Ekim 2018 Sayı 3 10 TL
Krize yanıt: Antikapitalist direniş Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander Sinan Özbek ile söyleşi: Marx’ın din anlayışı ve devlet dini | Yıldız Önen, Faruk Sevim
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad Joseph Choonara’nın yeni kitabı “Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu” | Özdeş Özbay “Umursamaya değer mücadeleler için” | Sibel Erduman
İçindekiler Krizin faturasını patronlar ödesin! Volkan Akyıldırım
6
İşçi sınıfı ve sendikalar Faruk Sevim
13
Çözüm sürecine bir bakış Şenol Karakaş
21
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz Anne Alexander
28
Sinan Özbek ile söyleşi: Marx’ın din anlayışı ve devlet dini Yıldız Önen, Faruk Sevim
39
Dijital boşluğa doğru? Martin Upchurch
48
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” Çağla Oflas
61
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? Esme Choonara, Yuri Prasad
71
Joseph Choonara’nın yeni kitabı “Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu” Özdeş Özbay
85
“Umursamaya değer mücadeleler için” Sibel Erduman
87
Enternasyonal Sosyalizm | EKİM 2018 | ISSN: 1301-0204 | 10 TL Sahibi: Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti adına Ozan Tekin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Meltem Oral Editörler: Can Irmak Özinanır, Canan Şahin, Gül Dönmez, Faruk Sevim, Şenol Karakaş Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No:230, Topkapı/ İstanbul Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yılda iki kez yayınlanır | İletişim: 0555 637 24 50
1
“Ya sosyalizm ya barbarlık”
Y
üz yıldan uzun bir zaman önce Rosa Luxemburg şöyle yazıyordu: “Tüm kapitalist ilişkilerdeki son sağlamlılığı yok etme, her tarafı en fazla esnekliğe sokma, tüm kapitalist güçleri son sınırına kadar genişletme, göreceli ve duyarlı yapmaktan başka bir şey değildir. Böylece kapitalist ekonominin birbirlerini iten güçlerinin periyodik çarpışmalarından başka bir şey olmayan bunalımlarının derinleşip kolaylaşacağı çok açıktır.” Neoliberalizmin zaferinin ilan edildiği dönemde kapitalizmin içten içe derinleşen krizi, Rosa Luxemburg’un görüşlerindeki haklılığı gösterdi. Üstelik, Türkiye’deki tartışmalar da zaman zaman dünyadaki tartışmaların arka bahçesi işlevini görür ve Türkiye’de de kapitalizmin sarsılmaz zaferini ilan eden çok sayıda yazar ve gazeteci kapitalizm açısından işlerin biraz daha iyi gittiği dönemlerde özgüvenle sistem güzellemeleri yapıyordu. Fakat son birkaç aydır yaşanan ve henüz giriş bölümünü izlediğimiz kriz, kapitalizm güzellemesi yapanların değil, Rosa Luxemburg gibi sosyalistlerin haklı olduğunu kanıtlıyor. Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Dış ticaret açığının dev boyutlara ulaşmasıyla birlikte kaynak sorunu devasa bir duruma geldi. Kriz elbette işçi sınıfına fatura edilmeye çalışılıyor. Ağustos ayı verileri, son bir yılda mutfak harcamalarının 1000 TL arttığını ve Türk Lirası’nın dolar karşısında yüzde 40 değer kaybettiğini gösteriyor. Kriz, sadece kapitalizm güzellemesi yapmayı imkânsız hale getirmekle kalmıyor, milyonlarca insanın aynı anda hızlı bir sorgulamaya girmesi anlamına da geliyor. “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Kapitalizm olağan dönemlerinde bile yakarak, yıkarak, sürekli bir değişimi zorlayarak baş dönmesi yaratırken, kriz zamanları bu baş dönmesi tüm sınıflar açısından ayakta durmayı zorlaştıran bir bulantı halini alıyor. Egemen sınıflar kriz zamanlarında kendi aralarında bölünmeye başlıyor; devlet inisiyatif alarak bu bölünmüşlüğü egemen sınıf açısından dayanılabilir bir düzeyde tutuyor. Fakat devletin de iç tutarlılığını yitirdiği, yönetim sisteminde radikal değişikliklerin gözlemlendiği, devletin tüm kanatlarının sadece ‘devletin bekası’
2
“Ya sosyalizm ya barbarlık”
kaygısının dile getirilmesi odağında birleşmiş görüntü arz ettiği koşullarda, egemen sınıf açısından da riskler artmaktadır. Dün “evet” denilene bir gün sonra “hayır” denildiği koşullara bir örnek: Maliye Bakanı’nın övünerek açıkladığı bir uluslararası kuruluşla kriz sürecini atlatmak için anlaşma yapılması, bizzat partili cumhurbaşkanı tarafından kısa sürede çürütülebiliyor. Bu, hem TÜSİAD’ın eklemlenmiş olduğu küresel sermaye çevreleri açısından, hem bizzat TÜSİAD açısından, hem de TÜSİAD’a eklemlenmeye çalışan büyük sermaye grupları açısından tarifsiz bir belirsizlik anlamına geliyor. Krizin henüz başlangıcında siyasal gelgitler sadece egemen sınıf içindeki belirsizlik, güvensizlik ve çelişkileri derinleştiriyor. O kadar ki, cumhurbaşkanı aynı konuşmanın başlangıcında “krizi fırsata çevirmek” gerektiğini söyleyip kriz fırsatçılığını eleştirirken, birkaç dakika sonra Türkiye’de kriz olmadığını ilan edebiliyor. Krize karşı tedbirlerin düzeyi bakanlıklar ve büyük sermaye temsilcileri tarafından ‘istişare’ toplantılarında ele alınırken, aslında krizin yaşanmadığının ilan edilmesi, krizin yarattığı dayanılmaz baş dönmesini egemen sınıf açısından korkutucu bir hale getiriyor. Üstelik, bu baş dönmesi Türkiye egemen sınıfına özgü de değil. ‘Beka kaygısı”nı öne sürmek de Türkiye’ye özgü değil; bu kaygıyı neoliberalizme ve emperyalizmin hoyratlıklarına karşı bir örgütlenme aparatına dönüştüren siyasal eğilimlerin otoriter yönetimleri kitlesel bir destekle hakim hale getirme çabasının da yerel bir sorun olmaması gibi. Sadece Erdoğan’ın siyasi gücü aşırı bir şekilde kendi ellerinde toparladığı bir dünyada yaşamıyoruz; Macaristan’da, Rusya’da, Hindistan’da gücü siyasal iktidardan uzaklaştırılmasına izin vermeyecek düzenlemelerle ellerinde merkezileştiren parti liderleri bir yandan, güçler dengesinin dağılımının şimdilik buna izin vermediği ABD’de denetleyici bütün burjuva demokratik kurum ve gelenekleri ayak bağı olarak gören ve ırkçılara açık çek veren Trump’ın başkanlığı öte yandan, dünyanın içinden geçtiği evreyi sonu öngörülebilir olmaktan çıkartıyor. Suriye, emperyalist kapışmanın deneme tahtası olarak şiddetli bir yıkım yaşamaya devam ediyor. Esad, kendi kişisel beka kaygısını Suriye’nin beka kaygısı olarak sunmakta gösterdiği büyük başarıyla, Rusya’nın (özünü ABD’ye meydan okuma emperyalist güdüsünün oluşturduğu) desteğini arkasına alabildi. Emperyalizm, özellikle ABD hegemonyasının kısmi gerilemesinden kaynaklanan ‘çoklu krizini’ yaşamaya devam ederken, bölgesel devletler, siyaseti bir varoluş-yokoluş ikilemi içinde tarifleyerek, hem ‘olmakta olan ama hem de olacak olan” büyük bir belaya karşı, beka kaygısı etrafında devlet politikalarıyla hareket ediyorlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin kaderiyle AKP’nin kaderinin örtüştüğünü söylediği konuşması, bu açıdan tüm söylediklerinden ayrı bir öneme sahiptir.
Gelişmeler bir kez beka kaygısını sonlandırmak için üretilen politikalara bağlanmışsa, beklenti anormal siyasal, küresel ve askeri gelişmeler olarak kodlanmışsa, bu gelişmelerin göğüslenmesi için devletle örtüşen merkezi siyasal güçlerin sarsılmaması gerekmektedir. Örneğin, MHP liderliğinin Erdoğan’ın bu görüşlerinde bir olağanüstü yan olduğunu, yakın zamanda bir gün muhalefete düştüklerinde beka kaygısını çözümleyecek olan siyasal güçle didişmeye başladıklarında, bu Türkiye’nin çıkarlarına karşı olacakları anlamına gelir. ‘AKP eşittir Türkiye’ denklemi, AKP’ye karşı muhalefetin Türkiye’nin çıkarlarına karşı çıkmakla eşitlenmesi anlamına gelir. Bu, muhalefetin bütünüyle manasız hale getirilmesi sürecinin ilk adımıdır. Siyasal gücün aşırılaştırılıp merkezileştirilmesinin zirvesi, partiyle devletin özdeşleştirilip partinin de lideri vasıtasıyla liderin devletle özdeşleştirilmesidir. Türkiye’nin bekası AKP’nin bekasına indirgenirken, gerçekten de Erdoğan siyaseti bıraksa bugün aldığı oyları alamayacağı açık olan AKP’nin geleceği de Erdoğan’ın siyasal gücün merkezinde durup durmayacağına indirgeniyor. Bu, kuşkusuz muhalefete gözdağı vermek anlamı taşır, ama bu siyasal açıklama daha çok Erdoğan’ın önce kendi partisinin liderliğine, yönetim kademelerine, tabanına ve özellikle kendisini Erdoğan’la aynı çıkar birliği içinde gören yoksul ve emekçi kesimlerine yöneliktir. Dönemi karakterize eden bir süreç siyasal gücün aşırı merkezileşmesi, siyasal istikrarsızlık ve ekonomik kriz ise, bir diğer süreç de toplumda yaşanan benzersiz yoksullaşmadır. Roni Margulies’in önceden vurguladığı gibi “yerli-milli bir hamasetle yüklü” konuşmaların, açlığa, işsizliğe yakalanma riskini her saniye yaşayan insanlarda yaratacağı etkiyle karnı tok, işi garanti olan insanlarda yaratacağı etki bütünüyle birbirinden farklıdır. Kriz yoksulları her geçen gün şiddetle çarpıyor. Tuvalet kağıdı, yumurta, peynir, soğan gibi ürünler aşırı pahalı ürünler kategorisine giriyor. Serbest piyasa mantığıyla kriz fırsatçılığı el ele gidiyor. Bazı fırıncılar yeni ayda ekmeği 2 liradan satacağını açıklarken1 hükümet ekmeği pahalı satanların ihbar edilmesini talep ediyor.2 Fakat fırın patronlarına karşı sesini yükselten hükümet, hem 100 günlük ekonomi programında hem de Berat Albayrak’ın açıkladığı egemen sınıfa bir ölçüde güven veren Yeni Ekonomik Program’da büyük sermayenin kollandığı, sermayenin krizden darbe almadan çıkmasının hedeflendiği görülürken, krizin bütün faturasının işçi sınıfına kesilmesinin hedeflendiği berraklaşıyor. Bunun bizzat AKP’ye oy veren işçi sınıfında kızgınlığı büyüttüğünü görmemenin tek nedeni, zaten bu işçi 1
https://www.milligazete.com.tr/haber/1706643/ekmegi-2-liradan-satacagim-isteyen-alir
2
https://www.bbc.com/turkce/haberler-45596850
3
“Ya sosyalizm ya barbarlık”
sınıfının ‘bidon kafalı’ olduğunu düşünmek olabilir. İşçi sınıfının fikirleri değişiyor, işçi sınıfı öfkeleniyor, kızgınlık bir harekete geçme isteği doğuruyor. Ama hareket, birleşik bir işçi hareketine dönüşmeden kalıyor. Dönemi, bir başka açıdan da şöyle tarif edebiliriz: Ezilenler açısından bir yandan kızgınlığın, öfkenin biriktiği, ama öte yandan egemen sınıf ve devlet eliyle sürekli olarak korkunun pompalandığı, korku duvarının tüm gediklerinin her geçen gün güçlendirildiği bir dönemden geçiyoruz. Korku ve kızgınlık yan yana işleyen iki ruh hali ve emekçiler hem korkuyor hem de kızıyor. Korkunun yanı sıra bir başka gerçek daha var: Muhalefet diye ortaya çıkan güçler, hem işçi sınıfından kopuk hem de işçi sınıfının siyasal eğilimlerini, hatta daha da öte, bizzat işçilerin kendilerini aşağılayan bir yaklaşıma sahipler. Havalimanı işçilerinin birkaç gün süren ve 600 işçinin gözaltına alınmasına, önce 23, sonra toplamda 34 işçinin tutuklanmasına neden olan direnişinde bile, muhalif olduğunu düşünenlerin bazıları bu işçilerin bir bölümünün AKP’ye oy vermesi nedeniyle başlarına geleni hak ettiğini söyleyerek çıkışabiliyorlar.3 Tayyip Erdoğan, 2013 yılının Mayıs ayında patlayan Gezi eylemlerinin bir aşamasında, toplumun yüzde 50’sini umursamayarak, esas olarak kendisine oy veren kitlelere seslenmeye, bu kitlelerin heyecanını sürekli diri tutmaya başladı. Bu heyecanın diri tutulması çabası, 3
4
Burada Alper Görmüş’ün kutuplaşma üzerine Serbestiyet’te yazdığı şu bölümü bir kez daha hatırlatmakta fayda var: İktidarla iktidara oy verenler arasında ayrım yapmadan, iktidara oy verenlerin hatırı sayılır bir bölümünün rızasını alabilecek bir siyaset inşa etmenin mümkün olduğuna inanmadan ‘anlamlı’ bir kutuplaşma yaratmak mümkün değildir. Benim izleyebildiğim kadarıyla, ‘sol’da toplumdaki mevcut laik-muhafazakâr kutuplaşmasını ‘anlamlı’ bulmayan, tam tersine muhafazakâr tabanı kendi doğal-potansiyel tabanı olarak gören (ya da bunu net bir biçimde ifade eden) yegâne hareket Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)... Partinin internetteki sayfası marksist.org’da geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Şenol Karakaş imzalı yazıda şöyle deniyordu: “Sosyalist İşçi (DSİP’in yayın organı A. G.) AKP iktidara geldiğinden beri, bu partinin zenginlerin ekonomik ve siyasi programına yoksulların desteğini alma becerisine sahip olduğunu ve işçi sınıfının bu partiye oy veren kesimleri kazanılmadan ne Erdoğan’ın yenilebileceğini ne de siyasal demokrasinin alanının dilediğimiz ölçüde genişleyebileceğini anlatıyor. AKP’ye oy veren yoksulların kadim zamanlardan beri bu partiye oy vermediğini ve gerçekte solun kitlesel zeminini oluşturduğunu bir türlü kavrayamayanlar, AKP liderliğini bu toplumun, kuralları bilinen siyaset geleneğinin dışında şekillenen bir yaratık gibi algılarken bu liderliği destekleyen geniş emekçi kitleleri de kazanılmasa da olur bir ‘gericiler güruhu’ olarak damgaladı. Bu kavrayış zaman zaman AKP’ye karşı askeri darbe girişimlerine sessiz kalmaya, hayırhah yaklaşmaya ve hatta ‘olacaksa olsun şu iş’ denilerek destek olmaya kadar gitti.” (https://marksist.org/icerik/ Sectiklerimiz/10191/%E2%80%98Gri-sozlere-muhalif-cenahta-da-tahammul-yok!)
2016’daki darbe girişiminin ardından yerini hamaset dolu, “yerli-milli” vurgusuna yapılan aşırılaştırılmış göndermelerle yüklü ve tabanını esas olarak korkutan bir çağrıya bıraktı. Krizin ardından ise bu sesleniş, belirgin bir şekilde tabanın, AKP’ye oy veren işçilerin harekete geçmesini, krizin faturasını ödemeyeceğini beyan eden bir kitle eylemliliğini başlatmamasını sağlamaya yönelik. AKP’nin kaderinin Türkiye’nin kaderiyle örtüştüğü iddiasının temel nedeni, işçi sınıfının korku duvarını aşacak, hareketin kendi değiştirici dinamiğiyle işçilerin başlangıçtaki noktadan çok daha farklı, kararlı, fikirleri kolektif eylem içinde değişmiş bir noktaya gelmesinin engellenmek istenmesidir. AKP liderliği, herkesten daha iyi biliyor ki, Ergenekoncu darbecilerle, Fethullahçı darbecilerle, askeri vesayetin her biçimiyle çarpışsa da ya da karmaşık güdülerle harekete geçen ve eylem ufku fikri ufkundan bağımsız olarak parkın ağaçlarını korumakla kaçınılmaz bir şekilde sınırlanan Gezi eylemlerine katılan genç beyaz yakalı işçilerin bir kesimiyle mücadele mücadelede kendisini sınadıysa da, Erdoğan ve AKP liderliğinin bu mücadelelerinin altından kalkabilmesinin nedeni, AKP’ye oy veren yoksulların ve emekçilerin ya sessizce ya da açıktan bir şekilde AKP liderliğinin yanında durmasıydı. Gezi işçi sınıfının geniş kesimlerini kazanamadı, askeri darbe girişimleri ise zaten başlı başına işçi sınıfına yönelik bir saldırganlık olarak sahneye çıktığı için, 15 Temmuz’da olduğu gibi işçilerin aktif karşı mücadelesiyle püskürtüldü. Fakat şimdi yaşanan ve AKP liderliğinin sınanmak üzere olduğu süreç, bizzat işçi sınıfının kızgınlığının birikmesinin ürünü olacak bir süreçtir. Önümüzdeki günler, haftalar ve aylarda korkunun mu yoksa kızgınlığın mı işçi sınıfının geniş kesimlerinde hakim duygu haline geleceğini belirleyecek olan, krizin şiddeti, siyasal istikrarsızlığın düzeyi, AKP liderliğinin faturayı işçi sınıfına kesmek konusunda ne kadar ısrarlı olup olmayacağı ve kuşkusuz son olarak işçi sınıfının örgütlenme düzeyi, sınıf şekillenmesinin hızı ve sosyalistlerin, kültürel kutuplaşmaya, yapay toplumsal kutuplaşmaya taviz vermeden, hurafelere, şehir dedikodularına, sosyal medya trollerine değil, kanıyla, siniriyle, kadın ve erkek işçilerin eyleme geçme potansiyeline bakıp bakmayacağı, işçi hareketine yardımcı olup olmayacağıdır. Zaman, işçi sınıfının kendiliğinden hareketi içinde sınıf bilinçli aktivistlerin örgütlenmesi ve işçi sınıfının daima çoğunluğunu kazanacak politikalara bağlı bir ağ oluşturmasını sağlamak ve şu sorunları aşmak için örgütlenme zamanıdır: } İşçi hareketini de sendikaları da “sarı” ve “kızıl” diye bölen anlayışa prim vermemeliyiz, } Bütün sendikaların tabanında, liderliğinin rengi ne olursa olsun örgütlenmeye çalışmalıyız, } Her işçi eylemini bir sendikal örgütlenme
“Ya sosyalizm ya barbarlık”
mücadelesinin parçası kılmaya çalışmalıyız, } Kutuplaşmacı değil, işçi sınıfının bütünün çıkarlarını savunan politikaları öne çıkartan bir ağ inşa etmeliyiz, } Her bir işçi direnişini, direnişin boyutlarına bakmaksızın, daha büyük bir işçi dayanışmasının bir durağı olarak görmeliyiz, } Büyük sendikaların birleşik eyleminin inşası, yeni türden bir birleşik işçi cephesi ve bu cephe tarafından düzenlenecek kitlesel eylemleri, her bir işçi direnişinin moral veren asli hedefi olarak örgütlemek yönünde aşağıdan bir basınç uygulamalıyız. Korkunun mu öfkenin mi hakimiyet kuracağını, bu adımların atılıp atılmayacağı, hangi hızla atılacağı ve kararlılık belirleyecek. Enternasyonal Sosyalizm, bu dileklerle dolu üçüncü sayısıyla karşınızda. “Krizin faturasını patronlar ödesin” başlıklı yazısında Volkan Akyıldırım son kriz, kriz hakkındaki tartışmalar, hükümetin önlemleri ve işçi hareketinin talepleri hakkında yazdı. Faruk Sevim tarihçesi içinde işçi örgütlenmesinin temel araçlarını ve birleşik işçi eylemleri açısından sendikaların taşıdığı önemi “Sendikalar ve işçi sınıfı” yazısında tartışıyor. Şenol Karakaş “Çözüm sürecine bir bakış” başlıklı yazıda, 2013-2015 yılları arasında yaşanan Çözüm Süreci’nin başlama ve sonlanma dinamiklerini ele alıp, yeniden bir çözüm ve diyalog sürecinin başlaması için atılması gereken adımların neler olduğunu ele aldı. Anne Alexander, “Ortadoğu’da emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz” başlıklı yazısında, genel olarak Ortadoğu ve özel olarak Suriye’de yaşanan gelişmelerin, emperyalizmin genel krizi ve müdahaleleri açısından taşıdığı önemi ele alan kapsamlı bir yazıyla bu sayımızda yerini aldı.
Yeni kitabı hakkında yaklaşık iki yıldır çalışan Felsefe profesörü Sinan Özbek’le yaptığımız kapsamlı röportaj, ‘dinin kökenleri’, ‘dinin etki alanları ve sürekliliği’, Marx’ın dini kavrayışı ve bu kavrayışın nasıl çarpıtıldığı gibi sorunların yanı sıra bir devlet dini olarak gelişen din anlayışının siyasal zeminlerini de açığa çıkartan bir genişlik arz ediyor. Martin Upchurch’un iki yıl önce yayınlanan “Dijital Boşluğa Doğru?” başlıklı yazısı, yazının ele aldığı tartışma başlıklarının her biri bugün öncekinden daha sıcak bir şekilde güncelliğini koruduğundan özel bir öneme sahip. İşçi sınıfı açısından teknolojinin ne anlam ifade ettiği yazının temel içeriğini oluşturuyor. Çağla Oflas, “Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” başlıklı yazısında önümüzdeki aylarda 100. Yılını dolduracak 1919 Ocak Alman Devrimi’ni ve bu devrimin tartışmasız en parlak sözcüsü Rosa Luxemburg’un devrimci mirasının önemini kapsamlı bir yazıyla tartışıyor. “İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir?” başlıklı makalede Esme Choonara & Yuri Prasad “Baskılara maruz kalmayanlar kurtuluş mücadelesinin bir parçası olabilirler mi? Beyaz insanların tümü ırkçılık suçuna katılırlar mı yoksa siyahların özgürlük kavgasının bir parçası olabilirler mi? Eşcinseller ve heteroseksüeller ayrımcılığa karşı birleşebilirler mi? Erkekler kadın hakları mücadelesinin bir parçası olabilirler mi?” gibi sorulara geniş bir alanda yaptıkları tartışmalarla yanıt arıyorlar. İngiliz Marksist Joseph Choonara’nın “Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu” başlıklı kitabı Z Yayınları tarafından yayınlandı. Özdeş Özbay kitabın önemini anlatıyor. Sibel Erduman Terry Eagleton’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan İyimser olmayan Umut kitabını tanıtıyor.
Enternasyonal Sosyalizm
5
Krizin faturasını patronlar ödesin! Volkan Akyıldırım
T
ürkiye kapitalizmine düzülen övgüler yerini telaşa bıraktı. Anlaşıldı ki, yönetenlerin övgüyle bahsettiği ekonomik büyüme aslında devasa bir borç yığınından ibaretmiş.
Türk lirası 2018’in ilk dokuz ayında hızla değer kaybederken, dolarla borçlanan şirketlerin ve bankaların borçları geri ödenemez halde. Tarihî müttefiki ABD’nin yaptırımlarıyla karşı karşıya kalan Türkiye yönetimi, borç bulmak için kapı kapı dolaşıyor. Erdoğan kabinesi, şirketlerin ve bankaların devlet teminatı altındaki borçlarını, Yeni Ekonomik Program adı verilen ekonomik saldırı paketi ile işçilere ödetmek istiyor. Bunu yaparken “Kriz mriz yok”, “Bunlar psikolojik”, “Ekonomik krizden bahsetmek hainliktir” diyorlar. Ancak ekonomik gerçekler gibi hükümetin aldığı olağanüstü tedbirler de yaşanmakta olanın bir kriz olduğunu gösteriyor:
} } } } } } } } }
Dokuz ayda yüzde 30 yoksullaştık. Eylül ayına gelindiğinde temel gıda fiyatları ve tüm ürünler yüzde 24,5 zamlandı. İstanbul’daki dev imalatçıların faaliyetleri, Ağustos ve Eylül’de üst üste iki kez daraldı. Hem üretim hem de yeni siparişler Eylül ayında da yavaşlamaya devam ederken, yeni ihracat siparişleri hız kaybetti. Ağustos ve Eylül aylarında iki toplu işten çıkarma dalgası yaşandı. Ürün fiyatlarında üst üste ikinci ay olacak şekilde rekor düzeyde artış kaydedildi. Bazı fabrikalarda üretim durdu ya da vardiyalar kaldırıldı. Bir çok büyük firma konkordato ilan etti. Kâğıt üstünde iflas etmeyen şirketlerin sayısının az olduğu söyleniyor. Alışveriş yok, alacaklar alınamıyor, borçlar geri ödenemiyor. Nakit sıkıntısı yaşanıyor.
Liranın krizi Türk lirası, 2018’in ilk dokuz ayında yüzde 40 değer kaybetti.
6
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Bunun, 185 milyar doları dış borç ödemesi. Bir yılda ödenmesi gereken dış borcun 104 milyar doları bankaların, 80 milyar doları şirketlerin, 6 milyar doları genel yönetimin. Dış ticaret açığının 50 milyar doların üzerine çıkmasıyla birlikte kaynak sorunu devasa bir duruma geldi. Lira’nın her 1 kuruşluk değer kaybı bu borca 1,1 milyar liralık yük anlamına geliyor. Dolar, dünya kapitalizminin temel para birimi. Yerli para birimleriyle ticaret yapanlar da hesaplamayı dolar üzerinden yapıyor. Doların yükselişi, maliyetleri ve fiyatları artırıyor. Dövizle borçlanan şirketlerin bu borcu ödeyebilmek için piyasadan durmadan dolar alması nedeniyle, bankalar nakit döviz sıkıntısı çeker hale geldi. Rağbet görmeyen lira hızla değersizleşirken, azalan ve değerlenen dolar yükselmeye devam ediyor. Yönetime göre lira’daki düşüş, bütünüyle dışarıdan kaynaklı bir saldırının sonucu. Oysa doları lira karşısında yükselten nedenlere bakıldığında, hem küresel hem yerel birçok ekonomik ve siyasi sebep var.
Ağustos 2018: Ayın ilk haftasında dolar 5 lirayken, 10 Ağustos’ta 6,87 TL oldu. 13 Ağustos’ta 7 liraya ulaştı. Bu hızlı değer kaybının çeşitli sebepleri var: Brunson’un tutukluluğuna karşı Trump’ın iki Türkiyeli bakana yaptırım kararı alması, şirketlerin Eylül ve Ekim ayındaki borç ödemeleri için piyasadan dolar çekmesiyle yaşanan döviz sıkıntısı, Türkiyeli kapitalistlerin desteklediği Berat Albayrak’ın yabancı sermayeyi ikna etmekten uzak açıklamaları. Merkez Bankası’nın aldığı bazı tedbirler sonucu 5.80 liraya düşürülen, üstüne “saldırı bertaraf edildi” denilen dolar, yeniden tırmanışa geçti. Eylül 2018: Aya 6,50 liranın üzerinde giren dolar, TCMB’nin yüzde 6,25’lik rekor faiz artırımının ardından 6 liraya indi. Ancak kısa bir süre sonra yeniden yükselişe geçti. 19 Eylül günü hükümetin Orta Vadeli Ekonomik Programı açıklamasından önce 6,35 lira seviyesinde olan dolar, programın açıklanmasının ardından 6,20 liraya geriledi. 24 Eylül’de ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ‘Pastör Brunson bu ay serbest kalabilir’ açıklaması ile oluşan hava sonucu ay sonunda dolar 6 liranın biraz altına çekildi.
Mart 2018: Ocak başında 3,75 lira olan dolar ilk kez 4 liraya çıktı. ABD merkez bankasının faizleri artırmasıyla, yatırımcılar Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomilerden” çekilip ABD’ye kaçtı. Trump’ın Çin’e karşı ek gümrük vergileriyle ticaret savaşı başlatması, doları yukarı çekti. Yereldeyse kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, ekonomik endişeler, artan dış ticaret açığıyla kendini gösteren kaynak sorunu lirayı değersizleştirdi.
Ekim 2018: Hükümet «en kötüsü» geride kaldı dedi, Erdoğan kurdaki dalgalanmaları kontrol aldıklarını söyledi. 2 Ekim›de 5,94 liraya inen dolar, 3 Ekim›de beklentilerin üzerinde gelen enflasyon rakamıyla 6 liranın biraz üstüne çıktı. 4 Ekim›de yeniden 6,20 lirayı gördü. Bunun sebebi, ABD›de faizlerin artırılmasının küresel düzeyde dolara rağbeti artırmasıydı. ABD hazine tahvillerindeki küresel satış dalgasının, TL›nin değerini bir günde 20 kuruş düşürmesi, Türkiye kapitalizminin küresel şok dalgaları karşısındaki kırılganlığının devam ettiğini gösterdi. Radikal faiz artırımı ve ekonomik saldırı programına rağmen, küresel finans sermayesinin Türkiye›den kaçışı devam ederken, TL değer kaybetmeye devam ediyor.
Nisan 2018: Lira’nın değer kaybı devam etti. AKP ve MHP’nin baskın seçim kararıyla gelişen belirsizlik doları yukarıda tuttu.
Dokuz ayda olanlar gösteriyor ki liranın değer kaybı, borçlanmaya dayalı ekonominin kaynak krizi ve siyasî krizlerle istikrarsızlıkların iç içe geçmesinin bir sonucu.
Mayıs 2018: Dolar, lira karşısında rekor üstüne rekor kırdı, 1 dolar 4,90 liraya ulaştı. Başlıca sebep, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yatırımcıları ikna etmek için gittiği İngiltere’de söyledikleriydi. 15 Mayıs’ta Bloomberg TV kanalında konuşan Erdoğan, başkan olarak para politikalarında daha etkin bir oynayacağını söyleyerek faizleri düşüreceklerini vurguladı. Bu nedenle de İngiltere’den eli boş döndü. Yabancı yatırımcıların kaçışını durdurmak isteyen Merkez Bankası faizleri yüzde 13,5’ten 16,5’e yükseltti. Haziran-Temmuz 2018: Dolar 4,97 lira oldu. Erdoğan’ın faiz karşıtı söylemlerinin aksine 7 Haziran’da Merkez Bankası faizleri 17,5’e çıkardı. Böylece, Arjantin, Venezuela ve İran’dan sonra Türkiye dünyada en yüksek faiz veren dördüncü devlet oldu. Normalde seçimi kazanan hükümetler, sermaye sınıfına güven verir. 24 Haziran seçimleri sonrası düşmesi beklenen dolar, düşmedi. Yeni rekor, yeni kabinenin açıklanması ile birlikte geldi.
Borç bataklığı Liranın değer kaybedişi, dolarla borçlanıp lirayla satış yapan şirketleri ve borçlu oldukları bankaları etkiliyor. Borçların geri ödenip ödenemeyeceği, yeni borçların nasıl bulunacağı bugün yaşanan ekonomik gerilimin başlıca sebebi. Holdingler borçlarının yapılandırılması için kuyruğa girdi. Yirmi yıl boyunca elde ettikleri devasa serveti bir yana koymuşken, şimdi borçlarının maliyetini topluma ödettirmek istiyorlar. Milyonlarca emekçi ise bankalarla boğuşurken, şimdi işlerini kaybetme korkusu yaşıyor. OHAL döneminde toplu işten çıkarmalar ve yeni yasalarla kurumlara üç yıl boyunca ihraç yetkisinin verilmiş olması işsiz kalma endişesini daha da artırıyor.
7
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
Yaşanmakta olan, birçok güncel siyasî ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak Türkiye kapitalizminin borç sorununun kronikleşmesidir. } 2017’de 3,1 trilyon liralık gayri safi yurtiçi hasıla elde edilirken, kapitalistlerin iç ve dış borçları 2,2 trilyon liraya ulaştı. } Dev holdinglerden orta ve küçük ölçekli işletmelere, şirketlerin bankalara olan kredi borçları da 1,8 trilyon lirayı buldu. } Bireysel borçlar, Mayıs itibarıyla 510 milyar lira oldu. 32 milyon kişi, kredi kartları yüzünden bankalara borçlu. 7 milyon kişi icralık olurken, 25 milyon kişi davalık durumda. } Türk şirketlerinin Eylül’de 6 milyar dolar, Ekim’de 9 milyar dolar dış borç geri ödemesi gerekiyor. Gelecek yıl sonuna kadar ödenmesi gereken borcun tutarı 69,5 milyar dolar. Bu borcun 51 milyar doları bankalara, 18,5 milyar doları sanayi şirketlerine ait. } Hazine’nin iç borçları Haziran ayı itibarıyla yılbaşına göre 25,8 milyar lira artarak 561 milyar liraya yükseldi. Hazine’nin dış borçları yılbaşına göre 68 milyar lira arttı ve 409 milyar liraya ulaştı. } Bugün itibarı ile kamu ve özel sektörün toplam borcu, 3,9 trilyon liraya çıkmış, yani Türkiye’nin millî gelirini aşmış durumda. } 2002’de 359 milyar lira olan iç ve dış borçlar, 2009 yılında üç kat artarak 1 trilyon liraya çıkmıştı. 2009’dan 2017’ye kadar toplam borç yine üç kat artarak 3,6 trilyon liraya ulaştı. Sermayenin programı Patronlar ne zaman kriz yaratsa, hükümetler onları kurtarmak için seferber olur. Faturayı ekonomik saldırılarla emekçi sınıflara çıkartırlar. Krizi reddetmeyi sürdüren Erdoğan kabinesinin Yeni Ekonomik Programı da bunlardan birisidir. YEP denilen ekonomik saldırı ve kesintiler paketi, IMF’siz bir IMF programıdır. Üç yıl uygulanacağı söylenen bu program, bankaları kurtarmayı merkezine koyarken, şirketlerin yarattığı krizin faturasını emekçi sınıflara ödetmek istiyor. Kemer sıkma: Kesintiler kamu harcamalarından başladı. Hükümet, bütçenin bir dizi kaleminde kesintiye giderek 31 milyar lira tasarruf edeceğini söylüyor. Bunun 2 milyar lirası direkt sosyal güvenliğe ayrılan paydan kesildi. Ekim ayında meclise sunulacak 2019 bütçesinde sosyal harcamalar, her IMF programında olduğu gibi, budanacak. Yeni vergiler: Türkiye’de toplam vergi gelirlerinin yüzden 60’tan fazlası emekçilerden kesilenler. Hükümet, patronlardan aldığı az vergiyi artırmak yerine “tabana yaymak” istiyor. YEP, çok küçük esnaf, emeklikler, vakıflar, dernekler gibi vergiden muaf kesimlerin muafiyetini kaldırmakla işe başlayıp, bir dizi yeni vergi getirecek.
8
Zorunlu BES: Otomatik Bireysel Emeklilik Sigortasını zorunlu hale getirildi. Her ay maaşlarımızdan belli bir miktar kesilip, emeklilik şirketlerine gönderilecek. Çalışanlar, patronlar tarafından dahil edildikleri sistemden üç yıl boyunca çıkamayacak. Kamu ve özel sektörde, 45 yaş altı tüm çalışanların işverenleri tarafından BES’e dahil edilmesini sağlayan otomatik katılım, 2017’de başlamıştı. İki yılda 12 milyona yakın çalışan sisteme giriş yaptı, bunların yüzde 60’a yakınıysa çıktı. İşçilerin çoğunluğunun istememesine rağmen BES artık zorunlu! Maaşlarımızdan yapılan kesintiler, dev sigorta şirketlerinden oluşan Türkiye Reasürans Havuzu’na akacak. Bu havuz patronların sigortaya kolay ve ucuz ulaşmasını sağlayacak. Kıdem tazminatlarımıza göz diktiler: Erdoğan kabinesi, kıdem tazminatı yasasındaki değişiklikleri üç yıl içinde gerçekleştireceğini ilan etti. Daha önce de gündeme getirdikleri, kıdem tazminatlarının bir fona aktarılmasıydı. Sendikalar, hükümetin kıdem tazminatı hakkını koruyan kanunu değiştirmesine karşı çıkmış, “bu kırmızı çizgimizdir ve grev sebebidir” demişti. Kıdem tazminatını ödemek istemeyen patronlar, eski ya da yeni kendilerini bağlayıcı kılan her yasaya karşı oldukları için, hükümetin bu değişiklik önerisini desteklememişti. İki tarafın da istememesine rağmen hükümetin kıdem tazminatını kaldırmaktaki ısrarını anlamak için İşsizlik Fonu’nun başına gelenlere bakmak gerekir. İşçilerin maaşlarından kesintilerle oluşturulan bu fonun amacının, işsizlere maaş ödemek olduğu söylense de, işsizlerin küçük bir bölümü bu haktan yararlanabildi. Fonda biriken paradan 11 milyar liranın üç kamu bankasına aktarıldığı ortaya çıktı. Yasadaki değişiklikle kazanılmış bir hak olmaktan çıkartılmak istenen kıdem tazminatları da bir fona aktarılıp, bankalara ve şirketlere kaynak haline getirilmek isteniyor. Kuralsız, iş güvenliksiz, düşük ücretle çalışma: Hükümet üç yıl içinde kamuda esnek çalışmaya gidileceğini, böylece 2 milyon kişinin istihdam edileceğini söylüyor. “Memur evden çalışacak”, “yarı zamanlı çalışarak kendini geliştirmeye zaman ayıracak” gibi argümanlarla pazarlanan esnek çalışma, işçilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımların hiçe sayıldığı kuralsızlık dayatmasıdır. Kamuda işe alınacaklar, önceki çalışanların haklarından faydalanmayacağı gibi ayrı ücretlere tabi olacak. 657 sayılı kanunla korunan iş güvenliğinden yararlanamayacak. Performans sistemiyle, çalışanlar birbirlerinin rakipleri haline getirilecek ve iş yükü artacak. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın paketinde artan geçim sıkıntısı ve işten atılma korkusuyla yaşayan milyonlarca emekçinin koşullarını iyileştirme yönünde hiçbir karar yok. Şirketlerin, bankaların, devletin borçlarını topluma ödetmek isteyen YEP, Türkiye›nin zenginlerinin örgütü TÜSİAD›dan başlayarak tüm kapitalist örgütler tarafından destekleniyor. Ancak bu istikrar programı, her ay
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
10-15 milyar dolar gibi bir dış kaynakla dönen Türkiye kapitalizmine yatırım için küresel finans çevrelerini ikna edememiş durumda. Krizin ekonomik temelleri Borç batağı, ABD-Türkiye arasındaki gerilimin doruğa çıktığı son iki yılda oluşmadı. Liranın düşüşüne yol açan sebepler çok daha köklüdür. Bugün yaşananlar, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunu olan “kaynak” krizinin kendini tekrar göstermesidir. Çok övülen ekonominin çarkları dışarıdan alınan borçlarla döner. Ne zaman borçların ödenmesi zora girse, dış kaynak bulunamasa, o zaman kriz feryatları başlar. Bu kriz, dış kredilere dayalı ekonomik büyümenin, günümüz dünyasının siyasî koşullarında imkânsız hale gelmesi sonucu ortaya çıktı. Küresel sistemden gelen sıcak para sayesinde 20022013 yılları arasındaki dönemde bankalar kredi musluklarını açtı. En büyüğünden en küçüğüne kapitalistler dolar üzerinden borçlandıkça borçlandı. Kredi borcunu ödemek için yeni krediler alındı. Ellerinde çok büyük fonlar toplayan bankalar, bu parayı satmak için her türlü yola başvurdular. Çalışanlara verilen kredi kartları, tüketici ve ev kredileri ile borçlar tüm topluma yayıldı. Fakat 2013 yılından itibaren dünyada işler değişti. ABD Merkez Bankası (FED), doları güçlendirip faizleri artırdığında burayı “güvenli liman” olarak gören yatırımcılar, Türkiye gibi ülkelerden çekilmeye başladılar. 2018 yılı başında kredi muslukları tamamen kapandı. Yabancı sermaye kaçışı devam ederken Türkiye kapitalizmi dış kaynak bulamaz hale geldi. Kur baskısı ve borç sorunu elbette Türkiye’ye özgü değildir. Güçlü dolardan, ABD’nin yüksek faiz politikasından ve ticaret savaşlarıyla keskinleşen rekabetten birçok benzer ekonomi ve para birimi etkileniyor. Fakat en fazla etkilenen ve krize giren Türkiye kapitalizmidir. ABD yönetimi, ticaret savaşlarına devam ederken FED kademeli faiz artışlarının ve güçlü dolar politikasının devam edeceğini ilan etti. Bu Türkiye kapitalizminin kaynak bulma sorununun devam edeceği anlamına geliyor. Krizin faturasını emekçilerden çıkartma konusunda somut kararları içeren hükümetin ekonomik programında, krizin başlıca ekonomik sebebine ise çözüm yok! Krizin siyasî temelleri Yabancı sermaye dünyada en yüksek faiz veren ülkelerden biri olan Türkiye’den niye kaçıyor?
İlk elde şu sebepler sayılabilir: OHAL yönetiminden başkanlığa geçişin yarattığı belirsizlik, baskın seçimin yarattığı istikrarsızlık ve öngörülemezlik, Türkiye hükümetinin ABD ve AB ile kavgalı hale gelişi, baskıcı yönelimler, Kürt sorununda politika değiştirilmesi, Suriye savaşına katılmak, antidemokratik uygulamalar... Türkiye kapitalizminin bağımlı olduğu ABD ve Avrupa ile yaşanan siyasî kavganın maliyeti ortaya çıkmış durumda. Müttefiklerine ve düşmanlarına ticaret savaşları açan Trump yönetiminin “ulusal güvenliği tehdit eden ülke” gerekçesiyle iki Türk bakana yaptırım kararı ve metal sektörüne devasa ek gümrük vergileri ilan etmesi, bozulan ekonomiyi daha da berbat ediyor. Pastör Brunson’un tutukluluğunun devam ettirilmesi görünür sebep. Trump yönetiminin Türkiye’yi hedef tahtasına oturtmasının başlıca sebepleriyse Türkiye’nin Katar’a verdiği destek, İran’la ekonomik ve siyasî ilişkileri ve Rusya’dan S-400 füze sistemini alması. ABD’nin yaptırımlarına maruz kalan devletler ağır ekonomik darbeler yerken, oluşturulan abluka kredi kaynaklarını kısıtlıyor. NATO üyesi ve Batı kapitalizminin parçası olan Türkiye’nin ABD ile çatışması, yönetenleri başka kaynaklar bulmaya, yeni ittifaklara zorluyor. Biri malî diğeri siyasî iki kriz iç içe geçmiş durumda. ABD’nin yaptırımları sorunu daha da derinleştiriyor. Yaptırımların haksızlığı kadar, emperyalizmin krizinden faydalanarak Türkiye kapitalizmini bölgesel bir güç haline getirmeyi hedefleyen yerli-milli politikaların yarattığı hasar ortadadır. Tam da bu yüzden dün “Nazi artığı” ilan edilen Avrupa Birliği ile ilişkiler düzeltilmek isteniyor. Ekonomik darbe peşinde olduğu söylenen Trump yönetimiyle pazarlıklar devam ettiriliyor. Bütün bunlar büyük bir belirsizlik yaratıyor. Liyakat sorunu mu? 2001 ekonomik krizi, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmasıyla tetiklenmişti. 2018 krizini ise Erdoğan’ın Bloomberg TV’de yaptığı faiz karşıtı konuşmalar tetikledi. Buna rağmen, bugün yaşanmakta olan ekonomik kriz, basitçe bir liyakat sorunu, ekonomiyi bilmeyen, piyasalara güven vermeyen kişilerin bireysel yetersizlik ve beceriksizliklerinin sonucu değil. Merkez Bankası’nın başına “A” değil “B” kişisi geçseydi sonuç değişmeyecekti. Benzer bir krizi eş zamanlı yaşayan Arjantin yönetimi, faizleri ciddi oranda artırdığı halde kredi bulamadı ve kendi para birimi peso’nun düşüşü devam etti. Arjantin yeniden IMF ile anlaşmak zorunda kaldı.
9
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
AKP, küresel sermayenin ekonomik politikalarını kapitalist sınıfın tüm kanatlarının çıkarlarına uygun, kendi zenginlerini de yaratarak uyguladı. Bu yüzden yaşanan ekonomik durumun başlıca sorumlusu Erdoğan yönetimi ve AKP’dir. Fakat yıllardır uygulanan Kemal Derviş programı TÜSİAD’dan muhalefet partilerine kadar geniş bir yelpaze tarafından benimsendi. Türkiye’yi borç batağına sürükleyen, IMF’nin kapısına yeniden iten, bu politikalardır. Mesele liyakat sorunu değil, zengini daha zengin etmeye dayalı küresel kapitalizmin borçlanma kısır döngüsü. Sorunu liyakat meselesi olarak koyanlar, piyasaların insafsızlığını bir veri olarak kabul etmiş olurlar. İşçilerin çözümü piyasalarla bir olamaz. Erdoğan hükümeti ve Merkez Bankası radikal faiz artırımı ve ekonomik saldırı programı YEP ile piyasaların isteklerini yerine getirdi. Sanayi ve Ekonomi Bakanlığı Mc Kinsey adlı ABD’li yatırım-finans şirketiyle anlaştı. Mc Kinsey kararı, hükümetin “ABD’ye karşı anti-emperyalist kurtuluş savaşı veriyoruz” söylemlerini bir anda boşa çıkarttı. AKP çevrelerinde bile tepkiyle karşılanan karar, Erdoğan tarafından iptal edildi. Ardından enflasyon verilerini yayınlayan TÜİK yöneticisi görevden alındı. Alınan ekonomik tedbirler krize çözüm yaratmamışken, çok güvenli konuşan yönetenlerin aldığı yanlış kararların krizleri daha büyüttüğü bilinen bir gerçektir. IMF çözüm olamaz Küresel finans sisteminin örgütü olan IMF’nin vereceği krediler ve uygulanmasını istediği ekonomik program, milyonlarca işçinin aleyhinedir. IMF, 1997’de Asya’da benzer şekilde malî krize giren ekonomilere bir çözüm olmadı. 1994 krizinden sonra uygulanan IMF programları Türkiye’de ve Arjantin’de başarısız oldu, Kemal Derviş’in IMF-Dünya Bankası programı yeni bir garabet yarattı. IMF’nin neler yapabileceğini Yunanistan gösteriyor. Yunanistan’da sekiz yıldır uygulanan “kurtarma paketi” sonucu borç yükü halkın sırtına yıkıldı. Krizin faturası kendisine çıkartılan Yunan halkı yoksullaştırıldı. Yunanistan 2060 yılına kadar Avrupa Birliği ve IMF’ye borç ödeyecek. Borçların geri ödenebilmesi için IMF’nin istediği gibi bütçeler yapılacak. Bu, işçilerin aleyhine ekonomik politikaların kurumsallaşması anlamına geliyor Önceki krizler ve acı reçeteler Türkiye’nin 1994 yılında kredi notunun düşürülmesiyle başlayan malî kriz, dönemin hükümetini IMF ile anlaşmaya itti. Anlaşmanın bedeli, emekçiler için korkunç oldu. Başbakan Tansu Çiller, krize neden olan şeyin
10
meyvelerinden zamanında hepimizin faydalandığını ve şimdi bunun bedelini hep birlikte ödememiz gerektiğini açıklıyordu. Fedakârlık istiyordu, kemer sıkmamızı istiyordu. Bir yıl sonra patronlar örgütü TÜSİAD dönemin hükümetinin attığı adımların doğru ama yetersiz olduğunu söylemişti. TÜSİAD daha sert önlemler istiyordu. Krizi bahane olarak kullanıp, acı reçeteyle o güne kadar yapılmasını istediği ama gerçekleşmeyen yaptırımların uygulanmasını istiyordu. Yönetenler, “5 Nisan ekonomik kararları” ile krizin faturasını emekçilere çıkardı: } İşçi ve memur maaş ödemelerinin mevcut bütçe ödenekleriyle sınırlı tutulması kararlaştırıldı; } İşçilerin fazla mesai ücretleri yüzde 50 kısıldı; } Kamuda personel alımı donduruldu; } Emekliliğe hak kazandıran prim gün sayısının, belli bir geçiş süresi tanınarak, sigortalı kadın işçi için 7200, sigortalı erkek işçi için 9000 güne çıkarılması için çalışmalara başlanması kararlaştırıldı; } Bir yıl içinde Erdemir, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, Petkim, THY-Turban, Havaş ve Ditaş’ın kısmen veya tamamen özelleştirilmesine karar verildi; } Bir milyon işçiyi işten çıkartacak olan süreç başladı. İşsizlik çığ gibi büyüdü. Bir yıl içinde önce zorunlu ve erken emeklilik uygulandı. Hemen ardından emeklilik yaşı yükseltilerek işçilerin “mezarda emeklilik yasası” dediği uygulama devreye sokuldu; } Sendikaların gücü kırıldı ve üzerlerindeki baskı artırıldı; } Enflasyon yüzde 150’ye fırladı. } İşçilerin gerçek ücretleri yüzde 40’tan fazla değer kaybetti. 5 Nisan 1994 kararları “Acı reçete” laflarıyla devreye sokuldu, ama acı ilacı sadece işçi ve emekçiler içmek zorunda kaldı. IMF, patronlar ve hükümet, etkisi bugünlerde hâlâ süren özelleştirme gibi hamlelerle işçi sınıfının kazanılmış haklarına çok ağır bir saldırıda bulundu. En büyük kriz: 2001 Asya’da 1997’de yaşanan krizin bulaşıcı etkisi, 1999’da Türkiye’de hissedilmeye başlandı. Yüksek faiz oranları, yüksek enflasyon ve yüksek kamu açığı sorunu kendisini göstermişti. Bu sorunlar 2001 krizini tetiklemede başrolü oynayacaktı. IMF, 1999 yılında yeni bir program başlattı. Tüm IMF programları gibi bu da “malî disiplin” adı altında kamu harcamalarının kısılmasını ve “yapısal reformlar” denerek işçi sınıfının haklarına saldırıyı hedefliyordu. Öncelikle emeklilik yaşı uzatıldı. Döviz kuru istikrarlı hale getirilerek enflasyonun düşürülmesi hedeflendi.
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
Emeklilik yaşının uzatılması girişimi işçiler tarafından “mezarda emeklilik yasası” olarak adlandırıldı, kitlesel protestolar örgütlendi. 1999 Temmuz’unda Ankara’da mezarda emeklilik yasasına karşı 500 bin işçinin katılımıyla miting gerçekleşti. Bu miting hükümete geri adım attırmayı başarmak üzereydi. Fakat 1999 Gölcük depremi, hükümete arayıp da bulamadığı fırsatı verdi. Depremde on binlerce insan ölmüşken, hükümet ölümleri, yası ve tüm yoksulların depremin hasarlarını atlatmak için içine girdiği dayanışma süreçlerini kendisi açısından fırsata çevirerek yasayı geçirdi. DSP-ANAP-MHP hükümeti, binlerce yoksul toprağın altındayken, çalışanların mezarda emekliliğini amaçlayan yasayı meclisten geçirdi. Bu fırsatçılığıyla da hükümet tarihe geçti. 2001 yılına gelindiğinde dönemin başbakanı ve cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışma sonucu kriz yeniden patlak verdi. } Halk bir gecede yüzde 25 fakirleşti; } Gecelik faizler yüzde 7500 seviyelerine tırmandı, borsa çöktü.; } Haftalarca gösteriler, protestolar ve çatışmalar yaşandı. Esnaf eylemleri adı verilen eylemler tüm şehirlere yayıldı. Bunun üzerine, ekonominin yönetimi Kemal Derviş’e teslim edildi. Derviş, IMF’yle anlaşma imzaladı ve bu anlaşmaların şu sonuçları oldu: } Türk parası ortalama yüzde 30 oranında değer kaybetti; } Millî gelir azaldı, halk yüzde 30 yoksullaştı; } Krizde toplumun çok büyük bir kesimi kaybetmesine rağmen, çok küçük bir kesim (elinde döviz bulunduran ve repo yapanlar) kazançlı çıktı.* Gelir dağılımındaki dengesizlik iyice büyüdü; } Kişi başına düşen borç miktarı 2000 yılı sonu itibariyle 2.500 dolar iken, liranın devalüasyonu sonucu yaklaşık 950 dolar daha kişi başına borç yüklendi ve kişi başına düşen borç miktarı 3.400 dolar oldu; } Yabancı sermaye kaçtı; } Dış ticaret açığı ve yüksek enflasyon devam etti; } Dolar bir gecede yüzde 40 oranında değer kazandı; } Faiz oranları yüzde 75’e fırladı. İki günde bankaları vuran yüzde 57’ye varan devalüasyon yaşandı; } Enflasyon yüzde 70 oranında arttı; } Bankacılık sistemi çöktü. 21 Şubat 2001 krizi döneminde 23 banka battı, tamamının yönetim ve denetimi TMSF kontrolüne geçti. 2001 bankacılık krizi devlete (kamu bankalarınınki hariç) 60 milyar dolara mal oldu. } Ekonomi yüzde 8,5 oranında küçüldü; } 15 bine yakın şirket iflas etti; } 1,5 milyon kişi işsiz kaldı. Kara Çarşamba, o güne kadar Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak sisteme çok
büyük bir şiddetle çarptı. DSP-ANAP-MHP koalisyonu, koalisyonlar döneminin sonu oldu. AKP işte bu ekonomik, siyasal ve sosyal istikrarsızlık koşullarının bir ürünü olarak, siyasal alternatiflerin her birinin teker teker dağıldığı ve krize yanıt veremediği koşullarda, bir alternatif olarak öne çıktı ve 2001 Aralık ayındaki ilk seçimlerde mecliste çoğunluğu kazandı. Daha sonra IMF’yle bağı kopartmakla övünse de, AKP iktidarları Kemal Derviş’in IMF’yle yaptığı anlaşmaları, ekonomi siyasetinin merkezine aldı. 2018’de patlak veren borç krizi, AKP tarafından uygulanan sermaye politikalarının sonucudur. 1994 ve 2001’de yaşananlar gösteriyor ki yönetenlerin tercihi, ister IMF’li ister IMF’siz, krizin faturasını halka ödetmek olmuştur. Erdoğan yönetiminin, şimdi patronların istekleri doğrultusunda oluşturduğu ekonomi programı da bunu hedefleyecek. Antikapitalist çözüm var! Patronların acı ilacından başka bir yol var. Bankaların ve 500 büyük şirketin bir yıllık geliri, Türkiye’nin döviz sıkıntısını çözmeye yeter. Herkesten kazandığı oranda vergi alınsa, bu gelir devletin kasasını doldurmaya yeter. Kanal İstanbul, nükleer santraller büyük israflardır. Bu tür israflardan vazgeçilirse eğitim, sağlık ve ücretlerden kesinti yapmaya gerek kalmaz. Krizin faturasını şirketlere ve bankalara ödetmek için birleşmekten, çoğunluğun çıkarları için mücadele etmekten başka yol yok. Ekonomik saldırıya hayır! Liranın dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının, fakirleşmenin, kurdaki oynamaların sorumlusu işçiler değildir. Cirosu 53 milyar 948 milyon 110 bin lira olan TÜPRAŞ’la 1063 lira asgari ücret alan bir işçi neden aynı faturayı ödesin ki? Krizi kim çıkardıysa faturayı onlar ödemelidir! Taleplerimiz: } Dev şirketlerin gelirleri, borçları ödemeye yeter. Fedakârlığı holdingler yapsın. } Herkes servetine göre vergi ödesin. Zenginler vergilendirilsin. Yoksulluk sınırının altındakilerden gelir vergisi alınmasın. } Temel gıda ürünleri için tavan fiyat belirlensin, gıda ürünlerinin fiyatları düşürülsün.
11
Krizin faturasını patronlar ödesin! | Volkan Akyıldırım
} Temel ihtiyaç maddelerindeki KDV kaldırılsın. } Ücretlere derhal enflasyon oranında zam yapılsın. İnsanca yaşayacak asgari ücret istiyoruz. } Emekçilerin banka borçları silinsin! Fedakârlığı bankalar yapsın. } İşten çıkarmalara hayır! } Sağlık ve eğitimde, kamu çalışanları ve emeklilerin maaşlarında kesintilere hayır! Sosyal harcamalarda kesintilere hayır! } Tazminat hakkına hiçbir şekilde dokunulmasın. } Grev yasaklarına hayır! } Dış politikada gerilim yerini barışçıl politikalara bıraksın. Silahlanmaya değil emekçiye bütçe! } İşçileri bölen kutuplaştırıcı siyasetlere hayır! Birleşen işçiler yenilmez! } Sendikalar ortak taleplerimiz için birleşin. Emek Platformu hemen şimdi kurulsun! } Patronların isteklerinin ortalığı kapladığı bugün, işçilerin talepleri de duyulmalıdır. İşyerlerinde, işkollarında, her sektörde birleşik mücadeleye! Hepimiz aynı gemide miyiz? Ekonomik kriz dönemlerinde her zaman aynı yaygara kopar. Bir yandan patronlar, bankacılar, iş dünyasının temsilcileri, bir yandan da hükümet sözcüleri ve medya, hep bir ağızdan aynı lafları tekrarlar: “Hepimiz aynı gemideyiz. Vatanı ve ekonomiyi kurtarmak için hepimiz dişlerimizi sıkıp fedakârlık etmeliyiz.” Bu laflar birçok kişiye mantıklı gelir. “Türkiye bir bütündür, ekonomi kötüye gittiğinde herkes etkilenir, demek ki hep beraber fedakârlık etmeliyiz.” Değil mi? Değil. Niye değil? Birincisi, hepimiz aynı sınırlar içinde yaşıyor olabiliriz, ama ekonomide hepimiz aynı konumda değiliz. Bazılarının büyük servetleri var, bankalarda büyük paraları var ve en kötü ekonomik koşullarda bile büyük gelirleri var. Büyük çoğunluğumuz ise, zaten kriz olmadığında bile ay sonunu zor getiriyoruz. Ayda 1500 lira alan bir işçi için fedakârlık demek aç kalmak demektir. İkincisi, zaten krize karşı uygulanan politikalar hiçbir ülkede hiçbir zaman herkesi aynı şekilde etkilemez. Kamu çalışanları işinden atılır, patronlar atılmaz. İşçilerin ücretleri kesilir veya dondurulur, zenginlerin gelirine dokunulmaz. Devletin sosyal harcamaları kısılır, bu harcamalardan yararlanan emekçiler zararlı çıkar, patronların zaten umurunda değildir. Fiyatlar artar ve herkes etkilenir, ama geliri 1500 lira olan mı daha çok etkilenir, bankalarda milyonlarca lirası olan mı? Üçüncüsü de şu: Krizin sebebi, bankaların ve şirketlerin yıllardır dolar cinsinden borç alıyor olması. Şimdi fedakârlık yapması istenen herhangi bir işçi, emekçi veya
12
yoksul kişi herhangi bir dolar borcu aldı mı? Alınan o borçlar bize mi harcandı? Hayır. O borçları alan patronlar ve bankalar yıllarca kârlarına kâr kattılar. Kârlarını bize mi dağıttılar? Hayır. Kâr ederken iyiydi de, borçlarını ödeyemez hâle gelince mi aynı gemide olduğumuzu hatırladılar! Aynı gemide değiliz. Borçları kim aldıysa, o borçları kullanıp kim kâr ettiyse, krizin faturasını da onlar ödemelidir. Vatan millet edebiyatına karnımız tok. Göçmen işçiler krizin sorumlusu değildir Suriyeli göçmenlerin düşük ücretlere çalışarak bizi işsiz bıraktığı yönündeki fikirler, patronların fakirleşmemizdeki rolünü görmemizi engelleme, bunun yerine farklı halklardan emekçileri birbirine düşman etme amacı güdüyor. Evini ve tüm hayatını geride bırakarak savaştan kaçıp Türkiye’ye gelen Suriyeliler, yaşayabilmek için en kötü işlerde en düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyor. Onların çaresizliğinden faydalanan patronlar, Türkiyeli işçilere vereceklerinden daha düşük ücrete, güvencesiz ve kayıt dışı olarak Suriyeli işçiler çalıştırıyor. Burada suçlu, göçmen işçiler değildir. Türkiyeli işçilerin yerine onlar işe alınıyor, ancak onlar da Türkiyeli işçinin alacağından daha düşük fiyata, daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Hem Türkiyeli hem Suriyeli emekçiler kaybederken, patronlar kazanıyor. Çözüm, Suriyelilerin de Türkiyelilerle aynı statü ve haklara sahip olmasından geçiyor. Böyle olduğunda Suriyelilerin de emek pazarına eşit koşullarda katılması sağlanacak. Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki ayırım yok olurken, patronlara karşı ortak bir mücadele yürütebilmemizin yolu açılacak. Türkiye ekonomisinde ve çalışma hayatında meydana gelen sorunların sorumlusu, canlarını kurtarmak için kaçtıkları bir ülkede sefalet koşullarında yaşayan insanlar değildir. Suçlular, kriz ortamından hemen önce, 2017’de şirket kârlarını yüzde 52 oranında artıran zenginlerdir. Türkiyeli işçileri de Suriyeli göçmenleri de sömüren onlardır. } } } }
Sigortasız çalıştırmaya hayır! Eşit işe eşit ücret! Sendikalarda birleşelim! Irkçılığa karşı göçmenlerle dayanışmaya!
İşçi sınıfı ve sendikalar Faruk Sevim
S
endikalar, ilk olarak Avrupa’da 19. yüzyılın başlarında kuruldu. Bu işçi birlikleri her zaman kapitalist sınıf ile mücadele içerisinde var olmaya çalışmışlardır. Türkiye’de 1940’ların ortalarında ortaya çıkan sendikalar, grev ve toplu sözleşme hakkına 1960’tan sonra kavuşmuştur. Sendikacılık toplumsal ve ekonomik yapılar ve üretim tekniklerindeki değişimlerle sürekli etkileşim içindedir. 80’li yılların başından itibaren uygulanmakta olan neoliberal ekonomik model, sendikal alanda önemli hak kayıplarına ve gerilemelere yol açmıştır, ancak 2008 krizi sonrası sendikal bilinç ve örgütlenme tekrar güçlenmeye başlamıştır. 2000’li yıllarda yaşanan yapısal değişimler ve teknolojik gelişmeler sendikalaşma oranlarını olumsuz etkilemiş olsa da, sonraki yıllarda, özellikle 2008 krizi sonrasında sendikalaşma oranlarındaki düşüş durmuş, bazı ülkelerde, örneğin Türkiye’de sendikalaşma oranları giderek yükselmiştir. Sendikaların işçi sınıfı içindeki rolü konusu pek çok defa tartışmalara neden olmuştur. Bu alanda pek çok hatalı eğilim ortaya çıkmış, ama sendikalar her zaman işçi sınıfının en önemli örgütlenme araçları olmaya devam etmiştir. İşçi sınıfının değişen yapısı, teknolojideki gelişmeler, çeşitli yeni mesleklerin ortaya çıkması, sanayi sektörünün küçülüp, hizmetler sektörünün büyümesi sürekli sendikaların rolünün azaldığı fikrinin yayılmasına yol açmıştır. Türkiye’de devlet memurlarının sendikalaşması sürecinde, onların işçi olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Sanayi sektöründeki küçülmeden yola çıkılarak işçi sınıfının giderek ortadan kalkmakta olduğu ileri sürülmüştür.
Sendikaların bürokratlaşması öne sürülerek, mevcut sendikal yapıların tümden reddedilmesi, yeni tip sendikalar kurulması önerilmiştir. Bu nedenle işçilerin kitlesel olarak çalıştığı işyerlerinde örgütlenmek yerine işsizlerin örgütlenmesi öne çıkarılabilmiştir. Bu yazıda, işçi sınıfının ve sendikaların tarihsel ve güncel olarak önemi bir kez daha ortaya konacak, sendika yönetimleri ne kadar sağcı veya bürokrat olursa olsun
13
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesi gerektiği anlatılacaktır. Neden işçi sınıfı? Modern sanayi geliştikçe diğer sınıflar küçülmekte, işçi sınıfı büyümektedir. Sadece emek gücü, karşılığından daha fazla değer üretir ve bu artı değere kapitalistler el koyar. İşçiler her zaman bu haksızlığa karşı çıkabilir, ayaklanabilir. İşçi sınıfı eylemleri hızla devrimcileşebilir. Küçük bir zam mücadelesi büyük bir sınıf çatışmasına evrilebilir. Sendikal mücadele, sokaklarda, fabrikalarda barikatların kurulduğu kitlesel bir ayaklanmaya dönüşebilir. Yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan herkes işçidir. İşçi sınıfı kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sürekli büyüdü. Bugün dünyada 3,9 milyar çalışanın 2 milyarı, Türkiye’de 32 milyon çalışanın 22 milyonu işçidir. İşçi sınıfı kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sürekli büyümektedir. İşçiliği kişinin sermaye ile olan ilişkisi belirler, madenci de, öğretmen de, sağlıkçı da işçidir. Marx’ın öngörüleri doğru çıktı, işçi sınıfı 150 yıldır çok büyüdü. Bugün Çin’de çalışan nüfusun yüzde 50’den fazlası, 500 milyonu işçi, Arjantin’de çalışan nüfusun yüzde 91’i, Brezilya’da yüzde 85’i, Şili’de yüzde 89’u, Türkiye’de yüzde 69’u işçi. Artık bugün tüm dünyada nüfusun büyük bölümü kentlerde yaşıyor ve işçilerden oluşuyor. İşçi sınıfına mensup olmak bir ideolojik tercihin ötesinde somut maddi bir durumdur. Bizzat günlük yaşamın maddi koşulları işçi sınıfını potansiyel olarak kolektif kararlar veren, kendi içinde rekabet etmeyen, sömürmeyen, eşitlikçi bir sınıf haline getirmektedir. İşçi sınıfı maddi koşulları gereği kapitalizmi yıkabilecek özelliklere sahip tek sınıftır, yeni bir toplumsal düzen de işçi sınıfının eseri olacaktır. İşçi sınıfının her hangi bir seçimde her hangi bir partiye oy vermesi onun devrimci özelliklerini ortadan kaldırmaz. İçinde bulunduğumuz dönemde her küçük direnişi büyütmek, direnişleri öne çıkartmak, direnişlerle dayanışmak çok önemlidir. Her direniş, işçi hareketinin bir birikimi olarak görülmelidir. İşçileri devrimci özne olarak görmeyenler, kurtarma, bilinçlendirme, adına davranma, aydınlatma gibi sonu her zaman karamsarlıkla biten yöntemler önerirler. “Kitleler adına silahlı eylem yaparak o kitleleri kurtarma eğilimi” ile “kitlelerden oy isteyerek, parlamentoda çoğunluk sağlayarak kitleleri kurtarma eğilimi” arasında esasa dair hiçbir fark yoktur. Bu eğilimler, işçi sınıfını kurtarılması gereken bir kesim olarak görmekten daha farklı bir siyasi mücadele zemini sunmaz. Sosyalizm, kitlelerin devrimci enerjisinin, işçilerin kendi eyleminin ürünü olacaktır. İşçi sınıfının bu mücadeledeki en önemli araçlarından birisi sendikalardır.
14
Neden sendika? Sendika, kelime kökeni olarak “hakkını korumak isteyenlerin bir araya geldiği yer” anlamına gelir. Emekçilerin sendikalarda bir araya gelmeleri, daha iyi koşullarda, insanca çalışma ve yaşama taleplerine dayanmıştır. Ancak tarihsel süreç içinde sendikaların eylemleri sadece ekonomik ve sosyal çıkarlar için mücadeleyle sınırlı kalmamış, emekçilerin mesleki, sosyal ve demokratik hakları için mücadele veren örgütler haline gelmişlerdir. İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda, işçi ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarını zorlaştıran tüm nedenlere karşı mücadele, sendikal örgütlenmenin ve mücadelenin temelini, özünü oluşturmaktadır. Sendikalar üyeleri için aynı zamanda bir okuldur. Bu okul, işyerinde en küçük hak arama eyleminden, geniş kitle eylemlerine kadar uzanır. İşçilerin, emekçilerin sınıf bilincini geliştirmesi, mücadele yeteneğini yükseltmesi için en önemli araçların başında sendikalar gelir. Sendikalarda üye bileşimi açısından homojen bir yapıdan söz edilemez. İnançları, etnik kökenleri ve siyasal eğilimleriyle üyeler, çok geniş bir yelpaze içinde, tüm farklılık ve çeşitlilikleriyle aynı çatı altında bir araya gelirler. Kapitalistler, emekçilerin farklı işkollarında çalışmalarını; farklı şekillerde istihdam edilmelerini (kadrolu, sözleşmeli, geçici vb); eski-yeni ya da genç-yaşlı olmalarını; üretim ya da hizmet sektöründe olmalarını; işçilerin birleşmelerini engellemek için bir ayrıştırma aracı olarak kullanırlar. Çalışma biçimlerindeki farklılıklara rağmen emekçiler, üretim sürecindeki yerlerinden dolayı ortak sınıf çıkarlarına sahiptirler ve bu ortak çıkarlar temelinde örgütlendiklerinde, birlikte mücadele ettiklerinde kazanabilirler. Sendikaların tarihi Sanayi Devrimi makinenin ve onunla birlikte buharın büyük fabrikalarda kullanılması ile başlamıştır. Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de doğmuş ve oradan Batı Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Sanayi teknolojisi, 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hızla gelişmiş ve bu gelişme büyük ve derin toplumsal değişimlere yol açmıştır. Böylece geniş bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Kentlerin nüfusu hızla artmış, erkek, kadın ve çocuk işçileri zor, ağır ve yıpratıcı çalışma şartlarıyla karşı karşıya bırakmıştır. İlk işçi eylemleri 18. yüzyılda ilk defa İngiltere’de fabrikalarda buharın kullanılmasına başlanmasıyla birlikte çok sayıda işçi, tarımdan koparak fabrikalarda çalışmaya başladı. Kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi, işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçileri mümkün olduğu kadar düşük ücretlerle çalıştırmak istiyordu. Fabrikalarda her türlü vasıfsız işçi için iş vardı.
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
Kapitalistler, daha ucuza çalıştıkları için çocukları ve kadınları tercih ediyorlardı. O dönemde işçiler, hastalık ve kaza sigortası, emeklilik, yıllık ve haftalık izin, işten atılma tazminatı, iş güvenliği ve iş güvencesi gibi haklara sahip değillerdi. Günde 16 saat, bazen daha fazla çalıştırılıyorlardı. Devlet, kapitalistlerin çıkarlarını korumaktan ibaret bir güvenlik örgütü gibi işliyordu. Her şeye rağmen, işçiler yaşadıkları sefalete ve makineyle özdeşleşen kapitalist düzene karşı isyanlarını ortaya koydular. Sınıfsal tepki ve öfkelerini ilk olarak 1800’lü yılların başında makineleri kırarak ve parçalayarak gösterdiler. Adına “Ludizm” denilen ve Makine Kırıcıları anlamına gelen ilk işçi hareketi, işçi sınıfının bilincine ve örgütlülüğüne önemli katkılarda bulundu. İlk sendikalar Sendikalar, ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktı. Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere, aynı zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya oldu. İngiltere’de 1700’lü yıllardan itibaren yaklaşık 100 yıl süren çeşitli işçi örgütlenmeleri deneyimleri yaşandı. 1824 yılında sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı. Sendikaların yerel düzeyden çıkarak ulusal düzeyde örgütlenişi de ilk defa İngiltere’de oldu. 1831 yılında kurulan Emeğin Korunması İçin Ulusal Dernek bu yönde atılmış ilk örgütlenme adımlarından biri oldu. 1834 yılında Robert Owen, Büyük Ulusal Sendikalar Birliği’ni kurdu. Fransa’da da işçi hareketi gelişmekteydi. 1831’de Lion, 1834’de Paris işçileri, ekonomik ve politik amaçlı mücadeleler yürüttüler. 1848 yılında işçi ayaklanmaları önce Fransa’da başladı, ardından tüm Avrupa’ya yayıldı. 1871 yılında işçiler, Paris’te ilk işçi yönetimini kurarak siyasi mücadeledeki yerlerini ortaya koyan bir pratik gerçekleştirdiler. Fakat bu işçi yönetimi egemen sınıflar tarafından büyük bir terörle bastırıldı. Sert sınıf mücadelelerinin yaşandığı Fransa’da işçi sınıfı sendikal örgütlenme hakkını ancak 1884’te elde edebildi. Önemli sınıf mücadelelerine sahne olan bir diğer ülke de Almanya’ydı. Almanya’da sendikal hareketin ortaya çıkması 19. yüzyılın ortalarında gerçekleşti. 1848 işçi ayaklanması, tüm Avrupa’da olduğu gibi, Almanya’da da işçi kitlelerini hareketlendirdi. 1864’te Uluslararası İşçi Derneği, diğer adıyla Birinci Enternasyonal kuruldu. Enternasyonalin 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk sendikalar 1860’lı yıllarda kurulmaya başlandı. İşçi hareketine önemli katkıları olan, Emeğin Şövalyeleri Örgütü 1884’te kuruldu. 1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçiler, ücret düşüklüğünü ve iş saatlerinin uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik işgünü talebiyle birçok protesto eylemleri yaptılar. Eylemlerin
devlet ve kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu birçok işçi hayatını kaybetti. Daha sonra 1 Mayıs Enternasyonal tarafından, Ulsulararası İşçi Günü olarak ilan edildi. Amerika’da ilk işçi konfederasyonu AFL-Amerikan İşçi Federasyonu-1881 yılında kuruldu. İlk sendikalar, meslek sendikası olarak örgütlendi. Zamanla AFL içinde görüş ayrılıkları yaşandı; bölünmeler oldu, CIO-Sanayi Örgütleri Kongresi kuruldu. Bu örgüt işkolu esasına göre örgütlenmeyi savunmaktaydı. Bu iki yapı 1955’te tekrar birleşti. 1910 yılında dünyada 3 milyon işçi sendikal örgütlülük içinde yer alıyordu. Bu sayı toplam 100 milyon işçinin yüzde 3’ü kadardı. Bilinçli ve örgütlü işçiler savaşa karşı çıktılar ve barıştan yana oldular. Günümüzde Avrupa’daki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti, sendikalar tarafından kurulmuştur. Sendikalar 20. yüzyılda oldukça etkili örgütler haline geldi. 20. yüzyılda dünyada sendikacılık Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ile işçi sınıfının iktidara gelmesi, 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli siyasal-toplumsal gelişme oldu. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra, kapitalistler, adına Fordizm denilen bant ve yürüyen zincir sistemlerini fabrikalarda yaygın bir şekilde kullanmaya başladılar. 1920 yılına gelindiğinde, dünyada sendikalara üye işçi sayısı epeyce artmış, 50 milyonu bulmuştu. Bu sayı toplam 200 milyon işçinin yüzde 25’i kadardı. 1919-1920 yıllarında başta Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa işçi sınıfı ayaktaydı. İngiliz işçi sınıfının 1926 yılında gerçekleştirdiği genel grev, ülkedeki tüm toplumsal dengeleri sarstı. Grev, dünya işçi sınıfının mücadelesine yeni birikimler kazandırdı. 1929 yılında kapitalist ülkelerde büyük bir ekonomik bunalım baş gösterdi. İşsizlerin sayısı olağanüstü büyüdü. Kapitalist üretim yavaşladı, yer yer durdu. Geniş halk toplulukları sefalet içinde kıvranıyordu. 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı, savaş sırasında Avrupa’daki sendikal yapılar Nazi işgalciler tarafından yasaklandı, sendikal hareket bir duraklama yaşadı. 1945 yılında sendikal yapılar tekrar kurulmaya başlandı. Bu tarihte dünyada toplam işçi sayısı 500 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 64 milyondu, yani işçilerin yüzde 13’ü sendika üyesiydi. Soğuk savaş döneminde parçalanan sendikal yapılar, Sovyet sisteminin çökmesi sonrası tekrar bir araya geldiler. Sendikalar, 1968’de patlak veren kapitalizmin krizine karşı, pek çok ülkede gösterilere katıldılar. 1980’li yıllarda devlet kapitalizminin egemen olduğu Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerdeki ayaklanmalarda, işçiler tarafından kurulan bağımsız işçi sendikaları önemli roller üstlendiler.
15
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
Yine 1990’lı yıllardaki kapitalist ekonomik krize karşı dünya çapında örgütlenen protesto hareketlerine işçi sendikaları da katıldılar, hareketin yer yer yürütücülüğünü yaptılar. Ancak 2008 krizine işçi hareketi sendikal ve siyasal alanda dağınık ve örgütsüz yakalandı. Krizin büyüklüğü, sendikal bürokrasiyi ürküttü, uluslararası işçi konfederasyonları krizden çıkış için kapitalistlerin akıl hocalığına soyundu. Bu da sendikalara güven konusunu yeniden tartışmaya soktu, sendikalaşma oranlarını olumsuz etkiledi. 90’lı yıllarda yüzde 30’larda olan sendikalaşma oranı, 2008 sonrası yüzde 15’lere kadar geriledi. Bugün bu oran tekrar yönünü yukarı doğru çevirdi. Bugün Türkiye’den TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK ve KESK’in de üye olduğu Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda 180 milyon işçi üye olarak bulunmaktadır. Dünya Sendikalar Federasyonu ise 90 milyon civarında işçiyi temsil etmektedir. Bağımsız sendika üyeleri ile birlikte toplam 300 milyon işçinin sendika üyesi olduğu tahmin edilmektedir. Çin’deki sendikalı 250 milyon işçi bu sayıya dâhil değildir, çünkü Çin’de sendikalar devlet kontrolünde örgütlerdir, grev ve toplu sözleşme yetkileri yoktur. Çin hariç dünyada yaklaşık 1,5 milyar işçi bulunmaktadır. Dünyadaki sendikalaşma oranının yüzde 20’lere yakın olduğu söylenebilir. Bu oran Türkiye’de yüzde 16’dır. Türkiye’de sendikal hareketin gelişimi Türkiye’de sanayileşme ve sendikalaşma Avrupa’dan daha sonraki tarihlerde gerçekleşmiştir. Avrupa ülkelerinde 18. yüzyıldan itibaren sanayileşme yaşanırken Osmanlı Devleti’nde tarıma dayalı bir ekonomik hayat hüküm sürmekte idi. Türkiye’de fabrikaların yani sanayinin kurulması daha çok 1920’li yıllarda başlamıştır. Osmanlı döneminde de birkaç tane fabrika vardı. İlk fabrika 1835 yılında kurulmuş olup, ilk işçi kuruluşu 1871 yılında çeşitli işkollarında çalışan işçilerin birleşerek kurdukları Ameleperver Cemiyeti’dir. Osmanlı’da işçi hareketleri Türkiye işçi sınıfı, doğuşundan itibaren, yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmek için mücadeleye başladı. Mücadele daha filizlenme halindeyken çeşitli resmi engellemelerle karşılaştı. 1845 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi bu baskılardan ilkidir. Bir baskı yasası niteliğinde olan nizamname, işçi derneklerinin kapatılmasını, topluca iş bırakanların cezalandırılmasını içermekteydi. İlk fabrikanın kuruluşundan on yıl sonra çıkan bu düzenleme Kıta Avrupa’sında burjuvazinin kazandığı deneyimlerin Osmanlı topraklarına yansımasıydı. Osmanlı topraklarında sanayinin geliştiği sektörlerde yabancı sermayenin belirleyici rolü vardı. Daha yeni ve sendikacılık konusunda tecrübesiz işçi sınıfının üzerine sert önlemlerle gidildi. Fakat çıkarılan yasalar tarihsel ve toplumsal gelişimi engelleyemedi.
16
Yasağa rağmen, işçi sınıfı bağımsız çizgisinde yürümeye ve gelişmeye devam etti. Önceleri yardımlaşma derneklerinde bir araya gelen işçiler, giderek kendi sendikal yapılarını oluşturmaya başladılar. İlk işçi kuruluşu olan Ameleperver Cemiyeti, bir yardım derneğiydi. Bilinen ilk sendika türü örgütlenme ise, 1894 yılında İstanbul’da Tophane fabrikasındaki işçiler tarafından gizli olarak kurulan Amele-i Osmani (Osmanlı Amele) Cemiyeti’dir. Osmanlı topraklarında yapılan ilk grev 1872 yılında gerçekleşti. Kasımpaşa Tersanesi’nde çalışan 600 işçi, ücretlerini alamadıkları için greve başladı. İşçiler grevi başarıyla bitirdi. 1872’den 1908’e II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönemde, 22 grev daha yaşandı. Bu grevler ağırlıkla tersanelerde, demir ve deniz yollarında, mağazalarda, tütün işletmelerinde gerçekleşti. Ücretlerin düşüklüğü, ustabaşı baskıları ve hafta sonu tatil talepleri grevlerin nedenleri arasında idi. 1908 yılı Temmuz’unda II. Meşrutiyet ilan edildi. Kısıtlı da olsa, demokratik bir gelişme söz konusuydu. 1908 yılının Ağustos ve Eylül ayları grevlerle geçti. İki ay içinde 30’a yakın grev oldu. Grevlerin büyük bir kısmı, yabancı sermayeye ait işyerlerindeydi. Grevleri yasaklayan Polis Nizamnamesi yürürlükteydi ama grevler engellenemiyordu. Zamanın iktidarı daha kuvvetli bir mevzuata ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç Tatil-i Eşgal Kanunu ile sağlandı. Bu kanun, kamuya yönelik hizmetlerde çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasakladı. Grevleri yasaklamasa da sınırlamalar getirdi. Greve çıkabilmek bir ön uzlaşma sürecinden geçme şartı getirildi. 1909 yılında 31 Mart olayı üzerine ilan edilen sıkıyönetim, iktidarın işçi sınıfı üzerinde çeşitli kısıtlamalar getirmesine uygun zeminler hazırladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında işçiler için çalışma şartları çok daha ağırlaştı. İşçilerin mücadelesinde gerilemeler görüldü. Cumhuriyet döneminde sendikalar 1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresinde Türkiye’nin izleyeceği yol kapitalizm olarak belirlendi. Kürt isyanlarının başlamasının hemen ardından, 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla “sükûnu sağlamak” üzere hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi. İşçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütleri yasaklandı. Daha önceki yıllarda işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs 1925 yılında yasaklandı. 1 Mayıs 1935 yılında çıkarılan yeni bir yasayla “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan edildi. Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan yasaklar genişletildi. 1933’te yapılan değişiklikle, grevleri teşvik edenler için ağır cezalar getirildi. Sendikalar dâhil, her türlü sınıfsal örgütlenme ve propaganda yasaklandı. 1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla, sendikaların yerine işçi temsilcilikleri getiriliyordu.
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
Türkiye işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi, dünya işçi sınıfının kazanımları ve İkinci Dünya Savaşı’nda faşist Almanya ve İtalya’nın yenilmesinin uluslararası düzeyde oluşturduğu demokratik atmosfer, egemen sınıfları sendika kurma hakkını tanımak zorunda bıraktı. 1946 yılında kurulan Çalışma Bakanlığı’nın hazırladığı taslağın kabulüyle, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Sendikalar yasal olarak tanındı. Yasa, sendikaları tanısa da, sendikalara toplusözleşme ve grev hakkı tanımayarak, onları temel işlevlerinden yoksun bırakmaktaydı. 1948’de toplam sendika sayısı 73, sendikalı işçi sayısı ise 52 bindi. 1952 yılına gelindiğinde sendika sayısı 248’e yükselirken, sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. Sendikaların üst örgütü olarak, 31 Temmuz 1952’de Türk-İş kuruldu. 1961 yılında, sendikacılıkla ilgili temel haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı anayasada yer aldı. Bu anayasa ile memur olarak adlandırılan kesime de sendikalaşma hakkı verildi. Grev ve toplu pazarlık hakkının tanınması ile sendikal faaliyette ciddi bir yoğunlaşma görüldü. 1963 yılından sonra özellikle kamu kesiminde ve ardından özel sektörde toplu iş sözleşmelerinin imzalanması yaygınlaştı. 1961 yılında 511 sendikada örgütlü 298 bin işçi varken 1966’da sendikaların sayısı 704’e, sendikalara üye işçilerin sayısı 374 bine ulaştı. 1967’de Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK). 1976’da Hak- İş (Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kuruldu. 12 Mart 1971’de yapılan askeri darbenin ardından Anayasa değişikliği ile memurların sendikalaşma hakkı kaldırıldı, memurların sendika kurmaları ve sendikalara üye olmaları yasaklandı. Bunun üzerine sonraki süreçte memur dernekleri kuruldu. 1925 yılında kutlanması yasaklanan ve “Bahar ve Çiçek Bayramı” ilan edilen 1 Mayıs, 1976’da yüz binlerin katıldığı bir gösteriyle Taksim’de kutlandı. 1976 1 Mayıs’ı DİSK önderliğinde gerçekleşti. 1 Mayıslara Türk-İş ve Hak- İş’in mesafeli yaklaşımları 90’lı yıllara kadar devam etti. Sendikal ve siyasal kültürün zayıflığından ve izlenen sendikal politikalardaki önemli hatalardan dolayı, işçi sınıfı ve sendikal hareket bir blok halinde hareket edemedi. 1980’den günümüze sendikalar 24 Ocak kararları Türkiye’nin kapitalist sistemle yeniden bütünleşmesini amaçlayan bir içeriğe sahipti. İstikrar programı, yeni zamlar, baskı ve şiddet demekti. Bu süreçten en çok etkilenecek kesim işçi sınıfıydı. Kuşkusuz işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet güçleri kendileri için yokluk, işsizlik, baskı demek olan programa karşı kayıtsız kalamazdı. Tepkilerini gösterdi. 25 Ocak
1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 6 bin iken, Haziran sonunda bu sayı 60 bine yaklaştı. İşçi sınıfının yanında değişik toplumsal muhalefet güçleri de ayaktaydı. Egemen güçlerin “istikrar” programı, suskun ve tepkisiz bir toplum gerektiriyordu. Bunun için ülke hızla şiddet ve kaosa sürüklendi. Bu sürecin sonunda 12 Eylül askeri darbesi yapıldı. Darbe, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olmasını, toplumsal muhalefetin bütünüyle bastırılmasını ve yok edilmesini amaçlamaktaydı. Türkiye koca bir hapishaneye çevrilerek, tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezildi. 12 Eylül darbesi, sendikal hareketi de adeta silip geçti, sendikalar kapatıldı, DİSK yöneticileri tutuklandı. 1984 yılından sonra işçi sınıfı yavaş yavaş 12 Eylül’ün korku duvarını aşmaya başladı.1986 Netaş ve 1987 Kazlıçeşme grevleri işçi sınıfının yeni bir döneme girişinin işaretleri oldu. İşçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri’yle tekrar mücadeledeki yerini aldı. 1989 yılı işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından bir atılım yılı oldu. İşçi sınıfı Türkiye’nin dört bir yanında yapmış olduğu çeşitli eylemlerle toplumsal ağırlığını hissettirdi. 12 Eylül cenderesinden çıkışı gösteren Bahar Eylemlerine yüz binlerce işçi katıldı. Sokaklar, caddeler, işyerleri miting ve gösteri alanına çevrildi. Meşru ve kitlesel bir dalga şeklinde gelişen eylemler, işçi sınıfının gücünü ortaya koymaktaydı. 1989 Bahar Eylemleri, işçi hareketinde dönüm noktası oldu. 1995 yılında, hükümetin sosyal güvenlik politikalarında işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemelere girme çabaları; işçi sendikaları, memur sendikaları ve meslek örgütlerinin oluşturduğu Demokrasi Platformu tarafından sert biçimde protesto edildi. 1995 yılında yapılan grevlere katılım, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı, 200 bin işçi greve çıktı, milyonlarca işçi gösterilere katıldı. İşçi sınıfından yükselen tepki karşısında, hükümet hazırladığı yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı. Susurluk kazasında ortaya çıkan mafya-devlet ilişkilerini protesto amaçlı olarak 5 Ocak 1997’de Türk-İş tarafından düzenlenen mitinge 300 bin işçi katıldı. 24 Temmuz 1999’da yeni oluşturulan Emek Platformu tarafından Ankara’da düzenlenen Mezarda Emeklilik Yasasını protesto mitingine 200 bin işçi katıldı. 1993 yılında Türk-İş ilk defa 1 Mayıs kutlamalarına katıldı. 90’lı yıllarda kamu çalışanlarının konfederasyon düzeyinde örgütlenme çabaları hızlandı. Önce KESK, daha sonra KAMU-SEN ve MEMUR-SEN kuruldu. TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve diğer konfederasyonların özelleştirmelere, anti-sendikal politikalara, işsizliğe ve yoksulluğa karşı ortak eylemleri gündeme geldi. Sendikal harekette Emek Platformu benzeri ortak örgütlenmeler oluştu. Sendikalar, farklı duruşlara ve politikalara rağmen, ortak davranmaya ve ortak hareket etmeye başladı.
17
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
2000 yılındaki en görkemli eylem, IMF reçetelerinin ve DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin politikalarının protesto edildiği, tüm konfederasyonların katıldığı 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemi oldu. Eyleme 1 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle, kendileri aleyhindeki politikalara geçit vermeyeceğini ortaya koydu. Sokaklar, alanlar, işyerleri birliğin, beraberliğin ve mücadele gücünün gösterildiği alanlar oldu. 2007’de 44 günlük Telekom grevi işçi sınıfına moral verdi. Tekel işçilerinin direnişi, tersane işçilerinin kararlı duruşu, 14 Mart 2008’de yapılan direnişin önünü açtı. 14 Mart direnişi, işçi sınıfının 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı en net tutumu oldu. Bu genel direnişe 2 milyon işçi katıldı. 2008’den sonra küresel finansal krizin etkisi ile dünya ile paralel olarak Türkiye’de de işçi hareketinde geri çekilmeler yaşandı. Sendikalar grev yapamaz hale geldi, yapılmak istenen grevler hükümetler tarafından yasaklandı. 2015’te yaşanan metal işçileri grevi bu sessizliği bozan en güçlü işçi eylemi oldu. Halen de tek tek iş yerlerinde işçi eylemleri, direnişler devam ediyor. Türkiye’de işçi sınıfının güncel durumu Bugün Türkiye’de toplam 32 milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, 22 milyon işçi, 5 milyon köylü, 4 milyon da kendi işini yapan emekçi vardır. Yani Türkiye’de bir milyon patrona karşılık, 31 milyon işçi, köylü, emekçi vardır. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkum. Köylülerin ve kendi işini yapan emekçilerin de gelir durumları işçilerden farklı değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin dört katıdır. Bu olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah vardır: Sendikalaşmak. Sendikalı işçi patronların kendisine karşı yaptığı haksızlıklara karşı daha güçlüdür, daha güvenlidir. Gerektiğinde sendika grev yapar. Patronlar sendikal örgütlenmelerden korkar, iş yerlerinde istemezler, bu da işçiler için sendikaların ne kadar önemli olduğunu gösterir. Temmuz 2018’de yayınlanan son istatistiklere göre Türkiye’de kamu çalışanları dahil sendika üye sayısı 3,5 milyondur. Yani toplam 22 milyon işçi içinde sendikalı işçilerin oranı yüzde 16’dır. 3,5 milyon sendikalı işçi; Türk-İş (958 bin), Hak-İş (654 bin), DİSK (161 bin), Memur-Sen (1 milyon 10 bin), KESK (146 bin), Türkiye Kamu-Sen (394 bin), Birleşik Kamu-İş (65 bin) gibi başlıca yedi farklı konfederasyona dağılmış bulunmaktadır. Sendikal alandaki bu bölünme işçi sınıfının gücünü zayıflatan, mücadelenin etkisini azaltan bir işlev görmektedir.
18
Kamu çalışanları sendikalarının üye durumu Memur olarak tanımlanan kamu kesimi emekçilerinde sendikalaşma oranı yüzde 70’tir. Bu oran 2010 yılında yüzde 58 idi. Yani memur kesiminde sendikalaşma oranı artmaktadır. Sendika üyesi olma hakkı olan 2,3 milyon memurun 1,67 milyonu sendika üyesidir. 2018 yılı memur sendikaları üye sayısına göre en büyük üçüncü konfederasyon olan KESK’in üye sayısı azalmaya devam etti. 2016 yılında 221 bin olan KESK’in üye sayısı 2017 yılında 167 bine, 2018 yılında ise 146 bine düştü. Memur-Sen 1 milyon üye sayısını aştı. Türkiye Kamu-Sen’in üye sayısı ise 395 binden 394 bine düştü. Diğer taraftan hem toplam memur sayısı, hem de sendikalı üye sayısı 2018 yılında bir miktar düştü. 2016 Yılı Üye Sayısı
2017 Yılı Üye Sayısı
2018 Yılı Üye Sayısı
Memur-Sen
956.032
997.089
1.010.298
Türkiye Kamu-Sen
420.220
395.250
394.423
Kesk
221.069
167.403
146.287
Birleşik Kamu-İş
63.990
64.248
64.730
Bağımsız
50.473
40.935
39.148
Bask
4.655
4.226
4.160
Hak-Sen
4.276
3.253
2.876
Çalışan-Sen
5.499
4.548
4.601
Tüm Memur-Sen
7.835
6.531
6.102
Anadolu-Sen
781
840
693
Toplam
1.756.934
1.684.323
1.673.318
İşçi sendikalarının üye durumu Kamu ve özel sektördeki işçilerin sendikalaşma oranı ise yüzde 13’tür. 14,1 milyon kayıtlı işçinin sadece 1,8 milyonu sendika üyesidir. Bu oran işçi sınıfının en örgütsüz bulunduğu yıl olan 2010 yılında yüzde 9 idi. 2010 yılında 9 milyon kayıtlı işçiye karşılık 800 bin sendikalı işçi vardı. Sendika üyeliğinde son yıllarda giderek bir yükselme olmaktadır. Ancak geçmiş işçi hareketlerinin özellikle 1980’lerin sonuna doğru yakalanan yaklaşık yüzde 50’lik sendikalaşma oranının halen çok uzağındayız. 1987 yılında 2,9 milyon kayıtlı işçinin 1,5 milyonu sendika üyesiydi. O zamandan günümüze yapılan özelleştirmeler, taşeronlaştırma uygulamaları sendika üyeliği oranlarını yüzde 9’lara kadar geriletti. Ancak 2010 sonrası kapitalizmin krizine karşı işçi mücadelelerinin artması üyelik oranının tekrar yükselmesini sağladı.
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
2013 Ocak Üye Sayısı
Sendikalılara Oranı (%)
2017 Temmuz Üye Sayısı
Sendikalılara Oranı (%)
2018 Temmuz Üye Sayısı
Sendikalılara Oranı (%)
Türk-İş
708,162
70,7
907,328
55,9
958,618
53,2
Hak-İş
166,553
16,6
544,566
33,5
654,722
36,3
DİSK
100,202
10
145,988
9
160,568
8,9
Diğer/Bağımsız
25,754
2,6
25,744
1,5
28,247
1,6
Sendikalı Sayısı
1.001.671
100
1.623.626
100
1.802.155
100
Sigortalı İşçi Sayısı
10.881.618
13.581.554
Sendikal örgütlenmelere karşı öne sürülen tezler Sendikaların işçi emekçi örgütlenmesinde rolünü tamamladığını iddia edenleri dört kategoride incelemekte yarar var; Sendikaların toplumsal rolü devam ediyor Sendikaların emek örgütlenmesinde rolünün bittiğini iddia edenler; ekonomik, politik ve teknolojik gelişmeler sonucu işçi sınıfının dönüşüm geçirdiğini, işçi sınıfının yok olma sürecine girdiğini söylemektedirler. Dolayısıyla geleneksel örgütlenme araçları olarak sendikaların tarihsel olarak rollerini tamamladığını savunmaktadırlar. Teknolojik gelişmelerin mücadeleyi küreselleştirdiğini, iletişimin gelişmesinin mücadele araçlarını değiştirdiğini, hatta “dijital devrimcilik” çağına girdiğimizi ilan etmektedirler. Sendikalara ihtiyaç kalmadığını direkt ya da dolaylı yoldan dile getirenlere kısaca şunları hatırlatalım. Üretim araçlarına sahip olmayan ve emeğini satarak geçinmek zorunda olan herkes işçidir. İşçi sınıfının nicel olarak sayısı son 100 yılda en az 20 kat artmış durumdadır. Yüzyılın başında dünyada 100 milyon işçi varken, bugün bu sayı yaklaşık 2 milyarı bulmuştur. Dünya nüfusu 5 kat artmışken, işçi sayısı 20 kat artmıştır. Yüzyılın başında işçilerin toplam çalışan nüfus içindeki payı yüzde 10 iken, bugün bu oran yüzde 50’lere ulaşmış durumdadır. Bu işçilerin 500 milyondan fazlası sendikalara üyedir. Bu süreçte, üretimin emek yoğundan, teknoloji yoğun dönüşümü kafa ve kol emeği ayrımını da silikleştirmektedir. Sorun işçi sınıfının yok olması değil, işçi sendikalarının bürokratik yönetimlerinin sınıftan kopuk davranışlarıdır. Bunları yapamadılar diye, sendikaların yararsız olduklarını söylemek aklımızın ucundan bile geçmez. Tersine, diğer bütün sanayi ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de, sendikalar, sermayeye karşı mücadelelerinde emekçi sınıfların ihtiyaç duyduğu örgütlerdir. … Ücretleri yüksek tutma ve işgününü kısaltma mücadelesinde sendikaların büyük
14.121.664
meziyeti, yaşama standardını da düşürmeyip, yükseltmeye çalışmalarıdır.1
Sendikalara ihtiyacımız var Sendikalara karşı olan ikinci tutuma göre, sendikaların içinde bulunduğu durum öylesine bürokratik bir hâl almıştır ki, sendikalar işçi sınıfının çıkarlarını korumak yerine engel durumdadır. Var olan yapıları dağıtmadan, yeni bir işçi hareketi örmek adeta imkânsızdır. Bunun yolu da sendikaların dışında işçi sınıfını örgütleyecek yeni yapılar kurmaktan geçmektedir. Lenin bu konuda çok net konuşmaktadır: Alman Sollarının, komünistlerin gerici sendikalarda çalışmayacakları ve çalışmamaları gerektiği, böyle işleri reddetmek gerektiği, sendikalardan çekilme, yepyeni ve lekesiz bir “İşçi Birliği” kurmak gerektiği, vb. vb. yolundaki çok sevimli (ve muhtemelen de çoğunlukla çok genç) komünistlerin buluşu olan tantanalı, pek bilgiççe ve pek devrimci sözlerini aynı oranda gülünç ve çocukça saçmalıklar olarak görmekten kendimizi alamıyoruz.2
İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğü ile sendika dışı örgütlenmelerini birbirinin karşısına koyan bu anlayış, sonuçları açısından sendikaları reddeden bir yöne savrulmakta ve sınıf mücadelesini sekteye uğratan, zayıflatan pratiklerin önünü açmaktadırlar. Var olan bürokratik yapıları değiştirmeye çalışmak yerine tümden reddetmek devrimci Marksistlerin tutumu olamaz. Devrimci Marksistler en sarı sendikalarda bile çalışmak zorundadır. Yeni sendikal arayışlar mücadeleyi zayıflatır Bazı kesimler ise yeni sendikal arayışları dillendirmektedirler. Üretimin yapısındaki değişimleri bu arayışlarına gerekçe olarak göstermektedirler. Ancak temel çelişki, işçi sınıfı ile kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesi değişmemiştir, bu nedenle mevcut 1
F. Engels, “Labour Standard”tan makaleler, 1881.
2
Lenin, Rus Sosyal Demokratları tarafından bir protesto’dan, 1899
19
İşçi sınıfı ve sendikalar | Faruk Sevim
sendikal yapılar işlevlerini devam ettireceklerdir. Yeni sendikal arayışlar adı altında ortaya çıkan en önemli akım, Toplumsal Hareket Sendikacılığıdır. Bu sendikacılığın en önemli uygulama pratiği, Güney Afrika’da yaşanmıştır. Güney Afrika İşçi Sendikaları Konfederasyonu COSATU, ırkçılığa karşı mücadelede önemli rol oynamıştır. Ancak ırkçı yönetim devrildikten sonra bugün gelinen noktada, COSATU, mevcut iktidarın paralelinde sendikacılık yapan bürokratik bir örgütlenmeye dönüşmüştür. Sendikaların toplumsal sorunlar karşısında duyarlı olmaları elbette önemlidir, ama bunun için öncelikle işçiler arasında örgütlenmek gerekir. Türkiye’de mevcut sendikal yapıların dışında yeni sendikalar kurarak sendikal hareketi geliştirmeye çalışmak, yıllardır bir iddia olmaktan öteye gidememiştir. Bu tutum, büyük işçi ve memur kitlelerini, hükümetle içli dışlı bürokratik sendikaların insafına terk etmek anlamına gelmektedir. Her iş yerinde tek sendikada örgütlenmeliyiz İş alanlarında taşeronlaşmanın yoğunlaştığı, aynı işletmenin neredeyse her bölümünün ayrı taşeron şirkete bağlı hâle getirildiği bir iş yaşamı ile karşı karşıyayız. Kapitalistler, sınıfın örgütlenmesini engellemek için taşeron uygulamasını ısrarla ve sistemli bir şekilde yaygınlaştırmaktadır. Bizler ise buna karşı, aynı işyerinde çalışan işçilerin tek sendika çatısı altında örgütlenmelerini savunmak zorundayız. Oysa sendika karşısında sendika, sendika karşısında dernek, aynı işkolunda “sol” iddialı birden fazla sendikanın birbirine rakip olma anlayışları hâlen sürmektedir. Sınıf sendikacılığını savunanların aynı işkolunda sendikal birlik için çalışmaları sınıf mücadelesinin olmazsa olmazıdır. İşkolu ve işyeri temelli örgütlenme modeli günümüzde hâlen geçerliliğini korumaktadır. Sermayenin, böl yönet taktiğine karşı işçilerin birlik ve dayanışması elimizdeki en önemli silahtır. Sonuç Çalışan ya da işsiz, sendikalı ya da sendikasız, mavi ya da beyaz yakalı emekçiler birbirinin rakibi değil, işçi sınıfının bileşendir. İşçi sınıfının her kesimine yönelen hak gasplarına, sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılması nedeniyle uygulanan baskılara, işçi kıyımlarına karşı hiçbir ayrım yapmadan ortak bir mücadele sergilemeliyiz. Örgütlü yapıların güçlendirilmesi ve sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması için çalışmalıyız. İLO tarafından da savunulan, işçilerin iradesiyle belirlenen referandumun yasallaştırılması için mücadele etmeliyiz. Pek çok yasakla işlevsiz hâle getirilen grev hakkına işlerlik kazandırılması için grev yasaklarının ve grev
20
hakkının kullanımını engelleyen bütün yasal düzenlemelerin kaldırılması gerekir. Dayanışma grevi, Hak grevi ve Genel grev hakkının sınırsız kullanılabilmesini sağlamalıyız. Sendika içi demokrasiye işlerlik kazandırmalıyız, üyelerin söz ve karar sahibi olduğu bir anlayış sendikalara egemen olmalıdır. İşçi ve kamu emekçisi ayrımına son verilmesini savunmalı, tüm işçilerin tek sendikal yapıda örgütlenmesi için mücadele etmeliyiz. Sermayeye karşı emeğin küresel düzeyde işbirliğinin sağlanması ve enternasyonalist dayanışması için mücadele etmeliyiz. Sendikaların emekçiler lehine dönüşümler gerçekleştirmesi, ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümü iyi tahlil etmesi; emekçiler aleyhine olan tüm uygulamalara karşı etkin önlemler alması; ülke ve dünya deneyimlerinden faydalanması; günün koşullarına uygun olan talepler, örgütlenmeler ve eylem biçimleri geliştirmesi bugün işyerlerinden başlayarak sendikaların yeniden kendilerini gözden geçirmesini bir zorunluluk haline getirmiştir. Sendikal mücadele sonucu emekçi sınıflar çeşitli başarılar elde edebilirler. Ama asıl başarı, bu mücadele sonucunda emekçiler arasında yaratılacak olan birlik ve dayanışma olacaktır. Kaynakça: Erkan Aydoğanoğlu, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul. DİSK, BİRLEŞİK METAL-İŞ, Dünya’da ve Türkiye’de Sendikal Örgütlülük, Birleşik Metal-İş Yayınları, No: 6, 2002, İstanbul. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Örgütlenme El Kitabı I ve II, Türk-İş Yayınları, Temmuz 2003, Ankara. http://disk.org.tr/2018/09/issizlik-tirmaniyor-disk-ar-eylul-2018-issizlik-raporu/ http://sosyalhaklardernegi.org/isci-sendikalari-2018-temmuz-istatistikleri-degerlendirmesi-ertugrul-bilir/ https://www.csgb.gov.tr/home/contents/istatistikler/iscisendikauyesayilari/ https://www.csgb.gov.tr/home/contents/istatistikler/kamugorevlilerisendikauyesayilari/
Çözüm sürecine bir bakış Şenol Karakaş
2
013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın demokratik siyaset çağrısı okundu. Bu çağrı sosyal, ekonomik ve mekânsal anlamda büyük yıkımlara neden olan 30 yıllık bir çatışma döneminden sonra, devletin bilgisiyle, Diyarbakır gibi sembolik bir merkezde, sembolik bir günde ve bir milyona yakın insanın huzurunda yaptı. Tarihi nitelikteki bu çağrıyı ve sadece 5 sene önce yapılmış olduğunu hatırlayınca, toplumsal bir şans olarak çözüm sürecinin elimizden kaçmış olmasına hayıflanmamak mümkün değil. Çözüm Süreci (2013-2015), Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “Kürt Sorunu” olarak tanımlanan, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin haklarının tanınıp, anayasal garanti altına alınması sorununun çözümü açısından en sistematik ve kapsamlı barış girişimiydi. Bu girişim nitelikleri itibarı ile uluslararası literatürdeki barış süreci tanımlamasına uymaktadır ve barış süreçlerinin temel özelliklerini taşımaktadır. Bu yazıda sürecin sona ermesi veya kesintiye uğramasının nedenlerine ve yeniden bir Çözüm Süreci başlamasının imkânlarına değinmeye çalışacağım. Çözüm Süreci Mart 2013’te başlayıp 2015 yılının Temmuz ayına kadar sürdü. Ancak Suriye’de Arap Baharı’nın ardından başlayan ve hızla bir iç savaşa doğru evrimleşen sürecin Kürt Hareketi açısından oluşturduğu yeni imkânlar, Türkiye açısından oluşturduğu belirsizlikler ve fırsatlar; Kürt hareketinin siyasi tercihleri ve Türkiye siyaseti içerisinde değişen güçler dengeleri sürecin temel açmazları oldu. Sürecin başlangıcı Çözüm süreci Kürt sorununun çözümünde çatışmaların artık taşınamaz bir boyuta evrilmesi nedeniyle diyalog yönteminin devreye girmesi gerektiği fikrinin hakimiyet kazanmasıyla gündeme geldi. 2009 yılında daha sonra adı Oslo Süreci olacak dönem, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kürt sorunuyla ilgili ilerleyen günlerde çok iyi şeyler olacağını söylemesiyle başladı.1 Gül, bir hafta sonra Kuzey Irak’a giderken “Kürdistan” 1
https://www.cnnturk.com/fotogaleri/turkiye/baslangictan-bugune-gun-gun-cozum-sureci?page=4
21
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
kelimesini kullandı. Mayıs ayında PKK ateşkesi uzattığını açıklarken İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Bir aylık süre zarfında yaptığım görüşme ve toplantılar süreç açısından son derece olumlu olmuştur” diyerek Oslo sürecinin resmen başladığını duyurdu. Görüşmeler sürerken, 2011 yılının Eylül ayının başlarında görüşmelerin ses kaydı, süreci sabote etmek için sızdırıldı. Fakat bu olay görüşmeleri sızdıranların beklentilerinin tersine milliyetçi bir infial yaratmadı. Ulusalcı CHP ve faşist MHP bile görüşmelere doğrudan karşı çıkamadı. Sokakta tek bir şovenist gösteri dahi olmadı. “Toplum buna hazır değil” denmedi. 12 Eylül 2010’da gerçekleşen anayasa değişikliği referandumunda halkın yüzde 58’i Kürt sorununu çözümü için adım atmaya hazır olan Erdoğan’ın önerdiği demokratik değişikliklere “evet” demişti.2 Dönemin aşağıdan demokratik basıncının da etkisiyle Oslo Süreci görüşme kayıtlarının sızdırılmasıyla çökmemiş oldu.3
bu açıklamanın ardından gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Açlık grevleri sona erdi. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Başkanı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk ile BDP Batman Milletvekili Ayla Akat İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’la görüştü. Toplumun bütününe müthiş bir umut yayıldı. Öyle ki MHP ve CHP Oslo Süreci’ne karşı çıkarken ve Oslo’nun mimarlarının yargılanacağını dağlara taşlara yazarken, CHP lideri Kılıçdaroğlu Öcalan’la yapılan görüşmelere ilişkin hükümete destek verdi: “Geçmişteki bütün hatalara karşın, AKP’ye yeni bir kredi açıyoruz. Çözün sorunu”.6 Görüşmelerin başlamasının, açlık grevlerinin sona ermesinin üzerinden bir ay geçmeden, 24 Ocak 2013’te anadilde savunma yapma hakkı yasalaştı. “Çözüm Süreci” olarak isimlendirilen bu yeni barış girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilmiş ve bu yüzden bazılarınca İmralı Süreci olarak da isimlendirilmiştir.
Oslo Süreci yine de hükümetin tüm süreç karşıtı eylemleri ve basıncı göğüsleyememesi nedeniyle sonlandırıldı. 2012 yılında ise devletin süreci durdurması ve Abdullah Öcalan üzerinde tecrit uygulaması gelişmeleri yeniden gerginleştirdi. Bu arada, devlet içinde apaçık fraksiyonların oluğunu gösteren bir gelişme yaşandı ve MİT Başkanı Hakan Fidan hakkında yasal bir süreç başlatıldı.4
Çözüm Süreci iki yıl boyunca umut vererek, gerileyerek, sona erecekmiş izlenimi vererek, sonra yeniden umut veren hamlelerle gelgitler halinde devam etti. Süreç fiilen sona erdi, ama yeni bir sürecin hangi şartlar altında tekrar başlayabileceği de tartışılmaya devam ediyor. Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden kaldığı sürece şiddet, resmi ideoloji, milliyetçilik, yaygınlaşan anti demokratik uygulamalar, siyasal demokrasinin alanının daraltılması gibi hadiseler hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor, edecek. Toplumsal kutuplaşma, toplum içindeki ırkçı milliyetçi eğilimlerin güçlenmesinin önüne geçmek için de Kürt orununun çözümü ilk şart olarak öne çıkıyor. Bu yüzden 2013-2015 yılları arasında yaşanan Çözüm Süreci’nden dersler çıkararak yeni bir Çözüm Süreci için çaba göstermemiz gerekir.
Devlet içinde çözüm sürecine başından beri karşı olan güçlerden birisi olan Fethullahçı darbecilerin de dahil olduğu bir girişim olan MİT Başkanı’nın ve Oslo Süreci’nde görev alan devlet yetkililerinin yargılanma girişiminin püskürtülmesi, bir süre sonra başlayan Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin derinleşmesini engellememişti. Tecridin son bulması için 2012 yılının sonbahar aylarında PKK üyesi olduğu için tutuklu bulunan mahkumlar da açlık grevlerine başlamıştı. Gelişmelerin çok daha kötü bir yöne evrileceği ve yüzlerce insanın açlık grevlerinde yaşamını kaybedeceği duygusu karamsar bir hava yaratmışken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 29 Aralık 2012’de devletin Abdullah Öcalan’la görüştüğünü açıkladı.5 Yılbaşından bir gün önce yapılan
22
2
Yetmez ama evet kampanyasına ulusalcı saiklerle saldıranlar, bir yandan da çözüm sürecinin bütün dinamiklerine, başlamasına, gelişmesine ve süreci akamete uğratacak girişimlerin püskürtülmesine de karşıydı.
3
https://www.sosyalistisci.org/index.php/arsiv/84-420-19-eyluel-2011/1021-savama-goerue
4
https://www.haberturk.com/gundem/haber/713829-mit-mustesari-ifadeye-cagrildi
5
https://www.haberturk.com/gundem/haber/807198-imraliyla-gorusuyoruz. TRT’de yayınlanan bir basın sohbetinde Erdoğan MİT Başkanı’nın tutuklanma girişimine de değinen şu açıklamaları yaptı: “Bir istihbarat görevi gereği bir adım atacak ve soruşturma açılacak. Bu çok ciddi bir yargı vesayetiydi. Vesayetçiliği ortadan kaldırmadan
Barış ve Çözüm Süreci Öncelikle, ulusal sorunun çözümü konusunda çatışmasızlık araştırmaları yapan, değişik çözüm süreç ve girişimlerini ele alan analizlerin ortak noktalarının altını çizmekte fayda var. Buna göre, barış süreçlerinin asgari şartları, çatışmaların birincil taraflarının çözüm sürecine katılımı, çatışmanın ve şiddetin durdurulması, siyasi düzenlemelerin hayata geçirilmesi ve şiddetin yeniden alevlenmesini engelleyecek siyasi hamlelerin yapılmasıdır. bireye varamazsınız. Ben risk alıyorum, müsteşarım risk alıyor. Başına her şey gelebilir. Görüştükleri kişiler malum. Ben siyasetçi olarak bu görüşmeyi yapamam, ama onların eli ayağı durumu olan devletteki ajanları, temsilcileri vardır ve bunları yapar. Ada ile de görüşür, adanın kanaatlerini, düşüncelerini arar, sorgular. Neymiş, anlaşmalar yapılıyormuş. Adadaki bırakılacakmış, böyle bir şey sözkonusu değil. Bizler mesafe almak istiyoruz. Terörle mücadelede mesafe alma noktasında adayla asla bir görüşme yapmayız ama görüşme yaptırmayız. Adayla görüşmeler halen var. Çünkü netice almamız lazım. Bunun ışığını görüyorsak adımı atmaya devam ederiz.” 6
https://bianet.org/kurdi/siyaset/160243-cozum-surecinin-kronolojisi
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
Bir barış sürecinin başarısı için beş önemli koşul sayılabilir: 1. 2. 3. 4.
Liderler iyi niyet çerçevesinde müzakere etmeli, Sorunun kilit aktörleri sürece dâhil edilmeli, Temel meseleler müzakere edilmeli, Taraflar süreç esnasında güç kullanmaktan kaçınmalı, 5. Sürdürülebilir bir barışa ulaşmak için kararlı olmalıdırlar. Gerçekten de bütün deneyimlerin analizi bu şartlara sahip olmayan bir barış sürecinin başarılı olma ihtimalinin oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Gerçek bir barış süreci, silahlı çatışmaların veya şiddetin durmasından farklıdır. Barış süreci, çatışmanın sosyal, ekonomik, psikolojik ve güvenlikle alakalı yönleriyle ilgilenmeyi amaçlayan kapsamlı bir süreçtir. Sadece şiddetin sona erdirilmesi, barış sürecinin nihai amacı olarak düşünülemez. Çatışmaların bütün boyutlarıyla ilgilenmek ve üstesinden gelmek uzun zaman alabilir. Çoğu çatışmada, kapsamlı bir sonuca hiçbir zaman ulaşılamaz. Doğrudan şiddet içeren çatışmalar devam ettiği müddetçe, diğer alanlarda da ilerleme sağlamaya uygun bir zemin oluşması zorlaşır. Sosyal adalet, ahenk ve çatışan tarafların temel ihtiyaç ve beklentilerini tatmin edecek bir sonuca müzakereler sonucu ulaşılması ideal bir çözüm olabilir, ancak müzakere edilen pek çok barış süreci bu ideal duruma ulaşamadan sona ermektedir. Kürt Meselesi gibi zorlu bir konuda da Çözüm Süreci, hukuki, sosyal ve ekonomik boyutları içeren kapsamlı bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Çözüm Süreci’nin başında fiili bir ateşkes durumu söz konusuydu. Pozitif bir hava vardı, sürece toplumsal destek yüzde 70’leri aşıyordu. Çözüm Süreci’nde taraflar birbirlerini özellikle iki konuda eleştirdi. Hükümet tarafı, taahhütlerine rağmen silahlı güçlerin geri çekilmesinin ve tasfiyesinin hiçbir zaman gerçekleşmediğini söyledi. Kürtler ise bazı hukuki düzenlemeler yapılsa da, arttırılmış yerel özerklik, anadilde (Kürtçe) eğitim ve Kürt kimliğinin kabulüne yönelik anayasal değişikliklerin yapılmadığını söyledi.
çözümünü anlatan mektubu, Diyarbakır’daki Newroz kutlamaları sırasında Sırrı Süreyya Önder tarafında okundu. Öcalan mektubunda: “’Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun’ noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.”7 dedi. Bu mektupta Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğe çokça atıf yapılmıştır.8 Öcalan’ın mektubunun ardından PKK 23 Mart’ta tek taraflı ateşkes ilan etti. PKK unsurlarının Türkiye topraklarının geri çekilmesi ise aynı yılın Mayıs ayında başladı. Geri çekilme süreci, hükümetin reformlar konusunda yavaş ve yetersiz hareket ettiği gerekçesi ile PKK tarafından aynı yılın Eylül ayında durduruldu.9 Çözüm Süreci, Kürt hareketinin lideri Öcalan ile doğrudan ve dolaylı temaslar üzerine kuruluydu. Öcalan bütün sürecin birincil paydaşıydı. Bütün ilgili aktörler bir şekilde sürece dâhil edilmişti. Askeri operasyonlar ya durdurulmuş ya da özel harekât polisleri ile askeri personeli harekete geçirme yetkisi sivil otoritelere, valilere devredilmişti. 3 Nisan 2013’te Başbakan Erdoğan 63 kişilik (41 erkek ve 12 kadın) bir komisyonu Akil İnsanlar Komisyonu olarak atadı. Kamuoyu, Akil İnsanlar Komisyonu (AİK) aracılığıyla tartışmaya dâhil edilmişti. AİK, Çözüm Süreci’nin ayrıntılarını kamuoyuyla paylaşmak ve sürece kamuoyu desteğini arttırmak amacıyla oluşturulmuştu. Sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, sivil toplum liderleri, aktivistler vb. gibi kamuoyunda olumlu açıdan tanınırlığa sahip insanlardan oluşan sivil bir girişim olarak planlanmıştı. Komisyondan 7 grup, Türkiye’nin 7 farklı coğrafi bölgesinde iki aydan fazla bir süre yoğun bir şekilde çalıştı. Komisyon, insanların 7
https://tr.euronews.com/2013/03/22/abdullah-ocalan-in-mektubunun-tam-metni
8
Bu mektuba özellikle “sol”dan gelen eleştiriler, Çözüm Süreci’ne aktif bir destek hareketi örgütlemek üzere neredeyse hemen hemen DSİP üyelerinin tek başına kolları sıvadığını da açıklıyor. O dönemde daha sonra giderek yaygınlaşan tabirle “farklı mahallelerden” siyasal aktivistlerin, gazetecilerin, kanaat önderlerinin ve çok sayıda meslek örgütünden insanın bir araya geldiği Çözüme Evet Platformu, istisnaları dışında sol siyasal yapıların ilgisine mazhar olamadı. Mektubun hemen ardından oluşan asli eğilim, “AKP’yle barış mı olur?” sorusu etrafında çözüm hamleleri hakkında şüphe yaratan siyasal kavrayış oldu. Aşağıda bu konuda bazı değinmelerimiz olacak.
9
(PKK ‘çekilmeyi durdurdu’, BBC, 9 Eylül 2013, https://www. bbc.com/turkce/haberler/2013/09/130909_pkk_update, erişim tarihi: 2 Eylül 2018)
Bütün bu eksikliklere rağmen kapsamlı bir barışın önündeki psikolojik ve bürokratik engeller Çözüm Süreci boyunca epeyce azaltıldı. Bu dönemde tecrübe edilen barış ve istikrar ortamı başta bölge halkı olmak üzere Türkiye’deki hemen birçok kesimin belleğinde olumlu izler bıraktı. Sürecin Gelişmesi 21 Mart 2013 Newroz gününü, Çözüm Sürecinin resmi olmayan başlangıç günü olarak kabul edebiliriz. Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun barışçıl ve demokratik
23
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
Çözüm Süreci’nden beklentilerini anlamaya çalışan bir istişare mekanizması gibi çalışmış, çekinceleri ve eleştirileri kaydetmişti. Komisyon, çalıştığı süre boyunca kamuoyunda geniş bir görünürlüğe sahip oldu. AİK’in 7 grubu, nihai raporlarını başbakana sundu ve bu raporların bazıları kamuoyunun da erişimine açık. Süreç devam ederken KCK tutukluları hapishanelerden çıkarıldı.10 Siyasi çözümün yolunu açmak için bazı önemli yasal düzenlemeler yapıldı. Çözüm sürecinde turizm ve diğer ekonomik faaliyetlerde artış görüldü.11 Fakat bir süre sonra oluşan heyecanlı hava, umut dolu atmosfer, yavaş yavaş sürece iyimser de olsa sessiz bir mesafelenmeye bıraktı yerini. Çözüm Sürecinin Zayıflaması Çözüm Süreci’nin zayıflamasının arkasında üç önemli sebep vardı: Birincisi ve uluslararası en büyük etken Suriye’de olanlardı. PKK, Suriye ve Irak’ta yaşanan iç savaşlar nedeni ile ortaya çıkan güç boşluğunu ve Batı’nın IŞİD konusunda artan kaygılarını kendisi için yeni bir fırsat alanı olarak gördü. Bu bakış açısı PKK’nın Ortadoğu’da kendini bölgesel bir aktör olarak konumlandırmasına neden oldu. Rojava’nın kurulmasıyla Kürtler Güney Kürdistan’dan sonra ikinci bir yönetim yeri kazanmış oldular. Bu Türkiye’de çözüm sürecinin bir an önce bitirilmesi ve hakların tanınması konusunda bir baskı yarattı. Türkiye ise güneyde bir Kürt yönetimine zor alışmışken batıda bir başka yönetime tahammül edemedi. Uluslararası ilişkilerini kullanarak Suriye’de olup bitenlere müdahil olmak için askeri müdahale dâhil tüm yöntemleri denedi. Bu, başka bir açıdan, beka kaygısı olarak adlandırılan ve siyasal ifadesini “yerli-milli koalisyonun” kurulmasında bulan dönemi kavramak açısından da önemli. Sadece çözüm sürecinin sonlanmasının değil, son dört yıldır yaşanan esaslı tüm gelişmelerinin temelinde, Suriye’de yaşanan geniş çaplı hadiselerin değerlendirilmesindeki farklılaşma yatıyor. Bugün neredeyse bütünüyle unutulmuş durumda ama “Yerli-milli” koalisyonun küçük ortağı Devlet Bahçeli AKP’yi Salih Müslim Türkiye’de devlet töreniyle karşıladığı için eleştiriyor, köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Bugün Salih Müslim bırakalım Türkiye’ye gelmeyi, Türkiye’nin Kırmızı Bülten’le yakalanması için uluslararası polis teşkilatını harekete geçmeye davet ettiği bir aranan durumunda. 10 DTK Sonuç bildirgesi açıklandı”, imctv.com, December 27, 2015, http://www.imctv. com.tr/dtk-kongresinin-sonuc-bildirgesi-aciklandi-tam-metni/, erişim tarihi: 2 Eylül 2018 11 “Çözüm Süreci İhracatı Artırdı”, Hürriyet, 9 Nisan 2014, http:// www.hurriyet.com.tr/ekonomi/cozum-sureci-ihracati-artirdi-26177492, erişim tarihi: 2 Eylül 2018
24
2015 7 Haziran seçimlerine kadar çözüm süreci bir dizi sorununa rağmen ilerliyordu. Seçimlerde HDP’nin aldığı yüksek oy, devlet yöneticilerinin zihninde yeni bir şemanın belirmesine neden oldu. Bu şema, çözüm sürecinin devletin değil HDP’nin, Kürtlerin işine yaramasının sorun olarak kodlandığı bir odağa sahipti. Odak böyle belirlenince, yakın tarihi de bu odağa göre anlatmak kolaylaştı. Türkiye’nin Suriye politikasının değişmesiyle Kürt sorununda geleneksel devlet yaklaşımının devreye girmesi mi önce gerçekleşti yoksa Kürt sorununda diyalog yerine askeri çözümün girmesi mi Suriye’ye yönelik politikanın değişmesine neden oldu sorusunun yanıtını “her ikisi birden” diyerek verebiliriz. Suriye’de Kobanê’de IŞİD kuşatmasının ABD yardımıyla aşılması, PYD-ABD arasında derin bir muhabbetin başlaması, Suriye’nin kuzeyinde uçsuz bucaksız bir bölgenin Kürtlerin denetimi altına girmesi Suriye’de ve Kürt sorununun çözümünde kontrolün Türkiye’nin elinden kayıp gitmesi anlamına gelmiyordu sadece. Bu aynı zamanda, gelişmelerin Türkiye’de Kürt illerinde yaşayan Kürtleri ayrılıkçılık temelinde etkileyeceği paniğini yarattı. Devletin uzun bir süredir dile getirdiği ‘beka sorunu’ bu anlama geliyor. Devlet giderek bu türden bir beka sorunu kavrayışını geliştirirken Türkiye’de Kobanê eylemleri, hendekler süreci olarak simgeleşen çatışma sürecinin yeniden devreye girmesi, HDP’nin 2015 7 Haziran’da üçüncü parti olması, devlet aklı denilen yapının zihnine, “benim karım ne?” sorusunu tüm ağırlığıyla oturttu.12 Öte yandan hükümet Kürt hareketinin taleplerini karşılamada yavaş davranırken, diğer yandan seçimler ve sonrasında iki tarafın birbirine karşı kullandığı dil sertleşti. Kürt Hareketi süreç içinde gelişti, ancak hükümet tarafından vaat edilen konularda adımlar atılmadı. Kandil’den, sık sık hükümete son tarih koyan yaklaşımlar, Öcalan’ın yaklaşımının bu son gün belirleme eğiliminden farklı olarak sürecin sonuna kadar devam etmesi yönünde olması, başlı başına tartışılabilecek geniş bir konu. Fakat önemli olan, tarihsel, ideolojik, siyasal, kültürel, ekonomik, etnik, dini aklımıza gelen tüm bu sorunların birikmiş halleriyle yüklü bir şekilde gündeme gelen Kürt sorununun çözümünde hiç de azımsanmayacak adımların, küçümsenmesine neden olan yaklaşımların siyasal alanda giderek hegemonya kurmaya başlamış olmasıdır. Bu konuyla ilgili Alper Görmüş’ün katıldığı bir toplantı sonrası görüşlerini aktardığı yazısında dile getirdiklerinin üzerinde durmakta fayda var. Görmüş şunları yazıyor: 12 Şenol Karakaş, “Odak noktası: Suriye’ye bakış”, Sosyalist İşçi, Sayı 625, sf2.
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
“Konuşmacılara göre, barış sürecinin kesildiği, çatışmaların bir daha kesilmeyecekmişçesine yeniden başladığı koşullarda genellikle yapılan bir hata, bir süre önce oturup barışın imkânlarını konuştuğunuz insanları şeytanlaştırmak... Konuşmacılardan biri bu hatayı, ‘onları insan olmaktan çıkarmak’ diye ifade etti. Nedeni açık: Çünkü böyle yaptığınız takdirde, koşullar yeniden olgunlaşıp da onlarla konuşmaya karar verdiğinizde, bu girişiminizi kamuoyuna izah etmekte çok zorlanırsınız, onları ikna edemezsiniz.”13
Bırakalım çözüm sürecinin bitmesinin ardından tarafların yaptığı sert açıklamaları, henüz sürecin en canlı olduğu dönemde bile taraflar karşısındakini ‘insan olmaktan çıkaran’ bir söylemi geliştirmeye başlamıştı bile. Sürecin sonlanmasından hemen önce Kobanê eylemlerinin yaşandığı günlerde her iki tarafın da bir diğerini IŞİD’le işbirliği yapmakla suçlaması, en kötüyle, en insanlık dışı olduğu varsayımı üzerinde hemen herkesin fikir birliği içinde olduğu, küresel şeytanlaştırma aracına dönüşen bu örgütle benzeştirmesi durum hakkında çok net bir manzara sunuyor. Görmüş’ün Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (Democratic Progress Institute – DPI) Eylül ayında Ankara’da düzenlediği “Zor Zamanlarda Türkiye’de Kapsayıcı Bir Diyaloğu Güçlendirmek” başlıklı toplantıyı yorumlarken aktardığı şu görüş de çok önemli: “Konuşmacılara göre, bir barış sürecini zehirlemek için muhatabın yerine getiremeyeceği, bir yandan da onu kamuoyunun bir kesiminin gözünde zor durumda bırakacak taleplerde bulunmaktan daha iyi bir yol yoktur. Böyle bir şey, ilaveten, talep sahibinin uzlaşma konusunda samimiyetsiz olduğunu gösterir ve muhatabın psikolojisi üzerinde derin olumsuz izler bırakır.”14
Bu açıdan da süreç ısrarla dile getirilen karşılıklı taleplerin, hemen gerçekleştirilmesi mümkün olmayan talepler olması, dile getirildiği ölçüde muhatabını seslendiği, oyunu ya da aktif desteğini aldığı kamuoyu nezdinde zor durumda bırakmaktan başka bir işlev görmüyor. Kürtler Çözüm Süreci’nde kazanım elde etti HDP’nin Çözüm sürecindeki ilk önemli başarısı Eş başkan Selahattin Demirtaş’ın Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki kampanyasıydı. Demirtaş demokratik mücadele yöntemlerini iyi kullanarak metropol kentlerden önemli oranda genç oyu toplayarak toplam oyun yaklaşık yüzde 10’una denk gelen 4 milyon oy elde etti. Demirtaş’ın popülaritesi partisi
adına yarıştığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından yükseldi. Demirtaş özellikle genç kuşak seçmenlerin ilgisini çekti. Demirtaş daha önce AK Parti’ye oy vermiş Kürt seçmenlerin desteğini aldı. Özellikle ülkenin batı bölgelerinde yaşayan Kürtler, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 10 seçim barajı kısıtlaması olmadığı için Demirtaş’ı destekledi. Kürtlerin 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti’ye desteği sadece Türkiye’nin Kürt illerinde değil, İstanbul, İzmir ve Adana gibi büyükşehirlerde de düştü. Çözüm Süreci bu dönüşümün yaşanmasında merkezi bir rol oynadı ve HDP’nin Kürtlerin en meşru, en yaygın ve en örgütlü temsilcisi konumunu pekiştirdi. Türkiye’deki seçim süreci, barışçıl müzakereler için gerekli olan atmosferi zora soktu; zira siyasi kutuplaşmayı daha da artırdı. Seçim süreçleri siyaseten tartışmalı konuların daha yoğun gündeme geldiği süreçler olduğu için siyasi gerilimleri tırmandırma işlevi de görüyor. Bu nedenle dünyanın birçok ülkesindeki siyasi aktörler barış girişimleri gibi ihtilaflı konuları seçim süreçlerinde gündeme getirmekten kaçınırlar. Halbuki 7 Haziran 2015 seçim kampanyasında Demirtaş’ın mottosu “Seni başkan yaptırmayacağız” oldu. AKP de benzer bir siyaset izledi. Bir yandan çözüm süreci devam ederken bir yandan HDP’ye yönelik sert eleştirilere, bugünlerde artık ifrada varan bir şekilde dile getirilmesi neredeyse alışkanlık halini alan HDP’yi kriminalize eden açıklamalar seçim kampanyası sırasında popülerleşti. Bu gelişme, barış süreçlerinde yapılan en önemli hatalardan birisinin, sürece birlikte başlayan aktörlerin birbirlerini gayri meşru hale getirme çabaları olduğu tezini doğruluyor. Ak Parti ve HDP, Çözüm Süreci’nde temel muhataplar oldukları halde, seçim süreçlerinde birbirlerini gayri meşru hale getirmeye çabaladılar. Böylece çözüm süreci parametrelerinin dışına çıkmış oldular. Çözüm Süreci’nin neden başarısız olduğuyla ilgili üçüncü bir konuya değinip yazıyı sonlandırmadan önce, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, o vakitler örgütlenen bir platform olan Çözüme Evet Platformu gibi bu konuda samimi ve kararlı bir şekilde çabalayan Barış Vakfı’nın hazırladığı bir broşürde dile getirilen görüşlere değinmek de önemli. Çözüm Süreci Neden Başarısız Oldu? Cuma Çiçek ve Vahap Coşkun, 2016 yılında “Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci” adlı broşürde15 Çözüm Süreci’nin başarısız olması ile ilgili üç temel yapısal hatanın altını özellikle çizmekteler:
13 http://www.serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/zor-zamanlarin-en-faydali-mesaisi-hatalar-uzerinde-dusunmek-847512 14 Alper Görmüş, agy.
15 Cuma Çiçek ve Vahap Çoşkun, Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci , 2016, Barış Vakfı Yayınları.
25
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
} Zamanın kullanımı, } Aşırı muğlaklık ve } Taahhütlere uyulmaması. Çözüm Süreci doğası gereği birçok zorluğu içeriyordu. Yapısal hatalar da buna eklenince süreç akamete uğradı. Zamanın kullanımı Zamanın kullanımıyla bağlantılı olarak iki büyük yanlış yapıldı: İlki, sürecin ucunun açık bir zamana yayılmasıydı. İlk etapta bu tavır anlayışla karşılanabilirdi. Fakat belli bir yere geldikten sonra bir ‘zaman çizelgesi’nin oluşturulması, hangi adımların ne kadar süre içinde atılacağının tespit edilmesi lazımdı. Bu süre zarfında önemli hadiseler meydana geldi. Rojava, süreçle irtibatlı bir meseleye dönüştü. PYD, IŞİD ve onların bağlantıları sürece doğrudan müdahil olmaya başladı. Bir tarihle kayıtlı olmaması nedeniyle süreç bu olayların etkisine daha açık hale geldi. Zamana dair ikinci hata, sürecin siyasi takvime aşırı duyarlı bir şekilde ele alınmasıydı. Taraflar kısa vadeli politik hedeflerini sürecin önüne koydular. Aşırı muğlaklık Türkiye’deki Çözüm Süreci herkesin kabul edeceği genel bir söylem (“Analar ağlamasın”, “Kan dökülmesin”, “Sorun vurarak kırarak çözülmez”) üzerinden başladı ve belli bir merhaleye geldi. 28 Şubat’ta önemli bir viraj dönüldü. İki taraf birlikte fotoğraf verdiler ve sürecin izleyeceği güzergâhı açıkladılar. Toplantıda iki metin okundu: AKP adına Yalçın Akdoğan, genel bir demokratikleşme perspektifini seslendirdi. HDP adına ise Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın önerdiği 10 maddeyi okudu. Sürecin bu aşamasında şüpheli noktaların asgariye indirilmesi ve belli bir yol haritasının oluşturulması gerekiyordu. Ancak her iki metinde de bunun izi yoktu. Aslında 28 Şubat’ın ertesinde Türkiye’de de yapılması gereken tarafların muğlaklığı gidermesi ve sürece açıklık kazandırmasıydı. Karşılıklı olarak birbirlerinden ne istediklerini net bir şekilde masaya koymalıydılar. Silahlar ne zaman ve nasıl bırakılacak? PKK üyelerinin hukuki durumu ne olacak? Siyasi hayata geçiş nasıl düzenlenecek? Hangi yasalar değişecek? Hangi alanda yeni yasalar çıkarılacak? Bunlar ne zamana kadar bitirilecek? Bu ve benzerleri, cevabını herkesin merakla beklediği somut sorulardı. Ve bunlara, üzerinde mutabık kalınan, gerçekçi ve somut cevaplar üretilmeliydi. Taahhütlere uyulmaması Zamanın doğru kullanılmaması ve muğlaklığın giderilmemesinin yanı sıra süreci çıkmaza sokan bir diğer önemli hata da tarafların birbirlerine verdikleri sözlere uymamaları ve/veya uymakta gönülsüz davranmalarıydı.
26
Tarafların birbirini yerine getirmemekle suçladığı sözler şöyleydi: Sınır dışına çıkışın tamamlanmaması, kamu güvenliğini tahrip eden eylemlerin sonlandırılmaması ve Dolmabahçe Açıklaması’na riayet edilmemesi. Taraflar bu üç konuya ilişkin farklı öyküler anlatıyor. Örneğin, hükümet, PKK’nin silahlı unsurlarını sınır dışına çekme sözü verdiğini ama daha sonra bazı gelişmelere bakıp bu sözünden caydığını belirtiyor. PKK ise geri çekilmenin gerçekleşmesi için hükümetin bir yasa çıkarma sözü verdiğini fakat bunu tutmadığını söylüyor. Yine, Dolmabahçe ortak açıklaması konusunda PKK, hükümetin seçimleri hesaba katarak Dolmabahçe’yi rafa kaldırdığını ileri sürüyor. Hükümet ise, Dolmabahçe’de geri çekilme için kesin bir tarihin kararlaştırıldığını ancak PKK’nin bu tarihe uymadığını iddia ediyor. Üçüncü neden: Soldan destek bulunamadı Çözüm süreci ikili bir tepkiyle karşılaştı. Bu tepkilerden birisi, sağdan yükselen itirazlardı. Özellikle Perinçek hareketi çözüm sürecinde toplumsal ikna açısından düşünülen Akil İnsanlar toplantılarını basarak, toplantılarda tartışma yaratarak çözüm sürecine karşı bir itiraz örgütlemeye çalıştı. Bu hareketin en sağında ise Bahçeli’nin MHP’si yer aldı. Devlet çözüm sürecinin arkasında kısmen durduğu için MHP sokak gösterileriyle çözüm sürecini sekteye uğratmaya çalışmadıysa da itirazını sürekli olarak dile getirdi. Milliyetçi tüm odaklar, sağ güçler ellerinden geleni artlarına koymadılar ve çözüm sürecinin akamete uğraması için çalıştılar. Çözüm sürecine karşı çıkan ikinci odak ise kendisini solda tanımlayan ya da CHP örneğinde olduğu gibi kamuoyu tarafından sol bilinen çevrelerden geldi. CHP Oslo sürecinden itibaren Kürt sorununun çözümüne yönelik her girişimi sabote etmek için çabaladı. Çözüm sürecini “ihanet” olarak adlandıran koronun “solda” en önde duran parçası oldu.16 Ama sadece CHP değil, kategorik AKP karşıtlığını, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en önemli siyasi açılım sürecini küçümsemek için elverişli bir araca dönüştüren ve özetle “AKP’yle barış mı olur” sorusunu öne çıkartan bir eğilim daha özellikle parlamento dışı solda hakim oldu. Çözüm süreciyle demokrasi ilişkisi elbette tartışılabilir ve genel demokratik hamlelerle el ele gitmesinin önemine vurgu yapılabilirdi. Ama yaşadığımız, esas olarak çözüm sürecini olumlayan böyle bir eleştirel yaklaşım değil, bir ucunda AKP’nin olduğu çözüm sürecini kategorik olarak reddedenlerin siyasi alanı domine etmesiydi. 16 Kılıçdaroğlu’nun sürece en başta destek verdiğini biz de yazdık ama sürecin önünü açacak hiçbir pratik adımla güçlendirilmeyen bir destekti ve giderek, köstek olmaya dönüştü.
Çözüm sürecine bir bakış | Şenol Karakaş
Yine, yeniden, bıkmadan “Bir çatışma, Kürt meselesinde olduğu gibi on yıllarca sürmüşse, çözümünün birden çok girişim gerektirmesi muhtemeldir. Geçmişte çözüm bulunamamış olması, çözümlenemez olduğu anlamına değil, yalnızca daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği anlamına gelir.”17
Yukarıdaki sözler 1997-2007 yılları arasında İngiltere Baş Müzakerecisi olarak Kuzey İrlanda çözümünde büyük rol oynamış Jonathan Powell’e ait. Teröristlerle Konuşmak: Silahlı çatışmalar nasıl sona erdirilir? adıyla Türkçeye çevrilen ve barış ile çatışmaların çözümüne dair zengin deneyimlerini paylaştığı kitabın önsözünde Powell, ilk ders olarak sabrın altını çiziyor. Bu bölümde, çok kritik bir hatırlatmada da bulunuyor: 1998 yılında İngiltere ile IRA arasında imzalan Belfast Anlaşması ya da daha popüler ismiyle Hayırlı Cuma Anlaşması, 1973 yılında imzalanan ve iktidar paylaşımı hükümlerini içeren Sunningdale Anlaşması’na çok benziyordu. 25 yıllık kanlı bir dönemden sonra taraflar çok benzer bir çerçevede mutabakata varmıştı. 30 yıllık bir çatışma döneminden sonra 20132015 Çözüm Süreci’yle birlikte Kürt meselesinin siyasi bir çözüme kavuşturulması konusunda çok önemli mesafeler alınmıştı. Silahların bir bütün olarak gündemden çıkışını sağlayacak bir siyasi çözüme geçmişte olmadığı kadar yaklaşılmışken, 1990’lı yıllardan bu yana süregelen “iç çözüm siyasetini” bir bütün olarak ortadan kaldıracak büyük bir şiddet dalgasıyla karşı karşıyayız. Kuzey İrlanda’daki gibi 25 yıl kaybetmemek, yaşanan can kayıplarından ve büyük yıkımlardan çok daha fazlasını yaşamamak için bir yol bulmak zorundayız. Barış ve çözüm için önemli bir zemin oluşturmak üzere atılması gereken iki önemli adım var. Birincisi yeniden çözüm yönünde adımlar atılabilmesi için bir an önce sürecin muhataplarıyla görüşmeler yeniden başlatılmalıdır. İkincisi HDP üzerindeki baskılara son verilmelidir. Tutuklu milletvekileri, belediye başkanları, parti üyeleri serbest bırakılmalıdır. Dolayısıyla çözüm sürecinin muhatapları ile görüşmeler başlatılabilmelidir. Bugün henüz birkaç sene öncesine yaşananlara bakınca, Çözüm Süreci’ni küçümseyen, AKP’nin ekmeğine yağ sürmek olarak gören, çözümü, Kürt halkının temel haklarını garanti altına alması sürecini devrimden sonra ertelemeye ya da bu süreci AKP dışında bir güçle halletmeye meyilli siyasi anlayışların ve tüm bu eğilimlerin, yaşamakta olduğumuz gelişmelerde ne kadar belirleyici bir paya sahip olduğunu görmek mümkün. Ölümlerin durmasının, bir diyalog kapısının aralanmış olmasının önemi beka kaygısını öner süren milliyetçi hezeyanlar 17 Jonathan Powell, Teröristlerle Konuşmak: Silahlı çatışmalar nasıl sona erdirilir, Aykırı Yayınları, Çev. Nuray Önoğlu.
nedeniyle kaçırılırken yanlış AKP analizleri nedeniyle de barış sürecinin kaçırılmasına karşı aşağıdan siyasal, kitlesel bir basınç örgütlenemedi.18 Türkiye’nin kadim sorunları arasında en köklüsü olan ve çözüm kapısı aralandığında diğer sorunların çözümü için de işaret fişeği rolünü oynayacak Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında yakalanan çözüm şansı, karşımıza her zaman çıkacak bir fırsat değildi. Çözüm Süreci’nin bitmesi ve yeniden silahların konuşmaya başlamasıyla içine yuvarlandığımız koşullar Kürt sorununun diyalog yöntemiyle çözülmesinin, böyle bir yeni sürecin başlaması için çabalamanın bir zorunluluk olduğunu gösterdi. Bu, en başta Türkiye işçi sınıfı açısından kaçınılmaz bir gereklilik. İşçi sınıfı özgür olacaksa, ezilen halkın özgürlüğü konusunda adımlar atılmış olmalı. Türkiye işçi sınıfını milliyetçilikle egemen sınıfa bağlayan bağlar ancak böyle kopartılabilir. Çözüm Süreci’nin 24 ayı, özgürlükler ve bir dizi alanda mücadelenin gelişmesi açısından Kürt sorununun demokratik yöntemlerle ve siyasal alanda çözülmesi yoluna girilmesinin nefes aldıran ve benzersiz önemini gösterdi. Çözüm Süreci’nin önce rafa kaldırıldığı, sonra bütünüyle çöpe atıldığı koşullarla sürecin aksayarak da olsa ilerlediği siyasal koşullar arasındaki farklılığı açıklamaya gerek yok. Yeni bir çözüm hamlesi için çabalarken, bu kez böyle bir fırsatı siyasal faaliyetinin odağı ilan edecek sol güçler “Çözüm Süreci’nden şüphe yaratma odağı” gibi çalışanların sol adına hegemonya kurmasına da cevaz vermemeli. Kitap ve Makaleler Cuma Çiçek ve Vahap Coşkun, 2016, Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci, Metin Gürcan, “PKK Looks to The Future With Creation of Youth Militia”, Al Monitor, 31 Ağustos 2015. Vahap Coşkun, “The Kurdish Peace Process: Oct 6-8 Evets and Beyond”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2015, c. 20, sy. 32), pp.1-12. Vahap Coşkun, “What Demirtaş Achieved in the Presidential Election”, Daily Sabah, August 20, 2014. Jonathan Powell, “Teröristlerle Konuşmak: Silahlı çatışmalar nasıl sona erdirilir?”
18 “AKP’yle barış mı olur” sorusu iki noktayı es geçmekteydi: Birisi, insan küstüğüyle barışır, canının istediğiyle barışma diye bir lüksü yoktur, kavga ettiğine barış elini uzatır. İkincisi, çözüm süreci gibi gerilimli gelişmeler, karşısında görmek istediğin muhatap iktidara gelinceye kadar ertelenemez. Devletin bütün fraksiyonlarının çözüm sürecinin muhatabı olan örgüte karşı birleşmesi birkaç haftayı bile bulmayabilir.
27
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz Anne Alexander
Geçtiğimiz aylar, Alex Callinicos’un Ortadoğu jeopolitiğinin “çok katmanlı satranç oyunu” olarak adlandırdığı oyunun büyük aktörleri arasında giderek derinleşen çatışmanın kaygı verici işaretleri ile doluydu.1 Mart 2018’de, Türkiye ordusu Suriye’ye girdi ve çoğu Kürtlerden oluşan on binlerce kişi Afrin’den kaçmak zorunda kaldı.2 Birkaç hafta sonra İsrail, Suriye’de İran hedefleri olduklarını iddia ettiği yerleri füze yağmuruna tuttu.3 Suriye’deki uzun soluklu çatışma, bu gelişmelerin çoğu için pota oldu. Ancak Suriye’deki ve ayrıca Yemen’deki iç savaşın ve dış askeri müdahalenin yörüngesi, devletler ve sermayeler arasındaki güç dengesinde bölgesel ve küresel düzeyde yaşanan değişimin altında yatan süreçleri yansıtıyor. Donald Trump’ın kargaşaya yol açan politika değişiklikleri – ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımak ve İran ile olan nükleer anlaşmayı bozmak gibi - genellikle onun dengesiz kişiliği ya da ülke içindeki seçim bölgelerinin basıncı ile açıklanıyor (hem kendisi hem de başkaları tarafından).4 Ancak, bu kararlar, aynı zamanda, hem bölgede hem de küresel düzeyde ABD egemen sınıfının uyum sağlamaya çalıştığı emperyalist rekabetin değişen dinamikleri tarafından şekillendiriliyor. Bu makale, bu derginin içinde yer aldığı geleneğin yazarlarını – Chris harman ve Alex Callinicos ve Lenin ve Bukharin’in de dahil olduğu daha önceki Marksist düşünürler kuşağı – izleyerek savaş motivasyonun kökünün sermaye birikiminin dinamiklerinde yattığını düşünüyor. Sermayeler ve dolayısıyla bu sermayelerin yapısal olarak bağımlı olduğu devletler arasındaki rekabet, en güçlü kapitalist devletler arasındaki
28
1
Callinicos, 2018, syf9. Bu makalenin taslağına yaptıkları yorumlardan dolayı Alex Callinicos, Jad Bouharoun, Phil Marfleet ve John Rose’a teşekkürler
2
Margulies, 2018.
3
Sanchez, 2018a.
4
Smith, 2018.
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
askeri ve ekonomik rekabet sürecinin iç içe geçmesine yol açıyor.5 Bu, sadece bölge dışındaki devletler (asıl olarak ABD, İngiltere ve Fransa gibi Avrupalı güçler ve Rusya) arasındaki etkileşimi değil, aynı zamanda, “kapitalist emperyalizmin ilk başta ortaya çıkmasına yol açan dinamiğin versiyonunu” yeniden üreten alt-emperyalist bir sistem içinde sıkışıp kalmış bölge devletlerini de dikkate almak anlamına gelir.6 Emperyalizm, basitçe, en güçlü devletlerin yağmacı davranışları demek değildir. Ayrıca, sadece ABD ve müttefiklerinin ayrıcalıklı durumda olması da değildir. Sermaye birikiminin mantığı, daha zayıf kapitalist devletlerin egemen sınıflarının, küresel kapitalist güçlerin yağmacılıklarına karşı gösterdikleri direnişin, kaçınılmaz olarak, sistemin daha alt seviyelerinde emperyalizmin dinamiklerini yeniden üretmesi anlamına gelir. Bu, sosyalistlerin bu tür çatışmalarla ilgili olarak bilinemezci bir tutum alacakları anlamına gelmez. Tersine, güçlü olanın saldırılarına karşı zayıf olanı ilkeli bir şekilde savunurken, aynı zamanda, emperyalizme karşı gerçek bir direnişin (bu direniş aşağıdan olmak zorundadır ve nihai olarak, kendilerini ister cumhuriyetçi ister kralcı olarak tanımlasınlar, bölgeyi savaşlara sürüklemeye devam eden tüm generaller ve iş insanları zümresini devirmeyi gerektirir) nasıl inşa edileceğine dair bir strateji geliştirme kapasitesi gerektirir.7 Alt-emperyalist sistemin gelişimi, kapitalist sistemin tarihsel özünün dışındaki sermaye birikimi merkezlerinin ortaya çıkışına dayanır. Bu yeni sermaye birikimi merkezleri, sistemin “çevresinde” yer alan ve onları sadece ham madde üreticisi ve emperyal “anavatanlarda” üretilen ürünlere pazar olma rolü biçen sömürgeci politik ve ekonomik düzenden kopmuş devletlerin egemen sınıflarına bağımlıdır. Bu, tabii ki, bu merkezlerin emperyalizmden bir bütün olarak kaçabilecekleri anlamına gelmez. Callinicos’un belirttiği gibi, 20 ve 21. yüzyıl boyunca ABD egemen sınıfı, dünyada kendi sınırları ötesinde bulunan geniş alanlardaki hegemonyasının, sömürgeleştirmeye ya da kendi doğrudan yönetimine bağlı olmayacağı bir imparatorluk yaratmaya çalıştı. Ancak, ikinci ve üçüncü seviyedeki kapitalist devletleri kendi düşüncelerini 5
Devlet ve sermayeler arasındaki ilişki hakkında bkz. Harman, 1991. Emperyalizm hakkında bkz. Bukharin, 1967, Callinicos, Rees, Haynes ve Harman, 1994 ve Callinicos, 2009.
paylaşmaya zorlamak için başka yöntemler bulmak zorunda kaldı.8 Yine de, yeni yükselen bu kapitalist birikim merkezlerinin birbirlerine ve büyük emperyalist güçlere karşı daha bağımsız ve daha aktif davranabiliyor olmaları, emperyalizmin 20. yüzyılın başında Lenin ve Buharin tarafından ayrıntılı şekilde açıklanan aşaması ile ondan sonra gelen aşamalar arasındaki farkı gösteren önemli bir işaret.9 Ortadoğu’da alt-emperyalist sistemin gelişimi,10 her şeyden önemlisi, birbiriyle rekabet eden sermayeler ve “onların” devletlerinin objektifinden anlaşılmalı. Bu eşitsizlik, kapitalist sistemin kendi içinde, bir dizi faktör (örneğin, kapitalizmin, kendiliğinden her yerde değil de dünyanın bir yerinde ortaya çıkma biçimi) ve oyundaki çeşitli aktörlerin sürekli değişen pozisyonları tarafından yapılandırılmıştır. Ortadoğu’daki alt-emperyal sistem, hem büyük kapitalist güçler arasındaki rekabetin dinamikleri – “eski” sömürgeci güçlerin, İngiltere ve Fransa’nın 20 yüzyılın başındaki gerileyişi ve ardından ABD ve Rusya’nın “yeni” küresel emperyalist güçler olarak ortaya çıkışı ve 20 yüzyılın sonunda Sovyet gücünün gerileyişi ve çöküşü – ve bölgede ortaya çıkan kapitalist devletler arasındaki benzer dinamikler tarafından şekillendiriliyor. Yükselen güçlerin ekonomik ve politik gelişimi, ve dolayısıyla askeri kapasiteleri, nihai söz sahibinin her zaman büyük emperyalist güçler olduğu bir sistem içinde faaliyet gösteriyor olmaları ile sınırlanıyor. Ancak bu, bu güçlerin sistemin daha alt seviyelerinde her zaman sürekli aynı düzeyde etki sahibi olacakları anlamına gelmiyor. Aslında, mevcut alt-emperyalist sistemin son on buçuk yıldaki belirleyici ve dolayısıyla önemli yapısal özelliği, ABD’nin 2003’de Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı elde ettiği Pirus zaferi ve bunun ardından gücünü kaybetmeye başlaması oldu. ABD’nin Irak politikasının felaketi, alt-emperyalist sistemlerdeki süreçlerin nasıl küresel düzeydeki eğilimleri hızlandırabildiğini gösteriyor. ABD’nin görece gerileyişinden faydalananlardan biri de Rusya oldu. Rusya, ekonomik açıdan önemsiz fakat SSCB’nin askeri ve diplomatik mirasına sahip. Üstelik, ABD ve onun Doğu Avrupa ve Suriye’deki müttefikleri ile jeopolitik rekabette giderek daha saldırganlaşıyor. 8
Callinicos, 2009, syf 166. Bu konu hakkında detaylı bir tartışma için bkz. Callinicos, 2009.
6
Callinicos, 2009, syf 185.
9
7
Bunları burada detaylı olarak incelemek için yeterli yerimiz yok, ancak 1980’lerin İran-Irak savaşı sırasında Ortadoğu’da emperyalizmin dinamiklerini nasıl anlamak gerektiği konusunda sol ile ilgili tartışmalar, günümüzde bölgede alt-emperyalizm konusundaki tartışmalar açısından oldukça işe yarar bir referans noktası oluşturuyor. Bu derginin dahil olduğu geleneğin yazarlarının o zamanlar nasıl bir pozisyon aldığı ile ilgili olarak bkz. Callinicos, 1988.
10 Bu makalede geliştirilen analiz, Körfez’in, Doğu Akdeniz’in ve Mısır’ın asıl olarak Arapça konuşulan devletlerinde (Doğu Akdeniz’de bulunan devletlerde oldukça önemli sayıda Kürtçe konuşan azınlık gruplarının bulunduğunun farkında olarak) ve ayrıca İran, Türkiye ve İsrail’de emperyalizmin dinamiklerine odaklanıyor. Yer yetersizliği Kuzey Afrika ve Mağrip’in de bu tartışmaya dahil edilmesini engelledi.
29
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
Tablo 1: GSYİH açısından Ortadoğu’daki en büyük beş devlet (Kuzey Afrika dahil değil, İran ve Türkiye dahil) (güncel ABD Doları üzerinden), on yıllara göre 1970
1980
1990
2000
2010
2016
Türkiye
Suudi Arabistan
Irak
Türkiye
Türkiye
Türkiye
İran
İran
Türkiye
Suudi Arabistan
Suudi Arabistan
Suudi Arabistan
Mısır
Türkiye
İran
Israel
İran
İran
İsrail
Irak
Suudi Arabistan
İran
BAE
BAE
Suudi Arabistan
BAE
İsrail
BAE
İsrail
Mısır
Kaynak: Dünya Bankası. Bu sistemin ikinci yapısal özelliği olan İran ve müttefikleri ile Suudi Arabistan ve müttefikleri arasındaki küresel hegemonya rekabeti, küresel kapitalist sistemin “üst” ve “orta” seviyelerindeki süreçlerin ortaya çıkardığı şartlardan kaynaklanıyor. Suudi Arabistan’ın yükselişi, Körfez’de yükselen yeni bir sermaye birikim merkezinin yansımasıyken İran’ın bölgesel bir güç olarak yeniden yükselişi, İran kapitalizminin 1980’lerde ülkenin Irak ile savaşında yaşadığı korkunç yenilgiden yavaş yavaş (ve sık sık aksayarak) çıkışıyla ilgili. Burada önemli olan iki nokta daha var. Birincisi, ABD’nin askeri olarak Irak’a kadar uzanması çok daha uzun vadeli bir süreç bağlamında görülmeli: Çin’in, sermaye birikiminin Doğu Asya bölgesinin kalbinde yükselişiyle birlikte ABD’nin küresel ekonomik egemenliğinin yavaş yavaş gerilemesi.11 İkincisi, ABD’nin Irak’ta yaşadığı felaket, sadece devletleri ve hatta onların egemen sınıflarını hesaba katmamak gerektiğine dair önemli bir hatırlatıcı: ABD, Saddam’ı ve Baasçı devletin egemen sınıfını yendi ve yok etti, ancak bu süreçte gücünü Irak toplumunun çok daha geniş kesimlerinden alan bir ayaklanmanın başlamasına neden oldu (Muqtada al-Sadr hareketinin temelini oluşturan işçi sınıfı Şii bölgeleri ve İran yanlısı Şii İslamcı politikalar yerine Irak ulusalcılarına daha yakın olan kesimler de dahil).12 Üçüncü yapısal özellik ise, İsrail’in Ortadoğu’nun alt-emperyal mimarisi içinde oynadığı rol. Bu, oldukça askerileşmiş yerleşimci sömürgeci devlet, bir yandan Filistinlilere uyguladığı ibretlik şiddet, diğer yandan ise bölgede askeri teknoloji alanındaki ezici üstünlüğü yoluyla bölge halklarını disipline ediyor. Mısır’ın politik ve askeri olarak etkisiz hale getirilmesi, İsrail’in doğuşunun ilk aşamasıyla ilgilidir. Mısır 1967’de yenildikten sonra önce Washington’un neoliberal ekonomik gündemini kabul etti ve ondan hemen sonra da 1978’de Camp David’de İsrail ile barış anlaşması imzaladı. Mısır egemen sınıfı defalarca endüstriyel gelişmenin daha ileri aşamasına geçme fırsatını kaçırdı ve çok büyük miktardaki askeri yardımlar Mısır Ordusu’nun
bölgesel bir egemen değil iç jandarma rolü oynamasını garantileyecek şekilde planlandı. Buna karşın İsrail, Amerikan ve İsrail egemen sınıfları arasındaki karşılıklı faydalı askeri ve ekonomik işbirliğini desteklemek için, “gelişmiş” ülkeler kademesine yerleştirildi. İran’ın bölgesel bir güç olarak rolü de yine önceki dönemlerden, Pehlevi hanedanının Ortadoğu’daki ABD hegemonyasının “eş sütunu”nu oluşturduğu zamanlardan kalan bir süreklilik unsuru olarak görülebilir. Tabii ki 1979 devrimi İran’ı aniden ABD’nin etki alanından çıkardı. Bu durum, İsrail’in ABD’nin çıkarlarının savunulmasında neden bu kadar önemli bir rol oynadığını açıklamamıza yardımcı oluyor. Nixon Doktrini’ne göre diğer “sütun”, gecikerek de olsa rüştünü kendi çapında ancak ispat eden Suudi Arabistan idi. Suudi Arabistan ve Körfez sermayesinin yükselişi Suudi Arabistan’ın yumuşak güç kullanmaktan sert güç kullanmaya geçişi çok hızlı oldu. Krallık, 2011’de bölgede gerçekleşen karşı devrimin hizmetinde bulunan enerjik mobilizasyonun ardından yaşanan yoğun Suudi bombardımanı sonucunda 2015’den beri Yemen’i kasıp kavuran insani yıkımda hayati bir role sahip: Mart 2011’de ortaya çıkan kitlesel protesto hareketini dağıtmak için Bahreyn’i işgal etmek, ve Temmuz 2013’te Mısır’da Abdel-Fattah el-Sisi tarafından gerçekleştirilen askeri darbeyi finanse etmek. Ülkenin, yeni sahip olduğu bu alt-emperyalist rol, kaynağını ülke ekonomisinde ve bir bütün olarak Körfez bölgesinde yaşanan uzun dönemli dönüşüm süreçlerinden alıyor. Adam Hanieh de vurguladığı gibi, aslında Körfez İşbirliği Konseyi üyelerini kapsayan Khaleeji (Körfez) kapitalist sınıfının oluşumu, son kırk yılda Körfez’de bağımsız bir sermaye birikim merkezinin gelişmesinde çok önemli bir faktördü.13 Ancak biz burada, ekonomisinin büyüklüğü, nüfusu ve liderlerinin kapitalist gelişmeyi askeri güce dönüştürme hırsı açısından Körfez sermayesinin en önemli unsuru olan Suudi Arabistan’a odaklanacağız.14
11 Callinicos, 2018. 13 Hanieh, 2011. 12 Bu sürecin ilk aşamaları hakkında bkz. Alexander ve Assaf, 2005a ve 2005b. Ayrıca bkz. Herring ve Rangwala, 2006.
30
14 Bu, Suudi Arabistan’ın yöneticilerinin kendi liderliklerini
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
1970’lerin fiyatların hızla yükseldiği “petrol şoku”ndan genellikle, bölgedeki enerji ekonomi politiğinde bir dönüm noktası olarak bahsedilir. Ancak, petrol üretimi üzerinde devlet kontrolünün kurulması, devlet ve uluslararası ve yerel sermaye arasında daha önemli ve sürekli bir değişime işaret ediyor. Suudi Arabistan örneğinde, petrol üretiminin devletin kontrolüne geçmesi 1980’lerde gerçekleşti ve bu geçiş, faaliyetlerini petrolün üretim aşamasından sonra gerçekleşen süreçlere (özellikle petrokimyasallar), alüminyum, çelik ve çimento üretimi, inşaat, ithalat ve yeniden ihracat, hipermarketler ve alışveriş merkezleri şeklindeki devasa perakende satış projeleri ve finansa odaklayan Suudi kapitalist sınıfının gelişiminin zeminini oluşturdu.15 Sermaye birikimi ve sınıf oluşumunun iç içe geçtiği bu süreçler, dünya ekonomisinin neo-liberal ekonomiye dönüşü tarafından şekillendirildi ve aynı zamanda bu dönüşüme yardımcı oldu. ABD, petrol piyasalarının dolar bazında işlemesini sağlayarak hegemonyasını sağlamlaştırdı, aynı petrodolarların, Küresel Güney’de, yeni borç esareti (Ç.N. Borç esareti: bir kişinin bir borca teminat olarak kendi şahsi hizmetini ya da kendi kontrolü altındaki kişilerin hizmetini taahhüt etmesinden doğan durum) biçimlerine çevrilebilmesine izin vererek, bunların ABD ve Avrupa bankaları tarafından yeniden dolaşıma sokulmasını sağladı ve bütün sistemin finansallaşması eğilimini hızlandırdı.16 Körfez sermayesinin oluşumunda ABD ile ilişkilerin rolü, ilk bakışta göründüğünden daha karmaşık. Suudi sermayesini basitçe ABD sermayesinin uzantısı olarak tanımlamak yanlış olur. Bu ilişkiyi şöyle tarif etmek daha doğru; bu iki sermaye, petrol üretiminde rekabetin kaçınılmazlığı ile ABD’nin, hem Suudi Arabistan’ın askeri garantörü hem de Suudi Arabistan’a göre daha gelişmiş olduğu için bu rekabeti rakibinden önce, kendi lehine kontrol altına alma ve yönetme yeteneği arasındaki çelişki tarafından yapılandırılan bir ilişki içinde sıkışıp kalmış durumda. ABD’nin Suudi Arabistan’a yönelik politikası ilk başta, tabii ki, daha eski bir emperyalizm modeli olan İngiliz emperyalizmi mantığına dayanıyordu. Ancak, 1970’lerden bu yana ABD politikasının yönünü belirleyen, Suudi Arabistan’ı Körfez’in geri kalanına dayatmalarının her zaman başarılı olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Haziran 2017’de başlayan Katar kuşatması iyi bir örnek. Bir yıldır devam eden ekonomik ve diplomatik ambargonun ardından Katar, boyunduruk altına girmek ve daha büyük komşularının basıncı altında çökmek bir yana, tam tersine, Çin ve İran ile stratejik ilişkilerini daha da geliştirdi – Çin ile ilişkiler hakkında bkz. örneğin Chowdhury, 2018.
kendisine bağlı bir kapitalist müttefik olarak yetiştirmek oldu. İran devrimi ve İran-Irak savaşının kombinasyonu, bu siyasetin dengesini bozdu ve ABD’nin Körfez’de devasa boyutta doğrudan kendi varlığını oluşturmasına ve hatta 1991’den sonra ilk kez Suudi Arabistan’da ABD üsleri açmasına yol açtı.17 Bu, Suudi Arabistan toplumunun içinden Suudi kraliyet ailesine yönelik ilk büyük karşı çıkışı ve tabii ki on yıl sonra El Kaide’nin ABD’nin kendisine saldırması şeklinde gerçekleşen nihai misillemeyi tetikledi. Suudi egemen sınıfının, bu değişikliklerle baş etmek için yeni stratejiler geliştirme çabaları, Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın politikalarında ve kişiliğinde ifadesini buldu. “MbS” olarak bilinmekten hoşlanan Muhammed Bin Salman, 2017’de Veliaht Prens olarak atandıktan sonra dünya çapında ün kazandı. Kendisi, rakip akrabaların görevden alındığı ya da rütbelerinin düşürüldüğü “yolsuzluk karşıtı” kampanyayı başlatan ve Suudi ekonomisini petrole bağımlı olmaktan çıkarmak için bir “vizyon” ortaya koyan ve kadınların araba kullanması üzerindeki yasağı kaldıran kişi olarak biliniyor.18 Bin Salman, Savunma Bakanı olarak Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesini yönetiyor – bu müdahale, Yemen halkına büyük bir felaket getirdi ve yetersiz beslenme ve kolera nedeniyle mahvolan ülkenin büyük bölümünü insani yardımlara bağımlı kıldı. Bu yıl Mart ayında Suudi ordusunun liderliğinin tasfiyesi Bin Salman’ın, nasıl ekonomide yön değişikliği ile ilgili genel stratejisi ile uyumlu olarak personelde de değişime gittiğini vurguluyor. Genelkurmay Başkanı’nın ve Suudi kara ve hava kuvvetlerinin başındaki komutanların görevden alındığının ilanı ile uluslararası askeri sermaye ortaklığında yerli Suudi silah endüstrisinin gelişimini desteklemek amacıyla tasarlanan politikaların başlatılması aynı zamana denk geldi.19 Bu arada, Bin Salman’ın neo-liberal ekonomik reformları (yasal sistemde değişiklikler, işletme ruhsatı ve regülasyon) heyecanlı ve güçlü bir şekilde desteklemesi, IMF’nin onayını aldı.20 İsrail: Dijital militarizmin Hristiyan Siyonizmi ile kucaklaşması İsrail, büyük emperyalist güçlerle ilişkisinin karakteri yıllar içinde değişmiş olsa da emperyalizmin Ortadoğu’daki dinamikleri açısından çok önemli bir role sahip. Siyonist proje, İngiliz İmparatorluğu tarafından 17 Smith, 1991. 18 Stancati ve Malsin, 2018.
15 Hanieh, 2011.
19 Carey, 2018.
16 Hanieh, 2011, p47.
20 Al-Baqmi, 2018.
31
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
ekonomi”ye terfi eden “start-up ulus” olarak yeniden markalandırılmasına yol açtı.22
Grafik 1: Ürdün ve İsrail’in gayri-safi yurtiçi hasılası (güncel ABD milyar doları üzerinden) Kaynak: Dünya Bankası.
Grafik 2: Kişi başına düşen gayri-safi yurtiçi hasıla (güncel ABD doları üzerinden) Kaynak: Dünya Bankası Tablo 2: ABD-İsrail Mutabakat Muhtıraları Mutabakat Muhtırası’nın geçerli olduğu tarih
Başkanlık imzası
Toplam değer
1999-2008
Bill Clinton
$26.7 milyar
2009-2018
George W Bush
$30 milyar
2019-2028
Barack Obama
$38 milyar
Kaynak: Sharp, 2018. tasarlandı ancak İsrail devleti 1948’de yaratıldıktan sonra bu devletin emperyalist sponsoru olma rolünü ABD üstlendi. İsrail’in kurulmasının üzerinden geçen 70 yıl içinde ABD’nin İsrail’e yaptığı ekonomik ve askeri yardımların toplamı bugünkü fiyatlar üzerinden 31 milyar doları buluyor.21 İsrail ekonomisini, hiperenflasyon ve 1973’de Mısır ve Suriye’ye yenildikten sonra artan askeri harcamalar karşısında ayakta tutan doğrudan ekonomik yardıma aşamalı olarak son verildi. Bu arada, İsrail’in genel gayri safi yurtiçi hasılası ve kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasılası da önemli ölçüde arttı (bkz tablo 1 ve 2) ve risk sermayesi yatırımının 15%’ini siber-güvenliğe çeken yeni bir yüksek teknoloji sektörünün ortaya çıkışı İsrail’in, gelişen küresel “dijital 21 Thomas, 2017.
32
Tüm bunlar, ABD-İsrail askeri işbirliğini güçlendirmek bağlamında gerçekleşiyor. ABD askeri yardımının amacı, bölgedeki rakiplerine karşı İsrail’in “Nitelikli Askeri Üstünlüğü”nü (qualitative military edge) korumaktır. 2008’den bu yana, hükümet bu yardımların İsrail’i kötü şekilde etkilemeyeceğini kanıtlamadığı sürece ABD’nin bölgedeki diğer ülkelere silah satışı onaylanmaz.23 Tablo 2’de görüldüğü gibi, birbirini izleyen Mutabakat Muhtıraları (MoU) tarafından temsil edilen devasa ve uzun dönemli hibelerin toplamı, Beyaz Saray’da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki nöbet değişimleri boyunca sürekli arttı. Bu askeri yardımın önemli bir bölümü, ABD’li üreticilerin ve İsrail askeri sanayisinin, Iron Dome adlı füze savunma sistemini birlikte gerçekleştirmek üzere anlaşmaya vardıkları 2014 anlaşmasında olduğu gibi ortak üretim anlaşmaları şeklinde yapılıyor. Bu arada, 1987’deki İntifada’nın ardından 1990’ların başından bu yana yürürlükte olan yeni emek göçü politikaları, İşgal Edilmiş Topraklar’dan gelen Filistinli gündelik işçilerin yerini gelişmekte olan ülkelerden tarım, inşaat ve bakıcılık gibi sektörlerden gelen yabancı işçilerin almasını sağladı. 1990’larda Filistinli ve aynı zamanda İsrail vatandaşı olmayan işçilerin sayısı, İsrail’de bugüne kadar çalışmış olan toplam Filistinli işçi sayısını geçti.24 Bu arada, Oslo “barış süreci” ve Yasser Arafat liderliğinde Filistin Otoritesi’nin (Palestinian Authority) yaratılması, İsrail devleti ile doğrudan işbirliği içinde, küçülmüş bir Filistin varlığının ortaya çıkışına göz yuman, hem ekonomik hem de askeri olarak tamamen İsrail tarafından yönetilen yeni bir Filistinli devlet adamları aparatı yarattı. ABD’nin, İsrail’e askeri yardımı artırma politikası bir süreden beri hızlandı. ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması kararı bile 1995’de Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Kongre’de alınmış, ancak Clinton ve onu izleyen başkanlar, bu kararın uygulanmasının ertelenmesi için sürekli altı aylık feragat belgeleri imzalamışlardı. Trump dönemi, Filistin’in teslim olması için baskıyı artırarak bazı eğilimleri önceki dönemlere göre daha fazla aynı hizaya getirdi. Bunlardan birincisi, ABD’li Evanjelikler ile Siyonist sağın arasındaki kutsal olmayan mantık evliliği. Trump ve Benjamin Netanyahu’nun ortak bir politik hamileri bile var: Gazino kralı Sheldon Adelson.25 Trump ve Ortadoğu politikasını 22 Economist, 2017. 23 Thomas, 2017. 24 Population and Immigration Authority, 2016, syf 11. 25 Clifton, 2017.
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
yöneten danışmanları (başkanın damadı Jared Kushner, ABD’nin BM Büyükelçisi Nikki Haley ve avukatı ve şu anda İsrail konusundaki danışmanı olan Jason Greenblatt), İsrail sağının duymak istediği politikaları (örneğin ABD’nin, bölgede bulunan kayıtlı binlerce Filistinli mülteciye eğitim ve sağlık hizmetleri sağlayan BM ajansı olan Birleşmiş Milletler Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı (UNRWA)’na verdiği paranın kesilmesi) kabul ettiriyorlar. Trump’ın, İsrail-Filistin çatışmasına son verecek “nihai anlaşma”yı güvence altına alabileceği iddiası, bu daha geniş bağlam içinde düşünülmeli. Yeni büyükelçiliğin açılması ve UNRWA bütçesine yönelik saldırı, şu anda ABD egemen sınıfının, Suudi Arabistan ve Körfez’in de onayıyla İsrail lehine olacak şekilde çözmek istediği iki sıkıntılı “nihai statü” meselesi ile başa çıkmak için gerçekleştirdiği önleyici hamleler olarak okunabilir: Kudüs üzerinde egemenlik hakkı meselesi ve Filistinli mültecilerin geri dönme hakkı. Bunu kısa vadede başarmak için kullanılacak mekanizmalar hem havucu hem de sopayı; ya da daha doğrusu silahsız Filistinli göstericilere atılan kurşunları ve diğer yandan da Suriye’deki sözde İran hedeflerine fırlatılan füzeleri ve işbirliği yapmaya hazır Fatah üyeleri için harap haldeki Gazze’nin yeniden inşa edilmesinden elde edilecek kar beklentisini içermeli. Bu yılın başında Brüksel’de yapılan toplantılar, Gazze’de yaşayanların kullandığı su ve elektriğin, bu süreçte nasıl pazarlık kozu olarak kullanıldığını gözler önüne serdi. Bu toplantılarda İsrailli temsilciler Gazze’nin yeniden inşası için 1 milyar dolar değerinde olan ve tuzdan arındırma, yeni elektrik altyapısı, gaz boru hattı ve Erez Geçidi’ndeki sanayi bölgesinin daha iyi duruma getirilmesini içeren bir plan sundu.26 Kuşatmanın sona ermesinin ve yeniden inşanın başlamasının koşulu Hamas’ın iktidardan indirilmesi ve Gazze’nin yeniden Filistin Otoritesi’nin kontrolüne geçmesiydi. Bu, Suudi liderliğindeki Katar kuşatmasının (Haziran 2017’de başladı) bu İslamcı hareketin bölgede hiçbir müttefikinin bulunmadığının altını iyice çizmesinden bu yana giderek hızlanan bir süreç.27 İran: Bölgesel bir gücün yeniden uyanması? İran, uzun zamandan beri bölge ekonomi politiğinde önemli bir oyuncu. Ortadoğu’nun petrol rezervlerinin Avrupalı sömürgeci güçler arasında paylaştırılması yarışını tetikleyen 1908’de İran’da petrolün bulunması olmuştu. İran’a ait petrol sahaları üzerinde ilk hak iddia eden ülke İngiltere idi. Ancak, Körfez’in tersine, pamuk gibi ihraç edilmek üzere üretilen ürünler nedeniyle, tarım da İran’ın küresel kapitalist ekonomiye
Grafik 3: Güney Kore, Türkiye ve İran - GSYİH (güncel ABD Doları üzerinden) Kaynak: Dünya Bankası. entegrasyonunda önemli bir rol oynadı. Kapitalizm küresel çapta olgunlaştıkça İran, ekonomisini bir sonraki kalkınma aşamasına taşıyacak pek çok unsura sahip olmuş oldu. Gayri safi yurt içi hasıla ve kişi başına düşen gayri safi yurt içi hasıla açısından bakıldığında 1970’de, İran, komşusu Türkiye, ya da benzer büyüklükte nüfusa ve o zamanlar görece aynı ekonomik kalkınma düzeyine sahip Güney Kore’nin küresel sıralamaya gireceğini öngörmek çok zordu (tablo 3). Batılı politikacıların ve ana-akım akademinin anlatılarına göre, İran’ın Kore ile aynı yönde ilerlememesinin nedeni 1979 devriminde monarşinin devrilmesi ve ardından devlet kapitalisti politikalara (neoliberalizm yönündeki küresel eğilime karşı çıkarak) yönelmesiydi.28 Ancak, İslam Cumhuriyeti liderliğini, 1980’lerin görece otarşik devlet kapitalisti kalkınma modelini izlemeye yönelten bu yöndeki ideolojik inanç değil, hayatta kalma mücadelesiydi, çünkü o dönemde ABD 1980 ile 1988 arasında gerçekleşen İran-Irak savaşına Irak lehine müdahale ederek, bir halk devrimi tarafından uğratıldığı yenilgiyi tersine çevirmeye çalışıyordu.29 Tablo 3’deki görece ham veriden de anlaşılacağı gibi, İran’ın ekonomik yörüngesinin fark edilir şekilde yön değiştirdiği an 1986 yılı oldu ve ilk kez 1987’de Kore’nin GSYİH ve kişi başına düşen GSYİH İran’ı geçti. İran ekonomisi, 1980’lerin ortalarından itibaren, Irak ile olan savaşın ve ABD’nin düşmanlığının dayattığı görece otarşinin güçlü olduğu dönemde gelişen yeni burjuvazi tarafından yönetilen devlet politikasının farklı aşamaları boyunca yavaş yavaş kendini toparladı. Peyman Jafari’nin söylediği gibi, devrim sonrası dönem, günümüzdeki İran kapitalizminin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynadı.30 Bu dönemin devlet kapitalisti savaş ekonomisi, kaynakların ve hizmetlerin şehirlerdeki 28 Maloney, 2015.
26 Landau, 2018; Chair of the Ad Hoc Liaison Committee, 2018.
29 Callinicos, 1988.
27 Williams, 2018.
30 Jafari, 2009.
33
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
ve kırsal bölgelerdeki yoksul yerlere dağıtılmasını organize eden, böylece hem yeni rejimin toplumsal tabanının inşa edilmesine yardımcı olan hem de savaş için gerekli ideolojik mobilizasyona katkı sağlayan devasa devlet kuruluşları olan bonyad’ların ortaya çıkmasına yol açtı. Bunu izleyen neoliberal reform dönemleri, bonyad’ların ne ekonomi ne de devlet açısından önemini azaltmadı. Tersine, bonyad’lar, hem noeliberalizm hem de devlet kapitalizminin özelliklerini birleştiren melez bir biçim olan “gerçekten var olan neoliberalizm”e entegre oldular.31 İran’ın uzun dönemli ekonomik kalkınma yönelimini niteleyen özellik, potansiyel ekonomik güç ile İran egemen sınıfının izole ve kırılgan olduğu jeopolitik gerçeği arasındaki temel çelişkidir. Bu gerçek, son kırk yıl boyunca İran’ın egemenlerine, ekonomiyi geçici olarak yeniden şekillendiren jeopolitik şoklar yoluyla sürekli hatırlatıldı. Bu şokların sonuncusu, 2011-2’de uygulanan yaptırımları izleyen yıllarda gerçekleşen güçlü ekonomik büyümenin hızla tersine dönmesi oldu. İran’ın Avrupa’daki ihracat pazarlarını kaybetmesiyle birlikte GSYİH büyük ölçüde geriledi. Ancak İran egemen sınıfı, aynı zamanda, ABD’nin Irak’ta hem başarılı hem de başarısız olmasının amaçlanmamış faydalanıcısı oldu. Saddam Hüseyin’in 1991’de yenilmesi, ardından gelen yaptırımlar ve nihayet rejimin 2003’de ABD tarafından devrilmesi, İran açısından kavgacı bir düşmandan gelen tehditlerin ortadan kalkmasına yol açtı. İran rejimi ayrıca, Da’wa Partisi, Irak’taki İslam Devrimi Yüksek Şurası gibi Iraklı Şii İslamcı muhalefet grupları ile uzun zamandan beri geliştirdiği ilişkilerin de faydasını gördü. Bu ilişkiler sayesinde İran, ABD tarafından teşvik edilen mezhepçi politik sisteme egemen olmayı başardı. Bu faktörler, 2000’lerin sonunda İran’ın Irak üzerindeki etkisinin giderek artmasına yol açtı.32 ABD’nin savaş meydanındaki yenilgisi ayrıca, İran’ın askeri etkisinin de artmasına olanak sağladı. Göklere çıkarılan 2006-8’deki askeri birlik artışı (ABD’nin ülkeyi yeniden ele geçirmesini sağladı) IŞİD’in, Musul’u ve Irak’ın kuzeybatısını ele geçirmesine yol açtı.33 İran’ın, Irak’taki askeri etkisi, Şii İslamcı politik partilerle ilişkili çeşitli mezhepçi paramiliter güçlerin gelişmesiyle oldu. ABD egemen sınıfı, İran ile ilişkiler ile ilgili olarak sürekli değişen yaklaşımlar geliştirdi (düşmanlık ve şüphecilik yönündeki genel yaklaşımını her zaman korusa da). 2015’de Barack Obama tarafından tamamlanan İran’ın nükleer programı ile ilgili anlaşma, ABD’nin,
34
İran egemen sınıfı içindeki bazı unsurlarla açıkça ifade edilmeyen bir dava arkadaşlığı yapabileceği varsayımına dayanıyordu. Bunun karşılığında İran, ABD’nin onayıyla (ve tabii ki yine onun belirlediği koşullarla), küresel pazara geri dönebilecekti. Trump’ın aniden anlaşmayı bozması, New York Times’ın ifadesiyle “riskli bahis” fikrine dayanıyor. Buna göre, İran egemen sınıfı nükleer silah geliştirmeyi başarmak için gerekli olan ekonomik güce ve politik iradeye hiçbir zaman sahip olmayacaktı (ve eğer olursa o zaman ABD’nin ve onun bölgedeki müttefikleri olan İsrail ve Suudi Arabistan’ın askeri kapasitesi bu tehdidi ortadan kaldırmaya yeterliydi).34 Türkiye’nin ekonomik mucizesi ve jeopolitik açmazı Türkiye’nin ekonomisi son 30 yılda bölgede en çok büyüyen ekonomi oldu. Türkiye, kullandığı petrol ve gazın yüzde 90’ını ithal etmek zorunda olmasına rağmen 2000’den bu yana Suudi Arabistan’dan daha hızlı büyüyor. Bu büyümeyi sağlayan, Ankara ve İstanbul’daki geleneksel “büyük işletmeler”den ziyade başka illerde bulunan küçük sanayi üreticileri ile birlikte imalatın büyümesi oldu. Taşralı ve küçük ve orta ölçekli sanayi sermayesinin büyümesi, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin, bu partinin İslamcı politikalarına karşı çıkan ve İslamcı görüşe sahip olanların iktidarın kilit noktalarına erişimini engelleyen Türkiye devletinin çeşitli kesimlerinden ve büyük sermayeden gelen baskıya karşı direnebilmesini sağlayan faktörlerden biri oldu. AKP’nin 2000’lerdeki seçim başarılarının bir nedeni de muhtemelen Türkiye’nin güçlü ekonomik büyümesi oldu. Türkiye’de yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı 2003’de 28.8 iken bu oran 2014’de 1.6’ya düştü.35 Bu tür istatistikler var olmaya devam eden toplumsal eşitsizliği ve imalatın daha “informel” sektörlerindeki düşük üretkenlik sorununu gizliyor. Fakat, İslamcı bir hükümetin nüfusun geniş kesimlerine refah getirmiş olduğu fikri, AKP’nin büyük zıtlıklar barındıran toplumsal tabanının nasıl işçi sınıfı ve yoksulların yaşadığı seçim bölgeleri ile Türk sermayesinin zengin ve kendine çok güvenen ve Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nde (MÜSİAD) örgütlenen kesimlerini bir araya getirebildiğini açıklamaya yardımcı oluyor.
31 Jafari, 2009; Afary, 2017.
Türkiye’nin son on buçuk yıldaki “ekonomik mucizesinin” kaderi, ayrılmaz şekilde jeopolitik rekabetin dinamikleri ile ilişkili. Türkiye’nin, Kuzey Irak petrolünün dünyaya açılan kapısı olması, Kerkük ve Musul’u kimin yöneteceğinin ülkenin egemen sınıfını yakından ilgilendiriyor olması anlamına geliyor (ayrıca her iki şehir de Türkiye için önemli ihracat yerleri
32 Nader, 2015.
34 Sanger ve Kirkpatrick, 2018.
33 Alexander, 2016.
35 OECD, 2016, p18.
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
haline geldi). Türkiye’nin doğu sınırı ayrıca İran ile de bağlantılı. İran, geçen sene Türkiye’ye petrol satma konusunda Irak’ı geçti.36 Sınırın Türkiye tarafındaki Kürt nüfusuna uygulanan baskılar uzun zamandır Türkiye’nin Irak ile ilişkilerinde çetrefilli bir faktör olarak duruyor. 2000’lerde Türkiye egemen sınıfı PKK’nin liderlik ettiği ayaklanmaya son verirken, aynı zamanda, PKK’nin komşu ülkeleri askeri hinterlant ya da diplomatik ve politik destek kaynağı olarak kullanmasını önlemek için uzun dönemli bir barış süreci başlattı. Türkiye hükümetinin Suriye’de Esad ile güçlü bir ilişki kurmasının ve Türkiye ile Erbil’deki Kürdistan Bölgesel Yönetimi (PKK’nin dostu olmayan KDP tarafından yönetilen) arasındaki yakın ilişkinin nedenlerinden biri de buydu. Suriye açısından diğer neden ise Suriye pazarlarını Türkiye’nin ihracat mallarına açmaktı. Suriye’nin, Esad rejiminin 2011’deki ayaklanmaları şiddet kullanarak bastırmaya çalışmasından doğan çok taraflı bir çatışmanın içine düşmesi, Türkiye’nin güney ve doğu sınırlarındaki jeopolitik düzeni tamamen değiştirdi. Türkiye’yi, Suriye’yi terk eden mültecilerin yüzde 56’sına ev sahipliği yapmak zorunda bıraktı. Esad rejimi neredeyse bir gecede dosttan düşmana dönüştü, Türkiye ve Suriye arasında bulunan Rojava’da bir Kürt varlığı oluştu, ve Suriye PYD’sinin askeri güçleri (ki bunlar Irak’taki KDP’den farklı olarak PKK ile müttefik), ABD’nin askeri birliklerinin IŞİD’i yoketmek için verdiği mücadelede çok önemli bir rol oynamaya başladı. Türkiye hükümetinin aniden PKK ile barış sürecinden vazgeçmesinin ve Türkiye’nin doğu illerinde savaşın yeniden başlamasının altında bu gelişmeler bulunuyor. Kısa süre önce Türk birlikleri kuzey Suriye’de Afrin’e müdahale etti ve Afrin kantonunun Rojava bölgesini oluşturan diğer yerlerle bağlantı kurmasını önlemeye çalışırken binlerce Kürt bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Suriye: İç savaştan bölgesel savaşa Küresel ve bölgesel güçlerin şu anda en korkutucu şekilde birbiriyle kesiştiği yer Suriye. Küresel sistemin her bir “aşamasından” gelen birbiriyle çarpışan askeri güçler, şu anda Suriye’de birden fazla çatışmaya aktif şekilde dahil olmuş durumda. Suriye’de 2015’den bu yana 2,000 adet kara birliği bulunan ABD’nin “Suriye’de açık uçlu bir askeri varlık” oluşturmayı planladığı söyleniyor.37 ABD, İngiltere ve Fransa hava ve deniz kuvvetleri, aralıklarla Suriye’deki hedefleri bombalıyor, bu arada Rusya’nın hava gücünün, savaştaki askeri dengeyi Esad rejimi lehine değiştirmiş olduğu genel olarak kabul edilen bir görüş. Rusya, Hmeymim askeri havaalanında yeni bir
üs kurdu ve Tartus’taki mevcut denizcilik tesislerinin kullanımı ile ilgili anlaşmayı yeniledi.38 Suriye’deki çeşitli askeri çatışmalarda bölgesel güçler de aktif bir şekilde yer alıyor. İran, Esad’ı destekliyor ve hem askeri varlığını hem de müttefiki Hizbullah’a verdiği desteği artırıyor. Türkiye hükümeti, Afrin’e müdahalenin ardından, NATO müttefiki ABD’nin Kürtlerin liderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDF) tarafından destelenen bir “sınır” gücü oluşturma planına öfkeyle tepki gösterdi.39 Son olarak, birbiriyle rekabet halinde olan ve sürekli değişen cepheler ve koalisyonlar arasında hayatta kalmaya çalışan, “Kürt”, “Sunni cihatçı”, “muhalifler” ya da “hükümet yanlısı” olarak adlandırılabilecek yerel askeri güçler (düzenli askeri birlikler ve paramiliter örgütler dahil) bulunuyor. Esad’ın, 2001’deki halk ayaklanmalarına karşı başlattığı savaşın, sadece Suriye’yi parçalamakla kalmayıp bölgesel ve küresel emperyal sistemlere şok dalgaları göndermesinin pek çok nedeni var. Burada bu dinamiklerin hepsini gerektiği gibi incelemeye yetecek yerimiz yok, ancak en azından bu karmaşık durumda öne çıkan üç dinamikten kısaca bahsedebiliriz. Bunlardan biri, Irak’ın başına gelen felaketin etkileri. Irak’ın arka arkaya yaşadığı savaş, istila, işgal, ayaklanma ve mezhep çatışması Suriye’yi birkaç şekilde etkiledi. Örneğin, Irak ve Suriye’nin paylaştığı sınır üzerindeki devlet otoritesini yok etti, Irak’tan Suriye’ye büyük bir mülteci akını oldu ve böylece Iraklı paramiliter örgütler Suriye’deki çatışmalara dahil oldu (sadece IŞİD gibi Sunni gruplar değil, ayrıca Esad rejimi tarafından kullanılan mezhepçi Şii milisler). Irak hükümetinin otoritesinin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı kuzey bölgesinde çökmesi ise de facto olarak küçük bir bağımsız Kürt devletinin ortaya çıkmasına ve böylece Suriye’nin Kürt bölgelerindeki bölgesel otonomi talebinin artmasına yol açtı. Bu faktörler ayrıca Esad rejiminin izlediği karşı devrimci strateji ile iç içe geçti. Başka bir yerde daha detaylı bir şekilde iddia edildiği gibi, Esad’ın kendisine karşı ayaklanan bölgelere “düşman toprağı” olarak davranma kararının, bu bölgeleri sürekli hava bombardımanı ve kuşatmaya maruz bırakmasının çok önemli sonuçları oldu.40 Rejimin hayatta kalma stratejisi ayrıca, mezhepçiliği silah haline getirebilme becerisine – Sünni cihatçılığa karşı azınlıkların koruyucusu olma ve aynı zamanda mezhepçi mezalimliğin ayaklanmanın ilk günlerinde oluşan mezhepler arası birliği kırmasını sağlama - kendi müttefiklerini mezhepçi bir temelde harekete geçirmeye dayandı. Halk ayaklanmasından silahlı ayaklanmaya ve nihayet iç 38 Tass, 2017.
36 Tiryakioğlu, 2018.
39 BBC News, 2018.
37 BBC News, 2018.
40 Alexander ve Bouharoun, 2016.
35
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
savaşa geçiş kesintisiz şekilde olduğu için Sünni cihatçı güçlerin hükümet karşıtı taraf üzerindeki askeri hegemonyasının, halk ayaklanmasının 2011 yılı boyunca yenilmesine dayandığı neredeyse unutuldu. IŞİD’in ortaya çıkışı ve Rakka ve Musul’u ele geçirmesi daha sonra oldu ve 2014-5’de zirve noktasına ulaştı. IŞİD liderlerinin, kısmen ideolojik sertliklerinin devlet inşasının daha pragmatik yönlerini görmelerini engellediği için askeri kazanımlarını istikrarlı hale getirmeyi başaramamaları, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu savaş döngüsünde yeni bir sayfa açtı (ancak Patrick Cockburn’un haklı olarak uyardığı gibi, IŞİD’in askeri bir güç olarak tamamen başarısız olduğunu ve ortadan kalktığını söylemek için henüz çok erken).41 Ayrıca, Esad rejiminin kalan muhalif bölgeleri de yavaş fakat acımasızca tasfiye etme süreci devam ederken, bölgede kimin kazanan kimin kaybeden olacağı da ortaya çıkmaya başlıyor. Bu iddia ve karşı iddia duman perdesinin arkasında, İran’ın Irak ve Suriye’deki askeri ve politik etkisinin büyük ölçüde artmış olduğu çok net. İran’ın müttefiki Hizbullah, Esad’ın muhalif güçlere saldırılarını destekleme konusunda çok önemli bir rol oynadı. İran tarafından desteklenen Iraklı Şii gruplar Esad rejimi adına harekete geçti. İran’ın, hükümet yanlısı kuvvetli paramiliter güçler oluşturan danışmanlar sayesinde Suriye devleti içine de iyice yerleştiği söyleniyor.42 Ayrıca İran sermayesinin, Devrim Muhafızları gibi Irak ve Suriye’ye müdahale politikasına öncülük eden devlet kurumları ile yakın ilişki içinde olan kesimi, savaş sonrası yeniden inşa sürecinden kar etmeyi umuyor.43 Trump’ın nükleer anlaşmayı bozmasının temel nedenlerinden biri, Suriye iç savaşının sonucunda İran’ın bölgesel alt-emperyalizm içindeki pozisyonunun güçlenme olasılığı idi. İsrail’in gerçekleştirdiği koordineli askeri ve diplomatik saldırılar, Suriye içindeki sözde “İran üslerine” arka arkaya yapılan füze saldırılarını İran rejiminin bölgesel hegemonya olmaya çalıştığı ve “terörizme” destek verdiği şeklindeki resmi propaganda ile birleştirdi. Bu suçlamaların liderliğini Netanyahu yaptı: İran’ın nükleer anlaşmanın şartlarını ihlal ettiğini gösteren “gizli” bilgiyi ortaya çıkaran bir basın toplantısı düzenledi ve Trump’ın anlaşmadan çekilmesini büyük bir hevesle destekledi.44 Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman da İran’ı suçlayanlar korosuna katıldı ve o da İran’a aynı suçlamaları yöneltti.
İran’ın jeopolitik talihinin, ABD’nin yanlış hesapları sayesinde mütevazi bir şekilde yeniden canlanmasını, İsrail ve Suudi Arabistan’ın geçmişte olduğundan daha yakın müttefikler haline geldikleri daha geniş alt-emperyalist sistem bağlamında düşünmek gerekiyor. Eşit düzeyde önemli olan bir başka nokta ise şu; alt-emperyalist rekabetin, büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetten etkilenmesine yol açan dinamikleri göz önünde bulundurmak zorundayız. Burada incelediğimiz gibi, hem İsrail hem de Suudi Arabistan’ın alt-emperyal rolleri, aralarındaki ilişkinin karakteri değişmiş olsa bile, ABD’nin askeri ve ekonomik desteğinin devam etmesine bağlı. Suudi Kraliyet Ailesi’nin 2018’de hayatta kalmasının garantörü, tıpkı 1990’da da olduğu gibi, ABD savaş uçakları ve savaş uçağı gemileri. Ancak Muhammed bin Salman’ın Yemen’deki askeri maceracılığı ve aynı zamanda Suudi egemen sınıfının Mısır’daki karşı devrimde oynadığı rol, Suudi Arabistan yöneticilerinin askeri kararlar almayı sadece diğerlerine bırakmaktan artık memnun olmayacaklarını ve tetik parmaklarının giderek daha fazla kaşınmaya başladığını gösteriyor.
43 Blanche, 2017.
Dolayısıyla, Irak’ın uzun süren ızdırabının ardından ABD’nin kendi isteğiyle görece olarak buradan geri çekilmesi sonucunda emperyalist rekabet yavaşlamadı, tam tersine, bölgesel güçlerin (İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye) ve rakip büyük güçlerin (Rusya) oluşan boşluğu doldurma yönündeki hırsları ile birlikte daha da arttı. Emperyalizm, belirli bir devletle ya da devlet grubuyla ilgili değildir. Kökleri, kapitalist birikim sürecine dayanır ve ancak kapitalizmin ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Suriye ve Irak’ta yaşanan düzeyde bir toplumsal yıkım ya da nükleer silah sahibi devletler arasında yaşanabilecek bir savaş olasılığı ile karşı karşıya kaldığımızda, tarihin manivelası sadece güçlü olanların elindeymiş gibi hissedebiliriz. Ancak İran’da kısa süre önce gerçekleşen grevler, toplu ulaşım fiyatlarını
44 Sanger ve Kirkpatrick, 2018.
45 Sanchez, 2018b.
41 Cockburn, 2018. 42 Bu yöndeki bir analiz örneği için bkz. Sinjab, 2017.
36
Ancak İran’ın yeniden canlanmasını abartmamak önemli. Savaşın askeri yönünü değiştiren asıl olay Vladimir Putin’in müdahalesi oldu. Çünkü Rusya, hem Esad rejimindeki mevcut müttefikini korumak hem de Rusya’ya yeni bir askeri ve diplomatik müdahale alanı açma fırsatını yakalamak için ABD ile emperyalist rekabet mantığı ile hareket ediyor. Ayrıca, Esad rejiminin varlığını sürdürmeye devam etmesi konusundaki ortak görüşlerine rağmen, Suriye ile ilgili olarak Rusya ve İran’a uygulanan basıncın aynı olduğunu varsaymak hata olur. Kısa süre önce gerçekleşen İsrail füze saldırıları, İran’ın Suriye’deki varlığını kısıtlamak ve yönetmenin karşılığında Rusya’nın, İsrail ve İran’ın dahil olduğu bir bölgesel çatışma tarafından riske atılabilecek “başarılarını” kalıcı hale getirebileceğini ifade etmek için verilmiş bir işaret olabilir.45
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
protesto etmek için Mısır’da yapılan kitlesel eylemler, mezheplere göre bölünmüş Irak’ta yolsuzluklara karşı yapılan kitle gösterileri, Ürdün’de IMF tarafından desteklenen kemer sıkma önlemlerine karşı düzenlenen protestolar bize Ortadoğu’nun egemenlerinin kendi mesuliyetleri altındaki sınıf sorunlarını görmezden geldiklerini hatırlatmalı. Ortadoğu’nun kendi içinden ve aşağıdan çıkan anti-emperyalist ve anti-kapitalist direnişlerin, 2011’den bu yana yaşanan yenilgilere ve geri çekilişlere rağmen nasıl birleştirilebileceği devrimci sosyalistlerin önünde önemli bir soru olarak durmaya devam ediyor. Anne Alexander, Mostafa Bassiouny ile birlikte, Bread, Freedom, Social Justice: Workers and the Egyptian Revolution kitabının (Zed, 2014) yazarlarından biri. Ayrıca MENA Dayanışma Ağı’nın kurucu üyesi ve Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası üyesi. Çeviri: Arife Köse Referanslar Afary, Frieda, 2017, “The Particular Features of the Islamic Republic’s Capitalism and the Need for a Humanist Alternative to Capitalism/Militarism”, Alliance of Middle Eastern Socialists (28 Haziran), https://tinyurl.com/ya9yw4ah Al-Baqmi, Shuja, 2018, “IMF Expects Saudi Growth, Lauds Reforms”, Asharq al-Awsat (24 Mayıs), https://aawsat.com/english/ home/article/1278521/imf-expects-saudi-economic-growth-lauds-reforms Alexander, Anne, 2016, “ISIS, Imperialism and the War in Syria”, International Socialism 149 (kış), http://isj.org.uk/isis-imperialism-and-the-war-in-syria/ Alexander, Anne, and Simon Assaf, 2005a, “Iraq: Rise of the Resistance”, International Socialism 105 (kış), http://isj.org.uk/ iraq-the-rise-of-the-resistance/ Alexander, Anne, ve Simon Assaf, 2005b, “Elections and the Resistance in Iraq”, International Socialism 106 (bahar), http://isj.org. uk/the-elections-and-the-resistance-in-iraq/ Alexander, Anne, ve Jad Bouharoun, 2016, Syria: Revolution, Counter-revolution and War (Socialist Workers Party). BBC News, 2018, “US Plans Open-ended Military Presence in Syria” (18 Ocak), www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-42731222 Blanche, Ed, 2017, “In Syria, IRGC Banks on Reconstruction Boom”, Arab Weekly (19 Mart), https://thearabweekly.com/syria-irgc-banks-reconstruction-boom Bukharin, Nikolai, 1967 [1917], Imperialism and World Economy (H Fertig). Callinicos, Alex, 1988, “An Imperialist Peace?”, Socialist Worker Review, sayı 112, www.marxisme.dk/arkiv/callinic/1988/09/ iraniraq.htm Callinicos, Alex, 2009, Imperialism and Global Political Economy (Polity Press). Callinicos, Alex, 2018, “Trump gets Serious”, International Socialism 158 (bahar), http://isj.org.uk/trump-gets-serious/ Callinicos, Alex, John Rees, Mike Haynes and Chris Harman, 1994, Marxism and the New Imperialism (Bookmarks). Carey, Glen, 2018, “Saudi Prince’s Big Military Revamp Means
Billions to Business”, Bloomberg (1 Mart), www.bloomberg.com/ news/articles/2018-03-01/saudi-military-gets-the-mbs-treatment Chair of the Ad Hoc Liaison Committee, 2018, “Meeting of the Ad Hoc Liaison Committee—Chair’s Summary”, Norwegian Foreign Ministry (20 Mart), www.regjeringen.no/contentassets/da90bc8f385a4394b368a181085dfa06/summary_ahlc1803_ny.pdf Chowdhury, Debasish Roy, 2018, “China a Pillar of Strength in Qatar’s Fightback Against Arab Blockade”, South China Morning Post (9 Haziran), www.scmp.com/week-asia/geopolitics/article/2149915/china-pillar-strength-qatars-fightback-against-arab-blockade Clifton, Eli, 2017, “Is Sheldon Adelson Behind Trump’s Decision on Jerusalem?” +972mag (5 Aralık), https://972mag.com/is-sheldon-adelson-behind-trumps-decision-on-jerusalem/131218/ Cockburn, Patrick, 2018, “Inside Syria: With its Enemies Diverted or Fighting Each Other, Isis is Making a Swift and Deadly Comeback”, Independent (4 Mart), https://tinyurl.com/ya4bpsw9 Economist, 2017, “Israel’s Economy is a Study in Contrasts” (18 Mayıs), www.economist.com/special-report/2017/05/18/israelseconomy-is-a-study-in-contrasts Hanieh, Adam, 2011, Capitalism and Class in the Gulf Arab States (Palgrave Macmillan). Harman, Chris, 1991, “The State and Capitalism Today”, International Socialism 51 (yaz), www.marxists.org/archive/harman/1991/ xx/statcap.htm Herring, Eric, ve Glen Rangwala, 2006, Iraq in Fragments: The Occupation and its Legacy (Hurst). Jafari, Peyman, 2009, “Rupture and Revolt in Iran”, International Socialism 124 (sonbahar), http://isj.org.uk/rupture-and-revolt-in-iran/ Landau, Noa, 2018, Israel Presents $1 Billion Rehabilitation Plan for Gaza, but Demands Palestinian Authority Take Over, Haaretz (1 Şubat), www.haaretz.com/israel-news/.premium-israel-offers-1-billion-rehab-plan-for-gaza-at-emergency-confab-1.5784390 Maloney, Suzanne, 2015, Iran’s Political Economy Since the Revolution (Cambridge University Press). Margulies, Ron, 2018, “Why Turkish Troops are in Syria”, International Socialism 158 (bahar), http://isj.org.uk/why-turkish-troopsare-in-syria/ Nader, Alireza, 2015, “Iran’s Role in Iraq: Room for Cooperation?”, RAND Corporation, www.rand.org/pubs/perspectives/PE151. html OECD, 2016, “Turkey”, OECD Economic Surveys (Temmuz), https://read.oecd-ilibrary.org/economics/oecd-economic-surveys-turkey-2016_eco_surveys-tur-2016-en#page1 Population and Immigration Authority, 2016, “Labour Migration to Israel”, www.gov.il/BlobFolder/reports/foreign_workers_in_israel_2016_report/he/foreign_workers_israel_review_0916.pdf Sanchez, Raf, 2018a, “Israel Strikes Back Against Syrian Targets and Threatens ‘Storm’ on Iran after Golan Heights Attack”, Telegraph (11 Mayıs), www.telegraph.co.uk/news/2018/05/10/israel-fires-barrage-missiles-syria-accusing-iranian-forces/ Sanchez, Raf, 2018b, “Israel Sees an Opportunity to Drive Iran out of Syria as Russia Looks to its Own Interests”, Telegraph (29 Mayıs), www.telegraph.co.uk/news/2018/05/28/israel-sees-opportunity-drive-wedge-iran-russia-syria/ Sanger, David and David Kirkpatrick, 2018, “Behind Trump’s Termination of Iran Deal is a Risky Bet”, New York Times (8 Mayıs), www.nytimes.com/2018/05/08/us/politics/trump-iran-nuclear-deal-news-analysis-.html
37
Ortadoğu’da Emperyalizmin güncel dinamikleri: Bir ön analiz | Anne Alexander
Sharp, Jeremy, 2018, “US Foreign Aid to Israel”, Congressional Research Service Briefing (10 Nisan), https://fas.org/sgp/crs/ mideast/RL33222.pdf Sinjab, Lina, 2017, “Iran is Building a New Source of Shia Influence Inside Syria”, Chatham House (Kasım), https://tinyurl.com/ yag59bez Smith, David, 1991 “The Postwar Gulf: Return to Twin Pillars?”, Defense Technical Information Centre, www.dtic.mil/dtic/tr/ fulltext/u2/a528003.pdf Smith, David, 2018, “Pastors at Embassy Opening Highlight Evangelicals’ Deal with The Donald”, Guardian (15 Mayıs), https:// tinyurl.com/y8g8ruh9 Stancati, Margherita, and Jared Malsin, 2018, “Saudi Crown Prince Turns from Turmoil at Home to Diplomacy Abroad”, Wall Street Journal (4 Mart), www.wsj.com/articles/saudi-crown-prince-turns-from-turmoil-at-home-to-diplomacy-abroad-1520179615 Tass, 2017, “Moscow Cements Deal with Damascus to keep 49-year Presence at Syrian Naval and Air Bases”, Tass (20 Ocak), http:// tass.com/defense/926348 Thomas, Clayton 2017, “Arms Sales in the Middle East”, Congressional Research Service (11 Ekim), https://fas.org/sgp/crs/mideast/ R44984.pdf Tiryakioglu, Muhsin, 2018, “Iran Keeps Top Position as Crude Oil Exporter to Turkey”, Anadolu (30 Mayıs), www.aa.com.tr/en/ economy/iran-keeps-top-position-as-crude-oil-exporter-to-turkey/1160729 Williams, Dan, 2018, “Qatar says Gaza aid Spares Israel War, shows Doha does not back Hamas”, Reuters (22 Şubat), www.reuters. com/article/us-qatar-israel-diplomacy/qatar-says-gaza-aid-spares-israel-war-shows-doha-does-not-back-hamas-idUSKCN1G62JR
38
Sinan Özbek ile söyleşi: Marx’ın din anlayışı ve devlet dini Enternasyonal Sosyalizm’den Faruk Sevim ve Yıldız Önen, Prof.Dr. Sinan Özbek ile yeni yayımlanacak kitabı hakkında konuştu. Özbek, genel kanının aksine Karl Marx ve Friedrich Engels’in din anlayışlarının, öncülleri sayılan Ludwig Feuerbach’ın din anlayışından bir kopuş olduğunu ve kitabının ana hatlarını anlatı.
Enternasyonal Sosyalizm: Kitabınızın kurgusunu genel olarak anlatır mısınız? Sinan Özbek: Bu kitapta asıl olarak Marx’ın din anlayışını noksansız bir şekilde araştırmayı ve bunun üzerinden geçerek, devlet ve din ilişkisini tartışmayı hedefledim. Ancak devlet-din ilişkisini tartışmaya kalkışmak Marx’ı bilmekle sınırlı kalmıyor. En azından Feuerbach’ın din felsefesini de bilmek gerekiyor. Bu, Marx’ın, Feuerbach’ın etkisinde kalmış olması ve zamanla bu etkiyi parçalayıp atmasıyla ilişkili. Feuerbach’ı bilmenin önemi bununla da sınırlı değil, onun felsefi ateizmin tartışmasız babası olması ayrıca kayda değer. Böylece Feuerbach’ı bilmek ateizmi de bilmek olacağından, Marx’ın ateizmle ilişkisini de kavramamızı sağlıyor. Ayrıca Marx’ın din anlayışını sorgulamak antropolojiyi işin içine katmadan mümkün değildir. Bu da çalışmamın yeni bir alanla genişlemesini beraberinde getirdi. Yine bir başka araştırma alanı Gramsci ile önümüze çıkıyor. Gramsci’den Japonya tartışması üzerinden “devlet dini” kavramını aldım. Bunu Gramsci’nin Japonya üzerine notlarını okuyarak ve bu konudaki yeni araştırmaları inceleyerek sürdürdüm. Bununla yapmak istediğim Japonya’da devlet dininin salt bir sorgulaması değil, buradan hareketle Türkiye’de devlet dinini tartışmak. İşte burada önümde son derece geniş bir tarih araştırma alanı çıktı. Türklerin din tarihini elimden geldiği kadar okumaya ve buradan felsefi sonuçlar çıkarmaya yöneldim. Burada da muradım, Türkiye’de devlet dini tartışmasını yapabilmek oldu. Kitabı üç bölüm olarak tasarladım. Feuerbach’ın din anlayışı, Marx’ın din anlayışı ve Devlet dini. Feuerbach’ın din anlayışını ele almamın iki önemli nedeni var. Birincisi, yukarıda da söylediğim gibi Feuerbach’ın din anlayışının, Marx’ın din anlayışını koşullamış olması. Başka bir deyişle, Marx’ın, Feuerbach ile tartışarak din anlayışını geliştirmiş olması. İkinci sebep, Feuerbach’ın felsefe tarihindeki din anlayışı ekseninin çok özel olması. O özel durum şudur: Ateist anlayışın bütün temellerini, bütün ortaya çıkışını Feuerbach’ta görürüz. Feuerbach en uygun, en bilinen ve en oturaklı şekilde ateist felsefeyi, ateist din düşüncesini temellendiren filozof olarak ortaya çıkıyor.
39
Sinan Özbek ile söyleşi
Marx gençliğinde ateist miydi, ateist olduğu bir dönem var mıydı? Marx ilk eserlerinde tamamen Feurbach’ın etkisindedir, tam manasıyla Feuerbachçıdır. Öyle ki “Bize isterse ateist desinler” diyor. Ama ilk eserlerinden başlayarak ateizmi bir din olarak değerlendirme eğilimine de giriyor. Engels, Eduard Bernstein’e 1884 yılında yazdığı bir mektupta açıkça “ateizm bir dindir” ifadesini kullanıyor. Hiç koşulsuz tartışmasız bunu diyor ve “40 yıl önceden de böyle düşündüklerini” ekliyor. Yani Marx’ın temel eserlerine gönderme yaparak bunu söylüyor. Ben de ateizmin bir din olduğunu düşünüyorum. Düşünce sistematiği açısından dinlerin gelişim çizgisi açısından baktığımızda ateizm bir din olarak değerlendirilebilir. Tabii bu, çok uzun boylu tartışılması gereken bir konudur, tartışmak da gerekir. Ateizmin temellerini Feuerbach mı kurmuştu? Ateist düşünce, Batı felsefesini merkeze koyarak düşünürsek, antik Yunan’dan itibaren var. Ama ateizmi felsefi olarak son derece sağlam bir şekilde kuran Feuerbach’tır. Öyle ki Feuerbach’tan sonra dindar filozofların, dini savunmalarının felsefi olarak koşulu ortadan kalkar. Yani bu tartışmayı yapmaya kalkarsanız Feuerbach’ı inkâr edip, görmemezlikten gelmeniz gerekir. Yoksa Marx’ın, Feuerbach ismiyle oynayarak söylediği gibi, Ateş (Feuer) deresinden (Bach) geçmeniz gerekir… Bu da zor iştir, yakar insanı! İşte Marx’ın, Feuerbach’ı “eski felsefenin fatihi” olarak adlandırması, onun bir bütün olarak idealist felsefeyi hareketsiz bırakmasındandır. Feuerbach dinin nasıl ortaya çıktığını felsefi olarak temellendiren, boşluk bırakmayan bir görüş üretiyor. Oradaki temel düşünce şu: Feuerbach dinin insan tarafından geliştirildiğini, dinin insan icadı olduğunu söylüyor ve bunu kolay kolay sarsılamayacak şekilde temellendiriyor. Ama bunu söylerken benim problemli bulduğum yer ve Marx’ın problemli bulup oradan gideceğini hissettirdiği yer, Feuerbach’ın dini insan zihninin bir ürünü olarak görmesidir. Hıristiyanlığın Özü isimli eserinin önsözünde, Feuerbach “sadece insanın dini vardır” diyor. Diğer canlıların dini olduğu düşüncesini tevatür olarak görüyor. Mesela fillere yakıştırılan dini olmak iddiasının bir tevatür olduğunu söylüyor. Sadece insan dini üretiyor dolayısıyla insanı “din yaratan canlı” diye tanımlıyor. Bunu söylediğinizde, daha önce örneğini çok gördüğümüz gibi, insanı bir öz tanımıyla açıklamaya kalkışmaktasınız. Yani bir insanın özü nedir tartışmasına girmiş ve bir belirlemeyle de buna cevap vermiş oluyorsunuz. İnsanın din yaratan bir varlık olduğunu söylemek ile örneğin Aristoteles’in söylediği “Zoon Politikon” olarak tanımlama arasında hiç fark yok. Her iki tanımlama da insana ilişkin bir öz tanımı yapıyor. Bense insanın
40
bir öz kavramıyla açıklanmasını tamamen reddediyorum. Ateizmden kopuşu sağlayacak moment de “dinin insanın zihninin ürünü olmasını, ama tarihsel ve geçici koşullar içinde ortaya çıktığını” görmekten geçiyor. İnsan, Feuerbach’ın anlattığı tarzıyla baktığınızda, dini yaratıyor ve bu zihninin bir özelliği. Din yaratmakla diğer canlılardan ayrılıyor. Bu önce sağlam bir tez gibi görünüyor ama son derece idealist bir tez. Özcü bir bakış açısına götürüyor bizi. Ateizm savunusu çok ileri bir şey olarak görülür ama hâlbuki M.Ö. 5’inci yüzyılda da bu perspektifte düşünceler vardı. Bu bakış açısı paradoksal bir şekilde dini insanın kendi zihninin ürünü hâline getirdiği için, dini ebedi bir olgu hâline getirir, sonsuzluğa götürür. Dinin insan var olduğu müddetçe hep var olacağını söylemiş olur. Çünkü Feuerbach’a göre zihnimiz öyle çalışıyor. Dolayısıyla burası problemin ortaya çıktığı nokta. Marx’ın dine bakışı antropolojik mi? Marx’ın felsefesinden baktığımızda evet, dini insan yaratır ama verili tarihsel, sosyal koşullarda yaratır. Feuerbach açısından baktığımızda, dini insan yarattığı için insan, zihninin evrimine paralel olarak, tekâmül ede ede gidecektir. En son hamle ise son kalan tek tanrıyı devirmektir. Peki, yerine ne gelecektir? Feuerbach’a göre onun yerine kültür gelecektir, felsefe gelecektir, bunlar dinleşecektir, din işlevini alacaktır. Bunlar dinleştiği için de din hep var olacaktır. Marx’ın tam kopuş noktası, bu metafizik ve idealist anlayıştan uzaklaşmaktır. Tarihsel, kültürel bağlar içinde, antropolojik verilerle dini temellendirmeyi denediği için bu anlayıştan uzaklaşıyor. Dolayısıyla devlet dini hakkında yazdığım bölümde Marx’ın çok sevdiğim bir sözünü aldım. Her bir bölüm için alt başlık kullandım. Marx’ın din anlayışını anlattığım bölümde “Metafizik Değil Antropoloji” dedim. Feuerbach’ın bölümüne de bir alt başlık koydum, “Materyalist Metafizik Ateizm” dedim. Marx, metafizik yerine antropolojiyi kullanıyor. Kendi çağında çok sınırlı antropoloji kitabı var ama yine de onları kullanıyor. Antropoloji bize dinin hangi koşullarda ortaya çıktığını söylüyor. Bugün son derece yoğun, çok iyi yazılmış bir antropolojik kaynak var. “Din nasıl ortaya çıktı?” sorusu ciddi bir sorudur. Zihnimizin ürünü olduğu düşüncesinden uzaklaşıp, belirli koşullarda, insan hangi düşünce sistematiği ile dine varıyor, bu önemli bir araştırma konusudur. İnsanın nasıl olup da bir din tasarımı geliştirdiğini cevaplamaya girişiyor antropoloji. Mircea Eliade’nin din araştırması için ne diyorsunuz? Kuşkusuz din tarihi araştırmasının büyük isimlerinden. Eserlerinden faydalanmayı asla ihmal etmem. Kanımca
Sinan Özbek ile söyleşi
o tekrar Feuerbach’a dönüyor. Yani dini temellendirmeye başladığında, insan zihninin bir ürünü gibi algılama eğilimine giriyor. Orada problem şu: Evvela insanın her türlü soyut düşünme eğiliminin kendisini dinsel bir olgu gibi ele alıyor ve bu düşünme eyleminin kendisini dinleştirmeye başlıyor. Yani Eliade, insan hayvan dünyasından kopunca, muhakeme etmeye başladığı noktada ortaya çıkan her türlü düşünceyi din gibi algılamaya başlıyor, problem burada. Eğer böyle bakarsak biz her türlü metafizik, dahası soyut düşünceyi din diye adlandırmaya başlarız. O zaman şempanzelerin dini olup olamadığı hakikaten tartışmaya açılır. Çünkü onların davranışlarında da somut olarak açıklayamayacağımız tuhaflıklar görüyoruz. Antropologlar, primatologlar onlar üzerinde de araştırmalar yapıyor. İnsanın düşünmeye başladığı noktayı ve düşüncenin her türlüsünü din olarak sayarsak Eliade haklı çıkar. Ama durumun böyle olduğunu sanmıyorum. Din felsefi açıdan nedir? Din tartışması beş farklı başlıkta sürdürülebilir. Ben kitapta din-devlet-toplum ilişkisine merkezî bir önem verdim. Yani dinin bireyle ilgili kısmını, inançlı insanların inancını tartışmıyorum. Çalışmamda Marx döneminde dinin kaynağı üzerine yayınlanan antropolojik verilerle tartışma sürdürdüm. Hem Marx’ın o dönem okuduğu kitapları okudum, hem de sonra yayımlanan kitapları okudum. Kuşkusuz dinin nasıl olup da ortaya çıktığı sorusunu tartışmak gerekiyor. Marx da bunu kendi çağının bilgisi çerçevesinde yapıyor. Bu bilginin kaynağı da gününün antropoloji kaynakları ve felsefe. Şimdi yapılması gereken oradan yürümek, konuyu genişletmek. Bu yapılmalı, en azından yeni antropolojik veriler bunu zorunlu kılıyor. Kabalığa düşme tehlikesini göze alarak, ana hatlarıyla felsefe tarihinde üç farklı din felsefesi tasnif ediyorum: Bunlardan ilki dini metafizik, spekülatif, ilahî, doğaüstü güçlerle açıklayan felsefi anlayıştır. Bu ilk din felsefesi için, birçok büyük filozofun yanında, Hegel en çarpıcı örnek olarak alınabilir. Bu görüş, son tahlilde teolojiyle birleşiyor. İnsanın dışında ve üstünde birtakım metafizik güçler varsayıyor ve dini bu güçlerle ilişki içinde tartışıyor. Kimi zaman da dinin o güçlerden kaynaklandığını savunuyor. İlk çizgi olarak ele aldığım bu yaklaşımı, idealist spekülatif din felsefesi şeklinde adlandırmak mümkün. Din felsefesinde ikinci yönelim, Feuerbach’la birlikte, idealist spekülatif kavramıyla adlandırdığım, din felsefesi üzerinde zaferini ilan eden, dini insanın bir ürünü olarak gören düşünce çizgisi. Bu yönelim, idealist spekülatif din felsefesi son tahlilde teolojiyle birleştiğinden dolayı, teolojinin de fethi anlamına geliyor. Bu ikinci din felsefesi anlayışı, aynı zamanda son derece sıkı örülmüş bir felsefi ateizm oluyor. Dini,
insan zihninin kaçınılmaz bir ürünü olarak gören bu yaklaşım, paradoksal bir şekilde, dini insanın muhakkak üretmek zorunda olduğu bir düşünme şekli hâline getiriyor. İnsanın dini, dolayısıyla metafizik varlıkları yarattığını söylemek, giderek dini insanın özsel bir niteliği olarak görmeyi getiriyor. Aslında bununla dini, yıktığı idealist spekülatif düşünce geleneğinin yaptığından daha da muhkem hâle sokuyor. Dinin insanın kendinden kaynaklandığını savunuyor. Bu ikinci düşünce geleneğinin materyalist metafizik din felsefesi olarak adlandırılabileceğini düşünüyorum. Din felsefesindeki üçüncü çizgi ise Marx tarafından temsil ediliyor. Marx, Feuerbach’ın dini insan yaratımı olarak açıklamasına katılıyor. Ancak dini, insanın özsel bir özelliği olmaktan çıkarıyor. Dini insan tarafından icat edilen ama tarihsel-toplumsal bir olgu olarak görüyor. Dinsel fenomenleri toplumsal yapıyla ilişki içinde açıklıyor. Böyle olduğu için de din, tarihsel geçici bir olgu hâline geliyor. Dindarlıkla olduğu gibi ateizmle de ayrı bir noktada duruyor ve dinle ilişkisini nötr denilebilecek bir tarzda kuruyor. Dinin tarihsel-toplumsal koşullara bağlı olarak insan tarafından üretildiğini savunuyor. Marx’ta temsil bulan bu üçüncü görüşü de materyalist diyalektik din felsefesi kavramıyla adlandırmak uygun görünüyor. “Sosyalist” filozoflar Feuerbach’ı nasıl değerlendiriyor? Almanya’daki çalışmalarımda Feuerbach ile Marx ilişkisi açısından hayret veren bir şey tespit ettim: Almanya’da dergileri tararken, eski Demokratik Almanya’da, Sovyetler’le ciddi ilişkileri olan, birikimleri olan felsefecilerin Feuerbach üzerine yazılmış makalelerini buldum. Bu yazılardan en çarpıcı olanında Feuerbach, Marksizm’in ön tarihi olarak anlatılıyordu. Bu tespiti kavramaya çalıştım. Çünkü Marx, Feuerbach’ı çok sert eleştiriyordu ve onun idealist olduğunu söylüyordu. Gerçi ilk eserlerinde Engels, “Biz hepimiz birden bire Feuerbachçı olduk” diyor ama hemen 1844 El Yazmaları’ndan başlayarak Feuerbach’ı eleştirmeye başlıyorlar. Bunu kavramaya çalıştım. Yani Demokratik Almanya’da “sosyalist” filozoflar neden Feuerbach’a bu önemi atfediyorlar ve onu Marksizm’in ön tarihi olarak ele alıyorlar? Şunu gördüm: Feuerbach 1872 yılındaki ölümünden iki yıl önce 1870 yılında o dönemin en önemli komünist partisi olan Sosyal Demokrat Partisi’ne üye oluyor. Ama bundan önce Marx’ın ve diğer sosyal demokrat önemli şahsiyetlerin tüm ısrarlarına rağmen parti ile mesafeli davranışını sürdürüyor. Kendisine komünist diyor ama komünizm tanımı sadece kendisinin tanımladığı bir komünizm, Marksist anlamda bir komünizm değil. Partinin aktif üyesi değil, ilişkileri var. Marx ve diğer parti önderleri, Feuerbach’ı ısrarla birlikte çalışmaların içine davet ediyorlar. İş
41
Sinan Özbek ile söyleşi
teklif ediyorlar çünkü Feuerbach o sıralarda doktorasını yapmış, üniversitede hoca iken, yazdığı bir broşür yüzünden üniversiteden atılmış birisi, yoksulluk içinde. Üniversiteye dönme ümidiyle parti çalışmalarından uzak duruyor. Babası önemli bir hukuk profesörü, köklü bir aileden geliyor, kardeşleri sanatçı, müzisyen, kuzeni çok büyük bir ressam… Feuerbach, babasına rağmen felsefe okuyor, Hegel’in öğrencisi oluyor. Hegel’in tüm derslerini, estetik istisna olmakla birlikte, alıyor. Bunlar Hegel’in öğrencileridir, Hegel ile tartışarak kendilerini geliştiriyorlar. Üniversiteden atıldıktan sonra çok sıkıntı çekiyor, küçük bir kasabada ömrü boyunca üniversiteye geri çağrılmayı bekliyor ama bir daha üniversiteye dönemiyor. Sıkıntıya düştüğü dönemlerde işçiler yardım kampanyası yapıyorlar. Ölümü de bir komünist gösteri hâline geliyor. Kızıl bayraklarla işçiler cenaze törenine katılıyor. Bunlar tarihsel olgular. Alman filozoflar, Doğu Almanya’nın “sosyalist” filozofları, Feuerbach için “bizzat Marksizm’in ön tarihi” ifadesini kullanarak, din üzerinden bir bağlantı kuruyorlar. Bu siyasi düşüncelerini biliyorlar ama siyasi düşünceleri üzerinden değil din anlayışı üzerinden Feuerbach’ın düşünceleri ile ilişki kuruyorlar. Bilindiği üzere, onun din anlayışı ateizm. Marksizm’i de ateist bir çizgi olarak gördüklerinden, Feuerbach ile ilişki buradan kuruluyor. Demokratik Almanya ile birlikte ve onun üzerinden Moskova’ya uzanan bir din anlayışı bu. Bu din anlayışı yani ateizm, giderek “sosyalist” denen, bizim devlet kapitalisti dediğimiz, ülkelerin din anlayışı hâline geliyor. Bu anlayışın Marksizm’le uzaktan yakından ilişkisi yoktur ve bu Feuerbachçı din anlayışıdır. Çok ısrarla savunuyorum! Muhtemelen bu konuyu gündeme getiren, söyleyen ilk yazarlardan birisiyim. Başta SSCB olmak üzere devlet kapitalisti ülkelerdeki din anlayışı konusunda bu netlikte bir tespite şimdiye kadar rastlamadım: Stalinizm’in din anlayışının Marksizm’le uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Feuerbachçı ateist din anlayışıdır. Dolayısıyla devlet kapitalisti ülkelerin bir dini vardır, bu da ateizmdir. Bu dini o devletler mi inşa etti? Elbette, ateizm bu ülkelerde ders olarak okutulmadı mı? Örneğin bir dostun dikkatimi çekmesiyle, elime geçen bir kitap var. Sovyet döneminde Azerbaycan’da ders kitabı olarak okutulmuş. Kitabın ismi “İlmî Ateizm”. Rusçadan çeviri, onlarca Sovyet yazarı tarafından kaleme alınmış ve çok sayıda Azeri tarafından çevrilmiş. Bu bir ders kitabı, bütün devlet kapitalisti ülkelerde okutulması zorunlu tutulmuş. Yani Sovyetler’in ve ona bağlı ülkelerin bir dini vardır ve bu da Feuerbachçı ateizmdir. Marksizm’in ise bunlarla uzaktan yakından alakası yoktur. Sanıyorum ateizm düşüncesi Türkiye’ye de Sovyetler üzerinden gelmiştir. Bunu rahatlıkla
42
söyleyebilmemin bir nedeni de Türkiyeli aydınların çok yakın zamana kadar Feuerbach’ı okumamış olmasıdır. Kitapta “Devlet dini” başlığı var, bunu biraz açar mısınız? Kitabımın üçüncü bölümünde “Devlet Dini” başlığı altında, Türkiye’de dinin şekillenmesini tartışmaya çalıştım. Çünkü ulus devletlerde, o klasik gerekliler tablosunun yanı sıra bir de dine ihtiyaç duyuluyor. Bu ihtiyacı da ben tespit etmiyorum. Bauer’in, Anderson’un, Hobsbawm’ın ulus ve ulus devlet tartışmasına rağmen bu ek yapılıyor. İşte bu yeni ek “devlet dini” kavramıyla netleşiyor. Ben bunu Gramsci’den yola çıkarak söyleyebiliyorum. Yani her zaman devletin desteklediği bir din oluyor mu? Tam da bunu söylüyorum. Devletin desteklediği, kayırdığı, öne çıkardığı, inşa ettiği, bir diğer dini görüş karşısında alan açtığı, avantaj sağladığı, insanları onun etrafında bir araya getirdiği bir din, ulus devletlerde hep var. Bu devlet dini, devlet kapitalisti Sovyetler’de ateizm midir? Evet, Sovyetler’de ve onun çevresindeki ülkelerde ateizmdir. Türkiye’de Sünni İslam’dır. Bu değerlendirme ile kitabımın üçüncü başlığına giriş yapmış olduk. Devlet dini nasıl şekilleniyor. Şunu tespit ettim: Feuerbach’ın din anlayışı ile Marx’ın din anlayışını ortaya koydum, Marx’ın din anlayışı sığ bir din anlayışı değil. “Din halkın afyonudur” metaforu üzerinden tartışılacak bir din anlayışı hiç değildir. Şunu rahatsız edici de olsa söylemek isterim. Marx’ın “din halkın afyonudur” ifadesinin Marksist din anlayışında zerre kadar önemi yoktur. Bu abartılan cümlenin, konuya bütün bir şümulü içinde baktığımızda hiç önemli olmadığını görürüz. Bu cümlenin orijinali zaten Marx’ın değildir, Marx’tan önce çok defa kullanılmıştır. Çok basit bir hakikati, güçlü bir şekilde ifade etmek için Marx tarafından kullanılmış bir retorik cümledir. Zaten orada kullanılan afyon sözcüğü ki bunu defalarca yazdım, düzelttim, uyuşturucu anlamında değil teselli anlamında kullanılmaktadır. Bu söz aslında bir kapitalizm eleştirisidir ama bu da önemli bir şey ifade etmez. Fransız Aydınlanması’nda, klasik Alman felsefesinde bu fikrin çok keskin örneklerini bulmak, hatta yer yer bu fikir üzerine inşa edilmiş felsefeler bulmak mümkündür. Marx’ın bu yazısındaki iki önemli kavram olan “sıkıştırılmış canlının iç çekişi” ifadesinin de orijinal kaynağı Marx değildir, “din halkın afyonudur” ifadesini de ilk kullanan Marx değildir. Orada Marx güçlü bir retorik kullanarak, aslında bir kapitalizm eleştirisi yaparak
Sinan Özbek ile söyleşi
insanların kapitalist üretim ilişkileri içinde ne kadar zavallı durumda olduğunu söylüyor. Ama bu konu öyle bir noktaya getirildi ki, Feuerbachçı din anlayışı ile o ifadeler bağlandı. Özellikle Stalinizm’in ateizmi bir devlet dini olarak inşa etmeye başlaması ve bu durumun devlet kapitalizmi için elverişli bir zemin hazırlaması ile birlikte, Marx’ın bu sözleri öne çıkarılmaya başlandı. Çok ciddi bir sorunumuz var bu konuda. Ben elimden geldiği kadar bunları Marksizm’den ayıklamaya çalıştım. Çalışmaya başladığım zaman ben bunlarla karşılaşacağımı bilmiyordum. Bunlar araştırmam derinleştikçe önüme çıktı. Marx’ın din anlayışı nedir? Marx’ın din karşısındaki tutumunu nötr olmakla açıklamak mümkün gibi görünüyor. Marx’ta din konusunu anlamak için onun Kapital’de yazdığı meta fetişizmi bölümüne bakmak gerekir. Eğer buradan tartışmaya başlarsak, dinin nasıl ortaya çıktığını görmek mümkün olur. İnsan zihninin nasıl olup da bir din düşüncesine vardığını anlayabiliriz. Marx dinin bu boyutları ile tarihsel bir olgu olduğunu, insanlık tarihinin bir momentinde ortaya çıktığını düşünüyor ve bu nedenle de ortadan kalkmasını mümkün görüyor. Ama dine müdahale etmeyi düşünmüyor. Marx için durum şudur: Kant’a gönderme yaparak, yani onun ahlak anlayışının temel taşıyıcı kavramlarından biri olan kategorik imperatifi hatırlatarak başlıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Alman İdeolojisi kitabında çok net ifadesini bulan Marksizm’in kategorik imperatifini yaklaşık şöyle yazıyor: “İçinde insanın alçalmış bir canlı olarak yaşadığı bütün koşulları parçalayıp atın!”. Dikkatin yönelmesi gereken nokta burasıdır. Bu ortadan kaldırılmasını istediği şey, somut olarak insanın düşük hayat standartlarıdır. Bazı insanlar bunu şöyle zannediyorlar. Başörtüsü takıyorsa alçalma yaşıyor, hayır efendim, somut koşullarda o durumda alçalma filan yaşamıyor. Çünkü Marksizm’in bütün felsefe tarihinde başardığı şu: Marx, çok basit bir şey yapıyor. İnsan karnını doyurabiliyor mu, barınabiliyor mu, yaşayabiliyor mu, neslini sürdürebiliyor mu? İşte buradan hareket ediyor. Yani unutulmuş olan, bir sürü metafizik molozun arkasında kalmış olan somut bir hakikate bizi davet ediyor ve tekrar oradan başlıyor. Dünyayı dönüştürmeye, felsefe yapmaya oradan başlıyor. Dolayısıyla bir Marksist’in din karşısında tutumu ne olmalıdır diye sorarsanız, dindar insanların inançlarıyla hiçbir şekilde uğraşmaması gerekir derim. Çünkü din, devlet dini başlığında görülebileceği gibi, çok başka şekillerde de işleyebilir. İnanan insanların inancı olarak, sosyal bir olgu olarak, ideolojik olarak birleştirici bir güç olarak, dayanışmacı bir güç olarak, kimi zaman da başkaldırının bir enstrümanı olarak görülebilir. Buna verilecek çok güzel örneklerden birisi, Kuzey Afrika’daki Senusi tarikatıdır. Mustafa Kemal ile de
bağlantısı var bu tarikatın. Ömer Muhtar bu tarikatın son şeyhidir. Fransızların öldürerek bitirmeye çalıştığı bu hareket, eski bir tarikattır. Bu tarikat daha sonra Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinin önderi olmuştur, onlara örnek olmuştur. Aynı şekilde Güney ve Orta Amerika’da Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi başkaldırı içinde yer almıştır. Dolayısıyla din her zaman bastırma, uyuşturma, altta tutmanın aygıtı olarak görülemez, zaman zaman başkaldırıların enstrümanına dönüşür. Olgulara böyle bakmak tam da Marksist perspektiften bakmak demektir, diyalektik bağlantıyı görmek demektir. Bir din düşmanlığı, dine çamur atma Marksistlerin işi olamaz, bunlar Aydınlanmacı düşünce geleneğinde karşımıza çıkabilecek sorunlu yaklaşımlardır. Asıl olarak burjuvazi ile feodal soyluluk arasındaki mücadeleden kalma olgulardır. Ama Marksizm’le uzaktan yakından alakası yoktur. Devlet dini nedir? Devlet dini kavramını Gramsci’den aldım. Devlet dini saptamasını, kimi büyük filozofların satır aralarında görürsünüz ama kavramlaştırılması ve işleyişi üzerine başlı başına bir çalışma yapıldığını bilmiyorum. Gramsci’nin Japonya tartışmasında, kavram görülür hâle geliyor. Gramsci’de bu konunun belirli oranda yeri var. Gramsci, muhtemelen hapisteyken eline sınırlı sayıda kitap geçtiği ve bunların bir kısmı Japonya ile ilgili olduğu için, Japonya üzerine tartışıyor. Bu benim çok değer verdiğim ve çok öğretici bulduğum bir tartışmadır. Gramsci’yi çarpan şu: Japonya, kapitalizmin yerleştiği ve geliştiği bir ülke, aynı zamanda sömürgeci Avrupa’nın hegemonyasına girmeyen sınırlı sayıda ülkeden birisi. Kapitalizmin gelişmesine son derece “eski, ilkel” bir din, Şinto eşlik ediyor. Gramsci bunu anlamaya çalışıyor. Son derce modern olan kapitalizmin yerleşmesine bir doğa dini olan Şinto nasıl eşlik edebildi? Gramsci‘nin bu konudaki düşünceleri, din ile ilgili tüm ilerlemeci, dogmatik anlayışları altüst ediyor. Gramsci, Japonya’nın modernleşmesini muazzam bir zekâ ile yakalıyor. Benim devlet dini kavramsallaştırmam Gramsci‘nin Japonya çalışması üzerinedir. Ancak Gramsci’nin Japonya üzerine yazdıkları ile sınırlı kalmadım, önemli Japonologların, söz konusu tarihlerde Japonya’daki gelişmelerle ilgili yazılarını ama sadece din eksenindeki yazılarını inceledim. Batı’da devlet dininin inşa edilmesi ekseninde çalışmış önemli Japonologlar var. Onların eserlerine bakarak Japonya’daki devlet dinini kavramaya çalıştım ve Türkiye ile mukayese ettim. Şinto bir devlet dini mi? Japonya’daki Şinto’yu biraz daha anlatır mısınız? Evet, devlet dini. O dönem, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Japonya’da etkin olan üç din var; Budizm, Hıristiyanlık ve Şinto. Japonlar kendi sanayileşmelerini,
43
Sinan Özbek ile söyleşi
modernleşmelerini sürdürürken -ki bu Osmanlı’daki modernleşme girişimlerinden yaklaşık 30-40 yıl öncedir- Japonya’da bir devlet dini inşa etmeleri gerektiğinin farkına varıyorlar. Yani bir yandan sanayileşmeyi sürdürürken, bir yandan da kapitalizmle birlikte kurulacak ulus-devlete bir din gerektiğini görüyorlar. Karar vererek öne çıkardıkları eski Japon dini olan Şinto oluyor. Şinto dini, Mısır’ın antik dinine veya Hitit dinine benzer. Yüksek bir tanrısı var, bu Japonların orijinal dini. Şinto’yu yerleştirmek için Japonlar önce Budizm’i ortadan kaldırmaya başlıyorlar, çok sayıda Budist tapınağı yok ediyorlar. Kanlı bir süreç yaşanıyor, Budizm’i yasaklıyorlar. Çünkü Budizm, onlara göre bir ulus devleti inşa etmek için yeterli özellikleri taşımıyor ve hatta bir engel olarak görünüyor. Yani yeni din bir yandan Japon olmayı koruyacak ve hatta pekiştirecek, diğer yandan da modern anlamda sanayi kapitalizminin yerleşmesine destek olacak. Hollanda ile ilişkiler sonucu geliştiği ve bunun sömürgeci bir ilişki olduğunu gördükleri için Hıristiyanlığı tümüyle yasaklıyorlar. Gerçi gizli olarak Hıristiyanlık yayılıyor ama ülke genelinde Hıristiyanlık yasaklanıyor. Bu arada hatırlatayım Spinoza bunu başka bir açıdan tartışıyor. Yasağa rağmen Hıristiyanlığın sürmesini, ritüelsiz bir dinin olabileceğine örnek olarak işliyor. Sonuçta Japonya, devlet dini olarak Şintoizm’i seçiyor. Şinto üzerinden muazzam bir ulus ve kapitalist devlet kurmayı başarıyorlar. Şinto ve sanayileşme birlikte gelişiyor. ABD savaş sonrası Şinto’yu yasaklıyor, Japonları Budizm’e döndürmeye çalışıyor. Japon tarihinde bizim gördüğümüz şu: Kapitalizm Batılı anlamda tam manasıyla kurulduktan ve yerleştikten sonra dini özgürlükler sonuna kadar açılıyor, isteyen istediği dine inanabiliyor. Türklerin Budizm ile ilişkisini biraz anlatır mısınız? Budizm’i Orta Asya Türkleri de devlet dini olarak seçmeye çalışmış, ama sonra vazgeçmişlerdir. Budizm Türkler arasında önce yayılıyor, Budist olan kağanlar vardır. Mesela Bilge Kağan Budist oluyor ama vezirinin etkisi ile tekrar Şamanizm’e geri dönüyor. Türk kağanlar, şehirleşmek, yerleşik hayata geçmek, bir devlet inşa etmek için bir din olması gerektiğinin farkındalar. Budizm’in bu ihtiyaca cevap vereceğine inanıyorlar. İşte Bilge Kağan bu görüşü savunuyor. Ama bu hamlenin gerekli olup olamadığı konusunda tereddüt içinde olanlar var. Tonyukuk’un sert muhalefeti böyle bir olay… Burada bir çelişki ortaya çıkıyor, Orta Asya Türkleri yağmacı, göçebe toplumlar. Tonyukuk, Budizm için “bize uygun değildir, bizi yumuşatır, bizi gevşetir”
44
derken bu hakikati göz önünde tutuyor. Dedikleri doğru, orada iki ekonomik ilişki tarzının mücadelesi söz konusu: “Yağmacı göçebe mi kalacağız, şehir hayatına mı geçeceğiz?”. Şehir hayatına geçmek için Budizm uygun. Burada hiç ahlakî bir durum yok. İkisi de doğru tercih. Birisi “henüz erken, göçebe kalmalıyız” diyenlerin, diğeri “yerleşik hayata geçmeliyiz” diyenlerin tercihi. Türkler tarafından Budizm birden çok kere deneniyor, sonra vazgeçiliyor. Pek çok toplum, dinleri böyle deniyor mu? Evet, ama Türklerin dine yaklaşımı çok ilginçtir, son derece açık bir zihinle, sosyal bir olgu olarak din değiştirmeyi deniyorlar, bir inanç akdi olarak değil. Yerleşik hayata Budizm ile geçeriz diye düşünüyorlar. Bunu bazı sağcı tarihçiler bir kapışma olarak görüyorlar, ama arka planını görmüyorlar. Tarihe ideolojik bir perspektifle bakmadığımızda başka olguları görüyoruz. Orada aslında iki tane tercih arasında mücadele var. Birden çok da örneği var. Türk kağanları ve vezirleri arasındaki mücadele çok önemlidir. Budizm’e tekrar tekrar geri dönüyorlar, en sonunda da Müslümanlığın Sünni yorumunu devlet dini olarak tercih ediyorlar. Bu Karahanlılar ve Selçuklulardan beri böyle. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet dini nedir? Osmanlı Türkiye’si modernleşmede bir dinin gerekliliğini, Japonya’da olduğu gibi kavrayamıyor. Bunun çeşitli sebepleri olabilir, çok etnisiteli yapı, Aydınlanmacı ideolojiden etkilenmeler, etnik kimlikler. Abdülhamit 33 yıllık iktidarında Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutmaya, devam ettirmeye çalışıyor. Ama milliyetçilik fikri gelişmiş, ulus devletler kurulmaya başlanmış, ayrışma kaçınılmaz olmuş. Türkiye’de kapitalizmin yerleşmesi sağlanamadığı için, dini özgürlükler de sağlanamadı. Abdülhamit’ten başlayarak bir reform çabası var ama din üzerinden değil. O dönemki aydınlarımız, mesela Ziya Gökalp bunu tam kavrayamıyor. Gökalp’te Japonya’ya göndermeler vardır. Cumhuriyet döneminde bu çok net olarak görülür. Mustafa Kemal’in seçimi son derece nettir, din olarak Sünni İslam kabul edilir. Sünni İslam devlet dini hâline getirilir. Diyanet İşleri Başkanlığı bu amaçla kurulmuştur. Ama hedeflenen amaçlara varılmış mıdır, bu da başka bir tartışma konusu. Türkler, Orta Asya’dan başlayarak ne dayak yedikleri için Müslüman olmuşlardır ne de Müslüman tarihçilerin söyledikleri gibi bünyelerine uygun olduğu için Müslümanlığı seçmişlerdir. Şamanizm’e inanan toplumların bünyelerine Müslümanlık niçin uygun olsun ki? Bunu da tartışmaya açıyorlar, hâlbuki Şamanist oldukları tartışma dışıdır. Şamanizm ve Müslümanlık
Sinan Özbek ile söyleşi
arasında bünyeye uygunluk açısından tek buldukları yer “Gök Tengri” kavramı. Bazıları Gök Tengri’yi tek tanrı olarak anlatır. Bu yanlıştır, Şamanist Türkler için bütün dağlar, nehirler tanrıdır, çok sayıda tanrıya inanırlar, Gök Tengri yüksek tanrıdır. Dolayısıyla orada tarihi çarpıtma var. Bazı solcu araştırmacılar Türklerin Müslümanlaşması sürecini şöyle anlatıyorlar: Araplardan şiddet gördüler, zorla Müslüman olmak zorunda kaldılar. Bu bakış açısı da hatalı. Öyle değil, Türklerle Müslümanlar 150-200 yıl savaşıyorlar. Sonuçta öyle bir tarihsel koşul gelişiyor ki, hem satın alınan, hem köleleştirilen, hem de gönüllü olarak Müslümanların safına geçen Türkler, İslam İmparatorluğu’nun, halifenin askerleri, komutanları olmaya başlıyorlar. Yani İslam halifeliği devletleri içinde Türkler askeri kurumları ele geçiriyorlar. Önce küçük birlikler hâlinde katılıyorlar, sonra komutan oluyorlar. Bütün bu isimleri biliyoruz. Özellikle Abbasilerde bu komutanlar, askeri güçlerine dayanarak iktidarı ele geçirmeyi düşünüyorlar. Abbasi halifelerinden birisinin ordudaki Türk komutanlar tarafından öldürüldüğü bilinir. Türkler, aslında bir iş alanı, askerlik mesleğini icra etmek üzere girdikleri halifelik ordusunda, zamanla başat hâle gelmiş, orduyu ele geçirmişler ve sonra siyasi iktidarı ele geçirmeye yönelmişlerdir. Bu tarihsel olarak şaşırtıcı bir gelişme. Ertuğrul Bey’in Sünni İslam’ı tercihi de politiktir. Selçukluların Sünni İslam tercihi son derece politiktir ve pragmatist nedenlere dayanır. Bunları kitabımda detaylı olarak anlattım. Türkler tarih boyunca Sünni İslam’ı yönetici sınıfların dini olarak tercih etmiştir. Burada Alevilik ile tartışılabilir ama Türklerin iktidar dini hep Sünni İslam olmuştur. Alevilik niçin Cumhuriyet döneminde devlet dini olamamıştır? Ben şöyle bir soruyla tartışmaya çalıştım: Yeniçeriler önemli oranda Bektaşi, yani Alevilik Osmanlı ordusuna da nüfuz etmiş. Anadolu Türklüğünde yaygın bir inanç. Ama buna rağmen neden Batılı değerlerle uyuşma açısından daha az sorun çıkaracak olan Alevilik, Cumhuriyetin devlet dini olarak öne çıkarılmadı. Soruya okuduğum tarih kitaplarında ya da Cumhuriyet dönemindeki dinde reform önerilerinde rastlamadım. Bu soruya cevap aradım. Okuduğum kitaplarda araştırdım. Şu sonuca vardım: Olamazdı, çünkü tarihsel bağı koparırdı. Cumhuriyetin kuruluşundan Selçuklu’ya kadar gidiyorsunuz ve oradan bir iktidar devamlılığı sağlıyorsunuz, onlarla tarihsel bağlara sahipsiniz. Yani halifelik üzerinden gelen bir tarihsellik var, bunu kesip atmak mümkün değil. Dolayısıyla Cumhuriyeti kuran kadrolar son derece net bir din bilincine sahipler. Diyanet’in Sünni Hanefi mezhebine göre şekillenmesini sağlamaları da böylesine tarihsel bir geçmişten kaynaklanıyor.
Ama Türkler Japonya’da olduğu gibi bu işi eksiksiz bir şekilde başaramıyorlar. Başaramama nedenlerinden birisi, açık bir görüşe sahip olmamaları. Devlet dininin yanısıra sanayileşmenin, kapitalistleşmenin noksansız sürmesi gerekiyor. Kapitalizm gelişir ve devlet diniyle birlikte yol alırsa, bir süre sonra devlet dini bütün dinlere kapılarını açabilir çünkü artık toplum sağlam olarak yerleşmiştir, her şey yerli yerine oturmuştur. Ama kapitalizm yerleşmezse, devlet dininin kendisi bir baskı aygıtına dönüşür, başka inançlara izin vermemeye başlar. Çünkü yeni bir toplumsal yapının inşasında başarılı olunamamıştır. Dolayısıyla böyle bir sorunu Türkiye’nin yaşadığını düşünüyorum. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fonksiyonu nedir? Diyanet kurumunun en geniş anlamda görevi Türkiye’de yaşayan insanların ahlakını şekillendirmek ve dinle ilişkilerini düzenlemek. Bunu söylerken kâğıt üzerindeki tanımlamanın ötesine geçiyorum. Ama ahlak tamamen siyasî bir konudur. Diyanet ahlakın nasıl olacağını belirleyen bir yapı olursa, tamamen siyasî bir kuruma dönüşmüş demektir. Kitabımda Diyanet Kurumu’nu başlı başına bir tartışma konusu yaptım. Kaynakları okuyarak, Diyanet’in kurulmasından, nasıl işlediğine, bütçesinden, tarikatlarla nasıl ilişkilere girdiğine kadar tartıştım. Türkiye Cumhuriyeti’ni anlamak için bu tartışmayı sürdürmek gerekiyor. Türkiye’de dini kavramayan bir siyasi çizgi siyaset yapamaz, kitleselleşme şansına sahip olamaz. Türkiye’de sosyalist hareketler din konusunda ne yaptı? Türkiye’de sosyalist hareketler, eğer dini kavramazlarsa, toplumla bağ kuran bir siyaset yapamazlar. Birkaç bin kişilik örgütler kurabilirler, Marx’ın eserlerini okuyabilirler ama bu, siyaset yapmayı sağlamaya asla yetmez. Sosyalistlerin, bulundukları ülkelerin özellikle devletin desteklediği dini ve tarihini kavraması gerekir. Türkiye’de kendini sosyalist olarak gören insanlar daha çok kendilerini ateist olarak tanımladılar. Bu bir garabet, Stalinizm’den kaynaklanan bir garabet. Bunu tartışmak gerekir. Marx, bulunduğu ülkelerin veya bütün Avrupa’nın tarihi ve dinin işleyişi ile tartışma içindedir. Bunun gibi ilk kuşak Alman Marksistleri, din üzerine çok sıkı çalışmalar yapıyorlar. Hatta August Bebel’in İslam üzerine çalışması var. Noksanları, yanlışları olan bir kitap ama adam çalışma yapıyor. Engels çok yoğun din çalışmaları yapıyor, özellikle Hıristiyanlık tarihi hakkında, tarihçi olmadığı hâlde… Bizim toplumumuzda bu eksik kalmıştır. Dini mahkûm etmeye çalışan ateist çalışmalar yapılmıştır. Dinler aşağılanmış
45
Sinan Özbek ile söyleşi
ve kenara atılmıştır. Din tarihi üzerine çalışmak gerekir, daha önce söylediğim gibi, bir toplumdaki dini anlamadan, o toplumda siyaset yapamazsın. Komünizm ile mücadelede din nasıl kullanıldı? Özellikle 60’lı yıllarda, din üzerinden bir komünizm algısı inşa ediliyor. Bunu da kitapta bir alt başlık olarak tartıştım. Yani bir boyutuyla Stalinizm’in din anlayışına denk düşen bir “komünist” din anlayışı; Diyanet İşleri Başkanlığı, diğer devlet kurumları ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi örgütler tarafından halka empoze ediliyor. Bu sürece eşlik eden bir husus da ABD’nin desteği, o dönem çok önemli sağcı düşünürler ABD ile ilişki hâlindeler ve komünizm ile mücadeleyi din üzerinden örgütlüyorlar. 60’lı yıllarda çok sayıda komünizm karşıtı kitap basılıyor. Fethi Tevetoğlu, Aclan Sayılgan, Darendelioğlu gibi isimler ilk akla gelen yazarlar. Bu kitaplarda bahsedilen üç temel konu var: Komünistler cinsel konularda ahlaksızdır, Allah’ı tanımayan dinsizlerdir, özel mülkiyete düşmandırlar. Aslında burada dert özel mülkiyeti savunmak ama bunu dini değerler üzerinden yapıyorlar. Yukarıda saydığım her kanaldan bu propagandayı yayıyorlar. Gençliğimizde duyduğumuz komünistlerle ilgili bir şapka hikâyesi vardır: Eve geldiğinde kapıda şapka asılıysa eve giremezsin. İçerde kadının, bir başkasıyladır falan… Bu hikâyenin kaynağını şaşkınlıkla tespit ettim: Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün Siyasetname (1087-1092) adlı kitabı. Yaklaşık bin yıl önce yazmış. Kitapta İslam’a girmemiş zındık denilen dini hareketler, Şamanizm vb. için bu yakıştırma yapılıyor. Bu kitap yakın zamanda Türkçeye çevrildi, demek ki bu hikâyeyi 60’larda kullananlar, halkın kültürel mirasında bulunan ve sözlü gelenekle yaşadığını düşünebileceğimiz bir yakıştırmayı bu kitaptan almışlar. Yani öyle bir tarihsel gönderme yapıyorlar ki, ta Nizâmülmülk’ün kitabında bahsedilen konuyu bugüne uyarlayıp antikomünist propaganda yapıyorlar. Aynı retoriği, Nizâmülmülk’ün heretik olarak değerlendirdiği inanç sistemlerine karşı propagandasını, bugün komünizme yakıştırıyorlar. Bu halk katmanlarında da tutuyor, kulaktan kulağa yayılıyor. Bir propaganda malzemesi olarak son derece zekice seçilmiş bir örnek karşısındayız. Dindar sosyalist olur mu? Sol din ile nasıl ilgilenmeli? Olur, dindar olmak sosyalist olmakla çelişmez. Bolşevik Partisi’nde, üst düzey kadroların içinde bile çok sayıda dindar insan vardı. Kiliseden çıkıp mücadeleye katıldılar. Bunlar tarihsel olgulardır. Fransız İhtilali’nde de var. Köklü tarihi olan bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplumun tarihinin bilinmesi gerekir, din tarihinin bilinmesi
46
de önemli, bu toplumu anlamak için… Toplumdaki düşüncenin referans noktalarının oturduğu yerlerin kavranması için, bu dinin ve tarihinin bilinmesi lazım. Eskiden solun dinle ilgilenmesi, ateist bir yaklaşımla, onu yok etmeye çalışmak şeklinde olurdu. Dine kaba ve cahilce saldırılırdı. Dini “deşifre” ederek, çelişkilerini anlatarak, kadına verilen değerden, çok eşlilikten bahsederek, karmaşık ilişkilerini vb. anlatarak dinle ilgilenirlerdi. Benim kastettiğim böyle bir şey değil. Dinin toplumda nasıl işlediğini tartışmak, niçin gerek duyulduğunu tartışmak gerekir. Marksizm’in dinle ilgilendiği yer burasıdır, bir inanç sistemi olarak tartışma başka bir iştir. Bu belki entelektüel bir çaba olarak anlaşılabilir, antropolojik bilgiler çerçevesinde din nasıl ortaya çıktı konusunu araştırabiliriz. Bu antropolojik felsefe tartışmasıdır ama bunun toplum üzerinde direkt bir etkisi yoktur. Ancak mevcut devlet dininin tartışılması dolaysız siyasî bir konudur. Niye böyle bir çalışma yapmaya gerek duydunuz? Yıllarca önce yazdığım bir makale vardı, “Din halkın afyonudur” sözünü açıklayan ve yanlış yorumlarını bertaraf etmeye çalışan... Bu sözün yanlış anlaşıldığı konusundaki bu makale epeyce etkili oldu, tartışıldı, yaygınlaşmaya başladı. İnsanların “Din halkın afyonudur” tartışmasını daha detaylı sürdürmeye başladıklarını gördüm. Yapılan tartışmalar bana yeterli gelmedi. Marx’ın din anlayışını derli toplu ortaya çıkarmaya karar verdim. Çünkü Marx’ın din anlayışı Avrupa’da da çok az tartışılan bir konuydu. Ama İslam’ın yükselişi ve İslamofobiyle birlikte yeniden önem kazanan bir konu oldu. Michael Lövy ile olan dostluğum da biraz itici rol oynadı. O da Latin Amerika kökenli biri olarak böyle bir tartışma sürdürüyordu. Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi üzerine yaptığı tartışma önemlidir. Ayrıca Batı’da İslam’ın tekrar tartışma konusu olması, Batılı Marksistleri de tartışmaya çeken bir olgu oldu. Löwy bunu ilk başlatan isimlerden birisi, Almanya’da Jan Rehmann, Marx’n din anlayışını tartışan çok kıymetli bir makale yazdı, onunla da doyurucu sohbetlerimiz oldu. Buradan yola çıkıp Marx’ın din anlayışını sorgulamaya ihtiyaç duydum. O ihtiyaç beni tekrar Feuerbach’ı okumaya sevk etti. Çünkü Marx, Feuerbach ile tartışarak din anlayışını oluşturmuştu. Sonra tekrar antropoloji okumalarına, Gramsci üzerinden tarih okumalarına döndüm. Sondaki devlet dini bölümünün alt başlığını da şöyle koydum: “Tek bir bilim tanıyoruz, tarih bilimi!”. Bu son zamanlarda daha fazla dikkatimi yoğunlaştırdığım Marx’ın sözlerinden birisidir. Tarih biliminin önemini kavrayarak tarih okumaya başladım, toplumu anlamak için. Osmanlı’nın çöktüğü ve millî hareketin örgütlendiği yıllarda Anadolu’da çok ciddi bir komünizm sempatisi var. Yeşil Ordu, Azerbaycan’daki Kızıl Birlikler’in
Sinan Özbek ile söyleşi
Kazım Karabekir ile birleşmesi anlatılıyor. Ciddi bir prestijli komünizm algısı var. Şu aklıma geldi: bu algı nasıl değişti, bu kadar prestijli bir komünizm algısı nasıl oldu da küfre dönüştü? Buna cevap ararken bulduklarım beni din tartışmasına götürdü. Başlangıçtaki gerekçelerim basit bir soruydu, tarih kitabında karşıma çıkmıştı. Bunu anlamaya çalışırken, kendimi böylesine genişleyen bir çalışma içinde buldum ve bu çalışma yıllarımı aldı. Yaklaşık 10 yıldır çalışıyorum.
olarak okutulmaya başlanıyor. Çünkü yeni bir kapitalist sistem kuruluyor, bu sisteme en uygun din olarak Feuerbachçı ateizm kabul ediliyor. Stalin muhtemelen şunu kavrıyor: “Bir din olmadan bu toplumu yönetemem.” Bu durumda Hıristiyanlığı tekrar sağaltması gerekecekti eğer Hıristiyanlığa dönseydi, toplumdaki pek çok farklı dinî grup ile çatışacaktı. Dolayısıyla bütün bu dinlerin en tekâmül etmiş olanını Sovyet toplumlarına dayattı: Ateizm.
Bu çalışmanın sonucunda neyi amaçlıyorsunuz? Benim için şu çok önemli. Marx ile şu ya da bu şekilde ilişki kurmuş, kitaplarını okumuş, onun düşünceleri ile karşılaşmış insanların kafasında din konusunda muazzam bir çarpıklık var. Bu çarpıklığın ortadan kaldırmasına bir nebze olsun katkıda bulunabilirsem ne mutlu. Bunu becerebilirsem, ona hizmet edebilirsem kendimi bir nebze de olsa başarılı hissederim. Bu sıkıntı sadece Türkiye için söz konusu değil. Din konusundaki çarpık anlayış, Stalinizm aracılığı ile tüm dünyaya yayılmış durumda.
ABD’de pek çok farklı din var ama fazla problem yok, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü kapitalist sistem bir kere yerleşince, artık farklı dinlerin varlığına fazla ses çıkarmaz. Devlet dini, öne çıkarılan, desteklenen din olarak varlığını sürdürür ama diğer dinleri hoşgörüyle karşılar. Yeter ki dine yeniden yaslanmayı gerektiren bir kriz olmasın. Rusya’da devlet kapitalizminin kuruluş sürecinde devlet dininin baskısı her alanda hissedildi. Bizde, Türkiye’de, örneğin Fransa’daki gibi tam bir kapitalizm kurulamadığı için, dinle ilişkiler hâlâ sorunlu, devlet dini baskı aygıtı olmaya devam ediyor, gevşeyemiyor. ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde de kriz zamanlarında devlet dini kendisini göstermeye başlar, bir tarikat etkin bir rol üstlenebilir. Örneğin şimdilerde Evangelist tarikatının ABD’de etkinliğini artırmasını, kapitalizmin krizi ile birlikte ele almak gerekir.
İkinci bir husus, insanların din ile kurdukları entelektüel ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair bir şeyler söyleyebilirsem, bundan da büyük mutluluk duyarım. Dilini konuştuğum toplumun tarihini okumak, tarihini bilmek bana çok büyük haz veriyor. Tarihçi, hatta felsefe tarihçisi olmamakla birlikte, bir tarihçinin iddialarına asla sahip olmamakla birlikte, toplumu anlamak için tarihe başvuruyorum. Dini, tarihin bir parçası olarak görüyorum. Yoksa inançlı insanların inanç biçimi olarak dinlerle ilgilenmiyorum. O da dinin bir boyutu ama benim ilgi alanımda değil, bu konuda söz söyleme hakkını kendimde görmüyorum. Lenin’in din anlayışı nedir? Lenin’in bu konuda 1905 ve 1909 yıllarında yazdığı iki makalesi var. Lenin, dini parti ile ilişki içinde tartışıyor. Her iki makale de “Din halkın afyonudur” ifadesine ilişkin yorum, genel kanıya uygun… Öte yandan Lenin, Feuerbach’ı da titizlikle okuyor. Ama Lenin, başlı başına bir din tartışması, hele felsefi yoğunluğu olan bir tartışma sürdürmüyor. Tartışmayı devam ettirmek açısından o iki makaleyi çok verimli bulmuyorum. Lenin döneminde dinî kurumlara karşı aşırı bir baskı yok ama Kilise beyaz ordulardan taraf olduğu için Kilise’ye karşı bir tutum alma var. Ancak bu siyasi bir tutum. Mesela Müslümanlar çoğunlukla Kızıl Ordu’dan yana olmuşlar, Sultan Galiyev Müslüman bir temsilci olarak Bolşevikler’in yanında yer alıyor. Lenin inançlara karışmıyor, daha çok din ve parti ilişkisine bakıyor. Çeşitli dinler arasında ayrım yapmıyor ve hepsine aynı özgürlük alanını tanıyor. Dindarlara baskı yapılması ve ateizmin devlet dini hâline getirilmesi, Stalin ile başlayan devlet kapitalizmi döneminde oluyor. Bu dönemde ateizm okullarda ders
Batılı anlamda sanayileşmiş bir ulus devletin yanına bir de din koymak gerekiyor, bu devlet dini oluyor. Kapitalizm var olduğu sürece devlet dinleri varlıklarını sürdürecektir. Marx’ın meta fetişizmi konusundaki tartışması, din ile kapitalizmin bağlantısını da ortaya koyuyor. Din, tarihin derinliklerinde kalmış, feodalizmden günümüze taşınmış bir olgu olarak görülemez. Kapitalist sistem hem dini yeniden üretiyor, hem de ihtiyaç duyuyor.
47
Dijital boşluğa doğru? Martin Upchurch ISJ’in 7 Ekim 2016’da yayınlanan 152. Sayısından çevrilmiştir
Y
eni bilgi ve iletişim teknolojilerindeki (BİT) teknik gelişmeler, solda dijitalleşmenin/sayısallaşmanın emek alanına etkisi ile ilgili tartışmaları da beraberinde getirdi. Sayısallaşma ve interaktif web tabanlı iletişimdeki gelişmelerin yanı sıra, robot teknolojilerinde, 3B modelleme/yazıcılarda, yapay zeka (YZ) ve Fitbit ve akıllı telefon uygulamaları gibi oto-takip teknolojilerinde de gelişmelere şahit oluyoruz. Bütünleşik olarak, bunlar yalnızca emek alanını değil, bizim sermaye birikimi stratejilerini kavrayış biçimimize de etki edebilecek, bir çeşit yoğunlaştırılmış veya “derin” otomatikleşme imaları taşıyor. İletişimsel ve dijital teknolojilerdeki gelişmelerin, bilgi tabanlı emeği üretim süreçlerinin ağır külfetlerinden ve -bunun ima ettiği üzere, Karl Marx’ın emek-değer teorisinden kurtararak üretkenliği arttıracak çok temel ve olumlu bir etkisi olacağı hem ortodoks hem heterodoks pek çok iktisatçının uzlaştığı bir iddia. Önerilen iddia şu; kapitalizmin yeni “bilişsel” veya “iletişimsel” bir safhasına girmekteyiz, ve bu “temel birikim nesnesi haline gelen bilginin, aynı zamanda değerin de temel kaynağı ve değer üretme süreçlerinin de ana mevkii haline geldiği”1 bir evre –ki bu, artı-değerin üretimi anlamına geliyor. Bu görüşlerle alakalı olarak, Richard Barbrook’un öngörüsüne göre “dijital ekonomi”, gelecekte varacağımız yeni bir anarko-komünist dönemi önceleyen; “dijital zanaatkarların” bilgi ve verinin çoğu zaman hem üretimini hem dağıtımını, bedavaya, bir “hediye ekonomisinin” parçası olarak yaptıkları, bilgisayar tabanlı ağların toplamı. Bu, bilgi birikiminin, sermaye birikiminin sistemin itici gücü olma rolüne el koyduğu bir dönem. Barbrook’a göre, böyle bir dünya, pek çok işçinin “dükkan tezgahlarının ve ofislerin küçük dünyasından kaçmalarını sağlayacak”2 bir dünya. Tek bir işverene bağlı olmak yerine, çalışma alanının da dijital zanaatkarların, yazılımcıların, tasarımcıların ve tercümanların tuttukları, özgürce kendini pazarlayan
48
1
Moulier Boutang, 2012, p57. Bkz, Dean, 2005.
2
Barbrook, 1998.
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
emek süreçlerini yönettiği yeni üretim alanlarında paylaşıldığı bir dünya3. Dijital emeğin yükselişinin yanı sıra, yakın zamanlarda robot teknolojilerinin büyümesine ve bununla alakalı yapay zeka (YZ) tartışmalarına da şahit oluyoruz. Makinelerin (bilgisayarlar, robotlar, YZ ve algoritmalar) tim işi yaptığı bir dünya tahayyülüne 1950’lere kadar izlenebilecek bir zamandır “tekillik (singularity)” aşaması olarak adlandırılıyor. Yalnızca insansız fabrikalar ve kağıtsız ofisler değil aynı zamanda ev işlerini ve tüm gündelik angarya işleri robotların yaptığı haneler tasvir ediyorlar. İddia edilene göre, sağlık hizmetlerinde de doktorların yerini hastalığı teşhis ve tedavi eden akıllı telefon uygulamaları ve robotlar alacak.4 “Tekillik”, gerçekçi bir gelecek tahayyülü olarak fütürolog Raymond Kurzweil tarafından popülerleştirilmişti.5 Tartışıldığı üzere, bu dünyada, zekamız “biyolojik olmaktan çıkacak” ve yaratıcılık insansal sınırların esaretinden kurtulacak. Makineler, kendi yazılımlarını güncelledikleri, böylece insan beyninin işlevsel becerilerinden tamamen azade oldukları kendini geliştirme süreçleri sayesinde üretime tümüyle hakim olacak. Makinaların insana üstün geldiği böylesi senaryolar şüphesiz dehşet verici. Peki bilim-kurgu ile gerçeği nasıl birbirinden ayırt edeceğiz? Bu makale, yeni ve eski eski bu argümanları inceleyerek, Marksist bir perspektif amaçlıyor. Bilgisayarlaşma ve dijitalleşmeye odaklanmadan önce, teknoloji, inovasyon ve sermaye birikimi arasındaki ilişki gözden geçirilecek. BİT’in gerçekte nasıl işlev gördüğünü aydınlatmada Marksist teoriden, özellikle de toplumsal olarak gerekli emek zaman ve soyut emek kavramlarından, yararlanılacaktır. Bilgisayarlar ve buna bağlı teknolojiler salt nötr değişim elemanları değildir, daha ziyade sermaye tarafından emek sömürüsü ve sermaye birikimi süreçlerine koşulmuş araçlardır. Teknoloji ve Kapitalizm Teknik inovasyon (teknolojik yenilik), bir teknolojiyi kullanmaya başlamak için gereken yatırımı kısa vadede fazlasıyla çıkaracak ölçüde (uzun vadede bunun tam da böyle olmayabileceğini ileride tartışacağız) işçi verimliliğini arttırarak, birim emek ücretlerini düşürmeye yarayabilir. Birim ücretleri düşürmek ve işçi verimliliğini arttırmak, kapitalist devinime içkin olan rekabetin çok merkezi bir eğilimidir; tam da bu yüzden, teknik inovasyon bağımsız sermayelerin hayatta kalabilmesi için hayati öneme sahiptir. Kimi teknolojiler, üretim 3
Sendikalar ve ortak-çalışma hakkında yazılanlar için: http://tinyurl.com/zb85naw
4
Kirkup, 2016.
5
Kurzweil, 2005.
süreçlerinde çok büyük atılımlar yaratarak, emek alanında diğerlerinden çok daha büyük etkiler yaratmıştır. Örneğin, James Hargreave’in 1764’te İngiltere’de icat ettiği çıkrık makinası (spinning jenny) iplik dokuma işlemini kökünden değiştirmişti. Buhar gücü demiryolları üzerinden genişlemeye ve doğal kaynakların çok daha ucuza sömürülmesine olanak sağladığı gibi, pistonlu buhar makinası tekstil üretiminde büyük bir dönüşüm sağladı. Modern sanayi çağındaki dijital olmayan teknik gelişmeler içinde belki en önemlisi ise üretim hattının, elektronik kontroller aracılığıyla otomatikleşmesi idi. Kentleşme süreçlerini hızlandıran; kanalizasyon ve yeraltı su kaynakları veya hem zamanı hem mekanı küçülten telefon ve jet motoru gibi pek çok başka örnek verilebilir elbette. Teknoloji ve emek Hem geçmişteki hem güncel teknik gelişmelerin sonuçlarından birisi, işçilerin yerini makinaların almasının sonucu olarak, belli bir seviyedeki işçi kıyımlarıdır. Buna paralel olarak sabit sermaye (“ölü” emeğin ürünü) ve değişken sermaye (işçilerin üretim süreçlerindeki “yaşayan” emeği) arasındaki oran ile ölçülen sermayenin organik bileşiminde bir artış gözlenir. Marx, sermayenin organik bileşimindeki bu düzenli artışına, kapitalizmin krize girme eğilimini açıklamada çok merkezi bir rol yükler. Çünkü esas değeri üreten, yaşayan emek, yani işyerindeki işçilerin eylemidir. Ham madde ve makinalarda cisim bulan ölü emek, yeni bir değer üretmez, sadece yaşayan emeğin kullanım nesnesi haline gelme süreçlerinde nihai ürüne zaten var olan değerini aktarır. Bu ikisi arasındaki oran makinelere yapılan sabit yatırımın lehine döndüğünde ve sermaye sapması etki etmeye başladığında, herhangi bir üretim sürecindeki emeğin buna oranla payı düşer ve buna bağlı olarak sermaye yatırımının geri dönüş oranı (veya kar oranı) da azalır. Yani, bir taraftan bağımsız işletmeler rekabet edebilmek için teknoloji yatırımı yapmaya yazgılıdır, fakat öte yandan sabit sermayeye değişken sermayeyi küçültme pahasına bel bağlayarak ekonomik durgunluk ve gerileme ihtimalinin de tohumlarını ekmiş olurlar. Bu durumun üstesinden gelebilmek için sermayenin telafi edici önlemler alması gerekmektedir, bu da işçilerden “daha aza daha fazlasını” alma gayretine düşmesi anlamına gelebilir. Bu yüzdendir ki, kapitalist emek süreçlerindeki teknolojik gelişmeler her daim kaçınılmaz olarak, işçilerin direniş stratejilerine gebe olan bir gerilime sebep olmuştur. Marx bu gerilimle alakalı olarak, insan toplumlarının kurulumu ve yeniden kurulumunu geniş anlamda “üretim güçlerindeki üretim araçlarının değişim ve gelişimine” bağlamıştır. Bunun sonucu olarak “Toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam süreçleri
49
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
maddi hayatın üretim biçimi tarafından belirlenir”.6 Gerçekten de yok olmaktaki meslek ve zanaatları iş edinmiş olan işçilerin direnişi, pek çok zaman söz konusu çağın hem sınai ilişkilerinin hem de toplumsal koşullarının doğrudan belirleyicisi olmuştur. Daha da önemlisi, açıkça gözlemleyebildiğimiz üzere, çalışan nüfusun kurulumu, teknik gelişmelere bağlı olarak sürekli yer ve biçim değiştirmiştir. E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Üretimi’nde, pamuk işçiliğinde fabrika sistemine geçilmesine yönelik pamuk dokuma zanaatkarlarının direnişini kaydederken, tam da böylesi bir süreci son derece incelikli bir biçimde tarif eder. Yeni makinaların, işinden olan dokuma ustaları ve toplayıcılar tarından parçalanması, “kendi yaşamını savunan birkaç vasıflı işçinin eyleminden pek fazlasıydı… Luddizm7, artık geçmişte kalan atâerkil töreyi duyumsayan ve işçi toplumunun gelenekleriyle örtüşen, sanayi kapitalizminin dizginsizliğine duyulan öfkenin şiddetli bir patlaması olarak görülebilir.”7 Daha güncel direniş örneklerinden bahsetmek gerekirse, 1970’lerde dok işçilerinin konteyner teknolojisine karşı sendika kararı olmaksızın yürüttükleri, işten çıkarılmalarıyla sonuçlanan iş durdurma eylemleri örnek verilebilir.8 (Grevler Pentonville dok işçilerinin hapse atılması ve nihayetinde 1971 Sınai İlişkiler Yasası’nın çöküşüyle sonuçlanmıştı) Konteynerlerden önce, zamanlarının neredeyse yarısını doklarda geçirirlerdi ve çuval ve istifler halinde taşınan malları, turna ile teker teker işçiler tarafından kıyıya indirilirdi. Konteynerler üst üste yığma ile toplu nakliyat yapılmasına ve doğrudan kamyonlara yükleme yapılmasına olanak sağladı. Bu değişimlerin bir sonucu olarak pek çok küçük liman kapandı ve iş nehir ağızlarından daha derin sulara taşındı. Doğu Londra’nın liman bölgelerindeki dok işçisi sayısı 1966 ve 1976 arasındaki 10 yıllık dönemde 150.000 azalmıştır.9 Yeni teknolojinin “eski” mecraya girmesinin ani etkisine daha da canlı bir örnek, 1980’lerde sıcak metal birleştirme ve dizgi işlerinin bilgisayar tabanlı dijital sinyal ile ikame edilmeye başlamasından verilebilir. Rupert Murdoch’un Doğu Londra Wapping’deki News International’ı ve matbaa işçilerinin bir yıl süren 6
Marx, 1977.
7 Thompson, 1982, sayfa 599-601. Luddism: İsmini büyük ihtimalle, tekstil makinası parçalama eylemini ilk gerçekleştirenlerden biri olarak sembolleşen Ned Ludd’dan alan bir zanaatkarlar hareketi. Bugün -aslında çıkış noktasıyla tutarlı olmayan bir şekilde, teknoloji ve endüstriyel gelişmenin geneline karşı kuşkuculuk ve muhafazakarlıkla eş anlamlı kullanılıyor. (ç.n.)
50
8
Darlington, 2016.
9
El-Sahli ve Upward, 2015, sayfa 2.
büyük hesaplaşmasını, gazete patronu Eddie Shah’ın Stockport Messenger gazeteler grubunda sendikalara yaptığı saldırılar öncelemişti. Shah, fabrikalarında sendikanın üretimi durdurduğu atölyelerde direnişi kırmak için sendika karşıtı yasaları başarılı bir şekilde kullanmış ve daha sonrasında yeni bir gazete kurmuştu. Bu gazete tümüyle bilgisayar sistemiyle üretilen Today’di. 1986’daki Wapping çekişmesinin işveren kanadına, geleneksel matbaa sendikalarına saldıran (gazeteciler sendikası NUJ, Murdoch tarafından sesi kesilen birkaç kişi haricinde zaten Murdoch’un yeni fabrikadaki hamlesinin lehinde oy kullanmıştı) Rubert Murdoch önderlik ediyordu. Fleet Street’de çalışan 5.500 kadar işçi, gazete üretimini (The Times, The Sun ve News of The World’ün) Londra’nın doğusundaki tümüyle yeni teknoloji ile donatılmış yeni fabrikaya taşıma planlarına karşı greve çıktıklarında işten çıkarılmışlardı. Geceleri fabrika kapılarında toplanan dayanışmanın önderliği, elektrikçiler sendikası EETPU’nun desteğiyle grev kırıcı getirten Murdoch’a karşı başarısız olmuştu. Hemen bir yıl önceki maden işçilerinin yenilgisini izleyen bu gibi çekişmeler yeni üretim biçimleri yaratmak ve emek rejimini yeniden düzenleme süreçlerinde çok belirleyici anlar olmuştur. Ne var ki, kolektif emeğin kararlı direnişi, her zaman teknolojik dönüşümleri dizginlemeyi sağlayamamıştır. Peki teknolojinin üretim rejimindeki belirleyici rolünü nasıl daha da detaylı tarif edebiliriz? Dijitalleşme “özel” mi? Değer üretimini azamiye çıkarmak adına kontrol etmek, kayda geçirmek ve ölçmek için işyerinde teknolojinin hep kullanılageldiğini izleyebiliyoruz. Fakat Marksist geleneğin içinden ve dışından pek çok yorumcu da dijitalleşmenin tamamen özel bir gelişme olduğunu ve emek alanı ve değer üretimindeki etkilerinin niteliksel olarak farklı olduğunu ileri sürmüştür. Peki dijitalleşme gerçekten diğer teknolojik gelişmelerden farklı mıdır? Buna yanıt verebilmek için öncelikle doğrudan teknolojinin tarihine bir göz atmamız lazım. Bilgisayarlaşmanın doğuşu 1960’ların sonlarına doğru ilk bilgisayar tabanlı bilgisayar işleme sistemleri işyerlerine girmeye başlamıştı. Bilgisayarlaşma pek çoklarınca, sibernetiğe dayalı ve bununla ilişkilendirilen geri beşleme döngüleri sayesinde karar süreçlerinde verimi arttıran, yepyeni bir emek düzenine olanak sağlayacak, eski teknolojiden çok temel bir kopuş olarak tarif ediliyordu. Alvin Toffler çok satan kitabı Future Shock’ta yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin geleneksel “iş” kavramını yapı bozumuna uğratarak, emek alanında devasa bir dönüşüme ön ayak olacağını, yahut “iş” pratiği çökeceği ve
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
işi olmayanlar gittikçe daha çok aylaklığa yöneleceği için, işçilere kitleler halinde daha fazla boş zaman sağlayacağını öngörüyordu.10 1970’lerde böylesi bir “serbest zaman toplumu” öngörüsü sendikaların dahi bir kısmına sirayet etmişti. En bariz örneği olarak herhalde beyaz yaka sendikası ASTMS’den Clive Jenkins ve Barry Sherman’ın 1979’da yayınlanan İşin Çöküşü verilebilir.11 Kökten bir dönüşümün yaşanmakta olduğuna dair önermeler, özellikle Daniel Bell’in, hizmet istihdamının ezici çoğunlukta olduğu, bilim ve mühendislik mesleklerinin yükselişte olduğu, itici kuvvetin yeni “entelektüel” teknolojilere geçtiği, bir toplum öngörüsünde bulunan 1973 tarihli Post-endüstriyel Toplumun Varışı kitabıyla, akademik çevrelerde de hız kazanıyordu.12 Bell’in vizyonu, ondan yirmi yıl sonra “Çalışmanın sonu” nu öngören ve “ücretli emek toplumunun” sonu varsayımlarında bulunan André Gorz tarafından genişletilecekti.13 30 yıllık bu süreçte ortaya çıkan tüm bu varsayımların ortak paydası, “fikri emeğin” yükselişine ve “geleneksel” işçi sınıfını ikame edeceği düşüncesine yapılan vurguydu. Manuel Castelis, anıtsal üçlemesi Bilgi Çağı’nda, ağların, başat toplumsal örgütlenme biçimi olarak hiyerarşinin yerine geçeceği ve bireyin benliğini de bu teknoloji tabanlı süreçlerle oluşturmaya başlayacağı fikirlerine dayanarak teknolojik belirlenimciliğin çarkına su taşıyor ve bilişim teknolojilerini modern toplumsal devinimin merkezine oturtuyordu.14 Dijital ve “maddi olmayan” emeğe geçiş Bu tartışmalar içinde bulunduğumuz yüzyılda dijitalleşmenin “ücretsiz” ve “maddi olmayan” emeğe dayalı yeni bir kapitalizm modeli yarattığını öne süren yeni bir biçime büründü. 2000 senesinde yayınlanan bir makalesinde Tiziana Terranova, kültürel ve teknik emeğin internet kullanımına içkin olduğu ve “web sitesi kurma eylemi, yazılım paketlerini geliştirme, mail listelerini okuma ve katılımcı olma, MUD ve MOO’lar içinde sanal alanlar oluşturma” gibi pek şeyin bulunduğu bir sürü işin “bedavaya” yürütüldüğünü öne süren bir argüman geliştirdi.15 Dijital emeği ayrıca şunlarla betimliyor: 10 Toffler, 1970. 11 Jenkins ve Sherman, 1979. ASTMS, Türkçesi Bilimsel, Teknik ve Yönetici Çalışanlar Derneği. 12 Bell, 1973. 13 Rifkin, 1995; Gorz, 1999.
Online platform şirketlerinin baskın sermaye birikimi modeli…içerik üretimi ve blog kullanımı, sosyal ağ siteleri, wiki’ler, mikro-blog’lar, eğlenceli içerik paylaşım sitelerinin üretilmesine katkıda bulunan kullanıcıların –ki bunlar kar etmenin merkezinde yatan değeri üreten işler, ücretsiz emeğinin sömürülmesine dayalıdır.16 Örneğin yazara göre, Facebook’un başlangıcı, profil sahiplerinin ücretsiz emeği sayesinde reklam satışlarından gelen geliri toplamasından ibaretti. Ancak emeğin dijitalleşmesinin, online içeriğin “ücretsiz” karakterinden çok öteye uzanan boyutları var. Önerilen şu ki, kapitalizm fabrika ve kolektif işyerine dayalı bir sermaye birikimi sisteminde internet üzerinden bilginin toplandığı ve dağıtıldığı yeni bir modele geçmekte. “Maddi” emekten “maddi olmayan” emeğe geçişle kast edilen de bu. Bazı ana akım işletme kuramcıları da internet tabanlı ağların ve dijitalleşmenin yükselişini benzer şekilde yorumlayıp işyeri düzenine dair karar mekanizmalarını sermaye yararına yeniden icat etme fırsatına tahvil etmeye çalıştılar. İnternet, iddiaya göre, “hiyerarşileri yataylaştırma ve açık, eşitlikçi çalışma düzenlerini teşvik etme”17 olanakları sunarak, dijitalleşmenin ufkunu genişletiyor. Ne var ki böylesi düzenlemeler yöneticilerin ayrıcalıklı konumuna karşı çıkmanın değil, şirketin rekabet becerisi lehine işçilerin yaratıcılığının meyvelerini daha verimli toplamanın olanaklarını geliştirmeyi amaçlıyor. Bu model, internetin eşitleyici etkilerinin savunucusu başkaları tarafından, sol bir perspektifle daha ileriye de götürülüyor, bazıları “prosumption’ın (tüketim ve üretim kelimelerinin birleşimi)” –tüketicinin üretmesinin, tüketicilerin ücret almadan şirketler için değer ürettiği bir “paylaşım” ekonomisine olanak sağlayacağını dahi iddia ediyor. İki kutba sıkışmaktan sıyrılıp “ağlara” odaklanma vurgusunun kökleri erken otonomcu ve İtalyan operaismo (uvriyerist/işçici) geleneklerine dayanıyor. Bu gelenek, ağların ve kültürel söylemin praksisinin, örgütlü işçi sınıfının iktisadi kuvvetine önceliğini vurgulardı. Bazı aslında fena da olmayan yorumcular bu “post-operaismo” yaklaşımını güçlendirdiler. Nick Dyer-Witheford, fevkalade iyi araştırılmış kitabı Siber-Proletarya’da örneğin, bir “post post-operaismo” perspektifi öneriyor. Dyer-Witheford, başlangıç noktasına “ne ‘işçi’ ne de ‘kitle’ fakat ‘proletarya’. Öyle ki, proletarya sibernetik yoluyla işçileri işyerinin ötesinde bir temel değiştirici güç olarak kavrıyor”18 düşüncesini koyuyor. Robot teknolojileri ve YZ da işin içine girdiğinde geleceğe dair iddialar daha da muazzam bir ölçeğe taşınıyor. Bu
14 Bkz Castells, 1996.
16 Fuchs, 2010.
15 Terranova, 2000, sayfa 33. MUD’lar ve MOO’lar birden fazla kullanıcının (oyuncunun) aynı anda bağlandığı online sanal gerçeklik sistemleridir.
17 Attwood-Charles ve Schor, 2015 18 Dyer-Witheford, 2015
51
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
ütopik senaryoya göre, insan emeğine gerek kalmayacak, böylece tüm zamanımızın bize ait olduğu, siber ağlara ve dijital yaratıcılığın paylaşımına dayalı bir “anarko-komünist” yaşama geçebileceğiz. Bilgi paylaşımının sistemin itici gücü haline geldiğini söyleyebilmemiz için, sermaye birikimi rejimi tümüyle değiştiğini varsaymamız gerekir. Daha da önemlisi, makinalar, robotlar bilgisayarlar ve YZ üretimi üstlendiğine göre, Marx’ın emek değer teorisi tümüyle işlevsiz hale gelmiş demektir. Bu, Paul Mason’ın dijital emek tezini popüler formatta sunduğu kitabı PostKapitalizm’de önerdiği “bilgi ile yürütülen üretim, harcanan emekten bağımsız sınırsız zenginliğin üretilmesine doğru ilerliyor”19 düşüncesinin çekirdeğini oluşturuyor. Bu, “cüzi insan emeğiyle üretilebilen şeyler büyük ihtimalle bedava olup paylaşılacak ve mülkiyeti ortak olacak”20 şeklindeki düşünceden hareketle, marjinal üretim maliyetinin sıfıra yaklaşacağı öngörüsüne dayanıyor. Doğacak olan “post-kapitalist” ütopya (veya distopya) öyle bir dünya olacak ki, robot ve YZ’da cisim bulan sermayenin organik bileşimi, artı değer üretiminin sıfıra doğru küçüleceği kadar yükselmiş olmalı. Carl Shapiro ve Hal Varian bu fenomenin, bilginin üretiminin maliyetli olduğu fakat yeniden üretiminin ucuz olduğu şeklinde bir ortodoks iktisadi tarifini yapıyor.21 Yani, bilginin ilk nüshasını üretmenin maliyeti ciddi olabilir, fakat kopyalarını üretmek (veya çoğaltmak) yok denecek kadar küçük bir masraf. İşte, bu “çoğaltma” safhasında dijitalleşmeyle ilişkilendirilen marjinal maliyetler “bolluk ekonomisinde” olduğu gibi sıfırlanma eğilimi kazanabilir. Dijital emek tezinin destekçileri sıklıkla Marx’ın Grundrisse’deki, kapitalizmin sürekli olarak üretim araçlarını teknoloji kullanımıyla geliştirme eğilimini kavramlaştırdığı, makinalarla ilgili bölüme referans verdiklerine rastlıyoruz. Marx spesifik olarak mekanizasyonun üretim sürecine hakim olma potansiyeline atıf yapıyordu. Makine hem işçinin girdisinin ayrıştırmak, hem de iş bölümü üzerinden teknoloji ile itaatkar bir ilişkinin oluşmasını sağlayan çok işlevli bir kuvvet olarak karşımıza çıkıyor: Fakat, üretim sürecine içkin hale gelen emek aygıtları bir dizi dönüşüm geçirir ve bunların zirvesi ise makine, veya daha doğrusu kendi kendini yürütme gücüne sahip bir otomasyon tarafından harekete geçirilen, otomatikleşmiş bir makinalar sistemidir (makinalar sistemi: otomatik olanı bunun en tamamlanmış halinden başka bir şey değildir ve tek başına zaten bunun
bir sisteme dönüşmesini sağlar), bu otomasyon pek çok mekanik ve akli organdan oluşur, işçilerin de onun salt bilinç sahibi birer kolu olarak yontulması beklenir.22 Ne var ki Marx, mekanizasyonu sadece sermaye birikiminin mantıksal modelinin kavramsal uç noktası olarak değil, aynı zamanda yabancılaşmanın da itici kuvveti olarak öngörmüştü. Ki, işçilerin ancak bu yabancılaşmanın üstesinden gelmek yoluyla güçlerini geri kazanmaları, üretimi ele geçirmeleri ve nihayetinde özgürleşmeleri mümkündü. Otonomcu gelenekten pek çokları bu uç noktasını belirlenimci bir biçimde kapitalizmin “kaçınılamaz” çöküşü olarak yorumluyor ve spesifik olarak Marx’ın “komünal üretim” kavramına atıfta bulunuyorlar. Ve bahsi geçen otonomcu yaklaşımda bu, dijital zanaatkarların anarko-komünizmi mümkün kıldığı belirli bir kapitalizmin belirli bir evresine tekabül ediyor. Yani bu yoruma göre sermayenin hakimiyeti, Marx’ın ima ettiği gibi doğrudan meydan okunarak değil, mülksüzlerin ağları üzerinden çözelti halinde yayılarak yıkılacaktı. Ve bu sözgelimi ermişlik kuvveti öngörüsüne göre, iktidarı ele almadan. Bir kez daha bu yaklaşımın kökenlerini, toplumu, iş eyleminin fabrikanın dışına taşmakta olduğu ve “böylece çok daha karmaşık bir makinayı eyleme geçiren”23 bir “sosyal fabrika” olarak tarif eden, 1970’lerin İtalyan uvriyerist akımında izleyebiliyoruz. Bu fikri daha da ileriye taşıyan Michael Hardt ve Toni Negri İmparatorluk’ta maddi üretimin buharlaşarak cisimsiz bir dünyaya dönüştüğü bir “postmodernleşme” tarifi yapıyorlar.24 Öyle ki, bir alternatif bilgi kaynağı olarak dijital iletişim (ve bu bilgi dolaşımının getirdiği potansiyel güç) baskın iktidar yapılarına meydan okumaya olanak sağlıyor. Ve bir kez daha artık iktidarın sabit sınırları veya coğrafi bir merkezi olmadığını tartışıyorlar. Bu yüzden artık iktidarın “hem her yerde, hem hiçbir yerde” olduğu bir dünyanın tutsaklarıyız, hizmet işlerinin hakim olduğu ve maddi olmayan emeğin evrensel kültürel “ürünleri”, bilgi ve iletişimi kucakladığı bir dünya. Bu görüşte, iletişim araçlarının kullanımının yoğunlaşıyor oluşu, daha rahat, bireysel zamana dayalı, kol emeğinin makinalar tarafından devralındığı, emeğin kolektif hale geldiği Fordist seri üretim çağının başat iş bölümü mantığının üstesinden gelindiği bir dünya tasavvurunu mümkün kılmak için kullanılıyor. Marx Grundrisse’deki görüşleri bir kez daha böylesi bir pozisyonu gerekçelendirmek için yanıltıcı bir biçimde kullanılıyor.25 22 Marx, 1973. 23 Negri, 1989, sayfa 92.
19 Mason, 2015, sayfa 136. Bkz Choonara, 2015, ve Green, 2016. 24 Hardt ve Negri, 2000. 20 Mason, 2015, sayfa 164. 21 Shapiro ve Varian, 1998.
52
25 Hardt ve Negri’nin kullandığı “Makineler üzerine bölüm”ün eleştirisi için bakınız Callinicos, 2014, sayfa 198-204.
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
Şüphesiz bu günün emek dünyasında gerçekten neler olmakta olduğuna dair delilleri incelemeden, postmodernleşme tezine temkinli yaklaşmak gerekir. Örneğin sadece bilgi teknolojileri endüstrisinin kendisine baktığımızda bile, Castells ve diğerlerinin öngördüğü gibi ağlara yayılarak çözülmüş bir kapitalizm modeli değil, Microsoft ve Google gibi şirketlerin, imtiyaz ve ufak rakiplerini satın alma süreçleri üzerinden endüstriye tümüyle hakim olduğu, son derece yoğunlaşmış bir kapitalist model görürüz. Veri paylaşımına dair yasal mevzuat tamamen sermayenin ve şirket çıkarlarının lehine düzenleniyor ve fikri mülkiyet ile şirket gizliliğini düzenleyen yasalar, şirketlerin keyfi tutumlarını teşhir etmeyi zorlaştıracak nitelikte. Facebook bugün risk sermayedarlarına ait, YouTube ise yakın zamanda Google’ı satın aldı.26 Ağlara dağılmış ve çözülmekte olan bir kapitalizm anlatısı ile hakikat arasındaki bu açı, sözde “app ekonomisi” meselesine gelindiğinde iyice genişliyor. Yani mesela, en büyük taksi firmasının (Uber) gerçekte ne araçları var ne de sürücü istihdam ediyor, en büyük tatil konaklama servisi (Airbnb) hiçbir konaklama merkezine sahip değil veya bir turizm acentası (booking.com) gerçekte hiçbir seyahat organize etmeden var olabiliyor. Dahası, yazılım endüstrisine baktığımızda örneğin, tabiatı gereği kasıtlı olarak müşteriyi devamlı memnuniyetsiz bırakacak şekilde tasarlanan ve eski versiyonun yenilenip yenilenmeyeceği konusunda seçim hakkı tanımayan Microsoft yazılım güncellemelerini görüyoruz. Güç taksim edilmediği gibi, endüstri geliştikçe, geleneksel biçimde devasa şirketlerde yoğunlaşıyor. Hem cisimsizlik hem de maddi olmayan kavramları daha önce de soldan eleştirilere maruz kaldı. Ursula Huws 1999’da cisimsizlik kavramını sorgularken şunu vurguluyor: “burada dolaşıma sokulan illüzyonlardan belki de en tehlikelisi yeni bilişim teknolojiler sayesinde artık herkesin her şeyi her yerde yapabileceği ve tüm dünya nüfusunun artık potansiyel bir sanal işgücüne dönüştüğü düşüncesi”.27 Burada sözü edilen tehlike, çalışmanın artık tümüyle mekandan azade hale geldiği, bu sayede sermayenin tümüyle dizginlerinden kurtularak süper-güçlü hale geldiği ve bununun neticesinde kolektif işçinin ise kuvvetini tamamen yitirdiği yanılgısında yatıyor. Bu gibi kavramlar “app ekonomisi” gibi yeni konseptler dahilinde bile şüpheli kavramlar olmaya devam ediyor. Uber’in taksi şöförleri ve Deliveroo’nun kuryelerinin yakın zamandaki mücadelesi, bize maddi olanın pekala gerçek olduğunu ve grev eyleminin hala işçilerin koşullarında iyileştirme sağlayabildiğini gösterdi. Kevin Doogan da bu noktadan yola çıkarak benzer şekilde cisimsiz dünya senaryolarının nasıl
yanıltıcı kavramlar üzerinde durduklarını tarif ediyor. Önermesine göre, BİT devrimi ile zaman ve uzaklık kavramlarının ölümünün gerçekleştiği iddiası, hareket ve madde arasında tümüyle hatalı bir ayrımı ima ediyor. Doogan’a göre böylesi bir dünya tahayyülünde teknoloji merkezciliğin ötesine geçip veri transferinin kendinden menkul bir fetiş haline geldiği bir dünyaya varmışız gibi görünüyor. Tüm bunlar, “bilginin dolaşımı maddi olmayan süreçlerle gerçekleşiyor olsa dahi, üretim ve tüketiminin maddi olmaya devam ettiği yönündeki önemli gerçeğe rağmen iddia ediliyor“.28 Dijital ekonomiyle ilişkilendirilen “bedava emek” kavramı da pek çok tartışmanın nesnesi olageldi. Elbette, hepimiz pekala çalışma hayatlarımızdaki ücretlendirilmemiş emekten bahsedebiliriz; toplu taşıma ile her gün işe giderken harcadığımız emek ve zaman bile bunun basit bir örneği. Eğitim, tıp ve hukuk alanlarının mesleki pratiği de ücretlendirilmiş çalışma saatleri dışında belge makale ve başka pek çok kaynak okumayı içerir. Sivil toplumun pek çok işlevinin de misal, arama kurtarma grupları, mahalli, spor kulüpleri, yardım dernekleri vs. gibi gönüllü işler olmadan yerine getirilemeyeceği de bir gerçek.
Bunların neredeyse tamamı insan eforu gerektirir ve genel manâda iş olarak da görülebilirler, fakat bu, postmodern dünyanın “ücretsiz emeğinden” ziyade, bir çeşit hobiye daha yakındır. Diane van der Broek da “bedava emek” eleştirisinde bu konuyu tartışıyor: Dijital emek ne bedavadır, ne de maddi olmayan bir şeydir; çünkü ona cisim ve değer kazandıran şey emeğin muhtevası değil, sermayeyle nasıl ilişkilendiğidir…emek, işçi/işveren ilişkisi ve emek süreçleri üzerinden sermayeye bağımlı olmayı sürdürmektedir, iş ister siber alanda ister daha “ayağı yere basan” yerlerde gerçekleştiriliyor olsun. Gerçekten de, ücretli emek ve sermaye arasındaki müşterek bağımlı olma halini ele aldığımızda, ikisinin de ötekisi olmadan anlamını yitirdiğini görüyoruz.29 Şimdi biraz da teorik tartışmalardan emeğin dijitalleşme, YZ ve robot teknolojileriyle alakalı olarak geçirdiği dönüşümün delillerini incelemeye geçelim. Delil? Dijital teknoloji, tıpkı kendinden önceki teknolojiler gibi işçilerin yerini alma gücüne sahip. Fakat dijital teknolojinin çalışmanın sonunu getireceği düşüncesini kabul etmeden önce, teknolojik yeniliklerin bütüncül etkisini incelememiz gerekiyor. İlk olarak, bilgisayarlaşma daktilocuların ve döküm metal matbaa işçilerinin
26 Bkz. http://whoownsfacebook.com/
28 Doogan, 2009, sayfa 50. Burada “dematerilizasyon” anlamında kullanılıyor.
27 Huws, 1999, sayfa 47.
29 Van den Broek, 2010, sayfa 123-124.
53
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
işlerine son verdiği gibi, yalnızca bilgisayar donanımı ve yazılımı alanlarında değil ayrıca cep telefonu ve oyun konsolu üretimi alanlarında da pek çok yeni iş üretti. İkinci olarak, “prosumer” ekonomisinin Google, Facebook, Amazon gibi en büyük şirketleri dahi, işçilerinin gerçek zamanlı sömürüsüne dayalı üretim yapıyor. Bu özellikle, yarı-otomatik ürün depoları ve işçilerin Amazon için küçük sayılan işleri, satış başına ücretlendirme programları üzerinden evden, bilgisayar bağlantısı ile yürüten, taşeron “kitle-çalışanları” ile Amazon örneğinde iyice göze batıyor.30 Google esas gelirini “gerçek” ekonominin şirketlerine yaptığı reklam satışlarından elde ediyor olsa da, aynı zamanda Yahoo ve Baidu gibi rakipleriyle rekabet edebilmek için arama motoru ve e-mail servislerini yürüten kendi iş gücünü de sömürmek zorunda. Üçüncüsü, ampirik delilleri incelediğimizde, veriler “bireysel zaman sınıfı” veya “çalışmanın sonu” gibi senaryolarla örtüşmüyor. 1975’te sanayi sosyolojisi alanından John Child o günkü verileri incelemişti. Gittikçe boş vakti artan veya yapısal dönüşüme uğramakta olan bir toplum fikrini reddediyordu ve ileri bilişim sistemlerinin “mantığının” rutinleşme ve bürokratikleşme eğiliminin genişleyerek, çalışmayı, üstelik o güne kadar henüz bundan etkilenmemiş görünen memuriyet ve hatta yönetici seviyelerine kadar bu yönde etkileyeceğini öne sürmüştü.31 Başka bir deyişle, angarya ofis işlerinin ve kol emeğinin sönümlendiğini görmekten ziyade, bilgisayarlaşmanın önayak olduğu bir rutinleşmeye tanık olacağız. Böylesi bir senaryo Harry Braverman tarafından da 1974 tarihli Emek ve Tekelci Sermaye kitabında son derece incelikli biçimde teşhir edilmişti. Braveman, ofis işlerinin vasıfsızlaşma ve Taylorlaşma süreçlerinden bahsediyordu.32 Gerçekten de, 1970’lerde kelime işlemcilerin işyerlerine girmesi ve robotların tüketici pazarına inmesi sadece rutinleşmeye dair değil “makinalar işlerimizi mi çalıyor” sorusuyla ifade bulan pek çok kaygıyı beraberinde getirmişti. Bu soruya ilişkin, İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nden Chris Harman 1979’da şunları söylüyordu: Vasıfzılaşma ve idari kontrolü arttırma süreçlerinin bilgisayarlı kasa sisteminin kullanılmaya başlanmasıyla dükkan ve marketlerde de devreye girdiğini gözlemek son derece mümkün. Kasiyerin artık fiyat kontrolü uzadığı zaman aldığı “doğal molayı” almak için mazereti kalmadı; bir bilgisayar tek başına stokları kontrol edip sipariş verebildiği için vasıflı depo işçisine kimse ihtiyaç duymuyor; artık muhasebe memurunun tek yapması gereken bilgisayar
54
başından veya printer çıktısından rakamları okumak. Hepsi de birden bire sıkıcı ve sürekli tekrar eden işlere mahkum oldular, ve bu işler, yönetim bilgisayarların hızını yükselttikçe daha da zorlaşıyor.33
Masa başı ve dosyalar yerine bilgisayarlara bağlı memuriyet fabrikaları yakın görünüyordu. Bilgisayarlaşma sonrası döneme dair daha ileriki yorumlamalar da boş zamanlar ütopyasının yanıltıcılığına dair aynı tür çıkarsamalara işaret ediyordu. Toplu verilerin uzun bir incelemesini yürüttükten sonra Peter Bramham’ın bulguları da “geç anlaşılmış da olsa, bir ‘serbest zaman toplumu’ geliştirme ve düzenleme projesi pek ala naif denilerek kenara atılabilir bir düşünce” şeklinde yorumlayacağı türdendi.34 Bu bariz naiflik, şüphesi, yeni teknolojilere yatırım yapan işverenin motivasyonunu ve bu teknolojilerin sonuçlarını yanlış anlamaktan kaynaklanıyordu. Marksist bir perspektiften bakınca, BİT ve dijitalleşmenin diğer biçimleri de dâhil olmak üzere hiçbir teknolojik yenilik emek süreci içinde değişimin tarafsız bir elemanı olarak yorumlanamaz. Sermaye teknoloji yatırımlarını toplumu geliştireceği için değil, kar oranlarını yükseltme potansiyeli gördüğü için çekici bulur. Bunun sonucu olarak da, kapitalizm içinde daha çok boş zamanı olan bir toplum ütopyası aldatıcıdır. Sermaye iyicil niyetlerle değil, iş yükünü yoğunlaştırma ve sömürünün getirisini arttırma gibi kötücül niyetlerle inovasyona ihtiyaç duyar ve bu sadece bir maliyet meselesi değildir, aynı zamanda, işyerinde, verimlilik artışındaki durağanlığı telafi edecek eğilimler üretmek için de teknolojik yenilikten faydalanır. Öyle ki, gelişmiş sanayi toplumlarında çalışma saatlerinin düşmesi (dijitalleşme ile paralel olarak) bir yana dursun, bir işçinin çalışarak geçirdiği zamanın ortalaması yükselme eğiliminde olmuştur. Bu eğilim hem işsizlik hem de ücretli yoksulluk oranları için de geçerlidir.35 Dördüncüsü, bilgisayarlaşma ve dijitalleşmenin uzun vadede emek verimliliğinde de nitel ve nicel bir artış (nihayetinde boş zamanlar toplumuna alan açacağı öngörülen) sağlamışlığı da söz konusu değildir. Şüphesiz, mesela web 2.0 gibi görece yeni BİT biçimlerinin kullanımına bağlı, idari verimliliğe dair ilkin bir sıçrama yaşanmıştır. Ne var ki, verimlilikteki böylesi sıçramaların etkileri kalıcı değildir.36 İki ayrı ülkedeki şirketleri inceleyen İngiltere merkezli Ulusal Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Merkezi’nin çalışması da benzer çalışmaların vardığı sonuçları doğruluyor, yani 33 Harman, 1979.
30 Amazon’un “kitle-çalışanları” (crowd-working) açıklaması için bakınız, 2016.
34 Bramham, 2006, p379. Tartışmaların daha iyi bir tarihsel değerlendirmesi için bakınız Veal, 2009.
31 Child, 1975, sayfa 149.
35 Pradella, 2015.
32 Braverman, 1974.
36 Güncel bir kanıt incelemesi için bakınız UKCES, 2014.
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
“internete açılmak tek başına verimlilikte her hangi uzun süreli etki yaratmamakta”.37 Çalışmalarını Amerika’da sürdüren iktisatçı Robert J. Gordon, BİT’nin verimliliğin genelini dikkate değer ölçüde arttırdığı görüşüne uzun zamandır muhalif olan ve ana-akım görünürlüğe sahip bir figür. Amerikan ekonomisi üzerine yaptığı son büyük ölçekli çalışmasında, BİT’nin, işyerlerine girdiği zamandan beri verimliliğe kökten etki etmiş olduğu iddiasını soğuk duşa sokuyor. Gordon’un argümanı hedefine “tekno-optimistleri” alıyor. Söylediğine göre, İT devrimi, telgraf, elektrikli aydınlanma, veya iç tesisat ve kentsel sıhhi temizlik gibi tarihteki bir grup başka teknolojik atılımın yanında sönük kalacak çapta değişimlere yol açtı.38 Dikkate alınması gereken bir diğer nokta da, bilgisayarların aslında sermaye stoğunun görece ufak bir bölümünü oluşturduğu ve daha da önemlisi bilgisayarlara yapılan yatırımın “İT devriminin” 1990’larda zirve yaptığı dönemden bu yana düşmekte olduğu.39 İşletme uzmanı Michael Porter’a göre ise, “tüm şirketler interneti benimsedikçe, internet gittikçe avantaj olma özelliğini yitirerek nötralize oluyor”.40 Donanım ve yazılım güncellemeleri devamlı gerçekleşse de, bu güncellemelerin toplu etkisi ana yatırımın etkisine kıyasla küçük oluyor. Zira kapitalistler, Marx’ın “sabit sermayenin ömrü” olarak tarif ettiği şeyi dikkate almak zorundalar, Harman şöyle anlatıyor: Kapitalistler, pek nadiren ellerindeki makinaları teknolojik ilerleme gerçekleştiği anda yenilerler. Bir önceki kuşak makinalara harcadıkları paranın kara geçmesini beklemeleri gerekir genellikle, ki bu çoğunlukla hiç değilse birkaç sene alacaktır. Bu bekleme eğilimi, denenmemiş bir teknolojiyi ilk edinen olmanın getirdiği riskler de hesaba katılınca artar: işe yaramayan bir teknolojinin barındırdığı tehlikeler, maliyette müthiş bir azalma ile pazarı silip süpürme şansına baskın gelir.41
Teknolojik değişime dair böylesi temelsiz iddialar uygulamadaki evrensellik iddialarına da temkinli yaklaşmamız gerektiğini bize gösteriyor. Robot Teknolojisi ve YZ Şüphesiz, verileri incelediğimizde, robot bilimi ve YZ alanlarındaki teknik gelişmelerin de emek dünyasına potansiyel etkisinin benzer biçimde sınırlı olduğunu
görüyoruz. 17 ülkeden şirketlerin 1993 ve 2007 arasında toplanan verilerinin incelendiği 2015 tarihli bir rapora göre, robot teknolojilerindeki gelişmeler ve buna bağlı olarak bazı yarı-vasıflı ve az-vasıflı işlerin azalmasıyla verimlilik artsa da, “robot kullanımının getirdiği marjinal gelirlerin –‘tıkanma etkisi’- ile düşmekte olduğuna, yani robotların büyümenin sihirli iksiri olmadığına dair bazı deliller mevcut”. Gerçekten de, araştırmacıların söylediklerine göre, “bu, robotların büyümeye katkısını kabaca 19. yüzyılda demiryollarının ve 20. yüzyılda Amerikan otoyollarınınkine denk bir yere düşürüyor”.42 Bu, elbette sermaye robot teknolojisine yatırım yapmıyor anlamına gelmez. Bilakis, yapay bilişsellik ve makine öğrenimini içeren bir robotik otomasyon süreci gerçekleşmekte olduğundan bunun tam tersinin geçerli olduğunu söylemek mümkün.43 10.000 üretim işçisi başına 300 robotun düştüğü Japonya ve Güney Kore bu alanda başı çekiyor. Ne var ki, iş ikame etme değerleri yine de sınırlı, özellikle de robotlarla alakalı yatırımların ciddi maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda. Robot yatırımlarıyla ilgili bir diğer problem de, halen aslında etkili bir şekilde yerine getirebildikleri işlerin son derece sınırlı oluşu. Görece karmaşık işlerde, bozulabilecekleri veya üst düzey hassasiyet ve kesinlik gerektiren işlemlerde yanlış hesaplama yapabilecekleri korkusuyla insanların kontrolünde çalışıyorlar, bu da yine, verimliliği arttırmadaki potansiyel katkılarını düşürüyor. Mesela, Mercedes-Benz robotların yerine, daha kullanışlı ve esnek olduğu düşüncesiyle yine insan işçiler almaya başladı.44 Gerçekten de robotların ileri teknolojik süreçler için yetersiz oluşunun sebeplerinin bir kısmı da yeterince esnek olmamalarından kaynaklanıyor. 2016’da Alman otomotiv fabrikaları üzerinde yürütülen bir araştırmanın bulgularına göre, robotlar verimliliği arttıran bir sihirli değnek olmadığı gibi, aslında sürekli izlenmelerinin gerekmesi ile insanlara fazladan iş yükü doğruyor: normal ve aslında her şeyin yolunda gittiği bir vardiyada, kaynak ve işleme yapan altı robotun senkronize dansından sorumlu bir işçinin, 20 ila 30 kez araya girmesi gerekiyor. Üstelik teknik sorunlar yaşandığı için değil, daha yaşanmadan önleyebilmek için. Her ne kadar insan işleri yıllar içinde teknolojiye bağlı olarak nicelik bakımından azaldıysa da aslında
37 Domenech, Rizov ve Vecchi, 2015, sayfa 24. 42 Michaels ve Graetz, 2015. 38 Gordon, 2016, sayfa 441-461.
40 Porter, 2001, sayfa 62.
43 Uluslararası Robot Teknolojileri Federasyonu’na (IFR) göre, 2014 itibariyle dünyada faaliyet halideki endüstriyel robotların sayısı 1.5 milyon ve IFR önümüzdeki iki yıl içerisinde buna 1.3 milyon robotun ekleneceğini öngörüyor.
41 Harman, 1991.
44 Bkz Gibbs, 2016.
39 Goodridge, Haskel ve Wallis, 2009, sayfa 34.
55
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
niteliksel rolü otomasyon ile artıyor”.45 Öncü robot teknolojisi üreticilerinden –Rethink Robots- un hesaplı ve “tak çalıştır” tipi insan hareketlerini taklit edebilen ve geniş endüstriyel kullanım için tasarlanmış bir robot üretme çabaları hız kaybetmiş görünüyor. Şirket yakın zamanda üretim fazlası olduğunu beyan edip 4’te bir oranında küçülmeye gitmişti.46 Şu anki eğilimleri robotlara alternatif oluşturacak, “co-bot”lar üretme yönünde. Bunlar, esneklik ve yaratıcılığın yeşermesini sağlamak için insanlarla yan yana çalışacak.47 Bir diğer problem ise, Marksist iktisatçı Michael Roberts’ın bizlere hatırlattığı üzere robotların günün sonunda makine oldukları, yani: Robotlar sermaye birikimine içkin çelişkileri ortadan kaldırmıyor…sermaye sapması veya işçi kıyımları (emek tek değer biçimi olduğuna göre) yatırım sermayesine oranla, üretilen değerin azaldığını gösterir. Verimlilik arttıkça, kar oranları düşme eğilimi gösterir… Yani şeyler arası ağların ve robotların gittikçe hakim olmaya başladığı bir ekonomi, büyük bolluk ve refah değil daha yoğun krizler ve daha büyük eşitsizlik anlamına gelir.48
Üstelik, “yerleri süpüren bir robot, bir Roomba, etrafı hızlıca ve ucuza temizleyecektir belki ama hiçbir zaman benim kartımla tatile çıkmayacaktır”.49 Öylesine söylenmiş gibi görünse de, Michael Roberts’ın tespitleri robotik yeniliklerle donanmış bir dünya öngörülerinin sınırlarını daha da net bir şekilde vurgular. Örneğin, eğer robotların ürediği (robot yapan robotlar yapan robotlar) bir dünyaya evrilmemiz mümkün olsaydı, bu sıfır kar üretilen (insan emeği üzerinden değer üretilmediğine göre) bir dünyaya gebe bir takım dönüşümlere tanık olduğumuz anlamına gelirdi, robotlar köleye benzer bir konumda olduğuna göre, buna bir de olağanüstü bir bolluk ve sınırsız boş zamanı ekleyelim. Böylesi bir nirvanaya giden yolda işçiler ve sermaye arasındaki rekabet muazzam olacaktır. Yani Michael Roberts’ın ifadesiyle “ya hiper-kapitalist bir distopyaya, ya da bir sosyalist cennete benzeyecek bir gelecek aslında önümüze koyulan, ancak ikinci ihtimalden pek az bahsediliyor”.50 Bilinç meselesi de ayrıca bir sorunsal teşkil ediyor tabii. Bu hususta bilinç yapay “zekayı” aşan bir şey midir diye sormamız gerekir. 45 Pfeiffer, 2016, sayfa 16.
Peki ya tüketim? Elbette otomasyon sadece üretim dünyasında hız kazanmıyor. Tüketiciler olarak devamlı “barkod” veya “app” toplumundaki hayat tarzımızı iyileştireceği varsayılan yeni teknolojilerin reklam bombardımanına maruz bırakılıyoruz. Bu akıllı saatler, zindelik takip eden uygulamalar, akıllı gözlükler ve akıllı giysiler olabilir.52 Google’ın sürücüsüz arabası 2012’deki yola çıkışından bu yana Nevada ve California yollarında bir milyon milden fazla yol kat etti. Medyadaki iddialara göre İngiltere hükümeti de bu araçların kullanımını mümkün kılacak ve nasıl sigortalanacağını düzenleyecek bir yasal yaklaşım üretmenin en hevesli destekçilerinden biri.53 Tabii sürücüsüz araçlar sorunsuz değil, var olan trafik ışığı serilerini tanıyacak şekilde önceden programlanabiliyorlar, fakat yol çalışmalarında konulan geçici ışıkları tanıyamıyorlar, tabii durmasını söyleyen polis memurlarını da keza öyle. Kaldı ki henüz teknik olarak “sürücüsüz” de değiller, yalnızca umumi yollarda ve “direksiyonda” sorumluluk ve ehliyet sahibi bir kullanıcının mevcudiyetinde seyredebiliyorlar. Bu sorunlara rağmen Google 2020’de bu gibi problemlerin çözülmüş olacağını (yahut yasal engellerin hallolunacağını) öngörüyor. Bununla beraber Uber gibi yırtıcı “paylaşım” ekonomisi şirketleri de -şüphesiz taksi şoförlerine para ödeme gerekliliği, hatta taksinin kendisinin ortadan kalacağı gerekçesiyle, sürücüsüz taksiler piyasaya sürmek (gerçekten) konusundaki istekliliklerini ifade ettiler.
47 Paul-Choudhury, 2016, sayfa 18.
Bugün ayrıca, giyilebilir aygıtlar veya akıllı telefon uygulamaları vasıtasıyla vücut hareketlerimizin her detayını hatta kalp atışı ve kan basıncı gibi yaşamsal
48 Roberts, 2015.
51 Dennett, 1991, sayfa 431.
49 Roberts, 2016a.
52 Fordham, 2015.
50 Roberts, 2016b, p10.
53 Titcomb, 2015.
46 Tobe, 2013.
56
Bir insan aynaya baktığında kendisini görür, bir maymun aynaya baktığına bir maymun görür. Peki bir robot aynaya baktığında neyi “görür” ve neyi “tanır”? Gerçekte bir robot aslında insan aklı tarafından belli bir görüntüyü diğerlerinden ayırt etmeye programlanmadıkça bir şey “görmez”. Bir robot yeni işler yapmak üzere programlanabilir, fakat bir işten edindiği deneyimi bir başkasına aktaramaz. Robotun hayal gücü, duyguları veya bilinci yoktur ve günün sonunda bir makinadır. Daniel Dennett Bilincin İzahı’nda bu muammanın üzerine gidiyor ve bilgisayarların insan zihninden çok farklı işlediğini tartışıyor. Dennett’a göre bilgisayarlar gittikçe artan meblağlardaki veriyi dizisel olarak işlerken, zihnin işleyişi pek çok farklı mekanizma ve süreçlerin etkileşimini içeriyor.51 Yapay zekanın önünde duran esas zorlu görev ikincisi türünden bir karmaşıklığa ulaşmak.
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
verilerimizi kaydetmeye de kabiliz. Bu tip verileri paylaşan ve değiş tokuş eden insanların oluşturduğu bir akım bile ortaya çıktı (Quantified Self )54 Elbette böylesi bir ölçme, rakamlara tercüme etme ve kaydetme teknolojisi ticari boyutta başka metalaştırma potansiyelleri de taşıyor. Mutfakta, bir ev robotu, yeri süpürmekle kalmayıp aldığımız kalori miktarını da kaydedebilir. Bir seks robotu yatak odasında yerini alabilir. Bundan bahsetmişken, mesela, kendiyle saplantılı erkek için tasarlanmış, “daha güçlü bir sertleşme için erkek cinsel organına takılan ve Bluetooth yahut WiFi üzerinden uyumlu akıllı telefon uygulamasına bağlanabilen SexFit adlı uygulama sayesinde, bu romantik ana dair, kaç kalori yakıldığı ve dakikada kaç gez gidip gelindiği gibi mühim şeyleri hesaplamak mümkün. Toplanan bilgi telefonunuza gönderiliyor”.55 Tüm bunların işaret ettiği üzere, insandan esinlenen eylemlerin yerine robotların, YZ’nın ve bilgisayarların baskın geldiği bir dünyaya doğru yol alıyor olabiliriz. Ne var ki, tekilliğin (yapay zekanın insan zekasını aşması) varışına dair öngörüler çoğunlukla adını Intel kurucularından Gordon Moore’dan alan Moore “yasasına” dair eklentilere ve çıkarsamalara dayanıyor. Bu yasaya göre bir bilgisayara konulabilen transistörlerin sayısı her yıl ikiye katlanıyor ve bu hem maliyeti düşürüyor hem de işlem gücünü muazzam arttırıyor. Ancak, bilgisayar üretiminde kullanılan nadir toprak metallerinin kaynakları sınırlı,56 ve Moore’un kendisinin de kabul ettiği üzere, bir bütünleşik devreye sıkıştırabilecek transistör adetinin de fiziksel bir sınırı olacaktır. Yani, ümit edildiği gibi, dijitalizasyonun uygulamasının doğal sonucu olarak tekilliğe varma ihtimali pek ufukta görünmüyor. Bu, hem bu yeniliklerin potansiyelinin tümüyle gerçekleştirilebilmesi için teknolojinin bu geçiş döneminin henüz çok geliştirilmeye ihtiyaç duymasından, ama aynı zamanda verimliliği arttırma arayışları ile, bunun tetiklemeye mahkûm olduğu kriz arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor. Bu sınırlar elimizdeki deliller tarafından da doğrulanmış görünüyor. Tekilliğin ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirmek için yürütülmüş büyük ölçekli bir çalışma dahilinde, yedi önemli test yapıldı. Bu testler bilgisayar yazılımları ve bunlara bağlı uygulamalar gibi iletişim teknolojisi ürünlerin arz ve talebindeki artışı kaydeden ekonomik veriye, ve önemli BİT sektörlerindeki, ücret artışı ve verimlilik gibi emeğe dayalı konulara odaklanıyordu. Çalışmanın yazarı “yedi testten beşinin sonuçları tekilliğin aleyhine iken sadece iki tanesi lehte…salt bu 54 Nafus, 2016’nın bir değerlendirmesi için bakınız Moore, 2014. 55 Amlen, 2014.
iki olumlu test üzerinden basit çıkarsamalar da, ekonominin tekillik eşiğini aşması için gereken sürenin en az 100 sene olduğunu gösteriyor”57 sonucuna varıyor. En önemlisi, testlerin genel verimliliğin ve ücretlerin artması gibi belirleyici konularda olumsuz sonuç vermiş olması. Özetle, BİT ve dijitalleşmenin işyerindeki (ve ekonominin genelindeki) verimlilik, performans ve istihdam üzerindeki etkilerinin kendinden önceki teknolojilerin etkilerinden dikkate değer bir fark barındırmadığı sonucuna varabiliriz. Kapitalist devinim içinde teknoloji tamamen işçi verimliliğini arttırmak ve birim işçi maliyetini düşürmek için piyasaya sürülür, fakat ilk tahlildeki etkilerini törpüleyecek gerilimler kaçınılmazdır. Daha da önemlisi, Marx’ın emek değer teorisi ve kar oranlarının uzun vadeli düşme eğilimi, teorileri kapitalist üretim biçiminin çelişkilerini tarif etmede geçerliliğini dijital iş dünyasında da koruyor. İşyerlerinde köklü bir otomasyona geçiş sürecinin ortalığı kasıp kavurduğu doğru, fakat bu ne çalışmanın ilhakını ne de dijital zanaatkârların merkezinde durduğu cisimsiz bir maddi olmayan ve komünal emek dünyası ütopyası türünden öngörüleri haklı çıkaracak türden bir verimlilik artışı sağlıyor. Peki dijitalleşme hız kazanırken emek dünyasında hiç mi değişim gözlemiyoruz? Her şeyin ölçülebilmesine doğru? Dijitalleşmenin iş ve işçi sınıfı üzerindeki gerçek etkilerini anlayabilmenin sırrı, bu etkileri Marx’ın sosyal olarak gerekli emek zamanı kavramının süzgecinden geçirmekte yatıyor. Marx, sosyal olarak gerekli emek zamanı kavramını sermayeler arası rekabetin dinamiklerini açıklayabilmek için geliştirmişti. Kapitalist işletme, rakip kapitalistlerle girişilen rekabette öne geçebilmek için, işçileri, bir işçinin birim zamandaki üretiminin, kendi sektöründeki ortalamaların altına düşmeyeceği şekilde kullanmak zorundadır. Bu ortalama, söz konusu ürünü üretebilmek için sosyal olarak gerekli emek zaman biçiminde ifade edilir. Bu, yeni teknolojik uygulamaların piyasaya sürülmesi, veya emeği yönetmenin ve sömürmenin yeni yollarının keşfi ile sürekli değişime uğrayacaktır. Marx sosyal olarak gerekli emek zamanı ile tüm ürünlerin ortak pazar değeri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Farklı değerler tek bir sosyal değer cinsinden eşitlenebilmelidir, yani yukarıda bahsedilen pazar değerinde. Bu, aynı türden ürünler satan üreticiler arası rekabet ve ürünlerini satışa çıkardıkları bir ortak pazar anlamına gelir”.58 Böylelikle, kapitalistin üzerinde çalışma prosedürlerini yenileyerek ve işçilerinin rakip firmanınkiler kadar 57 Nordhaus, 2015, sayfa 28.
56 Bkz www.techradar.com/news/computing-components/the-pcrare-metals-crisis-921363
58 Marx, 1966.
57
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
verimli çalışıp çalışmadığını gözleyerek, rakiplerinin gerisinde kalmamayı garanti etme basıncı oluşur. Bu süreç tümüyle kapitalist üretim dinamiğine içkindir. Daha da önemlisi, yeni teknolojilerin kullanımı, sadece verimliliği arttırmada değil, aynı zamanda işverenin, üretimin çıktısını gerçek zamanlı izleme becerisini arttırarak işçiyi kontrol etmesini sağlamada da, bu süreçler açısından merkezi rol teşkil eder. Azami verimlilik sağlayabilmek ve bizim çalışmamızdan mümkün olan en fazla artı değeri çıkartabilmek için, emeğimizin fiziksel ve zihinsel tüm unsurları sermaye tarafından sürekli izlenmek ve kontrol edilmek zorundadır. Marx, işçinin hem somut hem de soyut emeğinden değer üretme sürecinin kavramlaştırılmasını daha da ileriye götürdü. Somut veya faydalı emek kullanım değeri olan belli bir şeyi veya etkiyi üretmek için çalışma eyleminin kendisidir. Soyut emek ise somut eylemlerin rekabet disiplini altında denkleştirilmesi ile değerin (sosyal olarak gerekli emek zaman dinamiği içinde) üretildiği süreçtir. Soyut emeği tanımlarken, Marx’ın tüm emeğin hem soyut hem somut halde var olan ikili bir karakteri olduğunu önerdiğini anlamak önemlidir. Ne var ki, emeğimizin meyveleri esas soyut emek üzerinden pazarlaştırılır. Emeğin ürününün emekçiye yabancılaşmasının kökünde de bu yatar. Yani soyut emek, yabancılaşmanın kaynaklarından biridir. Yani işverenlerin, işimizi izlemeye, kaydetmeye ve kontrol etmeye, ayrıca fabrikalarda ofislerde, sektörde ve meslekte standartlaşmış hedefler koymaya yönelik sürekli artan bir arzusu olması pekala olağandır. Hedeflenen bu kültürün, ve sadece fabrikada değil hizmet ve idare alanında da karşımıza çıkan modern çalışma hayatının diğer yabancılaştırıcı deneyimlerinin kökünde yatan da şüphesiz, bahsedilen dinamikten gelen, sürekli genişleme eğilimindeki emeğin çıktısını rakamlaştırma/ soyutlama eğilimidir. İşverenlerin her şeyi ölçme iştahı, hiçbir iş veya mesleğin kaçamayacağı ölçekte bir yayılma gücüne sahip. Çalışma takvimlerimize hedefler konulur, değerlendirme testleri ve yeterlilik/disiplin prosedürleri yoluyla izlenir, kontrol edilir. Emeğin bu şekilde rakamlara tercüme edilmesi modern insan kaynakları pratiğinin de kutsal kasesidir. Yalnızca fiziksel girdi ve çıktıyı hesaplamakla yetinmez, psikolojik, sosyal ve davranışsal olanın alanına doğru yayılır. Örneğin eğitim sektöründe, Microsoft’un tasarladığı “öğretmen ve okul yöneticilerini” 39 yeterlilik kriteri üzerinden değerlendiren bir matriks kullanılıyor. Bu kriterle, “meseleyi havada kapma” ve “belirsizlikle baş etme” kulağa hoş gelen isimler altında değerlendirilmeye hazır bekliyor. Sırf “meseleyi havada kapma” kategorisi “temel” ve “uzman” arasında 4 seviyeye ayrılırken, “uzman” seviyesinin ayrıca dört ayrı yeterlilik seviyesi bulunuyor.
Bu klasik Marksist perspektiften, yeni iletişim teknolojilerinin, karı maksimize etmek için emeği edilgenleştirmek adına sermayenin kendi çıkarları doğrultusunda nasıl soğurulacağını öngörmek pekâlâ mümkün. Aynı şekilde, dijitalleşmenin sermaye tarafından işçiyi takip etme, izleme, ölçme ve kontrol etme becerisini genişletmek doğrultusunda kullanılacağını söylemek de kehanet sayılmaz. Buna paralel olarak, neo-liberalizme giden yol ayrımında cisim bulan, sermayenin işçiyi atomize etmek ve tekilleştirmek yoluyla onun “artı değerini” açıkta ve ölçülebilir kılma becerisine güç katarak hakimiyetinin sınırlarını genişleten de bir eğilim var. Bu neo-liberal trend, örneğin, toplu sözleşme yerine, daha da acımasız yeterlilik ve disiplin testleri anlamına gelen, bireysel performans kriterleri üzerinden ücretlendirilmeyi teşvik ediyor. Kimi yorumculara göre, sadece yaptığımız işin fiziksel niteliği üzerinden değil psikolojik ve sosyal katkılarımız üzerinden de ölçüme tâbi tutulduğumuz bu ayrıştırma ve atomize etme süreçlerinin derin toplumsal, maddi ve kültürel etkileri var.59 Dyer-Witheford gibi başkalarına göre ise, bu, iş ve emeğin sınırlarının, bir “sibertarya”60 yahut “siber-proletarya” cinsinden yeniden tanımlanmasını gerektiriyor olabilir. Bununla kolektivize işçinin fabrika ve ofisin dışına uzanan bir ücretsiz rakipler havuzunun varlığı ile terbiye edilen ve şekil verilen bir özneye dönüştüğü kast ediliyor.61 Ne var ki böylesi bir teşhis, Marx ve Engels’in, yalnız işsizleri değil ücretli emeğin dışında kalan, emek gücünün toplumsal yeniden üretimini sağlayanları da içeren, emek ordusu rezervi veya daha doğrusu “artık nüfus” kavramlarından pek de farklı bir şey anlatmıyor. Bu benzerlik de şüphesiz siber-proletarya vizyonunun eşsizliği üzerine gölge düşürüyor. Aynı şekilde “kolektif işçi” tanımı da Marx’ın üretimin ivedi süreçlerinin sonucu olarak ileri sürdüğü bir kavram. İşçiler işveren ve üretim süreçleri tarafından kapana kıstırılmışlardır, fakat aynı sebepten kolektifleşmişlerdir de. Marx bu ikili dinamiği kapitalist emek süreçlerinin özü olarak tarif eder, ve “dijital işçi” kavramı henüz bunun geçerliliğini sona erdirmiş değildir. Zira, işveren hala emeğimizi sömürmenin ve üzerinden artı değer üretmenin peşindedir. Fakat bu, dijitalleşmenin, çalışmayı dijital öncesi dönemdekinden farklı kılan bazı özelliklerinin olmadığı anlamına gelmez elbette. Sermaye her zaman ölçmenin ve kontrol etmenin peşinde olmuştur. Daha 1900’lerin başında Lillian ve Frank Gilbreth ile Frederick Winslow’ın hareket üzerine çalışmaları, üretim sürecindeki 59 Örneğin Moore, 2014. 60 Huws, 2003. 61 Dyer-Witheford, 2015.
58
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
fiziksel hareketleri standardize etmeyi amaçlıyordu. Gilbreth’ler bir işi yapmak için “gerekli” zamanı kaydedebilmek ve öngörebilmek için motorlu kamera ve hassas kronometreler bile kullanmışlardı Taylor ve Charles Bedaux gibi başkaları, ölçüm meselesini işçileri spesifik işler için gruplamanın fizyolojik ve hatta psikolojik özelliklerine varacak kadar ileri götürdüler. Bu eğilim 20’ler ve 30’lar boyunca devam etti. Böylesi ölçüm biçimler savaş sonrası dönemde hızla hizmet sektörü ve ofis alanlarına yayıldı. En basit işler bile 1948’de Amerika’da geliştirilen Zaman Ölçüm Metodu sisteminin fotoğraf bankaları üzerinden zaman ölçümüne tâbi tutuluyordu. Bu fotoğraf bankaları bir dolma kalemi yerinden kaldırmak veya bir kağıdı dosyaya koymak gibi gündelik ofis işlerini resmediyor, ve ekte bir beklenilen ortalama eylem süresi barındırıyordu. Ancak dijitalleşme şüphesiz çok daha geniş ve derinlemesine ölçüm yöntemlerine olanak sağlıyor. Üstelik yalnızca ürettiğimiz fiziksel çıktının somut emek cinsinden tutarlılığını ölçmek için değil, buna paralel ara unsurlar cinsinden, soyut emeğimiz üzerinden elde edilen değeri ölçmek için. Bu ara unsurlar, sosyal, fizyolojik ve psikolojik değer biçme eğilimlerimizi de soğuruyor elbette. İvedi ölçümler için, dijital kayda ve işverene acil geri bildirime elverişli bir “ölçülebilir” veri listesi çıkarabiliyoruz. Süpermarketler, depo işçilerinin hareketlerini işlemek için Radyo Dalgası Tanıma sistemi (RFID) kullanıyor, hatta bazı işverenler işçilere çip takılması gerektiği konusunda ısrarcı.62 Amerikan analitik firması Sociometric Solutions, 20 şirkete, içinde mikrofon, yer gösterici ve ivme ölçer bulunan kimlik kartları sağlıyor.63 Giyilebilir ivme ölçerler veya akıllı telefon uygulamaları bireysel vücut hareketlerini izleyebiliyor, hatta “duygusal” geri bildirim için şirket toplantılarındaki vücut dilini dahi kaydedebiliyor. Bu, üstelik kimi zaman gizli olabilen ivme ölçerler vücut dilinizi izliyor ve örneğin ne sıklıkla vücudunuzu masadan uzaklaştırdığınızı kaydedebiliyor: “Her günün sonunda, yaka kartlarınız, ofis davranışlarının yaklaşık 4 gigabyte’lık verisini toplayacaktır”.64 Aynı şekilde, mikrofonlar, sesinizin şirket toplantılarındaki ton ve şiddetini veya vücut dilinizi kaydedebilir. Tüm bunlar ve ayrıca insanların kendi kendilerini izlemesine yarayan FitBit ve Jawbone gibi uygulamalar işverenlerin beğenisine sunulmuş durumda ve kullanıcıları
gittikçe artıyor.65 İşverenler ayrıca, verimlilik seviyemizi öngörmelerini sağlayacak yardımcılar olarak fiziksel ve psikolojik durumumuzu kaydeden yeni teknolojiler de kullanıyorlar. Ne var ki bunlar çoğunlukla “çalışan sağlığı” kılığı altında sunuluyor. Elbette özel sigorta şirketleri de bu tür verileri poliçe ücretlendirmede kullanabilmenin hayalini kuruyordur. Google Glass gibi gizli kayıt sistemleri iş görüşmelerinde adayın sorulara verdiği cevapları kaydedip, spesifik görevlere uygunluğun ölçülebilmesi adına detaylı olarak incelenebilmesi için kullanılabiliyor. İşverenlerin bir şeyleri ölçme ve kaydetme arayışının sonucu olarak yeni “yeterlilik” kriterleri nöro-endokrinolojik fonksiyonların bio-medikal kayıtlarının psikolojik değerlendirmesinin ve kataloglanmasının yolunu açıyor. Bu güya iyi bir “duygusal zekaya” dair öngörülerde bulunulabilmesini sağlıyor, duygusal farkındalık ve öz kontrol gibi mesela.66 Google şeker ve glukom hastalıklarını izleyebilen bir kontakt lens geliştirdi ve yakın zamanda iğnesiz kan testi yapabilen bir aygıt için patent başvurusunda bulundu. Bu aygıt “bir mikro partikül kapsülü içinde derinin altına bir gaz kütlesi gönderiyor. Kan deriden salındığında, basınçlı negatif kapsül tarafından emilerek”67 çalışıyor. Cihaz giyilebilir bir cihaz ve esas olarak kan şekerini ölçmek için tasarlanmış. Pek ala işverenlerin işçilerin sağlığını izlemesi için de kullanılabilir. Peter Fleming’in önermesine göre, dijitalleşme tam da bu alanda, sermaye tarafından, şirketlerin işçilerin bedeni üzerindeki “bio-kuvvetinin” yeni ifadelerini üreterek, işverenin hakimiyetini genişletebilir.68 Elbette bunların çoğu işveren fantezileri olarak değerlendirilmelidir; zira işçiler etiketlere, iğnelere veya kontakt lenslere de, tıpkı zaman çizelgesine ve paydos düdüğüne direndikleri gibi direneceklerdir. Telekom işçilerine arama geldiğinde nerede olduklarının izlenebilmesi için çağrı cihazları verildiği zamanı düşünmek yetecektir: çoğu cihaz ya “kazara” çamaşır makinasına düşmüştü ya da ertesi gün gizemli bir şekilde çalışmamaya başlamıştı. Anlaşılması gereken nokta şu ki, hiçbir teknoloji işverenin elinde etkileri bakımından “nötr” değildir, ancak kullanımına da pek ala karşı gelinebilir. Bu makalede, bedenlerimiz ve benliklerimiz üzerindeki işveren hakimiyetinin yoğunlaşmasının, yabancılaşmamızın kaynaklarından biri olduğunun altını çizmeye çalıştım. Düşüncelerimiz ve eylemlerimiz 65 Bu eğilimlerin daha kapsamlı bir şekilde ortaya konması için bkz. Moore ve Upchurch
62 Cellan-Jones, 2015. 66 Boyatzis ve Akrivou, 2006. 63 Bkz http://slidingdoorcom.blogspot.co.uk/2015/09/ spying-in-office-walls-have-ears.html
67 Duhaime-Ross, 2015.
64 Kimura, 2015.
68 Fleming, 2015.
59
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
üzerindeki kontrolümüz sermaye tarafından kendi lehine altüst edilmeye çalışılıyor. Fiziksel olandan, psikolojik ve sosyal olana doğru yayılıyor ve 100 seneyi aşkın zaman önce, zaman ve hareketi ölçme/ kaydetme teşebbüsleriyle başlayan kontrol süreçleri gittikçe yoğunlaşıyor. Böylesi alt üst etme ve benimsetme girişimleri karşılıksız kalmayacaktır, zira sermayenin zorunluluklarına karşı direniş, işyerinin sermayeye yapısal karşı çıkışının parçası ve esas arazisidir. Gerçekten de teknoloji yoluyla idari kontrole karşı direniş, tarih boyunca sanayi ile emek arasındaki ilişkiyi tanımlayan pozisyonda olmuştur, bu ister otomotiv işçilerinin Taylorizme karşı çıkışı olsun, ister daha en başından işverenin, vardiya içi boşlukları azaltma girişimlerine karşı verilen mücadele. Fakat unutmamak gerekir ki, teknolojiye karşı mücadele, kontrole karşı mücadeleden gelmelidir. Şüphesiz teknoloji daima sermaye tarafından hakimiyetini güçlendirmek için kullanılacağı gibi, işçiler tarafından, pekâlâ kâra değil ihtiyaç ve gereksinimlere dayalı bir toplum yaratmak için de kullanılabilir. Kontrole karşı savaş pekâlâ Marx’ın da dediği gibi, insanlığın özgürleşmesinin anahtarı olabilir, fakat kökleri “maddi olmayan” olanda değil, kapitalizme karşı maddi mücadelede yatar. Martin Upchurch, Londra Middlesex Üniversitesi, Uluslararası İstihdam İlişkileri bölümünde öğretim üyesidir. Çeviri: Deniz Güngören Referanslar Amlen, Deb, 2014, “SexFit: Because We Don’t Have Enough Things to Measure”, www.yahoo.com/tech/sexfit-because-we-dont-have-enough-things-to-measure-94172149719.html Attwood-Charles, Will, and Juliet B Schor, 2015, “The Tyranny of Levelled Workplaces”, American Sociological Association (17 August), http://workinprogress.oowsection.org/2015/08/17/ the-tyranny-of-leveled-workplaces/#more-3152 Barbrook, Richard, 1998, “The Hi-tech Gift Economy”, First Monday, issue 3, www.firstmonday.org/ojs/index.php/fm/article/ view/631/552 Bell, Daniel, 1973, The Coming of Post-Industrial Society (Basic Books). Boyatzis, Richard, and Kleio Akrivou, 2006, “The Ideal Self as the Driver of Intentional Change”, Journal of Management Development, volume 25, issue 7.
Choonara, Joseph, 2015, “Brand New, You’re Retro”, International Socialism 148 (autumn), http://isj.org.uk/brand-new-youre-retro Darlington, Ralph, 2016, “Official and Unofficial Action in the Fight Against Anti-union Laws”, International Socialism 151 (summer), http://isj.org.uk/the-fight-against-anti-union-laws/ Dean, Jodi, 2005, “Communicative Capitalism: Circulation and the Foreclosure of Politics”, Cultural Politics, volume 1, issue 1, https://commonconf.files.wordpress.com/2010/09/proofs-of-tech-fetish.pdf Dennett, Daniel, 1991, Consciousness Explained (Penguin). Domenech, Josep, Marian Rizov, and Michela Vecchi, 2015, “The Impact of Companies’ Websites on Competitiveness and Productivity Performance” (Conference Paper: First International Conference on Advanced Research Methods and Analytics). Doogan, Kevin, 2009, New Capitalism? The Transformation of Work (Polity). Duhaime-Ross, Arielle, 2015, “Google Wants your Blood”, The Verge (3 December), www.theverge.com/2015/12/3/9846088/google-needle-free-blood-draw-patent Dyer-Witheford, Nick, 2015, Cyber-Proletariat: Global Labour In The Digital Vortex (Pluto). El-Sahli, Zouheir, and Richard Upward, 2015, “Off the Waterfront: The Long-run Impact of Technological Change on Dock Workers”, Working Paper 2015:11, Department of Economics, Lund University. Fleming, Peter, 2015, Resisting Work: The Corporatization of Life and Its Discontents (Temple University Press). Fordham, Louise, 2015, “What Place does Wearable Technology Have in Workplace Health Strategies?”, Employee Benefits (15 September), www.employeebenefits.co.uk/what-place-does-wearable-technology-have-in-workplace-health-strategies/ Fuchs, Christian, 2010, “Labor in Informational Capitalism and on the Internet”, The Information Society, volume 26, issue 3. Gibbs, Samuel, 2016, “Mercedes-Benz Swaps Robots for People on its Assembly Lines”, Guardian (26 February), www.theguardian. com/technology/2016/feb/26/mercedes-benz-robots-people-assembly-lines Goodridge, Peter, Jonathan Haskel, and Gavin Wallis, 2009, “UK Innovation Index: Productivity and Growth in UK Industries”, Nesta Working Paper 12/09. Gordon, Robert J, 2016, The Rise and Fall of American Growth (Princeton University Press) Gorz, André, 1999, Reclaiming Work: Beyond the Wage-Based Society London (Polity).
Bramham, Peter, 2006, “Hard and Disappearing Work: Making Sense of the Leisure Project”, Leisure Studies, volume 25, number 4.
Green, Pete, 2016, “Paul Mason’s PostCapitalism: A Response to Joseph Choonara”, International Socialism 149 (winter), http:// isj.org.uk/paul-masons-postcapitalism-a-response-to-joseph-choonara/
Braverman, Harry, 1974, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century (Monthly Review).
Hardt, Michael, and Antonio Negri, 2000, Empire (Harvard University Press).
Callinicos, Alex, 2014, Deciphering Capital: Marx’s Capital and Its Destiny (Bookmarks).
Harman, Chris, 1979, “Is a Machine After Your Job?” (SWP), www. marxists.org/archive/harman/1979/machine/index.htm
Castells, Manuel, 1996, The Rise of the Network Society: The Information Age: Economy, Society and Culture, Volume 1 (Blackwell).
Harman, Chris, 1991, “A Class of Robots?”, Socialist Review (November), www.marxists.org/archive/harman/1991/11/robots. htm
Cellan-Jones, Rory, 2015, “Office Puts Chips Under Staff ’s Skin”, BBC News (29 January), www.bbc.co.uk/news/technology-31042477
60
Child, John, 1975, “Technical Progress”, in Brian Barrett, Rhodes Beishon, and John Beishon (eds), Industrial Relations and the Wider Society (Open University Press).
Huws, Ursula, 1999, “Material World: The Myth of the Weightless Economy”, Socialist Register 1999: Global Capitalism vs Democracy.
Dijital boşluğa doğru? | Martin Upchurch
Huws, Ursula, 2003, The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World (Monthly Review). Jenkins, Clive, and Barry Sherman, 1979, The Collapse of Work (Eyre Methuen). Kimura, Tara, 2015, “How New Data-collection Technology Might Change Office Culture”, CBC News (14 September), www.cbc. ca/news/technology/how-new-data-collection-technology-might-change-office-culture-1.3196065 Kirkup, James, 2016, “Strike All You Like, Doctors—Technology will Soon Take Away your Power”, Daily Telegraph (12 January), http://tinyurl.com/zkh78bq Knaebel, Rachel, 2016, “Germany Looking for Ways to Defend the Workers of the Digital Age”, Equal Times (9 May), www. equaltimes.org/germany-looking-for-ways-to-defend Kurzweil, Raymond, 2005, The Singularity Is Near (Viking). Marx, Karl, 1977 [1859], Preface to A Contribution to the Critique of Political Economy (Progress Publishers), www.marxists.org/ archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm Marx, Karl, 1966, Capital, Volume 3 (Penguin), www.marxists.org/ archive/marx/works/1894-c3/ Marx, Karl, 1973 [1857], Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy (Penguin), www.marxists.org/archive/marx/ works/download/Marx_Grundrisse.pdf Mason, Paul, 2015, PostCapitalism: A Guide to Our Future (Allen Lane). Michaels, Guy, and Georg Graetz, 2015, “Industrial Robots have Boosted Productivity and Growth, but their Effect on Jobs Remains an Open Question”, http://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/robots-at-work-the-impact-on-productivity-and-jobs Moore, Phoebe, 2014, “Tracking Bodies, the ‘Quantified Self ’ and the Corporeal Turn”, in Kees van der Pijl (ed), Handbook of the International Political Economy of Production (Edward Elgar). Moore, Phoebe, and Martin Upchurch, 2015, “Feedback, Performance and the Quantified Self ”, unpublished paper available from the authors.
com/2015/08/23/robots-and-ai-utopia-or-dystopia-part-one/ Roberts, Michael, 2016a, “Robert J Gordon and the Rise and Fall of American Capitalism” (14 February), https://thenextrecession. wordpress.com/2016/02/14/robert-j-gordon-and-the-rise-andfall-of-american-capitalism/ Roberts, Michael, 2016b, “Can Robots Usher in a Socialist Utopia or only a Capitalist Dystopia?”, Socialist Review (July-August), http://socialistreview.org.uk/415/can-robots-usher-socialist-utopia-or-only-capitalist-dystopia Shapiro, Carl, and Hal Varian, 1998, Information Rules: A Strategic Guide to the Network Economy (Harvard Business School Press). Terranova, Tiziana, 2000, “Free Labor: Producing Culture for the Digital Economy”, Social Text, volume 18, number 2. Thompson, E P, 1982 [1963], The Making of the English Working Class (Penguin). Titcomb, James, 2015, “Google’s Meetings with UK Government over Driverless Cars Revealed”, Telegraph (12 December), www.telegraph.co.uk/technology/2016/01/21/googles-meetings-with-uk-government-over-driverless-cars-reveale/ Tobe, Frank, 2013, “Rethink Robotics is Downsizing”, http://robohub.org/rethink-robotics-is-downsizing/ Toffler, Alvin, 1970, Future Shock (Bodley Head). UKCES (UK Commission for Employment and Skills), 2014, “The Future of Work: Jobs and Skills in 2030”, Evidence Report 84 (February), www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/ attachment_data/file/303334/er84-the-future-of-work-evidence-report.pdf van den Broek, Diane, 2010, “From Terranova to Terra Firma: A Critique of the Role of Free Labour and the Digital Economy”, The Economic and Labour Relations Review, volume 20, number 2. Veal, Anthony, 2009, “The Elusive Leisure Society, 4th Edition”, School of Leisure, Sport and Tourism Working Paper 9, Sydney University of Technology, https://opus.lib.uts.edu.au/handle/10453/19821
Moulier Boutang, Yann, 2012, Cognitive Capitalism (Polity). Nafus, Dawn (ed), 2016, Quantified: Biosensing Technologies in Everyday Life (MIT Press). Negri, Antonio, 1989, The Politics of Subversion: A Manifesto for the Twenty-first Century(Polity). Nordhaus, William, 2015, “Are We Approaching an Economic Singularity? Information Technology and the Future of Economic Growth”, Cowles Foundation Discussion Paper number 2021, Yale University, http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=2658259 Paul-Choudhury, Sumit, 2016, “Outsmarted?’”, New Scientist (25 June). Pfeiffer, Sabine, 2016, “Robots, Industry 4.0 and Humans, or Why Assembly Work is more than Routine Work”, Societies, volume 6, issue 2, www.mdpi.com/2075-4698/6/2/16/htm Porter, Michael, 2001, “Strategy and the Internet”, Harvard Business Review (March), https://hbr.org/2001/03/strategy-and-the-internet Pradella, Lucia, 2015, “The Working Poor in Western Europe: Labour, Poverty and Global Capitalism”, Comparative European Politics, volume 13, issue 5. Rifkin, Jeremy, 1995, The End of Work: The Decline of the Global Labor Force and the Dawn of the Post-Market Era (Putnam). Roberts, Michael, 2015, “Robots and AI: Utopia or Dystopia? Part One”, (23 August), https://thenextrecession.wordpress.
61
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” Çağla Oflas
B
undan 100 yıl önce 15 Ocak 1919 günü Rosa Lüksemburg tutuklandığı günün akşamı katledildi. Onun katledilmesi Alman Devrimi’nin yenilgisi dışında uluslararası sosyalist harekete ağır bir darbe oldu. Polonya’da doğan Rosa Lüksemburg, Almanya, Polonya ve Rus devrimci hareketinin içinde yer aldı. Polonya Sosyalist Partisi’nin kurucusu olan Rosa, parçası olduğu Rus devrimci hareketinin içinde aktif yer alırken, dünyanın en kitlesel, en güçlü partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi(SPD)’nin de önde gelen liderleri arasındaydı. Rosa Lüksemburg Marx’tan sonra Marx’ın fikirlerinin en önemli taşıyıcısıdır. Yaşamı boyunca devrimci Marksist geleneğin mihenk taşı olan aşağıdan sosyalizm anlayışını “bürokratik ve devletçi sosyalizm” anlayışına karşı aralıksız savundu. Marx ve Engels’den sonra halefi sayılan Kautsky’e karşı çağdaşları hayranlık beslerken, Kautsky’nin reformist fikirlerini ilk teşhir eden devrimci oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda SPD’nin işçi sınıfını birbirine kırdıran sosyal şovenizmine karşı enternasyonalizmin bayrağını ilk yükseltenlerdendi. Rosa, genç yaşlardan itibaren atıldığı işçi mücadelesinden hayatının sonuna kadar kopmadı. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” yaklaşımından ömrünün sonuna kadar vazgeçmedi. Sosyalizm ne aydınlanmış kadrolar tarafından, ne parlamenter yolla ne de küçük bir komplocu grubun çabalarıyla yukarıdan aşağıya kurulabilirdi. Kapitalizm ancak işçi sınıfının kitlesel eylemleriyle aşağıdan yukarıya yok edilebilirdi. Stalinist gelenek, Rusya’da egemenliğini kurmaya başladığı 1920’li yılların sonundan itibaren Rosa Lüksemburg’un kitaplarını yasakladı. Stalinist bürokrasi, Troçki gibi Rosa Lüksemburg’un eserlerinde de işçi sınıfının aşağıdan kolektif eylemine dayanan bir sosyalizm anlayışı anlatıldığı için Rosa’yı “kendiliğindenci” olmakla, örgütsüzlüğü savunmakla yaftaladı. Ne yazık ki Stalin sonrası birkaç kuşakta süren, kendi eylemini işçi kitlelerin yerine koyan ikameci yaklaşımlar, hâlâ bu sağcı fikirleri savunmakta bir beis görmemekte. Oysa Rosa Lüksemburg tüm yaşamı boyunca örgütlü mücadele içinde yer aldı. Bu mücadele içinde defalarca hapis yattı, kaçak yaşadı. Ancak içinde yer aldığı SPD’nin bürokratik aygıtına ve reformizme karşı mücadele
62
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
etmekten vazgeçmedi. Bunu yaparken her zaman işçi sınıfının eyleminin gücüne inandı. Bu nedenle de işçi sınıfı hareketiyle kopmamaya özen gösterdi. Örgütsel çıkarlarını, sınıfın çıkarları yerine koyan her türlü sekterizmle arasına mesafe koydu. Tarihin akışı Rosa’nın pek çok konuda haklı olduğunu ispatladı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ilk işçi devrimi 1917’de Rusya’da gerçekleşti. 1918’de Almanya’da devrimci işçi konseyleri savaşa son verdi. 1919’da İtalya’da, 1925’de Çin’de, 1936’da İspanya’da geniş işçi kitleleri toplumu altüst ettiler. Rosa Lüksemburg, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’ne tüm kalbiyle sahip çıktı. İşçi sınıfının kazanmasında Lenin ve Troçki’nin payını teslim etti: Lenin, Troçki ve yoldaşları tarihsel bir dönemeçte bir partinin gösterebileceği, cesaret, devrimci öngörü ve tutarlılığı gösterebilmişlerdir. Batıdaki Sosyal Demokrasi’de olmayan bütün devrimci onur ve yetenek Bolşeviklerde temsil edilmekteydi. Onların Ekim başkaldırısı sadece Rus Devrimi’nin gerçek kurtuluşu olmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası sosyalizmin onurunun da kurtuluşu oldu.1 Rus Devrimi’ne sahip çıkmakla birlikte eleştirmekten geri durmayan Rosa, devrimi bekleyen temel sorunu ortaya koydu. Rusya’da problemin ortaya konulabileceğini ancak Rusya’da çözülemeyeceğini anlatan Rosa, tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığına vurgu yaptı. Rus Devrimi’nin yalnız kalması hâlinde eski toplumun tüm kalıntılarının Rusya’da gerçekleşen devrimi boğacağının altını çizdi. Nitekim Ekim Devrimi’nin izole olduğu koşullarda iktidarı alan Stalinist bürokrasi işçi sınıfının tüm kazanımlarını gasp etti. Rosa Lüksemburg derin bir hümanizm ile birlikte canlı sevgisine sahipti. Günümüzde yaşasaydı kuşkusuz türcülüğe karşı mücadelenin en ön saflarında yer alırdı. Rosa Lüksemburg, 1916 ve 1917 arasında tutuklu bulunduğu hapishaneden yazdığı mektupta, kısa gezintilerinden birinde sığırlara yapılan kötü muamelenin onda açtığı derin yaradan bahsetti. Ancak devrimci Marksist Tony Cliff ’in dediği gibi, “Rosa Lüksemburg, insanlık trajedisinin destanlaştığı yerde, gözyaşlarının yeterli olmadığını biliyordu. Onun temel inancı, Spinoza’nınki gibi: ‘Ağlama, gülme, fakat anla’”2 biçiminde olabilirdi. Ölümünün ardından yakın arkadaşı Klara Zetkin onu şöyle anlattı: 1
2
Rosa Luxemburg, 2013, Rosa Luxemburg Kitabı: Seçme Yazılar, der. Peter Hudis, Kevin B. Anderson, çev. Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, Ankara. s.430. Tony Cliff, 1998, Rosa Lüksemburg, çev. Metin Fırtına, Z Yayınları, İstanbul. s.122.
Rosa Lüksemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı toplumsal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını sosyalizme adadı. Kendisini sadece trajik ölümünde değil, fakat bütün hayatı boyunca, her gün, her saat, yıllar boyu süren bir mücadelede sosyalizme hasretti. O keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi. 3 Reformizme karşı devrim: “Amaç her şeydir” Rosa Lüksemburg kapitalizmi devrimci yöntemlerle alaşağı etmek yerine onu parlamenter ya da başka biçimlerle iyileştirmeye çalışan reformist fikirlere karşı açık cephe aldı. Engels’in ölümünden sonra SPD içinde reformizm adım adım etkili hâle geldi. Reformist çizgi 1890 sonrasında güç kazandı. Partinin etkinlik alanının da genişlemesi sayesinde sağcı fikirler İkinci Enternasyonal içinde de hegemonya kurabildi. SPD içinde reformist fikirlerin gelişmesinde partinin yapısal sorunları önemli bir faktör olmakla birlikte reformizmin dayanağını oluşturan fikirlerin gelişiminde kuşkusuz en etkili figür Eduard Bernstein’dı. Bernstein, Marksizm’in devrimci özünü tahrip edip, revize ederken Marksizm’den tüm sapmalarda olduğu gibi Marx’a yaslandı. Bernstein’a göre işçi sınıfının kapitalizmi yıkması gerektiği fikri, kapitalizmin ehlileştirildiği, günden güne uysallaştırıldığı koşullarda bir anlam ifade etmiyordu. “Ne olursa olsun, nihai amaç benim için hiçbir şeydir; hareket ise her şeydir”4 diyen Bernstein, kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmediğini iddia etti. Karteller, tröstler ve kredi kurumları sistemin anarşik yapısını adım adım düzeltiyorlardı. Marx’ın öngörülerinin aksine, durgunlukların sürekli tekrarlanması yerine sürekli refaha doğru bir eğilim vardı. Üretim dallarının sürekli çeşitlenmesi nedeniyle geniş işçi kesimlerinin orta sınıfa yükselmeleri sonucunda orta sınıfların sağlamlaşması ve sendikal mücadeleyle işçi sınıfının yaşam, çalışma ve siyasal koşulları düzelme gösteriyordu. Bernstein’ın sahip olduğu sağcı fikirlerin özünü kapitalist sistemin içinde varlığın sürdüren “sosyal refah devleti” oluşturuyordu. Bu çözümlemeye göre sosyalist bir parti, nihai hedefini işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının adım adım iyileştirilmesiyle sınırlandırmalıydı. Kapitalizmi yıkmak yerine ele geçirmeyi önerdi. Sendikalar, kooperatifler sosyalizme geçmek için temel ekonomik araçlardı. Değişimin yolu parlamenter demokrasiden geçmekteydi. 3
a.g.e. s.122.
4
Rosa Lüksemburg, 1993, Sosyal Reform mu Devrim mi?, çev. Nihal Yılmaz, Belge Yayınları, İstanbul. s.42
63
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
Bernstein’ın Marksizm’e ilişkin en temel tahribatı devlet ve devrim konusunda oldu. Kapitalist devletin burjuvazinin çıkarlarını koruyan baskı aygıtından başka bir şey olmadığı gerçeğinin üzerini örttü. Devleti sınıflar üstü bir kategoriye oturttu ve devleti tüm toplumun temsilcisi gibi göstermeye çalıştı. Parlamenter yolla, kapitalizm altında tüm topluma hizmet verecek, kapsamlı sosyal reformları gerçekleştirecek “sosyal devlet” fikrini ortaya koydu. Rosa Lüksemburg ise reformlar için verilen mücadeleyle devrim arasında ayrılmaz bir bağ kurdu. Rosa Lüksemburg için işçi sınıfının demokratik talepler, yaşam ve çalışma koşularının iyileştirilmesi için verdiği mücadele, kapitalizmin yıkımına giden tek yoldur. Aynı zamanda reformlar için mücadele işçi sınıfı için bir okuldur. İşçi sınıfı mücadele içinde egemen sınıfa ait tüm fikirleri siler, süpürür. Kapitalizmi yıkma konusundaki gücünün farkına var. Bu ise onu daha cüretkâr hâle getirir ve aynı zamanda bu mücadelelerin bütünü, geleceğin sınıfsız toplumuna giden yolu açar. Tüm bu mücadelelerin belirleyici yanı nihai hedefidir. Reformlar için mücadele işçi sınıfının kapitalist devleti parçalayıp, yerine işçi devletini kurma görevini asla ortadan kaldırmaz. Aksine işçi sınıfının her bir kazanımını koruması nihai hedefine bağlıdır. Rosa Lüksemburg’un dediği gibi “amaç her şeydir”. Kapitalizmin kaçınılmaz döngüsü kriz Bernstein’a göre krizler, işleyişte ortaya çıkan bazı arızalardan kaynaklanmaktaydı ve bunlar olmasa, sistem aksamadan işleyebilirdi. Rosa Lüksemburg aksine, kapitalist sistemin “arızalar” olmadan var olamayacağını anlattı: Kapitalist üretimin “rahatsız edilmeden” yürümesinde, kapitalizme yönelik, bunalımlardan daha büyük bir tehlike vardır. O da üretim ile değişim arasındaki çelişkiden kaynaklanan, tehlike değil, kâr oranlarının sürekli düşmesine yol açan emek verimliliğindeki büyümenin kendisidir. Kâr oranlarının düşmesi, tüm küçük ve orta boy sermayenin üretimini olanaksızlaştırma, böylece yeni oluşumu, onunla birlikte sermayenin yerine konmasını sınırlama gibi çok tehlikeli bir eğilime yol açmaktadır.5 Rosa Lüksemburg karteller, tröstler ve kredi düzeninin krizi derinleştirdiğine dikkat çekti. Kredi sisteminin kapitalizmin tüm ana çelişkilerini yeniden ürettiğini, son sınırına getirdiğini ve çöküşü yönündeki gidişatı hızlandırdığını anlattı. En genel tanımıyla kredinin özgül işlevi diyordu Rosa: Tüm kapitalist ilişkilerdeki son sağlamlılığı yok etme, her tarafı en fazla esnekliğe sokma, tüm kapitalist güçleri son sınırına kadar genişletme, göreceli ve duyarlı yapmaktan başka bir şey değildir. Böylece kapitalist 5
64
Rosa Luxemburg, 2013, a.g.e., s.215.
ekonominin birbirlerini iten güçlerinin periyodik çarpışmalarından başka bir şey olmayan bunalımlarının derinleşip, kolaylaşacağı çok açıktır.6 Dünya kapitalizminin 1973-74 sonrası yaşadığı büyük krizden sonraki kırk yıllık süreç Rosa Lüksemburg’un haklılığını ortaya çıkardı. Son kırk yıllık yeni liberal süreçte kârlılık oranlarının görece düşük, işsizlik rakamlarının yüksek olduğu, üretkenlik artışlarının zayıf kaldığı ve gelir eşitsizliğinin ciddi şekilde artmasının sonucu finansal piyasaların ve işlemlerin hacminin olağanüstü büyüdüğü bir tablo ortaya çıktı. Sermayeler arası ilişkilerden, devletlerarası ilişkilere, hane halkına kadar genişleyen kredi sistemi nedeniyle son kırk yılda kapitalizm devasa çöküşler yaşadı. 1997-98 yılında Tayland’da başlayan Güney Kore, Malezya, Filipinler ve Endonezya’ya yayılan ekonomik kriz “Asya Kaplanları”nın çöküşüne yol açtı. Ardından 2001 yılında Türkiye ve Arjantin büyük bir çöküş yaşadı. 2008 yılında ABD’li işçilerin en yoksul kesimlerinin konut kredileri ve kredi borçlarının menkul kıymetleştirilmesi kapitalizmin tarihinde görülmüş en derin ekonomik krizlerden birine yol açtı. 2008 krizi sonrasında sisteme para pompalamak suretiyle genel bir çöküş engellendi ama bu krize yol açan sorunlara çare olmadığı için krizin etkileri hâlâ sürmekte. Nitekim ABD’nin yüksek faiz uygulaması ve sıkı para politikasına geçmesiyle birlikte gelişmekte olan ekonomiler yeniden kriz döngüsüne girdiler. Türkiye 2001’den sonra en derin borç krizini yaşamakta. Arjantin de kriz nedeniyle IMF’in kapısını çalmak zorunda kaldı. Rosa’nın da söylediği gibi kredi sistemi sermayenin zor durumda kaldığı zamanlarda kullandığı son bir çıpa ve çöküş kaçınılmaz. Ancak yaşanan her kriz sermayenin işçi sınıfına daha yoğun saldırılarına yol açmakta. Milyonlarca insanın sefalet koşullarında yaşamasına yol açan krizden kurtulmanın tek yolu kapitalizmden kurtulmak. Reformizmle tarihsel hesaplaşmanın önemi 1917 Ekim devrimi ve sonrasında, 2. Dünya Savaşı’na kadar geçen zamanda dünyanın pek çok yerinde devrimler, çalkantılı durumlar yaşandı. Bu devrimler Stalinizmin etkisindeki 3. Enternasyonal’in ihaneti sonucunda yenildi. 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya Rusya ve ABD ekseninde iki kampa ayrıldı. Doğu Avrupa ülkeleri Rusya tarafından işgal edildi. Savaş sonrasında işçi hareketi yeniden yükselişe geçti. 1930’lu yılların sonunda Fransa’da ve İspanya’da devrimci durumlar ortaya çıktı. Yunanistan’da iç savaş yaşandı. Stalinizmin ihaneti devrimin ilerlemesinin önüne geçti. İşçi sınıfı devrim yapamasa da tavizler koparabildi. Bir yandan sosyal demokrasi ve Stalinist partiler aracılığıyla 6
a.g.e., s.201.
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
işçi hareketi kontrol edildi. Diğer yandan işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için pek çok taviz verildi. Paralel bir şekilde devletin piyasaları düzenlediği ve hâkim olduğu Keynes politikaları uygulanmaya başlandı. Yıkılan Avrupa, devletler eliyle yeniden inşa edildi. Kamu yatırımları arttı. İşsizlik oranları önemli ölçüde azaldı. Batı Avrupa ülkelerinin tamamında sosyal güvenlik sistemi hayata geçirildi. İşçi sınıfı emeklilik hakkı ve ücretsiz sağlık hizmetleri hakkına kavuştu. İşsizlik sigortası fonu, kira yardımı gibi pek çok sosyal kazanım işçi sınıfının yaşam koşullarının iyileşmesine yol açtı. Kitlesel işçi mücadelelerinin bu kazanımlardaki rolü görmezden gelindi. “Sosyal devlet” adı altında verilen bu tavizler işçi devrimine gerek duymadan, kapitalizmin yarattığı zenginliğin paylaşılabileceğini savunan sosyal demokrat ve sendikal bürokrasinin reformist fikirlerinin güçlenmesine yol açtı. Aslında reformizme “devletin restorasyonu” fikri Lasalle’dan beri hâkimdi. Bernstein sosyal reformlarla sosyalizme geçilebileceğini söylemişti. Sendikalarda örgütlenen işçi sınıfı baskı kurarak yasaları değiştirebilir, sömürüyü sınırlandırabilirdi. Bu yaklaşım Stalinizm’in “devlet sosyalizmi” anlayışıyla birleştiğinde kapitalist devlete müdahale edilip, ıslah edilebilirliği algısı işçi sınıfı içinde güçlendi. Üretilen toplumsal değerden işçi sınıfının ne kadar pay alacağını sınıf mücadelesinin düzeyinin belirlediği gerçekliği unutuldu. Oysa her bir tarihsel dönüm noktasında sınıflar arasındaki çatışmada kimin kazanacağı terazinin hangi kefesinin ağır bastığıyla ilgilidir. İşçi sınıfının kazanımlarının korunmasının teminatı “sosyal devlet” değil mücadeledir. Rosa Lüksemburg’un söylediği gibi: Yasal reform çabaları devrimden bağımsız, kendi başına itici bir güç değildir; Her tarihsel dönemde, son devrimin etkisiyle gösterdiği doğrultuda hareket eder ve bu itkiyi duyumsamaya devam ettiği müddetçe de sürer ya da, somut söylemek gerekirse, yalnızca son devrimin oluşturduğu toplumsal biçim ve çerçevesinde hareket eder.7
“Sosyal devlet” adı altında yapılan uygulamaların, kitlesel işçi mücadeleleri karşısında sermayenin vermek zorunda kaldığı tavizler olduğunu zaman gösterdi. 1970’li yılların sonunda kapitalizmin kâr oranları düşmeye başlayıp kriz kapılarını çaldığında “sosyal sorumluluklar” unutulup gitti. Sermaye toplumsal değerden üretilen payın işçi sınıfına düşen kısmını düşürmeye girişti. Yeni liberal politikalar adı altında işçi sınıfına yönelik geniş çaplı saldırılar gerçekleşti. Eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirildi. Sosyal harcamalar kısıldı. Üretim sürecinde de köklü değişimler yapıldı. Batıdaki işyerleri Asya ülkelerine taşınmak suretiyle iş gücü maliyetleri düşürüldü. Ayrıca üretim 7
a.g.e., s.234.
sürecinde esnek üretim modelleriyle işgücü süreçleri atomize edildi. Reformist ve Stalinist liderlikler yeni-liberal saldırılar karşısında etkili bir mücadele geliştiremedi. 1989’da Rusya ve Doğu Avrupa’da devlet kapitalisti rejimlerin çökmesi sermayenin hegemonyasının daha da artmasına yol açtı. İşçi sınıfına yönelik saldırılar devam etti. İşçi sınıfının içinden doğup gelişen ve sendikalarla organik bağları olan sosyal demokrat partiler, işçi sınıfının “burjuva” partileri olmaktan çıkıp, burjuvazinin işçi partilerine dönüştüler. Bugün reformist partilerin ve sendikaların gücü ve etkisi işçi sınıfı saflarındaki etkisini eskiye oranla yitirmiş olmakla birlikte reformist fikirler hâlâ etkili. Ancak bir dönem kapandı, “sosyal devlet”in dayanağı ortadan kalktı. Bu tarihsel süreç işçi sınıfının kazanımlarının güvencesinin kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğini bir kez daha gösterdi. Şimdi işçi sınıfının önünde hem kayıplarını giderip kazanımlarını garanti altına alacak hem de kendi toplumunu inşa edecek ikili bir mücadele duruyor. Kuşkusuz bu mücadelenin en önemli ayağı reformizme karşı mücadele. Demokrasi devrimle gelecek Rosa Lüksemburg emperyalizm çağında burjuva toplumuna ait, demokratik yapıların işlevini yitirdiğine dikkat çeker ve şunları söyler: “Özellikle dünya ekonomisinin geliştiği emperyalist aşamada rekabetin keskinleşmesi sonucu ortaya çıkan militarizm, hem iç hem de dış siyasette belirleyici oldu. Bu koşullarda sermayenin dünya ölçüsündeki rekabetinin önünü açabilmek için işgücü maliyetlerinin kısılması ve emek hareketinin baskılanması ihtiyacı demokrasiyi gereksiz hâle getirdi. Dünya siyaseti ile militarizmin içinde bulundukları aşamada yükselen bir eğilimi temsil ettikleri doğru ise, bunun mantıksal sonucu olarak burjuva demokrasisi inişe geçen bir çizgide hareket etmek zorundadır”8 Rosa Lüksemburg’un kapitalist emperyalist sisteme ilişkin tespiti 21. yüzyıl açısından da oldukça yerinde. Özellikle 2008 krizi sonrasında yeni-liberalizmin sonunun gelmesiyle birlikte devletlerarası rekabetin tırmandığı, serbest ticaretin yerini korumacı politikaların ve ticaret savaşlarının aldığı koşullarda devletler silahlanma yatırımlarını arttırırken militarizm ve milliyetçilik hâkim siyaset hâline geldi, liberalizm yerini otoriter yönetimlere bıraktı. ABD’de Trump’ın iktidara gelişi sonrasında, Macaristan, Fransa, İtalya ve Türkiye’de iktidardaki otoriter figürler, parlamenter sistem zayıflatarak sessizce yere bıraktı. Rosa Lüksemburg aynı noktadan hareketle demokrasinin kazanımı için burjuva devletin yıkılmasının zorunluluğunu anlattı. Marx gibi burjuva toplumunun 8
a.g.e., s. 230
65
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
yıkıntıları üzerinden inşa edilen işçi devletinin özünün tam demokrasiye dayanması gerektiğini savundu. Rosa Lüksemburg, şöyle diyordu: Kapitalizm başlangıcında –meta üretimi olarak- Ortaçağ’ın kent komünlerinde demokratik bir anayasayı yaşama geçirmiştir. Kapitalizm sonraları, daha gelişmiş biçimiyle, manüfaktür olarak mutlak monarşide kendisine uygun siyasal biçimleri bulmuştur. Ve nihayet gelişmiş bir sanayi ekonomisi olarak Fransa’da, sırasıyla, demokratik cumhuriyet (1793), I. Napolyon’un mutlak monarşisi, restorasyon döneminin aristokrat monarşisi (1815’den 1930’a kadar), Luis Phillippe’nin burjuva anayasal monarşisi, yeniden demokratik cumhuriyet, yeniden III. Napolyon’un monarşisi, nihayet üçüncü kez demokratik cumhuriyet yaşam bulmuştur.9
Rosa Lüksemburg’un da belirttiği gibi kapitalizm demokrasi olmadan da var olabilirdi. 2. Dünya Savaşı’na da yol açan Naziler, iktidara geçtiğinde, burjuva toplumunun tüm araçlarının; parlamento, sendikalar ve siyasi partilerin kökünü kazıdı. 2. Dünya Savaşı sonrasında Rusya’da Stalinist diktatörlük, İspanya’da Franko, Portekiz’de Salazar rejimi, Yunanistan’da askeri darbeler yaşandı. Burjuvazi adına burjuvazinin güvenliğini sağlayan bu rejimler, kitlesel işçi mücadeleleriyle yıkıldılar. 68 ve sonrasındaki 10 yılda tüm dünyayı altüst eden hareket, kanlı rejimleri ortadan kaldırdı. 1974’de Portekiz Devrimi, Salazar diktatörlüğünün sonunu getirdi. İspanya’da 1975’te Franko rejimi kitlesel işçi mücadeleleri sonucunda yıkıldı. Yunanistan’da Politeknik öğrencilerinin ayaklanmasıyla başlayan mücadele cuntanın sonunu getirdi. Kapitalist sistemde her türden rejim var oldu. Bir tek demokrasi olmadı. Küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüne yaslanan kapitalist toplumda demokrasi mümkün değil. O nedenle Rosa’nın da söylediği gibi “Demokrasinin güçlenmesini isteyenler sosyalist hareketin zayıflamasını değil, güçlenmesini istemek zorundadırlar; sosyalizm mücadelesinden cayılması işçi hareketinden ve demokrasiden de cayılması olur.”10 Devrimin kalp sesleri, kitle grevleri Rosa Lüksemburg’un, kitle grevlerinin toplumsal devrim mücadelesinde etkili bir silaha dönüştüğüne ilişkin görüşleri Rusya’daki 1905 Devrimi öncesinde şekillenmeye başladı. 1891-93 yıllarında 375 bin işçinin katılımıyla “oy hakkı” talebiyle gerçekleşen siyasal grevlerin devrimci doğası üzerine yazılar yazdı. Kitle grevine ilişkin görüşleri 1905’te Rusya’da gerçekleşen işçi devrimiyle keskinleşti. 9
a.g.e., s. 227-228
10 a.g.e., s. 232
66
Rusya’da 1905 Ocak ayında patlak veren kitle grevi Putilov fabrikalarında çalışan iki işçinin işten atılması ve ardından 12.000 işçinin dayanışma grevine çıkmasıyla başladı. İşçi sınıfı saflarında grevci işler arasında Bolşevik işçilerin ajitasyonunun etkisiyle sekiz saatlik işgünü, ifade ve basın özgürlüğü gibi ekonomik ve siyasal talepler hızla benimsendi. Grevci işçilerin sayısı birkaç günde 140.000’e ulaştı. 22 Ocak günü 200 bin işçi Papaz Gapon önderliğinde Çarlık Sarayı’na yürüdü. Rosa Lüksemburg’un deyimiyle “Disiplin cezasına çarptırılmış iki Putilov Fabrikası işçisinin yol açtığı çelişki bir hafta içinde yeniçağın en muazzam devriminin önsözüne dönüşüyordu.” 11 Papaz Gapon önderliğindeki yürüyüşün bir katliama dönüşmesi, Rusya’da, Polonya’da, Litvanya’da, Baltık Bölgelerinde, Kafkasya’da, Sibirya’da, kuzeyden güneye, batıdan doğuya tüm şehirlerin sanayi bölgelerinde devasa kitlesel grevlere yol açtı. Rosa Lüksemburg Almanya’dayken büyük bir heyecanla takip ettiği 1905 devrimi üzerine kaleme aldığı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı broşüründe şöyle anlatıyor: …bu ilk genel ve doğrudan sınıf eylemi tam da bu haliyle, milyonlar ve milyonlarca kişinin sınıf bilincini ve sınıf duygusunu adeta bir elektrik şokuyla uyandırarak daha da güçlü bir şekilde içe doğru etkide bulundu. Ve bu sınıf duygusunun uyanışı, milyonlarla sayılan proleter kitlesinin birdenbire kapitalizmin zincirleri arasında on yıllardır sabırla katlandığı sosyal ve ekonomik varoluşun ve dayanılmazlığın keskin bir biçimde bilincine varmasında buldu ifadesini. 12
Kendiliğinden başlayan ayaklanma çok sayıda küçük mücadelenin birikimi sonucu meydana gelmişti. 1896 ve 1897’de on binlerce tekstil işçisi St. Petersburg’da greve gitti. 1902’de Kafkasya’daki petrol işçileri bir kitle grevi düzenlediler ve 1903’te Rusya’nın büyük şehirlerinde genel grevler oldu. Rusya ile Japonya savaşının sona erdiği 1905 Eylül’ünde grevlerin sayısı daha da arttı. Rosa Lüksemburg yıllarca süren çeşitli acıların, bu mücadelelerin kitle mücadelesine dönüşmesindeki payına dikkat çekti: Burada sekiz saatlik işgünü için, orada götürü usulü çalışmaya karşı mücadele edilir, burada gaddar bir usta bir el arabasındaki çuval içinde dışarı taşınır, bir başka yerde utanç verici ceza yasalarına karşı savaşılır, her yerde daha yüksek ücretler için, burada ve orada ev işçiliğinin kaldırılması için mücadele edilir.13 11 Rosa Lüksemburg, 2011, Kitle Grevi Parti ve Sendikalar, Çev. Ertan Koca, Sosyalist İşçi Özel Eki, İstanbul. s.19. 12 a.g.e., s.21. 13 a.g.e., s.21.
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
Ekonomik taleplerle başlayan grevlerde işçiler kendilerini Çarlık otokrasisinin ordusuyla karşı karşıya buldular. Ekonomik mücadele hızla siyasal talepleri beraberinde getirdi. Devrim, Çar’ın sınırlı da olsa oy hakkı tanıdığı parlamentonun oluşmasıyla kısmi reformlara yol açtı. Aralık ayında Moskova’da işçilerin sekiz saat sürecek ayaklanmasının Çar orduları tarafından bastırılmasıyla hareket geri çekildi. Ancak Rusya’da işçi sınıfı muazzam kazanımlar elde etti. Her şeyden önce politik mücadeleler kendilerine güvenmelerini sağladı. İşçi sınıfı çok daha gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerdeki işçilere oranla daha gelişkin sendikal haklar, ücretler ve kazanımlar elde etti. Almanya’da işçiler 10 saat çalışırken, Rusya’da işçiler 8 saatlik çalışma talebini kazandılar. 1905 Devrimi, Rusya’da başlayan devrimin önsözüydü. 12 yıl sonra 1917’de Rusya’da işçi sınıfı otokrasiyi yıkıp yerine kendi iktidarını kurdu. Bir yıl sonra da Almanya’da Rosa Lüksemburg’un kitle grevleri tezlerini doğrulayan Alman Devrimi gerçekleşti. Emperyalizme karşı mücadele ve Enternasyonal Rosa Lüksemburg’un mücadele dolu yaşamında, emperyalizm ve savaşa karşı mücadele, reformizme karşı mücadelesi kadar önemli bir yer tutar. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından 7 yıl önce 1907’de sömürgeler gündemiyle düzenlenen Stuttgart Kongresi İkinci Enternasyonal’in emperyalizme desteğini somut bir şekilde gözler önüne sermişti. Kongre tarafından görevlendirilen komisyon üyelerinin sömürgeciliğin bazı olumlu yanları olduğuna ilişkin raporu 108’e karşı 127 gibi çok az bir oyla reddedildi. Rosa Lüksemburg emperyalizme karşı savaş açtı ve yeni bir karar taslağı önerdi. Bu taslakta sosyalistlerin açıkça emperyalizme ve onun savaşına karşı olmaları gerektiğini, emperyalizmi ve savaşı sona erdirmenin tek yolunun kapitalizmi ortadan kaldırmak olduğunu ortaya koydu. Bu karar taslağı kabul edilse de başta Kaustky olmak üzere SPD liderliği kapitalizmi ve onun neden olduğu emperyalizmi ortadan kaldırma fikrine ikna olmadılar. Birinci Dünya Savaşı uluslararası sosyalist hareket açısından önemli bir katalizör işlevi gördü. 2. Enternasyonal’in önde gelen partisinin liderliğinin ihaneti partinin çürümüşlüğünü gün ışığına çıkardı. Buna paralel olarak sosyal şovenizme, emperyalizme ve savaşa karşı ödünsüz ve canları pahasına mücadele eden devrimci liderler öne çıktılar. Enternasyonalistler açısından kara gün ilan edilen, savaş kredilerinin oylandığı 4 Ağustos 2018 günü, Kautsky ve SPD liderleri, saflarının işçi sınıfının değil burjuvazinin yanında olduğunu gösterdiler. Rosa Lüksemburg ve yoldaşları Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring; Lenin ve Troçki’nin de içinde yer aldığı diğer enternasyonal sosyalistlerle birlikte İkinci Enternasyonal içindeki savaş işbirlikçilerine karşı savaş açtılar.
Kaustky savaşı ve emperyalizmi kapitalizmin bir sonucu olarak görmüyor, kapitalist sınıfın zamanla kendisinden kurtulmak isteyeceği bir virüs olduğunu düşünüyordu. Kautsky’e göre emperyalizm küçük ama güçlü kapitalist bir grup olan bankalar ve silah sermayesinin genişleme metoduydu. Bu güçlü grup tüm kapitalist sınıfın ihtiyaçlarına karşı durmaktaydı. Silahlanma giderleri ülkede ve ülke dışındaki yatırılabilir sermayeyi azalttığı için kapitalist sınıfın çoğunluğu emperyalist genişleme politikasına karşı duracaktı. Bernstein de 1911 yılında dünya ölçeğinde barış isteğinin yaygınlaşmaya başladığını, yeni bir savaşın patlamayacağını öne sürüyordu. Kaustksy savaşa ve silahlanmaya karşı kapitalizm içinde bir çözüm öneriyordu. Genel silahsızlanma anlaşmaları, uluslararası mahkemeler, Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşumuyla savaşlar önlenebilirdi. Bu öneriler bugün Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Birliği’nden ve uluslararası zirvelerden medet umanlara çok benziyordu. Rosa da Lenin gibi emperyalizmi sermayenin dünya çapındaki siyasal egemenliğinin gelişmesinin en yüksek aşaması olarak değerlendirdi. Emperyalizm ve savaşın kapitalist sistemin bir parçası olduğunu, savaşa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağını söyledi. Rosa Lüksemburg, Spartaküstler Birliğinin kuruluş ilkelerinde şöyle diyordu: Dünya barışı ne kapitalist diplomatlarla, ne uluslararası arabulucu mahkemelerle, ne “silahsızlanma”, “denizlerin serbestliği” üzerine yapılan diplomatik anlaşmalarla, ne de “Avrupa Devletleri Birliği”, “Orta Avrupa Gümrük Birliği”, “tampon ulusal devletler” kurulması vb. gibi ütopik ve özünde gerici planlarla güvence altına alınabilir. Kapitalist sınıflar tartışılmaz sınıf egemenliklerini kullanabildikleri sürece, emperyalizm, militarizm ve savaşlara son verilemez, bunlara engel olunamaz. Dünya barışının tek güvencesi ve tek desteği, uluslararası proletaryanın devrimci iradesi ve siyasal eylem yeteneğidir.14
“Savaşa karşı savaş” Rosa Lüksemburg, İkinci Enternasyonal’in yozlaştığına ilişkin çok daha erken zamanlarda sinyal vermeye başladı. Dünya işçi sınıfının artık yeni bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu ilk dillendiren oldu. 1916 yılında kaleme aldığı Junius Broşürü’nde yeni bir enternasyonal kurulmasının işçi sınıfı için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguladı. Lenin, 1914 ihanetine kadar SPD’deki örgütlülük, eylemsizlik ilişkisini ve Kautsky’nin teori ile pratik arasındaki uçurumun baş mimarı olduğu gerçeğini fark edememişti. Bunu 1914 tarihinde Shilapnikov’a yazdığı mektupta itiraf etti: “Rosa Lüksemburg haklıydı. 14 Rosa Luxemburg, 2012, Spartakistler Ne İstiyor?, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İstanbul. s.134.
67
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
Kaustsky’nin parti çoğunluğuna kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorisyen olduğunu çok önceden anlamıştı.”15 Oysa Rosa Lüksemburg’un da söylediği gibi 4 Ağustos ihaneti “bulutsuz bir havada patlayan bir fırtına değildi”. Engels’in ölümünden sonra Marksizm’in baş temsilcisi unvanını taşıyan Kautsky’nin iç yüzünü görmeye başlamıştı. Kaustsky dünyayı değiştirmek için değil, mevcut durumu korumak için teorinin bekçiliğini üstlenmişti. Reformizm üzerine tartışmalarda da Bernstein’e yönelik eleştirilerinin de temelinde de kuramsal bekçilik yatmaktaydı. Aslında “bazı şeyler söylenmeden de yapılabilirdi”. SPD’nin büyüme takıntısı partinin eylemsizliğini örten bir örtü hâline gelmişti. Nihayetinde partinin sayısal büyüklüğüyle eylemsizliği arasındaki çelişki, teoriyle pratik arasındaki uçurum ; 4 Ağustos tarihi SPD liderliği açısından daha fazla ortada kalamayacağı bir durum yarattı . Liderlik tercihini Alman burjuvazisinden yana kullandı. Rosa Lüksemburg reformizmin sınıf uzlaşmacı yanlarını teşhir etti. 1916 yılında Junius takma adıyla yayınlanan “Sosyal Demokrasinin Buhranı” adlı broşüründe emperyalizm ve daha pek çok sorundan bahsetti. Emperyalist savaş tüm Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest kalmıştı. Avrupa işçi sınıfı birbirini boğazlarken, “medeni dünya” sessiz kalmayı tercih etmişti. Kapitalizmin gerçek yüzü ortaya çıkmış, burjuva toplumu barbarlığa dönüşmüştü. Rosa’nın deyişiyle insanlık bir seçimle yüz yüze bulunuyordu: “Ya emperyalizmin zaferi ve bütün bir kültürün yok olması, eski Roma’daki gibi çökme, yıkılma, bozulma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi!” 16 Ancak bu ikilemde terazinin hangi kefesinin ağır geleceği işçi sınıfının mücadelesine bağlıydı. Bu savaş ancak işçi sınıfının egemen sınıfların hizmetkârı olmayı reddetmesi ve kendi kaderinin efendisi olmayı öğrenmesi hâlinde nihai bir zafere dönüşebilirdi. Tam da bu noktada Rosa Lüksemburg savaşta ve barışta emperyalizme karşı mücadeleyi uluslararası işçi sınıfının birinci sıraya alması gerektiğine vurgu yaptı. O da Lenin gibi, kapitalizm açısından emperyalist savaş nasıl kaçınılmazsa, işçi sınıfı açısından kapitalizmi yıkıp, yerine kendi devletini kurma görevi tarihsel anlamda da kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Nitekim Rosa Lüksemburg aynı broşürde, Proletarya hareketi, ütopik tavsiyeler ve burjuva toplumlarında yapılacak kısmî reformlarla emperyalizmi zayıflatmaya, uysallaştırmaya ya da yatıştırmaya dönük projelerle hak ettiği yeri yeniden eline geçiremez. Dünya
68
savaşının sosyalist partilerin önüne koyduğu gerçek sorun, proleter kitlelerin emperyalizme karşı savaşa hazır olup olmadıklarıdır ki, işçi sınıfı hareketinin geleceği bu sorunun çözümüne bağlıdır. Uluslararası proletaryada eksik olan öneriler programlar, sloganlar değil, savaş gibi belirleyici anlarda eylem, etkili direniş ve emperyalizme saldırıdır. Eski sloganı olan “savaşa karşı savaş”ı uygulamaya dönüştürmeyi başaramamıştır. Proleter hareketin önünde duran Gordion düğümü budur.17
Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizm 20. yüzyılın başında milyonlarca insanın ölümüne yol açan iki büyük dünya savaşı ve sonrasında devam eden bölgesel savaşlarla yol aldı. 21. yüzyılda da değişen bir şey olmadı. Aksine, kapitalizmin krizi derinleştikçe, devletler arasındaki mücadeleler arttıkça, bölgesel savaşlar şeklinde cereyan eden paylaşım savaşlarının alanı genişledi. Çatışmalar sonucunda binlerce insan yaşamını yitirirken, milyonlarca insan yerlerinden yurtlarından oldu, olmakta. Göçmen düşmanlığı ile ırkçılık ve bu siyasetlerin beslediği faşist partilerin yükselişi emperyalizmin ürünleri. Öte yandan devletler arasındaki jeopolitik rekabet, silahlanma bütçelerindeki fahiş artışlar adı konulmamış dünya savaşının fiili bir duruma dönüşmesinin riskini taşımakta. Rosa Lüksemburg dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlardan kurtuluşun mümkün ve zor olmadığını dile getirdi. “Tüm ülkelerin işçilerinin temsilcileri bir kez sosyalizm bayrağı altında el sıkışır sıkışmaz, barış birkaç saat içinde erişilebilecek bir sonuç olacaktır.” Ve işçileri bölen milliyetçiliğe karşı enternasyonalin birleştirici gücünü savundu: “Tek bir halk olacak yalnızca: her ırk ve dilden emekçiler. Tek bir yasa olacak: tüm insanların eşitliği. Tek bir amaç olacak yalnız: herkes için zenginlik ve ilerleme” 18 Alman devrimi: ihanete uğrayan devrim 2 Aralık 1914 tarihinde parlamentoda yapılan oylamada SPD vekillerinden sadece Karl Liebknecht savaşın aleyhine oy kullandı. Karl Liebknecht, SPD politikalarından koparak Rosa Lüksemburg’un içinde yer aldığı muhalefete katıldı. O tarihten itibaren Rosa ve Karl’ın mücadeleleri ölümlerine kadar birbirlerinden ayrılmadı. 1914 yılındaki milliyetçi histeri, şehirlerdeki açlık ve ölümlerin artması sonucunda hızla öfkeye döndü. Sokağın baskısı parlamentoda yankısını hissettirdi. 1915 yılına gelindiğinde parlamentoda savaşın aleyhine oy kullanan SPD’li vekil sayısı 15’e ulaştı. Aynı anda savaşa karşı eylemler ve sokak gösterileri de artmaya başladı. 1916’da Karl Liebnecht’in hapis cezasına çarptırıldığı gün 55 bin işçi greve gitti. Gösteriler ve çatışmalar diğer kentlere de sıçradı. 1917’de Rusya’da
15 a.g.e., s. 24.
17 a.g.e., s. 501.
16 Rosa Luxemburg, 2013., a.g.e., s. 478.
18 Rosa Luxemburg, 2012, a.g.e., s.142.
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
işçi devrimi gerçekleşti. Rusya’da işçi ve askerler tarafından kurulan Sovyetler tüm Avrupa’da domino etkisi yarattı. 1917’de Berlin’de 300 bin işçi grev yaptı. Ekim 1918’de isyanlar orduya sıçradı. Kiel’deki 20 bin denizcinin ayaklanması sonucunda asker konseyleri ve onu takip eden işçi konseyleri kuruldu. 5 ve 6 Kasım tarihlerinde ayaklanma Frankfurt, Hannover, Münih gibi büyük şehirlere yayıldı. 7 Kasım’da güney ve orta Almanya’da yayıldı. 8 Kasım’da Bavyera Cumhuriyeti ilan edildi. Rosa’nın anlattığı gibi kitlelerin eylemliği hem savaşın hem de Prusya imparatorluğunun sonunu getirdi. SPD bu sefer devrimi ezmek için burjuvazinin hizmetine girdi. Liebknecht imparatorluk sarayından işçi ve asker konseylerinin sosyalist cumhuriyetini ilan ettiği sırada, SPD lideri Scheidemann cumhuriyeti ilan etti. İşçi sınıfı içinde yaygın ve geniş etkisi olan SPD, hareketi kontrol altına aldı. Alamadığı yerlerde de karşı devrimci güçler; genelkurmay ve imparatorluk özel hareket askerlerinden oluşan “Freikorps” denilen silahlı birlikler aracılığıyla devrimi ezdi. Devrimin kaderini belirleyen olaylar Berlin’de yaşandı. SPD’li Ebert ve Scheidemann hükümeti Berlin’de giderek kaybettiği kontrolü sağlamak üzere bir provokasyon düzenledi. Hükümet kitleleri erken bir ayaklanmaya kışkırtacak, sonrasında da düzeni yeniden tesis etme bahanesiyle ayaklanmayı bastıracaktı. Kasım Devrimi’nde göreve getirilen bağımsız sosyal demokrat liderlerden polis şefi Eichhron görevinden alındı. Polis şefinin görevinde kalması için yapılan gösteri ayaklanmaya dönüştü. Harekete liderlik eden komitenin kitlelerle doğru ve kararlı bir iletişim kuramayışı ve ayaklanma esnasındaki kararsız tutumları ölümcül sonuçlara yol açtı. Noske’nin emri altındaki Freikorps birlikleri Berlin’de hunharca katliamlar gerçekleştirdi. Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht de aynı birlikler tarafından katledildi. Yenilginin dersleri Rosa Lüksemburg devrimin geldiği aşamada kitlelerin eyleminin boyutlarını aşan taktiklerin zararlarını önceden görmesine ve yoldaşlarını uyarmasına rağmen mücadelenin tam göbeğinde yer aldı. O, kitlelerin siyasal gücünün farkında olmakla birlikte bir ayaklanma için henüz yetersiz olduğunun farkındaydı. Yine de son nefesine kadar hareketin kazanması için mücadele etti. Ocak yenilgisinden önce kaleme aldığı yazıda “Devrim, nihai zaferin bir dizi yenilgilerden geçerek hazırlanabildiği tek savaş biçimidir; bu da onun özel hayat kanunudur.”19 sözleriyle yenilgilerin nihai zaferin tek güvencesi olduğunu söylüyordu. Rosa’nın son sözleri kuru kuruya bir umut vaat etmekten çok daha fazlasıydı, ama yenilgilerden ders çıkarmak koşuluyla. Nitekim Rosa Lüksemburg da yenilgiden “Berlinli kitlelerin güçlü, kararlı, saldırgan 19 a.g.e., s. 200.
tutumu ile liderliğin ikircikli, çekingen, kararsız tutumu arasındaki çelişki”yi 20 sorumlu tutuyordu. Berlin’deki katliam bir ilk değildi. Burjuvazi daha önce Fransa 1848 Haziran ayaklanmasında işçilere, 1871’de Paris komünarlarına ve 1917 Rusya’sında Temmuz günlerinde Sovyetlere karşı aynı türden oyunlar oynadı. Bu saldırılar sadece Rusya’da püskürtüldü ve işçi sınıfı kazandı. Böyle olması bir tesadüf değildi. Rusya’da uluslararası işçi sınıfının tüm deneyimlerini özümseyen, yıllarca işçi sınıfı içinde sürdürdüğü ilişkiler sayesinde harekete rehberlik edebilme yeteneğine sahip devrimci parti vardı. Alman Devrimi’nde ise eksik olan buydu. Yakın tarihin önemli devrimcilerinden biri olan Chris Harman da Kaybedilmiş Devrim adlı eserinde: “Berlinli işçi sınıfı, Ebert, Noske ve generallerin kurduğu tuzağa düşmezdi. Eğer ortada güçlü bir devrimci parti olsaydı, hareketin liderliği, kendi önerisine rağmen fiilen başlatılan bir ayaklanmada devrimci güçler arasında gerekli koordinasyonu sağlayabilirdi”21 sözleriyle Alman devriminin yenilgisinden çıkarılacak en önemli dersi anlatıyordu. Rosa Lüksemburg ve yoldaşları böyle bir adım atmakta gecikmişti. Spartakistler, 1916 yılında SPD’den ayrılan bağımsız sosyal demokrat parti olan USPD içinde ayrı bir hizip olarak yer aldılar. USPD ise parlamentarist bir partiydi ve asıl amacı savaşçı devletlerin hükümetleri üzerinde barış görüşmeleri için baskı yapmaktı. Devrim anlarında, devrimci bir parti inşa etmek ise imkânsıza yakın bir olasılıktı. İradenin devrimci rolü Rosa Lüksemburg’un bağımsız bir parti kurmamasının ardında yatan sosyalizm anlayışıydı. Rosa’ya göre “Sosyalizm, kararnamelerle yaratılamayacak ve yaratılamaz da. Ve de sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz, tek tek her proleterin katılmasıyla yaratılabilir. Kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerde kırılmalıdır.”22 Dolayısıyla kitlesel işçi mücadeleleri çürümüş, köhne dünyanın değişmesinde merkezi rol oynamaktaydı. Haklılığı su götürmez bir gerçeklik olmakla birlikte Rosa Lüksemburg kitlelerin kendiliğinden harekete geçme gücünü olduğundan fazla büyütürken örgütlenme unsurunu da olduğundan fazla küçümsedi. Evet, şimdiye kadar tüm devrimler kendiliğinden meydana geldi. Hiçbirinin başında kararlı devrimciler yoktu. Ancak devrim gerçekleşip, kitleler ileriye atıldıktan sonra devrimin zikzakları arasında işçi sınıfına rehberlik eden bir parti olmaksızın nihai zafere ulaşılamazdı. Rusya’da 1917’de devrim kendiliğinden patlak verdi ama bütün önemli noktalar Bolşevikler tarafından hazırlanmıştı. Şubat ve Ekim arasındaki 20 A.g.e, s. 201. 21 Chris Harman, 2011, Kaybedilmiş Devrim: Almanya 1918-1923. Çev. Cengiz Alğan, Pencere Yayınları, İstanbul. s. 111. 22 Rosa Lüksemburg, Seçme Yazılar, S.545
69
Rosa Lüksemburg: “Devrimin sönmeyen alevi” | Çağla Oflas
süreçte Bolşeviklerin etkisiyle hareket karşı devrimci saldırıları püskürttü. İşçi ve Asker Sovyetleri -yani üniforma giymiş köylüler- birbirine iyice yakınlaştı. Ve tüm bunlar sayesinde devrim başarılı oldu. Rosa Lüksemburg’un aşırı merkezîleşmiş bürokratik bir yapıda siyaset yapıyor olması çubuğu harekete bükmesine yol açtı. İşçilerin aşağıdan kitlesel eylemlerinin reformizmin muhafazakâr kabuğunu kıracağını düşündü. Rusya’da ise durum farklıydı. Çarlık otokrasisinin baskısı işçilerin uzun süreli serbestçe örgütlenmesini engellemekteydi. Rusya’daki siyasal koşullar örgütlenme sorununu keskin bir şekilde gösterdi. Lenin’in örgütsel görüşlerinin şekillenmesinde özerk ve amatör hâlde bulunan yapıların dağınıklığı etkili oldu. Bu gruplar, işçi sınıfının artan eylemlilikleri ve grevleri karşısında ekonomik taleplerden başka bir öneri getirmediler. Lenin bu noktada tüm gücüyle ekonomizme ve sendikalizme saldırdı. Birbirinden kopuk, amatör, yerel grupların merkezileşmesini sağlayan ulusal çapta bir parti inşa etti. Merkezi liderliğin emrinde çalışan profesyonellerden oluşan parti, düzenli şekilde yayımlanan gazetenin etrafında örgütlendi. 23 Rosa Lüksemburg, Lenin’nin örgütsel yaklaşımını eleştirdi. Ancak ilerleyen zamanlar Lenin’nin haklılığını ortaya koydu. Almanya’da devrimci partinin zayıflığı işçi sınıfının yenilgisine yol açtı. Alman devriminin yenilgisi Rusya’da Ekim devriminin izolasyonuna yol açtı. İç savaş ve izolasyon koşullarında karşı devrimle Stalinizm iktidarı ele geçirdi. Sonrasında Stalinizmin etkisindeki Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partiler işçi sınıfının devrimci kabarışını kontrol ederek yenilgiye uğrattığı her sefer, devrimci parti sorunu keskin bir şekilde kendini ortaya koydu. Bugün emperyalizm koşullarında ekonomik alanda derinleşen krizlere paralel olarak yaşanan siyasal çalkantı ve istikrarsızlık, sisteme karşı yükselen hoşnutsuzluk temelinde değişimler yaşanması işçi kitleleri içinde düzenli faaliyet sürdüren bir partinin önemini ortaya koymakta. Ancak, Rosa’nın tüm yaşamı boyunca anlattığı, işçi sınıfının kitlesel eylemlerinin merkezi rolü de unutulmamalı. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinin kapitalizmi yıkma konusundaki merkezi rolünü, parti ve kitle mücadelesi arasındaki diyalektik ilişki bağlamında bütün olarak kavramak gereklidir. İşçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan Rosa da Marx gibi sosyalizmin işçilerin komün tipi örgütlenmesiyle gerçekleşebileceğini söyledi ve işçi iktidarının sürekliliği için demokrasinin zorunluluğuna dikkat çekti. Lenin’in anlattığı devrimci partinin gerekliliğinin doğruluğu kadar, sosyalizmin parti iktidarı olmadığı da doğrudur. Marx proletarya diktatörlüğünden bahsederken aslında 23 Tony Cliff, 1994, Lenin, Cilt 1: Partinin İnşası, Çev. Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul. s.90-108.
70
işçi demokrasisinden bahsetmişti ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizmden bahsedilemezdi. Rosa Lüksemburg; Lenin, Troçki ve Gramsci gibi işçi sınıfı tarihinin dönüm noktalarında hem sınıf mücadelesinin ileriye sıçramasında hem de devrimci Marksist geleneğin günümüze taşınmasında tarihsel rol oynadı. Marx ve Engels’in izinden giderek tarihi kitlelerin yaptığını söyledi. Bu da onun bize bıraktığı en değerli mirastır.
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? Esme Choonara, Yuri Prasad
B
askılara maruz kalmayanlar kurtuluş mücadelesinin bir parçası olabilirler mi? Beyaz insanların tümü ırkçılık suçuna katılırlar mı yoksa siyahların özgürlük kavgasının bir parçası olabilirler mi? Eşcinseller ve heteroseksüeller ayrımcılığa karşı birleşebilirler mi? Erkekler kadın hakları mücadelesinin bir parçası olabilirler mi? Bunlar imtiyaz teorisi ve kitlesel baskılar üzerine olan tartışmalardaki sorulardan sadece birkaç tanesi. Kendini ezilmenin olmadığı bir dünya kurmaya adamış tüm insanların, şovenizme ve ayrımcılığa karşı verilen mücadelede ortak çıkarları vardır. Dünya görüşleri değişik olsa da ırk, milliyet, cinsiyet ve bunun gibi nedenlerle saldırıya maruz kişileri korumak, insanları birleştiren nedenlerdir. Böyle davranmalarının nedeni, hem toplumun bu insanlara olan baskıcı tutumuna karşı tavır almak hem de kişilerin birbirini dışlayan önyargı ve nefretin arkasındaki güce karşı yeteri kadar kuvvetli olabilmek için birlikte mücadelenin tek yol olduğunu anlamalarıdır. Bu birlikteliğin arkasında, yine de hareketi çeşitli yöne çekebilecek önemli farklılıklar yatar. Kitlesel baskıların çıkış yeri, bizim mücadele biçimimiz ve belirlediğimiz temel hedeflerin hepsi politik sorulardır ve bu sorular etrafında sosyalistleri diğerlerinden ayıran belirgin görüşleri vardır. Bu yazı, özgürlük mücadelelerinde, giderek artan imtiyaz teorileri ve kesişimcilik (birden fazla kitle baskısının kesişimi) anlayışlarına eleştirel bir bakış açısı getirmektedir. Bu fikirler yeni olmamakla beraber son zamanlarda etkileri giderek artmıştır. İmtiyaz teorisi, ABD’de, akademisyenler, farklılık eğitimi verenler, yazarlar gibi kişilerin ürettiği çalışmalar, öğretim gereçleri ve kişisel biyografilerde gelişen imtiyaz fikirlerinde filizlenmiştir. İngiltere’de şu anda bu fikirler daha çok öğrenci siyaseti, akademisyenler, bloggerlar ve eylemciler arasında olmakla birlikte, Guardian’ın görüş bildirme bölümünde sürekli yer alan tartışmalar ve diğer yollarla genel medyaya da girmiştir. Bizim başlangıç noktamız, sosyalistlerin, kitle baskılarına karşı mücadele eden diğer gruplarla pozitif bir iletişim içinde olmasıdır. Fakat bu iletişime, politik farklılıklarımızı saklayarak katkıda bulunmayacağız demek değildir. Bu nedenle biz nasıl ve neden farklı olduğumuzu göstermek için, imtiyaz teorisini, kesişimciliği ve onların stratejik
71
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
sonuçlarını Marksist görüş açısından analiz ederiz. Bizim tartışmamız, baskıcı kapitalist sistem yerine kişisel ilişkileri odak alan imtiyaz teorisinin, kitleleri, baskı ve zulmü yenmek için gereken sosyal dayanışmadan uzaklaştırdığı üzerinedir. Biz, hem geçmişteki birçok kurtuluş mücadelelerindeki performansı, hem de neden ve nasıl kitlelerin ezildiği konusundaki kesin analizleri nedeniyle Marksizm’in, imtiyazsız bir dünyada yaşamak isteyenler için en değerli araç olduğuna inanırız. İmtiyaz teorisi nedir? İmtiyaz teorisinin kalbinde, baskı ve zulmün, hak edilmemiş avantajlardan yararlanan ve belirli bir baskı biçimine maruz kalmayan gruplar içinde gelişmekte olduğu fikri yatar. Yani tüm erkekler, beyazlar veya heteroseksüeller, cinsiyetçilikle, ırkçılıkla veya homofobiyle karşı karşıya kalmadıkları için imtiyazlıdırlar. Bu imtiyazlardan yararlananların hiç haberleri olmayabilir – hatta imtiyaz teorisyenlerinin, en fazla üzerinde durdukları “imtiyazları görünülebilir hâle getirme”1 diye tanımladıkları -insanları, kazanarak almadıkları ama sahip oldukları avantajlar hakkında uyarmaktır. Aynı şekilde kişiler bu “imtiyazlara” sahip olup olmamayı seçemezler- bu imtiyazlar sadece ırkları, cinsiyetleri, cinsellikleri ve bunun gibi nedenlerle kendilerine bahşedilmiştir. Bu çerçeveden bakılınca sınıflar, toplumda bulunan çok sayıdaki haksızlık ve baskıların sadece bir tanesidir. İmtiyazlar genellikle psikolojik düzeyde, bilinçsiz eşitsizlik (yani kaçınılmaz) gibi görünür. Bunun için imtiyaz teorisyenlerinin çoğu, insanları “imtiyazlarını kontrol etmeye” çağırırlar, başka bir deyişle, tartışılan fikirler ve eylemlerin bazı kişilerin “imtiyazlı konumu”nun uzantısı olan bilinçsiz önyargılardan gelmekte olduğunu öne sürerler. En çok sözü geçen “imtiyaz teorisi” öncülerinden Amerikalı aktivist Peggy Mcintosh’un çok bilinen imtiyaz tanımlaması “görünmez sırt çantası” dır. Beyaz bir kadın olma konumunu göz önünde bulundurarak şöyle yazar:
1
2
72
Peggy McIntosh, her gün beyaz bir kadın olarak farkında olmadan kendisinin yapabildiği, ama siyah bir kadının yapamayacağı 46 maddeyi saymakla devam eder. Bir düzeyde bu, ırkçılığın günlük hayatı nasıl etkilediğinin araştırması olarak alınabilir. Bu tanımın arkasında McIntosh, kitleler üzerindeki baskıların nasıl çalıştığını anlatır ve nasıl göğüslenmesi gerektiği konusunda öneride bulunur. McIntosh şunda açıktır: “Burada açıkladığım koşulların işleyişi, bazı grupları sistematik olarak güçlendirmeye yarar. Sadece ırk veya cinsiyet dolayısıyla elde edilen bu imtiyaz, bir üstünlük yetkisi, kontrol etme izni verir.” 3 Dünyayı “kazanılmamış avantajlar” prizmasından görerek, imtiyaz teorisi, kitlesel baskıların nasıl işlediği yönünde sağduyulu bir görünüm aksettirir. Erkek, kadından genelde daha fazla kazanır, beyaz insanlar polis tarafından, siyahlara ya da Asyalılara oranla daha seyrek durdurulur. Fakat kitlesel baskıların nasıl işlediğini anlamak için yüzeyin altına inmemiz, toplumun nasıl ve kimlerin çıkarı doğrultusunda işlediğine bakmamız gerekir. Karl Marx’ın tartıştığı gibi “Her şeyin dış görünüşü ve özü birbiriyle uyuşsaydı bilimlere gerek olmazdı”.4 Birçok yönden imtiyaz teorisi, kitlesel baskılardan kimin çıkarı olduğu konusundaki eski hikâyeleri yansıtıyor -mesela erkeklerin kadınları ezmekten çıkarı vardır, tüm beyazların ırkçılıktan çıkarı vardır. İmtiyazları elinde tuttuğu iddia edilen grup, otomatik olarak, diğerlerinin üzerindeki baskılardan yararlanır ve bu baskılarla işbirliği içindedir. Örneğin; imtiyaz teorisyeni ve farklılık danışmanlığı yapan Frances Kendall şunu iddia eder: “Irkımızdan dolayı imtiyazlı olan hepimiz -ki tüm beyazlar böyledir- ve bundan dolayı haksız önyargılarımızı kanun hâline getirme gücüne sahip olmamız, tanım olarak ırkçıdır. Çünkü ırkçı bir sistemden yarar sağlarız.”5 Kişileri kendi önyargılarından ya da başkaları üzerine baskı yapmaktan kaçınamaz olarak görmek çok karamsar ve güçsüz bırakan bir teoridir. Bu durumda yapılabilecek en iyi şey, baskılara maruz kalanlarla ittifak kurabilmek için kişisel farkındalığın artırılması ve en baskıcı davranışların azaltılmasıdır ki bunun nereye kadar yapılabileceği açık değildir.
Ben kendime görünmez bir beyazlık imtiyazı paketi olarak verilen, kazanılmamış avantajları bir hak olarak her gün kullandığımı görmeye başladım; fakat onun farkında olmamam ‘olması gereken’di. Beyazlık imtiyazları, özel donatım, güvenlikler, aletler, haritalar, rehberler, kod defterleri, pasaportlar, vizeler, giyecekler, pusula, acil gereksinim ve boş çekler taşıyan görünmez, ağırlıksız bir sırt çantası gibidir.2
3
a.g.e., s. 21.
4
Karl Marx, 1972 [1894], Capital, volume 3, Lawrence & Wishart, www.marxists.org/archive/marx/works/1894-c3/ch48.htm
Michael Kimmel ve Abby Ferber (der), 2010, Privilege: A Reader, Westview Press, Boulder.
5
Frances Kendall, 2013, Understanding White Privilege: Creating Pathways to Authentic Relationships Across Race, Routledge, New York. s.151.
McIntosh, Peggy, 2010 [1988], “White Privilege and Male
Privilege”, Privilege: A Reader, der. Michael Kimmel and Abby Ferber, Westview Press, Boulder. s.14.
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Bir defa toplumdaki eşitsizlikleri, bir çeşit imtiyaz şekli olarak anlama kavramını kabul edince, kavram, kesinliğini yitirir. Yani birçok imtiyaz teorisyeni, açıkça sorgulanan ırkçılık, cinsiyet, engellilikten dolayı baskılara odaklanırken, bazıları kavramı tüm sosyal olaylara genişletirler. Örnek olarak, Illinois Dönüştürücü Adalet Kanunu Projesi (The Transformative Justice Law Project of Illinois) aktivistlerin kontrol etmesi gereken öğretim imtiyazı, beden büyüklüğü imtiyazı, hapiste olmama imtiyazı, geçiş imtiyazı (bazı insanların imtiyazlı gruba “geçebilme” imtiyazı6– örneğin bazı çok açık derili siyahların beyaz gibi davranabilmeleri) gibi birçok imtiyaz şeklini listelemişlerdir. Bu yaklaşım, problemlerin belirtilerini, problemin kendisiyle karıştırır. Beden büyüklüğü ile ilgili eşitsizlik ve önyargılar kendi başına bağımsız değildir, doğrudan cinsiyet baskısı ve kadın kavramının bir sonucudur. Aynı şekilde, hapishanede olmak ya da eğitim yapabilme ırkçılığın ve sosyal eşitsizliğin bir sonucudur. “İmtiyazlar” listesini böylece yuvarlarsak içindeki her şey kısaca eşitsiz bir toplumun varlığını vurgular, bu ise bunu anlamamıza ya da değiştirmemize yardımcı olmaz. Hatta eşitsizliği itiraf etmek, kendi başına bir sonuç hâline gelir. İmtiyaz teorisi nereden geliyor? İmtiyaz teorisi, 1980’ler ve 1990’larda sola hâkim olan kimlik politikaları teorik çerçevesinden yapılanmıştır. Bu politikalar, 1960, 1970 sosyal hareketlerinin parçalanmasının ve Margaret Thatcher ve Ronald Reagan yıllarının politik kötümserliğinin bir yansımasıdır. İngiltere’de bu durum, devlet gücünü tehdit eden mücadelelerden saparak yerini ya isteklere cevap arayan ya da devleti ve yapısal eşitsizliği sorgulamayı tamamen gözardı eden, hayat-biçimi ve kimlik-temeline dayanan politikalara bırakmasına yol açtı. En azından İngiltere’de, devlet bu parçalanmayı örneğin değişik “etnik” projelere ayrılan fonlarla teşvik etti.7 Kimlik politikası özünde, ancak bir şeyde tecrübesi olanların bunları gerçekten anlayabileceği veya ancak onların karşı çıkacaklarına güvenilebilir, tezini savunur. İmtiyaz teorisi, genelde bunu temel olarak kabul etmekle birlikte, birçok yönden bu anlayışın öteki yüzüdür- baskı altındaki kitle yerine “imtiyazlı” denilen kitleye odaklıdır.
teşkil eder.8 Marksizm’den bu kopuş, “büyük anlatılar” – toplumu tümüyle anlama çabası – döneminin kapandığı görüşünü getirdi. Artık vurgulanan, kararsızlık, belirsizlik ve gerçekliğin çeşitli ve bölünmüş biçimiydi. Postmodernizm, 1968’lerin kitle hareketlerinin yenilgisiyle moralleri bozulan aktivistler ve akademisyenlerin politikalarını yansıttığı kadar Francis Fukuyama’nın, meşhur, liberal kapitalizmin galibiyetinin “tarihin sonu”nu işaret ettiği duyurusunu yapabildiği, genel bir kötümserlik devrini de yansıtır.9 1990’lardan beri politik alanda ciddi bir değişim oluştu. 1999’un Kasım’ında Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı verilen mücadele, sembolik olarak bölünme yerine yeni bir radikal politika niteliğindeki birleştirme ve yayma isteğinin yenilenmiş hâlini getirdi. Şu anda Seattle’dan bu yana 14 yıl geçti ve kapitalizmin nasıl ve kimin işine geldiği sorularını yükselten, derin kapitalist kriz ve beraberinde getirdiği ekonomik kısıtlamalardan beri de 5 yıl geçti. Dramatik sosyal hareketlerde tüm dünyada bir yükselme olmasına rağmen örgütlü işçi sınıfı birçok mücadenin dışında kaldı. Bu nedenle, değişimi zorlamakta işçi sınıfının merkezî rolü ile ilgili Marksist tartışma, birçok aktivist için bulanık hâlde kaldı. Sosyal hareketlerin yükselmesi ve Marksist ekonomiye olan ilginin belirli oranda canlanmasına rağmen solcu akademisyenleri ve kitlesel baskılara karşı mücadele eden hareketleri şekillendiren temel teori ve politik çerçeve, büyük bir değişime uğramadı. Colin Wilson’un 2011’de Seattle’dan beri gelişen lezbiyen, gay, biseksüel ve trans (LGBT) hareketi ile ilgili bir yayında açıkladığı gibi “hareket, birleşme isteği ve 80’lerin kimlik politikaları ve onların bölücü ahlakçılıkları gibi politikalara açık bir karşı koyma olarak karakterize edildi. Aynı zamanda örgütlenme temelinde, kimlik politikasının yerini alacak hiçbir politika yoktu.”10 Bu çelişkili ve istikrarsız bir durum yaratır. Bugün, hâlâ bütünlük arzularında ve hareketi yayma olanağı aramada gerçek bir yükseliş olduğu doğruysa da imtiyaz teorisinin kitle baskıları konusunda sağduyulu bakış açısı olarak yükselmesi arkada bıraktığımızı umduğumuz bölücü ahlakçılığı yeniden diriltme riskini ortaya çıkarır. 8
Kimlik politikalarının daha ayrıntılı bir bakiyesini ve eleştirisi için bkz: Sharon Smith, 1994, “Mistaken Identity—or Can Identity Politics Liberate the Oppressed?”, International Socialism 62 (Bahar), www.isj.org.uk/?id=311
9
Francis Fukuyama, 1992, The End of History and the Last Man, Free Press, New York. Ayrıca bkz: Alex Callinicos, 1989, Against Postmodernism, Polity, Londra. (5. Bölüm).
Akademide yükselen post-Marksist ve postmodernist teoriler, kimlik politikalarının politik omurgasını 6
Transformative Justice Law Project of Illinois, 2012, Checking Your Privilege 101, www.tjlp.org/Privilege101.pdf
7
Bkz: Esme Choonara and Yuri Prasad, 2012, “The Crisis of Black Leadership”, International Socialism 136 (Güz), www.isj.org. uk/?id=844
10 Colin Wilson, 2011, “Queer Theory and Politics”, International Socialism 132 (Güz). www.isj.org.uk/?id=759
73
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Güç ve imtiyaz İmtiyaz teorisi fikirlerinin çoğunun özü– doğrudan ya da dolaylı olarak – kimlik politikalarına güç veren post-Marksistlerin fikirlerini yansıtır. Post-Marksistler, klâsik Marksistlerin, sınıf ve sınıf mücadelesinin, tarihin temel yürütücü gücü ve işçi sınıfının sosyalist değişim aracı olduğu yolundaki tespitlerini reddederler. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibi sözü geçen yazarlar, Marksist sınıf inanışlarını, indirgemeci olması nedeniyle solun kesinlikle reddetmesini savunurlar ve bu düşüncelerini desteklemek için, Marksizm’in tamamen çarpıtılmış bir versiyonunu gerçek gibi sunarlar.11 “Bütünlük”ü açıklayan girişimleri reddederek yerine “kısmî söylem”lere (partial discourses) ve öznelliğe odaklanan, kimliğe dayalı sosyal hareketlerin yükselişini yeni radikal politikanın temeli olarak görürler. Yani Laclau ve Mouffe için toplum, “çeşitli özne pozisyonları”na ayrılmıştır ve “çoklu uzlaşmazlık ve patlama noktaları”, “tek bir anlatımla benimsenen ve açıklanan bir noktaya çekilemez”12. Başka bir deyişle, çeşitli kitle baskılarının tümünün toplumun işleyişini gösteren geniş tabloya nasıl uyduğunu anlamaya çalışmanın yanlış ve beyhude olduğunu söylüyorlardı. Laclau ve Mouffe, 1980’lerdeki kimlik politikalarının teorik belkemiği sayılsalar da, Fransız post-Marksist teorisyen Michael Foucault’nun güç ve baskı konusundaki fikirleri, muhtemelen, en kalıcı etkiyi yapmıştır. Faucault, birçok yönden Laclau ve Mouffe’den daha karmaşık ve çelişkili bir teorisyendir. Örneğin cinselliğin sosyal yapılanması konularında yazdıkları, düşünceleri harekete geçiren ve şu anda geçerli LGBTİ teorilerinin arkasındaki yazılardır.13 Fakat aynı Laclau ve Mouffe gibi toplumu bütün olarak görme teşebbüslerini reddeder. Foucault’nun kendine özgü güç anlayışının, baskı konusunu inceleyen teorisyenler ve eylemciler üzerinde geniş etkileri vardır. Tartıştığı temel nokta “iktidarın her yerde olduğu”, her zaman bulunduğu şeklindedir. Böylece Foucault teorisini Alex Callinicos şöyle özetler: İktidar, tek bir ünite olmaktan çok sosyal vücudun bütünlüğüne sızan ilişkilerin çok katlılığıdır. Bunun sonucu olarak, Marksizm’in ekonomik temele tanıdığı öncelik gibi bir öncelik tanınamaz. Ayrıca iktidar üretkendir: kişileri baskı altında tutarak değil… tersine onları oluşturarak çalışır. Son olarak, iktidar, mücadele ettiği iktidar-ilişkilerinde olduğu gibi, parçalı ve dağınık olmasına rağmen zorunlu olarak direnişi ortaya çıkarır.14 11 Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, 1985, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, Verso, Londra. 12 a.g.e., s. 191.
Yani bu ne demek? Bu, iktidarın bazı insanlarda olan, diğerlerinde olmayan bir şey olmadığı anlamına gelir. Foucault’ya göre iktidar, klasik Marksizm geleneğinde olduğu gibi, kapitalist sınıfın ya da devletin elinde toplanmamıştır, aksine toplumun tüm katmanlarına yayılmıştır. Böylece, sosyal ve kişiler arası ilişkilerde bulunur. Bu açıktır ki, adaletsizlik ve eşitsizliği anlamakta ve karşı koymakta etkileyici olacak bir şeydir. Foucault açıkça gücün hâkim sınıfların ya da devletin elinde olmadığını tartışır: “Ne idare eden kast, ne devlet aygıtını kontrol eden gruplar, ne de en önemli ekonomik kararları verenler bir toplumda faaliyet gösteren güç sisteminin tümünü yönetenlerdir”. Foucault, “direniş noktalarının çokluluğu” olması gerektiğini savunur ve bundan dolayı: “Büyük Reddediş için tek bir yer ya da durum yoktur, başkaldırmaların ruhu, tüm ayaklanmaların kaynağı ya da devrimin saf yasası diye bir şey yoktur. Onun yerine direnişlerin çoğulluğu vardır… Her birisi ayrı bir durumdur… Tanımsal olarak direnişler, ancak iktidar ilişkilerinin stratejik alanında var olabilirler”.15 Bu bakış açısı, imtiyaz teorisinin içindeki, her bir kişinin kaçınılmaz, çok katlı bir baskı ilişkisinin bir parçası olduğu kavramı hakkında bilgi verir ki Patricia Hill Collins buna “üstünlük matrisi“ der. Collins, daha sonra döneceğimiz kesişimselcilik ve siyah feminizm konularındaki yazılarıyla tanınır. Bazen postmodernist baskı kavramlarına karşı olsa da “Her birimiz değişik baskı sistemlerinden, hayatımızı çerçevelendiren çeşitli miktarlarda dezavantaj ve imtiyaz elde ederiz”16 diyerek, kendi iktidar teorisinde kişisel imtiyazlar ve içsel üstünlük görüşlerini benimsediğini ortaya koyar. İmtiyaz teorisiyle karşılaşanlar ya da okuyanlar, bireylere olan çok büyük odaklanmanın çarpıcı gerçeğini göreceklerdir – birçok “imtiyazlı”nın nasıl kendi imtiyazlı konumlarıyla hesaplaştıkları doğrultusundaki itiraflarıyla ya da diğerlerini, kendi imtiyazlarını kontrol etmeye çağırmalarıyla bu gerçekleşir.17 Kişisel değişime olan odaklanmaya rağmen, birçok imtiyaz teorisyeni, kişilerde olduğu söylenen verilmiş imtiyazların arkasında daha geniş ve yapısal eşitsizlikler olduğunu itiraf eder. Örneğin Michael Kimmel, kişisel çözümlerin yeterli olmadığını savunur: “Eşitsizlik, kişisel ve davranışsal olduğu kadar yapısal ve sistematiktir. Eşitsizliği ortadan 15 Michel Foucault, 1981, The Will to Knowledge: The History of Sexuality, Volume 1, Penguin, Londra. s. 95-96. 16 Patricia Hill Collins, 2010,”Toward a New Vision: Race, Class and Gender as Categories of Analysis and Connection”, Privilege: A Reader, der. Michael S Kimmel and Abby Ferber, Westview Press, Boulder. s. 234.
13 Colin Wilson, 2011, a.g.e.. 14 Alex Callinicos, 1989, a.g.e., s. 82.
74
17 Örneğin; Tim Wise, 2011, White Like Me: Reflections on Race from a Privileged Son, Counterpoint, ABD.
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
kaldırmak, herkesin davranışını değiştirmekten daha fazlasını gerektirir”.18 Fakat yapısal ve sistematik eşitsizlikleri açıklamak doğru olsa da esas soru şudur: Neden? Bunun da ötesinde eğer yapısal eşitsizlikler ve baskı sistemleri, genelde kadınlar üzerindeki baskı durumu, kapitalizmin ekonomik sisteminin veya sınıflı toplumun içinde değillerse, sistemik eşitsizlikler, bağımsız hareket eden üstünlük küreleri olarak var olma görünümündedirler. Bu ya bu baskıların çok eski ve farklılığın kaçınılmaz ürünü olduğu –mesela erkeklerin erkek oldukları için hep cinsiyetçi olacakları– ya da basitçe bu soruyu toptan göz ardı etmek anlamına gelir. Bazı imtiyaz teorisyenleri, baskının ekonomik ve tarihsel köklerini, özellikle ırkçılık etrafında, araştırma girişiminde bulunurlar. Örneğin tanınmış Amerikalı yazar Tim Wise, ırkçılığın köklerinin kapitalizm ve köleliğe bağlı olduğunu kabul eder.19 Fakat kölelikten sonra ırkçılığın çok derin bir şekilde sağlamlaştığını, hakim elit tabaka veya sermayenin ihtiyacından dolayı değil, beyazların kendilerinden dolayı süregelen “beyaz ırkçılığın artık bir otomatik pilot gibi her durumda öne çıktığını“ öne sürer.20 Böylece ırkçılık, bir güç yapılanması olarak kapitalizmden bağımsızlaşır. Bu tartışmada Wise, birçok yönden Amerikalı teorisyen David Roediger’in ırk üzerine yazdığı ve beyazlık ve imtiyaz kavramları üzerine son derece etkili olan yazılarını takip etmektedir. Roediger, Marksist teoriye ciddi bir şekilde meydan okumaktadır ve fikirleri genel olarak imtiyaz teorisine temel oluşturduğundan detaylı olarak inceleyeceğiz. Beyazlığın Bedeli Beyazlık teorisi geniş çapta, ayrı bir birim olarak “beyaz” insanlar kavramının nasıl ortaya çıktığını anlamakla ve bu sınıflandırmanın bugüne kadar getirdiği sonuçlarla ilgilidir. Tarihi yeniden gözden geçirerek, “beyaz kimlik“ ve “beyaz imtiyaz”la nasıl şekillendirildiğini araştırır ve aynı zamanda bugün “beyazlığın” normallikle özdeşleştirilerek “beyaz olmayan”ların “diğerleri“ grubuna atılmasını sorgular. Bunu destekleyenlerin çoğu ırk üstünlüğü kavramının sosyal olarak, ayrımcılığı ve köleliği haklı çıkarmak için ortaya atıldığı doğrultusundaki Marksist anlayışı paylaşırlar. Ancak Marksistler, her türlü bilincin köklerinin sosyal varoluşta olduğunu ve ırkçılığın da tüm diğer ideolojilerde olduğu gibi maddi gerçeklikler tarafından yapılandırıldığını savunurken, 18 Michael Kimmel ve Abby Ferber, 2010, a.g.e., s. 9. 19 Irkçılığın köklerinin ayrıntılı bir Marksist değerlendirmesi için bkz: Ken Olende, 2013, “The Roots of Racism”, Say It Loud: Marxism and the Fight against Racism, der. Brian Richardson, Say It Loud: Marxism and the Fight against Racism, Bookmarks, Londra. 20 www.timwise.org/f-a-q-s/
beyazlık teorisyenlerinin çoğu ırkçılığın, geniş çapta bu türlü kısıtlamalardan uzak olduğuna inanır. Onlar, psiko-kültürel bir olgu olarak ırkçılığın, sistemden tamamen bağımsız olarak işlediğini iddia ederler ve ırkçılığın gelişmesi ve sürdürülmesinde hâkim sınıfların rol oynadığı yolundaki fikirleri basit ekonomik determinizm olarak reddederler. Muhtemelen bu disiplinin en sözü geçen teorisyeni David Roediger şöyle der: “Amerika’daki beyaz Marksistlerin yazılarının büyük kısmı beyazlığı ‘kabul etmiş’ ve ırkı fazlaca basitleştirmiştir”21 Mesajını güçlendirmek amacıyla şöyle devam eder : “Irk tamamen ideolojik ve tarihsel olarak yaratılırken sınıfın tamamen öyle yaratılmadığı noktası, sınıfın (ya da “ekonominin“) politik anlamda ve tarihsel analiz anlamında ırktan daha gerçek, daha asıl, daha temel veya daha önemli olması anlamına gelir”.22 Köle tüccarları, köle sahipleri ve tüm üretken, finans ve devlet yapılanmasının sahipleri yerine, Roediger, ırkçılığı körükleyenlerin ortaya çıkmakta olan işçi sınıfı olduğunu iddia eder. 19. yüzyılda Avrupa’dan gelen Amerikalı esnaflar ve zanaatçılar, kapitalistler tarafından fabrikalarda esarete ve ağır işçiliğe maruz bırakılmaktan korktukları için zincirlenmiş siyah kölelerin aksine kendilerini beyaz “özgür insan” olarak tanımlamışlardır. Irkçılığın temeli olduğundan “beyazlık“ çok önemlidir. Tim Wise, beyaz olmanın ne demek olduğunu söyle açıklar: Kendimizi olumsuzla tanımlama, kendimize kökü dışarıda olan bir kişilik vermektir, başkalarını belirli oranda baskı altında tutmaktan kaynaklanır…eşitsizlik ve imtiyaz, beyazlığın tek gerçek unsurudur…Irk imtiyazı olmadan beyazlık olmaz ve beyazlık olmadan imtiyaz olmaz. Beyaz olmak sadece avantajlı olmak demektir.23
Roediger, analizlerini büyük tarihçi ve aktivist W.E.B. Du Bois’ya dayandırdığını söyler. 1935’de yazdığı, Amerikan İç Savaşı sonrası Yeniden İnşa dönemiyle ilgili kitapta Du Bois, ırkçılığın, ırklararası işçi dayanışmasına göre neden üstün geldiğini açıklamış ve beyaz işçilere “psikolojik ücret” diye tanımladığı ödemenin yapıldığını belirtmiştir: Beyaz oldukları için onlara toplum saygısı ve nazik hitap edilme konumu veridi. Tüm beyaz sınıflar, toplum fonksiyonlarına, parklara ve en iyi okullara serbestçe kabul edildiler. Polisler onların saflarından işe alındı, nereye oy 21 David Roediger, 2000, The Wages of Whiteness: Race and the Making of the American Working Class, Verso, Londra ve New York. s. 6. 22 a.g.e., s. 7. 23 Jean Halley vd., 2011, Seeing White: An Introduction to White Privilege and Race, Roman and Littlefield, ABD. s. 11.
75
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
verdiklerine bağlı olarak mahkemeler sanki kanunsuzluğu teşvik eder gibi, onlara müsamaha gösterdi.24
vergisinin, fakir beyazları da seçim kayıtlarından silme etkisi yapacağını biliyorlardı.27
Roediger, paragrafı aktarır ama kendisine kredi sağlamak için kendininmiş gibi davranır. Du Bois’nın en önemli noktası, işçileri bölmek için işçilere psikolojik ücret verenler patronlardır. Tabii ki başka kim Du Bois’nın bahsettiği “imtiyazları” sağlayabilir? Amaç, beyaz işçilere küçük imtiyazlar vererek, onları, kendilerinin beyaz-olmayanlardan daha üstün olduklarına inandırmak ve böylece stratejik olarak işçileri bölmekti:
Beyazlık teorisyenleri, herhangi bir beyaz işçi sınıfının ırkçılık karşıtı olmasını açıklamakta zorluk çekerler çünkü bu durum, işçiler kendi, gerçek ya da hayal edilmiş olan menfaatlerine karşı hareket ediyorlarmış görüntüsünü verir. Eğer beyaz işçiler dünyayı, sınıf bilinciyle ve ırklar karışımı olarak görmelerini ilelebet engelleyen bir üstünlük teorisi geliştirdilerse, nasıl oluyor da birçoğu, hayatları boyunca içlerinde olan üstünlük fikirlerini, yükselen sınıf mücadelelerinde sorgulamaya başlıyorlar?
Irk teorisi, dikkatlice planlanmış ve yavaş yavaş gelişen, beyaz ve siyah işçiler arasına büyük mesafe koyan bir metot tarafından öyle desteklendi ki pratikte ortak çıkarları tamamen aynı olan ama bu kadar birbirlerine karşı derin ve kalıcı bir nefret ve korku duyan ve birbirlerinden oldukça uzaklaştırıldığı için hiçbir ortak çıkar görmeyen iki işçi grubu muhtemelen bugün dünyada bulunamaz.25 Du Bois’nın psikolojik ücret kavramının daha yerinde kullanımı tarihçi Jack M Bloom’dan gelir. Bloom, ırkçılık ve fakir beyazlara sanki üstün kasta ait oldukları hissi verme girişiminin, Amerikan İç Savaşı sonrasında, Güney hâkim sınıflarını kasıp kavuran, aşağıdan gelen bir ayaklanma korkusuna verilen karşılık olduğunu tartışır: “Toprak sahipleri ve onların varisleri olan tüccar-toprak sahipleri kontrolü kaybetme korkusu olmadan rahat edemezlerdi. Bu süreçte, çoğu zaman saldırıya maruz kaldılar ve kendilerini daha üstün kılmak için beyaz üstünlüğü programıyla cevap verdiler” der.26 “Beyaz üstünlüğü programı”nın kapsamı içinde, siyah seçmenlerin çoğunu saf dışı bırakmakla sonlanan oy kullanma ayrıcalığında küçük avantajlar dağıtma da vardı. Siyah egemenliği hayaleti her fırsatta yeniden diriltiliyordu. Eğer işçi sınıfının beyaz mensupları beyazlık teorisini bu teorinin kendilerini bu teoriyi ne kadar desteklediğini söylediği kadar destekleseydi, fakir beyazların da tüccar-toprak sahiplerinin siyahları oy vermekten uzaklaştırmasını hoş karşılamalarını beklerdik. Oysa ki, bu harekete en fazla protesto, muhalif beyazlardan geldi. Neden? Çünkü 19. yüzyıl sonlarının halk hareketindeki birçok aktivist oy kullanma kısıtlamalarının aslında kendilerine yönelik olduğunu anladılar ve gözlerini boyamak için yapılan girişimlere inanmadılar. Her mal-mülk sınırlaması veya oy sandığı 24 William Edward Burghardt Du Bois, 1965, Black Reconstruction in America: An Essay Toward a History of the Part Which Black Folk Played in the Attempt to Reconstruct Democracy in America, 18601880, s. 700-701.
Amerika’da, Komünist Parti’nin yardımlarıyla çok ırklı sendikalar döneminin başladığı 1930’ların kitle grevlerinden, araba fabrikalarından, liman işçilerine ve daha ötesine kadar, tüm beyaz ve siyah işçilerin mücadelelerde birleştiği 1960’ların sonları, 1970’lerin başlarındaki yeni işçi militanlığına kadar her işçi militanlığının canlanışı, ırklar arası bölünme sorunlarını da yarattı. Hiç kimse ırkçılığın, geçmişte ya da bugün, işçi sınıfı mücadelesine ciddi bir engel olmadığını ya da ırkçılığı yenen galibiyetlerin her zaman kalıcı olduğunu iddia edemez. Fakat tarih gösterir ki mücadele sürecinde en zorlu bölünmeler bile yıpranır. Beyazlık teorisyenlerinin iddia ettiği gibi sisteme karşı çıkabilmeleri için önce işçilerin kafasından ırkçılığı çıkarmamız gerektiğini savunmak bizi, çaresizlik döngüsünün ağına düşmüş hâlde bırakır. Baskılardan kim kârlı çıkar? Baskıları, birbirleriyle rekabete kilitlenmiş kişilerin kuvvet yarışması olarak görmek yerine Marksistler başka yerden başlarlar. Biz bunları, toplumun ekonomik temeli tarafından şekillendirilmiş, hâkim sınıflara çıkar sağlayan belirli baskı biçimlerinin sınıflı toplumdan yükselmesi olarak görürüz. Örnek göstermek gerekirse, ırkçılık ilk önce, siyah Afrikalıların köleliğini haklı çıkarmak için, beyaz tarla sahipleri tarafından çıkarılmıştır. Irkçılığın kölelik döneminden sonra kalıcı olması ve radikal bir değişime uğraması hem sömürge baskılarına haklı neden sağlamakta yararlı olması hem de dikkati, sefalet, sömürü ve perişanlığın gerçek nedenlerinden başka tarafa çekmesi içindir. Amerikalı ekonomist Michael Reich 1970’lerde, 48 şehirleşmiş alandaki gelir dağılımını inceledi ve beyaz ve siyahlar arasında en fazla ayrımın olduğu yerlerin, beyazlar arasındaki gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu yerler olduğunu buldu. Reich, böylece, ırkçılık işçileri ne kadar bölerse, kapitalistlerin o kadar kârlı çıktığını gözlemledi.28
25 a.g.e., s. 700 27 a.g.e., s. 49 26 Jack M Bloom, 1987, Race, Class and the Civil Rights Movement, Indiana University Press, s. 26.
76
28 Michael Reich, 1978, “Who Benefits from Racism? The
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Irkçılığın bölücü özelliği, işverenle pazarlıkta, işçilerin gücünü zayıflatır; ırkçılığın ekonomik sonucu, sadece siyah işçilerin gelirlerini azaltmakla kalmaz, beyaz işçilerin de gelirlerini azaltır ve kapitalistlerin gelirlerini artırır. Kapitalistler, bilinçli olarak ırkçılığın yaratıcıları veya başlıca devam ettirenler olmasalar da ırkçılık, Amerikan kapitalist sisteminin yaşam gücünü destekler.29 Yani, siyah işçilerin yaşamı beyaz işçilere göre çok daha zordur ama ırkçılığın iki tarafa da zarar verici etkileri vardır. Bu en dar anlamda –gelirleri, öğrenim düzeyini, yerleşim durumunu karşılaştırırken –doğru olduğu kadar en geniş anlamda da doğrudur, çünkü, ırkçılık, tersine işleyerek, dayanışma üzerine kurulan birleşik ve etkili işçi sınıfı mücadelesi olasılığını zorlaştırır. Kapitalizmden önceki baskı biçimlerinin –özellikle kadınlar üzerindeki baskıların– analizinde, kimin çıkarı olduğunu görmek daha zor olabilir. Çünkü, bu tür haksızlıkların toplumda derin kökleri olduğu ve toplumun içine işlemiş olduğu, sistem için ırkçılıkla aynı işlevsel rolü oynamadığı ve böylece biyoloji gibi daha temel bir şeyin sonucu olması gerektiği kabul edilir. Halbuki kadının üzerindeki baskılar her zaman var olmadı; fazla yiyecek üretimi başarıldığında ve sonuç olarak toplumun sınıflara bölündüğü ve varlıklarını bir sonraki nesillere geçirebilen aile biçimlerinin ortaya çıkmasıyla kendini gösterdi. Çoğunlukla bir grup zengin adam toplumun kaynaklarını kontrol etmeye başladı, bunun sonucu olarak evlerde ataerkilliğin ortaya çıkması körüklendi. Yani aile, eskiden beri kadınların hep baskı altında tutulduğu bir hiyerarşi yerine sınıfların gelişmesinin bir sonucudur.30 Kapitalizm altında ailenin şekli ve fonksiyonu radikal olarak değiştirildi ve ailenin birinci rolü bugün, yeni işçi nesillerinin yetiştirildiği ve bakılıp büyütüldüğü bir yer hâline geldi. Kadınlar üzerindeki baskının kimin yararına olduğunu anlamak için kapitalist ailenin, kadınlar ve erkeklerin ikisinin de farkına varılan rolleri üzerindeki etkilerini kavramak çok önemlidir. Birincisi, sistem yeni nesil işçileri yetiştirme masrafının özelleştirilerek, zaman ve para olarak neredeyse tamamını Distribution among Whites of Gains and Losses from Racial Inequality”, Journal of Human Resources, volume 13, number 4 (Güz). s. 524. 29 Michael Reich, 1971, “The Economics of Racism”, der. David M Gordon, Problems in Political Economy: an Urban Perspective, Heath, http://tomweston.net/ReichRacism.pdf 30 Bu tartışmaya ayrıntılı bir bakış açısı için: Chris Harman, 1994, “Engels and the Origins of Human Society”, International Socialism 65 (Kış), www.marxists.org/archive/harman/1994/xx/engels. htm#oppori ve Lindsey German, 1989, Sex, Class and Socialism, Bookmarks, Londra.
ailenin üzerine devretmiştir. Devlet yardımı sağlayan kurumları yok etmek için olan saldırılar buna ilavedir, yani özellikle kadınlar giderek sadece çocuklara değil yaşlılar ve hasta akrabalara bakma sorumluluğunu da taşımaktadırlar. İkincisi, asıl kariyer rollerinin aile içinde olduğu varsayımından dolayı, kadınların ev dışı işgücü ucuzlatıldı. Üçüncüsü, aile biriminin parasal yükünün hâlâ erkeklerin üzerinde olduğu farz edilerek, kapitalizmin herhangi bir sorumluluktan temize çıkması sağlanmış ve erkek için iş bulamazsa ailesine bakamama korkusu yaratılmıştır. Bu şekilde aile ideolojisi, kadınlar üzerindeki baskının esas gerekçesi olarak iş görür. İngiltere’deki insanların çoğunluğunun çekirdek aile içinde yaşamamasına rağmen bu aile ünitesinin idealleştirilmesi, hâlâ “doğal“ ve istenen yaşam biçimi olarak sunulmasıdır. Irkçılığın ve kadınlar üzerindeki baskının ikisinin de kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda işlediği açık olmalıdır. Fakat bundan Marksistlerin tüm bu bölünmeleri hâkim sınıflar tarafından kasten tezgahlanmış olarak gördüğü sonucu çıkarılmaz. Tabii o gruptan bazıları –örneğin medyaya sahip olanlar- bilinçli olarak bölünmeyi arttırma ve aktif bir şekilde, işçi sınıfının dikkatini, zorlukların gerçek nedenlerinden uzaklaştırıp, suçlanmak için hiçbir nedeni olmayanlara çevirme yolları ararlar. Fakat genelde bölücü ideolojiler, daha az özenle geliştirilmiş yollarla çalışırlar. Elit tabakadan bazılarının baskıları alevlendirmesi, kendi sınıfının, nesillerden gelen ve kökleri derinde olan önyargıları yansıtır. Diğerlerinin davranışı ise tamamen fırsattan yararlanmaya çalışmaktır. Bu fikirler toplumun içine sızar ve ekonomik temelden belirli bir düzeyde bağımsız hareket ederler fakat aynı zamanda ekonomik sistemle de kısıtlıdırlar. Frederick Engels şöyle yazar: Politik, hukukî, felsefî, dinî, edebî, sanatsal vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır. Fakat bütün bunlar birbirinin üzerinde ve de ekonomik temelin üzerindedir. Bu, ekonomik pozisyon tek aktif nedendir, başka her şeyin pasif etkisi vardır demek değildir. Bunun yerine ekonomik gereklilik temelinde etkileşim vardır ki bu hemen hemen her zaman sonunda kendini öne çıkartır. 31
Ya bugün işçilerin çoğunun arasına girmiş olan rekabetler, kıskançlıklar düpedüz haksız önyargılar nedir? Tim Wise’ın iddia ettiğine göre “sınıflı sistemde önemli bir değişikliğin mümkün olabilmesinden önce, beyaz ırkçılığa saldırmamız ve önemli bir şekilde azaltmamız gerekir”.32 Fakat bu beyaz işçiler toplumu değiştiremezler 31 Frederick Engels, 1894, “Engels to Borgius”, https://www. marxists.org/archive/marx/works/1894/letters/94_01_25.htm 32 www.timwise.org/f-a-q-s/
77
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
çünkü çok ırkçıdırlar, ırkçıdırlar çünkü toplumu değiştirememişlerdir gibi bir görüşü içeren kısır döngü yaratır. Marx’ın buna cevabı, mücadelenin, tutucu fikirleri kırmakta ve toplumu değiştirmekte önemli rol oynayabileceğini söylemektir. Çünkü kapitalizm işçileri, yaşamın en temel gereksinimleri için bile mücadele etmeye zorlar, fikirleri sınayan ve açıklığa kavuşturan sınıf mücadeleleri oluşturur. Örneğin, İngiltere’de, siyahiler ve Asyalılara karşı düşmanlığın, daha önce işyerlerinde, okullarda ve toplum kesimlerinde olan önemli mücadeleler göze alınmaksızın 1980’lerden sonraya itilmesini anlamak imkansızdır. Bunlar, siyah ve beyaz işçileri birlikte hareket etmeye teşvik eden, bazen kesinlikle ekonomik sorunlar üzerine olan çatışmalardı ve sonuç olarak birçok beyaz işçiyi ırkçı klişeleri benimseyen görüşlerini tekrar değerlendirmeye zorladı. Marx’a göre mücadelenin temizleme etkisi vardır: Koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, Koşulların insanlar tarafından değiştirilmediğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Bu yüzden de, toplumu, biri toplumdan üstün olan iki kısma ayırmak zorunda kalır. Koşulların değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir.33
Marksistler mücadeleyi, etrafımızdaki tüm gerici fikirlerin tartışıldığı –bunu yapan insanların veya grupların var olması koşuluyla- verimli bir arazi olarak görürler. Marksizm ve baskılar Marksizm’e karşı olanlar sık sık, teorinin her şeyi sınıf sorununa indirgediğini bu yüzden kitlesel baskıları anlamamıza ve karşı koymamıza yardımcı olamayacağı iddiasında bulunurlar. Radikal soldan bazıları bile Marx ve Engels’in, işçilerin aralarındaki bölünmeleri basite indirgeyerek onları romantikleştirdikleri suçlamasını getirirler. Patricia Hill Collins, “Eğer siyah insanlar ve kadınlar kendi sınıf çıkarlarını görebilselerdi, sınıf dayanışması, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği yok ederdi”34 diyerek Marksistleri karikatürize eder. Eğer bu bizim davranışımız olsaydı Marksistlerin kurtuluş mücadelelerini, esas gerekli olan sınıf mücadelesinden sapma olarak görüp, göz ardı etmelerini beklerdiniz. Tersine Marksistler her zaman kendilerini bu tür çatışmaların içine atmışlardır – Eleanor Marx’ın çok büyük rol oynadığı Doğu Londra’daki en eski işçi sınıfı kadın hareketlerinden, Amerika’nın bunalım
78
yıllarına, Güney’deki ırk ayrımına karşı yapılan kavgada komünistlerin oynadığı role, 1980’lerde Thatcher’ın geylere karşı çıkardığı Section 28 kanununa karşı yapılan kitle hareketine kadar böyle oldu. Marksizm teori olarak da kitlesel baskı ve zulümleri görmezden gelmez. Marx ve Engels’i üstünkörü okumak bile gösterir ki ikisi de haklı olarak şovenizmi ve haksız önyargıları işçi sınıfı hareketindeki –günün sosyalist organizasyonların en fazla dikkat etmesi gereken– bir kanser olarak gördüklerini sergiler. 19’uncu yüzyılda İrlandalılara karşı olan ırkçılığı açıklayan Marx şöyle yazar: “İngiliz işçi sınıfının örgütlenmesine rağmen güçsüz olmasının sırrı, bu düşmanlıktır. Bu sır, kapitalist sınıfın güçlülüğünü korumasının nedenidir. Ve bu sınıf bu durumun tamamen farkındadır”.35 İngiltere’de kadınların oy kullanma haklarını kazanmasından çok önce, Marx (bazen zamanın uygunsuz lisanını kullanarak) onların tüm dünyadaki işçi sınıfı örgütlerine liderlik pozisyonlarına atanmalarını tartışıyor ve şöyle yazıyordu: “Tarihi biraz bilenler, dişi maya olmazsa büyük sosyal devrimlerin başarılamayacağını da bilirler. Sosyal ilerleme, zarif cinsin sosyal pozisyonuyla ölçülebilir”.36 Ve İngiliz gazeteleri çoğu kez kanlı olan 1857 Hint ayaklanması hakkında ırkçı safra kustuklarında Marx isyancıları ve metotlarını korumuştur. Şöyle yazar “İnsanlık tarihinde öç alma diye bir şey vardır ve tarihsel öç almanın kuralı, bu gerecin zarar gören tarafından değil zarar verenin kendisi tarafından bileylenmiş olmasıdır.”37 Marksistler, kişilerin sınıf içindeki konumlarının veya geçmişlerinin, hayatlarını biçimlemekte, cinsiyetleri, ırkları veya cinselliklerinden daha baskın olmadığını bilmelerine rağmen, sınıf üzerine vurgu yaparlar. Bunu iki belirli nedenle yaparız. Birincisi, kitlesel baskıların temelini anlamakta sınıf analizi çok önemlidir, ki bu baskıların nasıl ve hangi şartlarda başladığı ve neden bugün devam ettiğini anlamak demektir. Sınıf analizi, kitle baskılarından kimin kârlı çıktığını ve tüm kapitalist sisteme nasıl bağlı olduğunu anlamamıza yardım eder. Böyle bir yaklaşım geliştirmek Marksistlerin, kitle baskı ve zulümleri, zayıf öğrenim, eğitim yetersizliği veya doğuştan beynimize işlenmiş biyolojik bir şey olarak görmek eğilimindeki açıklamaların düştüğü tuzağa düşmekten kaçınmalarını sağlar. İkincisi, sınıf 35 Karl Marx, 1870, “Marx to Sigfrid Meyer and August Vogt In New York” (9 Nisan), www.marxists.org/archive/marx/ works/1870/letters/70_04_09.htm
33 Karl Marx, 1845, Theses On Feuerbach, www.marxists.org/archive/marx/works/1845/theses/
36 Marx, Karl, 1868, “Marx To Ludwig Kugelmann In Hanover” (12 Aralık), www.marxists.org/archive/marx/works/1868/letters/68_12_12.htm
34 Patricia Hill Collins, 2009, Black Feminist Thought: Knowledge, Consciousness and the Politics of Empowerment, Routledge.
37 Aktaran Iqbal Husain (der), 2006, Karl Marx on India., Tulika Books, s. 89.
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
analizinin hayati önemi vardır çünkü problemin kişilerde olmaktan çok sistemde olduğunu tespit ederek ve sistemi alaşağı edecek güçleri tanıyarak, temel ve kalıcı bir değişim olasılığını mümkün kılan tek gerçek umuttur. Marksistler, kapitalizmin alaşağı edilebileceğini ve onunla beraber sistemin dayandığı tüm gerici fikirlerin de yok olacağını savunurlar. Irk, cinsellik ve cinsiyet gibi etken fikirler, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük çapta değişime uğradılar. Fakat iyiye giden değişimlerin hemen hemen tümü, tesadüfen veya yavaş yavaş gelişen bir evrimle gerçekleşmedi –hâkim sınıfların yanından bir aydınlanma dalgası geçtiği için de olmadı. Onun yerine, bu değişimler kapitalizmin değişen gereksinimleri ve halk mücadelelerinin içinde yaşadıkları dünyayı şekillendirmesidir. Marx, işçi sınıfının, toplumu tümden tersine çevirme ve yeni bir dünya yaratma gücü ve çıkarı olan toplumdaki tek grup olduğunu tartışır. İnsanların kendilerini içinde oldukları sınıfla tanımlamasından bağımsız olarak sınıfların bir sosyal ilişki biçimi olarak var olduğunu anlamıştır. Bu şekilde gözlemlenince işçi sınıfı, kitle baskılarının ortaya çıkardığı diğer kategorilerden tamamen farklıdır ve basitçe, ayrımcılıkla yüz yüze olanlar listesine ilave edilecek bir grup olarak anlaşılmamalıdır. İşçilerin şovenizmi yok ettiğini görmenin en önemli sonuçlarından birisi, baskılara maruz kalan kişilerin, bu işçileri, kötü niyetli rakipler veya düşmanlar olmak yerine kendilerinin müttefiki olarak görebilmesidir ve bu da kısa bir süre önce imkansız gibi görünen birlikte mücadeleler için umutları arttırır. Stratejiler ve sonuçları İmtiyaz teorisi, değişim stratejileri konusunda bizi nereye götürür? Dünyayı hak edilmemiş imtiyazların yapılandırdığı bir yer olarak görmenin dolaylı olarak önerdiklerinden biri, “imtiyazlıların” durumlarını kabullenip imtiyazlarından vazgeçmesidir. Örneğin erkek ve kadın arasındaki ücret farklılıklarına bakalım. Sosyolog R W Connell ve diğerleri bunu “erkeklik payı“, sırf erkek oldukları için erkeklere verildiği söylenen kazanılmamış haklar olduğunu söyler.38 Guardian’da yazan Ally Fogg, kadınları, erkeklere oranla daha az kazanıyor olarak görmeyi bırakıp, erkekleri kadınlara göre daha çok kazanıyor olarak görmeye başlamalıyız demektedir.39 Yani, erkekler eşitlik uğruna daha az para mı almalılar? Eğer bu inandırıcı görünmüyorsa, 2005-2007’lerin 38 Michael Kimmel ve Abby Ferber, 2010, a.g.e., s.6. 39 Ali Fogg, 2013, “’Check Your Privilege’ isn’t a Trump Card—It’s a Call for Time Out”, Guardian(23 Ocak), www.guardian.co.uk/ commentisfree/2013/jan/23/check-your-privilege-not-trump-card
şehir meclislerinde en az parayla çalışan kadın işçilerin eşit ücret isteklerini karşılayabilmek için yerel idarecilerin başvurduğu bir yol olduğu hatırlanmalıdır. Tabii bunu yapmaları adalet uğruna değil, para harcamamak içindi fakat bu, işverenlerin bir işçi grubunu ötekine karşı oynamayı durdurmaları için eşit gelir sorununu bir sınıf sorunu olarak görmek gerektiğinin keskin pratik bir hatırlatmasıdır. İmtiyaz teorisyenlerinin çoğu muhtemelen, “imtiyazlıların“ imtiyazlarını bırakmaya çağrılmaması gerektiğini onaylar. Bunun başlıca nedeni de geniş çapta dayanışmayı sağlamak için değil, imtiyazın baştan atılabilecek bir şey olmadığına inandıklarındandır. Michael Kimmel’in söylediği gibi “bir kimse nefes almaktan nasıl vazgeçemezse imtiyazlı olmaktan da o kadar vazgeçemez.”40 Bu çok kötümser bir teoridir -bir kimse imtiyazını bırakamazsa başkalarını ezmekte suç ortağı olmayı da bırakamaz. Sadece kendi “imtiyazlarının “ daha çok farkında olmayı isteyebilir ve imtiyazların en kötü şekilde ifade edilmesini veya kanun hâline getirilmesini engellemeye çalışır. İşe bakın ki, “imtiyazlarımızdan “ kaçınamamız teorisi Marksist “varlık, bilinci belirler”, kişinin fikirleri ve davranışları dolaysız olarak “imtiyazlı“ veya “dezavantajlı“ konumlarından ortaya çıkar, kavramını yankılıyor gibidir. Fakat kitle baskılarının nasıl oluştuğu üzerine olan bu çok indirgeyici ve deterministik anlayış, gördüğümüz kadarıyla Marksizm’den çok uzaktır. Öncelikle bir kişinin varlığı hangi baskılara maruz kaldığının toplamına indirgenemez. İkincisi toplum içinde, baskı altındakiler dahil, birçok fikir dağılımı vardır – ve fikirlerle baskıya maruz kalma oranında doğrudan bir ilişki yoktur. İnsanların fikirleri sabit değildir –aksi hâlde tartışmalarla politik organizasyonlarla kendimizi yormamızın anlamı olur muydu? Sonuç olarak insanlar sadece pasif nesneler değillerdir. Sürekli etrafımızdaki dünya içinde hareket ederiz ve onunla iletişim hâlindeyizdir. Özellikle kapitalizmin içindeki uzlaşmazlıklar halkı karşı koymaya zorlar ki bu, insanların eyleminin sadece dünyayı değil kendini de değiştirdiği bir durumu yaratır. İmtiyaz teorisi bir çeşit elitizm de sergiler: Biz hepimiz kaçınılmaz içsel bir önyargıyla bağlanmışızdır ama teorisyenler buna dahil değildir, onlar aydınlanmış bir kişisel uyanışa ulaşmışlardır. Hepimizi kendi kazanılmamış avantajlarımızın tutsağı olarak görenler, ancak bir azınlığı kendi imtiyazlarını itiraf etmeye ikna etmeyi bekleyebilirler. Buradan, görünüşte maddi gerçeklikten kaynaklanıyor gibi görünse de imtiyaz teorisi aslında– fikirlerin çok önemli olduğuna inanarak, idealizme düşer. Bu nedenle imtiyaz teorisinin esas odağı eğitim ve uyanıştır. 40 Michael Kimmel ve Abby Ferber, 2010, a.g.e., s.9.
79
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Bu yaklaşımın liberalizmle birçok ortak yönleri vardır, kişileri eğitmeye odaklanma ve eşitsizliğin (en azından tüm erkeklerin, beyazların ve de heteroseksüellerin kökünü kazımadan) tamamen yok edilmesinin mümkün olabileceğini anlamaksızın adaleti sağlamak için ahlaki çaba göstermek zorunluluğu gibi… İmtiyaz teorisi literatürünün çoğu sadece başkalarıyla yüzleşmek olduğu kadar, kişinin kendisi ile de yüzleşmesine odaklanır. Collins gibi geniş tarihî kapsamı olan bir yazar bile şöyle iddia eder “Değişim kendinle başlar ve etrafımızdaki kişilerle olan ilişkilerimiz sosyal değişim için en temel yer olmalıdır”.41 Tabii ki insanların davranışları ve başkalarıyla ilişkilerinde kendilerini eleştirmesinde bir sorun yoktur ve de tüm baskıcı davranışları, dili ve tavırları tartışmak doğru bir şeydir. Fakat ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobi gibi büyük sistemik ayrımlarla mücadelede birkaç ilerici insanın kişisel içgörüsüne bel bağlanamaz.
İmtiyaz ve kesişimselcilik İmtiyaz teorisyenleri arasında “kesişimselcilik” kavramı çok yaygındır. Özünde kesişimselcilik, kişilerin ve grupların değişik yönlerden baskıya maruz kalabileceklerinin ve bu farklı yönden gelen baskıların birbirini nasıl etkilediğinin ve nasıl kesiştiğinin tanınmasıdır.
Bu tartışmalar yeni değildir. Ambalavaner Sivanandan, esas olarak kişisel ve kişiler arası ilişkilere odaklanan yaklaşımın tehlikeleri konusunda yazdığından beri 20 yıl geçti: “Gücü kişiselleştirerek ‘kişisel olan politiktir’ demek düşmana kişilik kazandırır: Siyahın düşmanını beyaz olarak, kadının düşmanını erkek olarak görmek ve tüm beyazlar ırkçıdır, tüm erkekler cinsiyetçidir demektir”.42
İmtiyaz teorisi ve kesişimselcilik aynı şey değildir. Fakat bazı yerlerde çakışırlar: Birçok imtiyaz teorisyeni kesişimselciliği, insanların nasıl bazı alanlarda “imtiyazlı“ olduğunu fakat diğer alanlarda baskıya maruz kaldığını anlatmakta kullanırlar. Örneğin, Courtney E Martin’in, New Statesman’da yazdığına göre, Peggy McIntosh kendi “bilinçsiz imtiyazlar“ının listesini çıkardığında “kesişimselciliği düşünmeye başladı. (Onun durumunda sadece kadın olmak değil, aynı zamanda beyaz hetereseksüel bir kadın olmak gibi).44 Başka bir deyişle, tüm kadınların aynı durumu paylaşmadığını fark etti. Bunun sınıfa, ırka, cinselliğe bağlı olduğu gibi…
İmtiyaz teorisi politik tartışmayı ahlaklılığa başvuru ve kişisel hislere indirgeyerek, bir şey söyleyenin, genellikle söylenenden daha önemli olduğunu açıklar. Bu yüzden, imtiyaz kavramını tartışmak potansiyel olarak zararlıdır ve baskıcı hareketleri temize çıkarır. Eğer bir kimse ırkçı ve cinsiyetçi bir şekilde davranıyorsa, otomatik olarak onların “imtiyazlı“ ırka veya cinsiyete bağlı olduğuna atfetmektense, söylediklerinin ırkçı ve cinsiyetçi olduğunu tartışmak, tabii ki herkes için daha eğiticidir. İmtiyaz teorisinin destekleyicileri, sürekli kişiler üzerine odaklanmaktan uzaklaşırken ve daha geniş bir kampanyalarla uğraşırken bile “imtiyazlıların“ yapabileceği en fazla şeyin, ezilenlere destek rolü oynayabileceklerinde ısrar ederler. Frances Kendall, örneğin, kendi imtiyazlarımızı kontrol etmemizin amacı, bizim imtiyazlarımızı paylaşmayanlarla “dostluk“ ve “gerçek ilişkiler“ kurabilmek içindir diye tartışır.43 Daha geniş yapısal değişiklik yapmadan kendimizin ve başkasının fikirlerini değiştirebileceğimizin mümkün 41 Patricia Hill Collins, 2010, a.g.e., s. 234-235. 42 Ambalavaner Sivanandan, 1990, “All that Melts into Air is Solid: the hokum of New Times”, Race and Class, volume 31, s. 14. 43 Frances Kendall, 2013, a.g.e., s.171.
80
olmasına inanmak her şeyi tamamen tersinden almaktır. Gerek daha iyi işyeri şartları için, gerek savaşı durdurmak için, ırkçılığa karşı, cinsiyetçiliğe karşı veya daha başka nedenlerle mücadeleye giren kişilerin çoğu, çelişkili fikirleri de beraberlerinde getirirler. Bazı gerici fikirleri benimseseler, bazılarını reddederler. Fakat işte tam da değişiklik için verilen mücadelede kapitalizmin işleyişi ile ilgili yeni birikimler kazanırlar ve eski varsayımlar ve önyargılar parçalanır. Bunun nedeni, değişimler için verilen mücadelede insanların dolaysız tecrübeleri, kapitalist kurumlar tarafından geliştirilen dünya görüşüyle keskin bir çelişkiyle düşer.
Aynı şekilde kesişimselciliğin ana savunucuları da birden fazla baskıya maruz kalanların, geniş mücadeleler içinde dışlandıkları konusuyla ilgili tartışmalarında, imtiyaz teorisi kavramlarını kullanma eğilimi gösterirler. Kimberlé Crenshaw, zenci kadınların hem beyaz kadınlar tarafından hem de siyah erkekler tarafından dışlandıklarını yazarak “En imtiyazlı grup üyeleri üzerine odaklanmak çok yönlü baskı altında olanları dışlar”45 der. Kesişimselcilik, baskıyı anlamada temel etki olarak büyüdü. Yani “Benim feminizmim ya kesişimselcidir ya da palavradır“ sloganı feminist blogcular arasında çok belirgin bir slogan oldu. Bu kavram birçok genç aktivist arasında da popüler oldu. Örneğin, Edinburg Üniversitesi’nde öğrenci konseyi, kendi öğrenci birliğini, 44 Courtney E Martin, 2007, “Identity Crossroads”, New Statesman (28 Kasım), www.newstatesman.com/blogs/the-faith-column/2007/11/identity-oppression-approach 45 Kimberlé Crenshaw, 1989, Demarginalizing the Intersection of Race and Sex: A Black Feminist Critique of Antidiscrimination Doctrine, Feminist Theory and Antiracist Poltics, University of Chicago Legal Forum, Chicago, s.140.
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
kesişimselci feminizme açık bir yer olmasını oylamayla kabul etti. Ayrıca son yıllarda kesişimselcilik yaklaşımını kullandığını iddia eden akademik araştırma ve yazılarda veya toplumun en dışlanmış “kesişmelerinde“ki kişileri araştırmakta büyük bir artış oldu. Bu çalışmaları bütünlüğüyle incelememiz konumuz dışındadır. Fakat kesişimselciliğin, özellikle eylemciler arasında nasıl olageldiği ve imtiyaz teorisiyle nasıl etkileşim hâlinde olduğu gibi birkaç kilit noktasını açıklamaya ve değerlendirmeye çalışacağız.
cinsiyetçiliğe karşı bir reaksiyon olarak şekillenmiştir.47 İngiltere’nin tersine, Amerikalı kadınların hareketi sosyalist solun çok zayıf olduğu, sendika üyeliğinin az olduğu ve halkçı reformcu örgütlerin bile olmadığı bir ortamda gelişti. Baştaki köktenci politikalarına ve kitle etkilerine rağmen, 1970’lerin ortalarına doğru kadın hareketleri giderek temelde ve odaklaşmalarında bile dar ve tutucu olmaya başlamış ve geniş mücadelelerden ayrılmıştır. Bu daralış, tüm erkeklerin kadınları bastırdığı üzerine olan teorileri güçlendirmiştir.
Kesişimselcilik iki düzeyde çalışır – birincisi tanım düzeyindedir. Birçok taraftan bu tanımlama rolü, kesişimselciliğin asıl fonksiyonudur. Özelde kesişimselcilik, birden fazla baskıyı “toplama“ yaklaşımını reddeder. Yani siyahî kadının üzerine olan baskı, basitçe ırkçılık artı cinsiyetçilik olarak anlaşılmamalıdır. Bu baskıların özel kesişimi ikisinin toplamından daha büyük başka bir şey yaratır. Örneğin ırkçı fikirler, sadece siyah olmanın ne demek olduğu değil, siyah kadın veya siyah erkek olmanın ne demek olduğu gibi özel cinsiyetli klişeler arasında işler.
Bazı siyah feministler kadın hareketindekilerin tüm kadınlar adına konuştukları iddialarına büyük eleştiriler getirdiler. Özellikle hareketin, diğer grupları dışarıda tutup beyaz orta sınıf kadınların problemlerini yansıttığına dikkati çektiler. Audre Lorde bu konuda şöyle der: “Genelde bugünkü kadın hareketi içinde beyaz kadınlar ırkı, cinsel tercihi, yaş ve sınıfı göz ardı ederek kendi kitlesel baskılarına odaklanırlar. Kızkardeşlik sözcüğünü kullanarak homojen oldukları izlenimini vermeye çalışırlar ama gerçekte böyle bir şey yoktur”.48
İkincisi, kesişimselcilik kavramı özellikle son zamanlarda eylemciler tarafından kullanıldığı biçimiyle sık sık, imtiyaz teorisinin temel çerçevesine çok benzeyen bir iktidar teorisini yansıtır. Tarihe ve birkaç kilit noktaya derinliğine baktıktan sonra bu soruya tekrar döneceğiz. Kesişimselcilik kavramı genellikle 1980’ler ve 1990’ların başlarında Amerikalı hukuk profesörü Kimberlé Crenshaw ya da Amerikalı sosyoloji profesörü Patricia Hill Collins tarafından başlatılmış olarak görülür. Oysa ki kesişimselciliğin temel fikirleri, 1970’ler ve 1980’lerdeki kadın hareketlerini ve siyahi kurtuluş hareketlerini, siyah kadınların kendine özgü tecrübelerini gözardı etmeleri ve dışlamaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiren siyah kadınların yazdıkları yazılara kadar geriye gider. Bu yazılar siyah feminizm olarak bilinir -ve Collins’in etkili çalışması Black Feminist Thought’un (Siyah Feminist Düşünce)46 konusu ve başlığını oluşturmuşlardır. Yani bu kavram, siyah kadınların görüşlerini ve üzerlerindeki baskıları anlama yöntemi olarak gelişti ancak o zamandan beri çeşitli baskılar arasındaki bağlantıları anlamaya çalışmak için ele alındı ve genişletildi. Siyah feminizm ve kesişimselciliğin kökleri Siyah feminizmin çıkışı Amerikan kadın hareketinin özel karakterine birçok yönden yanıttır. Kadın hareketi, toplumsal haklar, Siyah Güç (Black Power) ve Vietnam savaşı karşıtı hareketlerden daha sonra ortaya çıkmış ve bu hareketler içinde aktivistlerin maruz kaldığı 46 Patricia Hill Collins, 2009, a.g.e.
Birçok yönden siyah feministler bu konuda haklıdırlar. Kadın hareketi genelde –çoğunluğu beyaz- orta sınıf kadınlar ve onların sorunları ve bunu yansıtan metotlarda kaldı. Fakat birçok siyah feminist de kadın hareketinden edindikleri kendi tecrübelerini yorumlayarak onun, sadece beyaz eylemcilerin tarihçesi olduğunu ve siyah kadınları dışlamak ve kendilerine yapılan ırkçılığın bir aleti olmaktan başka iyi bir şey yapmadıklarını söyleyerek yanlış bir genelleme yaptılar. Beyaz feministlerin çoğu, Amerikan kadın hareketinin bir bütün olarak ırkçılığı ve emperyalizmi göz ardı ettiğini kabul etmezler. Birçok eylemci, kadın hareketine, Vietnam savaşı karşıtlığı ve insan hakları mücadelelerinden geldiler ve bu sorunları birlikte getirdiler. Önceleri, kadın hareketi savaşa karşı aktifti ve Siyah Panterler’e yapılanlara karşı protestolara katılıyorlardı. Amerikalı eylemci Lise Vogel, örneğin, feministlerin 1980’lere kadar ırkçılığı ve sınıfları görmezden geldiklerini reddeder. 1970’lerin sonlarında, birçok radikal sosyal hareketin yok olup yeniden ortaya çıkması sürecinde, eski genel politikaların bir kısmının kaybedildiğini savunur.49 Başka bir deyişle, kadın hareketinin problemleri beyaz kadınların imtiyazlarıyla değil, politikayla ilgiliydi. 47 Bkz: Lindsey German, 1989, a.g.e. 48 Audre Lorde, 2000, “Age, Race, Class and Sex: Women Redefining Women”, Feminist Theory: A Reader, Der. Wendy Komar and Frances Bartkowski, Feminist Theory: A Reader, Mayfield, . 49 Lise Vogel, 1991, “Telling Tales: Historians of Our Own Lives”, Journal of Women’s History.
81
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
1977’de, bir siyah feminist hareket olan Combahee River Collective’in yayınladığı bildirge, daha sonra kesişimselcilik olarak bilinen kavramın temeli olarak görülür. Onların bu bildirgesi, kesişimselciliğin ana temalarından bazılarını içerir: “Şu anda bizim politikamızın en genel ifadesi olarak, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, heteroseksüel ve sınıf ayrımlarına karşı mücadele etmeye kararlıyız ve özelde, en önemli baskı sistemlerinin iç içe geçmiş olması gerçeğine bağlı olarak, görevimizi, bütüncül bir analizi ve pratiği geliştirmek olarak görmekteyiz”.50 Geniş kurtuluş hareketlerinde ve “beyaz erkek solu“ etrafında edindikleri tecrübelerinden dolayı ayrı örgütlenme yolunda harekete geçtiklerini ve “beyaz kadınlarda olduğunun tersine, ırkçı olmayan, siyah ve beyaz erkeklerde olduğunun tersine, cinsiyetçi olmayan bir politika geliştirmek“ ihtiyacını belirlediklerini belirttiler. Bildirgeleri oldukça radikal görünüyordu. Örneğin, “Tüm baskı ve zulüm altındaki halkların kurtuluşu politik-ekonomik sistemler olan kapitalizm ve emperyalizmin olduğu kadar patriyarşinin de imhasını gerektirir” diye belirtiyorlardı. Oysa ki politikaları en dar anlamda söylenilenlerin söylenmesi için derlenmişti fakat gerçekte çelişkiliydi. Yani, “Marx’ın [ekonomik] teorisi ile temelde aynı fikirde” olduklarını belirtiyorlardı ama feminist yazıyı Sisterhood Is Powerful (Kızkardeşlik Güçlüdür)‘dan beğenerek alınan şu paragrafla bitiriyorlardı: “Beyaz heteroseksüel erkeklerin ne gibi bir devrimci rolü gerçekleştirebilecekleri hakkında en ufak fikrim yok çünkü kendileri bizzat gerici çıkarcı iktidarın temsilcileridir”.51 Siyah feministler, daha geniş kadın hareketinin sorunlarını ve yapılanışını eleştirirken, metotlarını reddetmediler. Örneğin Combahee River Collective, çalışma gruplarına ve bilinci artırmaya odaklanmaktaydı ve cinsiyetçilik üzerine olan ayrımları, geniş kadın hareketinde görülen ayrımcılık ve kimlik tartışmalarının bir yansımasıydı. Siyah feminizm, bir düşünceler zinciri olarak birbiriyle uyumludur ama bu tutarlı olduğu anlamına gelmez. Bu bir sürpriz değil, sadece siyah ve kadın olmak bir kişinin politik görüşlerini belirlemez. Yine de, örneğin Collins’in Black Feminist Thought (Siyah Feminist Düşünce) yazısında olduğu gibi bu fikirleri tutarlı bir bütün olarak sunma girişimleri olmuştur. Collins’in kendisi, politik sonuçlar için bu konunun üzerinde aşırı derecede durduğunu bildirir. Aslında siyah feminizm geleneğinin önde gelen kişileri arasında da ciddi tartışmalar vardır. Örneğin Bell Hooks, geniş kadın hareketinin acımasız eleştirisini birçok siyah 50 Combahee River Collective, 1977, The Combahee River Collective Statement, www.sfu.ca/iirp/documents/Combahee%201979.pdf 51 a.g.e.
82
feministle paylaşırken, Combahee River Collective’in siyah kadınlar olarak ayrı örgütlenme kararını, mücadele meydanını terk eden gerici bir düşünce olarak görür.52 Nitekim siyah feministlerin kadın hareketine olan eleştirilerinde haklı oldukları taraflar vardı. Marksistler de fark gözetmeyen “kızkardeşlik“ kavramını eleştirdiler. Bazı feministler tarafından benimsenen bu çerçeve, değişik sınıflardan gelen kadınların farklı olan çıkarlarını belirsizleştirir. Tabii ki tüm kadınlar baskılardan eziyet görürler fakat hakim sınıftan gelen kadınlar varlıklarını kullanarak çeşitli yönlerden cinsiyetçiliği hafifletirler. Sistemin tümüne karşı koymak söz konusu olunca, işçi sınıfından kadınların sisteme karşı koymakta çıkarı varken hâkim sınıf kadınlarının çıkarı, varlıklarını devam ettirmek için sistemi devam ettirmekte yatar. Baskıya maruz kalanlar arasında otomatik bir birlik olmadığı doğrudur ve bazı feministler diğer baskıya maruz gruplarla ilişkilerde gerici rol oynamışlardır. Örneğin, Fransa’da başka yerlerde, Müslüman kadınların tesettür giyme hakları tartışmasında normal feministlerin rolü bunun karşısında yer almak oldu. Oysa ki baskıları ve sömürüleri nasıl anladığımızı yansıtan bu soruların hepsi politiktir. Bazılarının zannettiği gibi imtiyazların bilinçsizce uygulanması değildir. Kesişimselcilik stratejiye nasıl bilgi katar? Siyah feminizm denilen literatür kölelik dahil, tarihte olanlarla ilgili anlayışımızı arttıran, düşünceleri harekete geçiren yazılar üretti. Angela Davis, Bell Hooks ve diğer birçok yazar bu konuda olduğu kadar, kadınların oy kullanma mücadelelerindeki tartışmalarda ve ırkçı cinsiyetçi imgelemlerin analizinde de geniş çapta ve yetkin bir şekilde yazdılar.53 Kesişimselci yaklaşım olarak bilinen bu anlayışın sosyal politika alanında da göz önüne alınması faydalıdır, Crenshaw’ın siyah ve diğer azınlık kadınların ne gibi özel ihtiyaçları olabileceği konusunda yaptığı gibi. Bir göçmen kadının, örneğin, evdeki şiddet karşısında ne gibi servislerin yardımından yararlanabilmesinin önünde ne gibi ek engellerin olabileceği gibi. Fakat kesişimcilik burada yaptığı, Laura Miles’ın bu dergide tartıştığı gibi, “gerçeğin adını anmak”, yani tanım seviyesinde kalmaktır.54 52 Bell Hooks, 1992, Ain’t I A Woman: Black Women and Feminism, Pluto. 53 Angela Davis, politikası her zaman diğer pek çok siyah feministin çerçevesinden farklı olsa da genellikle siyah feministler kategorisine dâhil edilir ve cinsiyet, ırk ve sınıf politikası arasındaki bağlantıları inceler. Bu, pek çok siyah kadın yazarı, ortak politikaları değil de kimlikleri üzerinden aynı kategoriye sıkıştırmanın problemli olduğunu pek çok yönden ortaya koyar. 54 Laura Miles, 2014, “Transgender Oppression and Resistance”, International Socialism 141, www.isj.org.uk/?id=944
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Tanım tabii ki önemli, köle ticaretinin mekanizmalarını anlamak önemli, çünkü tarih bugün hakkında bilgi verir. Cinsiyetçi imgelemin kendiliğinden ırksallaştırıldığını (veya tam tersini) değerlendirmekte de fayda vardır çünkü ideolojinin ne kadar baskıcı bir şekilde işlediğini anlamalıyız. Ancak bu, kendi başına yeterli değildir. Kesişimselcilik kavram olarak iki yöne çeker. Son zamanlarda bu kadar yaygın olması, birçok yönden geniş çapta toparlanma isteğini yansıtır. Birçok feminist ve diğer aktivist “kesişimselci“ olduklarını ifade ederek, değişik deneyimleri kabullenen, özelde siyah kadınlara açık, kapsayıcı bir politika istediklerini açığa koyarlar. Açıktır ki özellikle yıllardır ayırımcı ve ahlakçı kimlik politikalarından geçmiş olanlarımız için bu olumlu bir gelişmedir. Fakat kesişimselcilik, kimlik politikalarını ya da post-Marksist iktidar kavramlarını reddetmez. Crenshaw, örneğin, kesişimselciliğin, post modernist öğelerle baskılara karşı olan mücadeleleri birleştirme girişimi olduğunu açıkça gördüğünü belirtir.55 Gerçekte kesişimselciliğin tüm temeli kimlik sorunlarına tutunmaktadır. Örneğin; Combahee River Collective, “en derin ve potansiyel olarak en radikal politikalar, başkası üzerindeki baskıları kaldırmaya çalışmaktan değil, kendi kimliğimizden gelir” der. Kesişimci politikalar bu yüzden, aynı daha önceki kimlik politikaları gibi, parçalanmış ve ahlakçı olan bölünmeye açılırlar. Bu yaklaşımın büyük bir bölümü, kişisel deneyimlerin yükselmesinin, kavramanın kilit noktası olduğunu görerek imtiyaz teorisi ve kimlik politikalarıyla bu ortak noktaları paylaşır. Bu nedenle Collins şöyle tartışır: Kapsamlı üstünlük matrisi, dezavantajlı ve imtiyazlı değişik tecrübeler ve bunların ürettiği ortak tek taraflı bakış açısıyla gelen birçok grubu kapsar… Hiçbir grup açık bir görüş açısına sahip değildir. Hiçbir grup gerçek ”doğru”yu keşfetmeye izin veren teori ve metodolojiye sahip değildir.56
Bazı yazarlar ve aktivistler, sadece baskıların kesişimlerinde yaşamak bile direnmenin kendisidir diye önerirler. Yine de kesişimselciliği benimsemiş diğerleri için amaç sadece isim vermek değil baskıları karşılarına alıp mücadele etmektir. Birçok yazar ve aktivist, sadece kişilerle yüzleşmek değil, sosyal adalet uğraşısı için koalisyon kurmaktan bahsederler. Sosyalistler de bu amaçları ve mücadeleleri paylaşır. Fakat ortak amaçlar
için çalışmak neyle kavga ettiğimizi ya da direnmedeki strateji tartışmamamızı daha iyi anlamak gereksinimlerini ortadan kaldırmaz. Kesişimselcilik teorisinin başlıca sınırlarından biri, bir yaklaşım olarak, içeriğinin tarif ettiği kesişen baskıların kaynağını bulmaya teşebbüs etmek yerine deneyim seviyesinde kalmasıdır. Bunun tersine Marx tarafından özetlenmiş yöntem, Marx’ın “en basit belirleyici faktörler “ dediği şeyi bulmak için soyutlama yaparak, hayattaki güçlüklerin tanınmasından öteye geçmeyi içerir. Bu, şimdiki durumda sınıflı toplumda baskıların kaynağını bulmak anlamına gelir. Fakat bu tablonun sonu değildir. Marksistler bu çapraşık somut gerçekleri soyutlamaktan edindikleri birikimleri gerçeğe uygulamak zorundadır- bu Marx’ın “soyuttan somuta yükselmek”57 diye açıkladığı durumdur. Bu şekilde hem baskıların kaynaklarını hem de insanların başlarına gelenlerin kapitalizm altında nasıl oluştuğunu daha iyi anlarız. Marx’ın metodundan iki ayrı nokta daha çıkar. Birincisi Marx, farklı gibi görünen iki olayın, toplumun bütünlüğü içindeki parçalar olarak görülmesi gerektiğini iddia eder- yani oluşumlar ve deneyimler toplumun nasıl işlediği yönündeki daha geniş sorulardan soyutlanmış olarak anlaşılamaz. İkincisi, somut her zaman tarihseldir. Baskılar durumunda, bu özel oluşumlar ve deneyimlerin zamanla değişir olmasını tanımaktır. Örneğin, son zamanlarda kapitalizmde olan yapısal değişiklikler, tüm dünyada milyonlarca kadını daha işyerlerine çekerek kadınların baskı deneyimlerini ve bu baskılara karşı koyma olasılıklarını değiştirdi. Marksizm’in stratejik birikimleri, dünyayı anlamaktaki bu anlayış yönteminden kaynaklanır. Sınıflı toplumlarda baskıların kaynaklarını doğru tespit ederek yapısal yeteneklerimizi ve kapitalizm içinde işçilerin güçlerinin potansiyelini görebiliriz. Kesişimselcilik haklı bir şekilde toplumda iç içe geçmiş birçok bölümün olduğuna işaret ederken, imtiyaz teorisinde olduğu gibi, sınıflar sorununu, onlardan sadece bir tanesi olarak baskılar listesine havale eder. Böylece, kapitalizmdeki sınıfların özel yerini gözden kaçırır. Sınıf, sadece baskı kaynağı değil aynı zamanda gücün kaynağıdır ve farklı geçmişlerden ve kesişen baskılardan gelen insanların birleşmesinin mümkün olduğu bir tabandır. Marx, işçi sınıfında herkes aynı olduğu için değil, işçi sınıfından insanların kapitalizmle ortak ilişkilerinin olması ve birlikte tüm toplumu alaşağı edebilecek özgün bir iktidar kurabilecek olması nedeniyle işçi sınıfına, evrensel sınıf demiştir.
55 Crenshaw, 1989, a.g.e., s. 1244. 56 Aktaran, Susan Archer Mann ve Douglas J Huffman, 2005, “Decenterising of Second Wave Feminism and the Rise of the Third Wave”, Science and Society, Volume 69, number 1 (Ocak).
57 Karl Marx, 1857, Grundrisse (Outline of the critique of political economy), www.marxists.org/archive/marx/works/1857/grundrisse/ch01.htm
83
İmtiyaz teorisinin yanlışları nelerdir? | Esme Choonara, Yuri Prasad
Sonuç İmtiyaz teorisinin ana odağı kişiler arasındaki eşitsizlikler olduğundan, bizi, bir bütün olarak eninde sonunda sisteme karşı vereceğimiz kavga için silahlandıramaz. Fakat hasar sadece mücadele ufkumuzu kısıtlaması değil haksızlıklara ve önyargılara karşı her an olagelen kavgaların önünde bir engel olma riskini taşımasıdır. Örneğin, solun ve adaletsizlikten yakınanların en fazla üzerinde durduğu konulardan biri olan göçmenlerin acımasızca suçlanması, medya ve politikacılar tarafından kamçılanmakta olmasını ele alalım. Bu zehiri yok etmenin tek çaresi, şu anda Muhafazakâr Parti’den ve aşırı sağdan doğrudan bu tacizlere maruz kalmayan işçi sınıfının beyaz ve siyah insanlarını bir araya getiren bir mücadeledir. Ancak imtiyaz teorisi bize, harekete geçirmemiz gerekenlerin çoğunun bilinçli ya da bilinçsiz ırkçılığa ve “beyaz üstünlüğü“ne ortak olduğunu söylemektedir. Bugün göçmenlerin suçlanması beyazların veya İngilizlerin “imtiyaz”ının bir sonucu değildir ama ekonomik mutsuzluğun suçunu başkasına yöneltmeye kararlı acımasız hâkim sınıfların fırsatçılığının ve ihtiyaçlarının sonucudur. Bunu anlamak, sınıf bütünlüğünün en etkili direniş aracı olduğu tartışmasını kazanmayı mümkünleştirir. Tabii ki sınıf bütünlüğü otomatik değildir ve işçi sınıfından birçok kişi ayrımcı politikalara ve yalanlara kanabilirler. Bu nedenle sadece hâkim sınıflarla değil, kendi sınıfımızdakilerle de politik kavga vermeliyiz. Fakat imtiyaz teorisi, beyaz aktivistleri, ırkçılığa karşı mücadelelerinde kendini koruma durumuna düşürmeye çalışarak, müttefiklerini uzaklaştırmakta ve göçmenleri kendi kavgalarında yalnız bırakmaktadır. Birçok yönden baskılara karşı kavgalar yol ayrımlarında oluşur. Bir önceki neslin verdiği kavgalar, baskılara maruz bir tabakanın orta ve hâkim sınıflara yükselmesi için kapıları açtı. Bu tabaka için eşitlik mücadelesi, fırsatlardan eşit şekilde yararlanmaya yani en üst masada yeterli sandalye almaya indirgenmiştir. Böylece dünyanın en güçlü ülkesinde siyah bir başkana ve Avrupa’nın en güçlü ülkesinde kadın şansölye Angela Merkel’e sahip olabiliyoruz. Eşcinsel evlilik İngiltere’de artık serbest ve engelli kişilerin hakları çok yetersiz olsa da kanunla tanındı. Tepedeki birkaç kişi, mücadele gündemini kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmeye çalışırken aşağıda baskı ve eşitsizlikler sürüyor ve hayat çoğunluk için daha da zorlaşıyor. Bu durum, gerçek kurtuluş için nasıl mücadele verileceği konusunda Marksistlerin büyük katkılar yapabileceği tartışmalara yol açar. Bugünün aktivistlerinin birçoğuna göre imtiyaz teorisi başta baskılara karşı gelmenin bir yoludur. İyi bir başlangıç noktası olabilir ve ortak endişelerimizi dile getirir fakat mücadeleyi ilerletebilecek bir temel değildir. Bu durumda solun, başkalarıyla birlikte çalışma ve baskılara karşı
84
mücadelelere mümkün olduğunca canlılık kazandırma ve genişletme fakat galip gelebilecek bir politika ve stratejiyle kavga verme sorumluluğu vardır.
Çeviren: Gülden Yazgan
Joseph Choonara’nın yeni kitabı “Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu” Özdeş Özbay
S
on iki yıldır arka arkaya kitap yayınlayan Z Yayınları son olarak İngiliz Marksist Joseph Choonara’nın kitabını yayınladı. Kitap, Marx’ın olgunluk dönemi eseri olan Kapital’ini okumaya çalışanlar için bir kılavuz olarak hazırlanmış.
Kapital için anlamanın çok zor olduğu söylenegelir. Oysa bu sadece kısmen doğru. Kapital’i okuyan günümüz insanı açısından ilk kez 1867 yılında yayımlanan bir kitabı anlamanın elbette çeşitli güçlükleri var. Bunların en önemlisi Marx’ın analizleri boyunca başvurduğu diyalektik yöntem. Günümüz okuyucusu açısından bu yazma biçimi son derece yabancı. Modern eğitim sistemi, üniversite eğitimi dahil esas olarak analitik yani nedensellik ilişkisi üzerinden eğitim veriyor. Bu şekilde hemen her şeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde okumaya, yazmaya ve anlamaya alıştığımız için baştan sona aynı süreçlerin çelişkili birlikteliğini bir emeğin bir de sermayenin gözünden anlatan bir analiz biçimini anlamak güçleşiyor. Ayrıca günümüzde “uzmanlaşmanın” yaygın kabulü nedeniyle de bütüncül analizler son derece karmaşıkmış gibi algılanıyor. O kadar ki bazı post-modern düşünürler tarafından “büyük anlatıların” yani bütüncül toplum analizlerinin anlamsız olduğu tezi üniversitelerde yaygın bir şekilde kabul edilmiş durumda.
Marx’ın Kapital’ini okumaktaki bir diğer zorluk ise Marx’ın eser boyunca kendi döneminin en önemli iktisatçıları, filozofları ve ekonomi politik yazarları ile polemiğe girmesi. Bu düşünürlere ve teorilerine yabancı olan bugünün okuyucusu eser içerisinde kendini kaybolmuş hissedebiliyor. Ancak bu zorluklar dışında Kapital son derece somut ve akıcı bir dille yazılmış bir eser. Zaten Marx tarafından bizzat işçilerin okuması için hazırlanmıştı. Bu nedenle önsözlerinden birisinde Marx, Kapital’in Fransız işçilerin okumasını kolaylaştırmak için fasiküller halinde yazılmasına onay verdiğini söylüyor. Choonara’nın da belirttiği gibi bizzat işçi sınıfı için ve sınıfı politik olarak güçlendirmek için yazılmış olan politik bir kitap Kapital. Kapital tarihin çeşitli dönemlerinde yeniden ve yeniden keşfedilir. Tesadüf değil özellikle kriz dönemlerinde bu esere olan ilgi artar. 2008 küresel finans krizinden sonra da kitaba olan ilgi arttı. Tabi Marx’ın bu büyük eseri üzerine yazılan kitaplara
85
“Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu” | Özdeş Özbay
da ilgi büyük oldu. Örnek olarak Terry Eagleton’ın 2011 yılında yayımlanan Marx Neden Haklıydı? kitabını verebiliriz. Ancak yukarıda bahsettiğim zorluklardan dolayı okuyucular Kapital’i anlatan kılavuzlara da yöneliyorlar. Bu kılavuzlar arasında günümüzde en fazla satan David Harvey’in Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz kitabı. Yaklaşık 40 yıldır üniversitede Kapital dersleri veren Harvey, Kapital konusunda neredeyse tartışmasız otorite olarak biliniyor. Choonara da bu yüzden kitabı boyunca Harvey’in Kapital yorumu ile ayrıldığı noktaları özel olarak vurguluyor. Choonara’nın kitabı aslında üç cilt olan Kapital’in sadece birinci cildini anlatıyor. Ancak yeri geldikçe diğer ciltlerde daha ayrıntılı olarak girdiği noktaları vurgulamayı ihmal etmiyor. Kapital’i, Harvey’in belirttiği gibi bir soğan gibi düşünmek mümkün. Marx, soğanın merkezinden yani metadan anlatmaya başlıyor sonra da yaprak yaprak, emek, değer, artı değer, semaye, iş günü, manifaktür, fabrika, yeniden üretim vb. şeklinde her bir kesiti diğeri ile bağlayarak ilerliyor. Bu nedenle Kapital ancak sonuna kadar okunduğunda anlam kazanan bir eser. Bütün yapraklar üst üste konduğunda soğan bir bütün olarak ortaya çıkıyor. Ancak Marx birinci ciltte dolaşım sürecine ve finans, kredi, rant gibi konulara çok az giriyor. Dolaşım sürecini ikinci ciltte, bu iki sürecin birlikteliğiyle birlikte finans ve kredi sistemini üçüncü ciltte ayrıntılı olarak anlatıyor. Bu nedenle Choonara okuyucuyu birinci ciltte kalmamak gerektiği konusunda uyarıyor. Aksi halde okuyucu Marx’ın günümüz kapitalizmindeki finansallaşmaya dair hiçbir şey söylemediği gibi yanlış izlenimlere kapılabilir. Choonara, yeri geldikçe Harvey ile ayrıldığı noktaları vurguluyor ancak Harvey ile bölümlere dair yorum farklılığından çok daha büyük bir ayrım noktası var. Choonara, Harvey’in Kapital’i anlatırken üretim süreci, dolaşım süreci ve finans, rant gibi süreçleri birbirine paralel yani aynı düzeyde analizler olarak anlattığını oysa bu düzeylerin yan yana değil üst üste olduğunu ve en temelde üretim süreci olduğuna özel bir vurgu yapıyor. Bu fark iki Marksist’i günümüz kapitalizminin analizinde ve dolayısıyla politik sonuçlarda önemli ayrılıklara itiyor. Ancak Kapital kılavuzunda Choonara bu güncel ayrılıklara fazla değinmiyor. Sadece Kapital’e dair yorum farklılıklarının politik farklılıklara da yol açtığını belirtmekle yetiniyor. Kapital’i Choonara’nın kılavuzluğunda okumanın en önemli avantajı eseri günümüz kapitalizmine bağlaması. Bunu iki şekilde yapıyor. Ya bir bölümde anlatılan konunun günümüz Marksistleri arasında nasıl tartışılageldiğini çeşitli yazarlara ve eserlerine yer vererek vurguluyor ya da bir bölümde anlatılan sürecin günümüzde hangi değişikliklere uğradığını anlatarak bu değişimin Marksist analizini yapan örneklere yer veriyor. Kapital’i günümüz kapitalizmine bağladığı örnekler
86
arasında belki de en önemli olanı yeri geldikçe Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların nasıl sosyalizmle alakası olmadığını aksine Kapital’de anlatılan birçok süreci ve ilişkiyi sürdürmesi dolayısıyla bir devlet kapitalizmi olduğunu vurguladığı bölümler. Bu konuyu merak edenlerin yine Z Yayınlarından çıkan ve Toni Clifff tarafından yazılmış olan Rusya’da Devlet Kapitalizmi’ni okumalarını öneririm. Choonara’nın kılavuzunun bir önemli yönü daha var. O da Marx’ın birçok bölümünde yabancılaşma ve buna karşı insan özgürlüğü konusunda yaptığı analizlere özel vurgu yapması. Bu çok önemli çünkü Marx’ın Stalinist yorumları Marx’ın özgürlük anlayışını görmeksizin Marx okuması yapıyorlar ve Sovyetler Birliği’nde yaşanan baskıcı dönemi sahipleniyorlar. Benzer şekilde birçok anti-Marksist düşünür de Sovyetler Birliği örneğine bakarak Marx’ın bütün bir dünyayı açık hava fabrikaya çevirmeye çalıştığı sonucuna varıyor. Oysa Choonara’nın birçok bölümde satır aralarında anlatılan yabancılaşma ve özgürlük konularının ısrarla altını çizmesi bu tarz Marx okumalarının da eleştirisi olmuş oluyor. Hatta yeri geldiğinde bu konulardaki vurguların altını daha da kalın çizmek için Alman İdeolojisi gibi Marx’ın diğer eserlerinden de faydalanıyor. Bu aynı zamanda Althusser’in iddia ettiği epistemolojik kopuş tezini de çürütmeyi hedefliyor. Chonaara’nın yazdığı kılavuz Kapital’in yerine okunmamalı. Kapital kesinlikle başlı başına okunması gereken bir kitap. Marx’ın Kapital’i İçin Okuma Kılavuzu ise Choonara’nın da girişte belirttiği üzere Kapital’i okumaya çalışanlar için ve özellikle de okuma grupları için bir kılavuz niteliğinde hazırlanmış. Ancak yine de kitabı, bir kılavuz olarak okuyabileceğiniz gibi Kapital’i okumaya girişmeden önce genel bir bilgi sahibi olmak veya okuduktan sonra hızlı bir özet okumak için de edinebilirsiniz.
“Umursamaya değer mücadeleler için” Sibel Erduman İyimser Olmayan Umut, Terry Eagleton, Çev: Emine Ayhan, 2017, Ayrıntı Yayınları
E
konomik eşitsizliğin yükselişi, son yıllardaki Wall Street hareketi ve Arap baharının çöküşü, bizdeki Gezi hareketinin ‘son bulması’, ABD’de Trump’ın seçilmesi, bizde ise yıllarca süren Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı ve de son dört beş yıldır kendi hayat koşullarını düzeltme ve başka bir şekilde yaşama taleplerine yönelik onca insanın sahadaki muhalefetine dünyanın süper güçlerinin kene gibi yapıştığı Suriye savaşı yeterince kasvetli bir ortam. Bu olaylar solda herkesi kötümser kılmasa da iyimser olmak da zor gibi gözüküyor. Politik olarak bu psikolojik çekilme sadece yenilgiyi artırabilir. Eagleton, ne mantıken saçma olan iyimserliği ne de doğal olarak bozguncu olan kötümserliği benimsemek zorunda olmadığımızı, ama hâlâ umursanmaya değer mücadeleler olduğu gerçeğine işaret eden bir umuttan bahsediyor. Sadece irade değil koşullar da… Kitabın neredeyse hiçbir yerinde açık biçimde olmasa da umut denilen nosyonun bireye içkin bir süreç olmasının yanı sıra bizatihi nesnel koşullara da bağlı olduğunu söylüyor. Çünkü hiç kimse durup dururken umuda kapılmaz, bunun için kendisinin dışındaki ama yine de bir birey olarak onu dışlamanın imkânsız olduğu dünyanın nesnelere, geçmişin birikimine, gelecek tahayyülüne ve bunları bir çerçeveye oturtabilecek fenomenlere ihtiyaç duyar. Bu noktada umudun elle tutulur bir biçim kazanmasının önkoşulu, bireysel şartlanmalar ve duygu dünyası olduğu kadar ve ondan daha da fazla olacak biçimde, oluşan, oluşmakta olan ve daimi bir değişime sahip olan nesnel koşullardır. Eagleton’un kitabı dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm iyimserliğin banalliğini ele alırken, ikinci bölümde umudun doğasını ortaya koyuyor, üçüncü kısım ise dolambaçlı yollarla Ütopyacı Marksist Ernst Bloch’un felsefesine odaklanıyor, son bölüm ise aşılamaz gibi görünen siyasi yenilgiler karşısında neden hâlâ umudu değişim için bir katalizör olarak oluşturabileceğimizi savunuyor. Kitap, iki genel izleyiciyi hedef alıyor: Sürekli yenilgiye uğrayan solcular (çeşitli sosyalist ve Marksistler), ve Batı’nın en etkileyici düşünürlerinden bazıları tarafından ortaya konulan umut, trajedi ve iyimserlik ile ilgili felsefi ve edebi düşünceye ilgi duyanlar.
87
“Umursamaya değer mücadeleler için” | Sibel Erduman
Marx, Luther, Jameson… Eagleton umudun bizatihi kendiyle değil, onunla çok yakın ilişkili olduğunu düşündüğü, umutla aynı klasmanda olduğu varsayılan ya da umut kategorisiyle eşanlamlı olarak kullanılan kavramlarla etkileşimli versiyonuyla ilgilenmektedir. Bu yüzden kitabın en hararetli tartışmalarının yaşandığı “Umut Nedir?” başlıklı bölümde, Eagleton Fredric Jameson’dan Martin Luther’e, Karl Marx’tan Aquinas’a, Alain Badiou’dan Paul Riceour’a kadar çok sayıda isimle hesaplaşmalara girişir. İlk kategori metafizik ve muhafazakâr tipteki umut tartışmasıdır, bunlar iyimserin kendisi ya da onun çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkar. Çünkü bütün banalliğiyle “İyimserlik, umutsuzluğu yeterince ciddiye almaz”. Çünkü “İnsan özel bir şey hissetmeden de umut besleyebilir.” İkinci kategoride ise liberal ve daima ileriye dönük çizgisel tarih anlayışını benimseyen bir tür sol bir bakış vardır, umut daima iyiye yönelik olduğu varsayılan, yeri geldiğinde neşeyle ilişkilendirilen, erdem ya da eğilim olarak kabul edilmekte beis görülmeyen bir olgu olarak ele alınır. Üçüncü bakışı ise Eagleton ortaya koymaya çalışır; bu son derece materyalist bir bakış açısıdır ve Antonio Gramsci’nin meşhur “İradenin iyimserliği, aklın kötümserliği” ilkesini bile kendisine rehber edinmekten çekinecek bir noktada yer alır. Eagleton bunu “Ne var ki, Gramsci’nin sloganı, fazla ileri götürüldüğünde iradeciliğe, hatta maceraperestliğe düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca, sonu pekâlâ katı bir imkânsızlığa da çıkabilecek bir düsturdur bu. Bir durumu umutsuz olarak değerlendirdiğiniz hâlde olumlu yönde davranabilirsiniz ama umutsuz gözüyle baktığınız bir durum içinde umutlu davranamazsınız.” (sf. 89) Umut ve olumsallık Bu noktada Eagleton’ın açık biçimde umut kavramını olumsallıkla değerlendirdiğini görmek mümkündür. Engels’in J. Bloch’a yazdığı mektupta ifade ettiği, tarihin ilerleyişindeki sonucun her zaman bireysel birçok istenç arasındaki çatışmadan doğduğu ve o istençlerin her birinin de çok sayıdaki özel yaşam koşulunun ürünü olduğuna yönelik yaklaşımı düpedüz umut için de geçerlidir. Umut edebilmenin koşulları da bu ölçüde materyalisttir. Yani umut etmemizi yaratan koşullar bizim de içerildiğimiz bazı koşullar tarafından oluşturulur, ancak bizim öznel niyetlerimizin gideceği yön, diğer bireylerin ve onların bizle ve kendi aralarında yaşanan çatışmalarından doğan bir bileşke tarafından ama yine de bizim arzularımızın da bulunduğu bir yapı tarafından belirlenir. Eagleton bunu bir cümlede şöyle özetler: “Tek başına alternatif bir gelecek hayal edebilme edimi bile şimdinin üzerimizdeki hükmünü böylesi bir geleceğin daha olanaklı görüneceği noktaya kadar zayıflatarak,
88
şimdiyi göreceleştirir ve ona mesafe almamızı sağlar.” İyimserlik ve umut arasındaki radikal farkın merkezi tam da burasıdır. Çünkü “Müzmin iyimser, aynı katı şekilde programlanmış tarzda karşılık verir her şeye; bu bakımdan da rastlantı ve olumsallığı saf dışı bırakır. İyimserin belirlenimci dünyasında şeyler olağandışı bir kestirilebilirlik çerçevesinde, ortada herhangi bir geçerli neden olmaksızın iyi gitmektedir.” Umut ve paradoks “Umuda karşı Umut” başlıklı dördüncü bölümde Eagleton temel bir Marksist noktayı zarifçe yineler: ‘Radikal dönüşümün zapt edilmesi zor bir fikir olması, onun öngörü ve açıklık, kesinlik ve hesaplamayı gerektirmesinden dolayıdır ama tüm bunların mutlaka şeffaf olmayan bir son adına olması gerektiğidir. Bir geleceği yansıtmak, kaçınılmaz olarak bugünün deneyimine dayanmak ve bundan hareketle zaten bildiğimiz şeyi aşmaktır.” Umutlu devrimci her zaman paradoksla karşı karşıyadır; radikal olarak yeni bir şey için savaşır ama değişim için ilham kaynağı olarak şimdiyi kullanmalıdır. Ve şimdi, sürekli bir yenilgi seti olduğu zaman ne yapması gerekir? Bu durum, Eagleton’un klasik trajedileri (örn., Shakespeare) derinlemesine okumasına yol açar. Çünkü trajedinin çeşitli medeniyetlerde kötümserlikten daha baskın bir yeri vardır, çünkü varlığımızın dokusunu gerçekten sarsan bir şeydir trajedi çünkü gücü, büyük değer verdiğimiz bir şeyin tahrip edilmesinden kaynaklanır. Solun sürekli olarak korkuyla anlık olarak geri çekilmesini sağlayan tüm yenilgilerde hissedilen olumsuzluğun hâlâ üzerinde durduğumuz pozitif bir şeylerin olduğu anlamına geldiğini fark etmemiz gerekir. Bu durum umutlu olmak için bir şeylerin olduğunu hatırlatır. Hiçbir zaman savaşmamak ve böylece hiç başarısız olmamak sıfır yükümlülük ve hiç umut olmaması demektir. Fakat denemek ve başarısız olmak, tekrar tekrar başarısız olmak, insan ruhunda geri kalan umudu ortaya çıkarır. Denemeyi kesene kadar bir kavgayı tamamen kaybettiğimizden asla emin olamayız ve denemeye devam ettiğimiz sürece amansız yenilgiye rağmen, umutlu olmak için hâlâ bir şey kalır.
Kİ T
IL ARD A
Ç AP
Rusya’nın Kızıl Yılı 1917, bu yıl boyunca yaşanan iki devrimin hikâyesini aşağıdan yukarı doğru bir bakışla, halkın arasından devrime katılan iki kişinin gözünden anlatmayı amaçlıyor. Natalya bir fabrika işçisi, Peter ise bir askerdir. Onlarla birlikte, işçilerin devrimci Petrograd’da kendi hayatlarının denetimini ele geçirmeye başlamasını ve sonunda büyük Ekim Devrimi’yle taçlanan olayları izleriz.
YAYINLARI
Kapak gรถrseli: Speak Out!, Jared Rodriguez / Truthout.