Mayıs 2018 Sayı 2 10 TL
“İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır”
Karl Marx 200 yaşında Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim Alex Callinicos ile söyleşi: | Can Irmak Özinanır, Jules El-Khatib Marksist din yorumunda dinin kökeni ve Ortaya Çıkışı | Sinan Özbek Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara Marksizm ve devlet | Çağla Oflas Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi | Adrian Budd 1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan Syriza: Umuttan hayal kırıklığına | Onur Devrim Üçbaş Marx okumaları | Volkan Akyıldırım Yokistan Tasarısı | Ozan Ekin Gökşin
İçindekiler Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? Şenol Karakaş
5
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi Faruk Sevim
23
Alex Callinicos ile söyleşi: “Marx küresel kapitalizme korku salan bir öcü olarak varlığını sürdürüyor” Can Irmak Özinanır, Jules El-Khatib
34
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı Sinan Özbek
39
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser Joseph Choonara
44
Marksizm ve devlet Çağla Oflas
54
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları Ferda Keskin
62
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi Adrian Budd
74
1968: Karabasanları düşlerimizdir Meltem Oral
84
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü Özdeş Özbay
94
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak Oğur Çalışkan
115
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu Onur Devrim Üçbaş
123
Marx okumaları Volkan Akyıldırım
131
Devlet kapitalisti bir ütopya: Yokistan Tasarısı Ozan Ekin Gökşin
134
Enternasyonal Sosyalizm | MAYIS 2018 | ISSN: 1301-0204 | 10 TL Sahibi: Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti adına Ozan Tekin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Meltem Oral Editörler: Can Irmak Özinanır, Canan Şahin, Gül Dönmez, Faruk Sevim, Şenol Karakaş Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No:230, Topkapı/ İstanbul Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yılda iki kez yayınlanır | İletişim: 0555 637 24 50
1
“Aslolan dünyayı değiştirmektir”
E
nternasyonal Sosyalizm’in ikinci sayısı Karl Marx’ın doğum gününde çıkıyor. Enternasyonal Sosyalizm’in ikinci sayısı Karl Marx’ın doğum gününde çıkıyor. Karl Marx 5 Mayıs 1818’de, Almanya’da Trier’de doğdu. 5 Mayıs 2018’de, 200. yaşgünü kutlanacak. Marx’ın fikirleri bir anda belirmedi kafasında, zamanla şekillendi, evrimleşti ve radikal bir değişiklik yaşadı. Sol kanat bir Hegelcilikten, Feuerbachçılığa yöneldi. Tarihin akışına dair bütünlüklü bir fikre ulaşması şu önermesinin Marx’ın kendisine de uyarlanmasıyla ancak anlaşılabilir: “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Marx başyazarlığını yaptığı gazetede, kereste hırsızlıklarıyla ilgili yasal düzenlemeleri incelerken, özel mülkiyet ve devlet arasındaki ilişkiye başka bir açıdan bakmaya başladı. O zamana kadar devleti her yurttaşın paylaştığı evrensel çıkarların sınıflar üstü temsilcisi olarak görüyordu. Marx sanayi kapitalistlerinin ve toprak sahiplerinin savunduğu özel mülkiyetin devlet tarafından güvence altına alındığını gördü. Engels, “Marx’ın, kereste hırsızlığı yasası ve Mozel köylülerinin durumuyla ilgilenmesinin kendisini saf politikadan alıp ekonomik koşullara götürdüğünü, oradan da sosyalizme ulaştırdığını birçok kere söylediğini duydum.” dediğinde, Marx’ın genel bir özgürlük arzusu fikrinden tarihin akışı içinde insanın özgürlüğü fikrine sıçramakla yetinmediğini de anlatmış oluyor. Marx, insanın özgürlüğü fikrinden, özel mülkiyet-devlet ve sınıflı toplumların bu özgürlüğü imkansız kılan karakteri fikrine vardı. Buradan, teorinin ve tarihin hareketinin merkezine işçi sınıfının kendi eylemini koyan temel yaklaşıma ulaşmak, daha kolay oldu. Marx, sosyalizm anlayışını boşlukta üretmedi, daha önce hiç yazılmayan bir konuda yazmış da değil, kendisinden önceki fikirleri göz ardı etmiş de. Marx’tan önce, yine mücadele içinde şekillenen azımsanamayacak bir sosyalizm birikimi vardı ama Marx’ın sosyalizm anlayışı, kendisinden önce üretilen tüm sosyalizm anlayışlarından radikal bir kopuşu temsil ediyordu. Kopuşu radikal kılan, Marx sahneye çıkana kadar savunulan
2
sosyalizmin kuruluşunun toplumun maddi koşullarının ürünü bir toplumsal güce bağlanamamasıydı. Tartışma, Marx’la beraber sarih bir hal aldı, o günden beri de süregiden kritik bir tartışma olarak varlığını koruyor. Bu tartışma, Marksistler ve diğerleri arasında tarihsel bir ayrım yarattı ve bu ayrım her gün yeniden üretiliyor. İşçi sınıfı tarihin çeşitli evrelerinde devasa hareketler yarattı, bu hareketler geri çekildiğinde, yenildiğinde ya da bozguna uğradığında geriye kalan hareketle birlikte ileri atılan aktivistlerin arasında yenilgiyi teorize etmeye çalışanların karmaşık fikirleri oluyor. Bu fikirler arasında kadim olan, işçi sınıfının gücünü, üretimin örgütlenmesinde oynadığı rolü, siyaset üzerindeki etkisini sorgulayan ve daha da ileri giderek birkaç on yılda bir işçi sınıfının ölümünü ilan eden geleneğin görüşleri. Trump’tan Türkiye’ye, Putin’den Mondi’ye kadar sayılan liderlerin nezdinde ifadesini bulan güncel otoriter siyasal yönelim, hızla işçi sınıfının varlığının tartışılmasına neden oluyor. İşçi sınıfı eylemlerin içinde olsa da hatta bu eylemlere kritik toplumsal güç olarak damgasını bassa da sağ dalga karşısında yaşanan geri çekilmenin sorumlusu olarak ilk fişi çekilen oluyor. Sadece içinde geçtiğimiz dönem değil, sayısız mücadele dolu dönemin ardından bu türden tartışmalar baş gösteriyor. Sanki Marx mücadelenin otomatik olarak zafer kazanacağını ilan etmiş gibi, sanki sosyalizm, aynı zamanda yenilgi dolu yılların deneyiminden işçilerin çıkarttığı derslerin de bir ürünü olmayacakmış gibi. Kuşkusuz yenilgi ya da geri çekilme dönemlerinde herkesi etkisi altına alan bir salgın haline gelen işçi sınıfından kaçışın kökenlerinde, zaten sosyalizmi işçi sınıfının kendi eylemi olarak görmeyen eğilimin gizlenmiş olması bulunur. Sosyalizm mücadelesinin tarihi, bu nedenle, sosyalizmin kimin eseri olacağının tartışılmasının da tarihidir. Marx’tan önce de sonra da bu soruya çeşitli yanıtlar verildi: İyi eğitilmiş kadroların eylemi diyenler olduğu gibi, aydınlar tarafından eğitilen köylülerin eylemi diyenler de oldu, mücadelenin motor gücü öğrenciler olmalıdır diyenler olduğu gibi, çeşitli bölgelerde kurulacak komün temelli siyasal birimlerdir diyenler de oldu, koopetarif sistemini önerenler olduğu gibi, devlete sert bir darbe indirmeye hazır öncü eylemcilerin mücadelesi diyenler de oldu. Marx’ın bu soruya verdiği yanıt, Marksizmi bilimsel kılarken, sosyalizm teorisini boşlukta gezen, ayakları yere basmayan bir teori olmaktan da kurtarmıştır. Marx ve Engels, sosyalizm mücadelesinin en parlak çalışmalarından birisi olan Komünist Manifesto adlı kitapçıkta, komünistlerin mücadele etmek zorunda olduğu sosyalist gelenekleri, boşuna feodal, ütopik diyerek tanımlamadılar.
Marx’ın doğumunun üzerinden 200 yıl geçti. İşçi sınıfının kapitalizmin hem ürünü hem mezar kazıcısı olarak anlatan muazzam teori, çağımızı açıklama gücüne sahip tek teori. Bu teorinin gücü işçi sınıfının gücünden, işçi sınıfının kapitalist üretim içinde tuttuğu kolektif konumdan, kolektif eylem yeteneğinden kaynaklanıyor. Marksizm, bu maddi durumun teorik bir ifadesi olduğu için bir toplumsal sınıfın hikayesini tüm zenginliğiyle kavramamıza yardımcı olacak anahtarı sunduğu için vaz geçilmezdir. Ömrünü işçi sınıfının mücadelesine adayan bir başka Marksist Tony Cliff, Marksizm hakkında şunları söylüyordu: “Ancak, Plehanov’un 1879’daki durumu da dahil olmak üzere, narodniklerin sanayi işçileri arasındaki propaganda çalışması ile Marksistlerin çalışması arasında temel bir fark vardır. Marksistler “işçilerin devrim için değil, devrimin işçiler için gerekli olduğuna inanmışlardır.” Narodniklere göre ise “işçiler devrim için önemlidir”. Bir Narodnik “neden işçi sınıfı?” diye sorabilir, bir Marksist ise ancak “neden Marksizm?” diye sorar, çünkü onun için işçi sınıfı tarihin nesnesi değil, öznesidir.” Özel mülkiyet sahiplerinin emek gücünü sömürme hakkını bulduğu ve yaklaşık 400 yıldır milyonlarca insanın ölümüne neden olarak bu özel mülkiyet hırsını korumaya çalışan üç kağıtçı bir sınıfın, burjuvazinin egemenliğini ne halk, ne öğrenciler, ne kadrolar, ne köylüler yok edecek. Her geri çekiliş döneminde rahmetle anılan ama daha mateminin ilk aylarında yeni eylemleriyle ölmediğini gösteren işçi sınıfının mücadelesi kapitalizmin katlanılmaz barbarlığını sona erdirme gücüne sahip. Bu gücü kavramamız için herkesten çok çabalayan ve herkesten çok borçlu olduğumuz insan ise Karl Marx’tır. Marx’ın cenazesinde mezarı başında konuşan arkadaşı ve yoldaşı Engels, “Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, (…) modern işçi sınıfının kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu” demişti. Enternasyonal Sosyalizm olarak, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde önüne dikilen engellerin aşılmasında herkesten çok borçlu olduğu, “Aslolanın dünyayı değişirmek” olduğunu ve işçi sınıfının bu güce sahip biricik toplumsal sınıf olduğunu anlatan Karl Marx’ı doğum gününde bir dosyayla selamlıyoruz. Doosyanın ilk yazısı, Enternasyonal Sosyalizm’in İngiliz Marksist Alex Callinicos’la yaptığı röportaj. Callinicos, Marx’ın hala küresel kapitalizmin patronlarını korkuttuğunu ve fikirlerinin güncelliğini koruduğunu savunuyor.
3
“Aslolan dünyayı değiştirmektir”
Dosyanın “Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı” başlıklı ikinci yazısında, Sinan Özbek, Marx’ın din anlayışının farklılığını bu konuda dile getirilen geleneksel yorumların dışına çıkarak ele alıyor. Dosyasının “Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser” başlıklı üçüncü yazısında Joseph Choonora Marx’ın dev eseri Kapital hakkında geniş kapsamlı bir değerlendirmede bulunuyor. Choonara’nın Kapital’in işçiler hakkında bir kitap olduğunun altını çizmesi çok önemli. Çağla Oflas “Marksizm ve devlet” başlıklı makalesinde Marx’tan Lenin’e süren geleneğin devletin oluşumu ve sönümlenmesi hakkındaki görüşlerini tartışıyor. Marx dosyasının “Çağdaş Marksizmde adalet tartışmaları” başlıklı beşinci yazısında ise Ferda Keskin adalet kavramı ve Karl Marx’ın kapitalizm ve adalet ilişkisini yorumlayışına dair bir tartışma yapıyor. Dosyanın “Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi” başlıklı son makalesinde, Adrian Budd, Tony Cliff ’in 1917 Ekim Devrimi’nin ardından yaşanan sınıf mücadelesinden işçi sınıfının tüm kazanımlarını gasp ederek çıkan bürokrasinin egemenliğinde devlet kapitalisti bir rejim kurulduğunu anlatan teorisini ele alıyor. Cliff ’in analiz yöntemi, Karl Marx’ın yönteminin bir devamcısı. Volkan Akyıldırım, “Marx Okumaları” başlıklı yazısında Marksizmi Türkçe’de anlatan eserler hakkında bir toparlama yapıyor. İkinci sayımızda dosya dışında yer alan yazılar şöyle: Şenol Karakaş “Ulusalcılar kimlerdir ve ‘Yetmez ama evet’çilere karşı nasıl mücadele ederler?” başlıklı makalesinde düzenli aralıklarla hakkında yalanlar üretilen bir kampanyayı arka plan tartışmalarıyla ele alıyor. Faruk Sevim “AKP dönemindeki İşçi Sınıfı Eylemleri ve Siyasete Etkisi” başlıklı yazısında titiz bir araştırmayla son on beş yılın işçi mücadelelerini, sosyal hareketlerini ve bu hareketlerin siyasal alana nasıl yansıdığını ele alıyor. Meltem Oral, “1968: Karabasanları düşlerimizdir” başlıklı yazısında 50. Yılında 1968 hareketinin küresel düzeyde nasıl şekillendiğini, etkisini ve iç çelişkilerini ve bugün mücadele etmek isteyenlere sunduğu sayısız deneyimleri ele alıyor. Özdeş Özbay, “Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü” başlıklı yazısında meydan işgalleri, yeni türden ani kent savunması eylemleri gibi hareketleri ve işçi sınıfının bu hareketler içindeki konumunu, bir yandan değişen işçi sınıfı tartışmasını da sürdürerek ele alıyor.
4
Oğur Çalışkan ise “Unutma beni: 1915’in çığlığını duymak” başlıklı makalesinde Ermeni soykırımı ve 1915 olayları etrafındaki tartışmaları ele alıyor. Onur Devrim Üçbaş, “Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu” başlıklı makalesinde Yunanistan’da solun 1970’lerden bugüne şekillenmesini ve SYRIZA’nın yarattığı hayal kırıklığının nedenlerini ele alıyor. Ozan Ekin Gökşin ise “Devlet kapitalisti bir ütopya: Yokistan tasarısı” başlıklı yazısında İlhan Mısırlıoğlu’nun distopik kitabını tanıtıyor. Enternasyonal Sosyalizm’in üçüncü sayısında buluşmak üzere.
Enternasyonal Sosyalizm
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? Şenol Karakaş
Ç
ok şeyler söylendi “Yetmez ama evet”çilere dair. Bir çok “Yetmez ama evet”çi gibi ben de bu saldırılara artık daha fazla yanıt vermemek gerektiğini düşünüyorum. Ama özellikle geçtiğimiz aylarda Murat Belge hakkında üretilen spekülayonlar1 ve ardından Sezai Temelli’nin HDP Eş Genel Başkanı olmasının ardından2 “Yetmez ama evetçi”leri linç etme girişimi yeniden başladı. Türkiye’de karşısında hemen bütün siyasi güçlerin birleştiği ve bu birliğini en uzun süreyle korumayı başardığı politik hasımdır “Yetmez ama evet” kampanyası. Polis, genelkurmay, basın, AKP’den Haziran hareketine, ÖDP’den Odatv’ye, Doğu Perinçek’in hareketinden sendika yöneticilerine, dizi film oyuncularından her türden CHP temsilcisine, 12 Eylül 2010 referandumunda boykot tutumu alanından “Hayır” tutumu benimseyenine, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan iklimde ortaya ve öne çıkan internet sitesi yazarı parlak hukukçulardan3, MHP’lilere ve İyi Partililere, arkadaşlarıyla arası bozulandan trafikte yaşanan sıkışıklıktan rahatsız olanına kadar memleketin bütün suçlu arayanları, linç edilmesi gereken suçlu olarak “Yetmez ama evet”i işaret etmekte birleşmeyi başardı. Bu listeye teorik konularda yetersizliklerini açık saldırganlıkla birleştiren ulusalcı “Yetmez ama evet” düşmanı sosyalistlere, teorik cephane sağlama görevini üstlenen bazı troçkistleri de ekleyince, cephenin ‘birlik içinde çeşitliliği’nin ilgi çekici bir zenginlik taşıdığı daha iyi görülebiliyor.
1
Odatv aldı internet sitesinin uzun uzun yaptığı araştırmalarla “açığa çıkarttığı” olay, Murat Belge’nin İngiltere’de ders vermek için yaptığı, zaten gizlisi saklısı olmayan bir başvuruydu. Bu “liberal avcısı” sitenin başlattığı furyaya katılan bir başka site için, bkz. http://www.abcgazetesi.com/asil-simdi-yetmez-ama-evet-murat-belge-de-turkiyeyi-terk-ediyor-78602h.htm. Burada şu garip cümleyle başlıyor haber: “Murat Belge de Türkiye’yi terk eden liberal yazarlar kervanına katılıyor. Genel adlarıyla ‘Yetmez Ama Evet’çiler olarak tanıdığımız güruhtan pek çok isim, Türkiye’nin gericileşmesi ve otoriterleşmesinde gerekli rollerini oynayıp ülkeyi terk ediyor...”
2
Sezai Temelli HDP’ye Eş Genel Başkan olmasının ardından röportaj yapan muhabir giriş yazısında şunu yazabiliyor: “12 Eylül 2010 referandumunda “Yetmez ama Evet” kampanyasına destek vermesiyle ilgili eleştirileri de yanıtlayan Temelli”. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2018/02/14/hdp-es-genel-baskani-temelli-aritmetikle-hayat-sekillenmez/
3
Oya Baydar’a açık mektup yazan bu yazar özellikle çok övülüyor: http://www.diken.com.tr/oya-baydara-mektup/
5
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Konu çok zengin bir alanda tartışmayı zorunlu kılıyor. Tartışmanın bir dizi başlığa yayılması kaçınılmaz. Ama “Yetmez ama evet” kampanyasına yönelik saldırılar yine de beli başlı kategoriler içine girebiliyor. Sıralarsak, “Yetmez ama evet” düşmanlarının argümanlarını şu kategorilerde toparlamak mümkün: 1. Bunun böyle olacağı belliydi, öngörüsüz çıktınız diyen iyi niyetliler.4 Bu eğilimdekiler, kendilerinin müthiş bir öngörüye sahip olduğunu ve 2010 referandumundan sonra yaşanan gelişmeleri anbean tahmin ettiklerini de iddia etmektedirler. 5 2. 2010 anayasa referandumunda gündeme getirilen maddeler olumlu olsa da “Yetmez ama evet”çilerin, mücadele eden güçlerin güç dengelerini kavramamış olması ve gerileyen askeri vesayetçi eğilime karşı yükselmekte olan “AKP vesayetinden” yana tutum alması. 6 3. AKP’nin kendisinden önceki olumsuzluklardan, siyasal baskı koşullarından hesap sormasının mümkün görülmemesi ve “Yetmez ama evet” kampanyasını yapanların AKP hakkında illüzyonlara sahip olmaları. Bir başka deyişle AKP’den reform beklentisi içinde olma suçunun işlenmiş olması suçlaması. 4. 15 Temmuz darbesinin hemen ardından dile getirilen ama sonran unutulup bir kenara atılan, 2010 referandumunun 15 Temmuz darbe girişiminin taşlarını döşediği iddiası.
tarafından verildiği görüşü.7 Bu iddia, ‘ağza çalınan bir parmak bal’ ünlü teorisiyle güçlendiriliyor. “Yetmez ama evet”çi düşmanı ulusalcı sosyalistlerin en düzeyli teorik açılımlarından birisidir bu. Kuşkusuz, “Yetmez ama evet” diyenleri aynı torbaya koyup değerlendirenler olduğu gibi, bu kampanyaya katılan grupların kendi arasında birbirinden farklı sayısız eğilime sahip olduğunu görerek tartışanlar da var. Ama bu durum, şu gerçeği değiştirmiyor: “Yetmez ama evet” avcılarının her biri, bizimle, bu kampanyaya katılmış bir aktivistle, 2010 referandumunda “Evet” demiş herhangi bir insanla tartışırken, aynı ruh haline sahip olmaktan kendisini kurtaramıyor. Örneğin, Odatv adlı internet sitesi, 2010 referandumunda “Yetmez ama evet” diyen fakat 2017 Nisan referandumunda “Hayır” diyeceğini açıklayan Mustafa Alabora’nın hafızasını yitirmiş olduğunu iddia edebiliyor: “Mustafa Alabora’nın o dönem AKP-Cemaat ortaklığı politikalarına verdiği destek, dostlarıyla arasını açmış, Tarık Akan ve Rutkay Aziz gibi Cumhuriyetçi sanatçılar Alabora ile görüşmeyi kesmişti. Kısacası Alabora 36 sene önceyi hatırlattı ama daha dün söylediklerini, savunduklarını unuttu!”8
Odatv’nin Mustafa Alabora linçiyle solcu Temel Demirer’in Doğan Tarkan linçinde ortak bir ruh hali göze çarpıyor: “‘Yetmez ama evet’çiler gibi küçük ama çok etkili demokrat/sol grupların desteği olmadan etrafınız boşalıverir. Kurda kuşa yem olursunuz,” deyişindeki trajikomedi ile; referandum sürecinde AKP’yi destekleyerek pakete “Evet” oyu verme çağrısı yapan, Başbakan Erdoğan’ın da referandum sonrası teşekkür ettiği Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) Başkanı Doğan Tarkan’ın Gülen cemaatinin yayın organı ‘Zaman’ gazetesine verdiği röportajda sola saldırarak, AKP’nin manipülasyon aracı olması yani Erdoğan’ın “kıymetlisi” olarak, “Sol koyun gibi” benzetmeleri yapması terbiyesizliğidir!9
5. AKP-Cemaat ittifakının yargıyı ele geçirme hamlesine aranan entelektüel desteğin “Yetmez ama evet” 4
http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/mehmet-tezkan/yetmez-ama-evet-diyenler-pisman-mi--1464955/ Bu referandumun üzerinden 13 ay geçtiğinde yazılan yazı kaleme alınan ilk, “Yetmez ama evet”çiler öngöremediler iddiasını dillendiren yazılardan birisidir. Böyle yazılar gündeme arka arkaya akın etmişlerdir daha sonra.
5
http://www.diken.com.tr/oya-baydara-mektup/ örneğin Murat Sevinç, kibirli bir üslupla Oya Baydar’ı affettiği yüksek bir mevkiden şunu yazabiliyor: “Derslerde de maddeler üzerinden giderek, değişikliğin yöneldiğini düşündüğüm ‘asıl amacı’ anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘asıl amaç’ ifadesinin, ‘niyet okuma’yı çağrıştırdığının farkındayım. Doğru, niyet okuyordum ve pek muteber bir tavır değildir bu. Buna mukabil, niyet okumak sık yaptığım bir şey. Çünkü ‘dürüstçe’ ve ‘gerekli’ bir niyet okumanın, kanaat oluşturabilmek için çok gerekli olduğu kanısındayım. Niyet okumaktan kastım, (örneğin bu bir değişiklik hakkındaysa) bir hükmün ‘yalnızca’ lafzından (sözünden) hareketle yorum yapmak yerine, oluşma koşulları ve amacına bakarak değerlendirmek. Aksi halde, bizim alanlara hiç gerek kalmazdı ve her hükmün yüzüne bakılıp ‘iyi’ ya da ‘kötü’ sözcükleriyle yetinilirdi. Oysa bir anayasa (ve hatta yasa) değişikliği, tarihsel yorum yapmadan, değişikliğin her aşaması göz önünde bulundurulmadan ele alınamaz.”
6
6
http://www.diken.com.tr/oya-baydara-mektup/ Murat Sevinç bu yazısında yine birçok sekter, yazarın kendi tabiriyle kütük ulusalcıya göre daha açık bir şekilde bunu anlatıyor. Makalede hem referandum öncesi yıllarda yaşanan gelişmelerde askeri darbe güçlerini sert bir şekilde eleştiriyor ve ama şunu eklemeyi tabii ki ihmal etmiyor: “2010 böyle geçti; verilen oylar, yıllar içinde biber gazı ve bolca şiddet olarak döndü bizlere.”
7
İşin bu kısmında, sorunun entelektüel bir tartışmaya denk düştüğünü sananların yanıldığını hatırlatmak zorundayız. Politik bir kampanya, hiç kuşku yok ki bir dizi eleştiriyi göze alarak yapılır, zaten kendisi de bir dizi eleştirinin üzerinden ilan edilir. Bu tartışmalar, teorik bir içerik taşısalar ve siyasal demokrasinin alanının genişlemesi mücadelesine katkıda bulunmak için yapılsalar hiçbir sorun yok. Ama genellikle şu türden bir üslup kullandı “Yetmez ama evet”çi avcısı ‘halk dostları’: “…ülke 12 Eylül 2010’da Anayasa Değişikliği referandumuna gitti. Ve 40 Katır, 40 Satır ittifakında Cemaat katırının devlete iyice yerleşme ve dokunulamaz hale gelme hevesleri bu referandumun kabulüyle gerçekleşmeye başladı. ‘Yetmez ama evet’çi kepazeler ağızlarına sürülen bir parmak “darbeciler yargılansın” balını kemirmekle meşgulken.” (http://siyasihaber3. org/akp-cemaat-haydutluk-ittifaki-ve-parcalanisi)
8
https://odatv.com/mustafa-alabora-hafizasini-mi-kaybetti-2503171200.html
9
Kendileri sürekli birilerinin kıymetlisi olmaya çalışanlar, Doğan Tarkan gibi bir devrimciyi, sanki Tarkan başbakana teşekkür etmiş gibi suçlaması, öfkeli bir ruh haliyle ve kendisini abartarak hiçbir siyasi yanını anlamadığı referandum-boykot ilişkisi
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Buraya kadar, ‘kepazeler”, ‘terbiyesizlik’ gibi teorik suçlamaları gösterebildik. Ama bunlar daha iyi bölümler. Türkiye’de hiçbir kampanya, devletin derinlerinden gelen öfkeli sesle ulusalcı ya da sekter sosyalistlerin seslerinin karşısında bu keskinlikte ve aynılıkta bir tonla çınladığına tanık olmamıştır. Örneğin, bugün liderleri 15 Temmuz darbesiyle alakalı olarak tutuklu bulunan Türk Solu dergisi çevresinden bir yazarın öfkesi: ““Yetmez ama evet”çilerin toplum içinde %0,5’lik bir gücü bile yoktu. Ancak yarattıkları hava referandumdan önce çok zehirleyici olmuştu. Bu tür gruplar oy için değil psikolojik savaş için kullanılır. 12 Eylül ile hesaplaşan bir Tayyip Erdoğan imgesi yaratılmak istenmişti. Direniş safları ise bizzat bazı kiralık eski solcular tarafından faşistlikle suçlanmış oldu. Tayyip, referandumdan sonra zafer konuşmasında çeşitli fraksiyonların ismini de karıştırarak “devrimci sol”a “okyanus ötesi” ile birlikte teşekkür etmişti. Bugün ise “yetmez ama evet” sloganı döneklik, aptallık ve gaflet ile eş anlamlı hâle geldi.”10
“Yetmez ama evet” kampanyasına karşı Murat Sevinç’le Mehmet Tezkan’ı, Türk Solu çevresiyle Temel Demirer’i, Doğu Perinçek’le Ahmet Hakan’ı, dönemin TKP’sinden Kemal Okuyan’la11 Kenan Evren’i, Sırrı Süreyya Önder’le Emre Kongar’ı12, Ayşe Yıldırım’ı 13 hakkında keskince ama bütünüyle kof laflar etmesi, bu söylediğim kızgınlığa basit bir örnektir. 10 http://www.turksolu.com.tr/454/aozsoy454.html Bu deli saçması yazı, esas olarak kendileri de simgeleşmiş “Yetmez ama evet”çi avcıları olan iki nadide halkın dostunun, Soner Yalçın ve Doğu Perinçek’in son dönem “Yetmez ama evet”çiliğini eleştirmek için kaleme alınmış. 11 Okuyan’dan bir inci: “Ey “yetmez ama evet”çi soytarı.” Sosyalizmi Kemalizm ile soslayan ulusalcı sosyalistten kibar bir açıklama. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/yetmez-ama-evet-teroru-83976 Bu yazının başlığı ayrıca komik. Her türlü saldırıya maruz kalan “Yetmez ama evet” kampanyası aktivistleri değilmiş gibi, “yetmez ama evet”çi teröründen söz ediyor. Sağa sola tuvalet kâğıtları atarak fiziki saldırılarda bulunanları hatırlamıyor olabilirler mi? 12 “Türkiye’nin bu duruma gelmesinde en büyük sorumluluk hiç kuşkusuz Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarıdır. Onlara da en büyük desteği, solculukları ve liberallikleri ‘kendilerinden menkul’ (yani kendi kendilerini öyle niteleyen ama aslında öyle olmayan) ‘kullanışlı aptallar’ verdi... Bunlar dinci-mezhepçi çizgide duraklamış bir partiden demokrasi bekleyen... Adaleti, siyasal iktidarın emrine veren ‘Yetmez Ama Evet’çiler’... Ve ‘Suriye konusunda savaş kışkırtıcılığı yapan’ zavallılardı.” (Emre Kongar, 12 Mayıs 2016, Cumhuriyet gazetesi) 13 Ayşe Yıldırım, dokunulmazlıkların kaldırılması sürecinden önce AKP dokunulmazlıkları istediği gibi kaldıramazsa, dokunulmazlıkları kaldırmak için yeni bir anayasa referandumunu gündeme getireceğini, bu anayasa önerisinde seçim barajının kaldırılmasının da yer alacağını ve böylece ikinci bir “Yetmez ama evet” hamlesi yapacağını iddia ediyordu. “Yetmez ama evet” düşmanlığı ve bu sloganı aşağılayıcı bir dille kullanma isteği öyle cezbedici bir hale gelmişti ki hükümetin çoktan Ergenekoncuları serbest bırakıp MHP’yle kol kola girdiğini görmeleri bir türlü mümkün olamamıştı.
aynı kızgınlıkta, aynı saldırganlıkta, aynı dalgacılık ve dizginlenemez hakaret etme güdüsünde buluşturan neydi ve nedir? Bu soruya yanıtı yine Türk Solu dergisinden aynı yazar versin: “Tayyip’e karşı çıkan solcu ve ulusalcı çevreler de ise ‘yetmez ama evet’ sloganı karşı taraf üstünde moral üstünlük kurmak için bir vesileye dönüştü. ‘Hâlâ mı yetmedi, hâlâ mı evet’ sorusu ister Kürtçü ister liberal amaçlı olsun bütün Tayyipseverleri susturmanın en kestirme yolu oldu.”14
Benzer bir şekilde “Yetmez ama evet” aktivisti sosyalist, demokrat çevrelere öncelikle entelektüel bir şiddet uygulanması gerektiğini söyleyen ve gerekirse fiziksel şiddet kullanılabileceğini söyleyen dahiyane sol analizler de yapıldı. Klişe olacak, ama ortalıkta büyük bir yalan vardı ve bilcümle “Halkın dostu” ulusalcı sosyalist, bilindik yöntemle şu taktiği hayata geçirdiler: “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve bu yalanı sürekli tekrar ederseniz, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.” Burada garip olan, yalanı üretenlerin halkı ikna etmek için sürekli tekrar ettikleri yalana kendilerinin de sarsılmaz bir şekilde inanmaya başlamasıdır. Kendi söylediğin yalana inanmak, sabah deprem olacak diye uydurup, akşam haberlerinde “deprem olacakmış” anonsunu izleyip şaşırmak gibi örnekleri biliyoruz ama 2010 referandumu konusunda bir tutum olan “Yetmez ama evet” kampanyası hakkında üretilen yalanlar, bu kadar masum değil. Karşımızda bir fabrika var, yalan fabrikası ve bu fabrikanın merkezi, hiç unutmadan, düzenli aralıklarla “Yetmez ama evet” kampanyasına saldırıyor. Dünyada çeşitli şenlik günleri vardır; Türkiye’de ise düzenli aralıklarla “Yetmez ama evet”çi linç şenlikleri yapılır. Bunu planlayan, zamanını tayin eden fabrika merkezi insanın aklına bu yalanın çok da masum olmadığını getiriyor. Bu yalan ve bu yalana eşlik eden öfkenin, gerçekte birbirlerine karşı da öfkeli olması gereken bu kadar farklı siyasi figür, grup, parti ve odağı aynı potada eritebilmesi, hezeyanın cezbediciliğiyle açıklanamaz sadece. 2010’dan öncesi Murat Sevinç adı geçen makalesinde “hammaddelerinin kütük” olduğunu düşündüğü “Yetmez ama evet” eleştirmenlerini de eleştiriyor ve geçmişin günahları arasında 2010 referandumundan daha büyük bir günah buluyor: “Bir anayasacı olarak iddia ediyorum, 367 saçmalığı ve AKP hakkında açılan kapatma davasındaki iddianame rezaleti, Türkiye’ye 2010 değişikliklerinden çok daha büyük zarar vermiştir.”15
Burada gerçekte ulusalcılar eleştirilirken, 2010 referandumunda alınan tutum da eleştiriliyor, aslında, 14 http://www.turksolu.com.tr/454/aozsoy454.html 15 http://www.diken.com.tr/oya-baydara-mektup/
7
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
eleştirilen ‘kütükler’, eleştirilmeden olmaz “Yetmez ama evet”çilerle mukayese edilerek, bu kampanyayla mukayese edilerek masaya yatılıyor. “Yetmez ama evet” günahların mihenk taşı ve diğer günahlar bu mihenk taşına göre derecelendirilebiliyor. Yine de Sevinç haklı bir noktaya değiniyor fakat eksiklik var. 2010 öncesi Türkiye’nin siyasal koşulları ve AKP’nin kuruluş ve yükseliş koşulları bütünüyle anlaşılmadan, ne 2010 referandumunda “Yetmez ama evet” kampanyasının tek devrimci politik hat olduğu, ne de 2010 sonrasında yaşanan sert devlet içi çatışma tam anlaşılabilir. AltÜst dergisinin Nisan 2012 tarihli sayısında AKP’nin karakterine dair şunları yazmıştım: “AKP bir burjuva partisidir. Bu, AKP ile ilgili hem çok şey açıklayan hem de hiçbir şey açıklamayan bir tespit. Bir yandan çok şey açıklıyor: AKP liderliğinin nobranlığını, İdris Naim Şahin’i, 2023 projesi süslemesiyle anlatılan büyük sermayenin hedefleri doğrultusunda adım adım ilerleyişin acısını işçi sınıfından çıkartışını, KCK tutuklamalarını, her biri bir diğerinden iddialı açılımların kofluğunu, askerî harcamalarda dünyanın on beşincisi olmasını, ‘Affedersiniz Rum’ özlü nefret söylemini, umarsız kentsel dönüşüm hırsına eklenmiş benzersiz bir inşaat patlaması faciasını, nükleer santral kurma hırsını, KESK’e yönelik özel gıcığını, hemen tüm akarsuların tepesine hidroelektrik santral kurma tutkusunu… Liste daha da uzatılabilir. İşsizlik eklenebilir, gelir adaletsizliği eklenebilir, yine sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bizzat Başbakan’ın dillendirdiği ‘üç çocuk’ perspektifi eklenebilir.”16
Bir burjuva partisi olmasına rağmen, diğer bir deyişle, büyük sermayenin ekonomik ve politik programını uygulamasına rağmen toplumun yoksul çoğunluğundan destek almasını anlamak için, 2010’lara kadar Türkiye’nin ekonomik ve siyasal koşullarını kavramak elzemdir. Her şey güllük gülistanlıkken bir ABD projesi (ılımlı İslam hamlesi) olarak sahneye sürülen AKP anlatısının hiçbir gerçekliği yok. AKP 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gelişen koşulların bir ürünü. Bu koşullara solun yanıt verememesinin bir sonucu. 1980’li yılların darbe iklimi, işçi sınıfının mücadelesiyle yavaş yavaş aşılmaya başlandı. 1980’ler Bahar Eylemleri’yle son buldu, işçi sınıfı bu eylemlerle silkelendi ve darbenin kalıntılarını ve bu kalıntıları kalıcı kılmaya, ortak olmaya çalışan sendika bürokratlarını sarstı. 1990’lar ise Türkiye ekonomisinin kaynak krizine bağlı olarak egemen sınıfın saldırı tahtasına dönen, hem ekonomik standartlarını hem de özlük haklarını kaybetmeye başlayan kamu çalışanlarının mücadelesiyle başladı. KESK 2000’li yılların başına kadar örgütlü işçi sınıfının mücadelesinin en ileri platformuydu. İşçi hareketinin en diri, en mücadeleci, en canlı, en çok tartışan kesimleri KESK içinde örgütlenen kamu çalışanlarıydı. 16 Şenol Karakaş, AKP’nin iki yüzü, AltÜst, Nisan 2012, sayı 4.
8
Devlet, kamu çalışanlarının ücretlerini daha da düşük tutmak için kamu çalışanlarının örgütlenme haklarına, grev yapmalarına karşı şiddetle saldırıyordu. Buna kamu çalışanlarının yanıtı gerçekten destansı oldu: Hep birlikte bir sendikal konfederasyonun sokaklarda mücadele içinde yaratılmasına katıldık. Devlet KESK’e bağlı sendikaları defalarca yasa dışı ilan etti, defalarca sendika kapıları mühürlendi ama kamu çalışanları defalarca bu mühürleri söktü, attı.17 Kaynak krizi, bütün hükümetlerin IMF’yle bir bağımlılık ilişkisine girmesine neden oldu ve IMF’nin ekonomisine doğrudan bulaştığı her ülkede olduğu gibi bu bağımlılık emekçi sınıflar açısından korkunç bir yoksulluk anlamına geldi. IMF’yle uzun süreli ilişkiyi 1980 Haziran’ında Süleyman Demirel başlatmıştı. Fakat IMF’yle Stand-by anlaşmalarını imzalayan Tansu Çiller oldu. 5 Nisan kararları adını alan ekonomik saldırı paketi tıpkı 24 Ocak kararları gibi muazzam bir zam yağmuru, özelleştirmeler, Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin özelleştirilmesi ve ağır vergileri içeriyordu. 5 Nisan kararlarıyla Türk Lirası yüzde 39 oranında devalüasyona uğradı. 1994 yılında yarım milyon kişi işsiz kaldı. Öte yandan Kürt sorununun derinleşmesine paralel olarak savaş politikalarının derinleşmesi, siyasal istikrarsızlığın tırmanması, koalisyon hükümetlerinin uyumsuzluğu, Uğur Mumcu cinayeti gibi hamlelerle siyasal cinayet ve suikastların yeniden başlaması, krize ve özelleştirme gibi uygulamalara tepki olarak patlayan işçi eylemleri milyonlarca insanı alternatif arayışlarına yöneltti. 5 Nisan kararlarının imzacılarından birisi Tansu Çiller’in koalisyon ortağı ‘sosyal demokrat’ Murat Karayalçın’dı. 5 Nisan kararlarıyla daha da derinleşen krizin yılı olan 1994 aynı zamanda yerel seçimlerin de yılıydı ve Refah Partisi seçimlerde 19 milyondan fazla oy alarak ikinci parti oldu. Şok edici etki yaratan ise RP’nin Ankara ve İstanbul belediyelerini kazanmasıydı. İngiliz devrimci Marksist Chris Harman 1980’lerden sonra sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da bir bütün olarak ve İran’da şahın devrilmesi hareketinin de tetiklemesiyle gelişen siyasal İslamcı geleneğin hangi küresel iklimde güçlendiğini şöyle anlatıyor: “Dünya ekonomisinin son 20 yıldır artan krizi, tüm bu koşulları daha da ağırlaştırdı. Modern sanayi kuruluşları ulusal ekonomiyi etkin olarak faaliyet göstermek açısından küçük, dünya ekonomisini ise devlet koruması olmaksızın ayakta durmaları mümkün olmayacak kadar rekabetçi buldular. Geleneksel sanayiler genel olarak devlet desteği olmadan modernleşemediler ve durmadan çoğalan kent nüfusuna iş olanakları sunmakta yetersiz kalan modern 17 KESK’in gücüne dair vurgular için bkz. http://marksist.org/icerik/Yazar/6018/KESKin-kampanyasi-neden-onemli?
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
sanayinin açtığı boşluğu kapatamadılar. Fakat bir kaç sektör uluslararası sermaye ile kendi bağlarını oluşturmayı başardı ve devletin ekonomi üzerindeki egemenliğine artan biçimde karşı çıkmaya başladı. Kent zenginleri elde edebildikleri lüks malları hızla tüketmeye başladılar, bu da vasıfsız işçiler ve işsizler arasında giderek büyüyen bir hoşnutsuzluk yarattı.” 18
Benzer bir hoşnutsuzluk Türkiye’de de gelişiyordu ve ne Murat Karayalçın’ın temsil ettiği parti ne de radikal sol gelişen bu hoşnutsuzluğa yanıt verebilecek durumdaydı. Askeri darbenin fiziksel zorbalığı ve Doğu Bloku’nun çöküşünün yarattığı ideolojik mağlubiyet hissi, sol değerlerin etkin olduğu bir değişimin mümkün olmadığı fikriyle el ele gitti. 1995 yılında yapılan genel seçimlerde, iki büyükşehir belediyesini alarak psikolojik bir eşiği atlayan Refah Partisi, birinci parti oldu ve 158 milletvekili çıkardı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu! Türkiye’de son 22 yıldır, siyaset sahnesinde belirleyici olan bölünmelerden birisi gündeme tüm ağırlığıyla oturdu. İşçi sınıfıyla egemen sınıf arasındaki bölünme, Kürt sorunu etrafında yaşanan bölünme ve laik-dindar bölünmesi. Bu üç bölünme ya da moda tabirle üç fay hattı, zaman zaman iç içe geçerek, birbirini etkileyerek, zaman zaman birisi diğerlerini gölgede bırakarak dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişmelere bağlı olarak şekillenen Türkiye’nin sınıf mücadelesinde toplumsal güçlerin konumlanmasını ve ittifaklarını belirliyor. Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle, 12 Eylül darbesinden sonra siyasal alanda görünür olmamaya çalışan ordu, yavaş yavaş sahnenin önünde belirmeye başladı. RP’nin büyük ortağı olduğu koalisyon hükümetinin her adımı, 1994 seçimleriyle travma yaşayan laik kesimlerin 1995 seçimleriyle artan öfkesinde kendisine toplumsal bir destek bulan darbeci kuvvetlerin laik-dindar bölünmesi üzerinde tepinmesiyle “şeriatı getiren adımlar” olarak hedef tahtasına oturtuldu. 1990’lar Türkiye’sinin, topluma, yargısal alanda, siyasal alanda, ekonominin yönetiminde, Kürt sorununa yaklaşımda, sendikal mücadele düzeyinde, düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında nasıl bir cehennem azabı yaşattığını anlamak için 28 Şubat darbesini hatırlamak yeterli. 28 Şubat: “Demokrasiye balans ayarı!” 24 Ocak 1997’de Refah Partisi’nin düzenlediği Kayseri toplantısı sırasında parti üyeleri tek tip elbise giydiler diye Cumhuriyet Başsavcılığı suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusu, Refah Partisi’ne karşı devlet yaptırımlarının arka arkaya gelmesinin işaretini verdi. 31 Ocak 1997’de RP üyesi Sincan Belediye Başkanı Bekir 18 Chris Harman, Peygamber ve İşçi Sınıfı, Antikapitalist broşürler dizisi, sf16.
Yıldız’ın sorumluluğunda düzenlenen Kudüs Gecesi’nde İran Ankara Büyükelçisi’nin konuşma yapması, aynı yıl Şubat ayında Erbakan’ın üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi imzaya açması gibi adımlar darbeci odakların tüylerini diken diken etmeye yetti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri Sincan Belediye Başkanı hakkında dava açtı. 4 Şubat’ta ise 15 tank Sincan’ın merkez caddelerinden geçerek tatbikat alanına gitti. 13 Nisan 2018’de darbe suçlamasıyla yargılandığı mahkemede Sincan’dan tankların geçirilmesinin abartıldığını söyleyen Çevik Bir, 21 Şubat’ta “Biz demokrasiye balans ayarı yaptık” diyordu. 28 Şubat 1997’de gerçekleşen MGK toplantısı yaklaşık 9 saat sürmüştü ve toplantı sonrası yapılan açıklama, hükümete karşı tam bir darbe bildirisiydi. MGK bildirisinde 4 temel madde vardı ve özetle şunları söylüyordu: Ordu laikliğin güvencesidir, hükümet ise anti- Atatürkçülüğün karşıtı olan uygulamaların odağı haline gelmiştir, MGK laik, sosyal ve demokratik düzenin bozulmasına göz yumulmayacağını Bakanlar Kurulu’na bildirmeye karar vermiştir! 28 Şubat’tan üç hafta sonra Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde konuşan Cumhurbaşkanı Demirel, “Kimse laik Cumhuriyet’e alternatif aramaya kalkışmasın” diyerek hükümete yönelik darbe girişiminin aktif bir parçası olduğunu göstermiştir. Bundan sonra Erbakan’ın darbeye kısa süren direnişinin hemen ardından Refah Partisi’nin hükümetten çekilmesi, parti hakkında kapatma davasının açılması, hükümetin düşürülmesi, hükümet kurma görevinin TBMM’de çoğunluğu olan DYP lideri Çiller’e değil ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmesi, başörtüsü takan on binlerce kadının üniversitelerden tasfiye edilmesi gibi bir dizi gelişme yaşandı. Şeriatçı olduğu iddiasıyla onlarca dernek kapatıldı, birçok insan hapis cezası aldı, işinden oldu. Dönemin kuvvetli komutanları, devrin değişeceğine en küçük bir ihtimal dahi vermeden, 28 Şubat’ın 1000 yıl sürebileceğini ilan ettiler.19 Laik-dindar bölünmesinde yeni bir evre AKP liderliğinde yeni bir devletin kurulduğu ve eski devlete sadakat gösterenlerin sanki devlet değişmemiş gibi hâlâ bu devlete sadakat göstermesinin anlaşılır olmadığı görüşleri zaman zaman dile getiriliyor.20 Bu 19 Sosyalist İşçi, 617. Sayı. 20 Ergin Yıldızoğlu, Trajik ve yanlış bir sadakat, Cumhuriyet gazetesi, 25 Ocak 2018. CHP’nin Afrin harekâtını desteklemesindeki temel hatayı devletin değişen karakterinin görülmemesinde bulan bu yazı, “CHP’nin politikalarına yön veren ahlakı belirleyen sadakatin nesnesi olan devlet artık yoktur!” ve “CHP’yi, 1923 “Cumhuriyet olayı” yarattı. CHP bu ‘olay’a sadakat üzerine kurulmuş bir partidir. Tarihi, kadroları, bu kadroların benimsediği politikalar hep bu sadakatin ahlakının (kapitalizmin, politik,
9
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
bütünüyle hayali olan analiz, AKP döneminde gerçekleşen değişimlere hangi gerekçelerle yanıt verilmemesi gerektiğini gösterdiği gibi, 28 Şubat darbesiyle gerçekleşen laik-dindar bölünmesinin derinliğini de açığa seriyor. CHP’nin sadakat sergilediği ‘eski devletin’ rutin eylemlerinden birisi olan 28 Şubat darbesi, laik-dindar bölünmesinin şiddetini artırdı. Sadece bu kadarla da kalmadı ve orduya yüksek bir moral verdi. 1980 darbesinden 17 yıl sonra yeniden kanlı canlı ve ayakta olduğunu, siyaseti belirleme gücünü elinde tuttuğunu kanıtlamış oldu.
istikrarsızlık, MGK kararları, sayısız antidemokratik hukuki uygulama, birkaç yılda bir depreşen ve yüz binlerce işçinin işsiz kalmasına neden krizlerin faturasını işçi sınıfına çıkartan politikalar, başörtüsü yasağı, Kürt düşmanlığı ve özgürlükler alanında kurumsallaşmış hem sağ hükümetler hem de askeri darbeciler tarafından sağlamlaştırılmış kısıtlamalar kavranırsa, 2010 referandumunda yükselen AKP ile gerileyen askeri vesayet güçleri arasında olduğu iddia edilen hesaplaşmadan daha derin bir mücadelenin olduğunu kavramak için bir kapı aralanmış olur.
28 Şubat darbesinin ürünü olarak Mesut Yılmaz liderliğinde ANASOL-D hükümeti kuruldu. Bu dönemden 2002 yılında gerçekleşecek seçimlere kadar üç kez daha hükümet kurulacaktı. Abdullah Öcalan’ın yakalanması, laik-dindar bölünmesinin yarattığı kasvetli havaya, ağır bir milliyetçiliği de eklendi. Laik-dindar bölünmesi bir yandan derinleşirken, diğer yandan Türk-Kürt bölünmesi de şiddetleniyordu ve siyasal istikrarsızlık koşulları hem devletin derin dehlizlerinde ‘başka türden’ planların yapılmasına neden oluyordu, hem de gerçekte 5 Nisan ekonomi-politikalarının tetiklediği daha şiddetli bir ekonomik kriz kapıyı çalmaya başlamıştı.
Durduk yere gökten düşmedi bu AKP. 12 Eylül darbesinden sonra 2000’li yılların başına kadar, kısacası Özal döneminden sonra, Türkiye ekonomik ve siyasal kriz içerisinde debelendi durdu. Toplumda 12 Eylül darbesinin etkilerinden sıyrılmak yönünde başlayan değişim isteği, Kürt silahlı mücadelesinin şiddetlenmesi, Kürt hareketinin yığınsallaşması, askerî vesayetin su götürmez ağırlığı, faili meçhuller gibi bir dizi gelişmeyle paralel ilerledi. Ama bu değişim isteğine parlamenter yanıt, her seferinde egemen sınıfın siyasal bölünmüşlüğünün bir ifadesi olarak okunması gereken koalisyon hükümetleri oldu.
2001 krizi ve ‘iyi saatte olsunlar’ın yeni hareket alanı 2010’da neye karşı mücadele edildiğini anlamak için, sadece 1990’lı yılları değil, AKP’nin ilk dönemlerini de hatırlamak bir zorunluluk. O dönemin can yakıcı gelişmeleri hatırlanırsa, laik-dindar bölünmesi21, siyasal
DSP-ANAP-MHP koalisyonu, koalisyonlar döneminin sonu oldu. 21 Şubat 2001’de yaşanan Kara Çarşamba olarak adlandırılan kriz, o güne kadar Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak sisteme çok büyük bir şiddetle çarptı. Halk bir gecede yüzde 25 fakirleşti. Gecelik faizler %7500 seviyelerine tırmandı, borsa çöktü. Haftalarca gösteriler, protestolar ve çatışmalar yaşandı.
yasal, kültürel biçimleriyle birlikte inşa etmek, laik Cumhuriyeti -devleti- bir toplumsal mutabakat üzerinde yaşatmak) ürünü olarak şekillene gelmiştir.” yaklaşımlarıyla eski devletin özellikle laiklik ve cumhuriyet gibi yanlarına yapılan vurgularla eski devlete CHP’nin gösterdiği sadakat fazlasıyla meşrulaştırılıyor. Aktivist milletvekili İlhan Cihaner gibi isimler ise “eski cumhuriyete” yönelik bu analizi pek beğendiklerini gösteriyorlar. Bkz. http:// www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/943429/ilhan_Cihaner__CHP_su_an_sahip_ciktigi_devletin__kurdugu_devlet_oldugunu_zannediyor.html Oysa CHP’nin tutarlılığında hiçbir sorun yoktur, eskisiyle yenisiyle devlete sadakat içindedir, bazen devletin bütünü bazen de bir kesimidir, bazen kurucusudur. Afrin harekâtını devlet eski devlettir diye onaylaması neden şimdi CHP’yi sorunun bir parçası yapsın ki! Bu CHP’nin onayladığı ya da kurguladığı ilk askeri harekât değildir ki. 21 “Laiklik için dindarlara karşı mücadeleye çağrıda bulunmak, işçi sınıfını böler, sınıf hareketini uzun yıllar toparlanamayacağı bir çıkmaza sokar. 28 Şubat sonrası yaşanan laik-dindar kutuplaşması işçi hareketinin 1999 ve 2001 krizleri kadar ağır kriz dönemlerinde bile etkisiz kalmasına yol açmıştı. Sonrasında aynı işçi sınıfı AKP gibi neoliberal kapitalist bir partiye ısrarla oy vermeye devam etti. Laik-dindar kutuplaşmasının, islamofobinin en azından son 15 yıldır işçi sınıfı içinde yarattığı bölünmeyi görmek gerekir. Bu politikada ısrar, uzun bir dönem daha işçi sınıfının etkisizleşmesine yol açacaktır. 28 Şubat’tan beri işçi sınıfının başındaki en büyük bela budur.” Bu yazıdaki yaklaşım 28 Şubat’tan sonra ne yazık ki sendika tabanlarında ve sol içinde çoğunluğu kazanamadı, sendika liderliklerini hiç saymıyorum bile. http://marksist.org/icerik/ Yazar/384/En-tehlikelisi-Isci-sinifinin-laik-dindar-bolunmesi
10
28 Şubat darbesiyle perçinlenen askerî vesayet/ egemen sınıf /parlamenter bölünmüşlük üçgeni, egemen sınıf açısından ürkütücü boyutlara ulaştı. Emek örgütlerinin gösterileriyle “esnaf eylemleri” adı verilen, esas olarak işsiz kalan küçük işletme işçilerinin radikal eylemleri, orta sınıfların dağılma eğilimiyle birleştiğinde egemen sınıfın toplumu yönetmesini sağlayan tüm kayışlarda kopma ihtimali, aşağıda milyonlarca yoksul arasında yaşanan öfkeyle aynı anda şekillendi. Egemen sınıflar olağanüstü yönetimleri ve koşulları değil, olağan koşulları ve istikrarı severler. İdeal olan iş yerlerindeki askerî disiplini gölgeleyecek sakin bir toplumsal yaşam ve dengeli siyasettir, ekonomik ve siyasî istikrardır. Bu da egemen sınıfların orta sınıfları ve orta sınıflar aracılığıyla mülksüz yığınları dengeli bir yaşamın sürekliliğine ikna etmesiyle mümkün oluyor. 21 Şubat krizi, işte tüm bu ikna araçlarının parçalandığı, belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin başlangıcı olarak siyasî krizi daha da şiddetlendirdi. Kriz sonrası yapılan seçimlerde, koalisyon hükümetinin en çok oy alan partisi, seçmenler tarafından eşi benzeri olmayan bir şekilde cezalandırıldı ve DSP yüzde 1,2 oy aldı.
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Diğer iki koalisyon partisi de seçim barajını aşamadı. AKP sanki uzaydan gelmiş gibi, yüzde 34,3 oranında oy alarak tek başına iktidar oldu. Henüz dört sene önce bir darbe gerçekleştirip siyasal İslamcı geleneği hem siyasal hem de kamusal alandan püskürten darbeciler açısından yaşanan şok, 1994 yılında İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini aynı geleneğe kaybettiklerinde yaşanandan daha şiddetli oldu. Erbakan’ın geleneğinden gelen ve bir süre hapis de yatan Tayyip Erdoğan’ın genel başkanı olduğu bir partinin iktidar olması kuşkusuz darbeciler ve laik-dindar bölünmesinin laik kanadı tarafından kabul edilebilir değildi. AKP, 2002 seçimlerinden zaferle çıktığı andan beri üç adımı birden atmaya çalıştı. İlki, askerî vesayetten paçasını kurtarma adımı. AKP’nin askerî vesayetle uzlaşabileceğini iddia edenler şurada yanılıyordu: Askerlerin AKP ile uzlaşmak gibi bir niyetleri yoktu. İsmet Berkan’ın ‘Asker Bize İktidarı Verir mi?’22 kitabında özetlediği gibi, 28 Şubat’ın yarım kalmış darbesini tamamlamak isteyen cuntacılar sürekli darbe planı yapmaya, hatta bu planların somut adımlarını da atmaya başladılar. Balyoz davasında anlatılan hikâye, o yılların hikâyesidir.23 AKP’nin askerî vesayetle kapışmak zorunda kalması, AKP liderliğinin bir devlet örgütlenmesi olarak orduyla sorunu olduğu anlamına gelmiyor. AKP, ordunun darbe yapmasına karşıydı, orduya karşı değil! Bu anaokulu bilgisinden mahrum olan mutat ulusalcı zevatın darbe girimlerine karşı toplumsal muhalefeti örgütlemeye çalışan “Yetmez ama Evet”çileri tek kalemde AKP’li ilan etmesi, olsa olsa AKP’ye hayalini bile kuramayacağı bir misyonu yüklemek anlamına gelir. AKP’nin ilk seçimlerden sonra aynı anda attığı üç adımdan ikincisi, egemen sınıfın güvenini kazanmaya dönük oldu. Bunu, egemen sınıfın taşra bakkalı olarak değil de küresel düzeyde ciddiye alınan bir güç olma hedefine uygun olarak, Avrupa Birliği üyeliği yönünde istekli hamleleri, bankacılık sistemini disiplin altına alan icraatları, orta sınıfları sakinleştirip egemen sınıfa yaklaştıran siyasetleri ve yeni liberal ekonomik programı aynen uygulamaya devam ettiğini kanıtlamasıyla yaptı. AKP’nin kapatılması gündeme geldiğinde Rahmi Koç’un AKP’yi “yolda bulmadıklarını” söyleyerek sahiplenmesi, bu güvenin bir işaretiydi.24
2002’den 2010 yılına kadar kabaca şu olaylar yaşandı. Darbe günlüklerinde 27 Mayıs darbesinden sonra, askerin siyasal alana müdahalesini, neredeyse adı konulmamış bir parti gibi çalışmasını gayet normal karşılamaya başladığını anlatan Özden Örnek, Kıbrıs, İslam, dış politika, eğitim, fişlemeler, andıçlamalar, gelir getiren işler, her düzeyde sürekli toplantılar, ikna çabaları, gizli ses kayıtları, etnik nüfus analizleri, ekonomi hakkındaki öngörüleri, “enternasyonal” ilişkileri, hizipleşmeler gibi bir dizi başlıkta ordu üst kademesinin siyasete müdahalesinin boyutlarını ifşa etti. Günlükler’deki şu yazılanlar, hazırlıkların boyutunu gösteriyor: “Sekiz orgeneral-amiral oturur oturmaz MGK Genel Sekreteri Tayyip Erdoğan’ı nasıl payladığını anlatmaya başladı. Hemen konu AKP’ye karşı ne yapılması gerektiğine ve onların neler yapabileceğine geldi. İnanılmaz bir konuşma seyrettim ve dinledim. Sanki ilkokul birinci sınıfta çocuklar öğretmenlerinin gözüne girmek için devamlı el kaldırıyorlarmış gibi herkes aynı anda konuşuyor, kimse kimsenin söz hakkına riayet etmiyor, Genelkurmay Başkanı ise ağzını açamıyordu. Herkes bir şahindi. Umarım başımız derde girmez.”25 Darbe günlükleri ordunun AKP karşıtı siyasete müdahalesinin boyutlarını görmek isteyenlere gösteriyor. “Kara Kuvvetleri Komutanı, ‘Ben çok rahatsızım ve devlet elden gidiyor. Bir an önce sıkıyönetim içerisine girilmeli’ dedi.”26 alıntısı gibi sayısız örnek, darbe söylentilerinin iddia olmaktan öte anlamlar taşıdığını da gösteriyor. 28 Şubat darbesi Refah Partisi’ni kapatmıştı, RP’nin ardından kurulan Fazilet Partisi de RP’nin devamcısı olduğu gerekçesiyle kapatıldı. RP’nin kapatılma gerekçesi “laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu”ydu. 27 Fazilet Partisi de RP’yle aynı yolun yolcusu olmakla suçlandığı için kapatıldı. AKP, iktidarının her bir günü kapatılma korkusunu hissederken, devreye siyasi kargaşa çıkartmak üzere siyasi cinayetler, suikast girişimleri girmeye başladı, AB reformlarına karşı çıkan milliyetçi güçler gemi azıya AKP’yi değişik kodlamalarla tanımlamaya çalışanlara asla yeterli gelmedi. ‘Özel ajandası olan, özel bir parti, bir pasif devrim gerçekleştiren ve kendi organik aydınlarını yaratarak devleti ele geçiren bir parti olarak AKP’ analizi özünde sabit kaldı. 2016’da ilan edilen OHAL şartlarının bu analizi doğruladığını sananlar, yanılıyor. 2002’den bugünlere hayat ne dünyada ne de Türkiye’de doğrusal bir çizgi izlemedi.
22 İsmet Berkan, Asker Bize İktidarı Verir Mi?, Everest Yayınları, 2011. Kitap, 28 Şubat darbecilerinin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra, darbeyi tamamlamak için kolları sıvadığını örnekleriyle anlatıyor.
25 Alper Görmüş, Darbe Günlükleri Tam Metin-İmaj ve Hakikat: Bir Kuvvet Komutanının Kaleminden Türk Ordusu, Etkileşim Yayınları, 2012.
23 Fethullahçı darbecilerin geleneksel darbecilerin soruşturmalarında oynadığı rol, delillerle oynamaları, yargılamalardaki usulsüzlükler 28 Şubat darbecilerinin AKP’yi devirmek için harekete geçtiği gerçeğini değiştirmiyor.
27 “Bütün Bu nedenlerle Başsavcılığımız, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği için Refah Partisi hakkındaki kapatma istemini, Anayasamızın 69’ncu maddesinin altıncı fıkrası yollamasıyla 68’nci maddenin dördüncü fıkrasına dayanarak yapmıştır.” Refah Partisi’nin kapatılması için açılan davanın iddianamesinden.
24 Bu son vurgu, yani AKP’nin egemen sınıfın programını hayata geçirmeye çalışan bir burjuva partisi olduğunun vurgulanması,
26 Alper Görmüş, a.g.e, sf.192.
11
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
aldılar, azınlıklar zaten birkaç yıldır MGK kararlarının da gösterdiği gibi devletin mücadele etmesi gereken güçler arasında tayin edilmişti. MGK “Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyonu” oluşturdu.28
öldürüldü. Bu saldırıdan bir süre sonra Danıştay saldırısı gerçekleşti ve bir Danıştay Daire üyesi öldürüldü, dört üye yaralandı. 31
Bu koordinasyonun da faaliyetleriyle bir süre sonra 301. Madde devreye girecekti ve Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılamak suçlamasından çok sayıda gazeteci, yazar ve aktivist yargılanacaktı. Orhan Pamuk, Hasan Cemal, Murat Belge, İsmet Berkan, Haluk Şahin, Erol Katırcıoğlu ve Elif Şafak gibi yazarlar yargılanıp beraat ederken, Hrant Dink ve Eren Keskin gibi yazar ve aktivistler ceza yiyeceklerdi. 301. Madde bir devlet şiddeti aygıtı haline gelmişti.
“Hepimiz Ermeniyiz” diye haykıran yüzbinlerce insan 2007 yılının 19 Ocak’ında ise Hrant Dink öldürüldü. 2007 yılı Türkiye açısından sanki bir tarihsel dönemin hızlı ve yeniden çekimi gibiydi. Hrant Dink öldürüldü, TBMM cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlendi, dev bayrak mitingleri örgütlendi, cumhurbaşkanlığı krizi ve meşhur 367 vakası nedeniyle AKP erken seçim kararı aldı, AKP oylarında patlama yaşandı ve Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme fikri gündeme geldi.
9 Kasım 2005 yılında Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalandı. Bombacılar suçüstü yakalandı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, suçüstü yakalanan bombacı astsubaylardan birisi olan Ali Kaya için, “tanırım, iyi çocuktur” demişti.29 Şemdinli olaylarını Şemdinli’den Ankara’ya Kürt Sorunu isimli kitabında ele alan Hakan Tahmaz şunları yazmıştı: “Güvenlik güçleri, korucu ve itirafçıların ortak faaliyetleri, kaos ortamını derinleştirmekte ve bu durumdan nemalananların çıkarlarını korumakta.”30
PKK’nin 1999’dan 2005 yılına kadar sürdürdüğü ateşkes, Haziran ayında sona ermişti. Çatışmaların ve ölümlerin yeniden başlaması, ordunun siyaset üzerindeki ağırlığını da artırmaya başlamıştı. Bu arada EMASYA Protokolü’nden sık sık söz edilir olmuştu. 1997 yılında yürürlüğe giren Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü 27 maddeden oluşuyordu ve orduya şehirlerdeki toplumsal olaylara müdahale imkânı tanıyor, terör şüphesi durumunda olaylara el koyabiliyordu. Her bir sorun havada korkunç bir elektriklenme yaratıyor, Kıbrıs konusunda, Kürt sorununda, demokrasi konularında yaşanan gelişmeler milliyetçi bir hezeyanla büyük siyasal sorunlar haline getiriliyordu. Bu koşullarda Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 5 Şubat 2006’da Oğuzhan Akdin tarafından Trabzon’da 28 Fethiye Çetin, Utanç Duyuyorum-Hrant Dink Cinayetinin Yargısı, Metis Yayınları, Eylül 2013, sf.36. 29 http://www.aljazeera.com.tr/haber/semdinli-davasi-yeniden-gorulecek Bu dava da kontrgerilla faaliyetiyle Fethullahçı darbeciler arasındaki ilişkiyi dışa vuran bir örnek. Kimsenin aklında 2005 yılında Fethullahçıları suçlamak yokken, davanın savcısının 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Fethullahçılarla ilişkisini itiraf etmesiyle dava yeniden görülmeye başlandı. Bir çete, bir derin örgütlenme bir kitabevini bombalarken, başka bir çete, bu eylemden kendi çıkarları için faydalanmaya çalışıyor. Ama bu bir çetenin ve hakim ve geleneksel olanının varlığını ve eylemlerini yok saymayı gerektirmiyor. 30 Hakan Tahmaz, Şemdinli’den Ankara’ya Kürt Sorunu, Agora Kitaplığı, Ekim 2007, sf. 122.
12
Hrant Dink’i öldüren mekanizmayı yakından tanıyoruz. 17/25 Aralık tapelerinin ortaya saçılmasından sonra gündeme oturan FETÖ, geçmişin Kemalist darbecilerini aklama aparatına dönüştürülse de; Hrant Dink cinayeti, tetiği ulusalcıların çektiği, planlamasını ulusalcıların yaptığı, kampanyasını geleneksel derin devletin sürdürdüğü ve geleneksel medyanın propaganda işlevini yürüttüğü bir cinayet. Fethullahçı darbeciler bu cinayette karartma, bilgi saklama, cinayete göz yumma gibi bir dizi suça ortak olmuş olabilirler, bu nedenle, Hrant Dink’in arkadaşları, en başından beri “Öldür diyenler, emri verenler, katilleri koruyanlar” hesap verene kadar “Bu dava bitmez!” içerikli bir kampanya yapıyorlar. Devlet içinde çeşitli rollere sahip olan bütün derin ve açık güçler çok açık ki Hrant Dink’in katledilmesine şu ya da bu derecede katkıda bulunmuş. 10 yılı aşkın bir süredir süren davalar bu gerçeği gösteriyor. Cinayetin arkasında yer alan tüm derin güçler öncelikle Ermeni düşmanlığında birleşiyor. 32 31 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/danistaya-saldiri-1-olu-4-yarali-4427414 32 Hrant Dink’in 100 binden fazla insanın katıldığı dev cenaze töreninde taşınan dövizlerde, “Katil 301” ve “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” yazıyordu. Hrant Dink’i 301. Madde’den yola çıkarak teşhir eden, yargılayan, ceza veren, valiliğe çağıran, orada onu uyaran, Trabzon’dan İstanbul’a şekillenen cinayeti bilip de haber vermeyen askerinden polisine ve istihbaratçılarına kadar tüm odaklar eşit derecede suçludur. Bu odakları tayin eden, cinayetten sonra açığa çıkmalarına yardımcı olmayan ve bazılarını koruyan siyasi irade de gelişmelerden doğrudan pay sahibidir. Bu cinayetten yıllar sonra gerçekleşen 15 Temmuz darbesinin ardından, her gelişmeyi “FETÖ’ye bağlamanın moda” olduğu günlerde Dink cinayetini Ergenekon’a yüklemenin büyük bir yanlış olduğunu ve Hrant’ın liberal arkadaşlarının cinayeti işleyenleri örtbas ettiğini iddia eden bile çıktı. Bunu “Yetmez ama evet” kampanyasına bağlayan bile çıktı. Oysa olayların gelişimini Hrant Dink davasının avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu net bir şekilde açıklıyor. “Agos’ta Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu iddiası ile yapılan haber üzerine Genelkurmay Başkanlığı 22 Şubat 2004’te Hrant Dink’e yönelik oldukça ağır ifadeler içeren bir basın açıklaması yapmış ve yine bu açıklamada kişiler ve kurumlar ‘göreve’ çağrılmıştır.” http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11787/dink-cinayetinde-butunsel-sorumluluk-var
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Hrant Dink’i öldürenler ne bekliyor olursa olsun, cinayetin ardından gerçekleşen kitlesel yürüyüş, Türkiye siyasetinin başka bir mecraya bürünmesine neden oldu. 19 Ocak büyük bir demokrasi mücadelesinin başlangıç tarihi oldu aynı zamanda. İstanbul’daki kitlesel yürüyüşe birçok şehirde basın açıklamalarıyla eşlik edildi. Cinayeti planlayan, gerçekleştiren ve sonra örtbas etmeye çalışanların umduğunun tam tersi, yüz binlerce insan “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganıyla yürüyerek, aşağıdan yığınsal ve kararlı bir demokrasi mücadelesinin fitilini ateşlemiş oldular. O günlerde TBMM’de ise cumhurbaşkanlığı seçimi krizi baş göstermişti. “Karısı başörtülü cumhurbaşkanı olur mu?” Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolduğundan Mayıs ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi derin bir siyasi krize neden oldu. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 26 Aralık 2006’da Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, anayasada belirtilen 367’nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya attı.33 Bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. CHP cumhurbaşkanlığı adayının Tayyip Erdoğan olma ihtimaline karşı Kanadoğlu’nun görüşlerine sarıldı. Baykal, AKP’nin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkartmasını yanlış bulduğunu 367’ye atıf yaparak ilan etti. Abdullah Gül, Erdoğan tarafından aday gösterildi, ilk oylama 27 Nisan’da yapıldı, aynı gün Genelkurmay Başkanlığı hükümete muhtıra verdi34; CHP, Abdullah Gül’ün 357 oy aldığı seçimleri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü, Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs’ta 367 tartışmasını haklı buldu ve Abdullah Gül ikinci oturumda 367 oya ulaşamadığı için Cumhurbaşkanı seçilemedi. Hükümet erken seçim kararı aldı.35 Cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçilmesi ve görev sürecinin beş yıla indirilerek iki kez üst üste seçilmesinin önünün açılması, yine, ulusalcıların AKP’ye karşı sürdürdükleri deli saçması mücadelenin sonucu oldu. AKP’li birisinin cumhurbaşkanı olmasını engellemek için kapıldıkları histerik kriz, politik olarak düşünmek bile istemedikleri bir sonuca yol açtı! 33 http://web.archive.org/web/20140322013450/http://www.aktifhaber.com/akpnin-sayisi-koske-yetmez-95824h.htm 34 Bu 10 yıl içinde ikinci geleneksel olamayan yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılan darbeydi. 35 “Mecliste seçim kararı alınmasının yanında, anayasada bazı değişikliklere gidildi. Buna göre, genel seçimlerin yapılma süresi beş yılda birden, dört yılda bire düşürüldü. Cumhurbaşkanlığı seçiminin iptaline yol açan toplantı yeter sayısı konusu, meclisin tüm işlemlerinde üçte bir çoğunluk olarak netleştirildi. Cumhurbaşkanının meclis tarafından değil, halk tarafından iki turlu oylamayla seçilmesi kararlaştırıldı; yedi yıl olan görev süresi beş yıla düşürülerek, iki kez seçilebilmenin önü açıldı.” Bkz. https://tr.wikipedia. org/wiki/2007_T%C3%BCrkiye_cumhurba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_se%C3%A7imi
Bu arada sokaklarda Nisan ayının ortalarından itibaren dev Cumhuriyet mitingleri örgütleniyordu. Bu mitinglere yüz binlerce insan katıldı, mitinglerde ordu güzellemesi yapıldı ama öne çıkan vurgu, cumhurbaşkanlığı makamına siyasal İslamcı bir gelenekten gelen birisinin oturmasını protesto etmekti. Nisan ayının ortasında Zirve Yayınevi katliamı gerçekleşti. Yayınevi Hıristiyanlık öğretisiyle ilgili kitapların dağıtımına odaklanmıştı.36 2008 yılında ise yeniden parti kapatmalar gündeme geldi. “411 el kaosa kalktı” Cumhuriyet Başsavcısı, AKP’nin 14 Mart 2018’de yine “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açıldı. Kapatmanın yanı sıra Erdoğan ve Gül’ün de içinde olduğu 71 kişinin siyaseten yasaklanması talep edildi. HEP, DEP, HADEP, DEHAP birbirini takip eden Kürt partileri, hiçbirisi 10 yıldan çok açık kalamadı.37 2007 yılında DTP hakkında da kapatma davası açılmıştı. 2009 yılında ise DTP, PKK’yi desteklediği gerekçesiyle kapatıldı. 2008 yılında son bir gelişmeye daha değinmekte fayda var: 9 Ekim 2012 tarihinde Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda 28 Şubat ve 27 Nisan darbeleriyle ilgili konuşan Aydın Doğan, Hürriyet Gazetesi’nde 10 Şubat 2008’de ‘411 el kaosa kalktı’ manşeti atılmasını yanlış bulduğunu söyledi. Meclis’te 9 Şubat 2008’de başörtüsü yasağına karşı bir Anayasa düzenlemesi gerçekleştirildi. Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran düzenlemeye 518 milletvekilinin 411’i ‘evet’ oyu vermişti. İşte Hürriyet gazetesi ertesi gün ‘411 el kaosa kalktı’ manşetiyle çıkmıştı.38 Cumhurbaşkanının AKP ve MHP milletvekillerinin imzasıyla geçen başörtüsü düzenlemesini kabul etmesiyle CHP ve DSP milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne anayasa değişikliğinin “iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması” için başvurması 36 Zirve Katliamı’nda bir hafta önce Işıklı şöyle demişti: “Bunların zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmektedir. İstanbul’u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden iyiye kabarmıştır. Bunlar, İslam’a öylesine itici bir çehre yüklemişlerdir ki bir kısım yurttaşlarımız, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye bağırarak sokaklara dökülmek noktasına gelmişlerdir.” Konuşmanın tam metni: http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/prof-dr-alpaslan-isiklinin-cumhuriyet-mitingi-konusma-metni 37 https://m.bianet.org/bianet/siyaset/109740-birakin-kurtler-konussun-parti-kapatmak-cozum-degil 38 Ertuğrul Özkök’ün manşet hakkında bir ‘toparlama’ denemesi de şuradan okunabilir: http://www.hurriyet.com.tr/411-el-neyekalkmis-8321167
13
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
bir oldu. Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da anayasa değişikliğini iptal etti.39 Bu iptal, bizler için de bardağı taşıran damla oldu. Şu ya da bu parti fark etmeksizin mecliste partilerin aldığı ve özgürlük alanını, burada aynı zamanda istediğin kıyafetle eğitim alma hakkını da içererek kapsayan bir düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyorsa, burada siyasetin öldüğü çok açıktı. Ve bu karar apaçık bir şekilde yargı alanından siyasal alana doğrudan, vesayetçi, darbe özlemcisi bir müdahaleydi. Daha sonra Darbelere Karşı 70 Milyon Adım adını alacak askeri darbe karşıtı kampanyanın şekillenmesi Anayasa Mahkemesi’nin bu kararıyla başladı. 16 gün sonra, 1980 darbesinden sonra doğrudan askeri darbelere karşı ilk eylemi, 21 Haziran 2008’de İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdik. Ve “Yetmez ama evet” zamanı Yazının bu bölüme kadar olan kısmını, okuyucu açısından sıkıcı olacağını tahmin etmeme rağmen uzun tutmamın nedeni; bugünün OHAL koşullarında soluk alıp verenlerin, 2011 öncesinin siyasal koşullarını pek fazla hatırlamayanların, toz pembe bir Türkiye’den cehenneme dönen bir Türkiye’ye evrildiğimiz ve bunun kökeninde de bir öngörüsüzlük abidesi olan “Yetmez ama evet” kampanyasının yattığı iddialarının taşıdığı iki yüzlülüğe40 yönelik eleştirilere arka plan sunmak istemem. “Yetmez ama evet” düşmanlarının birinci iddiasının doğru olmadığını görmüş bulunuyoruz. 2010’a gelindiğinde AKP yükselen, cuntacılar gerileyen bir güç değillerdi. Bir güç savaşı veriliyordu ve birbirinden farklı olanaklara sahip odaklar, devlet bürokrasisi içinde savaş verirken, AKP de kendi iktidarını sağlama almak için bir başka mücadele veriyordu. Ama mücadele eden güçler bu bloklarla sınırlı değildi. Kürtler bir yandan özgürlükleri için mücadele ediyor, Hrant Dink’in katledilmesinden sonra azınlıklar özgürlükleri için harekete geçiyor ve özellikle 1 Mayıs yasaklamalarına karşı mücadelede görünür olan sendikalar ve binbir sorunla cebelleşen işçi hareketi, kadın hareketi bir dizi alanda demokrasi, özgürlük mücadelesi veriyordu. Darbecilerin yargılanması, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren ve ekibinin yargılanması, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması, Kürt sorununda savaş politikalarından güç alan TSK kurmay heyetinin siyaset alanında da kendini güçlü hissetmesi ve çözümsüzlüğün sürekli gündemde tutulması gibi alanlarda kitlesel mücadeleler 39 http://bianet.org/bianet/bianet/107443-anayasa-mahkemesi-basortusu-duzenlemesini-iptal-etti 40 İki yüzlülük ağır bir hakaret olarak görülebilir ama bilerek söylenen ve defalarca tekrarlanan, her tekrarlandığında yalan olduğunun farkına varılmasına rağmen dile getirilmekten sakınılmayan iddialara başka ne ad verilebilir.
14
yaşanmaya başladı. 2007’den 2010’a kadar aşağıdan mücadelelerin öne çıkan özgürlük, demokrasi, eşitlik ve vesayetçi güçlerle hesaplaşma eğilimi, 2010 referandumunun sadece AKP-Ordu-ulusalcılar ve Fethullahçılar kavgasından ibaret bir kestirmeciliğin ürünü olmadığını anlamak açısından önemli. 2010 anayasa değişikliği paketi bu koşullarda gündeme geldi. Gündeme gelen paket, niyet okuyanların dahiyane yaklaşımlarını bir kenara bırakırsak, bütünüyle özgürlük alanlarının önünü açan değişiklikleri kapsıyordu. Özgürlükçü bir değişimin kapıları aralanıyor 2010 referandumunda gündeme gelen maddeler ve bu maddelerin öngördüğü değişiklikler41 üç başlık altında daha rahat açıklanabilir. İlk ve üzerinde en çok fırtına kopartılan bölüm, yargı alanında hedeflenen değişiklikler. 1.Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.42 2.HSYK’nın yapısı daha çoğulcu ve temsilî hale getirildi, Yasama üzerindeki Yürütme etkisi önemli ölçüde sınırlandırıldı. Bu değişiklik öncesinde HSYK’daki Yargı kökenli üyeler Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilir ve cumhurbaşkanınca atanırdı. Bu değişiklikle, 22 üyeden 10’unun Türkiye’deki bütün hakim ve savcılarca seçilmesi sağlandı. Bunlara Yargıtay’ca seçilen 3, Danıştay’ca seçilen 2 üye eklendiğinde, 22 asil üyeli Kurul’un büyük çoğunluğu (15 üye), hakimler tarafından seçilir oldu ve cumhurbaşkanının yetkisi de kalktı.43 Yargının denetim yetkisi artırıldı. HSYK’nın meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı. 41 Yazının bu bölümü Baskın Oran’ın vakti zamanında Radikal gazetesinde anlamamak konusunda kararlı bütün “halkın dostu” görünümlü “Yetmez ama evet” kampanyası düşmanlarına verilen özlü yanıtın alıntılanmasından oluşuyor esas olarak. http://www. radikal.com.tr/yazarlar/baskin-oran/yetmez-ama-evet-meselesi-maddeleri-ogreniyoruz-1206882/ 42 Kendisi etkin bir “Yetmez ama evet” kampanyası eleştirmeni olan Hürriyet gazetesi yazarı Sedat Ergin, kısa bir süre önce Anayasa Mahkemesinin 56. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen tören hakkında yazdığı makalede şunu dile getiriyor: “AYM’de bireysel başvuruları kabul eden bir büronun olması ve vatandaşın kapıdan içeri girip kendi devletini şikâyet edebilmesi, herhalde Cumhuriyet döneminde hukuk alanında vatandaşların elde ettiği en değerli kazanımlardan biridir.” http://www.hurriyet.com.tr/ yazarlar/sedat-ergin/anayasa-mahkemesi-salonunda-turgut-ozali-hatirlamak-40817009 Ulusalcı sosyalistlerin bireysel başvuru hakkının cumhuriyetin bir kazanımı olduğu iddiaları bütünüyle yalandır, yurttaşların kendi devletlerini mahkemeye şikayet etme hakları 2010 referandumuyla kazanılmış bir haktır. Bu haktan kimlerin faydalandığını tartışmak ise gereksizdir, haksızlığa uğradığını düşünen herkes hukuksal bir kazanıma yaslanarak hakkını savunacaktır tabii ki. 43 Baskın Oran, a.g.y.
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Siyasi parti kapatma zorlaştırıldı, AYM üyelerinin 3/5’i yerine 2/3’ünün oyu gerekli oldu. Siyasetin yargı üzerindeki denetimini sınırlamak açısından Adalet Bakanı’nın rolünün sınırlanması da önemli bir adım oldu. Eskisi gibi HSYK başkanı olmaya devam edecek ama daire toplantılarına katılamayacaktı. Hâkim ve savcılar hakkında disiplin inceleme ve soruşturmalarını re’sen başlatamayacak, bunu ancak ilgili dairenin isteği üzerine yapabilecekti. Hakim ve savcıların disiplin soruşturmaları Adalet Bakanlığı’ndan alındı, HSYK müfettişlerine verildi. Son olarak, Yargı’nın yerindelik denetimi yapamayacağı vurgulandı -zaten yasak olan yerindelik denetimi, Yürütme kararlarının sadece mevcut hukuka uygunluğunu denetlemekle görevli olan hakimin, kararların isabetli/ yararlı olup olmadığına da karışmasıdır ki, Kuvvetler Ayrılığı ilkesine aykırı bir durumdur. Değişikliklerin askeri darbecileri geriletmek açısından ordunun tahakkümüne yönelik maddelerinin başında meşhur Geçici 15. Madde’nin kaldırılması yer alıyor. Geçici 15. Madde, “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.” diyen bir darbeci koruma mekanizmasıydı.44 2010 değişiklikleriyle bu madde kaldırıldı ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önü açıldı. Askerî yargının görev alanı çok daraltıldı. Askerler ağır cezalık suçlar için sivil mahkemelerde yargılanmaya başlandı. Askerî yargının yetki alanı sırf askerî işlerle sınırlandı. Askerler sivil mahkemelerde yargılanacak, ama siviller savaş hali dışında askerî mahkemelerde yargılanamayacaktı. Referandumun ardından hem 12 Eylül darbecileri hem de 28 Şubat, 27 Nisan darbecileri ve diğer vesayetçi hamlelerin sorumluları yargılanmaya başladı. 3. 2010 referandumunun temel hakları ilgilendiren bölümlerinde de esasen önemli gelişmeler yaşandı. Kamu Denetçiliği (ombudsmanlık) kurumu getirildi, Yürütme’nin her türlü işlemine karşı her yurttaş başvuru 44 Çok ilginç bir “Yetmez ama evet”çi avcısı da şu haber sitesi. 2010’dan önce ve sonra bazı yazarların ve siyasetçilerin açıklamalarına yer verip, işte pişmanlıklarını paylaşanlar diye isimleri listelemiş. Adalet Ağaoğlu dışında pişmanlık paylaşan, pişman olduğunu söyleyen hiç kimse olmadığı gibi, tersine 2010’da aldığı tutumu savunanları bile bu listeye dahil etmeyi başarmış. https://140journos.com/2010-anayasa-referandumunu-yeniden-dusunmek-yetmez-ama-evet-b9f978e9444a
hakkı kazandı. Partisinin AYM tarafından kapatılmasına yol açanların milletvekilliği artık düşmeyecekti. Dezavantajlı insanlara yapılacak pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı ilan edildi. Kişilerin yurt dışına çıkma özgürlüğü, ancak suç soruşturması/ kovuşturması sebebiyle ve Yargı kararına bağlı olarak sınırlanabilecekti. Memurlara toplu sözleşme hakkı verildi. Siyasi/genel grev, işyeri işgali vs.’ye ilişkin yasaklar kaldırıldı. Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olma, aynı iş yerinde birden fazla toplu sözleşme yapma olanağı getirildi. 2010 değişikliklerinde elbette ki hiçbir anlam ifade etmeyen, önceki maddelerle esastan çok büyük bir farklılık taşımayan maddeler de vardı. Ama olumsuz tek bir madde yoktu. İçi doldurulmamış, istismar etmek isteyenin kullanabileceği fırsatlar sunan maddeler vardı. Örneği kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkının tanınması, grev hakkı tanınmadığı sürece çok anlamlı değildi. Ama bütünüyle anlamsız bir adım da değildi. Sendikalarını sokakta kuran kamu emekçileri için bir kazanımdı. HSYK maddesi CHP’nin ürünüdür Ohannes Kılıçdağı, “Yetmez ama evet” tartışmaları hakkında bezginliğini de ifade ettiği nefis yazısında, 2010 referandumuyla HSYK’nın Fethullahçıların denetimine geçtiğini söyleyenlere şu yanıtı veriyor: “Saldırgan grubun, HSYK ile ilgili görmediği, görmek istemediği, gözlerden kaçırdığı bir husus da bu düzenlemenin hem 2010 referandumundan önce hem de sonra değiştirildiğidir. Metin Eylül 2010’da oya sunulmadan CHP AYM’ye başvuruyor ve HSYK seçimlerinde her bir hakimin sadece bir aday isme oy vermesine itiraz ediyor. AYM de bu itirazı, oy çokluğuyla haklı buluyor ve her bir hakimin seçilecek üye kadar oy vermesine karar veriyor. Yani kişilere değil, listelere oy verme imkanı doğuyor. Böylece, bireylerin alacağı oylarla farklı görüşten insanların HSYK’yı oluşturma ihtimali neredeyse ortadan kalkarken, HSYK’nin blok olarak bir siyasi görüşten oluşmasının önü açılıyor. CHP’nin bu başvurusunun demokrasi açısından doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilir. Fakat konumuz yargının HSYK eliyle belli bir gruba teslimiyse, bu başvurunun bundaki etkisini neden hesaba katmıyoruz? O arkadaşlar neden CHP’ye de “Sizin yüzünüzden oldu”, demiyorlar. Tekrar ediyorum, CHP’nin o başvurusu ilkesel düzeyde yanlış bir şey de olmayabilir ama eğer eylemleri vardıkları yer ile değerlendiriyorsak, “yetmez ama evet”e saldıranların bir o kadar da CHP’ye saldırması lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim kendimi eleştireceğim nokta ise bu değişikliğin ne kadar kritik olabileceğini atlamış, o gün kestirememiş olmam. Dönüp baktığımda zihnimde yer etmediğini görüyorum. Ancak hatırlatılınca hatırladım.”45 45 http://www.agos.com.tr/tr/yazi/20248/allah-bu-millete-bir-yetmez-ama-evet-yazisi-daha-yazdirmasin
15
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Kılıçdağı’nın da vurguladığı gibi46, HSYK’da Fethullahçıların işine yarayan düzenlemenin nedeninin, CHP’nin klasik Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı itiraz olduğunu gösteriyor. 2007 yılında da yine CHP yine Anayasa Mahkemesine başvurarak, Cumhurbaşkanlığı seçimi için meclis oturumunda 367 milletvekili gerektiğini iddia etmişti ve cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi süreci böylece başlamıştı. Yetmez ama evet kampanyasının doğuşu Değişiklik paketi önümüze geldiğinde, yukarıdaki gibi soğukkanlı bir analiz yaparak, değişikliklerin kapsamlarına ve gerçekten bir değişiklik anlamına gelip gelmediğine bakarak bir metin yayınlamaya karar verdik. Üzerinde fırtınalar kopartan metnin tamamı 41 kelime! Metin şöyle: “12 Eylül Anayasası’ndan ve ruhundan tümüyle kurtulmamızı sağlayacak yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut anayasa değişiklik paketi 12 Eylül Anayasası’ndan tümüyle kurtulmak yönündeki taleplerimizi karşılamıyor. Ama bu paket, darbe anayasasının çöpe atılması yönünde önemli ilk adımdır; bu yüzden ‘yetmez ama evet’ diyoruz.”
İşte bu! AKP’ye destek olmakla, 2010 12 Eylül’ünden sonra yaşanan tüm trajik gelişmelerin sorumlusu olmakla, bazen Fethullahçıların bazen AKP’lilerin, bazen de ABD’nin oyunlarının piyonu olmakla suçlanan “Yetmez ama evet” kampanyasının tam metni bu. 12 Eylül anaysasından bütünüyle kurtulmak istediğimiz için bu değişiklik paketi yetersiz ama darbe anayasasının çöpe atılması için bir ilk adım olması açısından da geçmesi gereken bir paket! Söylenenler bu kadar. Bu metinle yapılan çağrıya ilk birkaç günde 250 kişi destek verdi. Sokaklara çıktık, bildiriler dağıttık, ulusalcı solun kimyasını bozan ise 28 Ağustos 2010 günü İstiklal Caddesi’nde yapılan dev gösteri oldu. Bu gösterinin çağrı metninde ise şunlar yazıyordu: “12 Eylül cuntasının anayasasından kurtulmak için yeterli olmayan değişiklikleri, ‘yetmez ama evet!’ diyerek savunuyoruz. Yeni bir anayasanın yapımını kolaylaştıracağı için 12 Eylül günü, 12 Eylül anayasasında yapılan değişikliklere, ‘Yetmez ama evet’ diyoruz. 46 “O süreci yakından bilen değerli bir hukukçu olan Orhan Gazi Ertekin de söz konusu değişikliğin yargı yönetimindeki güç ilişkilerini dağıttığını ve çok merkezli hale getirdiğini söylüyor. Değişikliğin, demokratik standartlar açısından darbe HSYK’sına göre kat be kat ilerde olduğunu ekliyor. Ancak, ona göre sorun, HSYK seçimlerinde cemaatin, ‘kumpaslara’ girişmesiydi. Her seçimde hile ve usulsüzlük ihtimal dahilindedir ama bu, sizi yönetecek kişileri belirlemek için seçim yapmanın en iyi yol olduğunu değiştirmez. (Yargı-yürütme meselelerini hezeyanlar ve sathi akıl yürütmelerin ötesinde anlamak isteyenlere, Orhan Gazi Ertekin’in “Yargı ve İktidar Oyunları” kitabını tavsiye ediyorum.” A.g.y
16
YETMEZ, çünkü biz, sivil, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik tartışmalarla şekillendirilen, tümüyle yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut anayasanın tamamı idam severlerin anayasasıdır. Necdet Adalı’yı asanların anayasasıdır. Erdal Eren’i asmak için yaşını büyük gösteren Kenan Evren’in anayasasıdır ve tamamen değişmelidir. YETMEZ, çünkü biz savaşı değil barışı güvence altına alan bir anayasa istiyoruz. YETMEZ, çünkü biz bütün toplumsal kesimlerin haklarının güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz. YETMEZ, çünkü biz, ırkçı ve milliyetçi her tür söylemden arındırılmış bir anayasa istiyoruz. YETMEZ, çünkü biz, insan haklarının ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz. AMA EVET! EVET, çünkü biz, darbecilerden hesap sorulmasının yolunun açılmasını istiyoruz. EVET, çünkü biz, fişlenmenin son bulmasını istiyoruz. EVET, çünkü biz, 12 Eylül’ün hesabının sorulmasını istiyoruz. EVET, çünkü biz 12 Eylül darbe anayasasının kısmen de olsa değişmesini istiyoruz. EVET, çünkü biz, rejimin bekçiliğini yapan değil, hukuk kurallarına uyan bir yargı sistemi için istiyoruz. EVET, çünkü biz, darbecilerin karşısında el pençe divan duran Anayasa Mahkemesi’nden, Partileri kapatan Anayasa Mahkemesi’nden, Başörtüsünü yasaklayan Anayasa Mahkemesi’nden, Yüksek yargıçların yüksek yargıçları seçtiği yargıçlar sultasından, Şemdinli savcısını görevden alarak Şemdinli bombacılarını koruyan, HSYK’nın bugünkü yapısından kurtulmak istiyoruz. EVET, çünkü biz, askere sivil yargının yolunun açılmasını istiyoruz. EVET, çünkü biz, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını istiyoruz.”47
‘Halkın dostları’, bilcümle ulusalcı, bütün yürüyüş boyunca atılan sloganlardan ve yürüyüşün kalabalığından çok ürktü. “Kürt halkının özgürlüğü için yetmez ama evet”, “İşçi sınıfının hakları için yetmez ama evet”, “Kadınların özgürlüğü için yetmez ama evet” yürüyüşün üç ana sloganı olarak öne çıktı. Daha referandumdan önce, bu yürüyüşün hemen öncesinde, kampanya, AKP destekçisi olmakla suçlanmaya başlamıştı bile. Suçlama öncelikle “liberal” sıfatıyla beraber, “liberal”, “liboş”, “liberal dönek”, “liberal solcular” şekillerini alarak katmerli küfürlerle birlikte kullanılıyordu. 47 Bu çağrı 27 Ağustos 2010’da bir dizi gazetede yayınlandı.
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Liberal suçlamasının kimler tarafından kimleri baskı altına almak ve linç etmek için kullanıldığına dair örnekleri hatırlamak çok önemli: “Hitler ve faşizm ile olan paralellikler üzerinden gidersek: Hitler’in muhalefet ettiği esas kavram liberalizmdir. Komünistlerin, sosyalistlerin, Yahudilerin, çingenelerin ortak paydası “liberal güruha” dahil olmalarıdır. Teorik ifadesini Carl Schmitt’te bulan bu tür bir siyasal liberalizm eleştirisinin sol ile hiçbir ilişkisi yoktur. Siyasal liberalizmin Marksist eleştirisi politik toplumsal öznelerin ekonomik-politik eşitsizliği üzerine kuruludur. Faşizmin eleştirisinin temeli ise liberallerin millî devletin karşısında kendi sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel kimliğinden gönüllü olarak feragat etmeyi reddeden soysuz bir güruh olması üzerine kurulmuştur. Bazı durumlarda toplumsal kimlikten gönüllü feragat bile işe yaramaz. Sorun teşkil eden toplumsal kimlik değil, bizatihi varlığın kendisidir. Varlıklarından feragat etmeleri beklenir.”48
Türkiye’de ise özellikle Emin Çölaşan gibi ulusalcı yazarların başlattığı “liberal” düşmanlığının solun geniş kesimlerinde yankı bulması, olur olmaz her gelişmede liberal parmağının aranması devlet yazarlarının etki alanlarının genişliğini göstermesi açısından çok ilginç. Muazzam bir siyasi güce sahiplermiş gibi liberalleri linç etme eğilimi, aslında muazzam bir güce sahip oldukları kısa sürede görülecek olan ulusalcıların gölgede kalmasına neden oldu. Kuşkusuz liberalizmin Marksist bir eleştirisiyle karşı karşıya değildik. Liberal eleştirisi, Marksist kavramların karmakarışık kullanımıyla birleştirilip ulusalcı nefret nesnesine dönüştürülmek istenen insanların üzerine boca ediliyordu. 2000’li yıllardan itibaren “Liberalizm”i eleştirisinin merkezine koyanlara bakınca ya su katılmamış bir ulusalcı ya devletin tüm derinlerinden gelen eleştirileri aktaran bir aparat ya da özgürlük mücadelesi verenlerle siyasi liberalizmi, kapitalist bir siyasi eğilimi birbirine karıştıran sekter bir sol yelpazeyle karşılaşırız. Her alanda özgürlük isteyenlere liberal suçlamasının yapılması ikili bir işleve sahipti: Birisi, özgürlük istemenin hükümete yarayan bir tutum olduğu bilincini geliştirmek, diğeri ise isteyerek ya da istemeden özgürlüklerin karşısındaki tüm tehditleri gölgelemek ve aklamak.
mücadelesinin, Türkiye’de devletin inşasının ya da başka bir deyişle Türkiye’de politik ekonominin kavranmasının bir sürecine çevirmekti. “Yetmez ama evet” demek AKP’yi mi desteklemekti? Bu soruya yanıt vermek için öncelikle “Yetmez ama evet” diyenlerin, aynı siyasi kökenden gelmediklerini hatırlamak lazım. Solcu, sosyalist sanatçılar, demokrat aktivistler, sendikacılar, AKP tandanslı aktvistler, gazeteciler, liberaller, darbe karşıtı aktivistler, akademisyenler ve DSİP’liler yer alıyordu. Kampanyaya birbirinden farklı gruplardan oluşan çok geniş bir çevre destek verdi ve bu çevrelerin her birinin hem siyasi kökenleri hem de nihai hedefleri birbirinden çok farklıydı. Kampanyadan sonra siyasal mücadelede aldıkları konuma göre birbirinden çok farklı siyasal pozisyonlar alanlar olduğu gibi birbirine daha da yakınlaşanlar oldu. Fakat “Yetmez ama evet” kampanyası, kesinlikle bir AKP’ye destek kampanyası değildi. Örneğin DSİP, “Yetmez ama evet” kampanyası içinde elinden geldiğince, “batıda yetmez ama evet, Kürt illerinde boykot”49 tutumunu almıştı. O gün ilk imzacılar arasında bulunan Sezai Temelli, bugün HDP’nin genel başkanıyken, o gün ilk imzacılar arasında bulunanlardan bazıları daha sonra AKP’de yönetici olmak için kolları sıvadı. Fakat “Yetmez ama evet” kampanyasına ruhunu veren bizlerdik. Hem birçok ilde açtığımız stantlarla, dağıttığımız bildirilerle hem de referandumu darbecilere karşı verilen mücadelenin bir halkası olarak devamlılık içinde ele alışımızla DSİP hareketin esas belirleyeniydi. Darbelere karşı mücadelenin ilk gününden beri, DSİP’in AKP’ye yaklaşımı ise şuradan görülebilir: “Darbeye karşı mücadeleyi AKP’yi desteklemekle eş tutanların tam tersine, AKP’nin demokrasi ufkunun darlığını aşacak mücadelenin de aşağıdan darbeye karşı örgütlenen hareket olduğunu görmedikleri çok açık. Aşağıdan mücadele darbecileri ne kadar geriletirse, burjuvaziyi de o kadar geriletir, onun demokrasi anlayışını da o oranda dağıtır ve AKP’yi teşhir eder.”50
2008 yılında darbe karşıtı mücadeleyi, AKP’ye destek olmakla suçlamanın moda haline geleceğini tahmin
Sorunu karakatürize etmek pahasına da olsa, Ermeni Soykırımı’yla ilgili bir panel düzenlemek isteyenler liberal, bu paneli basmak isteyenler, kınayanlar ya da soykırımın “emperyalizmin bir yalanı” olduğunu söyleyenler solcu! Başarılması gereken, Ermeni sorunu etrafındaki tartışmaları, hem bir yüzleşme hem de sınıf
49 Bu tutumun nedeni, hükümetin anayasa değişikliğini gündeme getirme şekli ve Kürt halkının çoğunluğunun desteğini alan partinin aldığı kararı Kürt illerinde destekleme amacıydı. Hükümet, 28 Ağustos yürüyüşüne çağrı metninde de yazdığımız gibi, barış sorununu ciddi bir şekilde ele almıyordu. Metinde, “YETMEZ, çünkü biz savaşı değil barışı güvence altına alan bir anayasa istiyoruz.” deniyordu ama sorun aynı zamanda değişiklik paketinin Kürt partisiyle görüşülüp onların talepleri değerlendirilmeden gündeme getirilmesiydi.
48 Baha Coşkun, Ergenekon ideolojisinin üç unsuru, Altüst, s. 08.
50 Şenol Karakaş, Darbeye karşı ilk adımı attık devamı gelecek, Sosyalist İşçi, 329. sayı, 27 Haziran 2008.
17
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
etmezken bu tür vurgular yapmamızın nedeni, sahip olduğumuz sosyalist gelenektir. Tanıl Bora gibi, soğukkanlı, olgun ve nesnel değerlendirmeler yapan birisinin bile, Cereyanlar isimli kapsamlı çalışmasında DSİP’i ele aldığı bölümde, “28 Şubat sürecine karşı çıktı, askeri vesayetle mücadele faslında AKP hükümetine destek verdi. Desteğin fazla ‘şevkli’ görünmesi (…)”51 diyerek devam ediyor. Bora da DSİP’in temsil ettiği ve savunduğu gelenekten fazlasıyla habersiz. Sadece 28 Şubat’a değil, 27 Nisan e-muhtırasına da karşı çıktık. 27 Nisan muhtırasının bitiş cümlesini, demokrasi isteyen, özgürlük isteyen ve Hrant Dink’in cenazesinin arkasından yürüyen yüzbinlerce insana yönelik bir meydan okuma olduğunun altını çizdik: “Siyasal demokrasinin daraltılması yönündeki müdahale, 27 Nisan muhtırasından beri tırmanan darbeci tahakküm engellenmek zorunda. Bu birkaç kötü niyetlinin demokrasiye alerjisi olmasından kaynaklanan bir süreç değil çünkü. Bu aynı zamanda Ergenekon’dur, bu aynı zamanda Hrant yoldaşı öldüren iklimin sürmesidir, bu aynı zamanda ırkçılık ve milliyetçiliğin güvenli bir iklimde yaygınlaşmasıdır. İçinden geçtiğimiz sürecin bir darbe süreci olmadığını düşünenler 27 Nisan e-muhtırasını görmezden geliyor ve darbe sürecinin hangi güçle hesaplaştığını da unutuyor. 27 Nisan muhtırası, ‘Ne mutlu Türk’üm demeyenleri’ nasıl tanımlıyordu. Sonuna kadar mücadele edilmesi gereken düşmanlar olarak.”52
Sadece 27 Nisan e-muhtırası değil, apaçık bir darbe olan ve 27 Nisan’dan farklı olarak hükümeti düşüren 28 Şubat post-modern darbesine de karşı çıktık. DSİP’in yayın organı Sosyalist İşçi gazetesi, en demokratik sol grupların bile en fazla “Ne darbe ne şeriat” diyebildiği 28 Şubat darbesi günlerinde “Darbeye hayır! Tanklar kışlaya!” sloganıyla özel baskı yaptı. 12 Mart 1997 sayılı Sosyalist İşçi, “Muhtıra safları belirginleştirdi/Darbe yanlıları işçi düşmanıdır” manşetiyle çıktı. Başyazısında, “Tarafsız olunamaz/Darbeye hayır!” başlıklı makale yer alıyordu. 26 Mart 1997 sayılı Sosyalist İşçi “Darbe tehdidi sürüyor/Sessiz kalma” manşetiyle çıkarken, 28 Mayıs 1997’de ise “Onlar bizi savunmaz! Biz onları savunalım: Refah’ın kapatılması çözüm değil.” manşetiyle çıkmıştı gazete. Bunun nedeni, darbe karşıtlığı gibi bir hobimiz olması, hükümette yer alan siyasal İslamcı partiyi desteklemek değil, bu partinin darbeciler tarafından iktidardan indirilmesine karşı olmaktı. Tıpkı 2000’li yıllar boyunca darbelere karşı kampanyada yapılan AKP’yi desteklemek değil, AKP’nin darbeciler tarafından kapatılmasına engel olmaktı. İşçi sınıfından ve kent yoksullarından destek alan siyasal İslamcı bir partinin ordu tarafından yasaklanması, askeri müdahalelerle devrilmesi, bu partiyi var eden, siyasal alanda cazip hale getiren dinamiklerin ve burjuva demokrasisinin 51 Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, Kasım 2017, sf. 694. 52 Şenol Karakaş, a.g.y.
18
tüm kurumlarının lağvedilmesi anlamına gelir. Solun, siyasal İslamcılarda bir alternatif gören işçi ve yoksul kitleleri kazanmasının tek yolunun öncelikle demokrasiyi, özgürlükleri sınırız bir şekilde savunduğunu göstermesidir. Askerlerin bir partiyi kapatmasına karşı çıkmanın o partiyi desteklemek anlamına gelmesi, Türkiye’de solun ulusalcı tahayyül dünyasının anlaşılmaz kodlamaları solculuk sanmasından ve öte yandan, gerçek Marksist geleneğin deneyimlerinin bütünüyle uzağında kalmasından kaynaklanabilir ancak.53 “Yetmez ama evet” kampanyasına katılanların bir kısmı AKP’yi bütün kalbiyle destekliyor olabilir, ama bu kampanya AKP’ye destek için değil, atanmış darbeciler hiçbir hükümeti deviremesin ve geçmiş dönemin tüm darbecileri hesap versin diye yapıldı. Kampanya içindeki sosyalistler bu politikaları savundu. Darbeye şevkle karşı çıkan sosyalistlerin AKP’yi desteklediğini söyleyebilmek için ya bir seçimde AKP’ye oy çağrısı yaptığını ya da üyelerini AKP’ye katılmaya teşvik ettiğini kanıtlamanız gerekir. Darbeye karşı ve darbeciler yargılansın diye kampanya yapan sosyalistleri AKP destekçisi olmakla itham etmek, en hafif yorumuyla AKP’yi gözünde olduğundan fazla büyütmektir. 2000’li yıllar boyunca kurulan Emek-Barış-Özgürlük bloklarına oy çağrısı yapan, 2007’de Baskın Oran, Ufuk Uras ve ÖDP’ye oy çağrısı yapan, 2009’da yine BDP adaylarını destekleyen, 2011’de yine bağımsız sosyalist adaylara oy çağrısı yapan, 2014’te, yerel seçimlerde de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP ve Demirtaş’a oy çağrısı yapan, 2016 referandumunda “Hayır!” kampanyası yürüten bir siyasal partinin AKP’ye destek verdiğini iddia edebilmek için oldukça dikkatsiz ya da kasıtlı olmak gerekir. 2010’dan beri hâlâ rüyalarında “Yetmez ama evet” kampanyasının ağırlığını hissedenlerin kasıtlı olduklarını tahmin etmek için çok fazla zorlanmaya gerek yok. “Uzlaşmacılık mı?” AKP’ye destek olmak iddiası sökmeyince en azından referandumda AKP’yle uzlaştığımız yönünde suçlamalar da devreye giriyor. Burada, sosyalist hareketin uzlaşmaz bir hareket olduğu yanılsaması devreye giriyor. Ne yazık ki Lenin’i neredeyse sadece lafzi düzeyde tanıyan ama Leninist fikirlerden fersah fersah uzak olanlar, Lenin’in uzlaşma hakkında yazdıklarından bihaber. ‘Halkın sadece dostu’ olmakla kalmayıp en keskin sloganlara sahip dostu olduğunu sananlar yanılıyor. Sosyalistler uzlaşır. Sosyalizm mücadelesinin tarihi bir adım ileri iki adım geriye doğru hamlelerin tarihidir. 53 Tıpatıp kopyalamak açısından değil ama bir mücadeleye bakış yöntemi olarak hem Lenin’in 1917 yılının Ağustos ayında Kornilov darbesine karşı taktiklerine hem de Almanya’da komünistlerin 1920 Kapp darbesine karşı taktiklerine bakılabilir. Bugünün ulusalcıları o günlerde yaşasalar Lenin’i bir çırpıda Kerenski destekçisi ilan edebilirlerdi.
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Sürekli ileriye doğru hareket edip birkaç sene içinde iktidarı alacağını düşünen ütopik sosyalistlerden bu toprakların dokusu nedeniyle bol miktarda türüyor. Ama gerçek bir sınıf mücadelesi böyle aceleciliklere sığmaz. Uzlaşmaz devrimci Lenin muhtemelen bu konuda en önemli otorite olacaktır: “Çarlığın iktidardan düşmesine kadar, Rusya’nın devrimci sosyal demokratları çok kez liberallerin yardımına başvurmuşlardır, yani bunlarla birçok pratik uzlaşmalar yapmışlardır.”54
Lenin Bolşeviklerin sınıf mücadelesinin gelgitleri içinde birçok kez uzlaşmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. AltÜst dergisinin 8. sayısında yazdığı vurucu makalede Sinan Özbek ise Lenin’den aktardıktan sonra şunları ekliyor: “Lenin’in uzlaşmaların neden gerekli olduğunu açıklayışı, bir Marksizm dersi gibidir. Kapitalizmi kapitalizm yapan emekçi sınıfların bölünmüşlüğüdür: Proletarya, proleterden yarı proletere, yarı proleterden küçük köylüye, küçük köylüden orta köylüye ve diğer toplumsal gruplarla çevrilidir. Bunun gibi proletaryanın kendisi de meslek grupları ve bazen mezhepsel gruplar gibi tabakalara bölünmüştür. Egemen sınıflar da bölünmüş, parçalı bir yapıdadır. Bu, kapitalizmi kapitalizm yapan bir özelliktir.”55
Bu alıntılar, sadece sınıf mücadelesinin kendi grubunun çıkarlarını işçi sınıfının mücadelesinin ihtiyaçlarının üstünde gören sekter grupların sandığından çok daha karmaşık ve zaman zaman geçici uzlaşmaları da içerdiğini anlatıyor; fakat “Yetmez ama evet” kampanyasının bu türden bir uzlaşma anlamına geldiğini kanıtlamıyor. “Yetmez ama evet” kampanyası, her hangi bir siyasi çevreyle uzlaşmak ya da bu çevreye destek değil, eksikliklerle dolu bir siyasal reform paketini desteklemek anlamına geliyordu. Pakette mevcut siyasal koşullardan daha geriye doğru adım atmak anlamına gelebilecek hiçbir madde yoktu. Eksik ama özgürlük mücadelesi için kapı aralayan bir paketti. Eksikliği, bizatihi AKP liderliğinin siyasal ufkunun burjuva karakterinden kaynaklanıyordu. Gündeme gelen her reform talebi bir mücadelenin ürünüdür, aşağıdan yükselen mücadele hükümetleri reform yapmaya zorlarken, hükümetlerin devletle ve burjuvaziyle uzlaşma düzeyi ve kendi siyasal ufku reform paketinin kapsamını daraltır. 1980 darbesinden itibaren sürdürülen tüm mücadelelerin ürünü ama aynı zamanda hükümet tarafından 54 Lenin’den aktaran Sinan Özbek, “Lenin’in uzlaşır tavrı”, AltÜst, 8. sayı. 55 Sinan Özbek, a.g.y. Özbek, Lenin’den bir alıntı daha yapıyor aynı yerde: “Bütün bunlar; proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, komünist partisi için, zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter gruplarla, ayrı ayrı işçi partileriyle ve küçük mülk sahipleriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın kesin, mutlak gerekliliğini doğurmaktadır”.
yetersiz kılınan bir ürün olan paket için, “Bu paket yetersiz ama ileriye doğru atılan bir adımdır” diyerek kampanya yapmak, uzlaşma ve AKP’ye destek olmaksa, “Hayır” kampanyası yapmak da, 2010’da “Hayır!” diyen bütün siyasi güçlerle uzlaşmaktır. Bu siyasi güçler arasında devlet, özellikle askerlerin sivil mahkemelerde yargılamasından nefret eden ve tüm derin, açık yapılanmasıyla yurttaşların devlet karşısında özgürlük alanlarını güçlendiren devlet bürokrasisi ve yanında MHP’yle ve CHP’yle yapılan apaçık bir uzlaşmadır! Bu paket önümüze geldiğinde üç alternatif vardı. Birisi doğrudan “Hayır!” demekti. Bunu diyemezdik. Darbeci devletle aynı zeminde durmak anlamına gelirdi. Bu, referandumda ulusalcıların, referandumu AKP’nin oyunu olarak gören sol, sosyalist ve liberal çevrelerin ve ulusalcı sosyalistlerin tercih ettiği yol oldu. İkinci alternatif “Boykot” tutumunu almaktı. Boykot konusu ise Temel Demirer’in sandığı gibi değil ne yazık ki. Lenin’den yola çıkarak, her seçimde boykot önerip, seçimden sonra sandığa politikaya ilgi duymadığı ya da yataktan kalkıp oy vermeye gidecek kadar bile enerjisi olmayan insanların oranını ölçüp boykotun başarı hikayesini yazanlar, boykot taktiğinden hiçbir şey anlamamışlar demektir. 2010 yılında, boykot sadece Kürt illerinde geçerli oldu. Batıda, boykotun hiçbir tabanı yoktu. Lenin boykot tutumunu şöyle gerekçelendiriyor. “Pasif çekimserlikten farklı olarak aktif boykot, ajitasyonun on kat arttırılması, her yerde toplantılar düzenlenmesi, zorla girecek bile olsak seçim toplantılarından yararlanılması, gösteriler, siyasi grevler yapılması vb. anlamına gelmelidir (…)Aktif boykot . . . açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülemez. Bu slogan ancak silahlı ayaklanma sloganı olabilir.” 56
2010 yılında, işçi kitlelerinin, yoksulların ve gençlerin kitlesel mücadelesi, referandum sandıklarının burjuva niteliğinin sorgulama düzeyine ulaşmamıştı. 2010 referandumu da ayaklanan kitlelerin enerjisini sistem içinde tutmak için üretilmemişti. Kürt illerinde ise durum tam tersiydi, BDP’nin boykot çağrısı geniş bir yankı buldu Kürt halkında. Batıda ise böyle bir şey söz konusu değildi. Batıda boykot, çağrıyı yapanların politika dışında temiz kalma arzularını yansıtıyordu. Lenin’in sözünü ettiği aktiflikten eser yoktu kampanyalarında. “Hayır!” ve “Boykot” tutumunu alamayacağımız gibi, “Evet” tutumunu da alamazdık. Zira bu tutum, AKP’nin tutumuydu. Oysa yapacağımız kampanya hem reform paketinin sınırlamasını hem Kürtlerin taleplerinin görmezden gelinmesini hem de AKP’nin sınırlamasını 56 Aktaran Tony Cliff, Lenin I-Partinin İnşası, Temmuz 1987, Z Yayınları, sf.264.
19
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
eleştirmenin olanaklarını sunmalıydı. Bu açıdan “Yetmez ama evet” tutumu, en işlevsel olanıydı. Değişikliklere “Evet” demek isteyen ama AKP’yle aynı yerde görünmek istemeyen binlerce insan bu kampanya sayesinde harekete geçebilecekleri bir kanal bulmuş oldular. 2010’dan sonrasının sorumluları Yazının sonuna doğru iki noktayı daha vurgulamalıyım: Birisi, 2011 yılından sonra yavaş yavaş ama Gezi direnişinden sonra önüne geçilemez bir şekilde AKP liderliğinin uyguladığı nobran politikaların sorumlusu olarak “Yetmez ama evet” kampanyasının ilan edilmesi ve bu kampanyaya destek olanların kaçınılmaz bir şekilde özeleştiri vermeye mahkum edilmesi. Örneğin Ali Bayramoğlu’yla röportajında İrfan Aktan ısrarla bunu yapmaya çalışıyor. Sonunda Ali Bayramoğlu şunları söylemek zorunda kalıyor: “Tabii ki, 2011 sonrası benim gözümde öyleydi ama maalesef öyle olmadı. O arada benim göremediğim şeyler vardı. Kendimi eleştirmemi ve sorgulamamı istediğini anlıyorum ama müsaade et ki, o yazıdaki son cümleden önceki kısmı önemsiyorum.”57
Bugünün yollarını “Yetmez ama evet” diye diye döşediniz klişesinin kullanım süresi bitmiyor. Burada, ‘Halkın ulusalcı dostları’ şöyle bir uyanıklık yapıyorlar: Referandumla sonrası tüm gelişmeleri doğrusal bir ilişki içindeymiş gibi tayin ediyorlar. 2010 referandumu ve Berkin Elvan’ın öldürülmesi arasında, Gezi’ye şiddetle saldırılması arasında, partili cumhurbaşkanlığı sisteminde ısrar edilmesi arasında ve hatta 15 Temmuz darbe girişimi ve Fethullahçı darbecilerin güçlenmesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Bu gerçeği eğip bükmek anlamına geliyor. Bu, şimdi yaşadığımız koşulların dışında bir gelişmenin mümkün olmadığına inanmaya, dolayısıyla aslında mücadele etmek ve risk almanın anlamsız olduğunu söylemeye tekabül ediyor. Referandum gerçekleşti ve sadece referandum gerçekleştiği için Türkiye’de dananın kuyruğu koptu! Oysa arada 2011 seçimleri yaşandı, Roboski katliamı, MİT krizi, Kürt tutukluların ölüm oruçları, dershane krizi, kürtaj tartışması, Oslo sürecinden sonra baş döndürücü bir hızla çözüm sürecinin başlaması, 28 Şubat tutuklamalarının dalga dalga gelmesi, ardından çözüm sürecinin tam ortasında Gezi direnişinin başlaması. Gezi direnişinde Türkiye çapında yaklaşık 5 milyon kişi sokaklara çıktı, AKP hem kendi içinde hem de Fethullahçılarla ilişkisinde sıkıntılar yaşadı, ardından 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları başladı, devlet yargısıyla polisiyle o günden beri hallaç pamuğu gibi atıldı, HSYK’nın 2010’da yaşadığı değişiklikler iptal 57 İrfan Aktan’ın Ali Bayramoğlu’yla okuması keyifli röportajı için bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/04/07/alibayramoglu-narsistik-bir-otoriter-populizmin-tarifi/
20
edildi, yargı doğrudan hükümete bağlandı, Türkiye’de art arda bombalar patlamaya başladı, Kobane’de IŞİD saldırısı sonrası Türkiye’de yaygın gösteriler oldu ve onlarca insan yaşamını yitirdi, çözüm süreci rafa kaldırıldı, Kürt sorununda yeniden çatışmalı sürece dönüldü ve 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. Yüzlerce insan öldü, binlerce insan yaralandı, OHAL ilan edildi. Evet! Çok inandırıcı! Bütün bu gelişmeler “Yetmez ama evet” kampanyası nedeniyle oldu! 2010’a kadar, aşağıdan bir mücadele ve değişim arzusuyla, 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesine karşı öfke ve demokrasi isteği birleşti. Dünyadaki eğilime de uygun ve ekonomik büyümeyle eşgüdümlü bir şekilde Türkiye’de de umulmadık bir dizi adım atıldı. Özgürlükler alanında genişleme oldu. Dünyada 2008 küresel krizi ve bu krizin uzayan etkisinin yarattığı ekonomik ve siyasi çalkantılar Türkiye’yi de etkiledi, Arap Baharı bir başka açıdan hükümetin iştahını kabarttı ve Ortadoğu politikası başka ülkelerin içişlerine aktif müdahil olma eğilimine evrildi. En önemlisi ise Gezi direnişinin, 17/25Aralık’ın ve Mısır’da Sisi liderliğindeki askeri darbenin arka arkaya gelmesiydi. Erdoğan’ın ve AKP liderliğinin bu gelişmelere tepkisi, reformların “r”sine dahi tahammül göstermeyen yeni bir politik eğilim oldu. HSYK’nın 2010’da değişen yapısı, 2014’te hükümetin bu eğilimini yansıtarak yeniden değişti. “Bir de ilerleyen yıllarda HSYK’da AKP’nin yaptığı değişiklikler var ki aslına bugün CHP’nin bu başvurusunu da konuşmayı anlamsızlaştırıyor. Şubat 2014’te HSYK Kanunu’nda yaptıkları değişikliklerle Adalet Bakanı’nın kurul üzerindeki etki ve yetkisini genişlettiler. Dolayısıyla, yargıda yürütmenin etkisini arttıran 2010 referandumunda ziyade 2014 değişiklikleri oldu. Bunu yaparken de referandum yapmadılar, meclisten kavga döğüş geçti. 2017 referandumuyla da, seçimleri kaldırılarak, üye sayısını düşürerek, HSYK’nın yapısında 2010 öncesine çok benzer bir duruma gittiler. Ertekin’in de dediği gibi, eğer bu arkadaşlar HSYK’nın 2010’dan evvelki yapısından memnundularsa şimdi de sevinmeleri gerek. AKP, onların istediğini yaptı.”58
2010’da “Hayır” diyenler yanlış yaptığımızı söylüyorlardı. 2013’te Erdoğan, 2010’da yanlış yapıldığını söyledi. 59 58 Ohannes Kılıçdağı, a.g.y. 59 “Bir yanlış yaptık. Nedir o yanlış? HSYK onu da yargılayan denetleyen mekanizma vardı. Biz dedik ki, demokrasinin gereğini yapalım. Adalet Bakanlığı’ndaki bu yetkiyi kalktık devrettik. Orada yanlış yapmışız. Eğer şu anda anayasayı değiştirecek bir güce sahip olduğumuz anda bu değişikliği yapmak durumundayız. Herkes denetlenecek, bu beyler denetlenmeyecek, demek ki olmuyor böyle bu iş. Bu beylerin de denetlenmesi gerekiyor.” Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-orada-bir-yanlis-yaptik-25465765
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Bu mantık yürütmenin sonucu, Erdoğan 2014’te HSYK’yı kendisine bağlamak, 2010’dan önceki haline döndürmek için 2010 referandumunu gündeme getirdi! Ya da hükümet 2010 yılında darbeye zemin hazırlıyor diye kaldırdığı EMASYA protokolünü, 2016 yılında “Terörle mücadelede etkinlik” için yeniden imzaladı.60 “Ermeni soykırımı” kavramını kullanmak 2008’den 2015 yılına kadar özel bir baskı uygulamasıyla karşılaşmıyordu, yasal açıdan serbest değildi ama 301. Madde işletilmiyordu, şimdi “soykırım”dan söz etmek yeniden doğrudan soruşturma açılmasına neden oluyor. Ya da Kürt sorununda zikzaklı politikaları nasıl açıklayacak bu “Yetmez ama evet” eleştirmenleri? Oslo süreci ya da geniş kapsamlı çözüm süreci gibi dönemlerle 2015 yılından beri içinden geçmekte olduğumuz günleri kıyaslayınca, hangisi “Yetmez ama evet” kampanyasının ürünü? Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sorunun yanıtı çok açık: Demokratik her hamle, demokratik bir değişimin ifadesi olan “Yetmez ama evet” kampanyasının araladığı kapıdan girmekle alakalı. Hükümet, 2010’da “Yetmez ama evet” kampanyası yapıldığı için otoriterleşmedi, hükümet ve onun liderliği zaten otoriter eğilimlere sahipti. Hükümetin normali, otoriterlik, siyasal iktidarın temerküzü ve demokratik alanın kendi iktidarının selameti için baskılanmasıydı, anormal olan, “Oslo süreci”, “çözüm süreci”, “Yetmez ama evet” süreci gibi demokratik değişime yönelik olarak atılan adımlardı. Sistematik61 “Yetmez ama evet” düşmanlığının nedenleri çok açık. Bu nedenlerden birincisi, hükümetle ya da ulusalcılarla veyahut da faşistlerle kurdukları çaresiz gönül birlikteliğini maskelemiş oluyorlar. 28 Şubat darbesini desteklediler, 27 Nisan darbesini desteklediler, başörtüsü özgürlüğüne karşı çıktılar, daima özgürlük karşıtı politikaları desteklediler, ulusalcı politikaları desteklediler, Cumhuriyet mitinglerini desteklediler, en azından eleştirmediler, 367 kararını desteklediler, parti kapatmaları, genelkurmayın hükümete muhtıralar vermesini desteklediler, Oslo sürecine karşı çıktılar, darbecilerin yargılanmasına karşı çıktılar, derin devletin foyasının açığa çıkartılması mücadelesinin karşısında durdular. Yetmedi, Kürtlere daima arkalarını döndüler, Ermenilerle dayanışmadılar, çoğu kez hedef tahtasına oturttular, çözüm sürecine karşı çıktılar, 2014 yerel seçimlerinde bas geç dediler, bazıları Ankara’da kendi çıkarttıkları belediye başkan adayını desteklemeyip bir faşisti destekledi, bazıları çok sevdikleri Sırrı Süreyya’ya değil Sarıgül’e basıp geçti, Cumhurbaşkanlığında 60 http://t24.com.tr/haber/erdoganin-boyle-protokol-olmaz-dedigi-darbeye-zemin-hazirladigi-iddia-edilen-emasya-geri-getiriliyor,344373 61 “Yetmez ama evet”i eleştirmiş ve yanlış bir tavır olduğunu düşünenleri değil ancak Odatv gibi odaklar tarafından sistematik olarak kışkırtılan politik linci ve bu linç havasına her koşulda katılmaya çok hevesli olanları kapsıyor.
Demirtaş’a değil Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verdi, Irak Kürdistan referandumuna da karşı çıktılar AKP hükümetiyle çözüm masasına oturulmasına da.62 Bugün bile, sadece dayanışmak için bile olsa Demirtaş’a oy çağrısı yapmak yerine boykot tutumlarını ilan edip, kendi adaylarını öne çıkartıp, örgütçülük oynayıp, bu arada da “Yetmez ama evet” diyenlere sataşmaya devam edecekler. 2010 kampanyamızdan nefret etmelerinin bir nedeni de, solcuların seküler olması gerektiğini düşünürken, “Yetmez ama evet” diyen Marksistlerin dindar insanlarla birlikte kampanya yapması, dindar insanlarla birlikte toplantı yapmaları, başörtüsü özgürlüğü için sokaklara çıkmaları. Onların dindar gördüğü yerde, dindar emekçileri görmemizi asla kabul edemediler. AKP tabanında yer alan işçi sınıfının varlığını ve bu sınıfın son derece politize bir sınıf olduğunu görmezden geldiler. Oysa Türkiye’nin son 15 yılı, AKP’nin sadece onun tabanındaki işçilerin bir bölümü AKP’den koparsa yenilebileceğini gösteriyor. AKP tabanındaki işçilerden mesafelenmek için başlayan yarış, “Yetmez ama evet” kampanyası aktivistlerinin linç edilmesi yarışına dönüştü. Bu yarışta en önde koşanlar, Fethullah Gülen’in okyanus ötesinden “Evet demeliyiz” çağrısı yaptığını ve 2010 değişikliklerinin yargı alanını bu darbeci ekibe altın tepside sunduğunu anlatıyor. Cemaate karşı herkesi daima uyardıklarını söylemeyi ve hükümetin aklının başına ancak 15 Temmuz’da geldiğini söylemeyi eklemeyi de unutmuyorlar kuşkusuz. Fethullahçılar meselesinde, bu ekibe odaklanan hiç kimse 15 Temmuz’daki gibi bir girişimin elebaşı olabileceklerini düşünmüyordu. Cemaatçilere yönelik sürekli uyarılar, İslamofobik olmalarından kaynaklanıyordu. Üstelik ordu içinde kimsenin ummadığı bir güce ulaşan bu darbecilerin gizli örgütlenmelerinin temel sorumlusu, darbeci ordu geleneğidir. İkinci sorumlusu ise tüm atamaları yapan kurumlardır. Üçüncü sorumluysa, kurmay heyetinin önemli bir bölümünü 62 “Bir avuç liberal/demokrat ve bir kısım Kürt bir gün sandıkta ‘yetmez ama evet’ dediğinde ortada hiç olmazsa kağıt üstünde Avrupa Birliği Kriterleri ve Venedik Komisyonu tasdikli bir ‘demokrasi projesi’ vardı. Sonra Türkiye, bir becerikli kişi tarafından dolandırıldı ve 90’lı yıllara, hatta daha gerisine, ‘yerli malı kullanmalı’ ekonomisi günlerine doğru çark edildi. Peki bugün ortada ‘kağıt üstünde’ olsun hangi proje var ki, herkes hiç durmadan Tayyip Erdoğan’ın her dediğine, her gün ‘yetmez ama evet’ diyor, ve sonra hiç utanmadan, ‘yetmez ama evetçi’lerden aklı sıra hesap soruyor? Sağın tilki, solun kirpi gibi olduğu bu memlekette, memleketin en büyük tabularını, Kürt tabusunu, Ermeni tabusunu, Asker tabusunu öyle ’sistem dışı’ kalarak değil, her şeyin en ortasına dalarak, meydanın tam orta yerinde yıkmaya çalışan insanlara hesap sorma hakkını kendinde gören, kıyamet kopsa bile makyajı bozulmayan bu ezeli ve ebedi yakışıklılar kim?” Gökhan Özgür çok haklı bir öfkeyle soruyor, kim bu yakışıklılar? http://marksist. org/icerik/Sectiklerimiz/4750/Bir-de,-her-Allahin-gunu-yetmezama-evet-diyenler-var
21
Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler? | Şenol Karakaş
Fethullahçılar örgütlerken bundan habersiz olan kurmay heyetidir. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, darbe girişimi sırasında Genelkurmay’daki eylemlerle ilgili ‘çatı’ davasında ‘katılan’ sıfatıyla ifade verirken, “FETÖ mensubu olan TSK personelinin teşhisi ve tespiti her zaman mümkün olmamıştır. Maiyetimde FETÖ’cü olduğu bilinerek herhangi bir personel istihdam edilmemiştir” dedi.63 Daha da önemlisi Genelkurmay Başkanı bizzat “MİT’e ihbarın büyük bir planın parçası olduğunu düşündük. FETÖ’nün darbeye cüret etmesini kimse beklemiyordu.”64 dediğinde bir gerçeğin altını çiziyor. HSYK’da belli bir güce sahip olsalar da, muhtemelen Fethullahçı darbecilerin beyin takımı dışındaki hiç kimse yargı ve devlet alanındaki çatışmada “bu kadar ahlaksızca işler yapılacağını” hayal bile edemezdi. Demokrasi mücadelesi verirken, kimsenin kullanışlı aparatı olduğumuzu düşünmeye gerek yok, darbecilere karşı, cumhuriyetin tabularına karşı harekete geçmişken, devletin karanlık dehlizlerinde süren çarpışmaya göre siyaset tayin etmek sosyalistlerin işi değildir. O, komplo teorileri konusunda uzman olan çeşitli gazetecilerin ilgi alanına girebilir ancak. Sosyalistler niyet de okuyamazlar. Bir değişiklik paketi, hükümet tarafından gündeme hangi niyetle getirildi diye bakmazlar. Hükümetlerin, eğer doğrudan işçi sınıfına yaslanıp onun iktidarı anlamına gelmiyorsa niyetleri ezilenler için hayırlı niyetler olamaz. Önemli olan gündeme gelen değişikliklerin işçi sınıfının bilinç, örgütlenme, düşünce, ifade özgürlükleri açısından olumlu olup olmadığıdır. 2010 referandumuna işçi sınıfının kahır ekseriyet olumlu baktığını biliyoruz. Referandumdan sonra bazı ulusalcı sosyalistler yüzde 42’lik “Hayır!” oylarının solun tabanına tekabül ettiğini ilan etmişlerdi. Oysa referandum sonucu yoksul mahalle ve bölgelerde “evet” oyunu yüksek çıktığını gösteriyordu. Gökhan Özgün’ün dediği gibi, “Asla niyet okumam. Okumayacağım da. Çünkü niyet okuyanın tek bir kısmeti vardır, ömür boyu hiç durmadan niyet okumak. Bundan da, iyi kötü ne bir hayat çıkar ne de bir siyaset.”65 “Yetmez ama evet” niyet okumak yerine mücadeleye girip risk almak isteyenlerin liderliğini yaptığı bir kampanyaydı. Bu kampanyadan birkaç sene sonra Fethullahçıların ortaya saçtığı tapelere, hiç bunları ortaya saçan “Okyanus ötesindeki” darbeci vaizdir demeden sarılan, hükümeti bu tapelerle yıpratmaya çalışanlar, utanmadan, askeri darbelere karşı sokak sokak 63 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/akar-ve-guler-ozel-celsede-ifade-verdi-akin-ozturk-yalvardi-40782565 64 http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/751061/Orgeneral_Akar_dan_10_soruya_10_yanit__MiT_e_yapilan_ihbarda_ darbe_soz_konusu_degildi.html 65 Gökhan Özgün, a.g.y.
22
kampanya örmeye çalışanları karalamaya çalışıyorlar. 66 15 Temmuz gecesi sokaklarda darbeye karşı direnilmesinde, 2000’lerin ortalarından beri verilen demokrasi mücadelesi, işçi mücadelesi, kadın mücadelesi, Gezi direnişi ve 2008’den itibaren de birçok şehirde doğrudan darbe karşıtı gösteriler biçimini alan hareket belirleyici olmuştur. “Yetmez ama evet” kampanyasına öfkeliler, zira bu kampanya, “değişiklikleri sadece AKP istiyor, tüm toplum bu değişikliklere karşı, bütün sol bu değişiklikleri AKP’nin oyunu olarak görüyor” denilmesini engelledi. Askerlerin yargılanmasının önündeki engelleri kaldırdı. AKP’nin otoriter eğilimleri mi? “Yetmez ama evet”le hiçbir ilgisi yok, tek ilgisi, “Yetmez ama evet” kampanyasıyla elde edilen demokratik her kazanımdan geri adım atılmasıyla, AKP’nin otoriter eğilimlerinin tırmanmasının doğru orantılı olmasıdır. Gerisi ulusalcı hurafedir.
66 “Yetmez ama evet” kampanyasını sokakta sürükleyen sosyalistler olarak tek eksikliğimiz, 17/25 Aralık’ta hem çetelere hem de yolsuzluğa karşı aynı anda ses çıkartmamış olmamızdı. Bu, mücadelemizin esasını değiştirmese de hükümetin yolsuzluğuyla hesaplaşmayı, hükümetin kaset oyunlarıyla yıkılmasına kadar götürülmesini yanlış bulan kitlelerle bağ kurmamızı engelledi. Biz daha çok bugünün yerli ve milli uzlaşısının ilk adımlarının atılmasına, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki usulsüzlüklerin tüm darbecilerin aklanmasına neden olmasıyla oluşan siyasi tabloya karşı mücadele etmeye odaklanmıştık.
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi Faruk Sevim
T
ürkiye’de kimlik eksenli olarak süren siyasette işçi sınıfının ve onun mücadelesinin ne kadar gündemi kapladığını, ne kadar etkili olduğunu her zaman göremiyor olabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren topluma dayatılan tekçi siyaset, kimlik eksenli politikaların ister istemez sürekli gündemde kalmasına yol açtı, açmaya da devam ediyor. İşçi sınıfı, Türkiye’de siyasetin her zaman ana gündemini belirleyemese de, kendi talepleri doğrultusundaki mücadelesine sürekli devam etmiştir. Dönem dönem kimlik eksenli siyasal gelişmelerin öne çıkması ile işçi sınıfı talepleri daha az görünür olmak zorunda kalmış olsa da, AKP döneminde de, hükümetler işçi sınıfının talepleri ile sürekli karşılaşmıştır. İşçi sınıfı, AKP hükümetlerine karşı, kendi talepleri ile ilgili pek çok eylem, direniş, grev gerçekleştirmiş, bu mücadelesinde zaman zaman başarılı olmuş, hükümetlere geri adım attırmış, önemli kazanımlar sağlamıştır. AKP döneminde işçi sınıfının ve emekçilerin eylemleri sonucu somut başarıların elde edildiği bazı hususları şöyle sıralayabiliriz: • • • • • •
Metal işçilerinin direnişi sonucu ücretlere zam alınması Taksim Gezi parkına kışla yapılmasının engellenmesi Soma katliamı sonrası işçiler için daha güvenli çalışma koşulları sağlayan bir maden yasasının çıkarılması Zonguldak madenlerinin satışının durdurulması Saya işçilerinin ücretlerine zam alması Kamuda taşeron sisteminin kaldırılmasına yönelik adımların atılmaya başlanması
Bütün bu başarılar hem işçilerin kararlı mücadelesi, hem de kutuplaşmaların bir ölçüde aşılmış olması ile sağlandı. Ama bazen de, örneğin 2005-2008 yılları arasında yapılan, sağlık sisteminin paralı
23
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
hale gelmesine, emeklilik yaşının yükseltilmesine, emekli maaşlarının düşürülmesine karşı çıkan işçi ve emekçilerin “GSS’ye hayır” eylemleri, siyasal olarak başka bir gündemin içinde kaybolmak durumunda kalmıştır. GSS’ye hayır eylemleri, 2007 yılında AKP’ye kapatma davası açılması ve e-muhtıra olaylarından sonra gündemden düşmüş, eylemlerin yürütücüsü olan Emek Platfomu dağılmış, hükümet de 2008 yılında GSS yasasını rahatlıkla çıkarmıştır. Yine eğitimin paralı hale getirilmesine karşı yapılan eylemler, “laik eğitim istiyoruz” sloganında kavramsallaşan, dindar-seküler kutuplaşmasına çarpmış, sonuç başarısızlık olmuştur. Bazen de işçilerin talepleri, eylemleri hangi bir kutuplaşmaya veya gündemdeki sıkıntılı siyasal süreçlere rastlamamış olsa da, başarısızlıkla sonuçlanabilmektedir. Örneğin Tekel direnişi, işçilerin yoğun katılımına, Türkiye toplumunun aktif desteğine rağmen başarıya ulaşamamış, özelleştirme engellenememiştir. Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir kesimi AKP’ye oy vermektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından olumlu da olsa, kutuplaştırıcı her hangi bir talep ve bu talep için mücadele, sınıf içinde yeterince destek bulamadığından, başarılı olamamaktadır. İşçi sınıfının bu tutumu, yani kutuplaştırıcı eylem ve etkinliklerden uzak durması, kutuplaşma siyasetine takılmadan yürütülen eylem ve etkinliklere destek vermesi, AKP’li yıllarda da sürmüştür ve sürmeye devam etmektedir. Türkiye işçi sınıfının sendikalarla ilişkisi de bu şekildedir. Kimlik siyasetine dayanan, etnik dini vb. sendikal yapılardan uzak durmuş, kapsayıcı, işçilerin mücadelesini öne çıkaran sendikal yapılara daha yakın olmuştur. İçinden geçtiğimiz “yerli milli dönem” ise ayrıca analizi hak etmektedir. Bu dönemin işçi hareketi ve sendikal yapıları, OHAL ortamında, adaletin olmadığı koşullarda varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bu koşullarda işçi sınıfı dahil herhangi bir toplumsal kesimin özgür iradesi ile tercihlerde bulunması, örgütlenmesi, talepleri için mücadele etmesi kolay olmamaktadır. O yüzden özellikle sendikal alandaki değişimleri, bazı sendikaların suni olarak büyümesini, işçilerin doğal tercihi olarak görmemek gerekir.
24
tamamen işyerlerindeki işçilerin kendi öz örgütlenmeleri ile gerçekleşmektedir. Her gün irili ufaklı pek çok işçi eyleminin haberini alıyoruz. Bu eylemlerin bir kısmı sendikalarda örgütlü işçiler tarafından gerçekleştirilirken, bir kısmı sendikasız işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Hatta bazı eylemler sendikalara rağmen yapılıyor. Emek Çalışmaları Topluluğunun yaptığı araştırmalara göre, 201 6 yılında işçi eylemlerinin yüzde 47’si işçi sendikaları, yüzde 23’ü memur sendikaları tarafından, yüzde 30’u işyerindeki örgütsüz işçiler tarafından yapıldı. AKP döneminde işçi sınıfının mücadelesinde en etkili olan konular şunlar oldu: • •
• •
•
• •
•
Genel sağlık sigortası sistemi kurarak, sağlığın paralı hale getirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşının düşürülmesi. Doğa talanına yol açan uygulamalar, parkların, ortak kamusal mekânların imara açılması, HES, Termik santral inşaatları, tarım alanlarının yok edilmesi. Kültürel alanların yok edilmesi, AKM’nin yıkılması, Hasankeyf, Allianoi vb. tarihi alanlara baraj yapılması. Ücretlerdeki yetersizliklere rağmen, hükümet tarafından asgari ücrete, emekli maaşlarına ve kamu çalışanlarına enflasyonun çok altında zam yapılması Taşeron sisteminin kaldırılması için sözler verilmesine rağmen, taşeron sisteminin sürekli genişletilmesi. Kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler, İş cinayetlerinin önlenmesi için yeterli tedbirler alınmaması, madenlerde ve inşaatlarda artan iş cinayetleri Enflasyon sonucu artan pahalılık ve düşen alım gücüne rağmen imzalanan düşük ücretli toplu sözleşmeler, grev yasakları ile sendikaların gücünü kırma girişimleri. Özelleştirmeler sonucu hem kamu kaynaklarının talan edilmesi, hem de bu işletmelerde çalışan binlerce işçinin işsiz kalması.
Ama OHAL koşullarında bile direnen, hakkını arayan, mücadele eden sendikalı veya sendikasız işçiler sonunda haklarını kazanabilmekteler. Memleketin bu karamsar ortamında bu gerçeği de görmemiz gerekir.
İşçi eylemlerinin yaygınlığı Bütün bu taleplerle işçi sınıfı AKP iktidarı döneminde de her gün irili ufaklı pek çok eylem yaptı ve yapmaya devam ediyor. İşçi sınıfı zaman zaman büyük eylemler yapar, ama küçük eylemleri her gün yapar. Fabrikalarda, işyerlerinde pek çok grev, yemek boykotu, basın açıklaması, yürüyüş, çadır kurma, işyeri işgali vb. eylemler gerçekleşir.
İşçi sınıfı ve talepleri İşçi sınıfının talepleri için sürdürdüğü mücadele, bazen sendikal önderlikler altında olmakta, bazen ise
2016 yılındaki işçi eylemlerinin yüzde 70’i sendikalı, yüzde 30’u ise sendikasız iş yerlerinde gerçekleşmiştir. Sendikalaşmanın kayıtlı işçiler arasında (memurlar dahil) yüzde 20, kayıtsızları dahil ettiğimizde yüzde
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
15 olduğunu göz önüne alırsak eylemlerde sendikal örgütlenmenin önemi ortaya çıkmaktadır. Pek çok eylem sendikalı işçiler tarafından yapılmaktadır. Ama sendikasız işyerlerinde de eylemler olabilmektedir. Örneğin sendikalaşma oranının çok düşük, kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu inşaat sektöründe pek çok işçi eylemi gerçekleşmektedir. Bu da örgütsüz bile olsa, işçi sınıfının eylem kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Türkiye’de işçi eylemlerinin bölgesel dağılımına baktığımızda en fazla eylem Marmara bölgesinde olmaktadır. Ama tüm Anadolu’da pek çok ilde işçi eylemleri gerçekleşmektedir. Türkiye’de son yıllarda özellikle grev yasakları nedeniyle greve çıkamayan işçiler, haklarını alabilmek için işyerlerinde üretimi aksatan direniş ve eylemler yapmaktadırlar. Eylemler Saya işçileri örneğinde olduğu gibi bazen bütün sektörü kapsamakta ve pek çok ilde olmaktadır. Sendikaların bölünmüşlüğü veya örgütlenmedeki yetersizlikleri nedeniyle bu eylemlerin birlikteliğini sağlamak bugün için zor olsa da, küçük işçi eylemleri daha büyük işçi eylemlerinin örgütlenmesi için çok önemli adımlardır. 2005-2008 döneminde Genel Sağlık Sigortası eylemleri: Sağlığımızı korumak için yürüyoruz AKP Hükümeti’nin gerçek yüzünü gösteren saldırılardan en önemlisi 2006 yılında gündeme getirdiği Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve Aile Hekimliği uygulamasıdır. Her fırsatta AKP Hükümeti’ne saldıran büyük basın, GSS ve Aile Hekimliği konusunda suskun kalmıştır. Aslında zaten burjuvazi genel olarak bu uygulamayı destekliyordu. Genel Sağlık Sigortası Yasası; SSK, Emekli Sandığı ve Bağ Kur’u birleştiriyor ve tek bir kurum haline getiriyordu. Ama burada durmuyordu. GSS ile birlikte çalışan herkes çok daha fazla prim vermeye başlıyor, katkı payı adı altında devlet kişilerden tamamen keyfi olarak belirlenen miktarlarda para almayı öngörüyordu. İlk başladığında her bir aile için katkı payı 64 TL’ydi, bugün bu miktar 220 TL’ye yükselmiş durumda. Bu primi ödemeyenler hiçbir biçimde sağlık hizmetlerinden yararlanamayacaktı. Ama sorun burada bitmiyordu. Prim ödeseniz bile gene de bazı sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeniz için ayrıca katkı payı ödemeniz gerekiyordu. Ayrıca, eğer bazı hastalıklardan tedavi görürseniz, ertesi yıl o hastalıklardan tedavi görebilmeniz için daha fazla prim ödemeniz gerekiyordu.
GSS ile birlikte emeklilik de tam anlamı ile mezarda emeklilik haline geliyordu. Emeklilik için gerekli olan gün sayısı arttırılıyor ve 9000 gün oluyor, emekli olma yaşı 65’e yükseltiliyor. Emekli maaşları düşürülüyor, emekli ikramiyeleri taksitle ödenebilir hale getiriliyordu. GSS için emek örgütlerinin birliği olan Emek Platformu öncülüğünde Türkiye’nin pek çok ilinde eylemler yapıldı, bu eylemlere yüz binlerce kişi katıldı. Emek Platformunun aldığı karar sonucu 30 Mayıs 2006’da bütün Türkiye’de bir saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirildi. Bu eylemler 2006 ve 2007 yılları boyunca devam etti. Ama eylemler 2007’de laik-seküler kamplaşmasına, Cumhuriyet mitinglerine, 28 Nisan e-muhtırasına takıldı. Hükümet de cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle meşgul olduğundan GSS yasasını meclisten geçirmeye çalışmadı. Ama 2008 Mart ayında AKP için kapatma davası açılınca, kapatma davasına bakış konusu, Emek Platformunda bölünmeye yol açtı. GSS ile ilgili eylemler giderek zayıflamaya başladı. Hükümetin de baskısıyla bazı bileşenler Emek Platformundan ayrıldı. Sonunda Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesinden “AKP kapatılmasın” kararı çıktı, ama GSS mücadelesi de kesintiye uğramış oldu. Hükümet Ekim 2008’de GSS Yasasını meclisten geçirdi. 2000li yıllarda iklim değişikliğine, HES’lere, termik ve nükleer santrallere karşı eylemler, çevre konulu eylemler İklim değişimine karşı Türkiye’de ilk kitlesel miting, Küresel Eylem Grubu tarafından 2005 yılında örgütlendi. Sosyal Forumlar sürecinde bir araya gelen aktivistler 3 Aralık 2005’te iklim değişimine karşı dünya çapında bir eylem yapılması kararını aldılar. Türkiye’de İstanbul Sosyal Forumunun kurulmasına katkıda bulunarak, sosyal forumlar sürecinin başlamasına öncülük eden aktivistler, Karakedi Kültür Merkezi’nde yapılan bir toplantıda onlarca kurumla bir araya gelerek iklim değişimine karşı ilk mitingi organize ettiler. Böylece Türkiye’de sokakta örgütlenen bir iklim aktivizmi başladı. KEG, onlarca basın açıklaması, etkinlik, forum, lise toplantılarıyla küresel ısınmaya, nükleer santrallere karşı mücadelenin merkezi oldu. Özellikle Kyoto Protokolü’nün imzalatılması sürecinde binlerce insanı harekete geçiren Küresel Eylem Grubu, militarizme, küresel ısınmanın sorumlusu olan büyük şirket politikalarına doğrudan karşı çıkan antikapitalist bir platform olarak mücadelesine devam etti. AKP hükümetlerinin enerji üretimini özelleştirme politikaları sonucu, hem küresel ısınmaya katkı sağlayan termik santrallerin, hem de Hidro Elektrik Santrallerinin yapılmasının önü 2000’li yıllarda iyice
25
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
açıldı. Doğa tahribatına yol açabileceği konusunda hiçbir endişe duyulmaksızın, tarımsal alanlara termik santral, akarsulara HES yapımına başlandı. Karadeniz vadilerinde, özellikle Loç Vadisinde, Loç Vadisini Koruma Platformu tarafından, bölgelerini tehdit eden hidroelektrik santrallere, HES’lere karşı eylemler düzenlendi. HES karşıtı eylemlere Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP), Munzur Koruma Kurulu, Su Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, İzmir Allianoi Girişimi ve Hasankeyf`i Yaşatma Girişimi de katıldı. Karadeniz vadilerinde yapımı devam eden hidroelektrik santraller (HES), konuyla ilgilenen uzmanların daha önce de açıkça dile getirdiği gibi bölgedeki doğal ve kültürel yaşamı bir bütün olarak yok ediyordu. Özellikle Rize’nin Senoz Vadisi’nde verilen hukuk mücadelesiyle 2009’un Mart ayında yürütmeyi durdurma kararı alınmış olmasına rağmen şirketlerin faaliyetleri ara vermeksizin devam ediyor. Sadece Senoz’da değil, İkizdere, Fındıklı, Fırtına, Papart, Yusufeli, Şavşat, Maçahel, bütün Karadeniz vadileri, nehirleri, Munzur, Muğla, Allianoi, Hasankeyf, Türkiye’nin tüm su havzaları, insanları tehdit altında bulunuyor. Ama halkın ve çevre örgütlerinin hem hukuk alanında, hem de sokakta mücadeleleri de sürüyor. HES, Termik ve nükleer santrallere karşı yapılan eylemler, kutuplaşmaları aşabildiği ölçüde toplumsal vicdanda karşılık buldu, eylem ve etkinliklere yoğun katılımlar oldu. Halen de AKP hükümetinin en çok zorlandığı, “ben yaparım olur” diyemediği konuların başında işçilerin, köylülerin, emekçilerin hep birlikte düzenlediği çevre eylemleri gelmektedir. Özelleştirmelere karşı başarılı olamayan direnişler: Türk Telekom, Tekel Özelleştirildiği için işten çıkarılan Türk Telekom ve Tekel işçileri çeşitli direnişler yaptılar. Telekom işçileri günlerce yürüyüşler düzenlediler, iş bırakmalar gerçekleştirdiler, ancak Telekom’un 2005 yılında özelleştirilmesini engelleyemediler. Tekel işçileri ise eylemlerini Ankara’ya taşıdı, 22 Şubat 2010’da on binlerce işçi Kızılay’da eylemdeydi. Tekel direnişi, işçi sınıfının direnme yeteneğini tüm topluma bir kez daha gösterdiği, işçi sınıfının tek gücünün kolektif eylem ve kolektif direniş olduğunu tüm işçi örgütlerine bir kez daha hatırlattığı bir eylem oldu. Tekel direnişi, bir kez daha, dayanışma duygusunun önemini, işçi sınıfının en önemli silahının dayanışma olduğunu gösterdi. Milyonlarca oy alan bir parti tarafından kurulan hükümetin kapitalist sınıf adına bu ilk uygulaması değildi. İlk olan, AKP döneminde tekel işçilerinin haklarını almak için gündemi belirleme
26
yeteneği taşıyan kararlı bir direniş örgütlemeleriydi. İşçilerin kararlılığı, konfederasyonları da harekete geçirdi. Tekel işçilerinin kararlılığının ve kamuoyu desteğinin yarattığı basınçla Türk-İş, genel grev kararı aldı, ama 26 Mayıs 2010’da yapacağını açıkladığı genel greve, son anda katılmaktan vazgeçti, genel greve KESK ve Kamu-Sen katıldı, grev çok etkili olmadı. Sonuçta tekel işletmeleri bir Amerikan-İngiliz şirketine satıldı, AKP tekel işçilerinin taleplerini görmezden geldi. Başbakan işçileri azarladı. AKP Hükümeti bu tutumuyla, kapitalist sınıfın hizmetinde olduğunu bir kez daha kanıtladı. Gezi direnişi: Bir başarı hikâyesi Gezi’de AKP’nin neo-liberal tek parti iktidarının güçlü olduğu bir zamanda, milyonlarca insan sokaklara radikal bir şekilde döküldü. Aleviler, dışlananlar, Kemalistler, cumhuriyetçiler, gençler, laikler, orta-sınıflar, profesyoneller, işçi sınıfının bir kısmı Gezi direnişinde vardı. Gezi direnişine katılımlar çok farklılıklar gösteriyordu, zira farklı işçileşme süreçleri ve bunları şekillendiren kültürel öğeler, işçi sınıfı içinde önemli farklılaşmaları da beraberinde getirmişti. İşçi sınıfının belli bir kesimi, çok belli bir sınıf kültürüne sahip işçiler, geleceksizleştirilen gençler, işçileşme ve ezilme süreçlerini dini kimlikleriyle bir arada yaşayan Aleviler, dışlanmış ve seküler kadınlar Gezi’yi yarattı. Gezi Direnişi, geleneksel pek çok siyaset yapma biçimini, kalıpları vb. sorguladı. Asık suratlılık, kaslı ve erkek işçi figürleri günü açıklamadığı gibi artık pek bir şey de ifade etmiyordu. Gezi direnişine işçi sınıfının özellikle beyaz yakalı dediğimiz, plazalarda, bürolarda çalışan, nispeten eğitimli kesimleri daha fazla oranda katıldı. Bu kesimlerin Türkiye işçi sınıfı içinde sayıca artmakta oldukları bir süreden beri gözlemleniyordu, ama işçi hareketi içinde nasıl yer alacakları merak konusuydu. Gezi sürecinde beyaz yakalı kesimin eylem tarzı “gündüz iş, gece direniş” şeklinde oldu. Yani üretimden gelen gücün kullanımından ziyade, işçi sınıfının aktivist yönünü geliştiren bir eylem tarzı gündeme geldi. Gezi direnişi kazanan, başarılı olan bir direniş olması yönüyle, kendisinden önceki dönemlerde AKP hükümetine yönelik yapılan işçi eylemlerinden farklılık gösterir. Gezi parkı eylemlerinin ve katılımcıların bir yönüyle kutuplaşmaları körükleyen tarafları vardı, sloganların bir kısmı ayrıştırıcı, kutuplaştırıcıydı, ama bir yönüyle de sorunun Gezi Parkı olduğunu, amacın Gezi Parkının halkın kullanımında kalmasını sağlamak olduğunu söyleyen kesimler de vardı. Sonuçta eylem Gezi Parkının imara açılmasını engelleyerek başarıya ulaştı. Bu başarının altında yatan önemli nedenlerinden
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
birisi olarak, Kürt sorununda 40 yıldır devam eden çatışma döneminin sona ermesini, Çözüm Sürecinin başlamış olmasını gözden kaçırmamak gerekir. 2014-2015 yıllarında işçi eylemleri, Soma, cam işçileri, metal işçileri AKP döneminde işçi hareketinin yükseldiği önemli dönüm noktalarından birisi de kuşkusuz 13 Mayıs 2014’te Soma’da maden işçilerinin katledilmesine karşı başlayan işçi eylemleridir. 301 işçinin ölümüne yol açan bu iş cinayeti, son yılların en büyük işçi eylemlerini başlattı, işçiler sokaklara çıktı, çeşitli gösteriler düzenledi. İşçiler için reva görülen yoksulluk ve ölüm, Soma’da tüm işçilerin yüzüne tokat gibi çarptı, işçileri kendisine getirdi. Birkaç ay sonra gerçekleşen Torunlar ve Ermenek iş cinayetleri işçi sınıfını daha da öfkelendirdi ve bilinçlendirdi. İşçiler, bir yanda patronların, diğer yanda işçilerin var olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle karşıt olduğunu, hükümetlerin patronlardan yana olduğu gerçeğini anladı ve bu duruma isyan etti. İşçilerin öfke ve eylemlerini yükselten diğer bir konu, hayat pahalılığına karşı yeterli ücreti alamamaları, giderek yoksullaşmalarıydı. 2014 yılının sonuna doğru patronların toplu sözleşme görüşmelerinde yükselen enflasyona karşı gerekli zamları vermek istememesi üzerine çeşitli işyerlerinde grevler başladı. Cam işçileri greve gitti, hükümet grevi yasakladı. Ocak 2015’te Birleşik Metal-İş üyesi 15 bin işçi greve başladı, onların da grevi yasaklandı. Metal sektöründe 25 yıl sonra ilk defa bu kapsamda bir grev gerçekleşiyordu. Ama sendikalar, işçilerde birikmekte olan öfkeyi yeterince anlayamadıkları için bu yasaklara karşı ciddi bir direniş sergileyemedi. Oysa hızla artan enflasyon rakamları, özellikle gıda enflasyonunun yüzde 20’lere dayanması, toplu sözleşmelerde sağlanan yüzde 5 veya 7’lik zamları çoktan eritmişti. Patronların toplu sözleşmelerde yükselen enflasyona karşı düşük ücret dayatmaları, işçilerin iş cinayetlerinde biriken öfkesini daha da artırıyordu ve bu tepki 2015’in başında her an patlamaya hazırdı. 2015 yılı başında hükümetin emekli maaşlarına yaptığı yüzde 2,3’lük komik zam öfkeyi biraz daha yükseltti. Boydaş işçilerinin direnişi İşçi sınıfına 2001 krizinden beri patronlar “grev yaparsanız, direniş yaparsanız fabrika ile birlikte siz de batarsınız, o halde mevcut koşullara boyun eğin, daha fazla ücret istemeyin” telkininde bulunuyor, işsizliği işçilerin üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Bu baskı elbette iktidardaki AKP hükümeti tarafından da benimseniyor, emekli maaşlarına, asgari ücrete, kamu çalışanlarının ücretlerine zam talepleri, “sıkı para politikası uyguluyoruz” denerek reddediliyordu. İşçiler bütün bu uygulamalara rıza gösterir gibi davranıyor,
sendikalar enflasyon oranının altında zam öngören üç yıllık toplu sözleşmeler imzalıyordu. Bu sisteme ilk darbe Şubat 2015’te Kayseri’de Boydaş işçilerinden geldi. Üyesi oldukları sendikanın zam oranını ve üç yıllık sözleşme dayatmasını protesto için işçiler eylemlere başladı. AKP’ye oy vermiş olma ihtimali çok yüksek olan işçilerin bu eylemi patronlarda ve hükümette şaşkınlık yarattı, istisnaî bir durum zannedildi. Ama benzer ücret zammı ve üç yıllık toplu sözleşme karşıtı eylemler başka iş yerlerine de yayılıyordu. Eylemlerde patronlar ve patron yanlısı sendikalar işçilerin öfkesinin hedefi oluyordu. Metal fırtınası, metal işçilerinin mücadelesinden çıkarılacak dersler Benzer bir ücret eylemi Mayıs ayında Bursa’da yaşandı. Metal işçileri Nisan 2015’te daha iyi bir ücret talebi ile üyesi oldukları Türk Metal’i sıkıştırmaya başladılar. Türk Metal sendikası işçilerin taleplerini göz ardı edince doğrudan çalıştıkları fabrikalarda eylemlere başladılar, aynı zamanda üyesi oldukları Türk Metal sendikasından istifa ettiler. İşçi eylemleri önce Bursa’daki büyük otomotiv fabrikaları Tofaş ve Renault’ta başladı, sonra başka iş kollarına ve illere yayıldı. Hareket sadece metal sektörüyle sınırlı kalmadı, petro-kimyadan cam sektörüne ve hatta otomotivle ilişkili tekstil sektörüne kadar genişledi. İşçilerin eylemleri patronlarda büyük korku yarattı, ihracat rakamları düştü, patronlar üretim ve gelir kayıpları yaşadılar. Bursa’daki metal fabrikalarında kurulan fabrikalar arası kurul, direnişin başlamasında ve yaygınlaşmasında çok büyük rolü oynadı. İşçiler, hem hakları için mücadelede hem de sendika bürokrasisine karşı mücadelede sahip oldukları yaratıcılığı bir kez daha gösterdiler. İşçiler başlangıçta öfkelerini işbirlikçi Türk Metal sendikasına yönelttiler, patronlara karşı daha toleranslı davrandılar, onların verdiği sözlere, imzaladığı protokollere inandılar. Ama süreç içinde patron kesiminin verdiği hiçbir sözü tutmaması, aksine işten çıkarmaların başlaması işçilerdeki bu yanlış algıyı düzeltti. İşçi sınıfına asıl düşmanın patronlar olduğunu bir kez daha gösterdi. 30 binden fazla işçiyi kapsayan bu büyük mücadele sonucunda, birçok işyerinde Türk Metal sendikası ortadan kalktı. Mücadele süreci 7 Haziran seçimlerine kadar sürdü, sonrasında siyasette yaşanan gelişmeler mücadelenin geri çekilmesine yol açtı. Bu süreçte 10 bin işçi Türk Metal sendikasından ayrıldı, bunların önemli bir kısmı Birleşik Metal-İş sendikasına, küçük bir kısmı Çelik-İş sendikasına üye oldu, önemli bir kısmı ise bir süre herhangi bir sendikaya üye olmadı.
27
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
Erdoğan’ın Türk Metal Kongresi’nde metal işçilerinin direnişini eleştirmesi, bu mücadelenin farkında olduğumuzdan daha da etkili olduğunu kanıtlıyordu. Bir cumhurbaşkanının toplumu kutuplaştırma siyaseti zaten garipti ama sendikalar arasında takım tutar gibi taraf tutması, işçi hareketini bölmek için ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Metal işçilerinin mücadelesi bizlere göstermiştir ki, fabrikalarda ne kadar çok sınıf bilinçli ve örgütlü işçi olursa mücadelenin kazanması o kadar mümkün olacaktır. Sendikaların 10 Ekim Mitingi ve yaşanan katliam 10 Ekim 2015’te Ankara garı önünde gerçekleşen katliam, sadece HDP kortejine değil, aynı zamanda işçi sınıfına da yönelikti. Katliamı düzenleyenler işçilerin kitlesel miting yapma yeteneğine saldırıda bulunmuş oldular. Mitingin çağrıcısı dört emek örgütü DİSK, KESK, TMMOB ve TTB şimdiye kadar pek çok kritik dönüm noktasında işçi sınıfının önünü açan eylemlere önderlik ettiler, o eylemlerin çağırıcısı oldular. Memurlara sendika hakkı için mücadelede, sağlıkta özelleştirmelere karşı eylemlerde, Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılması için verilen mücadelede, 2003 yılında Irak’ta Savaşa Hayır demek için düzenlenen gösterilerde, iş cinayetlerine karşı mücadelelerde hep bu dört örgütün öncülüğü söz konusu oldu. 7 Haziran seçimleri sonrası burjuvazi bir hükümet oluşturamadığı için aslında beş ay işçi sınıfı görece rahat bir dönem geçirdi, örneğin parlamentodan işçi sınıfı aleyhine hiçbir yasa çıkaramadılar. Yeni bir seçim yapmak zorunda kaldıkları için tüm burjuva partiler emekçi kesimlere bazı sözler vermek zorunda kalıyorlardı. Mesela asgari ücreti yükseltme konusu hepsinin ortak söylemi oldu. Taşeron sisteminin kaldırılması ile ilgili sözler verilmeye devam ediliyordu. Ayrıca emekli maaşlarını iyileştirmek ve banka faizlerinin yükünü azaltacak öneriler sunmakta adeta yarışıyorlardı. Patronlar ise burjuva partilerin bu seçim vaatleri yarışına müdahil olmuyorlardı. Ama 1 Kasım seçimlerinden sonra eğer bir hükümet kurabilirlerse, siyasetçisi ve patronu ile tüm burjuva kesim bütün bu seçim vaatlerinin etkisini yok edecek yeni bir saldırı programını yürürlüğe koyacaklardı. Bütün bu nedenlerle işçi sınıfı seçim sonrası ekonomik, demokratik hakları için zorlu bir mücadeleye hazır olmak zorundaydı. Nitekim 1 Kasım seçimleri sonrası emekçi sınıfları zorlu bir dönem karşıladı. Tek başına iktidar olan AKP, asgari ücretin yükseltilmesi dışında işçilerle ilgili verdiği hiçbir sözü tutmadı. 2016 yılı boyunca ekonomik istikrarsızlık ve işçilerin ücret talepleri için mücadeleleri devam etti. OHAL, KHK’lar ve KESK eylemleri
28
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası OHAL KHK’ları ile on binlerce kamu emekçisi, savunma hakkı bile tanınmadan ihraç edildi. Çıkarılan KHK’ler ile anayasa ayaklar altına alındı, OHAL’in gerekçesi olan darbe girişimiyle ilgisi olmayan düzenlemeler yapıldı. Sendikal hak ve özgürlükler ortadan kaldırıldı. Ekonomik kriz tüm ağırlığı ile emekçi sınıfların üzerine çökmeye, zamlar yağmur gibi yağmaya başladı. KESK kamu emekçilerine yönelik ihraçlara ve yaşanan hukuksuz uygulamalara karşı çeşitli eylemler gerçekleştirmeye karar verdi. Mersin, Samsun, Van’da, İstanbul ve İzmir’de “Haklar, OHAL ve KHK’lerinizden önce gelir: İhraçlarınıza, açığa almalarınıza, sürgün ve cezalarınıza teslim olmayacağız” sloganı ile bölge mitingleri düzenlenmesi, 15 Aralık’ta 2017 bütçesine karşı tüm illerde basın açıklaması yapılması planlandı 20 Aralık’ta ‘İşimi ekmeğimi geri istiyorum’ sloganı ile İstanbul’dan Ankara’ya ihraç edilen üyelerin en önde olacağı araçsız ‘Emekçi Yürüyüşü’ düzenlenecek ve Ankara’da merkezi bir eylem ile yürüyüş sonlandırılacaktı. KESK’in 10-11 Aralık 2016 tarihinde yapacağı mitingler ilgili valilikler tarafından OHAL gerekçe gösterilerek yasaklandı. Böylece hükümetin en yetkili ağızları tarafından defalarca ifade edilen “Biz OHAL’i kendimize ilan ediyoruz, vatandaşa değil” sözlerinin gerçeği yansıtmadığı bir kez daha anlaşıldı. Ama 20 Aralık yürüyüşü gerçekleştirildi. Kortej 24 Aralık’ta Ankara’ya vardı. 15 Temmuz darbecileri ile mücadele için ilan edildiği söylenen OHAL ve buna dayalı olarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler, siyasal iktidar tarafından, kendisiyle aynı görüşü paylaşmayan geniş bir kesimin bastırılması için kullanılmaya devam ediyor. 11.329’u KESK’e bağlı sendikaların yönetici ve üyesi, toplam 116.296 kamu emekçisi, KHK’larla sorgusuz sualsiz, keyfi olarak memuriyetten atıldı. Kamuda siyasi fişlemeler ve ihbarlar üzerinden başlatılan soruşturma süreçleri, hukuksuz ihraçlar ve açığa alma uygulamaları sonucu aileleri ile birlikte 1,5 milyon insan doğrudan mağdur edilmiş durumda. İhraç edilen, açığa alınan kamu emekçileri açlığa hatta intiharlara sürükleniyor. Bu koşullarda kamu düzenini, genel sağlığı kimin bozduğunu anlamak zor değil. 2017 Ekim’inde Türkiyeli ve Suriyeli saya işçileri ortak eylemler yaptı Saya işçilerinin çalıştığı ortamlar günümüzdeki en sağlıksız iş yerleri. İlkel çalışma koşulları, sefalet ve amansız bir sömürü çarkı var. Meslek hastalıkları çok yaygın. Parça başı ücret alıyorlar. Haftalık 500 TL alabilmek için günde 14-15 saat çalışıyorlar. Hemen her atölyede çocuk işçi çalıştırılıyor. Sigortasız ve sendikasızlar.
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
Bütün bu zorlu koşullara karşı saya işçileri Ekim 2017’de önce Adana’da daha sonra İstanbul, Gaziantep, Konya, İzmir, Manisa, Hatay ve Bursa’da eyleme başladılar. Talepleri netti; ücretlerine yüzde 25 zam. Başlangıçta saya işçilerinin eylemi OHAL yasağına takıldı, ama geri adım atmadılar, eyleme devam ettiler. İki gün süren iş bırakma eylemine Türkler, Kürtler, Araplar tüm saya işçileri katıldı. Ama daha da önemlisi Suriyeli işçiler de Türkiyeli işçilerle birlikte iş bıraktı. Ve sonuçta saya işçileri ücretlerine yüzde 21 zam aldılar. Irkçı milliyetçi dalga, Türkiye’de yaşanan pek çok sorunun faturasını sokaktaki Suriyelilere kesmeye pek bir heveslidir. İşsizliğin, düşük ücretlerin, yüksek ev kiralarının sorumlusu olarak hep Suriyeliler gösterilir. Şimdiye kadar daha çok Suriyeli işçilerin suçlandığı, hedef gösterildiği, ırkçı saldırılara maruz kaldığı haberlere alışmıştık. Saya işçilerinin eylemi ise bize Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birlikte kazanabileceklerini ve ırkçılığı yenebileceklerini gösterdi. Türkiyeli işçilerle Suriyeli işçiler daha önce İstanbul Çağlayan’da tekstil, Bağcılar’da ise nakış işçileri arasında ortak eylem yapmıştı. Ama bunlar birkaç atölye ile sınırlıydı ve saya işçilerinin eylemi kadar etkili değildi. Adana’da başlayıp pek çok ile yayılan saya işçileri direnişi bu açıdan önemli bir ön yargıyı kırdı. Milliyetçilik ve ırkçılığın böldüğü işçiler, patronlara karşı yapılan eylemde bir araya geldiler. Saya işçileri sınıf kardeşliğinin ve ırkçılığa karşı mücadelenin güzel bir örneğini sergilediler. 2017 Ekim’inde Zonguldak’ta madenciler kazandı Ekim 2017’de Zonguldak’ta, Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan yaklaşık 3 bin maden işçisi, kurumun özelleştirilmesinin önünü açan torba yasa tasarısını protesto etmek için kendilerini madenlere kapatarak direnişe geçtiler ve 24 saat madenlerden çıkmadılar.
İşçi sınıfının bir zaferi: Kamuda taşeron sistemi kaldırılıyor Aralık 2017’de kamuda taşeron sistemine son verileceğinin açıklanması işçi sınıfının bir zaferidir. AKP, ilk olarak Mart 2015’te “bütün taşeron işçiler kadroya alınacak” sözünü vermişti. Gelinen nokta taleplerimizde ısrarcı olmanın, taleplerimiz için kitlesel eylemler yapabilmemizin bir sonucudur, bu sonuç geniş kitlelerin sahip çıktığı talepleri kazanmanın mümkün olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bu mücadelede çıkan ses, tepkilerin yaygınlığı hükümeti adım atmaya zorladı. AKP’nin 16 yıllık hükümet döneminde yaygınlaşan taşeron sisteminde bugün kamuda 1 milyon, özel sektörde 2 milyon, toplamda 3 milyon taşeron işçi çalışıyor. Taşeron sistemi iş kazalarının, iş cinayetlerinin ana nedeni oldu. İşçi sınıfının yüzde 15’ini oluşturdukları halde, iş kazalarında ölen işçilerin yüzde 50’sinin taşeron işçisi olması tesadüf değildir. Taşeron sisteminde işçiler yıllık izin, mazeret izni, kıdem tazminatı, sosyal yardımlar gibi pek çok yasal hakkını alamadı, alamıyor. Taşeron sistemi patronlar için ucuz emek temininin en önemli aracı haline geldi. İşte bu gerçekler doğrultusunda taşeron sisteminin kaldırılması için yıllardır eylem yapan işçi sınıfı, sendikalar, taşeron işçi dernekleri hükümeti adım atmaya mecbur bıraktı. Sendikalar, taşeron işçi dernekleri ve tüm emekçiler “taşeron işçiye kadro” sözünün hangi kurallar çerçevesinde gerçekleştirileceğini dikkatle izleyecektir. İşçi sınıfı mücadele sonucunda bir takım kazanımlar elde ediyor, ama kazanımlar bazen gerçek anlamda işçilerin lehine sonuçlanmayabiliyor. Kazanımların yarım kalmasının nedeni sınıfın tepkisinin sürekliliğinin ve örgütlülüğünün sağlanamaması, sendikaların işçi sınıfına yeterince güven vermemesidir. Bu güvenin sağlanması için sendikalar çaba göstermelidir.
İşçilerin ‘Maden ocağından çıkmama’ eylemi, Türk-İş ve Genel Maden İşçileri Sendikası başkanlarının, “TTK iş yerleri özelleştirilmeyecek, bu konuda hükümetten güvence aldık” sözleri ile sona erdirildi. İşçiler, verilen sözler tutulmaz ve gerekli adımlar atılmazsa direnişe kaldıkları yerden devam edeceklerini sendika başkanlarına söylediler. Madenci direnişi, 2015 Metal eylemlerinden sonra son yıllarda “işyerinden topluca çıkmama” olarak yapılan en etkili işçi eylemi oldu.
Metal işçileri grev yasağına rağmen 2018’de de kazandı Metal işçilerinin toplu sözleşme zaferi 2017 yılı başında Birleşik Metal-İş’in imzaladığı, 2 yıllık ve yüzde 19’luk toplu sözleşme ile başladı. Ardından 2018 Ocak ayındaki metal toplu sözleşmesinde de önemli kazanımlar elde edildi. İşçilerin kazanmasını sağlayan en önemli etken, grev yasağına rağmen fiilen grev yapmaya başlamaları ve bu grevi sürdüreceklerine dair tüm kamuoyunda ve özellikle patronlarda uyandırdıkları kararlı tutum oldu.
İşyeri işgali, kazanana kadar mücadele gibi kavramlar giderek gündemimizde daha fazla yer işgal etmeye başladı. İşçi sınıfının tüm kesimlerinin, diğer bütün işçi kesimlerinin eylemlerinden öğrendiğini ve bu deneyimi kendi mücadelesine aktarmakta çok maharetli olduğunu unutmamak gerekir.
Metal işçilerinin grevleri Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmıştı. Neredeyse rutin bir uygulama haline gelen ve işçilerin grev hakkını tamamen hükümetlerin iznine bağlayan bu uygulamaya karşı işçiler mücadeleye devam kararı aldı. 2015 yılında Türk Metal’in sözleşme imzalamış olmasına rağmen işçiler fiilen greve çıkmıştı.
29
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
Bu yıl da işçilerin fiilen greve çıkabileceği, en azından üretimi yavaşlatmaya başladıklarını gören işverenler geri adım atmak zorunda kaldılar. İmzalanan toplu sözleşme grev yasaklandığında gelinen noktadan çok daha ileri kazanımlar içeriyor. Varılan anlaşmayla işçilerin elde ettiği kazanımların bir bölümü şöyle: • • • •
Ücretlerde ortalamada 600 lira net artış sağlandı. Toplu sözleşme yürürlüğü iki yıl olarak belirlendi. Sosyal yardımlardaki artış yüzde 23 oldu. Kıdem zammı her yıl için 30 lira oldu.
Bu kazanımların yanı sıra grev yasağına karşı verilen mücadelenin elde ettiği kazanım son derece önemlidir. Grev yasağı metal işçileri tarafından fiilen ortadan kaldırılmış oldu. Grev hakkına sahip çıkan işçiler, onlara destek olan diğer işyerlerindeki işçiler, ilk günden itibaren bu mücadelede metal işçilerinin yanında olan emek dostları elbette bu mücadelenin kazanmasını sağlayan asli unsurlardır. Türkiye işçi sınıfı ve sendikaların durumu Bugün Türkiye’de toplam 31,7 milyon çalışabilir insan içinde, 0,9 milyon işveren, 22,4 milyon işçi, 4,5 milyon köylü, 3,9 milyon da kendi işini yapan emekçi var. Yani Türkiye’de 900 bin patrona karşılık, 30,8 milyon işçi, köylü, emekçi var. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkûm. Köylülerin ve kendi işini yapan emekçilerin de gelir durumları işçilerden farklı değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin dört katına yakın. Bu olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah var: Sendikalaşmak. Sendikalı işçi patronların kendisine karşı yaptığı haksızlıklara karşı daha güçlüdür, daha güvenlidir. Gerektiğinde sendika grev yapar. Patronlar sendikal örgütlenmelerden korkar, iş yerlerinde istemezler, bu da işçiler için sendikaların ne kadar önemli olduğunu gösterir. Temmuz 2017’de yayınlanan son istatistiklere göre Türkiye’de kamu çalışanları dahil sendikaların üye sayısı 3,4 milyon. Yani toplam 22,5 milyon işçi içinde sendikalı işçilerin oranı yüzde 15. Bu üyelik oranının düşüklüğünden daha da olumsuz olanı ise, 3,4 milyon sendikalı işçinin Türk-İş (925 bin), Hak-İş (615 bin), DİSK (150 bin), Memur-Sen (997 bin), KESK (167 bin), Türkiye Kamu-Sen (395 bin) ve Birleşik Kamu-İş (65 bin) gibi başlıca yedi farklı konfederasyona dağılmış olması. Sendikal alandaki bu bölünme işçi sınıfının gücünü zayıflatıyor, mücadelenin etkisini azaltıyor.
30
Memur olarak tanımlanan kamu kesimi emekçilerinde sendikalaşma oranı yüzde 67. Sendika üyesi olma hakkı olan 2,5 milyon memurun 1,7 milyonu sendika üyesi. Bu oran 2016 yılında yüzde 70 idi. Yani memur kesiminde sendikalaşma düzeyi bir önceki yıla göre ilk defa düştü. Bunun nedeni de kamu çalışanlarından 117 bin kişinin KHK’larla işten çıkarılması ve kamu kesiminde KESK üyelerine karşı uygulanan baskı ve sindirme politikaları. KESK üye sayısı bu baskılar sonucu 2016 Temmuz’unda 221 bin iken, 2017 Temmuz’unda 167 bine kadar düştü. Kamu ve özel sektördeki işçilerin sendikalaşma oranı ise yüzde 12 olarak açıklandı. 13,8 milyon kayıtlı işçinin sadece 1,7 milyonu sendika üyesi. Bu oran işçi sınıfının en örgütsüz bulunduğu yıl olan 2010 yılında yüzde 9 idi. Sendika üyeliğinde son 7 yılda giderek bir yükselme oldu. Ancak geçmiş işçi hareketlerinin özellikle 1980’lerin sonuna doğru yakalanan yüzde 50’lik sendikalaşma oranının halen çok uzağındayız. 1987 yılında 2,9 milyon kayıtlı işçinin 1,5 milyonu sendika üyesiydi. O zamandan günümüze yapılan özelleştirmeler, taşeronlaştırma uygulamaları sendika üyeliği oranlarını yüzde 9’lara kadar geriletti. Ancak 2010 sonrası kapitalizmin krizine karşı işçi mücadelelerinin artması üyelik oranının tekrar yükselmesini sağladı. Kadınların sendika üyeliklerini tercihi erkeklere göre daha az olmakta. Erkek işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 13 iken kadın işçilerin sendika üyesi olma oranı yüzde 6. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesine özel bir önem vermesi gerekir. Sendikalaşmanın en zayıf olduğu işkolları inşaat, büro ve ticaret, eğlence ve otel, basın işkolları. İnşaat işkolunda çalışan kayıtlı 1,8 milyon işçinin yüzde 3’ü; büro ve ticaret iş kolunda çalışan 3,5 milyon işçinin yüzde 5’i, eğlence ve otel işkolunda çalışan 860 bin işçinin yüzde 4’ü, basın işkolunda çalışan 92 bin işçinin yüzde 6,5’i sendikalı. 1,1 milyon işçinin çalıştığı belediye iş kolu 380 bin sendika üyesi ile en fazla sendikalı işçinin çalıştığı iş kolu oldu. İki yıl önce sendikalaşma oranında lider konumdaki metal işkolunda bugün 1,6 milyon işçi çalışıyor, bunların 280 bini sendika üyesi. Bu sayı ile metal işkolu en fazla ikinci sendikalı işçinin çalıştığı işkolu oldu. Bugün Türkiye işçi sınıfının yapısal özelliği ile ilgili önemli bir nokta Anadolu’da pek çok işçi kentinin ortaya çıkmasıdır. Bu kentlerde yakın zamana kadar kırsal ağırlıklı iş ilişkileri egemen iken son 15 yılda sanayiler gelişmiş ve güçlü işçi toplulukları ortaya çıkmıştır. İşçiler geleneksel olarak yoğun oldukları büyük kentlerden İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli’nden diğer kentlere yayılmış bulunmaktadırlar. Birkaç örnek verirsek Kayseri (220 bin), Gaziantep (320 bin), Antalya (520
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
bin), Tekirdağ (260 bin), Konya (270 bin) Manisa (230 bin) çok sayıda işçi barındırmaktadır ve bu kentlerde genellikle sendikalaşma oranları ortalamanın altında bulunmaktadır. Sendikaların örgütlenmek için pek çok kentte önlerinde önemli fırsatlar vardır. İşçi sınıfının yapısı, iş gücüne katılım oranları İşgücüne katılım olarak bilinen çalışabilir nüfusun, çalışmaya hazır nüfusa oranı 2010 yılında yüzde 48 iken, 2017 yılında yüzde 52,8 oldu. Yani Türkiye’de 31,6 milyon insan çalışmak için hazır olduğunu beyan etti. Özellikle kadınların işgücüne katılımının artması bu oranı yukarı taşımaktadır. Kentleşmenin artması sonucu kırda çalışırken, kentte çalışma yaşamına girmekten çekinen kadınların işgücüne katılımı 2004 yılında en düşük düzeyine, yüzde 23’e kadar inmişti, sonra giderek artmaya başladı. Bugün kadınlarda işgücüne katılım oranı yüzde 33,6 oldu. Yani çalışabilir yaştaki 30,2 milyon kadının 10,2
milyonu çalışmaya hazır olduğunu beyan etti. İşgücüne katılım oranı erkeklerde yüzde 72,5 oldu. Yani çalışabilir yaşta 29,7 milyon erkeğin, 21,5 milyonu çalışmaya hazır durumda. Avrupa’da kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 60’lara ulaşıyor, Türkiye’de ise kadınların işgücüne katılım oranı hala düşük. İşsizlikte bölgesel adaletsizlikler artmış durumda İşsizlik oranlarına baktığımızda ortalama işsizlik yüzde 10,9 oldu. Bu oran en düşük Doğu Karadeniz bölgesinde gerçekleşti, Doğu Karadeniz bölgesinde işsizlik yüzde 3,6 oldu. En yüksek ise Mardin, Batman, Şırnak, Siirt illerini kapsayan bölgede oldu, yüzde 26,9 olarak ortaya çıktı. Bu işsizlik rakamları bölgeler arası adaletsizliğin nasıl korkunç boyutlara ulaştığının da bir göstergesi. Çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelere devletin veya
Temel işgücü göstergeleri, 2016, 2017 Toplam 2016 2017 15 ve daha yunakı yaştakiler Nüfus İşgücü İstihdam Tarım Tarım Dışı İşsiz
58.720 30.535 27.205 5.305 21.901 3.330
59.894 31.643 28.189 5.464 22.724 3.454
Erkek 2016 2017 (Bin) 29.031 29.649 20.899 21.484 18.893 19.460 2.920 2.993 19.973 16.467 2.006 2.024 (%) 72,0 72,5 65,1 65,6 9,6 9,4 10,9 10,7
İşgücüne katılma oranı 52,0 52,8 İstihdam oranı 46,3 47,1 İşsizlik oranı 10,9 10,9 Tanım dışı işsizlik oranı 13,0 13,0 15-64 yaş grubu İşgücüne katılma oranı 57,0 58,0 77,6 78,2 İstihdam oranı 50,6 51,5 70,0 70,7 İşsizlik oranı 11,1 11,1 9,8 9,6 Tanım dışı işsizlik oranı 13,0 13,1 10,9 10,8 Genç nüfus (15-24 yaş) İşsizlik oranı 19,6 20,8 17,4 17,8 Ne eğitimde ne istehdamda olanların oranı(1) 24,0 24,2 14,6 14,6 Tablodaki rakamlar yuvarlamadan dolaşı toplamı vermeyebilir. (1) Çalışmayan ve eğitimde (örgün ve yaygın) olmayan gençlerin, toplam genç nüfus içindeki oranıdır.
İşsizlik oranı (%), 2017
Kadın 2016 2017 29,689 9.637 8.312 2.384 5.928 1.324
30.244 10.159 8.729 2.471 6.258 1.431
32,5 28,0 13,7 18,1
33,6 28,9 14,1 18,5
36,2 31,2 14,0 18,2
37,6 32,2 14,4 18,6
23,7 33,5
26,1 34,0
İstihdam oranı (%), 2017
31
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
özel sektörün her hangi bir yatırım yapmadığı, bu bölgelerde iş olanağı yaratmadığı açıkça ortada. Kürtlerin çoğunlukta olduğu bu bölgede üstelik iş gücüne katılım da Türkiye’deki en düşük oran, yüzde 38,6. Yani hem bölgede çalışabileceğini beyan eden nüfus sayısı diğer bölgelere göre oransal olarak daha az, hem de bu insanlara sunulan iş imkanları daha az. İşçi eylemlerinin durumu 2016 yılında 608 işçi eylemi tespit edildi. Bunların 420’si işyeri temelli, 177’si genel eylem, 11’i dayanışma eylemi. 2015 yılı ilk yarısında aylık 105 olan iş yeri temelli eylem sayısı, ikinci yarıda ayda 47’ye düştü. 2016’nın ilk yarısında ayda 53 olan eylem sayısı, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ayda 34 oldu. Bu azalmaların öne çıkan sebepleri olarak çözüm sürecinin bitmesi, bombalı saldırıların başlaması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL’i saymak gerekir. 2016 yılında işyeri temelli eylemlere 46 bin işçi katıldı. Bunların yüzde 39’u özel sektördeki kadrolu işçiler, yüzde 15’i özel sektördeki taşeron işçiler, yüzde 26’sı memurlar, yüzde 15’i kamudaki taşeron işçiler. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 52’si basın açıklaması, yüzde 19’u grev, yüzde 11’i direniş olarak gerçekleşti. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 30’u üretimi durduran veya yavaşlatan eylemler. İş yeri temelli eylemlerin yarısı basın açıklaması, diğer yarısı ise fiili grev, direniş vb. türden. Eylem sebepleri ise ağırlıklı olarak işten çıkarma, ücret gasbı, mobbing, sendikalaşma, toplu sözleşme görüşmesinde tıkanma, KHK ile işten atma ve sürgün oldu. Eylemlerin yüzde 60’ı bir gün veya daha az sürdü. Ortalama eylem süresi 2015’de 20 gün iken, 2016’da 10 güne düştü. 2016’da 84 adet resmi veya fiili grev yapıldı, resmi grevlerin ortalama süresi 36,5 gün, fiili grevlerin süresi 3,4 gün oldu. Eylemlerin yüzde 70’i İstanbul, İzmir, Ankara ve Kocaeli’de gerçekleşti. 2016 yılında 2954 işçi, sendikalaşma veya başka işçi eylemlerine katılım gerekçesi ile işten atıldı. İşçi eylemleri ağırlıklı olarak inşaat, metal ve kamu çalışanları tarafından gerçekleştirildi. Eylemlerin yüzde 47’si işçi sendikaları, yüzde 23’ü memur sendikaları tarafından, yüzde 30’u işyerindeki örgütsüz işçiler tarafından yapıldı. Örgütsüz işçiler tarafından yapılan eylemlerde 2016 yılında yüzde 9 azalma görülmekte. Sendikaların örgütlediği eylemlerde öne çıkan kurumlar; Eğitim-Sen, İnşaat-İş, Genel-İş ve Birleşik Metal-İş oldu. Sonuç: 7 Haziran 2015 seçimleri işçiler, emekçiler, yoksullar, ezilenler için önemli bir kazanç oldu. Artan yoksulluk,
32
düşen büyüme hızı, yükselen enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlikler AKP’nin çoğunluğu kazanmasını engelledi, siyasal istikrarsızlık dönemi başladı. Elbette AKP’nin iktidarı kaybetmesinin pek çok sebebi vardı, ama yaşanan siyasal istikrarsızlığın kökeninde ekonomik krizin etkileri önemli bir yer kaplıyordu. Bu yaşananların egemen sınıf açısından daha da ciddi bir sonucu ise, AKP iktidarının yerine koyacakları güçlü bir alternatifin olmamasıydı. Türkiye kapitalizmi tam bir siyasî istikrarsızlık ortamına girdi. Bütün bu gelişmelerin işçi sınıfı üzerinde etkileri oldu. Enflasyon ve pahalılık arttı, ücretler eridi, ücretlerin artırılması talepleri, daha sık dillendirildi, ama patronlar tarafından çoğu zaman yerine getirilmedi. Bu durum işçi sınıfı tarafından sabırla karşılanmadı, iş yeri temelli küçük eylemlerden, sendikaların örgütlediği pek çok büyük eyleme tepkiyle karşılandı, ama yine de reel ücretler 2015’ten bugüne yüzde 20 azaldı, özellikle döviz kurlarında yaşanan sıkıntılardan sonra Türkiye’de işçi ücretleri, dünyada en düşük işçi ücreti olan Çin’e yaklaştı. Haziran 2015’ten itibaren siyasal alanda istikrarsız, ekonomik alanda sıkışık bir döneme girmiş bulunuyoruz. Kayıt dışı çalışanlar ve işsizler de hesaba katıldığında Türkiye’de toplam 22,5 milyon işçi ve memurun 3,4 milyonu yani yüzde 15’i sendika üyesi. Geçen aylarda yayınlanan DİSK’in işçiler arasında yaptığı bir araştırmaya göre, işçilerin dörtte biri yüksek okul mezunu. Ankete katılanların sendikalaşma oranı ortalama yüzde 15 iken, ankete katılan yüksek okul mezunlarında sendikalaşma oranı yüzde 20. Bugün Türkiye’de yüksek okulların yer aldığı örgün eğitimde 4 milyon öğrenci, açık ve uzaktan eğitimde 3,5 milyon öğrenci var. Bunların çok büyük çoğunluğu sonuçta işyerlerinde, fabrikalarda işçi olarak çalışıyorlar veya okul bitince çalışacaklar. Haklarına ve sendikalarına daha fazla sahip çıkacak yeni bir genç işçi kuşağı hızla yetişiyor. 2000’lerde küresel işçi hareketi umudun sesiydi, bizler işçi sınıfının güçlenmesi için çalışıyorduk, Sosyal Forumları, savaş karşıtı hareketleri örgütlüyorduk. Şimdi biraz daha geriden ama daha tecrübeli olarak yeniden başlıyoruz. DİSK’in işçi araştırmasına göre, kararsızlar ve cevap vermeyenler hariç tutulduğunda ankete katılan işçilerin yüzde 73’ü sendikalara olumlu bakıyor. Yüzde 50’den fazlası aldığı ücretin, yaptığı işe göre az olduğunu düşünüyor, yüzde 18’i sigortasız çalıştığını, yüzde 87’si herhangi bir sendikaya üye olmadığını, yine yüzde 54’ü ay sonunu getirmede çok zorlandığını söylüyor. Ankete katılan sendikalı işçilerin ücret düzeyi, sendikasızlara
AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi | Faruk Sevim
göre yüzde 18 daha yüksek. Yani işçileri sendikalara üye olmaya teşvik etmek için oldukça elverişli bir dönemde bulunuyoruz. Önümüzdeki dönemde asgari ücret, kıdem tazminatı, toplu sözleşmeler, taşeron uygulamaları, iş cinayetleri vb. işçi sınıfının önemli mücadele alanları olacaktır. Enflasyonun ve işsizliğin hızla yüzde 15’lere doğru yükselmesi, işçi sınıfını birlikte mücadele konusunda daha da kararlı hale getiriyor. Enflasyon nedeniyle şimdiden ücretlerde önemli erimeler meydana geldi. Türk-İş Mart 2018’de 4 kişilik ailenin açlık sınırını 1663 lira, yoksulluk sınırını 5416 lira olarak açıkladı. Asgari ücret 1600 TL, toplu sözleşme imzalanan işyerlerinde işçi ücretleri ortalama 2000-2500 TL bandında.
Raporu, 18 Kasım 2017 Emek Çalışmaları Topluluğu, 2016 İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu, Haziran 2017 TÜİK İş Gücü Raporu, Mart 2018 Çalışma Bakanlığı işçi ve Sendika İstatistikleri, Ocak 2018 Çalışma Bakanlığı Kamu Görevlileri Sendikaları İstatistikleri Temmuz 2017 KESK e-bülteni, Kasım 2016 DİSK-AR İşsizlik ve İstihdam Raporu, 15 Ocak 2018 DİSK-AR Türkiye işçi sınıfı gerçeği Raporu, Şubat 2018 YÖK, Yüksek Öğretim İstatistikleri, Mayıs 2017
Bir yıllık süreçte enflasyonun yüzde 20’ye ulaşması mümkün, bu nedenle sendikaların toplu sözleşmelerde ücretlere en az yüzde 25 zam istemesi gerekiyor. Patronlar ise ekonomik durgunluk nedeniyle ve OHAL koşullarına da güvenerek ücretlere zam yapmaya yanaşmıyorlar. Daha fazla demokrasi, daha fazla ücret, daha fazla özgürlük için mücadele etmek gerek. İşçilerin birleşik mücadelesi için koşullar hızla olgunlaşıyor, sendikal örgütlenmeleri ve birleşik mücadeleyi güçlendirmeliyiz. İşçi sınıfı bir yandan artan enflasyon karşısında ücretlerini korumaya çalışıyor, diğer yandan iş cinayetleri, mobbing, işten çıkarma gibi saldırılara karşı direniyor. Ve bütün bunları doğru dürüst bir örgütlenmesi, sendikası olmadan yapmaya çalışıyor. Sendikaların bu süreçte uzlaşmadan mı, mücadeleden mi yana olacakları çok önemli. Son yıllarda sendikaların, işçilere göre çok geri noktalarda olduklarını, patronlarla veya hükümetle uzlaşmak için ne kadar çabaladıklarını görüyoruz. Ama çeşitli örneklerde, maden işçilerinin, metal işçilerinin, mobilya işçilerinin, Saya işçilerinin, inşaat işçilerinin direnişlerinde, işçi sınıfının hakları için mücadeleye hazır olduğunu görüyoruz. İşçiler, ücretlerin eridiğinin farkında, iş cinayetlerinde öldürüldüğünün farkında, sendikaların önemli olmasına rağmen kendisini yeterince savunmadığının da farkında. İşçi sınıfı haklarını almak için mücadelesini her zaman sürdürüyor. Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadeleyi, göçmenlerle dayanışmayı, her türlü ayırımcılığa karşı mücadeleyi, işçi sınıfının enternasyonal dayanışmasını, işçi sınıfının haklarını savunmayı öne çıkararak, bu konularda gösteriler örgütleyerek tekrar güçlenebiliriz. İşçi sınıfını mücadelesinin hiçbir zaman bitmeyeceğine inanmalıyız, güvenmeliyiz.
Kaynaklar: Emek Çalışmaları Topluluğu, 2017-6 Ay İşçi Sınıfı Eylemleri
33
Alex Callinicos ile söyleşi: “Marx küresel kapitalizme korku salan bir öcü olarak varlığını sürdürüyor” DSİP’in İngiltere’deki kardeş örgütü Socialist Workers Party (Sosyalist İşçi Partisi) Merkez Komite üyesi ve King’s College Öğretim Üyesi Alex Callinicos, Enternasyonal Sosyalizm’den Can Irmak Özinanır ve Almanya’daki Marx21 dergisinden Jules El-Khatib ile Marksizmin güncelliği üzerine konuştu. Söyleşiyi Melih Mol deşifre etti ve Türkçeye çevirdi.
Enternasyonal Sosyalizm: İlk olarak Karl Marx’ın devrimci fikirleri hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek ve bu fikirlerin Marx’ın doğumundan bu yana geçen 200 yıllık sürenin sonunda hâlen ne kadar güncel olduğunu sormak isteriz? Alex Callinicos: Doğrusu Marx hâlâ çok güncel. Yakın zamanlarda çok ilginç bir olay yaşandı. Birleşmiş Milletler toplantısına katılan bir İngiliz diplomat, Rusya’nın Suriye’de izlediği politikalara atıfta bulunarak “Karl Marx mezarında ters dönüyor” diye bir ifade kullandı. Bu örnek, Marx’a ilişkin yanlış anlamaların şaşılası boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından ilginç. Bu aynı zamanda deyim yerindeyse Marx’ın hâlâ hayatta olduğunu gösteriyor. Marx küresel kapitalizme korku salan bir öcü olarak varlığını sürdürüyor. Fakat Marx’ı dünyayı değiştirmek gibi bir derdi olan insanlar için ilgi çekici kılan başka taraflar vardır. Her şeyden önce bugün yaşadığımız dünyanın, kapitalizmin en ileri gelişmişlik düzeyine tekabül ettiğini söylememiz gerekiyor. Kapitalizmin işleyiş mantığını, kurallarını ortaya ilk koyan da Karl Marx’tı. Marx, kapitalizmin tam da bu rekabeti kutsayan işleyiş yapısından ötürü krizlere eğilimli olduğunu söylemişti. Dolayısıyla bu anlamda Marx’ın hâlen güncelliğini koruduğu söylenebilir. Bugün çok sayıda ana-akım iktisatçı, Marx’ın kapitalizmin iktisadi eleştirisi ile ilgili tespitlerinin günümüze ışık tuttuğunu ifade ediyor. Fakat Marx’ın güncelliği yalnızca iktisadi çözümlemeleriyle sınırlı değildir. Marx, siyasi olarak da güncelliğini korumaktadır, çünkü yalnızca kapitalizmin işleyişinden ileri gelen sorunları ortaya koymakla kalmamış, bir çıkış yolu da önermiştir. Bu çıkış yolu, kapitalizm altında sömürülen işçilerin örgütlenerek Marx’ın “üreticilerin iktidarı” olarak adlandırdığı yeni toplumsal yapıyı yaratmasıdır. Başka bir ifadeyle çalışan ve bütün malları, hizmetleri, Marx’ın tabiriyle kullanım değerini üreten sınıfın,
34
Alex Callinicos ile söyleşi
dünyayı kolektif ve demokratik biçimde yönetmesidir. Dolayısıyla Marx yalnızca kapitalizm eleştirisi yapan bir iktisatçı olarak değil, siyasi bir figür olarak da güncelliğini korumaktadır. Çok sayıda reformist ve sosyal demokrat, Marx’ın fikirleri ve analizleri kapitalizmi açıklamak için ne kadar aydınlatıcıysa da, onun kapitalist topluma karşı devrimci protesto olarak adlandırdığı eylemliliğin artık güncel olmadığı tezini savunuyor. Siz bu konuda neler demek istersiniz? Bu fikre çok fazla katılmıyorum. Bana kalırsa Karl Marx’ı eleştiren sosyal demokratlara dönüp aynaya bakmalarını tavsiye etmemiz gerekiyor. Zira bugün Avrupa’da gördüğümüz şey, İngiltere’yi kısmen bir istisna olarak kabul edersek, sosyal demokrat partilere yönelik desteğin ortadan kalkmasıdır. Bunun sebebi de, sosyal demokrat partilerin geçtiğimiz birkaç on yıllık süre zarfında egemenliğini ilan eden neoliberal politikalara destek çıkan partiler olarak görülmeleridir. Örneğin Almanya’da SPD, popülizmin yükselişini dehşetle karşılıyor. Fakat bu aynı zamanda, sosyal demokratların neoliberalizm eleştirisini aşırı sağcı parti ve gruplara devrettiği anlamına geliyor. Sosyal demokratlar en kestirme ifadeyle solun kapitalizmi sorgulama ve eleştirme sorumluluğunu terk etmiştir. Dolayısıyla bana sorarsanız şu an ihtiyacımız olan şey tam da, açıkça devrimci ve sosyalist bir muhalif ses yükseltmektir. Böylesi bir ses, insanlara geleceğe dair umut vaat edebilir ve bugün kapitalizmin kıyıya ittiği, marjinalize ettiği, sömürdüğü, temsil imkânlarını ortadan kaldırdığı tüm o öfkeli insanların sorunlarına yapıcı çözümler getirebilir. Bugün dünyaya baktığımızda büyük devrimci partiler görmüyoruz. Bu durumda, bahsettiğiniz türden bir sesin yükselmesine öncülük edecek devrimci bir partinin yokluğunda bu fikirleri nasıl savunacağız? Her şeyden önce devrimi yapanın devrimci partiler olmadığını akılda tutmak gerekiyor. Devrimler geniş kitlelerin, işçilerin, tüm ezilenlerin aşağıdan yükselen sesiyle yapılır. 2011 yılında Arap dünyasında yaşanan devrimler bunu açıkça göstermiştir. Doğrusu 200–250 yıllık bütün bir devrimler tarihi, bu tespitin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla devrimci hareketler, adaletsizlik, ayrımcılık ve yoksulluk üzerine inşa edilmiş bu dünyanın ayrılmaz bir parçasını teşkil eder. 2011 yılında çeşitli Arap ülkelerinde gördüğümüz gibi devrimci hareketler bu taleplere cevaplar üretecektir. 2011 yılının gösterdiği bir başka şeyse, bu hareketlerin nihai zafere nasıl taşınacağına dair iyi tanımlanmış bir yaklaşıma sahip devrimci partilerin yokluğunda bu tür ayaklanmaların kötü sonuçlara yol açabileceğidir. Mısır’daki diktatörlük, Suriye’de hâlâ devam etmekte olan dehşet verici iç savaş ve emperyalist müdahaleler buna örnektir. Fakat devrimci örgütlerin neden görece
zayıf konumda olduğunu incelememiz gerekiyor. Bu esas itibariyle Stalinizmin etkilerinden biridir. Başka bir ifadeyle bu, Bolşevik Devrimi’nin dejenerasyonu ve Rus Komünist Partisi gibi bir araç vasıtasıyla sosyalizmin, benim görüşüme göre kapitalizmin bir başka versiyonu olmaktan öteye geçmeyen devlet kapitalizmi ile özdeşleştirilmesidir. Bu elbette insanların sosyalizme dair fikirlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Buna ek olarak sosyal demokrasinin de bir takım olumsuz etkileri olmuştur. Dolayısıyla gerçek devrimcilerin önünde, gerçek devrimci sosyalist geleneği yeni baştan inşa etmek şeklinde tanımlayabileceğimiz uzun ve zorlu bir görev duruyor. Bu da sosyalizm üzerine daha fazla konuşmayı, sosyalist fikirleri, özellikle de Marx’ın düşüncelerini anlatmayı ve tartışmayı da gerekli kılıyor. Fakat aynı zamanda bu fikirleri bugünün mücadeleleri ile bağlantılandırmak gerekiyor. Avrupa örneği üzerinden konuşacak olursak [sosyalistlere düşen görev] ırkçı fikirlere, ırkçı ve faşist sağa karşı durmaktır. Pek çok insan Arap devrimlerinin gerçek anlamda bir devrim olmadığını, bunlar neticesinde sistemin yapısında herhangi bir değişiklik meydana gelmediğini söylüyor. Bu kişilere göre bu toplumlar halen kapitalist toplumlar. Ayrıca Suriye ve Libya gibi yerlerde daha da kötü sonuçlar ortaya çıktı. Bu bağlamda Arap devrimlerini gerçekten Marx’ın sözünü ettiği devrimlere ne kadar benzetebiliriz? Elbette bunlar gerçek devrimlerdi. Özellikle Tunus ve Mısır’da yaşananlar için bunu söylemek mümkün. Devrimler esas olarak siyasi süreçlerdir. Başka bir deyişle devrimler, Lenin’in meşhur sözünde olduğu gibi “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durumu temsil eder. Yani mevcut sistemde siyasi bir çözülme vardır. 2011 yılında Arap dünyasında yaşanan tam olarak buydu. Bu ayaklanmalar büyük ölçüde aşağıdan yükselen kitle hareketlerinin basıncıyla şekillenmişti. Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanmayı kimse önceden planlamadı. Dahası bu hareket, başlangıçta çok küçük bir hareket olarak başlamış, eşzamanlı olarak ülkenin geneline yayılmış ve büyük bir kitle hareketine dönüşmüştü. Devrimler aynı zamanda ucu açık süreçlerdir. Mağlup edilebilirler. Mısır’da ayaklanmanın ardından ortaya çıkan sonuca baktığımda üzüntüyle görüyorum ki bütün bu hareket, çok mütevazı bir takım siyasi başarılardan fazlasını elde edemedi. Tunus’ta da yaşananlar buna benzer. Bu devrimleri biraz da Kasım 1918 Alman Devrimi’ne benzetiyorum. Bu devrim sonucunda Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu tabii ki siyasi bir değişikliğe işaret ediyor. Fakat ayaklanmaların büyüklüğü ve askerlerin, denizcilerin ve işçilerin kitle hareketi, bunların oluşturduğu demokratik konseyler vb. düşünüldüğünde yaşanan tam anlamıyla bir devrim
35
Alex Callinicos ile söyleşi
değildir. Bütün devrimler böylesi ileri düzeyde siyasi sonuçlara yol açmayabilir. Fakat kesin olan şu ki devrimler, kitlelerin devletin kontrolünü ele geçirmesine ve siyasi erki toplumu iktisadi olarak dönüştürmek için kullanmalarına imkân sağlar. Maalesef 2011’de böyle olmadı. Fakat devrimci durumlarda bu her zaman hatırı sayılır bir olasılıktır. Bu sebeple de egemen sınıflar devrimden korkarlar. Karl Marx’ın kapitalizm ve devrime dair analizlerine baktığımızda, bugün için ne tür dersler çıkarabiliriz? Bence öğrenecek çok şeyimiz var. Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde popülist hareketlerin yükselişinin on yıl önce yaşanan ekonomik krizin bir sonucu olduğunu söylemek için Marx olmaya gerek yok. Başka bir ifadeyle, bugün şahit olduğumuz politik kalkışmaların köklerini ekonomik sistemin kendisinde ve kapitalizmin krizin üstünden geçen on yılın ardından halen yüz yüze olduğu derin sorunlarda bulabiliriz. Pek çok insanın paylaştığı bu görüş en etkili şekilde Marksist bir bakış açısıyla ifade edilebilir. Çünkü Marksist perspektifte isyanların ortaya çıkmasına yol açan sorunların çözümü, doğrudan kapitalizmi karşısına alan kitlesel öz örgütlenmelerle, yani kapitalizmin işçiler, ezilenler ve daha genel bir ifadeyle sömürülenler tarafından yıkılması ile mümkündür. Açık ki ırkçı ve faşist sağ hareketler, insanların bu tür rahatsızlıklarına ve ekonomik olarak sömürülmelerine atıfta bulunarak gelişir. Bu hareketler sözünü ettiğimiz rahatsızlık ve öfkeyi yanlış çözümlere kanalize etmektedir. Bu hareketlerin önerdiği çözümler yanlıştır, çünkü bunlar sorunu ortadan kaldırmak yerine, ırk, din vb. temelinde başka insan gruplarını ayrıştırır ve bunlara saldırır. Dolayısıyla Marksist perspektif, yalnızca olan biteni tahlil etmek için değil, aynı zamanda sorunlara doğru çözümler getirebilmek için de işimize yarar. Avrupa’da böylesi devrimci protestoların ortaya çıkma olasılığı nedir? Biliyorsunuz Yunanistan’da bu fırsatı kaçırdık. Ya da böyle bir şans hiç var mıydı? Avrupa’da önümüzdeki aylarda, yıllarda devrimci hareketler görecek miyiz? Bana kalırsa Yunanistan’da neoliberalizme ve kemer sıkma politikalarına karşı gerçek bir alternatif geliştirmek için önemli bir şans ele geçmişti. Fakat ne yazık ki sol, büyük ölçüde iktidara geldiği anda böylesi bir alternatif geliştirme misyonunu reddeden ve nihayetinde Eurozone’un dayattığı politikaları benimseyen Syriza’nın egemenliği altındaydı. Öyle ki Syriza, yerini aldığı sağ ve sosyal demokrat hükümetleri de aşacak düzeyde kendi halkını ezen politikalar benimsedi. Siyasetin en zor tarafı tahmin yapmak, hele de bunları belirli bir zaman aralığında yapmaktır. Marx ve Engels’in birbirlerine yolladığı mektupları okursanız, sürekli olarak Avrupa ve dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeler üzerine uzun uzun tartıştıklarını ve ileride
36
neler olacağını, özellikle de devrimci hareketlerin nasıl gelişeceğini tahmin etmeye çalıştıklarını görürsünüz. Çoğu durumda Marx da Engels de biraz fazla iyimserdir. Bekledikleri devrim bir türlü olmamış, yaşanan devrimci ayaklanmalar da onların tahmininden farklı biçimler almıştır. Dolayısıyla önümüzdeki birkaç ay ya da yıl içinde neler yaşanacağı ile ilgili doğru ya da kesin bir tahmin yapmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Ancak 2007 ve 2008 yıllarında yaşadığımız krizin Avrupa ve dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanların hayatında hatırı sayılır etkilerinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu da Batılı kapitalist toplumların siyasi idaresini gittikçe zorlaştıran bir duruma tekabül ediyor ki popülist hareketler de bu durumun semptomlarından biridir. Tabandan yükselecek yeni kitle hareketleri için gerekli koşulların ortaya çıktığını söyleyebiliriz ki bu da ilkesel olarak devrimci olanaklar yaratmaktadır. Fakat az önce de dediğim gibi bu hareketlerin nasıl şekilleneceğine dair kesin tahminlerde bulunmanın imkânı yok. Peki bu kitlesel hareketlerin, gösteri ve grevlerin [Marx’ın sözünü ettiği] devrimci protesto biçimini alması için gereken nedir? Gerçek devrimlerin ortaya çıkması için Lenin’in yukarıda atıf yaptığım sözünde ifade ettiği koşulların ortaya çıkması, yani yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin de yönetilemez hâle gelmesi, başka bir ifadeyle mevcut düzenin temelinin sarsılması gerekir. Yöneten sınıfların hâkim konumu, Gramsci’nin ifadesiyle hegemonya ve kitlelerin pasifliği ve hatta bazı durumlarda mevcut sistemi olumlaması –ki Gramsci için bu hegemonyanın olmazsa olmaz bir unsurudur- hegemonyayı oluşturur. Devrimin gerçekleşebilmesi için bu koşulların ortadan kalkması gerekir. Bu da kısmen siyasi sistemin yapısı, farklı siyasi güçler, bu siyasi güçlerin mevcut krize yanıtlar üretme becerisi ve bu çözümlerin üretilmesini sağlayacak maddi koşulların varlığına bağlıdır. Böylesi bir perspektiften durumun pek de iç açıcı olmadığı söylenebilir. Hem Eurozone ülkelerinde hem de ABD’de yönetenlerin sık sık bir “iyileşmeden” bahsettiğini duyuyoruz. Fakat biraz daha ciddi yorumcuların yazılarını okursanız, bunlar da 2007 – 2008 yıllarında yaşanan krizi bertaraf etmek ve ekonomiyi yeniden rayına oturtmak için aşırı miktarda finansal kaynağın seferber edildiğini ve olası bir yeni kriz durumunda kullanacak kaynak kalmadığını ifade ediyor. Bu da egemen sınıfların manevra alanının giderek daraldığını ve devrimci hareketlerin gelişimi için kritik bir koşulun ortaya çıktığını gösteriyor. Elbette egemenlerin manevra alanının daralmasının otomatik olarak devrimlere yol açacağını ileri sürmüyorum. Ne var ki bunun devrim için gerekli olan koşullardan birini oluşturduğu teslim etmek gerekir.
Alex Callinicos ile söyleşi
Şunu da eklememe izin verin. Örgütlü sosyalistler devrim için gerekli olan koşulları kendileri yaratamaz. Bununla birlikte devrimci olanaklar ortaya çıktığında mümkün olduğunca kalabalık, kökleri gerçek anlamda işçi sınıfının ve diğer kitle hareketlerinin içinde yer alan bir hareket inşa etmek için ellerinden geleni yapmalıdır. Dolayısıyla devrimci örgütlerimizi büyütmek için bugün yaptığımız her şey büyük önem taşıyor. Bu kısmen, gerçek hareketlerin, gerçek mücadelelerin parçası olma ihtiyacına da işaret ediyor. Avrupa’nın farklı bölgelerinde gelişmekte olan ırkçılık karşıtı hareketler, bu mücadelelerin başlıca örneklerinden biridir. Fakat buna ek olarak, entelektüel olarak da kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bu bağlamda Marx’ın sözlerine kulak kabartmak önemli.
Başarılı olup olamayacaklarını göreceğiz. Ama asıl mesele şu: Bundan 20 ya da 30 yıl önce kimse üniversite hocalarının böyle bir eyleme girişeceğini düşünemezdi. Neoliberalizm işverenlere işçileri farklı şekillerde ve aşırı düzeyde sömürmeleri için yeni olanaklar sunuyor. Teknoloji şirketleri ya da teknolojiye son derece bağımlı olan şirketlerde çalışanları düşünelim. Kağıt üzerinde burada çalışan işçiler işçi değil, serbest meslek erbabıdır, kendi hesaplarına çalışırlar vs. Fakat Marx’ı okuduğunuzda, işverenlerin bu tür oyunlara 1860’lı yılların İngiltere’sinde de başvurduğunu görürsünüz. Hâliyle bu yeni bir durum değil ve uzun vadede işçilerin örgütlenmesi önünde bir engel oluşturmuyor. Dolayısıyla bugünkü işçi sınıfının Marx’ın ortaya attığı tanıma uymadığı yönündeki fikir doğru değil.
İşçi sınıfının değişen yapısı ile ilgili süregelen bir tartışma var. İşçi sınıfının değiştiği ve artık bir devrimin öznesi olamayacağı yönündeki fikirler revaçta. Siz bu konuda neler demek istersiniz? Bana kalırsa bu tür tespitlerin gerçeklikle ilgisi yok. Marx işçi sınıfını yeterli ekonomik bağımsızlıktan yoksun olan ve emeğini kendilerini sömüren bir kapitaliste satmak zorunda kalan insanlar olarak tanımlıyordu. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işçi sınıfının muazzam düzeyde büyüdüğünü görüyoruz. Elbette kapitalizmin yeniden yapılanması sonucunda işçi sınıfının yapısında da değişiklikler olduğu muhakkaktır. Sözgelimi gelişmiş kapitalist ülkelerde imalat sanayiinde çalışan işçilerin sayısında kayda değer bir azalma olduğunu görüyoruz. Emeğin artan üretkenliği ve uluslararası düzeyde kapitalist üretimin yeniden yapılanması ile ilgilidir. Şu anda görmekte olduğumuz şey farklı sektörlerde, sözgelimi hizmet sektöründe, “beyaz yakalı” işlerde, hastane, okul, üniversite gibi kamu hizmeti sunan kuruluşlarda çalışan insanların sayısında bir artış olduğu. Bu çok daha çeşitlenmiş bir işçi sınıfı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Fakat işçi sınıfının tarihine bakarsak, bu çeşitliliğin her zaman geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Marx Kapital’i yazdığı sırada ücretli işçiler arasında en büyük grubu ev işlerinde, yani üst ve orta sınıfa mensup kişilerin evlerinde çalışan kişilerin oluşturduğunu söyler. Bu bizim işçi sınıfına dair kavrayışımızdan oldukça farklı bir duruma karşılık geliyor. Özetle işçi sınıfı her zaman çeşitli gruplardan müteşekkil olmuştur. Pek çok durumda işçi sınıfının içindeki yeni kesimler daha ileri düzeyde örgütlenmiş ve geleneksel anlamda örgütlü işçi sınıfının örgütlenme geleneklerini ve militanlığını miras almıştır. Örneğin ben bir üniversitede çalışıyorum ve yakın zamanlarda İngiltere’de üniversite hocalarının başını çektiği büyük bir grev yapıldı. Bu son derece militan, örgütlü bir hareketti. Hareketin çıkarlarını savunmayan sendika liderlerini reddetti ki bu sendika liderleri bir kez daha hareketi yarı yolda bırakmanın arayışındalar.
Marksizmin ekoloji ve cinsiyet körü olduğu yönündeki eleştiriler için ne dersiniz? Bunlar epey yanlış yorumlar. Marx ve Engels, kadınların yalnızca kapitalizmde değil daha önceki başka sınıflı toplumlarda da daha fazla ezildiğini anlamayı kendilerine dert edinmiştir. Marx öldükten sonra Engels Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni başlıklı çalışmasını yayınlamıştır ki bu kitap büyük ölçüde Marx’ın antropolojik araştırmalarına dayanmaktadır. Bu kitabın temel tezi, sınıflı toplumun ortaya çıkmasının kadınların ezilmesine yol açan koşulları ortaya çıkardığıdır. Yani cinsiyeti görmezden gelmek şöyle dursun, hem Marx hem de Engels kadınların neden ezildiğine dair bir kavrayışı kapitalizme ve daha genel anlamıyla sınıflı toplumlara dair genel çözümlemelerine dâhil etmeyi amaçlamıştır. Elbette bu Marx ve Engels’in kadınların ezilmesine dair her sözlerinin doğru olduğu anlamına gelmiyor, kaldı ki Marx ve Engels’ten sonra da Marksistlerin bu meseleye dair çokça araştırması olmuştur, fakat Marx da Engels de kesinlikle cinsiyet meselesini görmezden gelmemiştir. Benzer bir şekilde Marx’ın Kapital’de üzerinde durduğu en önemli konulardan biri kapitalizmin yalnızca işçileri sömürmediği, aynı zamanda doğayı da talan ettiğidir. Marx özellikle yoğun kapitalist tarım üretimine bakar ve tarımda kimyasal maddelerin kullanımının toprağa nasıl zarar verdiğini anlatır ve bunun insanların doğayla etkileşiminde bir “çatlak” yarattığından bahseder. Yani Marx kapitalizmin doğaya nasıl zarar verdiğini iyi çözümlemiştir. Burada da çok daha geniş çaplı bir tartışmanın ilk nüvelerini görüyoruz. Fakat Marx ve Engels’in cinsiyet ya da ekoloji körü olduğu yönündeki fikirler gerçeği yansıtmıyor. Elbette şunu söyleyebilirsiniz: Marx’tan sonra yaşamış olan Marksistler, sadece onun yüzünden değil değil ama özellikle Stalinizmin etkisiyle bu konulara yeterince dikkat kesilmemişlerdir. Fakat bu onların Marx ve Engels’in orijinal olarak geliştirmiş olduğu ajandaya bağlı kalmak konusunda hata yaptıklarını gösteriyor.
37
Alex Callinicos ile söyleşi
Bugün ezilen ulusların özgürlük mücadelelerini hatırladığımızda, Marx’ın ulusal sorunla ilgili düşünceleri bize rehberlik edebilir mi? Bence bu konuda da Marx’ın bize rehberlik edecek çok sayıda fikri var. Marx’ın en ilginç siyasi yazılarının bazıları İrlanda ile ilgilidir. Bildiğiniz gibi İrlanda 19. yüzyılda hâlen İngiltere’nin bir sömürgesiydi; resmi olarak İngiltere’ye bağlı bir bölgeydi. Marx, İrlanda’nın ezilmesinin İngiliz işçiler ile İngiliz egemen sınıfı birbirine yaklaştırdığını söylüyordu. Bunun temel sebebi de “yerli” İngiliz işçilerle “göçmen” İrlandalı işçiler arasındaki rekabettir ve bu rekabet, İngiltere işçi sınıfını bölmektedir. Bu ayrım, ırkçılık şeklinde kurumsallaşmıştır. 19. yüzyıl İngiltere’sinde İrlandalı işçilere ve genel olarak İrlanda halkına karşı ırkçı ve ayrımcı bir dil tutturulduğu görülür. Marx ise, İngiliz işçi sınıfının egemen sınıfın dayattığı ideolojik çerçeveyi aşmasının ve bu ideolojik boyunduruktan kurtulmasının tek yolunun İrlanda halkının ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemek olduğunu söylemiştir. Böylece Marx, ulusal sorunla ilgili olarak Lenin’in daha sonra ortaya atacağı fikirlerin de öncülüğünü yapmış oluyordu. Lenin de benzer şekilde, emperyalist ya da baskıcı ülkelerin vatandaşı olan işçilerin, kendi devletleri tarafından ezilmekte olan insanların kendi kaderlerini tayin etme hakkını desteklemesi gerektiğini savunur. Dolayısıyla Marx’ın bu tartışmaya da önemli katkıları olduğunu söyleyebiliriz. Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi başlıklı kitabı ile ilgili olacak. Bu kitap 27 yıl sonra yeniden Türkçe yayınlandı. Günümüz Marksizminde bu eserin yeri nedir? Bu kitabın bugünün Marksizmine gibi katkıları olmuştur? Kitabın yeniden Türkçede yayınlanmış olması çok güzel. Bu kitap gerçekten çok önemli. Daha önce de ifade ettiğim gibi Marksistlerin karşısındaki en büyük sorunlardan biri Stalinizmdir. Stalin’in Ekim 1917 Devrimi’nin her tür kazanımını geriye götüren, devrimin ideallerinin tam zıttı yönde bir rejim kurması, bu kapsamda tarımda zorunlu kolektivizasyon, milyonlarca köylünün açlıktan ölmesi ve Stalin tarafından örgütlenen siyasi kıyım sonucunda yaklaşık 1 milyon insanın hayatını kaybetmesi elbette sosyalistler için önemli sorunları beraberinde getiriyor. Her şeyden önce böylesi bir rejim insanlara doğal olarak “sosyalist bir devrimin sonucu bu rejim midir?”, “Sosyalizm böyle olmak zorunda mıdır?” gibi sorular sordurtuyor. Cliff, bu sorulara, entelektüel anlamda çok güçlü bir altyapı sunarak olumsuz yönde cevap verir ve Stalinizmin gerçekte ne yaptığını, etkilerinin neler olduğunu anlatır. Buna göre 1920’lerin sonunda ve 1930’ların başında Rusya’da kapitalizm yeniden tesis edilmiştir. Bu elbette 1917’den önce var olan kapitalizmden farklıdır. Cliff, bu yeni rejimi “bürokratik devlet kapitalizmi” şeklinde adlandırmıştır. Bu rejimde
38
parti devleti bürokrasisi, devlet aygıtı ve iktisadi işleyiş üzerindeki kontrolünü kullanarak işçileri ve köylüleri kolektif olarak sömürmeye devam etmiştir. Bu bakımdan Stalinizmi kapitalist bir karşı devrim hamlesi olarak görmek mümkündür. Cliff bu tezden hareketle Marx’ın işçilerin kurtuluşuna dair tahayyülünün hâlen geçerli olduğunu ve Stalinizm deneyiminin bu idealleri ortadan kaldırmadığını ileri sürer. Bu yaklaşım bugünü anlamak için de önemli anahtarlar sunuyor. Konuşmamızın başında bir İngiliz bürokratın Putin’in Rusya’yı yönetme tarzı ile Marx arasında bir bağlantı kurmasına değinmiştim. Bu tabii ki elle tutulur bir argüman değil zira Putin’in kahramanları, 1917 Ekim Devrimi’nden önce iktidarda bulunan Çarlardır. Bu rejimin 1917 Ekim Devrimi’ne ve dolayısıyla Marx’a karşı son derece hasmane bir tavrı vardır. Fakat burada, Soğuk Savaş mantığının egemenliğini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu mantık dünyanın farklı yerlerindeki egemen sınıflar tarafından hayata geçirmek istedikleri farklı projelere meşruiyet sağlamak üzere kullanılmıştır. Soldaki bazı insanların da bu tartışmalarda kaybolması ihtimal dâhilindedir. Rusya’nın ABD’den daha ilerici bir güç olduğu fikri, Suriye’deki rejimin sırf iktidarı elinde bulunduran Baas Partisi’nin adında sosyalist olması sebebiyle sosyalist kabul edilmesi, Suriye rejiminin kendi halkına giriştiği kitlesel katliamlara karşın Ortadoğu’daki diğer rejimlerden daha ilerici addedilmesi gibi hatalı düşünceler bu yanlış bakış açısının sonuçlarıdır. Her ne kadar SSCB artık yıkılmışsa da, Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, solun bu rejimleri kapitalizmin daha ilerici bir versiyonu olarak görmesine karşı bir tür “aşı” işlevi görmektedir.
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı Sinan Özbek
M
arx, üzerindeki Feuerbach etkisini atmakla Feuerbach’ın insanın temel bir özelliği olarak düşündüğü dolayısıyla insanın özü olarak ilan ettiği din tanımlamasından tamamen uzaklaşıyor, kopuyor. Daha 1843’te Yahudi Sorunu’unda (Zur Judenfrage) şöyle diyor: “Bize göre din bir temel değil, aksine sadece dünyevi sınırlılığın (Beschrenkheit) bir olgusudur. Bu nedenle biz özgür vatandaşın dini saplantılarını, önyargılarını (Befangenhait) onların dünyevi saplantılarından geldiğiyle açıklıyoruz. Biz insanların dünyevi sınırlılığını yok etmek için onların dini kalıplarını (Schranken) yok etmeyi savunmuyoruz. Biz insanların dünyevi sınırlılıklarının ortadan kaldırılmasıyla dini önyargıların da ortadan kalkacağını savunuyoruz. Biz, insanların dünyevi sorunlarını teolojik soruna çevirmiyoruz. Teolojik sorunlarını dünyevi sorunlar olarak görüyoruz. Tarihin yeterince uzun süre batıl itikatlarla (Aberglaben) yorumlanmasından sonra, biz batıl itikatları tarihle yorumluyoruz.” (Marx, MEW 1, 1964. 352). Feuerbach’ı düşünerek yazılan bu ifade aslında çok önemli iki yönelimin habercisi oluyor: İlkin; din, insanın içinde yaşadığı koşulların onu sınırlaması, ufkunu daraltması ve temel olarak düşüncelerini belirlemesinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. İkinci olarak; koşulların bir sonucu ve dünyevi bir sınırlılık olan dine karşı dolaysız mücadele anlamını yitiriyor. Koşulların sonucu olarak ortaya çıkan bir olguya karşı mücadele etmek, koşulları değiştiren bir mücadele olmadığından ve asıl olması gereken koşulların değiştirilmesine yönelik mücadelenin önüne geçtiğinden, aslında anlamı olmayan, sonuç yaratmayan bir çaba oluyor. Dolayısıyla Marx’tan aktardığım bu ifade dinle nasıl bir ilişki kurulacağının, ona karşı nasıl “mücadele” edileceğinin de doğru kavranılmasını sağlıyor. Bu noktayı aynı zamanda Marx’ın ateizmle arasındaki kırılma anı olarak tespit etmek, ateizmle arasındaki farkın ortaya çıktığı yer olarak da görmek gerekiyor. Marx yine Yahudi Sorunu adlı çalışmasında, dinin insanın kendi tarihsel serüveninin, gelişiminin bir sonucu olarak ortaya çıktığını yazıyor. Şöyle diyor: “Ama dinsel tin gerçekten dünyevileşmez (verweltlich werden) zira onun kendisi, insan tininin belirli bir gelişme düzeyinin dünyevi olmayan (unweltliche) şeklinden başka nedir
39
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı | Sinan Özbek
ki? Dinsel tin, insan tininin gelişme düzeyinin dini bir ifadesi olduğu oranda, kendi dünyevi biçimini meydana getirir ve gerçekleştirir. İşte bu demokratik devlette olur. Hıristiyanlıkta değil, aksine Hıristiyanlığın insani temeli, bu devletin de temelidir. Din burada ideal olarak üyelerinin dünyevi olmayan bilinci olarak kalıyor. Çünkü din insan gelişiminin yine bu gelişim tarafından yönlendirilen ideal biçimidir.” (Marx. MEW 1, 1964. 360). Marx ve Engels, Alman İdeolojisi (Die deutsche Ideologie) adlı kitapta Feuerbach’ın da içinde olduğu bütün bir Alman felsefe eleştirisinin, aslında dinsel tasarımların eleştirisiyle sınırlı olduğunu belirtiyor. Bu süreçlerde din bilinci, din tasarımı farklı şekillerde tanımlansa da yapılmakta olan son tahlilde, insanı dini bir varlık olarak açıklamak oluyor. Şimdi Marx ve Engels itiraz ediyor: “İnsanlar, hayvanlardan bilinçle, dinle ya da istenen her hangi bir şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendileri kendi hayatlarını sürdürmek için gerekli olanları (Lebensmittel)1 üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt ediyorlar. Bu insanların bedenlerinin örgütlenişince belirlenen bir adımdır. İnsanlar kendi hayatlarını sürdürmek için gerekli olanları üretirken, dolaylı olarak kendi maddi yaşamlarını da üretirler.” (Marx-Engels, MEW 3, 1969. 21). Aynı zamanda Marx’ın insan anlayışının omurgasını oluşturan bu düşünce, yukarıda aktarılan görüşlerinin daha mükemmele ulaşmış ifadesidir, formüle edilişidir. Zaten takip eden cümlesi de Marksist felsefenin çok bilinen ve temel tespitlerden biri olan, “Bilinç hayatı belirlemez aksine bilinci belirleyen hayattır.” oluyor. Yukarıda alıntıladığım ifade son derece önemli sorulara cevap veriyor. İlk olarak insan zihninin yarattığı “aşmaca”nın “sanki var”ın (als ob) nasıl kavranması gerektiği hakkında bir fikir veriyor. “Sanki var”ın antropolojik temelleri hakkında yorum yapmamızı mümkün kılıyor. Buna göre somut bir ihtiyacını karşılamaya girişen insan, bir soyutlama yapmaya varıyor. Bu soyutlamanın kendisi de James G. Frazer’ın öğrettiklerini hatırlarsak, somut bir nedene dayanıyor. Örneklemeyi deniyorum: Bir çakmaktaşını kesici bir hale getiren evveli insanın, kesici hale getirdiği çakmaktaşına zamanla “bıçak” demeye başlamasından hareketle, insanın kavram ve giderek dil geliştirme yeteneğine vurgu yapabiliriz. Buradan hareket ederek daha kuşatıcı bir düşünce geliştirip, Ernst Cassirer’in yaptığı gibi insanın sembol yaratabilmesini öne çıkarıp, “animal sembolicum” kavramıyla tanımlayabiliriz. Dahası insanı kendisiyle tanımladığımız kavramın, canlılar üzerindeki bilgimizin 1
40
Marx, “Lebensmitell” kavramını kullanıyor. Kavram, bugün “besin” anlamına geliyor. Kavram Türkçeye “geçim aracı” şeklinde çevrilmiş. Bu çevrinin uygun olduğu konusunda tereddüt taşıyorum. Dolayısıyla Marx’ın ne demek istediğini aktarabilmek için “hayatı sürdürmek için gerekli olanlar” şeklinde açarak çevirmeyi tercih ediyorum.
genişlemesiyle sıkışmaya, işlevini yitirmeye başladığı noktada bunu aşmayı deneyebiliriz. Örnekte olduğu gibi; “animal sembolicum” tanımının diğer canlıların da sembol kullandığını öğrenince işlevini yitirdiğini görüp, seçtiğimiz kavramı daha da inceltip, örneğin Ernst Tugendhat’ın yaptığı gibi “insan kavramsal dil geliştiren bir canlıdır” diyebiliriz. Ya da şimdiye kadar süregeldiği üzere kimi filozoflar bir öz tanımlamasını diğerleri de başka bir öz tanımını kullanabilir. Bunlar arasında özsel olarak, temel olarak bir fark yoktur. Aynı düşünce tarzının evrimleşerek gelişmesinin bir devamı olarak görülebilir.2 Marx’ın bu gelenekten, düşünce yöneliminden kopuşunun ifade bulduğu nokta, “insanların hayatı sürdürmek için gerekli olanları üretmekle kendilerini hayvanlardan” ayırmaya başladığını tespit etmesidir. Hayatı sürdürmek için gerekli olanları üretmeye başlamanın da sürekli olarak farklılaşan çok yönlü sonuçları olacaktır. Burada daha geriye giderek bir soru daha cevaplanıyor: Diğer canlılar hayatlarını sürdürmek için gerekli olanları üretmezken, neden insan bunları üretiyor, bu ona nereden geliyor? Soruya cevap verirken gelenekten kopuş daha da netleşiyor, muhkem bir zemine oturuyor. Bunu sağlayan hiç de sanıldığı gibi birtakım mistik güçler değil, son derece somut ve yalın bir olgudur. Bu, “insan bedeninin kendi örgütlenişi”nin bir sonucudur. Örneğin insanın konuşuyor olması onun gırtlak yapısının şekillenişiyle de ilgilidir, tıpkı papağanın kelimeleri taklit edebilmesi gibi. Öte yandan Feuerbach eleştirisini aynı bağlamda sürdüren Engels, onun soyutlama ilkesinden nefret etmesine karşın bu ilkenin dışına çıkamadığını ve canlı hakikatin yolunu bulamadığını, dolayısıyla insana ve doğaya sıkıca tutunmasının çok da anlamlı olmadığını yazıyor. Bu nedenle soyut bir insan anlayışı ve kavramıyla iş görmeye çalışan Feuerbach’tan uzaklaşmanın ve Feuerbachçı soyut insandan, hakiki insana geçmenin yolu, insanı tarih ve eylem içinde ele almakla mümkün oluyor. Engels’e göre Feuerbach bu adımı atamamıştır. Feuerbachçı yeni dinin merkezinde yer alan soyut insan kavrayışının yerini hakiki insanların ve onların tarihsel gelişimlerinin bilimi almalıdır ve bunu Marx, Kutsal Aile (Die Helige Famile) ile başlatmıştır. Ancak Marx’ın eleştirisi bununla sınırlı kalmıyor. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’üyle (Zur Kritik der Politischen Ökonomie) başlayan ve Kapital’de de aynı mantık üzerinde devam eden yaklaşım uyum içindedir. Marx, Kapital’de din dünyasının hakiki dünyanın bir yansıması olduğunu tekrar ediyor. İnsanların bütün hukuksal, felsefi ve dinsel tasarımlarının son tahlilde yine insanların ekonomik yaşam koşullarından geldiğini ve bunların değişmesiyle düşünüş biçimlerinin de az ya da çok değişeceğini ilan ediyor. 2
Burada sürdürdüğüm tartışma kısmen, Uluğ Nutku’nun inanç felsefesine ilişkin eleştirimin tekrarıdır. Bu tartışma için Felsefelogos Dergisi’nin 57. Sayısına bakılabilir.
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı | Sinan Özbek
Buraya kadar anlatılanların bir kısmı belirli oranda da olsa Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler (These über Feuerbach) adlı çalışmasında daha özenle formüle edilmiş bir tarzda ifade ediliyor. Tezler’in altıncısı ve yedincisi Feuerbach’ın din yorumu üzerine. Daha sonra bu notlar, Alman İdeolojisi adlı kapsamlı çalışmada temel düşünce yönelimi olarak ortaya çıkıyor. Daha da genişletilerek açıklanıyor. Bu tezleri aktarıyorum, Altıncı Tez şöyle: “Feuerbach, dinsel özü, insan özünde çözümlüyor. Ama insanın özü, tek tek bireylerin içine yerleşmiş bulunan bir soyutlama değildir. Kendi hakikatinde içinde o, toplumsal ilişkilerin (ensamble) bütünüdür. Bu hakiki varlığın eleştirisine girmeyen Feuerbach şunları yapmak zorunda kalmıştır: 1. Tek başına soyut bir insan bireyinin varlığını önceden kabul ederek tarihin akışını hesaba katmamak ve dinsel düşünüşü değişmez, kendinde bir gerçeklik olarak ele almak. 2. Özü ancak tür olarak, içkin, dilsiz ve çok sayıda bireyi doğal biçimde birbirine bağlayan evrensellik olarak kabul etmek.” (Marx, MEW 3, 1969, 6).
Bu tezde iki nokta öne çıkıyor: Daha önce de vurguladığım gibi, Feuerbach’ın insanı bir öz tanımlamasıyla açıklanmasına Marx, karşı çıkıyor. Felsefe tarihinin genel eğilimi olmuş bu anlayıştan kesin kopuşunu ilan ediyor. Bunu ilan etmek, Feuerbach’ın din anlayışının asıl taşıyıcı çekirdeğinin de tahrip edilmesi anlamına geliyor. İnsanın soyut bir özü olmadığını söylemek, Feuerbach tarafından insanın özü olarak ilan edilen ve bu öze bağlı olarak türetilen dinin de o yerleştirildiği yerden sökülüp çıkarılması oluyor. Marx ulaştığı sonucu, bunu takip eden Yedinci Tez’de yazıyor: “İşte bu nedenledir ki Feuerbach, ‘dinsel hissiyat’ın (religiöse Gemüt) kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve incelediği soyut bireyin belirli bir toplum biçimine ait olduğunu görmüyor.” (Marx, MEW 3, 1969, 7).
Bu tezde sarsılmasız ve oldukça iddialı iki düşünce ifade ediliyor: İlk olarak insanın özü, içinde yaşanılan toplumsal biçimle ele alınıyor. Buna bağlı olarak din özsel bir olgu olmaktan çıkarılıyor, bir toplumsal ürün olarak açıklanıyor. Bu, Feuerbach öncesindeki dinin kökenini hakkındaki görüşleri reddetmenin ilanıdır. Aynı zamanda bu tezler, Feuerbach’ın din anlayışından da köklü bir kopuştur. Onun boşa çıkarılmasıdır. Ancak dinin toplumsal bir ürün olduğunu söylemek, yine dinin nasıl olup da ortaya çıktığını tespit etmiş olmak anlamına gelmiyor. Bu tespitin, antropolojik verilerle desteklenmesi, doğrulanması gerekiyor. Bu olmadan dinin ortaya çıkmasının koşullarla bağını tespit etmek mümkün olmayacağı için, salt bir teorik ifade olarak kalıyor. Bu ise Marxçı felsefenin ruhuyla çelişiyor. Dolayısıyla toplumsal bir ürün olan dinin
nasıl olup da ortaya çıktığını akıl yürütmeyle değil, spekülasyonla değil antropolojik verilere dayanarak anlatabilmek gerekiyor. Toplumsal Ürün Olarak Dinin Ortaya Çıkışı Bütün bunlardan sonra yeni bir soru cevap bekliyor: Din, toplumsal bir ürün olarak nasıl ortaya çıkıyor? Marx, bilincin, fikirlerin ve dinin toplumsal bir ürün olduğunu düşünüyor. Bu görüş hemen her eserinde farklı şekillerde yazılsa da temel düşünce doğrultusu olarak ifade buluyor. Marx’ın, “Feuerbach Üzerine Dördüncü Tez”i din olgusunda asıl araştırılması gereken sorunu tespit etmesi açısından büyük önem taşıyor. Tez şöyle: “Feuerbach dini yabancılaşmanın dünyayı, dini ve dünyevi olarak ikiye böldüğünden hareket ediyor. Onun çalışması dinsel dünyayı dünyevi temelinde çözümlemekten ibaret. Ama dünyevi temelin kendi kendisinden ayrılıp, kendisini bağımsız bir imparatorluk gibi bulutlara yerleştirmesi, sadece bu dünyevi temelin kendinin yırtılması ve kendi kendiyle çelişmesiyle açıklanabilir. (…) Demek ki örneğin yeryüzü ailesinin, gökyüzü ailesinin sırrı olduğu bir kez keşfedildikten sonra, yeryüzü ailesinin kendisi teorik ve pratik olarak tahrip edilmelidir.” (Marx, MEW 3, 1969, 6).
Feuerbach Üzerine Tezler’in bu perspektifi, Alman İdeolojisi’nde de devam ediyor. Marx şöyle yazıyor: “Fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir şekilde insanların maddi faaliyetlerine ve maddi alışverişine bağlıdır ve hakiki hayatın dilidir. İnsanların tasavvurları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatışı olarak kendini gösterir. Bütün bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin metafiziğinin vb. dilinde ifade edildiği gibi, aynı şey zihinsel üretim için de geçerlidir.” (Marx-Engels, MEW 3, 1969, 26). Marx ve Engels bunu takip eden cümlelerde kendi tasavvurlarını, kendi fikirlerini insanların ürettiğini bir kez daha söylüyor. Ama bu insanlar hakiki faal insanlar olarak, kendi üretici güçlerinin belirli bir aşaması tarafından belirlenmiş, sınırlanmış insanlar olarak tanımlanıyor. Buna şunu ekliyorlar, “Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların oluşu (Sein) onların hakiki hayat sürecidir.” (Marx-Engels, MEW 3, 1969, 26). Bu ifadelerle hareket noktası; hakiki, faaliyet içindeki insan olarak tespit ediliyor. Dolayısıyla hayat süreçlerinin ideolojik yansımaları ve yankılarının gelişmesi de insanların hakiki hayat süreçlerinden hareketle ortaya konulabiliyor. Aynı eserde şöyle devam ediyorlar: “İnsan beyninin olağanüstü hayalleri de (Nebelbildungen) deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi hayatlarının süreçlerinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir. Dolayısıyla ahlak, din metafizik ve diğer bütün ideolojiler, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç şekilleri derhal bütün özerk görünüşünü yitirir. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur. Tersine
41
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı | Sinan Özbek
maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu hakikat ile birlikte hem düşüncelerini hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Bilinç hayatı belirlemez aksine bilinci belirleyen hayattır.” (Marx-Engels, MEW 3, 1969, 26-27).
Özelikle son cümlede felsefenin kadim sorularından biri; bilinç-hayat, düşünce-varlık ilişkisi çarpıcı bir ifadeyle cevaplanıyor. Öte yandan Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı çalışmasında dinin kökeni hakkında tutamaklar veriyor. Engels, düşünce ve varlık arasındaki ilişkinin her türlü felsefenin temel sorunu olduğunu tespit ediyor. Bu sorunun şekillenmesini şöyle açıklıyor: İnsanlar kendi bedenlerinin, fiziksel yapılarının nasıl olduğu hakkında gerekli bilgilere sahip olmadığı dönemlerde ve rüyalardaki görüntülerin yönlendirici bir etkiye sahip olduğu zamanlarda, düşüncelerinin ve duyumlarının kendi bedenlerinin bir eylemi olduğunu düşünmüyor. Evveli insan bunları, bedene yerleşmiş ve ölümle birlikte bedeni terk eden bir ruhun işi olarak yorumluyor. Engels’in bu düşünce tarzını destekleyecek tutamakları, daha sonraki antropolojik araştırmalardan da devşirmek mümkün. Örneğin olguyu Frazer’ın ortaya koyduğu gibi kavramak; bu kavrayışın şekillediği, ruh ve dış dünya ilişkisi hakkında birtakım düşünceler üretmenin başlamasına yol açıyor. Ölüm anında bedenden ayrıldığı düşünülen ruh için yeniden bir ölüm düşünmenin bir anlamı da kalmıyor. Buradan da ruhun ölümsüzlüğü fikri doğuyor. Ruhun ölümsüzlüğü fikri, kendi gelişim seyri içinde bir teselli olarak ortaya çıkmıyor, kaçınılmaz bir kaderin sonucu olarak kavranıyor. Ruhun ölümsüzlüğü fikri, kişisel ölümsüzlük fikri gibi kurgusal bir dini teselli değil. Bu fikir, genel olan bilgisizlikten bir kez ortaya çıkmış bulunan ruhun, ölümden sonra ne olduğu konusuna cevap vermenin yarattığı çaresizliği ifade ediyor. Bunu tamamlayan bir biçimde doğa güçlerinin kişileştirilmesiyle de ilk tanrılar peyda ediliyor. Engels de dinin daha sonraki gelişimiyle tanrıların daha dünya dışı bir biçim aldığını ve soyutlama sürecinin tek Tanrı fikrine kadar geldiğini yazıyor.3 3
42
Freud, Totem ve Tabu adlı eserinde animizm hakkındaki düşüncelerini yazıyor. Daha çok Frazer, E.B. Tylor ve W. Wund’un araştırmalarını referans alıyor. Freud, ilkel insanın (Freud, eserin Almanca orijinalinde çeviride de olduğu gibi “primitiver Menschen” şeklinde yazıyor) nasıl olup da animistik sistemin dayandığı ilginç düalistik temel görüşlere ulaştığını soruyor. İlkel insanlar kendilerinin ruhlarla donatıldığını düşünüyor. Bu ruhlar kendilerini terk edip başka bedenlere de girebiliyor. Bu demektir ki ruhlar bedenden belirli ölçüde bağımsız olarak düşünülüyor. Freud bu düşünceye; uyku olayını (bunu rüyayla bağlantılı düşünerek) ve uykuyla benzerlik gösteren ölümü gözlemleyerek vardığını söylüyor. Burada asıl mesele ölüm olgusunu açıklama çabasıdır. Dolayısıyla bu teorinin oluşmasının nedeni ölüm olgusu olmalıdır. İlkel insan hayatın kesintisiz sürmesini, yani ölümsüzlüğü doğal bir olgu olarak görüyor. Freud, animizmin din sayılmasa da
Görüldüğü gibi Engels de dinin ortaya çıkışını felsefedeki tin ve doğa ilişkisinin değerlendirilişine benzer bir tarzda ele alıyor. Yine Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda şöyle diyor: “Düşüncenin varlıkla, tinin doğayla ilişkisi sorunu, bütün bir felsefenin bu en yüksek sorusunun kökleri, tıpkı her dinde olduğu gibi yabanıllık durumunun sınırlı ve bilgiden yoksun tasavvurundadır (bornierten und unwissenden Vorstellungen des Wildheietszutends).” (Engels, MEW 21, 1962, 275). Engels burada, dinin ortaya çıkışını henüz zihnen yetkinleşmemiş insanın tasavvurlarıyla ilişki içinde ele alıyor. Engels devletin doğuşu, toplum karşısında bağımsız bir güç haline gelmesi ve hukukun ortaya çıkışına ilişkin tartışmasının devamında tekrardan dinin kökenine ilişkin görüşlerini aktarmaya başlıyor. Şöyle diyor: “Bundan da yüksek, yani kendi maddi, ekonomik temellerinden daha da uzaklaşmış ideolojiler felsefe ve din biçimini alırlar. Burada tasavvurların kendi maddi varlık koşullarıyla bağlantısı, ara halkalar nedeniyle gittikçe daha karanlıkta kalır. Ama bu bağlantı vardır.” (Engels, MEW 21, 1962, 302). Engels din olgusunun, maddi hayattan en uzak ve maddi hayata en yabancı olarak düşünüldüğünü söylüyor. Bu nedenle de üzerinde daha fazla durmak gerektiğini ekliyor. Bu doğrultuda sürdürdüğü düşünce, dinin ortaya çıkışına ilişkin fikirlerini dile getirmesini de sağlıyor. Engels, “Din; daha insanların ormanda yaşadığı (Waldursprünglich) evvel çağlarda, insanların kendi doğalarına ve kendilerini kuşatan dış doğaya ilişkin ormanda yaşadığı evvel çağlara özgü yanılgılarıyla dolu tasavvurlardan doğmuştur.” (Engels, MEW 21, 1962, 303). Engels bu ifadenin ardı sıra genel olarak ideolojiler hakkında tespitlerini sürdürüyor. Bu tespit, din tartışmasını da içine alıyor. Engels, ideolojilerin bir kez oluştuktan sonra, verili olan tasavvur öğeleri temeli üzerinden geliştiğini, onların işlemeye devam ettiğini söylüyor ve ekliyor: Bu aynı zamanda fikirlerin bağımsız bir biçimde gelişen ve sadece kendi öz yasalarınca yönlendirilen, işleyen özerk yapılar olarak el alınamayacağını da söylemektir. Kuşkusuz olguyu bu şekilde ele almak, bir yönteme sahip olmakla ilgili. Marx ve Engels dinin nasıl olup da ortaya çıktığı sorusuna cevap verebilmek için antropolojik verilere başvuruyor. Düşüncelerini bu ilerde ortaya çıkacak dinlere temel oluşturacak önkoşulları taşıdığını söylüyor. Burada Freud’un insanlığın tarih boyunca birbirini izleyen üç düşünce sistemi geliştirdiğini yazdığını hatırlamak gerekiyor. Freud bu dünya görüşlerini; animistik dönem ve yerine geçen dinsel dönem ve de onun yerine geçen bilimsel dönem olarak tasnif ediyor. Bu görüşünü de konunun otoritelerinden devir aldığını söylüyor. Bu sıralama; bir öncekinin yerini yeni birinin alması şeklinde sürdüğünden, bir öncekinin bitmesi, yok olması anlamına da geliyor. Oysa tarihi böyle değerlendirmek pek uygun görünmüyor. Aksine; her evvelli toplumun aynı zamanda bilim ve dine sahip olduğunu savunan görüş, tarihsel ve antropolojik olarak daha sağlam zemine basıyor.
Marksist din yorumunda dinin kökeni ve ortaya çıkışı | Sinan Özbek
verilerlerle sağlamlaştırmayı, temellendirmeyi deniyor. Başvurdukları antropolojik verilerin de çağlarıyla sınırlı olması kaçınılmaz ve o dönemde henüz sınırlı sayıda antropoloji çalışması var. Dolayısıyla Marx’ın ya da Engels’in görüşlerini temellendirmek için aldığı antropolojik verilerin, daha sonraki çalışmalarla da desteklenip desteklenmediği önemlidir. Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlıklı çalışmasına dönüyorum: Engels, insanların zihninde düşünce süreçlerinin sürüp gittiğini, kişilerin maddi yaşam koşullarının, son kertede, bu düşünce süreçlerini belirlediğini ve bunun da insanlar için bir bilinmez olarak kaldığını yazıyor. Eğer bu bilinmezlik olmazsa, söz konusu tasavvurlar da zaten ideoloji olamaz. Engels’in bunu takiben söyledikleri dinin ortaya çıkışına ilişkin aydınlatıcı tutamaklar veriyor: Akrabalık ilişkisi olan halklar doğal olarak bu akrabalıktan dolayı ortak dini tasarımlara sahip oluyor. Ancak bu akraba haklar bölünür ve ayrı coğrafyalarda yaşamaya başlarsa, kendilerinin içine girdiği yeni varlık koşullarına göre ortak dinsel tasarımları da artık yeni varlık koşullarına göre kendine özgü bir şekilde farklılaşıyor. Engels düşüncesini muhkemleştirmek için Hint-Avrupa grubunun karşılaştırmalı mitolojilerine ilişkin çalışmaları örnek alıyor: Her bir halkın Tanrısı, o halkın egemen ve korumak zorunda oldukları toprakların sınırlarını aşmayan, bölgesel Tanrılardı. Bu sınırın dışındaki başka Tanrılar da itirazsız bir egemenliğe sahipti. Bu Tanrıların tasavvurdaki varlığının sürebilmesi, bu Tanrılara sahip ulusun varlığını sürdürmesine bağlıydı. Ulusun yok olması ile birlikte, o ulusun Tanrısı da yok oluyordu. Engels, Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuyla birlikte, Roma sitesinin sınırlı dünyasına göre tasarlanmış Tanrıların bile hükümlerini kaybettiğini ve geçersiz hale geldiğini anlatıyor. Zira dünya imparatorluğu evrensel bir dinle tamamlanmak zorundadır. Bu ihtiyacı Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışından iki yüz elli yıl sonra, İznik Ruhani Meclisi’nin müdahalesiyle devlet dinine dönüşerek karşılıyor. Antropolojik araştırmalarla da desteklenen bu düşünce, dinin ortaya çıkışına ilişkin epistemolojik bir cevap oluşturmanın rotasını çiziyor. Ama aynı zamanda dinin maddi koşullarla bağını ve tarihsel-toplumsal bir olgu olduğunu göstermek için de bir temel doğrultu oluşturuyor. Bütün bunlara rağmen Feuerbach’ın yaptığı gibi dinin insan için özsel bir ayrım olduğunu söylemek, insanı bir din varlığı olarak tanımlamayı sürdürmek mümkündür. Çünkü tarihsel-toplumsal ve antropolojik olarak açıklanabilen bir olgu olsa da dinin neden insan tarafından geliştirildiği hâlâ sorulabilir. Bu sorudan kalkarak da insan hakkında ayrıcalıklı bir tanım yapılabilir. İnsanın hangi nedenle olursa olsun metafizik düşünceler üretmeye başlamasının en arkasında duran şeyin ne olduğu bulunup ortaya çıkarılırsa, ancak bundan sonra atılan adımlar sağlam olabilir.
Zira bu yapılmadıkça neden diğer canlıların böylesine bir metafizik düşünce üretmediği hep bir soru olarak kalır. Öyle sanıyorum ki bu soruna en esaslı cevabı, yukarıda Marx ve Engels’ten aktardığım düşünce veriyor. Burada; insanların hayvanlardan bilinçle, dinle ya da istenen her hangi bir şeyle ayırt edilebileceği ama insanların kendileri kendi hayatlarını sürdürmek için gerekli olanları üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt ettiğini yazıyor. İnsanlar kendi hayatlarını sürdürmek için gerekli olanları üretirken, dolaylı olarak kendi maddi yaşamlarını da üretiyorlar. Yine de bir soru açıkta kalıyor: İyi de neden insan kendi hayatını sürdürmek için gerekli olanları üretme işine girişiyor. İnsanı, hayatını sürdürmek için gerekli olanları üretmeye zorlayan şey ne? Öyle ki bunu yapmak, insanları diğer canlılardan ayıracak o devasa adımı atmanın da başlangıcı oluyor. Cevap son derece yalın: İnsanlar hayatı sürdürmek için gerekli olanları üretmeye başlıyor zira bu, insanların bedenlerinin örgütlenişince belirlenen bir adım.4
4
Yuval Noah Harari’nin, Sapiens başlıklı eseri büyük satış başarısı gösterdi. Kitabın yaygın şekilde okunması son derece olumlu. Harari, insanın 150 bin yıllık geçmişi olduğun söylüyor (son bulgularala bu tarih 300 bin yıla çekildi) ve 70 bin yıl önceye tarihlediği “bilişsel devrim”e önemli roller atfediyor. Ama “bilişsel devrim”in neden meydana çıktığı konusunda fikri yok. 12 bin yıl önceye tarihlediği “tarım devrimi”ni de son derece spekülatif “tuzak” kavramıyla tartışıyor. Giriş niteliğindeki bir tarih kitabından beklemek uygun mudur? Bilmiyorum, ama kitabın temel zaafı, olgular arasında bağlantıları görmemesi ya da kuramaması.
43
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser Joseph Choonara
Giriş Kapital hakkında yazan ve konuşan bizim gibilere göre, iddialarımıza yönelik en yaygın itiraz Karl Marx’ın bahsettiği dünyanın uzun zaman önce ortadan kalktığı şeklindeki eleştiri olmaya devam ediyor. Sonuçta bu yıl Marx’ın doğumunun ikiyüzüncü yılı ve Kapital ya da en azından birinci cildi 150 yıl önce geçen sene yayınlanmıştı. Marx’ın tamamlamadan bıraktığı daha sonraki ciltler ise izleyen yıllarda dostu ve çalışma arkadaşı Frederick Engels tarafından yayına hazırlandı.1 Marx’ın betimlediği 19.yy tekstil atölyelerini, sefalet ve yoksulluk açısından, günümüz İngilteresi’ndeki iş yerlerinin çoğu ile doğrudan karşılaştırmak mümkün değil. Bununla birlikte, Küresel Güney’de, Marx’ın tarif ettiği acımasız koşulların aynısının hala geçerli olduğu alanlar var. Örneğin, Pakistan’da halı endüstrisinde, bazıları beş yaşında olan 200,000 çocuk tozlu ve tehlikeli binalarda günde on saat ya da daha uzun süre çalışıyor. Ancak, Marx’ın en büyük eserinin günümüz ile ilişkili olmasının nedeni, onun zamanının kapitalizmi ile günümüz kapitalizmi arasındaki yakın benzerlik değil. Böyle bir eleştiri, yazdıkları Marx’tan bir yüzyıl önce yayınlanan Adam Smith’in çalışmalarını ya da klasik ekonomi politiğe marjinal alternatifin temelini atan ve Marx’ın ölümüyle hemen hemen aynı zamanda, yani 1883’te yayınlanan çalışmaları da günümüz ile ilgisiz hale getirirdi – bu çalışmalar, Marx’ı eleştirenlerin, bu eserlerin yayınlandığı bağlamdan hiç bahsetmeden sıklıkla alıntı yapmayı çok sevdikleri çalışmalardır. Bunları bir kenara bırakarak Kapital’den almamız gereken ders şudur: kapitalizmin belirli hareket yasaları vardır ve bu yasalar insanları hep birlikte üretimin içine çeker. Zaman geçtikçe değişen bu hareket yasaları, şu anki evre de dahil olmak üzere, kapitalist gelişmenin farklı evreleri boyunca sürekli varolagelmiştir. Bu hareket yasalarının en önemli unsuru ise, kapitalizme özgü “üretim ilişkileri”dir. Bu noktada ayrıntıya girmek gerekiyor. Üretim ilişkileri kavramı Marx’ın yazılarında 1840’lardan itibaren, Marx’ın kapitalizme meydan okuyacak bir güç olarak işçi sınıfına 1
44
Marx’ın 1850’lerde ve 1860’larda hazırladığı Kapital el yazmalarına artık günümüzde erişebiliyoruz, örneğin 1864-1865 el yazmasının tamamı ilk kez İngilizceye çevrildi - Karl Marx, 2017, Marx’s Economic Manuscript of 1864-1865 (Haymarket).
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
odaklanmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkar2. En kapsamlı şekilde ise, Kapital’in birinci cildinden sekiz yıl önce yayınlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde ele alınır. Marx burada, toplumun teknoloji yoluyla ortaya çıkan üretim kapasitesini ve kapitalizm tarafından geliştirilen iş yeri düzenlemelerini yansıtan “üretici güçler” ile daha geniş anlamda “üretim ilişkileri” arasında ayrım yapar 3. Üretim ilişkileri iki önemli ilişki setinden oluşur. Her şeyden önce, sömürü ilişkileri vardır. Sınıflara bölünmüş her toplumda, kendisini üretme yükünden kurtarmış olan egemen sınıfın karşılığı ödenmemiş emeği üreticilerden almasının bir yöntemi olacaktır. Ücreti ödenmeyen bu emeğin üreticilerden alınması için kullanılan özgün yöntem, o toplumun ayırt edici özelliğini ortaya koyar ve ekonomik mantığını şekillendirir. İkinci olarak, üretim araçlarının kontrolünü yöneten ilişkiler silsilesi vardır. Önceki bazı üretim tarzlarında köylü üreticiler, kolektif ya da bireysel olarak, bir arazi parçasına ya da bazı temel üretim araçlarına sahip olabiliyordu. Tam anlamıyla gelişmiş bir kapitalist sistemde böyle bir durum ancak istisna olabilir. Ayrıca, göreceğimiz gibi, sermaye sahipliğinin yapısı, belirli kapitalistlerin sermayenin belirli birimleri üzerinde etkin kontrole sahip olabildiği bir yapıdır ve bu da bize sistemin nasıl geliştiğine dair oldukça önemli ipuçları verir. Bu üretim ilişkileri, üretici güçlerin içinde geliştiği çerçeveyi oluşturur – birincisi, ilk kapitalist toplumlar feodal seleflerinden doğduklarında, kapitalizm üretici güçleri ileriye doğru itmiştir. Daha sonra, yine kendisinin ortaya çıkarmış olduğu insani ihtiyaçları karşılama konusundaki devasa potansiyelin altını oyarak bu sefer aynı üretici güçleri geri çekmiştir. Üretim ilişkileri, aynı zamanda, insan gruplarının kendi içinde bulundukları duruma itiraz etme ve toplumu dönüştürme kapasitesini ve gücünü belirlemeye de yardımcı olur. Son olarak, üretim ilişkileri sistemin dünya çapında nasıl genişleyeceğini ve yayılacağını ve nasıl krize gireceğini belirler. Ben burada Kapital’in günümüz ile bağlantısının büyük ölçüde, hala dünyayı şekillendirmeye devam eden bu üretim ilişkilerini betimleme biçiminde yattığını iddia edeceğim.
bir kitap” yazmayı başaramamasından kaynaklandığı iddia edilir4. Fakat işçi sınıfı Kapital’de birkaç bakımdan açıkça ve güçlü bir şekilde görünürdür. Birincisi ve en açıkçası, Marx bu kitabı işçiler için yazmıştır. Kendisi, kitabın “çok açık şekilde devrimci bir fonksiyona sahip olduğunu” söyler 5. Kapital’in Fransızca baskısını tefrikalar halinde yayınlama planını kabul ettirmek için yayıncıya yazdığı mektupta şöyle der: “Böyle bir kitap işçi sınıfı için daha erişilebilir olacaktır ve bu her şeyden daha önemlidir”6. Ancak Kapital’in, bu işlevinin yanı sıra politik bir amacı da vardır. William Clare Roberts tarafından kısa süre önce yapılan çalışmanın da ortaya koyduğu gibi, Marx işçi sınıfının kendini özgürleştirmesi fikrini güçlendirmek için Uluslararası İşçi Birliği’nin içinde çalışırken, “Kapital’in, sosyalist hareket ve işçi hareketi içinde bu kendini özgürleştirme fikrini kalıcı kılmanın teorik temelini sağlayacağı varsayılıyordu”.7 Marx, işçi sınıfı içinde, özellikle Pierre Joseph Proudhon ve diğer sosyalist düşünürler gibi rakipleri karşısında, kendi yaklaşımının hâkim olmasını istiyordu. İkincisi, Kapital argümanlarını geliştirmek için sıklıkla işçi hareketinin deneyimlerine başvurur. Bunu, en açık şekilde, İngiltere’de iş gününün uzunluğu konusunda verilen mücadeleyi anlattığı bölümde görmek mümkündür. Örneğin Marx kitapta, Londra inşaat işçileri tarafından yayınlanan bir manifestoyu yorumlar ve ondan sermayenin, işçilerin kendi emeklerini yeniden üretme yetilerini ortadan kaldırdığı ve onları sınırlarının ötesine geçmeye zorladığı sonucunu çıkarır. Marx bu manifestoyu çok iyi bilir çünkü bu manifesto 1859-1860’ta 20,000 inşaat işçisinin grevi sırasında yayınlanmıştır ve kendisi solcu bir Alman göçmen gazetesi olan Das Volk’da bu grevin haberini yapmıştır8. Daha genel olarak, zorlu giriş bölümlerini bir kenara bıraktığınızda, bütün Kapital açık şekilde işçilerin deneyimlerinden ve mücadelelerinden yansımalarla ve çıkarılan derslerle doludur. Marx, işgücünün kötüye kullanılmasını engellemeye çalışan fabrika denetçilerinin raporlarını dikkatlice incelemiş ve ayrıca İngiltere ve başka yerlerdeki işçi hareketleri içindeki önemli kişilerle sürekli iletişim halinde olmuştur. Bu durum, Marx’ın bütün bakış açısını şekillendirir ve ayrıca Kapital’de yanıtlamaya çalıştığı sorunların kaynağını oluşturur.
Kapital ve Sınıf Kapital, işçilerle ilgili bir çalışmadır. Bazılarına göre bu fazla iddialı bir yorum olabilir. Ne de olsa, Marx’ın başyapıtındaki sorunların çoğunun onun, çalışmanın ilk taslağında belirtildiği gibi, “ücretli emek konusunda
4
Bkz. Joseph Choonara, 2018, “Class and the Classical Marxist Tradition”, Deirdre O’Neill ve Mike Wayne (der.), Considering Class (Brill). 3 Karl Marx, 1981, A Contribution to the Critique of Political Economy (Lawrence & Wishart), s. 20-21.
7
2
5
6
8
Michael Lebowitz, 1992, Beyond Capital (Macmillan). Weydemeyer’e mektup, akt. August Nimtz, 2000, Marx and Engels: Their Contribution to the Democratic Breakthrough (SUNY). Karl Marx, 1990, Capital, Birinci Cilt (Penguin), s. 104. William Clare Roberts, 2017, Marx’s Inferno (Princeton University Press), s. 243. Bkz. Marx, 1990, a.g.e., s. 342-343; Joseph Choonara, 2017, A Reader’s Guide to Marx’s Capital (Bookmarks), s. 85.
45
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
Üçüncüsü, Marx Kapital’de belirli bir bakış açısını, yani Georg Lukács’ın kendi başyapıtı olan Tarih ve Sınıf Bilinci’nde “proleteryanın bakış açısı” olarak adlandırdığı bakış açısını benimser.9 Zira Marx, Adam Smith ve David Ricardo gibi seleflerinden fazlasıyla yararlanırken, aynı zamanda, onları aşar. Örneğin, hem Smith hem de Ricardo, farklı şekillerde, metaların değerinin içerdikleri insan emeği miktarına dayandığını düşünüyordu. Ancak hiç birisi bu kavrayışı geliştirip nihai sonucuna erdiremedi.10 Bunu yapmak, sermayenin mantığı ile bağları tamamen koparmayı ve onun egemenliği altında çalışanlarla açık ve net bir şekilde ilişkilenmeyi gerektiriyordu. Bu sıçrayışı gerçekleştirmeden, en iyi klasik ekonomi politiğin bile Marx’ın “meta fetişizmi” – kapitalizmin, meta değiş tokuşu tarafından üretilen yanıltıcı yüzeysel görünümü - olarak adlandırdığı şeyi tam olarak kavraması mümkün değildi. Dolayısıyla, Ricardo zaman zaman emek-zamandan yola çıkarak değeri ölçmeyi denediyse de, onun ekonomi politiği “hiçbir zaman bu özün neden özellikle bu biçimi aldığını, yani, emeğin neden değerde ifade edildiğini ve emeğin zaman ile ölçülmesinin ürünün değerinin büyüklüğü ile ifade edildiğini sormadı.”11 Marx’ın selefleri hiçbir zaman kapitalizmin toplumsal ve tarihsel boyutlarını tam olarak kavrayamadılar. Ve tabii ki bunlar ekonomi teorisinin, geçmişte henüz kapitalizm kendisini küresel çapta egemen sistem olarak kurarken ve onun düşünürleri sistemin gerçek mantığını anlamaya çalışırken ortaya çıkmış olan en önemli unsurlarıdır. Kapital’in yayınlanmasından bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde ekonomi teorisi toplumsal ve tarihsel ilişkilere yönelik zaten az olan ilgisini tamamen kaybetti12. Marx’ın çalışması ekonomiyi “basitleştirenlere” yönelik eleştirilerle ve zaman zaman da Smith ve Ricardo’nun çığır açıcı ancak kusurlu çalışmalarının eleştirel şekilde kabulü ile doludur. Kapital’in birinci cildindeki temel argüman, işçi sınıfının kapitalizmde sömürülen çoğunluğu oluşturduğudur. Sömürü özünde yeni bir şey değildir ve aslında bütün sınıflı toplumlarda bulunur. Kapitalizme özgü olan ise, yukarıda da belirtildiği gibi, bu sömürünün aldığı biçimdir. Önceki toplumlarda, sömürü daha açık ve doğrudandı ve egemen sınıfın politik gücünün zorlamasıyla gerçekleşiyordu. Köle sahibi, Yunan ya da Romalı köle emeği ile geçimini sağlıyordu ve kölenin, ücreti ödenmeyen emeğini en acımasız biçimde çekip almak zorunda bırakılıyordu. Ortaçağ Avrupa’sında köylünün üretiminden pay alan ya da köylünün lordun Georg Lukács, History and Class Consciousness (Merlin), s. 149. 10 Bkz. Isaac Ilyich Rubin, 1989, A History of Economic Thought (Pluto). 11 Marx, 1990, a.g.e., s. 174. 12 Bkz. Ben Fine ve Dimitri Milonakis, 2008, From Political Economy to Economics (Routledge). 9
46
toprakları üzerinde her yıl belirli sayıda gün çalışmasını talep eden ve bu talebi potansiyel ya da gerçek güç kullanımı ile destekleyen feodal lord, yine açıkça bir sömürücüydü. Kapitalizm, farklı bir mantığa göre işler. İşçi ve kapitalist, emek pazarında eşitler olarak yer alır, biri emek gücünün alıcısı, diğeri ise satıcısıdır. Ancak, eşit gibi görünen bu değiş tokuş, sınıf farklılıklarının görünmeyen gerçekliğini, kapitalizmin üretim ilişkilerini gizler. Çünkü işçi sadece emek gücüne sahiptir, kapitalist ise üretim araçlarının birikimine. Ancak aslında bu üretim araçları, kapitalizmin tarihinde önceki dönemlerde işçilerin sarf ettiği emeğin ürünüdür. İşçi, çalışmak için emek gücünü bir kapitaliste satmak zorundadır. İşçi, “iki anlamda özgür olmak zorundadır; özgür bir birey olarak, kendi metası olan emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilir ve diğer yandan emek gücünden başka satacak hiçbir metası yoktur. Kendi emek gücünü gerçekleştirmek için gerekli olan her şeyden yoksundur”13. Kapital’in birinici cildinin son bölümleri (bu bölümler muhtemelen kitabın en kolay okunan bölümleridir ve kitabın ilk bölümlerinde zorlananlar için iyi bir giriş noktasıdır), proletaryayı Marx’ın ifadesiyle, “kuş gibi özgür” (vogelfrei) hale getiren tarihsel süreci – yani proletaryayı topraktan, en önemlisi ise feodal toplumun “üretim araçlarından” koparan ve proleterya kasabalara ve şehirlere akın ettiğinde ise her tür işten kaytarma ve aylaklığı cezalandıran süreç – anlatır14. Bu süreçler işçi sınıfını pekiştirmiştir ve günümüzde de bunlara paralel süreçler Küresel Güney’in bazı bölümlerinde insanların sürekli olarak kırsal bölgelerden Çin gibi ülkelere gitmesi şeklinde yaşanmaya devam ediyor. Gerçekten de bu insan hareketliliği ile aynı düzeyde iş alanı yaratılamaması kitlesel yoksulluğa ve Londra’nın Doğu Yakası’ndaki gecekondu mahallelerinde görülen sefaletin küresel çapta çok daha büyük ölçüde ortaya çıkmasına neden oluyor15. Mesele sadece bu değiş tokuşun böylesi eşitsiz koşullarda gerçekleşiyor olması değil, aynı zamanda, eşitsiz ve sömürücü bir sonuca yol açması. Sermaye ve emek arasındaki pazarlık koşullarında, işçi iş yerine gider ve böylece bu eşitlik alanını arkasında bırakır. Marx’ın dediği gibi: “Emek gücünün alım satımının gerçekleştiği sınırların içindeki dolaşım alanı ya da meta takası, insanın ilk ortaya çıktığı andan itibaren var olan doğal hakkıdır… İnsanlar, kanun önünde eşit, özgür bireyler olarak anlaşma yaparlar... Bu basit dolaşım alanını terkettiğimizde… bazı değişimler gerçekleşir… Daha önce para sahibi olan kişi şimdi en önde kapitalist olarak yürür; emek gücü sahibi olan ise onu işçisi 13 Marx, 1990, a.g.e., s. 272-273. 14 Bkz. Marx, 1990, a.g.e., 26-31. Bölümler. 15 Bkz. Mike Davis, 2006, Planet of Slums (Verso).
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
olarak takip eder. Biri kendini beğenmiş şekilde pişmiş kelle gibi sırıtırken işi konusunda azimlidir; diğeri ise tıpkı kendi postunu pazara getiren ve kırbaçlanmaktan başka hiçbir beklentisi olmayan biri gibi ürkek ve çekingendir.”16
O halde, kapitalist ve işçi arasındaki iş ilişkisi, iki farklı veçhenin birleşimidir. Bu ilişki, piyasa ilişkisi ile – emek gücünün emek piyasasında alım satımı – kapitalistin işçiye emir verdiği (doğrudan ya da daha yaygın haliyle yöneticiler ve danışmanlar hiyerarşisi yoluyla) yönetimsel ilişkiyi birleştirir. Sömürünün mantığı Yönetimsel ilişkiler kesinlikle despotiktir, fakat neden bu durum sömürüye yol açsın ki? Bunu anlamak, konudan ayrılarak değer dünyasına girmeyi – ve Kapital’in korkutucu giriş bölümüne yönelmeyi gerektirir. İnsanların Kapital’i okumaya başladıklarında zorlanmalarının nedeni, Marx’ın kullandığı kendine has yöntemdir. Bu yöntem en iyi şekilde “soyuttan somuta doğru” şeklinde betimlenebilir17. Tam olarak kapitalizmin karmaşık ve yanıltıcı yüzeysel görünümünden dolayı (bu görünüm Marx’ın seleflerinin kafasını çok karıştırmıştı), Marx sistemin bütün özelliklerini, en saf haline ulaşıncaya kadar birbirinden ayırmayı önerir. Dolayısıyla Kapital’in ilk bölümünde, sistemin en saf halinin özünde bulunan meta ve değere odaklanır. Marx, bütün somut, karmaşık yönleri soyup çıkardığı için zaman zaman bunun sonucunda ortaya çıkan tartışma aşırı derecede kuru ve felsefi görünebilir. Fakat bu tartışma, onu izleyen bölümler için çok önemlidir. Marx, metin boyunca ilerlerken geriye dönerek, daha önce gözden kaçırdığı – sistemin nasıl çalıştığını ve aynı zamanda kafa karıştırıcı yüzeysel görünümü nasıl yarattığını gösteren – daha somut kavramlar ve kategoriler ekler. Bu temelde, kapitalizmi “kaotik bir bütün kavramı” yoluyla değil de “çok sayıda belirleyenin ve ilişkinin zengin bütünselliği içinde” anlamak mümkün hale gelir18. Yani Marx Kapital’e kendi değer yasasını geliştirerek başlar. Metaların, iki anlamda emeğin ürünü olduğunu iddia eder. Birincisi, somut olarak, bir metanın belirli bir özelliği (bu, kapitalist koşullarda satış için üretildiği sürece maddi bir mal ya da soyut bir hizmet olabilir) Marx’ın “somut emek” olarak adlandırdığı şeyin ürünüdür. Belirli, somut bir emek süreci belirli bir metayı ortaya çıkarır. Fakat, metalar değiş tokuş edildiğinde biz onların onlara özgü, özel kullanımlarını (Marx bunu “kullanım değeri” olarak adlandırır) değil, birbirlerine göre olan değerlerini karşılaştırırız. Marx, bir metada bulunan değerin soyut anlamda emeğin kendine özgü, maddi özelliklerinden feragat etmiş emeğin kullanımını 16 Marx, 1990, a.g.e., s. 280. 17 Marx’ın yöntemine dair tartışmasız en iyi kılavuz Alex
Callinicos’tur, 2014, Deciphering Capital (Bookmarks). 18 Marx, 1993, Grundrisse (Penguin), s. 100.
yansıttığını ileri sürer. Bütün kapitalist metalarda bulunan toplumsal faktörü oluşturan genel olarak sadece ve sadece insan emeğidir. Ayrıca, soyut emeğin miktarı ölçülebilir – soyut emek miktarı, belirli koşullarda belirli derecede vasıf ve çaba ile bir metayı üretmek için gereken “toplumsal olarak gerekli emek zamanıdır.”19 Tabii ki kapitalizmde üretilen metalar sadece Marx’ın “yaşayan emek” (işçiler tarafından şimdi, şu anda harcanan emek) olarak adlandırdığı şeyi içermezler, aynı zamanda, geçmişte harcanan ve makinelerde ve diğer aletlerde ya da ham maddelerde kristalleşen “ölü emek” miktarını da içerirler. Nihai üründe birleşen toplam emek miktarı (yaşayan ve ölü) metaya geçer ve ona değerini verir.20 Yaygın şekilde karşılaşılan bir yanlış anlamayı düzeltmek için şunu belirtmek gerek; Marx hiçbir zaman, hiçbir aşamada kendi emek değer teorisini “kanıtlamaya” çalışmaz. Onun yerine, kendi teorisinden doğan ilişkilerin kendisinin kanıt olduğunu iddia eder - diğer bir deyişle, çalışmasının üç cildinde ortaya koyduğu sermayenin hareketine dair yasaların kendisinin kanıt olduğunu söyler. Marx bir eleştiriyi yanıtlarken şöyle yazar: “Benim kitabımda ‘değer’ üzerine bir bölüm olsaydı bile talihsiz biri, yaptığım gerçek ilişkilerin analizinin, gerçek değer ilişkisini içerdiğini görmezdi. Değer kavramını kanıtlama gerekliliğinin saçma olmasının nedeni hem üzerinde çalışılan konunun tamamen görmezden geliniyor olmasından hem de bilim yönteminden kaynaklanıyor”.21
Kapitalist sömürü, emek gücünün alım satımını da resme eklediğinizde, doğrudan emek değer teorisi fikrinden ortaya çıkar. Marx sadece, emek gücünü bir günlüğüne kiralamak için geliştirilen değerin, bir iş günü içinde emek gücü tarafından yaratılan değer kadar büyük olmayabileceği fikrini ortaya atar. Ancak iş günü tam olarak ücretin karşılığı olan bölüm ve kapitaliste giden bölüm olarak bölünmemiştir. Bu anlamda, kapitalist sömürü feodal sömürüden oldukça farklıdır. Köylü, ürününün belirli bir miktarını toprak sahibine vermek ya da belirli bir zamanı toprak sahibi için çalışarak geçirmek zorunda olduğunu bilir. Kapitalizmde bütün yapılan işin ücreti ödeniyor gibi görünür, gerçekten de 19 Daha detaylı bir tartışma için bkz. Choonara, 2017, A
Reader’s Guide…, 1. Bölüm.
20 Tabii ki değerler ile fiyatlar aynı şey değildir. Her şey-
den önce, piyasa fiyatları, arz ve talepteki değişime bağlı olarak değerler etrafında dalgalanır. Ayrıca, Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde gösterdiği gibi, fiyatlar sistematik olarak değerden sapar. Tartışma için bkz. Joseph Choonara, 2017, Unravelling Capitalism: A Guide to Marxist Political Economy, İkinci baskı (Bookmarks). 21 Marx, 2010, “Letter to Ludwig Kugelmann”, 11 Temmuz 1868, Marx & Engels Collected Works, 43. Cilt (Lawrence & Wishart), s. 67.
47
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
yapılan işlere genellikle saat başına para ödenir. Fakat, pratikte işçi tarafından yaratılan ve patron tarafından el konulan zenginlik işçinin aldığından çok daha fazladır. Bu bizi Marx’ın “artı değer” olarak adlandırdığı (ve işçi sınıfından alınan) çıkarıma gütürür. Bu sömürücü ilişki, üretim araçlarının kontrolünün yapılandırılma biçimi yoluyla daha da pekiştirilir ve yeniden üretilir. İşçiler, üretim araçlarına doğrudan müdahale şansından yoksun olduğu için, doğrudan kapitalistler için çalışmaya istekli olmadıkları sürece, yaşamak için kapitaliste bağımlıdırlar (en azından, refah devletinin bulunduğu yerlerde devlet tarafından karşılanan asgari geçim miktarının ötesinde bir gelire sahip olmak için). Bu sömürü süreci, kapitalist toplumsal ilişkileri sürekli yeniden üretir, işçi kitleleri ile küçük sömürücü azınlık arasındaki bölünmeyi pekiştirir22. İşçilerin gücü Ancak kapitalist ve işçi arasındaki ilişki, sadece işçilerin kapitalistlere bağımlı olmasından ibaret değildir. Bu daha ziyade, iki taraflı, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisidir. İşçileri, Amerikalı Marksist Hal Draper’in deyimiyle “özel bir sınıf ” yapan bu karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. Çünkü birincisi, “eski düzeni ortadan kaldıracak ve yeni bir toplumu inşa edebilecek ağırlığa ve güce sahip tek sınıf proletaryadır”. Bu şu anlamda doğrudur; gelişmiş kapitalist toplumlarda işçi sınıfı sayısal olarak çoğunluktur. Daha temelde ise, kapitalizmin üretim ilişkileri, onu, sadece işçi sınıfını yaratmak zorunda bırakmaz, aynı zamanda, “işçi sınıfının toplumun devamını sağlarken verdiği zorunlu hizmetlerden dolayı sahip olduğu stratejik rol nedeniyle ona bir güç vermiş olur”.23 Sömürüyü baskıdan ayıran, sermaye ile emek arasındaki bu karşılıklı bağımlılıktır. Cinsiyet, ırk, din ya da cinsellik temelinde sömürülmek, ezilene herhangi bir güç vermez; sömürü ise verir. İş durdurmalar, grevler ve iş yeri işgalleri işçi sınıfının bu gücü harekete geçirmesinin kanıtlarıdır. Sermayenin emeğe bağımlılığı, işçilerin malların ya da hizmetlerin üretimine katılıp katılmamalarından bağımsızdır. İkisinden biri, artı değer üretmek için (kârın kaynağı budur) ödenmeyen artık emeğe el konulmasını kapsayabilir. Marx, bunu özel eğitim ile ilgili olarak şöyle açıklar: “Kapitalist üretim sadece metaların üretimi değildir, özünde artı değerin üretimidir… Eğer maddi üretimin dışından bir örnek verecek olursak, okul müdürü üretici bir işçidir, öğrencilerin başkanını pataklamaya ek olarak okul sahibini daha da zengin etmek için de çalışır. Okul
sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretme fabrikasına yatırmış olması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez”24.
Kapitalist gelişmenin ikinci sonucu proletaryanın kolektif bir sınıf olarak oluşmasıdır. Kolektifleşme iki biçimde gerçekleşir. Birincisi, kapitalizm büyük ölçüde bir şehir sistemidir, herkesi şehirlerde bir araya getirmeye yönelik sürekli bir basınç vardır. Paris ve Londra gibi şehirlerde “ayak takımı” korkusu endüstrileşmenin ilk zamanları kadar eski tarihe dayanır. Ancak, kapitalizmde şehirleşme dünya tarihinde ilk kez kural halini alır. Bu yoğunlaşma formu, daha temel bir form ile, yani işçilerin iş yerlerinde yoğunlaşmasıyla birleşir. Bu süreç, üretimin erken aşamalarında başlamış olsa da, üretimi kökten değiştiren şey makinelerin daha geniş çaplı olarak kullanmasıdır. Emek sürecinin mekanikleşmesi (Marx bunu Kapital’de25 detaylı şekilde açıklar), emeğin kolektifleşmesi üzerinde çelişkili bir etkiye sahiptir. İlk olarak, daha büyük miktarlarda sermaye seferber edildikçe ve üretimin ölçeği arttıkça ve şirketler rakiplerini yuttukça iş yerlerinde mobilize olan işçilerin sayısı artar. Ancak, mekanikleşme aynı zamanda makinelerin işçilerin yerini almasına yol açar. Bu durum otomatik olarak iş yerinin küçülmesine neden olmaz. Eğer sermaye, “organik yapısı”ndan (makinelere ve ham maddeye yapılan yatırımın emek gücüne yapılan yatırıma oranı) daha hızlı büyüyorsa, ya da sermaye giderek daha az sayıda kişinin elinde toplanıyorsa belirli bir endüstrideki iş yerleri hala büyüyebilir. Ancak eğer durum böyle değilse, o zaman belirli endüstrilerdeki iş yerlerinin küçülmesini bekleyebiliriz. Gerçekten de üretimin birçok alanında yaşanan bu oldu. Ancak bu durum, çalışan işçilerin gücünde bir azalmaya yol açmadı. Aslında, “tam vaktinde” yönteminin bütün kıtalardaki üretim ağlarında kullanılması görece daha küçük işçi gruplarının stratejik bir güç elde etmesine yol açabilir. Belirli iş alanlarında yaşanan birikimin sonucunda oluşan “artı nüfus”, yeni üretim alanlarının açılmasının potansiyelini yaratarak ve işçileri bu alanlara çekerek “kapitalist birikimin manivelası olur.”26 Marx örnek olarak demiryollarını verir, fakat o günden bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde, özellikle hizmet sektörünün İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana genellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde büyümesiyle birlikte, daha pek çok başka örnek bulunabilir. Son yıllarda şaşırtıcı olan ise, bazı iş yerleri büyürken diğerlerinin küçülmesi değil, iş yerlerinin büyüklüğünün değişmemesidir. ABD’de 1980 ve 2007 arasında, 100 kişiden fazla işçi çalıştıran yerlerdeki işçilerin oranı sadece yüzde bir düşerek yüzde 46’dan yüzde 45’e indi27. 24 Marx, 1990, a.g.e., s. 644.
22 Marx, 1990, a.g.e., 25. Bölüm. 23 Hal Draper, 1978, Karl Marx’s Theory of Revolution, Vol-
ume 2: The Politics of Social Classes (Monthly Review Press), s. 46-47.
48
25 Örneğin, Marx, 1990, a.g.e., 15. Bölüm. 26 Marx, 1990, a.g.e., s. 784. 27 Bill Dunn, 2011, “The New Economy and Labour’s
Decline: Questioning their Association”, M Serrano, E
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
Üretim yapan çok sayıda iş yerinin küçülmüş olduğu göz önüne alındığında bu durum, büyük ve farklı alanlarda faaliyet gösteren bir hizmet sektörünün ve kamu sektörüne ait iş yerlerinin ortaya çıktığını gösteriyor. Günümüzde ABD’deki emek gücünün yarısı, 1830’lar ve 1840’lardaki büyük Çartist ajitasyon sırasında Lancashire’daki dokuma fabrikalarının (genellikle 100 ya da 200 işçinin çalıştığı) büyüklüğü ile karşılaştırılabilecek kadar büyük iş yerlerinde çalışıyor. Kapitalizmin ortaya çıkışının üçüncü sonucu işçilerin sermayeye göre homojen bir pozisyon alması oldu. Şunun altı çizilmeli ki bu kesinlikle mutlak bir homojenlik değildir. İşçiler, iş sürecinde oldukça farklı pozisyonlarda ve birbirinden tamamen farklı iş süreçlerinde çalışabilirler. Neyse ki mutlak homojenlik olmazsa olmaz bir gereklilik değildir – onun yerine işçi sınıfı içindeki gerilimlerin üstesinden gelmek politik bir projedir. Fakat bu projenin temeli sermaye tarafından oluşturulur; sermaye işçi sınıfının, aynı düşman tarafından sömürülmek gibi ortak bir durum ile karşı karşıya olduklarını farketme potansiyelini yaratır. Kolektifleşme ve görece homojenliğin kombinasyonu bireysel çözümleri devre dışı bırakır. Kabaca, köylüler ayaklanabilir, toprak sahibinin toprağını ele geçirebilir, onu bölebilir ve her bir köylü bir toprak parçasını ekip biçebilir. İşçilerin bir süpermarketi, araba imalathanesini ya da hastaneyi ele geçirmeleri ile köylülerin toprağı ele geçirmeleri arasında hiçbir paralellik kurulamaz. İşçilerin ayaklanmasının doğasında kolektif bir dinamik vardır ve gerçekten de işçi sınıfı işçi devriminin en zirve noktasında işçi iktidarının demokratik ve kolektif organlarını yaratma eğiliminde olmuştur. Bu bizi dördüncü noktaya götürür: kapitalizm, mücadele etme eğilimi yaratır. Draper’in belirttiği gibi, bu eğilim bireysel olarak işçilerin sahip olduğu belirli bir toplum görüşüne dayanmaz. “İşçi sınıfı, Marksistler onlara mücadele etmeleri gerektiğini söyledikleri için değil, kapitalizm, ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız oldukça sınıf mücadelesine yönelir”. Nihai olarak bu mücadeleler kapitalist toplumun bağlarını koparır ve yeni bir toplum biçiminin doğuşunu müjdeler. Draper şöyle devam eder: “Proletaryanın örgütlü mücadelesinin ileri atılması, sürekli olarak burjuva kurumlarının ve fikirlerinin çerçevesinin ötesine geçme eğilimindedir”28 Bu, normal zamanlarda işçi örgütlerine, mücadeleleri kapitalizmin maliyetini karşılayabileceği sınırlar çerçevesinde sınırlandırmaya çalışan reformist liderler önderlik ediyor ve işçilerin çoğu da mücadeleye reformlar kazanma temelinde katılıyor olsa bile doğrudur. Çünkü işçilerin sahip olduğu arzular nihai olarak kapitalist toplumun sınırları içinde Xhafa ve M Fichter (der.), Trade Unions and the Global Crisis (ILO). 28 Draper, 1978, a.g.e., s. 42.
tatmin edilemez – çünkü kapitalist toplumun sözde vaat ettiği zenginlik ile bu zenginliği yaratanların giderek yoksullaşması arasında bir çelişki vardır ve durum yine kapitalizmdeki üretim ilişkilerinin sonucudur29. Günümüzde sınıf Marx tarafından Kapital’de geliştirilen kapitalist sömürü ve işçilerin (potansiyel) gücüne dair bu resimde çarpıcı olan şey artık modası geçmiş olması değil; tam tersine birçok açıdan günümüze Marx’ın zamanından daha fazla uyuyor olmasıdır. Çünkü Marx’ın doğumundan bu yanan geçen iki yüzyıl içinde ücretli emek gücü devasa ölçüde büyüdü. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayınladığı verilere göre, 2013’te insanlık tarihinde ilk kez ücretli çalışanların sayısı (yaklaşık 1.6 milyar) küresel emek gücü içinde çoğunluk haline geldi ve küçük köylü üreticilerin sayısını geçti. Bu sembolik dönüm noktası Marx’ın Komünist Manifesto’daki “burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcısını yaratıyor” şeklindeki öngörüsünü doğruluyor30. Tabii ki olası bir toplumsal devrimin öznesi olarak işçi sınıfı ile ilişkilenmek günümüzde tartışmasız kabul edilen bir olgu değildir. Birçok açıdan genel ideolojik iklim, işçi sınıfının kapitalizme meydan okuma kapasitesi konusunda oldukça şüphecidir. Marx’ın kapitalist sistemi ve bu sistemin kriz eğilimlerini analiz etmek konusunda Kapital’de başardıklarını hala takdir etmeye devam edenler bile onun devrimci içeriğinden kaçınırlar. Bunun nedeni, 1970’lerden bu yana birçok gelişmiş kapitalist ülkede işçi sınıfının örgütlenmesinde ve mücadelesinde yaşanan gerilemedir. Ellen Meiksins Wood’un ilk olarak 1986’da yayınlanan çalışmasında, yaşanan durumu, “sınıftan geri çekiliş” olarak adlandırması bu yenilgilerin ardından olmuştur31. Gerçekten de, postmodern bir yaklaşımla sınıfı ve Marksizmi reddetmeye yönelenlerin çoğu hayal kırıklığına uğramış “1968 kuşağı”na dahildi, 1960’larda ve 1970’lerin başlarında yükselen sınıf mücadelesi içinde şekillenen yeni solun üyeleri, bu hareketlerin kapitalizme meydan okuma konusunda başarısız olmaları ile yüzleşmek zorunda kalmışlardı32.Bu koşullarda işçi sınıfının potansiyel devrimci bir özne olarak tarih sahnesinden silindiği, işçi sınıfının kompozisyonunda meydana gelen objektif değişimin onu iktidarsızlaştırdığı sonucuna ulaşmak çok kolay. Üstelik bu tespit, işçi sınıfının yeniden örgütlenmesinin büyük ölçüde 1970’ler ve 1980’lerin başındaki yenilgi döneminden önce değil sonra gerçekleştiği 29 Karl Marx, 1990, a.g.e., s. 929. 30 Karl Marx, 1977, The Communist Manifesto, David
McLellan (der.), Karl Marx: Selected Writings (Oxford University Press), s. 231. 31 Ellen Meiksins Wood, 1998, The Retreat from Class: A New “True” Socialism (Verso). 32 Alex Callinicos, 1989, Against Postmodernism (Polity), s. 164-168.
49
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
gerçeğini gözardı ediyor. Yenilgileri açıklamak aslında sınıfın yeniden yapılanmasına dair özel bir tezi gerektirmiyor. Egemen sınıfa 1968 ile birlikte ortaya çıkan radikalliği kontrol altına alma konusunda yardımcı olanlar – hem sosyal demokrat hem de komünist gelenek ile bağı olan- reformist güçlerdi ve bu mücadeleler içindeki devrimci unsurlar ne yeteri kadar büyük ne de işçi sınıfı içinde reformist eğilimleri yenecek kadar güçlüydü. Bunun en açık şekilde görüldüğü yer Fransa idi. Fransa’da 1968’de yaşanan grev o güne kadar Batı Avrupa’da görülmüş en büyük eylemdi ve bütün kıtada yankılanmıştı. Alex Callinicos’un yazdığı gibi: “Fransa Komünist Partisi’nin Mayıs-Haziran 1968’de genel grevi sonlandırmak üzere müdahale etmesi, 1974-79 yılları arasında İngiltere Sendika Kongresi ile İşçi Partisi hükümeti arasındaki Toplumsal Sözleşme mücadelesinden İspanyol komünistlerin ve sosyalistlerin Franco’nun kalıntılarına olan desteklerini gösterdikleri 1977 Moncloa anlaşmasına kadar başka pek çok durumda tekrarlandı. Bu tür sınıf uzlaşmaları Batı sermayesinin 1970’lerin ortasındaki ve 1980’lerin başındaki büyük durgunlukları bertaraf etmesini ve bunları yeniden yapılanmak ve rasyonalize etmek için fırsata çevirmesini sağladı”.33
Bu durum, ikinci sürecin, yani neoliberalizmin ortaya çıkışı ile birlikte yeniden yapılanmanın gerçekleşmesinin zeminini yarattı. Örneğin İngiltere’de üretim sektöründe çalışanların sayısında yaşanan büyük düşüş ve hizmet sektörü, kamu sektörü ve finans sektöründe çalışanların sayısında yaşanan artış, militan sınıf mücadelesi geleneğini çok bilmeyen bir grup yarattı. Bunlar yeni işçi grupları değil. Tony Cliff, 1979’da önceki beş yıl hakkında şunları yazıyordu: “İşçi sınıfının kritik öneme sahip bölümleri – madenciler, mühendisler ve liman işçileri - genellikle uysaldı, özellikle Callaghan hükümetinin son döneminde [197679] sınıfın diğer bölümleri öne çıkmıştı… Bunlar hastane işçileri, belediye işçileri ve beyaz yakalı işçilerdi. Ne yazık ki sınıfın bu bölümü grev kayıtları açısından bile sınıfın diğer kesimlerinin bıraktığı boşluğu dolduramadı”34.
Ancak, bu kesimler geçtiğimiz yıllarda militanlıklarını artırdılar ve günümüzde ortaya çıkan soru bu grupların Cliff ’in bahsettiği “boşluğu” doldurup dolduramayacağı. Beverly Silver, 1870’lerden bu yana işçi hareketlerini incelediği önemli çalışmasında, bu hareketleri anlamak için geniş bir tarihsel çerçeve önerir. Bu tarihsel çerçevede işçi mücadelerinin, hem coğrafi hem de sektörel olarak farklı yerlerde yeniden 33 Callinicos, 1989, a.g.e., s. 168; 1968’den sonra Avru-
pa’yı istikrarlılaştırmakta reformizmin rolü üzerine ayrıca bkz. Chris Harman, 1998, The Fire Last Time (Bookmarks), s. 332-346. 34 Tony Cliff, 2002, “Ten Years’ On: 1969-1979”, Selected Writings, volume 2: In the Thick of Workers’ Struggle (Bookmarks), s. 371.
50
ve yeniden ortaya çıktığı görülür. Örneğin Silver, dünyadaki öğretmen gücündeki büyük artışın yanı sıra (“1950’lerde 8 milyon olan öğretmen sayısı 1990’da 47 milyona ulaştı”), 20. yüzyılın “ikinci yarısında eğitim endüstrisinin dünya çapında grevlere ve mücadelelere sahne olduğunu” belirtir. Gerçekten de “eğitim çalışanlarının mücadelesi, coğrafi olarak geçmişteki tekstil ya da otomobil çalışanlarının mücadelesinden çok daha yaygındı”35. Bu değişimin arkasında yatan güç, Marx’ın Kapital’de tarif ettiği eğilimlerin sonucunda ortaya çıkan işleyişti. Kapitalizm, kıpır kıpır, sınırsız ölçüde dinamik ve yayılmacı bir sistemdir. Belirli işleri kârdan, vasıftan ve benzersizlikten yoksun bırakan aynı süreçler, Marx’ın “farklı toplumsal işlevleri sırayla yapılan farklı aktivite modelleri olarak gören bütünüyle gelişmiş bireyler” olarak bahsettiği yeteri kadar eğitimli proletarya ihtiyacı nedeniyle eğitim sistemlerinin büyümesini gerektirir36. Dolayısıyla bu eğitim, proleterya yaşamının deneyimlediği bütün baskılara maruz kalan –testler, akademik üretimi ölçmek için tasarlanmış metrikler vs. - eğitim çalışanları tarafından giderek daha rekabetçi, metalaşmış bir ortamda verilir. Kapitalizmin bu tür değişimler yoluyla gelişimi işçi sınıfının oluşumunu da kapsar. Fakat, temel toplumsal üretim ilişkilerinin devamı, işçi sınıfının bu bölümlerinin, işçilerin tarihsel olarak sahip olduğu türde kapasite ve çıkara sahip olmasını sağlar. Bu işçilerin bu gücün farkına varıp varmayacakları tamamen başka bir konudur – çünkü işçilerin kendilerine olan güvenlerini inşa etmeleri ancak mücadele deneyimi, örgütlenme ve nihai olarak kendilerini potansiyel devrimci öznelere dönüştürmeleri ile mümkündür. Hal Draper’in yazdığı gibi: “Proleter devrimin sorunlarının çoğu işçi sınıfının hem farklı sektörleri hem de tek tek işçiler arasındaki bölünmelerden, orantısızlıktan ve uyumsuzluklardan kaynaklanır. Bu farklılıkların ve uyumsuzlukların üstesinden gelme süreci proleterya devrimine giden yolun önemli bir parçasıdır. Kişi bu süreci, bir olgunlaşma süreci olarak görebilir”37. 35 Beverly Silver, 2003, Forces of Labor (Cambridge Uni-
versity Press), s. 115. Tesadüfen bu satırları İngiltere’de üniversitede çalışanlarının ki ben de bunlardan birisiyim, emeklilik haklarını savunmak için gerçekleştirdikleri çok militanca grevin (bu grevin en önemli özellikleri taban aktivizmi, kitlesel grev gözcülüğü noktaları ve gösteriler) ortasında yazıyorum. 36 Marx, 1990, a.g.e., s. 618. Burada “tamamen gelişmiş”, günümüz kapitalizminin gerektirdiği görevleri yerine getirmeye uygun genellenebilir becerilerin oluşmasına işaret ediyor. Vasıfsızlaştırma üzerine bkz. Harry Braverman, 1974, Labor and Monopoly Capitalism (Monthly Review Press). Braverman burada Marx’ın emek sürecine dair tartışmasını geliştirmeye ve akademide emek süreci teorisi olarak bilinen teoriyi temellendirmeye yardımcı olmaya çalışır. 37 Draper, 1978, a.g.e., s. 52.
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
Rekabetçi Birikim İşçi sınıfının, daimi ve karakteristik kapitalist toplumsal ilişkiler dizisi temelinde gerçekleşen bu sürekli dönüşümü, kapitalizm dinamiği içindeki unsurlardan sadece biridir. Daha genel olarak, Kapital, özellikle ikinci ve üçüncü cildinde, sürekli hareket halinde olan bir sistem tarif eder. Kapital’in birinci cildi, üretime odaklanır. Sermayeyi, sömürü ile bağlantılı bir şey olarak anlar çünkü artı değer emek sürecinde işçilerden çekip alınır. Sermayenin kendisi basitçe, bu artı değerin bir kısmını kendisine ekleyerek büyümek için harekete geçirilen bir değer olarak anlaşılır. İlk cilt aynı zamanda birikim kavramını, kapitalistlerin artı-değerlerini, özellikle makinelere ve diğer teknolojilere yatırım yaparak ve böylece kendi işçilerini rakiplerinin işçilerinden daha üretken hale getirerek üretimi büyütmek ve geliştirmek için kullanabilecekleri fikrini öne sürer. İkinci cilt, Marx’ın sermaye dolaşımı olarak adlandırdığı şey üzerinedir – belirli aralıklarla üretim araçlarını ele geçirme ve iş gücünü kiralama, metalar üretme ve sonra bu metaları pazarda satma süreci. Bu cilt, bu sürecin ortaya çıkarabileceği olası sorunlara değinir – ekonominin farklı sektörleri arasındaki dengesizlikler ve kapitalistlerin yeni bir üretim döngüsü başlatmak için paralarını harcamaktan vazgeçip biriktirmeleri durumunda sermaye dolaşımının ne şekilde kesintiye uğrayabileceği. Üçüncü cilt, bu iki unsuru yani üretim ve dolaşımı bir araya getirir – rekabetçi birikim kavramı işte tam olarak burada kapitalizme özgü bir itici güç olarak açık şekilde ortaya çıkar. Kapitalizm tabii ki rekabet üzerine kurulu bir sistemdir. Sermaye kolektif olarak sahip olunabilen bir şey değildir – farklı sermaye birimlerine bölünmüştür. Rekabet, Marx’ın Kapital’in taslaklarında yazdığı gibi, “sermayenin, birçok sermayenin birbiriyle karşılıklı etkileşimi şeklinde tecelli eden içsel doğasıdır”38. Sermayelerin karşılıklı olarak birbirlerine uyguladıkları bu basınç, kapitalistlerin birikim yapmak zorunda olduğunu gösterir – eğer bu birikimi yapamazlarsa varoluşsal bir yarış olan rekabet mücadelesinde başarısız olurlar ve kapitalist olma potansiyellerini kaybedebilirler. Bunun mantığını anlamak için, hala 40 ya da 50 yıl öncesinin teknolojisini kullanmaya çalışan araba ya da tost makinesi ya da gazete üreticilerine bakmak yeterlidir. Dolayısıyla Marx’ın birikim ile ilgili yorumu onu bir tür sekülerleşmiş din gibi görür: “Biriktirin, biriktirin! Musa’sı da budur diğer tüm peygamberleri de!”39 Sermaye, kontrol edilemeyecek kadar büyür. İnsanlar, bu sonsuz birikim güdüsüne uyum sağlamak zorunda bırakılır. 38 Karl Marx, 1993, Grundrisse (Penguin), s. 414. 39 Marx, 1990, a.g.e., s. 742.
Sermayenin ulusal çizgiye göre örgütlenmeye başladığı ve 1930’larda ve 1970’lerin başında birçok ülkede olduğu gibi devlet ile sıkı sıkıya iç içe geçtiği yerlerde ve devletin bütün üretime hakim olduğu uç bir örnek olan Sovyetler Birliği’nde bile bu rekabetçi dinamikler sürer. Sovyetler Birliği örneğinde bu, yeterince güçlü bir endüstriyel temel yaratmak için rekabetçi mücadele biçimini alır ve ordu buna dayanarak diğer devletlerle emperyalistler-arası rekabete girebilir. Ancak Soğuk Savaş emperyalizminin rekabetçi dinamiği Sovyetler Birliği’ne işçileri sömürmek için gerekenin aynısını dayattı ve Batı’da olduğu gibi birikim karşısında tüketimi ikincilleştirdi ve bu süreç Tony Cliff ’in adlandırdığı gibi devlet kapitalizmi ile sonuçlandı.40 Kapitalizmin ayırt edici özelliği olan kaçınılmaz rekabetçi birikim dinamiğinin bazı önemli sonuçları vardır. Birincisi, kapitalizm kendi yıkılışının koşullarını hazırlar. Bunu, hem kapitalist toplumsal ilişkileri genelleştirerek hem de böylece, gördüğümüz gibi, gerçekten küresel bir proletarya yaratarak ve fakat aynı zamanda üretim araçlarının seviyesini prensipte kıtlığı yok edecek seviyeye çıkararak yapar. Kapitalizmde gerçekleşen bir toplumsal devrimin, daha önceki devrimlerin yaptığı gibi, yeni bir sömürü prensibi üzerine kurulu yeni bir sınıflı toplum ile sonuçlanması gerekmez. Aksine kapitalizm sınıfları tamamen ortadan kaldılaracak maddi temeli oluşturmaya yetecek kadar bolluk yaratır. Aslında Marx, Kapital’in sondan bir önceki bölümünde zamanda ileriye, “kapitalist özel mülkiyetin cenaze çanlarını çalar. Mülklerine el konanlar, mülklere el koyar” diye tarif ettiği zamana giderek tam da bunu anlatır41. İkinci sonuç şudur; kapitalizm sadece işçilerin değil onların yöneticilerinin de kontolü kaybetmesini temsil eder. Marx, ilk yazılarında bu kontrol kaybından yabancılaşma süreci olarak bahseder ve bunun işçi sınıfı üzerindeki etkisine odaklanır42. Bu tür argümanlar Kapital’de, örneğin Marx’ın iş yerinde zihin emeği ile el emeğinin birbirinden ayrılmasından bahsettiği 13. Bölümde sık sık yüzeye çıkar. Bunun sonucunda, kapitalistte gömülü olarak bulunan bir bütün olarak üretim sürecinin bilgisi, “işçiye hükmeden” bağımsız bir “güç” olarak işçinin karşısına çıkar43. Böylece kapitalistlerin de kendi bireysel kontrolleri dışında bir dizi yasaya tabi oldukları giderek daha çok netleşir. Marx, kapitalistler için birkaç damla göz yaşı dökerken, kapitalizmin hareket yasalarının doğanın yasalarının – görünüşe göre insan varoluşunun sonsuz ve tartışmasız 40 Tony Cliff, 1988, State Capitalism in Russia (Book-
marks). Bu kitap, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği kategorileri temel alan bir başka çalışmadır. 41 Marx, 1990, a.g.e., s. 929. 42 Örneğin, Economic and Philosophical Manuscript of 1844. 43 Marx, 1990, a.g.e., s. 482.
51
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
tek gerçeği - yerini aldığı bir dünyayı canlı bir biçimde tasvir eder. Bunun önemli sonuçlarından biri, bizim için çok tanıdık olan ve kapitalizmin dürtüsünün doğasında bulunan ekolojik yıkımdır44. Daha genel olarak, kapitalist birikimi sınırlayan bir unsur olarak ortaya çıkan her şey – insan hakları, iş yeri koşulları, doğal çevre – sermayenin yönetiminde büyük bir baskı altındadır. “Etik kapitalizmi” komikleştiren işte bu dürtüdür. Nihai olarak, kişi ya ahlaklı bir kişi ya da kapitalist olmaktan feragat etmek zorundadır. Rekabetçi birikimin üçüncü sonucu, kapitalizmin kendisini tekrar ve tekrar krize sokmasıdır ve gerçekten de 2008-9’da yaşanan küresel durgunluk Marx’ın çalışmasının yenilenmesi açısından çok önemli bir itici güçtür. Günümüzde Marksizm ve kriz üzerine devasa ve giderek büyüyen bir literatür var. Kapital’in ve özellikle üçüncü cildin bu tartışmalardaki konumu tartışmaya açıktır. Özellikle, Marx’ın ünlü “kâr oranlarının düşme yasası”nın45 rolü ile ilgili devam eden büyük bir tartışma var. Marx’ın düşen kâr oranları ile ilgili açıklaması ve bunun günümüz kapitalizmi açısından sonuçları ile ilgili görüşlerimi daha önce yine bu dergide yayınlanan başka bir makalede anlatmıştım ve oradaki argümanımı burada tekrarlamayacağım46. Sadece şunu söylemek yeterli olacaktır: kar oranlarındaki hareketin krize neden olan unsurlardan biri olduğu konusunda güçlü kanıtlar var ve savaştan sonraki yıllarda kârlılıkta yaşanan uzun vadeli düşüş 2008-9’da küresel düzeyde patlak veren krizin zeminini hazırladı. Bu dinamizmin dördüncü unsuru şu: kapitalizm, varolduğu süre boyunca bir dizi ortak toplumsal ilişkiye dayansa da tarihsel bir gelişim sergiler. Örneğin Marx, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi olarak 44 Bkz, örneğin, Camilla Royle, 2016, “Marxism and the
Anthropocene”, International Socialism 151. 45 Yasanın kendisi Kapital’in üçüncü cildinin üçüncü bölümünde bulunabilir. Marx ve kriz teorisi ile ilgili literatürün tamamı burada hepsine referans verilemeyecek kadar büyük. Ancak, bu konuda kılavuz olabilecek en önemli müdahaleler arasında şunlar sayılabilir: Chris Harman, 1984, Explaining the Crisis (Bookmarks); Simon Clarke, 1994, Marx’s Theory of Crisis (Palgrave Macmillan); Joseph Choonara, 2009, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism 123; Joseph Choonara, 2012, “Round-up on Political Economy”, International Socialism 136; David Harvey, 2010, The Enigma of Capital (Profile Books); Michael Roberts, 2016, The Long Depression (Haymarket); Alex Callinicos and Joseph Choonara, 2016, “How Not to Write About the Rate of Profit: A Response to David Harvey”, Science & Society, Cilt 80, Sayı 4. 46 Bkz. Joseph Choonara, 2017, “Political Economy of a Long Depression”, International Socialism 158. Bu açıklamayı büyük ölçüde genişlettim, geliştirdim ve güncelledim.
52
adlandırdığı bir süreçten bahseder; bu süreçte birikim arttıkça sermayenin birimleri büyür ve rakipleri ile birleştikçe, şirket alımları ve devirleri gerçekleştikçe (merkezileşme), kredi ve finansın büyümesiyle birlikte devirlerin de devasa boyutta hızlanmasıyla daha hızlı genişler47. Bu süreç tabii ki Marx’ın ölümüyle son bulmaz. Bu eğilimin bir sonucu, 19. yüzyılın sonundan itibaren devletin giderek sermaye ile daha fazla entegre olması ve birlikte emperyalist bir rekabet sistemindeki jeopolitik ve kapitalist yarış içinde sıkışıp kalmalarıdır. Daha sonra gelen muhteşem Marksist kuşağın – bunların arasında Lenin, Lev Troçki, Rosa Luxemburg, Nicolai Bukharin bulunuyordu – analiz ve mücadele ettiği sistem işte bu sistemdir. Onlar, Marx’ın Kapital’de kullandığı metodolojik çerçeveyi benimsemenin mükemmel bir örneğini ortaya koydular, fakat bu çerçeveyi sürekli değişim ve dönüşüm halinde olan bir dünyaya uyarladılar. Diğer bir deyişle, Marx’ın Kapital’deki yaklaşımına bağlı kalmak kutsal bir metnin önünde saygıyla eğilmek değildir, aksine Marx bize, üzerinde durabileceğimiz ve onun açıklamalarını geliştirerek ve bu açıklamaları yaratıcı bir şekilde günümüz kapitalizmine uyarlayarak ileriyi görebileceğimiz bir çift omuz sunuyor48. Sonuç: Günümüzde Kapital Günümüzde birkaç önemli alanda bu amacın peşinden gidilebilir. Bunların ilki, emperyalistler arasında gelişen rekabetin yeni biçimlerini ve dünya kapitalizminin çekim merkezinde Çin ve komşularına doğru yaşanan değişimin sonuçlarını anlamaktır. Kapitalizm, Troçki’nin de söylediği gibi, eşitsiz ve birleşik şekilde gelişen bir sistemdir. Eski birikim merkezlerinin durgunlaşması ya da gerilemesiyle birlikte, eski rakiplerini atlayıp geçmek için güncel üretim biçimlerinden ve teknolojiden yararlanan yeni birikim merkezleri ortaya çıkar. Bu süreç genellikle başarısızlıkla sonuçlanır – yeni gelişen kapitalist devletler kendilerini travmatik şekilde küresel kapitalizmin döngülerine entegre etme sürecinin kendi ekonomilerine çok fazla baskı yaptığını ve en gelişmiş kapitalist devletlerin devasa maddi avantajlarıyla birleşmiş emperyalist yağmanın mirasının kendilerini geriye ittiğini düşünebilirler. Örneğin Sahra Altı Afrikası günümüzde küresel sistemde eskiden sahip olduğu ağırlığa sahip değil. Ancak zaman zaman dönüm noktaları olabilir. Almanya ve Japonya gibi ülkelerin yükselişi 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında küresel devlet sisteminin güç dengesini bozmuş ve iki dünya savaşına yol açmıştı. Stalinist Sovyetler 47 Marx, 1990, a.g.e., s. 772-780, 929. 48 Bu yaklaşımı günümüze kadar getirme girişimleri için
bkz. Alex Callinicos, 2009, Imperialism and Global Political Economy (Polity); Chris Harman, 2009, Zombie Capitalism (Bookmarks).
Marx’ın Kapital’i: Günümüz için bir eser | Joseph Choonara
Birliği, vahşi devlet kapitalisti birikim süreci yoluyla bir süre ABD’nin hegemonyasına karşı çıkmıştı. ABD, İngiliz ekonomisini geçmeyi ve 20. yüzyıl boyunca küresel süper güç olarak İngiltere’nin yerini almayı başardı. Ve günümüzde Çin’in yükselişi dünya sistemi için önemli bir istikrarsızlık ve karmaşa kaynağı49. Marksist ekonomi politiğin bir diğer görevi de ekonominin bazı sektörlerinde gelişen ve giderek daha fazla küreselleşen üretim biçimlerini anlamak. Marx’ın ekonomi politiğinin ayırt edici özelliği uluslararası alana odaklanmasıydı – ve yeni gelişen küresel ekonomi fikri onun çalışmalarında önemli bir kaynaktı50. Fakat küresel üretim, ticaret ve finans şablonlarının düzenlenme biçimi, daha fazla teorik özeni gerektiren önemli bir alandır51. Üçüncü bir ilgi alanı ise finans ve borcun devasa ölçüde büyümesi (bu durum günümüzdeki sistemin ayırt edici özelliğini oluşturur) ve bu “finansallaşma” sürecinin günümüzde yaşanan kriz açısından olası sonuçlarıdır. Marx, Kapital’in üçüncü cildi için yazdığı tamamlanmamış el yazmasında finansın işleyişine büyük önem verir. Finansal sistemin işleyişini ve onun daha geniş bir süreç olan değer üretim süreci ile bağlantısını analiz etmek için “faiz getiren sermaye” ve “simgesel sermaye” gibi bir dizi kavram üretir, ancak bu açıklamayı tamamlamak ve onu günümüzdeki küresel finansal sisteme uyarlamak için yapılması gerekenler var52.
Kapital sadece akademisyenlere bırakılamayacak kadar önemli bir kitaptır. Kapital, Marx’ın 1840’lardan 1883 yılında ölümüne kadar ilişkilendiği sınıf mücadelesinden ayrı ele alınmayacak bir çalışmadır. Bu kitap, onun deyimiyle, “bugüne kadar burjuvazinin kafasına fırlatılan en korkunç mermidir”53. Egemenlerimizin kendi sistemleri hakkında yaptıkları saçma açıklamalara bir son verir, sistemin nasıl geliştiğini ve sürekli kesintiye uğradığını anlaşılır ve ayrıntılı biçimde açıklar ve günümüz dünyasına özgü özellikleri anlamak üzere bu teoriyi geliştirmek için kullanabileceğimiz yöntemi bize sağlar. Uluslararası Sosyalist Akım geleneğinin kurucusu olan Tony Cliff yaklaşık yirmi yıl önce Marksist teorinin önemi üzerine kısa bir makale yazmıştı. Onun o makaledeki sözlerini yeniden tekrarlamaya değer: “Tabii ki devrimci bir örgütte pratikte bilinç ve teori bilgisi düzeyinde eşitsizlik vardır. Fakat bu eşitsizlik giderilmelidir. Bir devrimci partiye verilebilecek en büyük zarar, proleter tutum adına parti içindeki entelektüellere saldırmaktır. Aslında böyle bir saldırı entelektüellerden ziyade parti içindeki işçilere yönelik olacaktır. Bu işçileri aşağılamaktır çünkü işçilerin teoriyi anlayamayacağını varsayar. Neden Marx’ın hayatının 26 yılını Kapital’i yazmaya harcadığını sanıyorsunuz…?”54
Dördüncüsü, günümüzde işçi sınıfının kompozisyonu ve onun sisteme karşı verdiği mücadelenin işaret ettikleridir ki bunlara yukarıda değindim. Sadece Kapital’i okumak bu soruları ya da bunlara eklenebilecek daha birçok soruyu yanıtlamaya yetmeyecektir, ancak böyle bir teoriyi geliştirmek Marksistler için en önemli başlangıç noktası olmaya devam etmektedir. Tüm bunlar bizi çok önemli bir sonuca götürüyor: 49 Bkz. Jane Hardy ve Adrian Budd, 2012, “China’s Capi-
talism and the Crisis”, International Socialism 133. 50 Bkz. Lucia Pradella, 2014, Globalisation and the Critique of Political Economy: New Insights from Marx’s Writings (Routledge). 51 Bkz. Jane Hardy, 2013, “New Divisions of Labour in the Global Economy”, International Socialism 137; Martin Upchurch, 2018, “Is Globalisation Finished?”, International Socialism 157. 52 Bkz. Joseph Choonara, 2009, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism 123; Ben Fine, 2010, “Locating Financialisation”, Historical Materialism, Cilt 18, Sayı 2; Tony Norfield, 2013, “Derivatives and Capitalist Markets: The Speculative Heart of Capital”, Historical Materialism, Cilt 20, Sayı 1; Costas Lapavitsas, 2013, Profiting Without Producing: How Finance Exploits Us All (Verso); Joseph Choonara, 2014, “Financial Times”, International Socialism 142; Joseph Choonara, 2018, “The Political Economy of a Long Depression”, International Socialism 158.
53 Marx, 2000, “Letter to Johann Philipp Becker”, 17
Nisan 1867, Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Cilt 42 (Lawrence & Wishart). 54 Tony Cliff, 2000, Marxism at the Millennium (Bookmarks), 3. Bölüm.
53
Marksizm ve devlet Çağla Oflas
D
evlet, günümüzde yaygın burjuva anlayışına göre, meşru rollerin belirlendiği politik bir aygıttır. Ve bu anlamıyla toplumdaki bütün sınıfların üzerinde, hepsine eşit mesafede yer alan bir iktidarı temsil eder. Eşitlik, adalet ve refah için devletin olmadığı bir toplumsal tasavvur ne yazık ki günümüzde yok. Aksine, özgür ve eşit bir topluma ilişkin yapılan tüm tartışmalar, devletin iyileştirilmesi üzerinden yürütülmektedir. Marksist devlet teorisi ise bu görüşlerden tam bir kopuşu ifade eder. Marksizm, üretimin gelişimindeki belirli bir aşamada sınıfların ortaya çıktığını, sınıf savaşının zorunlu olarak işçi sınıfının iktidarına yol açacağını, işçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracak toplumsal bir sınıf olduğunu, sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de sönümleneceğini anlatır. Marx ve Engels, çağdaş burjuva siyasal düşünceye hâkim olan idealist felsefeye ve tarih anlayışına karşı, kendi maddeci tarih anlayışlarını Alman İdeolojisi’nde ortaya koydular. Toplumsal işbölümünü, mülkiyet biçimlerini, sınıfları ve sınıf egemenliği sistemlerini, devlet, hukuk ve ideolojinin ortaya çıktığı koşulları maddeci tarih anlayışı içerisinde açıkladılar. Marx, Hegel’in iddiasının aksine, devletin sivil toplumun bağrında gelişen toplumsal işbölümünün sonucunda, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin doğrudan bir ürünü olarak tarih sahnesine çıktığını anlattı. Devlet, üretimin gelişmesinin bir sonucu olarak toplumsal evrimin belli bir aşamasında sınıflı toplumların bir ürünü olarak meydana geldi. Sivil toplumu düzenleyen devlet değil, devleti koşullandırıp düzenleyen sivil toplumun kendisidir. “Sivil toplum, üretim güçlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında kişiler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü kapsar. Belli bir aşamanın bütün ticaret ve sanayi hayatını kapsar, bu bakımdan devlet ve millet çerçevesini aşar. Ama bir yandan da yabancılarla ilişkilerinde milliyet olarak ortaya çıkmak, içeriye karşı ise devlet olarak örgütlenmek zorundadır.1
1
54
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi Politika ve Felsefe içinde, Belge Yayınları, Çeviren Tektaş Ağaoğlu, sf. 41.
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
Toplumun bağrından, onun üstünde bir varlık olarak ortaya çıkan bu siyasal yapı aynı zamanda sınıflar arası çatışmalarda çatışmayı egemenler lehine çözmek işlevine sahiptir. Bu durumda devlet, nasıl koşulların oluşmasıyla ortaya çıktıysa, mutlak ve sonsuz bir yapı olmayıp, onu var eden tarihsel koşullar ortadan kalktığında kendisi de ortadan kalkmaya mahkûm, geçici bir kurumdur. İnsanlığın yazılı tarihi öncesi dönemde kan, dil, örf, adet gibi ilişkiler üzerinden kurulan topluluklar henüz yerleşik yaşama geçmemiş, gezginci topluluklardı. Yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıkla idame ettirmekteydiler. Henüz işbölümünün ve mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmadığı bir dönemden bahsediyoruz. İnsanın yerleşik hayatı yaklaşık 10 bin yıl önce tarım yapmayla başladı. Antropologlar bu aşamadan sonra ortaya çıkan toplumları “bölünmüş toplumlar” olarak tanımlamakta. Bunun öncesinde insan, toplayıcı ve avcı olarak yaşadı. Tarihin bu diliminde toplumsal ilişkilerde özerkleşmiş, toplumun üzerinde duran bir iktidar ilişkisinin varlığından bahsedilmiyor. Aksine bunlar eşitlikçi ve özgür toplumlar.2 İlkel topluluklar, kendi aralarındaki ilişkilerinde günümüz kamusal sistemiyle karşılaştırılamayacak öl üde demokratik mekanizmalar işletmekteydiler. Engels, Morgan’ın antropolojik alışmaları üzerinden devletin ortaya çıkış koşullarını aktardığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri adlı kitabında devletsiz toplumları olumlar. Sınıflar halinde bölünme olmadan önceki insanların durumuyla, günümüzdeki insan toplumunda yaşayanların büyük bir çoğunluğunu oluşturan iş ileri kıyaslar ve gens’in özgür insanının yaşamını över. “Bütün saflığı ve basitliğiyle, bu komünal örgütlenme hayranlığa değer bir yapılaşmadır. Askersiz, jandarmasız, polissiz, soylular sınıfı yok ve ne kral ne hükümet, ne vali, ne yargıç, davasız her şey düzenli bir şekilde gider.”3
Sınıflı toplumlar ve devletin ortaya çıkması Yerleşik yaşamın başlaması, hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımsal üretime geçilmesiyle birlikte mülkiyet ilişkileri başladı. Tarıma bağlı yaşayan bu toplumlarda işbölümü ve mübadelenin gelişmesiyle birlikte ilkel topluluklarda çözülme yaşandı. Başlangıçta ataerkil kabile reisleri, onların altında kabile üyeleri ve son olarak kölelerden oluşan topluluklar, nüfusun artmasına bağlı olarak ihtiyaçların da artmasıyla birlikte fetihler ya da anlaşmalar yoluyla kendi içlerinde birleştiler. Birleşme sonrasında komün devleti ortaya çıktı. Antik
komün, devlet mülkiyeti üzerine kuruludur. Üretimde köle emeğinin temel rol oynadığı komün mülkiyetinde, yurttaşlar köleler üzerinde topluluk olarak iktidar sahibidirler. Komün mülkiyetinin yanında önce taşınabilir daha sonra taşınmaz mülklerde özel mülkiyet, komün mülkiyetine bağlı olarak hızla gelişti.4 Sınıflı topluma geçişi temsil eden antik çağın kent komünlerinin köleci üretim tarzını en saf haliyle Antik Yunan ve Roma’da görürüz. Antik kent komünü özel mülkiyet sahibi özgür bireylerin gönüllü bir ortaklığıydı. Kentte, özgür üreticilerin, yani toprağın özel mülkiyetine sahip bireylerin yarattığı artık ürünün tümü üreticilerin ellerinde birikmekteydi. Artık ürünün birikimi, komün içinde işbölümünün ve ürünlerin mübadelesinin gelişmesine yol açtı. Bu durum pazar için üretimi kışkırtarak, toprak sahiplerinin üretimde yaygın köle emeği kullanmalarına neden oldu. Zenginlik ve servet birikimi açısından özgür yurttaşlar arasında farklılık yarattı. Öte yandan üretimde temel rol oynayan köleler, toplumun en kalabalık sınıfı haline geldi. Toplum ”efendiler” ve “köleler” olarak sınıflara ayrıldı. Basit kan bağları üzerine dayalı eski toplumsal düzen ortadan kalktı. Üretim ilişkileri temelinde ekonomik anlamda güçlenen toprak ve köle sahipleri kendi çıkarları lehine iktisadi üstünlüklerini sürekli kılacak siyasal bir yapı kurdular. Roma İmparatorluğu döneminde fetihlerin artması, fethedilen topraklarda yaygın köle emeği kullanılması, muazzam bir servet yarattı. Ekonomik egemenliği güvence altına almak için de merkezi düzeyde örgütlenmiş askeri ve bürokratik bir aygıt ortaya çıktı. “Kentin basit topluluklarını koruyan ‘silahlı halk’ devlet otoritelerinin hizmetinde halka karşı ‘kamu gücü’ kullanan ordulara dönüştü”.5
Dolayısıyla devletin ortaya çıkışının arka planında, toplumsal işlevler üstlenen kişilerin toplum karşısında özerklik kazanması ve giderek bu işlevleri yerine getirenlerin birleşerek egemen bir sınıf oluşturmaları gerçekliği yatmaktadır. Engels Anti-Dühring’de, başlangıçta toplumsal işler ve görevler üstlenenlerin görev yetkisinin sömürü yetkisine dönüştüğünden, “toplumun hizmetkârlarının, toplumun efendileri haline”6 geldiğinden söz eder. Devletin sönümlemesi Toplumun sömüren ve sömürülenler olarak sınıf halinde bölünmesi ilk kez kölelikle birlikte meydana geldi. Ve bu bölünme günümüze kadar sürüp gitti. Antik çağa 4
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çeviren Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, s.31.
2
Sinan Özbek, http://www.altust.org/2012/04/marksist-devlet-dusuncesi-iktidarsiz-toplum/
5
Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.295-296.
3
Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.135.
6
Fredrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer s.168-181.
55
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
ait olan ilk sömürü biçimi, Roma İmparatorluğu’nun çözülüşü ve istilaların ardından çöktü. Çöküşün ardından feodal beylikler kuruldu. Bu kez mülkiyet kentin dışında kırsal alanlarda serf emeğine ve kentlerde küçük üretim yapan kalfaların kişisel emeğine dayanıyordu. Feodal ortaçağ, kendi bağrında ulusal nitelikte devletler sistemini yarattı. Aynı zamanda bu dönem, günümüz toplumunun sömürücü sınıfı olmaya aday burjuva sınıfını da geliştirdi. Burjuvazi, mülksüzleştirilen işçi sınıfının sömürüsüne dayalı kapitalist toplumu meydana getirdi. Burjuva sınıfı kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu işçi sınıfına dönüştürürken kendi “mezar kazıcısını” da yarattı. Bugün dünya üzerinde sefalet koşullarında çalışmaya zorlanan milyonlarca işçi, bu koşullara son verecek toplumsal bir devrimin yolunu döşemekte. Engels, işçi sınıfının kapitalist toplumu ortadan kaldırmasından sonra bütün sınıfsal farklılıkları oluşturan koşulların da ortadan kalkacağını, bundan sonra devletin kendiliğinden sönümleneceğini anlatır. Artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmaz, özel bir baskı gücü, yani devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına el koyma–, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.”7
Devlet, üretici güçlerin gelişimin bir aşamasında, özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileri temelinde sınıflara bölünmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak tarih sahnesine çıktı. Toplumsal sınıfların varlığı, aynı zamanda üretici güçlerin gelişmesinin önünde durdu. Sınıfların ortadan kalkması, üretimdeki anarşiye son verecek ve böylece devlet denilen otoriteye gerek kalmayacaktır. Engels’e dönersek: “Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk haline getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının sadece bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir 7
56
Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s. 444.
gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”8
Dolayısıyla sömürü sisteminin devam etmesini sağlayan bu baskıcı devlet aygıtının ortaya çıkışının nesnel temelleri ortadan kalktığında, özgür ve eşitlikçi birlik temeli üzerinde yeni bir toplumun inşası da mümkün olabilecek. Marksizm’e göre, sınıfsız toplum ancak üretici güçlerin bireysel varoluş kavgasının kaynağını kurutacak düzeyde yükselmiş bolluğuna dayanır. Kuşkusuz, işçi sınıfının dünya ölçeğindeki devrimi, insanlığın böyle bir atılım yapmasını da mümkün hâle getirecektir. Sınıfa karşı sınıf 15. yüzyıldan itibaren feodal üretimde, kentlerdeki lonca sistemi, yerini manifaktür düzenine bıraktı. Manifaktür ürünlerine artan talep, büyük ölçekli sanayiyi yarattı. Doğa güçlerinin enerjide kullanılması, buhar ve makineler sanayi üretimini kökten değiştirdi. Feodal sistemin çözülmesiyle birlikte kırlardan koparılan serfler ve kentlerde mülksüzleştirilen zanaatkârlar bu dev sanayi tesislerinde çalışmaya başladılar. Büyük ölçekli sanayi dünya pazarını yarattı. Özellikle yeni kıtaların keşfi, pazar ve ticaret, denizciliğe, kara ulaşımına hızlı bir gelişme sağladı. Bu gelişmeler, sanayinin gelişmesini sağladı. Sanayi, ticaret, denizcilik ve demiryolları yayıldığı ölçüde burjuvazi gelişti, sermayesini arttırdı. Bu koşullarda burjuvazi artık feodal düzendeki bir zümre olmaktan çıkarak, sınıf haline geldi. Örgütlenmesini de yerel düzeyden ulusal düzeye çıkarttı. Büyük ölçekli sanayinin ve dünya pazarlarının oluşmasıyla birlikte ekonomik hâkimiyeti ele geçiren burjuvazi, siyasi hâkimiyeti de ele geçirdi. Üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınıklığına son vererek, üretim araçlarını ve nüfusu merkezileştirdi. Aynı zamanda birbirine gevşek bağlarla bağlı eyaletleri, (milli) sınıf çıkarına, tek bir gümrük tarifesine sahip ulus-devlet ekseninde merkezileştirdiği bir süreç yaşandı. Kapitalist toplumda, sermayenin gelişmesiyle doğru orantılı olarak işçi sınıfı da gelişti. İşçi sınıfı burjuvazi tarafından mülksüzleştirildi ve kalabalıklar halinde çalışmaya zorlandı. Bu iki toplumsal sınıf kapitalist toplumda çıkarları birbiriyle çatışan iki düşman kampa 8
Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer s.240
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
bölündü. Bu durum, eskilerin yerini yeni baskı koşullarının ve yeni mücadele biçimlerinin almasına yol açtı. Siyasal gücün kaynağı sermaye birikimi Kapitalist toplumda siyasal güç, mülkiyet ilişkilerine dayanır. Üretim araçlarını elinde toplayan burjuvazi, siyasal gücün de sahibidir. Ancak mülkiyet ilişkilerinin kaynağını sermaye birikimi oluşturur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkileri üreticilerin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, mülk sahibi olmayanların kendi geçim araçlarına ulaşamamalarına yol açar. Üretim araçlarından mahkûm bırakılan işçiler mülk sahipleriyle girdikleri anlaşma yoluyla piyasanın belirlediği bir fiyat üzerinden emek güçlerini satarlar. İşçinin emek gücünün değeri ile mülk sahibi adına çalışırken harcadığı emeğin değeri arasındaki fark artı-değeri oluşturur. Böylece başlangıçtaki güç ilişkisi, bireyler arasındaki sömürü ilişkisine yol açar. Mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki ücret sözleşmesinde, eşdeğerlerin alışverişi burjuva iktisadı tarafından gizlenir. Kapitalist üretim biçiminde üretim araçlarının sermaye biçimini alması, sermayeyi işçiye, işçiyi de sermayeye bağımlı hale getirir. Ancak bu karşılıklı ilişki, eşit, adil ve her iki tarafın da kazançlı çıktığı bir ilişki değildir. Kapitalist toplumda burjuva iktisadı, mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki sömürü ilişkisini gizler. Marx daha 1844 yılında kaleme aldığı El Yazmaları’nda burjuva iktisadının gizlediği sömürüyü ortaya koydu. İşçinin üretimi sonucunda ortaya çıkan nesneler, üretimin dışından, işçinin karşısında yer alan bir güce dönüştü. İşçi kendi yarattığı nesnenin kölesi oldu. İşte tam da bu noktada burjuva ideolojisi kapitalizmin sömürücü sınıf yapısını görünmez kıldı. “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.”9
Burjuva ideolojisi işçinin yaşaması için çalışmak zorunluluğunu gizler. Kapitalist toplumda özgürlük, mülk sahiplerinin onu istediği gibi kullanma ya da kullanmama özgürlüğüdür. Eşitlik anlayışına göre, herkes gibi işçinin de mülk sahibi olma hakkı vardır. Oysa işçi sınıfı çalışmasının karşılığında ancak yaşamını sürdürebilecek kadar bir ücret alır, asgari ücret koşullarında hiçbir zaman mülk edinmesi mümkün olmaz. İşçi hayatta kalmak için çalışmak zorundadır. 9
Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Payel Yayınevi, çeviren Murat Belge, s.67.
Zorunluluk alanlarının başladığı yerde özgürlük biter. İşçi sınıfının özgürleşebilmesi ancak kapitalist mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Sermaye ile işçi sınıfı arasındaki bu sömürü ilişkisi kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesinin kaynağını oluşturur. İşçi sınıfının üretim koşullarının biçimi, onun kolektif bir üretim yaptığı sonucunu değiştirmez. Aynı zamanda toplumdaki servetin de kaynağını oluşturan kolektif üretim nedeniyle işçi sınıfı, kapitalist toplumun ortadan kaldırılmasında merkezi bir rol oynar. Devletin rolü de bu noktada önem kazanır. Devlet, uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıfın arasındaki çatışmayı egemen sınıf adına çözümler. Ve sermaye birikim sürecinin koşullarının devamını yasalarla güvence altına alır. Öte yandan kapitalizmin doğası gereği, artık değerin değerlenmesi, başka yerde üretilen artık değerin varlığını gerekli kılar. Bu da esas olarak kapitalizmin, tek bir sermaye olarak değil, birbirleriyle ilişki ve çelişki halindeki birden fazla sermaye biçiminde var olmasını gerektirir. Sermayeler arasındaki rekabet sürekli yatırım yapmayı gerektir. Bu durum sürekli birikime yol açar. Sermayenin merkezileşmesine yol açan bu süreçte, daha güçsüz, daha küçük sermayeler, daha güçlü sermayeler tarafından yutulur. “Emekçiler, proleterlere ve emekçilerin araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra emeğin bundan sonraki toplumsallaşması, toprağın ve öbür üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan sonraki mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir.”10
Burjuva devleti üzerine yanılsamalar ve gerçeklik İster bir azınlığın ele geçirmesi, ister parlamenter sistem yoluyla olsun, toplumsal değişime ilişkin tüm reformist görüşler, devletin toplumsal sınıfların üstünde, tüm kesimlere eşit mesafede, bağımsız bir yapı olduğu fikrinde birleşir. Devletin sınıfsal yapısına ilişkin Marksizm’den temel bir kopuşu temsil eden bu yaklaşımın ne yazık ki günümüzde de çok alıcısı bulunmakta. Oysa Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da söylediği kapitalizmde “modern devletin yürütmesi bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”11 cümlesi, devletin tek tek kapitalistlerin değil, genel anlamda burjuvazinin çıkarlarını savunduğu anlamına 10 Friedrich Engels, Anti-During, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s. 229. 11 Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Belge Yayınları, çeviren Tektaş Ağaoğlu, s. 109.
57
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
gelir. Kapitalist devlet, sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlar, aynı zamanda bu sürecin sürekliliğini hem işçi sınıfına hem de kapitalistlere karşı korur. Bu anlamıyla devletin yapısı özerk görünümdedir. Ancak devletin bu özerk görünümün ardında burjuva sınıfının çıkarlarını koruması yatar. “Özel mülkiyetin topluluktan ayrılıp kopmasıyla birlikte devlet, burjuva toplumunun yanı sıra ve burjuva toplumunun dışında tamamen ayrı bir varlık haline geldi. Ancak bu devlet, burjuvazinin hem içsel hem de dışsal amaçları nedeniyle, kendi mülklerini ve çıkarlarını karşılıklı olarak güvence altına almak için benimsemek zorunda kaldığı örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir.”12
Kapitalist toplum, azınlık olan sömürücü sınıfın, toplumun sömürülen büyük çoğunluğu üzerindeki hegemonyasına dayanır. Bu durum sürekli bir ordunun varlığını ve bürokrasiyi zorunlu kılar. Kamu işleri, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür. Devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan cezaevleri ve polis gibi zor mekanizmalarının yanı sıra, sistemle bütünleştirici parlamenter yapılara sahiptir. Toplumun sistemle uzlaşmasına yarayan bu mekanizmalar, devletin aynı zamanda toplumun karşısında yer alan demir yumruğa sahip bir baskı aygıtı olduğunu gizlemesine hizmet eder. Devletin halka karşı işlediği suçlar, devlet ile ilişkilendirilmek yerine “derinlerde” başka bir gücün arayışına yol açar. Oysa bu arayış devleti meşrulaştırmak ve devletin gerçek yüzünü gizlemekten başka bir şeyi ifade etmez. Lenin Devlet ve Devrim kitabında “Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vs. kadar hangi parlamenter ülkeyi alırsanız alın, hepsinde asıl devlet işleri hep perde arkasında yürütülmekte ve devlet daireleri, bakanlıklar ve genelkurmay tarafından görülmektedir. Parlamentonun ise sıradan halkı aldatmak gibi özel bir amaçla bol bol laf üretimi gibi bir görevi vardır” der.13 Gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar burjuva toplumunda çeşitli biçimlerde güvence altına alınmış haklardır. Ancak bu hakların kullanılması “kamu düzeni”yle sınırlanır. Kamu düzeni ise burjuvazinin güvenliğini ifade eder. Devletin işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin önüne koyduğu engeller, sınıf mücadelesindeki tarafların ağırlığına göre azalır ya da çoğalır. İşçi sınıfı mücadelesinin gelişkin olduğu, hareketin yükselişe geçtiği dönemler, pek çok tavizin koparıldığı 12 Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çeviren Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, s.65. 13 Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, çeviren Ferit Burak Aydar, s.49.
58
dönemlerdir. Gerçekten de kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, gösteri ve grev hakları dâhil tüm kazanımlar, işçi sınıfının aşağıdan mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Devlet için sermaye birikim sürecinin korunması esastır. İşçi hareketinin içinde kök salan reformist önderlik bu gerçekliği göz ardı eder. Toplumsal değişimin parlamentodan geçtiğini savunur. Tüm reformist partiler geniş işçi yığınların taleplerini gerçekleştireceklerini vaat ederler. Ancak iktidara geldiklerinde sermaye sınıfının ve kendilerine oy veren işçi sınıfının taleplerinin basıncı arasında sıkışırlar. Günün sonunda sıkışmışlık halini, sermaye kesiminin programını uygulayarak aşma yolunu seçerler. Bu süreç geniş işçi yığınları açısından hüsranla sonuçlanır. Parlamento dört, beş yılda bir yapılan seçimlere dayanır. İşçi sınıfı seçme ve seçilme gibi demokratik haklara sahiptir. Ancak genel oy hakkı olarak verilen “demokratik” hak, işçilerin kendilerini boyunduruk altına alan burjuva fraksiyonlarından hangisi tarafından yönetileceğine ilişkin bir seçim hakkıdır yalnızca. Bu açıdan Lenin burjuva demokrasisini çoğunluğun azınlığı baskı altına aldığı bir diktatörlük olarak tarif eder. “Biz kapitalizmin sınırları içinde proletarya adına en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşenin ücretli kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir.”14 Öte yandan devlet bürokrasisinin kapitalist sömürü ilişkilerinde üstlendiği ekonomik rol ve giderek sömürücü bir sınıfın parçası olması hali çoğunlukla gözlerden kaçar. Günümüz yeni liberal koşullarında bile devlet bürokrasinin ekonomik faaliyetlerine yakından bakıldığında devletin özerk görünümünün yanıltıcı olduğunu görürüz. Bürokrasi kapitalist sömürüye tam anlamıyla bağımlıdır. Devletin ihtiyaç duyduğu kaynakları oluşturması, vergiler, devlet borçlanması ya da devletin para basması gibi tüm bu faaliyetler, kapitalist sömürüden farklı görünür. Oysa devletin faaliyetlerine geniş kapsamda bakıldığında bağımsızlık görüntüsü ortadan kalkar. Devlet gelirleri bireylerin vergilendirilmesiyle toplanır. Bireyler satın alma güçlerindeki kaybı üretim noktasındaki mücadeleyle gidermeye çalışır. Kapitalistler yüksek sömürü oranlarını dayatırlar. İşçiler ücretlerini attırmaya çalışırlar. Sınıf güçlerinin dengesi devletin gelirlerinin artması için var olan manevra alanını belirler. “İşçi sınıfını çağların pisliğinden devrim kurtarır” İşçi sınıfı 1848-1850 yıllarında Avrupa çapında toplumsal bir güç olarak ilk kez tarih sahnesine çıktı. Şubat 14 Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, çeviren Ferit Burak Aydar.
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
1848’de işçi sınıfının ayaklanması sonucu Fransa’da monarşi yıkılmış, geçici hükümet kurulmuştu. Burjuva cumhuriyetinden başka bir şey olmayan geçici hükümet, şubat devriminden kazanım elde etmek isteyen işçi sınıfını ayaklanmaya zorladı. Haziran ayaklanması ve sonrasında Paris işçilerinin vahşi bir şekilde katledilmesi, işçi sınıfının kapitalizmin yıkılmasını sağlayacak toplumsal bir devrim gerçekleştirmesi zorunluluğuna işaret ediyordu. Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde işçi sınıfının toplumsal bir devrim yapması gerektiğine vurgu yaptı. “Şubat cumhuriyetine pazarlıkla kabul ettirmeye çalıştığı biçimleri açısından abartılı ama içerikleri açısından sınırlı ve hatta henüz burjuva nitelikte olan taleplerinin yerini, devrimci mücadelenin sloganları aldı: Burjuvazinin devrilmesi, işçi sınıfının diktatörlüğü.”15
Daha sonra Marx, 18 Brumaire’de “Bütün altüst oluşlar, kıracaklarına makineyi mükemmelleştirdiler. Dönüşümlü olarak hâkimiyeti elde etmek için boğuşan partiler, bu muazzam devlet binasını ele geçirmeyi zaferin esas ganimeti saydılar.”16 değerlendirmesini yaparak, işçi sınıfının sadece kendi kurtuluşu için değil çağların pisliğinden de sıyrılması için mevcut devlet aygıtından kurtulması gerektiğini anlattı. İşçi devletinin kalbi demokrasidir Kapitalizmde “demokrasi” burjuvazinin yani egemen sınıfın kullanabileceği siyasal ve toplumsal hakları, “diktatörlük” ise ayrıcalıklı azınlığın çoğunluk üzerinde baskı kurma hakkını ifade eder. Çelişkili görülen bu durumda “demokratik” nitelikte bir devletin son tahlilde burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlük şeklinde ifade edilmesi yanlış olmaz. Marx ve Engels “proletarya diktatörlüğü” kavramını kullanırken, kapitalist devletin yerine geçecek işçi devletinin biçimini değil içeriğini açıkladılar. Yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılan “proletarya diktatörlüğü” terimini, sömürülen çoğunluğun sömürücü azınlık üzerindeki egemenliğini tanımlamak üzere ifade ettiler. Oysa her ikisinin de kast ettiği işçi demokrasisiydi. Nitekim Komünist Manifesto’da “işçi sınıfı devriminde ilk adım, proletaryayı hâkim sınıf konumuna çıkarmak, demokrasi mücadelesini kazanmaktır”17 cümlesi burjuva toplumunun devleti yerine kurulacak işçi devleti biçiminin tam demokrasi olduğunu gösterir. Marx, Fransa’da İş Savaş adlı kitabında Paris Komünü’nde işçi 15 Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Yordam Yayıncılık, çeviren Erkin Özalp, s.78.
sınıfının devlet gücünü parçalayarak yerine gerçekten demokratik bir yapıyı koyduğunu anlatır. Engels de kitabın girişinde “Eh peki bu diktatörlüğün neye benzediğini görmek ister misiniz baylar? Paris Komün’üne bakın” der.18 Paris Komünü, genel seçimleriyle, kamu görevlilerinin her an geri çağrılmasıyla, tüm görevlilere ortalama işçi ücreti verilmesiyle ve halkı ezen silahlı kuvvetlerin kaldırılmasıyla tam anlamıyla işçi demokrasisidir. “Komünün ilk kararı düzenli ordunun dağıtılması ve yerine silahlı halkın geçmesi oldu. Ayrıca Komün çeşitli mahallelerde genel seçimle, sorumlu ve anında geri çağrılabilen yerel temsilcilerden oluşmuştu. Üyelerin çoğunluğu çalışan insanlardan ya da işçi sınıfının tanınan temsilcilerinden oluşuyordu. Polis merkezi hükümetin aracı olmak yerine, derhal siyasi özelliklerinden arındırıldı ve Komün’ün sorumlu ve her an geri çağrılabilen görevlileri haline getirildi. Bu yönetimin tüm diğer kolları için de geçerliydi. Tüm kamu görevlerinin, ortalama işçi ücreti karşılığında yapılması zorunluydu. Devlet ileri gelenlerinin özel çıkarları ve ayrıcalıklı kazançları kendileriyle birlikte ortadan kaldırılmıştı. Yargı görevlerinin göstermelik bağımsızlığı ellerinden alınmıştı. Tüm diğer kamu görevlileri gibi yargıçlar da seçimle iş başına geliyordu, sorumlu ve geri çağrılabilir hali getirilmişlerdi.”19
Devlet olmayan devlet Marx ve Engels tüm yaşamları boyunca işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldıracak tek devrimci sınıf olduğunu anlattılar. Marx Komünist Manifesto’da sermayenin gelişmesiyle işçi sınıfının sayısal gücünü arttığını söyler, işçi sınıfının nihai anlamda kazanımının işçilerin durmaksızın büyüyen birliğinden geçtiğine vurgu yapar. Günümüzde işçi sınıfının rakamsal gücü Komünist Manifesto’nun yazıldığı dönemi kat kat aşmış durumda. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı işgücünden başka satacak bir şeyi bulunmayan işçilerden oluşmakta. Yani toplumdaki ezici çoğunluğu oluşturan işçi sınıfı şimdiye kadar hiç bir devrimin ortadan kaldıramadığı sömürü ilişkilerini ortadan kaldırma potansiyeline sahip. Başka bir ifadeyle sosyalizm ancak işçi sınıfının aşağıdan yükselen kitlesel eylemi sonucu gerçekleşebilir. Marx’ın sözünü ettiği işçi devleti çoğunluğun azınlık üzerinde egemenlik kurduğu, demokratik meclislerden oluşan, siyasal alanı toplumun en geniş katmanlarına yayan gerçek bir demokrasiyi ifade eder. Kimilerinin sözünü ettiği gibi komplocu küçük bir azınlığın devleti ele geçirmesi sonucu ortaya çıkmış bir diktatörlük değildir. Marx, Fransa’da İç Savaş kitabında komün deneyimini
16 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İletişim Yayıncılık, çeviren Tanıl Bora, s.161.
18 Karl Marx, Fransa’da İş Savaş, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.20.
17 Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Politika ve Felsefe içinde, Belge Yayınları, çeviren Tektaş Ağaoğlu, s.131.
19 Karl Marx, Fransa’da İş Savaş, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.58.
59
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
aktarırken, asıl olarak vurguyu işçi demokrasisine yaptı. Ancak devrimi yapan işçi sınıfının çürümüş kapitalist devlet aygıtının yerine tüm iktidarın merkezileştirildiği bir işçi devleti geçirmesinin zorunluluk olduğunun altını çizdi. Birinci Enternasyonal içinde, sınıflar arasındaki çatışmanın nedenini devlet olarak gören Proudhon’a karşı çıktı. Otoritenin, devrimin zorunlu bir unsuru olarak ortaya çıktığını savundu. Kapitalist toplumu yıkan işçi sınıfının iktidarını kaybetmemesi için, işçi devletinin Paris Komünü tipinde önlemler alması gerektiğini anlattı. Bir işçi devleti her şeyden önce düzenli ordusuz, bürokrasisiz, daha baştan sönmeye yüz tutmuş komün tipi bir devlet olmak zorundaydı. Lenin de sıradan insanların devlet mekanizmasını idare edebileceği basitlikte bir işçi devleti tarif etti. Bu nedenle sosyalizmin öncelikli adımlarından birinin çalışma saatlerinin düşürülmesi olduğunu söyledi. Lenin Ekim devrimi üzerine yazdığı uzaktan mektupların toparlandığı bir derlemede, Nisan Tezleri’nde Komün’den 40 yıl sonra Rusya’da gerçekleşen 1905 ve 1917 devrimlerinde işçi sınıfının komün tipinde bir devlet kurduğuna işaret etti: “Artık kelimenin gerçek anlamıyla, daha şimdiden gerçek anlamda bir devlet olmayan devleti gösteriyorlar. Bu devlet, halktan ayrı ordunun ve polisin yerine halkın kendisinin doğrudan ve dolaysız silahlanmasını geçiren Paris Komünü tipi bir devlettir.”20
İşçi devletinde henüz burjuva toplumundan devralınan yöneten-yönetilen ayrımı ortadan kalkmış değildir. Çünkü işçi sınıfı, iktidara gelip burjuvazinin yöneten konumuna son verirken, yöneten sınıf pozisyonuna yükselir. Bir geçiş dönemi olan bu dönem kapitalizmin dünya ölçeğinde tasfiye edildiği sürekli bir mücadele dönemidir. İşçi sınıfının dünya ölçeğinde devrimi gerçekleştirmesi için yönetici konumunu sürdürebilmesi gerekir. Çünkü kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu çağda, tek ülkede sosyalizm olanaksızdır. Bir dünya sistemi olan kapitalizm, ancak dünya ölçeğinde ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle işçi sınıfı, tüm ülkelerde kapitalizme esaslı darbeler indirerek ilerleyebilir. Aksi takdirde, kapitalist dünya tarafından tecrit edilmiş bir ekonomik işleyiş, tıpkı 1917 devrimi sonrası Rusya’da olduğu gibi yıkıcı sonuçlar doğurur. Ve devrimin başarı şansı kalmaz. Marx, devleti sınıfsız topluma giden yolda sönümlenecek bir araç olarak değil, nihai hedef haline getiren ve “devlet sosyalizmi”ni savunan anlayışlarla arasına kalın bir mesafe koymuştu. Alman Sosyal Demokratlarının, Gotha Programı taslağında, komünistlerin geleceğe yönelik programlarında devletin sönümletilmesinden söz edecek yerde “özgür halkçı devlet” gibi hedeflerden 20 Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol yayınları, Çeviren Muzaffer Erdost, s.45.
60
söz etmesi, hem Marx’ın, hem de anarşistlerin haklı tepkilerine neden oldu. Engels “özgürlük” ve “devlet” gibi yan yana gelmemesi gereken kavramların bir arada kullanılmasını maskaralık olarak değerlendirdi: “Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra. Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalıp durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.”21
Marksizm içinde devlet teorisine ilişkin diğer bir tartışma İkinci Enternasyonal içinde yaşandı. Alman Sosyal Demokrat Partisinin önde gelen lideri Kautsky Marksizm’den önemli bir sapma olan bir devlet teorisi geliştirdi. İkinci Enternasyonal’in teorik yaklaşımına damgasını vuran ekonomizm, devlet sorununda kelimenin tam anlamıyla burjuva devletini savunmaktaydı. Bu yaklaşıma göre, kapitalizm artık kendi krizlerini çözebilirdi. Hükümet devleti ele geçirerek toplumsal yaşamı düzenleyen bir araç olarak kullanabilirdi. Dolayısıyla toplumsal dönüşüm işçi sınıfının politik devrimi yerine kademeli olarak barışçıl geçişlerle sağlanabilirdi. Bu anlamda soyut, genelleştirilmiş, “mutlak demokrasi”, genel oy, parlamentarizm ve hükümeti ele geçirme taktikleri reformizmin esas mücadele araçları olarak ele alındı. Lenin Kausky’yle mücadele etmek için kaleme aldığı Devlet ve İhtilal adlı kitabında Marx ve Engels’in devlete ilişkin fikirlerini yeniden ele aldı. Lenin de Marx gibi, işçi sınıfının var olan devlet mekanizmasını parçalaması gerektiğini savundu. Lenin, devletin sönümlenebilmesinin, ancak işçi sınıfının siyasal bir devrimle iktidarı alması ve işçi devletini kurmasıyla mümkün olabileceğini anlattı. Marksistleri anarşistlerden ve reformistlerden ayıran belli başlı özelliklerini aktardı: “Anarşistlerden bizi ayıran şey devletin şimdiki kullanılışıdır vb. ve (b) proletaryanın devrimi sırasındaki kullanılışıdır. Bu şimdiden pratikte pek büyük önem taşıyan bir meseledir. 21 K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, çeviren Barışta Erdost, s.54.
Marksizm ve devlet | Çağla Oflas
Oportünistlerden bizi ayıran daha derin, ‘daha ömürlü’ gerçeklerdir: (aa) devletin ‘geçici’ niteliği, (bb) şu anda devlet üzerine ‘gevezeliğin’ zararlılığı, (cc) proletarya diktatörlüğünün tamamen devletçi olmayan niteliği. (dd) devletle özgürlük arasındaki çelişki, (ee) devlet yerine ‘topluluk’ fikrinin (programda kavram terimi kullanılmaktadır) daha tam ve doğru olduğu. (ff ) militarizmin ve bürokratik mekanizmanın ‘yıkılması’dır.”22
Lenin de kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemini devrimci dönüşümler dönemi olarak tarif etti. Ve işçi devletiyle sınıfsız toplum arasındaki dönem arasındaki farkı net bir biçimde vurguladı. Buna göre geçiş dönemi işçi sınıfının iktidarına dayanan “devletli” bir dönemdir. Ancak bu devlet zihinsel emekle kol emeği arasındaki bölünmenin ortadan kalkmadığı, burjuva dar ufuklarının hâkim olduğu bir devlettir. Dolayısıyla geçiş dönemi sona erip sınıfsız topluma geçildiğinde devletin ve dolayısıyla “demokrasinin” sönümlendiği, özgürlüğün başladığı bir çağ başlamış olacaktır.
batıdaki gibi toplumsal bir devrimle Rusya’da kapitalist sınıfı yıkması gerektiğine işaret etti. Ancak Stalinizm’in dünya çapında yarattığı tahrifat büyük oldu ve halen devletçilik sosyalizmle aynı cümle içinde kullanılabilmektedir. Bugün Marksizm’in devlet çözümlemelerine ilişkin yanılsamaların kaynağında Stalinizm’in önemli bir payı var. Marksist devlet teorisi özellikle 1960 sonrasında Avrupa’da yükselen “yeni sol” siyasetin önemli hedefi haline geldi. Rusya’da giderek güçlenen devlet aygıtının ortaya çıkmasının kaynağı Marksizm’de arandı. Bu durum reformist fikirlerin yaygınlaşmasına yol açtı. Diğer yandan Rusya’daki sömürücü sınıfın bizzat devlet bürokrasisi olduğu görmezden gelindi. Oysa Marx ve Engels hiçbir zaman devletçi olmadılar. Aksine onlar, insanlığın eşit ve özgür bir toplum kurma yolundaki çabalarında, devleti engel olarak gördüler. Ve işçi sınıfının bu engeli ortadan kaldırmasının bir zorunluluk olduğunu savundular.
Lenin, demokrasiye ihtiyaç duyulmayan, zorunlulukların bittiği, insanlar arasındaki rekabetin sona erdiği, gerçek manada özgürlüklerin yaşanacağı bir tarihsel dönemden bahsediyordu. Lenin’in işçi devletinin geçiş toplumu olduğu ve bu geçiş toplumun aslında demokrasi olduğuna ilişkin fikirleri Stalinizm tarafından tahrip edildi. Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nin ürünü olan işçi iktidarı, devrimin tecrit olması ve iç savaş koşullarında sınıf halinde örgütlenen bürokrasi tarafından gerçekleştirilen karşı devrimle yıkıldı. Yerini batı kapitalizmiyle askeri ve ekonomik anlamda rekabet eden, üretim ilişkilerinde sermaye birikiminin hâkim olduğu devlet kapitalizmine bıraktı. Stalinizm tarafından tahrif edilen işçi devletinin “demokratik” özüne yapılan vurgu, yerini “diktatörlük” vurgusuna bıraktı. Rusya ve Doğu Bloğu ülkelerinde egemen olan diktatörlükler, devlete ilişkin yanılsamaların daha da derinleşmesine yol açtı. Devlet kapitalisti bu ülkelerin resmi ideolojisi haline gelen Stalinizm, devletçiliği ve devlet mülkiyetini sosyalizm olarak sundu. Böylelikle bürokrasi toplumdaki sınıfsal bölünmeyi gizleyebildi. Devlet mülkiyeti altındaki işletmelerde çalışan işçilerin sömürüldüğü gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. Oysa bu işletmelerin yönetiminde işçilerin söz hakkı ya da yönetime katılımı yoktu. Tüm yönetim bürokrasinin elindeydi. Stalinizm’den beslenen tüm akımlar devletçiliği kutsadılar. Rusya’daki sürecin gerçekçi bir şekilde değerlendirmesini ilk defa Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın önde gelen lideri Tony Cliff yaptı. Rusya’daki egemen sınıf haline dönüşen bürokratik devlet aygıtının işçi sınıfını baskı altında tuttuğunu anlattı. Ve işçi sınıfının 22 Lenin, Gotha Programının Eleştirisi Üzerine, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yayınları, çeviren Barışta Erdost, s.95.
61
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları Ferda Keskin
M
arx’ın adalet kavramına karşı olduğu ve kendi yapıtında bu kavramı kullanmaktan iki temel nedenle kaçındığı yolunda uzun zamandır savunulan bir tez var.1 Bu nedenler şöyle özetlenebilir: Birincisi, Marx’ın kapitalizm eleştirisinin içeriğinde adalete yer yoktur, çünkü ‘adalet’ temelde bir burjuva kategorisidir ve bu kategori açısından bakıldığında kapitalizm tümüyle adaletlidir. Dolayısıyla bu kategorinin postkapitalist bakış açısından yapılan bir kapitalizm eleştirisinde kullanılması aldatıcı olacaktır. İkincisi, yine Marx’a göre postkapitalist toplum adaleti gerektiren koşulları öylesine aşacaktır ki adaletten bahsetmek artık tedavülden kalkmış, kuru bir laf kalabalığına dönüşecektir. Ancak bu ikinci iddia Marx’a yöneltilen önemli bir eleştiriye temel oluşturmuştur. Söz konusu eleştiriye göre kurumsallaşmış Marksizm adalet koşullarını aş(a)mamış, uygulanan sosyalist politikaların yarattığı yeni sosyo-ekonomik koşullarla birlikte adalet kavramını gerektiren sorunlar ortaya çıkmış ve bu sorunlara getirilen çözümler, Marx’ın eserlerinde bu konuya dair hiç bir temellendirici veya yönlendirici çalışma olmadığı için, dehşet verici uygulamalardan başka bir şey üretmemiştir. Dolayısıyla Marx sadece postkapitalist toplumun müstakbel doğası hakkında yanılmakla kalmamış, aynı zamanda kurumsallaşmış Marksizmin bugüne kadar gelen tarihi boyunca hüküm sürmüş dehşetin de sorumlusu olmuştur. Bu eleştiriye cevap olarak Marx’ın kapitalizm eleştirisinin aslında gayet üstü örtülü ve dağınık bir şekilde de olsa belirli bir adalet kavramından faydalandığı, bu kavram çerçevesinde kapitalizmin adaletsiz olduğu ve bu noktadan yola çıkarak postkapitalist bir adalet teorisinin geliştirilebileceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla Marx’ın yukarıda dile getirilen eleştiriden muaf olduğu, çünkü teorisinin köklü bir şekilde revize edilmiş
1
62
Bu metnin yazılış aşamasında yorumları, eleştirileri ve önerileriyle bana yol gösteren Raymond Geuss ve bir süre önce yaşama veda eden Sidney Morgenbesser’a, adalet kavramını ve Marx’ın bu kavrama bakışını tartışarak çok şey öğrendiğim Kaan Atalay, Murat Borovalı ve Murat Özbank’a ve son olarak metnin son şeklinin okunabilir hâle gelmesinde büyük emeği geçen Ömer Albayrak’a teşekkür ederim. Metin içinde Marx’ın eserlerine ilk yayımlanış tarihleri üzerinden gönderme yapılmaktadır. Türkçe’ye çevrilip yayımlanmış metinlerden yapılan alıntılarda köşeli ayraç içine alınan kısımlar benim çeviride yaptığım değişiklikleri ifade eder. Henüz Türkçe’ye çevrilip yayımlanmamış olan tüm eserlere yapılan göndermelerde çeviriler bana aittir.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
ya da yanlış anlaşılmış olabileceği ve adalet sorunu hakkındaki ifadelerinin sosyalist projelerde ortaya çıkan uygulamaların fiili sorumluları tarafından aşırı bir şekilde yorumlanmış olduğu söylenebilir.2 Bu yüzden çağdaş Marksist düşüncenin Marksist bir adalet anlayışı geliştirmesi de bir zorunluluktur. Örneğin Norman Geras’a göre: “Sosyalizmi gözden düşüren suçlar ve trajedilerin tarihsel nedenlerinin karmaşık bütünü içinde, kimi zaman geleneksel ‘etik karşıtı’ bildirilerin yetkesine bürünen ahlâki kinizm hiç de o kadar masum değildir. Marksistler artık bu alandaki en eski çelişkinin ve kafa karışıklığının propagandasını yapmayı bırakıp kendi etik konumlarının sorumluluğunu üstlenmeli, bunları ifade etmeli, savunmalı ve inceltmelidirler. Gerektiği biçimde geliştirilmiş bir Marksist adalet anlayışı ... için zaman hiç de erken değildir.” (Geras: 1985, 85).
Norman Geras’ın bu kaygısı anlaşılabilir olmakla birlikte, burada çok önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Kuşkusuz postkapitalist toplumlarda ortaya çıkabilen farklı çatışma durumlarında adalet kavramına ihtiyaç duyulup duyulmayacağı geniş çaplı tartışmayı gerektiren bir soru, ama Marx’ın adalete dair söyledikleri neredeyse her zaman ‘dağılım adaleti’ kavramı çevresinde yoğunlaşıyor. 3 Dolayısıyla Geras’ın sözünü ettiği ahlâki kinizmi “tarihsel nedenlerinin karmaşık bütünü içinde” kuşatacak kadar geniş çaplı bir çalışma yapmadan önce daha dar bir alanı yani sadece dağılım adaleti kavramı çevresindeki tartışmayı ele almak gerekli görünüyor. Bu tartışma, Marx’ın kapitalizmin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmak için verdiği nedenler açısından açık bir öneme sahip. Çünkü Marx’ın bu nedenleri adalet kavramı üzerinde temellendirip temellendirmediğini tartışmalı hale getiriyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, bazı yorumculara göre Marx kapitalizmi adaletli bulmuş ve normatif olmayan nedenlerden dolayı ortadan kaldırılması gerektiğini düşünmüştü. Bazılarına göreyse Marx kapitalizmi adaletsiz bulmuş ve kapitalizm eleştirisini en azından kısmen normatif bir düzeyde geliştirmişti. Marx’ın metinlerinde her iki yorumu da destekleyebilecek çok sayıda ifadenin bulunduğunu bu tartışmaya katılan herkes kabul ediyor. Dolayısıyla, Norman Geras’ın 2
Bu tür bir eleştiriye örnek olarak bkz: (Lukes: 1985, 62-63 ve Lukes: 1998, 90) ve (Larmore: 1987, 118). Ve bu tür bir eleştirinin önünü kesmeyi hedefleyen itirazlara dair örnekler için bkz: (Geras: 1985, 85) ve (Soper: 1987, 101-10).
3
Marx’ın ceza hukukunu ve adaletini tartıştığı kimi özel durumlar da var. Bunun bir örneği New York Daily Tribune için 18 Şubat 1853’te yazdığı “İdam Cezası” başlıklı makalesi; ayrıca Kutsal Aile’de de bu konuya ayrılmış kimi kısa bölümler bulmak mümkün. Bu bölümler temelinde Marx’ın ceza hukuku üstüne görüşlerine ilişkin bir tartışma Murphy’de (1980) bulunabilir. Bununla birlikte bu bölümler mevcut tartışma açısından bir önem arz etmiyor.
dediği gibi, genellikle insanların ileri sürdüğü “argümanların gerçek temeli çoğu zaman metinler değil, yorumun ihtiyaçları” olabiliyor (Geras: 1985, 67). Aşağıda Marx’ın bu tartışmaya yol açan eserleriyle ilgili belli başlı bir takım yorumları ve bu yorumları desteklemek amacıyla kullanılan metinleri ele alacağım. Daha sonra Marx’ın kendi söylediklerine mümkün olabildiğince sadık kalarak bu yorumlardan birine taraf olmaya çalışacağım. Tartışmaya sosyo-ekonomik bir sistemin değerlendirilmesiyle ilgili üç temel ve yalın ayrımla başlayacağım. İlk ayrımı, bu tür bir sistemin adalet temelli ve adalet temelli olmayan değerlendirmeleri arasında yapıyorum. Yapacağım bir sonraki ayrım ise Allen Buchanan’ın da altını çizdiği gibi adalet temelli bir değerlendirmenin içerebileceği iki eleştiri türünü ilgilendiriyor: dışsal eleştiri ile içsel eleştiri. Bir sistemin adalet açısından içsel eleştirisi, ancak o sistemin kendi adalet kavramı, sistemin eleştirisi için bir malzeme sunuyorsa, diğer bir deyişle sistem kendi normlarının gereklerini yerine getirmekten acizse mümkündür. Dışsal bir eleştiri ise ya alternatif bir adalet anlayışına ya da adalet temelli olmayan bir değerlendirme anlayışına göre yapılabilir (Buchanan: 1982, 54-56). 4 Üçüncü ayrımı ise göreceli ve tarihaşırı adalet anlayışları arasında yapacağım. Bu makale bağlamında benimsenecek tanım gereği, göreceli adalet anlayışında belirli bir adalet anlayışının belirli bir üretim biçiminden kaynaklandığı ve sadece o üretim biçimi için geçerli olduğu düşünülecek. Tarihaşırı adalet anlayışında ise belirli bir adalet anlayışının bütün zamanlar için geçerli olduğu ve bütün üretim biçimlerini eleştirmek için kullanılabileceği öngörülecek. İlk bakışta bu ayrım sıradan ve görece basit bir şey gibi görünebilir ama Marx’ın ele aldığımız sorun hakkındaki görüşlerini anlayabilmek açısından büyük önem kazanacak belirli karmaşıklıkları içeriyor, çünkü bir adalet anlayışının nasıl ortaya çıktığı sorusu, bu anlayışın nelere uygulandığı ya da uygulanabileceği sorusuyla aynı değil. Yukarıdaki ayrımları dikkate aldığımızda aşağıdaki eleştiri biçimlerinin mümkün olduğunu görüyoruz: (i) kapitalizmin adalet temelli olmayan eleştirisi (ii) kapitalizmin kendi adalet anlayışı temeli ve doğrultusunda eleştirisi (iii) kapitalizmin anti-kapitalist ama başka bir üretim biçimine göreceli bir adalet anlayışına dayalı eleştirisi. (iv) kapitalizmin tarihaşırı bir adalet anlayışına dayalı eleştirisi. 4
Burada sadece adalet sorunu kapsamında kullandığımız bu ayrım kuşkusuz özellikle erken dönem Frankfurt Okulu tarafından Hegel ve Marx’dan yola çıkarak ‘içkin eleştiri’ adı altında geliştirilmiş ve sistemli bir şekilde ‘araçsal akıl,’ ‘aydınlanma’ ve ‘kültür endüstrisi’ gibi alanlara uygulanmıştır.
63
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
Bu eleştiri biçimlerinden ilki kapitalizmin ‘adaletli’ olduğunu kabul edecek ama onu başka nedenlerden dolayı mahkûm edecek. Diğer üçünün ise kapitalizmin adaletli olmadığını savunan Marx yorumu altında düşünülmesi gerekiyor. Açıkça görülüyor ki (ii) içsel bir eleştiri, diğerleri ise dışsal eleştiriler. Aynı biçimde (ii), (iii) ve (iv) birbiriyle uyumlu, yani bir taraftan kapitalizmi kendi adalet anlayışına dayalı olarak eleştirir ve mahkûm ederken, diğer taraftan da bu anlayışın yine de bir başka adalet anlayışına kıyasla kusurlu olduğunu ileri sürmek mümkün ve bu kıyaslamada kullanılan adalet anlayışı bir başka üretim biçimine göreceli ya da bütünüyle tarihaşırı olabilir. Birinci eleştiri biçimini benimsemek ise az sonra ele alacağımız nedenlerden ötürü diğer üçünü reddetmeden mümkün değilmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla önce ayrıntılı olarak birinci eleştiri biçimini ve gerekçelerini ele aldıktan sonra, kapitalizmin adaletli olmadığını savunan diğer üç eleştiri biçimini birbirleriyle ilişki içinde tartışacak ve taşıdıkları sorunları göstermeye çalışacağım. Yukarıda birinci eleşitiri biçimi olarak adlandırdığımız ve Tucker-Wood yorumu olarak bilinen yaklaşıma göre, Marx kapitalizmi adaletsiz bulmamıştır ve kapitalizme getirdiği eleştiride adalet kavramına yer yoktur. (Tucker:1969, Wood: 1972, 1979, 1981). Bu yorumun temelinde yatan ana fikir ise Marx’ın tarihsel maddeciliğe olan taahhüdüdür. Söz konusu görüşe göre, hukuki kurumlar olarak adalet ve haklar, üretim biçimlerinden doğar ve bunlara tekabül eder. İşlevleri, üretimin failleri arasındaki işlemleri meşru hâle getirmektir. Bu işlemler, üretim ilişkileri olarak, spesifik bir üretim biçimini tarif eder. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı önsözde çizdiği bu tarihsel maddeci çerçeveyi Kapital’de adalet sorununa da uyguluyor: “Burada, Gilbart’ın yaptığı gibi doğal adaletten söz etmek ... saçmadır. Üretimi yürütenlerin arasında geçen işlemlerin adaleti, bunların, üretim ilişkilerinin doğal [sonuçları olarak ortaya çıktıkları] olgusuna dayanır. Bu ekonomik işlemlerin, ilgili tarafların iradi hareketleri olarak, kendi ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve bir üçüncü tarafa karşı yasa zoruyla kabul ettirilebilir sözleşmeler olarak göründükleri hukuki biçimler, sırf biçimler olarak bu içeriği belirleyemezler. Bunlar onu yalnızca ifade ederler. Bu içerik üretim tarzına tekabül ettiği, ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temelinde üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olması gibi.” (Marx: 1894, 460-61 ve Marx: 2003(c) 298-299).
Marx’ın ‘emeğin hâsılatının adaletli dağılımını’ talep eden Gotha Programı’na tepkisi de içerik olarak yukarıdaki paragrafla tutarlı:
64
“‘Adil bir [dağılım]’ nedir? Burjuvalar bugünkü [dağılımın] ‘adil’ olduğunu iddia etmiyorlar mı? Ve aslında bugünkü üretim tarzı temelinde tek ‘adil’ [dağılım] değil mi? Ekonomik ilişkiler, hukuksal kavrayışlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukuksal ilişkiler ekonomik ilişkilerden mi kaynaklanır?” (Marx: 1875, 528 ve Marx: 2004, 172).
Ancak ortada bir gerçek var ki Marx’a göre emekçi ile kapitalist arasındaki ücret ilişkisi, kapitalistin emekçiden sürekli artık değer söküp aldığı bir süreç olduğu için esas itibarıyla sömürüye dayalıdır.5 Dolayısıyla burada Marx’ın sömürü kavramının normatif bir içeriğe sahip olup olmadığı sorusunu gündeme getirmek gerekiyor, çünkü ‘sömürü’ olağan kullanımı itibarıyla normatif yük taşıyan bir terim. Diğer bir deyişle, sömürü –en azından sezgisel düzeyde– sömürülene karşı bir adaletsizlik olduğuna göre, kapitalizmin adaletsiz olduğunu düşünmemiz gerekmez mi? Marx’ın bu soruya cevabı olumsuz: “Para sahibi bir günlük emek-gücünün değerini ödemiştir; bunun için onun bir günlük kullanımı, bir günlük emek ona aittir. Emek-gücünün günlük [geçiminin] yarım günlük çalışmaya malolmasına karşılık aynı emek-gücünün tam bir gün çalışabilmesi ve dolayısıyla bir gün zarfında kendisi için ödenenin iki katı değer yaratması, kuşkusuz satın alan için iyi bir şanstır, ama satıcı için hiç de haksızlık değildir.” (Marx: 1867, 301 ve Marx: 2003 (a), 195. İtalikler benim).
Dolayısıyla emek gücü eşdeğeriyle mübadele edilmiştir. Ama öyleyse kapitalizmin adaletli olması gerekir, çünkü kapitalizmin hukuki formları eşdeğer olanın eşdeğer olanla mübadelesini gerektirir ve kapitalistle emekçi arasındaki ekonomik işlem yani ücret ilişkisi bu kuralı ihlâl etmez. Marx, “Gotha Programının Eleştirisi”nde aynı bakış açısıyla hakkın da “hiçbir dönemde toplumun ekonomik yapısından ve bu yapının koşulladığı kültürel gelişiminden daha yüksek” olamayacağını 5
Klasik ekonomi politiğin izinden giden Marx ‘bir malın mübadele değerinin, üretimi için harcanan ve maddileşen emeğin miktarı tarafından belirlendiğini’ savunuyor. Dolayısıyla bir mal olarak emek gücünün değeri de üretimi için gereken emeğin miktarı tarafından belirlenir. Buna göre, emek gücünün üretimi için zorunlu olan, emekçinin günlük geçimini sağlayacak araçlardır. Dolayısıyla emek gücünün mübadele değeri, emekçinin hayatta kalmasına ve çalışabilecek durumda olmasına yetecek kadar geçim aracının üretimi için gereken emek miktarına eşittir. Fakat soyut emek gücünün üretim sürecine girip somutlaştıktan sonra bir iş gününde ürettiği (kapitalist tarafından belirlenen) emek miktarı, emeğin mübadele değerini belirleyen emek değerinden fazladır. Diğer bir deyişle, emek gücünün kullanım değeri mübadele değerinden daima fazladır. Emek gücünün kullanım değeri ile mübadele değeri arasındaki, kapitalist tarafından temellük edilen bu fark artı değerdir. Ve emekçiden artı değerin sökülüp alınması, ki sömürünün anlamı budur, kapitalizmin esasını teşkil eder.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
savunuyor (Marx: 1875, 531 ve Marx: 2004, 177). Nitekim Marx açısından komünist toplumun erken aşaması tam da bu noktayı resmeden bir durum. “Rahminden çıktığı eski toplumun doğum izlerini hâlâ üzerinde taşıyan” bu aşamada, tüketim araçlarının bireyler arasındaki dağılımı eşit hak ilkesini temel alır. Ama bu dağılımda “meta eşdeğerlerin mübadelesindekiyle aynı ilke geçerlidir: bir biçimdeki verili emek miktarı, başka bir biçimde eşit bir emek miktarıyla mübadele edilir.” “Demek ki [ilke ile pratik artık kavgalı olmasa da buradaki eşit hak, meta mübadelesinde eşdeğerler mübadelesi tek tek durumlarda değil, sadece ortalama düzeyde yer aldığı halde], hâlâ ilke olarak burjuva haktır.
Bu ilerlemeye rağmen, [burjuva bir sınırlama, bu eşit hakkı sürekli olarak yaralamayı sürdürür]. Üreticilerin hakkı, sağladıkları emekle orantılıdır; eşitlik, ölçümün eşit bir standartla, emekle yapılmasından ibarettir.” (Marx: 1875, 530 ve Marx: 2004, 176). Bu eşit hak, bir burjuva sınırlandırmasınca yaralanır, çünkü bu erken aşamanın ekonomik yapısı kapitalizmin ayırdedici niteliklerinden biri olan ve eşdeğer malların mübadelesinde kullanılan dağılım ilkesinin aynısını, yani eşit standartı temel alan bir dağılım ilkesini gerektirir. Dolayısıyla, tekrar edelim, Marx’a göre hak asla toplumun ekonomik yapısından daha yukarıda olamaz. Bütün bu pasajlar nasıl yorumlanabilir? Spesifik bir üretim biçimini temel alan spesifik bir sosyo-ekonomik sistem hakkında, o üretim biçimine tekabül eden veya etmeyen bir adalet anlayışının bakış açısından yargı üretmenin imkansız olduğu sonucuna varmak doğal görünüyor. Ama yukarıda Marx “kapitalist üretim temelinde üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olması gibi” demişti. Yani Marx bir yandan kapitalist bakış açısından köleciliğin adaletsiz olduğunu, bir yandan da kapitalizmin kendi işleyişindeki bazı uygulamaların (örneğin metaların kalitesine hile karıştırmak) yine kapitalizmin adalet anlayışı bakımından adaletsiz olarak tanımlanabileceğini söylüyor. O hâlde Marx’a göre kaynağı spesifik bir üretim biçiminde olan bir adalet anlayışını, o üretim biçiminin kendisi ya da başka üretim biçimleri hakkında değerlendirme yapmak için kullanmak mümkün mü? Bu soruya iki ayrı düzlemde cevap vermek gerekiyor. Evet, kapitalizmin kendine özgü bir adalet anlayışı vardır ve kapitalizm bu adalet anlayışı açısından gerek kendi içindeki bazı uygulamaları gerekse de başka üretim biçimlerini eleştirebilir. Ama bu, Marx’ın kendi ekonomi politik eleştirisinde adalet kavramına yer olduğunu ya da Marx açısından adalet temelli bir eleştiri yapmanın anlamlı olduğunu göstermez. Elbette çeşitli üretim
biçimlerini spesifik bir göreceli adalet anlayışı temelinde yargılayabiliriz. Ama bunun köle ekonomisini, kölelik tarafından belirlenen üretim biçimlerinin gelişim aşamasını vb. anlamak noktasında bize en ufak bir katkısı olmayacaktır. Burada Marx’ın Aristoteles’e getirdiği eleştiriyi hatırlamak faydalı olacaktır. Marx’a göre Aristoteles, soyut emek nosyonuna sahip olmadığı için kölecilik üzerine kurulu antik çağ toplumunun ekonomik yapısını anlayamamıştır. Biz ise ancak kapitalizmle ortaya çıkan bu nosyonu kullanarak söz konusu dönemin ekonomik yapısını anlayabiliriz. Dolayısıyla açıklayıcı nosyonların tarihaşırı biçimde kullanılmasında bir sakınca yoktur, ama normatif nosyonları tarihaşırı bir biçimde kullanmak anlamsızdır, çünkü birincisinin açıklayıcı bir değeri varken ikincisinin yoktur (Marx: 2003(a), 69-71). Buna ek olarak, daha geniş bir perspektiften bakıldığında, adalet ve hak gibi üstyapı kavramları yoluyla kapitalizm eleştirisi fikrinin reformist sonuçlara yol açacağı ileri sürülebilir. Ama Marx’ın bu tür sonuçları reddetmek için yeterli gerekçesi var. Kapitalizmin esası artık değerin temellük edilmesinde, yani sömürüde yatıyorsa ve eğer kapitalizm ortadan kaldırılacaksa, o zaman öncelikle esasını teşkil eden şeyin, sömürünün ortadan kaldırılması gerekir. Oysa hukuki reformlar ücret düzeyinin iyileştirilmesini, sömürüyü azaltmayı amaçlar, ortadan kaldırmayı değil. Dolayısıyla aldatıcıdırlar (Tucker: 51; Buchanan: 1982, 56-7 ve Geras: 1985, 52). Bahsettiğimiz argümanlar göz önüne alındığında açıkça görülüyor ki Marx kapitalizmi adalet temelinde mahkûm etmemiştir. Ancak bir sorunun cevabı hâlâ verilmiş değil: Marx postkapitalist toplumun bir adalet anlayışı içereceğini düşünüyor muydu? Mevcut yorum, bu soruya komünizmin adalet koşullarını aştığını öne sürerek cevap veriyor. Aslında David Hume’un tanımladığı bu koşullar, genelde, dağılım adaleti ilkelerini zorunlu kılan kıtlık ve kıt mallar için rekabet temelinde gelişen çatışmayı içerir. Dolayısıyla komünizmin bu koşulları aşacağını söylemek, komünist üretim biçiminin kıtlık ve çatışma sorununu adaletli dağılım ilkelerine ihtiyaç kalmayacak ölçüde halledeceği anlamına geliyor (Buchanan: 1982, 57). Ancak komünist toplumda kaynaklar ve tüketim araçları ne kadar bol olursa olsun, yine de bunların dağılımını düzenleyecek bir ilkeye ihtiyaç olacaktır. Dolayısıyla burada sorulması gereken soru, bu ilkenin adalet fikriyle herhangi bir ilgisinin olup olmadığı. Bu ihtiyacın ve onu takip eden sorunun farkında olan Marx, komünizmin iki aşamasını birbirinden ayırıyor ve her aşama için ayrı bir ilke belirliyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Marx’a göre erken aşama eşit hak ilkesinin hâkim olacağı bir duruma tekabül ediyor: Bu aşamada her bireyin tüketim
65
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
araçlarından alacağı pay, sağladığı emek miktarıyla yani topluma katkısıyla orantılı olarak tanımlanıyor. Bu ilkedeki eşitlik ise “ölçümün eşit bir standartla, emekle yapılıyor” olmasından kaynaklanıyor. Fakat Marx bu ilkenin de esası itibarıyla kusurlu olduğunu öne sürüyor, çünkü: “Bir insan fiziksel ve zihinsel olarak başka birinden üstündür ve dolayısıyla aynı zaman içinde daha fazla emek arzeder ya da daha uzun süre çalışabilir. Ve emek, bir ölçü olarak hizmet görmesi için, süresi ya da yoğunluğuna göre tanımlanmalıdır, aksi takdirde bir ölçü standardı olmaktan çıkar. Bu eşit hak, eşit olmayan emek için eşit olmayan bir haktır. Hiçbir sınıf farklılığını kabul etmez, çünkü herkes başka herkes gibi sadece bir işçidir; fakat örtük bir şekilde, eşit olmayan bireysel yeteneği ve dolayısıyla üretken kapasiteyi doğal ayrıcalık olarak kabul eder. Bu nedenle, her hak gibi, içeriği bakımından bir eşitsizlik hakkıdır. Hak doğası gereği, ancak eşit bir standardın uygulanmasında söz konusu olabilir; fakat eşit olmayan bireyler (eşitsiz olmasalardı, farklı bireyler olmazlardı), eşit bir görüş noktasına getirildikleri, sadece tek bir yanlarıyla alındıkları, örneğin bu örnekte sadece işçi sayıldıkları ve onlarda başka her şey gözardı edilerek fazlası görülmediği sürece, eşit bir standartla ölçülebilirler. Dahası, bir işçi evlidir, başka biri değildir; birinin ötekinden daha fazla çocuğu vardır vb. Demek ki, eşit bir emek performansıyla ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonunda eşit bir payla birlikte, aslında biri diğerinden daha fazlasını alacaktır, biri diğerinden daha zengin olacaktır vb. Bütün bu kusurlardan sakınmak için, [hakkın] eşit olmak yerine eşitsiz [olması gerekirdi].” (Marx: 1875, 530-31 ve Marx: 2004, 176).
Steven Lukes’a göre, bu paragraftan çıkarılması gereken önemli bir sonuç var: Marx’ın itirazı, spesifik bir adalet ilkesinin adaletli olmaması değil; gerekçelendirilebilir talepler belirleyen herhangi bir kurallar sisteminin, doğası gereği bütün insanları tek bir veçheden ele alarak hepsine ortak bir standart uygulaması ve diğer veçheleri göz ardı ettiği için aslında onlara eşitsiz bir biçimde muamele ediyor olması. Ama o zaman genel kurallarla işlediği ölçüde bütün toplumsal sistemler eşitsizlik üretecektir. Dolayısıyla, diyor Lukes, doğası gereği insanlar arası belirli farklılıkları farklı muamelenin zemini olarak ayıran ve seçen bütün hukuki veya ahlâki kuralları Marx tam da bu nedenden dolayı ‘soyut’ ve ‘tek taraflı’ bulmuş olmalıdır (Lukes: 1985, 56-7 ve Lukes: 1998, 83-84). Bu doğruysa, o zaman komünizmin erken aşaması komünizm öncesi toplumun kusurlarını bünyesinde hâlâ barındırıyor demektir. Ama komünizmin daha ileri aşaması, adaletli bir dağılımı zorunlu hale getiren kusurları ortadan kaldırarak bütün dağılım adaleti sorununu anlamsız kılacaktır. Bu kusurlar “herkesten yeteneğine göre, herkese [ihtiyaçlarına] göre” (Marx: 1875, 531 ve Marx: 2004) formülüyle ortadan
66
kalkacaktır, çünkü bu formül bir dağılım adaleti ya da eşitlik ilkesi teşkil etmez. İnsanların ihtiyaçları, yetenekleri ve topluma katkılarıyla ters orantılı olabilir ve zaten her halükarda her insan normal olarak diğerinden farklı olacaktır. Dolayısıyla bu formülün ifade ettiği şey bir yoruma göre bir ‘kardeşlik etiği’ (Tucker: 38), bir diğerine göre ise komünizmin nasıl bir şey olacağının betimlenmesidir (Buchanan: 1982, 58). ‘Burjuva hakkının dar ufkunun bütünüyle aşıldığı’ bir aşamayı nitelendirir. Lukes açısından bunun anlamı söz konusu aşamada artık burjuva hakkı olmayacağı gibi, hukuki ya da ahlâki kuralların da olmayacağıdır: “Burada ufuk, burjuva Recht’inin belirlediği eylem ve düşünceye bir sınır getirmektedir; onun ötesinde artık ne burjuvazi ne de Recht’ olacaktır.” (Lukes: 1985, 57 ve Lukes: 1998, 84). Dolayısıyla komünizmin ihtiyaçlar ilkesi adalet koşullarını aşacaktır. Bu öndeyi, kapitalizmin kendi adalet standartlarına göre adaletli olduğu sonucuyla birlikte düşünüldüğünde, bizi adalet kavramının Marx’ın düşüncesiyle hiçbir ilgisinin olmadığı nihai sonucuna götürüyor. Her ne kadar yukarıda ele alınan yorum, Marx’ın metinleri tarafından desteklense ve bu yüzden gayet ikna edici gibi görünse de, makalenin başında ciddi alternatifleri olduğunu belirtmiştim. Kuşkusuz bu alternatifler arasında bizim açımızdan önemli olanların ortak noktası, Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulduğu için eleştirdiğini iddia ediyor olmaları. Bu iddianın temelinde ise yine Marx’ın kendi ifadeleri var. Ayrıldıkları nokta ise Marx’ın kapitalizmi ne tür bir adalet anlayışına uygun olarak adaletsiz bulduğuyla ilgili. Bu çerçevede dikkate değer olan ve yukarıda kapitalizme getirilebilecek ikinci eleştiri biçimi olarak tanımladığımız bir yaklaşım, Marx’ın kapitalizmi kapitalizmin kendi kriterlerine göre adaletsiz bulduğunu öne sürüyor. Nancy Holstrom’un argümanından (Holmstrom: 1977, 353-69) esinlenen Alan Buchanan, kapitalist üretim biçiminin karakteristik özelliği olan kapitalist ile işçi arasındaki ücret ilişkisinin kapitalist adalet anlayışının normatif içeriğini ihlâl ettiğini ileri sürüyor. Buchanan’a göre kapitalist adalet anlayışı özgürlük ve eşitliğe büyük önem verir ve ücret ilişkisinin meşruiyetini, bu ilişkide eşdeğerlerin özgürce mübadele ediliyor olmasında temellendirir. Ama bu meşrulaştırma, eşdeğerlerin mübadelesi ancak çok dar bir açıdan görüldüğünde ve geri planından soyutlandığında mümkündür. İşlemin ötesine geçtiğimizde, görürüz ki emekçi ile kapitalistin konumları arasındaki derin eşitsizlik nedeniyle mübadele özgür değildir. Dolayısıyla ücretli emek ilişkisinin özgürlüğü ve eşitliği bir yanılsamadır.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
Özgürlük ve eşitlik ideallerini ciddiye aldığımızda ve tutarlı bir şekilde uyguladığımızda ve bunların uygulanmasını keyfi bir şekilde daraltmayı reddettiğimizde, kapitalizmin kendi adalet standardı kapitalizm eleştirisi için malzeme sağlar. (Buchanan: 1982: 54).6
satın aldığı emek gücünün özel bir biçimde kendi değerinden daha fazla bir değer üretme niteliğine sahip olmasını Marx sadece kapitalistin şansı olarak nitelendiriyordu. Fakat aynı Marx’ın farklı fikirde göründüğü bölümler de var. Örneğin:
Buchanan’ın yukarıda dile getirdiği bu itirazın ileri sürdüğü görüşü ispat edebildiğini söylemek güç. Öncelikle kapitalizmin içsel ilişkileri göz önüne alındığında, ücret ilişkisinin özgür bir ilişki hâline getirilmesi mümkün değil. Bu ilişkide emekçi emek gücünü satmaya mecbur ediliyor, çünkü üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistin elinde. Dolayısıyla özel mülkiyet ile ücret ilişkisi arasında analitik bir bağ olduğu açık. Bu yüzden üretim araçlarının mülkiyetinin adaletsiz olduğu ispatlanmadığı takdirde, emekçinin mübadelede özgür olmaması mübadelenin adaletsiz olduğu sonucuna götürmüyor. Oysa kapitalist adalet anlayışı söz konusu olduğunda özel mülkiyet adaletli. Dolayısıyla argüman bize kapitalizmin bir içsel eleştirisini sunmuyor. Sorun, Buchanan’ın ücret ilişkisinde eşdeğerlerin mübadelesinin ötesine baktığında yeterince uzağa bakmamasından kaynaklanıyor gibi görünüyor.
“Ek emek-gücü ile birleştirilen üretim araçları ve emekçinin geçimini sürdürdüğü gerekli tüketim maddeleri, artık-ürünü [oluşturan parçalardan], yani kapitalist sınıfın, işçi sınıfından her yıl karşılığını ödemeden koparıp aldığı haraçtan başka bir şey değildir. Kapitalist sınıf, aldığı haracın bir kısmı ile, tam fiyatını ödeyerek emek-gücü satın almakla ve böylece eşdeğer şeyler [mübadele etmekle] birlikte, bu alışveriş ... ondan soyduğu para ile [fethettiğinden] mal satın alan bütün (fethedenlerin] başvurduğu eski bir oyundan başka bir şey değildir... Eşdeğerlerin [mübadelesi], yani bizim yola çıktığımız ilk işlem, şimdi öylesine tersine dönmüştür ki, ortada sadece görüntüde bir [mübadele] söz konusudur. Bunun ilk nedeni, emek-gücü ile [mübadele edilen] sermayenin kendisinin, [başkalarının] eşdeğeri verilmeksizin [temellük edilen] emeğinin ürününün bir kısmından başka bir şey olmamasıdır; sonra, bu sermaye, onu üreten tarafından yalnız yenilenmekle kalmaz, aynı zamanda, onunla birlikte ek bir fazlanın katılması da zorunludur. Kapitalist ile emekçi arasındaki [mübadele] ilişkisi, dolaşım sürecine [ait salt bir görüntü], alışverişin gerçek niteliğine yabancı ve yalnızca onu gizemli hâle getiren bir biçim [hâline gelir]. Emek-gücünün durmadan yinelenen alımı ve satımı, şimdi yalnızca bir biçimden ibarettir ve aslında olan şudur; kapitalist, tekrar ve tekrar, hiçbir eşdeğer vermeksizin, [başkalarının] daha önce maddeleşmiş emeğinin bir kısmını [temellük etmekte] ve bunu [başkalarının] daha büyük miktarda canlı [emeğiyle mübadele etmektedir.]” (Marx: 1867, 728-30 ve Marx: 2003(a), 556-557).
Sonuç olarak, kapitalizmi kendi adalet kriterleri temelinde eleştirmek, kapitalizmi tamamen adaletli olarak gören kapitalizm eleştirisinin ciddi bir alternatifi değil. Ancak Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulduğu için eleştirdiğini öne süren iki görüş daha var. Bunlardan birinicisine göre Marx kapitalizmi postkapitalist ve dolayısıyla göreceli bir adalet anlayışından hareketle eleştirirken, ikincisine göre tarihaşırı bir adalet anlayışı açısından eleştiriyor. Çıkış noktasını yine Marx’ın metinlerinde bulan bu iki görüşü şimdi birlikte ele alacağım. Yukarıda artık değerin temellük edilmesinin Marx’a göre işçi açısından hiçbir biçimde adaletsizlik demek olmadığını, çünkü kapitalizmde geçerli olan ücret ilişkisinin eşdeğerlerin mübadelesinden ibaret olduğunu belirtmiştim. Eşdeğer karşılığını verip 6
Kapitalizmin buna benzer bir içsel eleştirisi Buchanan’dan çok önce Herbert Marcuse tarafından da dile getiriliyordu. Kapitalist üretim biçimine geçiş ve emeğin özgür iradeyle alınıp satılır bir şey olmasıyla birlikte ihtiyaçların tatmini ve isteklerin karşılanmasının bireyin kendisine bağlı hâle geldiği iddiasını hatırlatan Marcuse, bu aşamada insanlara daha fazla talep ve ihtiyaç alanı açıldığını ve bu alanın ihtiyaçları tatmin edebilecek meta ile doldurulduğunu belirtir. Bu anlamda kapitalizmin bireye getirdiği özgürlük söz konusu tatmin dolayısıyla yeni bir mutluluk türünü de vadeder görünmektedir. Ancak Marcuse’ye göre insanlar arasındaki bu soyut eşitlik kapitalist üretimde kendini somut eşitsizlik olarak gerçekleştirdiğinde söz konusu mutluluk da evrensel olmaktan çıkar, çünkü yalnızca küçük bir insan grubu bu mutluluğu sürdürmek için gerekli olan malları satın alacak güce sahiptir. Dolayısıyla, eşitlik mutluğu sağlayacak araçlara ulaşmanın koşullarını kapsamaz ve bu da kapitalizmin başlangıçtaki vaadini yerine getiremediği anlamına gelir. (Marcuse: 1968, 97)
Dolayısıyla bu pasaja göre ücretli-emek yalnızca görüntüde bir eşdeğerler mübadelesidir, çünkü bu işlemde kapitalistin emek-gücü ile mübadele ettiği sermaye aslında başkalarının daha önceki emeğinin ürünü olan ama kapitalist tarafından eşdeğeri verilmeksizin temellük edilmiş, yani “zimmetine geçirilmiş” (Marx: 1867, 611 ve Marx: 2003(a), 583) bir değere tekabül eder. Üstelik ücretli-emek ilişkisinin her aşamasında bu sermaye, onu daha önce üretmiş olanlar tarafından yenilenmekle kalmaz, aynı zamanda yeni bir temellük yoluyla katlanarak büyür. Öte yandan Marx, emekçi ile kapitalist arasındaki ücret ilişkisinin yalnızca dolaşım sürecinde söz konusu olduğunda eşdeğerlerin bir mübadelesi olarak değerlendirilebileceğini söylüyor. Bundan da ilişkinin yalnızca mübadele alanı içinde, yine bu alana içsel olan değer yasasına uygun olarak adaletli olduğu sonucu çıkıyor. Norman Geras’a göre, işçi ile kapitalist arasındaki sözleşmenin ötesine geçip bu bireysel ilişkiyi
67
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
daha geniş sınıf bağlamı içinde ele alacak olursak, ücret ilişkisinin yalnızca görünürde eşdeğerlerin mübadelesi olduğunu, aslında eşdeğerlerin mübadelesi olmadığını, aslında hakiki bir mübadele olmadığını görürüz (Geras: 1985, 55). 7 Sömürü soygundur, zimmetine geçirmedir, hırsızlıktır (Husami: 1978, 4345). Bu, artık değerin onun üzerinde hiçbir hakkı olmayanlar tarafından temellük edilmesidir. Dolayısıyla adaletli değildir. Fakat Marx daha önce artık değerin temellük edilmesinin kapitalist üretim tarzına uygun tek ahlâki kritere göre adaletli olduğunu söylemişti. O hâlde sömürü yalnızca dışsal bir bakış açısından, proleter, postkapitalist bir adalet anlayışı açısından adaletsiz olmalıdır. Özellikle, kapitalist ücret ilişkisi “tam da sömürüye dayanan bir sistem olarak emeğe katkısı oranında karşılığını vermediğinden ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelik olmadığından adaletsizdir.” (A.g.y., 78) Dolayısıyla ücret ilişkisi, sırasıyla komünist toplumun iki aşamasını niteleyen katkı ilkesine göre de ihtiyaçlar ilişkisine göre de kusurludur. Bu noktayı Elster daha ileriye götürüyor: “O zaman katkı ilkesi Janus benzeri bir kavram gibi görünür. Bir yandan bakıldığında, kapitalist sömürüyü [adaletsiz olduğu için] mahkûm eden bir adalet ölçütü olarak hizmet eder. Tam gelişmiş komünizmin üstün noktasından bakıldığında, ilkenin kendisi, [ihtiyaçlar] ilkesinde ifade edilen daha yüksek standart tarafından yetersiz bulunup mahkûm edilir… Böylece Marx’ta hiyerarşik bir adalet teorisi vardı, bu teoriye göre [ihtiyaçlar] ilkesi uygulama için henüz tarihsel olarak olgunlaşmamış iken, katkı ilkesi bir-ikinci-en-iyi ölçüt sunmaktadır. Kapitalist sömürü iki kere adaletsizdir, çünkü ne bir ilkeye ne de ötekine uygundur. Komünizmin ilk aşamasının “eşit hakkı” da adaletsizdir, ama daha az böyledir, çünkü yalnızca [ihtiyaçlar] ilkesini ihlal etmektedir.” (Elster: 1985, 229-230 ve Elster: 2004, 229).
Kapitalist sömürü, post-kapitalist, yani sosyalist ve komünist dağılım ilkelerine göre adaletsizse kapitalist adaletin postkapitalist adalet anlayışı açısından mahkûm edilmesi gerekir. Fakat bu yorumda karşımıza iki sorun çıkıyor. Bunlardan birincisi, Elster’in katkı ilkesi ile ihtiyaçlar ilkesini birer adalet ilkesi olarak tanımlaması. Kuşkusuz katkı ilkesi “rahminden çıktığı eski toplumun doğum izlerini hâlâ üzerinde” taşıdığı ve dolayısıyla bir burjuva sınırlaması içinde kalmaya devam ettiği için adalet ilkesi olarak tanımlanabilir. Oysa Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde 7
68
Buradan çıkarılabilecek bir sonuç, klasik iktisadın homo economicus’unu, kendi çıkarı doğrultusunda hareket eden tekil bireyi iktisadi çözümlemede başlangıç noktası olarak almanın yanlış sonuçlara götüreceğidir. Üretim ilişkilerinin temel birimi sınıflardır, bireyler değil, sömürünün doğası da ancak bu daha geniş bağlamda anlaşılabilir. Bununla birlikte, böyle bir sonuçtaki açık Althusserci içerimler büyük olasılıkla Geras tarafından kabul edilemez bulunacaktır.
ihtiyaçlar ilkesinin ancak adaleti gerektiren koşulların, yani kıtlık ve kıtlık yüzünden ortaya çıkan çatışma koşullarının ortadan kalkacağı bir durumda geçerli olacağını söylüyordu. Dolayısıyla Marx’ın bu ilkeyi bir adalet ilkesi olarak tanımlamış olacağını düşünmek mümkün değil.8 İkinci sorun ise postkapitalist adalet anlayışının tam olarak hangi temelde kapitalist adalet anlayışından üstün olduğu sorusuyla ortaya çıkıyor. Bu soruya cevap olarak Geras, birinin öbüründen tarihaşırı bir adalet standartına göre üstün olduğunu öne sürüyor. Çünkü Geras’a göre komünizmin ortaya koyduğu dağılım ilkeleri “Marx tarafından dışsal bir değer standartına göre sıralanmamıştır ve bundan dolayı Marx’ın, tarihaşırı bir adalet standartına göre bazı ilkeleri öbürlerinden içsel olarak daha hakkaniyetli ya da daha adaletli bulduğunu varsaymak makul olacaktır.” (Geras: 1985, 58). Fakat bu yorum, Marx’ın hukuki biçimlerin üretim ilişkilerinin doğal sonuçları olarak ortaya çıktığı ve bunları meşrulaştırma işlevi gördüğünü ileri süren önermeleriyle birlikte nasıl düşünülebilir? Kimi yorumculara göre bu ifadeler bir ahlâki görecelik değil, bir ahlâki gerçekçilik içerirler. Buna göre, “insanların inandıkları ve yaşamlarında uydukları normlar toplumlarının doğası, sınıflarının toplum içindeki konumu vb. tarafından güçlü bir biçimde etkilenir. Daha özel olarak, hangi adalet standartlarının gerçekten etkili bir biçimde uygulanacağı ve korunacağı, ekonomik yapı ve söz konusu toplumların kaynakları tarafından sınırlanır.” (Agy, 58). Fakat bu, sosyoekonomik bir sistem hakkında yargıda bulunmak için kullanılabilecek tek adalet standardının bu sistemin temelindeki üretim tarzıyla uyumlu olan standart olduğu anlamına gelmez. Bununla birlikte bu argüman, Marx’ın eşit hak ve adaletli dağılım üstüne konuşmanın belirli bir dönemde bir anlamı olduğu fakat komünist bakış açısından tedavülden kalkmış kuru laf kalabalığı hâline geleceği ve ideolojik saçmalık olduğuna ilişkin açık ifadeleriyle çelişir görünüyor. O hâlde bu yorum, Marx’ın düşüncesinde ‘adalet’e yer olmadığını iddia eden yorumu bertaraf etme konusunda çok da başarılı değil. Fakat bu durumda elimizde her ikisi de Marx’ın metinlerine dayanan, ama birbiriyle çelişen iki yorum var. Buradan bir çıkış bulunabilir mi? Bu noktada soruna basit bir çözüm önermek mümkün: Ücret ilişkisini bir noktada eşitlerin mübadelesi olarak niteleyip başka bir noktada bu karşılıklı ilişkinin hiçbir biçimde eşitlerin mübadelesi 8
Kuşkusuz burada ihtiyaçlar ilkesinin kullanımını mümkün kılan kolektif mülkiyetin her şeye rağmen bir adalet kavramı üzerinde temellendirildiği düşünülebilir. Bunun mümkün olup olmadığına ise aşağıda Norman Geras’ın getirmek istediği çözümü tartışırken değineceğim, bkz. s. 24-25.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
olmadığını söyleyerek Marx’ın kendisiyle çeliştiği iddia edilebilir. Böylece bu çelişki onu kapitalizmi hem adaletli hem de adaletsiz olarak düşünmeye itmiştir gibi bir sonuca varılabilinir. Öte yandan bu konu üzerine üretilmiş literatürde Marx’ın kendisiyle çelişmediğini göstermek için önerilmiş kayda değer üç çözüm öne çıkıyor: (i) Marx kapitalizmin adaletli olduğunu düşünmüştür ve aksi yöndeki ifadelerine bir açıklama getirilebilir veya tam tersi Marx kapitalizmin adaletsiz olduğunu düşünmüştür ve aksi yöndeki ifadelerine bir açıklama getirilebilir; (ii) Marx’ın kendisiyle çelişir gibi görünmesinin nedeni adalet konusunda kafasının karışık olmasıdır ve bu karışıklığı aşacak bir okuma aslında Marx’ın kendisiyle çelişmediğini ve kapitalizmi adaletsiz bulduğunu gösterecektir; ya da (iii) ücret ilişkisine ilişkin birbiriyle çelişir gibi görünen iki niteleme aslında ilişkinin bir değil iki yüzünü betimlemektedir ve bunların her biri öbüründen bağımsız olarak adaletli ya da adaletsiz olarak değerlendirilebilir. Şimdi önce Marx’ın kendisiyle çelişip çelişmediğini tartıştıktan sonra bu üç çözüme daha yakından bakacağım. İlkin, kimi bölümlerde ücret ilişkisinin eşitlerin mübadelesi olduğunu dile getirip başka bölümlerde bu karşılıklı ilişkinin eşitlerin mübadelesi olmayıp bir soygun olduğunu söylerken Marx kendisiyle çelişmekte miydi? Bu sorunun cevabı olumsuz, çünkü Marx ücret ilişkisinin iki farklı veçhe kazandığı iki alanı birbirinden ayırıyor. Bunlardan ilki, ücret ilişkisinin gerçekten eşitlerin mübadelesi olduğu ve dolaşım alanı olarak adlandırılan alan. Burada işçi emek gücünü satar ve karşılığında sattığı malın tam değerini alır, bu da emek gücünü üretmek için gerekenlerin, yani günlük yaşamını sürdürebilmesi için gerekli araçların değeridir. Diğer alan ise, ücret ilişkisinin artık eşitlerin mübadelesi olmadığı üretim alanıdır. Burada işçi, aldığı ücretin değerinin yani emek gücünün değerinin yeniden üretilmesi için gerekenden daha fazla çalışır. Yarattığı artık değer de kapitalist tarafından kâr olarak temellük edilir. Marx’ın kendi sözleriyle: “Paranın sermayeye dönüşümü birbirinden bütünüyle ayrışık, özerk iki alana, tümüyle ayrı iki sürece bölünür. Bunlardan ilki malların dolaşımı alanına aittir ve pazarda gerçekleştirilir. Bu emek-gücünün satılması ve satın alınmasıdır. İkincisi ise ele geçirilen emek-gücünün tüketimi, yani üretim sürecinin kendisidir. Birinci süreçte kapitalist ile işçi yalnızca sırasıyla para ve malların sahibi olarak karşı karşıya gelirler ve aralarındaki işlem, tüm alıcılar ve satıcılar gibi, eşdeğerlerin mübadelesidir. İkinci süreçte işçi pro tempore sermayenin kendisinin yaşayan bir unsuru olarak görünür ve mübadele kategorisi burada bütünüyle dışlanmıştır, çünkü pazarlık başlamadan satın alma yoluyla kapitalist, üretim sürecinin hem maddi hem de şahsi bütün faktörlerini ele geçirmiştir. İki süreç
birbirinden bağımsız olarak yan yana devam etse de, her biri diğerini koşullar. Birincisi ikincisini getirir ve ikincisi birincisini tamamlar.” (Marx: 1863-1866, 1002).
O hâlde, dolaşım alanı açısından bakıldığında ücret ilişkisi eşitlerin mübadelesiyken, üretim alanı açısından değildir. İlk bakış açısına göre artık değer kapitaliste aittir, ikincisine göre ise değildir. Fakat bu durum yine de ortada bir çelişki olduğu anlamına gelmiyor, çünkü Geras’ın dediği gibi “bu iki bakış açısı kesinlikle tek bir fenomenin iki farklı açıdan görülmesidir... Aralarında kesinlikle bir çelişki yoktur, aksine bunlar emeğin tüm değerin kaynağı ve tözü olduğunu, bir mal olarak değerine satılan emek gücünün iş görürken daha değerli bir şey yarattığını söyleyen öğretinin karşılıklı olarak tutarlı parçalarıdır.” (Geras: 1983, 63). O hâlde Marx kendisiyle çelişmiyordu. Dolayısıyla sorun, emek gücünün üretim sürecine girmesinden sonraki sürecin Marx tarafından adalet temelinde eleştirilip eleştirilmediğinde düğümleniyor. Yukarıda, Marx’ın kendisiyle çelişmediği önkabulünden hareket ederek adalet tartışmasına çözüm getirme çabalarından ilkinde tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin kaynak gösterdiği bölümlere açıklama getirmeye çalıştığını söylemiştim. Örneğin Wood Marx’ın, kapitalist sınıfın proletarya ile ilişkisini fetheden bir ulusun sürekli yağmaladığı bir nüfusla ilişkisine benzetmesini tartışırken, Marx’ın adalet anlayışı çerçevesinde soygunun mutlaka adaletsizlik olarak görülmesi gerekmediğini öne sürüyor. Wood’a göre bu adalet anlayışından bakıldığında yağmacılar ya da fatihler ile kurbanları ya da haraç ödeyenleri arasındaki ilişki, kurbanın üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyince belirlenen düzenli bir üretim ilişkisi oluşturur. O hâlde yağmalayanlar ile yağmalananlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin hâkim üretim tarzına karşılık geldiğini ve Marx’ın adalet kavramına göre adaletli olduklarını düşünmek için sağlam nedenler vardır (Wood:1981, 137-138). Başka bir yerde Wood zorlamanın [coercion] sömürünün temel bir özelliği olduğunu ve kapitalist ile işçi arasında var olan iradeye dayalı sözleşmenin fictio juris’iyle gizlendiğini kabul ediyor. Fakat diye devam ediyor, bu hâliyle “zorlamanın Marx’a göre adaletsiz olduğunu düşünmek için bir neden yoktur.” (Wood:1979, s. 279-280). Bu açıklamalara karşılık olarak Husami’ye göre “Marx ücret ilişkisinin adaletli olduğunu söylerken aslında ironi yapmaktadır, demek istediği, bu ilişkinin yalnızca görünürde adaletli olduğudur.” (Husami: 1978). Bu karşılıklı açıklamalara bakıldığında, Marx’ın ‘adalet’ kavramını kullanırken tutarlı olduğu ve kafasının karışık olmadığı konusunda hem fikir oldukları görülüyor. İlk açıklama Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulmadığını savunan ve makalenin ilk bölümünde ayrıntıyla ele alınan görüşün bir devamı. Ücret ilişkisinin adaletli olduğunu söylerken Marx’ın aslında
69
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
ironi yaptığını iddia eden ikinci açıklamayı ise bu sözlerin Marx tarafından dile getirildiği ve yukarıda ayrıntıyla alıntıladığımız metinler bağlamında inandırıcı bulmak çok güç. Dolayısıyla neredeyse edebi yoruma dayalı ve fazlasıyla yapmacık duruyor. Marx’ın kendisiyle çelişmediği önkabulünden hareket ederek adalet tartışmasına çözüm getirme çabalarından ikincisinde ise, Marx’ta varmış gibi görünen çelişkinin yalnızca kafa karışıklığından kaynaklandığını ve bu karışıklık giderildiğinde aslında Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulduğunun ortaya çıkacağını savunan bir açıklama söz konusu. Örneğin G.A. Cohen’e göre: “Marx kapitalist kriterler söz konusu olduğunda kapitalistin çalmadığını düşündüğüne ama yine de kapitalistin çaldığını düşündüğüne göre, “kapitalistin göreceli olmayan ... bir anlamda çaldığını söylemek istemiş olmalıdır. Ve çalmak genel olarak başkasının hakkı olanı haksız biçimde almak olduğundan, çalmak adaletsiz bir harekette bulunmaktır ve ‘hırsızlığa dayanan’ bir sistem de adaletsizliğe dayanır.” (Cohen: 1983, 443. İtalikler benim) Ardından Cohen, “Marx’ın bütün göreceli olmayan adalet anlayışlarının boş lâkırdı olduğunu düşünür gibi göründüğü” bölümleri şöyle yorumluyor: “Eğer gerçekten metinler Marx’ın böyle düşündüğünü gösteriyorsa bundan şu sonucu çıkarırdım: En azından kimi zaman Marx yanılgılı bir biçimde Marx’ın kapitalizmin adaletsiz olduğuna inanmadığını düşünüyordu, çünkü adalet konusunda kafası karışıktı.” (A.g.y., 444)
Kulağa garip gelen bu argümanda ‘göreceli olmayan’ sözleriyle neyin anlatılmak istendiği pek açık olmamakla birlikte ‘tarihaşırı’ anlamı dışında bir anlamda kullanılmış olması mümkün değil. Ama bu durumda Cohen’in kendi kafası karışmış gibi görünüyor, çünkü Marx kapitalist kriterlere göre kapitalistin çaldığını söylememiş olsa bile bundan ille de göreceli olmayan bir anlamda çaldığını kastetmiş olması gerektiği sonucu çıkmıyor. Yani Cohen’in argümanında Marx’ın başka göreceli kriter kullanmadığını göstermesi gereken bir öncül eksik. Geras’ın önerdiği çözüm de Cohen’inkinden çok farklı değil: “Marx kapitalizmin adaletsiz olduğunu düşündü fakat böyle düşündüğünü düşünmedi, çünkü adalet anlayışı son derece dardı. Adaleti önce hâkim veya uzlaşımsal hukuki biçimlerle, her toplumsal düzene içkin standartlarla ilişkilendirdi; sonra da gelir dağılımıyla ve pazardaki mübadele süreci üzerine fazlasıyla kısmî bir odaklanmayla ilişkilendirdi. Fakat adalet daha geniş olarak, yasal ya da uzlaşımsal haklar ya da salahiyetlerden çok bir ahlâki haklar -doğal hak nosyonlarının rasyonel içeriği – kümesi olarak düşünülebilir. Böyle yaparak genel
70
bir biçimde avantajların ve dezavantajların dağılımı da dikkate alınabilir, buna son olarak gelirin dağılımı olduğu kadar üretim kaynakları üzerindeki denetimin dağılımı da eklenebilir. Marx aslında ikisini de yapmaktadır. O hâlde eserinin içinde, hiçbir zaman adını koymasa da gerçekte dile getirdiğinden daha geniş bir adalet anlayışı bulunur. Kapitalizme meydan okurken, tam da onu adaletsiz olduğu için eleştirirken ne yaptığını bilmemesi, adalet kavramının potansiyel kapsamı hakkındaki kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır yalnızca. O hâlde son derece dar adalet anlayışı onu yanlış bir biçimde kendi kapitalizm eleştirisinin adaletle ilgili içeriği olmadığı düşüncesine götürmüştür.” (Geras: 1985, 70-71).
Geras’ın bu argümanı oldukça tartışmalı iki öncüle bağlı. İlk öncül, yasal ya da uzlaşımsal haklardan çok doğal hakları oluşturan ahlâki bir adalet anlayışı olduğunu ve eğer kafası karışık olmasa Marx’ın da bu anlayışı benimseyeceğini hatta farkında olmadan benimsediğini; ikinci öncül ise farkında olmadan kullanmış olmasına rağmen Marx’ın böyle bir adalet anlayışının mümkün olduğundan habersiz olduğunu öne sürüyor. İlk öncülle başlayacak olursak, Geras’ın ahlâki bir adalet anlayışıyla kastettiği şeyin tarihaşırı bir adalet anlayışı olduğu açık, çünkü Geras bu adalet anlayışını uzlaşımsal ya da yasal haklardan çok doğal haklar terimleriyle tanımlıyor. Doğal haklar ile yasal hakları birbirinden ayırdığı düşünülen şey, büyük bir olasılıkla birincilerin tarihaşırı, ikincilerin ise üretim biçimlerine göreceli olması. Bununla birlikte eksiksiz bir analiz yapabilmek için Geras’ın veri olarak aldığı tarihaşırılık kavramını biraz açmak gerekiyor, çünkü bu kavramın biri geniş biri dar iki farklı anlamını birbirinden ayırt etmek mümkün. Geniş anlamda, bir adalet anlayışının tarihaşırı olması, onun üretim tarzları ya da diğer tüm niteliklerinden bağımsız olarak tarih boyunca bütün toplumlara koşulsuz biçimde uygulanabilir, yani evrensel olması anlamına gelebilir. Ama bu kavram daha dar bir anlamda da yorumlanabilir. Bu yoruma göre ise bir adalet anlayışı tarih boyunca farklı toplumlara ortak bir niteliği paylaştıkları ölçüde uygulanabilir olacaktır. Bu ikinci anlamda tarihaşırı bir adalet kavramı, üretim süreçlerinde kusurlar taşıyan ve dolayısıyla adaletli dağılım ilkelerini zorunlu kılan tüm toplumlara uygulanabilen bir kavram olurdu. Marx’ın da yalnızca bu anlamda tarihaşırı bir adalet kavramının mümkün olduğunu kabul ettiğini düşünmek mümkün. Yani Marx adaletin, kıtlık ve çatışma yaratan bütün ekonomik sistemlerin özünde varolan bir kurum olduğunu kabul ederdi. Fakat komünist üretim tarzı, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ve ihtiyaçlar ilkesi ile bu kusurlar aşılacak ve adalet kavramı gereksiz hâle gelecektir. Dolayısıyla ilk anlamıyla tarihaşırı bir adalet kavramı Marx’ın düşüncesine göre olanaksızdır.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
Çünkü eğer komünist toplumda kıtlık ve çatışma artık varolmayacaksa dağılım adaleti evrensel bir kavram olamaz. Oysa Geras tarihaşırlığı ilk anlamıyla, yani üretim biçimlerine ve dağılım ilkelerine bakmaksızın tarih boyunca tüm toplumlara uygulanabilir evrensel bir ilke olarak anlıyor. Dolayısıyla tarihaşırılığın bu iki anlamı arasındaki ayrımı görememesi Geras’ı Marx’ın kapitalizmi tarihaşırı bir adalet standardına göre adaletsiz bulduğunu düşünmeye itmiş gibi görünüyor. Geras’ın betimlediği haliyle ahlâki bir adalet anlayışının ortaya koyduğu ikinci önemli sorun, bir yandan doğal haklar öte yandan da uzlaşımsal ya da yasal haklar arasında yaptığı ve Marx’ın düşüncesine yedirmeye çalıştığı açık ayrım. Kuşkusuz Marx, farkında olmasa da böyle bir ayrım üzerinden kapitalizmi adaletsiz bulduğunu duysa kemikleri sızlardı. Çünkü bu ayrım doğal hakların ait olduğu bir sivil toplum ile yasal ya da uzlaşımsal hakların ait olduğu bir siyasal toplum, sivil toplumun üyesi olarak insan ile siyasal toplumun üyesi olarak yurttaş arasında bir ayrımı içerimliyor. Marx’ın bu ayrımlara şiddetle karşı çıktığını ise hatırlatmaya gerek yok.9 Dolayısıyla Marx’ın genel teorik çerçevesinde temel bir revizyon yapmadan Geras’ın yorumunu ciddiye almak mümkün değil. Fakat her ne kadar ahlâki bir adalet anlayışını reddetmiş olsa da, Geras’ın öne sürdüğü gibi Marx’ın kapitalist üretim ve dağılım tarzını ele alışı yine de bu tür bir adalet anlayışından yararlanmış olabilir mi? Geras’ın argümanında Marx’ın gerçekten böyle yapıp yapmadığına ilişkin tek ipucu Marx’ın dağılım anlayışından geliyor. Geras’a göre dağılım, gelirler üzerindeki olduğu kadar üretim araçlarının üzerindeki denetimin dağılımını da kapsar biçimde anlaşıldığında, kapitalist üretim biçiminin temelinde yatan adaletsizlik açık hâle geliyor. Marx da dağılımı böyle gördüğünden, kapitalizmi kesinlikle geniş, ahlâki anlamda adaletsiz olarak eleştirmiş oluyor. Burada söylenenleri biraz açmak gerek, çünkü söz konusu adaletsizliğin yalnızca kapitalistin üretim kaynakları üzerindeki mevcut denetimi ile mi ilgili olduğu yoksa ilkel sermaye birikimini de mi kapsadığı açık değil. Bu ihtimallerin ikincisiyle başlarsak, ilkel sermaye birikimi ile ilgili olarak argüman şu olurdu: Günümüzdeki kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki denetimi adaletsizdir, çünkü bunun temelinde hırsızlık, üretim kaynaklarının daha önceki kapitalistler tarafından zor kullanarak temellük edilmiş olması vardır. Ama Elster’in de belirttiği gibi Marx böyle bir argüman kullanmıyor (Elster: 1985, 223). Marx kapitalist ile işçi arasındaki mübadeleyi soygun ya da hırsızlık olarak nitelediğinde sadece bugündeki ilişkilere göndermede bulunuyor ve bu nitelemeyi 9
Bu konuda Marx’ın Yahudi Sorunu adlı metninde söylediklerini hatırlamak yeterli olacaktır.
temellendirmek için tarihsel geçmişi kullanmıyor. O hâlde eldeki metinlerin sunduğu tanıklık bağlamında sorulabilecek tek soru, Marx’ın hırsızlık, zimmetine geçirme gibi terimleri kullanmasının kapitalist ile işçi arasında, kapitalistin üretim kaynakları üzerindeki denetimi de dâhil olmak üzere, günümüzde gerçekleşen mübadele açısından bir adaletsizlik içerimleyip içerimlemediği. Bu durumda Marx’ın ücret ilişkisini bir soygun, zimmete geçirme ya da hırsızlık olarak nitelemesini nasıl yorumlamamız gerekir? Marx’ın bu bağlamlarda söyledikleri şöyle yorumlanabilir: Kapitalist artık değeri ve üretim kaynakları üzerindeki denetimi temellük ettiğinde haksız bir biçimde kendisine ait olanı değil, hiçbir biçimde kendisine ait olmayan bir şeyi temellük etmekte ve denetlemektedir. Ancak burada çok dikkatli olmamız gerekiyor. Marx’ın karşı çıktığı, emeğin hasılatı ya da üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde iddia edilen tikel bir hak değil, mülkiyet fikrinin ta kendisi. 10 Dağılım adaleti ilkelerinin kullanılmasını zorunlu kılan, kıtlık ve kıt mallar için rekabetin üzerinde yükselen çatışma koşullarıdır. Fakat kıtlık ve çatışma nihai olarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten kaynaklanır. Dolayısıyla, bir üretim biçiminde özel mülkiyet hâkim olduğu sürece adalet zorunlu olacaktır. Her bir adalet kavramı belirli bir üretim biçiminden çıkıp bu biçime tekabül ettiğinden, kapitalizm de kendisine tekabül eden tek adalet anlayışı olan burjuva adaleti açısından adaletli görünür. Yine de artık değerin temellük edilmesi hâlâ bir çalmadır, çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetinin ekonomik işlemlerde hâkim olan temel ilke olduğunu içerimler. Marx’ın kapitalizme getirdiği alternatif ise mülkiyet haklarının yeniden düzenlenmesini değil; üretim araçlarının mülkiyetini toptan kaldırmayı öngören bir sistem. İhtiyaç ilkesini hatırlarsak, komünist toplumda bireyler ürettiklerinin değerine eşit bir şeyin değerini talep etme hakkına sahip değildirler, emeklerinin hasılatının üzerinde mülkiyetleri yoktur. Bu nedenle komünizm burjuva hakının, tüm haklar ufkunun ötesindedir; mülkiyeti aşar ve emeğin hasılatı ile üretim kaynaklarının mülkiyeti üzerindeki eşit haklar tartışmasını iptal eder. Adalet ile özel mülkiyet arasında temel bir bağlantı olduğundan, adalet kavramı komünist teoride kendine bir yer bulamaz. Dolayısıyla kapitalizmin komünist bir adalet standardı açısından eleştirisini yapmak mümkün değildir, çünkü böyle bir standart yoktur. Bu nedenle de Marx’ın kapitalist ekonomideki ekonomik işlemleri betimlerken ‘soygun’, ‘zimmetine geçirme’ vb. terimler kullanması onun adalet temelli bir eleştiri 10 Proudhon üstüne bir mektubunda Marx, mülkiyetin hırsızlık olduğu görüşünün açıklıktan uzak olduğunu “çünkü mülkiyetin zor yoluyla ihlali olarak ‘hırsızlığın’ mülkiyeti” varsaydığını söylüyor. (Alıntılayan Elster, 224)
71
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
getirdiği anlamına gelmiyor, çünkü Marx (1) kapitalist adalet kriterlerine göre kapitalizmin adaletsiz olduğunu düşünmediği gibi; (2) komünist bir adalet kriteri getirmiyor ve (3) tarihaşırı (yani evrensel) bir adalet ölçütü benimsemiyor. Bununla birlikte Marx’ın gündelik dilde normatif olarak kullanılan terimleri normatif olmayan biçimlerde kullanmasının şaşırtıcı olduğunu kabul etmek gerek. Buna örnek olarak, ‘sömürü,’ ‘kendini gerçekleştirme’ gibi terimleri normatif olmayan bir biçimde kullandığını göstermiştik, aynı şey ‘soygun’, ‘hırsızlık’ ve ‘zimmetine geçirme’ gibi kavramlar için de düşünülebilir. Yukarıdaki argümanlar aynı zamanda, ücret ilişkisinin birbirleriyle çelişir gibi görünen iki tanımının aslında onun iki farklı yüzünü betimlediğini, her birinin öbüründen bağımsız olarak ve onunla çelişmeden adaletli ya da adaletsiz olarak değerlendirilebileceğini söyleyen üçüncü alternatif çözümü de çürütüyor. Bu çözümü ortaya atan Gary Young, Marx’ın kapitalizmi bir yüzüne yani dolaşım alanına göre adaletli, öbür yüzüne yani üretim alanına göre ise adaletsiz bulduğu sonucuna varıyor (Young: 1982). Bu durumda gördüğümüz gibi, Marx’ın iki nitelemesi gerçekten de ücret ilişkisinin iki veçhesini betimlese de, Young’un çözümü kabul edilebilir değil. Yukarıda belirttiğim gibi, üretim alanı açısından ücret ilişkisini nitelerken Marx’ın kullandığı ‘soygun’, ‘zimmetine geçirme’ vb. terimler onun kapitalizmi herhangi bir biçimde adaletsiz bulduğu anlamına gelmiyor. Buraya kadar yapılan tartışmada Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulduğunu öne süren farklı görüşleri ele alıp sorunlarını vurgulamaya ve dolayısıyla Marx’ın kapitalizm eleştirisinde dağılım adaleti kavramına yer olmadığını savunan geleneksel yoruma alternatif oluşturmadıklarını göstermeye çalıştım. Peki, eğer Marx kapitalizmi adalet temelinde değilse hangi temelde mahkûm ediyordu? Bu soruya kapsamlı ve yeterli bir cevap vermek, insan doğası ve özgürlük gibi Marx’ın düşüncesinin anlaşılabilmesi için temel önem taşıyan başka kavramları tartışmayı gerektiriyor. Kuşkusuz bu konularda mevcut farklı görüşler ve literatür ikinci ve hatta üçüncü bir makaleyi gerektirecek kadar zengin. Ancak bu yönde yapılacak bir çalışmanın temellerini oluşturması bakımından bir cevap taslağı önerilebilir: Bu taslak çerçevesinde Marx’ın kapitalizmi eleştirmesinin nedeni, kapitalist toplumdaki iş bölümüne duyduğu tepkide yatıyor. Marx’a göre kapitalizmle ortaya çıkan bütün kötülüklerin kaynağı, üretim araçlarının mülkiyetinden kaynaklanan ve ücretli-emek sistemini tanımlayan iş bölümü. İnsanı insanlığından çıkaran, fabrikada ilelebet yinelenen küçük, aptalca bir işleme raptedilmiş bir insan kırıntısına indirgeyen ve böylece üretim faaliyetini emek ezasına dönüştüren
72
şey insanlık dışı bir koşul olarak tam da bu iş bölümü (Tucker, 50). Ve komünizmin ileri aşaması, bu insanlık dışı koşul ortadan kalkacağı için, insanın tam anlamıyla özgürleşmesini sağlayacak olan evre: “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireyin işbölümüne kölece bağımlılığı ve bununla birlikte fiziksel emek ile zihinsel emek arasındaki antitez ortadan kalktıktan sonra; emek, sadece bir yaşam aracı değil, yaşamın birinci gereği hâline geldikten sonra; bireyin çok yönlü gelişimiyle birlikte üretken güçler de arttıktan ve kooperatif servetin pınarları daha bol aktıktan sonra – ancak o zaman burjuva hakkın dar ufku bütünüyle aşılabilir ve toplum kendi bayrağına şunu yazabilir: Herkesten yeteneğine göre, herkese [ihtiyaçlarına] göre!” (Marx: 1875, 531 ve Marx: 2004, 177).
Marx’ın yukarıdaki alıntıda yoğunlaştırılmış bir biçimde dile getirdiği, ama farklı eserlerinde de ısrarla altını çizdiği bu eleştiriye göre kapitalizm insanı iş bölümüne esir ederek refahını, oluşturduğu cemaati ve en önemlisi kendini gerçekleştirmesini engelleyen bir sistemdir. Katı bir pozitif özgürlük anlayışına sahip olan Marx’a göre, insanın potansiyellerini fiili hâle getirmek yoluyla kendini gerçekleştirmesinin engellenmesi aynı zamanda özgürleşmesinin de engellenmesidir. Dolayısıyla bu değerlere büyük önem veren Marx, onları imkânsız kılan kapitalizmin aşılması gerektiğini düşünmüştür.11 İnsanların bu değerleri gerçekleştirmesi için gerekli koşulların sağlanması gerekir, ama bu bir hak olduğu için veya adalet adına değil. Adalet ve haklar ahlâki normlardır: Spesifik üretim biçimlerinden doğar ve bunları meşrulaştırmaya yararlar. Bu değerler ise insanların fiili, nesnel potansiyellerini, ihtiyaçlarını ve çıkarlarını temel alırlar (Wood: 1979, 280-84 ve 1981, 127-28). Sonuç olarak bu nesnel potansiyel, ihtiyaç ve çıkarlar doğrultusunda toplumsal yapıyı ve onu koşullandıran ekonomik altyapıyı açıklamak için bilimsel değerlendirmeler yapacak (örneğin ekonomi politik gibi) bir teori gerekecektir. Bu değerlendirmenin beraberinde getirdiği kavramsal çerçevede ‘sömürü,’ ‘kendini gerçekleştirmek’ gibi kavramlar açıklayıcı oldukları ölçüde kullanılabilir. Ama normatif olmadığı için bu çerçevede adalet gibi açıklama gücü olmayan kavramlara yer yoktur. Normatif olmayan bir değerlendirmenin olabilirlik koşulları ise, yukarıda değindiğim gibi yeni bir tartışma gerektiriyor. 11 Elbette bu değerler ve Marx’ın bunları nasıl anladığı hakkında söylenmesi gereken pek çok şey var. Ama bu meseleye girmek, makalenin sınırları dışına taşmak anlamına gelecek. Yine de mevcut amaçlarımız doğrultusunda, Marx’ın kendini gerçekleştirme kavramıyla önceden verili bir kendilik ya da özün gerçekleştirilmesini kastetmediğinin altına çizmek faydalı olacaktır. Bu kavram daha ziyade insanın kapitalist üretim biçimi altında iş bölümü tarafından bastırılan üretken ve bilhassa da entellektüel kapasitelerinin tam anlamıyla hayata geçirilmesi anlamında kullanılmıştır.
Çağdaş marksizmde adalet tartışmaları | Ferda Keskin
Kaynakça Buchanan, A. E. (1982) Marx and Justice. Totowa, N.J.: Rowman and Littlefield. Cohen, G. A. (1981) “Freedom, Justice and Capitalism,” New Left Review, s. 126. Cohen, G. A. (1981) “Review of Wood (1981)” Mind, vol. XCII, no.367. Cohen, M., Nagel, T., Scanlon. T. yay. (1980) Marx, Justice and History. Princeton: Princeton University Press.
Wood, A. (1972) “The Marxian Critique of Justice,” Philosophy and Public Affairs, 1.3, Cohen et. al. (1980) içinde yeniden basım. Wood, A. (1979) “Marx on Rights and Justice: A Reply to Husami”, Philosophy and Public Affairs, 8. 3., Cohen et. al. (1980) içinde yeniden basım. Wood, A. (1981) Karl Marx. London: Routledge and Kegan Paul. Young, Gary (1981) “Doing Marx Justice” in Marx and Morality: Canadian Journal of Philosophy, Ek Cilt VII, 1982.
Elster, J. (1985) Making Sense of Marx. Cambridge: Cambridge U. Press. Elster, J. (2004) Marx’ı Anlamak, çev. Semih Lim. Ankata: Liberte Yayınları. Geras, N. (1985) “The Controversy about Marx and Justice,” New Left Review, s.150. Holmstrom, N. (1977) “Exploitation” Canadian Journal of Philosophy, v. VII, no.2. Husami, Z. E. (1978) “Marx on Distributive Justice”, Philosophy and Public Affairs, 8. 1., Cohen et. al. (1980) içinde yeniden basım. Kain, P. J. (1988) Marx and Ethics. New York: Oxford University Press. Larmore, C. (1987) Patterns of Moral Complexity, Cambridge: Cambridge U. Press. Lukes, S. (1985) Marxism and Morality,. Oxford: Oxford University Press. Lukes, S. (1998) Marksizm ve Ahlâk, çev. O. Akınhay. Istanbul: Ayrıntı Yayınları. Marcuse, H. (1968) “The Affirmative Character of Culture,” Negations: Essays İn Ciritical Theory, çev. J. J. Shapiro. Boston: Beacon Press içinde. Marx, K. (1863-66) “Results of the Immediate Process of Circulation” Marx (1867) içinde. Marx, K. (1867) Capital, C. I, çev. B. Fowkes. New York: Vintage, 1977. Marx, K. (1875) “Critique of Gotha Programme” Tucker (1978) içinde.. Marx, K. (1885) Capital, C. II, çev. D. Fernbach. New York: Vintage, 1981. Marx, K. (1894) Capital, C. III, çev. D. Fernbach. New York: Vintage, 1981. Marx, K. (2003a) Kapital, C. I, çev. Alaattin Bilgili. Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (2003b) Kapital, C. II, çev. Alaattin Bilgili. Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (2003c) Kapital, C. III, çev. Alaattin Bilgili. Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (2004)”Gotha Programının Eleştirisi,” Karl Marx – Friedrich Engels Siyasi Yazılar, çev. Ahmet Fethi. Istanbul: Hil Yayın. Murphy, J.G. (1973) “Marxism and Retribution,” Philosophy and Public Affairs, 2. 3, Cohen et. al.(1980) içinde yeniden basım. Peffer, R. G. (1990) Marxism, Morality and Social Justice. Princeton: Princeton University Press. Soper, K. (1987) “Marxism and Morality: Review of Lukes (1985),” New Left Review, no. 163. Tucker, R. C. (1969) The Marxian Revolutionary Idea. New York: Norton. Tucker, R. C. (1978) yay.., The Marx-Engels Reader. New York: Norton.
73
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi Adrian Budd
S
talinist devletlerin yıkılması üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Bu dönemde Tony Cliff ’in klasik çalışması, yeni bir kuşak aktiviste Marksist metodun güçlü bir uygulama örneğini sunuyor. Kitabın yazıldığı dönem Stalinizmin tepede olduğu, Sovyet iktidarının Doğu Avrupa’ya doğru genişlediği bir dönemdi. Stalinist rejim; Cliff ’in bu rejimi anlamakta anahtar görevi göreceğini ifade edip önceden tahmin ettiği, kapitalizmin genel kriz eğiliminin devlet kapitalizmi özelinde bir gösterimi olacak olan uzun durgunluk evresine (kitabın 7. bölümüne bakınız) daha girmemişti. İşte bu koşullar altında yazılmış olan Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Marksizmin muhteşem izahat gücünü bize hatırlatır. 1947-8’de Cliff, ortodoks Troçkistlerin SSCB’yi “dejenere işçi devleti” olarak ele alan bakışını savunmak üzere çalışmaya başladı. Ancak araştırması onu tamamen farklı bir sonuca doğru götürdü. İlk kez 1948’de Stalinist Rusya’nın Doğası ismiyle yayınlanan kitabının temel argümanı, Rusya’da Stalinist rejimin tahkim edilmesine yarayan ve 1928’de devreye giren Birinci Beş Yıllık Plan’ın uygulanmaya başlanmasının bir karşı-devrimi ve devlet kapitalizminin kuruluşunu ifade ettiği idi. Marksizmin “somut durumun somut tahlili” yöntemiyle ilerlediğine dönük Lenin’in argümanıyla uyumlu olarak Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, Sovyet Rusya’da alışılmışın dışında gelişen olayları açıklamak için Marksist teorinin ayrıntılı kavranışının seferber edilmesinin sonucuydu. Kapitalist toplumsal ilişkilerin yeni bir şekle sahip olduğundan bahsederken Cliff, ortaya çıkabilecek iki tehlikenin farkındaydı: İlki, miadını çoktan doldurmuş bazı formülasyonların sadece tekrar edilmesinden başka bir şey olmayan, kaskatı Ortodoksluğun yarattığı tehlike; ikincisi ise yeni bir olguyu analiz ederken Marksist düşünce zincirinden tümüyle uzaklaşmanın yarattığı tehlike. İlk yaklaşım dinamik olmamasından ve gerçekliğin karmaşıklığının ayırtına varamamasından dolayı bizim gerçekliğin labirentine ulaşmamızı sağlayamaz; ikinci yaklaşım ise o labirentin içinde kaybolmamıza neden olur.1 1
74
Bkz. Chris Harman’ın 1988 baskısı için yazdığı önsöz
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin sosyalizmin kesin zaferine olan kaderci inanışı ele alırken belirttiği gibi “katı Ortodoksluk”, yenilgi dönemlerinde solun hayatta kalmasına yardımcı olabilir. Fakat kritik anlarda etkili müdahaleyi engelleyebilecek “patlamaya hazır tehlike” halini alır.2 Ortodoksluğun dinsel tarzlı duruşu, ilk işi dosdoğru gerçeği aramak olan (tıpkı Troçki’nin faşizmin yükselişini de dikkate alarak Stalinizmin yıkıcı hatalarına karşı tartışmasında olduğu gibi) devrimci Marksizme yabancıdır. Var olan toplumsal gerçekliği kendisine çıkış noktası yapan Cliff ancak bu sayede Stalinist Rusya’nın doğasını açıklama başarısı gösterebildi. Cliff ’e göre Stalinist bürokrasi, yeni bir egemen sınıfa dönüştü. Gücünü, kamulaştırılmış mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkından (efektif kontrol) alan bu sınıf, işçilerin ve köylülerin sömürüsü üzerinden elde edilen toplumsal artı-değeri kontrol ediyordu. Stalin’in Rusyası biçimsel olarak kapitalist standartlardan bir sapmaydı ve genellikle kapitalizmle ilişkilendirilen belli başlı olguları sergilemiyordu. Özellikle fiyatlar, ücretler ve sanayinin farklı dallarındaki ürün düzeyleri, anarşik ve kişiler-üstü rekabetçi piyasaların plansız işleyişi ile değil, planlamacıların kararları dahilinde belirleniyordu (her ne kadar bu kararlar da sık sık tutarsız ve gelişigüzel olsa da). Ekonominin politik kontrol altında olması, kapitalizmden biçimsel bir sapmayı temsil ediyordu; fakat bu süreç, kapitalist dünya ekonomisinin ve dünyanın lider kapitalist devletlerinin yarattığı basınç yüzünden sınırlıydı ve tamamlanmamıştı. Stalin’in SSCB’sinin buna cevabı, kapitalizmin esas itici gücü olan rekabetçi birikime uyum sağlamak oldu. SSCB üstündeki baskı ekonomik olmaktan ziyade askeri rekabet şeklini aldı. Ancak kapitalizmi silah rekabeti ile değil, sadece saf iktisadi rekabet ile tanımlamak için geçerli bir sebep yok; hele hele silah üretimi kapitalist şirketlere ve devletlere bağlıyken. 1917’nin üstünden on yıldan biraz daha uzun bir zaman geçmişti ki SSCB, uluslararası kapitalist sisteme alternatif olmaktan çıkarak onun bir unsuru haline geldi. Bu kaçınılmaz bir sonuç değildi. Bolşeviklerin amansız eleştirmeni menşevik Martov, Ekim Devrimi için “proletaryanın başarılı ayaklanması – neredeyse tüm proletarya Lenin’i destekliyor ve toplumsal kurtuluşu ayaklanmadan bekliyor” diyordu.3 Fakat her ne kadar kapitalist devleti devirmek, sosyalist devrimin önemli ve gerekli unsurlarından birisi olsa da onun sadece ilk adımıdır ve toplumsal ilişkilerin
daha köklü dönüşümü ve işbirliğine dayalı yeni bir üretim şeklinin inşası için tek başına yetersiz bir önkoşuldur. Rusya’da devrimin başarısı; biri ulusal, diğeri uluslararası iki önemli şarta bağlıydı. Ülke içinde kapitalist devletin yıkılması, ivedi çıkarları (Bolşevikler bunları “ekmek, barış, toprak” sloganıyla özetlemişti) örtüşen, ama uzun vadede birbirlerine karşı dönebilecek iki sınıf – proletarya ve köylülük arasında bir ittifak kurulmasını gerektiriyordu. Eğer köylüleri ağır iş yükünden ve yoksulluktan kurtaracak kaynaklar bulunabilmiş olsaydı, o zaman devrimci sınıf ittifakı devam ettirilebilir ve köylülerin sosyalist rejimle olan mutabakatları genişletilebilirdi. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın, devrim sonrası işgallerin ve iç savaşın katmerlendirdiği Rusya’nın geri kalmışlığı yüzünden bu kaynakları ülke içinden temin etmek mümkün değildi. Bolşeviklerin liderliği – özellikle Lenin ve Troçki – bu nedenle devrimi sadece “Alman ve Avrupa devrimlerinin öncü kolu” olarak değil, aynı zamanda o daha geniş devrimlere tamamen bağımlı olarak değerlendirdiler.4 Lenin’in Mart 1918’de söylediği gibi “Alman Devrimi gerçekleşmezse hepimizin mahvolacağı tartışmasız bir gerçektir.”5 Ekim’in hızla tetiklediği, Avrupa’yı sallayan devrim dalgası, devrimin en azından birkaç gelişmiş ülkeye yayılmasına dönük bolşeviklerin enternasyonalist perspektiflerinin gerçekçi olduğunu gösterdi. Bu devrimlerin nihai yenilgisi uluslararası güçlerin sosyalizmin inşasına destek olmak bir yana, yeni filizlenmeye başlayan sosyalist toplum üzerinde yıkıcı bir etki yaratmalarına neden oldu. Devrimci iradeyle birleşen kırdaki gıda mallarına zorla el koyma dâhil “savaş komünizmi”nin sert tedbirleri, Bolşevik rejimin 1918-20 arasında ülkeyi kırıp geçiren iç savaş ve emperyalist işgal döneminde ayakta kalmasını sağladı. Fakat rejimin sosyal tabanında bir değişim yaşandı. Üretim 1913 öncesi rakamlarının da gerisine düşerken işçi sınıfı hem sayısal hem de niteliksel olarak daraldı. 1917-20 arasında St. Petersburg ve Moskova’nın işçi nüfusu neredeyse yarı yarıya azaldı; sınıf bilincine sahip işçilerin çoğu devrimi savunmak için ya cepheye ya da yeni devletin hizmetine koşarken, pek çok işçi ise işyerlerini terk edip sadece hayatta kalabilmek için kıra geri döndü. Bu işçilerden boşalan yerler genellikle 1917’nin devrimci bilincine sahip olmayan, kırdan yeni göçmüş, deneyimsiz işçiler tarafından dolduruldu.6 Sovyet Devleti ayakta kalmış olsa da devrimi yapan sınıf örgütsel ve ideolojik olarak imha oldu. 1917’de işçi sınıfı, onun kurduğu Sovyetler ve Bolşevik Parti arasında organik bir bağ 4
A. Rosmer, Lenin’s Moscow, London, Bookmarks, 1987, s. 247.
2
A. Gramsci, Selections from the Prison Notebooks (Q. Hoare and G. Nowell-Smith (eds)), Londra, Lawrence and Wishart, 1971, s. 336.
5
V.I. Lenin, On the Great October Socialist Revolution, Moscow, Progress Publishers, 1967, s. 76
3
L. Martov, “Letter to Axelrod, 19 November 1917“ - I. Getzler, Martov, London, Cambridge University Press, 1967, s. 172.
6
A. Harman, “Rusya: Devrim Nasıl Kaybedildi” - Ekim Devrimi kitabı içinde; Marx21 Yayınları, 2017, s. 249.
75
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
vardı. Ancak 1920’ye gelindiğinde Lenin SSCB’den “bürokratik çarpıklıklara sahip işçi devleti” olarak bahsediyordu.7 1921’e gelindiğinde uluslararası devrimci dalganın kısa vadede başarılı olamayacağı aşikâr hale geldi. Bolşevikler, bu geriye çekilişin geçici olduğunu biliyorlardı. Ama yine de uluslararası düzeyde oluşan yeni sınıf dengesinde komünist hareketin saldırı pozisyonundan savunma mücadelesine geçmesi gerektiğini gördüler. Sovyetler Birliği açısından 1917’nin kazanımlarının genişletilmesi değil mevcut kazanımların korunması söz konusuydu. Dolayısıyla köylülerin Bolşevik düzene rızalarını devam ettirebilmek için Lenin’in tabiriyle “proletarya ile köylülük arasındaki ekonomik ilişkileri düzeltmek için dönüşüm”8 zorunluluğu ortaya çıktı. Gıda maddelerine zorla el koyma son buldu ve rejim, pazar ilişkilerini ve üretim teşviklerini tarıma yeniden sokan Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) benimsedi. Tarımsal üretimin artmasını sağlayan NEP; savaş, devrim ve karşı-devrimle geçen yedi yılın ardından rejimin biraz nefes almasına imkân tanıdı. Ama piyasa ile devlet sanayisi, köylünün çıkarları ile kolektivizm arasındaki denge sallantılı durumunu devam ettirdi. 1922’de Lenin SSCB’nin “kendini izole edemediği” dünya piyasasına “tabiyet”inin sürdüğünün ve NEP’in uluslararası piyasa güçlerinin, onların yerli temsilcilerinin, zengin köylülerin ve tüccarların SSCB’nin altını oymasına neden olabilecek, sürekli bir tehdidi barındırdığının altını çiziyordu.9 Köylülüğün rejime bağlılığının temel mekanizması olan gıda mallarına karşılık hafif sanayi ürünlerinin ticareti, sanayinin göreli yavaş gelişimi yüzünden sekteye uğramasıyla 1927’ye gelindiğinde bu tehdit keskin bir hale geldi. Köylülerin 1927-8 mahsulü tahılları piyasaya çıkarmayıp ellerinde tutması, köylülükle rejimin arasındaki ilişkileri tekrar krize soktu. Bürokrasinin buna karşı tepkisi SSCB’nin karşı konulmaz bir şekilde devlet kapitalizmine doğru ilerlemesiyle sonuçlandı. 1922-3 kışında Lenin, partinin ve devletin yavaş yavaş bürokratikleşmesi problemini tekrar ele aldı; özellikle onun son “Kongreye Mektup”u10 olacak olan yazısında. Devlet organlarında işçi ve köylü temsiliyetini artırmaya ve İşçi ve Köylü Müfettişliği’ni (Rabkrin – bürokratikleşmeyi dizginlemek üzere kurulmuş olan, özel yetkili komiserlik) güçlendirmeyi 7
Alıntılayan Harman, A.g.e.. s. 255
8
V.I. Lenin, Theses for a Report on the Tactics of the RCP, A. Adler (ed.), Theses, Resolutions and Manifestos of the First Four Congresses of the Third International London, Pluto Press içinde, s. 206.
9
Alıntılayan L. Trotsky, The Permanent Revolution and Results and Prospects, New York Pathfinder Press, 1969, s. 154.
10 V.I. Lenin, “Letter to the Congress”, G. Fyson (ed.) Lenin’s Final Fight 1922-23. Speeches and Writings, London, Pathfinder Press, 1995 içinde, s. 179-200
76
de kapsayacak şekilde bürokratikleşmenin önünü kesmeye dönük bir dizi önlem almayı teklif etti. Fakat o zamana kadar problemler çoktan ağırlaşmıştı. 1920’nin sonlarında devlet memurlarının sayısı, sanayi işçilerininkinin beş katına ulaşmıştı. Bunların çoğu çarcı rejimden (mecbur kalınarak) devşirilmişti. Lenin partinin Mart 1922 Kongresi’nde komünistlerin mi onları, yoksa onların mı komünistleri yönettiğini sorar hale geldi. Stalin, bürokraside kilit noktadaydı ve her ne kadar Lenin “Kongreye Mektup”unda onun partinin genel sekreterliği görevinden alınmasını istemiş olsa da Stalin’in güçlü konumu onun yara almadan kurtulmasını sağladı. Tehlikenin baş gösterdiği, NEP’in ilk kabul edildiği dönemde Bolşevikler, acil (ama geçici) bir tedbir olarak parti içi hizipleri yasaklamıştı. Dolayısıyla Stalinist bürokrasi, önceden Leninizm’in temel özelliklerinden biri olan parti içi demokrasinin kontrolünden her geçen gün daha bağımsız hale geldi. Michal Reiman’ın önemli kitabı Stalinizmin Doğuşu, Cliff ’in analiziyle paralel bir şekilde bürokrasinin 1927-8 krizine karşı gösterdiği gittikçe artan güç kullanımını içeren tepkiyi son derece iyi bir şekilde izah eder. Kırda tahıla el koyma geri döndü. Devlet baskısı, işçilerin artan sıkıntılarının ifadesi olan grev dalgasını (o zamanlar grev yapmak hala yasal bir haktı!) da hedef alacak şekilde genişledi. Bu şikâyetleri gerçek politik hedeflerinden saptırmak için yeni bir olgu ortaya çıktı – tekniker ve mühendislerin “karşı-devrimci bozguncular” olarak günah keçisi yapılması. Bunun bir sonucu, kömür madenlerinde çalışan bir dizi mühendisin yargılanması (Haziran 1928’deki ünlü Şakhti Davası) oldu. Bu davada uyduruk yöntemler kullanılması yeni sorunlara yol açtı – davalı mühendisler, işkenceyle suçlarını itiraf etmeye zorlandı, GPU onlara karşı gayrimeşru yöntemlerle “kanıtlar” topladı. Üstelik bunların bir kısmı Alman vatandaşıydı. Davalıların böylesi kötü muamelelerle karşılaşması rejimin ekonomik krizle baş etmek için başvurduğu çarelerden birisinin son bulmasına neden oldu: Alman hükümeti, vatandaşlarının karşılaştığı keyfi saldırılar karşısında SSCB’yle yürüttüğü ekonomik müzakereleri durdurdu. Diğer batılı devletler de SSCB’yle birlikte verimli bir şekilde çalışamayacaklarına kanaat getirdiler. Şakhti Davası, SSCB’nin uluslararası ilişkilerinde sorunlara yol açtı, ama bunun aynı zamanda yurt içinde de öngörülmemiş sonuçları oldu. Reiman’ın ortaya koyduğu gibi: ... endüstriyi tamamen kargaşaya iten, çalışma disiplininde bir çözülüş [yaşandı]. İşçiler; yöneticilerin, mühendislerin ve teknikerlerin emir ve taleplerini yerine getirmeyi reddediyorlardı. Üretimin ve emek yoğunluğunun artırılmasına dönük tedbirler, karşı-devrimci
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
damgası yiyordu. Dolayısıyla iki ateş (bir yanda işçiler, diğer yanda yöneticiler) arasında kalan ve sürekli enselerinde GPU’nun nefesini hisseden uzmanlar inisiyatif göstermekten çekinmeye başladılar ve sarf ettikleri çabayı minimuma düşürdüler. Düzensizlik arttı.11
Bu arada tahıla zorla el koyma politikası da başarısızlığa uğradı; köylülerin direnişi yüzünden yıl sonunda toplanan tahıl miktarı (her ne kadar bir önceki seneden fazla olsa da) yıl başında belirlenen hedefin sadece yüzde 61’i düzeyindeydi.12 Fakat uyguladığı politikalar başarısızlığa uğrayıp 1928 boyunca yaşanan krizi daha da derinleştirmiş olsa da bürokrasi yapısal olarak güçlendi. Parti ve devlet üzerindeki egemenliği arttı (bu artışın bir göstergesi Troçki’nin Ocak 1928’de Alma Ata’ya sürgün edilmesidir) ve kendisine baskı araçları üzerinde tekel kurma hakkı sağlayan polis ve yargı aygıtını eline geçirdi. Ayrıca kendisine “bozguncular”a karşı kampanya sırasında bir “linç atmosferi” yaratma olanağı sağlayan ideolojik üretim araçlarının kontrolü sayesinde Stalin’in etrafında kümelenmiş bürokrasi artık hem toplumdan daha bağımsız hareket edebilir hem de onu yeniden organize edebilir hale geldi.13 Reiman, bürokrasinin artan bağımsızlığının “keyfi ve baskıcı bir yönetim kurmak için daha fazla olanak” olduğu anlamına geldiğini tartışır.14 Her ne kadar Stalinist rejim büyük bir keyfiyet ve baskı rejimi olsa da aynı zamanda SSCB’yi uluslararası rekabete uyumlu hale getirmeye dönük, sistemli bir çabayı da ifade eder. Stalin’in kendisi 1928’de “kendimizi savunmaya yetecek bir sınai temele kavuşmadan ülkemizin bağımsızlığını savunmak mümkün değildir”15 derken bunu açıkça anladığını gösteriyordu. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi NEP’in karma ekonomik yapısının ortaya koyduğu, yavaş organik büyüme bunu sağlamaya yetemezdi. Sanayi ile tarım arasındaki ilişkilerde gittikçe artan sorunlar karşısında bürokrasinin gücü artık varolan toplumsal güç dengesini temelden dönüştürmek için seferber edilecekti (Reiman buna Stalin’in “ileriye sıçrayış”ı der).16 Reiman’ın arşiv çalışması, Stalin’in iktidarının pekiştiği 1929’un başlarında rejimin yönünün aniden ve köklü bir şekilde değiştiğini açığa çıkardı.17 Ocak ile Mart arasında uygulamaya konan bir dizi baskıcı tedbir, işçi iktidarının son kalıntılarını da ortadan 11 M. Reiman, The Birth of Stalinism (Stalinizmin Doğuşu), London: I.B. Tauris & Co. Ltd., 1987, s. 82. 12 A.g.e., s. 81. 13 A.g.e., s. 61. 14 A.g.e., s. 66. 15 A.g.e., s. 86. 16 A.g.e., s. 86. 17 A.g.e., s. 99-114.
kaldırdı. 1928’e kadar bir ölçüde bağımsız kalabilen ve [üretim] yönetiminin karar mekanizmasında az da olsa kontrol gücüne sahip olan sendikal sistem dâhilindeki troika rejimi yerine işletmelerde tek adam yönetimi tesis edildi; işletme yönetimine disiplini artırma ve işçileri kovma hakkı tanındı; mahkemelerin işçilerin disiplin ve atılma kararlarına dönük şikâyetlerini kabul etmesi ve soruşturması yasaklandı ve sendikalar o andan itibaren üyelerini mahkemelerde savunmayı reddetmeye başladılar. Aynı dönemde pazar günü tatil günü olmaktan çıkarıldı, karne uygulaması devreye sokuldu ve işçi sınıfının atomize olmasına yol açan parça başı iş rejimi büyük çapta devreye sokuldu; öyle ki 1932’ye gelindiğinde işçilerin yüzde 68’i parça başı ücret alır hale gelmişti (1. bölüme bakınız). SSCB’de 1928’den itibaren sınıf ilişkilerinde köklü değişimler yaşandığı, anti-Stalinist Marksistler arasında geniş kabul görür. Troçki bunu devrime bir “ihanet” olarak nitelendirir; Reiman “sosyalizmin toplumsal doktrininin özünden ve anlamından kopma” derken, Rosmer ise sosyalist devrimin “mutlak reddi” olarak ifade eder.18 Fakat bu görüşlerle SSCB’yi bir çeşit işçi devleti olarak tanımlamak uyumlu değildir; özellikle Troçki bir yandan Stalinist bürokrasiyi “Sovyet toplumunda tek imtiyazlı ve yönetim hakkına sahip tabaka” olarak değerlendirip yerden yere vururken, diğer yandan onu, devlet mülkiyetini devam ettirmesinden dolayı “proletarya diktatörlüğünün bir silahı” olarak görür.19 Ancak Cliff 1928-9’un üretim ilişkilerinde niteliksel bir dönüşümü temsil ettiğini söyler. Ona göre bir karşı-devrim yaşanmış ve SSCB devlet kapitalisti bir sisteme dönüşürken Stalinist bürokrasi de yeni bir egemen sınıf haline gelmiştir. Bu betimleme üç temele dayanağa sahiptir: Öncelikle Cliff, Marx’ın Proudhon’u eleştirirken ifade ettiği, mülkiyetin hukuksal biçimini (özel, devlet, vs.) üretim ilişkilerinden bağımsız olarak ele almanın “metafizik bir soyutlama” yapmak olduğu tezini kullanır. Nitekim feodal Avrupa’da lordun özel mülkü ile üyelerinden hiçbirinin özel mülkiyet hakkına sahip olmadığı Katolik Kilisesi’nin ortak mülkü yan yana varolmuştu. Benzer şekilde günümüzün piyasa kapitalizminde devletleştirilmiş sanayi, özel mülkiyet altındakilerle birlikte yer alıyor. Öyleyse mülkiyet biçimleri, temel üretim ilişkileriyle kıyaslandığında ikinci plandadır. Rusya’daki üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı karakteri yüzünden Stalinist Rusya 18 L. Trotsky, The Revolution Betrayed: what is the Soviet Union and where is it going?, New York, Pathfinder Press, 1972; M. Reiman, The Birth of Stalinism, London: I.B. Tauris & Co. Ltd., 1987, s. 86; A. Rosmer, Lenin’s Moscow, London, Bookmarks, 1987, s. 254. 19 L. Trotsky, The Revolution Betrayed: what is the Soviet Union and where is it going?, s. 249.
77
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
devlet kapitalisti bir rejimdi. Bununla birlikte bu sömürü, SSCB’nin dünya kapitalizmiyle ilişkileri dikkate alındığında açıklanabilir. Bu ilişkileri merkezine yerleştiren bir analizde ikinci bir argüman da önem kazanır: “özel mülkiyet” konseptinin anlamı. Özel mülkiyet kavramı genellikle kişisel (bireysel) mülkiyet fikriyle ilişkilendirilir. Bu açıdan yaklaşıldığında SSCB’de neredeyse tüm üretim araçları devlet mülkiyetinde olduğundan sermayenin özel mülkiyetinin söz konusu olmadığı doğrudur. Ancak bir bütün olarak dünya ele alındığında (ister devlet mülkiyetinde olsun ister özel sektörde) tüm sermaye farklı aktörlerin “özel” ellerindedir. Sovyet devlet mülkiyeti de bu anlamıyla “özel”di; çünkü Sovyet vatandaşı olmayan hiç kimsenin (gerçi ideolojik alan bir kenara bırakıldığında gerçekte Sovyet vatandaşlarının çoğunun da) o mülkiyet üzerinde herhangi bir kullanım hakkı yoktu. Üçüncü dayanak, kapitalizm altında rekabetçi birikimin sistematik mantığı tarafından yönlendirilen sermayeler arası ilişkilerin doğasıyla alakalıdır. Bu ilişkilerden azade olmayan Stalinist egemen sınıf, kapitalist dünya ekonomisinin yapısına eklemlenme özelliği yüzünden kapitalist bir sınıf olarak tanımlanır. Zorla kolektivizasyon ve sanayileşme sayesinde üretim araçlarının tüm kontrolünün Stalinist bürokrasinin eline geçmesi ile birlikte Sovyet vatandaşı işçilerin tüketimi yoğun bir şekilde birikime tabi oldu (kitabın 1. bölümüne bakınız). SSCB’yi etkisi altına alan rekabetçi tahakküme Stalinist bürokrasinin verdiği tepkinin önünde hiçbir gücün durmasına izin verilmedi: Stalin Şubat 1931’de fabrika müdürlerine şunları söylüyordu: “Gelişmiş ülkelerin elli veya yüz yıl gerisindeyiz. Bu açığı on yılda kapatmalıyız. Ya bunu başarırız ya da onlar bizi ezer”.20 SSCB’nin klasik piyasa kapitalizminin ekonomik rekabet mekanizmalarına karşı sosyalist bir duvar olduğunu savunanlar, onun dünyanın geri kalanıyla ilişkilerini ele almaktan sakındılar. Gerçekten SSCB’nin dış ticaret rakamları 1930’larda hızla geriledi. Fakat Buharin’in de belirttiği gibi genel olarak tüm kapitalist dünyada aynı şey yaşandı. 20. yüzyılın ilk yarısında iki tane dünya savaşının çıkmasından da görülebileceği üzere o dönemki kapitalist rekabet gittikçe askeri bir biçim kazanmıştı. Kapitalist rekabeti sadece ekonomik düzeye indirgeme anlayışı Marksist anlayışa yabancıdır. Ekonomik rekabet, genel kapitalist rekabetin temel biçimlerinden biridir. Ama yine de genel bir olgunun bir unsurudur. Farklı tarihsel dönemlerde rekabetin farklı biçimlerinin ağır basabileceğini kavramak zorundayız. Dolayısıyla SSCB’nin gelişmiş ülkelerle giriştiği rekabette öne çıkan unsur, 20 Alıntılıyan I. Deutscher, Stalin, Harmondsworth, Penguin, 1966, s. 328.
78
ağır sanayi ve savaş hazırlığı (silahlanma) oldu; ülkedeki birikim süreci de bunlara tabi idi. Devlet kapitalizmi çağı Marx, kapitalizmin doğuşunda devletlerin oynadığı yaşamsal role (“feodalizmden kapitalizme doğru ilerlerken devletlerin süreci ‘hızlandırma, sera görevi görme’” rolü) işaret etmişti.21 Buna ilkel sermaye birikimi sürecine katılım – örneğin dünyanın daha az gelişmiş bölgelerinin yağmalanması gibi yöntemlerle –da dahildi. Daha genel düzeyde Marx “semayenin varoluş koşulları”nı yaratanın devlet olduğunu, her ne kadar şekilsel olarak devletin gücü, mülkiyet haklarının yadsınması olsa da mülkiyet haklarının devlet olmadan etkin işlerlik kazanmasının riskli olacağını belirtmişti.22 Başlangıçta devletin faaliyet alanı sınırlıydı ve ulusal piyasaları (genellikle yönetilen sınıfların iradesinin hilafına olmak üzere emek piyasası da dahil) oluşturma ve rakip sermayeler arasında hakemlik yapma odaklıydı. Fakat 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde devletler, ekonomiye ve topluma sistematik müdahalelerde bulunur hale gelmişti. Rosa Luxemburg’un belirttiği gibi: “Kapitalist gelişim, devletlerin doğasını kökten değiştirir; onun faaliyet alanını genişletir, ona durmadan yeni işlevler kazandırır [...] ve onun topluma dönük müdahale ve kontrolünü günden güne daha gerekli hale getirir. Bu anlamda kapitalist gelişim, devlet ile toplumun müstakbel kaynaşmasını yavaş yavaş hazırlar.”23
Bu “günden güne gerekli” olma durumu neden ortaya çıkar? Gelişmiş ülkelerdeki kapitalist sanayileşme, toplumun sınıfsal yapısını değiştirdi: Şehirlerde yoğunlaşan, gittikçe daha eğitimli hale gelen ve sendika ve sosyalist partilerde örgütlenen yeni bir emekçi sınıfı – kapitalizmin “mezar kazıcısı” – ortaya çıkardı ve onu hızla büyüttü. Ulusal çapta emek hareketlerinin yarattığı baskı, devlet-toplum ilişkilerinde bir dönüşümü ortaya çıkartan, devletin koruyucu hukuki tedbirler alması ve sosyal reform yapılmasına dönük uygulamaların kabul edilmesini beraberinde getirdi. Karl Polanyi, devlet düzenlemelerindeki artışı bir “ikili eylem”in ikinci unsuru (ilk unsur olan ve toplumu “yok eden” piyasalaşmaya tepki) olarak ele alır. Ona göre bu ikinci unsur piyasalaşmanın “kendi kendini imha mekanizmasının etkilerini törpülemeye dönük, koruyucu karşı hamle”dir.24 Önceden toplumu “piyasanın bir eklentisi” haline getiren aynı devlet, 21 K. Marx, Capital cilt 1, Moscow, Foreign Languages Publishing House, 1954, s. 751. 22 K. Marx, Grundrisse, Harmondsworth, Penguin, 1973, s. 507. 23 R. Luxemburg, Reform or Revolution, London, Bookmarks, 1989, s. 43. 24 K. Polanyi, The Great Transformation, Boston Mass., Beacon Press, 1957, s. 76.
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
artık ekonomiyi daha geniş toplumsal ilişkilerin içine yerleştirme ve emek gücünün ve daha geniş düzeyde toplumsal bağların yeniden üretiminin altyapısını sağlama sürecine kendini adamıştı. 25 Avrupa’daki değişik politik rejimlerde piyasa koşulları dâhilinde refah devleti işyerlerini, toplum sağlığını, sosyal sigortayı vb. kapsayan uygulamaları ortaya çıktı. Devletin artan rolünü tam olarak kavrayabilmek için “ulusal sınırlar” alanının ötesine geçmemiz gerek. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmi doğduğu topraklar olan Batı Avrupa’dan hızla yayılıp tüm dünyayı saracak bir düzen olarak ele almaları son derece doğruydu. Ancak onların, kapitalizmin yarattığı dinamizmin “tüm Çin Setlerini alaşağı edeceği” ve “ulusal farklılıkların ve halklar arasındaki düşmanlıkların gün geçtikçe yok olacağı” argümanları ilerleyen yıllarda yarı-doğrulandı.26 Kapitalizmin küresel yayılması ulusal ekonomileri ve firmaları korumaya dönük tedbirleri bir yandan ortadan kaldırırken bir yandan da yeniden devreye soktu. İlk gelişmiş kapitalist toplum olan Britanya 1860’da küresel endüstriyel çıktının yüzde 40’ından fazlasını üreterek dünyanın geri kalanına kapitalizmin önceki üretim tarzlarından daha üstün olduğunu ispatladı. Britanya’nın liderliğinin ve yayılmacı politikalarının tehdidi altında kalan kapitalist gelişme yoluna daha sonra giren Almanya, Rusya ve Meiji sonrası Japonya gibi ülkeler, dünyanın liderini taklit etmeye başladı. Fakat Britanya’nın kapitalist kalkınmada izlediği yol – organik, tedrici kalkınma – ona yetişmek isteyenler için uygun değildi. O yüzden sonradan kalkınanlar, toplumsal ve ekonomik değişimi organize etmek üzere devleti işe koştular. Böylece devlet, kapitalist kalkınmanın çok sıcak bir “sera”sı haline geldi. Devletler, bir yandan Britanya’nın daha önceden yaptığı gibi ulusal piyasalar (emek ve diğer mallar için) inşa ederken diğer yandan da sermaye birikimini hızlandırmaya dönük bir sürü tedbir uyguladı: Dış borçlanma, tasarrufları artırmaya dönük kamu tasarruf bankaları kurma, büyük altyapı yatırımları ve teknik eğitim programlarını geliştirme, vb. Kapitalist dönüşümün rekabetçi baskısı dolayısıyla devletin liderliğinde kalkınan Britanya’nın rakipleri, klasik kapitalist liberal modeli altüst etmek zorunda kaldı. Kapitalizmin gittikçe küreselleşmesinin basıncı altında devletler dönüşüme uğradılar. Fakat güçsüz duruma düşmediler; varolan toplumsal yapılar, kültürler, kurumsal düzenlemeler ve politik koşullar ile bu baskılar arasında aracılık yaptılar ve bu baskıları da dönüştürdüler. Bolşevik liderlerden Nikolai Buharin, 25 A.g.e., s. 57. 26 K. Marx ve F. Engels, ‘Manifesto of the Communist Party’ (Komünist Manifesto), Karl Marx, Selected Works volume 1 içinde, London, Lawrence and Wishart, 1942 , s. 209, s. 225.
Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi isimli kitabında dünya ekonomisinde karşılıklı bağımlılığın arttığına işaret eder; ama aynı zamanda uluslararasılaşmanın “kapitalist çıkarların ulusallaşması yoluyla ortaya çıkan karşı bir akım”ı tetiklediğini belirtir.27 Sermayeler gittikçe yoğunlaşırken kendi devletlerinden sömürgeler için girişilen rekabet, pazara ve hammadde kaynaklarına erişim ve dış yatırım fırsatları konularında yardım aldılar. Liberal kapitalizm, devletleşmiş versiyonu karşısında sürekli kan kaybederken ekonomik rekabet, devletler arası husumetle arasındaki bağları kuvvetlendirdi. Kapitalist rekabet her geçen gün askeri bir biçim kazandı. Bu durum kendisini en açık şekilde büyük güçler arasında 1914’te savaşın patlak vermesine yol açan askeri rekabette ortaya koydu. Marksizmin yeniliğe kapalı ve basmakalıp kimi versiyonları devletle kapitalizmin birbirine bağlı, aynı toplumsal iktidarın farklılaştırılmış şekilleri ve aynı kapitalist mantığın ürünü olduğunu reddeden modeller ortaya koyar. Tersine, Marksist coğrafyacı David Harvey, üretim biçiminin sadece ekonomiyle alakalı olmadığını tartışır. Ona göre üretim şekli aynı zamanda; ... üretimin her çeşidi, ticaret, dağıtım ve tüketim ilişkileri ile birlikte kurumsal, yargısal ve yönetimsel düzenlemeler, politik örgütlenme ve devlet aygıtı, ideoloji ve toplumsal (sınıfsal) yeniden üretimin karakteristik biçimleri [ile de bağlantılıdır]. Biz “kapitalist”, “feodal”, “asyatik”, vb. üretim biçimleri arasında bu sayede karşılaştırma yapabiliriz.28
Kapitalist üretim tarzı altında çeşitli ulusal kapitalizmler kendi özelliklerini koruyorlar. Bunun sebepleri arasında ülkenin iç sınıf dengeleri ve önceki sınıf mücadelelerinin bıraktığı kurumsal, kültürel ve iktisadi miras var. Yine de David Coates’in ifade ettiği gibi bu gerçekler dünyada “indirgenemez çoklu ve kompleks bir görünüm yaratsa da bu yüzeysel çeşitliliğinin kendi yapısal mantığı var. Bu mantık kapitalizmin zaman içinde bir dünya sistemi olarak, eşitsiz bir şekilde gelişmesine bağlı”.29 Küresel birikim rekabeti ve onunla beraber gelişen askeri rekabet 1928 sonrasındaki Stalinist rejimin gelişmesi için vazgeçilmez analiz kılavuzumuz olmalı. Günümüzde devletler ve kapitalizm Kapitalizmin dinamizmi, Cliff ’in “kaskatı ortodoksluk” hakkındaki uyarısının tüm Marksist öngörüler 27 N. Bukharin, Imperialism and World Economy, London, Merlin Press, 1987, s. 62. 28 Harvey, The Limits to Capital, new edition, London, Verso, 1999, s. 25, fn.12 29 Coates, Models of Capitalism: Growth and Stagnation in the Modern Era, Cambridge, Polity Press, 2000, s. 226.
79
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
için de geçerli olması sonucunu doğurur. Neo-liberal yeniden yapılandırma ve küreselleşmenin 40 yılı, yaklaşık 75 yıl varlığını sürdüren devlet kapitalizmi modellerinin aşınmasına veya (Sovyet stili biçimi özelinde) çökmesine yol açtı. Bunun devletler ve devlet-sermaye ilişkisindeki etkileri şunlar oldu: Dünya ekonomisinin unsurlarının bağları kuvvetlendi ve ulusal ekonomiler daha açık hale geldi: Örneğin Türkiye’de dış ticaretin GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) içindeki payı 1960’ta yüzde 6 iken 2016’da yüzde 47’ye çıktı.30 Kamusal politikalar, küresel düzeyde faaliyet gösteren özel sektör tarafından yönlendirilir ve onun menfaatine çalışır hale geldi. Bu politikalar uluslararası sermaye piyasaları, küresel derecelendirme kurumları ve Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kurumlar tarafından yönetiliyor. Devletin sahip olduğu firmaların (KİT) üretimlerinin milli gelir içindeki payı genel olarak düştü ve devletlerin elindeki pek çok varlığın mülkiyeti özel firmaların eline geçti. Kamusal iktisadi planlama (özellikle sendikaların da dahil olduğu yerlerde) kaybolup gitti. Devletin sağladığı refah hizmetleri on yıllardır kemer sıkma politikaları yüzünden azalma eğiliminde. Birçok refah hizmeti artık özel şirketler tarafından sunuluyor. Peki, bütün bunlar devlet kapitalizmi döneminin sona erdiğini mi gösteriyor? Bazı marksistler şu anda “ulus ötesi” çağda yaşadığımızı iddia ediyor; fakat bu noktada çok dikkatli olmamız lazım.31 Kamu harcama düzeylerini gösteren aşağıdaki tablo hem 20. yüzyılın başından itibaren devletin ekonomi içindeki rolünün artma eğiliminde olduğunu, hem de bu eğilimin toplam kamu harcamalarında herhangi bir azalmanın olmadığı neo-liberal dönemde de aynen devam ettiğini gösteriyor: GSYH içinde kamu harcamalarının payı (14 gelişmiş ülkenin ortalaması - %)32 1913 1920 1960 1980 1990 1996 9,1 15,4 28,5 43,3 46,1 47,1 Neo-liberal küreselleşmenin direksiyonundaki ülke olan ABD’ye ait yakın dönem rakamları aynı gerçeği doğruluyor: Kamu harcamalarının GSYH içindeki payı, yaklaşık olarak neo-liberal dönemin başlangıcı kabul edilebilecek 1979 yılında yüzde 33’tü ve ilerleyen yıllarda bu rakamın altına hiç düşmedi. 2008 krizi ertesinde, 2009’da yüzde 43’e tırmanan bu oran 2015’te yüzde 38’e geriledi.33 Ekonomik İşbirliği 30 Dünya Bankası verisi için bkz. http://data.worldbank.org/indicator/NE.TRD.GNFS.ZS? locations=TR 31 Bir eleştiri için bkz. A. Budd, ‘Transnational Marxism: a critique’, Contemporary Politics, 13 (4), 2007. 32 The Economist‘ten uyarlandı, 1997, s. 11. 33 OECD
80
verisi
için
bkz.
https://data.oecd.org/gga/
ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) oranları, dünyanın en gelişmiş 35 ülkesinin ezici çoğunluğunda aynı genel eğilimin yaşandığını gösteriyor.34 2012’de İngiliz burjuva dergisi The Economist, Çin’in artan gücü ve SSCB yıkıldıktan sonra Putin yönetimdeki “kamulaşmış” Rusya’nın toparlanmasına odaklanarak “devlet kapitalizminin yükselişi” uyarısında bulundu (dergi, batı kapitalist ülkelerini görmezden geldi).35 Derginin yayınladığı rakamlar, menkul kıymetler borsasındaki varlıkların yüzde 80’inin Çin’de devlet işletmelerinin elinde olduğunu gösteriyordu. Rusya’da bu oran yüzde 62’ydi. Bunun anlamı Çin ekonomisinin yüzde 80’inin devletin kontrolünde olduğu değil (gerçekte kamu sektörü sanayi varlıklarının yüzde 40’ına sahip olmasına rağmen toplam üretimin yüzde 20’sinden azını gerçekleştiriyor), Çin’de büyük şirketlerin çoğunluğunun devletin elinde olduğudur. Devletin etkisi başka mekanizmalar vasıtasıyla da ortaya çıkıyor. Devlet, Çin’in en büyük 150 şirketinin en büyük hissedarı. Ayrıca çok sayıda firmada stratejik hissedar pozisyonunda. Bu sayede Çin’de devlet, ekonominin kilit sektörlerini kontrol altında tutabiliyor. KİT’lerde ve çok sayıda büyük özel şirkette faaliyette bulunan komünist parti hücreleri, devletin ekonomideki kontrolüne yardımcı oluyor. Devlet, ayrıca şirketlerin yönetim kurulu üyelerinin belirlenmesi ve işçi ücretlerinin kontrolü süreçlerine müdahil oluyor. Bunun yanında finansal sektörde de önemli bir nüfuzu var. Dünyanın en büyük bankacılık sektörü – ve dünyanın en büyük dört bankası – Çin’de (ve dördü de devlet bankası).36 2008 krizi sırasında devletin ekonomiyi canlandırma programının bir parçası olarak Çin bankaları firmalara inanılmaz miktarlarda borç para – Çin GSYH’ının yüzde 14’üne varan düzeylerde – akıttı. 2009’da verilen borçların yüzde 85’i devletin mali kurumlarıyla yakın ilişkilerinden fayda sağlamaya devam eden KİT’lere gitti. Onların bu borçlar için ödedikleri faiz, özel sektör firmaları için açılan kredi faizlerinin üçte birini ancak buluyordu. Ekonominin krediye boğulmasından beri ne zaman batık kredi, bankalara hücum, sermaye kaçışı ve borsada ani düşüş yaşansa ve bunların kaçınılmaz sonuçları ortaya çıksa, devlet hemen tekrar sahneye general-government-spending.htm. 34 Bkz. http://www.oecd-ilibrary.org/governance/government-at-a-glance-2015/general-governmentexpenditures-asa-percentage-of-gdp-2007-2009-2013-and-2014_gov_glance2015-graph35-en 35 ‘State Capitalism’; The Economist, 21 January 2012 içindeki özel rapor 36 ‘Finance in China’; The Economist, 7 May, 2016 içindeki özel rapor. Hindistan’da da benzer bir durum vardır: Devlet bankaları bankacılık sektöründeki tüm varlıkların üçte ikiden fazlasını kontrol etmektedir.
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
adım attı. Çin devleti son derece güçlü, ama 2008’de ABD’de başlayan kriz, en güçlü devletin bile kapitalist krizi tamamen bertaraf edemeyeceğini gösterdi. Bugün Çin’de Cliff ’in durgunluk krizi öngörüsünün esintileri hissediliyor. Sovyetler sonrası Rusya’da devletin üretken varlıklarının özelleştirilmesinde aslan payını kapanlar bürokratlar ve onların çocukları (bunların çoğu Sovyet Devleti’nin Konsomol - Genç Komünist - hareketinin lider kadrolarıydı) oldu. Devlet kapitalisti rejiminin egemen sınıfının kendisini sermayenin bireysel sahipleri haline getirmesi sırasında bunların işgal ettikleri makamların önemi Tony Wood tarafından ortaya kondu. Wood şunları yazdı: “Bu elitin ortaya çıkması ve güçlenmesi, devletin belirleyici müdahalesi olmadan mümkün olamazdı”.37 Yakın zamanda Putin, oligarkların sahip olduğu firmaları birleşmeye ve belli ölçüde merkezi koordinasyona itaat etmeye zorlayarak merkezi devlet otoritesini yeniden güçlendirdi. Kilit sanayileri ve büyük firmaları devletleştirdi. Devletin milli gelir içindeki payı 2005 ile 2017 arasında yüzde 35’ten yüzde 70’e yükseldi. Devlet, Rus ekonomisinin kaptan köşküne yeniden çıktı; Sovyet zamanındaki doğrudan sahiplik yerine bu sefer büyük hissedar olarak orada. İşçi sınıfı için bu iki durum arasında fazla bir farklılık söz konusu değil. Küresel ekonomide devletlerin önemlerinin değişmeden kaldığının bir başka işareti, devletlere bağlı ulusal varlık fonlarının artan ağırlıklarıdır. Bu fonlar genellikle Körfez Ülkeleri ile birlikte anılırlar, ama böylesi fonlara sahip başka pek çok ülke (örneğin şu anda fonların en büyüğüne sahip Norveç gibi) var. Dolayısıyla devlet ile sermayeyi karşılıklı bağımlı hale getiren bağlar, The Economist’in endişelerinin odağındaki Rusya ve Çin’le sınırlı değil. Daha “piyasacı” bir ülke olan ABD’de uzun zamandır devlet, savunma harcamaları vasıtasıyla uzay-havacılık, bilişim, mühendislik ve elektronik gibi sektörlerde yer alan firmalara destek sağlıyor. 1980’lerin ortalarındaki Stratejik Savunma Girişimi (“Yıldız Savaşları”) programı dahilinde araştırma ve diğer alanlardaki ihalelerin ezici çoğunluğu Amerikan şirketlerine verildi. “Yıldız Savaşları”, silahlanma merkezli, kocaman bir endüstri politikasıydı; John Palmer’a göre program, ABD’nin “Avrupalılar ve Japonlara karşı dünya yüksek teknoloji liderliğinde rakip tanımaz üstünlüğü”nü yeniden kazanma amacıyla oluşturulmuştu. 1986’nın sonuna gelindiğinde program için yapılan toplam harcama yaklaşık 14 milyar dolardı ve bunun sadece 100 milyon dolarlık (yüzde 0,7) kısmından Avrupalı firmalar istifade etti.38 Bu programdan istifade etmiş
dönemin küçük firmaları, içinde faaliyet gösterdikleri sektörlere hükmeder haldeler ve artık küçük değiller. Onlar, The Economist’in canını sıkacak, biz Marksistler için ise hiç de sürpriz olmayacak şekilde “genellikle yöneticilik pozisyonlarına Washington’la içli-dışlı olanları getiriyor, lobici ordusu besliyor” ve devletin vergi indirimlerine bel bağlıyorlar.39 Avrupa Birliği, ABD’nin savunma harcamaları vasıtasıyla ileri teknoloji sektörlerindeki Amerikan şirketlerine verdiği muazzam destek yüzünden derin bir endişe duyuyor ve Microsoft, Apple ve Google gibi firmalar yüzünden sürekli hale gelen transatlantik çekişmeler, “ulusal şampiyonlar”a verilen devlet desteğinin uzun vadeli müttefikler arasında bile sorun kaynağı oluşturduğunu gösteriyor.40 Dünyanın çeşitli kapitalist ülkeleri arasındaki bir başka (ve daha ileri düzeydeki) benzerlik, devlet-sermaye-emek ilişkisine dair. Neo-liberal küreselleşme hiçbir zaman sadece ekonomik bir olgu olmadı; ekonomik krizlerin geri dönüşünden ve 1960’lı70’li yıllardaki yüksek işçi militanlığı döneminden sonra karlılığı artırmak ve sermayeyi güçlendirmek için batılı güçlü devletler tarafından oluşturulan bir strateji idi. Önceden verilmiş sınıfsal tavizleri (kilit öneme sahip ülkelerde 1970’lerin sonu ve 80’lerin başında sendikaların elde ettiği bir dizi başarı da dahil olmak üzere) ortadan kaldırmaya dönük neo-liberal yeniden yapılandırmaya uygun koşulları yaratmaya yardım etmek için devletler, zor aracına başvurdu. Yenilgi yaşayan işçiler arasında Amerikan hava trafik kontrolörleri, İngiliz çelik ve maden işçileri ve İtalyan Fiat işçileri vardı. Bunun peşinden sosyal refah, politikanın büyük şirketler çıkarına belirlenmesi ve emek üzerinde piyasa baskısı oluşturma konularında sermayenin kendine güveni gittikçe arttı. Devletin ağırlığının daha fazla olduğu ülkelerde devlet, emek gücünün düzenlenmesine daha fazla karışır hale geldi (genellikle devlet güdümlü sendikalar veya aktivistlere baskı kurma ve onları tutuklama vasıtasıyla). Her ne kadar geçtiğimiz yıllarda Çin’de belli sektörlerde ücret düzeyi artmış olsa da 2010’da işçilerin baskısıyla karşılaşan, genelde uysal bir tutum içinde olan, devlet güdümlü Tüm Çin Sendikalar Federasyonu 1983’te yüzde 56,5 olan ücretlerin milli gelir içindeki payının takip eden 22 yıl boyunca sürekli düşmesi sonucu 2005’te yüzde 36,7’ye gerilediğinden şikayet ediyordu.41 Oxford, Oxford University Press, 1988, s. 72; s. 197, dn.26) 39 ‘The Rise of the Superstars’; The Economist, 17 September 2016 içindeki özel rapor
37 T. Wood, ‘Collapse as Crucible: the reforging of Russian society’, New Left Review 74, Mar-Apr 2012, s. 17
40 Avrupa’nın endişelerine bir örnek için bkz., A. James, U.S. Defence R&D Spending: An Analysis of the Impacts - Rapporteur’s report for the EURAB Working Group ERA Scope and Vision, Manchester, Manchester University Press, 2004
38 J. Palmer, Europe Without America? The Crisis in Atlantic Relations,
41 Hou Lei, ‘Official: wage share decreases 22 years in a row”,
81
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
Yine de sınıflı toplumlarda işçi sınıfının devlete ve onun meşruluğuna karşı (tüm vatandaşlar adına yürütüldüğünü söyleme hakkıyla birlikte) mücadele etme potansiyeli her zaman vardır. Bu mücadelelerin yükseldiği yerde devletler, baskı araçlarına başvurur. Ama aynı zamanda milliyetçi ideoloji ve söylevler vasıtasıyla yönetilen sınıfları “kendi” ulus-devletleriyle birlikte hareket etmeye çağırır. Immanuel Wallerstein’a göre burada devletlerin amacı “açık sınıfsal engellerin yerine ulusal - veya gizli sınıfsal – engeller” kullanmaktır.42 Kriz ve toplumsal alt-üst oluş dönemlerinde egemen sınıf, bu aracı sürekli kullanır. Stalin’in devlet kapitalizmini inşa etmeye dönük karşı-devrimi sırasında Lenin’in enternasyonalizmini bir kenara bırakıp Büyük Rus milliyetçiliğine yeniden hayat vermesi ve ilk kez 1924’te ortaya atılan tek ülkede sosyalizm saçmalığına sarılması ne şaşırtıcıdır ne de tesadüf. Bolşevik liderlerin önce reddettiği, sonra alaya aldığı Stalin’in projesi, bürokrat katmanlarında desteğini yavaş yavaş artırdı. Bu katmanlar 1928’den itibaren kendilerini yeni devlet kapitalisti rejimin egemen sınıfı haline getirecekti. Bu sınıf için enternasyonalizm sadece yabancı bir görüş değil, aynı zamanda kendi iktidarlarına yönelmiş bir tehditti: İç politikada Stalinizmin, Leninizm’in haklı mirasçısı olduğu iddiası üzerinde şüpheler uyandırıyordu. Dış politika alanında ise Stalinizmin artık devrimci “maceracılık” olarak nitelendirdiği enternasyonalizm, dış ülkelerle ilişkilerde sağlanan göreli istikrarı (ki gelişmiş ülkeleri hızla yakalama iddiasında olan Stalinizmin buna ihtiyacı vardı) bozma riski taşıyordu. Stalin’in Sovyet Birliği dünyada egemen düzen ve güçlerle uyumunu artırıp proleter enternasyonalizmden vazgeçti ve dünya komünist partilerinin bu çizgiye çekilmesi için parti liderliklerinde (özellikle Moskova’da olan liderler) büyük bir temizlik yapıldı. Eski liderlerin yerine geçenler, ulusal politikalar ve ulusal gelişme merkezli fikirlerle (ve savaş sırasında faşizme karşı “ulusal birlik” düşünceleriyle) donatılmışlardı. Yeni politika; mekanik, devrimci liderliği nesnel güçlere teslim olmaya zorlayan bir “Marksist” ideoloji ile tahkim edildi. Bu “Marksizm”e göre sosyalizm için “nesnel koşullar olgun değil”di. Fakat tüm bunlar, Sovyet egemen sınıfın çıkarlarını korumaya dönük bahanelerdi ve Stalinistler, batılı müttefiklerinin baskısıyla 1943’te Komintern’i (hem de göstermelik bir kongre dahi düzenlemeden) dağıttılar. Tüm dünyadaki komünist partiler, 1943’ten çok daha önce sosyalizm yerine ulusal kalkınma hedefini China Daily (12 May, 2010); www.chinadaily.com.cn/china/2010-05/12/content_9841109.htm. 42 I. Wallerstein, Utopistics: or, Historical Choices of the Twenty-first Century, New York, The New Press, 1998, s. 21.
82
ikame etmişlerdi. Bu, reforme edilmiş kapitalizme bağlılığı ve ulusal burjuvazinin sözde “ilerici kanat”ı ile ittifak kurmayı beraberinde getirdi. “İlerici kanat”, ikiyüzlü bir müttefik olduğunu hemen ispatladı ve savaşın ertesinde bunun yıkıcı etkileri görüldü: Fransız ve İtalyan komünist partileri, anti-faşist direniş hareketini sosyalist mücadeleye dönüştürmek yerine kapitalizmin yeniden istikrar kazanmasına yardımcı olurken, aynı anda dünyanın pek çok koloni ve azgelişmiş ülkenin “ilerici burjuvazi”si kendisine güveni geldiği anda ulusal çıkarlar uğruna politik bağımsızlıklarından gönüllü olarak feragat eden komünistlere silahını doğrulttu (bilhassa Ortadoğu’da; ama bu durum başka yerler de ortaya çıktı). Milliyetçilik belki bazen emperyalist güçlerin durdurulmasında (örneğin Vietnam’da veya Nasır’ın Mısırı’nda ve islamcı İran’da) işe yarayabilir. Ama solun milliyetçilikle uzlaşması, işçi sınıfının bağımsız çıkarları ve sosyalizm mücadelesi için ölümcül sonuçlar doğurur. Günümüz dünyasına geri dönersek; sınıf güçleri ve uluslararası sistemin dengesindeki değişimler, milliyetçiliğin yoğunluğunun sabit kalmaması anlamına geliyor. Fakat çeşitli alanlardaki (ekonomik, politik, askeri, vs.) krizler, kapitalizmin değişmez özelliklerinden biridir. Devletlerin milliyetçiliği yardıma koşmaları, kapitalist dünya sisteminin en büyük özelliklerinden birisidir. Dahası emek mücadelesi milliyetçilikle baş edemezse, bağımsız işçi sınıfı hareketi kurma ve uluslararası dayanışma inşa etmekte de başarısız olur. Bu, Lenin’in zamanında olduğu kadar şimdi de dünya işçi sınıfı için zaruri bir meseledir: Trump’ın Amerikası, Brexit oyu veren Britanya, Abe’nin Japonyası, Modi’nin Hindistanı ve milyonların faşist Le Pen’e oy verdiği bir Fransa sosyalizmin veya işçi sınıfının dostu olamaz; ha keza milliyetçiliği azdıran Xi Jinping ve Putin iktidarı da. Cliff ’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabı kayda değer bir kazanımdır. Kitabın ilk yazıldığı dönemde neredeyse tüm dünya – hatta Marksist cepheden Stalin’i eleştirenler bile – Sovyetler Birliği’nin (öyle ya da böyle) sosyalist olduğuna inanıyordu. Bu kitap, “ortodoksluk”un engelleyici etkisine rağmen Cliff ’in gerçeklikle dimdik yüzleşme inatçılığını ortaya serer; gerçeklik, Cliff ’in o zamana kadarki fikirlerine meydan okumasına rağmen o, bu inatçılığından taviz vermez. Onun sağlam karakteri olmasaydı bu kitap yazılmayacak ve Stalinizmin devrimci cepheden eleştirisi, bir dizi izole Marksistin ve militanının kişisel görüşü olarak kalacaktı. Fakat kitap daha nesnel bir önem taşıyor. Öncelikle Stalinist yazarlar tarafından resmi ideoloji olarak üretilen, basmakalıp ve mekanik “Marksizm”e karşı, gerçek Marksist metodun dünyayı açıklama kapasitesini ortaya koyuyor ve böylece kendi kurtuluşunu arayan emek hareketinin
Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi Teorisi | Adrian Budd
karşısına çıkan görevleri netleştiriyor. İkinci olarak “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” fikrini tekrar Marksizmin merkezine yerleştiriyor. Zira işçi sınıfının devrimci öz-faaliyeti ve örgütlülüğü dışında hiçbir yöntem (Stalinist veya sosyal demokratik tepeden inmeci projeler dahil) sosyalizmi getiremez. Bu, bugün için olduğu kadar 1947-48 dönemi için de doğruydu. İşçi devrimine giden yolda pek çok engel var, ancak Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, SSCB’nin (devlet formunu almış Stalinizmin) bu engellerden biri olmadığını gösteriyor. Bugün devrimci sosyalizmden etkilenen herkes, Marksizmin bu klasikleşmiş eserini okuyarak çok büyük fayda sağlayacaktır. Çeviri: Mesut Çelebioğlu
83
1968: Karabasanları düşlerimizdir Meltem Oral
Ü
zerinden geçen yarım asır sonrasında “1968”, genellikle Paris’te Mayıs ayında yaşanan şairane bir öğrenci isyanı olarak hatırlanıyor. Bu zamansal ve mekânsal sınırlandırma egemen sınıfların bilinçli bir çabası olarak değerlendirilebilir.1 Fransa sınırlarını aşarak Meksika’dan Almanya’ya, Japonya’dan Pakistan’a tüm dünyayı etkisi altına alan, 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların birikimiyle patlayan ve sonraki yıllarda birçok ülkenin siyasetinde kalıcı etkiler bırakan, sıradan insanların, öğrencilerin, işçilerin isyan dalgasının nasıl hatırlanacağı da bir politik mücadele konusu. Egemen anlatıya göre “Mayıs tam olarak mayıs ayının üçünde polis kuvvetlerinin Sorbonne’a çağrılarak öğrenci tutuklamaları gerçekleştirmesi ve buna karşılık takip eden haftalarda Latin Mahallesi’nde şiddetli halk gösterilerinin meydana gelmesiyle başlar. Mayıs’ın otuzunda De Gaulle’ün istifa etmeyeceğini açıkladığı, gerekirse ordunun müdahale edebileceği şeklinde tehditler yönelttiği konuşma yapması ve Ulusal Meclisi dağıtması ile de biter. Mayıs, bu bakışa göre, sadece Mayıs’tan ibarettir.”2 Özellikle Fransa’da hareketin “çiçek çocukların” yaratıcı ve nüktedan sloganlarla modernleşme arzularını ifade ettiği sosyolojik bir olay, bir kuşak çatışması olarak hatırlanması, egemen sınıfın ve sistemle uzlaşanların bir tercihi. Bu tercihin sebebi, hareketin doğrudan kapitalizmi, emperyalizmi ve devleti hedefine alan politik içeriğinde, yaygınlığının kudretinde ve açığa çıkarttığı potansiyellerde yatıyor. 1968, “öğrenci mücadeleleri her ne kadar bunları etkileyecek ve geri besleme sağlayacak olsa da daha büyük toplumsal güçlerin çatışmasının belirtileriydi.”3 Burjuvazinin dünya tarihinde o zamana kadar gerçekleşen en büyük genel grevi unutmak ve unutturmak istemesi pek şaşırtıcı değil.
84
1
Kristin Ross, Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, çev. Yağız Ay – Fahrettin Ege, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 2017. Ayrıca bkz. Daniel Bensaid – Alain Krivine, 1968 Son ve Devam, çev. Gülüm Şener, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008.
2
Kristin Ross, age, s. 21.
3
Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, s. 551.
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başında neredeyse tüm kıtaları sarsan politik altüst oluşları yaratan koşulları, kuşak çatışmasını aşan sınıfsal yönünü ve hareketlerin taleplerini kavramak, 1968’in nasıl hatırlanacağının bile neden bir politik mücadele konusu olduğunu anlaşılır kılıyor. Dahası tüm bu başlıkların incelenmesi, bugün için anlamlı politik sonuçlar veya başka bir ifadeyle, dersler çıkarabilmemizi sağlıyor. Hareketin nasıl hatırlanacağına dair egemen sınıfa karşı verilen “miras kavgası” kadar, onun gücünden, zaaflarından, yenilgisinden dersler çıkartmak, 50 yıl önce yarım kalanı tamamlamak için gerekli. 1968 öncesi ekonomik ve sosyal manzara Hareketin bir kıvılcımı hızla büyüterek kitlesel isyan yangınına dönüştüren kendiliğinden doğasıyla, ortada hiçbir şey yokken birden ayaklanmaların başladığı yönündeki yorumlar sıklıkla birbirine karıştırılıyor. Oysa 1960’lı yıllarda dünyada çok şey olup bitiyordu. Kristin Ross’un tabiriyle “durgun gökyüzünde çakan bir şimşek” değildi; “1968’de gökyüzü çoktan kararmıştı”. Bir yanda Soğuk Savaş’ın zirvesindeki politik gerilimler, emperyalist çekişmeler, Vietnam Savaşı diğer yanda Küba Devrimi’yle birlikte esen Che Guevara rüzgarı, ulusal kurtuluş hareketleri, Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Martin Luther King’in ve Malcolm X’in öldürülmeleriyle dönüm noktası yaşayacak siyahların isyanları ve daha nice gelişmeyi etraflıca değerlendirmek kuşkusuz bu yazının haddini aşacaktır. Ancak Soğuk Savaş geriliminin zirve yaptığı yıllarda, her iki kamptan egemen sınıfları titreten, işçilerin, öğrencilerin kimi yerlerde iktidarları devirdiği kimi yerlerde devirmenin kıyısına geldiği bir dönem kuşkusuz daha detaylı bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Kimin refah toplumu? 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca, yani İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı egemen sınıfının temel söylemi, sınıfsal çatışmaların sona erdiği mutlak bir refah toplumunun hüküm sürdüğüydü. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinden çok daha önce ABD’li sosyolog Daniel Bell tarafından “ideolojinin sonu” ilan edilmişti. Daniel Bell’e göre demokrasi egemen sınıfı ortadan kaldırmıştı. Sınıf temelli mücadelelerin sona erdiğini iddia edenler sadece egemen sınıf ideologları değildi. Dönemin Avrupa ve ABD solunda da en iyi haliyle mücadele edecek hiçbir gerekçenin kalmadığını düşünenler ve daha kötüsü refah toplumu koşullarının işçi sınıfıyla patronları uzlaştırdığını iddia edenler revaçtaydı. Anthony Crosland, Sosyalizmin Geleceği kitabında, “Yoksulluk ve güvencesizlik yok olma sürecinde, yaşam standartları hızla yükseliyor, işsizlik korkusu giderek azalıyor. Sıradan genç bir işçi babasının aklına getiremeyeceği umutlar besleyebiliyor” diye yazabiliyordu. Fransız düşünür Andre Grosz ise 1968’de talihsizce,
“yakın gelecekte Avrupa kapitalizminde işçi kitlelerini devrimci bir genel greve zorlayacak şiddetli bir kriz yaşanmayacaktır” diyordu. 4 Böylesi fikirlere neden olan savaş sonrası Batı kapitalizmindeki ekonomik büyümeydi. Gerçekten kapitalizm istikrara kavuşmuş, dünyanın batısındaki işçi sınıfının yaşam standardı yükselmişti. İstihdam oranları çok artmıştı. Fransa’da “orta sınıf ” aileden gelen eski bir öğrenci o yılları “benimki gibi birçok ailenin yaşam biçimini değiştirdiği bir zamandı. Çamaşır makinası, televizyon, araba aldılar, daha geniş bir daireye taşınıldı, hafta sonları kırlara gidiliyordu. Çocuklara cep harçlığı vermek olağan oldu. Köydeki büyükleri ziyarete gitmek yerine yazları tatile gidiliyordu” diye anımsıyor.5 İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 25 yılda dünya ekonomisi tarihindeki en hızlı yükselişini yaşamaktaydı. Ekonomik büyümenin temeli büyük oranda silahlanmaya yapılan yatırımlara dayanmaktaydı.6 1940’larda dünyada hegemonik iki temel odak, ABD ve Rusya, kürenin geri kalanındaki daha küçük güçteki ülkeleri de kendi etraflarında kamplaştırıyordu. Bu yıllarda dünyadaki brüt sermayenin yarısını silahlanmaya yapılan harcamalar oluşturmaktaydı. 1950’li ve 60’lı yılların bir kısmında ABD’nin gayri safi milli hasılasının yüzde 10’undan fazlası savunma harcamalarına aktarılıyordu. Silahlanma ve teknolojiye yapılan yatırımlar yoluyla kapitalizm büyümeyi süreklileştiren koşullar yaratmıştı. Bu durum 60’lı yıllarda balistik füze geliştirme yarışına giren ve Küba’daki füze kriziyle dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getiren ABD- Sovyet Rusya arasında yaşanmakla kalmıyor, aynı kamptaki ülkelerin de benzer şekilde rekabete girmesine neden oluyordu. Ancak kapitalizmin rekabete dayalı plansız doğası, bizzat büyümenin kendisinin altını oymasına neden olmuştu. Askeri harcamalara yapılan yatırımın ölçüsü genişledikçe, yeni makinelere ve fabrikalara yatırımlarınki azalmıştı. Üstelik Japonya ve Almanya’nın savaş sonrasında askeri alana yatırım yapmalarının yasak olması, başka yatırımlar için daha avantajlı olmalarını sağlıyordu ve ekonomileri çok daha hızlı bir şekilde büyüyordu.7 Ancak 1965-70 arasında kârların düşmeye başlaması “bolluk” tablosunu tersine çevirmeye başladı. ABD’nin emperyalist hegemonyası için başlattığı Vietnam savaşı ve kâr oranlarının düşmesi, 4
Chris Harman, The Fire Last Time: 1968 and After, Bookmarks, Londra, 1988, s. 2-4.
5
Aktaran Ronald Fraser, İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, çev. Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları, İstanbul, 1988, s. 83.
6
Michael Kidron, 1967’de yayınlanan “Sürekli Silahlanma Ekonomisi” başlıklı makalesinde, dönemin ekonomi politiğinin Marksist analizini yapar ve sistemin krize girmesinin kaçınılmaz olduğunu vurgular. Bkz. Michael Kidron, Sürekli Silahlanma Ekonomisi, çev. Tufan Takak, Sosyalist İşçi, İstanbul.
7
Jonathan Neale, Amerika’nın Derdi ne?, çev. Arhan Nur, Ayraç yayınları, Ankara, 2008.
85
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
silahlanma harcamalarındaki duraksama tüm dünyayı kasıp kavuracak ekonomik ve politik krizler dalgasının başlamasına yol açacaktı. Ekonomideki büyüme dönemiyle eş zamanlı olarak sosyal düzende ciddi bir dönüşüm gerçekleşiyordu. 1950’de Fransa’da toplumun yüzde 30’u çiftçiyken, 1968’de gelindiğinde bu rakam yüzde 16.7’ye düşmüştü. Benzer bir değişim İtalya, Japonya, İrlanda gibi ülkelerde de yaşanıyordu. ABD’de 1956’dan sonraki 11 yıl içinde tarım dışı iş gücü 13 milyon büyümüştü.8 Sosyal yapıdaki değişim siyasi tercihlerde de bir dönüşümü beraberinde getirmişti. Önceleri geleneksel sağı, kurulu düzeni destekleyen, sendikalara karşı olan köylü kökenli toplumsal kesimler, kentteki çalışma koşulları karşısında 60’lı yılların sonundaki işçi sınıfı hareketinin özneleri olacaktı. Yine aynı dönemde birçok Avrupa ülkesi, ekonomik büyümenin etkisiyle yükseköğretime yatırım yapmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın başında 69 bin olan İngiltere’deki öğrenci sayısı, 1964’e gelindiğinde 300 bine ulaşmıştı. Savaş öncesinde 42 milyon nüfuslu Fransa’da öğrenci sayısı 60 bindi. 1968’de 50 milyon nüfusun içerisinde tam 600 bin öğrenci vardı. ABD’de 1960-65 arası öğrenci sayısı, savaş öncesine göre yüzde 70 artmıştı; öğrenci sayısı çiftçileri geçiyordu. Bu durum üniversite eğitiminin artık yöneticilerin çocuklarının dışındaki kesimleri de kapsamaya başladığını gösteriyor. Giderek büyüyen kampüsler, tıpkı fabrikalar gibi çok sayıda öğrenciyi bir araya getiriyordu. Savaş sonrası övünülen ekonomik büyüme silahlanma, yükselen militarizm ve geri bırakılmış ülkelerde sürdürülen savaşlar pahasınaydı, üstelik sistemin krizlerden kurtulduğuna dair yorumlar fazla aceleciydi. Kapitalizmin sorunlarının sona erdiği ve sınıflar arası uzlaşının yaşandığı yönündeki yorumların çoğu ABD ve Batı Avrupa dışında dünyanın geri kalan yerlerindeki ezilenlerin mücadelelerini görmezlikten geldiği gibi, ABD ve Avrupa’daki koşullara dair de yanılsamalara sahipti ve buradaki işçi sınıfı mücadelelerini yok sayıyordu. Burjuva anlatısının aksine, işler Avrupa işçi sınıfı için de pek iyi gitmiyordu. Özellikle Güney Avrupa ülkelerinde kapitalizm kuzeye göre daha az gelişmiş olduğu için, ekonomik rekabette büyümeyi sağlamanın yolu baskı aracılığıyla işçilerin haklarını sınırlayan politikalar üretmekti. Bu yıllarda İspanya ve Portekiz hâlâ faşist diktatörlükle yönetiliyordu. Yunanistan’daki baskıcı siyasi ortamda bir yanda grev hareketleri gelişirken diğer yanda ülkeyi askeri diktatörlük koşullarına sürükleyen politik gelişmeler yaşanıyordu. İtalya ve Fransa’da sendikal örgütlülük oldukça düşük ve bölünmüş durumdaydı. Fransa’da 1958’den itibaren General De Gaulle’ün otoriter yönetimi sürüyordu. Diğer yandan 1950’li ve 60’lı yıllar ABD emperyalizmine, 8
86
Chris Harman The Fire Last Time: 1968 and After, s. 16.
savaşlara, ırkçılığa ve işçilerin çalışma koşullarına karşı sayısız mücadeleyle geçmişti. 1950’lerde Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğunda Stalinist rejime karşı işçi ayaklanmaları yaşandı. 1953’te Çekoslovakya’da ve Doğu Almanya’da on binlerce işçi sokaklardaydı. 1956’da Polonya’da uzun çalışma saatlerine karşı sokağa çıkan işçilerin eylemleri hızla büyümüştü. Hapishanelerdeki mahkumları serbest bırakıp silahlanmaya başlamışlardı. Aynı yıl Macaristan’da işçi konseylerinin öncülüğündeki hareket ancak Rusya’nın müdahalesiyle durdurulabilmişti. 1959’a gelindiğinde dünyanın bir diğer köşesinde Küba’da Fidel Castro ve Che Guevara’nın liderliğindeki hareket diktatör Batista’nın ülkeyi terk etmesini sağlamıştı. 1960’lı yıllar Japonya’da, Nobusuke Kishi iktidarının ABD ile imzaladığı Güvenlik İşbirliği Anlaşmasını yenileme kararının ardından gerçekleşen kitlesel protesto dalgası sonucu Kishi’nin istifa etmek zorunda kalmasıyla başlamıştı. Kuzey Avrupa’da 1960’larda reel ücretler artmış olsa da işçiler hâlâ bir dizi sorunla karşı karşıyaydı. Fransa’da işsiz sayısı yarım milyonu aşmıştı. Hedefine fabrika yönetimi veya sendika liderliklerini alan irili ufaklı grevler yaşanıyordu. General De Gaulle’ün iktidara gelişinden beri en kritik gelişmelerden biri 1963’teki madenci greviydi. 200 bin maden işçisinin, sendikanın işe dönme kararını reddettiği büyük greviydi. Bir yıl sonrasında Renault işçileri, “yaşamak için zaman istiyoruz” sloganıyla mücadeledeydi. 1960’ların ikinci yarısı, fabrika işgalleri, yöneticilerin rehin alınması ve polisle çatışmaları da içeren işçi mücadelelerine sahne oluyordu. 17 Mayıs 1966’da tüm iş kollarında grev ilan edilir. Bu grev, bu dönemin en önemli grev hareketiydi. 1968 öncesinde yaşanan bu mücadeleler, 1968’de yaşanacakların adeta birer kostümlü provasıydı.9 Fransa’da 1967 yılının Ekim ayında yeniden grev ve gösteri dalgası başladı. Bir haftadır grevde olan Renault işçilerinin de içinde yer aldığı Le Mans’taki grevci işçiler “el bombalarına karşı taşlar, kasklara ve coplara karşı çıplak yumruklar, zırhlı arabalara karşı sivil kalabalıklar”la gösterideydi. “21 Ekim’de Paris’te Bastille’den Cumhuriyet Meydanı’na onbinlerce kişinin katıldığı büyük bir yürüyüş gerçekleşti. Aynı gün Marseilles’de olaysız geçen, polisin yürüyüşçülere eşlik ettiği 3,000 kişilik bir yürüyüş oldu.”10 Renault-Flins’teki iş bırakma eylemlerine işçilerin çoğunluğu katılıyordu. İş bırakmanın devam etmesi kararı Komünist Partisi denetimindeki CGT sendikasının eylemi satması sonucu gerçekleşemedi. İlerleyen aylar boyunca göstermelik de olsa çok sayıda işçi eylemi olmuştu. “Cannes’da gerçekleşen ve 4,800 işçinin katıldığı önemli bir grev 1968’in gelişinin habercisiydi. Bu 9
Tony Cliff ve Ian Birchall, France – The Struggle Go On, https:// www.marxists.org/archive/cliff/works/1968/france/index.htm
10 Cliff ve Birchall, agm.
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
grev 22 Ocak’ta başladı. Birinci haftanın sonunda polis grevci göstericilere ve onları destekleyen diğer fabrika işçilerine ve öğrencilere çok şiddetli şekilde saldırdı. Barikatlar kuruldu ve CRS’e (Fransız ulusal polisi) karşı çok kahramanca bir direniş gerçekleşti; 205 kişi yaralandı (bunlardan 16’sı hastaneye kaldırıldı), 85 kişi tutuklandı ve 13 kişi 15 gün ile üç ay arasında değişen sürelerde cezaevinde kaldı…Bu grev zaferle sonuçlanmadı ancak yenilmedi de çünkü işçilere uygulanan yaptırımlar geri çekildi. Ancak en önemlisi şuydu; bu grev gerçek bir mücadele ruhunu sahneye çıkardı.”11 1967-68 yılı boyunca kamu sektörü ve inşaat, gemi, otomotiv sanayisi gibi sektörlerde daha iyi çalışma koşulları, daha kısa iş saatleri gibi taleplerle grevler oldu. Renault Billancourt tesisinde 1968 Mart’ının başından Mayısın ilk günlerine kadar en az 80 sendikal eylem düzenlendi.
Tüm Paris’e yayılan çatışmalarda gözaltına alınanlar stadyumlara gönderildi, birçok kişi burada uygulanan şiddet nedeniyle hayatını kaybetti. Bu katliam Cezayir savaşı konusunda bir dönüm noktası olduğu kadar, birkaç yıl içerisinde barikatları kuracak birçok gencin hafızasında da önemli bir politik durak oldu.
İtalya’da 1950’lerde ekonomik büyüme, işçiler için emeğin denetim sürecinin sıkılaştırılması, İspanya’da ise artan işsizlik ve ücret kesintileri demekti. 1962’de Fiat fabrikasının başta Turin olmak üzere birçok tesisinde başlayan greve işçilerin katılımı ilk haftada 400’den 7 bine ve sonrasında 90 bine kadar yükselmişti. 1960’lar İspanya’da madencilerin fişeklediği grev dalgasına işgücünün 8’de birine karşılık gelen 400 bin işçinin katılmasıyla başlamıştı. İngiltere’de de benzer şekilde 1957’den itibaren farklı sektörlerden işçilerin grevlerinde düzenli bir yükseliş söz konusuydu.
Vietnam ve savaş karşıtı hareket Vietnam savaşı dünya çapında emperyalizme, sömürgeciliğe ve savaşa karşı kitlesel bir hareketin doğmasına neden oldu. Dönemin Batı blokunun en büyük gücü olan ABD’nin “Vietnamlıların taş devrine dönmesini” savunan saldırganlığına, katliamlarına karşı olduğu kadar, Vietnamlıların direnişi de küresel çaptaki ruh halini belirlemişti.
Gettolar yanıyor 1960’lı yıllar sadece işçi sınıfının grev hareketliliğine değil, ABD’de siyahların veya Fransa’da Cezayirlilerin öncülük ettiği gibi kapitalizmin ırkçı, sömürgeci savaş politikalarına karşı ezilenlerin mücadelelerine ve devletlerin şiddetle verdiği yanıtlara sahne oldu. Fransa 68’inde önemli rol oynayan birçok genç önceki yıllarda Cezayir savaşına karşı verilen mücadeleyle politikleşmişti. Savaşa karşı mücadeleyi destekleyenlere karşı faşist paramiliter örgüt OAS’ın bombalı saldırıları, Fransız devletinin katliamları ve Fransız Komünist Partisi’nin devletin Cezayir ile Kuzey Afrika’daki varlığını meşrulaştıran tutumu, özellikle gençler arasında ciddi bir öfkeyi biriktiriyor, alternatif bir siyaset arayışına itiyordu. Cezayir savaşına dair Fransa’daki dönüm noktalarından ilki, 17 Ekim 1961’de yaşanmıştı. Bu tarihte Cezayirlilerin akşam 20.30’dan sonra sokağa çıkmasını yasaklayan ırkçı kararname üzerine Cezayirliler sokağa döküldü. Kadın, erkek, çocuk on binlerce Cezayirli bayramlıklarını giymiş, barışçıl bir gösteri gerçekleştiriyordu. Ancak Fransız polisinin ateş açması üzerine yüzlerce Cezayirli katledildi. Polis kayıtlarına sadece 3 kişinin öldüğü bilgisi geçirilirken, daha sonra yapılan araştırmalar sayının 200 ila 400 arasında olduğunu ortaya koydu. 11 Cliff ve Birchall, agm.
ABD’de yüzyılın başından itibaren siyahlar yükselen oranda kentli işçi sınıfının bir parçası haline gelmişti. Ancak 1950’lerde siyahlar arasında işsizlik beyazlara oranla iki kat daha yüksekti. Detroit gibi şehirlerde siyah ailelerin geliri beyazlara göre ortalama yüzde 70 daha düşüktü. 1955’te Rosa Parks’ın sivil itaatsizlik eylemi güney eyaletlerinde ciddi bir otobüs boykotu dalgasını fişekledi. 1965’ten itibaren Los Angeles, Newark, Detroit başta olmak üzere pek çok yerde siyahlar isyan etti.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında Vietnam bir Fransız sömürgesiydi. Bu dönemde, önemli bir devlet memurunun oğlu olan Ho Shi Minh’in liderliğindeki Vietnam Komünist Partisi, sömürgeciliğe karşı köylüsünden toprak ağasına Vietnamlıların birleşik ulusal hareketi olan VietMinh’i (Vietnam Birliği) kurdu. 1954’te Dien Bien Phu’da Vietminh’in direnişiyle yenilgiye uğrayan Fransa bölgedeki kolonisini terk etmek zorunda kalmıştı. Ardından Rusya ve Çin’in basıncıyla Ho Chi Minh ülkenin kuzeyinin kontrolünün kendisine, güneyin ise ABD destekli güçlere bırakılmasını kabul etmişti. Böylece Kuzey Vietnam Rusya ve Çin’le ittifak halinde bir “komünist” rejim, Güney Vietnam ise ABD’nin müttefiki olan bir özel kapitalist diktatörlük oldu.12 ABD’nin Vietnam politikasının temelinde Soğuk Savaş’ta Rusya ve Çin’e güç katacak bir komünist rejimin bölgede yayılmasının engellenmesi yatıyordu. ABD için Vietnam’da kazanılacak bir zafer hem küresel hegemonyasını hem de iç politikada sendikaları ve işçi sınıfını bastırmasına yarayan antikomünist propagandasını güçlendirecekti. Güneydeki antikomünist Ngo Dinh Diem’in yönetimine karşı Vietkong/Ulusal Kurtuluş Cephesi liderliğinde köylü isyanları başlayınca, ABD rejimi korumak için ülkedeki asker sayısını hızla birkaç yüzden 18 bine çıkarttı. Bölgedeki ABD askerleri bombardıman, napalm kullanımı ve kontrgerilla faaliyetleri konusunda “özgür” bırakılmıştı. Ancak 12 Jonathan Neale, Amerikan Savaşı Vietnam 1960-1975, çev. Doğan Tarkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 15.
87
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
ABD’nin saldırılarına rağmen Güney Vietnam’daki köylüler kitlesel bir şekilde direniş hareketine katılmaya devam ediyordu. Güney Vietnam’daki gerillaların ABD üslerine dönük saldırıları savaşlar tarihindeki en yoğun bombardımanlara, Kuzey’in bombalanmaya başlamasına rağmen sona ermiyordu. Savaşın bedeli yıllar geçtikçe ABD için büyümeye başladı. Bölgedeki asker sayısı 1965’in sonunda 210 bine, 1967’de 470 bine çıkmıştı. Ancak Vietkong’un sadece 300 bin gerillası olmasına rağmen ABD açısından hiçbir ilerleme yoktu. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson 1965’te savaşın yılda sekiz milyar dolara mal olacağını söylüyordu Ancak 1968’e gelindiğinde bu rakam 27 milyar dolar olacaktı. Diğer yandan ABD’nin içerisinde savaşa karşı muhalefet giderek yükseliyordu. 1965’te Michigan Üniversitesi’ndeki 30 akademisyen üniversiteyi savaşa karşı dev bir sınıfa çevirmeye karar verdi. Üniversite yönetiminin tehditlerine rağmen dersler bittikten sonra toplanma çağrısı yapıldı. Açık derse katılan üç bin öğrenci ertesi sabah 8’e kadar savaşı tartıştı.13 Yarım milyon ABD’linin Vietnam’a savaşa gönderilmesi, yüz bin üyesiyle kampüslerdeki en büyük örgütlenme olan Amerikan Demokratik Toplum için Öğrenciler (SDS) hareketinin giderek daha fazla sola kaymasını ve kampüslerde yükselen radikalizmde etkili olmasını sağlamıştı. Artık öğrencilerin büyük bir kısmı kendisini devrimci olarak görüyordu. On yıl önceki Kore savaşı sırasında savaşa karşı söz söylemek konusunda yaygın bir korku hakimken şimdi “sanki lanet olası uzun bir kıştan sonra ilkbahar geliyor gibiydi.” Üniversiteler savaş karşıtı hareketin üsleri haline gelmişti. 1965’te New York’ta toplanan 30 bin kişinin “savaşı durdurun” sloganı altı ay sonrasında 50 bin kişilik gösteride ABD’nin Vietnam’dan derhal çekilmesine evrilmişti. Savaşa dair tepkinin motivasyonu sadece Vietnam’la dayanışma değildi. Birçok genç için askere alınmak ciddi bir tehditti. 1965’te askere alımların iki katına çıkartılacağı açıklanınca, askere gitmeyi reddetmek savaş karşıtı hareketin temel eylemlerinden birisi haline geldi. Pentagon’un önünde iki bin genç celp kağıtlarını toplu olarak yakıyor, askerlik şubeleri savaş karşıtı kampanyaya yeni üyeler kazanmak üzere aktivistler tarafından kuşatılıyordu. Vietnam savaşında ABD ordusunu zayıflatan “cepheden” birisi yarım milyondan fazla gencin askere gitmeyi reddetmesi olmuştu. 1967’de New York’ta savaşa karşı 300 bin kişi yürüdü. Devletin tüm propagandasına rağmen ABD toplumu Vietnamlıları düşman olarak görmüyordu. Siyahların hareketiyle savaş karşıtı hareket bir aradaydı. ABD’deki siyahların politik hareketinin Vietnam’a bakışını belki de en iyi özetleyen boksör Muhammed Ali’ydi: “Hiçbir Vietnamlı bana ‘zenci’ demedi”. 13 Neale (2004), s. 107.
88
Vietnam savaşına karşı 1960’lardaki hareketin merkezlerinden birisi İngiltere’ydi. İşçi Partisi’nin “umut vadeden” yeni lideri Harold Wilson muhafazakâr partinin ABD politikalarına teslim olmasını eleştiren seçim kampanyasında “baskıcıların yanında değil devrim hareketi yürüten halkların yanında yer almak” gibi bir dizi söz verip seçimleri kazanmasının ardından hızla “Vietnam’daki direnişçi saldırganlara karşı ABD’nin aldığı önlemleri yürekten destekliyoruz” çizgisine gelmişti. Savaşa karşı özellikle üniversiteler arası enternasyonal bir işbirliği hakimdi. ABD’li öğrenci liderlerinden birinin İngiltere’de yaptığı bir konuşmadan etkilenen ve İngiltere’deki savaş karşıtı kampanyanın liderlerinden Tarık Ali, “yeni kuşakların insanların geleceğini Soğuk Savaş’ın acımasız çarkına bırakmayacakları anlaşılıyordu. Sivil haklar için verilen mücadele savaş karşıtı radikal hareketlerle birlikte boy atması ilerisi adına umut vadediyordu” diye aktarır.14 1967’ye gelindiğinde özellikle İngiltere’de kampüslerdeki savaş karşıtı toplantılara katılanların sayısı kar topu gibi büyüyordu. İşçi Partisi iktidarının yarattığı hayal kırıklığı, Küba’yla Vietnam’da gerçekleşenler dışında başka faktörler de gençleri etkisi altına almıştı. Siyah göçmenlerin ülkeye girişini zorlaştıran yasalar, yabancı öğrencilerin harçlarının yükseltilmesi, Zimbabve’deki beyaz sömürge hükümetinin tek taraflı ırkçı bağımsızlık ilanı gibi gelişmeler hareketteki öfkeyi büyütüyordu. Dönemin savaş karşıtı gençlerine hakim olan ruh hali kısaca “Vietnamlılar Amerikalılara karşı başarıyla direnebiliyorlarsa, daha önemsiz düşmanlar da kuşkusuz alt edilebilir” şeklindeydi. Sosyal demokrasiyle ve Stalinist anlayışla bağı kopmaya başlayan birçok genç bakışlarını Marksist külliyata dikmeye başlamıştı. Batı Berlin’de “nüfusun büyük çoğunluğu hala Amerika yanlısıydı, ama öğrenci nüfusunun giderek artan bir kesimi egemen ideolojiden kopmuştu.” Almanya’da öğrenci örgütü SDS, İkinci Dünya Savaşı sonrası genç kuşak için son derece anlamlıydı. Öğrenciler arasında da sağın hâlâ güçlü olmasına rağmen savaş sonrası düzende eski faşistlerin devlette etkisini sürdürüyor olması birçok genç için öfke uyandırıcıydı. “Hitler’in iktidarı almasıyla demokrasinin bütün kalıntılarının silinip süpürülmesi ve Avrupa’daki en büyük iki işçi partisinin ortadan kaldırılması, 50’li yılların çocuklarının üzerinde siyasal ve psikolojik izler bırakmıştı. Suskunluğun egemen olduğu dönemlerde bile bir şeylerin yanlış gittiğini biliyorlardı. Vietnam savaşı bir katalizör oldu.”15 Elbette öğrencilerin kitlesel bir şekilde sokaklara dökülmesinde öğrenci olarak karşılaşılan sorunlar ve üniversitelerin yapısına dair eleştiriler belirleyici bir faktördü. Kampüsler artık yönetici azınlığın elit mekânları 14 Tarık Ali, Sokak Savaşı Yılları, çev. Osman Yener, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 65. 15 Tarık Ali, age, s. 179.
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
olmaktan çıkıp öğrenci sayısı arttıkça radikalleşme yükseliyordu. Öğrenci hareketinin ilk kıpırtılarının adresi İtalya’ydı. Üniversiteler derslik, teknik ve akademik donanım bakımından son derece yetersizdi. 1923’te 40 bin öğrenciye iki bin öğretim üyesi düşerken, 1967’de bu rakam 400 bin öğrenciye karşılık sadece 3 bin öğretim elemanı şeklindeydi. Profesörlerin sert otoritesi altında, tartışmanın yasak olduğu dersler işleniyordu. “Özel uçağı” olan profesörlerin kibrine ve öğrencilerle kurulan hiyerarşik ilişkilere tepki olarak demokratik ve özgürlükçü bir eğitim talebi yükseliyordu. 1963’te demokratik üniversite talebiyle Torino ve Milano’da başlayan mimarlık fakültelerinde birkaç haftalık işgal sürdü. İtalya’daki öğrenci hareketi, ilerleyen yıllarda üniversite mezunlarının kolay iş bulacağına dair hülyalar dağıldıkça daha büyük bir ivme kazandı. 1967 başındaki beş ay süren üniversite işgalleri o döneme dek Atlantik’in iki yakasında da görülmemişti.16 İşgaller başladığında Vietnam, Cezayir, ABD’deki siyahlar, Küba veya Kongo için dayanışma eylemlerine katılmak öğrenciler için çoktan olağan bir iş haline gelmişti.
Tuhaf olan, direnişçi orduların başarısızlığa uğramasına, ağır bir şekilde yenilmesine, çok büyük kayıplar vermesine rağmen yaşanılanlar tüm dünyayı ABD’nin Vietnam savaşını asla kazanamayacağına ikna etmişti. Savaş karşıtı hareketi müthiş bir “başarabiliriz” duygusu sarmıştı; direnişçilerin askeri yenilgisine rağmen Tet Saldırısı ABD’nin mağlup edilebileceğini göstermişti. “ABD, sürekli varlığıyla desteklediği Güney Kore tipi bir rejim kurmayı başarabilseydi savaşa karşı çıkanların çoğu susturulabilecekti. Tet saldırısının gerçek anlamı buydu. Amerika’nın yarısını savaşın kazanılmayacağına ikna etti”.17 Üstelik ABD egemen sınıfı da bu fikre ikna olmuştu. ABD ekonomisinde silahlanmaya dayalı hızlı bir büyüme ve tam istihdam yaşanıyordu. Ancak kamuoyunda neredeyse hiçbir desteğin kalmadığı savaş yüzünden vergileri arttırmak pek mümkün görünmüyordu. Vergileri arttırmadıkça giderek daha pahalıya mal olan savaşı devam ettirmek güçleşiyordu. Mevcut durum ödemeler dengesinde ekonomiyi zora sokuyordu. Tet Saldırısı egemen sınıfın savaşın sona ermesi gerektiğine karar vermesinde esas gelişme olmuştu.
ABD’nin Berkeley gibi köklü üniversitelerinde ise sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak için “yetiştirilmelerine” odaklı, yaratıcı sorgulamalara tahammülsüz, beklentileriyle kendilerinden beklenenler arasında uçurumun olduğu bir eğitime tepki büyüyordu. Berkeley Üniversitesi’nde 1964’te yaşananlar, öğrenci hareketi açısından dönemin önemli duraklarından birisiydi. Üniversite yönetimi siyasal grupların masa açmak, bildiri dağıtmak gibi faaliyetlerini yasaklama kararı almıştı. Masa açan bir öğrenci gözaltına alınmaya çalışılınca öğrenciler polis arabasının etrafında oturma eylemi başlattı. Sayıları birkaç yüzden hızla birkaç bine çıkan öğrenciler tam 30 saat oturmaya devam etti. Burada başlayan hareket hızla siyahların sivil haklar hareketi ve Vietnam savaşına karşı mücadelelerle ortaklaşıp, kolluk güçlerinin sert müdahalelerine rağmen güçlü bir işgal ve boykot eylemliliğine dönüştü. Sürecin sonunda öğrencilerin talepleri kazandı ve kampüsteki siyasal faaliyetleri yasaklamaya çalışan rektör işten atıldı. Berkeley deneyimi Vietnam savaşına karşı hareketin yükselişiyle tüm Avrupa’da yaşanacakların adeta fragmanı gibiydi.
Tet’in ardından zaman tüm dünya için daha hızlı akmaya başlamıştı. Gökyüzünü karartan bulutlarda fırtına başlamıştı. Dört gün sonra ABD’de siyahların politik önderlerinden Martin Luther King öldürülünce yüzden fazla şehirde siyahlar gettolarda ayaklandı. Cinayetten sonra genç siyah aktivistler hızla radikalleşti ve devrimci politikalar yürüten Kara Panterler’e akın etti. Savaş karşıtı hareket zirveye çıktı. Vietnam’dan sorumlu general Westmorland görevinden alındı, Kuzey Vietnam’a bombardıman durdu ve ABD Başkanı Lyndon Johnson seçimlerde yeniden aday olmayacağını açıkladı. Seçimleri kazanması beklenen Robert F. Kennedy suikaste uğradı. ABD ciddi bir politik krizle ve sokaklara dökülen savaş karşıtlarıyla siyahların hareketiyle sallanıyordu.
68’de çakan şimşek: Tet Saldırısı Tarihler 31 Ocak 1968’i gösterdiğinde, her şeyi değiştirecek bir olay yaşandı. Vietnam’ın yeni yıl bayramı Tet, ABD emperyalizmine en ağır yenilgilerinden birisini yaşatan olayların başlangıcı oldu. Direnişçi ordular sahip oldukları tüm güçleri seferber ederek ABD güçlerine karşı bir saldırı başlattı. Saygon’daki ABD konsolosluğu gerillalar tarafından işgal edildi. Eski imparatorluk kenti Hue’nun büyük bir kısmı direnişçilere geçmişti. Tet Saldırısı savaşın gidişatı açısından şoke ediciydi. 16 Fraser, age, s. 148.
ABD’de Martin Luther King’in öldürülmesinden bir hafta sonra, Batı Almanya’daki öğrenci lideri Rudi Dutschke başından vuruldu ve ölümcül bir şekilde yaralandı. On binler sokağa döküldü. Belçika’da öğrencilerin hareketiyle hükümet düştü. Meksika’da yaz ayları boyunca kitlesel öğrenci gösterileri gerçekleşti. Ülkede gerçekleştirilecek Olimpiyat oyunları öncesinde hareketi bastırmak isteyen devlet, üniversitelere askerleri yollayınca öğrenciler sokağa döküldü. Yaklaşık 300 öğrenci katledildi. Tet saldırısı ABD’nin hegemonyası için nasıl bir sarsıntı olduysa Ağustos’ta Çekoslovakya’da yaşananlar da Rusya için benzerdi. Grevler ve kitle eylemleriyle Stalinist baskı aygıtı kırılmaya başlamıştı. Ayaklanma sadece Moskova’daki Stalinist bürokratları değil genel olarak Avrupa egemen sınıfını tedirgin ediyordu. Bu ayaklanma diğer Doğu Bloku ülkelerinde bir isyanı tetikleyebilir ve genel olarak tüm Avrupa’da denklemleri 17 Ali, age, s. 184.
89
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
değiştirebilirdi. Rus tankları hareketi bastırmak üzere Prag’a girdi. Ancak üniversite işgalleri ve işçi direnişleriyle halk hareketi devam etti. Üstelik bu müdahale dünyanın geri kalanındaki birçok muhalif için SSCB’nin “sosyalizm” maskesinin düşmesine neden oldu. “Pakistan’daki öğrenci gösterileri ve işçi grevleri Karaşi’de askeri diktatörlüğü devirdi. İtalya’da iki kızıl yıllık grevler başladı. Almanya, Polonya, Arjantin, Japonya, Tayland, Sri Lanka, Afganistan, İran, Türkiye, Yugoslavya, Bolivya ve Şili’de öğrenciler gösteriler yaptı, işçiler greve gitti, herkes devrim havası soluyordu”.18 Tüm bu ülkeler 1968’de devasa işçi grevleri, öğrenci boykotları, üniversite işgalleri, kitle gösterileriyle sarsıldı ve siyasal sistemlerini sonraki on yıllar boyunca etkileyecek ciddi politik krizler yaşadı. Fransa: Yenilgi yok ihanet var Fransa ve İtalya’da 1968 ivmesine hızla işçi sınıfının grev mücadelesi eklenmişti. Mayıs başında Fransa’da Vietnam ve öğrenci sorunlarıyla ilgili gösteriler artmaya ve polis şiddetine karşılık büyümeye başlayınca Sorbonne Üniversitesi’nin kapatılmasına karar verildi. Ancak polisin şiddeti gibi bu karar da geri tepti. 10 Mayıs gecesinde sokaklarda kızıl bayrakların dalgalandığı barikatlar kurulmuş, hareket boyut değiştirmişti. Kamuoyunda öğrencilere dönük sempati giderek artmaktaydı. Öğrencilere yönelik şiddeti, 50’ler ve 60’lar boyunca yaşanan grevlerdeki çatışmalardan işçiler gayet iyi biliyordu. Ancak sınıf içerisinde o zamana kadar birlik duygusu ve De Gaulle’ün yenilebileceği fikri zayıftı. 13 Mayıs’ta sendikalar genel grev çağrısı yaptı. Bunun üzerine Başbakan Pompidou, Sorbonne’nun yeniden açılmasını kabul etmek zorunda kaldı. İleride “öğrencilerin Sorbonne’u zorla ele geçirmelerini görmektense, onu öğrencilere vermeyi tercih ettim” diyecekti. 13 Mayıs’taki grev gösterisi işçi sınıfının neredeyse tüm kesimlerini yan yana getirmişti. “Bütün fabrikalar ve bütün büyük işyerleri temsil ediliyor gibiydi. Demiryolu işçileri, postacılar, matbaacılar, metro personeli, metal işçileri, havalanı işçileri, pazarcılar, elektrikçiler, avukatlar, kanalizasyon işçileri, banka çalışanları, inşaat işçileri, cam ve kimya işçileri, garsonlar, belediye işçileri, boyacılar ve döşemeciler, petrol işçileri, tezgahtar kızlar, sigorta işçileri temsilcileri, yolları süpürenler, film stüdyosu operatörleri, otobüs şoförleri, öğretmenler, yeni plastik sanayi işçileri...”19 Ertesi gün Sud-Aviation uçak fabrikasındaki işçiler fabrikayı işgal etti, yöneticiler ofislerine kilitlendi ve süresiz grev başlattı. Fabrika işgalleri ve grevler Fransa’nın dört bir yanına, herhangi bir sendika veya örgüt kararı olmaksızın hızla yayıldı. Mureaux Çimento 18 Neale (2004), s. 132. 19 Ian Birchall, “Bütün İktidar hayal Gücüne”, Devrim provaları (der. Colin Barker) içinde, çev. Umuts Haskan ve İram Yılmaz, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, s. 28.
90
Farbrikası işçileri oylamayla müdürü görevden aldılar ve fabrikanın başka bir birimine gönderdiler ardından oradaki işçiler de greve çıktı. Citroen fabrikasında 16 yıldan sonra ilk kez greve çıkıldı. Matbaa işçileri gerçekliği çarpıtan gazeteleri basmayı reddederken iktidarın medyadaki hegemonyasına karşı halkın haber alma hakkını korumak için geri kalan yayınları basmaya karar verdi. Paris’te Katolikler kilise işgal etti, futbolcular kızıl bayraklar ve “futbolcular için futbol” sloganıyla Fransa Futbol Federasyonu merkezini 6 gün boyunca işgal etti, genel sekreteri odasına kilitledi. Tarihler 22 Mayıs’ı gösterdiğinde dokuz milyon işçi grevdeydi. Tarihin en büyük genel grevi yaşanıyordu. Üretimin ve dağıtımın nasıl olacağına işçiler karar veriyordu. İşçilerin işyeri temelli eylemliliği toplumun bütününde sıradan insanların kendi kendilerini yönetmesinin temel zemini olmuştu. Nantes’te işçiler tüm şehri kontrol etmeye başladı ve bir süre ikili iktidar yaşandı. 24 Mayıs’ta De Gaulle referandum çağrısı yaptı ancak oy pusulalarını basacak herhangi bir matbaa bulunamadı. Belçika’daki matbaa işçileri de sınıf kardeşleriyle dayanışmak için pusula basmayı kabul etmedi. Fransa 68’indeki öğrenci hareketi aşılıp işçi sınıfının devlete ve bizzat kapitalizme alternatif olarak kendisini ortaya koymasıyla kurulu düzene karşı ciddi bir tehdit olmaya başlamıştı. Ancak sınıfın devlete ve sermayeye yönelttiği tehditin daha ileri gitmesi mümkün olamadı. Fransa’daki hareket bazı sorunlarla karşı karşıyaydı. Öncelikle işçi sınıfının sendika bürokratlarına tepki olarak Mayıs ayında kendiliğinden geliştirdiği işyeri temelli örgütlenmeler vardı ama genel olarak grevdeki dokuz milyon işçiden sadece üç milyonu sendikalıydı. Sendikalı olanlar genel olarak Fransız Komünist Partisi denetimindeki, Genel İş Konfederasyonu (CGT) ve Demokratik İşgücü Konfederasyonu arasında bölünmüştü. Son yıllardaki gelişmelerle itibarı sarsılmış ve güç kaybetmiş olsa da Fransa’daki solun en güçlü örgütü FKP’ydi; gücü esasen CGT sendikasını kontrol edebilmesinden geliyordu. Parti siyasi olarak tamamen Moskova’ya bağlı bir örgüttü ve Fransa’da devrimci bir kırılmayı hedefleyen bir stratejiden tamamen yoksundu. FKP ve CGT sendikası önceleri öğrenci eylemlerine küçümseyen, grevlere ise mesafeli bir tavır takınmıştı. Tabandan gelen basıncın yanı sıra hareketi kontrol altında tutmak istemesi onu grevlere dahil etti. Ancak hareketin yükselişinden korkuyordu. Parti esas olarak parlamentoda yer almayı, seçimlerle iktidara gelmeyi hedefliyordu ve bu hedefine engel olacak kitlesel hareketi, anayasal düzenin dışına taşan maceracı eğilimler olarak suçluyordu. FKP’nin mücadeleyi kontrol altına alma çabası ve sistemle uzlaşan siyasi çizgisi hareketi geriye çekti. Birçok işyerinde CGT sendikasının bürokratları
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
kendilerini grev komitesi olarak dayattı. Hareketin yükselişiyle militanlaşan işçiler bu komitelerden dışlandı, öğrencilerle işçilerin yan yana gelebilecekleri fabrika forumları engellendi. İşçilere dağıtılan broşürlerle, öğrenci hareketiyle işçilerin buluşmasını engellemeye çalıştı. Öğrenci militanların arasında öne çıkan Daniel Cohn Bendit hakkında “Fransız işçilerinin bir Alman Yahudisi’nden ders almaya ihtiyacı olmadığını” söylüyorlardı. Bu tutuma karşı en etkili yanıtı, sokaklardaki 50 bin kişinin “hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı verdi. Nantes’te valilik merkezi işçiler tarafından kuşatılmışken, CGT temsilcileri işçilere dönük konuşma yapan öğrenci liderinin kulağına “şimdi onlara evlerine dönmelerini söyle” diye fısıldıyordu.20 Hareket kendisini ileri taşıyacak güçte devrimci örgütlenmelerden yoksundu ve denizin ortasında kayık inşa edilemedi. Kendiliğinden oluşan komiteler umut vericiydi ama grevlerin ve öğrenci hareketinin bütünü arasında ilişkiyi sağlayacak ve talepleri genelleştirip mücadeleyi sıçratacak organlar olamadılar. Devletin yaşadığı kargaşa ve iktidar boşluğu bağımsız bir devrimci önderlik olmadığı için doldurulamadı. Dünya tarihinin o zamana kadarki en büyük genel grevinin karşılaştığı şey bir yenilgi değil, ihanetti. 30 Mayıs’ta De Gaulle ulusa seslendi. Günlerdir ortada olmayan de Gaulle, Cezayir’deki işkence ve katliamlarıyla nam salmış general Massu’yla görüşmek için gizlice Batı Almanya’ya gitmişti. Buradaki Fransa garnizonunun askeri desteğini alan De Gaulle orduyu devreye sokma tehditiyle, genel seçimlere gideceğini duyurdu. Mayıs sonu, Haziran başında hükümetin yolladığı toplum polisleri grevlere şiddetle saldırmaya başlamışken FKP’nin gazetesi “birlik içinde ve zaferle işe geri dönüş” manşeti atıyordu. FKP, De Gaulle’ün seçim öncesi reform vaatlerini işçi sınıfı için ciddi bir kazanım olarak sunmaya çalışıyordu. Sendika temsilcileri grevdeki ulaşım işçilerini işe dönmeye ikna etmek için istasyon istasyon gezip “sizden başka herkes işe dönmek istiyor” diyerek kandırıyordu. İktidar o zamana kadarki en yüksek asgari ücret zammını kabul etmişti ve bu bir kazanımdı ancak hareket bu talebin çok ötesine geçmişti artık. CGT lideri Georges Seguy kendisini bekleyen işçi kitlelerine anlaşmayı açıkladığında yuhlanmıştı, işçiler greve devam etmek istiyordu. Mücadele aynı düzeyde olmasa da Haziran boyunca devam etti. Ay sonundaki seçimlerde De Gaulle meclisteki vekil sayısını yaklaşık 120 arttırdı, FKP’nin oyları ise 600 bin düştü. Sendika liderlerinin ve Stalinistlerin ihanetinin karşılığı sağın zaferi olmuştu. Hareketin daha ileri taşınmasını savunan ve bunun için sınıf içerisinde mücadele eden Troçkist ve Maoist örgütler yasadışı ilan edildi. 20 Fraser, age, s. 234.
İtalya’nın kızıl yılları Fransa’da sistemi kilitleyen hareket bastırılmıştı ancak İtalya en az iki yıl boyunca sarsılmaya devam etti. Burada yangın esas 1968 sonrasında alevlendi. İtalya’nın dört bir yanındaki grev hareketinin etkisi 1970’lerin ortalarına kadar hissedilecekti. Giderek kent proleteryası olan köylü kökenli gençlerin çoğu fabrikalardaki ağır çalışma koşulları, bant sistemi ve kötü yaşam koşullarından öfkeliydi. Fiat fabrikalarında dönemin en güçlü grevleri başlamıştı. Öğrenciler “Fiat bizim üniversitemizdir” sloganıyla kampüslerden çıkıp fabrika kapılarını kırıyordu. Liseler işgal altındaydı. Fiat’ta çalışan yirmili yaşlarındaki işçilerden biri manzarayı şöyle tarif ediyordu: “İşçiler yaşamlarını değiştirmeye başladılar, artık parya olmadıklarını düşünmeye ve onurla kendi sorunlarının herkesin sorunu olduğunu anlayıp, ancak ortak eylemle çözülebileceğini anladıklarında insanlar kendilerini özgürleştirdiler, fabrikada yaşam kökten değişti.”21 Milyonlarca işçinin katılımıyla, kilit sektörlerde aralıksız süren grevler hükümeti düşürdü. Grevlerle geçen aylarda 250 milyon iş saati kaybedildi. Bölgesel ve statüye dayalı ücret eşitsizliklerine, düşük ücretlere ve uzun çalışma saatlerine karşı fabrika konseyleri mücadeleyi sürüklüyordu. 1969’daki metal işçilerinin toplu sözleşme döneminde sendika bürokrasisi o zamana kadar ancak seyirci kalabildiği hareketin kontrolünü eline almak için hamle yaptı. Metal işkolundaki taleplerin büyükçe kısmı kazanılmış olsa da işçi sınıfından mücadeleye atılan kesimler çoğalıyordu. İnşaat, nakliyat, posta hizmetleri, hukukçular, teknisyenler ve birçok kesim grev hareketinin parçasıydı. Ancak İtalya’daki hareket Fransa’da olduğu gibi kendisini taşıyacak devrimci odaktan yoksundu ve halihazırdaki bürokrasiye ve Stalinist geleneğe teslim olmuştu. Faşistlerin Milano’da 17 işçinin ölümüne neden olan bombalı saldırısının ardından mevcut örgütlü mekanizmalara, komünist partisine mesafeli olan pek çok radikalleşmiş genç kitle eylemlerinden uzaklaşan farklı siyasal gruplar kurmaya girişti. Fırtınanın dinmesi Tüm dünyayı kasıp kavuran rüzgarın dinmesinde, kapitalizmin ve siyasi temsilcilerinin düzeni yeniden güvence altına almasında birçok faktör etkili. Üstelik hareketler birçok yerde bıçakla kesilmiş gibi bir anda sona ermedi. Ancak tüm dünyada işçilerin potansiyellerini sonuna kadar kullanamamış olmasında sınıfın örgütlülük düzeyi ve muhalefette hakim olan politik fikirler oldukça belirleyiciydi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede sosyalistler ciddi baskılar altındaydı. Soğuk Savaş döneminde sadece ABD’de değil tüm Batı blokunda anti-komünist iklim çok güçlüydü. Düzen işçi sınıfı 21 Fraser, age, s. 277.
91
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
hareketini ve muhalefeti bastırmak için sıklıkla “Moskova’nın ajanlığı” damgasına başvuruyordu. Diğer yandan Avrupa’daki komünist partiler genel olarak Rusya’nın şubeleri gibi davranıyordu. Yani “anavatan” Rusya’nın politik çıkarları ve eğilimleri geri kalan ülkelerdeki komünist partilerin siyasi gelişmeler karşısındaki pozisyonunu belirliyordu, çoğu zaman bu işçi sınıfının çıkarlarının aleyhine olsa da. Hakim olan tutum parlamentodaki varlığını korumak için ana akım siyasetle ve düzenle uzlaşmaktı. Doğu ve Batı bloklarındaki muhalif ruh hali garip bir tezatlık içeriyordu. Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalisti rejimlerin otoriter bürokrasisinin dayattığı ağır koşullarda yaşayan muhalifler NATO’nun bir gün gelip kendilerini özgürleştireceğini düşünürken, Batı’daki çoğu işçi militanı SSCB’nin yöneticilerini dünya mücadelesindeki yoldaşları olarak görüyordu.22 1950’lerde Stalinist Rusya ve Maoist Çin birbirine bağlı ve dünyanın geri kalanındaki muhalif güçleri etkisi altına almış görünüyordu. 1956’da Macaristan’da yaşanılanlarla birlikte bu manzarada değişimler başladı. Macaristan’da Stalinist bürokrasiye karşı başlayan gösteri ve grev dalgası Rusya’nın tanklarıyla ezilmişti. Batı ülkelerindeki komünist partilerinden binlerce kişi ayrılmaya başladı.23 1960’lara doğru Sovyet Rusya ve Çin’in arası giderek açılmaya başladı. Bu gerilimin bir yansıması olarak Vietnam Savaşı sırasında Rusya’nın direnişçilere destek vermekte tutuk davranması, ABD’nin müdahalesine karşı açıkça direnişten yana bir tavır takınmak yerine “birarada yaşamayı savunmak” söyleminin arkasında aslında tavırsız kalması, Avrupa’daki muhalif militanların Sovyetlere yaklaşımında dönüşümlere neden oldu. Çin’e ve genel olarak Maoizme ilgi arttı. Ancak Çin son derece yoksul bir ülkeydi ve Maoizmden etkilenen çoğu militan görmek istemese de rejimin batı ülkelerine ekonomik olarak yetişme arzusu yüzünden halkın yaşam koşulları Stalinist rejimlerden farklı değildi. 1968’de Batı’daki öğrenci hareketinin içerisinde Mao’nun fikirlerinin yaygınlaşmasının ardındaki nedenlerden biri Rusya’ya, kendi ülkelerindeki komünist partilerin uzlaşmacı siyasetine ve katı bürokratik yapısına büyüyen tepkiydi. Diğer yandan Herbert Marcuse gibi isimlerin dünyanın mevcut durumuna dair analizleri de Maoizmin öğrenciler arasında yükselen bir akım olmasında etkiliydi. Herbert Marcuse savaş öncesindeki Frankfurt Okulu’nun filozoflarındandı. 1960’larda hakimiyet kuran “refah” argümanından yola çıkarak işçi sınıfının devrimci rolünü artık yitirdiğini iddia ediyordu. Bu bakış açısına göre kapitalizm büyümekteydi, tam istihdam sağlanmıştı, sendika liderlikleri hükümetlerle işbirliği içerisindeyi bunun sonucu olarak işçi sınıfı sisteme entegre edilmiş, sistemle uzlaşmış durumdaydı. 22 Harman (1988), s. 13. 23 Harman (1988), s. 33.
92
Toplumda “bastırıcı hoşgörü” egemendi ve bu edilgen, “tek boyutlu” insanı yaratmıştı. İşçiler devrimciliğini, sistemi yıkma kabiliyetini artık yitirmişti. Marcuse için geride kalan tek devrimci potansiyel “üçüncü dünya ülkeleri” ve üçüncü dünyaya dahil ettiği siyahlar, aydınlar, kadınlar gibi “marjinal” gruplardan gelecekti çünkü düzene tam olarak uyum gösteremiyorlardı. Almanya veya İtalya gibi ülkelerde Marcuse ve benzerlerinin görüşlerinin etki yaratmasının pratik bir takım sonuçları vardı. Bunlardan ilki ve hareketin yenilgisinde belki de en belirleyici olanı, kapitalizmi işçi sınıfı yerine farklı toplumsal kesimlerin ve öğrencilerin devirebileceği fikriydi. Öğrencilerin kitleselliği ve eylemlerin radikalliği bu yanılsamaya kapılmayı kolaylaştırıyordu. Öğrenciler dayanıştıkları Vietnam’ı inceliyor sonra kendi devletlerinin baskıcı uygulamalarına bakıp özdeşlik kuruyordu. Almanya’daki öğrenci liderleri Rudi Dutschke ve Bernd Rabehl, Marcuse’dan yola çıkarak öğrenci hareketine dair teorik açılımlar yapmaya çalıştı. Her ikisi de Doğu Almanya’dan Batı’ya göçmüş gençlerdi ve geldikleri Stalinist rejimi kıyasıya eleştiriyordu. Dutschke’nin Mao’dan da etkilenmiş “kurumlar arası uzun yürüyüş” açıklaması Almanya’daki öğrenci hareketinde çok alıcı bulmuştu. “Uzun yürüyüş ‘içeriden baltalamak’ değil, kendi siyasal bilincini korurken, her cephede, eğitimde, bilgisayarlar alanında, kitle iletişiminde, üretimin örgütlenişinde deneyim kazanmak anlamına gelmekteydi. Uzun yürüyüşün hedefi karşı kurumları yaratabilmekti. Burjuva toplumundaki kurtarılmış alanlar, Çin’de Mao partizanlarının uzun iç savaş süresince kurtardığı ve Çin komünistlerince yönetilen bölgelerle eşdeğer olabilecekti”.24 Fransa ve İtalya’dan farklı olarak Almanya veya ABD gibi yerlerde işçi sınıfının eylem düzeyi grev hareketliliğiyle mücadeleye güç katıp iktidarı tehdit edecek bir aşamaya varmamıştı. Dolayısıyla Batı Almanya iktidarı öğrenci hareketine sert bir şekilde saldırıp eylemleri bastırdıkça, bu saldırılar Dutschke’nin neredeyse öldürüleceği aşamaya vardıkça öğrenci hareketinin içerisinde doğrudan eylem taktiklerine dair fikirler yayılmaya başladı. 1968 sonrası kent gerillası taktiğinin yükselmesi ve kitle hareketinin düşmesinin köklerinde bu eğilim yatıyordu. Bernd Rabehl’in “yıkıcı eylem” üzerine analizleri aynı dönemdeki birçok farklı ülkede işçi sınıfının devrimci rolünü reddeden öğrenci radikalliğiyle benzer bir söylemdir. Rabehl’e göre devleti baskıcı karşı eylemlere zorlayacak eylemler yapılmalıydı. Böylece devletin yapay merhamet maskesi düşecek ve gerçek baskıcı sınıf niteliği ortaya çıkacaktı. “Yürürlükteki yasal düzeni kabul etmek yönetici sınıfın iktidarını kabul etmek demektir”, dolayısıyla yıkıcı eylem dışındaki taktikler de yasal düzenin kabulü anlamına gelmekteydi. Rabehl için esas devrimci güç olan “üçüncü dünyanın ulusal kurtuluş hareketlerinin zafer kazanması için birinci dünyadaki insanlar kendi düzenlerini felce uğratmalıydı”. 24 Ali, age, s. 180.
1968: Karabasanları düşlerimizdir | Meltem Oral
Marksizmden kopuk Maoist fikirler Fransa’dan İtalya’ya birçok yerde öğrencilerin okullarını bırakıp fabrikalarda işe girerek işçileri bilinçlendirmeye çalışması, fabrikalara gidip gördükleri işçilere sömürüldüklerini söylemeleri, kamyonlar dolusu “kurtarılmış tavuğu” gecekondularda dağıtma girişimleri, köylere gidip kızıl bayraklar açınca kovalanmaları gibi bir dizi iyi niyetli ama hareketi zafere ulaştırmaktan çok uzak faaliyet biçimlerine sürükledi. Sendika liderliklerinin ihaneti gibi nedenlerden dolayı grev dalgaları geriye çekilmeye başladıkça öğrenci hareketi de fraksiyon kavgalarında boğuldu. Bazı militanlar ilerleyen yıllarda kitle mücadelelerine sırtını dönen bireysel terör eylemlerine sığındı. Kısaca bu dönem öğrenci hareketinin kapitalizmle bağını kurup, işçi sınıfı mücadelesindeki rolünü doğru kavrayamayanlar “ya Herbert Marcuse ve takipçileri gibi sisteme entegre edilmiş ve kayıtsız bir işçi sınıfının yerini alan yeni devrimci öncü öğrencileri göklere çıkarıyor, ya da komünist partiler gibi öğrenci radikalizmini işçi sınıfına yabancı bir şeymiş gibi reddediyorlardı”.25 1968’in üzerinden çok sular aktı. Öğrenci kitleselliğinin geri çekilişi hareketin aktivistlerinden bazılarını intihara sürükledi bazılarınıysa politik olarak karşı kutuplara. Bolivya dağlarına Che ile birlikte savaşmaya giden Regis Debray, Fransa Cumhurbaşkanı’nın danışmanı oldu. O yıllarda dünya çapında militanlığıyla gençler arasında ikona dönüşen, devletin ise kendisine karşı ciddi bir tehdit olarak gördüğü anarşist öğrenci lideri Daniel Cohn- Bendit, önce her yıl dönümünde 1968’in “öğrenci lideri otoritesi” olarak medyanın başvuru kaynağı oldu, sonra da parlamentoda bir milletvekili. Kimileri geçmişlerini inkar etti, kimileriyse köşesine çekildi. Ancak egemen sınıfları ve devletleri sarsan işçi sınıfı Fransa’dan Yunanistan’a başka bir dünya için mücadeleye devam ediyor hâlâ.
25 Birchall, agm, s. 21.
93
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü Özdeş Özbay
K
apitalizmin tarihi her zaman kentleşmenin de tarihi olagelmiştir. Dünyanın en erken kapitalistleşen ülkesi olan Britanya aynı zamanda dünyanın en erken kentleşen ülkesidir. İlk kez 1851 yılında Britanya’da kent nüfusu kır nüfusunu geçmişti. 1800’lerin sonundan itibaren kapitalizmin tekelci kapitalizm ve emperyalizm aşamalarına gelmesi kentleşmeyi hızlandırdı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Almanya’da kent nüfusu kır nüfusunu geçti. Kentleşme olgusu kapitalizmin dünyanın her köşesine yayılması ile paralellik gösterdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası artık her ülkede kapitalizme geçiş ve sanayileşme yaşanıyordu. Kendine komünist diyen ülkelerde de devlet kapitalizmi altında bu gelişim yaşanıyordu. Bu durumun sonucu olarak tüm dünyada kentler sınıf mücadelesinin başat sahaları durumuna geldiler. Çok daha dar bir bölgede biriken işçiler, işin yanı sıra iş dışı yaşamı da paylaşmaya başladılar. İş sorunlarının yanında gündelik yaşamdaki diğer sorunları için de mücadeleye girdiler. Örneğin kentlerde az sayıda ve çok kötü koşullardaki konutlara karşı konut hakkı, bulaşıcı hastalıkların yaygınlığına karşı sağlık hakkı, çalışma saatlerinin uzunluğuna karşı tembellik hakkı ve haftalık 48 saat çalışma gibi mücadeleler sınıf mücadelesinin önemli parçaları haline geldiler. İşçiler mücadele yöntemi olarak sabotaj, grev ve sendikaları keşfetmekle beraber giderek daha geniş bir kolektif eylem repertuarı oluşturmaya başladılar. 1848 devrimleri işçi sınıfının ilk kitlesel ayaklanması olarak şehir içinde barikatları ortaya çıkardı. Şehirler silahlı işçilerle orduların çatışmalarına şahit oldu. Kitle gösterileri, toplantılar, toplu dilekçe hazırlama, oturma eylemleri, meydan buluşmaları işçilerin yeni yeni keşfettikleri ve artan sıklıkla kullanmaya başladıkları diğer eylem repertuarıydı. 1900’lerin başından itibaren, özellikle de Rusya’daki 1905 devrimi sırasında, genel grev işçi sınıfının yaygın olarak kullandığı bir mücadele biçimi olmaya başladı.
Kapitalizmin ikinci dünya savaşı ile 1960’ların sonları arasındaki dönemi için, “kapitalizmin altın çağı”1 kavramı yaygın olarak kullanılır. Bu dönemde üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeler sayesinde üretim radikal bir biçimde arttı, kapitalizm dünyanın 1
94
Roger Middleton, The British Economy Since 1945, Palgrave Macmillan, 2000, s. 3.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
hemen hemen bütün köşelerine girdi ve finans sektörünün dünya piyasaları üzerindeki hâkimiyeti arttı. Tüm bunlar hizmet sektörünün yükselişine neden oldu. Artık daha az işçi ile daha fazla üretim yapılabiliyor ve küresel rekabet artıyordu. Üretilen malların pazarlanması için reklamın, dünya ölçeğinde bir yerden başka bir yere yollanmasıyla ilgili lojistik ve taşımacılık süreçlerinin, küresel ölçekli ticaret ilişkileri ve üretici-tüketici iletişiminin hızlanmasıyla iletişimin ve bilişimin önemi arttı. Bu sektörlerde çalışan beyaz yakalı işçi sınıfı, mavi yakalı işçilere oranla daha hızlı bir artış gösterdi. Aynı dönem, dünya genelinde kentleşme olgusunun da radikal bir hızla yaşandığı dönemdi. Kentler hem iş olanakları sunuyordu, hem de kırsal kesimin durağanlığının aksine yeni bir yaşam vaat ediyordu. 1960’ların sonlarında kapitalizmin içine girdiği kârlılık krizi ile Fransa’daki baskıcı uygulamalar, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’da, ABD’nin Vietnam’da sürdürdüğü işgaller ve yine ABD’de sürmekte olan ırkçı uygulamalar gibi nedenler, 1968’de Paris’ten başlayarak tüm dünyaya yeni bir devrimci hareketin yayılmasına yol açtı. 68 Hareketi, merkez kapitalist ülkelerde, üniversite öğrencilerinin de kitlesel olarak katıldığı bir mücadele dönemini başlattı. Yaşam standartları artık önceki işçi kuşaklarında olduğu gibi ailelerinden daha iyiye gitmeyen, bunun yanı sıra kentlerde yükselen yeni bir sosyal yaşamla yönetimlerin muhafazakarlığı arasında sıkışan üniversite öğrencileri ve genç işçi sınıfı, okulları işgal edip kent meydanlarında kitle gösterileri gerçekleştirmeye başladı. Milyonlarca işçi genel greve çıkıyor, barikatlar kuruluyor, okul ve işyerleri işgal ediliyor, kitle gösterileri gerçekleşiyor, büyük toplantılar düzenleniyordu. Eylemlerde yeni kent yaşamına uygun cinsel özgürlük taleplerinden savaş karşıtlığına kadar birçok talep iç içe geçiyordu. 68 Hareketi için, çok yaygın bir şekilde öğrenci hareketi olduğu, klasik işçi taleplerinin ötesinde yeni özgürlük talepleri içerdiği için bir orta sınıf hareketi olduğu gibi fikirler öne sürülmüştür. Oysa 68 Hareketi üniversite eğitiminin giderek yaygınlaştığı bir dönemde, mezunların eskisi gibi kendi işlerinde değil daha çok şirketlerde beyaz yakalı işçiler olarak çalıştığı bir dönemde, öğrenciler ve genç işçilerin başını çektiği bir hareketti. Hemen her toplumsal hareket gibi tek bir sınıftan oluşmuyordu, ancak hareketin “koş, arkanda eski dünya var” gibi sloganları, sistem karşıtlığını açıkça ortaya koyuyordu. O dönemin hâkim sol örgütleri olan Stalinist partilere karşı yeni bir sol anlayışa sahip olmaları, “orta sınıf hareketi” gibi görüşlerin yayılmasında önemli rol oynamıştı. Oysa 68 Hareketi genç bir işçi kuşağını politika sahnesine çıkarmıştı. Hareketin gençliğine ve geleneksel soldan farklılığına bakıp karar verenler hareketin tetiklediği ve iç içe geçtiği grev dalgasını ve antikapitalist içeriğini görmüyordu. Ancak 68 Hareketi kendi kitle örgütlerini ortaya koyamadı ve zamanla radikalliğini
kaybetti. Burjuvazi ise hem 68 ile ortaya çıkan özgürlüklere hem de giderek derinleşen kârlılık krizine karşı kendi programını bulmuştu: Neoliberalizm. İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan’ın seçilmeleri ile dünya bugün de hala içerisinde olduğumuz neoliberal döneme girdi. Bu sistem içerisinde artık her şey metalaştırılarak piyasa içerisine alınıyordu. Eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetler ya özelleştirildi ya da kâr-zarar hesabı yapılarak işletilmeye başlandı. Su varlıkları ve ormanlar gibi müşterekler kapitalist yağmaya açıldı. Kentler hızla dönüşüm geçirdi, kentsel rant kapitalist sermaye birikiminin en önemli alanlarından biri oldu. David Harvey kentsel rantın önemini, şehrin kendisinin bir fabrikaya dönüştüğünü vurgulayarak üretim alanlarıyla yaşam alanlarını birleştiren kent mücadelelerinin artık devrimci bir değişimin tek yolu haline geldiğini söylüyordu2. Mal ve hizmet üreten sektörlere kıyasla finans, borsa gibi sektörler öne çıktı. Özellikle küresel ölçekte IMF, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Dünya Bankası tarafından sermaye ve malların serbest dolaşımı finans sektörünü daha önce görülmemiş ölçüde sistemin merkezine yerleştirdi. Emek gücünün değeri sürekli olarak düştü, artı değerin elde edilme sürecini hızlandırmak ve daha fazla kâr elde etmek için kapitalizmin finansallaşması, yatırım risklerinin dağıtılması için yeni araçlar bulunması (riskli tahvillerin başka bankalara satışı gibi) kapitalizmi bir sarmal içerisine soktu. 2008 krizi ve küresel işçi hareketi 2008 yılında kapitalizm, 1929 buhranından sonra tarihinin en büyük ikinci krizine girdi. 2008 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan ve hızla dünyaya yayılan ekonomik kriz etkilerini on yıldır gösteriyor. Bu krizle baş edebilmek için devletler insanlık tarihinin gördüğü en büyük şirket kurtarma operasyonlarını gerçekleştirdiler. Sadece ABD’de yüz milyarlarca dolarlık bir bütçe bankaları kurtarmak için harcandı. Aslında piyasa koşulları içerisinde batması gereken kötü yatırımlar böylece ayakta tutulmuş oldu. Günümüz kapitalizminin bankalara bağımlı oluşu ve dev yatırım bankalarının krizle birlikte batması şirket iflaslarına ve milyonların işsiz kalmasına yol açtı. Krizin derinleşmesini önlemek için batmak üzere olan diğer bankalar ya devletleştirildi ya da kurtarma paketleri ile kurtarıldı. Ancak bu kurtarma operasyonu kapitalizmin kendi kendini yenileme olanaklarını da sınırlandırdı. Harman buna ‘Zombi kapitalizm’ adını verdi3. Piyasalara pompalanan bu parayı eroinman birinin krizini engellemek için ona eroin vermeye benzeten Harman, kapitalizmin sürekli bir borçlanma sarmalı içerisinde bir zombi sistemine dönüştüğünü söylüyordu. Devletlerin piyasaya bu şekilde müdahalesinin iki sonucu oldu. İlki, kapitalist ekonominin kendisini toparlaması zorlaştı ve 2
David Harvey, Rebel Cities, Londra: Verso, 2013.
3
Chris Harman, Zombi Kapitalizm, İstanbul: Marx-21 yayınları, 2012.
95
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
hâlâ içerisinde olduğumuz uzun süreli durgunluğa yol açtı. İkincisi, dev bütçelerin şirketlere aktarılması sonucu oluşan bütçe açıklarını kapatmak için kemer sıkma politikaları uygulandı. Kemer sıkma politikaları özünde krizin faturasını çalışanlara ödetmek anlamına geliyordu ve bu uygulamalar 2008 yılından beri birkaç dalga halinde kitle isyanlarına ve devrimci kalkışmalara yol açtı. İşçi sınıfı krizin faturasını ödememek için 2008’den itibaren küresel çapta gösteriler ve grevler örgütledi. 2009 yılında krizden etkilenen ülkelerden biri olan İzlanda’da kitle protestoları Ocak ayında hükümeti devirdi. Birkaç ay sonra yapılan seçimleri sol kazandı. Krizin en sert vurduğu ülkelerden bir diğeri olan Yunanistan’da hayat pahalılığına ve kemer sıkma politikalarına karşı kitle eylemleri yaşandı. 15 yaşındaki bir göstericinin Aralık 2008’de polis tarafından öldürülmesi üzerine ülke çapında isyanlar başladı. Bu isyanın kitle tabanı lise öğrencileri, üniversite öğrencileri ve genç işsizlerdi. Gelecekten umutlu olmayan gençler sisteme karşı başkaldırmışlardı. Haftalarca okullarını ve üniversitelerini işgal eden öğrenciler küresel bir hareketi tetiklediler. Londra, Paris, Roma, Brüksel gibi 70 kadar şehirde Yunanistan’daki hareketle dayanışma eylemleri düzenlendi4. 2010 yılında Fransa’da kitle gösterileri ve grevler yaşanmaya başladı. Sarkozy hükümetinin kemer sıkma politikalarına karşı özellikle de emeklilerin maaşlarının azaltılmasına ve emeklilik yaşının arttırılmasına karşı ülkede bir yıl içerisinde on kadar genel grev ve ulusal çapta eylem gerçekleşti. 2010 yıllında kemer sıkma politikalarına karşı eş zamanlı uluslararası grevler de yaşanıyordu. 29 Eylül’de İspanya, Yunanistan, Belçika ve Portekiz’de sendikalar ortak genel grev örgütlediler. Bu grevlerin en güçlüsü İspanya’da yaşanmıştı. Ülkede sekiz yıl sonra yaşanan ilk genel greve 10 milyon işçi katıldı. Belçika’da yüz bin civarında işçi sokaklara çıktı5. Ekonomik kriz özellikle 2011’de Ortadoğu’dan başlayarak tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri ile politik bir krize yani hegemonya krizine dönüştü. Kapitalizmin istikrar yerine sürekli bir istikrarsızlık ve güvencesizlik yaratması, ekonomik kriz ile birleşince egemen sınıf açısından Gramsci’nin tabiriyle “hegemonya krizi” başlamış oldu. Bu kriz hâlâ sürüyor. Kapitalistler hiçbir ülkede istikrarı ve politik hegemonyayı yeniden kurabilmiş değiller. 1970’lerdeki kârlılık krizine karşı kapitalistlerin ekonomik ve politik programı olan neoliberalizm üzerindeki konsensüs dağılmış durumda. Otoriterleşme, radikal partilerin yükselişi, ekonomik içe kapanma hamleleri bu krizin bir sonucu. Ancak
96
4
Julius Gavroche, “Remembering the 6th of december, greece … and beyond: For Alexandros Grigoropoulos”, 2015, http://autonomies.org/2015/12/remembering-the-6th-of-december-greece-and-beyond-for-alexandros-grigoropoulos/
5
The Guardian, “European day of protests and strikes: live updates”, 29 Eylül 2010, https://www.theguardian.com/world/2010/ sep/29/european-protests-strikes-budget-cuts
kriz içerisindeki neoliberalizmden çıkış için şuana kadar önerilen bir program yok. Meydan işgallerinde sınıf tartışması 2011 yılı tarihe meydan işgalleri ile geçti. Üç dalga halinde gelişen kent hareketleri ilk olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılmıştı. Mısır’da Tahrir meydanının işgali küresel bir sembol haline geldi. Meydan işgalleri birkaç ay içerisinde önce İspanya’ya, ardından Yunanistan’a yayıldı. Eylül ayında dünyanın finans merkezi kabul edilen Wall Street’te Zucotti Park’ı işgal eden Amerikalı aktivistler occupy (işgal et) hareketinin başlamasına neden oldular. Meydan işgalleri 2011 yılında yüzlerce şehre yayıldı. Yaşanan kitle gösterileri, grevler ve meydan işgalleri öyle büyük bir gündem oluşturdu ki Time Dergisi her yıl düzenlediği “yılın insanı” içeriğinde 2011 yılının insanı olarak “eylemci”yi seçti6. 2013 yılında ise bu hareketin devamı sayılabilecek Brezilya ve Türkiye’de kitle gösterileri ve meydan işgalleri yaşandı. Bu yeni kent hareketleri meydanları işgal edenlerin kim olduğu sorusu üzerinden bir sınıflar tartışması başlattı. Mısır ve Tunus Devrimleri’nin hemen ardından, henüz Güney Avrupa’da meydan işgalleri ve occupy hareketi başlamazdan önce, Çokluk ve İmparatorluk gibi kitaplarıyla ünlü olan Michael Hardt ve Antonio Negri The Guardian’da yazdıkları makalede hareketin yeni bir özgürlük mücadelesine ilham olduğunu söylediler. Makalede isyan hareketinin kitle tabanının yüksek eğitimli gençler olduğunu ve bu kesimin Londra ve Roma’daki gençlerle benzer bir yaşam tarzına sahip olduğunu belirttiler. Eylemlerin organize ediliş biçimleri 1999’daki Seattle eylemleri veya Cochabamba isyanları gibi merkezsiz bir network tarafından ortaya çıkmaları yönüyle benzerlik gösteriyordu7. İsyana dışarıdan bakanların Tahrir’de önce Muhammed El Baradey’i ve Google’ın pazarlama müdürü Wael Ghonim’i lider olarak görmeye çalıştıklarını belirttikten sonra hareketin daha önce tarif ettikleri “çokluk8” tanımına uyduğunu yazdılar: 6
Bkz. http://content.time.com/time/specials/packages/article/0,28804,2101745_2102132,00.html
7
Negri ve Hardt bu konuda yeni bir antikapitalist hareketi başlatan Seattle olaylarında ve Bolivya’nın Cochabamba şehrinde özelleştirme uygulamalarına karşı başlayan isyanda son derece merkezi bir rol oynayan sosyal hareketlerin ve sendikaların rolünü gözden kaçırıyorlar.
8
Çokluk, maddi olmayan emeğin yükseldiği günümüzde, ki buna endüstrileşme sonrası toplum da deniyor, sermayenin kontrolü altına giren tüm sınıflar için kullanılıyor. Buna göre, kapitalizmin ve devletin sosyal yaşamı ürettikleri, işyeri dışında da işçilerin üzerinde etkisini sürdüren güç olan biyo-iktidarın diyalektik karşıtı olarak biyo-politik üretiminin ancak çokluk tarafından gerçekleştirilebileceği iddia ediliyor. Biyo-politika üretimi sadece işyerlerinin değil yaşamın her alanının bir direniş alanı olarak görülmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, Ayrıntı Yayınları, 2011.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
“Anlamadıkları şey, çokluğun bir merkez olmadan kendini organize edebilmesidir- bir lider veya geleneksel bir örgüt tarafından organize edilmesi onun gücünü zayıflatacaktır. Facebook, YouTube ve Twitter gibi sosyal ağ araçlarının isyanlarda yaygın olarak kullanılması, bu organizasyon yapısının nedeni değil, belirtileridir. Bunlar, bağımsız bir şekilde elindeki araçları kullanabilen akıllı bir kalabalığın ifade biçimidir.”9
Hareketin çokluk olduğunu iddia eden Hardt ve Negri hareketinin gücünün de merkezileşmemesinden geldiğini söylüyordu. Oysa bugün geriye dönüp bakıldığında hareketin kendini örgütleyememesinin sonucunun sert bir karşı devrim olduğunu görüyoruz. 2011’in başında “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf ” başlıklı bir kitap yayınlayan Guy Standing, kitabın basılmasıyla aynı günlere denk gelen Ortadoğu Devrimlerinin, ardından da Öfkeliler ve Occupy hareketlerinin başlaması üzerine büyük ilgi görmüştü. The Guardian’da meydan işgallerini değerlendiren bir yazı yazan Standing, meydanları dolduran kitlelerin, kitabında bahsettiği “prekarya”10 olduğunu belirtti. “Ortadoğu’da, eğitimli ve hayal kırıklığına uğramış gençlerin daha güvenli ve mesleki açıdan tatmin edici bir gelecek talep ettikleri isyanlar, prekarya tarafından gerçekleştirilen ilk öncü devrimler olarak görülebilir. Yunanistan, den plirono [ödemiyoruz] eylemleri ve kitlesel protestoları ile bunu takip ediyor. Bugün de İspanya ilham veriyor.”11
Zizek ise 2011’de başlayan hareketin ana unsurunun “ücretli burjuvazi” olduğunu iddia etti. Zizek’e göre meydanları işgal edenlerin önemli bir kesimi politik açıdan ayrıcalıklı ekonomik pozisyonlarını kaybetmemek amacıyla isyan edenlerden oluşuyordu: “Eski kapitalizm, organize ve idare ettiği, sonrasında da kârı topladığı bir üretime para (kendi parası ya da borç para) yatıran girişimciyi en iyi şekilde içerirken, bugün yeni bir ideal model ortaya çıkıyor. Artık kendi şirketine sahip olan yatırımcı yok, bankaların ya da dağınık yatırımcıların sahip olduğu şirketi idare eden uzman müdür (ya da bir CEO’nun başkanlık ettiği yönetim heyeti) var… Bu yeni burjuvazi, hâlâ artık değerin üstüne yatar, ama “artı(k) ücret” denilen (anlaşılması güçleştirilmiş) şey biçiminde. Bunlara, proleterin “asgari ücret”ine (günümüz küresel 9
Michael Hardt & Antonio Negri, “Arabs are democracy’s new pioneers”, The Guardian, 24 Şubat 2011, https://www.theguardian. com/commentisfree/2011/feb/24/arabs-democracy-latin-america
10 Enternasyonal Sosyalizm dergisinin birinci sayısında Prekarya kavramını tartışan ve değişen işçi sınıfını anlatan makaleye bakabilirsiniz: Özdeş Özbay, “Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı?”, Enternasyonal Sosyalizm, 2017, s. 100-111. 11 Guy Standing, “Who will be a voice for the emerging precariat?”, The Guardian, 1 Haziran 2011, https://www.theguardian. com/commentisfree/2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat?INTCMP=SRCH
ekonomisinde yegâne gerçek örneği Çin veya Endonezya’da kötü atölyelerde çalışan emekçiler olan efsanevi bir referans noktası) göre bayağı fazlası ödenir ve işte sıradan proleterlerden ayrım noktalarını belirleyen bu şeydir… Artık ücret kavramı, devam eden “antikapitalist” protestolara da yeni bir ışık tutar. Kriz zamanlarında, “kemer sıkma”nın bariz adayları, ücretli burjuvazinin alt kademeleridir: politik protesto, proletaryaya katılmaktan sakınıyorlarsa onların tek başvuru mercileridir. Protestoları, sözde piyasanın vahşi mantığına yönelmiş olsa da, aslında bu kişiler (siyaseten) imtiyazlı ekonomik mevkilerinin yavaş yavaş aşınmasına karşı protestoda bulunurlar.”12
Kısacası bu eylemler proletaryanın değil proleterleşmekten korkan ücretli burjuvazinin eylemleriydi! Bu nedenle hareketler grev şeklinde gelişmemişti. “Kendisini imtiyazlı hale getiren daimi bir işe sahip olan hangi kişi bugün greve yeltenir?” diye sorarken bir yandan da her eylemin kendi özgüllüğü içerisinde farklı gruplardan oluştuğunu söylüyordu Zizek. Örneğin Mısır eylemlerinde kısmen küçük burjuvazinin yer aldığını kabul eder gibi görünürken gelecek kaygısı yaşayan eğitimli gençlerin de yer aldığını ancak bu eylemlerde yoksul işçilerin ve köylülerin yer almadığını iddia ediyordu. Yunanistan’daki hareketin ise daha net bir biçimde AB eliyle yaratılan ücretli burjuvazinin büyük oranda imtiyazlarını savunmak için geliştiğini söylüyordu Zizek. Meşhur orta sınıf Küresel çapta yayılan meydan işgalleri ve kitle gösterileri hakkında en çok üzerinde durulan sınıf kavramı orta sınıftı. Örneğin önemli bir Marksist tarihçi Hobsbawm, 2011’de gerçekleşen kent hareketlerini 1848 devrimlerine benzetti, ama 2011’in bir orta sınıf hareketi olduğunu söyledi. 1848 devrimlerinin iki yıl sonra yenilmiş göründüğünü, ancak uzun vadede büyük değişimlere neden olduğunu anlattı. 1848’den farklı olarak da 2011’deki hareketin kitle tabanının modernleşmiş orta sınıflar ve orta sınıf öğrenciler olduğunu söyledi: “Günümüzdeki en etkili kitlesel hareketlilik, yeni bir modernleşmiş orta sınıftan ve özellikle aşırı derecede şişmiş öğrenci kalabalığından başlayan toplumsal hareketlerdir... Demografik açıdan genç erkek ve kadınların nüfusun çok daha büyük bir parçası olduğu ülkelerde, Avrupa’da olduğundan daha da etkili oluyorlar.”13
İlginç bir şekilde Hobsbawm geleneksel solun artık var olmayan veya gerilemekte olan bir toplum algısı üzerinden mücadele etmeyi sürdürdüğünü de söyledi. “Büyük oranda işçi kitlelerinin geleceğin taşıyıcısı 12 Slavoj Zizek, “The Revolt of the Salaried Bourgeoisie”, 2012, https://www.lrb.co.uk/v34/n02/slavoj-zizek/the-revolt-of-the-salaried-bourgeoisie 13 Andrew Whitehead, “Eric Hobsbawm on 2011: It reminds me of 1848”, BBC, 2011, http://www.bbc.co.uk/news/magazine-16217726
97
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
olduğuna inanıyorlar. Oysa sanayisizleşmeyi yaşadık, bu artık imkânsız” diye yazdı aynı makalede. Buradan Hobsbawm’ın, Batı dünyasında yaşanan dönüşümün dünyanın geri kalanında da aynı şekilde yaşandığı sonucuna vardığını çıkarmak mümkün. Oysa kapitalizm bileşik ve eşitsiz gelişen bir sistem olarak Tunus ve Mısır gibi ülkelerde sanayisizleşmenin değil sanayileşmenin yaşanmasına yol açıyor. Üretim emeğin ucuz olduğu ülkelere doğru kayıyor ve buralarda geniş işçi kitleleri birikiyor. Batıda ise işçi sınıfının sayısı azalmıyor, niteliği değişiyor.
devrimlerinin de önemli bir kısmının istihdam edilmeyen eğitimli işçilerden oluştuğunu 2011 ile önemli bir benzerlik olarak anlatıyordu.
Orta sınıf kavramını kullanan sadece Hobsbawm değildi. Kent hareketlerinin sınıfsal içeriği söz konusu olduğunda en çok tartışılan kavram buydu. Kimi yorumcular için eğitimli orta sınıf vurgusu Ortadoğu devrimleri özelinde demokratikleşme eğilimi anlamına gelirken, kimi yorumcular için Avrupa ve ABD’deki meydan işgalleri özelinde, ayrıcalıklı konumlarını kaybetmek istemeyenlerin neoliberal kemer sıkma politikalarına karşı hareketiydi. Fukuyama, örneğin, Ortadoğu devrimlerinden, occupy hareketine ve hatta Gezi Direnişi’ne kadar bütün hareketlerin yeni orta sınıf hareketler olduğunu yazdı:
Ortadoğu Devrimleri üzerine 2012 yılında yapılan bir atölye çalışmasında “Ortadoğu’da değişimin arkasında gençlik mi orta sınıf mı var?” başlığı ile bir tartışma metni yayınlandı16. Burada orta sınıf sadece gelir grubu olarak tanımlanıyordu. Günlük 4 dolar ve altı gelire sahip olanlar “yoksullar”, en yüksek gelirli kesim “zenginler” ve arada kalan gelir grubu “orta sınıf ” olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla bu gruba esnaf, zanaatkâr, memur gibi grupların yanı sıra 1990’larda yükselen yeni girişimciler ve profesyoneller de girebiliyor. Orta sınıfın bu kadar geniş tutulmasına rağmen ülkenin %60’ının yoksullardan, %30’unun orta sınıftan ve %10’unun zenginlerden oluştuğu söyleniyor araştırma sonuçlarında. Oysa Marksist teoride sınıflar gelir durumlarına göre değil üretim ilişkilerindeki konumlarına göre belirlenirler. Yüksek gelirli bir mühendis eğer yönetici pozisyonunda değilse işçi sınıfına aittir çünkü üretim sürecinde hiçbir mülkiyeti ve denetimi yoktur. Geliri ne olursa olsun emeğini satmak zorundadır. Gelir durumu zaman içerisinde değişebilir hatta işsiz kalabilir. İşyerindeki diğer işçilerle patrona karşı ortak çıkarları vardır. Bir mühendisten çok daha az gelir elde eden bakkal ise küçük burjuvazi içerisindedir çünkü kendi hesabına çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan bir mühendis de aynı şekilde küçük burjuva sınıfına dahildir. Diğer mühendisle benzer bir kültüre sahip olsa da ortak maddi çıkarları yoktur.
“Türkiye ve Brezilya’daki son olayların yanı sıra 2011 Arap Baharı ve Çin’deki protesto gösterilerini birbirine bağlayan tema, yeni bir küresel orta sınıfın yükselişidir… Türkiye ve Brezilya’da, daha önce Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, politik gösteriler yoksullar tarafından değil, ortalamanın üzerinde eğitim ve gelir seviyesine sahip gençler tarafından yönetiliyor. Bu gençler teknolojiye yatkın, Facebook ve Twitter gibi sosyal medya araçlarını bilgi paylaşımı ve gösterileri düzenlemek için kullanıyorlar. Düzenli demokratik seçimler yapılan ülkelerde yaşıyor olsalar bile, kendilerini yönetici siyasi seçkinlerden yabancılaşmış hissediliyorlar.”14
Fukuyama orta sınıf olarak yüksek eğitimli ve/veya görece geliri yüksek toplumsal kesimleri kastediyordu. Bu kesimin ifade özgürlüğü ve farklı yaşam tarzlarına daha saygılı, demokratik değerlere daha bağlı olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca aldıkları eğitim ve kullandıkları sosyal medya araçları sayesinde dünyadaki gelişmeleri de yakından takip ettiklerini söylüyordu. Paul Mason15 da 2011’de başlayan hareketin 1848 devrimleri gibi bir dünya devrimi olduğunu belirtiyor ancak bu hareket içerisindeki en kalabalık grubun orta sınıf öğrenciler olduğunu iddia ediyordu. Ortadoğu ve Güney Avrupa’daki meydan işgallerine kent yoksullarının da katılım gösterdiğini ekliyordu. 1848 14 Francis Fukuyama, “The Middle-Class Revolution”, The Wall Street Journal, 2013, http://www.novinite.com/articles/151957/ The+Middle-Class+Revolution 15 Paul Mason, “Why it’s still kicking off everywhere: The New Global Revolutions”, Londra: Verso, 2012.
98
Kent hareketlerini orta sınıf olarak görenlerin nasıl bir sınıf anlayışına sahip olduğunu anlamak, zaman zaman Marksizan kavramlar kullansalar dahi Marksist sınıflar teorisinden nasıl farklılaştıklarını görmek açısından önem taşıyor. Bu nedenle orta sınıf kavramını kullanan birkaç araştırma örneğiyle bu durumu açıklayarak devam etmekte fayda var.
Yine Mısır Devrimi’nin orta sınıf karakterli olduğunu iddia eden bir başka araştırmada da oldukça sorunlu bir yöntem kullanılmıştı. 2011 yılının Temmuz-Ağustos ayları arasında ülke genelinde 3.143 kişi ile yapılan anket çalışmasında anket katılımcılarına kendilerini hangi sınıf içerisinde gördükleri sorusu sorulmuş ve cevaplarına göre politik davranışları analiz edilmişti. Ankette beş sınıf kategorisi vardı; üst sınıf, üst-orta sınıf, alt-orta sınıf, işçi sınıfı ve alt sınıf. Bu kategoriler içerisinde anket katılımcılarının %0,6’sı kendini üst sınıf, %16,9’u üst-orta sınıf, %33’ü alt-orta sınıf, %23,1’i işçi sınıfı ve %26,1’i alt sınıf olarak tanımlıyor. Fakat aynı zamanda katılımcıların %44,5’i bir işte çalıştıklarını söylüyorlar. Bu tabloda elbette devrime katılanların büyük bir 16 Ishac Diwan, “Are the Youth or the Middle Class Driving Change in the Middle East?”, 2012, Konferans tebliğ.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
kısmı orta sınıf mensubu olarak görülüyor17. Oysaki Marksizm’de sınıflar kişilerin kendilerini hangi sınıfa ait hissettikleri üzerinden tanımlanmazlar. İşçi olmanın neoliberal hegemonya altında olumsuz bir durum olarak kodlanması yani yoksulluk, kalifiye olmamak ve eğitimsizlik olarak algılandığı günümüz dünyasında üniversite mezunları, beyaz yakalılar, memurlar ve hatta fabrikalarda çalışan teknisyenler, ustalar çoğunlukla kendilerine orta sınıf diyerek prestij sahibi olduklarını gösterme eğilimindedir. Akademik çalışmalarda çok sık rastlanan anket çalışmalarının sınıf kategorilerinin Marksist sınıf kategorilerinden nasıl ayrıştığını bu örnekler üzerinden görmek mümkün. Bu örnekler neden ‘orta sınıf ’ kavramının yaygın kabul gördüğünü de gösteriyor. Yukarıdaki araştırmalardan birkaç yıl sonra daha derli toplu bir sınıf analizi yapmak iddiasıyla yola çıkan Badawi Ortadoğu ülkelerindeki orta sınıfların değişimine odaklanan bir araştırma gerçekleştirdi18. Badawi, Erik Olin Wright’ın ve Bourdieu’nun teorileri gibi farklı sınıf teorilerini bir araya getirerek yeni bir yöntem geliştirdiğini belirtiyor. Bu tanımlamaya göre Arap dünyası altı sınıfa ayrılmış; merkez yönetici sınıf, etkin orta sınıf, sabit orta sınıf, yoksul orta sınıf, işçi sınıfı ve sınıfaltı. Tarım sektörü gerilerken hizmetler ve sanayi sektörünün geliştiğini ve eğitim seviyesinin yükseldiğini, bunun da kentli orta sınıfları arttırdığını belirtiyor, Badawi. Gelir ve eğitim durumunun ağırlıklı olarak belirleyen olduğu bu kategorilerde orta sınıf; sahip oldukları aile bağları, etnik grubu, devletle olan ilişkileri gibi belirleyenler de hesaba katılarak üçe ayrılmış. Yoksul orta sınıf, eğitimli ve yoksulluk sınırının biraz üstünde olan ama işletmelerde yöneticilik, işletmecilik gibi pozisyonlarda olan kesim için kullanılıyor. Sabit orta sınıf, en az lise mezunu, orta büyüklükte işlerde denetim, gözetim yetkilerine sahip, ortalama gelir grubundaki kesim için kullanılıyor. Etkin orta sınıf ise yine eğitimli ancak çoğunlukla bürokrasi ve devlet kurumlarında önemli liderlik pozisyonlarına sahip kesim için kullanılıyor. Bu sınıf içerisinde, bölgesel ölçekte devlet kurumlarında etkin gücü olan kapitalistler de var. Bu kesimin, yaşam tarzı olarak, merkezi yönetici sınıfa yakın olduğunu belirtiyor, Badawi. Bu o kadar geniş bir orta sınıf aralığı ki, tüm Arap dünyasında toplam 146 milyon kişi, Arap nüfusunun %44,5’i orta sınıf olarak gösteriliyor. Petrol zengini ülkelerde bu oran %60’lara kadar yükseliyor. Badawi, 2011’de başlayan devrimlerde merkez yönetici sınıf ve işbirlikçisi etkin orta sınıfa karşı genç 17 Mansoor Muaddel, “The Arab Spring and Egyptian Revolution Makers: Predictors of Participation”, Michigan Üniversitesi, Population Studies Center Araştırma Raporu, 2012. 18 Ahmad Mousa Badawi, “Middle class transformations in the Arab World”, Contemporary Arab Affairs, 2014, s. 246-262.
yoksul orta sınıfın, işsizlerin ve işçilerin başlattığı isyanın sabit orta sınıfın da giderek artan desteğiyle geliştiğini söylüyor. Ancak üç ayrı orta sınıfın ülkelere göre farklı oranlarda değişmesinin devrimlerin niteliğinde etkisi olduğunu da belirtiyor. Mısır’da neoliberalizmin sabit orta sınıfı azaltırken yoksul orta sınıfı arttırdığını, devrimin yaşanmadığı Fas’ta ise yoksul orta sınıfın azalırken sabit orta sınıfın arttığını söylüyor. Sınıfları bu şekilde tanımlamasının sonucunda da ne Mısır’da, ne Fas’ta ne de Kuveyt’te Marksist anlamda bir sınıf mücadelesinin yaşanmadığını daha çok kültürler arası bir çatışma yaşandığını belirtiyor. Orta sınıf tanımındaki karmaşaya bağlı olarak devrime hangi sınıfların katıldığı tartışması kendi içinde tutarlı olmayan sonuçlara yol açıyor. Farklı sınıf kavramlaştırmaları farklı sonuçlara varılmasına yol açıyor. Badawi’nin kategorilerinde olduğu gibi üretim ilişkilerini temel almayan sınıf analizleri yoksul ama orta sınıf veya kapitalist ama etkin orta sınıf gibi sınıflar karmaşasına yol açıyor. Kent hareketlerinde sınıflar Meydan işgallerinin sınıfsal analizinde orta sınıf veya öğrenci içeriği üzerinde durulmasının en önemli nedeni eylemcilerin meydanda işgali sürdürdükleri haftalar boyunca grevlerin yaşanmıyor oluşuydu. Bir yanda işletmeler çalışmaya devam ederken öbür yanda eylemlerin sürmesi, eylemcilerin işçilerden çok işsizler, kendi hesabına çalışanlar ve öğrenciler olduğu fikrinin yerleşmesine neden oldu. Elbette gece meydanlarda sabahlayan ve mesai saatlerinde alanda bulunanlar bu gruplardı ancak Gezi Direnişi’nden de hatırlayabileceğimiz üzere mesai saatleri sonrası tüm meydanlarda kalabalık radikal bir şekilde artıyor ve işyerlerinde de hararetli politik tartışmalar yaşanıyordu. Kimi ülkelerde meydan işgallerine grev veya fiili iş durdurmalar eşlik ediyordu. Mısır’da olduğu gibi genel grev yaşandığında dahi meydanlardaki yüz binlerle grevci ayrı sınıflar olarak görüldü. Ancak meydan işgalleri tüm ülkelerde sokağın meşruiyet kazanmasına yol açtı. Hemen her ülkede meydan işgalleri sona erdikten sonra grevlerin artarak devam etmesi bu meşruiyetin ve değişen moral güç dengelerinin bir sonucuydu. 2011’de başlayan kent hareketlerinin bileşimi her ülkede aynı değildi. Ortadoğu devrimlerinin hepsinde genç ve yoksul bir kesimin meydan işgallerine ve gösterilere katıldığı doğruysa da işçi sınıfının bir sınıf kimliği ile eylemlerde yer aldığı örnekler daha azdı. Mısır işçi sınıfı karakterinin en net görülebildiği ülke iken, Libya, Yemen ve daha birçok ülkede eylemler işyerlerine kaymadı. Tunus, işçi sınıfının kolektif eylemlerine şahitlik etti, başkentte başlayan gösteriler taşraya yayıldı. Suriye’de gösteriler en çok işçi mahallelerinden ve kent yoksullarından yükselmekle birlikte,
99
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
rejimin şiddeti ve birçok devletin müdahalesi sonucu bir iç savaşa evrildi. Yunanistan’da çok net bir işçi sınıfı kimliği öne çıktı. İspanya’da meydanları işgal eden kitlelerin siyasi partilere ve sendikal bürokrasilere olan tepkisi nedeniyle, sınıf kimliği daha görülmez olmakla birlikte sendikalı-sendikasız, beyaz-mavi yaka işçiler ve işsizler hareketin motor gücüydü. Öfkeliler hareketi çaktığı kıvılcımla örgütlü işçi sınıfını da birkaç ay sonra harekete geçirebildi. Hareketlere işçi sınıfının teker teker göstericiler olarak değil de bir sınıf olarak kolektif gücüyle müdahalede bulunamadığı ülkelerde dahi göstericilerin ezici çoğunluğunu işçiler oluşturuyordu. İster hizmet sektöründe çalışsın, ister sanayide veya kamu sektöründe, ister asgari ücretli olsun ister yüksek maaşlı, ister okuma-yazma bilmez olsun ister üniversite mezunu, emeğini satarak geçimini sağlayan ve üretim sürecinde yöneticilik gibi herhangi bir kontrol pozisyonunda bulunmayan herkes işçi sınıfının parçasıdır. İşsizler de çoğunlukla işçi sınıfının bir parçasıdır, çünkü işsizlik durumu geçicidir. Hemen her işçi dönem dönem işsiz kalır sonra da tekrar işe girer. Öğrenciler de eğer ailelerinden veya devletten maddi destek almıyorlarsa, çoğunlukla öğrenci-işçi olarak geçici ve kısmi zamanlı işlerde çalışırlar. Eğitim, etnisite, cinsiyet, yaş, gelir durumu gibi faktörler elbette işçi sınıfında farklı politik davranışlara neden olabiliyor ama farklılıklar onların sınıf konumunu değiştirmiyor. Aynı durum burjuvazi veya küçük burjuvazi için de geçerli. Bir berberin veya kasabın geliri bir mühendis işçinin gelirinden daha düşük olabilir, eğitim durumu olarak geri de olabilir ama bu durum onları işçi yapmaz. Bir patron eğitim seviyesi olarak işçilerinden daha düşük eğitimli olabilir ama o yine de burjuva sınıfına aittir. Ayrıca işçi sınıfı içerisinde farklı gruplar olduğu gibi küçük burjuvazi ve burjuvazi içerisinde de farklı gelir grupları ve eğitim seviyeleri vardır. Ancak nedense bir tek işçi sınıfı söz konusu olduğunda bu farklılıklar ayrı sınıflar olarak lanse ediliyor. Hiçbir toplumsal hareket saf bir sınıf hareketi şeklinde gerçekleşmez. Ancak harekete politik karakterini sınıflar verir. Lenin bu durumu Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kitabında şu cümlelerle açıklıyordu: “Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa’da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprakbeyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek “biz sosyalizmden yanayız” ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak “biz emperyalizmden yanayız” diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak
100
olur!... “Saf ” bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir.”
1789 Fransız devrimi, hareket olarak köylülüğün mobilizasyonu olsa da liderlik ve politik programı burjuvaziye aitti. Sovyet Devrimi’nde köylüler, askerler ve küçük burjuvazi, işçi sınıfı liderliğinde birleşmişti. Küçük burjuvazinin liderliğinde ve politik programında buluşan faşizm de kitleselleştiğinde işçiler, köylüler ve burjuvaziden destek bulabiliyordu. Dolayısıyla genel grev anları hariç -ki genel grev sırasında gerçekleşen toplu gösteriler de sadece işçilerden oluşmaz- hiçbir toplumsal hareket saf bir sınıf bileşiminden oluşmaz. Meydan işgalleri ise diğer örneklerin aksine bir sınıfın liderliğinden oluşmuyordu, bu nedenle net bir programa da sahip değildi, ancak hareketi ortaya çıkaran nedenlere ve sokağa çıkanların taleplerine bakıldığında açıkça işçi sınıfı karakterini görmek mümkün. Tabi her ülkede sınıfsal bileşimin içeriği ve politik etki gücü değişebiliyor. Bakılması gereken yer sadece meydan işgalleri yaşandığı sıradaki katılım yüzdeleri değil, öne çıkan taleplerin sınıfsal içeriği ve tarihsel bir analizle meydan işgalleri sonrası hareketin nasıl evrimleştiğidir. Sonraki bölümler bu perspektifle 2011’de tüm dünyaya üç dalga halinde yayılan meydan işgalleri hareketinde işçi sınıfının rolü üzerine odaklanacak. Elbette Ortadoğu Devrimleri, Öfkeliler Hareketi, Occupy (işgal et) Hareketi gibi üç dalga halinde onlarca ülkeye yayılan kent hareketlerinin tamamını ele almak mümkün değil. Ancak hareketin en güçlü olduğu ve diğer ülkeleri en fazla etkileyen ülkelerdeki hareketlere odaklanmak doğru bir tercih olacaktır. Ortadoğu devrimlerinde işçi sınıfı Tunus’tan başlayarak tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri arasında Ortadoğu’da yaşananlar özel bir önem taşıyor, çünkü bu hareketler rejimleri yıkma hedefleriyle açıkça devrimci hareketlerdi. İşçi sınıfının resmi ve rejim yanlısı sendikalar dışında örgütlenmesi ve hareket edebilmesi neredeyse imkânsız iken, meydan işgalleri örgütlü, örgütsüz tüm işçiler için özellikle de genç işçiler için umut oldu. Devrimci dalga bütün Ortadoğu ülkelerine yayılmakla birlikte işçi sınıfı Tunus ve Mısır’da çok daha merkezi bir durumda yer aldı. Ancak yine de bu iki devrim için ana akım medya ve akademik çalışmalarda orta sınıf hareketi denmeye devam ediliyor. Bu nedenle bu iki ülkede işçi sınıfının devrimci hareket içerisindeki rolünü hatırlatmak önemli. Tunus devriminde işçiler Dünyayı sarsan eylemler dalgası Tunus’ta başladı. Ancak sosyal patlama 2008 yılından beri geliyorum diyordu. Ekonomik krizin ardından Gafsa’da Gafsa
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
Fosfat Şirketi’nde işe alımlarda rejim ile resmi sendika Tunus Genel İşçi Sendikası’nın insan kayırma yoluyla madenlerde işçi çalıştırmalarına karşı işçi gösterileri başladı. Gösteriler sendikaya karşı olsa da sendikanın yerel birimleri eylemlere destek verdi. Öğretmenler, kadınlar ve gençler de gösterilere katıldılar. İşçiler sadece adil istihdam uygulamaları değil kapsamlı bir istihdam politikası talep ediyorlardı. Eylemler sosyal medya sayesinde ülkede ses getirse de rejim şiddet kullanarak eylemlere son vermişti. İki ay süren çatışmalarda iki kişi öldürüldü. Rejim facebook’a erişim engeli getirdi. Gafsa’da yaşananlar 1984 ekmek ayaklanmasından beri ülkede yaşanan en büyük sosyal ayaklanmaydı19. Ayaklanmanın şiddetle bastırılmasından sonraki bir yılda ekonomi daha da kötüye gitti ve biriken toplumsal gerilim 2010 sonunda bir kez daha patladı. Gafsa gösterilerin greve dönmesinde tarihi bir rol oynayacaktı. 17 Aralık 2010’da Üniversite mezunu bir işsiz olan Muhammed Bouazizi zabıtanın tezgâhına el koymasını ve kendisine kötü davranmasını protesto etmek için bir devlet binasının önünde kendini yaktı. Buazizi’nin ölümü işsizliğin ve yoksulluğun yaygın olduğu ülkede kitle gösterilerine ve isyana neden oldu. Yaklaşık bir ay süren kitle gösterileri, meydan işgalleri ve grevler sonucu 14 Ocak 2011’de diktatör Bin Ali iktidarı devrildi. 1987’den beri yönetimde olan Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Hareket tamamen kendiliğinden gelişmişti. Hareketin kitleselliği, rejim yanlısı bürokrasi ve ordunun müdahale edememesine yol açtı. Tunus’ta yıllardır yüksek rakamlarda gezinen işsizlik ve ekonomik sıkıntılar rejimin baskıcı uygulamalarıyla birleşiyordu. Tunus Ulusal İstatistik Kurumu’na göre 2009 yılında işsizlik %13 civarındaydı. Dünya Bankası verilerine göre ise 2011’de 10,5 milyonluk ülkede 336 bin diplomalı işiz vardı. Rejim yolsuzluklarla tanınıyordu ve Bin Ali’nin ailesi ve eşi Leyla Trabelsi’nin ailesi ülkenin en zenginleri olarak muazzam bir servete sahiplerdi. Resmi sendika Tunus Genel İşçi Sendikası (TGİS) rejimden yana bir liderliğe sahip, yolsuzluğa batmış bir sendikaydı. Kitle gösterileri birçok kente yayılıp ölümler ve tutuklamalar yaşandıktan sonra, aşağıdan gelen basınca daha fazla dayanamayarak 8 Ocak’ta eylemlere destek verdiğini ve polis şiddetini kınadığını açıkladı. Her ne kadar sendika liderliği geç bir tarihte destek açıklaması yapmış olsa da yerel sendikalar birçok şehirde eylemlere katılıyordu. Kitleler ekonomik ve politik sloganları birleştiriyordu; “sadece su ve ekmeğe evet ama Bin Ali’ye hayır, o artık bir ölü”, “özgürlük 19 Joel Beinin, “The Middle East’s Working-Class Revolutions?”, The Nation, 24 Ağustos 2011, https://www.thenation.com/article/middle-easts-working-class-revolutions/
ve ulusal onur”, “çalışmak şart, siz ise soyguncular sürüsüsünüz”20. Bin Ali’nin 10 Ocak’ta yaptığı konuşma işçi sınıfı için bardağı taşıran son damla oldu. Göstericilere hakaret eden Bin Ali dış güçlerin para ödediği mihrakların halkı galeyana getirdiğini söyledi. İlginç olan bir nokta Bin Ali’nin bu konuşmasında 300 bin iş sözü vermesiydi. Bu pek de orta sınıflara seslenen bir açıklama değildi ama artık çok geçti. Gafsa şehrindeki TGİS bürosu o gün 30 işçi tarafından işgal edildi. İşçiler sendikanın harekete geçmesini talep ettiler. TGİS tabanındaki işçiler, kent meydanlarında eylemlere katılıyordu ve sendikanın grev ilan etmesini bekliyordu. Bu basıncın sonunda sendika 11 Ocak’ta çeşitli eyaletlerde genel greve izin verdi ancak hala temkinli davranıyordu. 14 Ocak’ta ise artık genel grev ilan etmek zorunda kaldı ve o gün rejim devrildi. Haberin ulaştığı işçi mahallelerinde devrim kutlamaları yapıldı21. Tunus her şeyin başladığı yer olması dolayısıyla son derece beklenmedik bir zamanda, öngörülemez gelişmeler sonucu iki hafta içerisinde rejim değişikliği yaşayabildi. Sokakların kalabalığı ve işlerin nereye varacağını öngöremeyen diktatörlüğün görece düşük yoğunluklu şiddeti hareketin büyümesini sağladı. Rejim destekçisi TGİS kendi tabanından gelen basıncı karşılamak için grev ilan etmek zorunda kaldı ve rejim genel grev günü devrildi. Devrim işçi sınıfının çok daha güçlü olduğu ve son 10 yıldır büyük grevler ve eylemler örgütlemekte olan Mısır’a sıçradı. Tunus’ta devrimden sonra da grev ve kitle gösterileri devam etmekle birlikte Libya ve Suriye devrimlerinin iç savaşa evrilmesi Tunus’taki kitle hareketini olumsuz etkiledi. Tunus devrilen ilk diktatörlük olduğu için yumuşak bir geçiş yaşadı. Seçimlere yeni kurulan sağ ve sol partiler katıldı. Seçimlere kadar hükümeti kuran Geçici Hükümet’te sendika temsilcileri de yer aldı. Seçimler için kurulan sol ittifakta da sendikalar yer aldı. Müslüman Kardeşler benzeri bir parti olan Ennahda Hareketi seçimleri kazandı. Libya ve Suriye diktatörlükleri ise Tunus ve Mısır’daki devrimlerin ardından başlayan kitle gösterilerine büyük bir şiddet dalgasıyla yanıt verince önce Libya’da iç savaş ve AB-ABD emperyalist müdahalesi yaşandı, sonra Suriye’de iç savaş ve bu kez Rusya-İran emperyalist müdahalesi yaşandı. Mısır’da ise ordunun devrim sonrasında geçici hükümeti kurması ve seçimleri kazanan Müslüman Kardeşlerle yaşadığı çatışmalar sonrası gerçekleşen darbe, Tunus işçi sınıfını daha cesur politik çıkışlardan alıkoydu. Ancak Tunus’ta sınıf mücadelesi inişli çıkışlı bir şekilde devam ediyor. 2018 yılında ekonomik sıkıntılar nedeniyle başını işsiz 20 Chamseddine Mnasri, “Tunisia: the people’s revolution”, International Socialism Journal, Sayı:130, 2011, http://isj.org.uk/tunisia-the-peoples-revolution/#130mnasri_23 21 Joel Beinin, 2011, a.g.e.
101
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
gençlerin çektiği kitlesel ayaklanmaların yaşanması bunun en somut örneği. Ülkede ne egemen sınıf gerçek bir hegemonya kurabildi, ne de işçi sınıfı radikal bir çıkış yapacak örgütlenme düzeyine erişebildi. Her şeye rağmen Tunus 2011’de devrimler ve işgaller yılının fitilini ateşleyen ülke olarak tarihe geçti. Mısır devriminde işçiler Mısır, Ortadoğu devrimleri arasında işçi sınıfının en net siyaset sahnesine ağırlığını koyduğu ülke oldu. Mısır Devrimi’nin sınıfsal bileşimi de ülkede devrimden önceki son on yılda yaşananlardan bağımsız olarak düşünülemez. Mısır’da 1998’den 2011 yılına kadar iki milyondan fazla işçi, 3.500 grev, oturma eylemi ve gösteri düzenlemişti. 2000 yılından itibaren Filistin’deki ikinci intifada ile dayanışmak için ve Irak savaşına karşı başta Tahrir Meydanı olmak üzere ülke çapında eylemler gerçekleşiyor, milyonlarca işçi, öğrenci, dindar, solcu ilk kez yan yana geliyordu. Kifaya (yeter) hareketi demokrasi talebini yükseltirken doktorlardan hakimlere kadar toplumun birçok katmanı eylemler düzenliyordu22. 25 Ocak’ta Tunus devriminden umutlanan on binlerce kişi Kahire ve İskenderiye gibi birkaç şehirde sokağa indiler. Gösterilerin ilk buluşma alanları işçi mahalleleriydi. İlk gün sosyal medya kullanılarak Kahire’nin dört ayrı işçi mahallesinde buluşma noktası ilan edildi. İşçiler arka sokaklardan dolaşarak kalabalıklaştı ve ancak ondan sonra Tahrir’e doğru ilerlemeye geçti23. Polisin göstericilere karşı uyguladığı şiddete karşı eylemciler gösterilere devam etti. 28 Ocak günü ise kolluk kuvvetlerinin öldürdüğü göstericiler için “Öfkeli Cuma” ilan edildi. O gün yüzbinler Tahrir (Özgürlük) Meydanı’nı işgal ettiler24. Meydanda toplanan yüzbinlerce gösterici “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” (aysh, hurriya, adala igtama eya) talep ediyorlardı. Hemen her gün büyüyen ve İskenderiye, Süveyş gibi diğer şehirlere de yayılan eylemleri durdurmak için rejim polisleri öne sürdü, ordu Tahrir’in etrafını çevirdi, meydana develi çeteler saldırdı, sokak çatışmaları yaşandı, internete erişim engellendi, Tahrir’in elektrikleri kesildi. Kitlelerin ekonomik talepleri daha ilk günden itibaren rejime karşı politik taleplerle birleşti. “Halk rejimi devirmek istiyor” sloganı bütün gösterilerde atılıyordu. İki hafta süren meydan işgali ve kitle gösterileri 8 Şubat’ta genel greve evrildi. Aslında 7 Şubat’ta Mübarek emekli maaşları dahil tüm maaşları %15 arttırdığını ve reform 22 Joel Beinin, “Egypt’s Workers Rise Up”, The Nation, 17 Şubat 2011, https://www.thenation.com/article/egypts-workers-rise/ 23 Donatella della Porta, “Social Movements in Times of Austerity: Bringing Capitalism Back Into Protest Analysis” içinde “The Re-emergence of a Class Cleavage? Social Movements in Times of Austerity”, 2015, s. 1. 24 Sameh Naguib, Mısır Devrimi’nin Dersleri ve Mücadelenin Geleceği, Z Yayıncılık, 2011, s. 18-20.
102
yapacağını ilan etse de 300’den fazla ölü, binlerce yaralı ve tutukludan sonra artık çok geçti25. Ertesi gün önce sınırlı sayıda işyerinde grev başladı. Süveyş Kanalı hizmet işçileri, Kahire’de Telekom işçileri ve Helvan’daki çelik işçileri grevlerin öncüsü oldular. Bir sonraki gün petrol işçileri greve gitti. Rejim karşıtı sloganların yanında işçiler ücretlerde artış da talep ediyorlardı. 9 Şubat’ta Kahire toplu taşıma işçileri asgari ücretin 400’den 1.200 Mısır Poundu’na çıkarılması gibi ekonomik taleplerin yanında ayaklanmaya tam destek verdiklerini belirten bir bildiri hazırlayarak Tahrir’de dağıttılar. Grev dalgası hızla diğer şehirlere ve sektörlere yayıldı. 10 Şubat’ta ülkenin her yanında hatta orduya ait olan, askeri bir disiplinin işlediği fabrikalarda dahi grevler vardı26. Mübarek artık Mısır burjuvazisi, Batı emperyalizmi ve onların ilişki içerisinde olduğu asker-sivil bürokrasi için bir tehlikeydi. Hareketin radikalleşmesindense bir an önce ondan kurtulmak ve hareketin gelişmesinin önüne geçmek gerekiyordu. 11 Şubat’ta ülke çapında 15 milyon civarında insan sokaklardaydı ve o gün Mübarek istifa etti. O gün 300.000 kadar işçi 15 şehirde grevdeydi. Hastane çalışanları, çimento işçileri, posta işçileri, tekstil işçileri işyeri işgalleri de dâhil olmak üzere grev ve gösteriler düzenlediler. Grevci işçiler Tahrir meydanına ve Başkanlık Sarayı ile radyo ve televizyon binası önündeki göstericilere temsilciler gönderdiler. 18 gün süren kitle gösterileri ve meydan işgalleri ile dört gün süren grev dalgasının ardından 11 Şubat’ta ordu sözcüleri yönetimi aldıklarını ve diktatör Mübarek’in görevden alındığını duyurdu27. Mübarek’in devrilmesi aşağıdan gelen devrimci kabarışı tatmin etmiyordu. Yönetimi devralan Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi rejimi devam ettiriyordu. Daha ilk haftadan başlayarak işçi sınıfı devrimin talepleri olan “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” için grev örgütlemeye devam etti. Yüzlerce işyeri, Mahalla’da 24.000 işçi çalıştıran dev tekstil fabrikası dahil, askeri yönetime karşı grevdeydi28. Mısır’daki hareketin işçi sınıfı içeriğinin ana akım medyada görünmemesi ve rejim karşıtı sloganların Batı medyası tarafından basitçe demokrasi yani adil seçimler talebi olarak yansıtılması, orta sınıf analizlerinin temelini oluşturuyordu. Televizyonların mülakat yaptığı kişilerin çoğunluğu üniversite mezunlarından oluşuyordu29. Bu nedenle hareketin orta sınıf karakterli olduğu Batı entelektüelleri tarafından oldukça sık dile 25 Al Jazeera, “Timeline: Egypt’s revolution”, 14 Şubat 2011, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2011/01/201112515334871490.html 26 Sameh Naguib, 2011, a.g.e., s. 31 27 Anne Alexander, “The gravedigger of dictatorship”, Socialist Review, Mart 2011. 28 Anne Alexander, 2011, a.g.e. 29 Sameh Naguib, 2011, a.g.e., s. 31.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
getirildi. Ayrıca dünyanın gösterileri sosyal medya paylaşımları üzerinden izlemesinin de bu algıda büyük payı oldu. Sosyal medyayı aktif olarak kullanan ve özellikle İngilizce olarak olayları anlatanların elbette çoğu eğitimli gençlerdi. Eğitimin sınıfsal bir farklılığa sebep olduğu yönündeki yaygın görüş nedeniyle de harekete orta sınıf hareketi denebildi. Oysa kitle gösterilerinin ana talepleri arasında yer alan ekmek ve sosyal adalet sloganları, hareketin işçi sınıfı ağırlıklı bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu. Meydan işçi, işsiz ve öğrenci çoğunluğuna sahip olmakla birlikte küçük burjuvazinin rejim değişikliği isteyen görece eğitimli kesimi de alanda yer alıyordu. Ancak geleneksel küçük burjuvazinin bir kısmı ise karşı devrimci saflarda yer aldı. Devrimcilerin “baltacı” dediği saldırganlar çoğunlukla devlet güçleri tarafından lümpen proletarya (çalışmayı reddeden kesim) ve muhtemelen eylemler nedeniyle dükkanını açamayan küçük burjuvaziden devşiriliyordu (Türkiye’deki palalı, sopalı esnaf gibi). Bunun yanında tarihe “Deve Çatışması” olarak geçen karşı devrimci saldırıda da küçük burjuvazi ön safhadaydı. Gelirleri tamamen turizme bağlı olan deve sahipleri, meydanı dolduran kalabalığa karşı develeri, atları ve palalarıyla saldırıya geçtiler. Ancak sayıları çok azdı ve meydanın kararlılığı saldırıyı püskürtmeyi başardı. Daha Mübarek devrilmezden önce Tahrir’de mücadele sürerken işçi sınıfı önemli bir hamle yaptı. 30 Ocak’ta yani mücadelenin ortasında, resmi sendikaya karşı yeni bir federasyon kurdular; Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu (MBSF). Yeni federasyon sadece 1,5 yılda 2,5 milyon üye kazandı30. Federasyon 2012’de kendisine bağlı 200 kadar sendika olduğunu duyurdu31. Mübarek’i deviren grev çağrıları da bu federasyon tarafından yapılmıştı. Federasyonun kuruluşunu izleyen bir ay içerisinde, sadece Şubat ayında, ülkede 150 bin işçinin katıldığı 489 grev ve gösteri düzenlendi32. 19 Şubat’ta, devrimden sadece bir hafta sonra, 40 bağımsız sendika birleşerek “Devrime Katılan İşçilerin Talepleri”ni ilan ettiler. Bildiride rejimin çürümüşlüğünün kanıtı olan resmi sendikaların kapatılması ve grev hakkının tanınması gibi talepler yer alıyordu. Ekonomik ve politik mücadelenin iç içeliği şu cümlede kendisini ortaya koyuyordu: “Eğer bu devrim servetin adil dağılımına yol açmıyorsa, hiçbir şeye değmez demektir. Özgürlükler, sosyal özgürlükler olmadan tamamlanmış değildir. Oy hakkı doğal olarak bir somun ekmek hakkına bağlıdır.”33
30 Philip Marfleet, ““Never going back”: Egypt’s continuing revolution”, International Socialism, Sayı: 137, 2013. 31 Joel Beinin, “The Rise of Egypt’s Workers”, The Carnegie Papers, 2012, s. 12. 32 A.g.e. s. 8. 33 A.g.e. s. 8.
MBSF 2 Mart’ta “İşçiler Devrimden Ne İstiyor?” başlıklı büyük bir konferans düzenledi ve taleplerini sıraladı. Bunlardan sembolik önemi büyük olan birisi kısa sürede gerçekleşti. Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidara el koyan askeri konsey, bakanlar kuruluna resmi federasyon ETUF’tan İsmail İbrahim Fehmi’yi atamıştı. MBSF derhal Fehmi’nin kovulmasını ve yerine uzun yıllardır emek hakları üzerine çalışan profesör Ahmet Hasan El-Buradi’nin getirilmesini istedi. 12 Mart’ta askeri konsey istenen atamayı gerçekleştirdi. El-Buradi artık resmi çürümüş sendika ile değil MBSF ile çalışmaya başladı. Bu Mısır tarihinde bir ilk oldu. Muhalif bir sendika ile bir bakan ortak çalışmalar yapıyordu. Böylece yasal olarak tek sendika olan ETUF’un yanında ilk kez MBSF ve diğer bağımsız sendikalar tanınırlık kazanıyordu.34 Mısır’da işçi hareketi büyümeye devam etti. 2011’in Eylül ayında 1951 yılından beri ilk kez öğretmenler genel greve gittiler35. 2012 yılında Ağustos ve Eylül ayları arasında Mübarek’ten sonraki en büyük grev dalgası gerçekleşti. Ülke çapında 1.480 grev yaşandı36. Mart 2013’de yayınlanan bir devlet raporu devrimin başladığı günden beri sadece Mısır raylı sistemlerinde toplam 1219 grev ve oturma eylemi yapıldığını açıkladı ve grevcilerin artık ekonomiyi tehdit ettiklerini belirtti. Rapor Mart ayının ilk haftasında gerçekleşen ve son 30 yılın en etkili grevi olan demiryolu işçileri grevinin ardından yayınlandı. Mısır Ekonomik ve Sosyal Haklar Merkezi’nin hazırladığı rapora göre 2012 yılı boyunca 3800 grev ve gösteri gerçekleştirdi Mısır işçi sınıfı. 300’ün üzerinde bağımsız sendika kuruldu37. 2013’ün ilk üç ayı içerisinde ise 2400 grev ve gösteri gerçekleşti38. Toplumda biriken özgüven ve devrimin taleplerini yerine getirmek yerine kemer sıkma politikaları uygulayan Müslüman Kardeşler hükümetine duyulan öfke 30 Haziran’da, Mursi’nin Başkanlığa seçilişinin birinci yıl dönümünde insanlık tarihinin en büyük gösterilerinden birine neden oldu. Sadece Kahire’de 500 bin kişi sokağa indi. Bir ordu yetkilisi Reuters’a ülke çapında 14 milyon 34 A.g.e. s. 9. 35 Mustafa Ali, “Egypt teachers strike for the first time since 1951”, Ahram Online, 19 Eylül 2011, http://english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/21568/Egypt/Politics-/Egypt-teachers-strike-forthe-first-time-since-.aspx 36 Sameh Naguib, “Sectarianism in Egypt one year on from the Maspero massacre”, Socialist Worker, 13 Ekim 2012, www.socialistworker.co.uk/art.php?id=29733 37 Gigi Ibrahim, Workers’ Rights in Egypt Stalled Two Years After the Revolution, Vice News, 4 Mayıs 2013, https://www.vice. com/en_us/article/gqwaa4/for-labor-in-egypt-little-progess-since-the-revolution 38 Philip Marfleet, “Egypt: The workers advance”, International Socialism, Sayı: 139, 2013, http://isj.org.uk/egypt-the-workers-advance/
103
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
göstericinin gösterilere katıldığını söyledi39. Kitleler bir kez daha Mursi’ye karşı devrimin ekmek, özgürlük ve sosyal adalet taleplerini haykırdı. 3 Temmuz’da ise General Sisi, Mısır’a “güvenlik ve düzen” getirmek için darbe yaptı. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ve Mısır burjuvazisi sonunda iki yıldır grevler ve gösteriler nedeniyle doğru düzgün işletemedikleri işyerlerinde huzur bulacaklarını düşünerek darbeye destek verdiler. Grev ve gösterilerin bir kültür haline gelmiş olması, ekonomik ve politik taleplerin iç içe geçmesi ve bunların hiç birisinin neoliberal politikalarla karşılanmasının mümkün olmaması bu sonucu doğurdu. Tunus ve özellikle Mısır devriminin diğer Ortadoğu devrimlerinden farkı, bu ülkelerdeki hareketin sınıfsal yönüydü. İşçi sınıfının kolektif ve işyerlerinden yükselen mücadelesi, Libya ve Suriye’deki gibi iç savaşlara evrilmesine engel oldu. İşçi sınıfının bir sınıf olarak siyaset sahnesine vurduğu yumruk birçok kazanım elde etmesine sağladı. Ancak bu politik devrimler de sosyal bir devrime doğru evrilemedi. İktidar hiyerarşisinin parçalanması işyerlerindeki katı hiyerarşiyi de etkiliyordu ve işçiler El Sisi’nin karşı devrimine kadar sürekli olarak grevlere ve eylemlere gidiyordu. Sonucunda Marks’ın bu gibi durumlarda “burjuvazinin dini” dediği Bonapartizm bir kez daha tarih sahnesine çıktı. Egemenlerin çıkarına ülkeye düzen getirecek ve işçi sınıfını ezebilecek güçte otoriter bir yönetim. Sisi’nin gerçekleştirdiği darbe Mursi’nin sağlayamadığı düzeni sağlamak için ve işçi sınıfı hareketini ezmek için gerçekleştirilmişti. Öfkeliler hareketi Tahrir meydanı işgali ve rejimin devrilmesi, ekonomik krizin en ağır vurduğu Güney Avrupa ülkelerinde de kitle gösterilerini tetikledi. 15 Mayıs’ta İspanya’da, 20 Mayıs’ta Portekiz’de, 25 Mayıs’ta ise Yunanistan’da başlayan ve hızla meydan işgallerine dönüşen kitlesel gösteriler tüm dünyada destek buldu. İtalya’da da sokağa çıkıldıysa da, harekete katılım diğer ülkelere göre düşük oldu. Portekiz gibi toplumsal muhalefetin cılız olduğu bir ülkede, diktatörlüğün devrildiği yıldan sonraki en büyük kitle gösterileri gerçekleşti ve grevler yaşandı. Öfkeliler Hareketi’nin tetiklediği eylem dalgası içerisinde en ilginç örnek ise İsrail’de yaşandı. 14 Temmuz’da hayat pahalılığına karşı kitleler meydanları işgal etti. Bir genel grev yaşanmasa da küçük ve yerel grevler, işyeri işgalleri yayıldı. Bu İsrail gibi bir ülke açısından oldukça radikal bir gelişmeydi. Öfkeliler Hareketi kapitalizmin krizini işçilere ödetmeye çalışan parlamentolara ve şirketler lehine 39 Patrick Kingsley, “Protesters across Egypt call for Mohamed Morsi to go”, The Guardian, 30 Haziran 2013, https://www.theguardian.com/world/2013/jun/30/mohamed-morsi-egypt-protests
104
sürdürülen kemer sıkma politikalarına bir tepkiydi. Kitlelerin sisteme olan öfkesi bu hareketlerin Öfkeliler Hareketi (Indignados40) olarak adlandırılmasına yol açtı. Meydanlar politikacıların halkı temsil etmediğine vurgu yapıyordu. İspanya’dan yükselen Öfkeliler İspanya ekonomisi 2008’de başlayan krizden en fazla etkilenen Avrupa ülkelerinden biri oldu. Hükümet krize yanıt olarak bankaları kurtarmak için 99 milyar dolarlık bir bütçe ayırdı, 2011’de emeklilik yaşı 65’ten 67’ye çıkarıldı, sosyal kesintiler başladı, ücretler düşürüldü41. İspanya beş milyona yaklaşan işsiz nüfusu ile Avrupa’nın 2011 yılında en büyük işsizler ordusuna sahip ülkesiydi. Ülke genelinde işsizlik oranı %21,3 iken bu oran gençler arasında (16-25 yaş arası) %43,5’e ulaşıyordu42. 18-34 yaş arası gençlerin %54’ü ekonomik nedenlerden dolayı ailesinin yanında yaşıyordu43. Her yıl 100 bin kişi bankalara olan konut kredisi borçları nedeniyle evlerinden atılıyordu. Kemer sıkma politikalarına ilk yanıt işçi sınıfından geldi. 2010 Eylül’ünde sendikalar 5 milyon işçinin katıldığı bir genel grev gerçekleştirdi, 2011 Mart ayında ise üniversite öğrencileri meydanlara inerek gösteriler düzenledi. Birkaç gün sonra Geleceksiz Gençlik isimli platform “evsiz, işsiz, emekli olamadan: korkusuz” sloganları ile sokaklara indi. Korkusuz sloganı artık kaybedilecek bir şey yok anlamına geliyordu. İspanya’da, Yunanistan’daki kitle gösterilerinden ve Ortadoğu Devrimleri’nden etkilenen çok sayıda toplumsal hareket, Mart ayında ‘Gerçek Demokrasi Şimdi!’ (Democracia Real Ya!) adıyla bir platform oluşturdu. Bu platform hızla büyüyerek 200 kadar ulusal ve yerel hareketin birleşmesini sağladı. Amaç 22 Mayıs’ta gerçekleşecek seçimlerden bir hafta önce Tahrir gibi meydanları işgal etmekti ve 15M (15 Mayıs) adıyla iki ay boyunca işgal kampanyasını sürdürdüler44. 40 15M hareketinin nasıl Öfkeliler ismini aldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak en çok konuşulan açıklamalardan biri Stephane Hessel’in 2010 yılı sonunda yayınlanan “Öfkelenme Zamanı” (A Time for Outrage!) başlıklı kitabı. Eski bir antifaşist direnişçi olan Hessel broşüründe finans kapitale karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtiyor. Kitap Fransa’da 1,5 milyon ve dünya genelinde 4 milyon sattı. Yayınlandıktan sadece birkaç ay sonra İspanyolca, Katalanca, Yunanca, İtalyanca gibi dillere çevrildi. 41 Ignacia Perugorría ve Benjamín Tejerina, “Politics of the encounter: Cognition, emotions, and networks in the Spanish 15M”, Current Sociology, 2013. 42 Puneet Dhaliwal, “Public squares and resistance: the politics of space in the Indignados movement”, Interface Journal, 4 (1), 2012, s. 251-273. 43 Carlos Taibo, “The Spanish indignados: A movement with two souls”, European Urban and Regional Studies, 20: 155, 2013, s. 155-158. 44 Soledad Alcaide, “Movimiento 15-M: los ciudadanos exigen reconstruir la política”, El Pais, 17 Mayıs 2011, https://politica.elpais.com/politica/2011/05/16/actualidad/1305578500_751064. html
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
Ortadoğu Devrimleri’nden aldığı ilhamla arka arkaya sokağa inen yüzbinler, Geleceksiz Gençlik ve Gerçek Demokrasi Şimdi! platformlarının çoğunlukla sosyal medya üzerinden yaptığı çağrı ile 15 Mayıs’ta kent meydanlarına indi. İspanya’nın devlet radyo ve televizyon şirketi RTVE’nin verdiği rakamlara göre o gün 50’den fazla şehirde 8 milyon kişi meydanları işgal etmişti45. Hareket kitlelerin sisteme karşı olan öfkelerini dile getirmeleri nedeniyle Öfkeliler adını aldı. Eylemcilerin çadır kurmaya çalışmasına polisin şiddetle karşılık vermesi sonucu birkaç gün içinde onbinler meydanları işgal ederek kamp kurdular. Yerel seçimlere bir hafta kala gerçekleşen meydan işgallerinin ana sloganı “bizi temsil etmiyorlar” oldu. Bankalara ve politikacılara büyük tepki duyan kitleler demokrasinin altının şirketler ve politikacılar tarafından oyulduğuna vurgu yapıyordu. Madrid’in Puerta del Sol Meydanı’nda Mısır bayrakları dalgalanırken Barcelona’da meydan İzlanda, Filistin ve Tahrir isimleri ile üç gruba/mahalleye bölünüyordu46. Hareketin çağrıcıları arasında 2008 krizinden beri ülkenin en büyük kampanyalarını organize eden platformlar da vardı. Mortgage mağdurları platformu47, Geleceksiz Gençlik ve OyVerme (NolesVotes) platformları bunların başında geliyordu. Del Sol meydanında toplanan kitleler taleplerini tartışıp liste halinde bir manifesto ilan ettiler. Bunlar arasında seçim kanununun değiştirilmesi, konut hakkı, ücretsiz eğitim hakkı, nükleer santrallerin kapatılması, askeri harcamaların azaltılması, kilisenin etkisinin azaltılması, iş kanununda reform, zenginlerin vergilendirilmesi gibi talepler yer alıyordu48. Bir süredir 45 RTVE, “Más de seis millones de españoles han participado en el Movimiento 15M”, 5 Ağustos 2011, http://www.rtve.es/noticias/20110806/mas-seis-millones-espanoles-han-participado-movimiento-15m/452598.shtml 46 Andy Durgan ve Joel Sans, ““No one represents us”: the 15 May movement in the Spanish state”, International Socialism, Sayı: 132, 2011. 47 İspanyol modeli neoliberal konut edindirme sistemi 2008 krizinden birkaç yıl önce çökmüştü. Hemen her gün 160 kadar insan zorla evlerinden tahliye ediliyordu. İki yıl içerisinde yüz binlerce genç, kadın ve göçmen evsiz kalmıştı. 2006 yılında bu konut krizi mağdurları Barselona’da V de Vivienda’yı (Diktatörlük altında isyanı anlatan V for Vandetta filmine atfen hareket ‘Konut için V’ adını aldı) kurdu. 2009 yılında ise yine Barselona’da Hipotekten Etkilenenler Platformu (Plataforma de Afectados por la HipotecaPAH) kuruldu. Bu hareketin ülke çapında kurduğu mücadele ağlarının 15M çağrısında çok önemli bir rolü oldu. PAH’ın sözcüsü Ada Colau, Barselona’daki Katalan Meydanı’nı boşaltmak için gerçekleştirilen polis baskınında sürüklenerek gözaltına alınmıştı. Colau 2015 yılında Barselona Belediyesi Başkanı olarak seçildi. Daha fazla bilgi için bkz http://www.x-pressed.org/?xpd_article=pah-platform-for-the-mortgage-affected-si-se-puede 48 Magid Shihade, Cristina Flesher Fominaya ve Laurence Cox, “The season of revolution: the Arab Spring and European mobilizations”, Interface Journal, Volume 4 (1), 2012, s. 1-16.
kullanılmayan Madrid Otel’i işgal edilerek yüzlerce odası evsizlerin kullanımına açıldı. 15M hareketi çeşitli konularda mücadele etmek isteyen grupların mücadelelerini ortaklaştırmak amacıyla mareas ağlarını kurdu. Yeşil Marea, başını öğretmenlerin çektiği kamusal eğitim konusuna odaklanıyordu. Kırmızı Marea işsizlik, İkili Marea bilişim işçileri, Mavi Marea su sorunu ile ilgileniyordu. Bu şekilde 10 marea kuruldu ve bu ağlar kendi konularında birçok yerelde grev, işgal ve gösteriler düzenlediler. Öfkeliler Hareketi İspanya’da Haziran ayından itibaren meydan işgallerine son verse de mahallelere yayılan park forumlarında binlerce insan bir araya gelmeyi sürdürdü49. Hareket zaman zaman kitle gösterileri örgütlemeyi de başardı. 15 Ekim’de “Küresel değişim için birleşelim” sloganıyla küresel eylem günü ilan etti. 82 ülkeden 951 şehirde irili ufaklı gösteriler yapıldı. Madrid’te 500 bin, Barselona’da 250 bin kişi kemer sıkma politikalarına karşı sokağa indi50. 2012 yılında Meclisi Kuşat (Surround Congress) çağrısı ile hükümetin izinsiz gösterileri yasaklamaya çalışan kanun tasarısına karşı sokaklara indi. İki gün süren ve çatışmaların yaşandığı eylemlerin, Öfkeliler ruhunu yeniden canlandırdığı ve bir rejim krizinin yaşandığı söyleniyordu51. Özerk Katalonya bölgesinin başkenti Barselona’da ise sınıfsal içeriği daha net olan bir mücadele yaşanıyordu. Madrid meydanından farklı olarak Barselona meydanı ilan ettiği taleplerde bankaların sosyal kontrol altında kamulaştırılması, göçmen yasasının kaldırılması, yurttaşlar tarafından oylanan katılımcı bütçe gibi çok daha radikal talepler ilan edildi. Barselona’daki hareket, mortgage krizi nedeniyle evleri elinden alınanları korumak için de harekete geçti. Evi boşaltmak için gelen görevlilerin karşısına her mahallede yüzlerce aktivist dikilerek haciz ve evden çıkarmayı engelliyordu. Barselona’daki işçi mahalleleri de kentsel dönüşümün en büyük mağduruydu, hareket işçi mahallerinde forumlar ve eylem düzenlemeye başladı. Hastane çalışanları, itfaiyeciler ve öğretmenler ise kemer sıkma politikalarına karşı yürüyüşlerini meydandaki kalabalığa yürüyerek bitiriyordu. Kesintilere karşı beş ayrı hastane önünde 24 saatlik kamplar kuruldu. Hareketin gücü, 15 Temmuz’da Katalan Parlamentosu’nda kamu harcamalarında %16 kesinti yapılmasına dair önerinin görüşüldüğü gün, meclisi kuşatarak vekillerin içeri girmesini engellemeye kadar varabilmişti. Bu olaydan sadece dört gün sonra Barselona’da 1 milyon kişilik dev bir gösteri yapıldı52. 49 Meydan işgalleri sırasında forumlar ve meclisler kuruldu. Madrid’teki Del Sol meydanında 20’den fazla meclis vardı. Bu meclislerin komisyonları meydanın karar verici oluşumu olan Genel Meclis’e rapor veriyorlardı. 50 Puneet Dhaliwal, 2012, a.g.e., s. 251-273. 51 Joel Sans Molas, “Regime crisis in Spain”, Socialist Review, 2012. 52 Andy Durgan ve Joel Sans, 2011, a.g.e.
105
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
İspanya’daki Öfkeliler Hareketi öğrencilerin ve işsiz gençlerin yaygın katılımı ile gerçekleşse de hareket hızla işçi mahallerine ve işyerlerine doğru evrildi. Bunun sonucu olarak işçi sınıfının ezici çoğunluğunu oluşturduğu kitle gösterileri düzenlendi. Çok sayıda grev, iş yeri kampı ve işçi eylemi düzenlenmeye başlandı. Temmuz ayı sonunda öğretmenler de işgallerde kurulan meclislerden ilham alarak bir öğretmenler meclisi topladı ve bin eğitimci Madrid’te bir araya gelerek işyeri sorunlarını ve neoliberal eğitim sistemini tartıştı. Bu girişimin etkisi ile yeni dönemde akademisyenler kesintilere karşı grev örgütleyerek eğitime başladılar. 2011 ve sonrasında dört genel grev yaşandı. 2012 yazında Asturya maden işçileri iki büyük grev düzenledi ve 15M ile kurulan sosyal ağlar grevlere büyük destek verdi. Mart ve Kasım 2012’de iki genel grev yaşandı. Kasım’daki genel greve sendikalar 8 milyon işçinin katıldığını duyurdu53. Hareketin tüm partilere mesafeli olmasının sonucu olarak 15M düzenli bir örgütlenmeye varamamıştı, ama hem işgallerin başlamasında hem de kurulan meclis ve forumlarda daha önceki dönemlerin mücadeleleri içerisinde kurulmuş platformlarda yer alan aktivist ağları merkezi bir rol oynuyordu. Ancak hareketin seçimleri boykot etmesi, 2011’de sağın iktidar olmasına ve kemer sıkma politikalarının sürmesine neden oldu. 20 Kasım 2011’de yapılan seçimleri iktidarda olan merkez sol PSOE kaybetti ve merkez sağ Halk Partisi kazandı. Ancak seçimlere katılım tarihi düşüş gösterdi. Seçimlere katılım %69’da kaldı54. Bu durum hareketin bazı bileşenlerini, bir program etrafında yeni bir siyasi parti kurmak gerektiği fikrine ikna etti. 2014’teki AB seçimlerinden sadece birkaç ay önce Podemos (Yapabiliriz) isimli bir radikal sol parti kuruldu. Partinin 36 sayfalık programı oldukça radikaldi; kilit sektörlerin kamulaştırılması, borçların ödenmemesi, yeni anayasa, vatandaşlık geliri uygulamasına geçilmesi ve benzeri işçi sınıfı taleplerini yansıtıyordu. İlk denemeyi ise 22-25 Mayıs tarihlerinde yapılan Avrupa Birliği Parlamentosu seçimlerinde yaptılar. Hiçbir bütçesi olmadan hiçbir ana akım medyada yer almadan, tamamen forumların kendi sosyal iletişim ağlarına dayanarak, tarihte eşine az rastlanır bir başarı elde etti Podemos. 1.2 milyon oy yani %8 almayı ve parlamentoya 5 milletvekili göndermeyi başardı. 2014’te Podemos’un kurulmasının ardından 2015 genel seçimlerinde Franco’dan sonra her dönem oyların %80’ini alan Halk Partisi ve PSOE’nin oyları %50’nin altına düştü. Radikal sol Podemos bir anda en büyük üçüncü parti oldu. Barselona’da ise başka bir radikal sol deneyimi yaşandı. Yerel seçimler öncesi Öfkeliler Hareketi’ne çağrı 53 Joseph Choonara, “The class struggles in Europe”, International Socialism, Sayı: 138, 2013. 54 Bkz. http://www.electionguide.org/countries/id/200/
106
yapan, mahalle forumlarını oluşturan, işyeri eylemlerini organize eden kitleler Müşterek Barselona isimli bir yurttaşlar hareketi kurdular. Meydan işgali öncesi mortgage krizi mağdurları platformunun sözcülüğünü yapan ve meydandan polis tarafından sürüklenerek götürülen kadın aktivist Ada Colau hareket tarafından belediye başkan adayı gösterildi. Şehrin hemen her mahallesinde meclisler kuruldu. Neredeyse bütün toplumsal hareketler, sendikalar ve sol partilerin destek verdiği kampanya ile Colau Barselona Belediye Başkanı seçildi. İspanya’da kriz başladığında sendikalılık oranı %17 gibi düşük bir düzeydeydi ve sendika bürokrasilerinin merkez sol PSOE ve Komünist Parti ile o gün olduğu gibi bugün de çok yakın bağları var. Krizin ardından 2009 yılı 1.001 gibi rekor düzeyde grevle işçi militanlığa tanık olurken iktidarda PSOE olması dolayısıyla sendika bürokrasisi genel grev ilan etmiyordu ve işçi grevlerini durdurmaya çalışıyordu. 2009-2011 arası grevlerde düşüş yaşanmasının nedenleri artan işsizlik ve sendika bürokrasisiydi. Bu dönemde PSOE kemer sıkma politikalarını uygularken, 2010 Eylül’ündeki genel grev, işçi sınıfının mücadele azmini gösterdi. Sonrasında yaşanan 15M eylemleri hem bu genel grevden güç aldı hem de sendikaların ulaşamadığı genç işçilere ve öğrencilere de ulaşarak onları kent meydanlarına döktü. Hareketin sendikalara ve partilere karşı olmasının nedeni, sol bir iktidarın kemer sıkma politikalarını uygularken sendikal bürokrasinin siyasi partilerle ilişkileri dolayısıyla işçi sınıfına köstek olmasıydı. Bu nedenle “Bizi temsil etmiyorlar” sloganı öne çıkmıştı. Örgütsüz işçilerin doldurduğu kent meydanları işyeri eylemlerine de güç verdi. 2011 ortasından itibaren sendikanın olmadığı işyerlerinde bile grevler ve işgaller artışa geçti. Hareketin sendikalara olan tepkisine rağmen meydanlardan genel grev çağrısı yapılıyordu, ancak buna “sendikasız” sloganları da eşlik ediyordu. 15M sonrası küçük, bağımsız ve radikal sendikalar hızla üye kazanmaya başladı55. 15M hareketinde reformizm, antikapitalizm ve otonomizm birlikte bulunuyordu. Başlangıçtan itibaren hareketi inşa edenlerin kendilerine Gerçek Demokrasi ve Geleceksiz Gençlik gibi isimler takması ve hareketin dile getirdiği taleplerin içeriği bariz bir şekilde işçi sınıfı karakterini ortaya koyuyordu. Ancak işçilerin, özellikle de genç işçi, işsiz ve öğrenci (çoğu işçi ordusuna katılacak potansiyel işçilerin) örgütsüzlüğü ve örgütlenme fikrine uzaklığı orta sınıf veya İspanya özelinde daha çok prekarya tezlerinin hâkim olmasına neden oldu. Forumları kendinde bir amaç olarak gören otonomistler hareketin kitleselliğini sürdürdüğü dönem boyunca hegemonik olmayı başardılar. Mahalle meclisleri üretim araçlarına el koymadan yeni bir yaşamı kurmaya çalışıyordu. Siyasi partilere mesafeli olunduğu gibi 55 Joseph Choonara, 2013, a.g.e.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
ortak bir program etrafında yeni siyasi bir örgütlenme fikrine de uzun süre sıcak bakılmadı. Bu durum hareketin sönümlenmesinde önemli bir rol oynadı. Gerçek Demokrasi Şimdi gibi platformlar ise daha reformist kanadı oluşturuyordu. İki partili sistemi korumaya yönelik seçim sisteminin değiştirilmesini, sosyal devletin yeniden güçlendirilmesini, kemer sıkma politikalarına son verilmesini talep ediyorlardı. Antikapitalist kanat ise bu iki akıma göre oldukça küçük bir grup olarak hareketin içerisinde yer alıyordu. Hareket çekildikten üç yıl sonra Podemos ve Müşterek Barselona gibi sol örgütler, son iki grubun yan yana gelmesiyle kuruldu.
gerçekleşti. Ana sloganlardan biri “bütün politikacılar gitmeli”ydi. Meydan’da atılan sloganlar arasında öne çıkanlardan bir diğeri ise “Ekmek, eğitim, özgürlükdiktatörlük 73’te yıkılmadı!” sloganıydı. Eylemciler cuntanın devrildiği Politeknik ayaklanmasına gönderme yapıyorlardı ve bu yıldan sonra ülkede gerçek bir demokrasinin kurulmadığına vurgu yapıyorlardı. Meydanda kurulan halk meclisi İspanya’daki “Gerçek Demokrasi Şimdi” sloganını yeterince net bulmadığından olsa gerek, temsili demokrasiye karşı “Doğrudan Demokrasi Şimdi” sloganını öne çıkardı. Meydanda kurulan meclis, hareketin hedeflerini şöyle belirtiyordu:
İspanya’da sınıf hareketi inişli çıkışlı bir şekilde mücadeleye devam ediyor. En son 8 Mart 2018’de tarihin en büyük kadın grevine şahit oldu ülke. Hareketin hala ülke çapında yaygın ağları var. İspanya ekonomisi işçi sınıfının taleplerini karşılayabilmekten uzak. Genç işçiler politik bilinç açısından birkaç yıl içerisinde çağlar atladı. Geleceksizlik kaygısından milyonluk bir hareket kurdular, mahalle mahalle meclislerde politika konuştular, talepler etrafında eylemler düzenlediler, sendika bürokrasisini ezip genel grevler ve bağımsız sendikalar örgütlediler, yaptıkları uluslararası eylem çağrısıyla dünya çapında yüzlerce şehirde milyonlarca insanı sokağa çıkardılar, radikal partiler kurdular, çok sayıda başarı ve hüsran yaşadılar. En son 8 Mart grevi bir kez daha gösterdi ki önümüzdeki dönemde küresel gelişmeleri etkileyecek yeni bir kalkışma potansiyeline sahipler.
“Uzun bir süredir, kararlar biz olmadan bizim için alınıyordu... Buradayız, çünkü sorunlarımıza yönelik çözümlerin yalnızca bizden gelebileceğini biliyoruz.
Yunanistan’ın öfkelileri Yunanistan ekonomik krizin ardından ekonomisi çöken ülkelerden biriydi ancak işçi sınıfının da Avrupa’nın geri kalanına göre daha örgütlü ve militan olduğu bir durumda bulunuyordu. Kriz başladığından beri ülkede çok sayıda kitle gösterisi, isyan ve grev yaşanıyordu. 2011 verilerine göre ülkede işsizlik %16,2, 25-34 yaş arası genç işsizlik ise %22,6’ydı. 23 Mayıs 2011’de mecliste görüşülecek yeni kemer sıkma politikalarına göre, kamu çalışanlarının maaşlarında %30’a varan düşüş gerçekleşecek ve çeşitli hak gaspları ile beraber memur maaşları %40 kadar azalacaktı56. Bu programın görüşmelerinin başlayacağının açıklanması üzerine, 25 Mayıs için sosyal medyada İspanya’dan ilham alınarak tüm öfkeliler Atina’daki Syntagma Meydanı’na çağrıldı57. 25 Mayıs’ta Yunanistan Parlamentosu’nun önünde gösteriler başladı, 28 Mayıs’ta Syntagma Meydanı işgali 56 Rocamadur, “The ‘Indignados’ Movement in Greece”, 2011, http:// sicjournal.org/the-indignados-movement-in-greece/ 57 Meydana çağrı yapıldığı sırada sosyal medyada ironik bir paylaşım dolaşıma girdi. Madrid’te onbinlerin işgali altında olan Del Sol Meydanı’nda bir pankart açılmıştı: “şşşşt sessiz olun, Yunanlıları uyandırmayalım”. Bu pankart gerçek olmamakla birlikte Yunanistan’da harekete geçmek gerektiğine yönelik bir çağrı olarak algılandı. Bkz Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, “Direct democracy now!: The Greek indignados and the present cycle of struggles”, Current Sociology, 61: 443, 2013.
Bizi buraya gelmeye zorlayanlar gidene kadar meydanlardan ayrılmayacağız: … Hükümetler, Troyka [AB, Avrupa Merkez Bankası ve IMF], bankalar, IMF memorandumu ve bizi sömüren herkes. Onlara, borcun bize ait olmadığı mesajını gönderiyoruz. DOĞRUDAN DEMOKRASİ ŞİMDİ! EŞİTLİK - ADALET - HAYSİYET!”58
Syntagma’daki meclis/forum toplantıları her gün akşam saatlerinde, meydanların en kalabalık olduğu mesai sonrası saatlerde yapılıyordu. Haftasonları meydanlar yüzbinleri buluşturuyordu. Syntagma üzerine yazan hemen her gözlemci, meydanın yukarı ve aşağı bölümündeki politik farklılıktan söz eder. Yukarı kısımda, küçük burjuvazinin daha yoğun olduğu bölümde çok sayıda Yunan bayrağı ve milliyetçi grupların ağırlığı görülürken, aşağı kısımda daha çok öğrenciler, işsizler ve işçilerden oluşan bir kalabalık vardı. Meclis toplantılarına şahitlik eden bir gözlemci üst kesimdekilerin meclislere fazla itibar etmediğini ve üst kesimin meclisin toplanma saati olan 21.00’da boşalmaya başladığını yazıyordu59. Meydan işgallerine ülke genelinde 2 milyon kişinin yani nüfusun %20’sinin katıldığı söyleniyor. Hardt ve Negri’nin çokluk kavramının Syntagma meydanını dolduran kitleleri en iyi tanımlayan kavram olduğunu söyleyen Sotirakopouloslar, meydanda geleneksel işçi sınıfının (inşaat, fabrika, liman işçileri vb.) değil daha çok güvencesiz koşullarda çalışan, genç prekaryanın ve işsizlerin olduğunu söylediler. Bunların önemli bir kısmının da diplomalı prekarya ve işsizler oluşturuyordu. İşgalin barışçıl döneminde küçük burjuvazi ve orta sınıflar çoğunluğu oluşturuyordu. Orta sınıf içerisine 58 Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, “Direct democracy now!: The Greek indignados and the present cycle of struggles”, Current Sociology, 61: 443, 2013. 59 Rocamadur, 2011, a.g.e.
107
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
ekonomik koşulları hızla kötüleşen kamu emekçilerini, küçük girişimcileri ve küçük işletme sahiplerini alarak bu analizi yapıyorlardı. Meydanın farklı sınıflardan oluşması nedeniyle de çokluk kavramını uygun gördüler. Sotirakopoulaslar’a göre bu sınıfların her birinin ayrı çıkarları var ve onları ancak ortak bir karşıtlık, kemer sıkma programı karşıtlığı birleştiriyordu. Güçlü sendikalar tarafından temsil edilmeye alışık olan kamu çalışanları ve kolektif eylem deneyiminden yoksun küçük burjuvazinin konumlarını kaybetmemek kaynaklı “muhafazakâr” çıkarları varken, işsizlerin, işçilerin ve prekaryanın daha radikal çıkarlar etrafında alternatif politika biçimlerine açık olduğunu söylüyorlardı. İlk grup ücretlerini, işlerini ve haklarını korumaya çalışırken diğer grup iş ve hükümetin gerçekleştiremeyeceği sosyal haklar talep ediyordu60. Oysa küçük burjuvaziyi bir kenara koyacak olursak kamu çalışanları, prekarya (güvencesiz çalışanlar, göçmenler vb.), işsizler ve işçiler tek bir işçi sınıfının parçası.
sokaklara inmesine ve grev örgütlemelerine neden oldu. Yunanistan’da radikal solun hızla yükselip hızla sağa savrulması, işçi sınıfında bir moral bozukluğuna neden olmakla birlikte, ülkede Syriza’dan daha solda olan siyasi partiler ve militan sendikalar, burjuvazinin arzu ettiği “istikrarı” kurmasına engel olmaya devam ediyor.
Yunanistan’da ekonomik krizin ağırlığı ile işçi sınıfı militanlığının yüksekliği bir araya gelince, en radikal gelişmeler burada yaşandı. Zaten Yunanistan’daki hareketi diğer meydan işgallerinden ayıran en önemli özellik de çok net bir hedefin olmasıydı: Yeni kemer sıkma programını durdurmak.
Dünyanın en büyük kapitalist ekonomisi olan ABD neoliberal politikaların uygulanmaya başladığı 1980’den bugüne ekonomik eşitsizliklerin radikal biçimde arttığı bir ülke haline geldi. Avrupa ülkelerinde sosyal devlet uygulamaları tamamen ortadan kalkmazken ABD’de sağlıktan eğitime her şey hızla metalaştı. 1979 ile 2007 arasındaki 30 yıllık dönemde ülkenin en zengin %1’lik kesimi, ülke gelirinin beşte üçünü alıyordu64. Bu dönemde teknolojik gelişmeler sayesinde işçi verimliliği artmakla beraber ücretler neredeyse oynamıyordu. 2009 yılında gerçek ücretler 1979 yılının altındaydı65. Krizin başladığı 2008 yılından sonra da eşitsizlikler artmaya devam etti. Kriz nedeniyle milyonlarca kişi işsiz ve mortgage borçları nedeniyle evsiz kalırken, 2010 yılında New York Times’da yayınlanan bir rapor halkı öfkelendirmişti. Rapora göre şirket kârları yılın son çeyreğinde %29,2 gibi yüksek bir orana ulaşmıştı. Bu 1950’lerden sonraki en hızlı artıştı. Amerika’nın en büyük 200 şirketinin üst düzey yöneticilerinin (CEO’ların) maaşları ise 2009 yılına göre %12 artışla yılda 9,6 milyon dolara çıkmıştı. Bunlar arasında devletten aldığı milyarlarca dolarlık kurtarma paketleri ile batmaktan kurtulan Capital One ve Goldman Sachs gibi şirketlerin CEO’ları da bulunuyordu66. Krizin sorumlusu olan şirketler yine krizden fayda sağlayarak çıkmıştı, yüz milyarlarca dolarlık kurtarma bütçeleri ise işsiz ve evsiz
Hareket meydanı boşalttıktan kısa bir süre sonra, 15 Haziran’da ülkede genel grev yaşandı. Kemer sıkma programının parlamentoda onaylanacağı gün ise 48 saatlik genel grev ilan edildi. Syntagma 28-29 Temmuz’da onbinler tarafından yeniden işgal edilmeye çalışıldı. Büyük çatışmalar yaşandı. Ancak programın onaylanması engellenemedi. Sadece 2011 yılında 6 defa genel grev örgütlendi61. Ülkede krizin başladığı 2008 yılından 2013 yılına kadar 29 genel grev düzenlendi. Sadece 2010 yılında sekiz genel grev yaşanmıştı62. Bu grev ve kitle gösterileri örgütsüz genç işçileri politize ederek meydan işgalleriyle sonuçlanacak kitle eylemlerine hazırlıyordu. Meydan işgalleri ise işçi sınıfının radikalleşmesini sağlıyordu. Hareketin direnişi ve genel grev dalgası İspanya’da olduğu gibi hükümeti devirdi. Ancak İspanya’nın aksine seçimleri radikal sol bir programa sahip olan Syriza 2015’te yapılan seçimleri kazandı. Bu zafer tüm dünyada radikal solun moral bulmasını sağlamıştı, ancak Syriza’nın reformist önderliği kendisini iktidar yapan işçi hareketine kısa sürede sırtını döndü. Yunanistan işçi sınıfı bir süre yeni iktidarın ne yapacağını beklese de, Syriza liderliğinin kemer sıkma politikalarını uygulamaya devam etmesi son iki yıldır yeniden işçilerin 60 Nikos Sotirakopoulos ve George Sotiropoulos, 2013, a.g.e. 61 Magid Shihade, Cristina Flesher Fominaya ve Laurence Cox, “The season of revolution: the Arab Spring and European mobilizations”, Interface Journal, Sayı: 4 (1), 2012, s. 1-16. 62 Joseph Choonara, 2013, a.g.e.
108
Occupy hareketi 2011 yılında Tunus ve Mısır’la başlayan devrimci dalga, Mayıs ayında Güney Avrupa’da antikapitalist kitle gösterileri ile ikinci bir dalgaya neden olmuştu. Eylül ayında ise üçüncü dalga eylemler dünyanın finans merkezi olan Wall Street’teki Zuccotti Park’ın işgali ile başladı. 17 Eylül’de başlayan hareket occupy (işgal et) hareketi olarak adlandırıldı ve hızla dünyaya yayıldı. İlk günlerde sadece birkaç yüz kişi olan işgalciler önce binleri buldu daha sonra hareket ABD’de 500 şehre yayıldı63. Occupy’ın iki ana sloganı vardı; “Biz %99’uz” ve “Demokrasi Şimdi”.
63 Jen Roesch, “The life and times of Occupy Wall Street”, International Socialism, Sayı: 135, 2012. 64 Mark Weisbrot, “The Occupy Wall Street Movement: The Real Moral Majority”, CEPR, 2011, www.cepr.net/index.php/op-eds-&-columns/op-eds-&-columns/protesters-reflect-vast-majority-on-99-percent-of-most-major-issues 65 Megan Trudell, “The Occupy movement and class politics in the US”, International Socialism, Sayı: 133, 2012. 66 Daniel Costello, “The Drought Is Over (at Least for CEOs)”, New York Times, 9 Nisan 2011, www.nytimes.com/2011/04/10/ business/10comp.html
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
kalanlara değil yine bu şirketlere harcanmıştı. İşsizlik, ABD ekonomisi açısından oldukça yüksek bir oran olan %9’a yükselmişti. 2011’de işsizlikten dolayı part-time işlere girenlere, umutsuzluktan iş aramayı bırakanlar da katıldığında bu oran %16,5’e çıkıyordu67. Tüm bu gelişmelerin merkezinde ABD’nin finans devleri yani Wall Street bulunuyordu. David Harvey’nin deyimiyle bu Wall Street Partisi küresel düzeyde ekonomi politikalarının sorumlusuydu. Dünyanın en büyük ikinci holdingi olan Berkshire Hathaway şirketinin kurucusu Warren Buffet, 2006 yılında verdiği röportajda vergi adaletsizliği konusu gündeme geldiğinde şu sözleri sarf etmişti: “Bu tabii ki bir sınıf savaşı, fakat benim sınıfımın, zenginlerin sınıfının savaşı ve biz kazanıyoruz.68” Occupy Wall Street çağrısı ile başlayan hareket işte bu %1’in sınıf savaşına karşı bir sınıf savaşıydı. İşgalin hemen ekonomik kriz anında değil de 2011’de olmasının en önemli nedeni 2008’de henüz Başkanlık koltuğuna oturan Obama’nın krize nasıl yanıt vereceğinin beklenmesiydi. Bush yönetiminin savaş ve ekonomi politikalarına karşı daha barışçıl ve sosyal politikalar öneren Obama’nın, krizin faturasını işçilere değil şirketlere ödetebileceği beklentisi vardı. Ancak bu beklenti kısa sürede dağıldı. Tüm dünyada Ortadoğu Devrimleri ve Öfkeliler Hareketi ile başlayan meydan işgalleri, Amerika’da da occupy hareketini tetikledi. Occupy’dan hemen birkaç hafta önce Wiskonsin kamu emekçilerinin ve Verizon telekomünikasyon işçilerinin grevleri işçi direnişlerini başlatmış oldu. Wiskonsin Valisi radikal sağ Tea Party üyesiydi. Vali’nin kamu çalışanları sendikalarına yönelik saldırısı işçileri meydanlara döktü. Toplu görüşme hakkına yönelik saldırıya karşı 100 bin kişi sokağa indi. Valilik binasını iki hafta boyunca işgal eden işçiler eylemlerinde Tahrir’e selam gönderiyorlardı. Cumhuriyetçi Parti’nin sözcüleri kalabalığı Öfkeliler kalabalığına benzeterek buna izin veren Obama yönetimini suçlarken, Demokratlar ise eylemleri Tahrir’e benzeterek Vali’nin uygulamalarına karşı çıkıyordu. Dev bir telekomünikasyon şirketi olan Verizon’da ise sendika üyesi 45 bin işçi Ağustos ayında, ülke çapında greve gitti. ABD’nin en büyük telekomünikasyon şirketlerinden biri olan Verizon, ekonomik krizi bahane ederek işçilerin emeklilik ve sağlık sigortası haklarında değişiklik talep ediyordu. İşçiler ise iki hafta boyunca greve giderek şirkete meydan okumuşlardı69. 67 Megan Trudell, 2012, a.g.e. 68 Ben Stein, “In Class Warfare, Guess Which Class Is Winning”, New York Times, 26 Kasım 2006, http://www.nytimes. com/2006/11/26/business/yourmoney/26every.html 69 Ned Potter, “Verizon Strike 2011: A Sign of the Times as Americans Go Wireless”, ABC News, 9 Ağustos 2011, https://abcnews. go.com/Technology/verizon-strike-2011-landline-workers-asked-concessions-wireless/story?id=14257451
Bu öncü mücadeleler işgal hareketini tetiklemekle birlikte, Occupy Hareketi’nin ortaya çıkışında, önceki meydan işgalleri dalgalarından farklı olan birtakım gelişmelere de yol açtı. Ortadoğu Devrimleri gerçekten kendiliğinden patlamışken, Öfkeliler Hareketi sosyal medya ağlarının çağrıları ile başlamıştı. Occupy ise daha organize bir şekilde gelişti. Aslında ilk işgal Haziran’da yani 15M ile Öfkeliler Hareketi’nin başlamasından hemen birkaç hafta sonra Bütçe Kesintisine Karşı New Yorklular hareketi tarafından başlatıldı. 100 kişi kadar olabilen bu grup genişleyemese de, belediye önündeki kamp alanında bir meclis kurmuştu. Adbusters isimli bir dergide esas Wall Street’in işgal edilmesi gerektiğine yönelik yayınlanan yazı aktivistleri hareketlendirdi. Bu küçük grup yaz boyunca işgal hazırlıkları yaptı. Adbusters aslında Kanadalı online bir yayın olmakla birlikte editör Kalle Lasn’ın belirttiğine göre Tahrir’den çok etkilenen bir gruptu. Şirketlerin demokrasiyi ele geçirmelerine karşı, dünyanın finans merkezi Wall Street’in işgal edilmesi gerektiğini söylüyordu. 17 Eylül için ilan ettikleri işgali internetten yaygın şekilde duyurmaya başladılar. Hazırladıkları afişlerden biri olan, Wall Street’in sembol boğasının üzerinde dans eden balerin posteri, sembol haline geldi. Belediye önünde toplanan aktivistler bu çağrıyı sahiplenerek eyleme hazırlık yaptılar. 17 Eylül günü için yaptığı çağrılarda Adbusters 20 bin kişi bekliyordu, ancak o gün sadece bin kişi işgale katıldı. Hareketin yayılması zaman aldı. 22 Eylül’de Georgia eyaletinde idam edilen Troy Davis isimli siyah Amerikalı için ertesi gün New York’da bir araya gelen ırkçılık karşıtı 1000 kadar kişi yürüyüşlerini kamp alanında sonlandırdı. Bu grubun içerisinde çok sayıda yoksul siyah ve işçi bulunuyordu. İşgalciler bu gibi hareketlerle ilişkilenebilmek için İşçi Destek Komitesi kurdu ve New York’taki sendikalara çağrı yapmaya başladı. Ancak hareketi tetikleyen esas olay 24 Eylül’de yaşandı. Aktivistlerin yapmak istediği yürüyüşe polisin şiddetle saldırması, özellikle de hiçbir şey yapmayan kadın aktivistlerin suratlarına sıkılan biber gazı, öfkeli gençleri işgal alanına yönlendirdi. İşgal alanındaki Genel Meclis’te yapılan konuşmalarda işgale neden katıldıklarını anlatan yeni aktivistler şu nedenleri sıralıyorlardı: Evlerinin ipotek edilmesi, aşırı yükselen öğrenci kredileri, ilaç pahalılığı, işten çıkarmalar. Bu tarihten itibaren öğrenci ve işsizler kampta geceleri de kalırken, işçiler işe gitmeden önce veya işten sonra kampa uğramaya başladılar. İşgaller hızla ülke geneline yayıldı. Aktivistler işyerleri önünde eylemler yapmaya başladı. Önce Liman İşçileri Sendikası ardından diğer sendikalar işgale destek vermeye başladılar. İşgale destek veren 700 kadar kişinin Brooklyn Köprüsü’ndeki eyleminde gerçekleşen polis saldırısı, sendikaların da arasında olduğu 20 bin kişi tarafından protesto edildi. 15 Ekim’de Öfkeliler Hareketi tarafından ilan edilen
109
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
küresel eylem gününde sadece Times Meydanı’nda 100 bin kişi biraraya geldi. Hareketin tepe noktasında, Zucotti Park onbinlerce insanı ağırlıyor, 100’den fazla çalışma grubunun toplantılarına her hafta 5000 kişi aktif olarak katılıyordu. Hareketin önemli dönemeçlerinden biri Ekim sonunda Occupy Oakland’da yaşananlardı. Occupy Wall Street ülkenin en beyaz ve temiz yerinde sürerken, Oakland işgali siyahların ve Latinlerin çoğunlukta olduğu, ücret kesintilerinin yaşandığı, işsizliğin yüksek olduğu ve devlet baskısının yüksek olduğu bir bölgedeydi. İşgalciler kamp alanına 2009 yılında polis tarafından öldürülen siyah Amerikalı Oscar Grant’ın adını vermişti. Eyalet kolluk güçleri 25 Ekim’de çok ağır bir şiddet dalgasıyla işgalcilere saldırdı. Ertesi gün meydanı tekrar alan aktivistler, genel mecliste genel grev kararı aldılar. Grevi örgütleyebilmek için sendikalarla ilişkiye geçtiler. Grevi gerçekleştiremeseler de eylem gününde sendikalarında katılımıyla 20 bin kişi sokağa indi. 6 bin liman işçisi limanı kapattı. Bu Occupy Hareketi’nin örgütlü işçi sınıfı ile kurduğu en önemli bağ oldu. Irkçılık ve işçi sınıfının sorunları iç içe geçti70. Occupy Denver ise işçi düşmanı Walmart mağazalar zincirini işgal etme çağrısı yaptı. Bir bildiri yayınlayan hareket Walmart’ın sendika kırıcı uygulamalarını, işçileri köleleştirmesini ve tüm dünyayı %1’in çıkarına metalaştırmasına karşı işgal çağrısı yapıyordu71. Occupy Hareketi’nin şirketleri ve sistemi hedef alan sloganları ve militanlığı 1999 Seattle olaylarında olduğu gibi örgütlü işçi sınıfı üzerinde de olumlu bir etki yarattı. Örneğin hemen Kasım ayında Ohio eyaletinin Cumhuriyetçi Valisi’nin kamu çalışanlarının grev yapmasını yasaklayan ve toplu sözleşme haklarını kısıtlayan yasa tasarısına karşı occupy aktivistlerinin de içerisinde yer aldığı Biz Ohio’yuz koalisyonu, sendikalardan da destek alarak yasayı durdurmayı başardı. New York’ta 1 Aralık’ta New York İşçi Konseyi tarafından ekonomik gidişata karşı yapılan eyleme 20 bin kişi katıldı. Son on yılda sadece 17 grevin yaşandığı ülkede 2011 yılında yaşanan grev, gösteri, işgal ve işçi eylemleri genç bir işçi kuşağının mücadele isteğini göstermekle birlikte, bu istek sendikalaşmaya yansımadı72. Zucotti Park’ta süren birkaç aylık işgal ve parkta gerçekleşen meclis toplantılarının ardından park, polis saldırısı ile boşaltıldı. Hareketin etkin bir organizasyon oluşturamaması, direnişi ve sonrasında kitle protestolarını örgütlemeyi zorlaştırmıştı. Hareket toparlanabilmek için 1 Mayıs’ta genel grev çağrısı yapsa da başarılı olamadı. 70 Jen Roesch, “The life and times of Occupy Wall Street”, International Socialism, Sayı:135, 2012. 71 Megan Trudell, 2012, a.g.e. 72 Megan Trudell, 2012, a.g.e.
110
Occupy Hareketi’nin ABD’den İngiltere, Güney Kore, Fransa ve daha onlarca ülkeye yayılması küresel ölçekte bir hareketlilik yarattı. Henüz kitleselliğini korumakta olan İspanya’nın 15M hareketi bu gelişmelerden güç alarak meydan işgalinin beşinci ayı için (15 Ekim 2011) bir uluslararası eylem günü ilan etti. Küresel eyleme büyük katılım oldu. “#KüreselDeğişim için Birleşelim” sloganı ile yapılan çağrılarda küresel kapitalizme ve şirketlerin demokrasi üzerindeki tahakkümüne karşı birlikte eylem çağrısı yapıldı. 82 ülkeden 951 şehirde eylemler gerçekleştiği duyuruldu73. En kitlesel eylemler Madrid’te 500 bin, Roma’da 200 bin ve Valensiya’da 100 bin kişi ile gerçekleşti. Diğer şehirlerde binler hatta bazılarında birkaç on kişilik küçük eylemler oldu. İkinci küresel eylem günü ise Occupy Hareketi tarafından 12 Mayıs 2012’de ilan edildi. Şirketlerin açgözlülüğüne, yolsuzluğu, insan hakları ihlallerine ve polis şiddetine karşı yapıldı eylem çağrıları yapıldı. Bu küresel eylem çağrılarının sonucu olarak 14 Kasım 2012’de Avrupa Sendikalar Birliği Konfederasyonu, kemer sıkma politikalarına karşı Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü ilan ederek, çoğunlukla Güney Avrupa ülkelerinde işçilerin meydanlara inmesini sağladı. 14 Kasım’da İspanya ve Portekiz’de genel grev, Yunanistan’da ise 3 saatlik iş bırakma eylemi gerçekleşti. Onbinler kent meydanlarını doldurdu74. Occupy Hareketi’nin merkezinin ABD olması çok önemliydi. 2008 finans krizi ABD’den başlayarak dünyaya yayılmıştı ve Amerikan işçi sınıfının mücadele düzeyindeki düşüklük, tüm dünyada kemer sıkma politikalarına karşı mücadele edenleri zor durumda bırakıyordu, çünkü dünyanın en büyük kapitalist ve emperyalist gücü krize rağmen neoliberal politikalarda ısrar ediyor, tüm dünyaya kemer sıkma politikalarını dayatıyordu. Ancak bu sessizlik sistemin sorgulanmadığı anlamına gelmiyordu. Obama’nın ilk yılına denk gelen krizin ilk toplumsal sonucu Tea Party adıyla yeni radikal bir sağ partinin kurulması olmuştu. Occupy Hareketi öncesi ABD medyasının ana gündemi iki partili sisteme meydan okuyarak düzeni (establishment) sorgulayan ve sağ politikalarla çıkış öneren Tea Party iken, occupy ile ana gündem %99’un %1’e karşı mücadelesi oldu. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan, dünyanın en güçlü kapitalist ve emperyalist devleti olarak çıkmıştı. Tüm dünyada üretiminin tek başına %50’sini gerçekleştiriyordu. Takip eden 25 yıl boyunca ABD ekonomisi büyümeye devam etti. 1945’ten 1975’e gelindiğinde saatlik ücretler %250 artmıştı. 1960 yılında nüfusun 73 Maria, “La indignación sale a las calles de todo el mundo el 15 de octubre”, 15 Ekim 2011, https://madrid.tomalaplaza. net/2011/10/15/la-indignacion-sale-a-las-calles-de-todo-el-mundo-el-15-de-octubre/ 74 Benjamín Tejerina, Ignacia Perugorría, Tova Benski ve Lauren Langman, “From indignation to occupation: A new wave of global mobilization”, Current Sociology, 2013.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
%60’ı ev sahibiydi. Yaşam kalitesi artıyor, sosyal hizmetler genişliyordu75. Ancak neoliberal dönemde hem ABD ekonomisi eski gücünü kaybetti hem de işçilerin gerçek ücretleri ve yaşam standartları düştü. Occupy Hareketi böyle bir dönemde %1’e karşı sokağa indi. Demokrat Parti’nin Başkan adayları arasında hızla yükselen Bernie Sanders, occupy aktivistlerine ve onların ülke genelinde kurduğu ağlara dayanıyordu. Sanders, bu ağlar üzerinden Amerikan tarihinin en radikal sol kampanyalarından birini yapabildi. ABD’nin yapısal ekonomik krizinin çözülemiyor olmasının yanında, Trump yönetimi altında politik krizlerin de arka arkaya yaşanıyor olması, bize occupy ile mücadeleye giren genç öğrenci ve işçi kuşağının, potansiyel olarak yeni bir hareket başlatabileceğini gösteriyor.
ve bileşenlerinin tamamı antikapitalist değildi, ancak hareket kapitalizmin temel işleyişini hedefine aldığı için antikapitalist bir karaktere sahipti. O gün de hareketin en geniş kesimi devrimcilerden değil reformistlerden oluşuyordu. Ancak hareket neoliberal kapitalizmin hegemonyasını dağıtmıştı. Sonrasında Dünya Sosyal Forumları’nda sendikalar ve toplumsal hareketler, birlikte tartışan ve hareket eden platformlar oluşturabilmişti. Ancak o dönemde kapitalizm büyümeye devam ediyordu. 2008 krizinin ardından ise yeni bir antikapitalist hareketin yükseldiğine şahit olduk. Fakat bu kez kapitalizmin krizinden geçilmekte olduğu için hareketin hedefi sadece kapitalizm ve şirketler değil, şirketlerden yana tavır alan düzen partilerinin tamamı da hedef tahtasındaydı. Bu durum radikal solun ve sağın, merkez partilerinin yerini almasını ya da sarsmasını sağladı.
Kimdi meydanları işgal edenler? 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz ile krize neden olan şirketler, trilyonlarca dolarlık bütçelerle kurtarılıp, faturası işçilere kemer sıkma politikalarıyla dayatılmıştı. Bu politikalara karşı biriken toplumsal gerilim 2011’de patladı. Kent hareketlerinin kendilerini “öfkeliler”, “geleceksiz gençlik”, “biz %99’uz” şeklinde tanımlaması ve Ortadoğu Devrimleri’nde büyük isyan günlerine “onur günü”, “öfkelenme günü” isimlerinin verilmesi, devrimlerin “özgürlük” ve “haysiyet” devrimi olarak tanımlanması sisteme, adını koymak gerekirse kapitalizme karşı biriken öfkenin dışavurumuydu. Dünya çapında genç bir işçi kuşağının politik olarak radikalleştiğini, ancak bu radikalliğe uygun düşen bir örgütlenme pratiği ortaya koyamadıklarına şahit olduk.
Ortadoğu’da daha sonra kaybedilse de politik devrimler yaşanırken, Öfkeliler ve Occupy Hareketleri antikapitalist bir içeriğe sahip olan ama devrimci olmayan, radikal demokrasi yani radikal reformlar talep eden hareketler olarak ortaya çıktı. İspanya’da Podemos ve Yunanistan’da Syriza gibi radikal sol partilerin yükselişi, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi başkanlığına gelmesiyle yüzbinlerce genç occupy aktivistinin partiye dolması, ABD’de Demokrat Parti başkanlığına Amerikan siyasi tarihinin en solcu isimlerinden Bernie Sanders’ın aday olması ve occupy hareketinin bu kampanyanın başını çekmesi bu durumun sonucuydu. Sokak büyük yığınları radikal sol fikirlere kazanıyordu.
1848 devrimlerinde, 1917 Sovyet devriminde ve 1968 devrimlerinde olduğu gibi 2011’de de devrimler ve isyanlar hızla dünyaya yayıldı. Bütün bu devrim ve isyan dalgasının ortak yanı ekonomik ve politik krizlerin bir arada yaşandığı dönemlerde gerçekleşiyor olmasıydı. Bu hareketlerin her birinde hareketin ana karakteri sistem karşıtlığı ve ana bileşeni genç işçilerdi. Sovyetlerin kurulduğu ülkeler hariç, diğer bütün devrimlerde kitle gösterileri ve barikatlar, hareketlerin en yaygın kullanıldığı kolektif eylem repertuarıydı. Küçük burjuvazi ve öğrenciler bu hareketlerin hepsinin içerisinde yer alıyordu. 1848, 1917 ve 1968 ayaklanmalarının her biri aniden ve kendiliğinden patlak verirken hiç birinde net bir liderlik yoktu. Fakat her birinde örgütler vardı. 2011’de yükselen küresel antikapitalist hareket için de bunların hepsi geçerliydi. Sadece sol örgütlerin hareket içerisindeki varlığı, diğerlerine göre daha zayıftı, çünkü önceki dönemlerin aksine bu kez radikal sol tüm dünyada örgütsel olarak çok zayıfken bu harekete yakalanmıştı. 1999’da Seattle’da ortaya çıkan antikapitalist hareketin de 2011’de yaşananlar üzerinde büyük etkisi oldu. O dönemde de antikapitalist hareketin aktivistlerinin 75 Megan Trudell, 2012, a.g.e.
Üç dalga halinde gelişen hareketin enternasyonalist yönü de son derece önemliydi. İşgaller birbirinden ilham alarak ülkeden ülkeye yayılıyordu. Wall Street’te işgal edilen Zucotti Park’ın adı Özgürlük yani Tahrir Meydanı olarak değiştirildi, İsrail’deki aktivistlerin ellerinde “Tahrir Tel Aviv” dövizleri vardı76, Madrid’in Puerta del Sol Meydanı’nda Mısır bayrakları dalgalanırken, Barcelona’da meydan İzlanda, Filistin ve Tahrir isimleri ile üç gruba/mahalleye bölünüyordu77. Tüm meydan işgallerinde ulusal bayraklar yer aldı. Tüm meydanlarda hareket içerisinde en sağdan en sola politik gruplar yer aldı. Kitleler mücadeleye taşıdıkları fikirler, üyesi oldukları örgütler ve alıştıkları mücadele biçimleriyle girdiler, ancak mücadele sürecinde hemen her yerde radikal fikirler hızla yayıldı. Tüm meydan işgalleri ekonomik ve politik talepleri iç içe yaşıyordu. İş, ekmek ve zam taleplerine özgürlük, haysiyet, demokrasi talepleri ekleniyordu. 76 Benjamin Arditi, “Insurgencies don’t have a plan —they are the plan. The politics of vanishing mediators of the indignados in 2011”, JOMEC, Journal of Journalism, Media and Cultural Studies, 2012. 77 Andy Durgan ve Joel Sans, ““No one represents us”: the 15 May movement in the Spanish state”, International Socialism, Sayı:132, 2011.
111
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
Yukarıdaki tüm eylemlere bakıldığında ekonomik ve politik taleplerin iç içe geçtiğine ve genel bir sistem sorgulamasının var olduğuna şahit oluyoruz. Hemen her yerde ekmek ve iş taleplerinin varlığı hareketin sınıfsal içeriğini ortaya koyuyor. Her yerde grevlere neden olmayışı ise, sınıfın örgütlenme sorununa denk düşüyor. Meydanların prekarya ve orta sınıf karakterine vurgu yapanlar, genelde hareketlerin örgütsüzlüğüne ve programsızlığına olumlu bakıyorlar. Özellikle çokluk teorisi, herkesin biraradalığına ve meydanda yeni bir kimliğin oluşumuna odaklanıyor. Oysa meydan işgalleri sonrası yaşananlar (kemer sıkma politikalarına devam edilmesi ve sağın seçim zaferleri) meydan işgallerine katılanları dahi bu fikirden örgütlenme ihtiyacına evriltti. Podemos, Syriza, Sanders ve Corbyn örnekleri yüzbinlerce aktivistin örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Meydanlarda radikalleşenler, radikal sol ve radikal sağ partilerde kutuplaştı. Bu kaçınılmaz olandı. Hepimiz biraradayız anlayışı sonsuza dek süremezdi.
112
koyamadı ve hareketi meydanlardan işyerlerine çeviremedi. Olumlanarak anlatılan lidersizlik sadece bir örgütün liderlik etmediği anlamında kullanılmıyordu çünkü tarihte milyonların kendiliğinden ayaklanmaları zaten genelde bir örgütün liderliğinde gelişmez. Ancak burada bir tür sınıflar koalisyonu olduğuna vurgu yapılıyordu. Prekarya ve orta sınıf teorisyenleri bile hareketin diğer sınıflardan ve öğrencilerden oluştuğunu anlatıyordu. Bu gruplardan birinin liderliği alamaması sonucu, hareketler somut bir strateji belirleyemediler.
Her toplumsal hareket geride ilişkiler ağı bırakır. Bu ağlar, hareketler dağılsa bile deneyimleri ile yeni bir fırsatı bekler. ABD’de Bütçe Kesintilerine Karşı New Yorklular aktivistleri, Occupy Wall Street’in öncüleri oldular. Occupy aktivistleri ise 15 Ekim’deki küresel eylem gününün örgütçüleri ve sonrasında Sanders kampanyasının temeli oldular. İngiltere’de 2009 yılında çok sayıda şehirde kurulan İklim Kampları aktivistleri, Occupy Londra’nın da öncü aktivistleriydi. Bu hareket İşçi Partisi’nin başına Jeremy Corbyn’in geçmesini sağlayan kitle hareketinin de temeli oldu. Mısır devriminde hareketin defalarca dağıldığına ve tekrar meydanlara indiğine şahit olduk. Ordunun karşı devrimi ile bugün bir kez daha dağılmış gibi görünse de bir diktatörü, ardından yönetimi devralan cuntayı, ardından da ciddi bir oyla seçilen Müslüman Kardeşler hükümetini deviren, bunu yaparken çok sayıda grev, işgal ve gösteri düzenleyen milyonlarca işçi ve aktivist, o günleri unutmuş değiller. İspanya’da 15M hareketinin forumları sönümlendikten sonra da, aktivistlerin ağları ve çeşitli platformları var olmayı sürdürdü. Meydan işgalinden üç yıl sonra bu küçük ağlarda başlayan örgütlenme ve program tartışması, ülkenin iki partili sistemini dağıtan Podemos’un kurulmasına yol açtı.
Gençlerin özellikle de üniversite öğrencilerinin kitle hareketleri içerisindeki kalabalığı “orta sınıf ” tartışmalarının merkezinde yer aldı. Oysa neoliberalizmin son birkaç on yıldır vaat ettiği “diploma, iyi bir iş, iyi bir yaşam” kapitalizmin geldiği noktada gerçekleştirilemiyor. 1950’lerden sonra gerçekten genç işçi kuşakları ailelerinden daha iyi bir gelire ve yaşam standartlarına sahipken, artık dünya genelinde aksine bir eğilim var. İşçi hareketi tarihinde genç işçiler ve işsizler, her zaman en önde mücadeleye kitlesel olarak atılanlar olmuştur. Öğrenciler ise zorunlu eğitim sistemine geçildiğinden beri sistematik olarak işçi sınıfının yüksek eğitimli kesimini oluşturuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan üniversite eğitimi, artık bir ayrıcalık yaratmaktan öte öğrenci ve genç işçi-işsiz arasındaki sınırı inceltti. Kentlerde diplomalı genç işçiler, üniversite öğrencileri ve diplomalı işsizlerle aynı sosyal yaşamı paylaşıyor. Dolayısıyla öğrencilerle sınıf arasındaki ilişkiyi keskin bir şekilde ayırmak giderek güçleşiyor. Ancak bu elbette öğrencilerin aileleri dolayısıyla, farklı sınıflara mensup olan bir toplumsal kesim olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tabi, bunun yanında diploma sahibi olanların büyük çoğunluğu artık ücretli çalışan olarak iş hayatına katılıyor. Eskiden mühendis olmak özel bir vasıftı. Bir mühendis iş hayatına doğrudan yönetici konumda başlayabiliyor veya hızla kendi işini kurabiliyordu. Günümüzde genç mühendisler de diğer bölümlerden mezun olanlar gibi oldukça aşağıdan iş yaşamına giriyor. Bu diplomalı işçilerle diplomasız işçiler arasındaki çizgilerin zayıflamasına yol açıyor. Üstelik diplomasız genç işçi kuşakları da artık kentleşmenin getirdiği yaşam biçimine uygun olarak diplomalılara çok benzer bir sosyal yaşam içerisinde. Cafeler, gece hayatı, sosyal medya kullanımı, giyim tarzları ve ilgi alanları aradaki kültürel farkları azaltıyor.
Onlarca ülkede sokağa çıkan milyonlarca insanın, politik olarak en ileri kesimleri tarafından kurulan ve sürdürülmekte olan bu ilişkiler ağının lidersizliği çokça vurgulandı. Dünyanın birçok ülkesinde meydan işgalleri sürerken olumlanarak anlatılan lidersizlik durumu, aslında bir sınıfın hegemonyasının kurulamadığı, liderliği alamadığı, amorf durumu temsil ediyordu. Niceliksel kalabalığı oluşturan işçiler sayıca yine kalabalık olan öğrenci ve küçük burjuva kesim üzerinde hegemonya kuramadığında, hareketler net politik talepler ortaya
Bugün küresel düzeyde giderek bir birine daha fazla benzeyen bir işçi sınıfından bahsediyoruz. Artık diplomalı olmasa da yabancı dil bilmese de aktif olarak sosyal medyayı kullanan, dünyada yaşananlardan haberdar olabilen bir işçi sınıfı var. Beyaz yakalı çalışanların emek süreçlerinde maruz kaldığı vasıfsızlaşma ve güvencesizleşme onları mavi yakalı çalışanlarla benzer konuma sokuyor ve ortak talepleri dile getirmek beyaz yakalı çalışanların sayıca az ve görece prestijli konumlarının bulunduğu döneme göre çok daha kolay bir hale geliyor.
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
Üstelik kapitalizmin küresel krizi tüm dünyada işçileri özellikle de neoliberal dönemden öncesini hiç yaşamamış olan genç işçileri çok daha bir birine yaklaştırıyor.
kabiliyetinde yatıyor. Ancak kontrol altına aldıkları sokaklar, yoksulluğun sokaklarıdır. Eski toplumun bir kısmını yıkabilirler, ancak yenisini inşa etmek için gereken araçlara sahip değillerdir.”80
Neden meydanlar işgal edildi? Peki, kent hareketlerini oluşturan kalabalıkların büyükçe bir kısmı genç işçi sınıfından oluşurken neden genel grev ve işyeri işgali gibi mücadele yöntemlerini başlangıçta tercih etmediler? Chris Harman 1981’de İngiltere’yi sarsan kent isyanları hareketi sırasında bu duruma işçi sınıfı örgütlerinin etkinliği üzerinden yanıt veriyordu. Kapitalizm öncesinde isyanlar oldukça yaygındı çünkü köylüleri biraraya getiren örgütler mevcut değildi. Öfkeleri isyan patlamaları halinde ortaya çıkıyordu. Kapitalizm ile birlikte işçi sınıfı sendikaları ve grevleri keşfetti. İsyanların yerini organize kitle gösterileri ve grevler aldı. Ancak 1968’den sonra kent hareketlerinde yine isyanlar yükselmeye başladı. Harman bunun iki nedeni olduğunu söylüyordu. Birincisi, grevlerin tek başına işçi taleplerinin kazanması için yeterli olmaması. İkincisi ise işçilerin sendikalara olan güvenlerini kaybetmeleri78.
Kent meydanlarında buluşan farklı sınıflar ve işçi sınıfının farklı sosyolojileri, (mavi yaka, beyaz yaka, göçmen vb.) meydandan sonra kendi yaşamlarına geri döndüler. Oysa aynı insanlar tüm farklılıklarına rağmen bir işyerinde göçmen temizlikçi, mavi yaka işçi, beyaz yaka ofis çalışanı birlikte çalışmaya devam ediyordu. Dolayısıyla mücadeleyi meydanlardaki birliktelikten işyerlerindeki birlikteliğe taşımak, hareketlerin kalıcı kazanımlar elde etmesinin ve bir sol alternatif oluşabilmesinin tek yoluydu.
2011’de yaşanan meydan işgalleri Harman’ın bahsettiği bu iki durumun sonucuydu. İşçi sınıfı örgütlerinin görece güçlü olduğu Yunanistan’da çok sayıda genel grev yaşanabiliyor olmasına karşılık grevlerin hükümetlerin kemer sıkma politikalarını durdurmaya yetmemesi sonucu meydan işgalleri gerçekleştirildi. Ortadoğu’da ve Occupy Hareketi’nde ise sendikaların işlevsiz olması başka bir mücadele yöntemini öne çıkardı. Bir tek Mısır’da meydan işgali işçi sınıfının özgüven kazanmasına ve genel grev örgütlemesine olanak sağlayabildi. Buradan da yeni bir sendikal hareket yükselebildi. Öfkeliler ve Occupy isyanlarında genç işçilerin devletin tüm baskısına rağmen meydanlarda kalmalarını en iyi Harman’ın şu cümleleri özetliyor: “İsyanlara katılanların birçoğu için bu, hayatlarının en büyük deneyimlerinden biri olacaktı. İsyanlar, grevlerin bile ötesinde, çoğunlukla yalnız, atomize, sıkıcı bir hayatı sürdüren insanlara dayanışmayı, kolektif gücü, yalnızca kendilerine verilenle yaşamak yerine toplumun işleyişini değiştirebilme deneyimini kazandırdı. Bu nedenle büyük isyanlardan sonra, katılımcılar ve izleyiciler, kendi taraflarındaki kayıplar her zaman polislerden çok daha fazla olmasına rağmen, olanlardan çok nadiren pişmanlık duyar.”79
Ortadoğu Devrimleri özelinde isyanın şiddeti ve talepleri çok daha radikaldi. Yine Harman’ın analizinden gidecek olursak; “İsyancıların gücü, polisleri sokaklardan sürme ve baskının sembollerini yıkma 78 Chris Harman, “The Summer of 1981: a Post-Riot Analysis”, International Socialism, Sayı: 14, 1981, www.marxists.org/archive/ harman/1981/xx/riots.html 79 A.g.e.
Kent hareketleri ve özellikle öğrenci hareketleri anlık patlamalar ile güç ilişkilerini sarsabilirler. Bu patlama anlarında strateji ve taktiği önemsemeyebilirler. Kitle kalabalığı iktidarı devirmeye yetecekmiş gibi görülür veya iktidar umursanmaksızın istenen yeni toplumu pratikte inşa edebileceklerine inanırlar. Ancak gerçek bir değişim için örgütlenmeye, iktidarın atacağı adımlara karşı taktiklere, sınıfın henüz eylemlere katılmayan bölümlerini kazanmak için stratejilere ve kapitalizmi yıkmanın tek yöntemi olan işyerleri kontrolünü sağlayabilmek için işyerlerinden yükselen örgütlere ihtiyaç vardır. 1968’de yaşananlar, bunlar gerçekleşmediğinde kapitalizmin kendini restore edebildiğini, hatta neoliberalizmin ortaya çıkışında olduğu gibi karşı saldırıya dahi geçebileceğini gösteriyor. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var ki meydan işgalleri ekonomik ve politik talepleriyle işçi sınıfının özellikle genç kesiminin gelecekten ve sistemden umutsuzluğunu temsil ediyordu. Hareketlerin çaktığı kıvılcım hızla işçi sınıfının örgütlü kesimlerini de harekete geçirdi. Grevler, kent meydanlarında kurulan mahalle ve sosyal medya ağları sayesinde, örgütlü işçilerden çok daha büyük sayıda insanı meydanlarda buluşturuyordu. Yunanistan’da kriz başladığından beri, meydan işgali sonrasında ise radikal bir şekilde artarak, 29 genel grev yaşanmıştı. İspanya’da uzun bir aradan sonra 2010 Eylül’ünde genel grev yaşanırken, 15M hareketinin tetiklemesiyle dört genel grev ve yüzlerce gösteri, işgaller ve grevler yaşandı. Portekiz’de 22 yıl aradan sonra ilk genel grev kemer sıkma politikalarına karşı 2010 Kasım’ında yaşanırken, grevin tetiklediği kitle gösterileri meydan işgallerine, meydan işgallerinin tetiklediği sistem karşıtlığı ise iki yılda iki genel greve evrildi. 14 Kasım 2012’de, çoğunluğu Güney Avrupa ülkelerinde, Avrupa eylem günü çağrısıyla uluslararası 80 Chris Harman, “From Riot to Revolution”, Socialist Review, Mayıs 1981, www.marxists.org/archive/harman/1981/05/riotrev. htm
113
Kent hareketlerinde işçi sınıfının rolü | Özdeş Özbay
bir genel grev yaşandı. İspanya ve Portekiz’in meydan işgallerinin güçlü yaşandığı şehirlerinde işçilerin greve yoğun katılımı nedeniyle hayat durma noktasına geldi. Eylemlere Yunanistan’da üç saatlik, İtalya’da dört saatlik grevlerle destek verildi. Belçika’da özellikle demir yolu çalışanları ulaşımı durdururken, Fransa’da 130 şehirde gösteriler düzenlendi81. 2011’de yaşanan kent hareketleri, ekonomik krizin veya durgunluğun da etkisiyle henüz tamamlanmayan süreçler olarak görülmeli. Tüm dünyada hızlı bir şekilde yaşadığımız radikal sola doğru vuran sarkacın, aynı hızla radikal sağa doğru vurması bu yüzden. Ancak bu süreci hala yaşıyoruz. Bu sürecin uzun vadede işçi sınıfı açısından ileriye doğru bir atılımla sonuçlanabilmesi için, hem geçmişin derslerini çıkarmak hem de tüm zorlu koşullara rağmen bugünden örgütlenmek durumundayız. Ortadoğu devrimleri, Öfkeliler Hareketi veya Occupy Hareketi’ne katılan dünya çapında milyonlarca genç işçi ve öğrenci, bu deneyimlerini unutmadılar. İktidarlara ve düzene meydan okudukları o günlerin hatırası ve özlemini taşımaya devam ediyorlar. Kazanım ve yenilgileriyle çok genç bir işçi kuşağı insanlık tarihinin en kitlesel başkaldırı dalgalarından birini gerçekleştirdi. Çok büyük deneyimler kazanan bu kitleleri meydanlara döken, grevlere götüren nedenler ortadan kalkmadı. Bu mücadelelerin yarattığı ilişki ağları organize bir şekilde olmasa da, var olmaya devam ediyor ve yeni bir mücadele döneminin gelmesini bekliyor. Lenin “Bir devrimin gerçekleşmesi için genelde ‘aşağı sınıfların› eskisi gibi yaşamak istememesi yetmez, ‘yukarı sınıfların’ da eskisi gibi yaşamaya devam edecek gücü olmaması gerekir82” demişti. 2011 yılı tam da bu şekilde başladı. Ekonomik kriz neoliberalizmin yapısal bir krizine dönüştü ve hala daha o dönemden geçiyoruz. Krizin nasıl çözülebileceği bilinmiyor. Egemenler yeni bir program bulmuş değil, aksine daha kapalı ekonomi politikaları gibi eski reçetelere sarılma eğilimi ortaya çıkabiliyor zaman zaman. Yani kapitalizm küresel bir hegemonya krizinden geçiyor. Egemenler eskisi gibi yönetemiyor. 2011’de yaşanan kent hareketleri de ezilen %99’un eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istemediğini gösteriyor. Ancak tarihte başarıya ulaşan tek antikapitalist devrim olan Sovyet deneyimi, işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerini ve devrimci partilerini yaratamadığı durumlarda, kendi programını ortaya koyamadığını ve kendi iktidarını egemenlere dayatamadığını da bize gösteriyor. 81 Joseph Choonara, “The class struggles in Europe”, International Socialism, Sayı: 138, 2013. 82 Lenin, The Collapse of the Second International, 1915, https:// www.marxists.org/archive/lenin/works/1915/csi/ii.htm#v21pp74h-212
114
Kent hareketleri bugün ortaya koyduğu mücadele dinamiğiyle, gelecekte oluşabilecek yeni bir dünyanın kapısını araladılar. Kapının daha ne kadar açılacağı ve içerisinden geçip geçemeyeceğimizi zaman gösterecek. Ancak bu zaman, durup bekleyeceğimiz bir boş zaman değil, geçmişin deneyimleri ile şimdi örgütlenmeye başlayarak geleceği bugünden inşa ettiğimiz, dopdolu bir zaman olmak durumunda.
Unutmabeni*: 1915’in çığlığını duymak Oğur Çalışkan
E
rmeni Soykırımı, yani 1915 Olayları, yalnızca büyük bir insani trajedi yaratmakla kalmadı; hem uluslararası hukuku ve literatürü belirlemede hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak şekillenmesinde önemli rol oynadı. Bu coğrafyada modern kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve burjuvazinin oluşumu, büyük ölçüde 24 Nisan 1915’te başlayan sürecin ürünüydü. İnsanlığa karşı işlenmiş bu büyük suçu, devlet tarafından toplumun en küçük hücresine kadar yerleştirilmiş sistematik bir inkâr politikası ve bu doğrultuda inşa edilmiş devasa bir sessizlik izledi. Ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. 2000’li yılların başlarında, entelektüel çevrelerde ve akademide, 1915 Olayları’na ilişkin bilinç düzeyinde ve buna paralel olarak yazılıp çizilen eserlerin sayısında muazzam bir sıçrama yaşandı. Bunu, 2007’de Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yüz binlerce kişinin “Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek sokaklara fırlaması ve 2008 yılında imzaya açılan “Ermenilerden özür diliyorum” metnine on binlerce kişinin imza vermesi izledi. Böylelikle, Türkiye tarihinin son 20 yılında, 1915 Olayları önce düşün dünyasında tartışmaya açılan, daha sonra ise mağdurları kitlesel bir hareket tarafından sokaklarda anılan bir vaka hâline geldi. Cin şişeden çıktı, inkâr ve sessizlik duvarından ilk tuğlalar çekilmeye başlandı. Bu süreci taçlandıran ise 2010 yılında Taksim Meydanı’nda yapılan ilk anma eylemi oldu. Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişimi ile Devrimci Sosyalist İşçi Partisi aktivistlerinin öncülük ettiği tartışmaların sonucunda, soykırım konusunda çalışan, üreten ve düşünen çevreler, harekete geçerek meseleyi sokaklara taşımaya karar verdiler. Birkaç yüz kişiyle başlayan ve “Bu acı hepimizin” denilerek gerçekleştirilen ilk anmayı, yıllar içinde gelenekselleşen ve binlerce kişiye ulaşan, doğrudan soykırım sözcüğünün kullanıldığı, Türkiye’de milliyetçiliğe ve devlet ideolojisine en büyük meydan okumayı teşkil eden gösteriler izledi. *
Myosotis, çiçekli bir bitki. Tüm dünyada Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını isteyenler tarafından sembol olarak kullanılmaktadır.
115
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
Bu yüzdendir ki, iki yılı aşkın süredir Türkiye’yi yöneten yerli ve milli ittifak, 24 Nisan anmalarından ölesiye korkuyor ve onları yasaklamak istiyor. Önce 2017 yılında İzmir’de, bu yıl ise İstanbul’da eski Türkiye’nin artıkları, 24 Nisan’ın kurbanlarını anmamızı engellemek için harekete geçtiler. Geçen seneki İzmir atağı başarılı olurken, bu sene İstanbul’da kısıtlarla da olsa anmayı yapmayı başardık. Yüzleşme mücadelesinin uzun soluklu olduğunu, bu konudaki ilerleme veya gerilemelerin yalnızca 1915 Olayları’na ilişkin faktörlerle açıklanamayacağını biliyoruz. Neoliberalizmin çöküşü tüm dünyada otoriterleşme, güvenlik ve ulus devlet politikalarına dönüş, bunlara bağlı olarak her yerde milliyetçiliğin yükselişi gibi etkileri beraberinde getirdi. Bu dalgayı tersine döndürmemiz, 1915’in kurbanlarını anma ve bugüne dair sonuçlara varma konusunda elimizi güçlendiren bir gelişme olacaktır. Bu makalede, bu çabaya bir katkı sunabilmek için, 1915 Olayları’na ilişkin temel bazı tespitleri derli toplu sunma gayretinde bulunacağım. 1915’e gidilen süreçte Ermeniler Çok farklı etnik ve dinsel topluluklardan oluşan Osmanlı toplumunda, Ermeniler, Rumların ardından en büyük ikinci azınlığı oluşturuyorlardı. Dâhiliye Nezâreti Sicil-i Nüfûs İdâre-i Umûmiyyesi tarafından hazırlanarak 1336 (1920) senesinde yayımlanan ve 1321 (1905) senesinde yapılan nüfus sayımı ve sayım sonrası oluşturulan nüfus kayıt sistemine dayanan verilere göre, 18 milyon 520 bin 016 kişiden oluşan toplam nüfusun 1 milyon 229 bin 007’si Ermenilerdir.1 Varlığı soykırım inkârına adanmış olan Türk Tarih Kurumu, farklı kaynaklarda 1892-1914 yılları arasında Ermeni nüfusunun 1 milyon 300 bin ile 1 milyon 700 bin arasında değişiklik gösterdiğini kabul etmektedir.2 Osmanlı İmparatorluğu, Hıristiyan azınlıkların dillerine, gelenek ve kültürlerine müsamaha gösteriyordu. Ama ekonomik alanda tuttukları güçlü role kısıtlamalar getiriliyordu: “Hıristiyan halkların sırtından yaşamak, onları kelle vergisine tabi tutmak, ırksal var oluşlanna dokunmamak (...), “ölçüsüz” bir gelişmeye izin vermemek için zaman zaman cezaya uğratmak, aralarında isyan ve başkaldırı mayalarının filizlenmesine müsamaha etmemek (...), Türk iktidarının hoşgörülü liberal görüntüsünün barındırdığı düşünce buydu.”3
116
1
Orhan Sakin, 1914 Nüfus İstatistiğine Göre Ermeni Cemaatinin Nüfusu, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/1914-nufus-istatistigine-gore-ermeni-cemaatinin-nufusu/
2
TTK Başkanlığı, Osmanlı Devleti’nde Ermeni nüfusu, s.11, http:// dunyasavasi.ttk.gov.tr/upload/files/Ermeni_Dosyasi/Ittihat_Terakki/ErmeniNufusu.pdf
3
Frederic Macler, Autour de l’Armenie, Paris, E. Nourry, 1917, s. 183. Varandian’ın Les Origines du Mouvement armenien adlı kitabının bir çevirisinden, 1.1, Geneve, 1912.
Hem azınlık bireylerinin varlığı hem de üretim süreçleri için Ermeniler yine bir haksızlığa tabi tutulmaktaydılar: “On beş ile yetmiş beş yaş arasındaki bütün gayri Müslim erkeklerden bir yıldan diğerine yaşama hakkını elde etmeleri için altmış yıl boyunca bir kelle vergisi -ya da haraç, aşağılama vergisi- alınıyordu. Bundan başka, sürülere konan hayvan vergisi ve gümrük vergisi (Müslümanlar için % 2, Müslüman olmayanlar için % 3,5), teorik olarak sadece bir yıla mahsus toplanması gereken ama hep yürürlükte kalmış olan olağandışı vergiler ve daha sonraları Hıristiyanların kesin biçimde dışında tutuldukları askerî hizmetten muafiyet vergisi gibi vergiler vardı. Bütün vergiler ödendikten sonra köylüye elde ettiği ürünün ancak üçte biri kalıyordu. Ödemeyi reddettiğinde toprağı elinden alınıyor, çoğu kez de hayatını yitiriyordu.”4
Ermeniler 1910’ların başlarında sosyal ve ekonomik hayatta önemli bir rol oynuyorlardı. Öyle ki, Erzurum mebusu Hoca Raif Efendi anılarında, 1915 Olayları sonrası durumu tasvir ederken, şehirde çeşmelerin musluğunu tamir edecek tek bir usta kalmadığını yazıyordu.5 Osmanlı devletinde gayrimüslimlerin geçimlerini sağladığı meslekler arasında hekimlik, sarraflık, kuyumculuk, mimarlık, tüccarlık ve çeşitli zanaat kolları dikkat çekmekteydi.6 Ermeniler özellikle mimarlık konusunda öne çıkıyorlardı. Bunun yanı sıra şehirlere göre Ermenilerin baskın oldukları alanlar değişiklik gösteriyordu. Yozgat’ta el sanatları, Kayseri’de ticaret, terzilik, duvar ustalığı ve kaftancılık, Afyonkarahisar’da terzilik ve kuyumculuk, Bursa’da bezzazlık, iplikçilik ve kürkçülük, Balıkesir’de terzilik, duvar ustalığı, ekmekçilik ve çerçilik, İstanbul’da kuyumculuk, Van’da terzilik ve kalaycılık, Sivas’ta demircilik, dokumacılık ve silahçılık, Harput’ta çizmecilik, Amasya ve Malatya’da kumaşçılık, Gümüşhane ve Erzurum’da gümüşçülük, Erzincan ve Kemah’ta tüccarlık örnekler olarak sayılabilir.7 Öte yandan, Ermeni toplumunun çok güçlü bir içyapısı ve kurumları vardı. Öyle ki, kimi tarihçiler bu işleyişi “devlet içerisinde devlet” olarak tarif ediyorlardı.8 Ermeni Patrikhanesi, 18. yüzyıldan itibaren tüm piskoposluklar üzerinde tam ve etkili bir nüfuza 4
Yves Ternon, Bir Soykırım Tarihi: 20 Yıl Sonra “Ermeni Tabusu” Davası, 1977, Belge Yayınları, s. 62-63
5
Osman Köker ile röportaj, Soykırım Anadolu’ya Ne Kaybettirdi?, https://m.bianet.org/bianet/azinliklar/146085-soykirim-anadolu-ya-ne-kaybettirdi
6
Zelkif Polat, Osmanlı Devleti’nde Ermenilerin Sosyo-Ekonomik Yapısından Kentsel Kesitler, s.8, http://haypedia.com/makale/ Osmanl%C4%B1%20Tarihi/efc15825-8290-4b88-ba6c-0bcc6e45f907.pdf
7
a.g.e., s. 8
8
Raymond H. Kevorkian & Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, 2012, Aras Yayınları, s.14
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
sahip olmaya başladı. 19. yüzyılda cemaatin önde gelenlerinin ellerinde tutukları iktidarın sorgulanmasının sonucunda bir yenilenme dönemi yaşandı. Ve Ermenilerin idaresi daha merkezi bir yapıya kavuşmuş oldu. Ekonomik alandaki gelişkinlik siyasal hayata da yansıyordu. Ermeniler güçlü kurum ve partileriyle bu alanda da önemli bir yer tutuyorlardı. Örneğin, 1908 ve 1912 seçimlerinde parçalı bir yapı gösteren Ermeni cemaat ve siyasal örgütleri, daha sonra Patrikhane’nin etrafında birleşmişlerdi ve 1913 seçimleri öncesinde Osmanlı idaresiyle mebus sayısı konusunda uzun sürecek pazarlıklara girişmişlerdi. Patrikhane’nin, Ermenilerin nüfusa oranlarına göre 20’den fazla mebus çıkarmalarına ve bunların Ermeniler tarafından seçilmesinin gerekliliğine ilişkin teklifi hemen kabul edilmedi. Aylarca süren görüşmeler sonucunda gelinen nokta, Ermenilerin seçimlere katılmaları olmuş, Ermeni Patrikhanesi ve siyasi partileri bütün direnmelerine rağmen istediklerini elde edememişler ve hükümetin onlara teklif ettiğiyle yetinmek zorunda kalmışlardır.9 Ulus devlete geçiş süreci Avrupa’da kapitalizmin gelişimi, Osmanlı coğrafyasında da üretim ilişkilerinin köklü bir dönüşümünü beraberinde getiriyordu. Buna eşlik etmek üzere, her yerde ortaya çıkan ulus devletlerin bir benzerinin burada da kurulabilmesi için bir “homojenleştirme” projesi gerekliydi. İttihat ve Terakki, henüz Birinci Dünya Savaşı öncesinde dahi, Anadolu nüfusunu Türk unsuruna dayandıracak şekilde yeniden şekillendirme planları yapıyordu. Taner Akçam’a göre, 1913’ten itibaren “etnik Türk unsurunu merkeze alarak, bir nüfus ve iskân politikası olarak hayata geçirilen politikaların iki ayağından söz etmek mümkündür. Birincisi, devlet varlığı için ciddi bir tehdit olarak telakki edilen ve vücuttaki tümörler olarak tanımlanan gayrimüslimlerin (esas olarak Hıristiyanların) Anadolu’dan tasfiye edilmesi; ikincisi Türk olmayan Müslüman toplulukların kültürel asimilasyonları”.10 Abdülhamit’in istibdadına son veren 1908 Devrimi’nin yarattığı özgürlük havası, her fikrin tartışıldığı ve sokaklarda aşağıdan mücadelelerin şekillendiği dönem fazla uzun sürmemiş, bir süre sonra tüm halklar için hayal kırıklığının hakim olacağı bir dönem başlamıştı: “Dönemin kuşkusuz en etkili siyasî aktörü olan İTC’nin giderek belirginleşen merkeziyetçi ve milliyetçi politikası diğer halklar arasında devrim ile ortaya çıkan umudun hızla sönümlenmesine yol açtı. Süreç, Hıristiyanlar 9
Recep Karacakaya, Meclis-i Mebusan Seçimleri ve Ermeniler (19081914), s. 140 http://dergipark.gov.tr/download/article-file/9934
10 Taner Akçam, ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, 2008, İletişim Yayınları, s. 37
başta olmak üzere pek çok halkın Anadolu topraklarından sürülmesi, katledilmesi veya soykırıma maruz kalması ile son bulacaktı.”11
Homojenleştirme projesi “ülkenin toprağından nüfusuna, yer adlarından ekonomisine, kültüründen kamusal sembollerine, ideolojilerinden geçmişine her alanını millîleştirme” amacını güdüyordu. Arus Yumul’a göre: “Bu süreçten kaçınılmaz olarak toplumsal bellek de payını aldı. Zira bellek siyaseti bir kimliğin kurgulanmasındaki temel öğelerden biridir ve ulus devlet oluşturma aşamasında merkezî bir yer tutar. Toplumsal hafızanın denetçileri o belleğin nasıl şekilleneceğini, içinin neyle doldurulacağını tekellerinde tutmak ister. Tekil ve homojen bir toplumsal bellek ancak çoğulcu bir tarihi dizginleyen resmî tarih tezinin oluşturulup yaygınlaştırılmasıyla mümkün olur.”12 1915 Olayları, Türkiye kapitalizminin gelişimi ve ulus devletin doğuşu sürecinde yaratılan toplumsal belleğin temelindeki çarpıklık olarak, kendisinden sonra gelen tüm gelişmeleri belirleyen bir etkiye sahip oldu. 1908’in getirdiği dönüşüm, 1913’te askeri darbeyle iktidara el koyan İttihatçılar tarafından bir karşı devrimle tamamen yok edildi. Reform korkusu ve devletin “bekası” Soykırımın “Türkleştirme” projesi dışındaki bir sebebi de Ermenilerin sosyoekonomik olarak son derece güçlü ve örgütlü bir toplum olmasıydı. 19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı’nın Doğu halkları için var olan adaletsizliklerinin azaltılması veya bitirilmesi gereği doğmuştu. Batılı hükümetler de Osmanlı’ya Hıristiyan vatandaşlarını koruması ve haklarını teslim etmesi konusunda baskı yapıyordu. 13 Haziran 1878’deki Berlin Antlaşması çerçevesinde, reform meselesi Osmanlı’nın kabul ettiği bir prensip hâline geliyordu. Ancak Sultan Abdülhamit ve devamcıları, Ermeni halkına verilecek tavizlerin özerkliğe ve bağımsız bir devletin kurulmasına gideceği korkusundaydı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı devletinin zayıflığı, bu telaşı derinleştirdi. Beka meselesi, 1915 Olayları’nı hazırlayan ikinci ana sebep oldu. Ermeni katliamları ve Teşkilat-ı Mahsusa 1915, Ermenilere yönelik gerçekleştirilen ilk katliam değildi. Sason Ermenilerinin 1894’te yaşadıkları eşitsizliklere ve haksız vergilendirme sistemine yönelik itirazlarına, Abdülhamit yönetimindeki Osmanlı devleti tarafından katliamla yanıt verildi. Bir sene sonra 11 Can Irmak Özinanır, 1908: Devrim Düşlerinden Kâbusa, AltÜst, sayı 23, http://www.altust.org/2016/09/1908-devrim-duslerinden-kabusa/ 12 Arus Yumul, Ulusal Bellekten Ortak Belleğe, AltÜst, http://www. altust.org/2012/02/ulusal-bellekten-ortak-bellege/
117
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
İstanbul’da Hınçaklar tarafından düzenlenen ve binlerce Ermeni’nin katıldığı, Babıâli’ye yürüyüşü hedefleyen protesto gösterisi de kanla bastırıldı. Zeytun, Van, Adana ve başka yerlerde Ermenilerin öldürülmesine devam edildi. Zira Abdülhamit, Ermenilerin eşitlik taleplerine tahammül edemiyordu. Alman elçisi Prens Radolin, yaptıkları görüşmede, onun “hiçbir şart altında adaletsiz Ermeni baskılarına boyun eğmeyeceğine ve Ermenistan’da kapsamlı reformlar yapmaktansa ölmeyi tercih edeceğine ciddi ciddi yemin ettiğini” aktarıyordu.13 Soykırıma giden süreçteki en önemli uğraklardan biri de hiç kuşkusuz Teşkilat-ı Mahsusa’nın örgütlenmesidir. 1915’te belirleyici rol oynayacak olan bu çetenin tohumları 1911’de atılmaya başlanmış, farklı iddialara göre 1913 veya 1914’te oluşumu tamamlanmıştır. Resmi tarihçiler bunun Trablusgarp ile Balkan Savaşları’nda zorunluluklardan kaynaklanılarak kurulan ve yetkilendirilen bir istihbarat örgütü olduğunu iddia ederler. Hamit Bozarslan’a göre ise örgüt, devletin o dönemki yasa dışı kanadıdır: “İmparatorluktan çıkış sürecinin son yılları olan Cihan Harbi döneminde, çeteleşme olgusunun en önemli örneğinin İttihat ve Terakki tarafından kurulan ve resmî askeri ve sivil bürokrasinin üstünde yer alan Teşkilât-ı Mahsusa olduğunu söyleyebiliriz. Ermeni soykırımında belirleyici rolü oynayan Teşkilât, hem resmi bürokraside yer tutan, hem de bu bürokraside resmen yer almayan şahıslardan oluşmaktaydı. Teşkilât içinde, Diyarbakır valisi Dr. Reşid’le birlikte, Yakup Cemil gibi sicilleri “devlet adamlığı”nı engelleyen kişiler ve ulemadan ve eşraftan –kişisel ve kolektif biyografyaları henüz yazılmamış- çok sayıda kişinin yer aldığı anlaşılmaktadır. Belli bir ölçüde modern dönemlerin memluk sistemini oluşturan Teşkilât’ın özellikle Balkan ve Kafkasya kökenli elemanları içerdiği yolunda da bazı bilgiler bulunmaktadır. Bir yandan devletin resmen uygulayamayacağı icraatlarla yükümlü olan Teşkilât, diğer yandan Ermeni mallarının yağmalanmasında önemli bir rol oynamakta, bu yolla da, çeteleşme ve kişisel zenginleşme arasında bir bağ kurmaktaydı.”14
Teşkilatın, soykırım öncesi dönemde de Ermenilerin yaşadığı bölgelerde birçok saldırıda yer aldığı, halk arasında büyük huzursuzluk yarattığı ve bu gelişmelerin “daha büyük bir kıyımın habercisi olabileceği” tartışılmaktaydı. 24 Nisan: Büyük Felaket başlıyor 1915 Olayları olarak bilinen tarihsel vaka, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece, 240 kadar Ermeni aydınının 13 Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi: Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma, 2008, Belge Yayınları, s. 256 14 Hamit Bozarslan, Türkiye’de Devlet, Komitacılık ve Çetecilik Konusunda Birkaç Hipotez, 2005, Resmi Tarih Tartışmaları-1 Ed. F.Başkaya, Özgür Ün. Kitaplığı, s. 181
118
evlerinden alınıp Çankırı ve Ayaş’a, dönüşü olmayan bir yola sürülmesiyle başladı. İki gün içinde bu sayı 2345’e yükseldi.15 Talat, Enver ve Cemal paşaların yolladıkları şifreli emirlerle tehcir ve katliamlar başladı. Bu coğrafyadaki halkların bir arada yaşama kültür ve geleneğine darbe vuruldu ve bir halk bütünüyle imha edildi. 1915 Nisan’ında, İstanbul hükümeti tüm yerel otoritelere gönderdiği mesajında, Ermenilerin devletin güvenliğine tehdit oluşturduğunu ve imparatorluğun emniyetini muhafaza etmek için bastırılmaları gerektiğini iletmişti. 24 Nisan’da düğmeye basıldıktan sonra, Osmanlı coğrafyasının çok farklı yerlerinden Ermeniler, hiçbir tebligat yapılmadan, sırtındakiler dışında hiçbir şey almalarına izin verilmeden; kadın, çoluk çocuk, yaşlı ayrımı gözetilmeden, Suriye çöllerine doğru sürülmeye başlandılar. Bu yolculuk sırasında akla hayale sığmayacak katliamlar ve tarihe yazılacak bir büyük insanlık trajedisi meydana geldi. 1915’te bir Alman gazetesindeki tanıklıklarda şu ifadeler kullanılıyordu: “Bir jandarmanın bize sürgüne zorlanan kadın ve çocuk kafilelerine ne kadar kötü davrandığını en ince ayrıntılarına varıncaya değin anlatmasıyla, içimiz ürperdi. Ermenileri rahatlıkla katletmişlerdi. Her gün on-yirmi ceset koyaklara atılıyordu. Yürüyemeyecek kadar zayıf olan çocukların kafalarını eziyorlardı.” “Bir gün, erkenden bu kader kurbanlarının kafilesinin geçişini işittik. Bu talihsizlerin içinde bulundukları durumu kelimelere dökmek zor. Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı; genci yaşlısı, hatta dedeler eşeklerin bile kolay kolay taşıyamayacağı yükler altında iki büklüm ilerliyorlardı. Hepsi birbirine zincirlenmiş, sonra da dik bir kayalıktan Fırat Nehri’nin sularına atılmışlardı. Bu manzara karşısında dehşetten donakaldık. Bize eşlik eden jandarmalardan biri, daha sonra ortadan kaldırılan 3000 kadın ve çocuktan oluşan benzer bir kafileyi Nene Katun’dan (Tercan) aldığını söylüyordu.” “30 Mayıs’ta, 674 Ermeni, Dicle nehri üzerinde 13 şalopaya bindirildi. Her şalopada jandarma da vardı. Bunlar Musul yönünde yola çıkarıldılar. Yolda jandarmalar para ve giysilerini aldıktan sonra, bütün bu talihsizleri nehre attılar. Parayı yanlarına alıp giysileri bit pazarında sattılar.” “Bağdat demiryolunun bir çalışanı, Ermenilerin gece Fırat Nehri’ne atılmak için toplu hâlde Birecik zindanlarına doldurulduğunu anlattı. Nehrin kıyılarına vuran cesetler kurda kuşa yem oluyormuş.”16
1915 Olayları’na ilişkin en önemli delillerden biri, 2008 yılında milliyetçi tarihçi Murat Bardakçı tarafından yayımlandı. Bu, Talat Paşa’nın kişisel evrakları 15 Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa, 1950, s. 620 16 V. Yeghiayan & L. Fermanian, Rafael Lemkin’in Ermeni Soykırımı Dosyası, 2009, Belge Yayınları, s. 81-82
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
arasında bulunan, Osmanlı Ermenilerinin durumuna dair 1914 ve 1917’de yapılmış araştırmaları içeren bir rapordu: “Ham rakamların, gerçek sayıların altında olduğuna işaret eden ve savaş öncesi Osmanlı Ermeni nüfusunu (Protestan Ermeniler hariç) yaklaşık 1.500.000 olarak tahmin eden bir de not düşülmüştü; aynı notta, 1917 yılında, imparatorluğun 23 vilayet ve mutasarrıflığında kalmış olan her mezhepten Ermeni varlığının ise 350.000-400.000 kadar olduğu tahminine de yer veriliyordu. Talât’ın düzeltilmiş rakamlarına göre, 1914 ile 1917 arasında 1.150.000 (veya toplamın yüzde 77’si) dolayında Osmanlı Ermenisi yok olmuştu.”17
Bunun yanı sıra, 1915 Olayları’nın sistematik bir imha planı olduğuna dair dönemin devlet yazışmaları, Taner Akçam’ın 2008 yılında ilk baskısı yapılan ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’ adlı kitabında etraflıca ele alınmıştı. Kitaba adını veren cümlenin geçtiği telgrafta, Talat Paşa, 1915 Ağustos’unda Ankara Valiliği’ne sesleniyor ve “yeni cinayetlerin işlenmesini fuzuli gördüğünü” ifade ediyor. Talat Paşa, Ankara’nın Katolik Ermenilerinin sürülürken öldürülmeleriyle ilgili haberlerin İstanbul’a hızlı ulaşması üzerine yurtdışı baskısıyla karşı karşıya kalınca, Ankara idaresine “üzüntü” belirten böyle bir uyarıda bulunmak zorunda kalıyordu. Aynı eserde, Dahiliye Nâzırı Talat’ın Diyarbakır Valisi Reşit’e yolladığı telgraflar, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in bazı yazışmaları ve başka belgeler incelenmekte, aynı zamanda Osmanlı’nın şifreli resmi yazışmalarında katliamlara yönelik kayıtsızlık ele alınmaktadır. Uluslararası destek ve tepkiler Türkiye’de inkâr politikalarının yarattığı zorluklara rağmen soykırıma ilişkin ulaşılabilen belge sayısı düşünülürse, uluslararası arenada (bilgiye erişimin çok daha kolay olduğu koşullarda) bulunabilecek kanıtın katbekat fazla olduğu açıktır. 1915-1916’da İngiltere’de basılan Mavi Kitap’ta aşağıdakine benzer çok sayıda tanıklık bulunabilir: “Ermeni nüfusundan arındırılan Dörtyol kasabası, askeri yetkililerin değil Müslüman ailelerin işgaline uğramış. Bütün Ermeniler evlerini terk etmeye zorlanarak uzaklara gönderilmiş ve tahmin edileceği gibi açlıktan kırılıyorlarmış. Ortaya çıkan manzarayı tarif etmek mümkün değil. Boşaltma işlemi başlamadan evvel, İngiliz donanmasıyla temas halinde oldukları ve İtilaf güçleri lehine casusluk yaptıkları suçlamasıyla, önde gelen dokuz tüccar asılmış. Zeytun da aynı kaderi paylaşmış. Zeytun’da tek bir Ermeni kalmamış, Türkler bütün evleri işgal etmişler. Dostlarım Zeytunlulara ne olduğunu tam olarak bilmiyor, ancak 17 Ara Sarafian, Talât Paşa’nın Ermeni Soykırımı Raporu, Gomidas Enstitüsü Araştırma Dizisi, 2011, Taderon Press, s. 6
gerçek olan bir şey varsa o da, Türk yetkililerin çok fazla Ermeni’nin bir arada olmamasına büyük özen gösterdiğidir. Müslümanlaştırma yönünde çabalar da olmuş. Yetkililer, Ermeni aileleri Maraş bölgesindeki Türk köylerine birer ikişer dağıtmaya başlamışlar. Aynı şeyi Haçin’de de yapmaya çalışmışlar; ama nasıl olmuşsa sadece nüfusun yarısı gitmiş, tabii gidenlerin evleri gene Türkler tarafından işgal edilmiş. Tarsus ve Adana yöresindeki Türkler de 1909 katliamlarının öncesindeki tutumlarını sergilemişler. (…) Uzun yıllar İzmir’de, daha sonra da Bardizag’da misyonerlik yapmış olan Dr. Mc Naughton 30 Ermeni’yle birlikte Ankara’ya sürülmüş. Yapılan tek suçlama, bu insanların ya doğrudan Hınçak Partisi üyesi oldukları, ya da buraya üye olan arkadaşları olmasıymış. Paralara el koyma, soygun, hakaret artık sıradan olaylar. Durum Abdülhamit döneminden daha kötü. Bütün bunları söyleyen Dr. Mc Naughton 35 yıldır Türkiye’de yaşıyor ve Türkçe biliyor. Kayseri’de 8 Ermeni asıldı. Aynı anda İstanbul’da da 26 kişiyi astılar. Bütün bu olaylar Avrupalı güçler Ermeni katliamlarından Türk yetkilileri sorumlu tutacaklarını açıkladıktan hemen sonra yaşandı. Hapis ve sürgün rutin bir uygulama halini aldı. Misyoner din adamı sözlerini, “kurtulduğuma sevinmem gerek” diye bitiriyor.”18
Öte yandan, “insanlığa karşı suç” ifadesi, henüz soykırım kavramının olmadığı bir ortamda, literatüre 1915 Olayları sebebiyle girdi. Osmanlı İmparatorluğu ile savaş hâlinde olan Müttefik Devletler, Fransa, İngiltere ve Rusya ortak bir deklarasyon yayımladılar: “Takriben bir aydan beri Ermenistan’ın Türk ve Kürt halkı, Osmanlı idaresi memurlarıyla birlikte ve çoğu zaman bunların yardımıyla Ermenileri yok etmektedir. Bu tür katliamlar nisan ayının ortalarına doğru Erzurum, Tercan, Eğin, Bitlis, Muş, Sason ve Zeytun’da ve bütün Kilikya’da yapıldı. Van civarında yüze yakın köy ahalisinin hepsi öldürüldü. Van içinde Ermeni mahallesi Kürtler tarafından ablukaya alındı. Aynı zamanda Osmanlı hükümeti İstanbul’da zararsız Ermeni ahaliye kötü davrandı. Türkiye’nin insanlık ve medeniyete karşı işlediği bu yeni suçlardan dolayı gerek Osmanlı hükümetinin bütün üyelerini ve bu tür katliamlara katılmış bütün memurlarını şahsen sorumlu tutacaklarını İtilaf hükümetleri Babıâli’ye açıkça bildirirler.”19
Hatta, bu deklarasyondan sonra, daha önce şifreli mesajlarla ve gizli kapaklı sürdürülen tehcir emirleri, Talat Paşa’nın sorumluluğu tek başına almak istememesiyle birlikte resmi kılıfa sokulmaya başlandı. Böylelikle Talat Paşa, 26 Mayıs 1915 günü Sadaret’e 270 no’lu tezkireyi sunar. Meclis-i Vükela tarafından “Ermenilerin 18 James Bryce & Arnold Toynbee, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yapılan Muamele, 1915-1916, 2009, Gomidas Enstitüsü, s. 53-54 19 Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul 1987, s.605
119
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
nakl ve sevklerini îcab etdiren esbab-ı siyasiyye ‘Meclis-i Alî-i Vükelaca ittihaz ve tebliğ olunan karar’” şeklinde 31 Mayıs 1915’te kabul edilir.20 Uluslararası arenada soykırıma ilişkin önemli bir diğer kaynak ise Malta yargılamalarına ilişkin belgelerdir. Bunların önemi yalnızca 1915’e ilişkin gerçekleri açığa sermeleri değil, Türkiye devletinin devamlılığı açısından ortaya sunduğu verilerdir. Konuya ilişkin yazılan bir kitabın önsözünde belirtildiği gibi: “Cumhuriyetin kuruluşunda Maltacıların harcı bulunduğu gibi bunların kökleri günümüze dek uzanmaktadır; 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan İnönü’nün restorasyon hükümetinde iki Maltacının çocuğu bulunmaktadır. Enver Paşa’nın kuzeni olan Hasan Tahsin Uzar’in oğlu Celalettin Uzer 1960 darbesinden sonra kurulan İttihatçı Paşa İnönü’nün 28. hükümetinde İmar ve İskan Bakanı, Ziya Gökalp’ın kuzeni Fevzi Pirinççioğlu’nun oğlu, Vefik Prinççioğlu da aynı kabinede Devlet Bakanıdır. Enver’in eniştesi Kazım Bey (Orbay), 1944-46 yıllarında Genelkurmay Başkanı, 1960 askeri darbesinden sonra restorasyon meclisi başkanıdır. Bir bilgi olsun diye, ünlü Teşkilat-ı Mahsusa Komutanı Fuat Bulca’nın yardımcısı Teşkilat-ı Mahsusacı General Fahri Özdilek’in de 27 Mayıs darbecilerinden biri olup restorasyonda Tabii Senatörlüğe getirildiğini belirtelim. Şeyhülislam Hayri Efendi’nin devamı olarak eski bakanlardan ve ara rejim başbakanı Suat Hayri Ürgüplü de ayrı bir süreklilik sembolüdür.”21
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletinin müttefiki olan Almanya’nın soykırımı destekleyen bir unsur olarak görülebileceğine dair çok sayıda delil vardır. Örneğin, bu ülkenin Trabzon Konsolosu Heinrich Bergfeld, 1918’in sonuna gelindiğinde hâlâ yaşananları savunabiliyordu: “Savaşın başladığı sıralar, Ermenilerin tutum ve zihniyetlerinden dolayı, sadece erkeklerin değil tüm ailelerin sürülmesi kanaatimce zorunlu olan askerî bir tedbirdi.”22
Başka konsoloslar ürkek de olsa soykırımdan bahsetseler ve Almanya bir aşamada uluslararası diplomasinin kendisini getirdiği yerin sonucu olarak Türkiye’ye protesto notu iletse de, son tahlilde Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda davranıldı. Alman büyükelçisinin Amerikan büyükelçisine, Ermenilerin durumu nedeniyle Türkiye’nin iç işlerine karışmayacaklarını açıkça söylediği, son tahlilde “Almanya devletinin tek hedefinin savaşı kazanmak olduğunu” vurguladığı bilinir. Daha da ileri gidersek, Alman Başbakanı 20 Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1918), 2008, İletişim Yayınları, s. 286
120
Theobald von Bethmann Hollweg, 1915’in Kasım’ında açıkça şunu diyordu: “Bizim yegâne amacımız savaşın sonuna kadar Türkiye’yi kendi yanımızda tutmaktır. Bunun için Ermenilerin yok olup olmaması bizim için fark etmez.”23 Almanya’nın onay veren veya destekleyen tutumunun yanında, İngiltere ve Fransa’nın da düşmanlarına karşı yürüttükleri diplomatik savaş dışında sahada pratikte Ermenilerin katledilmesine karşı sessiz kaldığı, hatta zaman zaman bunu önemsemediği söylenebilir. Uluslararası hukuk literatürüne soykırım kavramının girişi Türk milliyetçiliğinin 1915 inkârındaki bir dizi önemli açıktan biri de uluslararası hukuka soykırım kavramının girişinin Holokost’la birlikte 1915 Olayları’yla da yakından ilişkili olmasıdır. Soykırım kavramını 1944’te ilk kez ortaya atan ve 1948 yılında Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin kabul edilmesini sağlayan isim olan Raphael Lemkin, bu kavramsallaştırmaya Ermenilerin yaşadıklarından çok etkilendiği için gitme ihtiyacı duymuştu. 1915 Olayları’nın baş mimarı Talat Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikler zafere doğru ilerlerken Berlin’e kaçmıştı. Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar) ise 1920’den itibaren “Nemesis Operasyonu” adı altında soykırımı planlayanlara yönelik suikastlara başlamıştı. Talat Paşa, bu kapsamda, 1921 yılında Berlin’de gün ortasında, soykırımda ailesi gözü önünde katledilen Soğomon Tehlirian adlı bir Ermeni genci tarafından vuruldu. Tehlirian, yargılamasının sonucunda, cinayete ilişkin hiçbir inkârı olmamasına rağmen, yaşadıklarını anlattıktan sonra jüri tarafından beraat ettirildi. Lemkin genç bir hukuk öğrencisiyken davayı takip ediyordu. Bir hocasıyla tartışırken, Talat Paşa’nın yaptıklarının cezalandırılmasını sağlayacak bir uluslararası hukuk kuralı olmadığı yanıtını aldı. Bununla birlikte Malta yargılamalarını ve 1915’in suçlularının beraatını izledi. Polonyalı bir Yahudi olan Lemkin, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin gerçekleştirdiği sistematik imha ile bir soykırım mağduru oldu. Ailesinden 50 kişiyi kaybetti. ABD’ye gittiğinde bu barbarlığı uluslararası hukuka sokmak için çalışmalarını artırdı. Ancak her fırsatta, yola çıkarkenki motivasyonunun Ermenilere yapılanlar olduğunu vurguladı. Zaten 1915 Olayları ile ilgili tuttuğu dosya da yayımlanmıştı.
21 Ali Sait Çetinoğlu (önsöz), Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş Suçluları” Dosyası, 2007, Belge Yayınları, s. 14
Soykırımın ekonomi politiği Türkiye’de mücadele eden sosyalistler açısından 1915 Olayları’nın en önemli yanlarından biri, Ermeni
22 Wolfgang Gust, Alman Belgeleri: Ermeni Soykırımı 1915-16, 2012, Belge Yayınları, s. 128-129
23 a.g.e. s. 134
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
mülklerinin gasp edilmesinin yarattığı sonuçlardır. Toplumun %10’una yakın bir kesiminin mallarına zorla el konulup bunların başkalarına dağıtılması, Türkiye kapitalizminin ve egemen sınıfının nasıl oluştuğu hakkında fikir veriyor. Emval-i Metruke kanununa ilişkin yalnızca resmi Meclis tutanakları ve kanunlardan yola çıkılarak hazırlanmış kapsamlı bir çalışması olan Nevzat Onaran, bu adaletsizliğin resmini çekerken bir yandan da Türk kapitalistlerinin nasıl zenginleştiğini açıklamaktadır. “Hazineye ait ‘terk edilen ya da terk edilmiş’ taşınmaz mallar dâhil gerekli gayr-i menkulün belediyelerden ticaret ve sanayi odalarına, borsalara satışı da bir kanunla düzenlenir” diyen Onaran, o dönem açılan bankalara ve sanayi komplekslerine dikkat çekerek şöyle diyor: “Kanunla, Türk ve gayr-i Türk ayrımının çalışma hayatında yaşandığı bir dönemde böylesi bir düzenlemeyle Türk sermayedarların odalar şeklinde örgütlenmesi ve fabrika kurmasına gerekli arazi ve arsa ‘üretilmesi’ ve satılması sağlanır.”24
1915 Olayları konusunda en fazla yazıp çizen isimlerden Taner Akçam, malların gasp edilmesinin, İttihat ve Terakki’nin tehcirle yapmak istediği şeyin bir halkı toptan imha etmek olduğunu ispatladığını dile getiriyor: “Hükümet sürgüne yolladığı Ermeni vatandaşlarının alacaklarına ilişkin senetlerini tahsil etmesine, mallarını satmasına ve üçüncü bir kişiye bırakmasına müsaade etmemekte, ayrıca “zamanla çürüyecek” kategorisi ile de emlakin yağmasına kapı açmaktadır. Ermenilere sürgüne gönderileceklerinin bildirildiği tarih ile sürgüne yollandıkları tarih arasındaki zaman süresinde yaptıkları her türlü taşınır-taşınmaz mal satışı ve devredilmesinin geçersiz sayılması, yapılmış işlemlerin iptal edilmesi son derece önemlidir.”25
Akçam da askeri giderlerin karşılanması, hükümetin çeşitli ihtiyaçlarına harcanması gibi maddeler arasında, Ermeni mülklerinin Türkiye burjuvazisinin doğuşuna yardım ettiği fikrine katılıyor: “Ermenilerden kalan mallar, Müslüman bir burjuva sınıf yaratmak amacıyla, bazen herhangi bir ücret dahi talep edilmeden veya çok düşük peşin ödeme veya düşük taksitlerle Müslüman kişi veya kuruluşlara dağıtılmıştır. (…) 24 Nevzat Onaran, Emvâl-i Metrûke Olayı: Osmanlı’da ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum mallarının Türkleştirilmesi, 2010, Belge Yayınları, s. 230 25 Taner Akçam, ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, 2008, İletişim Yayınları, s. 215
Amaç, sadece Ermenilere ait malların basitçe mevcut Müslüman şirketlere aktarılması değildir. Konuya, Müslümanlar arasında ticari hayatı teşvik ve katılımı gerçekleştirecek sosyal bir proje olarak yaklaşılmaktadır. … Müslüman ahalinin şirket kurmaya teşvik edilmesi, kendilerine bu amaca uygun olarak yardım ve himaye edilmesi gerektiği hatırlatılır.”26
Türklük Sözleşmesi kitabının yazarı Barış Ünlü ise ekonominin millileştirilmesinin, sermaye sahibi sınıfların kimliğinin değiştirilmesinden daha geniş bir çerçeveye oturtulması gerektiğini savunuyor: “Bu kanlı servet transferi, Türkiye’de milli burjuvazinin, yani Müslüman-Türk burjuvazinin oluşumunu anlamak açısından hayati bir öneme sahip. Nitekim bu yönde yapılan çalışmalar giderek artıyor. Fakat sadece ekonomiye baksak bile, bunun etkilerini sadece burjuvaziye bakarak anlayamayız. Ermenilerin ve mübadeleyle gönderilen Rumların 1910’lardaki nüfus oranı eğer korunsaydı, bugün Türkiye’de 20 milyona yakın Ermeni ve Rum olacaktı. Şimdi 20 milyonun birkaç yıl içinde Türkiye’den “kaybolduğunu” ve bunun sonuçlarını tahayyül etsek, 1910’lar ve 1920’lerdeki nüfus mühendisliğinin devasalığını da daha iyi anlarız gibime geliyor. Demek istediğim, ekonominin millileştirilmesini sadece milli burjuvazinin oluşması anlamında değil, üretimi, mülkiyeti, ticareti, bölüşümü ve istihdamıyla ekonominin genel olarak millileştirilmesi olarak düşünmeliyiz bence.”27
Osmanlı toplumunun 1914’teki sermaye yapısında Müslümanların payı yüzde 15, Rum Ortodoksların payı yüzde 50, Ermenilerin payı ise yüzde 20, Yahudilerin payı yüzde 5, yabancı ülke vatandaşlarının payı ise yüzde 10 idi. Türk egemen sınıfı, Rumların ve Ermenilerin imhası yoluyla mülk sahibi olarak sömürü düzeninin başına geçti. İnkârın kökeni Osmanlı’nın ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, hem bir ulus devlet inşası hem de sermaye sınıfının serpilmesi açısından 1915 Olayları’na dayandığı için, bu konuda on yıllar içerisinde muazzam bir inkâr ve sessizlik duvarı inşa edildi. Bu, cumhuriyetin ilk yıllarında, böyle bir şeyin hiç yaşanmadığı; ilerleyen dönemlerde “bizim kimseyi katletmediğimiz”, daha sonra “ihanete uğradığımız için” bir şeyler yaptığımız, en son olarak ise “karşılıklı acıların yaşandığı” şeklindeki kılıflara bürünerek gerçekleştirildi. 26 a.g.e., s. 228 27 Yetvart Danzikyan, “Son 100 yıllık Türkiye tarihi 1915’i hesaba katmadan analiz edilemez”, 23.04.2018, Agos gazetesi, http:// www.agos.com.tr/tr/yazi/20529/son-100-yillik-turkiye-tarihi-1915i-hesaba-katmadan-analiz-edilemez
121
Unutmabeni: 1915’in çığlığını duymak | Oğur Çalışkan
Uluslararası Soykırım Gözlem Örgütü başkanı Gregory H. Stanton, 1996’da “Soykırımın Sekiz Aşaması” isimli bir rapor hazırladı. Buna göre, soykırımların son aşamasını “inkâr” kısmı oluşturuyordu: “Toplu mezarlar saklanır. Tarihi kayıtlar yakılır ya da tarihçilere yasaklanır. Suçu işleyenler, haklarındaki raporları reddeder. Bu inkarcılar sonraları ‘revizyonist’ olarak adlandırılır. Bazıları da ölü sayısını az gösterir, suçu işleyen gruptaki ölümlerin kurban ölümlerinden daha fazla olduğunu ya da ölümlerin iç savaş neticesinde gerçekleştiğini iddia ederek, cinayetlerin soykırımın hukuki tanımına uyup uymadığı konusunda tartışma yaratırlar. İç savaş ve soykırım birbirinden ayrışık değildir. Soykırımların çoğu savaşlar esnasında gerçekleşir. Soykırımın en güçlü panzehiri adalettir.”28
Türkiye devletinin bunların bütününe başvurduğu söylenebilir. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, 1915 ve sonrasında el konulan mülklerle ilgili hak iddia edenlere bilgi veremiyor. Osmanlı tapu kayıtlarının internet ortamına aktarılması gündeme geldiğinde MGK bunun “milli güvenliği zayıflatacağını” yönünde görüş bildirmişti. Türk resmi tarih tezi, soykırım hakkındaki tüm raporları kolayca yalanlanabilir gerekçelerle reddediyor. “Asıl Ermenilerin bizi katlettiğini” iddia ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcılığında “karşılıklı acıların yaşandığı”, yani meselenin çok boyutlu bir iç savaşın üzücü bir parçası olduğu tezi işleniyor. Ve son olarak, “üzücü olaylar” yaşanmış olsa da meselenin hukuki olarak soykırım diye tanımlanamayacağı konusunda ciddi bir diplomasi ve lobi faaliyeti yürütüyor. Hayko Bağdat’ın deyimiyle “kasabanın sırrı” olan soykırım konusunda, yerli ve milli olan tüm siyasi hareketler, bunların radikal sola sızmaya çalışan çeşitli uzantıları dahil kolayca “milli” bir mücadelede birleşebiliyorlar. Yüzleşme mücadelesi ve sol Bu inkâr duvarı o kadar yüksek ki, toplumda en radikal fikirleri savunması gereken sosyalist hareketler dahi meseleye on yıllar boyunca ilgisiz kalmış. Türkiye solunun Stalinizm ve Kemalizmin tuhaf bir birleşiminden beslenen ideolojik altyapısı, farklı farklı başlıklarda milliyetçiliğe karşı güçlü bir savaş açılmasının önündeki en büyük engel. Geçmişte bunu aşmaya en çok yaklaşanlar, 1970’lerde Kemalizm ile kopuşa giden Kaypakkaya’nın siyasi çizgisi, 1980’lerin ilk yarısında 1915 Olayları’nı kongre kararıyla tanıyan Kurtuluş hareketi, sonunda Ermenileri “ulusal demokratik devrim” diye bir şeye çağırsa da katliamlar yaşandığını karara bağlayan Türkiye Komünist Emek Partisi olarak sıralanabilir. Ancak bunların etkisi 28 Jineps, Sekiz aşamada soykırım, çev. Serap Canbek, 2012, https:// www.jinepsgazetesi.com/sekiz-asamada-soykirim-12577.html
122
çok sınırlıydı, sol içerisinde dahi gündemi belirleyemiyordu. Levon Ekmekçiyan 12 Eylül’ün kurbanı olan solcular arasında sayılmıyor, Ermeni devrimciler hâlâ mücadele ettikleri örgütlerde Türkçe lakaplar kullanmak zorunda kalıyorlardı. Bu makûs talihi Hrant Dink’in mücadelesi değiştirdi. Agos’un kurulması, Dink’in kapsayıcı ve etkileyici üslubu, yıllar içinde Ermeni sözcüğünü siyasi tartışmaların içine tekrar taşımayı başardı. Onu hedef hâline getiren ve sonunda öldüren mekanizma, tam da bu özelliğinden nefret ediyordu. Hayatı muazzam bir mücadele olan Hrant Dink’in ölümü de yeni bir sayfa açtı. Onun cenazesinde “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek sokağa çıkan yüz binler, yıllar sürecek olan ırkçılık karşıtı bir seferberlik dalgasını müjdeliyordu. Cenazeden bir yıl sonra “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası imzaya açıldı, 30 bini aşkın kişiye ulaştı. 2010 yılında Taksim’de ilk sessiz anma gerçekleştirildi. 2015 yılında Kamp Armen’in işgaline karşı başlayan eylemler, kazanımla sonuçlandı. Bugün artık TBMM kürsüsünde 1915 Olayları’nın tanınması için önerge veren bir vekilimiz var. Bütün bunların sonucunda, solda egemen olan anlayış da değişti. Artık soykırım anmalarımızı protesto etmeye gelen 30 kişilik HKP grubu veya “AB emperyalizmine karşı” yıllardır mahkemelerde inkâr mücadelesi veren Doğu Perinçek gibileri solun saflarında sayılmıyor. Sosyal şovenizmden ve ulusalcılıktan bir türlü kurtulamayarak 1915’i “karşılıklı acılar” çerçevesinde ele alanlar, yani AKP’nin 2014 ve 2015’te yayımladığı açıklamalardan öteye gidemeyenler, Ermeni sorunu söz konusu olduğunda sol içerisinde hegemonyalarını yitirmiş durumdalar. Meseleyi adlı adınca “soykırım” diyerek ele alan çok sayıda örgüt ve parti bulunuyor. Bütün bunlar son derece olumlu. Ancak asıl işimiz, tüm toplumda yüzleşmenin Türkiyeli herkese iyi geleceğiyle ilgili argümanı kazanmak, Ermenilerin acısını paylaşıp inkârı bitirme konusunda kitlesel bir hareketin inşa edilmesini sağlamak. 2015 yaklaşırken bu konudaki umutlarımız yeşermişti, olmadı. Pes etmek yok, mücadeleye devam.
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu Onur Devrim Üçbaş
2
5 Ocak 2015, Atina. Meydanı dolduran binlerce kişi SYRIZA’nın başkanı Alexis Çipras’ın seçim konuşmasını bekliyor. Seçimlere “Umut geliyor” sloganıyla katılan Radikal Sol Birlik (SYRIZA) partisi, seçimlerden %36,3 oy oranıyla birinci çıkıyor. Kemer sıkma politikalarıyla, maaş kesintileriyle, işten çıkarmalarla geçen sekiz yılın ardından Yunan halkı bu politikalara son vereceğini, başka bir alternatifin ve başka bir Avrupa’nın mümkün olduğunu savunan SYRIZA’yı iktidara getiriyor. Çipras seçim zaferi konuşmasında “kemer sıkma politikalarının kısır döngüsünün sonuna gelindiğini” ilan ediyor.1 SYRIZA’nın iktidarı hem Avrupa’da hem de dünyanın dört bir yanında heyecanla karşılanıyor. 13 Temmuz 2015, Atina. SYRIZA hükümetinin Avrupa Birliği, Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’den oluşan “Troyka”nın dayattığı kurtarma paketini kabul etmesini protesto eden yüzlerce kişi Yunan Parlamentosu’nun önündeki Syntagma (Anayasa) meydanında toplanmış. Bir gösterici SYRIZA bayrağını ateşe veriyor ve daha sonra “Ben SYRIZA’ya oy verdim ve bundan gurur duymak istiyorum, ama bugün gurur duymuyorum” diyor.2 SYRIZA altı aylık bir süre içinde hem Yunan halkının hem de Avrupa’daki işçi sınıfının umudu olmaktan nasıl oldu da kemer sıkma politikalarının tek çıkar yol olduğunu soldan savunan bir parti haline geldi. Yunanistan’da kimileri bunu Çipras’ın hainliği ile kimileri SYRIZA’nın bir egemen sınıf partisine dönüşmesiyle açıkladılar. Dünyanın başka yerlerinde ise SYRIZA’ya yönelik umutlar ne kadar büyük olduysa hayal kırıklığı da o kadar fazla oldu. Onun memorandum siyasetine teslim olmasının ardından İspanya’daki benzer bir partinin, PODEMOS’un bu kararın doğru olduğunu açıklaması bu partinin de anketlerde puan kaybetmesine neden oldu. SYRIZA’nın izlediği yolun neden böyle geliştiğini anlayabilmek için partinin Yunanistan Komünist Partisi’ne (KKE) kadar uzanan köklerini, Yunanistan’daki siyasal değişimi 1
The Guardian, https://www.theguardian.com/world/live/2015/jan/25/greek-election-syriza-confident-of-victory-live-updates
2
“Greek Protester BURNS Syriza flag after Tsipras accepts bailout programme, https://www.youtube. com/watch?v=JxF0jTVPm1A
123
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
ve önce bir koalisyon sonra ise birleşik bir parti olan SYRIZA’nın altında yatan stratejiyi anlamamız gerekir. Bu makalede bu süreç ele alınarak partinin 2008-2015 yılları arasında savunduğu siyasetin temel izlekleri incelenecektir. Onun yaptıklarına ve yapamadıklarına baktıktan sonra ise SYRIZA’nın nasıl tanımlanabileceği üzerinde durulacaktır. Kökler SYRIZA’nın kökleri Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) 1968 yılındaki bölünmesinde yatıyor. 1920 yılında kurulan KKE, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM) ve Yunan Halkının Kurtuluş Ordusu (ELAS) ile yürüttüğü mücadele sonucunda kitleselleşir ve ülkede önemli bir itibar kazanır. Ancak Yunanistan’ın Churchill ve Stalin tarafından yapılan “Yüzdeler Anlaşması” sonucunda Demir Perde’nin batısında, Sovyet etki alanının dışında bırakılması ülkedeki komünistlerin tasfiye edilmesine, KKE’nin yasaklanmasına ve KKE liderliğinin Doğu Avrupa’ya kaçmasına neden olur. Yunanistan’da kalan komünistler 1952’de kurulan Birleşik Demokratik Sol (EDA) içinde yer alır. EDA içinde komünistlerin, sosyalistlerin ve solcuların bulunduğu birleşik bir partidir, solun sosyal demokrat ve komünist şeklinde sert bir şekilde ikiye bölündüğü diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir model teşkil etmektedir. Ancak EDA aslında KKE tarafından kontrol edilmekte, KKE “Merkez Komite İç Büro” üzerinden partiyi yönetirken parti içindeki önemli görevler doğrudan KKE merkez komitesinin iznine bağlı olarak belirlenmektedir. KKE’nin liderliği ve militanları arasındaki bu ayrım giderek Yunanistan’da bulunan militanların başka akımlara daha açık hale gelmesine ve Sovyetler Birliği’ne yönelik daha eleştirel bir tavır almasına yol açar. EDA üyesi aydınlar Sovyetler Birliği’ndeki insan hakları ihlallerini eleştirir. Ancak partideki kopuş Yunanistan’da 1967’de gerçekleşen askeri darbeden bir yıl sonra SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgal etmesiyle gelir. Yunanistan’daki KKE üyelerinin bir bölümü Yunanistan İç Komünist Partisi –burada ülke içinde mücadele etmeleri ve SSCB’nin “etki”sinde olmamaları vurgulanmaktadır– adını alarak KKE’den koparlar. Parti İtalyan, Fransız ve İspanyol partilerinden etkilenerek Avrokomünizmi benimser. Bu akım kısaca Lenin’in devlet teorisinin yanlış olduğunu, komünistlerin devleti yıkmak yerine onun içinde çalışarak onu dönüştürebileceklerini anlatır. Gramsci’nin teorileri üzerinden komünist partilerin önce toplumda hegemonya kurması gerektiğini iddia eden bu akıma göre bu hegemonya işçi sınıfı dışındaki sınıflarla koalisyon kurularak ve bu geniş koalisyonla iktidara gelerek gerçekleştirilebilir. Stalinizm ile sosyal demokrasi arasındaki üçüncü bir yol kurmayı,
124
demokratik ve sosyalist bir birleşik Avrupa yaratmayı hedefleyen bu akım 1970’lerin sonuna gelindiğinde giderek sağcılaşarak güç kaybeder. Yunanistan’da ise avrokomünistler, seçimlerde her zaman KKE’den daha az oy alsalar da 1970’lerde ve 1980’lerde varlıklarını sürdürürler. KKE-İç 1986 yılında bölünürken, Komünist adını ve bu isimle bağlantılı sembolleri bırakan kanat Yunan Solunu (EAR) kurar. 1989’a gelindiğinde Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politikaları KKE ve EAR arasındaki açının bir derece kapanmasını sağlar, PASOK hükümetinin de Koskotas bankacılık skandalı ile sarsılması iki partinin seçimlere birlikte girmesinin önünü açar. İki partinin ittifakı Sol ve İlerleme Koalisyonu (SYNASPİSMOS) adını alır ve bu ittifak seçimlerde oyların %13,1’ini alır. Ancak seçimlerin ardından SYNASPİMOS’un sağcı Yeni Demokrasi partisi ile koalisyon kurması, seçmenlerinin tepkisine neden olur ve aynı yılın Kasım ayında yapılan seçimlerde ittifakın oyu düşer. Doğu Bloku çökerken Almanya’da duvarın yıkıldığı, Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalisti rejimlerin birbiri ardına yıkıldığı o günlerde KKE 13. Kongresi’ni yapar ve partinin yenilenmeci kanadı, Aleka Papariga’nın önderliğindeki Ortodoks kanat tarafından tasfiye edilir. KKE birkaç ay sonra SYNASPİSMOS koalisyonundan da çıkacaktır. Ancak bu hamlenin bir bedeli olacaktır kuşkusuz; parti üyelerini beşte ikisi ve Siyasi Büro üyelerinin yarısı partiden ayrılarak SYNASPİSMOS içinde kalır. İttifak 1992’de kendisini birleşik bir parti olarak yeniden örgütler. SYNASPİSMOS 1990’ların başından 2000’lerin başına kadar kendi içindeki sağ kanadın egemen olduğu, temel amacı PASOK ile koalisyon kurmak olan bir parti olarak kalır. Ne KKE’nin örgütsel gücüne ve sendikal tabanına, ne de PASOK’un etkisine sahip olmayan parti bir yandan Avrupa Topluluğu’na girişi savunurken diğer yandan kurumun demokratikleşmesi gerektiğini vurgular. SYNASPİSMOS içindeki değişim 2000 yılından itibaren başlar. Parti içindeki sol kanat güçlenirken parti solundaki hareketlerle ve partilerle yan yana gelmeyi amaçlar. Bu çerçevede SYNASPİSMOS başka sol örgütlerle birlikte “Diyalog ve Solun Ortak Eylemi için Alan”ı kurar. Bu alan temelinde 2002 yerel ve bölgesel seçimlerinde parti sol örgütlerden ve ekoloji hareketinden gelen 55 aday gösterir. 2000’li yıllar ve SYRIZA’nın kuruluşu Synaspismos’un 30 Mayıs - 1 Haziran 2003 tarihleri arasında yapılan Program Kongresi’nde partinin adı Solun, Hareketlerin ve Ekolojinin Koalisyonu olarak değiştirildi. Bu kongrede Irak savaşı ile iyice görünür hale gelen ABD hegemonyası ve neoliberalizm eleştiriliyor. Kostas Simitis’in önderliğindeki PASOK’un otoriter bir partiye dönüştüğü tespiti yapılıyordu.
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
Partinin sol kanadı bu kongreden güçlenerek çıktı; siyasal perspektifler oyların %80’i, partinin adındaki değişim ise %60’ı ile kabul edildi. Aralık 2013’te partinin 2004 genel seçimlerine bir dizi sol örgüt ve hareketle ittifak yaparak gireceği açıklandı. Seçim ittifakının ismi Radikal Solun Koalisyonu (SYRIZA) olacaktı. SYRIZA, SYNASPİSMOS dışında Yenilenen Komünist Ekolojik Sol (AKOA), Enternasyonalist İşçi Solu (DEA), Eylemde Birlik Hareketi (KEDA), Aktif Yurttaşlar (Manolis Glezos çevresi) ve diğer bağımsız sol gruplar ve eylemcilerden oluşur. SYNASPİSMOS kendisine hedef kitle olarak “gençlikleri” alıyor ve onu kazanmaya çalışıyordu. Partinin bu stratejisinin bir parçası olarak 2006 yerel seçimlerinde partinin Atina Belediye Başkanı adayı 32 yaşındaki Alexis Çipras oldu. Çipras oyların %10,5’ini alarak partinin oylarını önemli oranda arttırdı. Parti 2006 yerel seçimlerinde SYRIZA koalisyonunu temel alan adaylar çıkardı. Partinin üye sayısı bu yıllar boyunca durağan bir seyir izledi. 1990’ların başından 2000’lerin sonuna doğru yavaş bir şekilde azalan partinin üye sayısı özellikle 2009’dan itibaren arttı. Partinin 1992’deki kuruluş kongresinde 22.971, 1994’te 18.063, 1999’da 19.736, 2004’te 16.376, 2009’da ise 16.124 üyesi vardı.3 SYNASPİSMOS’u Yunan solunun iki partisinin daha küçüğü olmaktan çıkarıp, onu önce ana muhalefet sonra da iktidar yapan süreç küresel ekonomik krizle başladı. ABD’deki mortgage krizinin bankacılık sektörü üzerinden Avrupa’ya yayılması en çok Güney Avrupa ülkelerini etkiledi. Yunanistan’ın krizden en çok etkilenen ülke olmasının sebeplerinden biri ülkedeki bütçe açığının ve borçlarının miktarıydı. Üstelik Yunan hükümetinin ilan ettiği rakamlar gerçek değerlerden daha düşüktü. Ülkedeki kayıt dışı ekonominin büyüklüğü devletin vergi gelirlerini düşürüyordu. Yunanistan ekonomisinin en büyük gelir kaynaklarının turizm ve gemicilik olması da krizden etkilenme oranını arttırdı. Yunanistan’ın bütçe açığı artıp ülke piyasalar açısından daha güvensiz hale geldikçe ülke sermayeyi çekmek için faizlerini arttırmak zorunda kaldı bu faiz artırımı da bütçe açığının daha da artmasına neden oldu. Yunan hükümeti bu durumdan çıkmak için Nisan 2010’da Troyka’dan devasa büyüklükte bir kurtarma paketi alacağını açıkladı ve bu borca karşılık olarak kemer sıkma önlemleriyle bütçe açığını kapatacağını duyurdu. Ancak kemer sıkma önlemlerinin ekonomideki genel harcamaları azaltarak ekonomiyi küçültme ihtimali vardı ve olan tam da bu oldu. Bütçe açığı büyük ölçüde daraltılsa da ekonominin küçülmesi ülkenin borcunun ekonomiye oranının büyümesi sonucunu doğurdu. Yunanistan AB üyesi olmasaydı, daha fazla para basarak enflasyonist bir politika sürdürebilirdi. Ancak Avro’nun ne kadar basılacağının kararı Brüksel’de alınıyordu. 3
A. g. e., s. 21.
Sonuç Yunan ekonomisinin 1930 Büyük Buhran’ındaki ABD ile kıyaslanabilecek bir krize girmesi oldu. Ülkenin GSYİH’sı düşerken işsizlik oranları hızla arttı. Ekim 2009’da yapılan seçimlerde oyların %45’ini alan PASOK iktidara geldiğinde, temel sloganı “para var” idi. PASOK yeterli paranın olduğunu bu paranın patronlara değil halka yöneltileceğini savunuyordu. Ancak parti iktidara geldikten kısa süre sonra ülkenin mali durumunun beklediklerinden kötü olduğunu açıkladı ve kemer sıkma politikalarının tek geçer yol olduğunu ilan etti. 2010 yılının Şubat ayında ilan edilen ilk ekonomik pakette çalışanlarının maaşlarının dondurulması, ikramiyelerde %10’luk bir kesintiye gidilmesi vardı. Antikapitalist hareket, krize karşı mücadele ve SYRIZA Yunanistan 2000’li yılların başından beri kitlesel eylemlerin giderek arttığı bir ülkeydi. Yunan solu 2003’de ABD’nin Irak işgaline karşı yürütülen harekete kitlesel olarak katılmış, Cenova ve Prag eylemlerine iştirak etmiş ve 2005 yılında yapılan Avrupa Sosyal Forumu Yunanistan’da gerçekleşmişti. SYNASPİSMOS bu süreçte KKE’den farklı olarak bu hareketlerin içinde olmayı tercih etti. Partinin 2004 yılında yapılan kongresinde başkan seçilen Alekos Alavanos liderliğinde uygulanan strateji PASOK’un olası koalisyon ortağı olmayı değil sosyal hareketlerle ve gençlikle yakınlaşmayı içeriyordu. 1999 yılında kurulan SYNASPİSMOS gençliği bu bağlantıyı sağlamakta önemli bir rol üstlendi. Partinin üyeleri çeşitli hareketlerde çalışırken, partinin hareketleri yönlendirmeye çalışmadığı, aksine bu hareketlerden öğrenmenin asıl amaçları olduğunu vurguladı. Gençlik örgütünün bu deneyimlerinin 2008 Kongresi’nde seçilen Merkezi Siyasi Komite ile parti merkezine aktarılması partinin daha sonraki yıllarda hareketlerle yakın bağ kurmasında önemli bir rol oynadı. 2006-2007 yılları arasında patlak veren öğrenci eylemleri SYRIZA’ya bu stratejisini test edebildiği bir alan sundu. Üniversite öğrencileri sağcı Yeni Demokrasi hükümetinin Yunan anayasasını değiştirerek ülkede özel üniversiteler kurulmasına izin vermesine karşı üniversitelerini işgal ettiler. Hükümetin saldırısı yalnızca özel üniversiteler kurmayı değil, 1980’lerde kazanılan üniversite dokunulmazlığını (polisin üniversitelere girememesini) kaldırmayı, üniversiteleri Bologna Süreci’ne paralel olarak sermayeye açmayı hedefliyordu. Ülke geneline yayılan kitlesel eylemler, işgaller ve grevler hükümetin geri adım atmasına neden olur. Bu süreçte öğrencilere yönelik polis şiddeti, diktatörlük geçmişi olan ülkede polisin yetkilerini yeniden tartışmaya açarken SYRIZA öğrenci hareketin meclisteki temsilcisi olarak öne çıkar.
125
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
Böylesi gergin bir toplumsal atmosferde ülkedeki kitlesel eylemler ve grevler döngüsünü başlatan kıvılcım Atina’nın işgal evleriyle, kolektif yaşam inisiyatifleriyle ve polise karşı düşmanlığı ile bilinen Exarchia mahallesinde 15 yaşında bir gencin, Alexis Grigopoulos’un polis tarafından öldürülmesi olur. Birkaç saat içinde başlayan eylemler önce Atina’ya ardından bütün ülkeye yayılır. Ana akım medya, Atina’nın merkezindeki ve lüks mahallelerindeki yanan binalara, kırılan banka camlarına ve yağma olaylarına odaklanırken –medyanın iddialarının aksine şiddet çoğunlukla kör değildir, büyük oranda bankalar ve hükümet binaları hedef alınmıştır– aslında kitlesel bir hareket kendisini göstermektedir. Ülkenin en ücra köşelerine kadar her yerde lise öğrencilerinin başını çektiği gençler karakolları taşlar, polis şiddetini protesto eder. Protesto edilen sadece polis şiddeti değildir. Sokağa çıkan gençler kendilerini dinlemeyen ana akım partilere ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı çıkmaktadır. Ülkede “700 Avro kuşağı” olarak anılan ve düşük ücretlere, esnek saatlerde güvencesiz koşullarda çalışan işçiler de, polisin sistematik ırkçılığına maruz kalan göçmenler de Aralık ayındaki isyanda kendi tepkilerini gösterme imkânı bulur. Bu isyan öğrenci hareketiyle birlikte bütün bir kuşağı politikleştirerek kemer sıkma karşıtı hareketi canlandırır. Kemer sıkma politikaları karşıtı hareket kendisini büyük oranda sendikaların çağrısını yaptığı genel grevler ve bu grevlerin ardından yapılan yürüyüşlerle ifade eder. 5 Mayıs 2010’da yapılan genel greve ülke genelinde 500.000 kişi katılır. Ama o gün Atina’da yapılan ve 100.000 kişinin katıldığı eylemde çıkan çatışmalarda bir banka şubesinin yakılması ve burada üç çalışanın ölmesi hareketi bir süre felç eder. Sağ güçler bu ölümleri tüm toplumsal muhalefete yıkarak toplumsal hareketi kriminalize etmeye çalışırlar. Ancak hükümetlerin kemer sıkma paketlerini meclise getirdiği günlerde yoğunlaşan genel grevler ve eylemler kitleselleşerek devam eder. Sadece Atina’da yapılan eylemlerin ulaştığı kitlesellik bile önemli bir göstergedir.4 Yunanistan genel grev geleneğinin canlı olduğu, özel sektördeki işçileri örgütleyen GSEE ve kamu sektöründeki işçileri örgütleyen ADEDY’nin Batı Avrupa ülkelerine göre daha çok başvurduğu bir yöntemdi. 1980-2008 yılları arasında Avrupa’da gerçekleşen genel grevlerden 38’i, yani oransal olarak %44’ü Yunanistan’da gerçekleşmişti.5Ancak bu sendikaların üst
126
4
Diani, Maria Kousis “The Duality of Claims and Events: The Greek Campaign Against the Troika’s Memoranda and Austerity, 2010-2012, 2014, Mobilization 19 (4), s. 391
5
John Kelly, Kerstin Hamann “General Strikes in Western Europe, 1980-2008” European Regional Congress of the International Industrial Relations Association, Kopenhag, 2010
yönetimleri özellikle PASOK ile bağlara sahipti ve bu da onların grevden çok bu bağlantıları kullanarak yol almaya çalışmasına neden oluyordu. Sendikaların iki büyük parti ile bağlantıları onların itibarını azaltıyordu. Genel grevleri bu sendikalar ilan etse de eylemlerin örgütlenmesini sağlayan büyük oranda SYRIZA, KKE ve devrimci sol örgütlerin oluşturduğu ANTARSYA’ydı. Grevler ve yürüyüşler ülke genelinde büyük bir yaygınlık gösterdi. Meydanlar hareketi, taban girişimleri ve SYRIZA’nın rolü 2011 yılı tüm dünyada siyasal açıdan önemli bir yıldı. Tunus’ta başlayan Arap Devrimleri tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yayıldı, onlarca yıldır ülkelerini otoriter yöntemlerle yöneten Mübarek gibi liderler kaçmak veya görevden çekilmek zorunda kaldılar. Özellikle Tahrir Meydanı’nın eylemciler tarafından işgal edilmesi ve buradan Mübarek’e yönetimden çekilme çağrısı yapılması tüm dünyadaki eylemciler için ilham verici bir örnek oldu. İspanya’daki Indignados (Öfkeliler) hareketi başta Puerta del Sol olmak üzere şehir meydanlarını 15 Mayıs’ta işgal ettiler. Hareket on gün sonra Yunanistan’a ulaştı ve 25 Mayıs 2011’de Yunanistan’daki Aganaktismenoi (Öfkeliler) veya meydan işgali hareketi olarak anılan hareket başladı. Başta Atina’daki Syntagma olmak üzere kent meydanlarına çağrı yapanlar, siyasi partilerin bu hareketi ele geçirmesine karşı daha ilk andan tetikteydi. Meydan işgallerine parti bayraklarıyla gelinmemesi istendi ve sadece Yunan bayraklarına izin verileceği açıklandı. Meydan hareketine ilk günden itibaren on binlerce kişi katıldı, ilk günkü katılım 50.000’i bulmuştu. Ülke genelindeki işgal eylemlerine katılanların sayısının ise 2,6 milyonu bulduğu tahmin ediliyordu. Hem Yeni Demokrasi hem de PASOK’un seçmenlerinden oluşan Yunan halkı meydanda oy verdikleri partilerin onlara ihanet ettiğini söylüyor, PASOK hükümetine olan tepkilerini gösteriyordu. Meydandaki tepki hükümete ve meclise yönelirken kendisini meydanın iki farklı yerinde ifade eden iki farklı şekilde gösterdi. Meydanın meclise, meclisin önünde nöbet tutan Yunan askerlerine ve Meçhul Asker anıtına yakın olan bölümündeki eylemciler daha milliyetçi bir söylem kullanıyor, küfürlü sloganlar ve el işaretleri ile milletvekillerine tepkilerini gösteriyor, Yunan bayrağını daha çok kullanıyordu. Pers ordusuna karşı savaşan efsanevi 300 Yunan askerine istinaden kendisini 300 Yunanlı olarak adlandıran bir grup Yunanistan’ın borcunun iptal edilmesi için imza topluyordu. Meydanın bu kısmındaki Yunan Anneleri isimli grup ise milliyetçi olmaktan gurur duyduklarını söyleyerek meclisteki partiler kadar göçmenleri de hedef alıyordu. Onlar çok klasik bir yabancı düşmanı söylem olan “Mülteciler
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
Tarih
Maksimum Katılım (Atina)
Adı
Niteliği
24.Şub.10
50.000
GSEE-ADEDY’nin 1. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
11.Mar.10
200.000
GSEE-ADEDY’nin 2. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
05.May.10
250.000
GSEE-ADEDY’nin 3. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
17.Kas.10
60.000
Politeknik Ayaklanmanın Yıldönümü
Yürüyüş ve Eylem
06.Ara.10
30.000
Alexis’in Öldürülmesinin Yıldönümü
Yürüyüş ve Eylem
15.Ara.10
200.000
GSEE-ADEDY’nin 4. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
23.Şub.11
250.000
GSEE-ADEDY’nin 5. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
25.May.11
50.000
Meydanlar Hareketi
Meydan Hareketi ve Eylem
29.May.11
100.000
29 Mayıs Avrupa Devrimi - Yunan Indignados’u Meydan Hareketi ve Eylem
31.May.11
30.000
Meydanlar Hareketi
Meydan Hareketi ve Eylem
02.Haz.11
25.000
Meydanlar Hareketi
Meydan Hareketi ve Eylem
05.Haz.11
400.000
Meydanlar Hareketi
Meydan Hareketi ve Eylem
15.Haz.11
250.000
GSEE-ADEDY’nin 6. 24 saatlik grevi
Meydan Hareketi ve Eylem
28.Haz.11
200.000
GSEE-ADEDY’nin 7. 48 saatlik grevi
Meydan Hareketi ve Eylem
29.Haz.11
300.000
GSEE-ADEDY’nin 7. 48 saatlik grevi
Meydan Hareketi ve Eylem
05.Eki.11
50.000
GSEE-ADEDY’nin 8. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
15.Eki.11
6.000
Küresel İşgal Et Günü
Eylemler ve Festivaller
19.Eki.11
500.000
GSEE-ADEDY’nin 9. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
20.Eki.11
300.000
GSEE-ADEDY’nin 9. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
28.Eki.11
10.000
“Hayır” Bayramı
Yürüyüş ve Eylem
17.Kas.11
20.000
Politeknik Ayaklanmanın Yıldönümü
Yürüyüş ve Eylem
06.Ara.11
10.000
Alexis’in Öldürülmesinin Yıldönümü
Yürüyüş ve Eylem
10.Şub.12
250.000
GSEE-ADEDY’nin 10. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
11.Şub.12
250.000
GSEE-ADEDY’nin 10. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
12.Şub.12
500.000
GSEE-ADEDY’nin 10. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
18.Şub.12
5.000
Yunanlar için Uluslararası Dayanışma Günü
Yürüyüş ve Eylem
26.Eyl.12
200.000
GSEE-ADEDY’nin 11. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
09.Eki.12
80.000
GSEE-ADEDY’nin iş bırakması
İşçi Eylemi
18.Eki.12
50.000
GSEE-ADEDY’nin 12. 24 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
06.Kas.12
100.000
GSEE-ADEDY’nin 13. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
07.Kas.12
100.000
GSEE-ADEDY’nin 13. 48 saatlik grevi
Yürüyüş ve Eylem
14.Kas.12
6.000
GSEE-ADEDY’nin iş bırakması
ETUC’un kemer sıkma karşıtı grevi
17.Kas.12
20.000
Politeknik Ayaklanmanın Yıldönümü
Yürüyüş ve Eylem
yüzünden Yunanların işsiz kaldığı” argümanını kullanıyorlardı. Bu kısımda faşist Altın Şafak partisine oy verenler olsa da, parti meydanda örgütlü bir halde bulunmuyordu, meydana gitmeye yönelik bir girişimi partilerin meydanda olmaması kuralını öne süren eylemciler tarafından püskürtüldü. Meydanın üst kısımdan bir merdivenle ayrılan alt bölümünde ise daha çok sol/sosyalist eylemciler bulunuyordu. Partileri burada da yasaktı, ancak farklı partilerin üyeleri bireyler olarak burada bulunabiliyor ve her akşam yapılan Genel Meclis toplantılarına katılabiliyorlardı. ANTARSYA koalisyonunun üyesi olan örgütlerden sosyalistler, bazı anarşistler, “Aralık 2008’in gençleri” burada bulunuyorlardı. Ayrıca Tahrir’de,
İspanya’da ve daha sonra Gezi Parkı’nda karşımıza çıkacak olan bir işgalin temel işlevlerini sürdüren komiteler ve gruplar da buradaydı; revir, kütüphane, mutfak, meydanda geceleyenlerin kaldığı 40 çadırlık bir alan. Meydanın bu kısmında sanatsal performanslar sergileniyor, Skype üzerinden diğer meydan işgalleriyle bağlantı kuruluyor, film gösterimleri yapılıyor, çeşitli paneller düzenleniyordu. İletişim komitesi günlük açıklamalar yayınlıyor ve işgalcilerin sitesini güncelliyor, internet üzerinden radyo yayını yapıyordu. Diğer ülkelerdeki eylemcilerle ve yabancı basınla iletişim için bir çeviri merkezi kurulmuştu. SYRIZA meydan hareketinin bir parçasıydı. Onun varlığı eylemin “parti karşıtı” ruh haline dışarıdan
127
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
yapılan bir müdahale ile kendi politikalarını dayatması şeklinde olmadı. SYRIZA hareketin organik bir parçasıydı, üyeleri farklı toplumsal hareketlerin içinde zaten aktiflerdi, partiye yakın olan Borcun Yeniden Düzenlenmesi Komitesi’nin alt meydanda bir standı vardı. Ekonomik krizden nasıl çıkılabileceği ile ilgili yapılan tartışmalarda SYRIZA üyesi aydınlar konuşmacıydılar. Partinin harekete böylesi katılımı eylemcilerin bir kesimi tarafından kuşkuyla karşılansa da eylemcilerin büyük kısmı SYRIZA’ya sempati ile baktılar. Bu durumda partinin soldaki en büyük rakibi olan KKE’nin meydan hareketine karşı olan sekter tutumunun da etkisi vardı. Partinin 19. Kongresinde KKE merkez komitesi meydan hareketi hakkında şunları belirtiyordu: “Sözde ‘öfkeliler hareketi’ –eğer onlar tarafından planlanmamışsa– burjuva mekanizmalar tarafından desteklendi, cesaretlendi. Bunu yapmalarındaki amaç işçi aristokrasisini ve küçük burjuvazinin kimi kesimlerini yolundan saptırarak radikalleşmelerini engellemekti. İşçi sınıfının ve işsizlerin bazı kesimleri bu ‘harekete’ çekildiler. Onun saflarında sağ ve sol fırsatçılığın bir koalisyonu gerçekleşti. Gerici sloganlar baskın çıktı; sınıf temelli hareketi hedef alan, küçük burjuva demokrasinin sloganları.6 Eylemcilerin meydana çıkmasının yakıcı nedenleri ekonomik krizden kaynaklansa da, meydandaki taleplerde vurgu demokrasi talebine yapılıyordu. Eylemciler bir yandan meclisteki partilerin yozlaştığını savunuyordu, onlar kendilerine oy verenleri değil güçlüleri, zenginleri temsil ediyorlardı. Diğer yandan ise ülkenin egemenliğine yönelik bir endişe vardı, ekonomik politikaların Troyka tarafından dikte edildiği düşüncesi özellikle üst meydanda Yunanistan’ın bağımsızlığına yönelik bir saldırı olarak algılanıyordu. Eylemciler bu duruma “gerçek” veya “doğrudan” demokrasiyle karşılık veriyorlardı. Bir kısmı antik çağda Atina’daki demokrasiye gönderme yaparak, herkesin kendisini temsil ettiği, siyasi partilerin olmadığı bir demokrasiye özlem duyuyordu. Meydanda her gün yapılan Genel Meclis toplantıları da böylesi bir demokrasinin fiili örneği olarak görüyordu. Demagojinin önüne geçmek için herkese 1,5 dakika konuşma hakkı veriliyor, konuşma sırası Antik Yunan’da olduğu gibi bir kutudan çekilen numara ile belirleniyordu. Meydan hareketine katılım çeşitli zamanlarda artıp azalsa da Pazar günleri ve genel grevlerin olduğu zaman bu katılım büyük oranda artıyordu. Eylemcilerin sayısı özellikle 15 ve 28-29 Haziran günlerinde yapılan genel grevde yüz binlere ulaştı. 28-29 Haziran genel grevi mecliste yeni bir kemer sıkma paketi programı görüşülürken gerçekleştiği için özellikle önemliydi. Eylemciler 6
128
Mihalis Panayiotakis, “The Radical Left in Greece” 2015, Socialism and Democracy, 29:3, s. 36
paketin geçmesini engellemek için tüm güçleriyle sokağa çıkarken Yunan polisi göstericilere şiddetle saldırdı. Paketin meclisten geçmesi meydan hareketine katılımın giderek azalmasına neden oldu. Polisin eylemcileri meydandan çıkardığı 30 Temmuz’a gelindiğinde tüm meydanda 100’den az gösterici kalmıştı. Meydan hareketi bir yandan kemer sıkma politikalarına karşı olan muazzam tepkiyi gösterirken diğer yandan ülkeyi yöneten PASOK hükümetinin ne kadar sınırlı bir toplumsal tabana dayandığını gösteriyordu. Meydan hareketi, kemer sıkma politikalarına karşı olan tepkiyi, sokak eylemliliklerini ilk aşamada yürüten sol partilerin üyelerinden ve sendikalı işçilerden çok daha geniş bir kesime yaymayı başardı. Meydanlar bebek arabasıyla eyleme gelen ailelerden, yaşlılara kadar Yunan halkının daha geniş bir kısmını harekete dâhil etti. Meydanı işgal eden eylemciler meclisin kemer sıkma politikalarını durdurmayı başaramasalar da Papandreu’nun Kasım ayında istifa etmesini sağladılar. 10 Kasım’da sağcı Yeni Demokrasi Partisi, PASOK ve aşırı sağcı LAOS partisini içeren koalisyon kuruldu. Yunan egemen sınıfı kesinti programlarını daha geniş bir temele oturtmaya çalışıyordu. Ancak bu hamle başarılı olmadı. Atina’daki Syntagma ve diğer kent meydanları boşaltıldığında meydan hareketi yok olmadı. Aksine mahallelere dağılarak buralarda varlığını sürdürdü. Hareket aynı zamanda 2008’den beri başlamış olan bir olgunun, kriz koşullarında, onurlarını koruyarak hayatta kalmaya çalışan halkın dayanışma girişimlerinin de artmasını sağladı. Meydan hareketinin demokrasi ve dayanışma deneyimleri pek çok alanda yeni girişimleri filizlendirdi. Ulaşım hakkını savunarak hem toplu taşımaya hem de paralı otoyollara para vermeme hareketi bu girişimlerden bir tanesiydi. “Ödeyemiyorum, ödemiyorum” adını alan bu hareketin eylemcileri otobüslerde bilet bölümünün önünü kapattılar, trenlerde bilet almayı reddettiler veya paralı otoyolların gişelerini sabote ettiler. Eylemcilerin argümanı buradan elde edilen paranın halk için değil, meşru olmayan bir borcun ödenmesi için kullanıldığı, parasız ulaşımın ise bir insan hakkı olduğuydu. Bazı semtlerde sosyal mutfaklar kurularak yemek dağıtıldı, yemek alanların kendilerinin de yemek pişirmesi teşvik edildi. Gönüllü doktorların yönetiminde kurulan sosyal klinikler de devletin vermediği ödenekler yüzünden yaygınlığı ve kalitesi azalan sağlık hizmetleri sağlanmaya çalışıldı. Gönüllü öğretmenlerin verdiği ücretsiz derslerle dershanelere gidemeyen yoksul çocukların eğitim alması sağlandı. Eylemciler çiftçilerden toptan aldıkları sebze ve meyveleri yoksul mahallelerde ucuza satarak iki tarafın da aracılardan
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
kurtulmasını sağladılar, böylece çiftçiler daha yüksek bir fiyattan mallarını satarken, tüketiciler de daha düşük bir fiyattan alabiliyorlardı. Bu alandaki en ilginç girişimlerden biri ise insanların emek zamanlarını birbirilerinin ihtiyacı olan hizmetler için değiş tokuş ettiği zaman bankalarıydı. Yukarıda sayılan girişimlerle de bağlantılı çalışan zaman bankaları sayesinde insanlar sundukları hizmet karşılığında başka bir mal veya hizmete ulaşabiliyorlardı. Yunan toplumunu bir güvenlik ağı gibi saran ve bütün ülkeye yayılan bu girişimler ekonomik krizin yıkıcı etkilerini bir nebze de olsa azalttı. Bütün bu girişimlerde “hayırseverlik değil dayanışma” ilkesi vurgulanıyor, bir tarafın aldığı diğerinin ise verdiği ve sonuçta tahakküm üreten bir model yerine eşitler arası bir ilişki kurulmaya çalışıyordu. Ülke genelindeki bu tür girişimlerin sayısı yüzlerle ifade edilebiliyordu. SYRIZA’nın bu girişimlere katkısı – içinde zaten aktif olan üyelerini saymazsak– onların birbiriyle iletişime geçebileceği ve SYRIZA’nın maddi kaynaklarından yararlanabileceği bir ağ yaratmak oldu. “Herkes için dayanışma” adını alan bu ağa SYRIZA milletvekilleri maaşlarının bir kısmını bağışlıyorlardı. SYRIZA bu hareketlerin ülke genelindeki koordinatörü olma rolüne soyunmadı. Ağın amacı farklı girişimlerin birbirinden öğrenmesini sağlayabilmek, bu girişimlerden yararlanmak isteyenlerle onlara katılmak isteyenleri girişimlere yöneltebilmekti. Mayıs 2015’e gelindiğinde ağdaki girişimlerin sayısı 400’ü bulmuştu.7 SYRIZA’nın yükselişi ve dönüşümü 2011 yılındaki meydan hareketlerinin ardından gelen 2012’deki iki genel seçim, ülkedeki partilerin oy oranlarında kalıcı bir değişiklik olduğunu gösteriyordu. Daha önceki yıllarda toplam oyların büyük bir kısmını alan PASOK ve Yeni Demokrasi’nin oyları azalırken üç parti oylarını arttırdı; SYRIZA, faşist Altın Şafak ve Bağımsız Yunanlar (ANEL). SYRIZA’nın yükselişi bir yandan kemer sıkma önlemlerine karşıtı hareketin düşüşe geçmesiyle diğer yandan da bu hareketin siyasal bir odağa yönelme ihtiyacını hissetmesiyle ilgiliydi. Pek çok eylemci açısından meydanları işgal etmek, grev veya gösteri yapmak bir sonuç vermiyordu. Ülkede bazıları 48 saat süren, onlarca genel greve gidilmiş, kimileri yüz binleri kapsayan eylemler yapılmıştı. Ancak seçimlerde bu hareketi yansıtabilecek bir odağa ihtiyaç vardı. SYRIZA’nın 2000’lerin başından beri sosyal hareketlere ve gençliğe yönelmesi, toplumsal hareketlerle dirsek teması içinde olması onun bu odak haline gelmesini sağladı. 7
h t t p : / / w w w. s t o k o k k i n o . g r / d e t a i l s _ e n . p h p ? i d = 1000000000006818/Solidarity-for-All
Ancak burada toplumsal hareketlerin içindeki eylemcilerin kitlesel olarak partiye katıldığını, onun militanları haline geldiğini, Yunan solunun kendisini bir bütün olarak SYRIZA’da temsil ettiğini söylemek doğru olmaz. Eylemcilerin SYRIZA ile kurduğu ilişki çoğunlukla yalnızca oy vermekten ibaretti. Partinin üyeleri iki katına çıksa da -2012’de yapılan koalisyondan birleşik partiye dönüşme kongresinde yaklaşık 35.000’e çıkmıştı- PASOK veya Yeni Demokrasi’nin krizden önceki yüz binlerce üyesi ile kıyaslanabilecek bir tabanı yoktu. Parti sendikalarda geleneksel olarak zayıftı, partinin oylarındaki artış bu zayıflığı ancak sınırlı oranda etkilemişti. SYRIZA özellikle 2012 yılından itibaren gençliğe, hareketlere, eylemcilere yönelik çağrılarını bir kenara bırakıp doğrudan “halka” seslenmeye başladı. Partinin ikili bir stratejisi vardı, artık protesto oylarına talip değildi, iktidara gelmek istiyordu ve seçmenlere kendisini iktidara getirmesi çağrısı yapıyordu. Parti, bu iktidarı “solun iktidarı” olarak formüle ediyor ve solun birliği temelinde oluşması gerektiğini söylüyordu. Dolayısıyla SYRIZA en azından söyleminde kendi soluyla bir işbirliğine açık olduğunu söylüyordu. Bu çağrı elbette asıl muhatabı olan KKE’den olumlu bir cevap almadı. SYRIZA iktidara hazırlanırken bir yandan da devlete, ordu, yargı ve bürokrasiden oluşan devletin temel iskeletine güvenceler vermekle meşguldü. Daha önce PASOK’ta olan pek çok üst düzey siyasetçi SYRIZA’ya alındı. Koalisyon’dan partiye geçiş sürecinde genel başkanın yetkisi ve parti kurullarından özerkliği arttırıldı. Kısaca SYRIZA iktidara yaklaştıkça radikal söylemlerinden taviz vermeye, daha muğlâk konuşmaya başladı. Parti 2014 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, oyların %26,5’unu alarak ilk kez Yunanistan’da en çok oyu alan parti oldu. SYRIZA 25 Ocak 2015’te yapılan seçimlerde ise oyların %36,3’ünü alarak birinci parti oldu. Parti 300 üyeli mecliste çoğunluğu sağlamayı 1 sandalye ile başaramadığı için sağcı ve kemer sıkma politikaları karşıtı Bağımsız Yunanlar (ANEL) partisi ile koalisyon yaptı. SYRIZA’nın seçilmesi tüm dünyada kemer sıkma politikalarına karşı mücadele eden hareketlerde bir heyecan yarattı. Çipras PODEMOS lideri Pablo Iglesias ile birlikte seçim mitinglerine katılmış, ilk kez kesinti politikalarına karşı bir partinin iktidara gelecek olması Avrupa’daki diğer hareketlere de güç vermişti. Ancak SYRIZA’nın hedefi Troyka’nın dayattığı politikalardan radikal bir kopuş değil, borçlu kurum ve ülkelerle yapılacak görüşmelerle ülkenin borcunun yeniden ele alınmasıydı. Ancak SYRIZA’nın ve onun Maliye Bakanı Varufakis’in çok dar bir manevra alanı vardı. Yunanistan AB içindeki tek zor durumda olan ülke değildi. Pejoratif bir ifadeyle PIIGS diye anılan Portekiz, İtalya, İrlanda Yunanistan ve İspanya ekonomileri
129
Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu | Onur Devrim Üçbaş
benzer risklerle karşı karşıyaydı ve daha önemlisi bu ülkelerde hem neoliberal politikalara hem de Avrupa Birliği’nin antidemokratik yapısına karşı benzer bir isyan mayalanmaktaydı. Dolayısıyla Yunanistan’ın ibret olması gerekiyordu, öyle de oldu. Troyka yetkilerinin SYRIZA karşısındaki tavizsiz tavrının SYRIZA’nın alanını iyice daraltması Çipras’ın elindeki referandum kozunu da masaya yatırmasına neden oldu. 5 Temmuz 2015 referandumunda Yunan halkına Troyka’nın dayattığı şartları kabul edilip edilmediği soruldu, sonuç kimsenin tahmin etmediği oranda bir “Hayır” oyu oldu. Seçmenlerin %61’lik bir oranının hayır oyu vermesi Çipras’ı ve SYRIZA liderliğini de korkutmuş, kemer sıkma politikalarına karşı olan tepkinin SYRIZA’yı da aşması tehlikesi ortaya çıkmıştı. Ancak ne Çipras ne de SYRIZA yönetimi Avrupa’daki finansal kurumları karşısına alabilecek kişilerdi. SYRIZA’nın sol kanadından gelen tüm basınca rağmen Çipras referandumda reddedilen şartları kabul etti ve Troyka ile anlaşma yoluna gitti. Bu durum kemer sıkma hareketinde büyük bir moral bozukluğuna yol açtı. Partinin sol kanadı SYRIZA’dan ayrılırken, yanında gençlik örgütünün tamamını ve sendikal hareketin önemli bir kısmını götürdü. Ancak SYRIZA’nın sol kanadının oluşturduğu Laiki Enotita (Halkın Birliği) Çipras’ın yetkisini yenilemek için girdiği Eylül ayındaki seçimlerde oyların %2,9’unu alarak az farkla meclis dışında kaldı. Kemer sıkma politikalarının kaçınılmaz olduğunu anlatan Çipras ise %35,5 oyla yeniden seçildi. SYRIZA’nın bu yolculuğu ve 2015 yılında Troyka’nın şantajına boyun eğmesi, partinin doğasından kaynaklanıyor. SYRIZA devrimci bir parti değildi. Partinin tabanıyla olan ilişkisi tabanın oy vermesine dayalı, pasif bir ilişkiydi. Parti birimlerinin yerel seçimlerde adaylarını belirleyebilmesi, AB seçimlerindeki adayların parti içinde referandumla belirlenmesi gibi özellikler bu durumu değiştirmiyordu. SYRIZA reformist bir partiydi ve kuruluşundaki Avrokomünist akımın, kurumları içeriden değiştirmek konusundaki boş umudunu koruyordu. Parti Avrupa Birliği’ne de bu şekilde yaklaştı ve Sol Avrupacılık olarak tanımladığı hattına bağlı kaldı. SYRIZA kapitalizmin sınırları içinde reformlar yapmaya çalıştı ama dünya hem ekonomik hem de siyasal olarak böylesi reformların bile “radikal” kaçtığı bir çağdaydı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere İşçi Partisi hükümetinin veya 1980’lerde PASOK’un yaptığına benzer reformlar veya Keynesyen uygulamalar 2008 finansal krizinin ardından mümkün değildi. Dolayısıyla SYRIZA seçimlerden önceki iddialarını yerine getirmekte başarısız oldu. SYRIZA’nın kendi açısından bakıldığında bu derece bir başarısızlıktan bahsetmek mümkün olmayabilir. SYRIZA hiçbir zaman Avro’dan çıkacağını söylememiş, derinlikli bir devrimci stratejisi olmamıştı.
130
Bugün SYRIZA bölgedeki en gerici güçlerle aynı fotoğraf içinde yer almaktan çekinmiyor. Çipras Mısır’da darbe yaparak iktidara yerleşen ve yüzlerce kişiyi katleden Sisi ile de, korsan devlet İsrail ile de anlaşma yapıyor. Kemer sıkma politikaları tüm hızıyla uygulanırken göstericiler polisin şiddetine uğramaya devam ediyor. Yunanistan’daki anketler bir sonraki genel seçimi sağcı Yeni Demokrasi partisinin kazanacağını gösteriyor. SYRIZA’nın tarihsel gelişiminden ders almak, sol reformizmin ne olduğunu ve olmadığını anlamak bu türden yapıların yükselişte olduğu dünyanın her yerinde önem taşıyor. Toplumsal hareketlerin yükseldiğinde ilk büyüyen yapılar olan bu partiler bir yandan egemenlere karşı koyanların öfkesinin bir ifadesi olurken diğer yandan bu öfkeyi dizginleyen ve düzen içi kanallara yönlendiren bir mekanizma işlevi görüyorlar. İşçi sınıfının eyleminin ve örgütlülüğünün bu türden mekanizmaları aşmasını sağlamak için SYRIZA ve benzerlerinin serüvenlerini ve çelişkilerini anlamak büyük önem taşıyor.
Marx okumaları Volkan Akyıldırım
U
luslararası işçi hareketinin büyük teorisyeni ve örgütçüsü Karl Marx’ın fikirlerini kavramanın en iyi yolu kendi eserlerini okumak.
Dünyada neredeyse bütün dillere çevrilmiş ve defalarca baskısı yapılmış Karl Marx’ın yazılarının en önemlileri Türkçe’de yayınlanmış durumda. Nasıl okumalı? Marx kitaplarını ilk kez okuyanlar, bir çok dipnotta açıklanmış isimler, akımlar ve kavramlarla karşılaşır. Marx’ın yöntemi her şeyin devrimci eleştirisiydi, fikirleri yaşadığı dönemin bir ürünüdür. David Riazanov’un yazdığı Karl Marx ve Friedrich Engels’in Hayatları ve Eserlerine Giriş1 adlı kitap, Marx’ın yaşamı, mücadelesi, fikirlerinin hangi ortamda geliştiği gibi her bir kitabın/yazının nasıl ortaya çıktığını da özetliyor. Her bir Marx kitabı/yazısı hakkında genel bilgi, tartıştığı kişiler, akımlar ve tarihi bilgilere buradan bakılabilir. Marx’ın kavramlarına aşinalık içinse Chris Harman’ın yazdığı Marksizme Giriş iyi bir kaynak.2 Marx’ın fikirleri hakkında en kapsamlı makalelerden birisi Rusyalı devrimci Lenin tarafından yazılmıştır.3 Üç yardımcı kaynak, Marx okumalarında kolaylık sağlayacaktır. Felsefe Sanayi Devrimi ve 1789 Fransız burjuva devriminin ertesinde, Avrupa’da devrimler ve ayaklanmaların yaşandığı bir dönemde dünyaya gelen Karl Marx, gençlik döneminde başta Hegel olmak üzere önde gelen düşünürlerin fikirleri üzerinde çalıştı. 1
(1927), Belge Yayınları
2
(1997), Z Yayınları
3
(1914), Marx-Engels-Marksizm derlemesi içinde, Sol Yayınları
131
Marx okumaları | Volkan Akyıldırım
Hegel ve ardılı Feurbach’ın fikirlerinin eleştirisini yapan Marx, kaba materyalizmi de redderek, diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak adlandırılan yöntemi ortaya koydu. Bu, yeni bir filozofun felsefi sistemi değildir. Tarihe, olgulara, olaylara kendi ilişkileri içinde derinlemesine bir bakıştır. Tarihsel maddeciliğin penceresinden bakıldığında tarih “sınıf mücadelelerinin tarihi”, 4 hakim fikirler “hakim sınıfın fikirleri”, 5 sermayenin kendisiyle birlkte yarattığı ve her geçen gün büyüttüğü “zincirlerinden başka kaybedecek” 6 birşeyleri olmayan işçiler birer nesne değil, dünyayı değiştirirken kendilerini de değiştirebilen öznelerdir.7 Tüm bunlar mutlak değil, bir üretim tarzı ile belirlenen bir tarihsel dönemin ilişkileridir ve geçicidir.8 O güne kadar dünyayı yorumlayan filozofların - idealist ve materyalist - eleştirisini yapan Karl Marx’ın amacı dünyayı değiştirmekti.9 Marx’ın diyalektik ve tarihsel materyalizmine giriş için Feurbach Üzerine Tezler,10 Alman İdeolojisi,11 bu kitapların bazı kısımlarıyla Marx’ın felsefi yöntemini açıkladığı makale ve mektupların yer aldığı Felsefe İncelemeleri12 okunabilir. Ekonomi politik Marx’ın diyalektik ve tarihsel materyalizmi kullandığı en önemli alansa ekonomi-politiktir. Diyalektik ve tarihsel maddecilik, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın13 önsözünde karşımıza çıkar: “Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında,
132
toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir... Bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”14
Marx, 26 yaşındayken kalem aldığı 1844 El Yazmaları’nda15 kapitalist toplumda ücretli emeğin yabancılaşmasından bahseder ve sermayenin eleştirisine girişir. Kapitalistin karının kaynağının işçinin ödenmemiş emeği (artı-değer) olduğunu anlatan Marx, kapitalistler arasındaki rekabete dayalı sermaye birikimi etrafında örgütlenmiş bu toplumun vahşi işleyişini ortaya koyar. Buna son verecek tek sınıfsa, Marx’a göre işçi sınıfıdır. Kapitalizmin devrimci eleştirisine giriş için, sırasıyla Ücretli Emek ve Sermaye,16 Ücret Fiyat Kâr,17 Kapital I18 okunmalıdır. Bunların her biri dönemin sosyalist işçi örgütlenmeleri için yazılmış broşürlerdi. Kapitalizmin kendi yapısından kaynaklanan krizlere kaçınılmaz olarak girdiğini söyleyen Karl Marx’ın haklı olduğu 2008 küresel ekonomik kriziyle birlikte tekrar kanıtlandı. Aşağıdan sosyalizm İşçi sınıfının ilk kez diğer sınıflardan bağımsız mücadeleye atıldığı 1848 devrimlerinin ortasında yazılan Komünist Manifesto, 19 dünyada en çok basılan ve okunan bir kaç kitaptan biri. Dönemin devrimci örgütü Komünist Birlik tarafından görevlendirilen
4
Alman İdeolojisi, (1845-46), Sol Yayınları
5
A.g.e.
6
Komünist Manifesto, (1848), İletişim Yayınları
7
Feurbach Üzerine Tezler (1845), Sol Yayınları
8
Alman İdeolojisi
14 A.g.e
9
Feurbach Üzerine Tezler
15 Birikim Yayınları
10 (1845)
16 (1847), Sol Yayınları
11 (1845-46)
17 (1865), Sol Yayınları
12 Sol Yayınları
18 (1867), Sol Yayınları
13 (1859), Sol Yayınları
19 (1848), İletişim Yayınları
Marx okumaları | Volkan Akyıldırım
Marx ve yoldaşı Engels’in imzasıyla yayınlanan bu müthiş broşür, aşağıdan sosyalizmin ilk bildirgesidir. Kapitalizmin merkezileştiği Avrupa’daki sınıf mücadelelerini ele alan Manifesto, Burjuvalar ve Proleterler başlığı altında kapitalizmin çelişkileri ve ona son verecek devrimci sınıfı, Proleterler ve Komünistler başlığı altında işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin talepleri ve mücadelesini, Sosyalist ve Komünist Edebiyat başlığı altında Marx’tan önceki yukarıdan sosyalizm anlayışlarının eleştirisi ve devrimci sosyalizmin farkını, Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partilerine Karşı Konumu başlığındaysa dönemin önemli olaylarına, devrimci mücadelelerine karşı tutum ve taktikleri sunar.
aldığı Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’nde24 devrimin stratejisi, kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş, geçiş sürecinde işçi sınıfının iktidarı üzerine en net açıklamalar bulunmakta. Bir çok başka konu ve tartışmayı da içeren diğer Marx ve tabi ki Engels’in kitaplarıyla okumalara devam edilebilir.
Manifesto, tarihte ilk kez merkezine işçi sınıfının aşağıdan mücadelesini koyan yeni bir sosyalizm anlayışını duyurur: “Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir? Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir. Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur. Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar. Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.”20
Marx’ın aşağıdan sosyalizm görüşünün şekillenmesinde Fransa’daki devrimlerin ve keskin sınıf mücadelesinin dersleri büyük yer tutar. Devrim, darbe, karşı-devrim, bütün bunların içinde sınıfların aldığı farklı tutumlar; burjuvazinin halka sırtını dönerek kendi iktidarını kurmasından Paris Komünü’ne uzanan mücadelelerin derslerini, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri,21 Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i,22 Fransa’da İç Savaş23 kitaplarında anlatılır. Marx’ın bizzat desteklediği, Birinci Dünya Savaşı’nda Marksizmden koparak sosyal demokrasiye dönüşen Alman İşçi Partisine yönelik iki makalenin yer 20 A.g.e 21 (1850), Sol Yayınları 22 (1852), İletişim Yayınları 23 (1871), Sol Yayınları
24 (1875-79), Sol Yayınları
133
Devlet kapitalisti bir ütopya: Yokistan Tasarısı Ozan Ekin Gökşin Yokistan Tasarısı, İlhan Mimaroğlu, Ekim 1997, Pan Yayıncılık
İ
lhan Mimaroğlu, elektronik müziğin öncülerinden, alanında tanınmış bir bestekâr ve prodüktör. Müzik Tarihi ve Elektronik Müzik kitaplarının yanı sıra müzik eleştirileri ve anılarını barındıran birçok kitap yazmış bir isim. Yokistan Tasarısı, konu itibariyle diğer kitaplarından ayrı bir yerde. Zira Mimaroğlu bu küçük kitabı şöyle ifade ediyor: “Elektronik, enstrümantal ve vokal kompozisyonlarım dışında çok sayıda kitap yazdım. Hiçbir şey yapmamış olsam bile, Yokistan Tasarısı isimli broşürümü yazarak varlığımı haklı çıkarmış sayılırım.” Mimaroğlu’na göre Yokistan, ütopya kelimesinin Türkçedeki karşılığı. Yokistan Tasarısı bir ütopya denemesi; daha doğrusu, Mimaroğlu’nun sunduğu ülkenin anayasası. Hayalindeki toplumun işleyişine yönelik, detaylarına girmeden kabaca kurallarını belirlediği bir kitapçık. Bu kitapçığın bir yazıya konu olmasının sebebi ise, Tony Cliff ’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabının yeniden raflara girdiği bu günlerde, adlı adınca devlet kapitalisti bir ütopyadan bahsediyor olması. Mimaroğlu’na bu kitabı yazdıran motivasyon aşikar ki vahşi kapitalizm ve insanlar arasındaki gelir adaletsizliği. O yüzden ilk madde ekonomiye dair: “Ülkenin ekonomik dizgesi (sistem) komünist kapitalizmdir (...) kapitalizmin yalnız ve yalnız kamu yararına çalışan bir dizge olarak işleyebilmesi, temelde değilse de, olagelmiş kapitalizmin bazı özelliklerinde değişiklik yapılmasını gerektirir. Ülkenin tümünü kapsamış olarak işleyen ve kesimlerinin hepsini devletin yönettiği bu kapitalist dizge, bilinen kapitalizm gibi kâr gözetirse de edilen kâr kamu hizmetlerine, emekçi ücretlerine ve kârı artıracak yeni yatırımlara aktarılır.” Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Doğu Bloku’nun çöktüğü, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesini terk ettiği yılların ardından yazılan bu eserde, ekonomik sisteme dair gelecek ilk eleştiri belli olduğu için Mimaroğlu’nun cevabı da hazırdır: “Bir devlet kapitalizminden bahsettiğimiz ortadadır. Bugüne değin devlet kapitalizmlerinin yürümemiş olması, bundan böyle de yürümeyeceğinin tanıtı değildir. (…) kapitalizmdeki şirketlerin birçoğu iyi yönetildikleri için başarı kazanıyorlarsa, buna karşı kötü yönetilenler (…) zarara giriyorsa, (...) az sayıdaki devlet kapitalizminin
134
Devlet kapitalisti bir ütopya: Yokistan Tasarısı | Ozan Ekin Gökşin
başarısızlığa uğraması, başarılı şirketlerin verdiği örneğin görmezlikten gelinmesine yol açmaz.” Velhasıl Mimaroğlu’na göre komünizm, bilhassa kendilerini komünist olarak adlandıran ülkelerde bile hiç var olmamıştır. Komünizmin en önemli koşulu “tek ve eşit ücret” Yokistan’da olacaktır. Yokistan vatandaşlarının sahip olduğu kimlik kartı, aynı zamanda devletin varlığına sahip olan şirketin hissedârı olduğunu belgeler. Maaşlar bu hisselerin ettiği kârdan hissedarın payına düşendir. Komünizmle benzeşen yönler bu doğrultuda devam eder, Yokistan’da çalışanlar vergi vermez, işsizlik yoktur, emeklilik yoktur, mülkiyet ve aile yoktur ve dolayısıyla miras yoktur. Kişinin sahip olduğu kıymetli mallar öldükten sonra devlete kalır. Vatandaşlar sağlık için bir bedel ödemez, ulaşım ise ancak yaygın toplu taşıma araçları ile mümkündür. Özel araç yasaktır fakat yurttaşlar isterlerse bisiklet edinebilirler. Mimaroğlu’nun komünizmle olmasa da reel sosyalizm örneği devlet kapitalisti ülkelerle benzer bakış açısına sahip olduğu bir durum da yönetime dairdir. Demokrasi vardır ama seçimler yoktur: “Seçimlerle gerçekleş[en] (...) bir demokrasiden uzak durulmuştur. Vatandaş sandık başına gidip seçim propagandalarıyla kendilerini abartan, çoğunlukla yeteneksiz kişilere oy vermek gibi yanıltıcı, oyalayıcı, giderek uyuşturucu bir oyundan kurtulmuş olduğunu bilir. Geleneksel kapitalizmdeki şirketlerde, yönetim kurullarının, şirket başkanlarının, şirket çalışanlarının oylarıyla seçilmeleri gibi bir yöntem yoktur. Olsaydı, çoğu şirket, yeteneksizlerin seçimle iş başına gelmeleri sonucu batardı. Önerdiğimiz ülke de bir şirket gibi işletildiğine göre, yöneticiler, çalışanların oylarıyla iş başına getirilmezler”. Vatandaşlar, seçim ve parlamento bulunmadığı için siyasi kampanyalar yerine dilekçeler ile sorunların çözümlerini bekler. Devlet bu konuda yükümlülüğe sahiptir. Mimaroğlu’na göre, yönetilenler aynı anda yönetenler olduğu için ayrıcalıkları yoktur. Herkesle aynı ücreti alırlar, hiyerarşide üst basamaklarda bulunmazlar.
gerekmiştir. Böylece (...) sporun kişiyi hoyratlığa, kabalığa ve saldırganlığa sürükleyen etkisinden de korunulmuştur.” Ya da kumarhaneler hakkında ve pek de etik olmayan yasak: “Ülkedeki kumar salonları turizme bağlı bir başka önemli gelir kaynağıdır. Kumar salonlarında yalnız yabancılar özel kredi kartları kullanarak kumar oynayabilirler. Yurttaşlar kumar oynayamazlar. Kumar salonlarına girmeleri yasak değilse de kumar için kendi yerli kredi kartları kullanılamaz.” Fakat en korkuncu nüfus kontrolü ile ilgili olan kurallardır. Doğum devletin kontrolüne tabidir. Başvuru ile doğum sırasına girilir ve: “İzinsiz doğum yapmak ağır bir suç sayılır. Cezası, doğmuş ya da doğacak çocuğuyla birlikte, kadının yurtdışı edilmesidir.” Şayet çocuk ya da anne için bir sağlık sorunu oluşturmayacaksa doğum yapmak zorunludur, kürtaj yasaklanmıştır. Mimaroğlu’nun eserinin ruhunu belirleyen, vahşi kapitalizme duyduğu öfke ve insanlığa olan inançsızlık. Bu yüzden bulduğu ara formülle, işi bilen bir seçkin grubuyla, geri kalanlara gıda, barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım olanakları sunarak, insanlığa örnek bir modeli gerçekleştirebileceğine inanıyor. Devlet kapitalisti ülkelerin tek ülkede sosyalizm inancı gibi, Yokistan da, Mimaroğlu’nun önsözde belirttiği üzere, kapitalist bir dünyaya komşu olarak yaşam şansı bulabilir. Bir devrimle ya da parlamenter bir yolla olmayacağına göre, “belki birkaç kişi (...) havası suyu iyi bir yerde (...) toprak parçası satın alıp” bir koloni gibi kurulabilir. Fakat bu devletin de yaşam süresi, diğer devlet kapitalisti ülkelerin akıbetinden farklı olmayacaktır. Kapitalizmi iyileştirmek, günümüz kapitalizminin yarattığı problemleri yasaklarla çözmeye çalışmak, siyaseti insan hayatından dışlamak, “ihtiyaçları” karşılanmış fakat tüm sosyal yaşamı katı kurallarla çevrelenmiş bir toplumsal düzen tesis etmek insanlarda ilgi dahi uyandırmayacaktır.
Bu küçük kitapçıkta olabildiğince detaylardan kaçınılırken bazı konularda ancak bir distopyada bulunabilecek yasak ve kuralları ihtiva eder. Mesela, birlikte yaşamak isteyen çiftlerin ayrı ayrı ev bulundurma zorunluluğu: “Birlikte yaşama gözetilerek kiralanan dairelerin hem bir daireden öbürüne geçilmesini sağlayan, hem de ayrı kapıları vardır”. Elbette, kafa dinlemek fakat ayrılmak istemeyen çiftlerin kendi evleri olması iyi bir şeydir. Fakat bunun bir anayasa taslağı ile belirlenmesi epey lüks bir durum. Bir başka kural da spor müsabakalarının yasaklanmasına dair: “Yarışmasız bir ülkede; kaybedeni olmayan ve herkesin eşit olarak kazandığı bir ülkede; yarışmanın, kazanmanın ve kaybetmenin, yenmenin ve yenilmenin kaldırılması
135
Z Yayınları’dan iki yeni kitap Aktivistler için Rehber
MALCOLM X Malcolm X ilham veren bir konuşmacı, aktivist ve devrimciydi. 1925 yılında ABD’de yoksulluk içinde doğmuş ve gençlik yılları ırkçı şiddetle şekillenmişti. Dört yaşındayken evi kundaklanmış, altı yaşındayken babası ölü bulunmuş, muhtemelen Ku Klux Klan tarafından katledilmişti. Malcolm X, 1965’teki suikastine kadar siyah hareketinin en ikonik figürüydü.
ANTHONY HAMILTON
“Şimdi Malcolm X’in argümanlarını ve militanlığını bir adım ileri taşımaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Malcolm X’in kendi yolculuğunun gösterdiği gibi, sistemin kendisine meydan okumaya ihtiyacımız var.”
Gerçek Marksist gelenek Marx “ben marksist değilim” demişti. 1870’lerde diyalektik bir şaka olan bu sözler günümüzde karmaşık bir politik soruna dönüştü. Bugün sayısız marksizm anlayışları mevcut: Üçüncü Dünyacılık, sosyal demokrasi, stalinizm, ulusal kurtuluş hareketleri vb. Bunların hepsi marksist olduklarını iddia etmekteler. Bu küçük kitapçık, bu yumağı çözebilmek ve “gerçek marksist gelenek nedir?” sorusuna cevap verebilmek için bir dizi kriteri oluşturmaya çalışmakta.
John Molyneux
YAYINLARI
Kİ T
Ç IL ARD
A
AP
Rusya’nın Kızıl Yılı 1917, bu yıl boyunca yaşanan iki devrimin hikâyesini aşağıdan yukarı doğru bir bakışla, halkın arasından devrime katılan iki kişinin gözünden anlatmayı amaçlıyor. Natalya bir fabrika işçisi, Peter ise bir askerdir. Onlarla birlikte, işçilerin devrimci Petrograd’da kendi hayatlarının denetimini ele geçirmeye başlamasını ve sonunda büyük Ekim Devrimi’yle taçlanan olayları izleriz.
YAYINLARI
Kapak gรถrseli: Rewhat, Nisan 2018.