojenleştirme politikaları bu algıyı pekiştirmektedir. Geçmişindeki karanlık perdeyi aralamak, toplumun göçmen düşmanlığının beyhudeliğini kavramasını kolaylaştıracaktır. Göç, insanlar için tercih edilen değil mecbur kalınan bir süreçtir. Geri dönmek isteyen göçmenlerin dönebileceği koşulları yaratmak, savaşlara karşı çıkmakla mümkündür. Egemenler, göçmenlerin koşullarını mahvederek, geri göndermekle tehdit ederek, sefalete razı eder. Kapitalistler daha çok kâr edebilmek için göçmenlerin emeğine muhtaçtır. Sosyalistlerin görevi göçmenlerin olabildiğince çok hakka sahip olabilmesi için mücadele etmektir. Irkçılık ve milliyetçilik, göçmen ve göçmen olmayan işçiler arasında bir duvar örer, ancak işçi sınıfının birliği bu duvarın yıkılmasını sağlayabilir. Sosyalistler, işçi sınıfını ayıran suni duvarlara da, ülkeleri ayıran ve göçmenlerin iltica özgürlüğünü kısıtlayan sınırlara da itiraz eder. Çünkü, işçilerin vatanı yoktur.
Kaynakça Algan, S., 1986, “Misafir miyiz?”, Sosyalist İşçi Yurtdışı Özel Eki Sayı: 1. Baban, Feyzi, Ilcan, Suzan, Rygiel, Kim, 2016, “Syrian Refugees in Turkey: pathways to precarity, differentian inclusion, and negotiated citizenship rights”, Journal of Ethnic and Migration Studies. 49 Diken, 2018. 50 Birgün, 2017. 51 Duvar, 2019.
40
Birchall, Ian, 2008, “Seizing the Time: Tony Cliff and 1968”, International Socialism Journal, Seri 2 Sayı 118. http://isj.org.uk/ seizing-the-time-tony-cliff-and-1968/ Birol, Kenan, 1986, “Mücadeleyi Yükseltelim”, Sosyalist İşçi Yurtdışı Özel Eki Sayı: 1. Bora, Tanıl, 2007, Türkiye’de Linç Rejimi, Birikim Yayınları. Gökşin, Ozan Ekin, 2015, “CHP’nin pek de değişmeyen kültürü, Kılıçdaroğlu ve Suriyeli mafyalar”, Marksist.org, http://marksist. org/icerik/Haber/2020/CHPnin-pek-de-degismeyen-kulturu,-Kilicdaroglu-ve-Suriyeli-mafyalar Güneş, Fatime, 2012, Göç, Yoksulluk Ve Sosyal Politika. İktisadi Araştırma Vakfı. Harunoğulları, Muazzez, 2016, “Suriyeli Sığınmacı Çocuk İşçiler ve Sorunları: Kilis Örneği”, Göç Dergisi, Mayıs 2016. İnan, Canan Emek, 2016, “Türkiye’de Göç Politikaları: İskân Kanunu Üzerinden Bir İnceleme”, Göç Araştırmaları Dergisi, Cilt 2 Sayı 3. Karakaş, Şenol, 2014, “Sosyalist İşçi’nin 500 sayılık yolculuğu”, Sosyalist İşçi Sayı 500, ek. Kalkour, Kashan, 2017, “Bir Suriyelinin gözünden 15 Temmuz gecesi”, Marksist.org, http://marksist.org/icerik/Haber/7550/ Bir-Suriyelinin-gozunden-15-Temmuz-gecesi Karadeniz, L., 1991, “Avrupa Türkiyeli kadınlar toplantısı”, Sosyalist İşçi’den Seçmeler, Sosyalist İşçi Yayınları, Londra Laschitza, Annelies, 2010, Rosa Luxemburg: Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak, Yordam Kitap. Lenin, Vladimir İlyiç, 1917, “Emperyalizm Üzerine”, Marksist Tutum sitesi, http://marksist.net/MT/Lenin-%20Emperyalizm.htm Margulies, Roni, 2014, “İlk Sosyalist İşçi’ler”, Sosyalist İşçi sayı 500, ek. Marx, Karl, 2018, “İrlanda Sorunu hakkında Marx’tan Mektup”, Altüst, Sayı 27. Molyneux, John, 2014, Blame the Bosses not the Foreigners; Why Ireland Should Welcome Immigirants, Socialist Worker Books. Özsoy, İskender, 2007, İki Vatan Yorgunları: Mübadele Acısını Yaşayanlar Anlatıyor, Bağlam Yayınları. Patt, 2018, “No Place for the Displaced: The Jewish Refugee Crisis Before, During and After the Second World War”, Refugee Policies from 1933 until Today: Challenges and Responsibilites, (ed. Steven Katz ve Juliane Wetzel), Metropol Verlag. Pınar, Abuzer, Siverekli, Esra, Demir, Murat, 2006, “Suriye’de İşverenlerin ve İşçilerin Suriyeli İstihdamına Bakışı”, İLO Türkiye Ofisi Raporu. Rollo, Joanna. “Immigration Today”, International Socialism Journal, Seri 1 Sayı 97. Selcen, Aydın, 2019, “Tek kusurumuz Suriyeliler kaldı”, Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/09/tek-kusurunuz-suriyeliler-kaldi/ Tarkan, Doğan, 2014, Doğan Tarkan’ın Anlatımıyla: Sosyalizm İşçi Sınıfının Kendi Eylemidir, Sosyalist İşçi Broşürleri Taştan, Coşkun, Haklı, Salih Zeki, Osmanoğlu, Emir, 2017, Suriyeli Sığınmacılara Dair Tehdit Algısı: Önyargılar ve Gerçekler, Polis Akademisi Yayınları. Troçki, Lev, 1997, Sürgün Günlüğü, Yazın Yayıncılık. Troçki, Lev, 2016, “Herschel Grynszpan için”, Avlaremoz, http://www. avlaremoz.com/2016/11/09/herschel-grynszpan-icin-lev-trocki/ Yavuz, Ömer, 2015, “Türkiye’de Suriyeli Mültecilere Yapılan Sağlık Yardımlarının Yasal ve Etik Temelleri”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 12 Sayı 30.
Egemenler ve Ezilenler için Göçmenlik | Ozan Ekin Gökşin
Haberler ve internet siteleri
“2018 yılında en az 108 göçmen/mülteci işçi yaşamını yitirdi”, 2018, İSİG Meclisi sitesi, http://www.guvenlicalisma.org/19784-2018-yilinda-en-az-108-gocmen-multeci-isci-yasamini-yitirdi “30 Mart yerel seçimleri: AKP’nin sandık sandık, hile, baskı ve usulsüzlükleri”, 2014, sendika.org, http://sendika63.org/2014/03/sandikbaslarinda-hile-baski-usulsuzluk-seyretmiyoruzkaydediyoruz-179198/ “Bir Göçmen İşçi Direnişi: 1973 Ford Grevi”, 2019, Perspektif, https://perspektif.eu/2019/04/02/bir-gocmen-isci-direnisi-1973-ford-grevi/ “Çocuk mülteciler Türkiye’de tekstil atölyelerinde çalıştırılıyor”, 2016, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/ turkce/haberler-turkiye-37748847
turkiyede-43-milyon-gocmen-yasiyor-multeci-statusunde-3-kisi-var,537273 “Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Nisan 2019”, 2019a, Mülteciler Derneği, https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/ “Ülkenin çektiği dil belası”, 2005, Radikal, http://www.radikal.com. tr/yorum/ulkenin-cektigi-dil-belasi-750612/
“Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter Devrimi Üzerine Dördüncü Enternasyonalin Manifestosu”, 1940, https://www.marxists.org/ history/etol/document/fi/1938-1949/emergconf/fi-emerg02.htm “Erdoğan AB’yi tehdit etti: Sınırları açarız”, 2016, Deutsche Welle, https://www.dw.com/tr/erdo%C4%9Fan-abyi-tehdit-etti-s%C4%B1n%C4%B1rlar%C4%B1-a%C3%A7ar%C4%B1z/a-36519386 “Gazeteci Hediye Levent: İdlib’den gelecekler uyuyan hücre olabilir”, 2018, Diken, http://www.diken.com.tr/gazeteci-hediye-levent-idlibden-gelecekler-uyuyan-hucre-olabilir/ “İki TKP, iki merkez komite! İşte alınan o kararlar”, 2014, Aydınlık, https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/iki-tkp-iki-merkez-komite-iste-alinan-o-kararlar “Migrants and refugees are good for economies”, 2018, Nature, https://www.nature.com/articles/d41586-018-05507-0
“Olay yaratan pankartı astıran İYİ Partili aday İlay Aksoy: “Asıl beka sorunu Suriyeliler”, 2019, Sözcü, https:// www.sozcu.com.tr/2019/gundem/olay-yaratan-pankarti-astiran-iyi-partili-ilay-aksoy-asil-beka-sorunu-suriyeliler-3924115/ “Sinan Laçiner ile söyleşi: Azınlıklar nasıl azınlık oldu?”, 2018, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Teori/11169/Sinan-Laciner-ile-soylesi-Azinliklar-nasil-azinlik-oldu “Suriyeli İşçi Sömürüsü”, 2017, Tekgıda-İş Sendikası sitesi, http://www.tekgida.org.tr/Oku/13341/Suriyeli-Isci-Somurusu “Suriyeliler devletten maaş alıyor mu?”, 2019b, Mülteciler Derneği, https://multeciler.org.tr/suriyeliler-devletten-para-aliyor-mu/ “Şiddetten Afrikalılar Derneği bile kurtulamadı”, 2007, Radikal, http://www.radikal.com.tr/turkiye/siddetten-afrikalilar-dernegi-bile-kurtulamadi-830002/ “Şile’de insan seli: Zabıta girişleri durdurdu”, 2017, Birgün, https:// www.birgun.net/haber-detay/silede-insan-seli-zabita-girisleri-durdurdu-166918.html “TTB’den Savaş, Göç ve Sağlık Çalıştayı”, 2017, TTB sitesi, http://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=b8ad0d46-bd7c-11e7-a24e-c19dd039acb4 “Türkiye: Suriyelilere kitlesel sınırdışı”, 2018, Human Rights Watch sitesi, https://www.hrw.org/tr/news/2018/03/22/316067 “Türkiye’de yaşayan Suriyelilerle ilgili İnternette yayılan 24 yalnış bilgi”, 2017, teyit.org, https://teyit.org/turkiyede-yasayan-suriyelilerle-ilgili-internette-yayilan-22-yanlis-bilgi/ “Türkiye’de 4.3 milyon göçmen yaşıyor, mülteci statüsünde 3 kişi var”, 2018, t24, https://t24.com.tr/haber/
41
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Sinan Laçiner
Giriş Yaklaşık olarak 1850 ile 1950 arasındaki yüz yıllık zaman kesitinin “demografi mühendisliği” veya “nüfus mühendisliği” çağı olarak anılması yaygın kabul görmüştür1. Söz konusu mühendislik, uluslaşmada ve ulus-devletin inşasında gecikmiş, bu yüzden “acelesi olan” devletlerle çokuluslu imparatorluk yapılarında diğerlerine göre daha kıyıcı ve acımasız olmuştur. Sözgelimi Rusya’nın kendi içindeki Yahudi topluluklara veya Kafkas halklarına muamelesi bu cümledendir. Milliyetçi projenin buradaki görevi salt söz konusu imha ve/veya asimilasyon planlarını tasarlayıp uygulamak ve çoğunluğu bunun doğrultusunda kışkırtmak değil, aynı zamanda hedef başarılıp “engel” ortadan kaldırıldıktan sonra bunun unutulmasını, hiç olmamış gibi yaşantılanmasını da sağlamaktır. Nitekim Ernest Renan, “ulus olmak biraz da unutmaktır” demişti. Renan’a göre Fransa, Kalvinci Protestan bir azınlık topluluk olan Huguenot’ların vahşice katledildiği Saint Barthelemy katliamını anımsayarak ulus olamazdı2. Bu amaçla milliyetçi projenin sistematik biçimde şeytanlaştırarak çoğunluğa hedef gösterdiği azınlık gruplara yaşatılanlar, modern tarihin en kanlı ve dramatik öyküleridir ve yukarıda ifade edilen 100 yıllık zaman dilimi, bu nedenle “demografi/etnisite mühendisliği” çağı olarak da anılır. Bu yüz yıl boyunca bir yandan imparatorluktan ulus-devlete geçiş projesini yürürlüğe koyan siyasal kadrolar, diğer yandan da sömürgecilikte gecikmiş olmanın da beslediği saldırgan yayılmacılığı ırkçı tezlerle meşrulaştırarak kendisine “yaşam alanları” oluşturmaya çalışan faşist siyasal rejimler, dünyayı kan gölüne çevirme pahasına egemenlik iddiasında bulundukları coğrafyaların etnik, dinsel ve kültürel yapısını zor yoluyla dizayn etmeye koyulmuştur. Soykırım, etnik temizlik, homojenleşme, “tek millet” türü kavramların siyasal lügatin parçası haline gelmesi, tam da bu sürecin ürünüdür.
42
1
Erik Jan Zürcher, “Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, (Der.) Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul 2017 (8. Baskı), s.9
2
İnci Özkan Kerestecioğlu, “Milliyetçilik”, Modern Siyasal İdeolojiler, (Der.) Birsen Örs, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014 (7. Baskı), s.319
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Bir imparatorluk bakiyesi olarak Türkiye’nin tarihi, bu sürecin izinin sürüleceği en tipik örneklerden biri kabul edilebilir. 1923’te Cumhuriyet ilan ederek imparatorluktan ulus-devlete geçişini deklare eden Türkiye, 1912’deki Balkan Savaşları ile başlayan 10 yıllık kesintisiz bir savaş sürecinin sonunda şekillenmişti. Bu şekillenme, bir dizi trajediyi içinde barındıran, oldukça travmatik bir sürecin ürünüydü. Zira 1877-78 Osmanlı Rus Harbi başlangıç alınırsa geride bıraktığı 45 yılda topraklarının %85’ini, nüfusunun da %75’ini yitirmişti. Yaşanan bu kayıplar, bir ölçüde arkaik ve dejenere bir imparatorluk yapısı ile ulus-devlet ve emperyalizm çağında ayakta kalmaya çalışmanın yol açtığı “doğal” bir sonuç olarak görülebilirse de, bir kısmı da o çağa ayak uydurmanın gereği olarak görülen/tercih edilen bir tarz-ı siyasetin kıyıcı pratiklerinin ürünüydü. Bu tarz-ı siyaset Türkçülük ve aktif Türkleştirme politikaları idi. Cumhuriyete Devreden Miras Cumhuriyet döneminde söz konusu politikaların seyrini ve azınlıklar açısından sonuçlarını ele almadan önce, bu noktaya nasıl gelindiğini tartışan kısa bir özet yapmak faydalı olabilir. Çok etnili, çok dinli ve çok dilli bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın son yüz yılı, bir tarafta ancak “düvel-i muazzama” karşısında güç ilişkilerini gözetmeye dayalı bir denge siyaseti ile ayakta kalınabilen bir “beka sorunu”nun, diğer yandan bu sorunun da alevlendirdiği görece zengin ve dinamik bir siyasal ve düşünsel atmosferin damgasını taşıdı. Tanzimat ile başlayıp Islahat Fermanı ile devam eden devleti modernize etme ve hukuka dayandırma çabaları, bu sürecin ürettiği yeni bir muhalif aydın tipinin kendisini gazeteler ve esnek politik örgütlenmeler yoluyla ifade etmeye başladığı düşünsel ortam, hak, özgürlük, eşitlik, anayasa, meclis gibi tümüyle yeni kavramların dolaşıma girmesi ve nihayet 1. Meşrutiyet ile söz konusu kavramların somutluk kazanması, son yüzyılın ilk evresinin belirleyici gelişmeleriydi. Son yüzyılın bu evresine noktayı koyan, Sultan Abdülhamit’in Osmanlı-Rus Harbi’ni gerekçe göstererek kısa ömürlü anayasayı ve meclisi rafa kaldırması oldu. Bundan sonraki 30 yıllık ikinci evre, İmparatorluğu ayakta tutmak için yönelinen pragmatik bir İslamcılık siyaseti ile buna eşlik eden koyu bir baskı rejimi ve ancak gizli biçimde örgütlenebilen ve Abdülhamit karşıtlığında birleşebilen çoğul muhalefet odaklarının şekillenmesi ile geçti. Gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerekse de Taşnak ve Hınçak gibi devrimci Ermeni örgütler bu sürecin ürünüydü. Kuruluş evresinde Yeni Osmanlı ve Jön Türk düşünsel mirası üzerine şekillenen İttihat ve Terakki, adına da yansıdığı biçimiyle meşruti rejim ve anayasacılıkta somutlaşan bir ilerleme düşüncesini, imparatorluğu oluşturan tüm unsurların birliği içerisinde tasavvur eden Osmanlıcı bir fikriyat üzerinden Abdülhamit yönetimine
karşı muhalefet geliştirdi. İttihatçıların “İttihat-ı Anasır”ı önceleyen başlangıçtaki bu sahici Osmanlıcılığı, cemiyet kadroları içerisinde o “anasır”dan insanların da bulunması ve cemiyet dışında kalan Ermeni partilerle yakın temas ve işbirliğinde de somutlaşıyordu. Nitekim Abdülhamit’i devirip Meşrutiyet’i yeniden ilan eden 1908 Devrimi, bu işbirliğinin de ürünüydü. Ne var ki 1908 ile başlayan üçüncü ve son evre, bir yandan unsurların birliğini esas alan “devleti kurtarma” fikirlerinin ve buna dayalı ittifakların temelden değiştiği, diğer yandan da imparatorluğun parçalanmasını getiren savaşlar silsilesi boyunca Gayrimüslim halkların -yeni devletin kurucu unsurlarından biri olmak şöyle dursun- topyekûn imhasına dayalı bir Türkleştirme siyasetinin egemen hale geldiği bir evre olarak yaşandı. 1912’de başlayıp iki yıl süren ve Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının hemen hemen tamamını yitirmesiyle sonuçlanan Balkan Savaşlarının önünü açtığı bu yeni siyasal yönelim, artık ilk yıllarındaki gibi Osmanlıcı fikirlerle yönlendirilmeyen, belirgin biçimde Türkçü/milliyetçi ve militarist yeni İttihatçı kadroların 1913 Bab-ı Ali Baskını ile yönetimi tümüyle ele geçirmesiyle beraber daha da somutluk kazandı. Bunun bir yıl sonrasında Almanya’nın müttefiki olarak Dünya Savaşı’na giriş kararı imparatorluk topraklarını Gayrimüslimlerden arındırmaya dönük yeni yönelimin pervasızca uygulanabileceği ortamı yaratınca önce Ege ve Trakya’daki Rumların kaçırtılması, ardından da Ermeni Soykırımı, yitirilen savaşın sonunda elde kalan toprakların büyük ölçüde İslamlaştırıldığı yeni bir demografik yapı ortaya çıkardı. 1923’te ilan edilen Cumhuriyet, Türklük ve Müslümanlık üzerine inşa edilecek bir ulus-devlet için son derece elverişli bu demografik mirası devraldı. Cumhuriyet: Kopuş mu Devamlılık mı? Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadrolar, kendi yeni siyasal tercih ve yönelimlerini meşrulaştırmak için oldukça çelişik bir pozisyon aldı. Bir yandan imparatorluğun yerine ulus-devletin kurulması, hilafetin kaldırılması, alfabenin değiştirilmesi, eğitimin birliği, laiklik ilkesinin anayasaya yerleştirilmesi gibi radikal reform hamleleriyle kendisini Osmanlı geçmişinden özenle ayrıştırdı; milatçı bir yaklaşımla tarihi kendisi ile başlattı. Gerisi karanlık önü aydınlık yepyeni bir döneme geçildiği iddiası, aynı zamanda bir reddi mirastı. Ancak diğer yandan yeni rejimin temel kurumlarının pek çoğu, kökleri Osmanlı’da olan bir tarihe sahipti ve isim değişikliği işlevsel bir farklılık yaratmamıştı. Cumhuriyeti ilan eden kadrolar da Osmanlı’nın tedrisinden geçmiş subaylardı ve etkisi altında oldukları fikir akımları, uzunca bir süredir Osmanlı münevverleri arasında tartışılarak olgunlaşmıştı. Ayrıca dünya savaşı sonrasında tasfiye olmuş görünen İttihat ve Terakki Partisi ve bir zihniyet olarak ittihatçılık, söz konusu kadrolar Müdafaa-i Hukuk Derneklerinin kadrolarına dönüştürülerek yaşatıldı; bir
43
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
bakıma milli mücadelenin çelik çekirdeği kılındı. İlerleyen yıllarda cumhurbaşkanlığı da yapacak olan, tek parti döneminin önde gelen simalarından ve Demokrat Parti’nin kurucularından Celal Bayar, ölümünden kısa bir süre önce verdiği bir mülakatta “ben her zaman ittihatçıydım” diyecekti. Konumuz açısından asıl önem taşıyan devamlılık çizgisi ise “ekalliyetler” olarak anılan Gayrimüslim azınlıklara yaklaşım, diğer bir ifadeyle Türkleştirme politikalarıdır ve “hep ittihatçı olmak” özellikle aktif Türkleştirme politikalarının seyri açısından özel bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede makalenin devamında önce ulus-devlet ve milliyetçilik üzerine kısa bir teorik tartışma yapılıp bu çerçevede Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji olarak inşası ve muhtevası ele alınacaktır. Ardından bu çerçevede yeni rejimin azınlıklara ilişkin tutum, söylem ve politikaları, belirli başlıklar altında tartışılarak tüm bu sürecin hem pratik, hem ideolojik sonuçlarıyla Türkiye kapitalizmi içerisinde egemen sınıfın tarihsel şekillenmesine ve egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan fikirlere, buradan da ezilen sınıfları içeriden parçalayan etkili bir politik-ideolojik hegemonya aparatına nasıl dönüştürüldüğü ele alınacaktır. Ulus, Ulus-Devlet ve Milliyetçilik Modern bireyin tarihten bağımsız biçimde hep var olduğu zannıyla içselleştirdiği ve yerel ve küresel düzeyde siyasetin son yüzyılının en temel kurucu kavramlarından biri olan “ulus” veya “millet”, çifte devrimin, yani İngiliz Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin çocuğu olan bir kurgu ve modern bir kavramdır. Modern devlet aygıtının gereksinim duyduğu bu kurgunun gerçekleştirilmesi, yine modern bir siyasal ideoloji olan ama milleti önceleyen milliyetçiliğin görevi olacaktır. Bu bağlamda İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın da vurguladığı gibi millet, “ancak belli bir modern teritoryal devletle, ‘milli devlet’le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirilmedikçe milleti ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur. (…) Bazen önceden var olan kültürleri alıp onları milletlere çeviren milliyetçilik, bazen de milletleri icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder. Bu bir gerçekliktir. Kısacası analitik düzlemde milliyetçilik, milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir”3. Modern öncesi dönemde tümüyle farklı ve yer yer pejoratif anlamlarda kullanılan “ulus” ve “millet” kavramlarının günümüzdeki anlamına kavuşup itibar kazanması, burjuvazi ve kapitalizmin tarihsel şekillenmesi ile doğrudan ilintilidir.
indirilmek istenen egemenliğin kaynağı olacak bir birime duyulan gereksinim ile ilgilidir. Bu biçimiyle, egemenliği kullanan halk olarak ulus kavramsallaştırması ilk olarak İngiltere’de, çifte devrimden de önce kullanılmaya başlanır5. Kuşkusuz bu kullanımın yaygınlaşması, birey, akıl, eşitlik, özgürlük, hak gibi tümüyle yeni kavramların Aydınlanma tarafından yükseltilmesiyle olacaktır. Akıl sahibi, evrensel haklarla donatılmış, eşit ve özgür bireylerden/yurttaşlardan oluşan ve nasıl yönetileceği üzerinde devletle sözleşmeye dayalı bir uzlaşı kurarak söz söyleyebilen halk olarak ulus tasavvuru, onu inşa eden milliyetçi ilkeleri başlangıç noktasında liberal ilkelerle iç içe geçirecektir. Ne var ki Fransız Devrimi ve Napolyon istilaları ile birlikte halka halka yayılan bu ilke ve fikirler, ulusu giderek egemenliğin kaynağı olmaktan çok bağlılık ve sadakatin kaynağı, bu şekliyle de benzersiz, üstün ve “biricik” kıldığı ölçüde milliyetçiliği liberal demokratik ilkeler zemininden uzaklaştırarak tutucu, militarist ve yayılmacı bir ideolojik kimliğe bürüyecektir. Ulusun/milletin icadına başka bir çerçeveden yaklaşan Ernest Gellner’a göre milletler ve onu kuran milliyetçilik, durağan tarım toplumunun aksine devamlılık ve sürekli ilerleme fikri etrafında örgütlenen sanayi toplumunun gereksinimlerinin bir ürünüdür. Tarıma dayalı kapitalizm öncesi toplumlarda tebaasını oluşturan toplulukların birbirleriyle ve kendisiyle düzenlilik arz eden bir temas ve iletişim kurmasında hiçbir çıkarı olmayan devletin aksine sanayiye dayalı kapitalist toplumda devlet, yurttaşları ile sürekli iletişim kurmak mecburiyetindedir6. Zira böylesi bir toplumda bilgi ve beceri isteyen karmaşık nitelikteki işlerin yürütülmesi, merkezi ve standart bir temel eğitimi ve bunun ürünü olan uzmanlaşmayı şart koşar. Bu yolla her bir üyesi diğerinin yerini alabilecek anonim kitle toplumunun ulus birimi etrafındaki inşası, kapitalist sanayi toplumunun devamlılığının ve kendini yeniden üretebilmesinin ön koşuludur. Bu ön koşul da ancak, kendi meşruiyetini ulusa dayandıran modern devlet aygıtı tarafından örgütlenebilir. Ne var ki ulus ve ulus-devlet etrafında şekillenecek bu yeni devlet ve toplum örgütlenmesi, devlet ve toplum arasında eski çağlardan çok daha yoğun ve süreklilik arz açısından yukarıda “tarihin o anı” olarak ifade edilen an, 16-17. yüzyıllardır. Devlet gerek Habsburg ve Romanov hanedanları gibi imparatorluk yapıları, gerek küçük İtalyan ve Alman siyasal yapılarını, gerekse Batı Avrupa’nın devlet örgütlenmesini aynı anda ifade ederken ulus bu dönemde yalnızca Batı Avrupa’daki başlıca siyasal birim olarak bir anlam taşıyordu. Orta ve Doğu Avrupa’da ulus kavramının 19. yüzyıl öncesinde herhangi bir anlamı yoktu. Bkz. Edward H. Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 77
Tarihin o anına kadar var olmayan bir entite olarak ulusa duyulan ihtiyaç4, bir yönüyle tanrı katından
44
3
Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s.24
4
Carr’a göre “ulus” biriminin ortaya çıkışı bağlamında Batı Avrupa
5
İnci Özkan Kerestecioğlu, a.g.e., s. 329-330
6
Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayınları, İstanbul, 1992, s.35
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
eden bir ilişkiyi de beraberinde getireceği için, amaçlanan siyasal/toplumsal yapının kültürel türdeşliği de sağlaması gerekecektir. Diğer bir ifadeyle ulus birimine dayanan modern devlet aygıtı, merkezi standart eğitim sistemi başta olmak üzere toplumu ihtiyaçlar yönünde biçimlendirmeye yarayan tüm aparatları aracılığıyla yurttaşları yalnızca çalışma yaşamının gerektirdiği mesleki teknik bilgi ile değil, bir ulusun parçası olmanın gerektirdiği diğer “bilgi”ler ve duygular ile de donatacak, böylelikle anonimliğin ön şartı olan bir kültürel türdeşlik de sağlanacaktır7. Milliyetçilik, tam da bu kültürel türdeşleşmeyi siyasal projeye dönüştüren akımdır. Devlet örgütlenmesinin bir biçimi olarak ulus-devletin modernliği tartışılmazken ulusun/milletin modern mi, tümtarihsel mi olduğunun tartışılması, hatta ikincisinin en azından geniş kitlelerin zihninde daha geçerli olması, ulusu inşa eden milliyetçiliğin yeniden yazdığı tarihten, diğer bir ifadeyle milliyetçi tarih yazımından kaynaklanır. Calhoun’a göre geç 19. yüzyılda nelerin uygun siyasi birim sayılacağına ilişkin örtük mutabakatın en önemli parçasını oluşturmasının yanı sıra, kolektif kimliklerin oluşumunda temel olan özcü düşüncenin gelişimine de tarih yazıcılığı yoluyla büyük katkı sağlamıştır8. Kültüre ve tarihe özcü bir perspektiften yaklaşarak milletlere tarihten bağımsız bir öz atfeden milliyetçi tarih yazıcılığı, kendisini diğerlerinden ayıran otantik kültürel gelenekleriyle milletlerin öteden beri var olduğunu ve milliyetçiliğin de nihai olarak millet tarafından yaratıldığını savlar9. Son yarım yüzyılda yürütülen milliyetçilik çalışmaları tarafından dayanaksızlığı açık biçimde ortaya konan bu tezin yerinden edilemeyen gücü, her ulus-devletin bunu kendi ulusunu inşa için resmileştirerek yaymasının yanı sıra günlük siyasal ihtiyaçları karşılama ve karmaşık dünyada bireye bir amaç, kimlik ve anlam sunma yönünde basitleştirilmiş anlatı yapısına da dayanır. Milleti tarih dışılaştırarak yücelten bu anlatı yapısı, bu yolla tarihi de tarihsizleştirir. Suavi Aydın’ın ifadesiyle milliyetçi tarihyazımları “genellikle ilkçi bir tarih inşasına girişirler. Bu inşada tarihin derinliklerinden bu yana tarihsel düşmanlarını altederek başarıyla bugüne gelmiş modern ulusun çekirdeği olan bir etnik birimin mitoslarına inilir yahut uygun mitoslar icat edilir. Bu etnik birimin bütün tarihi anakronik atıflarla yeniden kurulur. Bir kabile ya da boy birliğinin şefi ‘ulusal idealler’ peşinde koşan bir öndere dönüştürülebilir; bugünkü çatışmalara uygun düşmanlar, dinsel kavrayışlar ve tavırlar ulusallaştırılır; kabile ve aşiret kimliğinin ötesine tarihsel olarak geçemeyecek kategoriler 7
Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997, s. 69
8
Craig Calhoun, Milliyetçilik, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 25
9
İnci Özkan Kerestecioğlu, a.g.e., s. 313
‘ulusal bilinçle’ ve ideallerle yüklü eşitlere dönüşür (…) Kısaca tarih olabildiğince tarihsizleştirilir”.10 Tarihi tarihsizleştiren ve sınıftan arındırarak “milletlerin savaşı” olarak resmeden söz konusu anlatı yapısı, kendisini aynı zamanda bu sözde savaş tiyatrosunda bir biçimde sahne alan olumlu (yani “bizden”) ve olumsuz (yani “öteki”) tarihsel aktör ve toplulukların gerçek rollerinin çarpıtılması ve karakterlerinin uçlaştırılarak iyi veya kötü yönde abartılması biçiminde de ortaya koyar. Eski Yeşilçam gişe filmlerini andıran bu romantik anlatıda bizden olan iyiler, -ister “seçkin” bir devlet yöneticisi veya komutan, ister sıradan insan olarak karşımıza çıksın- tüm olumlu insani (hatta kimi zaman insanüstü/doğaüstü) vasıf ve meziyetlerle donanmış bir kahraman, kötüler ise kişiliğinde iyiliğin kırıntısına dahi rastlanamayacak kötülük timsalleri olarak resmedilir11. Bu uçlaştırılmış iyi-kötü düalizmi içerisinde iyiler verili milletin fertleri olarak “biz”, kötü (ve düşman) olanlar ise diğer milletler, onların içerideki uzantıları ve çok yaygın biçimde etnik ve dinsel azınlıklardır. Yazının girişinde ifade edilen 1850-1950 arasının etnik mühendislik çağı olarak anılması, tam da yukarıda ifade edilen nedenlerle etnik ve dinsel azınlıkların kültürel türdeşliği amaçlayan milliyetçi projenin önündeki en büyük engel olarak görülmesinden ötürüdür. Oldukça gecikmiş bir milliyetçilik olarak Türk milliyetçiliği de, kültürel bir akım olmaktan çıkıp 20. yüzyıl başlarında siyasallaşmaya başladığı ilk zamanlardan itibaren başta gayrimüslim olanlar olmak üzere giderek Türk olmayan azınlık toplulukları hem söylem, hem de pratik düzeyinde hedef almaya başlar. Ne var ki Türk milliyetçiliğinin bu erken evresi, kendi ulus projesini gerçekleştirebilmek için salt “Türklük” etrafında etkin bir seferberlik oluşturmak için gerekli önkoşulların hemen hiçbirisinin var olmadığı bir evredir. Balkan Savaşları hezimeti ile birlikte “üç tarz-ı siyaset”ten Osmanlıcılık kesin olarak terkedilmiş, Türkçülük ise güç kazanmıştır. Öte yandan henüz inşa sürecinin emekleme aşamasındaki “Türklük”, halen çok etnili ve kendisini bu 10 Suavi Aydın, “Etnik Bir Ad Olarak Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim Dergisi, Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72, s. 51 11 Uçlaştırma, aşırılık ve abartı gibi özellikleriyle tarih yazımında Romantizm, tüm milliyetçi tarih yazımları gibi Türk milliyetçiliğinin tarih yazıcılığına da derinlemesine nüfuz etmiştir. Klasik Kemalist dönemin tarih yazıcılığında merkezi konumda olan bir diğer akım olarak Pozitivizm, burada Romantizmle iç içe geçer. Büşra Ersanlı’nın da vurguladığı gibi bu iki akım, birbirinin zıddı, antitezi olmaktan çok birbirinin besleyicisi ve bütünleyicisi olmuştur. Ersanlı’nın Croce’den alıntıladığı ifadeyle pozitivist tarihçilik, “romantik eğilimlerin abartılmış bir şeklidir”. Bkz. Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih-Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1932), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 33
45
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
kavramla tanımlamaktan uzak imparatorluk ahalisini milliyetçi proje etrafında bütünleştirip onları harekete geçirecek mecale sahip olmaktan uzaktır. Nitekim Türk milliyetçiliğinin kurucu düşünürlerinden Yusuf Akçura bile, yeni çağda “dinlerin siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybettiklerini” söyleyerek Türkçülüğü savunsa da “İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür heyecan hissiyattan, hülasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiçbirisi Türklükte yoktur” tespitini yapabilmektedir12. Bu yüzden Türk milliyetçiliğinin bu erken evresi, “Türklük” imge ve vurgusunun İslamlık/Müslümanlık kozası ile sarıldığı ve bir bakıma tahttan indirilen Abdülhamit’in bir zamanlar Müslüman kardeşliği duygusunu bir tür siyasal bilince dönüştürerek yürüttüğü pragmatik İslamcılık siyasetine benzer bir “Müslüman milliyetçiliği”nin saf Türk milliyetçiliğine galebe çaldığı bir evre olarak yaşandı. Cumhuriyetin kuruluşuna kadarki bu erken evrede Ege ve Trakya’dan Rumların kaçırtılması, Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı ve Mustafa Kemal liderliğindeki “milli mücadele” süreci, yönetici sınıfça sürekli pompalanan bu Müslüman milliyetçiliğinin hâkim ve seferber edici asli ideoloji olarak gördüğü işlev ile gerçekleştirilebildi. Salt saf Türk milliyetçiliğine dayanan bir siyasal projenin toplumsal temelden yoksunluğu o kadar açıktı ki, aslında seküler (hatta dini inançsız) Türk milliyetçisi bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal, Anadolu’da milli mücadeleyi örgütlerken İslami bir seferberlik dilini sıklıkla kullanmak durumunda kalmış, bu açıdan İttihatçıların Ermeni soykırımını yürütürken başvurduğu Müslüman milliyetçiliği çizgisine olduğu gibi sadık kalmıştır. Bunun bir gereği olarak Erzurum ve Sivas kongrelerine yalnızca Müslüman temsilciler çağrılmış, bu kongreler ve daha sonra Ankara’da kurulan meclis dualarla, besmelelerle açılmış, her fırsatta Müslümanların birliği vurgusu yapılmıştır13. Türklerin tek Müslüman halk olmadığı, Hilafet kurumuna sadakat ve İmparatorluk tebaası olma duygusunun baskın olduğu ve dinin halen temel tutkal ve birleştirici ideoloji olma vasfı taşıdığı bu aşamada Türklüğe yaslanan milliyetçiliği kozasından çıkarıp sahaya sürmek için henüz erkendir. Cumhuriyet ve Azınlıklar: Zihniyet ve Söylem Türk milliyetçiliğinin o kozadan çıkıp başat devlet ideolojisi olarak Türk ulusunu inşaya başlaması için tarihin zili, milli mücadelenin başarıya ulaştığı 1923’ten itibaren çalacaktır. O güne kadar yapılmasından özenle imtina edilen Türklük vurgusu, son aylarında rejimin adının da
46
Cumhuriyet olarak ilan edileceği 1923 yılının ilk aylarından itibaren yapılmaya başlanır. Üstelik bu vurgu, Türk milliyetçiliğinin kendisini üzerine kurduğu düşman öteki imgesi olarak azınlıklar, daha özel olarak da Ermeniler üzerinden yapılacaktır. Söz konusu yılın Mart ayında Adana’daki Türk Ocağı binasında yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söyleyecektir: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihinde Türk idi, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (…) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”14 Mustafa Kemal’in işgalden kurtuluş sağlanıp yeni devlet ve rejimin ortaya çıkışının altyapısı oluşturulduktan sonra sergilediği bu “açıksözlü” Ermeni karşıtı söylem, kurulacak devletin yalnızca Ermenilere karşı değil başta diğer gayrimüslimler olmak üzere genel olarak Türk olmayanlara nasıl yaklaşılacağının da işareti sayılabilir. Nitekim ilerleyen yıllarda rejimin otoriter karakteri yerleşiklik kazanıp dünyada esen benzer yöndeki rüzgârlarla da bu otoriterlik meşruluk kazandıkça, kurucu kadroların diğer önde gelen isimlerinin de Türklük vurgulu ve Türk olmayanlara kin kusan demeç ve açıklamaları birbirini izleyecektir. Sözgelimi dönemin ikinci adamı Başbakan İsmet Paşa, 1925 Nisan ayında Türk Ocakları’nda yaptığı konuşmada şunları söyleyecektir: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır”.15 Mustafa Kemal’in az önce alıntılanan sözlerinden farklı olarak Türklüğe asimile edilebilecek olanlara dönük olan bu ifadelerin asli muhatabının Kürtler olduğu açıktır. Yine de “Türk ve Türkçü olma” vurgusu ve buna karşı çıkacaklar için düşünülen akıbet Türk olmayan tüm unsurlara dönük açık bir tehdittir. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in 1930’daki “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” şeklindeki meşhur sözleri de Türk milliyetçiliğinin kendisini olabilecek en ırkçı kalıplarla ifade ettiği bir açıklama, ama aynı zamanda yeni rejim ve devletin Türk olmayanlara karşı politika ve yaklaşımının da özlü bir ifadesidir.
12 Akt. Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul 1998, s. 116
14 Akt. Ayşe Hür, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, Literatür Yayınları, İstanbul, Kasım 2016, s.317
13 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, Ankara 2018, s. 151-152
15 Akt. Üstel, Füsun, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Öte yandan Türk milliyetçiliğinin artık kendisi olarak sahne alması ve sıklaşan “Türklük” vurguları, Müslümanlığın tümüyle oyun dışı kalması anlamına gelmez. İslam belki artık başrol oyuncusu olmayacaktır ama devletin koyduğu sınırlar içerisinde önemli bir yardımcı oyunculuk görevi üstlenecektir: Türklüğün tanımlayıcısı olmak. Nitekim 1924 anayasası şekillendirilirken anayasa encümeninin “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur” şeklindeki önerisi gayrimüslimlerin Türk sayılamayacağı gerekçesiyle şiddetli tepki görmüş, bunun üzerine ifade “vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” biçiminde yeniden düzenlenmiştir.16 Uygulamada bunun diğer bir çarpıcı örneği, 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile imzalanan Nüfus Mübadelesi Antlaşması’nda da karşımıza çıkar. Bu antlaşmanın birinci maddesinde “1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren, Türk topraklarında oturan Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklular ile Yunan topraklarında meskûn İslam dinine mensup Yunan uyruklular zorunlu mübadeleye tabi tutulacaktır” denmektedir. Bunun anlamı, her iki ülke açısından ulusal kimliğin asli tanımlayıcısının etniklik değil dinsel mensubiyet olduğunun açık biçimde teyit edilmesidir. Söz konusu durumun bir diğer teyidi de Moldovya’da yaşayan ve Türkçe konuşan Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göçüne sıcak bakılmamasıdır. Günümüzde de süren bu bakış, Türk olmayıp Müslüman olan toplulukların göçüne ise aynı mesafe ile yaklaşmaz17. Dinsel aidiyetin ulusal aidiyetin tanımlayıcısı olması, dolayısıyla dinsel birlik ile ulusal birlik arasında bağlantı kurulması, Türk milliyetçiliğinin kurucu düşünürlerinin bu dönemdeki yaklaşımlarıyla da uyumludur18. Örneğin Ziya Gökalp, 1922 Temmuz ayında “Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise siyasi bir cemiyette yaşayamıyorlar. Arnavutluk’ta Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar bir millet haline giremedikleri gibi Suriye’deki Müslüman ve Hıristiyan Araplar da bir millet mahiyetini alamadılar. Yugoslavya’daki Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar aynı lisan ve 16 Baskın Oran, Etnik ve Dinsel Azınlıklar, Literatür Yayıncılık, İstanbul, s. 268; 17 Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim Dergisi Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72, s. 36-37 18 Bu olgu, yalnızca Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologlarının yaklaşımlarıyla değil, Yunan milliyetçiliği ve Yunan ulus ve ulus-devletinin inşa süreci ile de uyumludur. Her iki ülke milliyetçiliğinin şaşılacak kadar ortak yön barındırdığını söyleyen Grigoriadis’e göre bu iki devlet, yüz yıllık bir ara ile seküler bir hareket noktasından çıkıp dinle uzlaşmış, ama bunu yaparken dinin milliyetçi projeye zarar verebilecek evrenselci yönlerini budayarak onu araçsallaştırmış, toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı yönünden istifade etmek için onu kullanmıştır. Bkz. Ioannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez: Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 21 vd.
harsa malik, aynı milliyete mensup oldukları halde bir millet gibi beraber yaşamaya bir türlü alışamıyorlar” diye yazıyordu. Dolayısıyla ona göre aynı milliyetten olmaktan önce aynı dinden olmak gerekmekteydi. Dil ve kültür farkı ise daha sonra egemen halkın dili (Türkçe) ve kültürü diğerlerine benimsetilerek mesele olmaktan çıkarılabilirdi. Elbette başlangıçtaki dillerini tümüyle unutup Türkçeyi “tek dil” kabul etmek şartıyla: “Mesela bugün Pomaklar Bulgarca, Girit’teki Müslümanlar Rumca konuştukları halde yarın Müslümanlığın tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugünkü lisanlarını terk edeceklerdir. O halde bir milletin fertleri, yalnız lisanlarıyla değil dinleriyle de taayyün ediyorlar”19. Bu şekilde ortaya konan yaklaşım ve zihniyet, Türklüğü inşa sürecinin nasıl gerçekleşeceğinin de çerçevesini oluşturur: Müslüman olmayanları ortadan kaldır, Türk olmayıp Müslüman olanları da Türklüğe asimile et. Ne var ki burada Türk olmayıp Müslüman olanlara sunulan Türkleşme “fırsatı”, bu teklif kendisine sunulan halklar tarafından reddedilir veya Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in “Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşıyan” şeklindeki Türklük tanımındaki din dışında kalan şartlara uygunsuzluk saptanırsa ne olacaktır? Böylesi bir durumda onlar için ne şekilde düşünüleceğini, Necip Fazıl Kısakürek şu şekilde ifade eder: “Irk meselesi şuradan doğabilir ki, arnavutu, çerkezi, kürdü, hepsi Müslüman olarak nazarımızda müsaviyken, bunlar kendilerini İslamiyet dışı bir nisbetle bizden koparıp da infirada, ayrılmaya doğru giderlerse o zaman her birinin arnavutluğu, çerkezliği, kürtlüğü ayrıca kabahat olur. İşte o zaman Türklük girer araya”20. (Türk olmayan millet adlarının ilk harflerinin küçük yazılması Kısakürek’in tercihidir.) Cumhuriyet ve Azınlıklar: Yasal Düzenleme ve Pratik Görüldüğü üzere zihniyet ve söylemde kurucu kadroların yaklaşımı, din önkoşulu üzerinden Türklüğü inşa etmek, bunun için de dinsel olarak Müslüman olmayanların tümünden “kurtulup”, İslam ortak paydasında buluşabilen tüm Türk olmayan halkları da Türklüğe asimile etmektir. Böylelikle en sonunda Türk Müslüman kimliği, diğer bir ifadeyle Müslümanlığı kendiliğinden içeren Türk kimliği etrafında bir ulus şekillendirilmiş olacaktır. Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılı içerisinde bu hedef doğrultusunda iki önemli antlaşmaya imza atılır. Bunlardan birincisi Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi antlaşması, ikincisi de uzun müzakereler neticesinde 19 Akt. Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy, Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: “Hıristiyan Türkler” ve Papa Eftim, İstos Yayınları, İstanbul 2016, s.301-303 20 Akt. Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul 1998, s. 130
47
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
şekillenen ve genel çerçevesi Türk heyetinin yaklaşımını yansıtan “ekalliyetler” ile ilgili hükümlerin de içerisinde yer aldığı Lozan Barış Antlaşması’dır. Yukarıda da ifade edildiği gibi seküler bir devlet amaçlamakla birlikte inşa ettiği ulusa ilişkin tanımını hâkim dinsel kimliğe dayandıran iki ülke, Yunanistan ve Türkiye arasında Ocak 1923’te imzalanan nüfus mübadelesi antlaşması, Türkiye açısından İttihatçıların 1914 Rum Kaçırtması ile kitlesel düzeyde başlatıldığı söylenebilecek Anadolu’yu Rumlardan arındırma hedefi doğrultusunda atılmış en büyük adım; öte yandan zorunlu olan bu mübadeleye maruz kalanlar açısından da Yunanistan ve Anadolu’nun en büyük trajedilerinden biridir. Türkiye’den bir milyonun üzerinde Ortodoks Hıristiyan’ın, Yunanistan’dan da 350 bin kadar Müslümanın yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sökülüp atılması, Yunanistan nüfusunun iki yıl içerisinde yüzde 25 artması21, Türkiye’nin hem nicel hem nitel anlamda önemli bir nüfus kaybı yaşaması gibi olgular bir yana, sökülüp Ege’nin diğer yakasına atılan insanlar için ağır bir dramdır22. Ne var ki bu tür dram ve trajediler, İttihatçılarca başlatılıp temelde onların devamı olan Kemalist kadrolarca sürdürülen Anadolu’nun Türkleştirilmesi hedefi açısından başarıdır. Zira büyük mübadele ile yaklaşık 10 yıl öncesinde bugünkü Türkiye topraklarında yaklaşık %30 olan Gayrimüslim oranı, 1924 senesi itibariyle %3’e düşmüş olacaktır. Mübadele antlaşmasından altı ay kadar sonra imzalanan Lozan ise, söz konusu antlaşmaya kesinlik kazandırmanın yanı sıra, Türkiye’de yaşayan azınlıkların korunması ve onlara karşı ayrımcılığın önlenmesine ilişkin kısımda azınlığı Türk tarafının istediği gibi Gayrimüslimler ile sınırlamış, böylelikle Türkiye devletini azınlığın evrensel tanımlarına uyan Kürtler, Araplar, Çerkezler vs. gibi etnik, Aleviler gibi mezhepsel olarak farklı toplulukların haklarını gözetme sorumluluğundan azade kılmıştır23. Bunun da ötesinde 21 Renee Hirschon, Mübadele Çocukları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s.10 22 “Milli Mücadele” olarak adlandırılan sürecin pratikte Yunanistan ile savaş biçiminde cereyan etmesinden ötürü dramatik göç öykülerinin 1923-24’ten ibaret olmadığı, daha önceden başladığı söylenmelidir. Mübadelenin ayırt edici yönü, iki devletin sözleşmesine dayalı olarak kitlesel ve sistematik olarak yürütülmüş bir etnik temizlik operasyonu olmasıdır. Sonuçları bu bakımdan oldukça ağırdır. Yaşanan dram ve travmaya ilişkin fikir edinmek için yukarıdaki dipnotta belirtilen Hirschon’un çalışmasının yanı sıra şu kaynağa bakılabilir: Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, Göç: Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919-1923), (Der. ve Çev. Herkül Millas), İletişim Yayınları, İstanbul 2014. 23 Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlıklara ilişkin politika ve yaklaşımını konu alan bir metnin, çok çeşitli azınlık kategorilerinin tamamını içermesi beklenebilir. Ne var ki yaklaşık 100 yıllık bir süre
48
Türkiye, esasen Lozan’a aykırı biçimde Gayrimüslimleri de pratikte Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile sınırlamış, Süryaniler, Nasturiler, Keldaniler, Yezidiler gibi diğer Gayrimüslim halkların bu antlaşmadan doğan hak ve ayrıcalıklarını yok saymıştır24. Lozan antlaşmasının azınlıklara ilişkin koruyucu hükümlerini olabildiğince az sayıda insan ve gruba uygulayabilmek için önce azınlık tanımının Gayrimüslimlerle sınırlanmasını sağlayan, ardından da buna fiilen yalnızca Rum, Ermeni ve Yahudi toplumları olarak yaklaşıp uygulamada bir kez daha daraltan Türkiye’nin söz konusu toplumlara karşı yükümlülüklerini yerine getirdiğini, ilgili hükümlere daraltarak da olsa riayet ettiğini söylemek de mümkün değildir. Zira Lozan’ın ilgili kimi maddelerinin fiilen hükümsüz kılınması için fazla zaman geçmesi gerekmeyecektir. Makalenin bu kısmında, çeşitli alt başlıklar altında azınlıkların eşit yurttaşlık haklarını gasp etme, fiziksel şiddet, baskı, sınır dışı veya kaçırma yoluyla fiilen ortadan kaldırma, izlerini silerek görünmez kılma, iktisadi varlıklarına el koyma ve kültürel olarak asimile etmeye dönük yasal ve siyasal pratikler ele alınacaktır. Ekonominin Türkleştirilmesi (1) Sermaye Gaspı ve Transferi Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılı, aynı zamanda yeni devlet ve kadrolarının ekonomi alanındaki tercih ve yönelimlerinin belirlenip duyurulduğu İzmir İktisat Kongresi’nin de gerçekleştirildiği yıl oldu. Bu kongrenin sonuçları, uluslararası sermaye ve yeni palazlanmakta olan Türk-Müslüman yerli sermaye sınıfı ile çeşitli uzlaşıları yansıtıyordu. Uluslararası sermayeye liberal iktisadın amentüsüne sadık olunacağı mesajı verilirken yerli burjuvaziye de devletin mevcut kaynakları onlara aktaracağı ve o zamana kadar daha çok Gayrimüslim içerisindeki azınlıklara ilişkin politikaların her bir grup için ayrı ayrı ele alınması, yalnızca Kürt sorununun ne kadar derin ve kapsamlı olduğu düşünüldüğünde bile başarılması zor, bir makalenin sınırlarını da hayli aşan bir hedeftir. Dolayısıyla belirli değinmelerin haricinde bu makalede azınlıklar, tıpkı Lozan’da Türk heyetinin kabul ettirdiği biçimiyle, yani Gayrimüslimler açısından ele alınacaktır. 24 Baskın Oran, Lozan’da Gayrimüslimler dışında üç hak grubunun daha var olduğunu belirtmektedir. Tanımlanan bu hak gruplarına ve haklara bakıldığında aslında kimsenin lafzen dışarıda bırakılmadığı görülür. Ne var ki yalnızca Gayrimüslimler olarak belirtilen hak grubu, “uluslararası güvence altındaki hak sahibi azınlık” niteliği taşır. Bkz. Baskın Oran, a.g.e., s.236-248. Öte yandan hakları uluslararası güvence altına alınmış görünen üç büyük grubun dışında kalan Gayrimüslim halkların bu haklarının de facto tanınmaması Lozan’ın açık bir ihlalidir. Bu ihlalin kolayca yapılabilmesinin bir nedeni söz konusu toplulukların sayısal olarak oldukça küçük ve dağınık olmaları olmakla birlikte asıl olarak onların haklarının takipçisi olan herhangi bir devletin olmayışı temel neden gibi görünmektedir.
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
sermayedarların kontrol ettiği uluslararası sermaye ile bağlantı ve aracılık işlevinin artık onlar eliyle yürütüleceği güvencesi verildi. Bu niyeti Mustafa Kemal, kongrenin açılış konuşmasındaki “İstiklal-i tam için şu düstur var: Hâkimiyet-i milliye hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir (sağlamlaştırılmalıdır)” vurgusu ile de ortaya koymuştu.25 Aslında ekonominin Müslüman-Türkleştirilmesi, 1923’ten yıllar önce niyet edilip uygulamaya da konmuş, ittihatçı bir projeydi. Osmanlı Devleti’nin dünya savaşına girmesiyle dış bağlantılarının kopması ve yıllık ithalatının 45 milyon Osmanlı lirasından bunun %3’ünün de altında bir seviyeye inmesi, ülkenin kendi yağıyla kavrulacağı yeni bir üretim ve ekonomi modeline ihtiyaç duyması sonucunu beraberinde getirmişti. “Alman İttihatçılığı” olarak adlandırdıkları Almanya’nın uluslaşma ve kalkınma modelini örnek olarak işaret eden ittihatçılar, bu süreçte rol oynayan Alman iktisatçı Friedrich List’in yaklaşımından esinlenerek izlenmesi gereken yeni ekonomik yönelimi işaret ettiler26. “Milli İktisat” adı verilen bu yeni ekonomik yönelim, bir yandan savaş nedeniyle dış bağlantıları kopmuş ülkenin kendi kaynaklarını aşamalı biçimde üretime dönüştürmesini sağlayacak, diğer yandan da Gayrimüslim sermayenin elindeki varlık ve imkânları onlardan alıp Müslüman-Türk müteşebbislere aktararak “milli burjuvazi”nin şekillenmesini sağlayacaktı.
doğuşu ile mümkün olabileceğini, yalnız asker, memur ve köylüden güç alarak çağdaş bir devlete dönüşemeyeceğini, batı kapitalizminin acenteliğini üstlenen Rum, Ermeni ve Yahudi gibi gayri Türk unsurların iş sahalarının Türkler tarafından devralınması gerektiğini yazdı27. Dolayısıyla “milli burjuvazi” inşası, ulus inşasının mütemmim cüzü olarak Cumhuriyet’in kuruluşundan çok önce tartışılıp tasarlanmış, hatta uygulamaya konmuştur. Milli iktisat tasarılarının uygulamaya konma tarihinin aynı zamanda Ermeni soykırımının gerçekleştirildiği yıl olan 1915 olması elbette tesadüf değildir. Anadolu’nun her yerine yayılmış bir milyonun üzerindeki Ermeni’nin merkezi bir kararla Suriye’ye sürülme emri ve bu insanların çoğunun bu süreçte öldürülmesinin yol açtığı insani trajedi, aynı zamanda Ermeni nüfusun mülkiyet ve kontrolündeki sermayenin, iş sahalarının, toprakların ve araç gerecin de Müslüman halka aktarıldığı devasa bir sermaye transferini de içerisinde barındırmaktadır. “Tehcir” adı verilen soykırım kararının uygulamaya konmasından kısa bir süre sonra İttihatçılar “Emval-i Metruke” (Terkedilmiş Mallar) adında bir yasa çıkararak gasp edilen bu servetin -Alp, Akçura ve Gökalp’in kurtuluşun ve çağdaş devletin ön şartı olarak tanımladıklarımilli (Müslüman-Türk) burjuvazinin başlangıç sermayesi kılınmasının meşruiyet çerçevesini oluşturmuştur.
Bu süreçte Türk milliyetçiliğinin bütün kurucu ideologları, milli iktisat ve milli burjuvazinin ne kadar yaşamsal önemi haiz olduğunu anlatmaya koyuldu. İktisadiyat Mecmuası’nın başyazarı ittihatçı Tekin Alp, Listçi ekonomi doktrininin ve “milli iktisat”ın bu dergi ile birlikte Türk Yurdu, İslam Mecmuası ve Yeni Mecmua gibi dergilerde ateşli savunuculuğunu yaparken Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura da yine çeşitli mecralarda bir milli müteşebbis sınıfının devlet eliyle ihyasının ne kadar elzem olduğunu yazdılar. Milli iktisadın etnik türdeşlik ve organik dayanışma ile gerçekleştirilebileceğini söyleyen Ziya Gökalp’e göre çağdaş devlet, ortak duygulara sahip etnik unsurların işbölümünden kaynaklanıyordu. Ona göre “müşterek bir vicdan” taşımayan farklı etnik unsurların bir devletin çatısı altında gireceği işbölümü karşılıklı asalaklığa yol açacak ve giderek bir cemaatler birliğine dönüşecek bu toplumsal yapı çağdaş devleti vücuda getiremeyecekti. Dolayısıyla Müslüman-Türkler, o güne kadar yaptıkları askerlik ve memurluk işlerinin yanı sıra daha çok gayrimüslimler tarafından yapılagelen zanaat ve ticaret gibi işleri de üstlenmeli, maddi yaşamdaki her türlü uğraşı kontrolü altına almalıydı. Türk Yurdu dergisinde benzer görüşler öne süren Yusuf Akçura da Osmanlı’nın kurtuluşunun ancak Türk burjuvazisinin
Savaş süreçlerinin geride kalması ve yeni kurulan devletin doğum belgesi olarak Lozan’ın imzalanmasıyla uluslararası dünyanın parçası olunması sayesinde 191415’teki ittihatçılardan farklı olarak dış dünya ile bağlantısı olan ve uluslararası sermaye ile iş yapmak isteyen kurucu kadrolar, böylelikle ittihatçıların 1908’in hemen sonrasındaki daha erken dönemleri ile daha uyumlu bir liberal ekonomi çizgisini tercih ettiler ama devlet eliyle “milli burjuvazi” inşa etme hedefinden kopmadılar. Bu hedef bir yandan Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi yerli müteşebbisleri özendirici yasa ve yönetmeliklerle, diğer yandan da Gayrimüslim sermayeyi zayıflatıp buradan “milli” Türk burjuvazisine kaynak aktarılarak kovalanacaktı. Bu çerçevede nüfus mübadelesi, tıpkı 1915’teki Ermeni soykırımı gibi önemli bir sermaye gasp ve transferi işlevi gördü. Yunanistan’dan gelen 350 bin kadar Müslümana karşılık Türkiye’den 1,2 milyon Ortodoks Hıristiyan gitti ve önemli bir kısmı sanayi, ticaret ve zanaatta uzmanlaşmış bu büyük nüfusun biriktirdiği maddi servet, toprak ve iş sahaları, milli burjuvaziye aktarılmak üzere Türkiye’de kaldı. Rum malları ile birlikte ölçeği genişleyen “Emval-i Metruke”ye ilişkin ittihatçıların çıkarmış olduğu yasayı Kemalist kadrolar, milli mücadelenin sürdüğü dönemde kısa bir süre için kaldırdı, ama sonra küçük değişikliklerle tekrar yürürlüğe koydu28.
25 Barış Ünlü, a.g.e., s.186
27 Zafer Toprak, a.g.e., s. 150-151
26 Zafer Toprak, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Eylül 1995, s.13-14
28 Taner Akçam ve Ümit Kurt, Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim Yayınları,
49
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Yasal kılıf ve çerçeve oluşturarak temelde ekonomi dışı zora dayalı, uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmış görünen hakları ve eşitlik prensibini açıkça çiğneyen sermaye transferinde mübadele son örnek değildi. Cumhuriyet döneminde bunun en dramatik örneği, 11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu idi. Kanunun mimarı, 1942 Temmuz ayında aniden ölen Refik Saydam’ın yerine başbakanlığa atanan Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu idi. Nazi Almanya’sı yanlısı olduğu bilinen Saraçoğlu, 5 Ağustos’ta hükümet programını ve savaş koşullarında düşünülen iktisadi tedbirleri açıklamak üzere çıktığı meclis kürsüsünden şunları söyleyecekti: “Arkadaşlar biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız. (…) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir”.29 Devletin azınlıklara karşı zaten var olan kurumsal ayrımcılığının ötesinde ırkçı “fikir”ler taşıyan Saraçoğlu’nun iktisadi planlamaya ilişkin bu konuşmada vurgu yaptığı “Türk milletinin hâkimiyeti”nin, savaş koşullarını ve kendisinin de sempati duyduğu Nazilerden gelen ırkçı/ antisemitik genel havayı fırsata dönüştürmeye çalışan bir sermaye transferi iması taşıdığı açıktır. Nitekim bu “işaret fişeği” ile birlikte basında zaten bir süredir yaygınlaştırılmakta olan “savaş vurguncusu Gayrimüslimler” temalı haberler hızla çoğalır. Varlık Vergisi Yasası, işte bu şekilde oluşturulan ortamda yürürlüğe konur. “Harp zamanında fevkalade kazanç sahibi olanlar”dan bu kazançları nispetinde vergi alınması gerekçesiyle yürürlüğe konan kanun, söz konusu kazanç sahiplerini Müslüman (M), Gayrimüslim (G), Dönme (D) ve Ecnebi (E) şeklinde gruplandırmıştı. Eşit muamele etmesi gereken yurttaşlarını bu şekilde kategorize etmesinin bizzat kendisi ırkçı olmakla beraber, yasanın fiili uygulanışı da hedef alınanın azınlıklar olduğunu açık biçimde ortaya koyuyordu. Öncelikle ödenecek vergi miktarı, vali veya kaymakamların başkanlık ettiği, tamamı CHP üyesi Müslüman Türklerden oluşan komisyonlar tarafından belirlenecekti. Yasa bu komisyonlara o kadar geniş yetkiler tanımıştı ki, tümüyle keyfi kararlar almaları durumunda dahi buna itiraz etmek veya idari ya da adli yargı organlarında dava açmak mümkün değildi. Bu komisyonlarca 15 gün içerisinde belirlenen vergi miktarları için tahsilat 15 gün sonrasında başlayacak, tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içerisinde vergisini ödeyemeyen yükümlülerin menkul ve gayrimenkul mallarına İstanbul 2012. 29 Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul 2001 (5. Baskı), s. 142-143
50
el konabilecekti. İlandan itibaren bir ay içinde tahsilat yapılamayan yükümlüler, ücreti karşılığı bedensel işlerde çalıştırılacak, alacağı ücretin büyük kısmı “borcuna” mahsuben alıkonacaktı.30 Komisyonlar vergi oran ve miktarlarını açıkladığında, asıl hedefin Gayrimüslimler olduğu açığa çıktı31. Gayrimüslim cemaatlerin de bunu bir süredir beklediği, hatta yasa henüz hazırlanmadan Saraçoğlu ile bir görüşme yaparak vazgeçirmeye çalıştıkları biliniyor. Ne var ki tüm çabalara karşın bu biçimde şekillenmesi önlenemeyen yasa neticesinde Gayrimüslimlere Müslümanların iki ila iki buçuk katı vergi yüklendi. Ödeyemeyen mükellefler için planlanan bedensel iş, Erzurum Aşkale’deki çalışma kampı idi. Yaklaşık 8 bin kişi bu kamplara taş kırma ve yol inşaatı yapmaya gönderilirken bu insanların tamamı Gayrimüslim idi. Çoğu kentli ve ileri yaşta olan bu insanlardan 21’i, çalışma kampının ağır şartlarına dayanamayarak yaşamını yitirdi. Çalışma kampı “buluşu”nun özgün olmadığı, Nazi Almanya’sından esinlenildiği açıktır. Bu yönüyle Varlık Vergisi, tüm Gayrimüslimlere dönük bir tehdit ve gözdağı boyutu da taşır ve onlar tarafından da büyük ölçüde böyle algılanmıştır. Almanya’nın yenileceği belli olduktan sonra, 15 Mart 1944’te çıkan bir yasayla kaldırılan Varlık Vergisi, Gayrimüslimleri ekonomik olarak zayıflatıp onlardan Türk-Müslüman burjuvaziye sermaye aktarımı işlevi gördüğü gibi, pek çok Gayrimüslim için ülke ile manevi bağlarının ağır biçimde zedelendiği bir duygusal kopuş anı anlamına da gelmiştir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bir süre sonra kurulan İsrail’e yerleşmek için çok sayıda Türkiyeli Yahudi, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne yerleşmek için de çok sayıda Türkiyeli Ermeni ülkeden ayrılır. Savaş yıllarında onları vurguncu, tefeci, hırsız diye yaftalayan basın, ayrılmayı tercih ettikleri için bu sefer onlara hain diyecektir.
30 Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 63-64 31 Başbakan Saraçoğlu, yasayı mecliste sunarken ülke ekonomisinin mevcut durumuna ilişkin gerekçe ve amaçlara göndermede bulunurken, iki gün öncesinde yapılan basına kapalı oturumda gerçek niyeti şu şekilde ifade etmişti: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz”. Akt. Ayhan Aktar, a.g.e., s. 148. Bu konuşmasında ülkedeki Gayrimüslim yurttaşlardan “yabancılar” diye söz eden Saraçoğlu, ilerleyen aylarda verginin uygulanışına ilişkin eleştirilere yanıt vermek için Times dergisine verdiği demeçte de onları “misafir” olarak algıladığını gösterecektir: “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle tatbik edilecektir”. Akt. Ayhan Aktar, a.g.e., s. 133
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Ekonominin Türkleştirilmesi (2) Kamu Personel Rejimi ve Çalışma Yaşamına İlişkin Düzenlemeler Ekonominin Türkleştirilmesi, yalnızca Gayrimüslim tüccar ve sanayicinin gücü kırılarak oluşturulmaya çalışılan milli burjuvaziye ticaret ve sanayide kullanmak üzere sermaye aktarımı anlamına gelmiyordu. İstihdamda ve çeşitli mesleki alanlarda Türk-Müslüman olanlara ayrıcalık tanınması gerekmekteydi. Bu gereklilik, kamu personel rejiminde Türkiye vatandaşlığı yerine etnik olarak Türk olmayı şart koşarak, dolayısıyla mutlak bir düzeyde sağlanacak; tam olarak kamu alanına girmeyen veya bütünüyle özel teşebbüs sahası olan iş kollarında ise daha dolaylı yollardan sağlanmaya çalışılacaktı. Daha önce de ifade edildiği üzere yeni rejim Türklüğü Müslümanlık ile iç içe tanımlamıştı. Diğer bir ifadeyle Müslüman olmak, Türk olmanın tanımlayıcı ön şartı idi. Bu da etnik olarak Türk olup Türkçe konuşsa bile Müslüman olmayanın Türk de olamayacağı anlamına geliyordu. Gayrimüslimlerin yeni rejimle hukuksal bağı anayasal vatandaşlık üzerinden kurulabilirdi, öyle de oldu ama Türk sayılmaları söz konusu değildi. Yurttaşlar içinde Müslüman olan ile olmayan arasındaki bu açık ayrım, 1926’da çıkarılan ve kamu personel rejimini şekillendiren “Memurin Kanunu”nda kullanıldı. Söz konusu kanunun 4/A maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde memur olmanın birinci şartını “Türk olmak” şeklinde belirledi. “Türk/ Türkiye vatandaşı” olmak yerine bu ibarenin tercih edilmesi, açık biçimde Gayrimüslim vatandaşların devlet memuru olamayacağı anlamına geliyordu32. Yalnızca kamu personeli olmak değil, askeri okullara öğrenci olmak veya Avrupa’ya öğrenci olarak gönderilmek de Türk olmayanlara yasaktı. Özellikle 1930’lu yıllarda gazetelere verilen öğrenci alımı ve yurtdışına öğrenci göndermeye ilişkin ilanlarda “Türk olmak” şartının yanı sıra “Türk soyundan olmak” ve “Türk ırkından olmak” gibi daha açık biçimde ırkçı ifadeler kullanıldı33. Bu tür ifadelerin 1945-1950’den sonra, yani II. Dünya Savaşı 32 Baskın Oran, a.g.e., s. 289. 1926’daki bu kanun yaklaşık 40 yıl boyunca bu şekilde kalmış, ancak 1965’te 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile değişerek devlet memuriyetine girişin ilgili şartı “Türk vatandaşı olmak” şeklinde düzenlenmiştir. Ne var ki fiili durum ve kimi güncel düzenlemeler, 1926’daki kanun maddesinin ruhunun halen yaşadığını ve devlet memuriyetine girişte etkili olduğunu göstermektedir. Yine Baskın Oran’ın sıraladığı 1989, 1992, 2004, 2006 ve 2009 gibi oldukça yakın tarihli Vatandaşlık ve İskân yasaları ve bunlarla bağlantılı yönetmelikler, devletin vatandaşlara yaklaşımda “Türk olmak” ve “Türk soyundan olmak” gibi ölçütleri önemsediğini, belirli durumlar için vatandaşın “soy durumunun araştırılması”nı şart koştuğunu göstermektedir. Bkz. Baskın Oran, a.g.e., s. 274 33 Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004 (2. Baskı), s. 327-333
ve Faşizm/Nazizm atmosferinin dağılmasının ardından artık kullanılmadığını, fakat yazılı olmasa da son derece aktif bir filtre olarak günümüze kadar etki ve gücünü devam ettirdiğini söylemek mümkündür. Ayrıca bu dönemde devlet memuriyeti olmayan fakat uygulanması yasalarla düzenlenen ve eğitimle edinilen kimi mesleklerde Gayrimüslimlerin varlığı sınırlanmaya veya ortadan kaldırılmaya da çalışılmıştır. Örneğin 24 Ocak 1924 tarihli “Eczacılar ve Eczahaneciler Hakkında Kanun”da eczacılık mesleğini yapmak “Türk bulunmak” şartına bağlanmıştır. Kanunun getirdiği kimi başka hükümlerle birlikte bu hükme dayalı olarak çok sayıda eczane kapatıldı. Bunların %87’si Gayrimüslimlerindi. Bundan kısa bir süre sonra, aynı yılın 3 Nisan tarihinde çıkarılan “Muhamat (Avukatlık) Kanunu”nun gereği olarak “kötü şöhretle tanınmamış olmak” ölçütü ile mevcut avukatlar incelenmiş, bunun sonucunda Rum avukatların %75’inin, Ermeni avukatların da %73’ünün meslek yaşamlarına son verilmiştir. 11 Nisan 1928 tarihinde çıkarılan “Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun”un birinci maddesinde, eczacılıkta olduğu gibi doktorlukta da bu mesleğin icrası “Türk bulunmak” şartına bağlanmıştır34. Açık bir biçimde yurttaşların yasa önünde eşitliğine ilişkin temel burjuva hukuk kaidesi bir yana, henüz imzalanmış bulunan Lozan antlaşmasının ilgili hükümlerine de aykırı olan bu yasa ve düzenlemeler, “hayatın tüm alanlarında Türk’ü hâkim kılmak” biçiminde ifade edilen ırkçılık temelli ulus inşa projesinin sabit ajandası olarak sistematik biçimde uygulandı. Tek parti döneminde açık ve adlı adınca, çok partili dönemde ise daha örtük biçimde yürütülen bu ekonomi ve çalışma yaşamını Türkleştirme pratiği, hem Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologları, hem de önde gelen devlet yöneticileri tarafından övünçle sahiplenildi. Ziya Gökalp’in “Evvelce Türkiye’de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün her hak Türkündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. (…) Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir”35 ifadesinin yanı sıra Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un meşhur olan son kısmı yukarıda alıntılanan konuşmasındaki Gökalp’in sözlerini bir ileri taşıyan şu vurgular, bu bakımdan ayrıca önemlidir: “Düne kadar 34 Baskın Oran, a.g.e., s. 289-295. Oran bu kapsamlı çalışmasının aynı yerinde borsa acentesi olmanın da yasayla “Türk olmak” şartına bağlandığını, 1925’te başlayıp 1930’lara kadar süren İstanbullu Gayrimüslimlere izinsiz şehir dışına çıkma yasağı yoluyla Anadolu’ya mal satan toptancı tüccarları zora soktuğunu, yabancı şirketlere Müslüman-Türk personel çalıştırması yönünde ciddi baskılar yapıldığını, 1930’larda “Türk Malı Kullan”, sonrasında “Yerli Malı Kullan” ve 1950’lerde “Türk olmayanlardan alışveriş etme” biçiminde resmi ve gayrı resmî kampanyalar yoluyla tüm Gayrimüslim esnaf ve tüccara darbe vurduğunu da aktarmaktadır. 35 Barış Ünlü, a.g.e., s. 188-189
51
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
vapurlarda, şimendiferlerde, memleketimizin bütün ticari ve mali müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin ellerinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimlerin elindedir? Türklerin. Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler, hatta dağlar, ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadi hayatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil mi idi? (…) Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ, bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz? Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım, çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”36. Fiziksel Şiddet ve Zor Kullanımı: Pogrom, Sürgün, Kaçırtma Gayrimüslim azınlıkların fiziksel varlıklarının sistemli biçimde ortadan kaldırılması, “ekalliyetler” olarak anıldıkları Osmanlı’nın son döneminden, özellikle de 1914-15’ten itibaren başlayan ve aslında hiçbir zaman son bulmayan, başlıca devlet tasarısıydı. Cumhuriyet döneminin İttihatçı son dönem Osmanlı yönetiminden farkı, 1924 itibariyle Gayrimüslim azınlıkların 1915’te olduğu gibi büyük bir kitlesel kıyım biçiminde imha edilmelerini gerektirmeyecek kadar az bir sayı ve orana düşmüş olmalarıydı. Yani “kalan iş” kan dökmeden de halledilebilir, hatta bu sınırlı varlıklarıyla dış politikada kullanılacak pazarlık kozu, yani bir tür rehine olarak işlev de görebilirlerdi. Yine de bu durum, devletin fiziksel şiddet ve zor kullanım araçlarından artık vazgeçtiği anlamına gelmedi. Zor kullanımının yollarından biri, zorunlu göç ve iskân idi. Bu yöntem azınlık toplulukların kimi zaman açık olmayan biçimlerde, perde gerisinden ve dolaylı olarak göçe zorlanması, kimi zaman da yasalar yoluyla, açık biçimde gerçekleştirilmiştir. Bunların birincisinin ilk örneği, 1929-1930 arasında bir grup Anadolu Ermenisinin Suriye’ye göçüdür. Ermeni Patrikliği, Beyrut’taki ABD Konsolosluğu ve diğer gözlemciler farklı rakamlar vermekle söz konusu tarihler arasındaki 18 ay içerisinde 2500-6400 arası Ermeni Suriye’ye göçmüş ve oradaki makamlara Türk yetkilileri tarafından göçe zorlandıklarını ifade etmiştir37. Gerek hükümet, gerekse İstanbul’daki Ermeni cemaat temsilcileri tarafından bu göçte Türk hükümetinin bir zorlaması olduğu reddedilmiş olsa da hükümetin Gayrimüslim varlığını İstanbul’dakilerle sınırlama yönündeki eğilimi göz önüne alınınca 36 Barış Ünlü, a.g.e., s. 182 37 Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 103-104
52
bu inkarı makul bulmak zordur. Nitekim daha sınırlı ölçekte olmak kaydıyla 1934’te de 600 kadar Anadolu Ermenisi, yaşadıkları kent ve köylerinden tren istasyonlarına yürüyerek gitmek zorunda bırakılarak İstanbul’a sürülmüş ve buradaki kilise, okul ve terk edilmiş evlere yerleştirilmiştir.38 Devletin bu dönemde fiziksel şiddet olarak başvurduğu temel araçlardan biri de pogromdu. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu’nun ülkedeki Yahudi toplulukları kaçırtmak üzere örgütlediği “halk tepkisi” görünümlü şiddet eylemlerinden hareketle ve Rusça “isyan” sözcüğünden türeyen pogrom, belirli bir etnik veya dinsel topluluğa karşı bir güruh tarafından gerçekleştirilen saldırıları tanımlar. Devletlerin kendi kolluk güçleri aracılığıyla katılmadığı ve açık biçimde üstlenmediği fakat devlet desteği ve organizasyonu olmaksızın gerçekleştirilemeyecek bu saldırılar, kaba dayak, linç, tecavüz, talan, kundakçılık, mülk tahribatı ve cinayet biçiminde gerçekleştirilir. Pogromlar daha kısa süreli olması ve hedef alınan topluluğun tamamını kovma veya ortadan kaldırma amacı gütmemesiyle soykırım ve etnik temizlik gibi daha sistematik ve açık devlet yönlendiriciliğindeki imha operasyonlarına göre daha sınırlı bir şiddet biçimidir39. Öte yandan devletin perde gerisinden koordine edip şiddetin düzeyini kontrol edebilmesi ve bizzat yer almadığı için ortaya çıkan tahribatın sorumluluğunu üstlenmekten kaçabilmesi, pogromu etnik mühendislik tasarılarının gözde bir aracı kılar. Cumhuriyet tarihinde bu kapsama giren ilk pogrom 1934’te Trakya’da gerçekleşir. Bu bölgede özellikle yoğun olan Yahudi nüfusu hedef alan Trakya pogromu, bir dizi siyasal gelişmenin kesişimi ile ortaya çıkmıştır. Öncelikle 1934 yılı, Almanya’da açık antisemitik dili ve siyasal programıyla Nazi Partisi’nin iktidarı ele geçirmesinden bir yıl sonrasıdır. Nazi ideolojisi içerisinde somut bir programa dönüşen Yahudi karşıtı ve genel olarak ırkçı fikirler Türkiye’de de destekçi bulmaya başlamış ve Nihal Atsız ile Cevat Rıfat Atilhan gibi Nazi yanlısı ırkçı yazarlar, Ege ve Trakya’daki Yahudileri hedef alan şedit bir dili çıkardıkları dergiler aracılığıyla yaymaya başlamışlardır40. Atsız ve Atilhan’ın Yahudileri aşağı gördükleri için özel bir gerekçeye ihtiyaç duymadıkları antisemitizmleri, Trakya bölgesindeki Yahudi tüccar ve tefecilere dönük Türk Müslüman esnafta var olan huzursuzlukla birleşerek potansiyel bir kitlesel şiddet eyleminin toplumsal altyapısını oluşturmuştur. 38 Dilek Güven, a.g.e., s. 105 39 Benjamin Lieberman, Korkunç Kader-Modern Avrupa’nın Oluşumunda Etnik Temizlik, Heretik Yayınları, Ankara, 2016, s. 69 40 Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 244
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
Öte yandan olayın bir de devlet yönü bulunmaktadır. İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesi, 1929’daki büyük buhran ile devletçi iktisadi ve siyasi yönelimin tüm dünyada yaygınlaşması ve yönetim biçimi olarak burjuva demokrasisinin giderek gerileyişi gibi siyasal olgu ve gelişmeler Türkiye’de de karşılığını bulmuş, Cumhuriyet Halk Fırkası da bu dönemde genel sekreter olan Recep (Peker) Bey’in yönlendiriciliği ile ırkçı tonları daha belirgin bir Türkçülük hattı şekillendirmiştir41. Kurucu kadroların başlangıçtan beri var olan ulus inşa ve Türkleştirme politikalarının böylelikle faşizan bir çehre kazanması, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkedeki tüm azınlıklar için zaten var olan baskının daha da koyulaşması anlamına gelecektir. Ayrıca özel olarak Trakya’yı bu dönemde hareketlendiren devlet kaynaklı iki somut gelişmeden daha bahsetmek gerekir. Birincisi Mussolini’nin Ege adalarını silahlandırmasıyla birlikte bir savaş olasılığının belirmesi ve bu ihtimale karşı özellikle Trakya’nın “güvenilmez unsur” olarak görülen Yahudilerden arındırılması gerekliliğine ilişkin bir yaklaşımın devlet katında yaygınlık kazanmasıdır. İkinci somut gelişme de 14 Haziran 1934’te kabul edilen İskân Kanunu’dur. Zira bu kanun, Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilmesi mümkün görülen ama kendi coğrafyasında yaşadığı sürece potansiyel tehdit olarak algılanan Kürtlerin ülkenin uzak noktalarına iskân edilmesi amacıyla çıkarılmıştır ve bunun için düşünülen uygun yer Trakya’dır42. Sonuç olarak 28 Haziran’da, İskân Kanunu’nun kabulünden yaklaşık iki hafta sonra Trakya bölgesinin çeşitli yerlerinde aynı anda olaylar başlamıştır. Edirne, Keşan, Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli ve Babaeski’de Yahudilerin ev ve dükkânlarına kitlesel biçimde saldırılmış, buralar yağmalanmış, çok sayıda dayak, linç girişimi, taciz ve tecavüz vakaları yaşanmıştır. Pogrom ancak Temmuz ayı başlarında, Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinin Kemal Atatürk’le yaptıkları gizli görüşme ve bunun bir gün sonrasında başvekil İsmet İnönü’nün meclis kapanış konuşması neticesinde son bulacaktır. CHF’nin olayların ardından hazırlamış olduğu rapora göre Trakya’da yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göç etmiş, bölgede yaşamını sürdüren Yahudiler ise yağmalanan varlıkları nedeniyle belirgin biçimde yoksullaşmıştır. Devlet yağmalanan bu varlıkların bir kısmını iade etmiş ve yaşanan olaylarla ilgili sorumluluğu olduğunu kabul etmemiş olsa da soruşturma açmadan konuyu kapatacaktır. Azınlıklara karşı fiziksel zorun bir diğer biçimi de 1941’de gerçekleşen ve “20 Kur’a İhtiyatları” diye bilinen, Gayrimüslimlere özel bir seferberlik kararnamesi yoluyla
zorla askere alımdır. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı ve Türkiye’nin bu sefer tarafsız kalarak savaştan hasarsız çıkabilme hesapları yaptığı bir dönemde gerçekleşen olay, devletin Gayrimüslimlere düşmanla işbirliği yapabilecek “güvenilmez unsurlar” ve bir tür iç düşman olarak yaklaştığını açığa çıkarmasının yanı sıra Gayrimüslimlerde de devlete karşı güvensizliği büyütmüş ve eşit yurttaş sayılmadıkları bilgisini daha da kökleştirmiştir. Olayı Almanya öncülüğündeki mihver kuvvetlerinin Balkanlar yönünde yayılması ve daha doğuya doğru yayılma işaretleri vermesinden kaynaklı olarak Ankara’da oluşan tedirginlik tetikledi. Meclis, olası bir işgal durumunda ne yapılması gerektiğini tartışmaya başladı. Kazım Karabekir CHP grubundaki tartışmalarda Trakya ve İstanbul’daki çok sayıda Gayrimüslimin güvenilmez unsur olduğunu, hepsinin Anadolu’ya gönderilerek yerlerine Anadolu’dan Müslüman, dolayısıyla “güvenilir” halkın yerleştirilmesini savundu43. Bu tür “fikirler” destek görmese de Gayrimüslimlere güvenilemeyeceği, dolayısıyla mevcut koşullarda bir biçimde enterne edilmeleri gerektiği yaygın kanıydı. Bulunan çözüm, belirli bir yaş aralığındaki tüm Gayrimüslim erkeklerin, askerliklerini yapmış olsalar da askere alınmaları oldu. Sonuç olarak 10 Nisan 1941’de çıkarılan bir kararname ile 27-39 yaş aralığındaki Gayrimüslim erkeklerin Nafıa Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) emrine verilmek üzere askere alınacağı ilan edildi. Kısa süre içerisinde evlerinden, işyerlerinden, hatta sokaklardan toplanan çoğunluğu İstanbullu bu Gayrimüslim erkekler arasında belirtilen yaş aralığının çok dışında, 60-65 yaşlarında olanlar da vardı. Askere alınan ama silah verilmeyen ve inşaat, taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırılan Gayrimüslimler, ilk etapta beş bin kişilik, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan, su kıtlığı olan ve altyapısız kamplara gönderildiler44. Kesin rakam bilinmemekle birlikte yaklaşık 30 bin Gayrimüslimin, onlara özel bir kararname ile ve belirsiz bir süre için bu şekilde alıkonup zor koşullarda, ağır işlerde çalıştırılmaları, 1942 yılı Temmuz ayında, yani bir yıl kadar sonra terhis edilip başlarındaki çavuşların “unutunuz” dediği İstanbul’a tekrar dönmelerine rağmen Gayrimüslimlerin hafızasında derin izler bıraktı. Döndükleri kentlerinde de zaten onları yukarıda anlatılan Varlık Vergisi ve çalışma kampları bekliyor olacaktı. Azınlıkların Görünmez Kılınması: Azınlık Diller, Eğitim ve Kültür Üzerindeki Baskılar Fiziksel şiddet araçlarıyla azınlıkların sayısal varlıklarının azaltılması ve kalanların da korkutulup sindirilmesi, yüzlerce yıldır o coğrafyada kendi dili, dini inancı ve
41 Ayşe Hür, a.g.e., s. 349
43 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 411
42 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 246
44 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 416
53
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
kültürel değerleriyle var olup kök salmış insanların “yok hükmünde” sayılmasını sağlamaya yetmiyordu. Dolayısıyla “Bu memleket tarihte Türktü, şu halde Türktür ve ilelebet Türk olarak kalacaktır” milliyetçi iddiasının gelecek kuşaklar açısından “tartışmasız bilgi” kılınması için azınlıkların dil, din ve kültür kökleri de sökülüp atılmalı, böylelikle tarih açısından adeta hiç var olmamış, bugün için de görünmez, duyulmaz, bilinmez kılınmaları gerekiyordu. Diğer bir ifadeyle toplumsal hayat da Türkleştirilmeliydi. Bu türden bir Türkleştirmenin ve türdeşleştirmenin önkoşullarından biri, kurumsal eğitimin düzenlenmesiydi. 3 Mart 1924 gibi oldukça erken bir evrede çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) Kanunu, azınlık okullarını Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı) denetimi altına alarak keyfi biçimde düzenlemenin yolunu açtı. Kanunun kabulünden sonra artık Maarif Vekâleti’ne bağlanan azınlık okullarına ilk olarak laiklik ilkesine uymaları ve merkezi yurtdışında olanlara da bu bağlarını koparmaları talimatı gitti. Bununla bağlantılı olarak bu okullarda Patrikhane veya Hahambaşılık’tan alınan öğretmenlik belgelerinin geçersiz olduğu, bu öğretmenlerin yeniden sınava tabi tutulacağı ve öğretmen sayısı yetersiz olan okulların kapatılacağı bildirildi.45 Bu gelişme, azınlık okulları için henüz başlangıçtı. Zira yeni rejimin yönetim kadroları, birleştirilerek devlete bağlanan eğitim kurumlarının “milli” olması ve “milli terbiye” vermesi gerektiğini, “yekpare bir millet” olmanın yolunun buradan geçtiğini, bu eğitim kurumlarından yetişen öğrencilerin de “Türk milletine ve devletine sadık” olmaları gerektiğini açık biçimde ifade etmeye başlamıştı. “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin sınırı ne olursa olsun onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milletine 2- Türkiye Devletine 3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele. (Bu mücadelenin) yöntem ve araçlarıyla donatılmış olmayan milletler için yaşama hakkı yoktur”46 diyen Mustafa Kemal’in yanı sıra Başvekil İsmet Paşa’nın 1925’te Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma da, bu vurgularla örülüydü. Bu konuşmasında İsmet Paşa “Bu millet henüz istediğimiz yekpare millet manzarasını göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla, ilmin ve hayatın rehberliği ile (…) çalışırsa siyasi Türk milleti harsi, fikri ve içtimai tam ve kâmil bir Türk milleti olabilir. Bu yekpare milliyet içinde yabancı harslar hep erimelidir. Bu milliyet kütlesi içinde ayrı medeniyetler olamaz. (…) Yaşayacaksak yekpare bir millet kütlesi olarak yaşayacağız. İşte milli terbiye dediğimiz sistemin umumi hedefi”47 ifadeleriyle azınlık 45 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 188 46 İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 140 47 İsmail Kaplan, a.g.e., s. 143
54
okullarını gelecekte nelerin beklediğinin açık işaretlerini vermiş oldu. İsmet Paşa’nın bu konuşmasından kısa bir süre sonrasından itibaren Maarif Vekâleti, azınlık ve yabancı okullarına yönelik bir dizi genelge yayınlayarak söz konusu okulları “milli terbiye”nin gereklerine uygun hale getirmeye koyuldu. 1925’teki genelge ile haftada beş saat Türkçe, Tarih ve Coğrafya derslerinin okutulması, bu derslerin ayrıca Maarif Vekâleti tarafından belirlenecek Türk öğretmenler tarafından okutulması kararını bildirdi. “Öz Türk” ve “milli duyguları haiz” kişiler arasından seçilecek olan bu öğretmenlerin normalin çok üzerinde belirlenen maaşları da ilgili cemaat tarafından ödenecekti. Lozan ile azınlık okullarına maddi yardım yapmayı taahhüt etmiş olan devletin böyle bir yardım yapmadığı gibi bir de ilgili cemaatlerin rızası hilafına belirleyip görevlendirdiği öğretmenlerin yüksek maaşlarını ödeme dayatması, maddi olarak bu tür masrafları karşılamakta zorlanan cemaatlerin bu okullarından bazılarının kapanmasına yol açtı. 1926-1928 arasındaki bir dizi genelge ile azınlık okullarında ilk üç yıl, Fen Bilgisi, Matematik, Tarih vb. gibi o güne kadar Fransızca okutulan bir kısım dersin Türkçe okutulmasını kararlaştırdı. Ayrıca bu okulların öğretmen olacak kişilerin ana dilleri Türkçe olacak, mevcut öğretmenler Türkçe sınavına tabi tutulacak, başarısız olanların işlerine son verilecekti. Eğitim dilinde Türkçe dayatması nitelikli yabancı dil eğitimi verme avantajını da ortadan kaldırdığı için okul çağında çocukları olan cemaat mensupları açısından bu okulların cazibesini de oldukça azalttı.48 Azınlıklara dönük kültürel baskının bir diğer veçhesi de Türkçe dışındaki dillerin kullanımının kısıtlanması idi. Ulus inşa etmenin bir gereği olarak görülen türdeşleşmenin bir dil birliğini de şart koştuğu ön kabulü, Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologları arasında zaten vardı. Yukarıda da ifade edildiği üzere Müslüman olup Türk olmayan unsurların Türklüğe asimile edilmeleri de zaten birincil olarak dil aracılığıyla gerçekleşecekti. Ancak dinsel farklılık nedeniyle Türklüğe asimile edilmeleri mümkün görülmeyen Gayrimüslimler, oldukça azalmış olsalar da özellikle İstanbul’da varlıklarını sürdürüyor ve kendi dillerini konuşmaya devam ediyordu. Kürtler başta olmak üzere Türkleştirilmesi amaçlanan Müslüman halklar ile birlikte Gayrimüslimlerin de bu dönemde kaderi, dilini özgürce konuşması üzerinde kurulacak baskılarla da mücadele etmek olacaktı. Tek parti döneminde sokaklar dâhil olmak üzere her yerde herkesin Türkçe konuştuğu “tek ulus tek dil” anlayışının kuvveden fiile dönmesi, Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması ve Takrir-i Sükûn ile başladı. Bu sürecin başlarında millet olmanın gereği olarak herkesin Türkçe 48 Avner Levi, Türkiye Cumhuriyetinde Yahudiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 38; Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 190-195
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
konuşması/kullanması gereğine vurgu, daha çok yeni rejimin kültürel ve siyasal kodlarının halka benimsetilmesinde görevli kılınan basından gelecektir. 30 Nisan 1925’te Akşam gazetesine yazdığı başyazıda Necmettin Sadak, “Cumhuriyet’in devraldığı meselelerden biri” olarak azınlıkların Türkçeyi öğrenmeden Türk tebaası olarak kabul edilemeyeceğini yazarken Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman) da “Milli Birlik ve Azınlıklar” başlıklı yazısında azınlıkların Türkçe konuşmasının ve Türkleşmelerinin zorunlu olduğunu vurguladı.49 Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Yunus Nadi’ye göre de “Cumhuriyet ilkeleri, güzel Türk dilimizin ülkenin diğer unsurları arasında en kısa sürede yaygınlaştırılmasını temin etmemizi talep et”mektedir.50 Gelibolu milletvekili ve İleri Gazetesi yazarı Celal Nuri (İleri) de Yahudilerin Lozan’dan gelen bir hak olarak İspanyolca konuşabileceklerini ancak “Türklerin bu durumu kabullenmemeleri” gerektiğini savunarak Yahudilerin Türkçe konuşmadıkları sürece Türkiye’ye uyum sağlayamayacaklarını söylemiş, Tevhid-i Efkâr Gazetesi ise daha ileriye giderek Filistin’deki Türklerle Türkiye’deki Yahudilerin mübadele edilmelerini önermiştir.51 1925 senesi ve Şeyh Sait İsyanı’nı önemli bir kırılma kılan olgu, Füsun Üstel’in ifadesiyle isyanın “yurttaşlar topluluğu oluşturma idealinin sınırları konusunda uyandırdığı kuşku”52 olarak ifade edilebilir. Bu kuşkuyu berhava edebilmek için aynı dönemde Türkçe duayla namaz kılınması gibi İslamiyet’i Türkleştirme girişimleri de başlayacaktır. Dolayısıyla bu dönemde dilde türdeşleşme ve tekçilik, Gayrimüslimlerden çok Kürt Müslüman kimliğinin Türkleştirilmesine ilişkin kaygılar tarafından yönlendiriliyor gibi görünmektedir. Yine de bu dönemde gerek azınlık okullarında müfredatı Türkçeleştirmeye dönük girişimler, gerekse Türkçeleşme yönündeki basınca karşı başta Yahudi cemaati olmak üzere Gayrimüslimlerden gelen tepkiler sorunun muhatabının Türklüğe asimile edilmeye müsait görülen Müslüman halklarla sınırlı olmadığını göstermektedir. Nitekim uluslaşmanın kurucu unsurlarından biri olarak görülen dilde birliğin önemi 1926-27’den itibaren okutulan vatandaşlık bilgisi ders kitaplarında ve genel müfredatta vurgulanmaya başlamış, 1927’de CHF Nizamnamesine girmiş, yine aynı yıl Türk Ocakları Kurultayı’nda hararetle tartışılmıştır.53
49 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 106-107 50 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 132 51 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 107 52 Füsun Üstel, Makbul Vatandaşın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008 (3. Baskı), s. 166 53 Füsun Üstel, a.g.e., s. 167
Türk Ocakları’nın bu kurultayı ve yapılan tartışmalar, azınlıkları Türkçe konuşmaya zorlama pratiklerinin sertleşmeye başlaması bakımından önemlidir. Kurultayda söz alanların büyük kısmı, azınlıkların gündelik hayatta Türkçeyi kullanmaya zorlanmaları gerektiği görüşündedir. Örneğin Besim (Atalay) Bey, belediyelerin bu konuda inisiyatif alarak Türkçe konuşmayanları “ikaz, telkin hatta tehdit ederek” onlara Türkçe konuşturabileceğini, Türkçe konuşmayanlara para cezası uygulamaya başlayan Balıkesir Belediyesi’ni örnek göstererek savunmuştur. Bu yaklaşım diğer kimi delegelerden de destek alacaktır.54 Bundan birkaç ay sonra, 13 Ocak 1928’de Dar-ül-fünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti yapmış olduğu yıllık kongrede bunu bir adım ileriye taşıyacaktır. Kongrede cemiyet, “Türkiye’de yaşayanların Türkçe dışındaki dilleri konuşmalarını yasaklamaya ve Türkçe konuşmalarını temin etmeye yönelik faaliyetlerde bulunması için” Dâhiliye Vekâleti’ne başvurarak izin almasına karar verir. Bu, “Vatandaş, Türkçe konuş” sloganıyla bilinen ırkçı kampanyanın başlangıcı olacaktır. Talebe cemiyetinin başkanı bu kongrede yaptığı konuşmada “Türkiye’de Türkçeden başka dil konuşmak, Türk’ün hukukunu tanımamaktır” der.55 Bu konuşmasında cemiyet başkanının konuşmasındaki “özellikle İstanbul başta olmak üzere” vurgusu, kampanyanın Kürtler ve diğer Müslüman halklar kadar Gayrimüslimleri hedef aldığını göstermektedir.56 Kampanya kapsamında derhal şehrin çeşitli yerlerine “Vatandaş Türkçe konuş!” yazılı afiş ve levhalar asılmaya başlanır. Azınlıklar tarafından tepkiyle karşılanan kampanya, söz konusu afişlerin altında buluşup özellikle Ermenice, Rumca, İspanyolca, Arapça gibi dillerin konuşulması veya bu afiş ve levhaların sökülmesi/ yırtılması biçiminde protesto ve direniş eylemlerine yol açar. Buna karşı basın, Galata Yahudi Okulu öğretmeni Elie Nathan’ın raporunda belirtildiği gibi “bir tavsiyeden ziyade saldırıya uğrayıp hırpalanma ihtimalini içeren bir tehdit havası” taşıyan kampanyanın kendisine değil, kampanyaya karşı düzenlenen protestolara tepki gösterir. Cumhuriyet Gazetesi “Levha koparanlara hatırlatalım ki, 54 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği – Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 240-241 55 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 135 56 Gerek Türk Ocakları Kurultayı, gerekse Talebe Cemiyeti yıllık kongresinde Türkçe dışında dil konuşulmasına duyulan tepkinin ana mesele olması ve nihayet bunun “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına dönüşmesi, 1927 Nüfus sayımından hemen sonra gerçekleşen hadiselerdir. Nitekim Fuat Dündar’a göre kampanya, nüfus içerisinde konuşulan dillere ilişkin verilerin de elde edildiği ve çoğunluk anadil olarak Türkçe konuştuğunu belirtse de halen farklı pek çok dilin konuşulduğu bilgisinin edinildiği nüfus sayımının hemen sonrasına denk getirilmiştir. Bkz. Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çivi Yazıları Yayınları, İstanbul, 2000, s. 49
55
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
yakalandıkları zaman en azından mükemmel bir falaka yiyeceklerinden hiç şüphe etmesinler”57 diye yazar. Tek parti döneminde azınlıklar üzerinde kurulan Türkçe dışındaki dillerin kullanımına ilişkin baskısının daha da sertleşmesi ise 1930’ların hemen başlarında başlar. Bu dönemde CHF, 1929 Büyük Buhranı’nın da tetiklediği batıda esen otoriter, devletçi ve milliyetçi siyasal rüzgârlardan etkilenerek kendi program ve pratiğini bu ilkelere göre yeniden düzenleme süreci içine girmiştir. Mustafa Kemal’e en yakın isimlerden Falih Rıfkı’nın (Atay) “İnkılap fırkasını komünist ve faşist, yani eski bir nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin fırkalarından örnek alarak kurmak” biçiminde ifade ettiği bu yeni yönelimin somutlaşması ilk olarak 1931’deki CHF Büyük Kongresi’nde alınan kararlarla gerçekleşecek, bunu bir yıl sonra 1. Türk Dil Kurultayı’nın toplanarak “Türk dilinin ulus dili olması” yönünde radikal adımların atılmaya başlanması takip edecektir.58 Ne var ki 1930’ların dil ve kültür üzerindeki koyulaşan baskısı, yalnızca Türkçe konuşma yönünde kampanya ve uyarılar düzeyinde değil, aynı zamanda azınlık kültürünü yansıtan dilsel göstergelerin silinmesi ve yeniden düzenlenmesi biçiminde gerçekleşecektir. Bunun en tipik örneği, 21 Haziran 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu ve aynı yılın Aralık ayında Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen bu kanunun uygulanmasına ilişkin Soyadı Nizamnamesi’dir. Batıyı model alan Kemalist modernleşmeciliğin de bir gereği olarak Osmanlı’dan beri kullanılan “bey”, “ağa”, “paşa” gibi unvanların kaldırılmasını karara bağlayan ve “her Türk’ün” bir soyadı taşımaya mecbur olduğunu ilan eden kanun, nasıl uygulanacağına ilişkin detaylara bakıldığında salt bir batılılaşma hamlesi değil, aynı zamanda etnik olarak Türk olmayanların (Müslüman veya Gayrimüslim) Türkleştirilmesini veya görünmez kılınmasını da amaçlayan ırkçı bir perspektifin yansımasıdır. Zira Soyadı Nizamnamesi’nin 15 Aralık 1934’te kabul edilen ilk halinde “Soyadlarına yan, of, ef, vic, iç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled, bin gibi başka milliyet anlatan ve başka dillerden alınan ekler ve kelimeler takılamaz. Takılmış olanlar kullanılamaz. Bu eklerin yerine ‘oğlu’ konulur” diyen bir madde de yer almaktadır. Ne var ki ırkçı niyetin bu çıplaklıkla ortaya konması uygun bulunmadığından 24 Aralık’ta nizamnamede değişiklik yapılmış ve yukarıda alıntılanan Madde 7, “Yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz” biçiminde değiştirilmiştir.59 Türk dil ve kültürüne ait sayılmayan dilsel göstergelerin ortadan kaldırılarak Türkleştirilmesi yoluyla 57 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 136
56
azınlıkların görünmez kılınmasına yönelik pratikler, soyadı değişikliğiyle sınırlı değildir. Özel olarak 1930’lara ait bir uygulama olmamakla birlikte, son dönem Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlıca Türkleştirme hamlelerinden biri de coğrafya ve yerleşim yeri isimlerinin değiştirilmesidir. Buradaki amaç açık bir biçimde fiziksel varlıkları ortadan kaldırılan veya Türklüğe asimile edilmeye çalışılan halkların, yaşadıkları coğrafyanın kolektif hafızasından silinerek hâkim unsurun inayetiyle yaşamını sürdüren “yabancı” unsurlar olarak algılanacağı yeni tarih anlatısına zemin ve meşruiyet oluşturmaktır. Bu uygulamanın başlangıcı, İttihat ve Terakki Partisi yönetiminde Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na girmiş olduğu Ocak 1916 tarihli bir tamimdir. Ermeni soykırımının hemen ertesine tekabül eden bir tarihte, bu soykırımın mimarlarından Enver Paşa’nın imzasını taşıyan tamimin birinci maddesinde “Memalik-i Osmaniyyede Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hâsılı İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, bilcümle isimlerin Türkçeye tahvili mukarrerdir. Şu müsaid zamanımızdan süratle istifade edilerek bu maksadın fiile konması hususunda himmetinizi rica ederim” denilmektedir60. Kanlı bir savaşı “müsaid zaman” olarak değerlendirme fırsatçılığı içerisinde önce Ege ve Trakya’dan Rumları kaçırtan, sonra da çok daha kanlı bir hamleyle Anadolu’da Ermeni varlığını büyük ölçüde ortadan kaldıran Enver Paşa ve İttihatçılar, bu tamim ile de Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde sürdürülecek bir geleneği başlatmıştır. Sistematik biçimde yer adlarının değiştirilip Türkleştirilmesi projesini uygulayan İttihatçı dönem ile Cumhuriyet dönemi arasında çeşitli farklar vardır. İttihatçılar yer adını değiştirirken eskisiyle ses ve anlam olarak benzeşmesini gözetirken Cumhuriyet döneminde eskinin izini daha radikal biçimde silebilmek için hiçbir benzeşme olmamasına özen gösterilmiştir. Bir diğer fark da yukarıda değinilen tamimdeki “Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hâsılı İslam olmayan milletler” vurgusundan da anlaşılacağı üzere İttihatçılar sadece Müslüman olmayan halkların dillerini hedef alırken Cumhuriyet dönemi bunu tüm Türk olmayanları kapsayacak biçimde genişletmiştir.61 Sonuç Tüm yukarıda yazılanlara ilişkin sonuca klişeleşmiş, ancak klişe olmaklığını saf hakikati ifade etmesine borçlu olan bir tespitle başlamak yerinde olacaktır: Türkiye devleti, soykırımcı kadrolar tarafından, Türk, Müslüman ve Sünni kimliğini “makbul vatandaş”, bunun dışındakileri de potansiyel tehdit ve iç düşman olarak saptamış bir ulus
58 Ayşe Hür, a.g.e., s. 349
60 Sevan Nişanyan, Hayali Coğrafyalar-Cumhuriyet Döneminde Değişen Yeradları, Tesev Yayınları, İstanbul, 2011, s. 42
59 Baskın Oran, a.g.e., s.272
61 Sevan Nişanyan, a.g.e., s.43
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
inşa projesi çerçevesinde kurulmuştur. Yüz yıllık tarihi boyunca şekillenen temel meselelerinin pek çoğunun kökeninde bu kıyıcı projenin yarattığı arazlar vardır. Cumhuriyeti ilan eden kadrolar, etnik, dinsel ve kültürel çeşitliliğin kural olduğu bir imparatorluk yapısı içine doğmuştu. Ne var ki bu kadrolar, Osmanlı devlet örgütlenmesinin kaderine etki edebilecek konumlara geldiklerinde imparatorluk çözülmeye başlamıştı. Bu çözülmeye verdikleri yanıt, doğduklarında kural olan çeşitliliği istisnaya dönüştürecek tekçi bir milliyetçi projeyi, en kanlı biçimlerle hayata geçirmek oldu. Projenin Cumhuriyet öncesindeki en kanlı evresinde sağlanan “başarı”, yeni rejimin inşasında devletin yöneticilerine büyük kolaylık sağladı. Zira Cumhuriyet ile birlikte kapısı aralanan bu yeni dönem, birkaç sene öncesinden çok farklı olarak toplam nüfusun yaklaşık %97’sinin Müslüman, bunların da büyük kısmının Türk olduğu yeni bir demografik yapıyı devralıyordu. Bir Türk milleti inşa etme hedefiyle yola çıkan kadrolar, hedef açısından son derece “avantajlı” bu demografik yapıyı devraldıktan sonra milliyetçi projelerini tamamlamayı amaçladılar. Bu amaçla “bu memleketin tarihte Türk olduğu ve ilelebet Türk olarak kalacağı” iddiasına meşruiyet çerçevesi oluşturacak ve Türk’ü bu milletin efendisi, Türk olmayanı da hizmetçi veya köle kılacak bir etnik mühendisliği ve kurumsal ırkçılığı, resmi devlet ideolojisi ve pratiğinin merkezine oturttular. Tasarlanan, Müslüman olmayanları ulusal ailenin dışında sayarak yurttaş dışılaştırmak ve tedricen tüm varlığını sonlandırmak, Türk olmayıp Müslüman olanları ise mümkün olduğu ölçüde Türkleştirmek, mümkün olmadığı noktada da imha etmekti. Artık yüz yıla dayanan tarihi boyunca da bunu yaptı. Ne var ki bu projenin sorunsuzca sürdürülebilmesi, aynı zamanda kendisini hesap verme yükümlülüğünden de kurtaracak bir hafızasızlaşmayı kurumsallaştırmakla mümkündü. Diğer bir ifadeyle unutulmasını, hiç olmamış gibi yaşantılanmasını sağlamak gerekiyordu. Bu bağlamda Ernest Renan şöyle demişti: “Unutmak, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir. Tarih araştırmaları gerçekten de tüm siyasal oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır. Tabi sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dâhil”. Azınlıkların yok edilmesinin “yararlı” sonuçlarından istifade edenlerin, sınıfsal muhtevası görünmez kılınmış, hayali bir cemaat olarak ulus/ulusal bütün değil onun içerisindeki egemen sınıflar olduğunu vurgulamama herhalde gerek yok. Burada milliyetçiliğin ve milliyetçi tarih yazıcılığının en temel ideolojik işlevlerinden biriyle karşılaşıyoruz. Ulusu inşa ederken milliyetçilik, o ulusun fertlerini de kendi gerçek özne konumlarından
uzaklaştırarak devlet ve ulus gibi düşünen ulus-bireylere veya ulus-öznelere dönüştürür. Milliyetçilik ve ulus-devlet çeşitli ideolojik aparatların düzenli faaliyeti yoluyla bunu başarabildiği ölçüde “ulusun yararına” olduğu söylenen her tür melanet ya unutulur, ya haklılaşır. Savaşlar, yıkımlar, soykırımlar, katliamlar, polis şiddeti, sansür, kapatılma, yasaklar, soygunlar, yolsuzluklar vs. tüm bunların ulus yararına olduğuna inandırılmış ulus-öznelerin kolektif rızası kazanılmadan yapılamaz. Bu noktada “unutalım”cı, “tarihçilere bırakalım”cı zihniyetin gerisindeki devleti sakınıcı açık veya mahcup milliyetçilik (ki bunun sözde sol versiyonuna ulusalcılık deniyor) bir tarafa şunun açık biçimde görülmesi gerekir: Azınlıkları yok eden kitlesel kıyımlar, pogromlar, mübadeleler, yasal zorlamalar, yıldırmalar vs. bizim yalnızca geçmişimiz değil aynı zamanda bugünümüzdür. Bu, bir dizi gerekçeyle böyledir. Mevcut sermaye sınıfı, önce İttihatçılarca başlatılan, ardından Kemalistlerce devam eden “milli burjuvazi” yaratma hedefi doğrultusunda, bin yıllık topraklarından sürülen bu kadim halkların malı mülkü gaspedilerek, talan edilerek, devlet tarafından palazlandırılmıştır. Bugünün en köklü sermaye sınıfı temsilcilerinin elinde, sürülen Rumun, korkutulan Yahudinin, katledilen Ermeninin kanı vardır. Egemenler, bunun hafızasına sahiptir. Ezilenler de bu hafızaya sahip olmalıdır. Çünkü bu hafıza özgürleştiricidir. Zira azınlıkların yok edilmesinin dili, meşrulaştırıcısı olarak milliyetçilik ve ırkçılık, egemen sınıfın elinde ezilenleri bölüp birbirine düşmanlaştırmak ve böylelikle daha kolay sömürmek veya günümüzdeki gibi kriz koşullarında sahte ve çarpıtılmış bir birleştirici zamk olarak gerçek çıkarlarını çarpıtmak ve onları “ulus” adına fedakârlığa çağırarak krizin faturasını ödetmek amacıyla kullanılan etkili bir ideolojik prangadır. Bu prangadan kurtulmak, hem ezilen sınıfların gerçek çıkarları etrafında bütünleşebilmesini kolaylaştıracak, hem de onların gelecekte “ulus” adına olduğu söylenen savaşlar, askeri operasyonlar, cinayetler, pogromlar karşısında daha uyanık olup, bunların parçası olmak bir yana, bunları durdurmaya dönük bir siyasal bilinç ile davranabilmesinin yolunu açacaktır. Azınlıkların yok edilmesinin güncelliği, resmi ve gündelik devlet dili ile somut devlet politikaları üzerinden de açık biçimde gösterilebilir. “Ermeni dölü”, “Rum tohumu” gibi tabirler veya her şeyin temelinde Yahudi komplosu arayan, işi “Hitler haklıydı” demeye vardıran ırkçı/antisemit nefret söylemi, bizzat devlet yöneticilerinin ağzından kolayca çıkabilmektedir. Ayrıca pekâlâ 1915’in devamı olan Hrant Dink suikasti de, Sevag Balıkçı’nın öldürülmesi de yakın tarihin hadiseleridir ve bu cinayetlere ilişkin hakikat, bugünün devlet iktidarı tarafından 1915 bilinci içerisinde karartılmaktadır. Öte yandan azınlıklar, sadece gayrimüslimler de değildir. Özellikle Kemalist rejimin ilk günlerinden başlayan Kürtlerin sistematik biçimde asimilasyon döngüsü
57
Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları | Sinan Laçiner
içinde yaşamaya mahkûm edilmesi, siyaset yapmasının önlenmesi, temel haklarının inkârı, düzenli olarak aşağılanması ve yok sayılması, güncel iktidar pratiklerinde de belki hiç olmadığı kadar görünür ve canlıdır. Daha yeni ama son derece yakıcı bir sorun da, Türkiye’nin yeni azınlıkları olarak Suriyelilerdir. Ülkelerindeki savaştan kaçıp sığındıkları ülkede hayatta kalmaya çalışan bu insanlar, kendilerini bu sefer kölelik düzeyinde bir sömürü, istismar ve ırkçılık sarmalı içinde bulmuş görünmektedir. Son birkaç yıl içerisinde sayısı giderek artan şekilde Türkiye’nin bir yerlerinden Suriyelilere dönük yeni bir linç girişimi haberi gündeme düşmektedir. Gerçekten de bugün Suriyeli/Arap düşmanı ırkçılık, siyasal yelpazede farklı konumlanmış gibi görünen çok çeşitli kesimlerin buluşma noktası haline gelmiş görünmektedir. Bu endişe verici tablo, konjonktürün uygun olması halinde yeni bir kırım dalgasının bu kez Suriyeliler için hazırlanmakta olduğu kaygısını beraberinde getirmektedir. Azınlıkların nasıl yok edildiğinin tarihsel bilgisine ve buradan kurulacak dayanışmacı bilince, Suriyeliler bağlamında da oldukça ihtiyacımız olacak gibi görünmektedir.
Ersanlı, Büşra, 2003, İktidar ve Tarih-Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1932), İletişim Yayınları, İstanbul Gellner, Ernest, 1992, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayınları, İstanbul Grigoriadis, Ioannis N., 2014, Kutsal Sentez: Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul Güven, Dilek, 2005, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul Hirschon, Renee, 2000, Mübadele Çocukları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Hobsbawm, Eric J., 1993, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul Hür, Ayşe, 2016, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, Literatür Yayınları, İstanbul Kaplan, İsmail, 1999, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul Kerestecioğlu, İnci Özkan, 2014, “Milliyetçilik”, Modern Siyasal İdeolojiler, (Der.) Birsen Örs, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul (7. Baskı) Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, 2014, Göç: Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919-1923), (Der. ve Çev. Herkül Millas), İletişim Yayınları, İstanbul
KAYNAKÇA
Levi, Avner, 1996, Türkiye Cumhuriyetinde Yahudiler, İletişim Yayınları, İstanbul
Akar, Rıdvan, 2009, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Doğan Kitap, İstanbul
Lieberman, Benjamin, 2016, Korkunç Kader-Modern Avrupa’nın Oluşumunda Etnik Temizlik, Heretik Yayınları, Ankara
Akçam, Taner ve Ümit Kurt, 2012, Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul
Nişanyan, Sevan, 2011, Hayali Coğrafyalar-Cumhuriyet Döneminde Değişen Yeradları, Tesev Yayınları, İstanbul
Aktar, Ayhan, 2001, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul (5. Baskı)
Oran, Baskın, 2018, Etnik ve Dinsel Azınlıklar, Literatür Yayıncılık, İstanbul
Aydın, Suavi, 1995, “Etnik Bir Ad Olarak Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim Dergisi, Sayı 71-72
Toprak, Zafer, 1995, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
Bali, Rıfat N., 1999, Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945, İletişim Yayınları, İstanbul
Ünlü, Barış, 2018, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, Ankara
Benlisoy, Foti ve Stefo Benlisoy, 2016, Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: “Hıristiyan Türkler” ve Papa Eftim, İstos Yayınları, İstanbul Bora, Tanıl, 1995, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim Dergisi, Sayı 71-72 Bora, Tanıl, 1998, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul Calhoun, Craig, 2007, Milliyetçilik, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul Carr, Edward H., 1990, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul Dündar, Fuat, 2000, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çivi Yazıları Yayınları, İstanbul
58
Erözden, Ozan, 1997, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara
Üstel, Füsun, 1997, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul Üstel, Füsun, 2008, Makbul Vatandaşın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, (3. Baskı) Yıldız, Ahmet, 2004, Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938, İletişim Yayınları, İstanbul, (2. Baskı) Zürcher, Erik Jan, 2017, “Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, (Der.) Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul (8. Baskı)
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu Faruk Sevim
Giriş: İşçi sınıfı, “üretim araçları mülkiyetinden kopmuş, ana gelir kaynağı işgücü satışı karşılığında elde ettiği ücret/maaş/aylık olan insanlar” biçiminde tanımlanabilir. Bu biçimde bakıldığında, 2018 yılı Türkiye’sinde kapitalizm ileri düzeyde gelişmiş, işgücünün çok büyük bölümü işçileşmiştir. 12 Eylül darbesi sonrası baskı altına alınan işçi hareketi, 1986’dan itibaren yeniden yükselmeye başladı. 1987 Netaş grevi bu yükselmenin başlangıcıydı. Bu hareket 89 bahar eylemleri ve 1991 Zonguldak madencilerinin grevi ile doruk noktasına çıktı, 1991 yılı toplu sözleşmeleri yüksek ücretlerle imzalandı. Yükselen işçi hareketi, Özal döneminde planlanan yeni liberal programın istenilen ölçüde uygulanmasını engellemekteydi. 94 ekonomik krizi sonrası, siyasal anlamda müdahil olabilecek bir büyük sınıf hareketi yaratılamadı. Solun alternatif olamaması nedeniyle işçi kitleleri farklı bir seçenek olarak gördükleri Refah Partisine yöneldi. 1994 yılında Refah partisi belediyeciliği ile tanışan yoksul halk kesimleri ve işçiler giderek artan ölçüde bu partiye destek vermeye başladılar. 1993 yılında kurulan Demokrasi Platformu, solun ve sendikaların önemli bir birleşik örgütlenme deneyimi oldu. 1995 yılında Türkiye tarihinin en kitlesel grevleri yapıldı, grevlere 200 bin işçi katıldı. 90’lı yıllarda sol adına en başarılı faaliyetlerden birisi kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesi oldu, 5 yıllık mücadele sonucu 1995 yılında KESK kuruldu. Ama 28 Şubat darbe sürecinde Kamu Çalışanları hareketi de sendikalar da gerekli tavrı alamadılar, darbeye net bir karşı çıkış sergileyemediler. Hatta Türk-iş ve DİSK, işveren örgütleri ile birlikte darbeyi destekler nitelikte bildirilere imza attılar. Bu da işçi hareketinin dindar-seküler bölünmesinde önemli bir yol ayrımı oldu. Ekonomik krizin sürmesi nedeniyle işçi sınıfı 1999 yılında Emek Platformu adı altında yeniden bir araya geldi. Özelleştirmelere, işten çıkarmalara, IMF programlarına,
59
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
mezarda emeklilik yasasına karşı eylemler yapıldı. 2000 yılında bir milyona yakın işçinin katıldığı 1 Aralık genel uyarı eylemi yapıldı. 2001 krizi ile birlikte merkez siyasi partiler çöktü, Kemal Derviş programının uygulanması işçi sınıfı içinde büyük tepkilere yol açtı. Siyasal alanda yaşanan bölünme, laik-dindar kutuplaşması, bu kutuplaşmaya karşı solun aldığı hatalı tutum, sonuçta Ak Partinin 2002 yılında iktidara gelmesine yol açtı. İşçi sınıfı mevcut partilerin sürekli kriz yaratan ve yoksullaştıran politikalarına karşı tepki olarak, giderek Ak Partinin etki alanına girdi. 2002-2008 yılları arasında işçi hareketi dönemsel eylemlerle kendisini gösterdi. SEKA’nın, Telekom’un özelleştirilmesine karşı yüz binlerce işçi sokaklara çıktı. Ancak 2002-2008 arasında dünya çapında kapitalizmin genişleme dönemini yaşaması, Türkiye’de ekonominin nefes almasına, refah düzeyinin artmasına, işçi eylemlerinin azalmasına yol açtı. 2008 dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi de etkilemesi ile birlikte işçi sınıfı yeniden hareketlendi. Ama artık sendikal alanda yaşanan bölünme hızlanmış, Hak-iş, Memur-sen, Kamu-sen gibi sağcı örgütler işçi sınıfı içinde yayılmıştı. 2008 krizi sonrası, siyasal alanda yaşanan bir dizi gelişme, sınıfın birlikte hareketini engelledi. Bir yandan Güneydoğu’da süren çatışmalar, bir yandan ordu içindeki darbeci kesimlerin açığa çıkması, yargılanmaları, azınlıklara yönelik şiddet eylemleri, bu anti demokratik gelişmelere karşı doğru tavır alamayan sendikalar, işçi sınıfının birlikte hareket etme yeteneğini köreltmekteydi. Solun sürekli şeriat tehlikesini gündem yapması işçi sınıfının bölünmüş yapısını daha da kutuplaştırdı. 2013 yılında Çözüm sürecinin başlaması solun önüne yeni bir mücadele fırsatı çıkardı. Güneydoğu’da süren çatışmalar durdu, ülkede barış ortamı hâkim oldu. Bu barış ortamında beyaz yakalı işçilerin ve gençlerin bir protesto hareketi olarak Gezi eylemleri gerçekleşti. 2015 yılında metal işçilerinin eylemleri oldu. Ama Çözüm sürecinin 2015 Temmuz’unda bitmesi, çatışmaların tekrar başlaması ile işçi sınıfı içindeki bu hareketlenme de sona erdi.
İşçi sınıfının değişimi: 1965-2018 arası Türkiye toplumunun işçileşmesi 53 yıldır sürekli gerçekleşmektedir. Ancak son 18 yılda işçileşme oranları ondan önceki 35 yılda olduğundan çok daha hızlı olmaktadır. 1965-2018 dönemini üç yılın istatistik değerleri ile gözden geçirelim: 1965, 2000 ve 2018 1965 yılında Türkiye’de nüfus 31 milyondu. Nüfusun yüzde 66’sı köylerde yaşamaktaydı. Gelir getirici bir işte çalışanlar, yani işgücü toplamı 12,8 milyon kişiydi. Bunların yalnızca 2,9 milyonluk bölümü, işgücünü satarak geçimini sağlayan kişilerdi, işçiler ve memurlardı. İşçi sınıfının toplam işgücüne oranı yüzde 23 idi. İşçilerin önemli bir bölümü tam anlamıyla mülksüzleşmemiş, kırsal kesimle ekonomik bağları olan kişilerdi; ücret gelirlerinin yanı sıra tarımsal yan gelirleri de vardı. 2000 yılında nüfus 67,8 milyondu, nüfusun yüzde 35’i köylerde yaşamaktaydı. İş gücü toplamı 23,8 milyon, işçi sayısı 8,3 milyondu. 2018 yılı sonu itibarı ile Türkiye’nin nüfusu 82 milyon oldu. Nüfusun yalnızca yüzde 8’i belde ve köylerde yaşıyor. İl ve ilçelerde yaşayan nüfusun oranı yüzde 92. 2018 yılı verilerine göre, işgücü toplam 32 milyon oldu. Bunların 21,8 milyonu (yüzde 68) işgücünü satarak geçimini sağlayan ücretliler; işçiler, memurlar, işsizler. Ayrıca bu ücretlilerin büyük bölümünün tek geçim kaynağı, işgücü satışından elde ettikleri ücret, maaş veya aylık. Artık kırsal kesimden gelir desteği yok.
Tablo.1 Yıllara göre Türkiye nüfusu ve kırsal nüfus
Kırsal nüfus 1965-2000 arasında sayısal olarak azalan tempoda da olsa arttı, ancak 2000 yılı sonrası hızla düştü, sayısal olarak 2000 yılındaki seviyenin dörtte birine indi.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL döneminde grevler yasaklandı, işçi sınıfının üzerinde yoğun bir baskı dönemi başladı. İşçi hareketinin örgütleri özellikle KESK yoğun bir baskıya maruz kaldı. On binden fazla üyesi işten atıldı, üyeleri sendikadan istifaya zorlandı. Ekonomik krizin giderek artması ile işçi eylemlerinde 2017-2018 yıllarında bir artış söz konusu oldu. 2019 yılında da sürmekte olan ekonomik krizin işçi eylemlerini yükseltmesi beklenmektedir. Tablo 2. Yıllara göre azalan kırsal nüfus (yüzde olarak)
60
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
1965-2000 yılları arasında kırsal nüfusun genel nüfusa oranında doğrusal bir azalma var. Ama 2000 yılından sonra kırsal nüfus hızla düşmekte, 2018 yılına gelindiğinde oransal olarak yüzde 8’lere inmektedir. Yıl
1965
1982
2000
2018
Türkiye nüfusu (milyon)
31
46
67,8
82
Kırsal nüfus (milyon)
20,6
22,6
23,8
6,6
49
35
8
Kırsal nüfusun toplama oranı (%) 66
Tablo.3 İşçilerin işgücü içindeki payının yıllara göre artışı
İşçilerin iş gücü içindeki yüzdelik payı her dönem sürekli artmaktadır, ama 2000’den sonra büyük bir yükselme göstermektedir. Yıl
1965
1982
2000
2018
İşgücü (milyon)
12,8
17,1
23,1
32
İşçi (milyon)
2,9
4,9
8,3
21,8
İşçilerin işgücü içindeki payı (%) 23
29
36
68
İşçiler sayısal olarak her dönem artmaktadır, ama 2000 sonrası işçi sayısında önemli bir yükselme olduğu görülmektedir.
Tablo.4 İşgücü ve işçi sayılarının yıllara göre değişimi
İşçi sayısı 1965-2000 yılları arasında doğrusal olarak arttı, ama 2000-2018 arasında birden sıçrama yaptı. 1965-2000 arasında her yıl ortalama 150 bin artan işçi sayısı, 2000’den sonra her yıl ortalama 750 bin kişi arttı. Tarımsal üretimin makinalaşması ve kırsal alanlardaki ihtiyaç fazlası nüfusun kentlere göç etmesi sonucu işçi sınıfı son 18 yılda iki buçuk kat büyüdü. Bu büyük göçte kentsel alanlarda özellikle inşaat ve turizm sektörlerinde yeni işçi ihtiyacının ortaya çıkması etkili oldu.
Böylece 2000 yılında 8,3 milyon olan ücretli çalışan sayısı, 2018 yılında işsizler dahil 21,8 milyona yükseldi. Türkiye İşçi Partisi’nin milletvekili genel seçimlerinde yüzde 3 oranında (276 bin) oy aldığı ve Meclis’e 15 milletvekili soktuğu 1965 yılında Türkiye, nüfusunun büyük bölümü tarımda çalışan bir köylü toplumuydu. 2018 yılı sonundaki Türkiye, nüfusunun çok büyük bölümünün işçi sınıfını oluşturduğu kentli bir toplumdur. Kentlere gelen bu yeni işçi kitlesi, özellikle iki alanda istihdam edildi, inşaat ve hizmet sektörü. Bu nüfus kentlerdeki kendi hesabına çalışan küçük burjuva kesimin, esnaf, seyyar satıcı, küçük işletme sahipleri vb. sayısını da geçmişe göre oransal olarak artırdı. İşçi sınıfının değişimi 1980’lerin sonlarından itibaren özelleştirme, taşeronlaştırma, esnekleştirme uygulamaları yaygınlaştırılmaya başlandı. Yeni gelişmekte olan bilgisayar ve iletişim teknolojileri üretim süreçlerinin parçalanmasını kolaylaştırdı. İlk defa büyük ölçekli fabrikalarda taşeron uygulamaları başladı, ilk taşeron uygulamaları yemekhanelerin, ulaşım ve temizlik hizmetlerinin taşerona verilmesi şeklinde oldu. Daha sonra taşeronlaştırma giderek üretim birimlerine, montaj, servis sonrası bakım vb. süreçlere yayıldı. Bu yıllarda dünyada gelişen çeşitli üretim yöntemleri, Türkiye’de de uygulanmaya başlandı. Tam zamanlı üretim, toplam kalite, 6 sigma vb. pek çok yöntem, işçileri fabrika üretim süreçlerine sokarak, kapitalist ideolojinin işçiler üzerindeki hegemonyasının pekişmesine yol açtı. Bu yeni üretim yöntemleri, işçileri sol, sosyalist ideolojilerden, sendikal mücadeleden soğutmak için kullanıldı. 90’lı yıllar boyunca bir yandan köylerdeki geleneksel geçimlik ve küçük üretim biçimleri, diğer yandan kentlerdeki birtakım meslekler ve çalışma biçimleri çözülmeye devam etti. Bu süreç özellikle 2001 krizinin ardından artan bir hız kazandı, genelleşti. Kırsaldaki çözülme, köyden kente yoğun bir göçe neden oldu. Türkiye’deki sınıf yapısı ve bileşiminde daha önce hiç bu kadar kısa sürede, bu kadar hızlı ve büyük bir dönüşüm yaşanmamıştı. Kırsal nüfus birkaç on yıl içinde yüzde 60’lardan yüzden 10’lara geriledi. Kentli nüfusun oranı yüzde 90’lara çıktı. 2000 yılında toplam istihdamda ücretlilerin oranı yüzde 23 idi, 2018’de bu oran yüzde 68’e yükseldi. Bu değişim sürecinde kentlerdeki işçi bileşimi de değişti. Eskiden tamamına yakını sanayi bölgesi olan mavi yakalı işçilerin yoğun çalıştığı Maslak-Mecidiyeköy-Bomonti hattının şimdi tamamı iş kuleleri bölgesi. Bu bölgede 200 bine yakın beyaz yakalı işçi çalışıyor. Ve sadece beyaz yakalılar da değil, bu hattaki onlarca iş kulesinde, yaklaşık 50 bin taşeron temizlik işçisi çalışıyor.
61
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
Kürt ve kadın emekçilerin, öğrencilerin, çocukların işçileşme oranları son 20 yılda yükseldi. Kafa emekçilerinin, kamu emekçilerinin, eğitim gerektiren mesleklerin işçileşme süreçleri hızlandı ve derinleşti. İşçi sınıfının eğitim düzeyi Türkiye işçi sınıfının eğitim düzeyinde son yıllarda önemli artış yaşandı. 2000 yılında Türkiye’deki 8,3 milyon ücretlinin 800 bini (%9,6) okuma yazma bilmiyordu veya okuma yazma öğrenmişti; ancak ilkokul mezunu olamamıştı. İlkokulu bitirenlerin sayısı 2 milyondu (%24,1). 3,1 milyonu (yüzde 37,3) orta okul mezunuydu. 1,6 milyon kişi (yüzde 19,3) lise ve dengi okul mezunuydu. Yüksekokul mezunlarının sayısı 800 bindi ve toplam ücretliler içindeki oranı yüzde 9,6 idi. TÜİK verilerine göre, 2018 yılı sonu itibarı ile Türkiye’deki (İşsizler dahil) 21,8 milyon ücretlinin 800 bini (yüzde 3,7) okuma yazma bilmiyor veya okuma yazma öğrenmiş; ancak ilkokul mezunu olamamış. İlkokulu bitirenlerin sayısı 5 milyon (yüzde 22,9). 4 milyon kişi (yüzde 18,3) orta okul mezunu. 5,7 milyon kişi (yüzde 26,1) lise ve dengi okul mezunu. Yüksekokul mezunlarının sayısı 6,3 milyon, bunların toplam ücretliler içindeki oranı yüzde 28,9.
Tablo.5 İşçilerin eğitim durumları (yüzdelik dağılımı) (2000-2018)
Görüldüğü gibi 2000-2018 yılları arasında işçi sınıfının örgün eğitim düzeyinde olağanüstü büyük bir gelişme söz konusudur. Lise altı eğitim oranı toplam yüzde 71’den yüzde 44,9’a geriledi, lise ve yüksekokul eğitimli işçi sayısı yüzde 29’dan, yüzde 55,1’e yükseldi.
Tablo.6 İşçilerin eğitim durumları (bin kişi) (2000-2018)
62
Lise ve yüksekokul mezunu işçi sayısı son 19 yılda 2,4 milyondan 12 milyona yükseldi. İşçilerin sendikalara üyelikleri de eğitim düzeyi arttıkça, yükselmektedir. Bunda kamu emekçilerinin sendikalaşmasının önemli rolü vardır. 2000 sonrasında eğitim ve yüksek öğretim, daha dolaysız ve ucuz işgücü piyasası olarak yeniden şekillendirildi. Meslek liseleri ve yüksek okullar sayıca büyük çaplı artırılırken, çıraklık ve kursiyerlik adı altında işçi-öğrencilik yaygınlaştı. 2018 yılı sonu itibarı ile işçilerin yüzde 29’u yüksek okul, yüzde 26’sı lise ve meslek lisesi mezunu, yüzde 45’i ise lise altı eğitimli hale geldi. Genç işçilerde (16-25 yaş aralığı) ise bu oranlar şöyle: Yüzde 38 yüksek okul, yüzde 50 lise ve meslek lisesi, yüzde 12 lise altı. 2000’li yılların başında toplam 1 milyon yüksek okul öğrencisi varken, bugün bu sayı 7,5 milyona ulaştı, liselerde ise 5,5 milyon genç okuyor. Yüksek okullardan ve liselerinden her yıl ortalama mezun olan 1 milyon genç iş yaşamına atılıyor. Yeni mezun genç işçiler, sanayi ve hizmet sektöründe, düşük ücretli, güvencesiz, geçici işçiler olarak çalışıyorlar. İşçileşme süreçlerindeki gelişmeler İşçileşme süreçleri hızlandı, bazı meslekler işsizlikle tanıştı. Kamu emekçileri için, sözleşmeli, performansa dayalı çalışma biçimleri yaygınlaştırıldı. Eğitim, sağlık, mühendislik gibi eğitimli meslek ve emek süreçleri teknisyenliğe indirgendi ve artan işsizlikle tanıştı. Tarım emekçilerinin köyden/topraktan tam kopmayan bölümü, her yörede ortaya çıkan otel ve yazlık işletmeler, maden ocakları, emek-yoğun fabrikalar, inşaat ve altyapı (baraj, santral, yol, vb) işletmelerinde çalışmaya başladılar. Köy/kent arasında gelgitli düzensiz işçilik biçimleri yaygınlaştı. Kürt ve göçmen işçiler, emek-yoğun sektörlerde (inşaat, tersane, tekstil, mevsimlik turizm, mevsimlik tarım, atık toplama, vb) çalıştırılıyorlar. Kadın emeği sanayinin emek yoğun alanlarında (tekstil, gıda, vb), hızla büyüyen hizmet sektörünün alt katmanlarında (satış elemanlığı, sekreterlik, çağrı merkezi, temizlik, ev içi kişisel bakım ve hizmet, vb) ve eğitimli mesleklerin alt-orta katmanlarında (sağlık, eğitim, banka-finans, vb) yoğunlaştı. Geçici ve esnek işler yaygınlaştı, iş değiştirmeler, işten çıkarmalar çoğaldı. Emekçilerin toprağa, belli bir işyerine, işe veya mesleğe bağımlılığı giderek azalıyor, bu işçi sınıfı için yeni bir durum. İşçi sınıfı bu yeni, kaotik, kuralsız dönemde kendi haklarını savunmak, ayakta kalabilmek için daha fazla mücadeleye atılmak zorundadır. 17 yıldır Ak Partinin sosyal yardımlarına bel bağlayan, toplu sözleşmelerde verdiği ile yetinen işçi sınıfı için yolun sonu gelmiş
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
gibi görünmektedir. Çünkü ekonominin genişleme döneminde ulufe olarak dağıtılan sosyal yardımlar, verilen zamlar, ekonominin krizde olduğu bu dönemde verilemeyecektir. Bundan böyle işçi sınıfı talep ettiği her hak için daha fazla mücadele etmek zorundadır. Üretim süreçlerinin yeniden düzenlendiği yaşadığımız kriz koşulları işçiler için çok zorlu bir mücadelenin gelmekte olduğunun habercisidir. Kredi sistemi, emeklilik yaşı ve işçiler Kredi sistemi işçiler için yeni bir bağımlılık ilişkisi oldu. İçinde yaşadığımız neoliberal kapitalizm döneminde, işçinin ücretli kölelik ilişkisi, banka kredi kartı borçlanmaları yoluyla aynı zamanda bir finansal bağımlılık ilişkisine dönüştü. Büyük çaplı işçileşme süreçlerine her zaman, şu veya bu düzeyde zor eşlik eder. Zorla göç ettirme, borçlandırma, mülksüzleştirme, yerinden etme, kır ve kentteki ortak arazilere el koyma, vasıfsızlaştırma, örgütsüzleştirme, sosyal hak ve güvencelerin ortadan kaldırılması, vb. tüm süreçler son 20 yılda da yoğun olarak yaşandı. Emeklilik yaşının yükseltilmesi emekçilere karşı yapılan en önemli saldırı oldu. 1999 yılında çıkarılan Emeklilik Yasası ile emeklilik yaşı 65 oldu. Kazanılmış haklar gasp edildi, emeklilik hakkı gelen işçilerin emekli maaşı alması engellendi. 2001 krizinden itibaren işsizlik, esneklik ve güvencesizlik tüm sektörleri ve eğitimli meslekleri hızla kuşatmaya başladı. Tüm istihdamın esnekleştirilmesi ve güvensizleştirilmesi eğilimi hızlandı. 2003 yılında çıkarılan yeni iş yasası esnek çalışma, özel istihdam bürosu kurma, kısmi süreli sözleşme vb. pek çok konuyu yasal hale getirdi. 2008-9 krizinin ardından çeşitli yasa ve yönetmeliklerle oluşturulan “ulusal istihdam stratejisi/etkin işgücü programı”, “eğitimde 4+4+4”, “kamu-özel iş birliği”, “eğitim-sanayi iş birliği”, “sağlık, emeklilik ve sosyal güvenlikte dönüşüm”, “kamu personel rejimi”, “performans ve yeterlilik sistemleri” gibi çok sayıda programla emek piyasası sürekli yeni iş süreçlerine uygun hale getirilmeye çalışıldı. 2016 yılında başlayan OHAL döneminde ise özellikle kamu çalışanlarının her türlü iş güvencesi yok edildi, bu konuya yönelik pek çok KHK (Kanun Hükmünde Kararname) çıkarıldı, 150 bin kamu emekçisi işten atıldı. Bu kararnameler daha sonra yasalaştırıldı. Grev yasaklamalar olağan hale geldi. Böylece son 20 yıllık sürecin sonuna geldiğimiz bugünlerde artık çekirdek-çevre işçiler, kafa emeği-kol emeği, vasıflı-vasıfsız, kurallı-kuralsız, kadrolu-taşeron, kamu-özel çalışma biçimleri arasındaki katı ayrımlar giderek ortadan kalktı.
2000’li yıllarda küresel direnişler ve Türkiye 2000’li yıllardaki küresel direnişler Türkiye’ye de yansıdı. 90’lı yıllarda tüm dünyaya yayılan kapitalizmin yeni versiyonu neoliberalizm, yoksulluğu, açlığı ve hegemonya savaşlarını küreselleştirdi. Yıkım ekonomik ve askeri alanın ötesinde, kültürel ve çevre boyutlarıyla da sürerken, tarihte ilk kez tüm dünya nüfusunun refah içinde yaşayabileceği bir gelişme aşamasına gelen insanlık, aynı zamanda bir barbarlık sürecine girdi. Gezegenimiz, üzerindeki tüm canlılarla birlikte toptan yok olmanın eşiğine doğru hızla sürüklendi. 1990’lı ve onu izleyen yıllarda, kapitalist küreselleşmeye karşı direniş yayıldı. 1990’da neoliberalizme karşı kurulan Sao Paulo Forumu, 1994’te Zapatista başkaldırısı, 1995’te Fransa’da kamu emekçilerinin milyonları sokağa döken neoliberal uygulamalara karşı direnişi, 1997-98’de Endonezya, Filipinler ve Güney Kore’de yaygın direnişler, 1998’de MAI karşıtı etkinlikler, 1999’da Seattle direnişi, 2001’de Dünya Sosyal Forumu’nun örgütlenmesi ve Cenova’da G8’lere karşı direniş, neoliberalizme karşı direnişlerin küreselleştiğinin göstergesiydi. Türkiye’de de dünyayla paralel olarak neoliberalizm karşıtı hareketler gelişti, Dünya, Avrupa ve Akdeniz Sosyal Forumlarına katılım sağlandı. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile Türkiye Sosyal Forumu kuruldu. Savaş karşıtı hareket gelişti. Irak’a müdahaleyi öneren teskerenin TBMM’de reddedilmesi sağlandı. 2010’ların ilk yarısında direniş ve mücadele Türkiye’de sınıfsal-toplumsal direniş hareketleri 2008 krizinden sonra artarak devam etti, 2011-15 yılları arasında pek çok grev, gösteri, direniş gerçekleşti. 2013 yılı, daha ziyade Gezi Direnişiyle hatırlanmakla birlikte, aynı zamanda işçi direniş ve eylemlerinin öne çıktığı bir yıl oldu. 2013’te, yaklaşık 180 bin işçi grev, direniş ve eyleme katıldı, çok sayıda yerel ve genel işçi mitingi yapıldı. Toplam 27 bin işçi 44 yasal grev yaptı. İşçi eylemlerinin yüzde 11’ini işyeri işgali, yüzde 10’unu yol kesme, mal giriş çıkışını engelleme, fiili grev gibi daha radikal eylem biçimleri oluşturdu. Uzunca bir süredir ilk kez işkolu ve ülke genelinde işçi grevleri, miting ve eylemleri yaşandı. Topkapı Şişe-Cam ve Greif işgali, Yatağan kömür işçilerinin direnişi, THY direnişi ve grevi gibi yankı yaratan büyük işçi direnişleri oldu. Taşeronluğa ve özelleştirmeye karşı eylemler yaygınlaştı. Sendika değiştirme çoğaldı. Bursa, Kayseri, Denizli, Gaziantep gibi muhafazakarlığıyla ünlü sanayi merkezlerinde işçilerin Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalardan daha mücadeleci olduğunu umdukları DİSK’e
63
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
geçişleri arttı. Fabrika işgali (Kazova), AVM grevi (Ankara ve Bursa’da Leroy Merlin), işçi sağlığı ve güvenliği direnişi yaşandı. Beyaz yakalı işçilerin örgütlenme platformları, üniversite asistanlarının direnişleri, seyislerin grevi, Hakkari’de fırın işçilerinin fiili grevi, kıdem ve kiralık işçilik tasarılarına karşı kampanya ve eylemler, mücadeleye giren işçi kesimlerinin nasıl çeşitlendiğini ve genişlediğini gösterdi. Öne çıkan işçi direnişlerinin yarısına yakınının kazanımla sonuçlanması sınıf mücadelesinde nisbi bir ilerlemenin işaretiydi. 2013’te işçi mücadeleleri hissedilir bir canlanma yaşamaya başladı. 2014’de Bosch, Ülker ve Nestle’de sendika değiştirme hareket ve direnişleri yaşandı, kent merkezlerine yürüyüş ve yol kesmelerle kitle grevine dönüşünce Cam işçilerinin grevi yasaklandı. İş cinayetlerine karşı eylemler ve metal fırtına 2014-2015 yıllarında iş cinayetlerine karşı eylemler ve metal fırtına ile işçilerin mücadelesi doruğuna çıktı. Soma ve Ermenek’te maden işçilerinin, Torunlar’da inşaat işçilerinin katliamları bütün emekçileri sarstı, unutulmayacak izler bıraktı. 2015’in ilk yarısında yaşanan “metal fırtına”, işçi eylemlerindeki yükselişi gösteren önemli bir gelişmeydi. Yine aynı dönemde Mersin Serbest Bölgede toplu fiili iş bırakma ve direniş, Gaziantep Organize Sanayide beş büyük tekstil fabrikasında birleşik fiili grev, Bolu Gerede’de deri işçilerinin eylemleri, Kayseri’de Boydak’ın üç büyük fabrikasında üç bin işçinin fiili iş bırakma ve direnişi, Denizli’de sendikal örgütlenme girişim ve direnişleri, Anadolu’nun yeni sanayi merkezlerindeki kaynaşmayı gösterdi. Büyük sanayi işçileri (başta metal olmak üzere, tekstil, cam, maden, petro-kimya), taşeron işçileri (başta inşaat, tersane, sağlık, yol, belediye, enerji işçileri), kamu işçileri (sağlık, eğitim, taşımacılık, büro) işçi hareketindeki yükselişin başını çeken kesimler oldular. Tırmanan işçi cinayetlerine karşı mücadele platformlarının, çağrı merkezi, plaza, üniversite, finans, bilişim gibi yeni beyaz yakalı işçi alanlarında örgütlenme ve mücadele dinamiklerinin ilk ipuçları bu dönemde görülmeye başlandı. Kadın, LGBTİ, kent ve doğa hareketleri 2010 sonrası kadın, LGBTİ, kent ve doğa hareketleri önem kazandı. Bir çevre ve kent hareketi olan Gezi eylemlerinin tabanını beyaz yakalı işçiler ve öğrenciler oluşturdu. Beyaz yakalı kesimler işçi sınıfının dörtte birini oluşturan yığınsal bir kesim haline gelmişlerdi. Kent mücadelesine ilk kez bu derece yakından katılan genç ve beyaz yakalı işçiler, neoliberalizmin kentsel planlarına karşı hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini dile getirdiler.
64
Kadın hareketi, 8 Martlarda sokaklara çıkarak kitlesel boyutlara ulaştı. Kadın cinayetlerini protesto hareketleri yaygınlaştı. İşyerlerinde eşit ücret, mobbinge karşı direniş, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadeleleri güçlendi. Kent ve doğa hareketleri, sermayenin en hızlı ve en yıkıcı yeniden-değerlenme alanlarını (havaalanı, köprü, otoyol, HES, Nükleer Santral, AVM, vb.) kamuoyunun gündemine soktu, doğanın tahribine yol açan bu girişimlerin engellenmesine çalıştı. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık gibi alanlardaki direnişler, kamunun daha dolaysız bir şekilde özelleştirilmesini ve piyasalaştırılmasını zorlaştırdı. Taşeron işçi direnişleri Taşeron işçi direnişleri yaygınlaştı. Taşeron işçi direnişleri, kamuda taşeronluğun eskisi gibi sürdürülüp daha fazla yaygınlaştırılmasını, taşeronların işçileri kuralsız çalıştırmasını zorlaştırdı. Soma katliam ve direnişi, yarattığı sarsıntı ile piyasacı neoliberal rejime karşı silinmez bir iz bıraktı. Ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik grev ve direnişler giderek daha fiili biçimler aldı, bürokratik sendikaları hedefleyen veya aşma eğilimi gösteren işçi hareketleri yaygınlaştı. Bu direniş hareketleri, neoliberalizmin saldırıları altında kitlelerin mücadele dinamiklerini güçlendirdi. İşçi sınıfı içinde fiili grev, işgal, direniş, sendika değiştirme ve taban örgütlenmelerine doğru bir eğilimi ortaya çıkardı. Neoliberal kapitalizm ortamında siyasetin ve medyanın işçi sınıfına kapalı olmasına karşın, toplumsal-siyasal olarak gündem oluşturan, çevresinde dayanışma halkaları oluşturan, daha geniş toplumsal kesimleri harekete geçirebilen işçi direnişleri ortaya çıktı. İşçi eylem ve direnişlerinde düşüş dönemi: 2015 Haziran-2016 Aralık İşçi hareketindeki bu yükselme dönemi, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası çözüm sürecinin bitmesi ile akamete uğradı. Çözüm süreci Türkiye’de tüm toplumsal hareketlerin gelişiminde olduğu gibi, işçi sınıfı hareketinin gelişimi açısından da çok özel bir öneme sahipti. Gezi, metal fırtına vb. pek çok işçi eylemi Çözüm süreci koşullarında gerçekleşebilmişti. Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak 2013 Newroz’unda başlayan Çözüm Süreci başından itibaren çeşitli engellerle karşılaşmaya başladı. Gezi ve 6-8 Ekim olaylarının ardından Çözüm Sürecindeki sorunlar giderek arttı. Son bir girişim olan 28 Şubat Dolmabahçe görüşmelerinden de somut bir sonuç çıkmadı. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası AKP2nin iktidarı kaybetmesi ve sistemin siyasal bir krize sürüklenmesi sonucu çözüm süreci bitti, çatışma dönemi başladı. Çatışma ve ölümlerin olmadığı, kutuplaşmaların aşılmaya
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
başlandığı dönemde yükselmeye başlayan işçi hareketi, çatışmaların başlaması ile düşüşe geçti. Devleti yönetenlerin artan “beka” kaygıları, 15 Temmuz Darbe girişimi ile doruğuna çıktı. OHAL ilanı ile devlet içinde ve tüm toplumda, hukuk dışı uygulamalar sonucu yüzbinlerce insan işinden atıldı, göz altına alındı, on binlercesi tutuklandı. Bu kaotik ortamda işçi eylem ve direnişleri 2015’in ikinci yarısında ve 2016’da hızlı bir düşüş gösterdi. Türkiye ekonomisindeki krizin işçi hareketine etkisi Türkiye ekonomisindeki son kriz 2008’de dünyadaki kriz ile birlikte başladı. 2008-2009 krizinin kapitalizmin basit bir devrevi krizi değil, tarihsel bir krizi olduğunun giderek belirginleştiği koşullarda, Türkiye’deki neoliberal kapitalist sistemin kitle direnişlerine tahammülsüzlüğü giderek arttı. Türkiye kapitalizmi 2008-9 krizini “hafif ” atlatmış görünse de daha şiddetli bir krize 2013’ten itibaren girdi. Neoliberal kapitalist finans sistemi, 2008 krizi sonrası uyguladığı parasal genişlemeyi 2013’ten itibaren durdurdu, daraltıcı para politikalarına geçiş yaptı. Krizi atlatmak için 2008-2013 arasında piyasalara sürdüğü dolar ve euro’ları geri toplamaya başladı. Bu da sürekli dış borca ihtiyacı olan, sıcak para ile dönmekte olan Türkiye ekonomisini adım adım krize soktu. Sermaye birikiminin yeni koşullarında küresel, ulusal, yerel her düzeyde rekabet kızıştı. Dış finansman ve yatırım çekebilme zorlaştı. Üretim ve piyasa koşullarındaki hızlı değişimler, kâr oranlarının düşme eğilimini hızlandırdı. Bütün bu koşullar işçi sınıfı ve toplumsal emek üzerinde daha sıkı kontrol, disiplin, baskılama ve yönetim biçimlerini zorunlu kıldı. Yaşamın her alanı sermayeleştirildi, metalaştırıldı ve finansallaştırıldı. Bunun sonucu kapitalist devlet yaşamın her alanına sermaye karlılığını artıracak, maliyetleri düşürecek tarzda müdahale etti, dizayn etmeye başladı. Bütün bu süreçlerin sonunda otoriter bir yönetim sistemi Türkiye’ye egemen oldu. Tüm toplum üzerinde ve elbette işçi sınıfı örgütleri üzerinde hegemonya kuran otoriter yönetim, her türlü grev, direniş ve eylemi yasakladı, direnen işçileri hapsetti. İşçilerin değişen siyasal kimlikleri 2000’li yıllarda işçiler arasında sağcı muhafazakâr eğilimler arttı. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın 2008 yılında kendi üye tabanında yaptığı araştırmada, metal işçilerinin kendilerini tanımladığı siyasal kimlikler şöyle idi: • • •
Muhafazakâr: yüzde 52 İslamcı: yüzde 13 Ülkücü: yüzde 9
• • •
Sosyal demokrat: yüzde 20 Sosyalist-komünist: yüzde 5 Liberal: yüzde 1
Sendikanın 2017 yılında yaptığı araştırmada aynı soruya cevaplar şöyle: • • • • • •
Muhafazakâr: yüzde 37 İslamcı: yüzde 24 Ülkücü: yüzde 15 Sosyal demokrat: yüzde 16 Sosyalist-komünist: yüzde 7 Liberal: yüzde 1
Tablo.7 İşçilerin siyasal eğilimlerindeki değişim yüzdesi (2008-2017)
2008 yılı araştırmasında, işçilerin “kendinizi hangi kimliğe göre tanımlıyorsunuz?” sorusuna verdikleri cevaplar şöyle: • • • • •
Dinime göre: yüzde 24 Milliyetime göre: yüzde 19 Doğduğum bölgeye göre: yüzde12 Sosyal sınıfıma göre: yüzde 43 Mezhebime göre: yüzde 2
2017 yılı araştırmasında aynı soruya verdikleri cevap şöyle: • • • • •
Dinime göre: yüzde 47 Milliyetime göre: yüzde 20 Doğduğum bölgeye göre: yüzde 16 Sosyal sınıfıma göre: yüzde 15 Mezhebime göre: yüzde 2
Tablo.8 İşçilerin kendi kimliklerini tanımlamadaki değişim yüzdesi (2008-2017)
Özellikle sınıf kimliği ile tanımlamada düşüş, dini kimlik ile tanımlamada önemli bir atış yaşandığı
65
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
görülmektedir. Bu, solcu olarak bilinen bir sendikanın tabanında, sendikal planda oldukça mücadeleci, anayasa referandumunda üçte ikisi “hayır” oyu vermiş bir işçi kesiminin durumudur. Çok parçalı, çok katmanlı hale getirilmiş üretim/ çalışma alanlarında, OHAL koşullarında bile azımsanmayacak işçi direnişleri yaşanmasına karşın, bunların toplumsal, siyasal, kültürel yaşamı etkileyip dönüştürecek bir güce sahip olması mümkün olmadı. Özellikle sol kesimden gelen laiklik vurgusu, işçi sınıfı içindeki dindar kesimleri mücadeleden dışladı, laik dindar kutuplaşmasını artırdı. İşçi sınıfı ve laik dindar bölünmesi 11 Eylül saldırıları ile birlikte dünyanın en büyük emperyalist gücü Amerika, yaptığı işgalleri haklı göstermek için Batı dünyasında bir İslam öcüsü yarattı. Batılı işçi sınıfında da etkili olan islamofobi, Avrupa’daki göçmen Müslüman işçilerin sorunlarına karşı duyarsızlığı, ayrımcılığı getirerek sınıf hareketinin zayıflayıp güçten düşmesi sonucunu doğurdu; her türlü anti-demokratik uygulamanın meşrulaştırılmasını kolaylaştırdı. Türkiye’de ise islamofobi, 28 Şubat 1997’deki askeri darbe sonrası devlet politikası olarak uygulanmaya başlandı, Kemalist sol kesimdeki parti ve sendikalar bu politikaya destek verdiler. Kemalist sol, işçi sınıfının birlikte mücadelesi ile ilgileneceğine, “laiklik elden gidiyor” sloganı ile eylemler yapmaya başladı. Bugün Türkiye’de sendikalarda örgütlü işçilerin yüzde yetmişi, İslami yönetimlerin egemen olduğu konfederasyonlara üye. Solcu sendikaların üye tabanlarında da yukardaki tabloda görüldüğü gibi ağırlıklı olarak muhafazakâr, İslamcı kesim mevcut. Bu durumda Kemalist solun mücadele ettiği kitle, işçi sınıfının bizzat kendisi haline gelmiş oldu. Laiklik için dindarlara karşı mücadeleye çağrıda bulunmak, işçi sınıfını böler, sınıf hareketini uzun yıllar toparlanamayacağı bir çıkmaza sokar. 28 Şubat sonrası yaşanan laik-dindar kutuplaşması işçi hareketinin 1999 ve 2001 krizleri kadar ağır kriz dönemlerinde bile etkisiz kalmasına yol açtı. Sonrasında aynı işçi sınıfı AKP gibi neoliberal kapitalist bir partiye ısrarla oy vermeye devam etti. Laik-dindar kutuplaşmasının, islamofobinin 20 yıldır işçi sınıfı içinde yarattığı bölünmeyi görmek gerekir. 28 Şubat 1997’den beri işçi sınıfının başındaki en büyük bela laik-dindar kutuplaşmasıdır. İşçi sınıfı ve yoksullaşma İşçilerin büyük çoğunluğu son üç-dört yılda mutlak yoksullaşmayı daha fazla hissetmeye başladılar. Sendikalı büyük sanayi işçilerinin bile üçte ikisi asgari ücret ile üç bin lira arası ücretlere çalışıyorlar. Yarısından fazlası kredi kartı borçlarını ödemekte zorlanıyor,
66
Beşte birinden fazlası düpedüz borç batağında. Çalışma koşullarına ilişkin sorunlar arasında, zaman baskısı ve aşırı iş yükü, işçi sağlığı ve güvenliği, patron ve idare baskısı, kötü muamele (mobbing) işçiler açısından ilk üç sıraya çıkmış durumda. Ücret düşüklüğü ve işsizliğin yanı sıra, emeklilik yaşı, işçi sağlığı ve güvenliği, güvencesiz çalıştırma biçimlerinin kaldırılması, iş saatlerinin kısaltılması ve serbest zaman, işçileri koruyucu yasa ve düzenlemeler, işçileri satmayan ve işçi haklarını savunan mücadeleci sendikalar gibi sosyal talepler de işçiler açısından öne çıkmış durumda. Bu sorunlar sadece kol işçilerine özgü değil. Beyaz yakalıların ortalama ücretleri 90’lı yıllarda asgari ücretin yaklaşık dört katıyken, bugün iki katın altına doğru düştü. Özel sektördeki beyaz yakalı işçilerin pek çoğu üç bin liranın altında çalışıyor. İşsizlik, güvencesizleşme, borç batağı, aşırı çalışma yoğunluğu, iş saatlerinin uzaması, zihinsel-psikolojik tükenme ve çöküntü, patron ve yönetici baskısı, mobbing ve itibarsızlaştırma beyaz yakalıların sıklıkla karşılaştıkları mağduriyet biçimleri. İşçi eylemleri ve direnişleri: 2017 ve 2018 yılları İşçi direnişleri, 2017 ve 2018 yıllarında, yoğun baskı ve OHAL koşullarına karşın, yeniden artış eğilimine girdi. Bu dönemde direniş ve eylemlerin sayısı 2013 düzeyine yaklaştı ama katılan toplam işçi sayısı 2013’ün yarısı düzeyinde gerçekleşti. Bu işçi direnişlerinin, belli bir kitleselleşme eğilimi gösterdiği 2013-15 dönemine oranla, baskı ve yasaklar nedeniyle daha parçalı hale geldiğini gösteriyor. Çok sayıda işçi direnişi içerisinde öne çıkan bazı direnişler şunlar: 1. Büyük sanayi fabrikalarında, grev yasaklarına karşın, TİS süreçlerinde fiili eylem ve direnişler, kısmi iş bırakma, işyerini terk etmeme gibi eylemler yapıldı. Patronların TİS sürelerini 3 yıla uzatma, düşük zam, dinlenme ve izin sürelerinin gaspı gibi dayatmaları kısmen geri püskürtüldü. (Metal, Petro-kimya-plastik, Cam) 2. Düzce Teknorot fabrikasında Türk Metal’in TİS imzalamasını tanımayan işçiler şalter indirip fabrikayı işgal etti. 3. AKG, HT Solar, Sumitomo fabrikalarında işten atmalara karşı şalter indirildi, fabrika işgalleri ve fabrikayı terk etmeme eylemleri yapıldı. 4. Zonguldak maden işçilerinin özelleştirmeye karşı eylemleri, işçilerin kendilerini ocağa kapatarak iş bırakma direnişi şeklinde gerçekleşti. 5. KHK ile işten atılan kamu emekçileri, bazı illerde tek tek, İstanbul, Ankara, İzmir gibi bir dizi ilde gruplar halinde, ağır geçim sorunlarına, yüzlerce kez gözaltına alınmaya, sayısız kez dövülmeye, para cezalarına, bazılarının tutuklanmasına karşın sürekli eylemler yaptılar.
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
6. Kırklareli Cam işçilerinin direnişi. Çorlu-Lüleburgaz ekseninde işçi dayanışması ve hareketlenmesi sağladı. 7. Saya işçilerinin dokuz ile yayılan, üçünde kazanımla sonuçlanan fiili grevler dalgası gerçekleşti. Kürt, Suriyeli ve Türk işçiler birlikte mücadele ettiler. Şehir merkezlerinde yürüyüş eylemleri, komite, dernek gibi örgütlenme biçimleri gerçekleşti. 8. Makro ve Real Market işçilerinin uzun soluklu, militan, yaratıcı (mağaza blokajları, AVM işgalleri, kasa kilitleme eylemleri, vb) direnişleri gündeme geldi. 9. Uzun süredir ilk kez bir bankada grev girişimi gündeme geldi. 10. Özel sektördeki beyaz yakalı işyerlerinde Cumartesi’nin işgünü yapılmasına karşı direnişler gerçekleşti. 11. Kadın sanayi işçilerinin direnişleri (Diam Vitrin, Serapool, Pettyl, Flormar) gerçekleşti. Kadın işçi direnişleri hem daha fazla gündem oldu hem de işçi dayanışmasının yanı sıra kadın dayanışması ve uluslararası dayanışmaya konu oldu. 12. Taşeron inşaat işçilerinin büyük şantiyelerdeki direniş ve mücadeleleri devam etti, üçüncü havalimanı işçilerinin direnişi son dönemin en büyük işçi direnişi oldu. Sanayi işçileri ve işçi hareketi Sanayi işçileri, toplam işçi sayısının yüzde 20’lik (inşaatla birlikte yüzde 27’lik) bir bölümünü oluşturmasına karşın halen işçi direniş ve eylemlerinin ağırlık merkezini oluşturmaktadır. Bu, “sanayisizleşme, sanayi işçiliğinin/kol işçiliğinin önemsizleşmesi/etkisizleşmesi, ‘maddi olmayan emeğin’ öne çıkması” gibi iddiaları bir kez daha yanlışlamaktadır. Tam tersine bugün, hastanelerin, okulların, ofislerin, market ve mağazaların da fabrikalaşmasından, kafa emeğinin genişleyen kesimlerinin de işçileşmesinden bahsetmek gerekir. Sanayide, mavi yakalı işçilerin işyeri temelli kolektif hareket yeteneği görece daha kolaydır, çünkü; 1. Her türlü taşeronlaştırmaya karşın, yine de bir işçi topluluğunun fabrikada bulunma zorunluluğu vardır. 2. Üretim sürecindeki tüm iş ve emek süreçleri, birbirine fiziki olarak bağlı ve görünür durumdadır. 3. Mavi yakalılar için bireysel yükselme şansı hemen hiç yoktur. 4. Sanayi işçilerinin artan bölümünün gençleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesine karşın deneyimli işçilere ihtiyaç devam etmektedir. 5. Belli bir büyük fabrikada veya organize sanayi bölgesinde yaşanan direniş, tüm öncü işçilerin atılmasıyla sonuçlansa bile, mekânsal bir bellek vardır, o direnişin deneyimi diğer işyerlerine ve işçilere aktarılabilir. 6. Büyük sanayinin kent dışına taşındığı metropol
merkezlerinden farklı olarak, büyük kent çeperindeki, Anadolu ve Trakya’daki sanayi merkezlerinde, işyeri temelli arkadaşlık ilişkileri biraz daha mümkündür. 7. İşyeri içinde yemekhanede ve çay molasında, işyeri dışında oturulan yerlerde ve servislerde belli iletişim ve paylaşım olanakları vardır. Eğitimli, beyaz yakalı işçiler de elbette kolektif hareket etme potansiyeline sahiptir. Ancak, mavi yakalı işçiler, işyeri temelli mücadelelerde beyaz yakalı işçilerden daha avantajlı durumdadır. İşyerleri temelinde örgütlenme ve hareket yeteneği henüz zayıf olan beyaz yakalı işçiler kendilerini daha ziyade kent, doğa, kadın hareketi, eğitim, vb. mücadeleler içinde ifade etmeye eğilimlidir. Mavi yakalı işçiler ise, iş, ücret ve çalışma koşulları konularında daha aktif olmaktadırlar. Mavi ve beyaz yakalı işçilerin ortak mücadele alanları olarak göçmenlere, azınlıklara yönelik ırkçı uygulamalara karşı kampanyalar, doğanın tahribinin engellenmesine yönelik eylemler, su hakkı gibi eylemler önemlidir. Metal işçileri açık arayla işçi eylem ve direnişlerinin başını çekmektedir. Kitlesel işçi eylemlerinde metal işçilerini, petro-kimya-lastik-ilaç, inşaat, belediye, tekstil, maden işçileri izlemektedir. Metal işçilerinin, sermaye yoğunluğu ve emek üretkenliği en yüksek ve kilit sektörlerden biri olarak, kolektif direncini koruması ve geliştirme eğilimi, önemli bir kazanımdır. İnşaat, tekstil, maden gibi taşeronluğun ve kuralsızlığın yoğun olduğu işkollarındaki direnişlerin de büyüme eğilimi vardır. Sanayideki sınıf mücadelesini zayıflatan etkenlerden birisi, enerji, telekomünikasyon ve taşımacılık (havayolları, demiryolları, lojistik, limanlar) gibi en stratejik halkalarda yaşanan ciddi gerilemeler oldu. Özellikle son üç-dört yılda, bu kilit alanlardaki işçi eylem ve mücadeleleri ortalamanın epey altına düştü, bu da sınıf mücadelesini geriye çekici etkenlerden birisi oldu. Bu alanlardaki işçiler, üretim üzerinde sürekli büyüyen bir güç ve etkiye sahip oldukları için, neoliberal kapitalizmin ve kapitalist devletin özelleştirme ve taşeronlaştırmayla da sınırlı kalmayan baskı uygulamalarına maruz kalmaktadırlar. Bu açıdan, Ambarlar, Mersin, İzmir Limanları, THY, Telekom, Yatağan-Yeniköy ve Afşin-Elbistan Santralleri, Haydarpaşa Garı’nda yaşananları hatırlamak gerekir. Kamudaki taşeron işçilerinin bir kısmının, 100-200 lira ücret farkı dışında bir hak kazanımı olmadan, tersine gasp edilmiş haklarının üstüne yatılarak ve vazgeçilmesi şart koşularak “kadroya geçirilmesi”, her şeye karşın olumlu bir durumdur. Bu kazanımlar, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin bir sonucudur.
67
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
Kamu emekçilerinde, kitlesel işten atmalar ve yoğunlaşan baskılarla birlikte, KESK’ten kitlesel istifalar yaşandı, bu işten çıkarmalara karşı kitlesel direnişler örgütlenemedi. Ancak kamuda kesinti paketleri, kamu personel rejimi, erken emekliliğe zorlama, kısmi iş güvencesinin kaldırılması ve/veya özel iş hukukuna geçiş uygulamaları, kamu emekçilerinin mücadelesini yeniden yükseltebilir. Beyaz yakalı işçiler ve işçi hareketi Özel sektörde çalışan beyaz yakalı işçilerde, ücret artışı ve kariyer beklentisi olmadan aşırı çalışmaya karşı tepkiler giderek artmaktadır. Özellikle genç beyaz yakalı işçiler, az çok tahammül edilebilir ücret ve koşullarda iş bulamayınca, işgücü piyasasından bir süreliğine çıkmakta, iş aramaktan vazgeçmekte ve anne-baba evine dönmektedir. “Çalışma koşulları insani değil”, “eğitimimizin ve performansımızın karşılığını alamıyoruz” tepkileri pek çok beyaz yakalıdan duyulur hale gelmektedir. 2017-2018 döneminde işçi eylem ve direnişlerinin yaklaşık dörtte biri İstanbul’da gerçekleşti. Toplam 5 milyon kişinin çalıştığı İstanbul’da çalışanların yüzde 80’i işçidir. İstanbul’daki toplam istihdam içinde sanayi işçilerinin oranı, sanayinin şehir dışına çıkarılması nedeniyle 1980’den günümüze yüzde 39’dan yüzde 18’e düştü. Sanayi istihdamı içinde, taşeron ve düzensiz çalışma (inşaat, tekstil, gıda, vd) oranı yükseldi. Hizmet, ofis ve beyaz yakalı işçilerin oranı arttı. İstanbul, işçi eylem ve direnişlerindeki (aşağı yukarı işçi istihdamı içindeki payına denk gelen) yerini korudu. İşçi eylem ve direnişlerinin yarısı beş büyük şehirde (İstanbul, İzmir, Kocaeli, Ankara, Bursa) gerçekleşmektedir. Marmara Bölgesinin işçi eylemleri içindeki oranı, yıllara göre artış eğilimi göstermektedir. (2013: yüzde 44, 2015: yüzde 47, 2016: yüzde 49, 2017: yüzde 50) Bu da Marmara bölgesi çapında sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin artması ve aynı zamanda işçilerin mücadele birikimi ile ilgilidir. 2017 yılında Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da işçi eylemlerinin sayı ve oranının belirgin biçimde düşmesi ise, bölgedeki OHAL koşullarından kaynaklanmaktadır. Toplam işçi eylemleri içinde, fiili grevlerin ve iş yavaşlatma, işyerini terk etmeme dahil üretime yönelik direnişlerin oranı, yıllara göre oransal bir yükseliş içindedir. Yaşanan sorunların ağırlığına göre halen çok sınırlı olmakla birlikte, çalışma saatleri ve işçi sağlığı/işçi cinayetlerine ilişkin işçi direnişleri, mobbing, şiddete maruz kalma, cinsel tacize karşı işçi eylemleri artma eğilimi göstermektedir. 2018 ekonomik krizi ve işçi sınıfı 2018’in ikinci yarısıyla birlikte sıçramalı kur, faiz,
68
enflasyon artışları anaforuyla Türkiye kapitalizmi yeni bir krizi sarmalına girdi. Kriz, 2018’in son çeyreğinden itibaren ağırlaşamaya başladı. 2019’un ilk çeyreğinde kriz devam etti. Hükümetin son açıkladığı ekonomik pakette, kıdem tazminatının fona devri, Bireysel Emeklilik Sisteminin (BES) zorunlu hale getirilmesi, verginin tabana yayılması gibi krizin yükünü emekçilere yükleyecek çeşitli “tedbirler” var. Toplu işten atmalar, geçici işyeri kapatma ve üretim kısmaları, ücretsiz izin, ücret ve hakları ödememe, ücret yemek servis kesme, iğneden ipliğe zam uygulamaları şimdiden yaygınlaşmaya başladı. Kamuda “özel iş hukuku”na (bireysel sözleşme) geçişin pilot uygulamaları başladı, on binlerce sözleşmeli öğretmen çalıştırılmaya başlandı. Kitlesel işten atma, sendikasızlaştırma, kıdem tazminatının fona devri, zorunlu BES uygulaması, ücret ve hak gasplarına karşı kitlesel eylemler düzenlenebilirse, sendikalar bu konuda öncü olabilirse, işçilerin moralleri üzerinde olumlu etkisi olur. Beyaz yakalı işçiler de bu süreçte krizden etkilendikleri ölçüde eylemlere destek olacaklardır. Diğer taraftan, Kürtlere, göçmenlere, “yabancı” ve “farklı” sayılan her şeye karşı ırkçı hareketler ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı tutum almak zorundadır. Aksi halde yükselen faşist hareketin iktidar olması ile sonuçlanabilecek bir süreç herkes için felaket olur. Sonuç İşçi sınıfındaki sayısal artış, ağırlıklı olarak 1999-2013 yılları arasında yaklaşık 15 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşti. Bu dönem aynı zamanda sendikal alanda sağ-muhafazakâr egemenliğin arttığı bir dönemdir. Bu sağcılaşmada kırdan kente gelerek çalışma yaşamına katılan kesimleri örgütleyemeyen, laik dindar kutuplaşmasını öne çıkaran sol, sosyalist güçlerin önemli sorumluluğu vardır. Sol, sosyalist hareketler, yeni ve genç işçilerle iletişim kuramadı, bunların içinde örgütlenemedi. İşçi sınıfının yeni talepleri ile ilgili politikalar üretemedi. Hatta işçi sınıfının değişen yapısını, değişen kültürel özelliklerini bile kavrayamadı. İdeolojik ve teorik olarak beslenemeyen işçiler yeni yükselen İslami ideolojilerin etkisine daha fazla girdi ve süreç içinde özellikle Ak Partinin tabanı haline geldi. Ak Partinin yoksullara yönelik sosyal yardım programları en çok işçi sınıfında alıcı buldu. İşçi sınıfı son yıllarda yaşadığımız ekonomik krizlere ve yoksullaşmaya rağmen Ak Partinin dışında bir seçeneğe halâ yönelmiş değil, çünkü bu kriz ve yoksullaşma konusunda ona umut veren yeni bir siyasal hareket ile karşılaşabilmiş değil. Günümüzde Türkiye’nin toplumsal ve siyasal
Türkiye İşçi Sınıfının Durumu | Faruk Sevim
gelişimine damgasını vuran ve vuracak olan güç, işçi sınıfıdır. Devrimci sosyalistler olarak bizler, işçi sınıfının krizden ve yoksulluktan kurtuluşunun ancak kendi gücü ile olacağına inanıyoruz. Ama bu yetmez, bu inancı, kurtuluşun somut yollarını işçi sınıfına bıkmadan usanmadan anlatmaya devam etmeliyiz. İşçi sınıfına sosyalizmi bir kurtuluş yolu olarak benimsetebildiğimiz ölçüde görevimizi yapmış oluruz.
Kaynakça: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, İşçi ve Sendika Üye Sayıları, Ocak 2019 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, Kamu Görevlileri Üye Sayıları, Temmuz 2018 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Temel İstatistikler, Mayıs 2018 Fuat Ercan/Şebnem Oğuz, Gezi Direnişi’nden Soma Katliamı’na: Türkiye’de Sermaye Birikimi ve Sınıf Mücadelesi. DİSK-AR Raporu, Ağustos 2018 DİSK-AR Raporu, Ağustos 2013 Birleşik Metal İş, Üye Kimlik Araştırması Raporu 2008 Birleşik Metal İş, Üye Kimlik Araştırması Raporu 2017 Emek Çalışmaları Topluluğu, İşçi Sınıfı Eylemleri 2015 Raporu Emek Çalışmaları Topluluğu, İşçi Sınıfı Eylemleri 2017 Raporu
69
Emperyalizm, Savaş ve Direniş Ozan Tekin
K
apitalizm, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hâlâ büyük çaplı savaşlara yol açmaya devam ediyor. ABD’nin 18 yıl önce başlattığı Afganistan işgalinin sonucunda, ülkede devam eden savaşta 2018 yılında 36 bin kişi yaşamını yitirdi.1 Yine 2018 yılında Yemen’deki savaşta ölümler 25 bini aştı.2 IŞİD’in “bitirilişinin” ilan edildiği Suriye’de ise 2011’den beri görülen en düşük seviyeye çekilen ölümlerin sayısı, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin verilerine göre 2018 yılı için 23 bin oldu.3 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından her yüz bin kişi içerisinde savaşlarda hayatını kaybedenlerin oranı azalmış ve Batı coğrafyası görece daha barışçıl bir döneme girmiş olsa da, Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın birçok yerinde iç savaşlar, ülkeler arası çatışmalar, bunlara yapılan dış müdahaleler ve diğer silahlı mücadeleler büyük bir hızla sürüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan savaş ve çatışma süreçlerinde dünyada yaklaşık 40 milyon kişi öldü.4 2016 yılı verilerine göre dünya üzerinde yalnızca 10 ülke (Botsvana, Şili, Kosta Rika, Japonya, Mauritius, Panama, Katar, İsviçre, Uruguay ve Vietnam) iç ve dış çatışmalardan azade, barışçıl kabul edilebiliyor.5 Airwars’un tuttuğu istatistiklere göre, IŞİD’e karşı kurulan uluslararası emperyalist koalisyon, 2014-2018 arasında Irak ve Suriye’ye havadan 32 bin ton bomba yağdırdı. Bunun yanı sıra, savaşları sürdürebilmek için militarizme harcanan para da korkunç. 2019 yılında ABD’nin savunma bütçesi 716 milyar Amerikan Doları büyüklüğünde.
70
1
The Armed Conflict Location & Event Data Project (ACLED), 2019
2
a.g.e.
3
Syrian Observatory for Human Rights, 2018.
4
“List of wars and anthropogenic disasters by death toll”, 2019
5
Withnall, 2016
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
Çin 224 milyar, Suudi Arabistan 70 milyar, Hindistan 55 milyar, Almanya 49 milyar Amerikan Doları’nı askeri harcamalarına ayıracak.6 Marksistlere göre savaşlar, devletler arasındaki belli başlı politik anlaşmazlıkların ürünü olarak ortaya çıkmazlar. Belirleyici olan, küresel sistemin nasıl devam edeceğiyle ilgili dinamikler ve var olan çelişkilerdir. Savaşların yalnızca komşu devletler arasında gerçekleşen askeri çatışmalar değil; gerçekleştikleri yerlerde hem iç güçlerin hem de uluslararası koalisyon veya ittifakların dahil olduğu daha karmaşık ilişkiler bağlamında devam ettiği bir dönemde bunu söylemek çok daha kolay. Bugün özellikle savaşların yoğunlaştığı bölge olan Ortadoğu’da yaşananları, emperyalizmin güncel hegemonya krizi bağlamında anlamak zorundayız. Yeni binyılın başında, sosyolog Immanuel Wallerstein şöyle diyordu: “Kaotik bir dünyaya giriş yapıyoruz. Bu bir sistem olarak kapitalizmin kriziyle ilgili ancak bunu şimdi burada tartışmayacağım. Diyeceğim şu ki, dünyadaki bu kaotik durum 20-30 yıl daha devam edecek. Kimse bunu kontrol etmiyor, en az kontrolü olan ise ABD hükümeti. ABD, tüm dünyayı kontrol etmeye çalıştığı bir duruma sürüklendi ancak bunu yapabilecek kapasitesi yok. Bu ne iyi ne kötü bir şey; ancak bu insanları ve yaslandıkları gücü abartmamalıyız.”7
Emperyalizm, yalnızca güçlü devletlerin dünyanın geri kalanını paylaşması ve daha zayıf ülkeler üzerinde kendi kontrolünü sağlaması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, itici gücün büyük kapitalist güçler arasındaki rekabet olduğu, kapitalistler arası ekonomik çekişmeyle devletler arasındaki jeopolitik karşıtlıkların iç içe geçtiği, kapitalizmin güncel hiyerarşik yönetme biçiminden bahsediyoruz.
burada da etrafında kümelenecekleri, onların çıkarlarını koruyacak bir militarist aygıta ihtiyaç duyuyorlardı. Özetleyecek olursak, İngiliz marksist kuramcı Alex Callinicos’un deyimiyle, “Marksist emperyalizm kuramı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş devam ederken yapılan ilk formülasyonundan bu yana, Büyük Güçler arasındaki küresel hâkimiyet mücadelelerinin 19. yüzyılın sonunda kapitalizmin yapısında gerçekleşen değişikliklerin -bilhassa, ekonomik gücün yoğunlaşmasının ve devletle birbirlerinin içine geçmelerinin- sonucu olduğu iddiasıyla tanımlanmaktaydı.”8 Farklı ulus devletlerin kendi aralarında ittifaklar kurarak bloklaşmaları, dünyanın nasıl paylaşılacağını belirleyen iki kanlı dünya savaşında on milyonlarca işçinin ölmesine sebep oldu. ABD bu iki savaştan, dünyanın yeni süper gücü olarak İngiltere’nin yerini almış bir şekilde çıktı. 1945’te tüm dünyada üretilen yıllık değerin %50’sini elinde bulunduruyorken, 1990’larda bu oran AB üyesi tüm ülkelerin birleşik gücüne, %22 civarında bir seviyeye geriledi.9 AB’nin yanı sıra Çin ve Japonya gibi yeni ekonomik merkezlerin ortaya çıkışıyla, rekabetin iki ana blok arasında gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi yerini çok kutuplu bir dünyaya bıraktı. ABD egemen sınıfının bu dönemde hegemonyasını nasıl yeniden kuracağı, 21. yüzyılı nasıl bir “Amerikan yüzyılı” hâline getirebileceği sorusuna verdiği yanıt, Soğuk Savaş döneminde inşa ettiği güçlü orduyu devreye sokmak oldu. Bundan kısa bir süre önce, Doğu Bloku’nun yıkılmasının yarattığı ideolojik etkiye de yaslanarak, emperyalizm kuramlarının sorgulanması gündeme geldi. Chris Harman şöyle aktarıyor: “1990’ların ortalarında birçok gazeteci, akademisyen ve siyasetçi ‘yeni küresel ekonomi’de devletlerin önemsiz olduğunu öne sürdüler. Ancak görünüşe bakılırsa, çokuluslu şirketlerin başları ve onlarla çalışan hükümetler böyle düşünmüyorlardı. Araştırmalara göre, böyle şirketlerin sahipleri ve yöneticileri belli ulus devletlere kökten bağlı kalmaya devam ettiler ve onları kendi çıkarlarının diğer yerlerde de korunması ve geliştirilmesi açısından üs olarak kullanmayı sürdürdüler. (…) ABD merkezli büyük çokuluslu şirketler, dünyanın geri kalanına kendi politikalarını dayatabilmek için ABD devletine yaslanıyorlardı.”10
Marksist emperyalizm teorisi asıl olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu koşullarda, bu büyük boğazlaşmanın nereden kaynaklandığını anlamak isteyen sosyalistler tarafından geliştirildi. Kapitalizm bir yandan işçilerin ödenmemiş emeğine el koyarak patronların zenginleşmesi, diğer yandan da bu artı değer sömürüsünün getirdiği maddi gücün tekrar yatırıma aktarılmasıyla farklı firmalar arasında dizginsiz bir rekabetin oluşması anlamına geliyordu. Bu birikim sürecinin mantığı, sermayenin gitgide merkezileşmesini ve her sektörde gücün en büyük firmaların elinde yoğunlaşmasını beraberinde getiriyordu. Böylelikle oluşan tekeller, birbirlerine ve içinde bulundukları ulus devlete sarsılmaz bir şekilde bağlanmaya başladılar. Kendi ekonomilerini domine ettikten sonra dünyaya açılma gereğini hissediyorlar,
8
Callinicos, 2014a, s. 32.
6
Global Fire Power, 2019
9
Aloğlu, 2004
7
Wallerstein, 2003
10 Harman, 2008, s. 599.
Postmodernizmin ve sol liberalizmin basıncı altında öne sürülen argümanlar, pratikte emperyalizmin hamleleriyle sona erdi. Neoconlar, 11 Eylül saldırılarının
71
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
yarattığı trajediyi fırsat bilerek, derhal militarist aygıtlarını Ortadoğu’ya taşımaya başladılar. Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin petrol üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak için girilmiş bir savaştan ziyade, petrolün ABD’nin rakiplerinin kontrolüne geçmesini engellemeyi de içeren daha uzun vadeli bir jeopolitik planın ürünüydü. Fakat bugünden bakıldığında, savaşların yoğunlaştığı süreç, ABD emperyalizminin bölgedeki nüfuzunu arttırmaktan ziyade zayıflıklarını ortaya sermiş oldu. ABD yirmi yıl önce baskın güç olarak diğerlerini arkasına dizme kabiliyetine sahipti, bugün ise Alex Callinicos’un deyimiyle emperyalizmin çoklu krizlerinin tarif edilebildiği bir dönemden geçiyoruz.11 Savaşlar, terörün kaynağı olarak gösterilen El Kaide’yi bitirmek bir kenara, ondan çok daha güçlü ve Irak ile Suriye’nin yarısından fazlasını kontrol edebilecek güce ulaşan, ayrıca başka ülkelerde üsler kuran ve Avrupa’da saldırılar gerçekleştirebilen IŞİD adlı örgütün ortaya çıkmasına yol açtı. Ortadoğu’da gelişen her olay ABD’nin kontrolünde olmadığı gibi, aşağıdan dinamiklerin yanı sıra farklı küresel ve bölgesel güçlerin saflaşmaları ve hızla değişebilen ittifakları, bu kontrolü iyiden iyiye zorlaştıran karmaşık bir manzara yaratıyor. Büyük savaşların ABD egemenlerinin emellerinin aksine sonuçlar yaratıp emperyalizmi derin bir krize sokmasının sebeplerini üç ana başlıkta toplamak mümkün: 1. Uluslararası savaş karşıtı hareketin ve bölgesel direnişin gücü. Milyonların katıldığı seferberlik sürecindeki propaganda savaşlarında, tüm dünyadaki savaş karşıtlarının teşhir faaliyeti neoconların tüm yalanlarını ortaya serdi. Saddam’ın kitle imha silahlarının bulunmadığının CIA tarafından kabulü ile bugün ABD medyasında Irak işgali “fiyasko” olarak anılıyor.12 Bundan da güç alarak, Irak’ta halk işgalden kısa süre sonra ABD güçlerine karşı kitlesel olarak direnişe geçti. Afganistan’da ise ABD’nin hedef aldığı güçler popülerleşti ve ülke bugün hâlâ devam eden bir istikrarsızlığa sürüklendi. 2. Kapitalizmin 2008’de patlak veren küresel krizi, bunun Batı kapitalizmini zayıflatması ve ABD’nin ekonomik gerileyişini telafi edememesi. Bunun sonucu olarak Çin’in hegemonik ekonomik güç olarak ABD’nin yerine göz dikmesi ve ABD’nin de planlarını büyük ölçüde buna yanıt vermek üzere yeniden şekillendirmesi. 3. 2011’de başlayan Arap devrimlerinin tüm coğrafyada egemenlerin hegemonyasını altüst eden sonuçlar yaratması.
72
Bu duruma nasıl gelindiğini kavramak için 2001’den itibaren Ortadoğu’da gelişen belirli başlı savaşların bilançosunu ele alalım. Afganistan: Her şey nasıl başlamıştı? 11 Eylül 2001 sabahı, bu iş için özel olarak yetiştirilmiş ve hızlandırılmış pilotluk kursları almış El-Kaide militanları tarafından dört uçak kaçırıldı. Bu uçaklardan ikisi New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine çarptı ve kulelerin yıkılmasına neden oldu. Uçaklardan biri Washington D.C.’deki Pentagon binasına çarptı ve hasara yol açtı. Dördüncü uçak ise iddiaya göre uçakta yaşanan bir boğuşma sonrasında Pensilvanya kırsalına düştü. Saldırılarda 2 bin 977 kişi yaşamını yitirdi. Dönemin ABD hükümeti, “terörizme karşı savaş” ilan etti. George Bush, tüm dünyaya bu konuda hareketsizliğe yer olmadığını ilan ediyordu: “Teröre karşı savaşta ya bizden yanasınız ya da bize karşısınız.”13 O dönem ülkenin büyük bir bölümünü kontrol etmekte olan Taliban’ı yok ederek El Kaide üslerini dağıtmayı hedefleyen Sonsuz Özgürlük Operasyonu, ABD tarihindeki en uzun savaş olarak kayıtlara geçti. Ve bugün gelinen noktada, Ocak 2019 itibariyle ABD yönetimi, Taliban’ın da tarafı olduğu bir ateşkes anlaşmasına ulaşmak üzere olduklarını açıkladı. Arada geçen 18 yıllık sürede, ABD’nin başta vadettiği gibi Afganistan’a özgürlük gelmesi veya “kadın haklarının gelişmesi” bir kenara, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik yoksunluk katlanarak arttı. Dünyanın en yoksul 10. ülkesi olan Afganistan, artık bütünüyle dış yardımlara bağlı. Taliban yok edilemediği gibi ülkenin güneyinde ve doğusunda büyük yerleşim bölgelerini, hatta Pakistan’ın da bir bölümünü kontrol ediyor. İşgalin vahşeti, Taliban’a desteği arttırdı. Ölümlerin bilançosu 150 bini aşmış durumda. Birleşmiş Milletler verilerine göre Afganistan’daki çatışmalarda 2009’dan bu yana her yıl 6 ila 11 bin arasında sivil hayatını kaybetti.14 İşgal güçlerinin pek çok kez sivilleri sebepsizce öldürdüğüne dair kanıtlar ortaya çıktı. Öfke o kadar yaygınlaştı ki, NATO güçlerinin müttefiki olan Afgan askerlerinin ve polisinin ABD güçlerine saldırıları dahi ciddi bir sorun hâline geldi. 2001’de halk işgal güçlerine kitlesel olarak karşı koymuyordu. Ancak yıllar içerisinde kırsal kesimlerdeki köy baskınları ve bombardımanların sonucunda, sıradan insanlar da silahlanarak direnişe katılmaya başladı. Afganistan toplumunu dağıtan ve altyapısını yok eden savaşın yıllar içerisinde idaresi de ABD açısından
11 Callinicos, 2014.
13 CNN, 2001.
12 Associated Press, 2005.
14 BBC Türkçe, 2019.
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
zor oldu. Örneğin, savaş karşıtı hareketin rüzgârı karşısında Irak’tan ABD askerlerini çekmeyi vadederek başkan olan Barack Obama, buna rağmen, Afganistan’da ilk başta ABD askerlerinin sayısını arttırdı. 2009’da bu sayı 100 bine kadar yükseldi.15 Ancak Taliban’ın mağlup edilememesinin ardından 2011’de askerler geri çekilmeye başlandı.16 Taliban’la mücadele yerel güçlere bırakılmak isteniyordu. Fakat Taliban’ın daha da güç kazanması, bu geri çekilme sürecinin de yavaşlatılmasına neden oldu. ABD, savaşın ilk bir yılında fazla direniş görmeden ele geçirdiği Kabil’de, savaş baronları, çeteciler ve uyuşturucu satıcılarından oluşan Kuzey İttifakı’nı iktidara getirdi. 2000-2001’de Taliban kendi kontrolündeki bölgelerde afyon üretimini neredeyse tamamen bitirdi. Kuzey İttifakı’nın yönetimindeki yerlerde ise üretim 44 kat arttı. ABD ve İngiltere, uluslararası eroin üretiminin ve ticaretinin merkezinde konumlanmaya başlayan narkotik bir mafya rejimini destekliyordu. Bir NATO araştırmacısına göre, ülkeyi 2004-2014 arasında yöneten Hamid Karzai’nin döneminde Afganistan bir “mafya devleti” bile olamamıştı; “mafya yönetiminin standartlarına göre dahi 2002 sonrası Afganistan beklentileri karşılayamıyordu”.17 Halk yoksulluktan kırılmaya devam ederken, yolsuzluk ve rüşvet rejimin tanımlayıcı özellikleri hâline geldi. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri operasyonlarının şefi olan komutan David Petraeus’un Karzai hükümetinden “suç karteli” diye bahsettiği biliniyor. İlerleyen yıllarda işgalcilerin Karzai’den kurtulmak istemelerinin nedeni ise halkın basıncı altında, bu yöneticinin tamamen bir kukla olmaktan çıkması, askeri operasyonlara regülasyonlar getirmeye başlaması oldu. ABD bu kez onun güvenilmez biri olduğunu, seçimlerde hile yapıldığını, Karzai’nin kardeşinin uyuşturucu baronu olduğunu söylemeye başladı.18 Bu, askeri fiyaskonun yanı sıra, siyasi olarak da ne kadar yanlış işler yapıldığının bir itirafıydı. Bugün ABD sözcüleri, 2010’dan beri zorlanan barış görüşmeleri sürecinde ilk kez bu kadar ciddi bir noktaya gelindiğini söylüyorlar. 18 yıl önce terörü beslediği için yok etme amacıyla savaş başlattıkları Taliban’dan bugün “Afganistan’ı ABD’ye saldırmak isteyen uluslararası terör grupları için üs olarak kullandırmama” sözü bekliyorlar. Taliban ise görüşmelerin neticelenmesi için ön şartın yabancı güçlerin Afganistan’dan çekilmesi olduğu konusunda ısrarcı.
Daha önce üç kez İngiliz sömürgecilerini, bir kez Sovyet işgalcilerini püskürten Afgan halkı, bu kez de direnişiyle ABD emperyalizmini mağlup etti. Irak: Dünyanın ikna olmadığı savaş Irak işgali, belki de ABD’nin küresel hegemonyasına vurulmuş en büyük darbelerden birisidir. ABD, Şili’den İran’a, Veneuzela’dan Irak’a tam olarak hoşuna gitmeyen her yerde “rejim değişikliği” deniyor veya denemeyi arzuluyor. Ancak bu çabanın altında demokrasilerle veya özgürlüklerle ilgili bir hassasiyet değil, ABD’li kapitalistlerin kısa ve uzun vadeli çıkarları yatıyor. Kamuoyu önündeki söylemin arkasında bunu dile getirmekten pek de çekinmiyorlar. ABD’li uluslararası ilişkiler stratejisti Geore Friedman şöyle diyordu: “Irak’ın fethi tarihteki önemsiz olaylardan biri olmayacak: bu, Ortadoğu’ya yeni bir emperyal gücün girişini simgeleyecek. Amerika Birleşik Devletleri, çeşitli koalisyonlarla olayları etkileyen dışsal bir güç olmaktan çıkıp kendi başına da etkili bir şekilde operasyon yapabilen bölgesel bir güce dönüşecek. En önemlisi de Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler yeni ve hoşlarına gitmeyen bir dünyada yaşıyor olacaklar.”19
ABD birçok yerde en kanlı darbeleri veya diktatörlükleri destekleyebiliyor. Bugün Suudi Arabistan ve Mısır’daki rejimlere verilen destek, bunun güzel bir örneği. Dolayısıyla, her ne kadar Saddam Hüseyin gerçekten de Irak’ın halklarına kan kusturmuş berbat bir diktatör de olsa, tüm dünyada eşitlikten ve barıştan yana olanlar, ABD’nin işgal hamlesine hiçbir şekilde destek vermedi. İlerleyen yıllarda ABD’de Barack Obama, Irak işgalinin yanlışlığı üzerinden bir kampanya yürüterek ülkenin ilk siyah cumhurbaşkanı oldu. İngiltere’de ise Chilcot Raporu’ndan sonra dönemin başbakanı Tony Blair özür dilemek zorunda kaldı. Rapor, Blair’i yalancı ilan ediyordu.20 Irak’ta ölen İngiliz askerlerinden birinin kardeşi ise Blair’e terörist dedi.21 Bush ve çetesi, tüm dünyanın gözünde eli kanlı katillerdi. ABD, Irak rejimi kitle imha silahları olduğuna dair iddialar için BM müfettişlerine izin verse dahi, bunu kabul etmeyeceğini dile getiriyordu. Üstelik daha öne 19 Cox, 2004, s. 121.
15 Schmitt, 2009.
17 Felbab-Brown, 2013, s. 85.
20 Rapora şuradan ulaşılabilir: https://webarchive.nationalarchives. gov.uk/20160708115158/http://www.iraqinquiry.org.uk/media/246416/the-report-of-the-iraq-inquiry_executive-summary. pdf
18 Neale, 2010.
21 NTV, 2016.
16 CNN, 2011.
73
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
Saddam Hüseyin, Kürtleri kimyasal silahlarla katlederken hiç sesleri çıkmamıştı. 1980-1988 arası süren ve 1.5 milyona yakın kişinin öldüğü İran-Irak savaşında, ABD, Irak’ı desteklemişti. Daha sonra 1990’lar boyunca ABD ve müttefiklerinin Irak’a uyguladığı ambargolar sonucu ise en az 500 bin çocuğun öldüğü tahmin ediliyor.22 Dünyada savaş karşıtı hareket aynı günde 36 milyon kişiyle sokağa çıkıp Irak işgaline karşı tarihin en büyük eylemlerinden birisine imza attı. Ama Irak’ın içerisinde durum tam da böyle değildi, işgal ilk başta destek görmüştü. Ancak bu durum işgalcilerin barbarlığıyla kısa sürede değişti. Irak’ın çok parçalı etnik ve dini yapısında, sıradan insanları birleştiren bir direniş gelişti. ABD bunu savaşı derinleştirerek ve mezhepçiliği kullanarak ezdi. Daha önce AltÜst dergisinde şöyle yazmıştım: “Irak’ta Saddam rejimi, çoğunluğu oluşturan Şiilere ve Kürtlere karşı büyük bir baskı uyguluyor, her tür Şii muhalefet grubunu “beşinci kol” olarak adlandırıp eziyordu. ABD işgali bu yüzden başta Irak toplumunun çoğunluğu tarafından desteklenmişti. Ancak işgalin hemen ertesinde, muazzam bir direniş başladı. İşgale karşı mücadele, ortak örgütlenmelerde olmasa da, Şiileri ve Sünnileri bir araya getiriyordu. Sünni Felluce de, Şii Sadr ve Necef kentleri de işgale karşı savaşıyordu. Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Mart-Mayıs 2004 tarihleri arasında hazırlattığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, hem Sünni hem de Şii bölgelerinde halkın yüzde 80’i ABD güçlerini işgalci olarak görüp ayrılmalarını istiyordu. ABD, sonraki iki yılda bu birlikteliği bölmeyi, Şiileri Saddam sonrası yönetimde tutacakları yerin önemli olduğuna ikna ederek, Sünni aşiretleri ise direnişçilere karşı para ve askerî yardım karşılığında yanına çekerek başardı. 2006-2007, direnişin mezhepçi bir boğazlaşmaya evrildiği ve işgal sonrası yıllardaki en büyük ölüm oranlarına ulaşılan yıllar oldu.”23
Fakat yine de, Irak işgali, ABD için bir enkaza dönüştü. Savaş karşıtı dilbilimci ve akademisyen Noam Chomsky, başarısızlığı şöyle anlatıyor: “Şaşkınlık içinde söylemeliyim ki, işgal başarılı olamıyor. Bunda başarısız olmak için gerçekten özel bir yeteneğe ihtiyaç var. Birincisi, askeri işgaller hemen hemen her zaman başarılı olur. (…) Dahası, Irak olağan dışı kolay bir örnek. Burada on yıl boyunca yüz binlerce kişiyi öldüren ve her yeri mahveden tehlikeli yaptırımlar sonucunda neredeyse tamamen yok edilmiş, savaşlarla yıkıma uğratılmış ve vahşi bir tiran tarafından yönetilen bir ülkeden bahsediyoruz. Bu şartlar altında ve direnişe dışarıdan hiçbir destek yokken bir askeri işgali sürdürememe fikri neredeyse akıl almaz bir şey. Düşünüyorum da, burada, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde şu an yanımızda iki kişi daha olsa, elektrik
74
dağıtımının nasıl işlediğini çözebiliriz, ancak ABD işgal güçleri çözemedi. Irak işgali hayret verici bir başarısızlık oldu.”24
Dahası, Irak işgalinden sonra kurulan Şii hükümetler, bir süre sonra ABD’nin kontrolünden çıkarak İran yanlısı davranmaya başladı. Bu durum, her ne kadar Obama yönetiminde bir dönem kesintiye uğramış olsa da sık sık İran’ı kuşatma, yaptırımlarla yıpratma stratejisiyle hareket eden ABD devleti açısından olabilecek en büyük felaketlerden biriydi. Arap devrimlerinin yenildiği dönemde ise ABD’nin mücadele ettiği “İslami terörizm” çok daha korkunç bir yüzle, Irak Şam İslam Devleti’nin Musul’u ve Irak ile Suriye’nin büyük bir parçasını hakimiyeti altına almasıyla geri döndü. IŞİD’in alan hakimiyeti dört yıla varan uzun süreli ve çok kapsamlı bir askeri harekâtla ancak yok edilebildi. Dahası, Irak’ın kuzeyinde ABD’nin müttefikliğini yapan Kürtler, ilerleyen dönemde hem merkezi hükümetle hem de PKK’ye karşı müttefiklik ettikleri Türkiye ile aralarını açarak bağımsızlıkçı talepler öne sürmeye başladılar. ABD yönetimi, Barzani’nin bağımsızlık referandumunu da desteklemedi. Özetle, Irak işgalinin ABD için bıraktıkları şunlardı: Devasa bir askeri maliyet, savaşı gerekçelendiren iddiaların yalan çıkması, dünyanın her yerinde Irak işgaline karşı sokakta seferber olan milyonlar, ABD kamuoyunun savaşa karşı bir pozisyona dönmesi, Irak’ta merkezi hükümetin ABD yörüngesinden çıkıp İran’la müttefik olması, IŞİD, ulusal sorunların derinleşmesi, bölgesel gerilimlerin ve istikarsızlığın daha da artması. Libya: Arap devrimlerini boğma hamlesi Bugün hâlâ savaşla ve istikrarsızlıkla boğuşan Ortadoğu&Kuzey Afrika ülkelerinin bir diğeri ise Libya. Kaddafi’nin on yıllarca önce Sovyetler, daha sonra da Rusya ile ittifak hâlinde, Batı karşıtı bir söylemle yönettiği Libya’da, Mısır ve Tunus’la başlayan Arap devrimleri etkisini gösterdi ve 2011’de halk ayaklandı. Kısa sürede taban hareketleri ülkenin önemlice bir bölümünde çoğunluk olduğunu ispatladı ve yönetimi ele geçirdi. Diktatör Kaddafi ise protestolara büyük bir şiddetle yanıt verdi. Mısır gibi ülkelerin aksine ülkede örgütlü bir işçi sınıfının ve deneyimli bir muhalefetin bulunmaması, şiddet karşısında devrimi çaresiz bıraktı. Bingazi’ye katliam beklenirken NATO öncülüğünde Libya bombalanmaya başlandı.
22 Crossette, 1995.
Mısır ve Tunus’ta süreçlere yeterince dahil olamayan ve kendi müttefiki olan eli kanlı diktatörlerin devrilmesini seyreden (mecbur kaldığında “demokrasi adına” onaylayan) ABD, Libya’da hem devrim dalgasına müdahale edebileceği hem de sevmediği bir rejimden kurtulabileceği bir fırsat gördü. Bu aynı zamanda
23 Tekin, 2016, s. 12.
24 Chomsky, 2005, , s.46-47.
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
Batı’nın Afganistan ve Irak işgalleriyle zayıflayan “insani müdahale” argümanını da canlandırabileceği bir sahaydı.
vahşi şiddeti, özgürlük mücadelesini çok farklı siyasi güçlerin ve dış ülkelerin müdahil olduğu kanlı bir iç savaşa dönüştürmeyi başardı.
Kaddafi şiddeti, ordudan kopan bazı subayların kendilerini Ulusal Geçiş Hükümeti olarak tanımlamaları, silahlanmaları, rejimin şiddetine karşı koyamayan taban hareketliliğinin geri çekilmesi ve meselenin bir iç savaşa dönmesi sonucunu doğurdu. Batı burada ordudan ve rejimden kopan silahlı güçleri destekledi. Onlara “uçuşa yasak hava sahası” ilan ederek koruma sağladı.
Suriye üzerinden yürütülen tartışmalar, emperyalizmin doğasına ilişkin farklı kavrayışları da beraberinde getirdi. Soğuk Savaş’ın kampçılığını üzerinden atamayan Stalinist sol, bir kez daha Rusya’yı ABD’ye karşı antiemperyalist bir odak gibi tanımlamaya girişti. Rusya, Suriye’de rejimin baş destekçisi konumunda. Bu girişim, Esad rejiminin seküler ve meşru bir iktidar olduğu iddiasıyla desteklendi. Herhangi bir demokratik seçim dahi düzenlemeyen bu kapitalist diktatörlüğe karşı mücadele edenler ise topyekûn “İslamcı”, “şeriatçı”, “cihatçı” ilan edildi. Burada, ABD emperyalizminin 11 Eylül sonrası dünyaya kabul ettirmek istediği dil, solun da gayretleriyle yaygınlaştırıldı.
Kaddafi askeri operasyonlar sonucu öldürülürken, devrim Batı’nın bombalarıyla ezildi, Libya’ya özgürlük veya demokrasi gelmedi. NATO bombardımanında ölen sivillere dair raporlar ortaya çıkmaya başladı. NATO, Souk al-Gomaa’da bebeklerin öldürüldüğü bir bombardımanla ilgili özür dilemek zorunda kaldı. İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komisyonu, 2016 yılında, Libya’ya 2011’de yapılan müdahalenin gerçek dışı varsayımlara ve çarpıtmalara dayalı olduğunun altını çizen bir rapor hazırladı.25 İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından hazırlanan raporda, 19 Haziran 2011’de Trablus’ta, 20 Haziran 2011’de Sorman’da, 4 Ağustos 2011’de Zliten’de, 8 Ağustos 2011’de Majer’de, 29-30 Ağustos 2011’de Bani Walid’de, 16 ve 25 Eylül 2011 tarihlerindeki iki ayrı olayda Sirte’de, 23 Eylül 2011’de Gurdabiya’da hava saldırılarında sivillerin öldürüldüğü belgelendi.26 Bir diğer prestijli insan hakları örgütü olan Uluslararası Af Örgütü ise NATO’nun sivil ölümlerini araştırmakta başarısız olduğunu ilan eden bir açıklama yayımladı.27 Libya saldırısı Batı’nın “insani müdahale” sicilini olumlu yönde değiştirmediği gibi başka ülkelere demokrasi ihraç etme, özgürlük getirme gibi siyasi misyonlarını da yerine getirmedi. Ülkede Batı’nın desteklediği muhalefet, iktidarı ele geçirdikten sonra bölündü. Üstüne, IŞİD burada da kök saldı. Bu karmaşanın içinde ABD, Libya’ya kara gücü de çıkarmak zorunda kaldı. Libya bugünlerde General Hafter’in merkezi hükümete meydan okumasıyla çalkalanıyor. Ülkenin kıyılarıysa Avrupa’ya kaçmak isteyen mültecilerin köle ticaretine konu olduğu bir liman hâline geldi. Suriye: Farklı emperyalist blokların kapışması Ortadoğu’da savaş denilince şu an akla gelen asıl ülke ise Suriye. Arap devrimlerinin en görkemli ayaklanmalarından birine sahne olan ülkede, Baas diktatörlüğünün 25 The Guardian, 2016 26 HRW, 2012. 27 Holden, 2012.
Enternasyonal Sosyalizm dergisini hazırlayan Uluslararası Sosyalizm Akımı ise Sovyetler Birliği’ni devlet kapitalisti bir rejim olarak tanımladığı ve müttefikleriyle birlikte bu bloku da emperyalist olarak tanımladığı için, Suriye’de de tuzağa düşmedi. Sosyalist İşçi gazetesinden aktaralım: “SSCB’nin tarih sahnesinden silinmesinden itibaren geçen 17 yıl boyunca Rusya, sadece Doğu Avrupa ülkelerini değil, eski SSCB’yi oluşturan Cumhuriyetlerin bir kısmını da (Baltık Cumhuriyetleri) NATO’ya kaptırdı. Rusya, eski emperyalist gücünden çok şey kaybetmişti. Ama sınırsız hammadde ve enerji kaynaklarında ve nükleer güce sahip askeri aygıtta bir tükenme söz konusu değildi. Hammadde ve petrol ihracatı ile ekonomisini toparlamaya başlayan Rusya, 2008 yılından itibaren NATO’nun diğer eski SSCB cumhuriyetlerine, özellikle Ukrayna ve Gürcistan’a yönelik hamlelerine daha önce benzeri görülmediği şekilde sert askeri yanıtlar verdi ve bu ülkelerin NATO’ya dahil olmasını engelledi. Güçlenen ekonomisine paralel bir şekilde askeri yatırımlara yeniden hız veren Rusya yeni nesil kitle imha silahları, uçaklar ve tanklar ile ABD’ye tekrar göz dağı vermeye başladı. Rusya’nın yeniden küresel bir aktör olarak sahne aldığı yer ise Suriye oldu. Askeri harcamalarda yarışan, bu harcamalar sonucu geliştirdikleri yeni nesil silahları denedikleri bölgeleri savaş alanına çeviren, bu bölgesel savaşlar sonucu yeniden bir küresel savaş riskini yaratan emperyalist devletlerden biri olan Rusya’yı başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerden birine tercih etmek için hiçbir nedenimiz yok.”28
Suriye’de mücadele eden Devrimci Sol Akım’ın önde gelen üyelerinden Ghayath Naisse de Rusya’nın rolünü şöyle tarif ediyor: “Suriye neredeyse tüm emperyalist ve bölgesel güçlerin aynı bölgede hareket halinde olduğu olağandışı çok özel bir örnek teşkil ediyor. 28 Sosyalist İşçi, 2018, s. 5.
75
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
İlk olarak Rusya ve müttefiklerinin müdahalesinden bahsedelim. Rus emperyalizminin bölgede önemli jeo-stratejik çıkarları var. Libya’nın ardından, bugün Suriye Rusya’nın onlarca yıldır askeri varlık bulundurduğu son mevziisi. Rusya’nın Tartus’ta, son zamanlarda genişletilen bir donanma üssü ile Lazkiye yakınlarındaki Hmeymim’de bir hava üssü bulunuyor. Yani jeostratejik düzeyde, eğer Suriye’yi kaybederse Rusya’nın Akdeniz havzasında bir varlığı ve diplomatik nüfuz sağlayabileceği bir kanalı kalmamış olacak. Bu özel çıkar, daha genel bir çıkarla birleşiyor. Vladimir Putin’in yükselişinden bu yana Rusya büyük güçler arasında kaybettiği yerini geri kazanmaya çalışıyor. Diğer emperyalist güçlere kendi konumunu gerekirse güç kullanarak kabul ettirmeye çabalıyor. Ukrayna’daki ve Suriye’deki eylemlerine bu çaba yön veriyor.”29
“Ne Washington ne Moskova” sloganını savunanlar bu analizleri yaparken, Suriye’deki savaş bir yandan da Irak işgali sonrası ortaya çıkan manzarayı netleştiriyordu. Ortadoğu’daki bir ülkede ABD’nin dışında bir güç daha etkin olabiliyor, çıkarlarını müttefikleriyle birlikte savunabiliyor, bölgesel güçler de varlıklarını etkin bir şekilde hissettirebiliyorlardı. İsrail, İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi güçler Suriye’de operasyonel anlamda sahaya müdahil oldular. Hatta Türkiye, 2014’ten itibaren asıl amacı hâline gelen Rojava’da bir Kürt oluşumunun önüne geçmek için Rusya ile ABD arasındaki fay hatlarına oturdu ve iki devletle de işbirliğine yöneldi. ABD kendi hegemonyasını zayıflatan bu durumu 2014 yılında başlayan IŞİD’e karşı kampanyayla değiştirmeye çalıştı. Böylelikle Suriye’nin doğusunda, özellikle Kürtlerin olduğu bölgelerde nüfuzunu arttırdı. Ancak Rusya’nın temel belirleyen olduğu gerçeğini değiştiremedi. Yemen: Suudi Arabistan’ın gaddarlığı Arap devrimleri sonrası gelişen savaşlardan biri de Yemen’deydi. 2011’de ayaklanma başladığında, Şii gruplarla Sünniler ve güneydeki ayrılıkçılar rejime karşı ortak hareket etmişti. Diktatör Salih, Batı’nın Arap Baharı için model yapmak istediği “yumuşak geçiş” sürecinin sonunda, yargılanmama garantisini alarak Suudi Arabistan’a kaçtı. Yemen’de rejim aynı kalırken başı değişmiş, seçimler sonucunda Abd Rabbuh Mansur al-Hadi iktidara gelmişti. Ona karşı Husiler ayaklandı, devrik diktatör Salih ise Husilere destek vermeye başladı. Bugünkü savaşın temel dinamiğini Husilerle Suudi Arabistan destekli güçler arasındaki mücadele oluşturuyor. Salih, 2015’te Husilere destek vererek Hadi’yi Suudi Arabistan’a kaçırttıktan sonra bir kez daha onların tarafına geçti. 2017 yılında Husi güçleri tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor. 29 Naisse, 2016.
76
Yemen’e Suudi Arabistan müdahalesi korkunç insani sonuçlara yol açtı. BM, Ekim 2018’de, gelen felaket haberlerin sonucunda bu ülkeye hava saldırılarını durdurma çağrısı yaptı.30 Aynı döneme ait bir BM raporunda, Yemen’de 13 milyon insanın açlıktan ölme riskiyle karşı karşıya olduğu söylenerek “son 100 yılın en büyük açlık olayı yaşanabilir” ifadeleri kullanıldı. Sosyalist İşçi gazetesinde çıkan bir makalede, durumun sebebi ve boyutları şöyle tarif ediliyor: “Suudi Arabistan ülkeye karadan ve denizden ambargo uyguluyor. Hem bombardımanlar hem de iç savaş nedeniyle ülkenin altyapısı yıkılmış durumda. Su şebekeleri ve elektrik altyapısı çok nadiren işliyor. Gıda ve ilaç açısından tamamen dışarıya bağımlı olan ülkeye ambargo nedeniyle sınırlı sayıda ihtiyaç malzemesinin girişine izin veriliyor. Salgın hastalıklar, susuzluk, açlık, iç savaş ve hava bombardımanları nedeniyle ülkede yaşayan milyonlarca insan ölümle burun buruna bir yaşam sürdürüyor.”31
Ağustos 2017’de kolera salgınının iki bin kişiyi öldürmesi, 29 milyonluk nüfusun 22 milyonunun insani yardıma muhtaç olması, sivillerin savaşın bedelini ne kadar ağır ödediğini gösteriyor. Bütün bunlara sebep olan Suudi Arabistan ise “demokrasi” heveslisi olan Batılı emperyalistlerin bölgedeki önemli müttefiklerinden biri. Trump, göreve geldikten sonra ilk iş olarak Suud rejimiyle 110 milyar dolarlık savunma anlaşması imzaladı. Ülke, 17,5 milyar dolarlık anlaşmayla ABD’nin en büyük silah müşterisi oldu.32 Ülkenin bununla birlikte 2011’de Bahreyn’deki ayaklanmayı şiddetle ezmesi ve Mısır’daki Sisi cuntasının sponsorluğunu yapması, İngiliz yazar ve araştırmacı Anne Alexander’a göre, ekonomisindeki uzun vadeli değişimlerin sonucu olarak bölgede üstlendiği yeni alt-emperyalist rol ile ilişkili.33 Yemen, bölgedeki savaş ve istikrarsızlığın sembollerinden biri olmasının yanı sıra, yine emperyalizmin zayıflığını açığa çıkaran bir durum olmayı sürdürüyor. 2015 yılında şöyle yazmıştım: “Bugün yaşananlar, ancak Ortadoğu’daki karşıdevrim sürecinin bir yan ürünü olarak anlaşıldığında anlamlı olabilir. Libya’da devrimin NATO müdahalesiyle boğulması ve keskin bir iç savaş, Mısır’da askeri darbe sonucu Mübarek rejiminin bir benzerinin Sisi tarafından kurulması, Suriye’de ise Esad diktatörlüğü katliamlara devam ederken karşı kutuptan IŞİD adlı canavarın yükselişi. Bölgede radikal değişim için girişilen mücadelelerin yenilgilerle sonuçlanmasından Yemen de payını aldı. 30 UN News, 2018. 31 Özbay, 2018, s. 4. 32 Davies, 2018. 33 Alexander, 2018.
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
(…) Ancak emperyalizmin bölgedeki hegemonya krizinin boyutları bununla sınırlı değil. ABD, Yemen’de Şiilere ve İran eksenine karşı Sünnilere destek verirken, Irak’ta Şii milisleri İran’la birlikte IŞİD’e karşı destekliyor. Hem Yemen’de hem Irak’ta hem de Suriye’de Rusya-Çin blokunun ve İran’ın etkinliği artarken, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu bir dünyada Ortadoğu hakimiyetini yeniden sağlamak için Afganistan ve Irak işgalleriyle başlattığı süreç büyük bir başarısızlıkla devam ediyor.”34
Bu tespitler geçerliliğini korumaya devam ediyor. ABD’nin Yemen’de desteklediği güçlerin daha da fazla teşhir olmasıyla birlikte. Savaşa karşı mücadele Kapitalizm dünyayı bir savaş cehennemin çevirirken, biz sosyalistler açısından barış mücadelesi dünyanın hangi köşesinde olursak olalım son derece önemli. Bu yüzden her yerde, dar kalıplara takılmadan, mümkün olan en geniş koalisyonlarla sokağa çıkıp halkın şiddete olan öfkesini örgütlemeye çalışıyoruz. Savaş karşıtlığımız ise yalnızca insanların ölmesinin kötü olduğuna dair bir hissiyata dayanmıyor. Savaşlar, siyasi çelişkilerin ulusal burjuvazinin lehine çözülmesi yönünde girişimler oldukları ölçüde, işçi sınıfının düşmanıdırlar. Egemen sınıf, kendi ülkesini çıkarları için savaşa soktuğunda, tüm toplumu sosyal şovenist bir dalgayla kaplamak için elinden geleni yapar. Bu da emek hareketinin, solun ve tüm demokrasi güçlerinin, asıl düşmanı olan kapitalist sınıfla savaşmayı bırakıp, onun peşine takılmasına hizmet eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında İkinci Enternasyonal’in tüm partilerinin aksine savaş karşıtlığını ve bu savaşın karakteri özelinde devrimci yenilgiciliği savunan Lenin, sosyal şovenizm tehlikesine şöyle dikkat çekiyordu: “Sosyal şovenizm, bugünkü savaşta ‘anavatan savunması’ görüşünü desteklemektir. Bu görüşü mantıksal sonuçlarına kadar ilerletmek, savaş sırasında sınıf mücadelesinin bir kenara bırakılmasına, savaş bütçesi lehine oy kullanmaya, vb. varır. Sosyal-şovenistler aslında proletaryaya düşman bir burjuva politikası izliyorlar, zira gerçekte yabancı işgalcilere karşı savaşmak anlamında ‘anavatan savunması’nı değil, ‘büyük’ güçlerden birinin ya da diğerinin sömürgeleri yağmalama ve diğer ulusları ezme ‘hakkı’nı savunuyorlar. Burjuvazi halkı aldatmak amacıyla, savaşın ulusların özgürlüğünü ve varlığını korumak için verildiği yalanına başvuruyor. Sosyal şovenistler de bu yalanı tekrarlayarak proletaryaya karşı burjuvazinin yanında yer alıyorlar.”35
Yine Rus devrimcilerden Leon Troçki de Birinci Dünya Savaşı ile Avrupa’nın kan gölüne dönmesini tanımlarken, “kapitalist çakalların yurtsever ulumalarını”36 kınıyordu. Enternasyonalist geleneğin önemli temsilcilerinden olan Troçki, bu emperyalist paylaşım savaşına karşı bir broşür yazan ilk Rus sosyalist olmuştu. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte İkinci Enternasyonal’de yaşanan tartışmanın barış yanlısı tarafında kalan, bugün Marksist geleneğin temellerini oluşturdukları kabul edilen tüm önemli sosyalist aktivistler, savaşa karşı mücadele etrafında örgütlenerek güçlendiler. Bir diğer örnek olarak, Rosa Lüksemburg, Enternasyonal’in henüz 1907’de Stuttgart Kongresi’ne şu karar tasarısını önermişti: “Savaş tehdidi hâlinde, ilgili ülkelerdeki işçilerin ve onların parlamentodaki temsilcilerinin görevi, savaşın patlak vermesini önlemek için, şüphesiz birinden ötekine değişebilecek veya sınıf mücadelesinin ve genel siyasal durumun şiddetine uygun ölçüleri kullanarak mümkün olan her şeyi yapmaktır. Buna rağmen savaşın patlaması hâlinde ise, onların görevi, mümkün olan en kısa zamanda savaşı sonuçlandıracak tedbirleri almak ve savaşın halk kitlelerinin çevresinde yükselttiği ekonomik ve siyasal buhrandan yararlanmak ve kapitalist sınıf egemenliğinin devrilmesini hızlandırmaktır.”37
Örnekler çoğaltılabilir. Şu açık ki, geçmişte bütün başarılı sosyalist örgütler ve işçi hareketleri, mutlaka yaklaşmakta olan veya yaşanan savaşlara karşı tutum aldılar, barış için mücadele ettiler. Afganistan ve Irak savaşlarına karşı mücadele, hem dünyada hem Türkiye’de bunun önemli bir örneğini oluşturuyor. Türkiye’de Irak işgaline karşı örgütlenen eylemler, “manken-İslamcı-solcu koalisyonu” diye küçümsenmek istenen, geniş bir toplumsal ittifakı içinde barındırıyordu. Dönemin önde gelen aktivistlerinden Yıldız Önen, durumu şöyle tarif ediyor: “Türkiye’deki siyasal kültürün özelliklerinden birisi; siyasette kutuplaşmanın egemenliğidir. Genellikle, siyasal sistem içinde iktidar-muhalefet, sağ-sol, dindar-laik, Kürt-Türk eksenlerinde bir çatışma siyaseti yürütülür. 2002-2003 yıllarında Türkiye’deki savaş karşıtı hareket bu genel çerçevenin dışına çıkmıştır. Vatandaşlar çok boyutlu siyasal katılım türlerini kullanarak, meclisin Irak savaşına ilişkin politikalarını etkilemeyi başarmıştır. Bu başarı, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu (ISHK)’nun da içinde yer aldığı geniş bir muhalif hareketin eylemleri sonucunda kazanılmıştır. Koordinasyon sürecinde kutuplaşmalar bir kenara bırakılarak, Türkiye’yi etkileyen boyutta kitlesel bir siyasal katılım faaliyeti yürütülmüştür.”38 36 Choonara, 2007, s. 15.
34 Tekin, 2015.
37 Cliff, 1998, s. 41.
35 Lenin, 2009, 88.
38 Önen, 2015, s. 3.
77
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
Bugün dünya, siyasetin sağa yöneldiği, her yerde otoriterleşmenin arttığı, tüm devletlerin güvenlikçi politikaları öne çıkardığı bir dönemden geçiyor. Trump, Putin, Bolsonaro, Orban, Erdoğan gibi liderler uluslararası sahada keskin saflaşmaların ve kapışmaların olabileceğinin sinyallerini veriyorlar. Trump açıkça ABD’yi yeniden “savaşlar kazanan bir ülke” yapmak istediğini söylüyor. Bolsonaro, askeri diktatörlük dönemini özlüyor. Çin’in ekonomik bir süper güç olarak ABD’ye yönelttiği tehdit, doğuda küçük askeri krizlerin birikimini ve olası daha büyük bir kapışma ihtimalini beraberinde getiriyor. Dünyaya hakim olan bu güçler, ekonomik krizin yarattığı istikrarsız ortamda çelişkilerini militarist politikalarla çözme eğilimine girebilirler. Bu gidişatı durdurmak ve olası bir savaşı engellemek, tüm dünyada işçilerin çıkarına olan tutumdur. Fakat bu gayreti göstermenin önemli bir ayağı da savaş yanlılarının argümanlarıyla başa baş mücadele etmektir. Bugün yaşanan savaşların Ortadoğu’da cereyan ettiğini düşünürsek, bunların ilki, İslam dinine ilişkin özcü yaklaşımların terk edilmesidir. Türkiye’de siyasete AKP prizmasından bakmanın bir getirisi olarak, İslam’ın diğer tüm din ve inanışlardan daha geri olduğu, daha barbar toplumların oluşmasına katkı sunduğu ve bu yüzden asıl mücadelenin İslam’la olduğu, sol çevrelerde oldukça yaygın olan bir kanı. Oysa bu ideolojik formasyonun temelini Marksizm veya bir başka sol akım değil, yeni muhafazakârlık, yani ABD egemen sınıfının neocon kanadı oluşturdu. Dolayısıyla merkeze İslam’ın konulması, sömürgeciliği ve emperyalizmi görünmez kılıyor, hatta aksine, savaşa karşı mücadele edenlerin değil ama “radikal İslam’a” karşı veya “İslami terörizme” karşı savaş açanların, yani bahsettiğimiz savaşı yaratanların argümanlarını besliyor. Örneğin “İslami faşizm”, “İslamofaşizm” veya “İslami faşistler” gibi kelimelerin popülerleşmesine George Bush’un katkısı büyük.39 Belirli bir kelimenin tüm dünyada yayınlanmış kitaplarda hangi dönemde ne sıklıkta kullanıldığını gösteren internet uygulamaları da bunu kanıtlıyor.40 Açıkça görülüyor ki, konu İslam’la ilgili toplumsal, entelektüel veya sol içi bir tartışma değil. İslamofaşizm kavramı ABD’nin Afganistan ve Irak saldırılarının başlayacağı dönemde bilinçli olarak dolaşıma sokulmuş ve Ortadoğu’daki savaşlar yükseldikçe kullanımı devam etmiş. Üstelik meseleyi bir emperyalizm tartışması olmaktan çıkaran, sınıflar arasındaki mücadeleden kopararak ele alıp bir “medeniyetler” veya “kültürler” arası savaşa 39 Greene, 2006. 40 Google Ngram uygulamasında “İslamofaşizm” diye arattığımızda çıkan sonuç altını çizdiğim noktayı doğruluyor.
78
döndürmek isteyen cephenin argümanları genel olarak yanlış. Örneğin, İslam’ın özüne ilişkin gerekçelerle Müslümanların şiddete eğilimli olduğunu, bu yüzden en kanlı savaşların İslam coğrafyasında yaşandığını söyleyenler, basit gerçeklerle dahi doğrulanamayan ezberleri tekrarlıyorlar. Kabaca bir hesapla, insanlığın tarihinde 500-600 milyon kadar insanı öldüren en kanlı savaşlarda Müslümanların payı %1 civarında gözüküyor.41 Savaşların nedenleri herhangi bir dinin veya başka bir insan grubunun özsel nitelikleriyle alakalı değil; sosyal, politik gerekçeleri var. Emperyalizm var, sömürgecilik var, başka çıkar çatışmaları var. Savaşlarla ilgili listeler, Hristiyanlıkla ya da Müslümanlıkla ilgili bir sonuca ulaşmamızı sağlamaz. Müslümanların ne kadar barbar olduğuna, savaşmaktan/öldürmekten başka bir şey bilmediklerine ve bu yüzden diğer tüm insanlardan farklı olduklarına dair “derin” analizler, genelde derin bir cahilliğin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Savaş karşıtlarının dikkatli olması gereken bir diğer husus ise kimi kapitalist devletlere karşı işçi sınıfının gücünden başka güçleri, örneğin başka kapitalist devletleri destekleme ve onlara güvenme hatasına düşmemek olmalıdır. Örneğin Suriye özelinde Rusya’ya gözlerini kapatmanın, onun katliamlarına kılıflar üretmenin yanlışlığını vurgulamalıyız. Kampçı anlayış, Soğuk Savaş döneminde ABD ve genel anlamda Batı emperyalizmine karşı Rusya ve müttefiklerini bir denge unsuru olarak görüyordu. Stalinizm’in ana temalarından biri olan bu görüş, Macaristan’dan Çekoslovakya’ya işçi ayaklanmalarının bastırılmasını, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesini destekledi. SSCB “sosyalist anavatan” ise her yerde sosyalizm mücadelesi o devletin dış politika çıkarlarını savunmak anlamına geliyordu. Oysa gerçek Marksist gelenek, işçi sınıfı enternasyonalizmini, tüm uluslardan işçilerin tüm uluslardan patronlara karşı birliğini sağlayacak politikaları savunuyor. Fransa’da işçi sınıfının ayaklanması Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına ters düşüyorsa, sorun Fransız işçilerde değil Sovyetler Birliği’ndedir. Devlet kapitalisti rejimleri savunulması gereken en önemli mevzular olarak kodlayanlarla savaşa karşı geniş bir birlikteliği inşa etmek zordur. Büyük güçlerin arasındaki çekişmede, örneğin yakın gelecekte Rusya-Çin blokunu en büyük emperyal güç ABD’ye karşı savunmak, savaşlara ve emperyalizme karşı işçi sınıfının birliği ve aşağıdan mücadelesi temelinde inşa edilecek bir muhalefete asla hizmet etmeyecektir. Hakiki bir barış hareketi ise sadece sosyalistlerin güçleriyle sınırlı kalmayacak; sendikaları, meslek örgütlerini, çevrecileri, feministleri, LGBTİ+ aktivistlerini, 41 Wikipedia, 2019.
Emperyalizm, Savaş ve Direniş | Ozan Tekin
tüm azınlıkları ve ezilenleri kapsayacak genişlikte, işçi sınıfının tüm kesimlerini bir araya getirebilecek bir tarzda inşa edilmelidir. Böylesi bir deneyim, Irak tezkeresini durduranların hafızasında yer almaktadır.
KAYNAKÇA Alexander, Anne, 2018, “The contemporary dynamics of imperialism in the Middle East: a preliminary analysis”, International Socialism Journal, Sayı: 159. Aloğlu, F., 2004, “Bush politikaları ve emperyalizmin çıkmazı”, Sosyalist İşçi, Sayı: 225, s. 5. Associated Press, 2005, “CIA’s final report: No WMD found in Iraq”, NBC News, http://www.nbcnews.com/id/7634313/ns/ world_news-mideast_n_africa/t/cias-final-report-no-wmdfound-iraq/#.XL0HD-gzbIU (Erişim tarihi: 07.04.2019) BBC Türkçe, 2019, “ABD ile Taliban anlaştı: Afganistan’da ateşkes ilan edilecek, barış görüşmeleri yapılacak”, https://www. bbc.com/turkce/haberler-dunya-47034109 (Erişim tarihi: 11.02.2019) Callinicos, Alex, 2014a, Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, çev. İlkay Ata, Phoenix Yayınevi, Ankara. Callinicos, Alex 2014b, “The multiple crises of imperialism”, International Socialism Journal, Sayı: 144. Chomsky, Noam, 2005, Imperial Ambitions: Conversations On The Post-9/11 World – Interviews With David Barsamian, Metropolitan Books, New York. Choonara, Esme, 2007, A Rebel’s Guide to Trotsky, Bookmarks Publications, Cambridge. Cliff, Tony, 1998, Rosa Lüksemburg, çev. Metin Fırtına, Uluslararası Tanıtım ve Yayıncılık, İstanbul. CNN, 2001, “‘You are either with us or against us’”, http://edition. cnn.com/2001/US/11/06/gen.attack.on.terror/ (Erişim tarihi: 21.01.2019) CNN, 2011, “Obama announces Afghanistan troop withdrawal plan”, http://edition.cnn.com/2011/POLITICS/06/22/afghanistan.troops.drawdown/index.html, (Erişim tarihi: 10.04.2019)
us-libya-amnesty-nato-idUSBRE82I04Y20120319, (Erişim tarihi: 08.04.2019) HRW, 2012, “Unacknowledged Deaths: Civilian Casualties in NATO’s Air Campaign in Libya”, https://www.hrw.org/report/2012/05/13/unacknowledged-deaths/civilian-casualties-natos-air-campaign-libya, (Erişim tarihi: 20.02.2019) Lenin, Vladimir İ., 2009, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, çev. Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, İstanbul. Naisse, Ghayath, 2016, “Ghayath Naisse ile röportaj: Suriye Devrimi’nin dersleri”, https://marksist.org/icerik/Dunya/6098/ Ghayath-Naisse-ile-roportaj-Suriye-Devriminin-dersleri, (Erişim tarihi: 13.04.2019). Neale, Jonathan, 2010, “Afghanistan fears”, Socialist Review, Sayı: 349. NTV, 2016, “Dünyanın en büyük teröristi Tony Blair’dir”, https:// www.ntv.com.tr/dunya/dunyanin-en-buyuk-teroristitony-blairdir, (Erişim tarihi: 25.04.2019) Önen, Yıldız, 2015, Savaşa Hayır demenin birleştirici gücü: “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” deneyiminin Türkiye’deki siyasal kültüre etkisi, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Özbay, Özdeş, 2018, “Yemen: Savaşın yarattığı büyük yıkım”, Sosyalist İşçi, Sayı: 630. UN News, 2018, “Saudi Arabia must halt air strikes in Yemen, says UN panel”, https://news.un.org/en/story/2018/10/1022852 (Erişim tarihi: 26.04.2019) Schmitt, Eric, 2009, “Obama Issues Order for More Troops in Afghanistan”, The New York Times, https://www.nytimes. com/2009/12/01/world/asia/01orders.html (Erişim tarihi: 10.04.2019) Sosyalist İşçi, 2018, “Rusya: Emperyalist bir odak”, Sayı: 614. Syrian Observatory for Human Rights, 2018, “2018 under different titles”, http://www.syriahr.com/en/?p=111056 (Erişim tarihi: 11.03.2019) Tekin, Ozan, 2015, “Yemen savaşı: Emperyalizm Arap devrimlerine karşı”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Dunya/1401/ Yemen-savasi-Emperyalizm-Arap-devrimlerine-karsi, (Erişim tarihi: 05.02.2019) Tekin, Ozan, 2016, “Mezhepçilik kader değil”, AltÜst, Sayı: 18.
Cox, Judy, 2004, “Imperialism: just a phase we’re going through?”, International Socialism Journal, Sayı: 102.
The Armed Conflict Location & Event Data Project (ACLED), 2019, https://www.acleddata.com/data/ (Erişim tarihi: 21.04.2019)
Crossette, Barbara, 1995, “Iraq Sanctions Kill Children, U.N. Reports”, The New York Times, https://www.nytimes. com/1995/12/01/world/iraq-sanctions-kill-children-un-reports. html, (Erişim tarihi: 01.04.2019)
The Guardian, 2016, “MPs deliver damning verdict on David Cameron’s Libya intervention”, https://www.theguardian.com/ world/2016/sep/14/mps-deliver-damning-verdict-on-camerons-libya-intervention, (Erişim tarihi: 18.03.2019)
Davies, Rob, 2018, “How much damage can Saudi Arabia do to the global economy?”, The Guardian, https://www.theguardian. com/world/2018/oct/15/how-much-damage-can-saudi-arabia-do-to-the-global-economy, (Erişim tarihi: 22.03.2019)
Wikipedia, 2019, “List of wars and anthropogenic disasters by death toll”, https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_wars_and_anthropogenic_disasters_by_death_toll (Erişim tarihi: 26.03.2019)
Felbab-Brown, Vanda, 2013, Aspiration and Ambivalence: Strategies and realities of counterinsurgency and state building in Afghanistan, Brookings Institution Press, Washington. Global Fire Power, 2019 “Defense Spending by Country”, https:// www.globalfirepower.com/defense-spending-budget.asp (Erişim tarihi: 20.04.2019) Greene, Richard Allen, 2006, “Bush’s language angers US Muslims”, BBC News, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/4785065.stm, (Erişim tarihi: 05.04.2019)
Withnall, Adam, 2016, “Global Peace Index 2016: There are now only 10 countries in the world that are actually free from conflict”, The Independent, https://www.independent.co.uk/news/ world/politics/global-peace-index-2016-there-are-now-only10-countries-in-the-world-that-are-not-at-war-a7069816.html (Erişim tarihi: 16.04.2019) Wallerstein, Immanuel, 2003, “U.S. Weakness and the Struggle for Hegemony”, Monthly Review, Cilt: 55, Sayı: 3.
Harman, Chris, 2008, A People’s History of The World, Verso, New York. Holden, Michael, 2012, “NATO failed to investigate Libya civilian deaths: Amnesty”, Reuters, https://www.reuters.com/article/
79
Değer Her Şey Değildir John Bellamy Foster, Paul Burkett
M
arksist ekolojide son yirmi yılda yaşanan hızlı gelişmeler sol içinde büyük tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalar, gezegensel ekolojik ve toplumsal kriz çağında teori ve pratiğin kavramlarının birbiri ile olan yarışının bir yansıması. Önemli tartışma alanlarından biri, giderek artan sayıda radikal çevre düşünürünün her şeyi tek bir meta mantığı içinde var etmek için, birçok açıdan, liberal çevrecilerin “doğal sermaye” fikrini destekleme ve meta fiyatlarını “ekosistem hizmetlerinin” üzerine yıkma girişimlerini kopyalayarak emek-değer teorisini yapı-sökümüne uğratma girişimi ile ilgili.1 Yeşil çevrelerde pek çok insan, insan dışı doğa tarafından gerçekleştirilen/ harcanan fiziksel iş/enerji maliyetini değer teorisine doğrudan dahil etmedikleri için Karl Marx ve Marksist teorisyenler geleneğinden pek hoşlanmıyorlar.
Giorgos Kallis, Dinesh Wadiwel ve Zehra Taşdemir Yaşın gibi bir dizi çağdaş çevreci düşünüre göre, kapitalizmde sadece insanlar değil, doğa/hayvanlar/enerji de ekonomik değer üretir.2 Dünya çapında tanınan bir ekolojist olan Jason W. Moore gibi daha dolaylı bir yaklaşımı benimseyen diğer düşünürler ise, emeğin değer üretimindeki özel yerini kabul ediyorlar, ancak “kapitalist bir toplumda değer yasasını, Ucuz Doğa yasası” olarak tanımlıyorlar. Emeğin değer üretimine katkısını, “iş” ya da enerjinin, fizikte olduğu gibi, daha geniş kapsamda kullanımları tarafından belirlenen ve bir bütün olarak yaşam ağı tarafından gerçekleştirilen ikincil bir olgu olarak görüyorlar.3 1 Moore, 2014a, s. 245, 261 ve 280. Doğal sermaye hakkında bkz. Hawken, Lovins ve Lovins, 1999. Eleştiri için bkz. Foster, 2002, s26-43. Ekosistem hizmetleri hakkında bkz. Moore, 2015, s. 64; 2014a, s. 261; Costanza ve diğerleri, 1997; Costanza ve diğerleri, 2014. 2 Yaşın, 2017; Kallis ve Swyngedouw, 2018; ve Wadiwell, 2018a ve 2018b. Bu çizgi ile ilgili daha eski bir argüman için bkz. Bunker, 1985. 3 Moore, 2014a, s. 250 ve 280. Moore’un bu konudaki görüşlerinin eleştirisi için bkz Parker, 2017.
80
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
Moore’un 2015’te yayınlanan Capitalism in the Web of Life adlı kitabında açıklandığı gibi bu “yeni değer yasası”nda, değeri belirlemek için kullanılan nihai temel, organik ve organik olmayan aktörlerin “ücreti ödenmemiş” çalışmalarının kapitalist dağılımıdır. Bu yaklaşım özellikle Dört Ucuz’a (iş gücü, enerji, gıda ve hammaddeler) ya da iki yıl sonra yine Moore’un Rai Patel ile birlikte yazdığı A History of the World in Seven Cheap Things (Patel, emek gücü ve hammaddeyi çıkararak doğa, iş, para, yaşamlar ve bakıcılığı ekler) adlı kitabında bahsettiği Yedi Ucuz’a odaklanır. Böylece, Dört ya da Yedi Ucuz’lar, birlikte ele alındıklarında, değerin gerçek temeli olarak emeğin yerini alırlar. Bu “genişlemiş” değer yaklaşımında, emek değer teorisi hayaletimsi bir varlığa, ruhani bir cisme indirgenirken, artık değeri belirlemenin gerçek temeli bütün bir yaşam ağıdır – bu da her şey değerdir teorisine işaret eder. Moore’un isabetli bir biçimde sorduğu gibi, gerçek soru “Her Şeyin Değeri?” değil midir?4 Şüphesiz, liberal çevrecilerin Marksist değer teorisine yönelttikleri eleştiriler çağdaş Yeşil teorinin başlangıcına kadar gider. Bu eleştiriler, değerin iki farklı anlamının sistemli bir şekilde bir araya getirilmesine dayanır: içkin değer (ya da şeylere kendileri içinde ve şeylerle olan ilişkimize atfettiğimiz değer) ve meta değeri. E F Schumacher, 1973’te yazdığı Small Is Beautiful adlı kitapta, modern toplumda “kendimizin yapmadığı her şeyi değersiz olarak görme” eğiliminden söz eder ve “Büyük Dr Marx bile sözde ‘emek değer teorisini’ formüle ederken bu korkunç hataya düştü” der.5 Bu tür suçlamalar, Marx’ın kapitalist meta değerine yönelik eleştirisini, içkin değer ya da daha geniş tarihötesi kültürel değer anlayışları ile karıştırma yanılgısına düşer. Burada önemli olan, Marx’ın kapitalist değer biçiminin en büyük eleştirmeni olduğunu görmektir. Moishe Postone’in Time, Labour, and Social Domination’da doğru bir şekilde belirttiği gibi Marx, asıl olarak, “toplumsal bir zenginlik biçimi olarak değerin tamamen ortadan kalkması” ile ilgileniyordu.6 Dolayısıyla Marx’ın Capital’i kapitalizmdeki değer ilişkilerini, bu ilişkilere geçişin yaşandığı tarihsel sürecin bir parçası olarak açıklamaya çalıştı. Marx, kendi ifadesiyle, üretim içindeki “doğal biçim”i temsil eden kullanım değerinden oluşan gerçek zenginlik ile değer/değişim değerini, yani özellikle kapitalist üretim ile ilişkili olan “değer biçimi”ni birbirinden ayırdı.7 Sosyalizmin, insanlık
ve doğa arasındaki metabolizmayı düzenlerken zengin bir ihtiyaçlar dünyasının gelişmesine olanak sağlamak amacıyla bu dar değer biçimine son vermek gibi özel bir görevi vardı. Yeşiller’in Marx’ın değer teorisine yönelttiği yanlış eleştirilerin temelinde, Marx’ın analizini bir eleştiri – bu açıdan, kavramları mevcut düzeni meşrulaştırmak üzere tasarlanmış olan ve bu nedenle tarihötesi idealler olarak sunulan liberal ekonomi politik ile hiç ilgisi yok - olarak anlamamak yatıyor. Marx, kapitalist değer ilişkilerini diğer gerçeklik alanlarına doğru genişletip evrenselleştirmediği gibi, savunmaya ya da meşrulaştırmaya da çalışmadı. Tam tersine, ona göre devrimci amaç, meta değeri sistemini bütünüyle ortadan kaldırmak ve onun yerine doğrudan üreticiler tarafından kontrol edilen yeni bir sürdürülebilir insan gelişimi sistemi kurmaktı. Marx’a göre, “sonsuz doğal gereklilik” pahasına gezegenin kendisini “soymak” yoluyla dar kapsamlı bir değere dayalı birikim peşinde koşmak, insan toplumu ile bu toplumun da bir parçası olduğu daha geniş doğal dünya arasındaki ilişkide metabolik bir çatlak yaratmıştı.8 Kapitalizmin sınıf çelişkileri ile ikiye katlanan bu koşullar, gasp edenlerin gasp edilmesinin gerekliliğine işaret ediyordu. Dolayısıyla, Marksist ekolojik eleştirinin kapitalizme yönelik standart Yeşil Teori eleştirilerine göre büyük avantajı, Marksist ekolojik eleştirilerin günümüzde gerçekleşen ekolojik yıkımın tarihsel-materyalist temellerine odaklanmış olması ve bunların nasıl aşılacağını göstermesidir. Marksist ekolojik eleştiri, kapitalizme bir dizi tarihötesi değer ve ideallerle karşılık vermek yerine, mevcut meta üretimi, birikim ve değer belirleme biçiminin eleştirisine odaklanır – bu, kapitalizmin, çevresel varoluşun koşullarının ve Gezegen Sistemi’nin kendisinin altını amansızca oymasına doğru genişleyen bir eleştiridir. Marx’ın teorisinde, (meta) değer her şey değildir ve gerçek zenginlikten (kullanım değeri) ayrılır.9
5 Schumacher, 1973, s. 15.
Fakat Marksist teoriye yönelik geleneksel Yeşil eleştiriler kolaylıkla yanıtlanabilse de, Yeşil teorinin karakterini dönüştürmekte olan post-hümanist düşünce içinde yakın zamanda yaşanan gelişmeler klasik tarihsel materyalizmi yok etme girişiminde çok daha ileri gitti. Bu, birbiri ile yakından bağlantılı iki argümanın teşvik edilmesi ile oldu: (1) toplumsal emeğin, değerin temeli olmaktan çıkarılması ve onun yerine daha “kapsayıcı” bir psikolojik ya da enerjik değer teorisinin gelmesi; ve (2) yaşam ağının, bütün yönleri ile dünya meta ekonomisinin değer kanunu altına yerleştirilmesi. Böyle bir analizin amacı, “değerin, ‘ekonomik’ bir kategori olarak (emek ve doğanın çift yönlü yabancılaşmasına
6 Postone, 1993, s. 27.
8 Marx, 1976, s. 133.
7 Marx, 1978, s. 134.
9 Marx, 1938, s. 3.
4 Moore, 2015, s. 70; Moore, 2014a, s. 245 ve 267; Moore, 2017a, s. 327-28; Patel ve Moore, 2017.
81
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
odaklanan klasik Marksist kapitalizm eleştirisi nihai olarak buna dayanır) istikrarsızlaştırılması”dır.10 Tersine, kapitalizme yönelik tutarlı bir ekolojik eleştiri, meta ekonomisine içkin olarak bulunan doğal biçim ile değer biçimi arasında diyalektik bir çelişki kavrayışı gerektirir. Post-hümanist ekolojik eleştiriler ve Marx’ın toplumsal emek kavramı Marksist ekonomi bilimciler, çeşitli Yeşil teorisyenler tarafından sık sık psikolojik ya da enerjik bir değer teorisi geliştirmemekle ve değeri özellikle insan emeğine dayandırmakla suçlansalar da klasik ya da neoklasik, Sraffa’cı ya da çağdaş ekolojik ekonomi bilimi içinde doğayı doğrudan ekonomik değer üreticisi olarak gören bir ekonomi teorisi yok. Küçük istisnalar dışında, klasik dönemden günümüze kadar bütün ekonomi bilimleri, doğanın kendisinin sağladığı şeyi, insan emeği/insan hizmetlerinden bağımsız olarak ekonomiye sunulmuş “bedava hediye” olarak görürler – bu, Adam Smith, Thomas Malthus, David Ricardo ve Karl Marx gibi klasik teorisyenlere kadar giden ve çağdaş neo-klasik ve Marksist ekonomi bilimciler tarafından sürdürülen bir fikirdir. Doğa tabii ki üretimin maddi temelini sağlar ve üretkenliği etkiler ve rant, topraktan fosil yakıtlara kadar her şeye uygulanır ve böylece fiyatın belirlenmesine dahil olur; ancak en genel anlamda değer, bütün okullar ve ekonomi bilimciler tarafından açıkça kapitalist ekonominin gerçekte nasıl çalıştığını gösteren bir insan ürünü olarak görülür. Saf değeri ekonomik değer ile karıştıran pek çok çevreci teorisyene göre, hayvan emeğini ya da enerjisini değer kavramından çıkarmak insan merkezciliktir. Ancak, klasik Marksist perspektife göre, kapitalist meta üretiminin eleştirisi birikim sürecinin sadece iç mantığını değil, ayrıca, sistemin bir yandan “doğal biçim” (kullanım değeri, somut emek, gerçek zenginlik) ve diğer yandan “değer biçimi” (değişim değeri, soyut emek ve değer) arasındaki fark tarafından belirlenen çelişkilerini ve sınırlılıklarını da yakalar.11 Kapitalizmin hem ekonomik hem de ekolojik çelişkileri, değer belirleme süreci ve kapitalist meta üretimine özgü maddi varoluş temelleri arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Kapitalizmde, bir toplumsal emek biçimi olarak soyut emeğin tarihsel olarak özgün karakterini yadsımak, yine kapitalizmde değer belirleme sürecinin aşırı karakterini ve doğayı sonuna kadar gasp ediyor olmasını yadsımaktır. Ancak, günümüzde meta değerinin sadece insan emeğinin değil, aynı zamanda, genel anlamda hayvan emeğinin ve bunun da ötesinde, yine genel anlamda enerjinin bir ürünü olarak kavramsallaştırıldığını 10 Moore, 2014b, s. 29. 11 Marx, 1978, s. 134; Marx, 1970, s. 27-37; Rubin, 1972, s. 131-158.
82
görüyoruz. Wadiwel, Marx’ı eleştirirken, “hayvan emeğinin” ekonomideki rolü açısından insan emeği ile paralel görülmesi gerektiğini ve “hayvanların, sadece meta değil aynı zamanda değer üreticileri (yani emekçiler) olarak değer-rolleri konusunda bir analizin olmadığını” iddia ediyor. Dolayısıyla, emek değer teorisini tamamlayacak, hatta onun yerine geçecek bir “hayvan emeği teorisi”ne ihtiyaç vardır. Bu görüşe göre, “vücut ve onun metabolizması”, fabrika hayvanlarının hayvan emek zamanının incelenmesi yoluyla analiz edilebilecek olan “artık kaynakları”dır. Dolayısıyla değer üretiminin, hem insanları hem de hayvanları tanımlayan ortak bir psikolojik ve enerjik temeli vardır.12 Kallis, “Do Bees Produce Value?”’da (Erik Swyngedouw ile karşılıklı tartışma) şöyle yazar: “doğa tarafından yapılan iş, verimlilik ya da rant kavramları gibi kenara değil, kapitalizmde değer üretim teorisinin (Marksist) merkezine entegre edilmelidir. Moore gibi Kallis de değerin, fizikte olduğu gibi (fizik, bir nesneye güç uygulandığında transfer edilen enerjiyi ölçer) işi kapsayacak şekilde genişletilmesinde ısrar eder. Kallis, “’bir kavanoz bal üretmek için ‘gerekli toplumsal emek zamanının’ sadece arıcılar değil, aynı zamanda, arıların da emeği tarafından belirlendiği çok açık değil mi?” diye sorar. Bu görüşe göre, “değer sadece insanlar tarafından değil, ekosistemler ve fosil yakıtlar tarafından da üretilir”. Ve şöyle devam eder, “Eğer arılar ve fosil yakıtlar olağanüstü miktarda emek harcıyorlarsa (ve bu emek harcanmadığında üretilen toplam değer çok daha az olacaksa) o zaman, “onların yaptığı işi doğrudan açıklayan” bir değer teorisi geliştirilmelidir. Kallis, emek değer teorisinin genişletilmesinin “değer”i, “işi her kim yapıyor olursa olsun (insan ya da insan olmayan, ücretli ya da ücretsiz çalışan) bu iş sonucunda üretilen değer olarak” anlaması gerektiğini söyler.13 Yaşın, Moore ve Stephen Bunker’ın 1985’te yayınlanan Underdeveloping the Amazon adlı kitabına dayanarak Marx’ın metabolik çatlak teorisini, ekolojiyi dışsallaştırdığı ve doğrudan Marksist değer teorisine dahil etmediği için ikincil olmakla eleştirir. Dolayısıyla Yaşın, Marx’da olduğunu düşündüğü bu boşluğu doldurmak üzere “doğa-değer teorisi” önerir. Bu önerisini, Marx’ı ürkütücü derecede yanlış okuyarak meşrulaştırır. Yaşın, Marx’ın “değişim değerinin ve değişim değerinden oluştuğu için zenginliğin tek kaynağının emek olduğunu söylemek totolojidir” cümlesini alıntılayarak bundan, Marx’ın “genellikle varsayıldığı gibi emeğin tek değer 12 Wadiwel, 2018a ve 2018b. 13 Kallis, Kallis and Swyngedouw içinde, 2018, s. 36, 39, 44, 47 ve 49. Kallis, fosil yakıtların ve enerjinin değer yarattığı konusundaki argümanını geliştirirken Moore’dan etkilenmişti. Bkz. Kallis, 2017.
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
kaynağı olduğunu” yadsıdığı sonucunu çıkarıyor.14 Ancak Marx burada sadece mantıksal bir totolojiye işaret ediyor. Marx’a göre kapitalist bir ekonomide meta değerinin tek kaynağının soyut emek olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur ve kendisi bunu defalarca tekrarlar. Tersine, gerçek zenginlik, değerden farklı olarak hem doğanın hem de emeğin ürünüdür.15 Buna rağmen Yaşın, çözüm olarak doğanın değer teorisini öneriyor; bu teori, Moore ile uyumlu bir şekilde “doğayı kapitalist dünya ekolojisine içselleştiriyor”.16 Yaşın, Bunker’in emek değer teorisi eleştirisinden ve çıkarılabilir kaynakların emekten (ve kiradan) bağımsız olarak değer yarattıkları fikrinden yararlanıyor.17 Yaşın’a göre bu, doğaya değer oluşturan olarak bakan bir kavramsal mercek de sağlıyor.18 Bu kavrayışa göre doğa, artık hiçbir anlamda, doğanın sermaye tarafından dışsallaştırılması anlamında bile kapitalizmin dışında değildir. Böylece, Marx’ın metabolik çatlak teorisinde bulunan kapitalizm ve doğa arasındaki sözde “epistemelojik çatlak” ortadan kalkmış oluyor.19 Yaşın’a göre “doğa-değer teorisi”, “ekolojik enerji”yi ekonomik değer yaratımı kavramı ile birleştiren bir perspektif. Ancak, bunun ekonomik açıdan nasıl işlediği ise açıklanmıyor.20 Bu fikirlerin hiçbiri yeni ya da açıkça üzerinde düşünülerek tasarlanmış değil. Marx’a 21. yüzyılda yöneltilen eleştirilerde görülmelerine rağmen bu görüşlerin aynıları Marx hayattayken onun tarafından yanıtlandı, çünkü bu görüşler, Jean-Paul Sartre’ın sözleriyle, “Marksizm öncesi fikileri yeniden canlandırarak aslında “Marksizm öncesine geri dönmekten” başka bir şey anlamına gelmeyen sözde Marksizmin ‘ötesine geçme’ iddiasından” başka bir şey değil.21 Bu, Marx’ın (ve Engels’in) fizyokratlara ve kendi zamanlarının Karl Rössler ve Sergei Podolinsky gibi düşünürlerine verdikleri yanıtlar açısından anlaşılabilir. Büyük ölçüde tarım toplumu hakkında yazan Fransız fizyokratlar, toprağı zenginliğin eşsiz kaynağı olarak görüyorlardı.22 Ancak, üretimin maddi temeli konusunda haklı
olmalarına rağmen, emeğe kapitalist değer belirlemenin toplumsal tabanını göremediler (İngiliz ekonomi politiğinin özelliği bunu görmüş olmasıydı). Marx’ın terimlerinde, fizyokratik doktrin “maddi varlığın değer ile karıştırılmasına” dayanıyordu, yani kullanım değeri (doğal biçim) ile değişim değeri (değer biçimi) arasındaydı.23 Ancak fizyokratik düşünüş biçimi, sürekli metanın doğal biçiminin önemini ve gerçek zenginlik (doğal-maddi kullanım değerleri açısından) ile değer arasındaki çelişkiyi hatırlatır. Marx’ın ilk ve en yetenekli takipçilerinden biri ekonomist Nikolai Sieber idi.24 Sieber, 1870’lerin başında Znanie (Bilgi) dergisinde makaleler yayınlamaya başladı.25 Bu makalelerin ilkinde, Rössler’in Marx’ın Kapital’i hakkında yazdığı eleştiriye yanıt verdi. Rössler eleştiri yazısında, “bir işçinin midesindeki yemek artı değerin kaynağı olurken neden bir at ya da öküzün yediği yemeğin artı değerin kaynağı olamadığını” soruyordu.26 Sieber yanıtında, Marx’ın Kapital’inin evcilleştirilmiş hayvanlar değil, insan toplumu ile ilgili olduğunu ve bundan dolayı sadece insanlar tarafından yaratılan artı değere yönelik olarak yazıldığını söyledi. Marx’ın notlarında belirttiği gibi: Sieber’in bulmadığı yanıt şuydu; çünkü birinde gıda insanın emek gücünü (insanlar) üretirken diğerinde üretmiyor. Şeylerin değeri insanların birbirleri ile (sosyal olarak) ilişkisinden başka bir şey değildir, insanlar bu ilişkiye harcanmış insan emek gücünün ifadesi olarak sahiptirler. Açık ki Rössler şöyle düşünüyor: eğer bir at, at emek gücünün üretimi için gerekli zamandan daha uzun süre çalışırsa, 6 saat yerine 12 saat çalışan bir işçinin yarattığı değeri yaratmış olur. Aynısı, bir makine için de söylenebilir.27
Marx burada toplumsal emekteki değerin dayandığı temele işaret ediyor; kapitalist değer hesaplamasında hayvanların makineler gibi görüldüğünü ve hayvanların üretime yaptığı katkıya makinelerin katkısına yapıldığı şekilde muamele edildiğini ekliyor.
16 Yaşın, 2017, s. 378 ve 389.
Eğer Sieber, asıl önemli olan noktayı başta anlamadıysa, belki de Marx ile yazışmalarının sonucunda sonradan anlamıştır. Ricardo’nun takipçilerinden biri olan Yu. G. Zhukovski 1877’de, Marx’ı sadece insan emeğinin artı değer yarattığını iddia ettiği için eleştirdi.
17 Yaşın, 2017, s. 389-392; Bunker, 1985, s. 20-47.
23 Marx, 1963a, s. 60.
18 Yaşın, 2017, s. 387 ve 392.
24 Sieber’in sonraki tartışmasında Foster ve Burkett’ten yararlanıyor. 2016, s. 107-110.
14 Yaşın, 2017, s. 378 ve 394; Marx, 1970, s. 36. 15 Marx, 1970, s. 35-36.
19 Yaşın, 2017, s. 378. 20 Yaşın, 2017, s. 397-398.
25 Sieber’in Marksist ekonomi bilimi ve Ricardocu teoriye yönelik eleştirisi için bkz. Sieber, 2001.
21 Sartre, 1963, s. 7.
26 Karl Rössler, White içinde, 2001, s. 5-6.
22 Burkett, 2006, s. 23-37.
27 Marx, 1927, s. 61, White içinde, 2001, s. 6.
83
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
Zhukovskii, James D White’ın açıkladığı gibi, “ister ağaç, ister hayvan ya da ister yeryüzü olsun, meyve veren her şey değişim değeri üretme yetisine sahiptir. Zhukovskii’ye göre, temel değer kaynaklarından biri Doğa’dır” diye iddia etti.28 Sieber, Zhukovskii’ye yanıt olarak iyi bir Ricardocu’nun insan emeğinin değerin tek kaynağı olduğunu anlayabilmesi gerektiğini söyledi ki emeğin bölünmesi ve toplumun parçalanması bunun yansımasıdır. Sonraki yıl, klasik ekonomi politikçi Boris Chicherin, Zhukovskii’nin argümanının hemen hemen aynısını öne sürdü.29 Sieber’in yanıtı açıktı, klasik liberal görüşün temellerinden biri olan meta fetişizmini azaltmak: Fakat insanlara, şeyler kendi kendine birbiri ile değişiyormuş, şeylerin kendisi değişim değerine sahipmiş vs ve verilen şeyin içine gömülü olan emek alınan şeye yansımış gibi görünür. Burada Chicherin’in ve ondan önce de Zhukovski’nin iddialarının temelsiz olduğunu ve ikisinin de Marx’ın okura, kendi başına ayrı bir şey olarak değil, insanların, toplumsal gelişimin verili bir aşamasında emeğin toplumsal bölünmesine dayanan karşılıklı ilişkilerini anlamlandırmalarının özel bir yolu olarak bütünlüklü bir değer doktrini ve onun biçimlerini sunmaya çalıştığını anlamadıklarını ya da anlamak istemediklerini görüyoruz. Aslında, her değişim değeri, onun yansıması ya da ifadesi vs bir mitten başka bir şey değildir; var olan tek şey, insan doğasının bütünlüğünün gereği olarak kendi birliğinin peşinde olan ve onu tuhaf ve canavarca meta ve para biçimlerinde bulan toplumsal olarak bölünmüş emektir.30
Kapitalist değer belirleme sürecinin tarihötesi bir rasyonalitesi yoktur, ne de ona böyle bir rasyonalite atfedilmelidir. Tersine, kapitalist değer belirleme süreci, emeğin “tuhaf ve canavarca” bir şekilde yabancılaşmasına ve bununla birlikte doğanın kendisinin de yabancılaşmasına ve dışsallaştırılmasına dayanır. Burada önemli olan şunu anlamaktır; Marx’ın teorisinde, somut emek, yani fiziksel emek – doğrudan doğal-maddi kullanım değerinin üretimine/dönüştürülmesine dahil olan emek, beyine, kana ve kaslara bel bağlayan tek tek bireylerin emeği – kapitalist değer belirleme sürecine temel oluşturan soyut emek ile diyalektik bir karşıtlık içinde bulunur.31 28 White, 2001, s. 6-7. 29 Chicherin, 1998, s. 325. 30 Sieber, White içinde, 2001, s. 8. 31 Rubin, 1972, s. 131-58. Tabii ki soyut emeğin mümkün olması, psikolojik emeğe toplumsal bir eşdeğerlik ifadesi ya da karşılık verilmesini gerektirir. Ancak, soyut emek ve değerin kendisi, herhangi bir psikolojik unsurdan ayrıdır. Rosdolsky (1977, p513)’nin dediği gibi: “Psikolojik emek henüz ekonomik emek değildir”.
84
Marx, somut emeği “bir varoluş koşulu … insan ve doğa arasındaki metabolizmaya ve dolayısıyla insan yaşamının kendisine aracılık eden sonsuz bir doğal zorunluluk” olarak tanımlar.32 Buna karşın, soyut emek bilhassa kapitalist bir toplumsal yapıdır ve bu yapı içinde emek homojendir ve insan emeğinin kendi metabolizması da dahil olmak üzere bütün somut, fiziksel özelliklerinden sıyrılmıştır. Dolayısıyla değer, soyut olarak “homojen insan emeğinin” toplumsal eşdeğerini yansıtan bir tür “somutlaştırılmış … emek”tir.33 Marx, bu bağlamda, insanlar arasında belirli bir toplumsal ilişkiyi yansıtanın soyut emek olduğunu ve somut, fiziksel emeğin değil bu soyut emeğin değere temel oluşturduğunu söyler. Bu nedenle, “metaların değer olarak nesnelliğine tek bir atom bile giremez”.34 Isaak Rubin’in meşhur Essays on Marx’s Theory of Value adlı kitabında söylediği gibi: “Bu itibarla fiziksel olarak harcanan enerji de soyut emek değildir ve değer yaratmaz”.35 O zaman Marx’a göre değer, kullanım değerinin aksine, tarih boyunca gerçekleşen üretime özgü evrensel, fiziksel bir nitelik değildir. Bilakis, kapitalist üretim ve birikim ilişkilerinin kristalleşmesidir. Hayvan, psikolojik ya da enerji değer teorisinden bahsetmek, değerin kapitalist toplumda özellikle somutlaşmış niteliğini – dünyanın giderek çarpıklaşan “yaratıcı yıkımı”nın kaynağı budur - gözden kaçırmaktır. Marx’ın zamanında bile, emek değer teorisini genel bir enerji değer teorisine dönüştürme girişimleri vardı. Ancak bu tür girişimler, değer yaratımını sadece fiziksel bir süreç olarak görerek, kaçınılmaz şekilde soyut emeğin ve kapitalizmde emeğin kendine özgü, toplumsal temelini kavrayamadılar. Enerji değer teorisi Marx’ın ilk takipçilerinden biri olan ve genellikle çağdaş ekolojik ekonominin 19. yüzyıldaki habercisi olarak görülen Sergei Podolinsky tarafından öne sürüldü.36 Podolinsky, termodinamiği ekonomi analizine entegre etmeye çalıştı ve emek değer teorisini enerji değer teorisine dönüştürme sorusunu dile getirdi. Marx, Podolinsky’nin çalışmasını yakından inceledi, detaylı notlar aldı ve Podolinsky’e gönderdiği mektuplarda yorumlarını kendisine iletti. Bu mektuplar kayıp. Ancak, Marx’a gönderdiği iki mektupta Podolinsky’nin analizine dair detaylı bir değerlendirme 32 Marx, 1976, s. 133. 33 Rubin, 1972, s. 153; Marx’tan “homojen insan emeği” konusunda Rubin’de alıntı yapılmıştır, 1972, s. 148 (Kapital’in orijinal Almanca edisyonundan alınmıştır, cilt 1). 34 Marx, 1976, s. 138. 35 Rubin, 1972, s. 136-137. 36 Bu makaledeki ele alış biçiminin dayandığı Marx-Podolinsky ilişkisi üzerine kapsamlı bir tartışma için bkz Foster ve Burkett, 2016, s. 89-136.
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
yapan Engels’ti.37 Engels, termodinamiği üretim teorisine entegre etme argümanından dolayı Podolinsky’i övdü, ancak tarımsal emekten gelen enerjinin, gübredeki enerji ve üretimde kullanılan kömür gibi faktörleri dışarıda bırakarak kabataslak hesaplanması fikrinden dolayı eleştirdi. Engels ayrıca Podolinsky’nin, hem insan emeği hem de emek gücünün yeniden üretimi sürecinde gerçekleşen bütün niteliksel ve niceliksel enerji girişlerini hesaplamanın karmaşıklığını kavrayamamış olmasına dikkat çekti. Marx ve Engels’in, Podolinsky’nin, Sadi Carnot’un “mükemmel termodinamik makinesi” olarak insan fikrini net bir şekilde reddetmiş oldukları şüphe götürmez.38 Engels, başka bir yerde, bir enerji değer teorisi üretmek için en basit ürünlere giden enerjiyi bile hesaplama girişimlerini eleştirdi ve ortak üretimin doğası göz önüne alındığında bu tür hesaplamaların neredeyse imkansız olduğunu vurguladı.39 Tabii ki bunun da ötesinde, enerji değer teorisinin taraftarları, Marx’ın da vurguladığı gibi, ekonomik değerin, evrensel, fiziksel bir realite değil kapitalist topluma özgü, kaynağını sınıftan ve emeğin bölünmesinden alan toplumsal bir ilişki olduğunu anlayamadılar. Modern 20. yüzyıl ekolojik ekonominin kurucusu Nicholas Georgescu-Roegen, kapitalist bir toplumda değerin toplumsal temelini anlayamayan enerji değer teorisinin irrasyonal olmasına vurgu yaparak Podolinsky’e karşı Engels ile aynı tarafta yer aldı.40 Var olan bütün kapsamlı ekonomik değerleme anlayışları, kendi aralarında farklılaşsalar da, zorunlu olarak ekonomik değerin toplumsal tabanına odaklanıyorlar. Eleştirel ekolojik ekonomistlere göre, dar kapitalist değer biçiminin çelişkileri, sistemin doğasına içkin ekolojik (ve ayrıca ekonomik) çatlaklar yaratıyor. Gerçekten de Georgescu-Roegen’e göre, hakim ekonomik düzenin ekolojik yıkıcılığına ve çarpık büyüme anlayışından kaynaklanan devasa çevre sorunlarına yol açan buydu.41 Ekonomik değerlemeye tarihötesi temeller arayan idealist bir değer yaklaşımı, ortaya çıkan gerçekliği oluşturan bütüncül, diyalektik kademeleri (bunlar fiziksel mallara dayansalar bile) anlayamaz. Toplumsal ekonomik ilişkiler, “bencil genler”le açıklanamadığı gibi 37 Marx ve Engels, 1975, cilt 46, s. 410-411. 38 Podolinsky, 2016,s281-82; Foster ve Burkett, 2016, s. 110-117. 39 Marx ve Engels, 1975, cilt 25, s. 586-587. 40 Georgescu-Roegen, 1986, s. 8-9; 1971, s. 277; Martinez-Alier, 1997, s231; Foster ve Burkett, 2016, s. 135136. 41 Georgescu-Roegen, 1976, s. 33-35.
enerji bilimi ile de açıklanamaz.42 Bunların her ikisi de, tarihsel gerçekliğin kendine özgü doğasını görmezden gelen indirgemecilik biçimleridir. Doğanın tamamını ekonomik değerleme sistemine dahil ederek gerçekliğe dair daha ahenkli bir görüntü yaratma girişimleri, mevcut üretim sisteminin ahenkli değil, yabancılaşmış bir sistem olduğunu kavrayamıyor. Genişleyen değer teorisi ve emek değerinin merkezden kaydırılması Emek değer teorisini, post-hümanist sol-ekolojik bir bakış açısından yapı sökümüne uğratma konusunda en hevesli girişim Moore’un çalışmalarında, özellikle Capitalism in the Web of Life’da bulunabilir. Moore’un analizi, Marksist değer teorisine yönelik eleştirilerinde ve daha genel bir psikolojik ya da enerji değer teorisi geliştirme çağrılarında Kallis, Wadiwel ve Yaşın’ı etkiledi.43 Moore’un çalışmasının epistemolojik temelinin merkezini, doğa ve toplum arasındaki ayırım da dahil olmak üzere her yerde gördüğü “Kartezyen ikilikler”in bertaraf edilmesi oluşturuyordu.44 Amaç, toplumsal-tekçi bir analizdi – ya da Moore’un “tekçi ve ilişkisel görüş” olarak adlandırdığı bir analiz – ve bu analizde, yaşam ağındaki her şey “insan ve insan dışı doğaları demeti”nden oluşuyordu.45 Burada hedef, Bruno Latour’un dediği şekilde bütün nesnel ayrımları ortadan kaldırmaktır.46 Bu yaklaşıma, kavramların çeşitli anlamlarının bir araya getirilmesi eşlik eder. Moore, değerin iki klasik anlamı – içkin değer ve ekonomik (meta) değer - olduğunu görerek, bu iki anlamı tek bir analizde birleştirmeyi önerir. “Marx’tan sonra değer yasasını … ekonomik bir süreç olarak savunmaya devam eden Marksistler”in” görüşlerinin aksine Moore, ekonomik değeri ve “kapitalist medeniyetin değerli olarak kabul ettiği nesneleri ve ilişkileri” tek bir çerçevede birleştirmeyi önerir. 47 Moore’un analizi, Marx’ın değer yasası fikrini tarihüstü bir kategori haline getirerek onun değer 42 Levins ve Lewontin, 1985, s. 288; Gould, 1997, s. 91; Bhaskar, 1993, s. 49-56. 43 Kallis, 2017; Wadiwel, 2018a; Wadiwell 2018b, s. 544; Yaşın, 2017. 44 Moore, 2017b, s. 606; 2015, s. 1-7, 19-20 ve 37; Yaşın, 2017, s. 389. 45 Moore, 2015, s. 80 ve 85-86. Moore’un dayandığı “demetli” insan ve insan dışı doğası Latourian bir formülasyondur. Bkz. Latour, 2005, s. 17, 134 ve 139. 46 Moore’un düşüncesinin Latourian karakteri için bkz. Malm, 2018, s. 177-196; Foster, 2016. 47 Moore, 2014a, s. 280.
85
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
eleştirisini, geniş, normatif, medeniyetlere özgü kültürel bir şablon olarak değer fikri ile birleştirmeyi başardı. Marx ve onu izleyen bütün Marksist ekonomistler değer yasasını, kapitalizmin hareket yasalarının (sistemin, eşit mübadele, ve sınıf-temelli gelir biçimlerinin dağıtılmasına dayanan dengeleyici özellikleri) simgesi olarak gördü.48 Amerikalı Marksist ekonomist Paul Baran’ın kısa ve öz bir şekilde açıkladığı gibi Marx’ta; değer yasası, kapitalizm denilen belirli bir tarihsel dönemin ekonomik ve toplumsal örgütlenmesinin karakteristik özelliklerini tarif eden bir dizi önerme olarak görülebilir. Bu örgütlenmenin özellikleri, toplum üyeleri arasındaki ekonomik (ve sadece ekonomik olmayan) ilişkilerde karşılıklılık prensibinin yaygın olması; malların ve hizmetlerin meta olarak üretilmesi (ve dağıtılması); malların ve hizmetlerin, kiralanmış emek yardımıyla bağımsız üreticiler tarafından anonim bir pazar için kar etmek amacıyla üretilmesi ve dağıtılmasıdır.49
Marx’ın değer yasası fikrinin tersine, burada da anlatıldığı gibi, Moore’a göre “bütün medeniyetlerin değer yasası – neyin değerli olup neyin olmadığını gösteren geniş şablonlaşmış öncelikler - vardır.50 “Değer yasası” Moore’un çalışmalarında genellikle Marksist eleştiriye yakın bir şey olarak yer alsa da, dünya-ekoloji teorisinde tarih-üstü bir kategoriye dönüşür – bu öyle bir muğlaklıktır ki sadece medeniyetlerin bütün faaliyetlerini değil, aynı zamanda, insan üretimini etkilediği ölçüde Dünya Sistemi’nin on milyonlarca yıldan beri ürettiği bütün işi/enerjiyi de kapsar. Moore, bununla ilgili olarak sistematik şekilde, fizikte olduğu gibi harcanan enerji ile tarif edilen iş kavramını toplum içinde yaşayan insanların emeği ile birleştirir. Böylece, bir yığın kömürden ev içi emeğe kadar her şeyi kapsayan, “ücreti ödenmeden tahsis edilen emek” evrensel kavramını geliştirir. Hem kömür yığını hem de evde toplumsal üretime katılan kadının, işlerini ücret almadan tahsis ettikleri söylenir.51 Aslında bize dünyadaki çoğu işin ücretinin ödenmediği söylenir. Ancak bu, şu mantık çerçevesini izler; bir şelale, canlı bir ağaç ve okyanus gel-giti, yani aslında organik ve organik olmayan olarak adlandırdığımız 48 Marx, 1981, s. 1020; Sweezy, 1970, s. 52-53. 49 Baran, Baran ve Sweezy içinde, 2017, s. 253. 50 Moore, 2017b, s. 610; 2015, s. 51-58. 51 Kapitalist hesaplamaya göre ne doğal süreçler ne de ev/ geçim emeği doğrudan değer yaratımına katkıda bulunmuyor olmasına rağmen, bu ikisi tabii ki birbiriyle karıştırılmamalı. Bu tür birleştirmelere karşı çıkan güçlü bir eleştiri için bkz. Waring. Marx, toplumsal yeniden üretim ve kadınların ev içi emeğinin sömürüsü için bkz. Foster ve Clark, 2018.
86
bütün varoluş, üretim ile ilgili olduğu sürece “ücreti ödenmemiş” olarak kabul edilir.52 Moore’un, kapitalist sistemin temeli, dinamizminin kaynağı olarak gördüğü ve değer yasası ile özetlenen şey, böyle bir ücreti ödenmemiş maddi varoluşun tahsis edilmesidir. Bu, onun Ucuz Doğa fikrinde işlevli hale gelir. Moore’un, orijinal Dört Ucuzlar kavramsallaştırmasında emek gücü, diğerlerinin yanı sıra “ucuz”lardan biri olarak yer alır – gıda, enerji ve ham maddeleri de kapsayan tek bir düz ontolojide. Steven Cheaps’in Patel ile birlikte gerçekleştirdiği sonraki kavramsallaştırmada emek gücü tamamen ortadan kalkarak daha genel bir kategori olan ve enerji ile ilişkili bütün akışlar ve organik olsun ya da olmasın, hangi kaynaktan gelirse gelsin bütün potansiyel enerji “iş” – evrenin aktivitesi - kategorisinin altına yerleştirilir.53 Moore aynı şekilde, ikilikle mücadele etme adına, birincisini ikincisinin altına yerleştirerek doğa ve toplumu birleştirmeye çalışır. Böylece insanın sadece bir parçası olduğu ve dolayısıyla ona dışsal olan daha geniş bir çevre olarak doğa kavramının ve doğa biliminin rütbesi düşer. Onun yerine bize, “insan ve insan dışı doğaları demeti” gibi birleştirilmiş Latourian kavramları ve yaşam ağı, dünya-ekoloji, oikeios (bir bitkiye uygun yer ya da konum anlamına gelen Theophrastus ile ilişkili; Moore bu kavramları doğa ve ekoloji gibi terimlerinden kaçınmak için kullanıyor) ve Capitalocene gibi geniş kategoriler verilir.54 Bunun da üzerinde doğadaki-kapitalizm/kapitalizmdeki doğa gibi tireli ikiliklere sürekli yapılan göndermeler yer alır.55 Bütün bunlardaki amaç, doğayı kapitalist toplumun altına yerleştirmektir – ya da en azından her şeyi demetlere, ağlara ve karmaşıklıklara indirgemektir.56 Bu tür görüşler, sürekli değişen ve dönüşen bir evrende karmaşıklığı, dolayımı ve entegre olan katmanları vurgulayan diyalektik bir eleştirel gerçekçiliğin tersine, Latourian anlamda, her şeyin tek bir yüzey üzerinde var olduğu düşünülen ve sürekli birbiri ile karışan ve birleşen – sadece aralarında hiçbir sınır ağlar ve şebekeler olmayan - “düz bir insan ve insan olmayan aktörler ontolojisi”ne dayanır.57 Toplumun ya da kapitalizmin doğaya karşı koyması söz konusu olamayacağı gibi – bu, ikili bir perspektif olmakla şuçlanıyor – Moore’un genel bütünleştirici 52 Moore, 2015, s. 54 ve 71. 53 Patel and Moore, 2017, s. 24-25. 54 Moore, 2015, s. 35-36 ve 85. 55 Malm, 2018, s. 179. 56 Bu konuda solda daha geniş bir gelenek için bkz. Foster ve Clark, 2016; Malm, 2018, s. 23-40. 57 Harman, 2014, s. 14, 18 ve 81.
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
yönteminde ekonomik krizden ayrı bir ekolojik kriz de olamaz.58 Ekolojik sorun sadece sermaye birikimi merceğinden görülebilir, onun dışında değil. Bu sorun, ekosistemlerin ve iklimin etkileri açısından değil piyasa ölçütleri, az çok sürdürülebilir insan kalkınması için mücadele açısından görülebilir. Marx’ın, kapitalizm ve doğa arasındaki çelişkileri ifade eden metabolik çatlak kavramı, kaynağını “ikicil” (diyalektik değil) yaklaşımdan aldığı için reddedilir. Moore’un dünya-ekolojisi, böyle tartışmaya açık mantıksal ve metodolojik prensipler temelinde ilerleyerek asıl amacını “değerin ’ekonomik bir kategori’ olarak kesin şekilde istikrarsızlaştırılması” olarak belirler.59 Bu hedefe, değerin fiziksel anlamda işin bir ürünü, yani enerji olarak görülmesiyle ulaşılır. Moore’un yeni, genişlemiş değer yasasında, kendisinin de sık sık açıkladığı gibi, “işin çoğuna değer verilmediği sürece değer çalışmaz”.60 Ancak bu, “işin çoğu” bütün Dünya Sistemi’nin işine/enerjisine gönderme yaptığı ölçüde aleni bir gerçektir ve aslında evren, bir bütün olarak – fosil yakıtlarda gömülü olarak bulunan eski güneş enerjisi, bir nehrin yaptığı iş, ekosistemlerin büyümesi – bütün bunların hepsi “ücreti ödenmemiş” iş ya da potansiyel iş sayılır. Fizikte olduğu gibi, işin bütün bir fiziksel alanı kapsadığı göz önünde tutulursa, bu işin, sadece emek gücünün uygulanmasından daha büyük bir niceliksel öneme sahip olduğu açıktır (nasıl ölçülürse ölçülsün). Fosil yakıt enerjisi, emeğin enerjisini gölgede bırakır. Moore bize, “kömür ve petrol, bu el konulan ücreti ödenmemiş iş sürecinin en iyi örnekleridir” diye anlatır çünkü bunlar yeni değer yasasının gerçek, gizli temelini oluşturur.61 Fakat, kömür ve petrol ile ilişkili bu ödenmemiş olan şey tam olarak nedir? Ekonomi biliminde, kömür ve petrolün sağladığı “bedava hediye”, milyonlarca yıl öncesinden gelen ve kömür, petrol ve doğalgazın düşük-entropi enerji kaynakları olarak oluşmasını sağlayan eski güneş ışığının sonucu olarak meydana gelir. Fosil yakıtlara kullanım değerini veren budur. Moore’a göre, bu değer yapısının temelinde, “birikmiş ücreti ödenmemiş iş” bulunur. Bu iş, milyonlarca yıl içinde gerçekleşen “dünyanın biyo-ekolojik süreçleri yoluyla üretilen fosil yakıtlar biçiminde” ortaya çıkar.62 Marksist ekonomi politikte, bu tür kaynakların fiyatlandırılması tekelci rant tarafından belirlenir. Üretim 58 Moore, 2015, s. 2 ve 40-41.
için önemli kullanım değerlerini temsil eden ve emeğin üretkenliğini artırabilen bu tür kaynaklar değerlerini, kıtlık baz alınarak belirlenen rantlar (ekonomide üretilen artı değerden yapılan kesintiler) yoluyla edinir (ancak bu değeri yaratmaz).63 Aynı zamanda, bu kaynakların meta ekonomisi içinde çıkarılması, arıtılması, dağıtılması, taşınması ve depolanması, insan emeğinin kullanımından dolayı eklenen değeri içerir. Ancak, bunların hiçbiri Moore’un analizinde yer almaz. Bütün bir rant teorisi dışarıda bırakılır. Marx’ın, doğal-maddi kullanım değeri ve değişim değeri/değer arasında yaptığı karmaşık ayırım yerini tek bir değer teorisine bırakır. Bir varil petrolün ya da şelalenin ya da turpun ya da ineğin yaptığı iş “ücreti ödenmemiş” iştir ve dolayısıyla gizli ekolojik değer kaynağı olarak temsil edilir ve emek gücünün temelinde bu değer yatar. Moore, “[Jason] Hribal haklı olarak ‘Hayvanlar işçi sınıfının parçası mı?’ diye soruyor” diye yazıyor – gerçekleştirdikleri ücreti ödenmemiş bütün işler göz önüne alındığında.64 Moore bize şöyle anlatmaya devam ediyor, “Sermaye ilişkisi bütün doğanın işini/enerjisini … değere dönüştürür“. Ya da başka bir yerde öğrendiğimiz gibi, değer yasası tamamen “doğanın yaptığı işi burjuvanın değerine dönüştürmek”tir.65 Moore’un Yeşil aritmetiğinde dünyanın biyo-ekolojik süreçleri biçimindeki ücreti ödenmemiş iş artı emeğin karşılığı olarak ödenmemiş geçinme parası, değer yasasının altında yatan şeyin büyük bölümünü oluşturur; buna karşılık emek gücünün üretim içindeki sömürüsü önemini kaybeder. Yine de tüm bunların hepsini post-hümanist ekolojiye atfetmek yanlış olur. Aslında Moore’un Marksist emek değer teorisini merkezden kaydırması ve doğanın yaptığı işin gizli değer kaynağı olarak görülmesi gerektiği fikri liberal çevreci görüş içindeki çeşitli akımlar içinde hayli serpiliyor. Moore’un analizinin temelinde Richard White’ın Columbia nehrini The Organic Machine adlı kitabında tarihsel olarak ele alış biçimi yatıyor. White, kendi tarih anlatısını “insanların ve Columbia nehrinin paylaştığı nitelikler: enerji ve iş” olarak adlandırdığı çerçeve üzerine kuruyor – ancak, Moore’un tersine White, “insanın yaptığı iş ile doğanın yaptığı iş arasında büyük fark olduğunu” söylüyor. Yine de White kendi analizine yol gösteren bir anolojide şöyle yazıyor: “Bizim gibi nehirler de çalışır. Enerji emerler ve enerji salarlar; dünyayı yeniden düzenlerler.66
59 Moore, 2014b, s. 29.
63 Marksist rant teorisi ve ekoloji için bkz. Burkett, 2014, s. 94-103.
60 Moore, 2015, s. 54.
64 Moore, 2014a, s. 262; Hribal, 2003.
61 Moore, 2015, s. 71.
65 Moore, 2016, s. 89; Moore, 2015, s. 71.
62 Moore, 2014a, s. 261.
66 White, 1995, s. 3, 6 ve 108; Moore, 2015, s. 14-15.
87
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
Önemli olan Moore’un, neoliberal klasik ekonomistler, özellikle Robert Costanza tarafından geliştirilen ücreti ödenmemiş ekosistem hizmetleri fikrine sık sıkıya bağlı olması. Costanza, liberal bir neo-klasik ekonomik perspektif içinde ekonomik enerji değer teorisini, yani aslında en nihayetinde kaynağını güneş enerjisinden alan bir üretim teorisini savunmasıyla biliniyor. Bu, Paul Burkett’in, Marxism and Ecological Economics adlı kitabında aşırı “indirgemecilikten” ve Costanza’nın yaklaşımının tarihsel olarak irrasyonel olmasından bahsetmesine neden oldu.67 Costanza’nın, ekonomik bir değer olarak doğa fikrini teşvik etme girişimi, 1990’larda kendisinin baş editörü olduğu Ecological Economics dergisinde büyük bir bölünme yaşanmasına neden oldu. Ekolojist Howard Odum gibi, büyük, öncü sistemlerle ilişkili daha radikal teorisyenler, kullanım değeri/gerçek zenginlik ve değişim değeri/değer, yani doğal biçim ile değer biçimi arasında ayrım yapan bir yaklaşımı savunarak Marx’ınkine benzer bir tutum aldılar (ekonomik değere karşı Odum’un gömülü enerji fikrini doğal-maddi ya da kullanım değeri kategorisi olarak kullanarak). Odum daha sonra, bu bağlamda kendi sistemler ekolojisini Marksist teori ile sentezlemeye çalıştı ve bu temelde eşit olmayan ekolojik bir mübadele teorisi geliştirdi.68 Odum’un radikal ekolojik yaklaşımı Costanza’nın (Odum’un eski öğrencisi) liberal eğilimlerine doğrudan karşı çıktı. Bu, Odum ile ilişkili radikal ekolojik ekonomi bilimciler ve doğal bilimciler ile Costanza çevresindeki liberal, neo-klasik-yönelimli teorisyenler arasında giderek büyüyen bir çatışmaya yol açtı. Marksist teori ile bağlantılı bir kültürel antropolog olan Alf Hornborg, dergide Odum’un yaklaşımının eleştirisi yaparak ve bu eleştirisinde hem Odum’a hem de Marx’a saldırarak ve Costanza’nın yanında yer alarak önemli bir polemikçi rol oynadı.69 Sonunda Odum ve onun yayın kurulundaki radikal dostları fiilen dergiden atıldılar.70 İsveç’teki Lund Üniversitesi’nde 2008-9 yıllarında Hornborg’un çalışma arkadaşı olan Moore, daha sonra Costanza’ya benzer ekosistemler-hizmetler ve enerji-değer yaklaşımlarını analizine dahil etti.71 Böylece Moore’un çalışmaları, Costanza’nın ekosistemlerin 67 Farber, Costanza ve Wilson, 2002, s. 382-83; Costanza, 1980; Burkett, 2006, s. 18-19, 38 ve 93. 68 Bkz. Foster ve Holleman, 2014, s. 223-227. 69 Hornborg, 1998, s. 130-132; 2001, s. 40-43; 2011, s. 17 ve 104. 70 Odum, 2001, s. 37-39. 71 Hamborg yakın zamanda Moore’u hem posthümanizminden hem de kalıntı Marksizm’inden dolayı eleştirdi. Bkz. Hornborg, 2017.
88
dünya ekonomisine her yıl ödenmemiş on trilyonlarca dolar sağladığı tahmini (meta değerlerinin doğal süreçlere isnat edilmesi ile hesaplanan) ile ilişkili anaakım ekosistem hizmetleri argümanının Marksistleştirilmiş versiyonu biçimini aldı.72 Costanza ve liberal ekolojik ekonomi bilimcilerden oluşan ekibi, radikal ve Marksist ekolojik ekonomi bilimcilerin yaptığı gibi kapitalist sistemin ekolojik çelişkilerini ve doğal-maddi kullanım değerleri ile değişim değeri arasındaki içkin çelişkiyi ele almak yerine, doğal sermaye fikrini benimsemenin gerekliliği üzerine yazdılar. Çevresel çelişkilere getirilen çözümler, doğanın meta ekonomisine içselleştirilmesini gerektiği doğrultusunda anlaşıldı. Böylece ekolojik sorun, doğadaki her şeyin, ekonomiye yardımcı oluyor olarak görülebildiği sürece (doğrudan ya da dolaylı) değer sahibi olduğu ve ona bir fiyat biçilmesi gerektiği varsayımına indirgendi – doğal sermaye kavramı ile desteklenen bir görüş.73 Moore’un, Capitalism and the Web of Life’da ve diğer çalışmalarında getirdiği asıl somut yenilik, kapitalizmin kökeninde tarihi boyunca insan dışı doğa işini (hatta insan işinin büyük bölümünü) ödeme yapmadan kullanmak olduğunu ileri sürerek Costanza’nın perspektifini alaşağı etmesiydi. Yine de, idealist bir şekilde değer üretimi fikrini doğadaki bütün işi/enerjiyi kapsayacak şekilde genişletmeye çalışırken, klasik-Marksist bir perspektiften bakıldığında, emek değer teorisini – kullanım değeri ve değişim değeri ve rant teorisi ile birlikte - büyük ölçüde reddeden bir analizin zayıflığı çok açık ortada. Doğal biçim ve değer biçimi Marx’a göre, kapitalist bir ekonomide değerin özü soyut emektir. Böylece “değer biçimi” (ya da değişim değeri) “doğal biçim”den (ya da kullanım değerinden) ayrılır. Doğal biçim, “somut, hissedilebilir varoluş biçimi”ni simgeler ve doğal-maddi ve teknik malları kapsar ve gerçek zenginliği oluşturur. Metanın değer biçimi ise onun “toplumsal biçimi”dir ve soyut emeğin kristalleşmiş hali olarak genel değer kavramına işaret eder.74 Kapitalist gelişme ile ilişkili ekonomik ve ekolojik çelişkileri üreten, doğal biçim ile değer biçimi arasındaki farktır ve bu fark kapitalist üretime içkindir. Kapitalizm bir birikim sistemi olduğundan dolayı, meta üretiminde değer biçimi, doğal biçim üzerinde tamamen hakimiyet kurar. 72 Moore’un Costanza’ya sık sık yaptığı göndermeler için bkz, örneğin Moore, 2014a, s. 261; 2015, s. 64; 2016, s. 8—Costanza ve diğerlerine yapılan referanslar dahil, 1997; Costanza ve diğerleri, 2007, Costanza ve diğerleri, 2014. 73 Hawken, Lovins ve Lovins, 1999. 74 Marx, 1978, s. 134; Marx, 1975, s. 212.
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
Marx, “o ya da bu biçimde doğal faktörlerin kullanımına yöneltilen faydalı bir aktivite olarak emek, insan varoluşunun doğal, insan ve doğa arasında maddi bir değiş tokuşun [metabolizma] gerçekleşmesini sağlayan bir koşuludur” diye yazar. Ancak, her meta değişim değerini, değer biçimini, tam olarak “kullanım değerinin yabancılaşması yoluyla” elde eder ve bu, genellikle insan ve doğa arasındaki metabolizmanın yıkımına neden olur.75 Bundan, Marx’ın genel metabolik çatlak ya da “bağımsız toplumsal metabolizma (yaşamın kendi doğal yasalarının öngördüğü bir metabolizma) süreci içinde onarılamaz çatlak” kavramı ortaya çıkar.76 Kapitalizmin, değer yasası ile ilişkili mantığı, resmen rasyonel ve aynı zamanda önemli ölçüde irrasyonel bir mantıktır ve irrasyonel yönleri giderek daha büyük önem kazanır. Aslında, kapitalizm öncelikle (“sözde ilkel birikim” yoluyla) doğal malların dışsallaştırılmasına dayanır. Bu tür organik mallar, metanın doğal biçimini temsil eden kullanım değerleri olarak üretime dahil edilmelerine rağmen, değer biçimlerinde yabancılaştırılırlar ve soyut insan emeğine dayanan değerin dışında bırakılırlar.77 Böylece, doğal mallara (bunlara, insan-doğal mallar, yani insan korporel varoluş da dahildir) tek taraflı olarak, sadece değer üretimini sağladıkları ölçüde yaklaşılır. Üretim maliyetinin çoğunun, dışsallıklar olarak doğaya yüklenmesiyle (değer dolaşımının dışında olan insan korporel varoluşu dahil) dışsallaştırma bir kademe daha artar ve bu, sadece çevre üzerinde değil insanlar üzerinde de olumsuz sonuçlara yol açar. Sonuç, kapitalizm yaşamın kendisinin ve nihayetinde bütün Dünya Sistemi’nin yaratıcı yıkımını teşvik etmesidir. Toplumsal ve çevresel maliyetleri piyasa sistemine içselleştirmeyi ve entegre etmeyi tahayyül etme ya da doğayı gerçek değer kaynağı olarak görme yönündeki tarih dışı, idealist girişimler, sadece kapitalist sistemin toplumsal (sınıf ve diğer ezme biçimleri dahil) ve ekolojik çelişkilerini önemsizleştirir. Bu sistemin amacı sermaye birikimidir. Bir ormana fiyat biçmek, böylece onun yaptığı işi/ortaya çıkardığı enerjiyi “ücreti ödenmemiş” olmaktan çıkarmak, yani onu metalaştırmak – onu ayakta duran milyonlarca keresteye dönüştürmek – ormanı kendisine bir ücret belirlenmemiş olan duruma göre daha fazla korumayacak. Çünkü esas mesele “ortak varlıkların trajedisi” değil, sermaye birikimi sisteminin kendisi. Ötücü kuşların tükenmesinin nedeni sistemin tarihsel gelişiminin bu kuşların doğal yaşam ortamını yok ediyor olması – yani basitçe bu kuşların piyasanın bakış açısına göre “değersiz” sayılmaları değil. Balinalar, doğrudan 75 Marx, 1970, s. 36 ve 45-46.
bir piyasa metası olarak satılmak üzere öldürülüyorlar. Ortadan kalkmalarının bir diğer nedeni ise, sistemin genişlemesi sonucunda ekosistemlerinin yok olması. Tüm bunlar, sürdürülebilir insan kalkınmasının doğanın değer sistemine dahil edilmesi gerektiğini değil, meta değerinin kendisinin ortadan kaldırılması gerektiğini gösteriyor. Daha uyumlu bir entegrasyon hayal etmek için doğal biçim ile değer biçimi arasındaki ve ayrıca kapitalist ekonomi ve daha geniş sosyo-ekolojik metabolizma arasındaki köklü diyalektik çelişkileri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir analiz, kaçınılmaz olarak, bütün varoluş düzeylerini “tek bir metabolizmaya” indirgeme çabası içinde doğa ve insanlığın karşılıklı olarak birbirine bağımlı, diyalektik karmaşıklıklarını anlayamayan dar ve tekçi bir görüşe sıkışır.78 Marx’ın kendi sözleriyle, “böyle yanlış bir uyum, ancak” maddi varoluşta bu çatlakları üreten – dışsallaştırma ve yabancılaştırma yoluyla - sistemin tamamen ortadan kaldırılmasını değil, sadece ona “sınırlar” çizilmesini hedefleyen “zayıf, bezgin, karşıt bir düşüncenin yavan, yapmacık ürünü olabilir”.79 Bugün çağrısı yapılan şey doğaya radikal bir değer belirleme değil, yeni bir gerçeklik üretecek devrimci ekolojik ve toplumsal bir dönüşümdür: doğa ve toplum metabolizmasının ilgili üreticileri tarafından gerçekleştirilen rasyonel düzenlemeye yöneltilen bir gereklilik olarak yeni bir özgürlük alanı.80 İşte Rodos burada, buraya atla!81 Paul Burkett, Terre Haute’deki Indiana State Üniversitesi’nde ekonomi dersi veriyor. Kendisi, Marx and Nature (1999) ve Marxism and Ecological Economics (2006) kitaplarının yazarı ve ayrıca John Bellamy Foster ile birlikteMarx and the Earth (2016) kitabının yazarlarından biri. John Bellamy Foster, Monthly Review dergisinin editörü ve Oregon Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü. Kendisi, The Vulnerable Planet (1994), Ecology Against Capitalism (2002), The Ecological Revolution (2009), The Ecological Rift (Brett Clark ve Richard York ile birlikte, 2010), What Every Environmentalist Needs to Know About Capitalism (Fred Magdoff ile birlikte, 2010) ve Marx and the Earth (Paul Burkett ile birlikte, 2016) kitaplarının yazarı.
Çeviri: Arife Köse
Referanslar Baran, Paul A ve Paul M Sweezy, 2017, The Age of Monopoly Capital: Selected Correspondence of Paul A Baran and Paul M Sweezy, 1949-1964 (Monthly Review Press). 78 Moore, 2015, s. 86. 79 Marx, 1973, s. 887.
76 Marx, 1981, s. 949.
80 Marx, 1981, s. 959; Marx ve Engels, 1975, cilt 25, s. 105-106.
77 Marx, 1976, s. 871.
81 Hegel, 1952, s. 11 ve 303; Marx, 1963b, s. 19 ve 142.
89
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
Bhaskar, Roy, 1993, Dialectic: The Pulse of Freedom (Verso). Bunker, Stephen, 1985, Underdeveloping the Amazon: Extraction, Unequal Exchange, and the Failure of the Modern State (University of Chicago Press). Burkett, Paul, 2006, Marxism and Ecological Economics: Toward a Red and Green Poltical Economy(Brill). Burkett, Paul, 2014, Marx and Nature: A Red Green Perspective (Haymarket). Chicherin, Boris N, 1998, Liberty, Equality and the Market (Yale University Press). Costanza, Robert, 1980, “Embodied Energy and Economic Valuation”, Science, cilt 210, sayı 4475. Costanza, Robert, Ralph d’Arge, Rudolf de Groot, Stephen Farber, Monica Grasso, Bruce Hannon, Karin Limburg, Shahid Naeem, Robert V O’Neill, Jose Paruelo, Robert G Raskin, Paul Sutton ve Marjan van den Belt, 1997, “The Value of the World’s Ecosystem Services and Natural Capital”, Nature, cilt 387. Costanza, Robert, Lisa Graumlich, Will Steffen, Carole Crumley, John Dearing, Kathy Hibbard, Rik Leemans, Charles Redman ve David Schimel, 2007, “Sustainability or Collapse: What Can We Learn from Integrating the History of Humans and the Rest of Nature?”, Ambio, cilt 36, sayı 7. Costanza, Robert, Rudolf de Groot, Paul Sutton, Sander van der Ploeg, Sharolyn J Anderson, Ida Kubiszewski, Stephen Farber ve R Kerry Turner, 2014, “Changes in the Global Value of Ecosystem Services”, Global Environmental Change, cilt 26. Farber, Stephen C, Robert Costanza ve Matthew A Wilson, 2002, “Economic and Ecological Concepts for Valuing Ecosystem Services”, Ecological Economics, cilt 41, sayı 3. Foster, John Bellamy, 2002, Ecology Against Capitalism (Monthly Review Press). Foster, John Bellamy, 2016, “Marxism in the Anthropocene: Dialectical Rifts on the Left”, International Critical Thought, cilt 6, sayı 3. Foster, John Bellamy ve Paul Burkett, 2016, Marx and the Earth: An Anti-Critique (Haymarket). Foster, John Bellamy and Brett Clark, 2016, “Marx’s Ecology and the Left”, Monthly Review (Haziran), https:// monthlyreview.org/2016/06/01/marxs-ecology-andthe-left/ Foster, John Bellamy ve Brett Clark, 2018, “Women, Nature, and Capital in the Industrial Revolution”, Monthly Review (Ocak), https://monthlyreview. org/2018/01/01/women-nature-and-capital-in-the-industrial-revolution/ Foster, John Bellamy and Hannah Holleman, 2014, “The Theory of Unequal Ecological Exchange: a Marx-Odum Dialectic”, Journal of Peasant Studies, cilt 41, sayı 2. Georgescu-Roegen, Nicholas, 1971, The Entropy Law and the Economic Process (Harvard University Press). Georgescu-Roegen, Nicholas, 1976, Energy and Economic Myths (Pergamon). Georgescu-Roegen, Nicholas, 1986, “The Entropy Law and the Economic Process in Retrospect”, Eastern Economic Journal, cilt 12, sayı 1.
90
Gould, Stephen Jay, 1997, “Unanswerable Questions”, in Wim Kayzer (ed), A Glorious Accident: Understanding Our Place in the Cosmic Puzzle (W H Freeman). Harman, Graham, 2014, Bruno Latour: Reassembling the Political (Pluto). Hawken, Paul, Amory Lovins, ve L Hunter Lovins, 1999, Natural Capitalism (Little Brown). Hegel, G W F, 1952, The Philosophy of Right (Oxford University Press). Hribal, Jason, 2003, “‘Animals are Part of the Working Class’: a Challenge to Labor History”, Labor History, cilt 44, sayı 4). Hornborg, Alf, 1998, “Towards an Ecological Theory of Unequal Exchange: Articulating World System Theory and Ecological Economics”, Ecological Economics, cilt 25, sayı 1. Hornborg, Alf, 2001, The Power of the Machine: Global Inequalities of Economy, Technology, and Environment (Rowman AltaMira). Hornborg, Alf, 2011, Global Ecology and Unequal Exchange: Fetishism in a Zero-Sum World (Routledge). Hornborg, Alf, 2017, “Dithering While the Planet Burns: Anthropologists’ Approaches to the Anthropocene”, Reviews in Anthropology, cilt 46, sayı 2-3. Kallis, Giorgos, 2017, “Socialism Without Growth”, Capitalism Nature Socialism (October). Kallis, Giorgos ve Erik Swyngedouw, 2018, “Do Bees Produce Value? A Conversation Between an Ecological Economist and a Marxist Geographer”, Capitalism, Nature, Socialism, cilt 29, sayı 3. Latour, Bruno, 2005, Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory (Oxford University Press). Levins, Richard and Richard Lewontin, 1985, The Dialectical Biologist (Harvard University Press). Malm, Andreas, 2018, Progress of this Storm: Nature and Society in a Warming World (Verso). Martinez-Alier, Joan, 1997, “Some Issues in Agrarian and Ecological Economics,” Ecological Economics, cilt 22, sayı 3. Marx, Karl, 1927, “Iz chernovoi tetradi K Marksa”, Letopisi Marksizma, sayı 4. Marx, Karl, 1938 [1875], Critique of the Gotha Programme (International), www.marxists.org/archive/marx/ works/1875/gotha/ Marx, Karl, 1963a, Theories of Surplus Value, bölüm 1 (Progress Publishers). Marx, Karl, 1963b, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte (International). Marx, Karl, 1970 [1859], A Contribution to a Critique of Political Economy (Progress), www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/index.htm Marx, Karl, 1973 [1858], Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy (Penguin). Marx, Karl, 1975, Texts on Method (Blackwell). Marx, Karl, 1976 [1867], Capital, cilt 1 (Penguin). Marx, Karl, 1978, “The Value Form”, Capital and Class, sayı 4. Marx, Karl, 1981, Capital, cilt 3 (Penguin). Marx, Karl ve Friedrich Engels, 1975, Collected Works
Değer Her Şey Değildir | John Bellamy Foster, Paul Burkett
(International Publishers). Moore, Jason W, 2014a, “The Value of Everything? Work, Capital, and Historical Nature in the Capitalist World-Ecology”, Review, cilt 37, sayı 3-4. Moore, Jason W, 2014b, “The Capitalocene, Part II”, Research Gate (June), http://naturalezacienciaysociedad. org/wp-content/uploads/sites/3/2016/02/The-Capitalocene-Part-II-REVISIONS-July-2014.pdf Moore, Jason W, 2015, Capitalism in the Web of Life (Verso). Moore, Jason W, 2016, “The Rise of Cheap Nature”, in Jason W Moore (ed), Anthropocene or Capitalocene? Nature, History, and the Crisis of Capitalism (PM Press). Moore, Jason W, 2017a, “Value in the Web of Life, or, Why World History Matters to Geography”, Dialogues in Human Geography, cilt 7, sayı 3. Moore, Jason W, 2017b, “The Capitalocene, Part I: On the Nature and Origins of our Ecological Crisis”, Journal of Peasant Studies, cilt 44, sayı 3. Odum, Howard, 2001, “Howard T Odum Interview by Cynthia Barnett”, http://ufdc.ufl.edu/ AA00004025/00001 Parker, Jean, 2017, “Ecology and Value Theory”, International Socialism 153 (kış), http://isj.org.uk/ecology-and-value-theory/ Patel, Raj ve Jason W Moore, 2017, A History of the World in Seven Cheap Things: A Guide to Capitalism, Nature, and the Future of the Planet (University of California Press). Podolinsky, Sergei, 2016, “Human Labour and the Unity of Force”, John Bellamy Foster vePaul Burkett, Marx and the Earth: An Anti-Critique’a ek (Haymarket).
Postone, Moishe, 1993, Time, Labor, and Social Domination: A Reinterpretation of Marx’s Critical Theory (Cambridge University Press). Rosdolsky, Roman, 1977, The Making of Marx’s ‘Capital’ (Pluto Press). Rubin, Isaak Illich, 1972 [1928], Essays on Marx’s Theory of Value (Black and Red). Sartre, Jean-Paul, 1963, Search for a Method (Vintage). Schumacher, Ernst F, 1973, Small Is Beautiful: A Study of Economics as if People Mattered (Harper and Row). Sieber [Ziber], Nikolai, 2001 [1871], “Marx’s Theory of Value and Money”, Research in Political Economy, cilt 19. Sweezy, Paul M, 1970, The Theory of Capitalist Development (Monthly Review). Wadiwel, Dinesh, 2018a, “Chicken Harvesting Machine: Animal Labor, Resistance, and the Time of Production”, South Atlantic Quarterly, cilt 117, sayı 3. Wadiwel, Dinesh, 2018b, “On the Labour of Animals”, Progress in Political Economy (28 August), http:// ppesydney.net/on-the-labour-of-animals/ Waring, Marilyn, 1999, Counting for Nothing: What Men Value and What Women are Worth(University of Toronto). White, James D, 2001, “Nicholai Sieber and Karl Marx”, Research in Political Economy, cilt 19. White, Richard, 1995, The Organic Machine: The Remaking of the Columbia River (Hill and Wang). Yaşın, Zehra Taşdemir, 2017, “The Adventure of Capital with Nature: From the Metabolic Rift to the Value Theory of Nature”, Journal of Peasant Studies, cilt 44, sayı 2.
91
SSCB Sosyalist miydi? Meltem Oral
S
SCB’nin karakteri sosyalistler için güncel bir tartışma konusu. Dağılmasının üzerinden bir hayli zaman geçmiş olan bir rejimin yapısının ne olduğu sorusunu güncel kılan birkaç tartışma var. Bu tartışmaları işçi sınıfı mücadelesine dair yaklaşımı ve tarih anlatımı içerisinde sovyetleri çarpıtmayı seven ana akım sağla, liberallerin yorumları ve SSCB’nin karakterine dair hakim analizi güncel siyasi gelişmelerin yanı sıra devrim anlayışında da belirleyici olan sol içi argümanlar olarak ayırmak mümkün. Bu yazıda öncelikle SSCB’nin karakterine dair analizlerin neden güncelliğini koruduğunu ana akım sağ ve sol argümanlara değinerek açıklamaya çalışacağım. Konuya dair sol içindeki ayrımı, günümüzün kitle hareketlerinin akıbetinde önemli bir rol oynadığı için özellikle tartışacağım. Ardından SSCB’nin yapısına dair geliştirilen eleştirel Marksist tezlere ve neden işçi iktidarı olarak tanımlanamayacağını tartışan devlet kapitalizmi teorisine değineceğim. Ekim Devrimi’nin ana akım izahı Egemen tarih anlatımında 1917 Ekim Devrimi’nden 1968 Çekoslovakya’sına her şey bir devamlılık varmışçasına değerlendirilir, Lenin eşittir Stalin’dir, sosyalizm Gulag demektir. Hakim anlatıya göre Ekim Devrimi işçi sınıfının kendi eylemi olmaktan çok bir grup bolşevik militanın kalkışmasıdır. Bu ezber, belgesellerde, filmlerde, kitaplarda tekrarlanır durur. İstanbul’da bu yıl açılan Rus avangard sanatıyla ilgili serginin tarihsel arka plan metni bile bu ezbere dayanıyor. Sergi katalogunda tarihçi Halil Berktay’ın imzasını taşıyan yazının yanı sıra sergi mekanının duvarlarını da tarihsel gerçekliğe dayanmayan ve antikomünist propagandanın tekrarından ibaret olan bir devrim anlatısı süslüyor. Eski takvimle 25-26 Ekim, yeni takvimle 7-8 Kasım 1917’de Bolşevikler, Geçici Hükümet’i bir silahlı ayaklanma yoluyla devirmişlerdi. Sokaklarda gösteri yapan ya da Kışlık Saray’a yürüyen kitleler yoktu; Askeri Devrim Komitesi tarafından Moskova ve St. Petersburg’daki bütün kilit noktaları ve sinir merkezleri ele geçirmek üzere gönderilmiş disiplinli Kızıl Muhafız birlikleri
92
SSCB Sosyalist miydi? | Meltem Oral
vardı. Gerçi Şubat ve Ekim (yeni takvimle kasım) ayları arasındaki protesto gösterileri Kerensky’yi gözden düşürmüş ve tecrit etmişti. Fakat son darbe, hızlı ve belirleyici bir cerahhi operasyon biçiminde geldi. Bolşevikler topçu ateşine başvurmadılar ve sonuçta Kışlık Saray’a bile hemen hiçbir direnişle karşılaşmaksızın girdiler. 1920’de ise, devrimin üçüncü yıldönümünü farklı bir şekilde anmaya karar verdiler.100.000 “seyirci”nin izlediği büyük bir Kışlık Saray’ın Zaptı mizanseni düzenlediler. Hepsi dikkatle ve uzun uzadıya filme alındı. Sergei Eisenstein, 1928’de yaptığı ünlü filminde, bu yeniden canlandırmanın görüntülerini kullanarak sahte bir gerçeklik yarattı; Ekim Devrimi’nin on yıllar boyunca seyircisini ikna etmeyi başaran resmi ve siyaseten doğru versiyonunu oluşturdu. 1
Yani bu düşünceye göre devrim Rusya işçi sınıfının kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir eylem olmadığı gibi, kitlelerin devrim yaptığı fikri sonradan icat edilen bir şeydi. Ekim Devrimi’nin işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin bir ürünü olmadığı anlatısı sosyalizm fikrini topyekûn karalamanın bir yolu olarak, bazen onu faşizmle eşitlemeye dek ileri götürülür. “1917 Rus devrimi olmasaydı Hitler büyük ihtimalle her şeye başladığı serseri evrelerinden bir tanesinde bir kartpostal çizeri olarak kalacaktı. Lenin olmasaydı Hitler olmazdı.” 2 Kısaca SSCB’ye dair genel anlatı, tarih sanki düz bir çizgi halinde ilerliyormuş gibi Ekim Devrimi’nin çarpıtılmış yorumlarına dayanıyor. Böylece 1917’den 1991’e yani Ekim Devrimi’nden SSCB’nin dağılmasına bir paralellik kuruluyor. Zaten kitlelerin yapmadığı bir devrimin doğal ürünü olan totaliter bir rejimin yıkılması kapitalizmin nihai zaferinin ve sıradan milyonlarca insandaki serbest piyasa hasretinin bir kanıtı olarak sunuluyor. Bu argümanların gayesi sadece tarihi tartışmaktan ibaret değil. Kitle hareketlerinin, işçi sınıfı mücadelesinin, solun yükseldiği her dönemde ‘sosyalizm totaliterizm demektir’ şeklinde analojiler kuranlar mutlaka çıkıyor. Genel olarak sosyalizm fikrini ve kitle mücadelelerini karalamanın bir yolu olarak anti komünist argümanlar olarak işe koşuluyorlar. SSCB’nin karakteri hakkında tartışmanın önemi sadece ana akım sağ ideolojilerin kitle hareketi düşmanlığı karşısında sosyalizmin itibarını savunma meselesi değil. Stalinizmi Ekim Devrimi’nin doğal bir ürünü olarak sunan hakim anlayış, günümüzde küresel çapta kitle hareketlerinde sokağa çıkan milyonlarca insanın örgütlenme fikrine mesafelenmesinde etkili bir faktör. İşçi sınıfının kendi gücünü, parlamenter 1
18 Ekim- 7 Nisan tarihleri arasında Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen Rus Avangardı: Sanat ve Tasarımla Geleceği Düşlemek sergisinde yer alan, tarihsel çerçeve metninden.
2
aktaran Benlisoy ve Çetinkaya, 2018, s.102.
sınırları aşarak iktidar olarak örgütlemesi fikri çoğu zaman mücadelenin içindekiler tarafından da başarısız bir SSCB deneyiminin replikasını tahayyül etmek olarak algılanıyor. Dolayısıyla SSCB, Küba, Çin, Kuzey Kore deneyimlerinin sosyalizmle ne alakası olduğu, Gulag’taki zorunlu çalışma kamplarında ne yapıldığı, Afganistan veya Macaristan’da Sovyet tanklarının ne aradığı gibi sorular, sosyalist hareketin bizzat yüzleşmesi ve yanıtlaması gereken sorulardır. Sosyalist hareket için bu çaba, geçmişi tanımlamanın ötesinde nasıl bir gelecek tahayyül edildiğini göstermesi açısından önemlidir. Bürokrasinin yükselişi 1917’den 1991’e bir sürekliliğin olmadığı, devrimin yozlaşma süreci, Stalin’in ‘tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğu’ ilanıyla birlikte Ekim Devrimi’nin ve aslında Marksizmin politik ve pratik kapsamından kopuşu, Sovyet ekonomisinin karakterinin neden bir ‘işçi devleti’ mefhumuyla asla bağdaşmayacağı gibi başlıkları Marksist bir perspektifle açıklamak bir zorunluluktur. SSCB’nin dünya sosyalizminin kalesi olduğu fikrinin sol içerisinde iştahla tartışıldığı günler geride kalmış görünüyor. Ancak Sovyet ekonomisinin ‘her şeye rağmen’ kapitalizme nazaran işçilerin daha fazla çıkarına olduğu, ‘dejenere işçi devleti’ tezleriyle savunulabiliyor. Sovyetlerde üretim araçlarının kontrolünün devlette olması, devletin kontrolünün kimde olduğu sorusunu yok sayarak sosyalist bir ekonominin varlığının kanıtı olarak gösterilebiliyor. SSCB’ye bakınca Ekim Devrimi’nin mirasını gören sol kesimlerle, bir işçi devriminin totaliterliğe yol açması kadar kapitalizmin de kaçınılmaz olduğunu savunan sağ ideolojiler devrimin akıbetinde belirleyici olan birçok somut faktörü gözden kaçırıyor. 1917’de Rusya’daki devrim, dönemin Almanya, Macaristan, İtalya gibi Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı hareketlerinin yenilgisiyle birlikte izole oldu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, o günler özelinde düşünülecek olursa özellikle Almanya’da bir işçi devriminin gerçekleşmesi Rusya’daki devrimin ayakta kalması için destekleyici bir unsur olmanın ötesinde, bir zorunluluktu, devrimin oksijeniydi. “Biz her zaman geleceğimizi uluslararası bir devrime bağlı olarak gördük ve bu konuda kuşkusuz haklıydık...her zaman tek ülkede bir sosyalist devrim başarmak gibi bir şeyin mümkün olmadığını vurguladık”3 derken Lenin olası bir izolasyonun devrimi karşı karşıya bırakacağı tehlikelere işaret ediyordu. Alman devriminin ağır bir yenilgi yaşaması Rusya’daki işçi iktidarının da kaderini belirledi. “Yalnız tek bir ülkede değil bir ülkeler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyetler Cumhuriyeti’nin emperyalist devletler ile yan yana uzun bir 3
aktaran Cliff, 2017, s. 157.
93
SSCB Sosyalist miydi? | Meltem Oral
süre varolacağı düşünülemez. Sonunda ya biri ya öbürü kazanmak zorundadır.” 4 İzolasyonun yanı sıra devrimin hemen ardından karşı devrimci güçlerle yaşanan iç savaş süreci, emperyalist ülkelerin devrime saldırısı, öz örgütlenmeleri sovyetler aracılığıyla kendisini iktidar olarak örgütleyen işçi sınıfının mücadeleci kesimlerinin önemli bir bölümünün imhasına yol açtı. “1917’de yaklaşık 3 milyon olan sanayi işçilerinin sayısı 1921 yılına gelindiğinde 1 milyon 250 bin kadardı.”5 İşçi sınıfı nüfusu savaş öncesi dönemin yüzde 43’üne gerilemiş, işçiler ya savaşta ölmüş ya da köyüne dönmüştü.6 Yani devrimin ideolojik, politik, pratik deneyimine sahip işçilerin çoğu kısa bir süre sonra fiziksel olarak yoktu. Devrimin kazanımlarının korunması için Beyaz Ordu ve emperyalist güçlere karşı sürdürülen mücadelenin bedeli ülkenin ekonomik koşulları için de pahalı oldu. İşçi sınıfının imhasının boyutları, sanayi üretiminin yaşadığı yıkımı da göstermektedir. Bu dönemde sanayi üretimi 1913’teki düzeyinin yüzde 31’ine gerilemiş durumdaydı. Yani karşı devrim süreci, devrimci iktidarı yıkmayı başaramamıştı ancak devrimi gerçekleştiren bilinçli, militan işçilerin çoğunluğu yok olmuş, ekonomideki sarsıntının bir sonucu olarak salgın hastalıklar ve açlık gibi sorunlar ortaya çıkmıştı. Bu koşullar 1917 öncesinde ve devrim sürecinde fabrikalardaki işçilerin öz yönetim organları olan sovyetlerin ve sınıfın içerisindeki bilinçli işçi militanların birliği olan, harekete politik liderlik edebilen Bolşevik Partisi’nin yapısını büyük ölçüde değiştirdi. Bu değişimin temelinde yatan şey öncelikle bir bütün olarak işçi sınıfının içinde bulunduğu durumdur. 1921’de Lenin işçilerin durumunu tariflerken “ülkemizdeki sanayi proleteryası...savaşa ve umutsuz bir yoksulluk ve yıkıma bağlı olarak deklase bir durumdadır, yani sınıf temelini yitirmiştir, proleterya olarak varlığı son bulmuştur”7 demekteydi. İşçi sınıfının yaşadığı bu yıkıcı dönüşüm, kuşkusuz devrimi 1917 günlerinin hedefleriyle ayakta tutabilecek öz yönetim organlarının da içini boşaltmıştı. Bu kurumlar “içinden yükseldiği sınıftan bağımsız bir hayat kazandılar”.8 Sovyetler sıradan insanların kendi kendilerini yönetebildikleri, demokratik öz yönetim organları olmaktan çıktı. Bürokrasinin yani sıradan insanların, işçilerin, toplumun denetimine bağlı olmayan bir memurlar
94
hiyerarşisinin yükselişinin arka planında yatan dinamik budur. 1920 yılının sonuna gelindiğinde artık Rusya’daki manzara Ekim günlerindekinden bir hayli farklıdır, devlet memurlarının sayısı sanayi işçilerinin beş katına ulaşmıştır.9 Kısaca işçi sınıfı 1920’lerden itibaren kendisini sosyalist bir toplum olarak örgütleme potansiyelini, iç içe geçmiş bir parti ve devlet bürokrasisi karşısında yitirmişti. Stalin’in en tepesinde yer aldığı bürokratik mekanizma mevcut rejimi ayak tutmanın yolunu işçi sınıfının kurumlarını atomize etmekte ve işçilerle köylüleri baskı altına alacak ekonomik ve politik süreçleri işletmekte buldu. Bir işçi iktidarından beklenebilecek, ekonomik ve politik karar alma mekanizmalarının denetiminin işçilerde olması gibi en basit koşul bile Stalin’in ‘büyük temizliği’nin ardından Sovyetler için artık mümkün değildi. “...1917’deki üyelerin yalnızca on dörtte biri ve 1920’deki üyelerin altıda biri 1939’a gelindiğinde hala parti üyesiydi. Eski üyelerin bu ölçüde ortadan kaybolmasını doğal nedenlerle açıklamak mümkün değil, çünkü 1917 ve 1920’de parti üyelerinin büyük çoğunluğunu çok genç üyeler oluşturmaktaydı.” 10 Bolşevik Partisi’nin 1917’de ve sonrasında etkili olan birçok sosyalist militanı ya Stalin’in emriyle idam edildi ya da hapishanelerde öldü. Dolayısıyla 1917’den Sovyetlerin çöküşüne dek süreklilik kurmak isteyenlerin ilk gözden kaçırdığı şey, önce devrimi yapan işçilerin bizzat kendisinin sonrasında, sovyetler ve parti gibi işçilerin kurumlarının yaşadığı ağır dönüşüm ve nihayetinde bürokrasinin yükselişidir. Neyseki bugün ciddiye alınmak isteyen kimse Stalin dönemiyle birlikte sistematikleşen zorbalığın sosyalizm olduğunu iddia etmiyor. Ancak rejimin karakterinin sosyalizmle alakası olmamasının temeli sadece yozlaşmış bir parti içindeki bürokraside yükselmeyi başararak devlet yöneticisi haline gelen aparatçikler, eşcinsellere veya farklı ulusal kimliklere yönelik baskılar, greve çıkan işçilerin kurşunlanması değil, bunları da mümkün kılan rejimin ekonomik ve sosyal yapısı. Sovyet Rusya’sının ‘her şeye rağmen’ bir işçi devleti olarak tanımlanmaktan çok uzak olmasının temelinde ekonomik ve toplumsal yapısı yer alıyordu. Sosyalizm değilse ne? Sovyetlerin ekonomik ve toplumsal yapısının nasıl tanımlanması gerektiği sorusunun yanıtı bizzat kapitalizmin işleyişinin kökeninde yatıyor. Sermaye birikimi ve rekabet kapitalist üretim ilişkileri için iki anahtar süreçtir. Kapitalist, piyasanın içinde kalmak için biriktirmek zorundadır.
4
Binns, 1990, s. 48.
5
Molyneux, 1997, s. 51.
6
Harman, 1990, s. 16.
7
aktaran Molyneux, 1997, a.g.e., s. 51.
9
8
Harman, 1990, a.g.e., s. 18.
10 Cliff, 2017, a.g.e., s. 134.
Budd, 2018, s. 76.
SSCB Sosyalist miydi? | Meltem Oral
Daha da fazla sermaye birikimi uğruna birikim güdüsü kapitalizmin özünü oluşturur ve iki ana etmenden kaynaklanır. Birincisi, işçiler üretim araçlarından koparılmışlardır. Bir bütün olarak üretimi işçiler kontrol ediyor olsalar, üretim ihtiyaca, tüketime tabi olurdu. Bairiki doğrultusunda verilen bir karar, ancak tüketimi artırmak amacıyla verilmiş bir karar olabilirdi. İkinci etmen ise, kapitalistler arasındaki rekabet. Rekabet olmasa, her bir kapitalist artık üretimi tüketmek, biriktirmek veya hatta işçilere iade etmek doğrultusunda özgürce karar verebilirdi. Kapitalisti birikime iten rekabettir; birikim yapmayan kapitalist rakip kapitalistler tarafından yok edilme tehlikesiyle karşılaşır. Bu nedenledir ki, “Rekabet, her bir kapitalistin, kapitalist üretimin mevcut yasalarını kendi dışında zorlayıcı yasalar olarak hissetmesini sağlar.11
Kapitalizmin işleyiş mantığı için kritik olan bu iki temel unsur, SSCB ekonomisi için de varolan dinamiklerdir. Stalinist bürokrasi altında işçiler üretim araçlarının mülkiyetinden kopartılmış, ekonomi ise Batı’daki kapitalist ülkelerle askeri rekabet temelinde birikim eğilimine odaklanmıştır. Stalin’in 1924’te ortaya attığı ve Marksizm’den bir sapma olarak kabul edilmesi gereken tek ülkede sosyalizm tezi, 1920’lerin ilk yıllarında gelişen bürokratikleşmeyi başka bir evreye taşıdı. Bu tez Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olarak başarılı olmasının ancak bir dünya devrimine bağlı olduğu görüşünü reddeder. Artık öncelik uluslararası bir devrimin inşası değil, tek bir ülkede ‘sosyalizmi’ yaşatmaktır. Tek ülkede sosyalizm iddiası ekonomik ve toplumsal olarak somut ifadesini, 1928-1933 yıllarını kapsayan ilk Beş Yıllık Plan’da buldu. Bu plan esas olarak Sovyet ekonomisini emperyalist güçlerle rekabet edebilecek bir hale getirmeye, bunun içinse devasa bir sermaye birikimi gerçekleştirmeye dayanıyordu. Stalin’in 1931’de ifade ettiği “ileri ülkelerin elli veya yüz yıl gerisindeyiz. Bu farkı on yıl içinde kapatmak zorundayız. Ya biz bunu başarırız ya da onlar bizi ezerler” ikilemi Lenin’in devrimin kaderi hakkında söyledikleri düşünüldüğünde hayli ironiktir. Sosyalist rejimin ancak küresel işçi sınıfının devrimiyle başarılı olabileceğini ortaya koyan, ya dünya devrimi gerçekleşir ya da emperyalist devletler kazanır ifadesi artık yerini ‘ya Rusya ekonomisi kapitalistlerle rekabet edecek kadar büyür ya da onlar kazanır’a bırakır. Yani Sovyetlerin hayatta kalmasının koşulu enternasyonalist bir perspektiften saptırılarak, Rusya’nın küresel ekonomik rekabetteki gücüne endekslenir. Peki Sovyetler dünyanın geri kalanındaki küresel kapitalist, emperyalist güçlerle nasıl rekabet edecekti? Stalin’in on yılda kapamak istediği fark, Batı kapitalizminin 200 yıllık sermaye birikimiyle attığı farktı. Kapitalizmin doğuşunda ilkel sermaye birikimi bilhassa 11 Binns, 1990, a.g.e., s. 43.
sömürge ülkelerin yağmalanmasına, köleliğe, talana dayanıyordu. Rusya’daki sermaye birikimi süreci de kapitalizmin mantığı içerisinde benzer bir şekilde gerçekleşti. Yani kapitalizmin yüz yıllık dehşetinin birkaç on yıla sıkıştırılmış bir versiyonu. Batı’nın 200 yılda biriktirdiğini on yılda biriktirmenin yolu işçilerin üretim araçlarının kontrolünden kopartılmasından, bağımsız öz yönetim organlarının dağıtılmasından, grevin yasaklanmasından, çocuklar dahil olmak üzere herkesin günde neredeyse 16 saat çalıştırılmalarından, Gulag çalışma kamplarıyla birlikte kapitalizm altında ücretli emekçiler üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanılan işsizler ordusu işlevini gören bir kölelik sisteminin kurulmasından, köylülere kolektif çiftliklere katılmanın veya topraklarından sürülmenin dayatılmasından geçiyordu.12 Birinci Beş Yıllık Plan döneminde sanayiye yapılan yatırımlar 1923-28 yıllarına göre altı kat daha fazlaydı. Sonraki beş yıllık planlarda bu yatırım oranı ikişer kat artmaya devam etti.13 Kısaca SSCB ekonomisi, kapitalist rekabetçi birikim modelinden azade, kurtarılmış bir adacık değildi. Aksine yoğun emek sömürüsüne ve zorbalığa dayalı birikim modeli, bizzat kapitalizmin işleyiş mantığının bir uzantısıydı. “1917’nin üstünden on yıldan biraz daha uzun bir zaman geçmişti ki SSCB, uluslararası kapitalist sisteme alternatif olmaktan çıkarak onun bir unsuru haline geldi.”14 Emperyalizmle rekabetin bir sonucu olarak SSCB’deki yoğun sanayi yatırımları silahlanma odaklıydı. 1932’de demir çeliğin yüzde 46’sını silah imalatı yapan fabrikalar tüketirken, bu altı sene sonrasında yüzde 94’e çıkmış durumdaydı.15 Dolayısıyla üretim, işçilerin özgürlükleri pahasına silahlanma ve askeri rekabet uğruna gerçekleşiyordu. Kısacası ‘tek ülkede sosyalizm’ iddiasını takip eden ekonomik planlarla birlikte, sermaye birikiminin esas hedef haline gelmiş olması, SSCB’nin Ekim Devrimi’nin mirası olduğunu zannedenlerin veya her devrimin kendi çocuklarını yediğini söylemeye meraklı olanların gözden kaçırmayı tercih ettiği bir olgudur. Devlet kapitalizmi teorisi SSCB’de üretim araçları devlet mülkiyetindeydi. Klasik anlamda sermayenin özel mülkiyetinin olmaması çoğu zaman, Sovyetlerin kapitalist üretim ilişkilerinden veya rekabetten bağımsız bir işçi devleti olduğu şeklinde yorumlara yol açıyor. Ekonominin planlı olması da ‘sosyalizm’ olmasının kanıtı olarak öne sürülebiliyor. 12 Harman, 2017, s. 18. 13 Binns, 1990, a.g.e., s. 50. 14 Budd, 2018, s. 75. 15 Binns, 1990, a.g.e., s. 50.
95
SSCB Sosyalist miydi? | Meltem Oral
Hatta SSCB’nin henüz nefes aldığı yıllarda Rusya’nın sanayi üretiminin Avrupa’da birinci, dünyada ikinci sıraya yükselmiş olması ‘sosyalist anavatanın’ gücü olarak olumlanabiliyordu bile. Ancak bu argümanların rejimin karakteri sosyalist miydi sorusuna yanıt olabilmeleri için en basitinden iki kriteri karşılayabilmesi gerekirdi. Üretim araçlarının mülkiyeti özel sermayede değil de devletteyken, devletin kontrolü kimdeydi? Ekonomiyi kim planlıyordu? Bu iki kritik sorunun yanıtının, SSCB örneğine bakarak ‘işçi sınıfı’ olamayacağı çok açık. İşçilerin ekonomik ve siyasi karar alma mekanizmalarının dışında tutularak yoğun emek sömürüsüne tabi kılındıkları bir rejimi sosyalist olarak tanımlamanın Marksizmle herhangi bir alakası olmadığından bahsetmeye gerek yok. Aynı şekilde sanayi üretimi kısa zamanda eşi benzeri olmayan bir şekilde ilerlerken, toplumsal eşitsizlikte, ekonomik koşullarda, siyasal özgürlüklerde, işçilerin lehine herhangi bir ilerlemenin olmadığı bir rejimin ‘her şeye rağmen işçi devleti’ olarak kabul edilemeyeceği de çok açık. SSCB’nin karakterine dair marksist açıklama, rejim henüz ayaktayken, 1947 gibi erken bir tarihte devrimci Marksist Tony Cliff ’ten geldi. O yıllarda Troçkist Dördüncü Enternasyonal’de örgütlü olan Cliff, SSCB’nin karakterini anlamak için başladığı araştırmayı, bu rejimin işçi devleti olarak tanımlanmasının mümkün olmadığını anlatan bürokratik devlet kapitalizmi teorisiyle tamamladı. Yukarıda kabaca çerçevesi çizilen Rusya’daki sermaye birikimi sürecinin dinamiklerini, ekonomik büyümenin arkasındaki toplumsal ilişkileri ve işçi sınıfının bu süreçlerdeki siyasi konumunu irdelediği incelemesinde Cliff, en temel Marksist metodolojiyi izlemiştir. Cliff ’in vardığı sonuca göre “Rusya bürokratik devlet kapitalizmidir; çünkü bürokrasi kolektif olarak üretim araçlarını denetim altında bulundurmakta, ve aynen batılı bir kapitalist gibi daima işçileri sömürmek ve “ölü emek” birikimini daha da çoğaltmak için bu denetimi kullanmaktadır. Stalin döneminde işçilerin ve köylülerin maruz kaldıkları aşağılanmayı ve kurulan terör üstyapısını açıklayan olgu budur.”16 Elbette bu teori, SSCB’nin yıkılışıyla birlikte sıradan insanların kendi kendilerini yönettiği özgür bir toplumun ifadesi olan sosyalizm fikrinin de mezarına son çivinin çakıldığının, kapitalizmin tek yol olduğunun anlatıldığı bir dünyada çok daha büyük bir anlam ifade etti. Her şeyin ötesinde Marksizm’in bir takım dogmalardan ibaret olduğunu sananların aksine, yaşadığımız toplumun temellerini anlamaya ve açıklamaya girişen bir yöntem olduğunu hatırlatarak adeta itibarını iade etmiştir.
16 Harman, 2017, a.g.e. s. 19.
96
Kaynakça Cliff, Tony, 2017, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, çev. Roni Margulies, Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul Molyneux, John, 1997, Gerçek Marksist Gelenek Nedir?, çev. Melike Çakırer, Z Yayınları, İstanbul Benlisoy, Foti ve Çetinkaya, Y. Doğan, 2018, Gelecek 1917: Tarih, Devrim, Kültür, Habitus Yayıncılık, İstanbul Harman, Chris, 1990, “Rusya’da Devrim ve Karşı Devrim”, Sosyalizmin Krizine Marksist Yanıt, çev. Erdal Taşkıran, Koral Yayınevi, İstanbul, 13-35. Harman, Chris, 2017, “1988 İngilizce Baskısına Önsöz”, içinde Rusya’da Devlet Kapitalizmi, çev. Roni Margulies, Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul, s. 14-22. Binns, Peter, 1990, “Rusya’da Devlet Kapitalizmi”, Sosyalizmin Krizine Marksist Yanıt, çev. Erdal Taşkıran, Koral Yayınevi, İstanbul. Budd, Adrian, 2018, “Marksist Teoriye Bir Katkı: Rusya’da Devlet Kapitalizmi Teorisi”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 2, çev. Mesut Çelebioğlu.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
D
ördüncü Sanayi Devrimi veya Almanya’nın dijital versiyonlama literatürüne gönderme yaparak markalaştırdığı ismiyle Sanayi 4.0, günümüz teknolojisinin üretim alanında yol açtığı veri paylaşımı ve otomasyon dönüşümünü tanımlamak için kullanılıyor. Bu isimlendirmeye göre Birinci Sanayi Devrimi, yani Sanayi 1.0, mekanizasyon, su ve buhar teknolojilerinin üretim süreçlerinde uygulandığı dönem için kullanılıyor. 1765 yılında bulunan buhar makinesi elektrik bulunana kadar üretimde esas enerji kaynağı olarak kullanılıyordu. Makineleşmenin başladığı bu dönemde çığır açan teknolojik buluşlar; çırçır makinesi, dikiş makinesi ve telgraf olmuştu. Sanayi 2.0, elektriğin üretimde kullanılması ile yaşanan dönüşümü anlatıyor. Bu dönemde su buharından çok daha güçlü motorlar ve makineler yapılabildi ve üretim bantları devreye girdi. Fordizm denilen üretim süreci yaygınlık kazandı. Bu dönemin öne çıkan gelişmeleri telefon, pikap gibi ürünler, içten yanmalı motorun icadıyla elektrifikasyonun yayılması ve çelik üretimiyle birlikte yayılan tren hatları olmuştu. Sanayi 3.0 veya Dijital Devrim, analog ve mekanik cihazlardan bugün kullandığımız dijital cihazlara geçişi anlatıyor. 1950’lerden itibaren başlamakla birlikte esas olarak 1980’ler ve sonrasında yaygınlaşan bu dönemin belirleyici icatları, transistör, mikroçip, kişisel bilgisayarlar ve internet. Sanayi 4.0 ise üretim alanındaki fiziksel, dijital ve biyolojik sistemlerin birbirlerinden haberdar olduğu ve birbirleriyle uyum içerisinde çalışabildiği “akıllı fabrika” ve “akıllı nesneler” dönemini anlatmak için kullanılıyor. Bu yeni dönemin öne çıkan teknolojileri; robot bilimi yani robotik, internet ve ağ bağlantısının (endüstriyel robotlardan güvenlik kameralarına, buzdolaplarından kişisel bilekliklere) hayatın her alanına yayılmasını anlatan nesnelerin interneti1 (IoT), insan ve makinenin ortak çalışmasına 1
Birçok rapor ve makalede 2020 yılı sonunda tüm dünyada internete bağlanabilen 50 milyar cihaz olacağı söyleniyor. Kıyafetlerden, ayakkabılara kadar birçok cihaza takılacak çipler ile akıllı nesnelerin sayısı artacak. Bu örnekler üzerinden gidersek, hem bu nesneler vücut sıcaklığımızdan attığımız adıma kadar
97
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
olanak veren co-botlar, maddenin neredeyse atomik düzeye kadar kontrolünü sağlayan nanoteknoloji, 3 boyutlu yazıcılardan da tanıdığımız katmanlı imalat, yeni sistemlerin ürettiği büyük veri (big data) ve bu veriler üzerinden yapılan hesaplamalarda ölçeklenebilirlik ve yönetimi mümkün kılan bulut bilişim, bilgisayarlı görme, makine öğrenmesi, doğal dil işleme gibi alanlardaki gelişmeleri anlatan yapay zeka ve bunlara bağlı olarak geliştirilen otonom cihazlar. AB Parlamentosu’nun ilgili raporunda Sanayi 4.0 şöyle tanımlanıyor: “Sanal bilgisayar modellerinde değer zinciri boyunca birbirleriyle özerk bir şekilde iletişim kuran teknolojiye ve cihazlara dayalı üretim süreçlerinin organizasyonu”. Raporda Sanayi 4.0 ile ilgili olarak kullanılan başka kavramlar da var; sanayi interneti, gelişmiş imalat, siber-fiziksel sistemler ve akıllı fabrikalar.2 Sanayi 4.0’a dair üzerinde en çok durulan beklentilerden biri “akıllı fabrikalar” veya “karanlık fabrikalar” (lights out factories). Karanlık denmesinin sebebi hiç insan çalışmayan, sadece birbirleri ile iletişim kurabilen robotların çalıştığı fabrikalar olması ve insan olmadığı için fabrikada ışıklandırmaya da ihtiyaç olmaması. Bu fabrikaların özellikle insanın dayanamayacağı derecede yüksek sıcaklıkta üretim yapılan, yüksek oranda zehirli gaz içeren ve büyük ağırlıkların kaldırıldığı iş kollarında kullanılacağı öngörülüyor. Bu aslında sermayenin hep isteyegeldiği ama hep başarısızlıkla sonuçlanmış bir sistem. (Bu başarısızlıkların nedeninin teknolojik yetersizlikten çok kârın kaynağının canlı emek olması gibi köklü bir sorunda yattığı tartışmasını ilerleyen sayfalarda yapacağız). Örneğin 1980 yılında General Motors, insansız fabrika sistemini denemiş ancak başarısız olmuştu. Önlerindeki araçlar yerine birbirlerini boyayan robotlar, yaptığı hata sonucu bir anda tüm üretimi durduran kaynak makineleri, GM’un araştırma ve geliştirme faaliyetlerine harcadığı milyarlarca dolara rağmen beklenen geri dönüşü sağlayamamıştı.3 O günden bugüne robotik, nesnelerin interneti ve dijital teknolojide pek çok ilerleme kaydedilmesine rağmen insansız fabrikalar halen tam olarak gerçekleştirilebilmiş değil. 2016 yılında Çin’de faaliyete geçen ve çeşitli cep telefonu modüllerini üreten ilk karanlık fabrikada, bu sisteme geçiş sonucu 650 işçi ile gerçekleşen üretim 60 işçi ile gerçekleştirilebilir oldu ve hatalı ürün çıktısı da radikal bir şekilde azaldı. Ancak bu sistem muazzam bir planlama ve programlama gerektirdiği için ve sürekli olarak sistemde çıkan arızalara insan müdahalesi gerekli her şeyi kaydedebilecek hem de hava durumuna göre kalınlaşıp incelebilecek veya ayakkabı tabanı şişip inebilecek.
98
olduğu için insansız işlemiyor.4 Bunun dışında özellikle nanoteknoloji ile mikroçip üretimi yapılan fabrikalarda clean room (temiz oda) bölümleri yer alıyor. En ufak bir toz zerresinin olmaması gereken bu odalarda üretim sırasında insan bulunmuyor. Ancak tüm cihazlar oda dışından ve yine insanlarca kontrol ediliyor. Sanayi 4.0’ı ayırt eden şeyin üretim zincirinin daha önce izole edilmiş elementlerinin, çeşitli duyarga (sensör) ve bağlantılarla (Wi-Fi, radyo frekansı tanımlama-RFID) birbirine bağlanması olduğunu söylemek mümkün. Yani her bir ürün ve makine, üretim hattı boyunca paylaşılabilen dijital bilgilere sahip olabilecek ve insan müdahalesinden bağımsız olarak birbirleriyle iletişim kurabilecekler. Bu şekilde üretilen bilgiler, fabrika üretim hattında yaşanan makine bozulması, parça aşınması gibi görünmez sorunların tespit edilmesine ve ele alınmasına olanak tanıyan büyük veri ve bulut bilişim süreçleriyle analiz edilebilir hale gelecek. Akıllı cihazlar üretim işlemlerini yönetme yeteneğinde olacaklar ve bitmemiş bir ürünün belirli özelliklerini algıladıkları için kendi parametrelerini ayarlayarak özerk bir şekilde optimize etme yeteneğine sahip olacaklar. Ayrıca, üreticilerin değişen müşteri taleplerine ve ani değişen piyasa koşullarına daha hızlı bir şekilde cevap vermeleri sağlanacak.5 Sanayi 4.0’ın ve buna bağlı devrim anlatısının bir gerçeklikten çok bir iddia olduğunu hatta ideolojik bir iddia olduğunu söylemek gerekiyor. Teknoloji gerçekten gelişiyor ancak teknolojinin kim tarafından, hangi amaçla kullanıldığı tartışması yapılmaksızın öne sürülen “devrim” ve “yeni toplum” anlatıları daha çok burjuvazinin özlemlerini temsil ediyor. Bu yüzden Avusturyalı sosyolog Christian Fuchs Sanayi 4.0’ı, Marx’ın Alman İdeolojisi kitabına gönderme yaparak, “Yeni Alman İdeolojisi”6 olarak tanımlıyor. Neden Almanya’da ortaya çıktı ve Almanya’nın hedefi ne? Sanayi 4.0 kavramı ilk olarak 2011 yılında Almanya’da, Hannover Teknoloji Fuarı’nda ortaya atıldı. Avrupa’nın en büyük üreticisi olan Almanya emek gücünün çok düşük olduğu ülkelere kaybettiği sanayi yatırımını geri kazanmak ve ayrıca yeni teknoloji ürünlerin üretiminde rakipleri olan Çin ve ABD’yi geçebilmede yardımcı olması düşüncesiyle Sanayi 4.0’a büyük önem veriyor. Almanya, 2011’de programını ilan ettikten sonra 2013 yılında Sanayi 4.0 Platformu’nu kurdu. Şirketler, bakanlıklar ve sendikalardan oluşan bu platformun Türkiye ve birçok ülke tarafından benzerleri oluşturuldu. 4
Alkan, 2016.
2
European Parliament, 2016, s. 7.
5
European Parliament, 2016, a.g.e., s. 23.
3
Lee, 2018.
6
Fuchs, 2018.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
Platformun sitesinde amaçları şu şekilde sıralanıyor: Almanya’yı dünyanın en büyük fabrika ekipman üreticisi (yani üretim araçları üreticisi) haline getirmek, ülkeyi yeni teknolojiyle birlikte hemen her türlü sektörün üretim merkezine dönüştürmek ve yeni teknolojinin ihtiyaç duyduğu küresel standartların belirlenmesinde öncü ülke yapmak. Bunlar, eğer gerçekleşirse Alman burjuvazisine büyük bir rekabet üstünlüğü sağlayacak. Alman burjuvazisi Sanayi 4.0 ile hem kendi sanayisinin rekabet gücünü korumuş, hem de çok sayıda sektörün üretim alanında liderliğe oturmuş olabilecek. Almanya yazılım konusunda ABD’nin hatta Hindistan gibi yazılım konusunda esasen görece ucuz mühendis gücüyle yükselen ülkelerin dahi çok gerisinde kalmış durumda. Bu konuda en büyük Alman şirketi, şirket muhasebelerinin kullandığı yazılımları üreten SAP. Buna karşılık ABD, Google, Oracle, IBM, Microsoft, Symantec ve daha birçok dev yazılım şirketine sahip. ABD ayrıca, Facebook, Whatsapp, Instagram, Twitter gibi sosyal medya platformları ile bu alanda da lider durumunda. Almanya yazılım konusunda ABD’nin Silikon Vadisi ile yarışabilir durumda değil ancak aralarında önemli bir fark var. ABD yazılımları bireysel kullanıcıları hedeflerken Alman yazılımları daha çok şirketler için yazılım geliştiriyor. SAP gibi muhasebe programları, çeşitli mühendislik programları yüksek fiyatlı ürünler olarak şirketlere satılıyor. Silikon Vadisi’nde geliştirilen bilgisayar ve telefon uygulamaları ise genelde ücretsiz olarak da indirilebilen ancak reklam gelirlerine bağımlı olan ürünler. Dünyanın en büyük ihracatçısı Çin, 2017 rakamlarına göre 2,26 trilyon dolar ihracat gerçekleştirmiş. Hemen arkasından 1,5 trilyon dolarla ABD geliyor. Üçüncü sırada ise 1,4 trilyon dolarlık ihracat rakamıyla Almanya var. Bu ilk üç ülkeyi sırasıyla Japonya, Hollanda ve Güney Kore takip ediyor.7 Çin ucuz insan gücü ve giderek teknolojisi yükselen sanayisiyle hemen her alanda üretim yaparken, ABD yazılım ve yüksek teknoloji ürünlerinde en büyük üretici durumunda. Almanya ise otomobil üretimi, yüksek teknoloji ürünleri ve üretim araçları üretimi yani sanayi tipi robot üretiminde oldukça ileride. Almanya otomobil sektöründe BMW, Mercedes, Volkswagen, sanayi robotu üretiminde ise Siemens, Bosch, Kuka gibi dünya devlerine sahip ki Almanya’nın Sanayi 4.0 atılımının arkasında da aslen bu şirketler var. 2017 yılı verilerine göre dünya sanayi robotu ihracatında başı Japonya çekiyor. Japonya, 2,2 milyar dolarlık ihracat ile dünya ihracatının %36,6’sını gerçekleştirmiş. İkinci sırada ise 858 milyon dolar ihracatla Almanya geliyor ki bu dünya sanayi robotu ihracatının %14’ü demek. ABD dünya beşincisi, Çin ise altıncı sırada. Yani 7
Desjardins, 2018.
Almanya bu alanda en büyük iki rakibine göre oldukça avantajlı durumda.8 Uluslararası Robotik Federasyonu (IFR)’na göre 2015 yılında dünya çapında her 10 bin işçiye karşılık 66 sanayi robotu üretimde yer alıyordu. Bu sayı 2016 yılında 74’e çıktı. Güney Kore 10 bin işçiye düşen 631 sanayi robotu ile en yoğun robot kullanan ülke durumunda. İkinci sırada 488 robotla Singapur geliyor. Almanya ise 10 bine işçiye düşen 309 robotla dünya üçüncüsü. Bu ülkeleri Japonya ve Danimarka izlerken, ABD 10 bin işçiye karşılık 189 robotla altıncı sırada. Çin ise sürekli artan robot kullanımına rağmen 68 robot kullanımı ile ancak 14. sırayı alabilmiş.9 Bu verilere baktığımızda Fuchs’un ‘Teknolojik Alman İdeolojisi’ tanımı yerinde görünüyor. Almanya bu alanda liderliği ele almak istiyor. Kurduğu Sanayi 4.0 platformları ile küresel düzeyde hukuk ve standardizasyonun başını çekmeye çalışıyor. Hatta geliştirdiği ‘akıllı fabrika’ modellerini tüm dünyaya pazarlıyor. Burjuvazinin 4.0’dan beklentileri neler? Sanayi 4.0 ilan edildikten sonra tüm dünyada bu konuya yönelik bir ilgi başladı. Dünyanın en zengin 1000 şirketinin oluşturduğu vakıf olan Dünya Ekonomik Forumu, 2016’daki Davos zirvesini ‘Dördüncü Sanayi Devrimi’ başlığıyla örgütledi. Zirve 2019 yılında ise ‘Küreselleşme 4.0’ başlığıyla gerçekleşti. AB Komisyonu 2015 yılında ‘Dijital Tek Pazar’ oluşturma planını duyurdu. AB Parlamentosu da 2016 yılında Sanayi 4.0 adıyla bir çalışma yaptırarak sonuçlarını yayınladı. Dünya Ekonomik Forumu’nun internet sitesinde Sanayi 4.0 ve gelecekteki önemi konusunda çok sayıda yazı bulunuyor. Bunlar arasında en önemlilerinden biri freelance10 iş ve işçi bulma platformu Upwork’ün CEO’su Stephane Kasriel’ın yazdıkları. Kasriel, bir kapitalistin gözünden Sanayi 4.0’in işçilere neler vaat ettiğini Financial Times’ın 2018 verilerine yer vererek anlatmış. Buna göre, 2018 robotların üretimde kullanımı açısından rekor kırarken küresel işsizlik de %5.2 ile son 38 yılın en düşük seviyesine gerilemiş durumda. Kasriel bu olumlu tablodan yola çıkarak 4.0’ın işsizliğe yol açmak zorunda olmadığını hatta yeni işlerin çok daha erişilebilir, çok daha esnek ve çok daha özgürleştirici 8
Workman, 2018.
9
McCarthy, 2018.
10 Freelance çalışma günümüzde beyaz yakalı denilen çalışanlar arasında giderek artan bir çalışma biçimidir. Serbest çalışan anlamına gelmekle birlikte freelance çalışanlar bir meslek sahibidir ancak sabit mesai saatleri içerisinde sürekli olarak aynı işverene çalışmazlar. Genelde proje bazlı olarak çalışırlar. Böylece işveren, sürekli olarak işçi istihdam etme yükünden kendini kurtarmış olur.
99
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
olacağını söylüyor. Makalesinde, gelecekte tüm dünyada dolaşan mobil bir nitelikli emek gücü oluşacağını ve 2027 yılına kadar işgücünün yarıdan fazlasının freelance olarak çalışır hale geleceğini söylüyor. Aynı şekilde esnek çalışmanın da yaygınlaşacağını ve önceki dönemlerin iş güvencelerinin geçersiz olacağını söylüyor. Bu güvencesizliğin beraberinde bir sosyal adaletsizlik sorununu getirmemesi için de hayat boyu öğrenme sistemleri ile sürekli olarak işçilerin kendilerini geliştirebilecekleri çalışmalara ağırlık verilmesi gerektiği sonucuna varıyor. Hatta Danimarka’daki flexicurity (esnek-güvence) uygulamalarını ve solda da kendine yer bulabilen Universal Basic Income (Evrensel Yurttaşlık Geliri) tartışmalarını yapmak gerektiğini söylüyor.11 AB Parlamentosu’nun Sanayi 4.0 raporu bu konuda hazırlanan raporların en kapsamlı olanlarından biri. Rapor, üretim süreçlerinin ve değer zincirlerinin dijitalleşmesinin yaratacağı ekonomik potansiyellere odaklanıyor.
Küresel Rekabetçiliği için Bir Gereklilik Olarak Sanayi 4.0: Gelişmekte Olan Ekonomi Perspektifi’ raporunu yayınladı. TÜSİAD bu raporun ardından 2017 yılından beri “Sanayide Dijital Dönüşüm Günleri” organize etmeye başladı. Bu etkinliklerin amacı şirketleri ve girişimcileri sürece dahil etmek ve dijitalleşme konusunda farkındalık yaratmak olarak tanımlandı. Hükümet, TÜSİAD raporunun ardından 2016 Aralık ayında dijital dönüşüme yönelik politika ve stratejiler oluşturmak amacıyla TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) ve Uluslararası Yatırımcılar Derneği’nden (YASED) oluşan “Sanayide Dijital Dönüşüm Platformu”’nu kurdu. Almanya’daki platform örnek alınsa da Almanya’nın aksine Türkiye’de kurulan platformda sendikalar yer almıyor. TÜBİTAK, 2016’da “Yeni Sanayi Devrimi Akıllı Üretim Sistemleri Teknoloji Yol Haritası”nı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ise 2018’de bu platformla birlikte “İmalat Sanayinde Dijital Dönüşüm Yol Haritası”nı açıkladı.
Raporun Emek ve Nitelik Arzı bölümünde 4.0’ın üretim sürecindeki iş bölümünü değiştireceği iddia ediliyor. Rapora göre yeni operasyon ve örgütlenme yapıları çok daha fazla koordinasyon, kontrol ve destek hizmetleri gerektirecek. Yani daha kompleks bir üretim sürecinde aynı anda farklı alanlar, farklı sanal ve gerçek makineler ile üretim yerleri birbiriyle iletişim ve koordinasyon halinde olacak. Bu durumun sorumluluk paylaşımını artıracağı ve merkezi olmayan bir liderliğin gelişmesine sebebiyet vereceği, böylelikle daha esnek çalışmaya, iş yükü planlamasına, işçi katılımının sağlanmasına, işçilerin işyeri yönetiminde elinin güçlenmesine, iş organizasyonunda Taylorist çalışma koşullarının ortadan kalkarak daha bütüncül ve sosyo-teknik metotların gelişmesine yol açacağı söyleniyor.
Hemen hemen birbiriyle aynı içeriklere sahip bu rapor, çalışma ve yol haritalarının hepsinin kökeninde TÜSİAD’ın çalışmaları var. Yukarıda bahsedilen ve devlet kurumları tarafından ilan edilen iki yol haritasında daha çok Türkiye’nin dijital dönüşüm konusunda atması gereken adımlar sıralanıyor ve dijitalleşmenin önemi anlatılıyor. Ama somut bir plan yer almıyor. Bu konuda atılmış olan en somut adım model fabrikaların hayata geçmeye başlıyor olması ve Sanayide Dijital Dönüşüm Platformu’nun kurulması. Ayrıca 2018 ortasında, seçimlere doğru açıklanan yol haritaları, seçimlerin hemen ardından başlayan ekonomik krizle birlikte gündemden düşmüş durumda. Bir tür sergi alanı (showroom) olan model fabrikalar ise 2019 öncesine planlanmasına rağmen hala açılabilmiş değiller.
Raporda muhtemel olumsuzluklara da yer verilmiş. Raporda emek süreçlerinin dijitalleşmesinin, işçilerin yabancılaşma ve kontrol kaybı hissine neden olabileceği, bunun da iş gücü açısından sağlıklı olmadığı söylenebilmiş. Bunun yanı sıra, aşırı çalışma, verimlilikte azalış ve süreç lehine yaratıcılığın düşüşü ihtimallerine de yer verilmiş. Yüksek nitelikli çalışanlar ile yönetici-idareciler arasında gerilimin artabileceği ve işyeri ve ev arasındaki sınırın belirsizleşmesi sonucu fiziksel ve ruhsal sorunların yaşanabileceğine değinilmiş. Almanya’daki en büyük metal işçileri sendikası olan IG Metall sözcüsü Detlef Wetzel’in dijitalleşme ile işçilerin performanslarının izlenmesinin ve ölçülmesinin yeni yollarının ortaya çıkacağı sözlerine dahi yer verilmiş.12
“Türkiye’nin Dijital Yol Haritası”nda yer alan ve diğer ülkelerin yol haritalarında da görülen ortak noktalar şunlar: Devletlerin bu dijital sanayi dönüşümü için teşvikler vermesi, ucuz kredi olanakları sağlaması, gereken altyapı yatırımlarını yapması ve ihtiyaç duyulan iş gücü için eğitim kurumlarının düzenlenmesi. Tüm bu yol haritaları ve strateji planları, bilişim sektörü için çokça bahsedilen uluslararasılaşmanın aslında abartılı bir analiz olduğunu gösteriyor. Görüyoruz ki bilişim şirketleri lobi faaliyetleri sonucu kendi hükümetlerinin politikalarını belirlemeye çalışıyor ve bu konuda en fazla desteği elde ederek diğer ülkelerdeki rakiplerine göre avantaj elde etmeye çalışıyorlar.
Türkiye’de ise Sanayi 4.0 meselesinin başını TÜSİAD çekiyor. TÜSİAD, 2016 yılında ‘Türkiye’nin 11 Kasriel, 2019. 12 European Parliament, 2016, a.g.e., s. 47-48.
100
TÜSİAD, Sanayi 4.0 yakalandığı takdirde Türkiye ekonomisinde dört önemli değişimin yaşanacağını öngörüyor: İlk olarak, verimlilik artışı yaşanacağını söylüyor. İkincisi, büyümenin artacağı tahmin ediliyor. Kazanılacak rekabet avantajı sayesinde sanayi üretiminde yıllık yaklaşık %3 kadar bir artış bekleniyor. Üçüncüsü,
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
bu dönüşüm için sanayi yatırımlarının artacağını ve bunun da 10 yıllık bir süre içerisinde yılda 10-15 milyar TL olacağı tahmin ediliyor. Dördüncü olarak ise tüm bunlar gerçekleşirse istihdamda artış yaşanacağı bekleniyor. Üstelik genel bir istihdam artışı değil, “çok daha nitelikli, eğitim ve gelir düzeyi yüksek bir işgücü yapısının oluşacağı öngörülmektedir.” deniyor.13 TÜSİAD, raporunda Türkiye’nin neden 4.0’ı yakalaması gerektiğini anlatırken önemli bir bilgi de veriyor. Türkiye’nin günümüzde en önemli avantajının lojistik avantaj sağlayan coğrafi konumu ile birlikte “görece düşük maliyetli işgücü” olduğunu söylüyor. Bu sayede “Türkiye’deki ortalama doğrudan üretim maliyetleri Almanya’nın %23, ABD’nin ise %2 altındadır.” deniyor.14 Burası önemli çünkü Türkiyeli şirketlerin Sanayi 4.0’un öncü ülkesi Almanya’dan %23 düşük maliyetle üretim yaptığını anlıyoruz. TÜSİAD önümüzdeki 10 yıl içerisinde (artık 8 yıl kaldı) bu dönüşüm sayesinde nitelikli olmayan yani vasıfsız, kol emeği gerektiren işlerde 400-500 bin iş kaybına rağmen 4.0 sayesinde yaşanacak ekonomik büyüme sonucu %5’lik bir istihdam artışı olacağını ve bunun da büyük oranda daha nitelikli iş alanlarında yaşanacağını öngörüyor. Yapay zeka Sanayi 4.0’ın neresinde? Sanayi 4.0 kapsamında konuşulan tüm teknolojiler içerisinde hakkında en fazla spekülasyon yapılan konu tartışmasız yapay zeka. Bunun çeşitli sebepleri var. Bunlardan ilki, yapay zekanın düşünme, duygulanma, hissetme, mantıksal çıkarım yapma gibi özelliklerinin olduğu yanılgısı. Oysa günümüzün bilgisayar bilimlerinde popüler olan “makine öğrenmesi” (machine learning) temelli yapay zeka uygulamaları, esas olarak kendilerine sağlanan “etiketlenmiş” veri üzerinden bir matematiksel model çıkaran ve çıkarılan bu modeli daha önce karşılaşmadığı veriye uygulayan programlardan oluşuyor. Buna örnek olarak binlerce kedi ve köpek fotoğrafında kedi ve köpeğin göründüğü bölgeyi işaretleyerek eğitilen ve sonrasında daha önce kendine gösterilmemiş bir fotoğrafta kedi veya köpeğin olduğu bölgeyi (elbette belli bir hata payıyla) bulan bir program düşünebiliriz. Bu programda kedinin bir hayvan olduğu bilgisi yoktur. “Düşünme” yoktur, bağlam bilmez. Bir ressamın yapacağı kedi resmine de pekala “bu kedidir” diyebilir. Kedilerin havada duramayacağını bilmez. Tişört üzerindeki bir kedi baskısına “burada kedi var” diyecektir. Fotoğraflarda bir insandan daha yüksek bir doğruluk ve hızda kedi ve köpekleri bulabiliyor olmasına rağmen, kedinin miyavladığı bilgisinden dahi yoksundur. 13 TÜSİAD, 2016, s. 14. 14 TÜSİAD, 2016, a.g.e., s. 33.
Yine bu yapay zeka, eğitim verisindeki tüm hatalardan doğrudan etkilenir. Veriyi hazırlarken sandalyeleri de köpek olarak işaretlemişsek sandalyelere de köpek demesi kaçınılmazdır. Örneğin online çeviri programı olan “Google Translate”, Google müdahale edip düzeltene kadar içinde “hemşire” geçen cümlelerde dişi, “mühendis” geçen cümlelerde erkek zamir öneriyordu. Çünkü cinsiyetçi metinler üzerinde eğitilmişti. Twitter’da binlerce tweet üzerinden eğitilen deneysel bir bot, iki cümlesinden birinde ırkçı sözler sarf ediyordu. Bu yapay zekanın veya onu kodlayan programcının değil, yapay zekayı eğitirken kullanılan verinin ırkçı olduğunu gösteriyordu. Bütün bu eksikliklerinden daha da önemlisi, bu “kedi köpek bulucu” yapay zekanın tek bir göreve hapsolmuş olmasıdır. Bir kedi köpek bulucu, ne yaparsak yapalım, bir at fotoğrafı gösterdiğimizde “bu attır” diyemez. Tek bir işte, spesifik olarak sadece kedi ve köpek bulma işinde eğitilmiştir. Yapay zeka konusundaki kafa karışıklığının ikinci sebebiyse, bugün sahip olduğumuz bu tek göreve adanmış “dar” yapay zeka uygulamalarından birden fazla konu hakkında çalışabilecek “genel” yapay zekaya nasıl geçebileceğimiz hakkında herhangi net bir teorik izlek olmamasıdır. Bilgisayar bilimleri alanındaki bu muğlaklık, ister istemez bilim kurgu temelli spekülasyona alan açmakta ve bu sebeple de yapay zeka, robot biliminde de sıkça görülen “insansılaştırma” problemini yaşamakta. Robot dendiğinde çoğu insanın aklına, dünyadaki robot popülasyonunun ezici çoğunluğunu oluşturan endüstriyel robotlar değil, eli, kolu, kafası ve bacağı olan ve hatta bizim gibi davranabilen insansı robotlar gelir. Nihayetinde bir otomotiv fabrikasında şişirdiği lastiği yandaki konveyöre taşıyan makine, bir devlet başkanıyla tokalaşarak poz veren ayaklı makinenin aksine “robot insan dostluğu” gibi haberleştirebilme olanağına sahip değildir. Yapay zeka uygulamarı da benzer şekillerde insansılaştırılıyor. Örneğin öğrendiği kalıplar ile rastgele nota öneren bir programın yaptığı “yaratıcılık” gibi esasen insana özgü olan bir şekilde karakterize edilebiliyor, veya insan yaratıcısına başkaldıran kindar robot distopyaları, fantastik edebiyat ve sinemadan gündelik hayata kolaylıkla sıçrayabiliyor. Yapay zekanın bu kadar konuşulmasının bir diğer sebebi ise son 15 yılda bu alanda yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerin çalışma hayatına getirdikleri. Aslında 1970’lerin ortasından beri teorik altyapısı çok değişmemiş “yapay sinir ağları” ve “derin öğrenme” gibi yapay zeka teknikleri, son yıllarda paralel hesaplama donanımlarında yaşanan gelişmeler sayesinde tekrar popülerlik kazandı. Bu tekniklerin, diğer makine öğrenmesi yöntemlerine nazaran görece kolay öğrenilmeleri ve uygulanmaları da endüstride artan oranlarda yapay zeka kullanımını beraberinde getirdi.
101
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
Bu dönüşüm, pek çok meslekte iş kaybına veya niteliksel değişime sebebiyet verdi ve solda da tartışmalara sebep oldu. ABD’de Demokrat Parti’den Andrew Yang, 19. yüzyıl İngiltere’sinde tekstil makinelerini kıran Luddistler’i hatırlatırcasına “işimizi elimizden alan yapay zeka otomasyonuna karşı savaşalım” programıyla 2020 için başkanlık kampanyası yürütüyor. Yine demokratların öne çıkan isimlerinden Alexandria Ocasio Cortez, (daha önce Bill Gates’in öne attığı) otomasyonu artıran firmalara “robot vergisi ” getirilen bir modeli savunuyor. Solda yapay zekanın post-kapitalist bir dönüşüm gerçekleştireceği iddiasıyla “Evrensel Yurttaşlık Geliri” adı altında bir para dağıtımı modeline geçilmesi gerektiğini savunanlar da var. Tüm bu kafa karışıklığı, kapitalistlerin yapay zeka ve robotları “tüm iş yükünü üzerimizden alarak insanlığa bu dünyada cenneti getirecek teknoloji” olarak anlatmasını kolaylaştırıyor. Pek çok Sanayi 4.0 raporunun yapay zeka bölümlerinin bu ve benzeri fantastik ögelerle dolu olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Ancak bu önermelerin hiçbiri, dönüşümün niteliği hakkında gerçekleri yansıtmıyor. Yapay zekanın monoton işleri üzerimizden alacağı ve böylelikle hepimizin “daha nitelikli” mesleklerde çalışacağı anlatısı, yapay zeka firmalarının çoğu zaman güvencesiz ve çok ucuza binlerce Asyalı “veri etiketleme” işçisi çalıştırdığı gerçeği karşısında duvara tosluyor. Ayrıca yapay zeka çoğu zaman işçinin yerini alması için değil, veriminin artması için kullanılıyor. Kapitalist kar hırsıyla, çalışan sayısı aynı tutularak daha fazla üretim yapılıyor. Yapay zeka kullanılan herhangi üretim dalında makinenin sahibinin değiştiği, post-kapitalist bir dönüşüm yaşanan tek bir örnek dahi yok. Tüm bunların yanında finans sektöründe üst düzey yönetici pozisyonlarında da yapay zeka “istihdam” edilebiliyor. Örneğin VITAL isimli bir yapay zeka uygulaması 2014 yılında bir finans şirketinin yönetim kuruluna alındı. Finansal trendleri takip ederek oldukça başarılı yatırım tahminleri yapabildiği için yönetimde yer almasına karar verildi.15 Gerçekte Sanayi 4.0’da yapay zeka, akıllı fabrika modelini gerçekleştirmek amaçlı kullanılıyor. Önleyici bakım (predictive maintenance) programları, üretim hattının her köşesinden toplanan veriyle hattaki makinelerin bakım zamanlarını kestiriyor. Yine bant hızı ve üretim frekansının analiz ve adaptasyonu için yapay zeka uygulamaları kullanılıyor. Hat üzerinde ürün geçerken çekilen bir fotoğraf yardımıyla hattan geçen ürünün defolu olup olmadığına karar veren bilgisayarlı görme sistemleri, kameraya stok takibi yapan sistemler, üretim hattının güvenliğini sağlayan senkronizasyon yazılımları ve fabrika içerisinde çalışan otonom araçlar da artan şekilde yapay zeka kullanmaya başladılar. 15 Dyer-Witheford, 2015, s. 1.
102
Teknoloji ve kapitalizm ilişkisi Teknolojik gelişmelerin kapitalizmin sonunu getirmekte olduğu beklentisi özellikle dijitalleşme ve yapay zeka teknolojileri ile birlikte birçok sol entelektüel arasında yayılmaya başladı. Örneğin, Paul Mason 2015 yılında yayınladığı Post Kapitalizm kitabında, Nick Srnicek ve Alex Williams ise yine 2015’te yayınladıkları Geleceği İcat Etmek kitaplarında teknolojik gelişmelerin özellikle de dijitalleşmenin kapitalizmin sonunu getirmekte olduğunu iddia ettiler. Bu kitaplardaki argümanlara göre, dijitalleşme maliyetsiz üretim sağlıyor ve işçiler olmadan üretim yapmayı mümkün kılıyor. Oysa Marksizm, teknolojik yeniliklerin üretimde kullanımının kâr oranlarını düşme eğilimine sokacağını söyler. Çünkü Marx’a göre değeri sadece canlı emek yaratabilir. Dolayısıyla üretimde artan otomasyon ve dijitalleşme kaçınılmaz olarak ekonomik krizlere yol açacaktır. Bir diğer iddia ise dijitalleşme ile birlikte özellikle internet üzerinden yapılan üretimin Marksist değer teorisi ile açıklanamayacağıdır. İnternet üzerinden yapılan ticaretin, internet sitelerinin elde ettiği reklam gelirlerinin, internette sunulan bilginin ücretsiz olarak sonsuz kere paylaşılabilmesinin ve sosyal medya kullanımının emek-değer teorisi ile açıklanamayacağı söyleniyor. Bu iddiaya yanıt veren bazı Marksistler ise 180 derece öbür yana yatıp hemen her şeyi değer teorisi içine alıyorlar. Dolayısıyla dijitalleşmenin neden kendi kendine kapitalizmin sonunu getiremeyeceğini düşen kâr oranları eğilimi üzerinden açıklamamız gerekiyor. Ardından da internet kullanımının yaygınlaşması üzerinden başlayan değer teorisi tartışmasına yanıt vermemiz gerekiyor. Robotlar, dijitalleşme ve kâr oranları Sanayi 4.0, önceki bölümde belirtildiği gibi, asıl olarak üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeleri yeni bir devrim olarak tanımlıyor. Bu devrimi dijitalleşmenin, yapay zeka teknolojisinin ve nesnelerin internetinin üretimde daha geniş bir alanda kullanılacak olmasına bağlıyor. Buradan yola çıkarak el emeği ve fizik güç gerektiren hemen her işin zamanla robotlar tarafından yapılacağı öngörülüyor. Dolayısıyla Marksizm açısından emek-değer teorisinin geçerli olmaya devam edip etmeyeceği sorusu ortaya çıkıyor. Marx’ın yaşadığı dönem buhar gücüyle çalışan makinelerin yaygınlaştığı bir dönemdi. Marx, Kapital’de bunun üretim süreçlerine, işçi sınıfına ve kapitalizme olan etkilerini inceler. Burada Marx, her şeyi değeri üzerinden ölçenler kapitalistler olduğu için önce sermayenin gözünden bakarak, üretim sürecine, değer üretim süreci diyor ve bu sürecin iki bileşenini sabit sermaye (fabrika, makineler, aletler, hammadde vb. şeylerin toplam değeri) ve değişken sermaye (işçi ücretleri) olarak tanımlıyor. Ardından da aynı süreci bu kez emeğin gözünden analiz ediyor ve buna emek süreci diyor. Emeğin gözünden bakılınca da makineler, hammadde ve fabrika işçiler tarafından daha
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
önce üretildikleri için ölü emek, işçiler ise üretimde çalışmakta oldukları an canlı emek oluyor. Değer üretim süreci ile emek süreci aynı anda gerçekleşiyor. Aralarında neden-sonuç ilişkisi değil, diyalektik bir birlik var. Dolayısıyla üretimin bir değer boyutu bir de emek boyutu var. Üretim sürecinde ortaya çıkan metanın değeri, o metanın üretimi için gereken toplumsal olarak gereken emek zamanla belirleniyor. Marx bu hesap edilebilir toplumsal emeğe soyut emek diyor. Soyut emek üretilen metaların, pazarda mübadele edilebilmelerini sağlayan değerin ölçülmesini sağlıyor. Üretim sürecinde işçilerin harcadığı emeğe de somut emek diyor ki somut emek insanlar için kullanım değeri olan metalar yaratır. Marx, değerin yalnız ve yalnızca canlı emek tarafından oluşturulduğunu söyler. Canlı emeğin emek süreci sonucunda oluşturduğu değer, kendi emek gücü karşılığında aldığı ücretten daha fazla olduğu için bir artı değer oluşturur. İşçi aldığı ücretten daha fazla değer ürettiği için buna değişken sermaye diyor. Diğer bütün üretim araçları (makineler ve fabrika) ve hammadde ise sabit sermaye oluyor çünkü bunlar üretime girdikleri anda sabit bir maliyete sahipler. Bunlar, değer üretmezler. Değerlerini yaşam ömürleri içerisinde ürünlere aktarırlar. Bu aktarım ise emek süreci içerisinde bu makineleri kullanan canlı emek yani işçiler tarafından gerçekleştirilir. Makineler gibi robotlar, gelişmiş programlar ve yapay zeka denilen öğrenme yeteneği geliştirebilen sistemler de değer üretmezler. Bunların her biri işçiler tarafından üretilir. Her birinin fiyatı vardır ve üreten şirketlerden satın alınırlar. Yine her biri, bunları satın alan şirketlerdeki işçiler tarafından kullanılırlar. Eskiden her makine başında en az bir işçi durmak zorundayken robotların başında sürekli olarak bir işçinin durması gerekmeyebilir ama mutlaka robotları programlayan, çalışmasını izleyen ve müdahale eden teknisyenler veya mühendisler vardır. Bu teknolojik üretim araçlarının hiç biri kendilerini kullanan yani emek sarf eden insanlar olmadan çalışamaz. Bu nedenle de kendileri değer yaratmazlar. Maliyetleri vardır ve üretim sonunda çıkan ürünlere maliyetlerini aktarırlar. Örneğin Volkswagen’in eski CEO’su Horst Neumann ortalama 35.000 saat çalışan bir robotun maliyetinin, saatlik 5 Euro’ya geldiğini söylüyor.16 Almanya’da 2018 yılındaki saatlik asgari ücret ise 8,84 Euro idi.17 Böylece uzun süre üretimde kullanılan robotlar kapitalistin maliyetlerini düşürebiliyor.
hale gelir. Böylece tek bir işçinin mesai saatleri içerisinde patron için ürettiği artı değer artar. Ancak bu durum beraberinde bir çelişki getirir. Otomasyon ve dijitalleşme ile giderek daha az işçi ile daha fazla üretim yapmak mümkün olabildiğine göre, maliyetler ve üretim için gereken emek-zaman düşer. Daha ucuza üretilen metalar piyasaya sürüldüğünde o şirket büyük satış rakamlarına ulaşabilir. Bir süre sonra ya rakipleri bu kadar ucuza üretemediği için batar ya da aynı teknolojiyi veya daha iyisini üretime sokarak maliyetleri düşürür. Böylece şirket teknolojik gelişme ile başlangıçta elde ettiği avantajı zamanla kaybeder. Marx’ın döneminde artan makineleşme günümüz dijitalleşme sürecinde çok daha hızlı bir teknolojik gelişim şeklinde seyrediyor. Intel’in kurucularından Gordon Moore tarafından belirtildiği için “Moore yasası” olarak bilinen tanıma göre, aynı fiyata sahip bilgisayarların gücü her 18 ayda 2 kat artıyor. Bu, bugün evlerimizdeki sıradan bir laptopun 40 yıl önceki süper bilgisayarlardan çok daha güçlü olduğu anlamına geliyor. Mikroçip teknolojisindeki hızlı gelişim sürekli olarak daha ucuza daha güçlü bilgisayarları piyasaya çıkarıyor. Burada çelişkili bir sonuç ortaya çıkıyor. Dijital maliyetlerin sürekli azalışı sermayenin organik bileşiminin artışını sınırlandırarak kâr oranlarının düşüşünü engelleyebiliyor. Ancak bu durum bilgisayarların teker teker maliyetlerindeki düşüşle ilgili. Makineleşme ve dijitalleşme bir bütün olarak canlı emeğin yerini almaya devam ediyor ve dolayısıyla kâr oranlarını yine düşme eğilimine sokuyor.18 Bu duruma örnek olarak mikroçip üretimi fabrikalarını verebiliriz. Bu fabrikalarda en gelişmiş bilgisayar ve robot teknolojisi kullanılıyor. 1966 yılında bir fab (yarıiletken silikon üretim tesisi) 14 milyon dolara kurulurken 2009 yılında günümüz teknolojisindeki bir fab için 6 milyar dolarlık bir yatırım gerekiyor.19 Makineleşme ve dijitalleşme sabit sermayenin maliyetini tek tek ürün bazında düşürse de toplamda çok sayıda yüksek teknoloji ürününü biraraya getirmek zorunda olması sonucu radikal bir şekilde yükseltiyor.
Yeni üretim araçlarının her biri onları kullanan işçilerin üretkenliğini arttırır. Mesela robotların devreye girmesi sayesinde 10 işçinin yaptığı üretimin çok daha fazlası 1 teknisyen ve 1 mühendis emeği ile üretilebilir
Şirketler makineleşme ve rekabetin neden olduğu düşen kâr oranları eğilimi ile baş edebilmek için Marx’ın Kapital’de bahsettiği üç yoldan birine veya birkaçına başvurmak durumunda kalıyor. Ya çalışma saatlerini arttıracak, ya işçi üretkenliğini arttıracak ya da ücretleri düşürecek. Otomasyon ve dijitalleşme ikincisini sağlıyor ancak yaygınlaşan teknoloji kullanımı zamanla kâr baskısı yaratıyor. Bu da şirketlerin birinci yola başvurmasını kaçınılmaz kılıyor. Buna günümüzde, sanki iyi bir şeymiş gibi, esnek çalışma deniyor. Aslında birçok sektörde açıkça mesai saatleri uzatılmış oluyor. Ancak bu durum da yaygınlaştığında kâr oranları yine
16 Neumann, 2014, aktaran Pfeiffer, 2016.
18 Dyer-Witheford, 2015, a.g.e., s. 36.
17 Expatica, 2019.
19 Dyer-Witheford, 2015, a.g.e., s. 76.
103
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
düşüyor. Yapılabilecek bir diğer şey ise ücretleri aşağı çekmek oluyor. Çin ve Türkiye gibi ülkelerin avantajı ucuz emek gücüne sahip olması. Fakat ücretler de işçi mücadeleleri ile yükseltilebiliyor. Böylece bir kez daha avantajlı durumda olan şirketler zamanla avantajlarını kaybediyorlar. Her defasında düşen kâr oranları üretim yapmayı anlamsız kılmaya başlıyor. Bu durum hem işçilerin alım gücünü arttıran kredi kartları ve ihtiyaç kredileri hem de kapitalistlerin düşen kârlılığa rağmen dayanmasını sağlayan finans sistemi ile çok daha karmaşık bir hal alıyor. Sonunda kaçınılmaz olarak ekonomik kriz yaşanıyor. Bugüne kadar makineleşme ve seri üretimin yaygınlaştığı 20. yüzyılda 1929 Buhranı gibi büyük krizler, dijitalleşmenin üretim süreçlerine girdiği 1970’lerde yaşanan krizler, 1990’larda robotların artan kullanımı ve finansallaşmanın yaygınlaşması ile yaşanan Asya krizi gibi çok sayıda ekonomik kriz ve son olarak Sanayi 4.0 devrinin başladığına dair ilk yazılar yazılırken 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik kriz, teknolojik gelişmelerin ekonomik krizleri engelleyemediğini gösteriyor. İnternet ve değer üretimi Dijitalleşme ve onun bir çıktısı olan internet bir yandan üretim süreçlerinde yaygınlaşırken bir yandan da cep telefonları ve bilgisayarlar ile günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu değişim ağ toplumu (network society)20 ve bilgi toplumu21 gibi teorilerin gelişmesine neden oldu. Bu yeni teorilerin temelinde kapitalizmde radikal bir kırılma yaşandığı iddiaları var. Sanayi 4.0 bu eğilimin yeni bir halkası. Tabi bu teoriler ya Marx’ın değer teorisini hiç ciddiye almıyorlar ya da bu “yeni çağda” Marx’ın yazdıklarının geçerli olmadığını söylüyorlar. Ancak bu teorilerin yanında Marksist veya anti-kapitalist olduğunu söyleyerek benzer iddiaları dile getirenler de var. Dijitalleşme ve internetin yaygınlaşması ile birlikte özellikle otonomcu Marksistler arasında Marx’ın emek-değer teorisi tartışılır oldu. Bir yanda Hardt ve Negri gibi dijitalleşme ile birlikte artık değerin emek-zamanla belirlenmediğini iddia edenler varken22 öbür yanda Christian Fuchs gibi sosyal medya kullanımının karşılığı ödenmemiş emek olduğunu iddia edenler var. İki taraf da “yeni dönemi” analiz ederek Marksist teoriyi güncellemeye niyet ederken giderek Marksizm’den uzaklaşıyorlar. Hardt ve Negri dijitalleşme sayesinde hem sınıf bileşiminde hem de değer üretiminde radikal bir 20 Castells, 1996; van Dijk, 2006. 21 Stehr, 1994. 22 Hardt ve Negri, 2005, s. 145; Virno, 2004, s.100; Ver-
cellone, 2010, s. 85-118.
104
değişikliğin gerçekleştiğini söylemişlerdi. Onlara göre “Artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rolü, bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücü oynamaktadır.”23 Dolayısıyla günümüzde sermaye-işçi ilişkisi Marx’ın anlattığı gibi işlememektedir. Artı değer kârın kaynağı olmaktan uzaklaşmaktadır: “Bugün sermaye sahibi artık sahneden çekilmiş durumda ve işçiler daha özerk bir şekilde zenginliği yaratıyor. Sermaye sahibi servetini asıl kâr olarak değil, kira (rant) yoluyla ediniyor”24 Burada karşımıza çıkan temel kavram maddi olmayan emek kavramı. Maddi olmayan emek, somut fiziksel bir meta üretmeyen daha çok zihinsel emek gücünün kullanıldığı üretim süreçleri için kullanılıyor. Hardt ve Negri maddi olmayan emeği “bilgi, enformasyon, iletişim, bir ilişki veya duygusal tepkiler gibi maddi olmayan ürünler yaratan” emek olarak tanımlıyor.25 Bu tanım üzerinden de kapitalizmin giderek artan oranda hizmetler alanında işçi istihdam ettiğini ve dijitalleşme sayesinde bu alanın daha da büyüyeceğini söylüyorlar. Oysa maddi olmayan emek kavramı yanlış bir tanım üzerinden yükseliyor. Marksist akademisyen Carchedi, maddi olmayan emek teorilerine verdiği yanıtta zihinsel emeğin maddi olmadığını söylemenin doğru olmadığını anlatır. Öncelikle, zihinsel emek fiziksel bir süreçtir. İnsanın sinirleri aktif şekilde veri transferi yapar ve enerji harcanır. Dolayısıyla fiziksel olan bir sürecin ürünü de gayet maddidir. Böyle bir sürecin ürünü olan bilgi de maddi ve sosyaldir. Sosyaldir çünkü diğer insanlarla girilen bir ilişki sonucu bilgi edinilir. Zihinsel emek sürecinde kullanım değeri olan edinilmiş bilgi ve kitaplardan veya başka kaynaklardan edinilecek bilgi bilişsel bir dönüşüm geçirerek yeni bir bilgi olarak açığa çıkar.26 Buna kod yazımını örnek olarak verebiliriz. Algoritma bilgisi zihinsel bir çalışma sonucunda anlamlı bir veri ilişkisi sağlayan bir koda dönüştürülür. Bu süreç son derece fizikseldir. Hatta işin bir bölümü alenen el emeği gerektirir. Kod yazarı, maddi bir üretim aracı olan bilgisayar başında parmakları ile klavye kullanarak bu kodu yazar. Ayrıca her emek, el emeği ve zihinsel emekten oluşur. Birbirlerine olan oranları değişim gösterse de emek sürecinde fiziksel ve zihinsel süreç birlikte yer alır.27 Kod yazarı klavye başında el emeğini kullanırken, fabrika işçisi de 23 Hardt ve Negri, 2015, s. 51. 24 Hardt ve Negri, 2012, s. 20. 25 Hardt ve Negri, 2005, aktaran Fuchs, 2014, s. 365. 26 Carchedi, 2014. 27 A.g.e.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
makine başında dikkatini, deneyimini, bilgisini yani zihinsel emeğini kod yazarı kadar çok olmasa da kullanır. Sadece zihinsel olan veya sadece el emeği olan bir emek olamaz. Son olarak unutulmamalı ki bilgisayar oyunu, film, kitap veya kod yazımı ile elde edilen bir uygulama içeriği ağırlıklı olarak zihinsel emekten oluşsa da çoğu kez maddi bir varlığa da sahiptir. Kaç DVD, kaç kitap, kaç uygulama üretildi veya online olarak satılıp müşterinin bilgisayarına yüklendi hesaplanabilir. Paul Mason da Post Kapitalizm kitabında Hardt ve Negri’ye benzer argümanlar ileri sürmüştü. Mason, dijital gelişmenin kapitalizm ile artık uyumlu olmadığını çünkü sıfır-maliyetli ürünlerin yaygınlaştığını söylüyordu. Buna göre dijitalleşme, kapitalizmin piyasa kurallarını kendi kendine çürütüyor, mülkiyet haklarını işlevsiz kılıyor ve gelir, değer, kâr ilişkilerini altüst ediyor. Kastettiği internet üzerinden maliyetsiz bir şekilde üretilip, çoğaltılıp, paylaşılabilen ürünler ve bilgi. Ayrıca internet kullananların ürettiği veriler. Örneğin, Amazon’un bizim yaptığımız aramaların verilerini toplayarak aslında bizlerin ürettiği bilgiyi kullanıp tekrar önümüze ilgi duyabileceğimiz reklamları çıkardığını ve bu sayede satış yaparak kazanç elde ettiğini söylüyor.28 Oysa Amazon’un esas kazancı yazılımdan kaynaklanmıyor. 2018 rakamlarına göre Amazon’da 647.500 kişi çalışıyor.29 Amazon kârını yüzbinlerce işçiyi dev depolarda, çağrı merkezlerinde, müşteri hizmetlerinde, yazılım işlerinde ve daha birçok farklı işte uzun saatler oldukça kötü koşullar altında çalıştırarak yani onların ürettiği artı değere el koyarak elde ediyor. Şirket, kârlarını sürekli olarak düşürmeyi başardığı ulaştırma maliyetleri sayesinde artırıyor. Onbinlerce depo çalışanını asgari ücretle çalıştırıyor.30 Bu depolarda sipariş edilen ürünlerin raflardan alınıp paketlenmesini giderek artan bir şekilde gelişmiş robotlar yapıyor. Fuchs’un iddiası ise Facebook, Twitter ve Youtube gibi sosyal medya şirketlerinin kullanıcılarının ürettiği veriyi satarak para kazandığı yönünde. Yani her bir Facebook kullanıcısı, sayfasında geçirdiği zaman boyunca şirket için üretim yapıyor ama karşılığında alması gereken ücreti almıyor. Karşılığı ödenmeyen bu ücret şirkete kâr sağlıyor. Oysa sosyal medya kullanımı bu şekilde değer üretmiyor. Değer üretimi her zaman için mübadele amacıyla yapılan üretim ile yani meta üretimi (mal veya hizmet) ile oluşur. Mübadele için yapılmayan üretim insanların kendi ihtiyaçlarını karşılaması için yapılan üretimdir. 28 Mason, 2015, s. 132.
Bu üretim sadece kullanım değeri üretir, mübadele değeri değil. Örneğin marketten aldığımız ürünlerle evde yaptığımız yemek bir değer üretimi değildir. Kendi ihtiyacımızı karşılamak için harcadığımız emek sadece kullanım değeri taşır. Yaptığımız yemeği eşimizle, çocuğumuzla da paylaşabiliriz. Bu yine ihtiyaç karşılama amaçlıdır ve kapitalist anlamda üretken emek değildir. O yemeği ister 15 dakikada ister 1,5 saatte yapalım. Yemeğin yapımı için gereken emek zamanın bir önemi yoktur. Dolayısıyla o yemeğin değerini emek-zaman belirlemez çünkü gereken emek-zamana bakılmaz. Dolayısıyla evde bu şekilde harcanan emek kapitalist üretkenlik anlamında üretken emek değildir. Metaların değerini belirleyen toplumsal emek-zaman bir ortalamadır ve ortalama olarak dahi olsa ölçülebilir olmalıdır. Değer, mutlaka meta üretiminde oluşur ve bütün metaların mübadele edilebilmesini sağlayan ortak içerik olan soyut emek, toplumsal olarak gereken emek-zamandır. Kullanım değeri ise hesap edilebilir bir değer değildir. Aynı ürünün veya metanın kullanım değeri kişiden kişiye değişebilir. Ortak bir özü yoktur. Sadece kullanım açısından bir ihtiyacı karşılaması gerekir. Bu açıdan internet kullanımında tartışma noktası, internet ortamında üretilen içerik, veri ve bilginin değer üretip üretmediğidir. Ancak yukarıdaki gıda-yemek üretimi örneğinde olduğu gibi internette de üretken ve üretken olmayan zihinsel emek biçimleri var. Carchedi, internette içerik üretimi yapanları üç gruba ayırıyor; sermayenin hizmetinde yani ücretli çalışan olarak zihinsel üretim yapanlar, bir kapitalist için çalışmasa da para kazanmak için interneti kullanan yani kendi hesabına zihinsel üretim yapanlar ve kâr amacı gütmeksizin interneti kullanan zihinsel üretim failleri (agents).31 İlk gruba örnek olarak Facebook’ta çalışan işçileri verebiliriz. İkinci gruba küçük start-up denen girişimcileri örnek verebiliriz. Üçüncü ve esas tartışmalı grup için de Wikipedia için gönüllü olarak içerek giren kullanıcıları veya Facebook kullanıcılarını örnek verebiliriz. Fuchs gibi entelektüeller bu son grubun da değer ürettiğini söylüyorlar. Örneğin Facebook’ta geçirilen zamanın oyun emeği olduğunu ve bu sürenin Facebook şirketi için veri üretilen zaman olduğunu söylüyorlar. Şirket, kullanıcıların ürettiği verileri paketleyerek reklam şirketlerine veya doğrudan reklam vermeleri amacıyla diğer şirketlere satıyor. Dolayısıyla kullanıcıların ürettiği değere karşılığını ödemeden el koymuş oluyor.32 Bu kişilerin aynı anda hem üretim hem tüketim
29 Statista, 2019a.
31 Carchedi, 2014, a.g.e.
30 Lachmann, 2019.
32 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 390.
105
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
yaptıkları iddiası ile onların üretketici33 (prosumer) haline geldiğini söylüyor.34 Carchedi’nin zihinsel emek failleri kategorisine giren sosyal medya kullanıcıları değer üretmezler ve bu nedenle üretken değildirler.35 Sosyal medya kullanıcısı bir işçi boş vaktini rahatlamak, eğlenmek veya ilgilendiği bir alanda bilgi üretmek için kullandığında kapitalist bir üretkenlik faaliyeti içerisinde değildir. Bir zihinsel üretim faili, internette şirketlere ait çeşitli uygulama veya sayfaların gönüllü olarak içerik üreticisi olabilir. Bu durumda üretken olmayan zihinsel emek harcamaktadır. Aynı fail internette bir uygulamayı kullandığında ise sadece tüketicidir. Sosyal medya kullanıcılarının kendi hesaplarında geçirdikleri zamanda üretilen veriler ham haldeyken hiçbir değer taşımıyor. Bunlar şirkette çalışan kod yazarları ve içerik yöneticileri tarafından işlenerek anlamlı paketler haline getiriliyor ve reklam vermek isteyen şirketlere satılıyor. Algoritmaların kendiliğinden işlediği zaman aynı robotların işlemesi gibi kendi başına değer üretmiyor. Zaten bu nedenle bu şirketler başka şirketlere ve gerçek üretime de el atıyorlar. Eğer kullanıcı sayısı birkaç milyar insanı bulan Facebook her bir kullanıcısının geçirdiği zamandan kâr elde ediyor olsaydı siteyi ayakta tutan sınırlı sayıda çalışanla sürekli olarak en büyük kârları elde eden şirket olurdu. Ancak şirket sürekli olarak başka yazılım şirketlerini alarak büyümeye devam ediyor. Benzer şekilde esas olarak gelirini internet kullanıcılarının en çok kullandığı arama motoru olması sayesinde reklamdan kazanan Google ise yazılım şirketlerinin ötesinde doğrudan Meka Robotics, Redwood Robotics gibi çok sayıda robot üretimi yapan şirketi satın aldı. Üstelik elektronik cihaz üretimi de yapıyor.
33 Hem üretici hem tüketici anlamında kullanılıyor. İlk olarak Alvin Toffler tarafından 1980 yılında Üçüncü Dalga kitabında kullanılmıştı. 34 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 355-358. 35 Carchedi makalesinde üretken ve üretken olmayan
emeği özetliyor. Kapitalizmde üretken olan emek bir kullanım değerini başka bir kullanım değerine dönüştüren emektir diyor. Üretken olmayan dört emek biçimi var diyor: (1) Ticaret yani satış ve pazarlama. Ticarette kullanım değerleri dönüşümü gerçekleşmez sadece üretilen kullanım değeri mübadele edilir, el değiştirir. (2) Finans ve spekülasyon alanındaki emek. Bu alanın kullanım değerleri dönüşümü ve üretimi ile ilgisi yoktur. [Buraya kumar ve şans oyunlarını da ekleyebiliriz] (3) Sermayenin işlevini yerine getiren emek. Marx bunu Kapital 3. ciltte açıklıyor ve üretim sürecinde kontrol sahibi olan yöneticileri bu şekilde açıklıyor. (4) Kullanım değerlerini yok eden emek biçimleri.
106
Bu argümanların Sanayi 4.0 açısından biri önemi daha var. Eğer internet kullanımı, sosyal medya kullanımı değer üreten bir üretici emek ise nesnelerin internetinde yaşanacak gelişmeler hemen her saniyeyi üretici emek haline getirebilir demektir. Yataklara yerleştirilecek çipler yatak üreten şirket tarafından bütün bir uyku sürecimizin takip edilerek şirketin ürün geliştirmesini mümkün kılan veri üretimine girebilir. Ya da vücudumuza yerleştirilecek bir çip saniye saniye kan değerlerimizi ve tansiyonumuzu takip ederek bu veriyi hem kendi bilgisayarımıza hem de doktorumuza gönderebilir. Doktor, bizzat kendisi veya çalıştığı hastane bu verileri ilaç şirketlerine satabilir ve bundan kâr elde edebilir. Bu durumda uyumak ve yürümek gibi her faaliyet üretken emek olarak tanımlanabilir. Oysa bunların hiç biri değer üretimi içerisinde tanımlanamaz. Dijital sanayide değer zinciri: Sadece zihinsel emek mi? Maddi olmayan emek teorisyenleri genellikle hizmet sektörünü ve internet kullanımını ilişki içerisinde oldukları diğer sektörlerden soyutlayarak anlatıyor. Oysa bu alanlar son derece maddi olan hatta teknolojinin neredeyse hiç kullanılmadığı üretim süreçlerinin olabildiği değer zincirlerine bağlılar. Enformasyon ve iletişim teknolojilerinde (EİT) değer zincirinin aşamaları tedarik; donanım, ekipman, yazılım, işletim sistemi yazılımı üretimi; kullanıcı yazılımı satışı ve destek hizmetlerinden oluşuyor.36 Fuchs her ne kadar geliştirdiği üretketici teorisiyle Marksist teoriyi eğip büküyor olsa da dijital sanayideki değer zincirini ve buradaki çalışma koşullarını başarılı bir şekilde açıklıyor. Elimizdeki akıllı cep telefonları, iPad’ler veya dizüstü bilgisayarların üretim aşamalarının izini sürüyor. Öncelikle içerdikleri uygulamalar, kodlar ve programlarla çeşitli nesnelerle veya diğer insanlarla ilişki kurmamızı sağlayan ve giderek artan bir şekilde üretimde kullanılan bu cihazların maddi olarak nasıl üretildiğini anlatıyor. Tüm bu cihazlar alüminyum, demir, bakır, nikel, tantal ve platin gibi çeşitli madenlerden meydana gelirler. Bu madenlerin birçoğu açısından ve elmas gibi diğer başka madenler açısından da dünyanın en zengin ülkelerinden biri Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DKC)’dir. Ülkede, dünya kobalt rezervinin %45’i, elmas rezervinin %25’i, tantal cevheri koltan rezervinin %7-8’i, bunlar dışında zengin bakır, çinko rezervleri bulunuyor. Fakat DKC madenlerinde maden işçileri korkunç koşullarda çalışıyor. Free the Slaves (Kölelere Özgürlük) kampanyası 2011’de yayınladığı bir röportajda madenlerde çalışan işçilerle yapılan görüşmelere yer vermişti. 10-11 yaşında çocuk köleler, maden işçilerinin eşlerinin iş karşılığı sürekli olarak patronların tecavüzüne uğraması, çıplak elleriyle veya sadece kazma-kürekle gece gündüz çalışan işçiler 36 Zerdick vd., 2000, aktaran Fuchs, 2014 a.g.e., s. 232.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
anlatılıyor raporda.37 Sanayi 4.0 döneminde el emeği gereken işlerin robotlar tarafından yapılacağı tezlerinin aksine bu madenlerde hâlâ yüzlerce yıllık üretim teknikleri kullanılıyor ve hiçbir güvenlik önlemi de yok. Güney Afrika’da çıkarılan paladyum ve platin madenlerinde ise DKC’den görece daha iyi koşullar olsa da düşük ücret, çocuk işçiliği, çevre kirliliği, iş hastalıkları gibi kötü çalışma koşulları bulunuyor.38 Dijital sanayinin değer zinciri madenlerden başlıyor ve çıkarılan madenlerin işlenmesi ile devam ediyor. 2010 yılında tüm dünyada çıkarılan kobaltın %51’i DKC’de çıkarılırken sadece %8,8’i DKC’de işleniyordu. Aynı yıl en büyük kobalt işleyicisi Çin oldu. Dünya işlenmiş kobalt ihtiyacının %43,9’unu karşıladı.39 İşlenmiş madenler elektronik ve iletişim teknolojileri (EİT) imalatında kullanılıyor. Dünyanın en büyük EİT imalat ve montaj şirketi Tayvan merkezli Foxconn şirketi. Ancak Foxconn üretiminin büyük çoğunluğunu Çin’deki fabrikalarında yapıyor. Foxconn 2012 yılında 995.000 çalışana sahipken bunun 900.000’i Çin’de çalışıyordu. Bu fabrikalarda Apple’ın iPad, iMac, iPhone, Amazon’un Kindle ve Sony, Nintendo, Microsoft gibi firmaların çeşitli ürünlerinin montajı yapılıyor. Bu şirketlerin hepsi dünyanın en büyük donanım şirketleri arasında yer alıyor ama üretimlerini çoğunlukla başta Çin olmak üzere uzak Asya ülkelerinde yapıyorlar. Foxconn fabrikalarında aşırı ucuza, aşırı uzun saatler çalışılıyor. İşçilerin ezici çoğunluğu kırdan kente gelen göçmen işçiler. Çin’deki hane kayıt sistemi olan Hukou sistemine göre kırsal yurttaşlar olmaları dolayısıyla kentlerdeki kamu hizmetlerine erişimlerine izin verilmiyor. 2011’de Çin’de bu şekilde 252,78 milyon göçmen işçi vardı. Foxconn sık sık kötü çalışma koşullarına dayanamayan işçilerin intiharları ile de gündeme geliyor. SACOM gibi çeşitli kurumların Foxconn’da yaptığı araştırmalar ücretsiz fazla mesaileri, 12 saati bulan çalışma sürelerini, altı gün iş haftasını, iki hafta boyunca dinlenmeden çalışmayı, iş saatlerinde işçilere mola verilmemesini, bedenlerini esnetmelerinin dahi yasaklanmasını, fabrika ve yatakhanelerdeki askeri düzeni ve hatta fabrika etrafına gerilen intihar engelleyici ağları belgelemişti.40 Elektronik cihazlara yüklenen yazılımların üretimi de EİT değer zincirinin bir diğer halkası. Bilgisayarların çalışması için gereken Windows veya diğer işletim sistemleri, Office ve benzeri programlar; telefonların 37 Free the Slaves, 2011. 38 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 251-265.
kullanımı için gereken uygulamalar; web siteleri, oyunlar, şirket programları ve dahası ancak önceki halkalar oluştuktan sonra mümkün olabiliyor. Bu alanda ise ABD açık ara önde. Son yıllarda Hindistan’da da giderek büyüyen bir yazılım sektörü var. Fakat bu büyümenin sebebi ucuz iş gücü. Hindistan yazılım sanayinin %75’i ihracata yönelik üretim ve bu şirketler genellikle batılı yazılım devleri için taşeron görevi görüyorlar. Düşük seviyede kod yazma, yazılım tasarlama ve test etme gibi işleri yapıyorlar. ABD’li yazılımcılardan yüzde 7 ile 40 arasında değişen oranlarda daha az ücret alıyorlar.41 Dijital teknoloji dendiğinde bu teknolojinin doğduğu ve hâlâ da tartışmasız liderliğini yapan Silikon Vadisi, yazılım üretiminde en üst sırada. ABD’nin San Fransisco şehrinde yer alan kampüste HP, Dell, Apple, Facebook, Google, Yahoo ve daha birçok dev teknoloji şirketinin merkezi bulunuyor. Fakat Silikon Vadisi’nde bile sömürü koşulları mevcut. Facebook ve Google gibi şirketler çalışanlara tanıdıkları “rüya gibi” çalışma koşulları ile övünse de neredeyse bütün çalışanlar aşırı çalışmadan yakınıyor. Body shopping adı verilen uygulamalarla Hindistan gibi ülkelerden yazılımcı ve mühendisler kiralanarak ucuza çalıştırılıyor. Silikon Vadisi deyince herkesin aklına yazılım gelse de aslında yüksek teknoloji ürünlerinin üretildiği büyük fabrikalar da burada bulunuyor ve bu fabrikalarda çalışan işçilerle, yazılımda çalışan profesyoneller ve özellikle yöneticiler arasında büyük ücret farklılıkları var. Yöneticiler ve profesyoneller büyük oranda beyaz iken vasıfsız işlerde ve hizmet işlerinde çalışanların çoğunluğu göçmen Asyalı işçilerden oluşuyor. Üstelik Vadi’de üretilen elektronik ürünler arsenik, asbest, klor gazı, siyanür vb. zehirli maddeler de içeriyor ve imalatta çalışan işçiler ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Bu zehirli maddelerin salımı da hava, su ve çevre kirliliği sorunu yaratıyor. Baskı devre kartı veya kablo montajı gibi alanlarda parça başı ücret sistemi uygulanıyor. Sendikal örgütlülük ise çok düşük düzeyde. Silikon Vadisi’nin bulunduğu Kaliforniya’da işçilerin sadece %17,1’i sendikalı.42 Dijital sanayideki bu değer zincirini daha da uzatmak mümkün; lojistik, teknik servisler, çağrı merkezleri, ticaret vb. Üstelik bu değer zinciri mutlaka bahsedilen ülkeler ve şirketler arasında olmak durumunda da değil elbette. Hangi ülkeler içerisinde veya arasında ve hangi şirketler arasında olursa olsun dijital sanayi kol emeği ile zihinsel emeğin iç içe geçtiği, biri olmadan diğerinin olamayacağı bir ilişki içerisinde. Bu değer zincirinin son halkasına bakılarak yapılan yorumlar bu nedenle eksik sonuçlara varıyor. İnternet kullanımı, kod yazımı, e-ticaret vb. alanlara odaklanarak yapılan değer analizleri
39 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 264-265.
41 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 295-306.
40 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 271-289.
42 Fuchs, 2014, a.g.e., s. 311-321
107
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
zihinsel emek ve yaratıcı emek gibi kavramlara gerçekte olduğundan çok daha fazla bir önem veriyor. Sanayi 4.0’ın işçi sınıfına etkileri Buraya kadar anlattığımız gibi dijitalleşme ve internet maddi üretimi ortadan kaldırmıyor. Marksist emek-değer teorisini de geçersiz kılmıyor. Teknolojik gelişim kapitalizmin temel dinamiklerinde bir değişim yaratmamakla birlikte elbette üretim süreçlerinde önemli değişimler meydana getiriyor ve bu değişimin işçi sınıfı üzerinde kaçınılmaz olarak etkileri olacak. Şimdi Sanayi 4.0 ile sorulmaya başlanan bazı temel sorulara bakabiliriz. Sanayi 4.0 işsizlik yaratacak mı? Robotlar işlerimizi mi alacak? Chris Harman 1979 yılında silikon mikroçiplerin sadece 10 yıl kadar bir süredir bilgisayarlara konmakta olduğu bir dönemde artık bir bilgisayarın bir bavul büyüklüğüne düştüğünü anlatarak kapitalizmin gelişimini anlatıyordu. Teknolojinin gelişimi ile gerçekleşebilecek potansiyelleri, “bu gelişmeler iş yaşamını nasıl devrimcileştirecek?” diye sorarak şöyle anlatmıştı: “[Bu araçlar] pek çok işi zahmetli ve sıkıcı yönlerinden sonsuza dek kurtarabilir. Madencilik kazalarının yalnızca robot madencilere zarar verdiği; büro işçilerinin günde sadece birkaç saat ofise döndükleri ve makineler işleri yaparken kendilerinin boş zaman etkinliklerini sürdürdükleri; hemşirelik ve itfaiyecilik gibi çok az meslek dışında vardiyalı çalışmanın ortadan kalktığı; montaj hattındaki bıktırıcı çalışmanın geçmişte kalan bir kabus olduğu; sağırlık ve körlük gibi engellerin bile üstesinden gelindiği bir toplum üretebilirler.”43
Bu satırların üzerinden tam 40 yıl geçti. O gün bir bavul büyüklüğündeki bilgisayarların yüzlerce kat gelişmiş olanları akıllı cep telefonlarıyla avuç büyüklüğüne indi. Ancak bu öngörülerin hiç biri gerçekleşmedi. Daha yakın zamanda Soma’da gerçekleşen maden kazasında ölen 301 madenci, esnek çalışma ile artan çalışma saatleri, sağlıkta neoliberal dönüşüm ile sağlık hizmetlerine ulaşamayan yoksulları örnek vermek yeterli olacaktır. Harman elbette bunların gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Teknolojinin kapitalist kullanımının, teknolojik iyimserlerin umduğu gelişmelere yol açamayacağını yazıyordu. Harman mikroçip henüz yayılmaya başladığında Sendikalar Konfederasyonu TUC’un 1990’ların ortasında Birleşik Krallık’ta bilgisayarlaşma kaynaklı 5 milyon kişinin işsiz kalacağını öngördüğünü söylüyor. Bir başka raporda ise postacı, teknik ressam, proof reader44, sekreterler, dosyalama memurları, satış görevlileri, montaj
108
işçileri gibi 29 mesleğin yok olacağı öngörülmüş.45 Bu mesleklerin büyük kısmı bugün hâlâ var ancak önemli değişimler geçirdiler. Bugün Sanayi 4.0’ın çok sayıda mesleği ortadan kaldıracağı beklentisi de benzer bir abartıyı taşıyor. Örneğin ABD’de yapılan bir araştırmada on yıllık bir zaman içerisinde yüksek otomasyonlaşma potansiyeli ve makineleşme sebebiyle ücretli çalışanların %47’sinin risk altına gireceği sonucuna varılmıştı.46 Bu araştırma Almanya’ya uygulandığında da çalışanların %42’sinin risk altında olacağı sonucuna varılmıştı. Ancak bu araştırmalar dijitalleşmenin etkilerini abartıyorlar. Farklı kategorilerle yapılan bir başka araştırma ise Almanya’daki risk altında olan çalışan sayısı %15 olarak gösteriyor.47 Bir başka benzerlik ise o dönemin teknoloji anlatıcılarının aynı bugün Sanayi 4.0 anlatıcıları gibi işsizlik sorununa yanıt olarak yeni işleri göstermesi. Mikroteknoloji ile mikro işlemci yapımı, yazılım üretimi, hizmet sektörünün büyüyecek olması ve mikro elektronik alanında yeni ürünlerin üretimi gibi yeni iş alanlarının işsizliği değil artırmak daha da azaltacağı söylenmişti.48 Ne kadar ilginçtir ki bugün Sanayi 4.0 ile 40 yıl önce mikroçip teknolojisinin geliştiği dönemle aynı ütopyalar tekrarlanıyor. Bir yanda Sanayi 4.0 ile herkesin nitelikli işlerde çalışacağını söyleyen iyimserler, öbür yanda işsizliğe neden olacağını söyleyen kötümserler var. Oysa sorun, teknolojinin kimin çıkarına kullanıldığında. Harman yukarıdaki satırları yazdığında Birleşik Krallık’ta henüz sadece 200 robot üretim bandında kullanılıyordu. Bu rakam İsveç’te 700, Batı Almanya’da 500 ve ABD’de 3.000 idi. Mikroçip sayesinde robotların da önümüzdeki 15-20 yıl içerisinde hızla artacağını söylüyordu ve öyle de oldu. Ancak bugün gelinen noktada hâlâ daha robotlar tüm dünyada işçilere oranla kat be kat az sayıdalar ve robot kullanımı 10 kadar ülkede yoğunlaşmış durumda. Kapitalistlerin robotlara yatırım yapmasındaki en önemli engel Marx’ın belirttiği ‘sabit sermayenin yaşam ömrü’dür. Kapitalistler, yeni bir teknoloji ortaya çıkar çıkmaz henüz kullanmaya devam ettikleri makineleri değiştirmeyi istemezler. Öncelikle yaptıkları yatırımın kendi maliyetini çıkarmasını ve biraz da kâr sağlamasını beklerler ki bu da en az birkaç yıl sürer. Ayrıca yeni bir teknolojiyi ilk uygulayan olmanın verdiği riskleri de çoğu kez almak istemezler. Çünkü başarının garantisi yoktur.49 Bu nedenle gelişen 45 Harman, 1979, a.g.e. 46 Frey ve Osborne, 2017, s. 254–280. 47 Dengler ve Matthes, 2018.
43 Harman, 1979.
48 Harman, 1979, a.g.e.
44 Yazım hatalarını kontrol eden kişi.
49 Harman, 1991.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
teknolojinin sermaye tarafından üretime uygulanması ve bunun yaygınlaşması on yıllar alır. Örneğin, 2011 yılında Foxconn son yıllarda Çin’de yaşanan grevler, ücret artışları ve fabrikalarda işçi intiharları nedeniyle 3 yıl içerisinde 1 milyon robot alarak üretimde kullanacağını açıklamıştı. Böylece 500 bin işçinin maliyetinden kurtulmayı planlıyordu.50Ancak 2016 sonunda Çin’deki tüm fabrikalarında 40 bin robotu faaliyete geçirebildi. Kushan eyaletindeki fabrikalarında işçi sayısını 60 bin kadar azaltabildi.51 Dolayısıyla Sanayi 4.0 anlatıcılarının “önümüzdeki 10 yıl içinde olacak” dediği gelişmelerin abartılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu daha çok büyük burjuvazinin hükümetlere yönelik bir propagandası, teşvik ve altyapı talebinin sunumudur. Her ne kadar Sanayi 4.0 bir ideolojik paket olsa da teknolojik gelişim kapitalizmin ayrılmaz bir parçası ve teknolojik gelişmenin işçi sınıfının bir bölümünü mağdur edeceği de bir gerçeklik. Teknolojik yenilikler kısa vadede kaçınılmaz olarak bazı işçileri işsiz bırakacaktır. Peki, bu işçilere ne olacak? Yıllarca belirli bir işte çalışan işçiler, basitçe yeni ve üstelik yeni nitelikler gerektiren işlere geçemezler. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye makalesinde, makinelerin emek sürecine dahil edilmesi ile işten çıkan işçilerden söz eder. Bu işçiler hiçbir zaman eski koşullarında ve ücret seviyelerinde iş bulamazlar. Yeni işler, yeni bir işçi kuşağını istihdam eder. O ihtiyaca uygun yetenekleri geliştirmiş olanlar işlere alınır. Diğerleri aynı sektörde iş bulsa bile aynı koşullarda değil, daha kötü koşullarda iş bulabilirler. Her bir teknolojik atılım daha fazla basit iş yaratır. Dolayısıyla vasıfsızlaşmayı artırır ve ücretleri düşürür. Marx bu noktada çok önemli bir uyarı yapıyor. Bu sürecin dışında kalabilen tek sektörün makine üretim sektörü olduğunu söylüyor.52 Bu alandaki işçilere hep ihtiyaç olur ve hep niteliklidir diyor. 1970’lerde bu mikroçip üretimiydi günümüzde robot ve yazılım üretimini bu alana koyabiliriz. Ancak onlar da diğer alanlardaki işçiler kadar olmasa da vasıfsızlaşma sürecinden kaçınılmaz olarak etkileniyorlar.
Sanayi 4.0 üretim süreçlerine robotların çok daha aktif bir şekilde girmesi anlamına gelirken dünyadaki robotlaşma trendinde çeşitli geri adımlar da yaşanıyor. Örneğin Mercedes-Benz 2015 yılında üretim bandında yer alan robotların bir kısmını kalifiye işçilerle değiştirdi. Robotların yeteri kadar esnek olmadığı ve hızlı değişim gerektiren farklı parça ve modellere ayak uyduramadığı gerekçesiyle üretimini robotlarla insanları daha sıkı bir arada çalıştıran bir şekle döndüren şirket, kalifiye işçilerin üretim hattını sadece bir hafta sonunda yeni üretilecek otomobile göre değiştirebildiğini ancak robotların yeniden programlanmasının ve yeniden yerleştirilmelerinin haftalar aldığını açıkladı. Mercedes, ‘robot ekimi’ dediği, insanlar tarafından kullanılan daha hafif ama esnek robotların kullanımını yoğunlaştıran bir modele geçmeyi hedefliyor. BMW, Audi ve Toyota da benzer şekilde sabit robotlar yerine insanlarla ortaklaşa çalışan robotları kullanıma sokmaya başladı.55 Dolayısıyla Almanya’da ortaya atılan Sanayi 4.0 bir yandan insansız akıllı fabrika modelleri önerirken öteki yandan Alman otomotiv şirketleri üretimde robotları azaltarak robotlarla insanların birlikte çalışabildiği co-botlara yöneliyor. Sabit sermayenin üretimde giderek artan oranı kısa vadede işyerlerinde çok sayıda iş kaybına neden olacağı gibi uzun vadede yatırımların artmasına ve yeni iş alanlarının açılmasına da neden olabilir. Teknolojinin kapitalist kullanımı ve kapitalist rekabet hiçbir işçiye iş garantisi sağlayamaz, yoksulluğu sona erdiremez, işsizliği bitiremez. Bunun sebebi robotların ve yapay zekanın kullanımı değil kapitalizmin işleyiş biçimidir. Bu nedenle işsizlik tehdidine karşı verilmesi gereken mücadele teknolojiye karşı değil kapitalizme karşı olmak durumundadır.
53 Facebook, 2018.
Kol emeği bitecek ve herkes nitelikli ve yaratıcı işlerde mi çalışacak? Sanayi 4.0 anlatıcıları, vasıfsız ve kol emeği gerektiren işleri robotların yapacağını ve çok daha nitelikli işleri insanların yapacağını iddia ediyorlar. Ancak burada kapitalistler açısından vasıflı ve vasıfsız iş ve işçinin ne olduğu tartışmasına girmek gerekiyor. Vasıf, kapitalistler açısından ihtiyaç duyduğu niteliklere sahip emek gücü demek ancak sadece bu değil, yetişmesi de görece zor olan ve uzun zaman alan bir emek gücü demek. Örneğin bir mühendis genelde vasıflı emek gücü olarak tanımlanır çünkü hem zorunlu eğitimi, hem de üniversiteyi bitirmesi ve hatta biraz da iş deneyimi kazanması gerekir. Bu, işgücüne katılım öncesi yıllarca eğitim ve deneyim biriktirmek demektir. Fakat her mühendis vasıflı işçi demek değildir. Üniversiteleşmenin giderek artması sonucu mühendis bulmak giderek kolaylaşmış durumda. Üstelik eskiden mühendislerin yaptığı birçok iş artık bilgisayar programları tarafından da gerçekleştirilebiliyor.
54 Statista, 2019b.
55 Gibbs, 2016.
Her bir teknolojinin yaygınlaşması çok sayıda mesleği olumsuz etkiler ve işsizlik yaratır ancak her biri yeni iş alanları da yaratır. Bugün sadece Facebook şirketinde 36.000 kişi çalışıyor.53 2004 yılında Facebook sayfası ilk açıldığında sadece 7 çalışanı var iken 15 yılda dev bir çalışan kitlesine ulaşmış durumda.54 50 Reuters, 2011. 51 Wang, 2016. 52 Marx, 2006, s. 46.
109
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
Bu programları kullanmayı bilmenin yeterli olduğu işler çoğalıyor. Bu da mühendislik mesleğinin vasıfsızlaşmasına yol açıyor. Yani mühendislik eğitimi alanlar gerçekten mühendislik değil sıradan ofis işçiliği yapar duruma gelebiliyor. Bu durum mühendislerin ücretlerinde de düşüşe yol açıyor. Vasıfsız işler denilen ve genellikle rutin, kol emeği gerektiren işler de her zaman sanıldığı gibi vasıfsız olmayabiliyor. Yine aynı örnekten gidersek bir inşaat firmasında çalışan ve oldukça deneyimli ve yetenekli olan bir duvar ustası, ofis çalışanı konumunda olan genç bir mühendisten çok daha ihtiyaç duyulan biri olabiliyor. Dijitalleşme veya otomasyon aslında deneyimi ve eğitimi mümkün olduğunca ortadan kaldırarak işi sıradanlaştırmayı hedefliyor. Kapitalist, emek sürecini ne kadar vasıfsızlaştırırsa ve otomatikleştirirse, emek gücünden o kadar tasarruf edeceğini ve üretkenliğin artacağını umuyor. Ancak yukarıdaki bölümde de bahsedildiği gibi robotlaşmanın en yoğun olduğu otomotiv sektöründe bile tam otomatikleşmeden insan-robot işbirliğine dayalı bir üretime geçiş yaşanıyor. Bu da robotlarla çalışabilen yeni bir nitelikli işçi kesimi yaratıyor. Ancak bu meslek grubundaki iş gücünün artması beraberinde nadir değil kolaylıkla bulunabilen bir meslek grubu yaratacak ki bu da vasıfsızlaşma anlamına gelecek. Bu duruma benzer bir örnek olarak Kenya’da Silikon Vadisi’nin önemli yapay zeka şirketlerinden biri olan Samasource için çalışan gecekondu sakinlerini verebiliriz. Başkenti Nairobi’de, ülkenin en büyük gecekondu mahallesi olan Kibela’de ofisi bulunan şirket, Google, Yahoo ve Microsoft gibi müşterilere hizmet sunuyor. Bu gecekondu mahallesinde outsourcing denen yöntemle yapay zekanın öğrenme yeteneğinin geliştirilmesi için gereken rutin veri girme işlemlerini yürütüyor. Çoğunlukla kadınların istihdam edildiği düşük eğitimli Kenyalı işçilere günlük 9 dolar maaş ödüyor (ABD’de asgari ücret saatlik 11-13 dolar). İşçiler her gün yüzlerce fotoğraf görüntüsünü yapay zeka için tanımlıyor. Bu rutin faaliyet neredeyse hiçbir vasıf gerektirmiyor. İşçiler yoğun çalışma, yönetici baskısı ve ofis hastalıklarından şikâyet ediyor.56 Aynı şekilde kod yazımı da Sanayi 4.0 anlatıcıları tarafından çok önemli bir vasıf ve geleceğin en önemli mesleklerinden biri olarak görülüyor. Ancak kod yazma eğitimlerinin üniversite öncesi eğitime kadar düşecek olmasının sonucunda bu meslek de vasıfsızlaşarak büyük oranda sıradan bir beceri haline gelecektir. Özetle, vasıf ve vasıfsızlık sürekli olarak meslek içerisinde değişiyor. Kapitalistler hem kâr elde etmek için vasıflı işçilere ihtiyaç duyuyor hem de rekabet baskısı nedeniyle maliyeti yüksek emek gücünü vasıfsızlaştırmak 56 Kahraman, 2019.
110
durumunda kalıyor. Dolayısıyla burada söz konusu olan şey üretim sürecinde büyük öneme sahip olan ve kapitalistin bağımlı olduğu nitelikli işin kapitalist lehine sıradanlaştırılması ve böylece o emek gücüne olan bağımlılığının azaltılması. Sanayi 4.0 için anlatılan geleceğin parlak meslekleri de kaçınılmaz olarak benzer vasıfsızlaşma süreçlerini yaşamak durumunda kalacaktır. Sonuç yerine Teknolojik gelişim işçilerin çoğunluğu açısından olumlu değil olumsuz etkiler gösteriyor. Ancak bunun nedeni, bilim ve teknikteki ilerlemeler değil teknolojinin kapitalist kullanımı. Tek amacı sermaye birikimini artırmak olan kapitalistler teknolojiyi rekabet gücünü artırmak, maliyetleri azaltmak, nitelikli ve deneyimli işçilere olan bağımlılığı azaltmak ve üretim süreci ile işçiler üzerindeki kontrollerini artırmak için kullanıyorlar. Dolayısıyla üretim süreçlerindeki dijitalleşme özellikle orta yaş üstü ve yüksek eğitimli olmayan işçilerin işlerini kaybetme riskini artırıyor. Bu işçilerin şimdiden işlerini savunmak sendikaların ve sosyalistlerin önünde en önemli görevlerden biri olarak duruyor. Robotların ve yapay zekanın yaygınlaşması ile üretimin tamamen makineler tarafından yapılması ihtimali de son yıllarda oldukça sık dile getiriliyor. Robotlar, insana ihtiyaç duymadan robot ve diğer üretim araçlarını da üretirse, bu üretim kimin çıkarına gerçekleştirileceği sorunu ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda kapitalistlere yani üretim araçları sahiplerine ne olacak? Yazar Michael Roberts, teknolojik gelişimi kontrol eden azınlığın hakimiyetinin süreceği toplumların bir tür köleci toplum olacağını söylüyor. Nasıl ki Roma İmparatorluğu yüzyıllar içerisinde küçük bağımsız üreticileri yok ederek bir avuç aristokratın kontrolünde bir köle imparatorluğu kurduysa, robotları kontrol edecek azınlığın da artık hiçbir işlevi kalmayacak insanları umursamayacağı ve dolayısıyla artık kapitalist de olmayan başka bir distopik dünya kurulacağını belirtiyor. Böyle bir dünyada üretim artık sadece robotları kontrol eden azınlığın ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılacaktır, kâr elde etmek için ve toplumun geri kalanının ihtiyaçlarını gidermek için değil. Bu tür bir topluma örnek olarak da Elysium filmini gösteriyor.57 Ancak teknolojik olarak bu seviyeye gelinebileceği zaten şüpheli iken düşen kâr oranları eğilimi nedeniyle kapitalizm altında bu noktaya gelemeden ekonomik krizler, toplumsal ayaklanmalar ve rekabetin yol açtığı savaşların yaşanması kaçınılmazdır. Tüm bu olumsuzlukları ortadan kaldırarak üretimi kâr için değil ihtiyaçların karşılanması için organize ederek gerçek bir refah toplumunu yaratma potansiyeli bir tek kolektif olarak bütün bir yaşamı üreten işçi sınıfının elinde.
57 Roberts, 2015.
Sanayi 4.0: Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu mu? | Levent Yıldırım, Özdeş Özbay
Kaynakça Alkan, Muhammed Ahmet, 2016, “Karanlık Fabrikalar ile İnsansız Üretim”, http://www.endustri40.com/karanlik-fabrikalar-ile-insansiz-uretim/ (Erişim tarihi: 05.03.2019) Carchedi, Guglielmo, 2014, “Old Wine, New Bottles and the Internet”, http://marx2010.weebly.com/uploads/5/4/4/8/5448228/ old_wine_new_bottles_the_internet.docx (Erişim tarihi: 15.01.2019) Castells, Manuel, 1996, The Rise of the Network Society, Malden, MA: Wiley-Blackwell. Dengler, Katharina ve Matthes, Britta, 2018, “The impacts of digital transformation on the labour market: Substitution potentials of occupations in Germany”, Technological Forecasting & Social Change. Desjardins, Jeff, 2018, “Visualizing the World’s Biggest Exporters in 2017”, (21 Haziran), https://www.visualcapitalist.com/visualizing-worlds-biggest-exporters-2017/ (Erişim tarihi: 10.02.2019) Dyer-Witheford, Nick, 2015, Cyber-Proletariat: Global Labour in the Digital Vortex, Londra: Pluto Press. European Parliament, 2016, Industry 4.0 Analytical Study. Expatica, 2019, “Minimum wage and average salary in Germany”, https://www.expatica.com/de/employment/employment-law/ minimum-wage-and-average-salary-in-germany-995112/ (Erişim tarihi: 07.03.2019) Facebook, 2018, Company Info, https://newsroom.fb.com/company-info/ (Erişim tarihi: 10.01.2019) Free the Slaves, 2011, “The Congo Report: Slavery in Conflict Minerals”, https://www.freetheslaves.net/wp-content/uploads/2015/03/The-Congo-Report-English.pdf (Erişim tarihi: 08.02.2019) Frey, Carl Benedikt ve Osborne, Michael A., 2017, “The future of employment: how susceptible are jobs to computerisation?”, Technological Forecasting & Social Change, sayı: 114. Fuchs, Christian, 2014, Dijital Emek ve Karl Marx, çev. Tahir Emre Kalaycı ve Senem Oğuz, İstanbul: Notabene Yayınları. Fuchs, Christian, 2018, “Industry 4.0: The Digital German Ideology”, (27 Şubat), https://medium.com/@fuchschristian/ industry-4-0-the-digital-german-ideology-637183b11afc (Erişim tarihi: 15.02.2019) Gibbs, Samuel, 2016, “Mercedes-Benz swaps robots for people on its assembly lines”, The Guardian, (26 Şubat), https://www.theguardian.com/technology/2016/feb/26/mercedes-benz-robots-people-assembly-lines (Erişim tarihi: 09.03.2019) Hardt, Michael ve Negri, Antonio, 2005, Multitude, Londra: Penguin. Hardt, Michael ve Negri, Antonio, 2012, Duyuru, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı. Hardt, Michael ve Negri, Antonio, 2015, İmparatorluk (8. Basım), çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı. Harman, Chris, 1979, “Is a Machine After Your Job? New Technology and the Struggle for Socialism”, https://www.marxists. org/archive/harman/1979/machine/index.htm (Erişim tarihi: 16.02.2019) Harman, Chris, 1991, “A class of robots?”, Socialist Review, sayı 147. Kahraman, Ece, 2019, “Yapay zeka için çalışan ucuz işçiler”, (12 Ocak), Dünya Halleri, https://www.dunyahalleri.com/yapay-zeka-icin-calisan-ucuz-isciler/ (Erişim tarihi: 25.02.2019)
Lachmann, Richard, 2019, “Amazon Is Waging Class War”, Jacobin, (20 Şubat), https://jacobinmag.com/2019/02/amazon-hq2-nyc-capital-strike-investment (Erişim tarihi: 10.01.2019) Lee, Timothy B., 2018, Experts say Tesla has repeated car industry mistakes from the 1980s, Arstechnica, (22 Nisan), https://arstechnica.com/cars/2018/04/experts-say-tesla-has-repeated-car-industry-mistakes-from-the-1980s/ (Erişim tarihi: 12.02.2019) Marx, Karl, 2006, Ücretli Emek ve Sermaye & Değer, Fiyat, Kâr, International Publishers: New York. Mason, Paul, 2015, Postcapitalism: A Guide to Our Future. McCarthy, Niall, 2018, “Top Industrial Robots Exporters”, Forbes, (25 Nisan), https://www.forbes.com/sites/niallmccarthy/2018/04/25/the-countries-with-the-highest-density-of-robot-workers-infographic/#740d10831853 (Erişim tarihi: 15.02.2019) Neumann, Horst, 2014, “Eine große Chance für die Arbeit”, Süddeutsche Zeitung, (6 Ekim). Pfeiffer, Sabine, 2016, “Robots, Industry 4.0 and Humans, or Why Assembly Work Is More than Routine Work”, Socities, https://www.mdpi.com/2075-4698/6/2/16/htm (Erişim tarihi: 20.02.2019) Reuters, 2011, “Foxconn to rely more on robots; could use 1 million in 3 years”, (1 Ağustos), https://www.reuters.com/article/ us-foxconn-robots/foxconn-to-rely-more-on-robots-could-use1-million-in-3-years-idUSTRE77016B20110801 (Erişim tarihi: 18.02.2019) Roberts, Michael, 2015, “Robots and AI: utopia or dystopia? – part two”, (29 Ağustos), https://thenextrecession.wordpress. com/2015/08/29/robots-and-ai-utopia-or-dystopia-part-two/ (Erişim tarihi: 21.03.2019) Statista, 2019a, “Number of Amazon.com employees from 2007 to 2018”, https://www.statista.com/statistics/234488/number-of-amazon-employees/ (Erişim tarihi: 10.01.2019) Statista, 2019b, “Number of full-time Facebook employees from 2004 to 2018”, https://www.statista.com/statistics/273563/number-of-facebook-employees/ (Erişim tarihi: 10.01.2019) Stehr, Nico, 1994, Knowledge Societies, Londra: Sage. TÜSİAD, 2016, Türkiye’nin Küresel Rekabetçiliği için Bir Gereklilik Olarak Sanayi 4.0: Gelişmekte Olan Ekonomi Perspektifi, İstanbul. van Dijk, Jan, 2006, The Network Society, Londra: Sage. Vercellone, Carlo, 2010, “The Crisis of the Law of Value and the Becoming-rent of Profit”, Crisis in the Global Economy içinde, der. Andrea Fumagalli ve Sandro Mezzadra, Los Angeles, CA: Simotext(e). Virno, Paolo, 2004, A Grammar of the Multitude, Los Angels, CA: Semiotext(e) Wang, Brian, 2016, “Foxconn reaches 40,000 robots of original 1 million robot automation goal”, (13 Ekim), https://www.nextbigfuture.com/2016/10/foxconn-reaches-40000-robots-of.html (Erişim tarihi: 15.02.2019) Workman, Daniel, 2018, “Top Industrial Robots Exporters”, (26 Aralık), HTTP://WWW.WORLDSTOPEXPORTS.COM/ TOP-INDUSTRIAL-ROBOTS-EXPORTERS/ (Erişim tarihi: 15.02.2019) Zerdick, Axel vd., 2000, E-conomics: Strategies for the Digital Marketplace, Berlin: Springer.
Kasriel, Stephane, 2019, “What the next 20 years will mean for jobs – and how to prepare”, (10 Ocak), https://www.weforum.org/ agenda/2019/01/jobs-of-next-20-years-how-to-prepare/ (Erişim tarihi: 12.02.2019)
111
Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm Philipp Probst
7
Kasım 2009’da kaybettiğimiz devrimci sosyalist, marksist teorisyen ve İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi’nin lider kadrolarından Chris Harman, ölümünden kısa bir süre önce patlak veren ekonomik krize dair bir analiz yayınlamıştı: Zombi Kapitalizm. 2007’de patlak veren banka ve finans kriziyle birlikte, giderek artan sayıda ekonomist “zombi bankalar”dan söz etmeye başladı. Bunlar, artık değeri sıfıra inmiş, sadece devletin verdiği krediler sayesinde ayakta durabilen bankalardı. Bu zombilerin artık “hiçbir olumlu işlevi yoktu, fakat geri kalan her şey için bir tehlike teşkil ediyorlardı”.1 Chris Harman bu metaforu daha da geliştirmiştir. Erken dönem kapitalizmini “ancak canlı emeği sömürerek hayatta kalabilen ve hayatta kalabilmek için de daha fazla canlı emek sömürmesi gereken”2 bir vampire benzeten Marx’a dayanarak, bütün bu sistemi zombi kapitalizm olarak adlandırır. Bu, ölünün canlıya hükmettiği, insan emeğinin ürünlerinin insanların ve gelecek kuşakların hayatına hükmettiği bir sistemdir. “İnsanî hedeflere ulaşmak ve insanî duygulara hitap etmek gerektiğinde ölü gibi duran, etrafına kaos yayan ani faaliyet patlamaları yaratabilme yeteneğine sahip olan” beyinsiz, amaçsızca oradan oraya dolaşan bir zombi. Zombi Kapitalizm, Kasım 2009’da Kahire’de katıldığı bir toplantıda geçirdiği kalp krizi sonucunda ölen Harman’ın son kitabıdır. Sosyalist hareket onun ölümüyle birlikte sadece büyük bir teorisyeni değil, yıllarını aktivizmle geçirmiş bir devrimciyi de kaybetmişti. 1967 Londra Ekonomi Okulu işgali esnasında, sonradan Sosyalist İşçi Partisi’ne (SWP) dönüşecek olan Uluslararası Sosyalizm (IS) üyesi olarak oynadığı merkezi rol, İngiltere’deki 68 kuşağının önemli figürlerinden biri olmasına yol açmıştı. Harman, teori ile pratiği büyük bir beceriyle bir araya getirerek, IS geleneğinin teorik altyapısnı oluşturmaya da büyük katkı sağlamıştı. Yoldaşı Kevin Ovenden’in dile getirdiği gibi, “politik bir pozisyonu ve karmaşık bir konsepti açık ve anlaşılır
112
1
Marx, 1974, s. 247.
2
Harman, 1978, s. 80.
Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm | Philipp Probst
birkaç cümleyle ifade edebilme yeteneği”, Marksist teoriyi geniş bir kitleye ulaştırabilmesini mümkün kılıyordu.3 Socialist Worker (SWP’nin haftalık yayın organı) gazetesinin yayıncısı olmasının yanı sıra, aylık Socialist Review ve hayatının son yıllarında International Socialism Journal (üç ayda bir yayınlanan teorik yayın organı) dergilerini de çıkartıyor, ekonomi, sosyoloji, tarih, siyaset bilimi ve felsefeye olan ilgisini yansıtan bir dizi makale yayınlıyordu. 1988 yılında yayınlanan Doğu Avrupa’da Sınıf Savaşı’nda Doğu Bloku ülkelerindeki devlet kapitalizmini ele almış, 1997’de yayınlanan Kaybedilen Devrim’de ise 1918-1923 Almanya Devrimi’ni incelemişti. Peygamber ve Proletarya başlıklı kitabındaysa 1999 yılında, yani 9/11’den iki yıl önce, siyasal İslam ve sosyal bağlamlarının analizini yapmıştı. Harman, 700 sayfalık Halkların Dünya Tarihi kitabındaysa, insanlık tarihinin ilk sınıflı toplumların oluşmasından 20. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan bölümünü hem ezilenlerin, hem de egemen sınıfların bakış açsıyla kaleme almıştı. Zombi Kapitalizm’de Chris Harman Marksist ekonomi teorisini ele alıyor. Harman’ın aslında böyle planlamamış olmasına karşın, ilerleyen sayfalarda krizin arka planından uzaklaşıp, aynı krizin nasıl açıklanması gerektiği meselesini ele alıyor. Neoklasik ekonomistlerin yanı sıra, bazı Marksist teorisyenler de kapitalizmin uzun süreli bir istikrara kavuşmuş olduğunu, bundan ötürü yeni ve uzun bir yükseliş dönemine gireceği tezini savunmaktadır. Harman, bu yanılgıya karşı argümanlar ortaya koymak ve kapitalizmin iç dinamikleri nedeniyle krizlere gebe bir sistem olduğunu ispat etmek istemesine rağmen, 1970’li yıllarda yayınlanan “Krizin Açıklanması” başlıklı kitabında ele aldığı soruları güncelleyerek yeniden tartışmaya başlamıştır: Krizler neden patlak verir ve gelecekte krizlere neden olabilecek hangi eğilimler ortaya çıkacaktır? Ana akım ekonomi yorumcularının cevaplamakta daima başarısız kaldığı bu soruları açıklayan Harman, mevcut krizi kapitalist üretim tarzındaki genel gelişmeler bağlamında da ele almaktadır. Zombi Kapitalizm, dört bölümden oluşuyor: Birinci bölüm farklı ekonomik teorilerle, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin ardından ortaya çıkan çeşitli Marksist görüşler arasında yapılan tartışmalardan oluşmaktadır. İkinci ve üçüncü bölümler 20. yüzyıl kapitalizminde savaş sonrası yaşanan patlamaya kadar olan gelişmeleri, ayrıca küreselleşme ve finans sisteminin güçlenen rolünün sonucunda yaşanan değişiklikleri ele almaktadır. Sonuncu ve en kısa bölüm, kapitalist sistemin iklim değişikliği ve besin maddesi krizi şeklinde ortaya çıkan ekolojik sınırlarını sorgulamaktadır. Bunun ardından da, son olarak bu sistemin nasıl ve kim tarafından aşılabileceği sorusu ele alınmaktadır. 3
Birchall, 2010.
Harman, ilk olarak temel Marksist konseptleri açıklıyor. İlk bölümde Marksist kavramların açıklanmasıyla terminoloji hakkında bilgi verilirken, sonraki bölümler, Harman’ın neoklasik teoriyi çürütmesi ve kapitalizmin krizlere gebe olan yapısını açık ve anlaşılır bir dille anlatmasından ötürü, çok değerlidir. Neoklasik ekonomi, kapitalist ekonomi işleyişini denge durumunda bulunan, ya da en azından denge durumuna ulaşmaya çalışan bir sistem olarak tasvir eder. Jean Baptiste Say tarafından dile getirilen yasaya göre, arz ve talep otomatik olarak bir dengeye kavuşur. Piyasalar kendi kendilerini düzenler ve bu durum büyümeyi hızlandırır. Oysa gerçek çok farklıdır: Periyodik krizler düzenli aralıklarla kapitalizmin büyümesini engeller ve böylelikle neoklasik ekonomistleri bu durumu açıklayamama sıkıntısı içine sokar. Buna rağmen kendi kendini düzenleyen, bir denge durumuna ulaşmaya çabalayan bir pazar sisteminin varlığı konusunda halen ısrar edilmektedir, şüphesiz ileride de edilecektir. Bu anlayışa göre küçük arızalar “iş döngüsünün” bir parçasıyken, büyük krizlerin nedeni örneğin hatalı kurumsal düzenlemeler ve devlet müdahaleleri gibi dış faktörlere, ya da Jevons4 tarafından 20. yüzyılın başında ileri sürüldüğü gibi, güneş lekelerine bağlanır. Marksist analizler ise kapitalistler arasındaki rekabete bağlı olarak kapitalist süreçlerin zamansal bir dinamizme ve kırılganlığa sahip olduğunu kabul eder: “Marx, sistemin her bir unsurunu ayrı ayrı analiz ederek, bunların kendi aralarında nasıl bir dinamik ilişkiye girdiğini ve bu süreçte birbirlerini karşılıklı olarak nasıl değiştirdiklerini anlatıyordu. Bu bağlantılar gözden kaçırıldığı takdirde, sistemin dinamiğinin tümü gözden kaçırılacaktır. Marx için kendisi tarafından geliştirilen kategoriler önemliydi, çünkü bunlar sistemi kendi içinde çelişen, aynı zamanda sürekli bir transformasyon süreci içinde bulunan bir bütünlük olarak görmeyi mümkün kılıyordu. Birbirleriyle rekabet halinde olan kapitalistlerin yaptığı plansız üretim, neoklasik ekonomistlerin iddia ettiği gibi, hiçbir sürtüşme yaşamadan işleyen bir transformasyon değildir”.5 Harman, kriz süreçleri için iki Marksist açıklama modelini daha detaylı olarak açıklar: 1- Genel aşırı üretim krizleri eğilimi ve 2- kâr oranlarının düşme eğilimi. Buna göre kapitalizmin krize girme olasılığı, genel aşırı üretim eğilimine bağlıdır. Kapitalistler, rekabet baskısı altında hem çıktılarını, hem de kârlarını artırmaya çalışır, bunun için de ücretleri düşürmeye çalışır. Ancak malların önemli bir kısmı ücretli çalışanlar tarafından satın alındığı için, üretilen çıktılar ile gerçekten satın 4
William Stanley Jevons (1853–1882) erken dönem neoklasik ekonomistlerin en önemli temsilcilerinden biridir.
5
Harman, 1978, a.g.e.
113
Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm | Philipp Probst
alınan mallar arasında bir dengesizlik durumu ortaya çıkar. Modern sanayide üretim ile son tüketim, içiçe geçmiş uzun bir değer artış zinciriyle birbirine bağlıdır. Bu arada iki koşulun yerine gelmesi gerekir: Birincisi, üretim sürecinin fiziksel bir boyutu vardır: Üretim araçları, işlenecek ürünlerin fiziksel, kimyasal ve biyolojik ihtiyaçlarına uygun hale getirilmelidir. Aynı anda her üretim süreci, üretimin gerçekleştiği işletmenin değerini artırmalıdır. Kullanım değerleri, üretiminin fiziksel olarak gerçekleştirilme şekliyle, bundan ötürü de fiyatların (değerleri üzerinden) kapitalistler tarafından belirlenme şekliyle uyum içinde olmalıdır. Bu iki gereksinim arasındaki uyumsuzluklar, üretim süreçlerinin kaçınılmaz olarak hammadde darboğazlarına gireceği, bunun da fiyatların artışına neden olacağı, dolayısıyla bazı kapitalistlerin kârlarının azalacağı ve üretilen artı değerin yeniden paylaştırılacağı anlamına gelir. Kapitalistler yatırım yapmaya karar verdiklerinde, başkalarıyla rekabet içinde olup olmadıklarına ve en azından ortalama kâr oranlarına ulaşıp ulaşamayacaklarına dikkat ederler. Rekabette avantaj elde edilebilmesi için, sürekli olarak teknolojik yenilikler yapılması ve fiziksel üretim süreçlerinin bunlara bağlı olarak yeniden yapılandırılması gerekir. Verimliliğin artmasıyla birlikte üretilen mallar nicelik olarak artış gösterirken, değerleri azalır. Verimlilikte yaşanan bu sürekli değişim daha önce sabit sermayeye (makineler, donanım vs.) yapılan yatırımların ve böylelikle kâr beklentilerinin üzerinde de etkili olur. Yeni yatırımlar yapılmaz ve başka sektörler tarafından üretilen ürünlere olan talep de düşer. Bunun sonucunda kârlarda düşme yaşanır, işçiler işten çıkartılır, ücretler düşürülür ve bir küçülme dönemine girilir. Bu durum, üretim araçlarının uygun fiyata - yani değerlerinin altında - satın alınabilmesinden ötürü, yatırımların tekrar rantabl olacağı tarihe dek devam eder. Bu tarih itibarıyla artık kâr elde edilmesiyle sonuçlanacak yeni yatırımların yapılması mümkün olduğu için, yeni bir büyüme dönemi başlar. Yani “iş döngüsü” bir denge süreci değil, fiyatların değerlerinin altında veya üstünde sürekli olarak “salınımı”dır. Esas mesele, krizlerin yönetimin aldığı kötü kararların sonucu olmayıp, mevcut çelişkilere verilen anlık, yıkıcı cevaplar olmasıdır. Kredi ve finans mekanizmaları, bu aşırı üretim krizi eğilimini daha da keskinleştirebilir. Harman için aşırı üretim krizleri, kapitalist üretim süreçlerinin sabit birer bileşenidir. Ancak uzun vadeli dinamikleri analiz etmek için, bakışlarını özellikle Marx’ın yine kendisi tarafından “modern ekonomi politiğin her konuda en önemli yasası” olarak tanımladığı “Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası”na çevirir. Marx, bu yasayla sermaye birikimininin temel çelişkilerini soyut düzlemde ele alır ve kapitalizmin sürekli olarak krize girme eğilimini ortaya koyar. Burada sermayenin organik bileşimi, yani sabit sermaye (üretim araçları)
114
ile değişken sermaye (işgücü) arasındaki ilişki ele alınır. Verimliliği artıran teknolojiler, genellikle daha az sayıda işçi gerektirir. Sermayenin organik bileşimi, giderek artış gösterme eğilimindedir. Ancak sadece insan emeği değer ürettiği (makineler kullanıldıkları süre içinde ürettikleri değeri sadece ürünlere aktarırlar) için, verimliliğin artmasının sonucunda kâr oranında düşme yaşanır. Çünkü kâr oranı, artı değer ile sabit ve değişken sermaye arasındaki orantısal ilişkiye göre belirlenir. Ancak bu yasa sadece bir dizi faktörden vazgeçtiğimiz takdirde geçerlidir. Sermaye birikimi sürecini üretimin ve sirkülasyonun birliği olarak ele aldığımız takdirde, “karşıt etkili eğilimleri” de dikkate almamız gerekir. Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası ile karşıt etkili eğilimler, birlikte ele alındıklarında sermaye birikimi sürecinin (çelişkili) etkilerini oluşturur. Bu bağlamda ekonomik krizlerin taşıdığı önem çok büyüktür. Krize giren firmaların iflas etmesi ve varlıkların ortadan kalkması, bu durumdan kurtulmayı başaran kapitalistler için daha düşük maliyetlerle yatırım yapabilecek duruma gelme anlamı taşıdığı için, kâr oranları yeniden yükselme eğilimine girer. Yani kâr oranlarının düşme eğilimi yasası ile karşıt etkili eğilimler, kâr oranlarını hiçbir sürtüşme yaşanmaksızın bir aşağı, bir yukarı çekip durmaz. Bu eğilimler birbirleriyle daimi bir çelişki içindedir: Bu çelişki, kendisini birer patlamaya benzeyen krizlerle ifade eder. Harman sadece Marx’ın geliştirdiği konseptleri ele almakla yetinmeyip, sonraki bölümlerde Marx’ın ölümünden sonraki teorik katkılarla da ilgilenir. Rudolf Hilferding’in 1910 yılında yayınlanan “Finans Kapital” başlıklı eseri, tekellerin oluşumunun sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi bakımından krizlere neden olduğunu göstermektedir. Bu görüşler Buharin’in ve Lenin’in emperyalizm teorilerinde derinleştirilir: Şirketler ve devletler arasında giderek büyüyen karşılıklı bağımlılık, bu teorilere göre rekabetin yeni bir aşamasını ortaya çıkartır: Askeri rekabet. Bu sadece şirketler arasında değil, kaynaklara erişebilmek ve kontrol edebilmek için jeopolitik boyutta devletlerin arasında yaşanır. Devletler ile şirketlerin birbirine bağlılığının ve devletlerin hem devlet harcamaları, hem de jeopolitik alanda verdikleri çıkar mücadelesinin kapitalizmin gelişmesinde nasıl bir rol oynadığının analizi, son yüzyılın (ekonomik) dinamiklerini anlamak bakımından son derece önemlidir. Üstelik sadece “batılı” devletler değil, doğudaki devlet kapitalizmleri bağlamında da.6 İlk bölümde yapılan teorik açıklamalardan sonra, diğer iki bölümde bu konseptlerin çeşitli tarihsel bağlamlarda somut olarak nasıl uygulanmış olduğu 6
Bürokratik devlet kapitalizmi teorisi için Duma, Veronika/Probst, Stefan, Kapitalismus nach Plan: Perspektiven Nr. 8 içinde, s.50–60.
Marksist Bir Kriz Analizi: Zombi Kapitalizm | Philipp Probst
gösterilmektedir. Tarihsel olarak gelişmiş olan kapitalist toplum formasyonlarının kurumsal özelliklerine bağlı olarak, hem kâr oranlarının düşme eğiliminin ve karşıt eğilimlerin ortaya çıkış tarzı, hem de devletlerin, finans kuruluşlarının vd. oynadığı rol değişmektedir. 1930’lu yıllarda yaşanan ekonomik krizin nedenlerine dair yapılan bir analizde, özellikle kapitalizmin altın yılları olarak anılan savaş sonrası patlama dönemine dair yapılan bir tartışma dikkat çekicidir. On yıllarca süren ekonomik büyüme, uzun zaman boyunca devlet kurumlarının düzenleyici politikalarla müdahale ettiği müddetçe kapitalizmin krizlerini aşabileceğine dair en etkili argüman olmuştu. Harman, Keynesçiliğe dayandırılan talep yönlü önlemlerin, retrospektif olarak tasvir edildiği şekliyle, aslında 1950’li ve 1960’lı yıllarda hiç de o kadar güçlü bir şekilde uygulanmadığını ortaya koyar. Aslında bu politikalar krizle mücadele etmek amacıyla 1970’li yıllarda sahaya sürüldüğünde, hiçbir işe yaramadıkları görülmüştü. Hem bu uzun ekonomik patlama sürecini, hem de bu sürecin sonunun nasıl geldiğini anlayabilmek için, kurumsal düzenleme mekanizmalarının ötesinde açıklama modellerinin aranması gerekir. Harman, bu noktada Mike Kidron tarafından geliştirilen Sürekli Silahlanma Ekonomisi Teorisi’ni geliştirmektedir. SSCB ile ABD arasındaki askeri rekabetten kaynaklı olarak, devlet giderlerinden muazzam miktarlar silahlanma ekonomisine pompalanıyordu. Aslında verimli gibi görünen yatırımların - Marksist anlamda - bu verimsiz sektöre aktarılması karşıt eğilim vazifesi görmüş ve kâr oranlarının düşme eğilimini yavaşlatarak, krizlerin patlak vermesini 1970’li yıllara kadar ertelemiştir. 1980’li, 1990’lı ve 2000’li yıllarda yaşanan krizler, kapitalizmin ilk dönemlerindeki krizlerin arındırıcı etkilerine sahip değildi. Ekonominin 1970’li yıllardan bu yana içinde bulunduğu kârlılık durumu, henüz aşılabilmiş değil. Aradan geçen zaman zarfında sanayi kuruluşlarında büyük yeniden yapılanmalar yaşanmasına karşın, bazı şirketlerin “başarısız olamayacak kadar büyük” olmaları nedeniyle, krizler tarafından tahrip edilemediler, çünkü bu tür şirketlerin tahrip olması, sistemin tümünün tehlikeye düşmesi anlamına gelir. Bu yüzden hükümetler kriz durumlarında daha kötü şeylerin yaşanmasına engel olmak için, mecburen büyük holdingleri desteklemek durumunda kaldılar. Küreselleşme döneminde yeni satış pazarları, neoliberal yeniden yapılandırmalar üzerinden işçilere saldırılar, yeni finans inovasyonlarının geliştirilmesi ve genişletilmesi, yine de kâr oranları düşme eğiliminde bulunan reel ekonominin gizli sorunlarını ortadan kaldıramadı. Harman, kendi hesaplarının yanı sıra, Robert Brenner, Fred Moseley ve Gerard Duménil’in ampirik araştırmaların dayanarak, kâr oranlarının 1980’lerden bu yana az da olsa toparlandığını, ancak savaş sonrası yılları seviyesine ulaşmanın henüz çok ötesinde olduğunu ortaya koymaktadır.
1990’larda yaşanan Asya krizi ile Japonya krizi, ayrıca yeni ekonomi balonunun patlaması, kısa süreli ekonomik patlamaların her defasında kendi içinde çöktüğünü göstermektedir. Finans sistemindeki gelişmeler, günümüzde kapitalizmi belirleyici bir biçimde şekillendirmektedir. Harman, üçüncü bölümün son kısmında bu değişiklikleri ele almaktadır. Bir “özelleştirilmiş Keynesçilik” ve bol miktarda dağıtılan krediler sayesinde tüketim yüksek ve ücretler düşük tutulabilmişti. Sermayenin aşırı yoğunlaşması krizleri bu sayede ertelenebilmişti. Aynı zamanda riskli finans inovasyonları, kapitalistlere üretim alanlarına yatırım yapmak zorunda kalmadan, kısa vadede yüksek kârlar elde etme fırsatını da sağlamıştı. Bu mekanizmalar son derece istikrarsızdır ve ancak çok kısa sürelerde etkili olabilirler. Bu balon patladığı takdirde, reel ekonominin sorunları da yeniden gün yüzüne çıkacaktır. Birçok ekonomist krizlerin nedenini yanlış yönetime, yetersiz düzenlemelere veya bireysel hatalara bağlarken, Chris Harman Marksist ekonomistlerle yaptığı teorik tartışmalar ve çok sayıda ampirik materyalle, son yüzyılda yaşanan krizlerin kapitalist sistemin süreçleri ve eğilimleri içine kök salmış olduklarını ortaya koymayı başarmıştır. Kapitalizmin temel teşkil eden dinamiklerini anlamak ve halen içinde bulunduğumuz ekonomik krizin sonuçlarını kestirebilmek bakımından, Zombi Kapitalizm kitabı altın değerindedir.
Çeviri: Atilla Dirim
Kaynakça Marx, Karl, 1974, Marx Engels Collected Works, Cilt: 23, S. 247. Birchall, Ian, 2010, “Chris Harman: a life in the struggle”, International Socialism 125. http://www.isj.org.uk/index.php4?id=610&issue=125 Harman, Chris, 1978, “Mandel’s ‘Late Capitalism’”, International Socialism 1.
115
Kapak gรถrseli: Lunch Break, Roberto Parada.