Enternasyonal Sosyalizm 1 - Ekim 2017

Page 1

Ekim 2017 Sayı 1

100. yılında

Ekim Devrimi Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı | Meltem Oral Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı | Volkan Akyıldırım Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş Kemalizm ve sosyalizm | Roni Margulies Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin Ve Tarih Devam Ediyor | Nurdan Düvenci Ekim Devrimi: Ezilenlerin şenliği | Ozan Ekin Gökşin



“Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir”

“Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir”

T

am 20 sene önce, Eylül 1997’de, elinizdeki derginin başka bir formatta yayınlanan ilk sayısı çıkmıştı. 20 sene sonra yeniden karşınızdayız. İlk çıkan sayımızda da kapak konusu, Ekim Devrimi’nin 80. yılıydı. Elinizde tuttuğunuz sayının da kapak konusu Ekim Devrimi, devrimin 100. yılı. Bizim gibi aşağıdan sosyalizm geleneğini savunanlar açısından Ekim Devrimi özel bir öneme sahip. Bugün de sahici ve sert bir meydan okumayı bekleyen kapitalizmin gerçekten ürktüğü, geri çekildiği ve ardından yenmek için küresel bir konsensusla saldırıya geçtiği bir kitlesel ayaklanma anıydı Ekim 1917. İşçi sınıfının kolektif eylem gücünün, girişkenliğinin ve yaratıcılığının zirve noktasıydı. Ekim Devrimi tecrit edildiği, Bolşevikler dünya devriminin yardımını beklerken bu devrim imdada yetişemediği için yenildi fakat Almanya’da faşist hareketin nüveleri denilebilecek güçler tarafından katledilen Rosa Luxemburg’un dediği gibi, dünyanın tüm ezilenlerine ilham veren Ekim Devrimi’yle birlikte, “gelecek her yerde Bolşevizmin!” Bolşevizmin çünkü Bolşevizm, kapitalist devlet aygıtının baldırı çıplaklar tarafından yıkılabileceğini, “ayakların baş olabileceğini” gösterdi. Bu ilk sayımızda hem Ekim Devrimi hem de kapitalizmin küresel tahribatlarıyla ilgili yazılarla geniş bir bakış açısı sunmayı hedefliyoruz. Yazıların içinde öne çıkan eğilim, bizim Ekim Devrimi’nde de net bir ifadesini gördüğümüz bir sosyalizm anlayışı. Karl Marx ve Friedrich Engels’in muazzam bir çabayla ilk adımlarını attıkları aşağıdan sosyalizm geleneğinin ayırdedici yanı, sosyalizmin işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olacağını savunmasıdır. Türkiye’de de dünyada da hadiselerin analizinde teorinin merkezine işçi sınıfının kendi hareketini koyan marksist yaklaşım açık ara en kapsamlı teorik gelenek olmayı sürdürüyor. Enternasyonal Sosyalizm, aynı zamanda marksizmi çarpıtan, karalayan ve görmezden gelen geleneklere karşı marksizmin savunusu yapmayı öncelikli hedefi olarak belirliyor. Yazılar, konularını bu temel yaklaşımın açtığı pencereden bakarak ele alıyor.

1


“Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir”

Faruk Sevim “Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi” başlıklı yazısında işçi sınıfının nesnel durumunu, örgütlenme düzeyini ve işçi mücadelesinin önündeki barikatları ve hedefleri ele alıyor. Meltem Oral, “Kriz zamanlarında muhalif dip akıntısı: Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı” başlıklı yazısında kadın sorununu çok çeşitli düzeyleriyle, küresel neoliberal saldırıların ve Türkiye’de cinsiyetçi baskıların kadınlar üzerinde yarattığı yıkımı ele alıyor. Yazı aynı zamanda Türkiye’de yasalar düzeyinde yaşanan değişimlerin kapitalizmin ihtiyaçları ve hükümetin kadınlara bakış açısını gösterdiğini bir dizi örnekle ele alıyor. Sinan Özbek, “Engels’in ‘Tarihsiz Halklar’ Kavramı Üzerine” başlıklı yazısında, ulusal sorunların kökenine ve marksist teorinin yaklaşımından daha farklı kavramsal bir çerçeve sunan Engels’in yanılgısına mercek tutuyor. Yazı, ulusal soruna bütünlüklü bir yaklaşımın yönüne de değiniyor. Volkan Akyıldırım, “Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor?” başlıklı yazısında Kürdistan ve Katalonya bağımsızlık referandumlarından yola çıkarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini de yeniden alarak güncel bir tartışma yapıyor. Enternasyonal Sosyalizm için “Uzun durgunluğun ekonomi politiği” başlıklı yazısını kaleme alan İngiltere’de siyasi faaliyet sürdüren Joseph Choonara, 2008 krizinden bugüne kadar küresel kapitalizmin kriz dinamiklerini Karl Marx’ın kavramlarını ele alarak inceliyor. Kriz kavramı üzerine güçlü teorik tezler geliştiren Choonara, krizler ve sosyal hareketler arasındaki diyalektik ilişkiyi de ele alıyor. Onur Devrim Üçbaş, “100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara” başlıklı yazısında Ekim Devrimi’ne yol açan siyasi, toplumsal ve ekonomik süreçleri ayrıntılı bir şelilde ele almakla kalmıyor, Ekim’in neden güncel bir öneme sahip olduğunu özellikle Arap Baharı’nı değerlendirerek tartışıyor. Can Irmak Özinanır ise, “Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji” başlıklı yazısında bir yandan büyük bir devrimciye saygı duruşunda bulunurken, aynı zamanda Gramsci’nin fikirlerinin gelişimini, özellikle Ekim Devrimi ve Lenin’in Gramsci üzerindeki etkilerini hegemonya kavramı etrafında tartışıyor. Yazı hem neredeyse biyografik bir içeriğe sahip hem de Gramsci hakkındaki önyargıları keskin bir şekilde eleştiriyor. Yıldız Önen ve Şenol Karakaş, “Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir?” başlıklı yazıyla Ekim Devrimi’nden yola çıkarak parti örgütlenmesi hakkında devam eden tartışmalara değiniyor.

2

“Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı” başlıklı yazıda Roni Margulies kemalizm ve milliyetçilik ilişkisini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisinden sol bir bakış açısı çıkmayacağını tartışıyor. Özdeş Özbay ise, “Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı?” başlığında marksist değişen işçi sınıfı teorisini ele alıyor ve işçi sınıfının değişimini kavramak açısından bir bakış açısı sunarken bir yandan da işçi sınıfının yok olduğunu iddia eden görüşlerle kapsamlı bir tartışma sürdürüyor. Ozan Tekin, “Arap devrimlerini anlamak” konulu yazısında Arap ezilenlerini 2011 yılında harekete geçiren ekonomik ve toplumsal değişimleri, bu değişimlerin siyasi yansımalarını ele alıyor ve devrimlerin geri çekilmesi ve iç savaşlar ve darbeyle devam eden gelişmelerin Arap halklarının devrimci inisiyatifini görmezden gelmeye neden olmaması gerektiğini tartışıyor. Arap devrimlerini küçümseyen yaklaşım yazının eleştirdiği başlıklardan birisi. Kitap tanıtımlarında ise Nurdan Düvenci, “Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi” başlığında Elsa Morante’nin Ve Tarih Devam Ediyor romanını değerlendiriyor. İtalya’nın Nazi Almanyası’nın denetimi altına girdiği günlerden itibaren Roma’nın bir kasabasında öğretmenlik yapan bir kadının gözünden İtalya’da faşizmin yükselişini ve iktidara gelişini anlatan roman bir döneme ayna tutuyor. Ozan Ekin Gökşin ise “Halkların Hapishanesinden Ezilenlerin Şenliğine” başlıklı yazısında Z Yayınları’nın uzun bir aradan sonra çıkarttığı ilk kitabı tanıtıyor. Kitap bir çizgi roman. 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı çizgi romanı Şubat-Ekim 1917 dönemini ele alan çok başarılı bir çalışma. Dergi 6 ayda bir yayınlanacak. Enternasyonal Sosyalizm’in ikinci sayısında buluşmak üzere. Enternasyonal Sosyalizm


İçindekiler Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi Faruk Sevim

4

Kriz zamanlarında muhalif dip akıntısı: Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı Meltem Oral

12

Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine Sinan Özbek

24

Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? Volkan Akyıldırım

30

Uzun durgunluğun ekonomi politiği Joseph Choonara

37

Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji Can Irmak Özinanır

50

100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara Onur Devrim Üçbaş

65

Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? Yıldız Önen, Şenol Karakaş

83

Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı Roni Margulies

95

Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? Özdeş Özbay

100

Arap devrimlerini anlamak Ozan Tekin

112

Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi Nurdan Düvenci

122

Halkların Hapishanesinden Ezilenlerin Şenliğine Ozan Ekin Gökşin

126

Enternasyonal Sosyalizm | EKİM 2017 | ISSN: 1301-0204 Sahibi: Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti adına Ozan Tekin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Meltem Oral Editörler: Canan Şahin, Gül Dönmez, Faruk Sevim, Şenol Karakaş Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No:230, Topkapı/ İstanbul Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yılda iki kez yayınlanır

3


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi Faruk Sevim

K

apitalizmin küresel ekonomik krizi derinleştikçe sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarının şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Dünya çapında işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına saldırılmakta, işsizlik, yoksulluk giderek büyümektedir. 2008 yılında kapitalizmin küresel krizi patlak verdiğinde milyonlarca işçi işten atıldı, açlık ve yoksullukla baş başa kaldı. Krizin etkilediği ülkelerden biri de Türkiye idi. Her ne kadar o günlerde başbakan olan Erdoğan “bu kriz bizi teğet geçecek” dese de krizin faturası işçi sınıfına ödetildi. 2008 krizinde yüz binlerce işçi işten çıkarıldı, ücretler düştü, taşeron işçilik daha da yaygınlaştırıldı, hayat pahalılığı arttı. 2008 krizi sonrası Türkiye ekonomisi yeniden büyümeye başladı, inşaatlar yükseldi, sermaye kârını ikiye üçe katladı. Ancak işçi sınıfının yaşamında ekonomik büyümenin yansıması farklı şekilde cereyan etti. İş kazaları, taşeronluk, kuralsız çalışma arttı, Soma ve Ermenek gibi işçi katliamları yaşandı. İşçi sınıfı açısından tablo bu kadar vahim iken, AKP Türkiye ekonomisinin büyümesinden dem vuruyor, kitlelere de bununla övünülmesi gerektiğinin propagandasını yapıyordu. Erdoğan’ın izlediği kamplaştırma, kutuplaştırma politikası işçi sınıfını öyle bir hale getirdi ki bütün bu sınıfsal çelişkiler görülemez oldu. Yandaş sendikalar büyütüldü. Ekonomideki kötü gidişat 16 Nisan referandumu öncesinde kendini işsizliğin artışıyla gösterdi. İşsizlik oranları yeniden 2008 yılı seviyesine ulaştı. Enflasyon çift hanelere kadar yükseldi. İşçi sınıfının en büyük sorunlarından biri olan taşeronluk sistemi yaygınlaştı, istihdam büroları devreye sokuldu, sendikalar grev yapamaz hale geldi, grevler yasaklandı, iş kazaları, iş cinayetleri hız kesmeden devam etti. Olağanüstü şartlar altında yapılan referandumun en önemli sonuçlarından birisi, sanayi ve ticaretin yoğun olduğu işçi-emekçi kentlerinde “hayır” oylarının yüksek çıkmasıdır. Tüm devlet imkanlarını ve medyayı elinde tutan AKP, işçi sınıfının referandumda evet demesini sağlayamamıştır. AKP hükümeti işçi sınıfının eylemlerine, grevlere bundan sonra da müdahale edecektir. 2015-2017 arasında gerçekleşen grev ve direnişlerin yasaklanması (ki son

4


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

örneği yasaklanan cam grevidir) bunun en büyük göstergesidir. Bu saldırılarla başa çıkmanın temel yöntemi örgütlü davranmaktır, kitlesel mücadeledir. İşçi sendikalarının durumu Bugün Türkiye’de toplam 32 milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, 22 milyon işçi, 5 milyon köylü, 4 milyon da kendi işini yapan emekçi var. Yani Türkiye’de bir milyon patrona karşılık, 31 milyon işçi, köylü, emekçi var. Sendikalaşma istatistiklerinin gösterdiği en çarpıcı gerçek, işçi sendikacılığının 2013’ten bu yana nicel olarak büyüdüğüdür. 2013’te bir milyon olan sendikalı işçi sayısı yüzde 62 artışla, 2017 Temmuz ayında 1 Milyon 624 bine ulaştı. Üç yılda 600 bine yakın işçi sendikalara üye oldu. İŞÇİ SENDİKALARININ YILLARA GÖRE ÜYE SAYILARI - TEMMUZ 2017 2013

2014

2015

2016

2017

% Değişim 2013-2017

Türk-iş

726.350

788.388

842.322

882.486

907.328

25

Hak-iş

176.696

251.232

388.078

447.930

544.566

208

DİSK

103.156

112.393

143.251

141.940

145.988

42

Diğer

25.964

37.468

55.405

27.504

25.756

-1

Toplam

1.032.166

1.189.481

1.429.056

1.499.860

1.623.638

Kaynak: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Temmuz 2017 İstatistikleri

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Temmuz 2017 istatistiklerinde sigortalı işçi sayısı ise yaklaşık 13,5 milyon olarak bildirilmektedir. Buna göre sigortalı işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 12’dir. Ancak Çalışma Bakanlığı hesaplama yaparken kayıt dışı işçi sayısını işin içine katmadığından rakam böyle çıkmaktadır. Oysa ILO tarafından benimsenen sendikalaşma hesaplama yöntemlerinde kayıtlı-kayıtsız işçi ayrımı söz konusu değil. TÜİK verilerine göre, kamu görevlileri hariç, ücretle çalışanların (kayıtsızlar dahil) sayısı 15 milyon 341 bindir. Bu sayı esas alındığında sendikalaşma oranı yüzde 10’a düşmektedir. Toplu iş sözleşmesi kapsamı oranları açısından durum daha da vahimdir. İşçilerin sadece 1 milyonu, yani yüzde 6,5’i toplu iş sözleşmesi kapsamındadır. Özel sektörde ise toplu iş sözleşmesi yapabilen işçi oranı yüzde 4,3 civarındadır. Diğer bir ifadeyle toplu iş sözleşmesi yoluyla fiilen sendikal haklarını kullanabilen işçilerin oranı genel olarak yüzde 6,5, özel sektörde yüzde 4,3’tür.

Grafik 1: Sendikalaşma Oranları (Ocak 2017) Kaynak:DİSK

Sigortalı işçileri esas alan –kayıt dışı işçileri dışarıda bırakan- resmi sendikalaşma oranlarına bakıldığında ise 2013’te yüzde 9 olan resmi sendikalaşma oranının bugün yüzde 12’ye ulaştığı görülüyor. Hem sayısal hem de oransal açıdan işçi sendikacılığında bir büyüme söz konusu. 2013 Ocak ayından bu yana sigortalı işçi sayısı yüzde 28 artarken sendikalı işçi sayısı yüzde 62 arttı. Sendikalı işçi sayısı 1,6 milyona yükselirken, bu işçilerin 600 bini toplu sözleşme kapsamında değil. Diğer bir ifadeyle 600 bin işçi, sendika üyesi olduğu halde toplu iş sözleşmesi yapamıyor. 600 bin işçi sendikalara üye oldu

5


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

ama üye oldukları sendikalar, bu işçiler için toplu iş sözleşmesi yaparak onlara bir fayda sağlayamadı, çünkü pek çok işyerinde yetki konusunda sendikaların önüne iş yasası bahane edilerek duvarlar konuldu, engeller çıkarıldı. 2013-2017 arasında, Türk-İş’in 726 bin olan üye sayısı 907 bine, Hak-İş 177 bin olan üye sayısı 545 bine, DİSK’in 103 bin olan üye sayısı 146 bine yükseldi. Hak-İş üç yılda yüzde 208 büyürken, yılların konfederasyonu Türk-İş ise sadece yüzde 25 büyüyebildi. DİSK’in üye artışı ise yüzde 42 oldu. Türk-İş’in sendikalı işçiler içindeki temsil gücü 2013’ten bu yana yüzde 71’den yüzde 56’ya gerilerken, Hak-İş’in temsil gücü yüzde 17’den yüzde 34’e yükseldi. DİSK’in ise yüzde 10’dan 9’a geriledi. Hak-İş özellikle Türk-İş’in egemenliğini ciddi bir şekilde sarsarak büyüyor. Türk-İş ve Hak-İş arasındaki makas ciddi biçimde daralıyor. Memur-Sen’den sonra bir “Hak-İş mucizesi” yaşanıyor. Memur-Sen’e 2002’den bu yana kamu görevlileri arasında örgütlenirken sağlanan kolaylıklardan, koruma ve kollamadan şimdi Hak-İş de bolca yararlanıyor. Diğer bir ifadeyle Hak-İş, işçi konfederasyonları arasında “en çok müsaadeye mazhar” konfederasyon haline geldi. Hak-İş üyesi Hizmet-İş Sendikasının 2013’teki üye sayısı 51 bin idi. Hizmet-İş şu an 207 bin üye ile Türk Metal’i de geçerek en büyük işçi sendikası oldu. Hak-İş’in esas olarak belediyeler, kamu taşeron şirketleri ve kamu finans kurumlarında büyüdüğü gözleniyor. Bütün bunlar tesadüf olabilir mi? Elbette değil! Yetki alma ve toplu iş sözleşmesi konusunda kamu taşeron şirketlerde çalışan işçiler için 2015’te getirilen değişiklikler kamu taşeron işçilerin sendikalaşmasında patlama yarattı. Bu işçiler büyük ölçüde Hak-İş’e yönlendirildi. Memur sendikacılığında son durum 2017 yılı kamu çalışanları (memur) sendikaları istatistikleri 5 Temmuz 2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Sendikalı memur sayısı 2016 yılına göre 73 bin azalarak 1 milyon 757 binden 1 milyon 684 bine düştü. 2005 yılından bugüne her yıl artış gösteren sendikalı memur sayısı ilk kez düşüş yaşıyor. Bunda KHK ile memurluktan atılan 100 binden fazla kişinin etkisi var. 2016’da yüzde 72 olan memur sendikalaşma oranı yüzde 69’a geriledi. Sendika üyeliklerindeki düşüşte en büyük pay KESK’in. 2016 yılında 221 bin olan KESK’in toplam üye sayısı 54 bin kişilik azalışla 167 bine geriledi. Türkiye Kamu-Sen’in üye sayısı ise 24 bin kişilik azalışla 420 binden 396 bine geriledi. Birleşik Kamu-İş 64 bin olan üye sayısını korurken, üye sayısı artan tek konfederasyon beklendiği gibi Memur-Sen oldu. Memur-Sen’in üye sayısı 41 bin artarak 956 binden 997 bine yükseldi. 2016 istatistiklerinde 22 bin üyesi olan Cihan-Sen ise 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında KHK ile kapatıldığı için 2017 istatistiğinde yer almadı. MEMUR SENDİKALARININ YILLARA GÖRE ÜYE SAYILARI (BİN)- TEMMUZ 2017 KESK

Kamu - sen

Memur sen

YILLAR

üye

Temsil %

üye

Temsil %

üye

Temsil %

Sendikalı Memur

Toplam Memur(*)

Sendikalaşma Oranı %

2002

262

19

329

24

42

3

650

1357

48

2003

295

23

385

30

98

8

788

1272

62

2004

297

19

343

22

138

9

787

1565

50

2005

264

17

316

20

159

10

747

1584

47

2006

234

15

327

21

203

13

779

1568

50

2007

232

14

350

22

250

15

855

1617

53

2008

223

13

358

21

315

19

930

1691

55

2009

224

13

376

21

376

21

1017

1784

57

2010

219

12

379

21

392

22

1023

1768

58

2011

232

12

394

21

515

27

1195

1874

64

2012

240

12

419

21

650

32

1375

2018

68

2013

237

11

445

21

708

33

1468

2135

69

2014

240

11

448

20

763

34

1589

2271

70

2015

236

10

446

19

837

36

1679

2354

71

2016

221

9

420

17

956

39

1757

2452

72

2017

167

7

395

16

997

41

1684

2431

69

(*) Sendikaya üye olma hakkı olan memur sayısı

6


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

SENDİKA ÜYESİ OLABİLEN MEMURLARIN İŞKOLLARINA GÖRE DAĞILIMI - 2017 TEMMUZ 2002

2004

2006

2008

2010

2012

2014

2016

2017

Büro, Bankacılık ve Sigortacılık

130.456

144.382

161.593

170.257

175.161

201.201

252.868

289.578

271.682

Eğitim, Öğretim ve Bilim

653.962

735.745

775.025

813.657

854.021

951.360

1.068.772

1.173.378

1.158.576

Sağlık ve Sosyal

240.365

320.110

329.833

342.677

346.518

430.682

473.131

508.269

524.478

Yerel Yönetim

30.787

77.577

74.434

73.779

91.555

111.495

120.257

125.911

124.871

Basın Yayın ve İletişim

58.812

55.295

37.023

36.518

37.391

36.411

35.112

35.259

34.133

Kültür ve Sanat

8.765

12.034

13.331

14.183

16.976

14.772

16.996

17.501

16.913

Bayındırlık, İnşaat ve Köy

34.334

29.557

26.789

29.969

32.328

34.219

44.201

42.925

41.994

Ulaştırma

25.937

24.466

24.979

24.043

25.743

28.850

27.134

28.327

28.069

Tarım ve Ormancılık

52.044

49.536

49.133

48.793

52.162

63.597

72.863

72.444

72.518

Enerji Sanayi ve Madencilik

48.473

44.998

42.192

44.628

39.319

39.005

36.797

39.173

38.885

Diyanet ve Vakıf

73.391

71.077

83.078

92.795

96.563

106.386

122.427

119.484

119.109

SENDİKA ÜYESİ OLABİLECEK TOPLAM KAMU GÖREVLİSİ SAYISI

1.357.326

1.564.777

1.617.410

1.691.299

1.767.737

2.017.978

2.270.558

2.452.249

2.431.228

Kaynak: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Temmuz 2017 İstatistikleri

Memur konfederasyonlarının uzun dönemli üye sayılarına bakıldığında çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor. 2002’den bu yana yayımlanan memur sendikaları istatistiklerine göre, Memur-Sen üye sayısını 42 binden 997 bine yükseltti. Bu yüzde 2274’lük bir artış anlamına geliyor. 2002’de memurların sadece yüzde 3’ünü temsil eden Memur-Sen, 2017 istatistiğine göre memurların yüzde 41’ini temsil ediyor. Memur-Sen AKP’li yıllarda 955 bin yeni üye kaydetti. Yüzde 2274’lük üye artışının bir sendikal “mucize” olduğu tartışma götürmez. Bu artışın nedenleri üzerinde iyi düşünülmesi gerekiyor. Bu artışın bir bölümünü dönem boyunca kamuya yeni giren 1 milyondan fazla memur oluşturabilir. Kamuda hem personel alımında, hem de aday memurluk döneminde Memur-Sen’e üye olma yönündeki baskılar, üye artışında önemli bir faktördür. Asıl etken ise, 2002 yılına kadar silik bir konfederasyon olan Memur-Sen’in AKP döneminde iktidar partisi ile yakın ilişkileri ve aldığı siyasal destekle büyümesidir. Diğer bir ifadeyle “yandaş” sendikacılık veya vesayet sendikacılığı mucizenin asıl sebebidir. Ülkelerin en çok üyeye sahip konfederasyonlarca temsil edildiği Dünya Çalışma Örgütü-ILO’da Türkiye’yi şimdiye kadar Türk-İş temsil etmekteydi. Temmuz 2017 itibarı ile en çok üyeye sahip konfederasyon Memur-Sen olduğu için bundan böyle ILO’da Türkiye’yi Memur-Sen temsil edecek. Ama aynı Memur-Sen, bağımsız olmadığı gerekçesi ile Dünya Sendikalar Federasyonu ve Avrupa Sendikalar Federasyonuna üye yapılmıyor, üyelik başvuruları reddediliyor. KESK, gerek mutlak gerekse oransal açıdan tarihindeki en büyük erozyonla karşı karşıya. 2003-2004 yıllarında üye sayısı 300 bine yaklaşan KESK, tepe noktasına (2004) göre 130 bin üye kaybederek, 297 binden 167 bine geriledi. KESK’in memurları temsil oranı 2002 yılında yüzde 19 iken 2017 yılında yüzde 7’ye geriledi. 20052006 yıllarında keskin bir düşüşle 297 binden önce 267 bine, sonra da 234 bine gerileyen KESK, 2006’dan bu

7


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

yana 220-240 bin bandında dalgalı bir seyir izledi. 2017’de ise 2005-2006 yıllarına benzer sert bir düşüş yaşandı. Başta Eğitim-Sen olmak üzere KESK’in lokomotif sendikalarında benzer bir eğilimin yaşandığı görülüyor. Türkiye’de kamu görevlileri sendikacılığının öncüsü olan, 1990’lı yıllarda fiili ve meşru bir sendikacılık hattıyla kamu çalışanları sendikacılığında belirleyici bir etkiye sahip olan KESK’te yaşanan erozyonun bütün boyutlarıyla tartışılması gerekiyor. 2000’lerin başlarında hem nicel hem de nitel olarak çok güçlü bir konfederasyon olan KESK’in erimesinin nedenleri iyi irdelenmelidir. Hükümet tarafından KESK üyelerine yönelik sistematik baskı, yıldırma ve mobbing uygulamaları yapılıyor. Kamuda sendikal baskı ve ayrımcılıktan en büyük payı KESK üyelerinin aldığı biliniyor. Son 15 yılın siyasal iklimi ve kamuda tırmanan yandaş sendikacılık KESK’in güç kaybetmesinde önemli rol oynadı. Kuşkusuz son bir yılda yaşanan düşüşte OHAL’ın ve 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasındaki gelişmelerin de rolü olduğunu söylemek mümkün. Ancak sadece dışsal koşulların etkisi ile yaşanan büyük erozyonu ve başarısızlığı açıklamak mümkün değil. Bu boyuttaki bir sendikal başarısızlık sadece dışsal faktörlerle açıklanamaz. 10 yılda 130 bin üye kaybedilmesi ciddi bir sendikal aidiyet sorunu olduğunu gösteriyor. Bunun ciddi bir örgütsel başarısızlık olduğunu kabul etmeden, nedenleri üzerinde düşünmeden ve farklı politikalar oluşturmadan gidişatı tersine çevirmek mümkün değildir. İşçi sınıfının önündeki mücadele alanları Tüm baskı aygıtlarını ve medyayı elinde tutan AKP elde ettiği güçle işçi sınıfının haklarına bundan sonra da acımasızca saldıracağını ortaya koymuştur. 2015-2017 arasında gerçekleşen grev ve direnişlerin yasaklanması (ki son örneği yasaklanan cam grevidir) bunun en büyük göstergesidir. İşçi sınıfı, AKP’nin ve sermayenin çok yönlü saldırısıyla karşı karşıyadır. Yükselen işsizlik ve hayat pahalılığı AKP hükümeti referandum öncesi işsizlikteki artışı önlemek adına göstermelik bir “istihdam” seferberliği başlattı. Hükümetin iddiasına göre 1 milyon kişiye istihdam sağlanacak ve işsizlik oranı düşürülecekti. Ancak işsizlik hükümetin söylediğinin tersine artmaktadır. TÜİK’in açıkladığı resmi işsizlik oranı yüzde 12,7’dir. 2016 Aralık ayından beri işsizlik oranında 1,9 puanlık bir artış gerçekleşmiştir. DİSK-AR araştırmalarına göre ise geniş tanımlı işsizlik 7 milyon düzeyine, işsizlik oranı ise %21’e ulaşmıştır. 2006 yılında işsizlik 2 milyon 88 bin iken, krizle birlikte 2009 yılının Mart ayında 3 milyon 359 bine tırmanmıştı. Daha sonra 2,2 milyon seviyesine gerileyen işsizlik 2016 Aralık ayında rekor kırarak 3 milyon 872 bine yükseldi, son açıklanan rakam ise 3 milyon 561 bindir. Son 10 yılda işsiz sayısı 1,5 milyon arttı. Mevcut işsiz sayısı, 2006’dan bu yana kriz dönemi dâhil en yüksek işsiz sayısıdır. Genel işsiz sayısının içinde genç işsizler ve kadın işsizlerin sayısı daha da yüksektir. Genç işsizlik oranı yüzde 24, genç kadın işsizlik oranı ise yüzde 28’e yükseldi. Kadın işsizliği son iki yılda yüzde 33 artarak 1 milyon 511 bine çıktı. Yüksek öğrenimli işsiz sayısı ise 271 bin kişi artarak 958 bine yükseldi. İşsizlikteki artışı, işsizlik sigortasına yapılan başvuru sayısından da anlayabiliriz. Örneğin 2015 yılında işsizlik sigortasına başvuranların sayısı 90 bin, 2016 yılında 123 bin, 2017’nin ilk 6 ayında ise 158 bindir. İşsizlik oranları 2008 kriz dönemi düzeyine fırlarken, AKP hükümetinin gündeminde şimdi de kıdem tazminatının fona devredilerek gasp edilmesi vardır. Bu saldırı gerçekleştiği an kıdem tazminatı yükünden kurtularak elleri rahatlayacak olan patronlar, istedikleri gibi işçileri işten atma fırsatı yakalayacaktır. Krizi bahane eden patronlar kıdem tazminatının kaldırılmasını fırsat bilerek kitlesel işten atmalara girişecektir. İşçi sınıfının diğer bir önemli sorunu ücretlerin düşük olması, yapılan asgari ücret zammının hayat pahalılığı karşısında kısa sürede eriyip gitmesidir. Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi BİSAM, Enflasyon ve Hayat Pahalılığı Nisan 2017 Raporunu açıkladı. Rapora göre asgari ücrette yaşanan artış yüzde 7,9 iken yıllık enflasyon artışı yüzde 11,9 olarak gerçekleşti. Ücret zamları enflasyonun altında kaldı ve reel ücretler eridi. Enflasyon uzun zamandır ilk defa çift haneli rakamlara ulaşmış oldu. AKP hükümeti, yandaş sendikaların da katkısıyla, enflasyon yüzde 20’lere doğru giderken, memurlara yıllık yüzde 7,5 zammı dayattı ve kabul ettirdi. İşçi sınıfı, AKP’nin ve sermayenin çok yönlü saldırısıyla karşı karşıyadır. İşçi sınıfının baş belâsı: taşeronluk ve iş cinayetleri Sermayenin işçi sınıfının örgütlülüğüne vurduğu en büyük darbelerden biri taşeronluk sistemidir. Çünkü taşeronluk sistemi sendikal örgütlülüğün önüne set çekerek işçilerin bir araya gelmelerini önlemiş, kuralsız ve kölece

8


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

çalışmayı işçilere dayatmıştır. Düşük ücretler, uzayan iş saatleri ve iş cinayetleri hep bu örgütsüzlüğün doğurduğu sonuçlar olmuştur. Taşeronluk arttıkça sendikal örgütlülük azalmış, iş cinayetleri artmıştır. Bugün iş cinayetleri işçi sınıfının en büyük sorunlarından biridir. Sermaye büyüdükçe işçiler de ölmeye, sakat kalmaya devam etmektedir. Özellikle AKP hükümeti döneminde büyüme oranlarına mukabil iş kazaları da katlamalı olarak arttı. Türkiye ekonomik büyüklükte 17. sıraya yükselirken, iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sıraya yükseldi. Gelinen noktada ayda ortalama 150 işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. 2016 yılında 1790 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. AKP hükümeti döneminde 17 bini aşkın işçi iş kazasında can verdi. Yaralanan ve sakat kalanların sayısı ise daha fazladır. Örgütsüzlük işçi sınıfını öyle bir hale getirmiştir ki bu yaşanan katliama ses çıkaramamaktadır. Ayda ortalama 150 işçinin iş cinayetine kurban gitmesi çoğu zaman gündem bile olmuyor. 2017 yılında da Nisan ayına kadar 586 işçi iş cinayeti sonucu yaşamını kaybetti. İş kazalarının en yoğun olduğu sektörler inşaat ve madencilik sektörüdür. İnşaatlar yükseldikçe, inşaat şirketleri büyüdükçe işçiler can veriyor. İş kazalarının en yoğun yaşandığı inşaat sektörü aynı zamanda en fazla taşeron işçinin çalıştığı sektördür. İnşaat sektöründe meydana gelen iş cinayetleri, kuralsız, sigortasız, güvencesiz çalışma, tesadüfi değil taşeron sisteminin sonucudur. İnşaat sektöründe toplamda 2 milyona yakın işçi çalışırken, bunun 1 milyona yakını kayıtsız çalışmaktadır. Geri kalanların önemli bir bölümü de sigortalı olsalar bile taşeron sisteminde çalışmaktadırlar. Ayda ortalama 150 işçinin iş kazalarına kurban gitmesi her iki ayda bir Soma katliamının yaşanması anlamına geliyor. İSİG Meclisinin son raporlarında maden sektöründe meydana gelen iş cinayetine dikkat çekildi. Rapora göre 14 yıllık AKP iktidarı döneminde 1571 maden işçisi iş cinayetine kurban gitti. Bilindiği üzere maden işkolu da yine taşeronlaşmanın yaygın olduğu işkollarından birisidir. İş kazalarının sık yaşandığı diğer bir sektör de tersane sektörüdür. Bu sektörde çalışan 35 bin işçinin 10 bini asıl işverene bağlı çalışırken, 25 bini taşerona bağlı çalışmaktadır. Bu sektörde meydana gelen iş kazalarının %94’ü taşeron işçi çalıştıran işyerlerinde meydana gelmektedir. İş kazaları ile taşeronlaştırma doğru orantılıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında kayıtlı taşeron işçi sayısı 387 bin iken, bu sayı 14 senede 6 milyona yükselmiştir. Sağlık sektöründe çalışan taşeron işçi sayısındaki artış dikkat çekicidir. Sektörde 2002 yılında 11 bin 685 olan taşeron işçi sayısı AKP hükümetleri döneminde 10 kattan fazla artış göstererek 2013 yılında 131 bine yükselmiştir. Yine belediyelerin bünyesinde çalışan işçilerin önemli bir bölümü taşeron şirketlere kaydırılmıştır. Sendikalar mülteci işçileri örgütlemelidir Savaşların ve yoksulluğun etkili olduğu Suriye, Irak, Pakistan, Afganistan, Somali, Gürcistan, Ermenistan gibi ülkelerden kaçanlar 1980’li yıllardan beri Türkiye’ye göç ediyor. Bütün bu ülkelerden gelen insanlar, Türkiye’nin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi kısıtlama koyarak kabul etmesi nedeniyle mülteci olarak kabul edilmemekte, “misafir” sayılmaktadır. İstisna olarak Ekim 2011’de Türkiye’de kayıt yaptıran Suriyeli sığınmacılara “geçici koruma statüsü” verildi. Geçici koruma statüsü ile Suriyelilere sınırsız kalış, zorla geri gönderilmeme ve acil ihtiyaçlara erişimi içerecek koruma ve yardım sağlandı. Ama hiç kimseye işçi olarak çalışma izni verilmedi. Suriyeli olmayan mültecilerin büyük bir kesimi ise tümüyle “kaçak” olarak yaşamlarını sürdürüyor. Bir yandan yeni gelen mülteciler, öte yandan Avrupa’ya doğru yoluna devam edenler nedeniyle kesin bir sayı tespiti imkânsız gibi görünse de, Türkiye’deki mültecilerin sayısı 3 milyon civarında tahmin ediliyor. Yaklaşık 1 milyon mülteci çeşitli iş yerlerinde kaçak işçi olarak çalıştırılıyor. Sendikalar artık mülteci işçi sorunu ile yüzleşmek, bu konuda bir politika belirlemek zorundadır. İşçi sınıfının hakları topyekûn bir mücadele ile elde edilebilir, sınıfın tüm kesimleri, mülteci işçiler dahil sendikaların çatısı altında örgütlenmelidir. Aksi halde işçi sınıfı bölünür, mülteci işçilere karşı ırkçı-şoven saldırılar artar. Sendikalılaşma oranı çok düşük

İşçi sınıfının en büyük sorunlarından birisi, sendikalaşma oranlarının yani örgütlü işçi sayısının son derece düşük olmasıdır. Kuşkusuz bunda AKP hükümetinin ve sermayenin büyük payı olduğu gibi mevcut sendika bürokrasisinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. AKP döneminde taşeronlaştırmanın yaygınlaşması sendikal örgütlenmenin önüne büyük bir set çekti. Diğer taraftan özelleştirilen devlet işletmelerinde çalışan on binlerce işçi sendika dışına itildi. AKP döneminde sendikalılaşma öyle bir 9


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

duruma geldi ki, birçok sendika hükümetin koyduğu %1 barajını dahi geçemeyerek toplu iş sözleşmesi hakkını kaybetti. Tablo: Sigortalı ve Sendikalı İşçi Sayısı (2013-2017) SENDİKALI İŞÇİLERİN SİGORTALI İŞÇİLERE ORANI 2013

2014

2015

2016

2017

Sigortalı işçi sayısı

11.628.806

12.287.238

12.744.685

13.038.351

13.581.554

Sendika üyesi işçi sayısı

1.032.166

1.189.481

1.429.056

1.499.860

1.624.000

Oranı %

9

10

11

12

12

Kaynak: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2013-2017 yılları İstatistikleri

Özel sektörde sendikalı 643 bin işçinin 194 bini Türk Metal üyesidir. Türk Metal, bir sendikadan çok, işçileri sömürü esareti altında tutan patronlara bağlı bir örgüt görünümündedir. 2015 yılının Mayıs ayında işçiler Türk Metal’in patronlarla işbirliğine yeter deyip metal fırtınayı başlatmışlardı. Türkiye’nin en büyük fabrikalarında çalışan 40 bini aşkın işçi Türk Metal’den istifa etti. Ne var ki bir yandan işçilerin deneyimlerinin azlığı, bir yandan işkolundaki diğer sendikaların bürokratik tutum içinde olması nedeniyle bu fırsat değerlendirilemedi. 2008 krizi sonrası işçi sınıfı Kapitalizm sürekli olarak kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını da büyütür. 1980’den yani kapitalizm için yeni bir sermaye birikim dönemi olan neoliberal dönemin başlangıcından bugüne küresel işçi sayısı ikiye katlandı, günümüzde dünyada 3 milyarın üzerinde ücretli çalışan var. Halbuki aynı dönemde nüfus yüzde 40 civarında arttı, yani işçi sayısı oransal olarak daha hızlı artıyor. 30 yıldır süren neoliberal dönemde işçi sınıfı önemli bir dönüşüm geçirdi. Sürekli istihdam garantisi olan, ücretleri yüksek işlerde çalışan işçilerin sayısı azaldı. Özel istihdam bürolarına bağlı, ya da taşeron firmalarda çalışan işçilerin sayısı önemli ölçüde arttı. Günümüzde güvenceli ve yüksek ücretli iş gücü her geçen gün daha da daralmaktadır. 2008 krizi sonrası, adil bir ücretle, sürekli iş sözleşmesi yapmak pek çok işçi için erişilmez bir durumdur. Dünya çapında işçi sınıfının yüzde 25’i istikrarsız, güvencesiz emekçiler sınıfının bir parçası durumuna gelmiş bulunmaktadır. Esnek çalışma işçilerin büyük bir çoğunluğu için anahtar kavramlardan biri oldu. Gelişmiş ülkelerdeki iş gücü artık ağırlıklı olarak hizmet sektöründe çalışmaktadır. Sadece ihracat yapan ülkelerde –Çin, Japonya, Almanya gibi- işgücünün yüzde 20’si sanayi sektöründe çalışmaktadır, diğer gelişmiş ülkelerde sanayi sektöründe çalışan işçi oranı yüzde 10-20 arasındadır. Gelişmekte olan ülkelerde de işgücünün sadece yüzde 20’si sanayi sektöründe çalışmaktadır. Küresel olarak ücretlerin ulusal gelirler içindeki payı, işçi sayısı arttığı halde, düşme eğilimindedir. ABD’de 1970’te yüzde 53 olan ücretlerin ulusal gelir içindeki payı, şimdi yüzde 44’lere gerilemiş bulunmaktadır. Gelişmelere paralel olarak işçi sınıfının yaşam coğrafyası da nitelik değiştirmiştir. Çalışma ile hiçbir özgül ilişkisi olmayan bir kültüre sahip banliyöler ile işyeri arasındaki uzun geliş gidişler yeni normal yaşam olmuştur. Böylece çalıştığı fabrika çevresinde oturan işçiler arasındaki dayanışma kültürü, kapitalizm tarihinde başka her hangi bir döneme kıyasla çok daha seyrek hale gelmiştir. Genç, istikrarsız iş gücü ise kent merkezine daha yakın olmayı önemsemektedir. Bu kesim dertleşecek, eğlenecek, çalışacak ilişkiler bulmak için fiziki olarak son derece sıkışık yaşam alanlarına razı olup, kent merkezlerinde kümelenmektedir. Keynesgil dönemin işçisi tek bir karaktere sahipti. O işçi, işyerinde, yöredeki kahvede, kulüpte, futbol tribününde her zaman aynı kişiydi. Günümüz işçisi ise sosyal medyaya bağımlıdır, işyerinde bir sürü bölük pörçük alt kültürde ve mobil ağlarda paralel hayatlar yaşamaktadır.

10


Türkiye’de işçi sınıfının şekillenişi | Faruk Sevim

Akıllı telefonlar internet kafeleri her işçinin cebine getirdi. Bugün sadece Çin’de mobil internet bağlantısını 600 milyon kişi kullanıyor. 2014’te Şenzen’deki bir fabrikada grev, 30 bin işçinin kendi arasında oluşturduğu toplu mesajlaşma ile yapıldı. Artık bütün işçiler tüm sanayi kollarındaki çalışma koşullarını, ücret düzeylerini ve diğer bilgileri yaymak için mobil ağları kullanıyorlar. Geçen yirmi yılda kapitalizm, tıpkı daha önce sanayide çalışan kitlesel işçi sınıfını ortaya çıkardığı gibi, mezar kazıcısı olacak yeni bir işçi kuşağını ortaya çıkarıyor. Bu yeni tip işçiler kapitalist sistemden son derece hoşnutsuzlar. Neoliberalizm altında gördükleri, büyümenin durduğu iflas eden bir dünya oldu. Pek çok ülkede özgürlükleri baskı altına alma ve eşitsizliği artırma pahasına, sırf büyümeyi sağlamaya odaklanmış, mafyatik devlet yöneticileri ortaya çıktı, siyaset giderek yozlaştı. Yeni tip işçi kuşağı, kapitalizmin kuralları ile sınırlandırılmayan, yeni bir dünya istiyor. Bunu başarmak için ne yapmalıyız? Elbette yeni tip işçi sınıfını anlamak ve örgütlenmesi için çaba göstermek gerekir. Sermayenin saldırılarına karşı koymak için sendikaların mücadeleci, militan bir çizgiye çekilmesi şarttır. Referandumda büyük şehirlerde “hayır” çıkması işçi sınıfı içinde bir hoşnutsuzluk olduğunu göstermektedir. AKP iktidarı baskı ve yasaklara başvurarak, kitlelerin bilincini milliyetçilikle felçleştirerek, emekçi kitleler arasında kutuplaşmayı derinleştirerek belki bir süre daha işçi sınıfını ağır çalışma ve yaşam koşullarına mahkûm etmeyi başarabilir. Ancak egemenler ne yaparlarsa yapsınlar, diplerdeki dönüşümü, kitlelerin öfkesinin birikmesini ve bir gün patlamalı bir şekilde açığa çıkmasını engelleyemezler. İşte o günlere hazırlanmak devrimci marksistlerin görevidir. Kaynakça: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri - İşçi ve Sendika Üye Sayıları - Temmuz 2017 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri - Kamu Görevlileri Üye Sayıları - Temmuz 2017 DİSK-AR Raporu - Ağustos 2017 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) – Temel İstatistikler – Mayıs 2017 Paul Mason, Kapitalizm Sonrası, Yordam Kitap

11


Kriz zamanlarında muhalif dip akıntısı: Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı Meltem Oral

O

n yılı geride bırakan finansal kriz depreminin neoliberal düzende yarattığı çatlaklar günümüzde, jeostratejik gerilimler ve küresel ölçekte farklı siyasi krizlerle bütünleşerek derinleşiyor. Özellikle son iki yıldır otoriter sağ siyasetlerin birçok ülkede siyasi yelpazenin merkezine doğru ilerleyişi, söz konusu krizin yarattığı güncel sonuçlardan biri. Son olarak Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi, ekonomik-siyasi krize eşlik eden otoriterizm ve karşısındaki sol alternatifler tartışmalarını küresel çapta alevlendirdi.1 Bu dönemde ayrıca otoriter, sağ, muhafazakâr söylem ve seçeneklerin karşısında kadın hareketinin adeta bir dip akıntısı olarak kendisini örgütlediğine tanık oluyoruz. 2008 krizinin etkilerinin hissedildiği siyasi krizlerin ardından, sağ partilerin iktidara geldiği birçok ülke, son dönemde kitlesel kadın eylemlerine sahne oldu. Polonya, İzlanda, Arjantin, ABD, İrlanda, Lübnan son yıllarda otoriter-muhafazakâr sağ iktidarların girişimlerine karşı kadınların kitlesel olarak sokağa çıktığı ülkelerden sadece birkaçı. Polonya’da 2015’te iktidara gelen milliyetçi muhafazakâr Hukuk ve Adalet Partisi, göçmenler, basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı konularında baskıcı, otoriter politikalarıyla öne çıktı. Bu politikaların ilk hedeflerinden biri de kadınlardı. Kürtaj ve sunî döllenmenin yanı sıra Avrupa Konseyi aile içi şiddet konvansiyonuna da karşı olan iktidar, zaten son derece sınırlı olan kürtaj hakkını tamamen yasaklamaya çalıştı. 2016 Ekim’inde 60 şehirde milyonlarca kadın greve çıkarak, Polonya’da kürtajın tamamen yasaklanmasına dair yasa tasarısını geri çektirtti. 2008 krizinde ekonomisi çökme noktasına gelen, 2016’daki seçimlerde sağcı Bağımsızlık Partisi’nin birinci olduğu ancak iki buçuk ay boyunca hükümetin kurulamadığı İzlanda’da kadınlar, Polonya’daki kadınlarla aynı günlerde kitlesel olarak greve çıktı. İzlanda hükümeti, grev talebi olan ‘eşit işe eşit ücreti’ zorunlu kılan yasa tasarısını parlamentoya getirmek zorunda kaldı. Arjantin’de 2015’te, ekonomik kriz ve yolsuzluk tartışmalarıyla sallanan merkez sol Peronist Kirchner’in 12 yıllık liderliği, sağcı Macri’nin seçimleri kazanmasıyla sona 1

12

Bu yazının konusunu aşan bu tartışma hakkında şu yazıya bakılabilir: http://marksist.org/icerik/Teori/6345/Neoliberal-uzlasinin-sonu-mu?


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

erdi. 2008’den itibaren kadına yönelik suçların yüzde 78 oranında arttığı Arjantin’de, Ekim 2016’da yüz binlerce kadın şiddete ve kadın cinayetlerine karşı grev çağrısı yaptı, meydanlara çıktı. Aynı şekilde İrlanda’da kürtaj hakkı için kitlesel eylemler düzenli olarak sürmekte. Yine İngiltere’de Muhafazakâr Parti iktidarına karşı özellikle kürtaj hakkının savunusu için kitlesel bir sokak mobilizasyonu yaşanıyor. ABD’de son yılların en etkili kadın eylemlerinden biri, Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinin hemen ardından yapılan yaygın ilk protestoydu. Trump göreve başlar başlamaz sokağa dökülen milyonlarca kadın, ABD tarihinin en kitlesel gösterilerinden birini gerçekleştirerek dünya çapında yükselen sağ otoriter seçeneklere karşı muhalefette kadın hareketinin yükselen rolünün görmezden gelinemeyeceğini göstermiş oldu. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık koşullarının sağ muhafazakâr-otoriter siyasetleri iktidara taşıdığı bir süreçte kadınlar, hem kriz politikalarının hem de otoriter muhafazakârlığın giderek daha yoğun bir şekilde hedefi haline gelmekteler. Buna karşı özellikle son iki yılda dünya çapında sokakta kitlesel gösterilerle verilen yanıtlar, kadın hareketinin yükselen otoriterizme karşı muhalefette giderek güçlenen bir dinamik olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin özellikle şu son birkaç yılında benzer bir dip akıntısı bariz bir biçimde gözlemlenebiliyor. AKP’nin ilk iktidar yıllarından itibaren sık sık kadın konusunda imtihandan geçtiğini, 2004’ten beri yasalar nezdinde yapmak istediği aleyhte reformlarda, kadın hareketinin etkisiyle çok kez geri adım atmak zorunda kaldığını söylemek mümkün. İktidarın 15 yıldır giderek yükselen bir tonda yürüttüğü aile merkezli politikalar, kadınların sosyal-ekonomik koşulları ve değişen dünyayla birlikte ele alındığında büyük bir çelişkiler yumağı yaratıyor. Politik alandaki bu çelişkiler nedeniyle kadınların gündelik hayatlarında biriktirdiği öfkenin sokaktaki yansımasına birkaç yıldır pek çok kez tanık olduk. Bilhassa iki yıldır devletin beka kaygısı refleksiyle inşa edilen ‘yerli milli’ iktidar koalisyonunun politik hamlelerinin karşısında, kadınlar giderek sıklaşan ve büyüyen bir ölçekte kendisini sokakta var edebilen önemli bir politik faktör oldu. Güncel kadın eylemliliğinin içinde geliştiği politik koşullarla bağlantısını irdelemek ve bu eylemliliğin itici gücü olması muhtemel ekonomik, sosyal, politik nedenler üzerine kafa yormak gerekiyor. Bu çabaya bir katkı niteliğindeki bu yazıda, önce Türkiye’nin son 15 yılındaki kadın politikalarının serüvenine neoliberalizm ve muhafazakârlık bağlamında büyüteç tutup, ardından bunların küresel çaptaki otoriter siyasetler ve karşıt tepkilerle bağlantısının ve kadın hareketinin günümüz koşullarındaki potansiyellerini irdelemeye çalışacağım. Neoliberalizmin krizinin kadınlara etkisi ve bu etkinin kadın hareketindeki izleri, 15 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarında sürdürülen kadın politikası ve gündelik hayattaki yansımaları, bugünün mücadelesini anlamak için tartışılmayı hak eden başlıklar. Türkiye’deki siyasi saflaşmalarda kadınların yüklendiklerini veya kadınlara yüklenenleri anlamaya çalışmak, yukarıda ifade edilen tartışma başlıklarına dair en azından kimi ipuçları geliştirmek açısından alan açıcı olacaktır. Türkiye’de kadınların kamusal alandaki varoluş biçimleri daima batılılaşmanın, modernleşmenin temel ölçütü olarak ele alınırken, özel alandaki eşitsizliklere yönelik ‘bilinçli körlükte’ farklı iktidarlar arasında benzerlik ve süreklilik söz konusudur. 2002’den bu yana iktidar ve ana akım muhalefet tarafından karşılıklı olarak yeniden üretilen kutuplaşma siyasetinde de ‘kadın meselesi’, adeta sürekli koz olarak ileri sürülerek araçsallaştırılan bir konu oldu. İktidar tarafından meşruiyetini tanımayan ‘statükonun’ teşhiri ve kendi tabanının konsolidasyonu açısından, ana akım muhalefet içinse hükümetin ‘gizli ajandasının’ turnusol kağıdı olarak kadınları söylemin merkezine almak epeyce iş gördü. Siyasal çelişkiler kültürel saflaşmaya indirgenirken, Türkiye’deki kadınlar için yaşanılan sorunlar söz konusu kutuplaşmayı aşan bir boyut kazanmış durumda. Üstelik hâkim siyasetin söyleminde farklı ‘mahremiyet’ yorumlarıyla politikanın dışındaymış gibi yapılan özel alan, giderek artan iktidar müdahaleleriyle neoliberal hegemonyanın tesisi için temel politik alanlardan birine dönüştürülüyor. Yasalar nezdinde kadınlar lehine reformlar 2000’li yılların başından bu yana kadınlar açısından hukuk, eğitim, ekonomi gibi farklı alanlarda önemli değişimler gerçekleşti. Bu dönem Türkiye tarihinde, yasal haklar ve uluslararası sözleşmelerin güvencesi bakımından belki de en çok adım atılan zaman dilimi oldu. 2001 yılında Medeni Kanun’da yapılan reformlar ve AKP’nin iktidarda olduğu 2004’te Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) getirilen düzenlemeler, yasalar nezdinde kadınlar lehine yeni bir takım uygulamaları devreye soktu. Yeni Medeni Kanun’da evin reisinin koca olduğu ibaresi değiştirildi; evlenen kadının kocasının yanı sıra kendi soyadını kullanabilmesi, evlilik dışı çocukların mirasta eşit hakka sahip olması, boşanma halinde mal bölüşümünün kadın ve erkek arasında eşit uygulanması gibi birçok değişiklikler yapıldı. On yıllar boyunca kanunda değişiklik yapılmasını talep eden kadın hareketinin bazı talepleri Yeni Medeni Kanun’la birlikte hayata geçirildi.

13


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

Benzer şekilde TCK’daki değişiklik de tarihi bir öneme sahipti. Yeni Ceza Kanunu’nun kabul edildiği 2004 yılına kadar geçerli olan ve cinsel suçlara yönelik cezaları da öngören yasa, 1926 yılından beri yürürlükteydi.2 Cumhuriyet döneminde kabul edilen Türk Ceza Kanunu, ‘1889 Zanardelli Kanunu’ olarak da bilinen İtalyan Ceza Yasası’na dayandırılıyordu. Kanun, tecavüz failinin evlilik durumunda cezalandırılmamasını öngörmesi gibi kadınlar aleyhine bir dizi pratiği düzenlemesinin yanı sıra, genel olarak kadınlara yönelik cinsel suçları toplumun ahlakına karşı saldırı olarak ele alan baştan sona cinsiyetçi bir metindi. 2004’teki yeni düzenlemeyle birlikte suçun ve cezanın belirlenmesinde ahlak, namus, bekâret, fazilet gibi ibarelerin kullanımı bırakıldı. Cinsel suçlar bireye karşı işlenmiş suçlar olarak kabul edildi, namus cinayetlerine ağırlaştırılmış müebbet verilmesi öngörüldü, evlilik içi tecavüz suç olarak tanımlandı ve nihayet bekâret testi yasaklandı.3 Sürecin aktif katılımcısı olan kadın kurumları tarafından eleştirilmek ve yetersiz bulunmakla birlikte, her iki kanundaki değişiklik, kadın hareketinin taleplerinin bir kısmını karşılaması ve kadın mücadelesinin somut bir kazanımı olması nedeniyle son derece önemlidir. 1990’lı yıllar boyunca kanunun değiştirilmesi, feminist hareketin temel taleplerinden birisi olmuştu. Medeni Kanun reformu için 1980’lerden itibaren sayısız kampanya örgütlenmiş, Türkiye çapında 126 örgütün dahil olduğu Kadın Kurultayları kurulmuştu. TCK’daki değişiklik tartışmalarında kadınlar, talepleriyle birlikte Meclis’in önündeydi. Kamuoyunda oluşan tepkinin etkisini, yasa tasarısı çalışmaları için alt komisyonda görev yapan Bekir Bozdağ, “komisyon üyeleri olarak toplumu arkamızda hissettik” diyerek itiraf ediyordu. TCK değişikliği döneminde, hükümetin zinayı yeniden suç kapsamına alma girişiminin engellenmesi, sonraları daha çok örneğini göreceğimiz, kadın hareketinin hükümete ilk geri adım attırışı sayılabilir. Yaklaşık olarak 2013’e kadar AKP hükümeti, İstanbul Sözleşmesi, Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu gibi, pratikte sadece kağıt üzerinde kalan çok sayıda anlaşma, yönetmelik ve kanunlarla değişiklikler yaptı. Yasalardaki lehte reformların kadınların gündelik hayatlarına nasıl yansıdığını gözlemek farklı bir yazıya konu olabilecek önemli bir soru. Yine de hukuki düzlemdeki bu kazanımların, erişildiği ve uygulandığı durumlarda kadınlar için son derece önemli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak AKP’li yıllarda sosyal ve ekonomik anlamda da kadınların hayatlarında çok ciddi değişimler oldu. AKP’nin kadın ve aile söylemi İşçi sınıfından kitlesel destek alan AKP, yoksul mahallelerdeki kadınları kendi politikaları etrafında mobilize ederek siyasi aktör kılmayı başardı. Aslında bu mobilizasyon partinin öncülü olan Refah Partisi (RP) döneminde gözlenmişti. Refah Partisi’nin altı yılda yaklaşık bir milyon üye kazanmasının ardındaki en büyük pay, mahallelerde seferber edebildiği kadın aktivistlerdeydi. Partinin ‘Hanımlar Komisyonu’, 1997 yılı raporuna göre, İstanbul’daki 863 mahallenin 805’inde örgütlenmişti. İstanbul’da partinin üçte birinden fazlasını oluşturan kadınlar, partiye ev ve mahalle düzeyinde yaygın bir taban örgütlenmesi kazandırmanın yanı sıra, kendi yaşamları açısından kritik önemde başka şeyler de kazanıyorlardı. Yeşim Arat’ın, ‘Refah Partisi Hanım Komisyonları’ çalışması4 için kadın aktivistlerle yaptığı bir görüşme, ‘atıl ev kadınlarının’ hayatlarındaki değişimi çarpıcı biçimde ortaya koyuyor: “Lise mezunu M.H. parti çalışmasının kendisini eğittiğini söylüyordu. Değişik insanlarla tanışmış, bir kimlik kazanmıştı. Ç.H. başını örttükten sonra kaybettiği statüyü partide kazandığını anlatıyordu: ‘Hep eksildim ben ve benim gibi pek çok hanım arkadaşım da eksildi bu toplumda başörtülü. Çoğu hep öyle kapalı bir yaşantıdan gelmiş, hiç okumamış, eve kapanmış ve kendini ispat etmek istemiş. Yani ben şimdi kendimi bizim aileye, eşime ispat ettim... Sonra o beğenmediğiniz hanımlar kendilerini kayınvalidelerine, komşularına ispat ettiler. Bir mahalle temsilcisi aranılan bir insan... Bir statü kazandı hanımlar; bir şey oldular...’”

Özellikle işçi muhitlerindeki kadınlar, benzer şekilde AKP etrafında seferber edildiler.5 RP örneğinde olduğu gibi güçlü bir kadın örgütlenmesine ve aktivizm desteğine sahip olunmasına rağmen politik söylemde muhafazakârlık, kadının yerinin ailesi olduğu görüşü, AKP’de hiçbir zaman değişmedi. Her hafta ilçesinde politik gündemi tartışan kadınlar, partinin siyaseti belirlediği yönetim organlarında aynı düzeyde yer bulamadı. AKP iktidarının ilk yıllarında kadın seferberliğinin temel motivasyonlarından biri olan başörtüsü yasağının üniversitelerde kaldırılması için kadınların 2007’yi, kamu kurumlarındaki serbesti içinse 2013’ü beklemesi gerekti. Üstelik başörtüsü reformları gerçekleşirken 28 Şubat ve sonrasındaki kadın mücadelesi silikleştirildi ve sosyal

14

2

1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu tam metni için bkz. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc004/kanuntbmmc004/kanuntbmmc00400765.pdf

3

Feride Acar ve Gülbanu Altunok, 2000’ler Türkiye’sinde Sosyal Politika ve Toplumsal Cinsiyet, İmge Kitabevi, Ankara, 2015.

4

Yeşim Arat, “Refah Partisi Hanım Komisyonları”, Bilanço 1923-1998, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999.

5

Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016.


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

politikalardaki yaklaşıma benzer şekilde, temel bir hakkın uygulanması olarak değil, hükümetin insafına ve hükümet olarak varlığına bağlı lütuflar olarak hayata geçirildi. Kadınları ancak aile bütünlüğü içerisinde, ‘anne ve eş’ görevleri icra edildiği müddetçe muhatap alan muhafazakâr bakış açısı, iktidar olduğu günden bu yana AKP hükümetlerinin temel söylemi oldu. Yapılan lehte ve aleyhte reformlar bu bakış açısının filtresiyle topluma aktarıldı. Çoğu zaman ardında neoliberal piyasa mantığı yatan ve kadınları cinsiyetçi rollere sıkıştıran politikalar, muhafazakâr bir makbul kadın söylemi eşliğinde topluma sunuldu. Ailenin güçlendirilmesi Gündelik hayatta Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’li bakan ve milletvekilleri düzeyinde kadınlara yönelik ayrımcı ve cinsiyetçi söylemler sık sık gündem oluyor. Basına yansıyan demeçlerin ötesinde partinin programı, seçim beyannameleri ve hükümet programları, kadınların aile içinde ve annelik rolleriyle tanımlandığı bir politik perspektife sahip olunduğunu gösteriyor. ‘Ailenin güçlendirilmesi’ politikası yeni bir mefhum değil. Kendisini ‘muhafazakâr demokrat’ olarak tanımlayan partinin programında, “sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede etkin oldukları için” kadınların sorunlarının önemli olduğu ifade edilmektedir. 2002 seçim beyannamesinde kadın sorunları ancak ‘ailenin güçlendirilmesi’ başlığı altına kendisine yer bulabiliyordu. “Partimiz toplumun temeli olan ailenin korunmasına yönelik çabaları destekleyecektir” denilen beyannamenin ardından kurulan ilk AKP hükümetinin programı da “sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi ve ailede mutluluğun sağlanması için kadın sorunlarının giderilmesine büyük önem verilecektir”6 demektedir. Yani kadın sorunlarının giderilmesine dönük politika yapmanın temel önceliği, çocuk bakım işlerini üstlenerek gelecek nesilleri garantileyen aile kurumun güvenceye alınmasıdır. 2007 seçim beyannamesinde kadınların sosyal ve kültürel gelişimleri, “annelerin iyi birer eğitimci olması” gerekliliğiyle ele alınmaktadır. Sonraki tüm seçim beyannamelerine ve hükümet programlarına yansıyan temel slogan, “güçlü birey, güçlü aile, güçlü toplum”dur. Ancak 2012’den itibaren aile konusunda siyasette ve sosyal-ekonomik politikalarda bir tür seferberliğe girişildiğini söylemek mümkün. Kadınlara dair açıklamalar sıklaşırken, seçim beyannamelerinde aileye ayrılan bölümün hacmi de genişlemiştir. Bu dönemde açıklanan ‘2023 Yeni Türkiye Siyasi Vizyonu’nda,7 sosyal politikaların birinci maddesini ‘aile’ ve sonrasında ‘kadınlarımız’ oluşturmaktadır. ‘Yeni Türkiye’nin siyasi vizyonunda toplumun her kesiminin aileye sahip çıkması için bir sosyal farkındalık ikliminin üretileceği ve buna bağlı olarak evlilik kurumunu güçlendiren, aile bütünlüğünü koruyan etkili politikalar uygulanacağı açıklanmaktadır. AKP’nin ailenin güçlendirilmesi politikasının basitçe İslami muhafazakârlığının doğrudan bir sonucu olduğu, kadınların neoliberalizm koşullarında yaşadığı dönüşümün bütününü görmek açısından eksik bir anlatımdır. Neoliberal iktidarların bir taşla iki kuş vurma çabasının AKP’nin kadın ve aile politikaları için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Küresel çapta 1970’lerin sonundan itibaren kâr hadlerinin düştüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrası ‘sosyal refah devleti’ politikalarının artık sermaye birikim sürecine ayak bağı olmaya başladığı ve sermayenin krizden çıkışına yardımcı olacak ekonomik, sosyal politikaların uygulandığı neoliberal döneme, kamu kaynaklarıyla karşılanan hizmetlerin özelleştirilmesi damgasını vurdu. Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur sadece kadın ve erkek bireyler ve onların aileleri vardır” özlü sözüyle de ifadesini bulan ‘aileye dönüş’ dönemi başlamış oldu. Benzer şekilde Türkiye’de de neoliberal politikaların uygulayıcısı olan AKP’nin hükümet olduğu yıllarda çocuk, yaşlı ve engelli bakım hizmetleri ‘özelleştirilmiş yeniden üretim alanı’ olarak aileye havale edildi. Kadın ve neoliberal aile 15 yılda kadınlar hakkında süren siyasi tartışmaların görünen yüzünün ardında en çok tahribatı yaratan, kadınları kıskaca alan sosyal ve ekonomik politikalardı. Kadınların hem işgücü hem de aile kurumunun sürekliliğinin temel aktörü rolleri arasında yaşadığı sıkışmışlık üzerine daha çok konuşmak gerekiyor. Hükümet politikalarının küresel çaptaki neoliberal muhafazakâr politikalarla ilintisini anlamak için kadın politikaları adeta laboratuar işlevi görüyor. Türkiye’de 2015 TÜİK rakamlarına göre 39 milyon 229 bin kadın, 39 milyon 511 bin erkek nüfusu var.8 Yani kadınlar toplumun tam anlamıyla yarısını oluşturuyor demek mümkün. Ancak toplumun kadın yarısı hayatın her alanında ‘ikinci sınıf vatandaş’ konumunda. Dünya Ekonomik Forumu’nun ‘Toplumsal Cinsiyet Farklılığı’

6

58. Hükümet programı (2002) için bkz. -file:///C:/Users/sony/Desktop/kad%C4%B1n%20yaz%C4%B1/58inci-hukumet-programi.pdf

7

https://www.akparti.org.tr/site/akparti/2023-siyasi-vizyon#bolum_

8

TÜİK, İstatistiklerle Kadın, Mart 2016.

15


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

raporu,9 Türkiye’nin dünya ortalamasındaki yerinin yanı sıra kadınlar ve erkekler arasındaki uçurumun çok yönlülüğünü görmek açısından da çarpıcı. Yasa yapıcı ve üst düzey yönetici konumunda olmada, profesyonel ve teknik işlerde, okuryazarlıkta, eğitimde, sağlıklı yaşam beklentisinde, siyasi temsiliyette kısaca hayatın tüm alanlarında kadınlar dezavantajlı konumda. Neoliberal politikalarsa bu dezavantajlı konumu daha da derinleştiriyor. Neoliberalizm salt bir ekonomik politika olmanın ötesinde, nüfus, eğitim, sağlık, aile, güvenlik, beden gibi farklı alanlara müdahil olan ve tüm bu alanları yeniden düzenleyen politikalar bütünüdür. ‘Özel alana’ yönelik müdahaleler bir dizi başka işlevinin yanı sıra neoliberal hegemonyanın inşasındaki enstrümanlardan birisidir. Bu bağlamda AKP’li yılların aile merkezli politikaları, muhafazakârlığın doğrudan bir yansıması olmasının ötesinde, muhafazakârlıkla el ele giden neoliberalizmle değişen özel ve kurumsal ilişkiler ve bu ilişkiler arasında artan çelişkilerle birlikte değerlendirilebilir. Kentleşme ve proleterleşmeyle birlikte yaşanan sosyal değişimler, işgücünde toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler ve bakım hizmetlerinin devredildiği ailedeki cinsiyetçi işbölümünün yarattığı çelişkiler giderek derinleşmektedir. Kuşkusuz aile kurumunun ve cinsiyete dayalı işbölümünün sistem açısından ekonomik ve ideolojik harç olarak kullanılmasının miladı neoliberalizm değil. Tarih boyunca üretim biçimindeki değişimler yeniden üretim alanı olarak aileyi ve toplumun devamlılığını sağlayan kadınların rolünü de radikal şekilde değiştirdi. Sermayenin ekonomik-politik çıkarları açısından çocuk bakımı ve ev işlerinin masraflarını devletin yerine ailenin omuzlarına yüklemeyi tercih etmesiyle ailenin ‘özelleştirilmiş yeniden üretim’ alanı haline geldiği tespiti de günümüzden çok öncesine dayanıyor. Yaşamın üretimi ve yeniden üretimi, yani gıda, barınma gibi yaşam araçlarının ve bizzat insanların üretiminde aile kurumu10 değişimler geçirse de kapitalizmin temel payandalarından biri oldu. Sharon Smith’in vurguladığı gibi, “Modern işçi sınıfı ailesi, adalet sistemi, ordu, polis ve eğitim sisteminin yanı sıra sınıflı toplumların üst yapısının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır.”11 Üstelik aile içerisinde kadınların yeniden üretimdeki ve ailenin ekonomik bir birim olarak kapitalist sistemdeki rolüne dair Engels’in yaptığı tespitlerin özü hâlâ geçerliliğini korumaktadır: “Modern büyük ölçekli endüstriye kadar toplumsal üretimin kapıları kadına açılmadı...Ancak bu kapı öyle bir şekilde açıldı ki, kadın ailesi özelinde görevlerini yerine getirdiğinde kamusal üretimin dışında tutuluyor ve para kazanamıyor; kamusal üretimin parçası olmak isteyip bağımsızca para kazandığında ise ailevi görevlerini yerine getiremiyor...Modern bireysel aile kadının açıktan ya da örtülü bir şekilde köleleştirilmesine dayanmaktadır ve modern toplum, bu bireysel ailelerin birer molekül olduğu bir kütledir.”12

Ailenin toplumun geneline ve devlete sirayet eden tüm çelişkilerin bir minyatürü olduğu tespitinin yapıldığı dönemden bu yana özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde kadınların iş gücüne katılımında ve çekirdek ailede muazzam değişimler yaşandı. Kadınlar daima değişen siyasi konjonktürlere göre işgücü piyasasına çekildiler veya eve itilmek istendiler, doğurganlık teşvik edildi veya önüne geçilmeye çalışıldı. Dünya savaşları süresince ve sonrasında ‘makbul kadın’ söylemi Avrupa çapında sıkça değişim gösterdi.13 Aynı şekilde Türkiye’de 1930’lu yıllarda ‘10 yılda 15 milyon genç’ şiarının ardında yatan, Kemalist rejimin nüfus politikasıydı. Savaş döneminin yarattığı tahribatın telafi edilmesi ve hedeflenen sanayileşmenin gerçekleşmesi için doğum kontrolü ve kürtaj yasaklanmıştı.14 Bugün de Erdoğan’ın mottosu haline gelen ‘üç çocuk’ söyleminin ve kadın bedenini denetlemeye dönük artan politik müdahalelerin geçmiş dönemlerin nüfus politikasından çok da farklı olmadığını söyleyebiliriz. Doğurganlık hızı 2000’lerden beri sistematik olarak düşmektedir.15 2000’de kadın başına 2,53 çocuk düşmekteyken bu oran günümüzde 1,93’e düşmüş durumdadır. TÜSİAD’ın 2011’de hazırlattığı ‘Vizyon 2050’ye Doğru’ raporu16 da 2050’de doğurganlık hızının 1,85’e düşmesini öngörmektedir. 2010-2050 yılları arasında, nüfusun 25 milyon artacağı belirtilen raporda, “en büyük değişiklik nüfusun yaş yapısında gerçekleşecektir” deniyor. Rapora göre 2000’de yüzde 64,5 olan çalışma çağındaki nüfus (15-64 yaş nüfus) oranı, 2020’de yüzde 68,6 ile en yüksek 9

http://reports.weforum.org/global-gender-gap-report-2012/#

10 Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, İstanbul, 1986. 11 Sharon Smith, Kadınlar ve Sosyalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 161. 12 Engels, a.g.e. 13 Lindsey German, Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, Babil Yayınları, İstanbul, 2006. 14 Ümit Akçay, “Kadın bedeninin denetimi ve üç çocuk inadı: Geçmişten günümüze (neo)liberal muhafazakârlık”, http://www.academia. edu/4124149/Kad%C4%B1n_Bedeninin_Denetimi_ve_%C3%9C%C3%A7_%C3%87ocuk_%C4%B0nad%C4%B1_Ge%C3%A7mi%C5%9Ften_G%C3%BCn%C3%BCm%C3%BCze_Neo_Liberal_Muhafazarkarl%C4%B1k 15 TÜİK, “Demografik göstergeler, 2000-2023.” 16 TÜSİAD, Vizyon 2050 Türkiye, 2011.

16


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

değerine ulaşacak ve bu tarihten sonra yavaşça azalacaktır. TÜSİAD, çalışma çağındaki nüfusun 65,3 milyon ile en yüksek değerine varacağı dönemi ülkelerin tarihlerinde bir kez ortaya çıkan bir durum olarak değerlendirip, bu dönemin literatürde ‘demografik fırsat penceresi’ olarak anıldığına atıfta bulunuyor. Neoliberal politikaların uygulayıcısı AKP’nin nüfus politikasıyla, sermaye sınıfının önünde açılmayı bekleyen fırsatlar penceresinin bir ilgisinin olmadığını söylemek pek ikna edici olmamaktadır. Kadınların kendi bedenleri üzerindeki tasarruflarına müdahale eden politikaların ne kadar otoriterleşebileceğinin son örnekleri, kürtaj ve yardımcı üreme tekniklerine yönelik yasakçılıktır. Kürtajın yasal olarak yasaklanmasının önüne geçilmiş olsa da, devlet hastanelerinde kürtaj yaptırmak fiilen mümkün değildir. Kadınlar maddi bedeli son derece yüksek özel kurumlara mahkûm edilmektedir. 2010 yılında yayınlanan yönetmelikle yardımcı üreme metotlarıyla çocuk sahibi olmak bile kısıtlanarak düzenlenmiştir. Yönetmelik donör yoluyla hamile kalan kadının cezalandırılması, yurtdışında yardımcı üreme tekniklerinden faydalanılmasının yasaklanması, hastalarını yurtdışındaki merkezlere yönlendiren veya tavsiyede bulunan doktorların, kliniklerin yasal soruşturmaya tabi tutulması ve lisanslarını kaybetme risklerinin bulunması17 gibi katı uygulamaları kapsamaktadır. Üreme yöntemlerinin düzenlenmesine ve denetlenmesine yönelik bu politikalar, neoliberalizmin hayatın her köşesine sirayet eden karakterinden bağımsız değildir. Bu politikalar hükümetin otoriter, yasakçı uygulamalarının özel alanı nasıl etkilediğini, bu alan üzerinden ne ölçüde iktidar tahakkümü kurulduğunu görmek açısından da ilgi çekicidir. Esnek ve güvencesizlik koşullarında anne ve işçi olmak Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde kadınların işgücüne katılımı geçmiş onyıllara göre kitlesel olarak artsa da kadınlar, erkeklerden daha az ücretle çalışmaya devam ediyorlar. Tüm dünyada çocuk bakımı, yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik gibi ev içi işler kadınların sorumluluğunda görülüyor. Tek ebeveynli aileler artmış olsa da ‘ailenin kutsallığı’ söylemi geçerliliğini koruyor. Dünyadaki kürtaj oranları, tercih şansı olduğunda kadınların her zaman çocuk doğurmayı seçmediğini gösterse de anneliğin kadınların temel görevi olduğu görüşü hâlâ hakim fikir. Türkiye ölçeğinde çelişkiler daha derin yaşanıyor. Türkonfend’in TÜİK Hane Halkı İşgücü araştırmasına dayandırarak yayınladığı raporda,18 2007-2015 arasında Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranında yüzde 23,60’tan yüzde 31,5’e, kadın istihdamında yüzde 21’den yüzde 27,5’e bir artış gerçekleştiği belirtilmektedir. Ancak kadınların işgücüne katılımı ve istihdamı, hem dünya ortalamasına kıyasla hem de erkeklere kıyasla son derece düşüktür. Çalışma çağındaki 29 milyonluk kadın nüfusunun sadece 9 milyonu işgücüne katılmaktadır. Erkeklerde ise 28,5 milyonluk çalışma çağındaki nüfusun 20 milyonu işgücüne dahildir. Erkekler yüzde 65 oranında istihdam edilirken kadınlarda bu oran yüzde 27,5’le sınırlıdır. Çalışma çağındaki milyonlarca kadının işgücüne dâhil olmamasının başlıca nedeni ev işleridir. Yani kadınlar genellikle çocuk, yaşlı bakımı, temizlik, yemek, ütü, bulaşık gibi ev işleri nedeniyle emek sürecinin dışında kalıyorlar. Hükümetin aile merkezli politikaları çoğu zaman temel hedefin ‘kadınları eve kapatma’ olduğu şeklinde yorumlanmakta. Bu politikaların kadınları dezavantajlı kıldığı muhakkak. Ancak bu süreci neoliberal piyasa mantığının çelişkilerinin bir sonucu olarak da okumak mümkün. Toplumsal cinsiyet rollerine dayalı neoliberal politikalar, kadın istihdamını artırmayı hedeflese de beklenenden daha girift sonuçlar yaratmaktadır. Özellikle kriz dönemlerinde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilk kapıya konulanlar kadın işçiler olmaktadır. 2016 Temmuz’unda TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre bir ay içerisinde sanayide işten çıkartılan 76 bin işçinin 69 bini kadındır. Kadınlar güvenceli, sendikalı çalışma koşullarının dışına itilirken, esnek ve güvencesiz istihdama çekilmek isteniyor. Esnek çalışma koşullarıysa kadınların ‘asli’ görevleri olarak görülen annelik, çocuk bakımı ve ev işleri ile gerekçelendiriliyor, meşrulaştırılıyor. Bir yandan ev işleri ve çocuk bakımının kadının görevi olduğu fikri güçlendirilirken özel alandaki yeniden üretim garantileniyor diğer yandansa ev işlerinden arta kalan zamanda kadının ‘aile bütçesine katkı sunabileceği’ esnek, ucuz, güvencesiz işler yaygınlaştırılıyor. Son yıllarda ‘iş ve aile yaşamının uyumlulaştırılması’ denilerek yapılan düzenlemelerin arka planı, kadınlar üzerinden esnek ve güvencesiz çalışma koşullarını yerleştirmektir. Kadın istihdamının artırılması, sermayenin farklı kesimlerinin sahip olduğu taleplerden birisi. Mesai saatlerinde, ücretlerde ve çalışma biçimlerinde esneklik modeli de buna eşlik eden talepler arasında. Part-time ve esnek çalışma modelinin yaygınlaştırılmasının OECD ülkelerinin ekonomisine ‘katkıları’ ve IMF’nin önerdiği neoliberal ekonomik politikalarla uyumluluğu, Türkiye’de bu modelin hayata geçirilmesinin piyasa açısından avantajları konusunda mesela MÜSİAD oldukça açık sözlüdür. “2015 Türkiye Ekonomisi” başlığını taşıyan raporunda 17 Ece Öztan, “Domesticity of Neo-liberalism: Family, Sexuality and Gender in Turkey”, Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony içinde, Pluto Press, 2014. 18 Türkonfed, “İş dünyasında kadın raporu 2. Faz sonuçları”, 2017.

17


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

MÜSİAD, emek piyasasında yapılmasını talep ettiği reformlarla esnek çalışma modelinin yaygınlaştırılıp kadın istihdamının artırılmasını beklemektedir. Part-time çalışma oranlarının düşüklüğünden dem vurularak esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasının teşvik edilmesi gerektiği vurgusunun öznesi kuşkusuz kadınlardır.19 Son yıllarda kadın istihdamında görülen artış, büyük oranda kentlerde eğitimli, nitelikli bir kesim açısından geçerlidir. 2015 rakamlarına göre üniversite mezunu kadınlar arasında işgücüne katılım yüzde 71,6 oranındadır yani okumuş kadınlar istihdam ve işgücü konusunda daha avantajlı konumdadır. Bu durum bir yandan kadınlar arasındaki sınıfsal farklılıkları da keskinleştirmektedir. Esnek çalışma, babaanne parası, kadın çalışanların işe bir saat erken gelerek veya öğle tatilinde çalışarak işten erken çıkmasını ve çocuğunu okuldan almasını salık veren ‘anne mesaisi’,20 kadın işçi çalıştıran işyerlerine, hatta ‘eşini yanında çalıştıran kocalara’ teşvik uygulaması gibi politikaların, ev içi işlerin yükü nedeniyle çalışamayan kadınların bu görevlerini aksatmadan çalışma yaşamına girmesi beklentisiyle öne sürüldüğünü söylemek mümkün. ‘Aile ve iş hayatında uyumluluk’ denilerek, siyasi ve ekonomik koşullar açısından bu ‘zor zamanlarda’ piyasada emeği kullanılamayan, atıl durumdaki ‘çoğunluk’ muhatap alınmakta. Yemek yapıp çocuk baktığı için piyasanın dışında kalan 20 milyon kadından hem ev içi işlerde hem de vasıfsız işgücü olarak üretim sürecinde faydalanılması hedeflenmektedir. Kadınları üretim alanına çekmek için yukarıda sıralanan ‘uyumluluk’ politikalarına bir dizi farklı strateji eşlik etmektedir. Vasıfsız, ‘atıl’ kadınların özel alandaki sorumluluklarından mümkün olduğunca az ‘taviz vererek’ çalışabilmeleri için, çalışma saatleri kadar iş yerinin eve yakın olması, çalışma ortamı gibi başka önemli faktörler vardır. İstanbul’da en çok kadın istihdam eden tekstil sektörünün yapısı bu anlamda gayet ‘uyumludur’. 21 İstanbul’un yoksul mahallelerdeki apartmanlara konuşlanmış konfeksiyon atölyelerindeki ucuz ve esnek kadın emek gücünün ana kaynağı aynı semtte yaşayan, akraba kadınlardır.22 Kayıtdışı istihdamın da hâkim olduğu bu atölyeler, kadınlara kendi mahallelerinde veya yakınında, aile ortamında ‘güvenilir’ çalışma imkânı sunmaktadır. İşçilerle yapılan görüşmelerden, kadınların ev işlerine ayrılan zaman faktörü dışında, toplu taşımadaki tacizlerden kurtulmak gibi daha birçok farklı gerekçeyle de tanıdıkları vasıtasıyla yakın muhitlerde buldukları işlerde çalışmayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Sosyal haklardan sosyal yardıma doğru neoliberal dönüşüm On yıllar boyunca kadınlar büyük oranda tarım sektöründe işgücünün ve kayıtdışı istihdamın bir parçası oldu. Tarımdaki çözülmenin ardından kentleşmede yaşanan hızlanmayla kadınların işgücüne katılımı aynı oranda gerçekleşmedi. Esas olarak vasıfsız işlerde, esnek ve kayıtdışı istihdamın öznesi konumunda olmaları ve masrafı yüksek çocuk ve yaşlı bakım hizmetlerinin omuzlarına yüklenmiş olması, kadınları ‘özel alanda’ tutan başlıca nedenler. Çalışma saatlerindeki uzunluk ve ücretlerin düşüklüğü karşısında kreş gibi hizmetlerin devlet tarafından karşılanmıyor oluşu, ücretsiz ve erişilebilir kreşlerin yokluğu, kadınları bir tercihe zorluyor. Sadece kadınlarının esas görevinin ev işleri ve çocuk bakımı olduğu fikri değil, koşulların kendisi de kadınları emek sürecinin dışında kalmaya zorluyor. İşgücüne katılan her iki kadından biri evlendikten, hamile kaldıktan veya çocuk doğurduktan sonra işyerindeki pozisyonunu kaybetmektedir.23 Kreş ya da anaokulunda gündüz bakım desteği alan aile oranı yüzde 2,8 ile sınırlıdır.24 İşçi sınıfından kadınların aldığı ücretler, genel olarak işçi hanesinin bütçesi, çocukları özel kreşe yollamaya veya ev işlerini yapması için başka bir kadını istihdam etmeye yetmiyor. Devletin bakım hizmetleri konusunda hiçbir gerçekçi sorumluluk almadığını görmek için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ‘2016 Faaliyet Raporu’na bakmak yeterlidir. Yıl boyunca Türkiye çapında sadece 2 yeni kreş açmayı, 2 kreşin de temelini atmayı hedefleyen Bakanlık, Balıkesir ve Malatya’da yaptığı kreş nedeniyle yüzde 100 başarıya ulaştığını düşünüyor.25 Bir yandan işgücünün parçası olup istihdama çekilen kadınlar diğer yandan hane içinde kendilerinden beklenen sorumlulukları yerine getirmek için farklı çözümler üretiyor. 2003 -2013 yılları arasında çocuğuna kendisi bakan kadın oranı yüzde 34’ten yüzde 24,6’ya geriledi (Türkonfend). Ancak kendisinin veya eşinin 19 MÜSİAD, “İşgücü piyasaları, işsizlik, eşitsizlik, 2015 Türkiye ekonomisi raporu”, 2015. 20 http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2015/11/29/anne-mesaisine-okul-ayari 21 Saniye Dedeoğlu, “İstanbul’da mekân, cinsiyet ve endüstriyel istihdam”, Yeni İstanbul Çalışmaları, Metis, 2014. 22 2002 yılında toplam hazır giyim ihracatının yüzde 72’si İstanbul’daki firmalara dayanmaktadır. Aktaran: Saniye Dedeoğlu, a.g.y. 23 Aktaran Ece Öztan, a.g.y. 24 TÜİK, Aile Yapısı Araştırması, 2016. 25 http://www.aile.gov.tr/data/58b58e4c691407119c139239/2016%20%20Faaliyet%20Raporu.pdf

18


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

annesine çocuğunu bakım için bırakanların sayısında bir artış söz konusu. Yani kadınların ezici çoğunluğu, çalışıyor olsalar dahi ya çocuklarına kendileri bakıyor ya da büyükanneler bu işi üstleniyor, sorun aile içerisinde çözülüyor. Hükümetin son dönemde önerdiği ve pilot uygulamasına başlanan ‘babaanne parası’, neoliberalizmin sosyal hizmetleri sosyal yardımlara dönüştüren kadın ve aile politikaları açısından çok sarih bir örnektir. Çocuk sahibi kadınları işgücü piyasasına çekmek veya halihazırda istihdam edileni tutmak için erişilebilir, ücretsiz bakım hizmetine bütçe ayırmak yerine belli kriterleri karşılayanlara verilecek cüzi yardımlar, hem yeniden üretim masraflarının devletin üzerinden alınmasını hem de kadınların çalışma hayatına katılımını garanti altına alma çabasıdır. Üstelik muhafazakâr ‘kutsal aile’ söylemi de pekiştirilmektedir. Devlet tarafından yapılacak erişilebilir, ücretsiz kreş seferberliği uzun vadede kadın istihdamının artırılması hedefini daha başarılı kılacak bir yöntem olabilir. Ancak açık ki tek bir hamleyle inşa edilecek ücretsiz kreşlere yönelik yatırım yerine sürekliliği olmayan ve sosyal hak olarak güvence altına alınmayan çözümler daha masrafsız görülmekte. Babaanne parası olarak öngörülen meblağ asgari ücretin yüzde 30’u, yani yaklaşık olarak 420 liradır ve kaç çocuğa bakıldığı farketmeksizin tek bir ödeme yapılması planlanmaktadır. Her mahallede açılabilecek kreşlerdeki personeli aylık asgari ücretle istihdam etmektense 65 yaşındaki bir kadının ‘üç çocuğa’ ayda 420 liraya bakabilmesini beklemek, neoliberal aile politikasının tipik bir örneğidir. Sermayenin talepleri ve siyasi iktidarın icraatları arasında motamot işleyen bir süreç olduğunu düşünmek abes olur elbette. İktidarın muhafazakâr idealleri, ekonomik politikalar ve hayatın gerçekliği arasında çok daha çapraşık bir ilişki söz konusu. Üç çocuk vurgusu, sezaryen ve kürtaj konusunda müdahaleler, anne olmayan kadının eksik olduğu söylemi, kadın erkek eşitliğinin değil, yalnızca fırsat eşitliğinin kabulü, ne tek başına sermayenin ekonomik taleplerini uygulamak için takılan sahte maskeler ne de toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız salt bir muhafazakârlığın yansıması. Yıllar içerisinde giderek dozunu artıran aile söyleminin, özel alana ve kadın bedenine yönelik müdahaleciliğin ne kadarının toplumu tepeden aşağıya muhafazakârlaştırma projesine ait olduğunun, ne kadarınınsa altta yaşanan başka türlü bir çözülmeye karşı neolibreal muhafazakârlığın direnci, ekonomik-sosyal ilişkilerin özel alanda yarattığı değişimi önleme çabası olduğunun mekanik bir yanıtı yok. Ancak nüfus, üreme, istihdam gibi birçok alanda uygulanan politikaların bir şekilde bağlantılandırıldığı ‘ideal aile’ mefhumu ile yaşanılan gerçek hayatlar arasında çelişki bulunduğu açıktır. Güçlü devletin, güçlü milletin garantisi olarak vazedilen ve sosyal politika propagandalarında tasvir edilen ‘sıcak aile yuvası’ ile her beş kadından dördünün muhatap olduğu baba-koca şiddetinin, 2008’den itibaren artış seyri gösteren boşanma oranlarının, her gün yenisi eklenen kadın cinayetlerinin pek bir ‘uyumluluğu’ yok. Diğer yandan, çeyiz parası, öğrenciye evlilik kredisi gibi birçok yeni aile teşviki, nüfusa oranla evlenme oranlarının düşerken boşanmanın uzun dönemli artışına dair verilerle daha anlamlı hale gelmektedir.

(Grafikler TÜİK verilerinden hazırlanmıştır)

AKP’nin kriz yönetimi: otoriter muhafazakârlık Hükümetin aile merkezli politikalarının temel bileşeni olan muhafazakârlık düsturunu, mutlak gücü elinde bulunduran bir iktidarın toplumu kendi ideolojisindeki ideal aile yapısına göre şekillendirmeyi amaçlayan ofansif hamleleri olarak okumaktan ziyade, yukarıda tarif edilmeye çalışılan çelişkiler karşısında, ellerinden kayıp gideni tutmaya dair beyhude bir kriz yönetimi olarak tanımlayabiliriz. Son dönemde sertleşen, özel alana ve kadınlara yönelik müdahaleci politikalar ve muhafazakâr söylem, otoriterliğin yükselişiyle benzer dinamikler içermektedir. Aynı zamanda otoriterliğin inşasında enstrüman işlevi görmektedir. Otoriterleşme eğilimini iktidar için gerekli kılan koşullar, çok yönlü bir yönetimsel krizi işaret etmektedir. İktidar, içinde bulunduğu siyasi krizi baskı mekanizmalarını daha güçlü bir şekilde devreye sokarak atlatmayı tercih etmektedir. Çıkarlarının ve değerlerinin aksine olan ‘aşağıdaki’ ihlalleri, devlet refleksiyle aşmaya çalışırken bir yandan da denetim ve etki alanını yeniden

19


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

inşa etmeye çalışmaktadır. Bu noktada, kadın bedeninin denetim ve disiplinine yönelik politikalar ve toplumdaki hâkim muhafazakâr fikirlerle gerçekte yaşanılan arasındaki uyumsuzluk dikkate değerdir. Muhafazakâr değerler söylemi, hükümetin kutuplaşma siyasetindeki en önemli kozlarından birisidir. AKP, hükümet olduğu dönemler boyunca kendi tabanını konsolide etmek ve tabandaki olası bir çözülmenin önüne geçmek için sıkça toplumun bir kesimini ‘bize ait değerlere düşman’ ilan etme yöntemine başvurmuştur. Her kriz anında, tabanındaki kayışı önlemenin yolu olarak muhafazakâr değerler söyleminde el yükseltmektedir. Ekonomide büyüme rekorlarının kırıldığı günlerin geride kaldığı mevcut siyasi istikrarsızlık ortamında, kültürel saflaşmayı derinleştirerek yönetme çabası birçok kez AKP hükümeti açısından işlevsel olmuştur. Muhafazakâr değerlerin savunusu genellikle kadın bedeni, doğurganlık, cinsellik, annelik, aile üzerinden yapılmaktadır. Uludere’de TSK’ya ait uçaklardan yapılan bombardımanda 34 sivilin ölmesinin yarattığı tepkilere cevaben Erdoğan’ın, “yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz, her kürtaj bir Uludere’dir” çıkışı, katliama dair tartışmaları başından savuşturma çabasının yanı sıra, kürtajı yasaklama girişiminin de habercisiydi. Gezi isyanı sonrasındaki ‘kızlı-erkekli’ atağı da sıradan bir muhafazakâr tepki olmasının ötesinde, dönemin siyasi krizine ‘özel alan’ da dahil baskıların arttırılarak yanıt verilmesine dönük tercihin bir tezahürüydü.26 Ancak AKP’nin iktidarını güvence altına almak adına seçtiği otoriter ataklar, ona iktidarı garantilemenin aksine kaygan bir zemin yaratmaktadır. ‘Kızlı-erkekli evler’ mevzusu, iktidarın muhafazakârlığı, toplumdaki hâkim fikirler, aile, kadın algısı ve kadınların gerçekte yaşadıkları konusunda fragman niteliğinde. Öncelikle muhafazakâr değerler söylemiyle yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rolleri ve ahlakçı normların iktidarın ve temsil ettiği dindar yaşam tarzının algı dünyasıyla sınırlı olup olmadığı önemli bir sorudur. Hükümetin muhafazakâr çıkışları çoğu kez kendi mahallesinin dışında kalanların yaşam tarzına ve özel hayatına müdahale edildiği reaksiyonuyla karşılanmakta ve dindar-seküler karşıtlığı üzerinden muhalefet edilmektedir. Ancak toplumda hâkim olan toplumsal cinsiyet rollerine dayalı ahlaki normlar, kültürel karşıtlık üzerinden muhalefet üretenlerin sandığından çok daha yaygın kabul görmektedir. Türkiye’deki hâkim aile yapısının ‘kızlı –erkekli evler’ konusundaki hassasiyeti ortaktır. Bir kadının resmi veya dini nikah olmadan bir erkekle birlikte yaşamasına karşı çıkanlar yüzde 82,1 gibi bir oranla bir ‘mahallenin’ boyutlarını fazlasıyla aşmaktadır.27 Çünkü kız çocuklarının ‘namuslu’ olması gerekliliği (yüzde 82,3), yaşam tarzı fark etmeksizin herkesi kapsayan cinsiyetçi ve ahlakçı bir norm. İster ‘başkaları ne der’ kaygısı, ister geleneksel değerlere bağlılık veya dini kuralların gerekliliği, isterse de ‘çocuğuma değil çevreye güvenmiyorum’ tedirginliği, gerekçesi ne olursa olsun ortaya çıkan toplam, güçlü bir ahlaki değerler algısıdır. Gençlerin aile büyüklerinin yanında içki içmesinin toplumun geniş kesimleri (yüzde 80,8) tarafından saygısızlık olarak kabul edilmesi, büyüklerin yanında içki içmek, sigara içmek, bacak bacak üstüne atmak, lafa karışmak, eve arkadaş getirmek gibi şeylerde mahsur olmadığını düşünenlerin yüzde 6,9 ile sınırlı olması, evliliğin gerekliliği, kadınların çocuk bakımından öncelikli sorumlu olarak görülmesi, kadınlara ‘yakışmayan’ davranışlar, meslekler, bedenler, arzular listesinin uzunluğu, boşanmanın hâlâ evlenmek kadar ‘normal’ bir süreç olarak yaşanamaması, kendisini dindar veya modern olarak tanımlaması farketmeksizin çocuğun hangi okula gideceği kararını bile kadınların veremediği aile oranının yüksekliği, geleneksel ahlak normlarının güçlü olduğu bir toplumda yaşadığımızı göstermektedir. Aslında AKP’nin tariflediği makbul aile ve kadın tanımının çok da uzağında olmayan bir toplumsal ahlak ön kabulü hâkim durumdadır. Burada çelişkileri yaratan ve konuyu daha çetrefilli hale getirense gerçekliğin hiç de kabul edilen bu ahlak normlarının sınırları içerisinde yaşanmıyor oluşudur. Önemli olan bir diğer soru, tepeden aşağıya dikte edilen muhafazakâr açıklamaların kime seslendiğidir. Toplumdaki hâkim muhafazakâr değerlerin ve kadına yönelik cinsiyetçi bakış açısının kapsama alanının genişliği kadar, siyasi düzlemde veya gündelik hayat pratiklerindeki direncin veyahut tezatlığın alanı da bir o kadar geniştir. Kadınların bedenleri, tercihleri, arzuları, gündelik yaşam pratikleri söz konusu olduğunda, ‘onlar’ diye parmak uzatılanın ima ettiği, ‘onlardan’ çok daha fazlasıdır. Kadınlar merkeze alınarak üretilen ‘bizim muhafazakâr değerlerimiz- onların ahlaksızlığı’ söylemiyle hizaya çekilmek istenen, son 15 yılın sosyal-ekonomik koşularıyla değişen ‘muhafazakâr hayatların’ da parçası olduğu tüm aile ve kadınlık ilişkileridir. Kadın ve aile pratiği yaşam biçimine, sınıfsal koşullara, kentli veya taşralı olmaya, yaşa ve cinsel yönelime göre farklılıklar içermektedir. Üstelik farklı koşulların belirlediği bu pratikler hiç de mevcut normların sınırları içerisinde yaşanmamaktadır. Çünkü mevcut

26 Alev Özkazanç, Feminizm ve Queer Kuram, Dipnot Yayınları, Ankara, 2015. 27 Konda, Aile Yapısı Araştırması, 2012.

20


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

normlar, “değişen yaşam koşullarına, artan beklentilere ve yeni arzulara uyum sağlayamıyor”28. ‘Aşağıda’, yani gerçek toplumsal ilişkiler alanında olan şey, ‘kızlı-erkekli’ hayatın veya mevcut normların sınırlarını ihlal eden bir dizi pratiğin adeta tüm kasabanın bildiği sır gibi yaşanıyor olmasıdır. Kürtaj veya kızlı-erkekli meselelerinde tepeden, devlet eliyle müdahale edilmek istenen şey aşağıda ‘kaynamakta’ olan, değişen dinamiklerdir. Diğer bir çelişkili durum, idealize edilen aile ile kadınlardan beklenenlerin fazlalığı karşısında yaşanılan gerçekliğin uyuşmamasıdır. Eğitim gibi kamusal alanın farklı yerlerinde kadınların varlığına denk şekilde beklentilerindeki artış karşılığını bulamamaktadır. Hükümetin neoliberal aile merkezli politikalarının giderek otoriter ‘mühendislik’ ve müdahalelere evrilmesiyle kadınların yaşadığı sıkışmışlığın derinliği birlikte artıyor. Toplumun ‘kıt kanaat geçinen büyük çoğunluğundan’ kadınlar için evdeki cinsiyetçi işbölümünün getirdiği sorumluluklar, esnek, güvencesiz, düşük ücretli iş koşulları, hükümetin ideal ailesinde hiç bahsi geçmeyen şiddet, taciz, tecavüz, ‘aile sıcaklığıyla’ benimsenen değil katlanılan gerçekler. Evlilik birçok kadın için baba evindeki baskıcı ortamdan kaçmak için tercih edilen, hem ekonomik koşullar hem de toplumsal yargılar nedeniyle ‘gitmek’ daha zor olduğu için katlanılan ve son seçenek olarak da boşanmanın çözüm görüldüğü bir müessese. Hükümetin ‘aile bütünlüğünü’ korumaya dönük politikaları bu tablonun doğal sonucu olan huzursuzluğun yaratacağı potansiyel ‘tehlikeye’ karşı bir tepkidir. Boşanma Komisyonu’nun boşanmayı toplumu tehdit eden sorunlar arasında tariflemesi bu tepkinin en açık ifadesidir: “Ailenin işlevlerindeki önemli dönüşümler, aileyi toplumsal hayatta çeşitli sorunlarla karşı karşıya getirmiş ve bu durum sosyal politika bağlamında aile politikası kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak ailenin bölünmesi, parçalanması, tek ebeveynli ailelerin giderek artması, boşanma oranlarının yükselmesi, evlilik dışı beraberliklerin çoğalması, bu birlikteliklerin ürünü olan çocukların artması, kültürel ve ahlaki değerlerde keskin dönüşümler, yabancılaşma, suç oranlarının artması, uyuşturucu kullanımı, bireysel ve toplumsal şiddetin yaygınlaşması, kimlik bunalımı, ruhsal rahatsızlıklar, tatminsizlik vb. gibi insanı ve dolayısıyla toplumu tehdit eden sorunlar baş göstermiştir.”29

Bu ‘tehlikeye’ karşı bir dizi politika devreye sokulmuştur. “Ailenin parçalanmasının önüne geçmek ve dini-milli duyguları geliştirmek için” Diyanet İşleri Bakanlığı ve Aile Bakanlığı işbirliğiyle kurulan ‘Aile ve Dini Rehberlik Büroları’, boşanmak isteyen çiftlere getirilen danışmanlık zorunluluğu, annelere ve dul kadınlara yapılan maddi yardımdan boşanmış kadınların muaf tutulması, boşanmak isteyen kadınları sahip oldukları dini-ahlaki değerleri üzerinden adeta suçlu hissettirecek söylemler, kadınları aile bütünlüğünün içerisinde kalmaya zorlayan etkenlerdir. Kadınların otoriter muhafazakârlığa yanıtı Aile, doğum kontrolü, nasıl çocuk sahip olunacağı, boşanma, istihdam gibi konularda tepede üretilen tüm bu politikalar, toplumsal kutuplaşmanın farklı taraflarında olsun olmasın tüm kadınlara yönelik uygulanmaktadır. Elbette hükümetin kadınların hayatlarını ve bedenlerini disipline etmeye dönük yükselen otoriter söylemi gündelik hayatta kadınlara yönelik şiddet ve taciz pratiklerini de artırıyor. Ancak yukarıdan aşağıya dönük onca zorlamaya rağmen başka bir kanal daha yükseliyor. Genel olarak toplumda, özel olarak kadınlar nezdinde, haklara yönelik saldırılara, tacize, şiddete, eşitsizliğe dönük tepki ve tahammülsüzlük çoğalmakta, yaygınlaşmaktadır. Hükümetin sertleşen kadın politikalarına karşı muhalefet örgütlemeye çalışanların avantajlı olduğu nokta, bu politikaların toplumun aşağısındaki tüm kadınları hedefleyişinin aynı zamanda kadınları birleştirici bir potansiyeli yaratıyor olmasıdır. Son yıllarda tepki ve tahammülsüzlüğü farklı düzeylerde görebileceğimiz pek çok örnek yaşadık. Elbette artan cinsiyetçi söylem ve politikaları kendisine serbesti ve güvence olarak görenlerin saldırganlıklarına dair birçok örnek vardır ve artmaktadır. Ancak son dönemde kadınlara yönelik otoriter muhafazakâr politikalar kadar, bunlara karşı kitlesel tepkide de açık bir artış söz konusudur. Kürtajı yasal olarak yasaklama girişiminin püskürtülmesi, Özgecan Aslan cinayetinin ardından artan kadın cinayetlerine karşı öfke, ‘istismar yasasına’ karşı tepki, son yıllarda sokaktaki en kitlesel protestolardı. Sosyal medyada ‘sen de anlat’ hashtag’iyle açığa çıkan kadınların taciz karşıtı öfkesi, ana akım medyaya kadar yayılan bir teşhir kampanyasına dönüştü. Otobüste giydiği etek bahanesiyle bir kadına atılan tekme, Maçka Parkı’nda kıyafeti yüzünden bir kadının güvenlik görevlilerince taciz edilmesi karşısında yine ciddi toplumsal refleksler gösterildi. Bu tarz saldırılar karşısında kadınların örgütlenme, bir araya gelme ve mobilize olma kabiliyetindeki artış açıkça gözlenmektedir. 8 Mart feminist gece yürüyüşlerinin ve 25 Kasım Kadına Şiddete Karşı eylemlerin son yıllarda artan kitleselliği birçok açıdan önemli gelişmelerdir. Son yıllarda savaş ve Olağanüstü Hal (OHAL) politikaları, devlet baskısını ve kolluk güçlerinin şiddetini 28 Alev Özkazanç, a.g.e. 29 TBMM, Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU RAPORU, 2016.

21


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

artırmakta, muhalefetin sokağa çıkma kabiliyetini büyük ölçüde tırpanlamaktadır. Bu dönemde söz konusu eylemler, devletin yasakçılığını ve toplumdaki tedirginlik havasını kıran bir etki yaratmıştır. OHAL ilanının ardından sokak eylemlerinde ciddi bir gerileyiş yaşanmaktayken AKP’nin gündeme getirdiği ve kamuoyunda ‘istismar yasası’ olarak bilinen düzenlemeye karşı Türkiye’nin onlarca şehrinde sokağa çıkılarak kitlesel tepki gösterilmiştir. Bu tepki, OHAL yasağını kırmanın yanı sıra hükümetin geri adım atmasına ve yasadan vazgeçmesine vesile olmuştur. Ayrıca aleyhte politikalar karşısında kadınların, Türkiye’deki mevcut kültürel kutuplaşmayı aşan bir tepki verebilme potansiyelini bir kez daha göstermiştir. Sokak mobilizasyonunu ve kitleselliği arttıran faktörler, saldırılar karşısında kadınların taleplerinin yükselen ve genişleyen meşruiyetinin yanı sıra otoriter politikaların kadınlara kaybettirebileceklerinin yarattığı öfkedir. Neoliberal sosyal ve ekonomik politikaların geliştirdiği çelişkiler, iktidarın otoriter söyleminin toplumdaki nefret iklimini artırması ve bu iklimin gündelik hayatta kadınları saldırıya daha açık bir pozisyona getirmesi ve en önemlisi otoriter muhafazakârlığın yükselişiyle birlikte kadınların kazanılmış haklarına dönük müdahalelerin artması, sokaktaki kadın hareketine dinamizm katan ve meşruiyet alanını genişleten önemli faktörlerdir. Dünyanın farklı yerlerinde sağ muhafazakâr iktidarlar kadınların haklarına müdahaleleri çoğaltırken Türkiye’deki OHAL koşulları hükümete bu müdahaleler için daha da geniş bir serbesti tanımaktadır. 2000’li yılların başında Medeni Kanun’da yapılan olumlu değişikliklerin geriye döndürülmesi ve aile güçlendirme siyaseti kapsamında yapılan yeni düzenlemeler, iktidarın mevcut siyasi koşullardan güç alan hamleleridir. Bu hamleler karşısında şimdiye kadar gösterilen tepkiler otoriter politikalar karşısında daha kapsamlı bir muhalefetin örgütlenmesi için ciddi potansiyeller ortaya koymaktadır. Sonuç Küresel ekonomik krizin ve siyasi istikrarsızlığın etkisiyle iktidara taşınan sağ muhafazakâr seçeneklerle birlikte, kadın ‘meselesi’ politik gündemin merkezine doğru ilerlemektedir. Söz konusu iktidarların hedef listesinin ilk sıralarında kürtaj hakkının kısıtlanması gibi kadınlar aleyhine politikaların varlığı tesadüfi değildir. Beden, aile, nüfus, üreme, istihdam gibi konularda son dönemde artan baskıcı politikalar, muhafazakâr otoriterliğin hegemonya alanını genişletmesiyle bağlantılı olmanın yanı sıra kapitalist üretim ilişkileri içerisinde ekonomik temellere yaslanmaktadır. Söz konusu olan şey, on yıllardan beri neoliberal ekonomik politikalarla işçi sınıfının kazanılmış hakkı olan sosyal politikaları tahrip eden ve küresel finansal krizden çıkışı haklara dönük saldırıları derinleştirmekte arayan egemen sınıfla, ekonomik ve siyasi krizi egemen sınıf lehine yönetme iddiasındaki sağ muhafazakâr otoriterliğin ittifakıdır. ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve gelir gelmez kürtaj hakkının aleyhine bir düzenlemeyi imzalamasının ardından ABD’de sokağa çıkan kadınlarla dayanışmak için dünya çapında gösteriler yapıldı. Donald Trump’ın iktidara gelişi, bir süredir otoriter muhafazakârlığın farklı ölçeklerde yükselişine dair kritik bir aşamaydı. Bu gelişme ekonomik ve siyasi kriz karşısında güçlenme zemini bulan sağ seçeneklerin küresel çapta ciddiye alınması gereken bir mefhum olduğunu ortaya koydu. Donald Trump’a karşı sokağa çıkan milyonlarca kadınla eşzamanlı yapılan küresel gösteriler, benzer siyasetleri yürüten tüm sağ seçeneklere karşı söylenen bir sözdü. Türkiye’de uzun yıllardır iktidarda olan AKP, siyasi istikrarsızlık derinleştikçe kendisini devletin ve milletin yanı sıra ailenin de koruyucusu olarak konumlandırmaktadır. Üstelik zaman zaman bu kavramlardan birini ötekinin yerine ikame ederek, hepsinin kaderinin birbirine bağlı olduğu algısı güçlendirilmektedir. Aile bazen güçlü devletin teminatıyken bazen de milletin ta kendisi haline gelmektedir. AKP’nin Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasi krizi yönetme pratiği krizi derinleştirmekten öteye gitmemektedir. Hükümet otoriter ve muhafazakâr reflekslerini yoğunlaştırmasının iktidar olma kabiliyetini zora sokuşunu yine devletçi, muhafazakâr ve otoriter ataklarla göğüslemeye çalışmaktadır. Kadınlar nezdinde ise oynadığı ekonomik ve sosyal rol nedeniyle otoriter hegemonyanın inşasında kritik bir birim olan aile kurumuna yönelik politikalar sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Son dönemde sokaktaki kadın mobilizasyonunun artması, hükümetin bir dizi başka alanda olduğu gibi sertleşen kadın ve aile politikalarına karşı tepkinin yükseldiğini ortaya koymaktadır. Sokaktaki tepki, kültürel kutuplaşmayı aşan, iktidar bloğunun ‘yerli-milli’, otoriter politikalarına karşı daha bütünlüklü ve kitlesel bir karşı çıkış için önemli potansiyeller barındırmaktadır. Örgütlü kadın hareketinin ve feminist kurumların iktidarın son dönem atakları karşısında çizdiği politik çerçevenin, söz konusu potansiyelleri ne ölçüde açığa çıkartabileceğini zaman gösterecektir. Türkiye’deki kadın hareketi son dönemdeki eylemlerinde kültürel kutuplaşma siyaseti tuzağına düşmemeyi başarmış ve bu sayede OHAL koşullarında kazanım elde etmeyi başarmış, saldırıları büyük ölçüde savuşturmuş durumdadır. Yakın zamanda gündeme gelip kamuoyunda epeyce tartışma yaratan ‘müftüye nikah yetkisi’ konusu, hükümetin sokakta birleşmekte olana karşı bir atağı olarak da yorumlanabilir.

22


Kriz zamanlarına muhalif dip akıntısı | Meltem Oral

Küresel çapta yükselen kadın eylemliliğinin politik içeriği, içinde yaşadığımız koşulları değerlendirişi ve karşısında önerdiği muhalefet açısından Türkiye’deki hareketten daha kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır. Özellikle kriz sonrası kemer sıkma politikalarının kadınlar üzerindeki olumsuz sonuçlarını daha açık bir hedef olarak ele alırken, buna karşı tepkiler, doğum izni, kreş, bakım hizmetleri, kürtaj hakkı gibi taleplerin sınıfsal talepler olduğunu vurgulamaktadır. İtalya, İngiltere, Yunanistan, ABD gibi pek çok ülkede 2008 sonrası kemer sıkma politikalarıyla ilk olarak, sağlık hizmetlerinin, şiddete karşı yardım birimlerinin bütçeleri kesildi. Doğum kontrol yöntemlerine erişim sınırlandırıldı, ücret eşitsizliği, esnek ve güvencesiz çalışma koşulları kurumsallaştırıldı. Yükselen sağ muhafazakârlık, kadınların aleyhine işleyen egemen sınıf politikalarını pekiştirmektedir. Egemen sınıfın kapsamlı saldırılarına ilişkin ABD’deki milyonluk kadın eyleminin liderliğindeki kadınların 8 Mart’ta 30’dan farklı ülkede çağrı yapılan grev için yayınladığı ‘yüzde 99 için feminizm’ mektubu, şimdilik antikapitalist bir bağlamda verilen en kapsamlı yanıttır. Angela Davis, Keeanga Yamahtta Taylor, Tithi Bhattacharya gibi ABD solu ve siyah özgürlük hareketlerinin öncü kadın aktivistlerinin de yazarları arasında bulunduğu mektup, son dönem kadın mobilizasyonunu kadın hareketinde yeni bir “dalga” olarak tanımlarken aktivizmlerini Irak savaşına karşı mücadeleye ve 1999’da Seattle’daki protestolarla başlayan antikapitalist harekete dayandırmaktadır.30 Bakım işlerinde, esnek ve güvencesiz işlerde çalışan işçi sınıfından kadınların erkek şiddetine, üreme ve yeniden üretim alanındaki saldırılara karşı talepleriyle Black Lives Matter hareketini, Dakota’da boru hattına karşı verilen ekolojik mücadeleyi birbirine bağlayan mektup, ‘kadın sorununu’ bir sistem sorunu çerçevesine oturturken ırkçılık, islamofobi, ekoloji gibi farklı mücadele başlıklarında birleşik mücadeleyi savunmaktadır. ‘Yüzde 99 için feminizm’ çıkışının küresel çaptaki feminist harekette tartışılmasına vesile olduğu, kadın hareketinde ‘4. dalgayı’ yaşayıp yaşamadığımız sorusunun önemi ortada. Mektup, otoriter muhafazakâr ataklara ezilenler penceresinden topyekûn bir yanıt vermenin gerekliliğini ortaya koyması açısından ön açıcı olmuştur. Dünya ile eşzamanlı bir seferberliğe sahne olan Türkiye’deki kadın hareketi açısından, sahip olduğu dinamiği sürekliliğe sahip bir örgütlü potansiyele çeviremiyor olması kritik bir zaaftır. Bu zaafı aşmak için küresel ekonomik-siyasi kriz koşullarına ve otoriter sağ muhafazakâr iktidarlara karşı işçi sınıfının penceresinden bütünlüklü bir program ve birleşik mücadele zemini geliştirilmesi gereklidir. KAYNAKÇA Feride Acar ve Gülbanu Altunok, 2000’ler Türkiye’sinde Sosyal Politika ve Toplumsal Cinsiyet”, İmge Kitabevi, Ankara, 2015. Alev Özkazanç, Feminizm ve Queer Kuram, Dipnot Yayınları, Ankara, 2015. Ece Öztan, “Domesticity of Neo-liberalism: Family, Sexuality and Gender in Turkey”, Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony içinde, Pluto Press, 2014. Saniye Dedeoğlu, “İstanbul’da mekân, cinsiyet ve endüstriyel istihdam”, Yeni İstanbul Çalışmaları, Metis, 2014. Lindsey German, Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, Babil Yayınları, İstanbul, 2006. Sharon Smith, Kadınlar ve Sosyalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2011. Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, İstanbul, 1986. Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016. Yeşim Arat, “Refah Partisi Hanım Komisyonları”, Bilanço 1923-1998, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999. Ümit Akçay, “Kadın bedeninin denetimi ve üç çocuk inadı: Geçmişten günümüze (neo)liberal muhafazakârlık”. TÜİK, İstatistiklerle Kadın, Mart 2016. TBMM, Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU RAPORU, 2016. Konda, Aile Yapısı Araştırması, 2012. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Faaliyet Raporu, 2016. TÜİK, Aile Yapısı Araştırması, 2016. MÜSİAD, “İşgücü piyasaları, işsizlik, eşitsizlik, 2015 Türkiye ekonomisi raporu”, 2015. Türkonfed, “İş dünyasında kadın raporu 2. Faz sonuçları”, 2017. TÜSİAD, Vizyon 2050 Türkiye, 2011. TÜİK, “Demografik göstergeler, 2000-2023”. World Economic Forum, Global Gender Gap Report, 2012.

30 8 Mart grev çağırısına dair Keeanga Yamahtta Taylor’la yapılan bir söyleşi için bkz. https://www.jacobinmag.com/2017/02/womens-strikemarch-8-march-protest-trump

23


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine Sinan Özbek

M

arx’ın 12 Kasım 1848’de günlük bir gazete için yazdığı makale, o günün Avrupası’ndaki siyasi saflaşmaları ve siyasi beklentileri gözler önüne son derece iyi bir şekilde seriyor. Marx, burada Avrupa devriminin bir döngü içine girdiğini söylüyor. Karşı devrim hamlesi İtalya’da başlayıp, Paris’te Avrupa’yı içine alan karakter kazanıyor. Şubat devriminin ilk karşı darbesi Viyana’da, Viyana devriminin karşı darbesi de Berlin’de geliyor. Marx’ın Avrupa’yı saran bu karşı devrim hamlesini değerlendirişi iki açıdan ilgi çekiyor: Öncelikle burada Marx’ın devrim anlayışının bir ulusal sınırın içinde kalmadığını görüyoruz. İkinci olarak Marx’ın, karşı devrim hareketinin sınıf bileşenlerini nasıl çözümlediğine tanık oluyoruz. Napoli’de Lazzaronitum (geçici işçiler, aylak takımı vb.) krallık güçleriyle burjuvaziye karşı devrim hareketi içine giriyor. Paris’te ise şimdiye kadar görülmüş olan en büyük mücadelede burjuvazi, işçi sınıfına karşı lazzaroniturn’la işbirliğine gidiyor. Görüldüğü gibi Marx, tarihsel olarak yeni olan karşısında duran eski toplumsal formasyona ait güçlerin girişimini, karşı devrimci olarak değerlendiriyor. Ancak Viyana’da olup biteni değerlendirirken ortaya koyduğu görüş, tartışmaya bir başka boyut katıyor. Viyana’da yaşananlar da aynı karşı devrimci sürecin içinde ele alınıyor. 1848 yılının kasım ayında yazdığı “Berlin’de Karşı Devrim” (Die Kontrerrevulution in Berlin) başlıklı makalede şöyle diyor Marx, “Viyana’da karşı devrimden eşitlik beklentisi içinde olan milliyetlerin arı sürüsü.” (MEW. 6, 10). Burada henüz bağımsız bir ulus olarak örgütlenmemiş halkların eşitlik taleplerini, karşı devrim süreci içinde aramaları eleştiriliyor. Marx’ın anlattığı Avrupa, devrimlerin beklendiği bir Avrupa. İşçi sınıfının Avrupa düzeyindeki mücadelesi karşısında, “gerici güçler’in de bir mücadelesi söz konusu. Bu “gerici güçler”le aynı saflarda yer almak, işçi devrimlerini zaafa uğratmak karşı devrim saflarında bulunmak olarak değerlendiriliyor. Marx’ın çizdiği Avrupa tablosu; işçi sınıfı ve karşıtları, devrim ve karşı devrimlerden oluşuyor ve her an devrimlerin beklendiği bir durumu gösteriyor. İlk bakışta Engels de benzer yaklaşımı paylaşıyor gibi görünüyor. Ancak konuya ilişkin Engels’in yazdıklarına baktığımızda bunu aşarak, teorik bir zemin oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Engels’in ulusal soruna ilişkin düşüncelerinin izlenebileceği beş makalesini burada kullanmak üzere tespit ediyorum. Bunlardan son derece çarpıcı

24


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek

bulduğum bir kısmı Neue Rheinische Zeitung’ta yayımlanmış makaleler. Engels’in ulusal sorun hakkındaki görüşleri belki de en net şeklini panslavizm akımıyla girdiği tartışmada alıyor. Engels’in 1849’da Macarların mücadelesi üzerine yazdığı makale, ifadelerinin netliği ve keskinliğiyle dikkat çekiyor. Söz konusu mücadelede 4 milyon Macar’ın 16 milyon Slav’a karşı duruşu söz konusudur. Engels, bu mücadelede çarpışan güçleri tek tek çözümlüyor. Bunları bütün ayrıntılarıyla aktarmayacağım. Engels’in ulusal soruna ilişkin düşüncelerini anlamamıza yaradığı, kolaylaştırdığı oranda buraya alacağım. Engels, mücadele eden güçlerden Macarlar ve Avusturya Almanlarının birliğini bir zorunluluk olarak görüyor. Ancak bu birliğin çözülemez bir nitelik kazanması için son ve güçlü bir saldırının eksik olduğunu söylüyor. Bu birlik zorunludur çünkü Bizans’ı yıkan Türkler, önce Macaristan’ı sonra da Viyana’yı tehdit etmektedir. Dolayısıyla ortak düşman karşısında güç birliği zorunludur. Ancak zamanla ortak düşman olan Türkler güçlerini kaybediyor. Türk imparatorluğunun bu iktidar kaybına Slavların, Almanlara ve Macarlara karşı baş kaldırmayı sağlayacak güç kaybı da ekleniyor. Bu arada birtakım Slav ülkelerinin bazı bölgelerinde egemenlik süren Alman ve Macar soyluları, Slav milliyetine geçiyor. Böylece Slav ulusunun, monarşinin devamında fayda görmesi söz konusu oluyor. Ulusal karşıtlıkların sonlanmasıyla Habsburg Hanedanlığı da başka bir politik tutum geliştiriyor. Sırtını Alman dar kafalılığına ve sarayına yaslayan Habsburg Hanedanlığı, feodal soyluluğun burjuvaziye karşı savunucusu oluyor. Bu koşullarda Avusturya, Polonya’nın bölünmesine iştirak ediyor. Bu arada da burjuvazi daha fazla zenginleşiyor ve etkinliği artıyor. İlerlemiş endüstriyle yapılan tarım sayesinde köylüler, büyük toprak sahipleri karşısında başka bir yer ediniyorlar. Burjuvaların ve köylülerin soylulara karşı mücadelesi daha tehditkâr bir nitelik kazanıyor. Engels bu noktada köylü hareketinin her zaman ulusal ve bölgesel dar kafalılığın taşıyıcısı olduğunu tespit ediyor. Köylülük zorunlulukla bölgesel ve ulusal olduğundan da eski ulusal mücadeleler yeniden hortluyor. Engels, bu gelişmelerle birlikte 1848’de Avusturya’da korkunç bir karışıklığın ortaya çıktığını söylüyor. Bu karışıklık neredeyse bütün Avrupa’ya yayılıyor: Almanlar, Macarlar, Çekler, Polonyalılar, Morovyalılar, İleryalılar 1, Slovaklar, Hırvatlar, Rutenler (Ukrayna), Romanyalılar, Sırplar birbirine giriyor. Bu halklar kendi aralarında kapışırken, bu halkların içindeki farklı sınıflar da birbirleriyle mücadeleye başlıyor. Bir müddet sonra mücadele bir düzene giriyor: “Kapışan güçler iki büyük kampta toplanır, bir tarafta Almanların, Polonyalıların ve Macarların devrimi diğer tarafta Polonyalılar, Rumenler ve Transilvanya Saksonları ayrıksı olmakla birlikte geride kalan bütün Slavların karşı devrimi.” (MEW. 6. 168). Burada Engels’in devrimci ve karşı devrimci halklar ayrımı yapmakta olduğunun dikkatten kaçması mümkün değil. Engels 1852’de yazdığı “Almanya’da Devrim ve Karşıdevrim” (Revolution und Konterrevolution in Deutschland) adlı makalesinde de bu kez “devrimci milletler” kavramını kullanıyor. Engels’in halkları “devrimci” ve “karşı devrimci” şeklinde sınıflaması, 1849’da yazdığı “Demokratik Panslavizim” (Der demokratische Panslawismus) başlıklı makalede de karşımıza çıkıyor. Engels burada Bakunin’in bütün Slav halkalarına hitap eden manifesto niteliğindeki broşürünü eleştiriyor. Bakunin bu broşürde “devrimci mücadelenin sonunda bütün halkların özgürlüğünü getireceğini” söylüyor ve son amaç olarak Avrupa cumhuriyetlerinin ortak bir federasyonunu inşa etmeyi tespit ediyor. Engels daha başlarken Bakunin’in yanılsamasından söz açıyor. Panslavis manifestoda dile getirilen “adalet, insanlık, özgürlük, kardeşlik, bağımsızlık” kavramlarını Engels’in eleştirirken kullandığı dil de çok çarpıcı: Engels’e göre kulağa çok hoş gelen bu talepler, şu ya da oranda ahlaki kategorilerdir tarihsel ve politik sorunların işlenişinde bir anlam ifade etmezler. Hiç şüphe yok Engels tamamen haklıdır. Ahlaksal kategoriler tarihsel ve politik olayların çözümlenmesinde bir anlam taşımaz. Bu kategorilerin bir anlam ifade ettiğini söylemek mümkündür ama bu diyalektik materyalist bir yaklaşım olmaz. İmdi bu aşamada Engels’in “devrimci” ve “karşı devrimci” halklar ayrımını neye dayanarak yaptığı sorulmalıdır. Engels’in kendisi bunun cevabını veriyor: Bu ayrım söz konusu halkaların bu güne kadar gelen tarihinin sonucudur. Aynı zamanda bu ayrım, adı geçen irili ufaklı ulusların yaşam ve ölümlerinin başlangıç kararıdır. Avusturya’nın bütün tarihi bunun kanıtıdır ve 1848 de bunun bir kez daha onaylanmasıdır. “Avusturya’nın milletleriyle ve milliyetçikleri arasında sadece üçü ilerlemenin (abç) taşıyıcısıdır ki bunlar etkin olarak tarihe müdahale etmişlerdir ve bunlar hâlâ yaşama yeteneğine (abç) sahiptir. Bunlar Almanlar, Polonyalılar ve Macarlardır. Bu nedenle de bunlar devrimcidir. Bunun dışındaki diğer irili ufaklı kabileler ve halkların misyonu en yakın zamanda devrimin dünya fırtınasında batmaktır. İşte bu yüzden onlar şimdi karşı devrimcidir.” (MEW. 6, 168). Engels “yaşama yeteneği” (Lebensfähigkeit) kategorisi üzerinden görüş üretmeye daha sonraki yazılarına da devam ediyor. Yukarıda anılan 1849’da kaleme aldığı makalede de tekrar ediyor: Polonyalılar, Ruslar ve belki de bir ihtimal Türkiye’deki Slavların dışında hiçbir Slav halkının varlığını devam ettirme şansı olmadığını yazıyor. Engels ekliyor; çünkü geride kalan bütün diğer Slav halklarının öncelikle tarihsel, coğrafi, politik ve endüstriyel özerklik koşulları yoktur ve yaşama yetenekleri noksandır. İlerleyen satırlarda Engels “yaşama yeteneği olmayan 1

Roman Rosdolsky, Engels’in konu hakkındaki dikkatsizliğine işaret ediyor. Hırvatlar, Sırplar ve Slovaklar’dan bağımsız bir İlliyer ulusunun olmadığını dip not olarak veriyor.

25


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek

halklar” düşüncesine kısmen açıklık getiriyor. Hiçbir zaman kendi tarihi olmayan, uygarlığın ilk ham aşamasına gelebilen, başka halkların tahakkümünde olan ya da uygarlık basamağına diğer halkların sürüklemesiyle gelen halkların yaşama yeteneği yoktur ve bunlar hiçbir zaman bağımsızlık kazanamayacaktır. Engels, Slovakların ve Hırvatların da içinde olduğu birçok Slav halkının tarihlerinin nerede olduğunu sorarak devam ediyor. Engels ilerleyen sayfalarda marksist düşünceye taban tabana zıt bir yaklaşım sergiliyor ve Hırvat halkının “doğası gereği karşı devrimci olduğunu” ilan ediyor. Marx’ın özel olarak Hegel -Feuerebach ve genel olarak da idealizm eleştirisinin temel düşünce yönelimlerinden biri, insanın olduğu gibi tarihin de önceden belirlenmiş birkaç kavramdan hareket ederek açıklanmaya kalkışılmasıdır. Hatırlanacağı gibi Marx idealist felsefelerin insanı açıklarken kullandığı “doğalık” kategorisine karşı düşünceler geliştiriyor. İnsanı açıklarken kullanılan “doğası gereği” gibi ifadeler bir kenara bırakıp maddi yaşam koşullarından kalkılarak yapılacak çözümlemelere yöneliyor. Hiç kuşku yok aynı yöntem bir ulus hakkında konuşurken de iş başında olmalıdır. Bir halkın “doğası”nın ne olduğunu bulup ona dayanarak çözümlemeler yapmak, o halkın ne olduğunu söylemek, materyalist bir düşünce biçimi değil son derece vulger idealist bir yaklaşımdır. Bu aşamada Engels’i takip etmeyi bir müddet durdurup bu söylenenlerin materyalist tarih anlayışıyla nasıl yorumlanabileceğini biraz daha ayrıntılı düşünmenin yararlı olacağı kanısındayım. Bu düşünme çabasına, benim Engels’in ulusal sorun hakkındaki görüşlerine dikkatimi çeken Roman Rosdolsky de yer yer eşlik edecek. Yukarıda Engels’in ahlak kategorilerinin politik olaylarda nasıl bir anlam taşıdığına nasıl yorumlandığına değinildi. Kuşkusuz ahlak kategorilerinin, politik ve tarihsel olayların işleyişinde bir anlam ifade etmediğini söylemek, materyalist bir yaklaşımdır. Ama bunu söyleyen Engels’in tarih anlayışında önemli bir taşıyıcılığa sahip olan “yaşama yeteneği, tarihsiz halklar” kavramları nasıl değerlendirilebilir? Rosdolsky, Engels’in bu yaklaşımını yerinde bir tespitle “idealist tarih anlayışının marksizm içindeki mirası” olarak niteliyor. Dolayısıyla bu tarih yorumu marksist öğreti içinde bir yabancı unsur durumundadır. İdealist tarih anlayışı, tarihin şekillenişini açıklarken kullanılan kavramsal örgüde kendini gösteriyor. Engels, marksist tarih anlayışına göre, tarihin itici gücünün maddi üretici güçlerin gelişimi olduğunu tamamen bir kenara koyarak düşünce üretiyor. Engels burada anılan makalelerinde “sınıf ” kavramına merkezi bir önem vererek görüş üretmiyor. Kuşkusuz sınıf kavramına merkezi bir yer tanınarak görüş üretilirse, düşünülecek ittifakların şekli de değişecektir. Rosdolsky haklı olarak; Engels’in ulusal mücadeleleri ve ulusal hareketleri sürekli değişim içerisinde olan maddi yaşama koşulları ve sınıf ilişkilerinden hareket ederek üretilmesi gerekirken, bunu yapmadığının altını çiziyor. Bunun yerine Engels, idealist bir kavram olan “yaşama yeteneği” düşüncesiyle halkların geçmişini açıklıyor ve geleceğinin nasıl olacağını kurguluyor. Marksizmin tarihi ve toplumu açıklarken kullandığı yöntem, son derece özsel bir önemle karşımıza çıkar. Bu yöntem insanlık tarihinin itici gücü olarak, somut üretici güçlerin gelişimini ve buna bağlı olarak sınıf mücadelelerini görür. Öyle ki bu yöntem, marksizmi diğer akım ve görüşlerden ayıran bir ölçü olarak da ele alınabilir. Peki, burada marksist felsefenin kurucularından biri olan Engels’in içine düştüğü durum nasıl açıklanabilir? Bu soru hiç kuşku yok ki Engels’in “tarihsiz halk”larından Ukraynalı marksist Roman Rosdolsky’in de cevap aradığı bir soru. Rosdolsky, Engels’in düşünmesini belirleyen felsefi arka planın bütün netliğiyle ismini veriyor. Bu idealist felsefi arka plan hiç kuşku yok ki Hegelci idealist tarih anlayışıdır. Rosdolsky, Hegel’in tarih görüşünün konuyla ilgili noktasını hatırlatıyor: Hegel’in tarih anlayışında; dünya tarihi özel halk tininin diyalektiğinin (Diaiektik besonderer Volksgeisler) her birinin sadece bir aşamayı kat ettiğini ve böylece eylemin sadece bir işini -yani aklın gerçekleşmesi- (Realisierung der Vernunft) tamamlayışı olarak görünür. Bunun ardı sıra da bir başka dünya tarihsel halk tini (weltgeschichtlichen Volksgeist) devreye girer ve kendi yerini açar. Ancak her halk bu görevi yerine getiremez. Sadece doğal ve tinsel yetenekleri güçlü bir devlet yapısı yaratabilecek halklar bunu başarabilir. İşte Hegel açısından sadece ve sadece bu yeteneğe sahip halklar tarihsel ilerlemenin taşıyıcısıdır. Öte yandan bir devlet kuramayan ya da devletlerini şansızlık eseri de olsa uzun süre yaşatamayan halklar tarihsizdir. Bu halkları bekleyen, başka halkların egemenliği altına girmek ve zamanla onların içinde eriyip kaybolmaktır. Bu anlamda Hegel açısından kendi ayrı devletinin olup olmamasını umursamayan bir halk, bir halk olmaktan vaz geçmek zorundadır. Hegel buna örnek olarak da artık bir bağımsız halk olma gücünü kaybetmiş, çökmeye başlamış halklar olarak Almanya’nın, Avusturya’nın ve Türkiye’nin Slav unsurlarını örnek gösteriyor. Bu tarih yorumu son derece metafizik bir keyfilikle ortaya konulmuş bir yaklaşımdır ama tarihsel olgulardaki kaosu kavranılabilir hale getirmektedir. Yine bu metafizik tarih anlayışı insanlık tarihini, anlamlı ve belirli kurallara göre işleyen bir gelişim süreci olarak görmektir. Böyle olduğu için de hiç kuşkusuz teleolojiktir. Engels’in tarih anlayışını takip etmeyi sürdürüyorum: Engels halkları devrimci ve karşı devrimci şeklinde sınıflayan Hegelci anlayışını devam ettirerek Polonya’yı değerlendiriyor. Polonya, Almanlar ve Macarlarla birlikte panslavist karşı devrime direniyor olmakla ve özgürlüğü Slav hükümranlığına yeğlemekle yaşama yetenekliliğini kanıtlamıştır. Bunun ardı sıra Engels Slavların hangi coğrafyada yaşadıklarını, tarihsel olarak hangi etkilere açık

26


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek

olduğunu anlatıyor. Slavların son tarihe müdahale anlamına gelecek isyanları, bir Çek ulusal-köylü savaşıdır. Bu da Alman soylularına ve Alman imparatorluğuna karşı verilmiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu tarihten itibaren de Çekler Alman imparatorluğunun kontrolü altındadır. Engels’in Çekler hakkındaki bu anlattığı, Hegel’in Slavların çöken bir halk olduğunu söylemesine tarihsel bir kanıt gösterme girişimidir. Bu noktada da Engels ilginç bir tespit daha yapıyor: Engels, Almanlar ve Macarlar olmasaydı güney Slavların Türkleşeceğini söylüyor. Bu görüşünü bir Slav halk olan Boşnakların Müslüman olmasını hatırlatarak güçlendirmeyi deniyor. Avusturyalı güney Slavların, Alman ya da Macar olmakla Türkleşmekten kurtulduğunu dile getiriyor. Engels bu olgudan Almanlara ve Macarlara bir övgü payı da çıkarıyor. Engels’in Türkleşmeden kurtulmak için bir halkın başka bir halk içinde erimesini olumlaması da son derece çarpıcı bir yaklaşımdır. Bu noktada da yeni bir soru kendini dayatıyor: Güney Slavların Türkleşmesi değil ama Almanlaşması ya da Macarlaşması neden daha istenilir olsun? Türkleşme karşısında savunulması gereken neden bu halkın kendi aidiyetini koruması olmuyor? Engels’e dayanarak buna cevap vermek oldukça kolay. Çünkü “İtici sınıf, hareketin taşıyıcısı burjuvalar, her yerde ya Alman’dır ya da Macar’dır.” Dikkat edilirse Engels’in bu düşüncesini belirleyen bir halkın diğer halk karşısında yeğleniyor olmasından çok, hangi halkın tarihsel “ilerlemenin” taşıyıcısı olduğudur. Soruna böyle bakılınca “ilerleme”nin çökmekte olan Osmanlıların eliyle olmayacağı açıktır. Ama bu düşünce tarzının kendisi Hegelci tarih anlayışının bir tezahürü olduğu için kaldırılıp bir kenara koyulmalıdır. Engels, Marx’la beraber, “Demokratik Panslavizim” (Der demokratische Panslawismus) adlı makalesinde Bakunin’i eleştirirken de aynı düşünce tarzının daha uç bir örneğini veriyor. Bakunin’in halkların eşitliğini ve kardeşliğini talep etmesi karşısında Amerika’yı hatırlatıyor. Engels’e göre halkların eşitliğini ve kardeşliğini talep eden Bakunin, Amerika’daki fetih savaşlarını da eleştirmek zorundadır. Oysa Engels’e göre bu savaşlar, Bakunin’in “adalet ve insanlık” kavramları üzerine oturan teorisine ciddi bir darbe oluşturuyor. Çünkü bu savaşlar ona göre sadece ve sadece uygarlık adına yapılmıştır. “‘Bağımsızlık’ bazı İspanyol Kaliforniyalıları ve Teksaslılar bu konuda acı çekmiş olabilirler, ‘adalet’ ve başka ahlak ilkeleri şurada burada yaralanmış olabilir ama böylesine dünya tarihsel bir olgu karşısında ne sayılabilirler?” (MEW, 6, 274). Amerikanın işgalini uygarlık adına yapılmakla açıklayan Engels, aynı yaklaşımını Almanların Slav topraklarını işgalini açıklarken de sergiliyor. Almanların Elbe boylarındaki Slav topraklarını işgal etmesi “coğrafik ve stratejik zorunluluktan” dolayıdır ve bu işgalin uygarlık ilgisiyle yapıldığına kimse itiraz edememiştir. Tarih boyunca her hangi bir savaşın “uygarlık adına” yapıldığını savunmak son derece tartışmaya açıktır. Kuşku yok ki savaşlar kimi güçlerinin çıkarlarını silaha dayanarak savunmasının ifadesidir. Ancak Engels’in bunu ihmal ederek düşünmesini sağlayan, yukarıda altı çizilen Hegelci mirastır. Engels’in yaklaşımını tayin eden düşünce tarzının burada da “ilerleme” kategorisiyle belirlendiği bütün açıklığıyla bir kez daha ortada. Öte yandan Engels panslavizmi; Slav millet ve milletçiklerinin öncelikle Avusturya Almanlarına ve sonra da Türklere karşı bir birliği olarak değerlendiriyor. Ama “Türkler tesadüfen işin içine girmişlerdir bunun gibi çökmüş bir ulus olarak, tamamen sorunun dışındadırlar” (MEW, 6, 171). Panslavizm temel yönelim olarak, Avusturya’nın devrimci unsurlarına karşıdır ve bu nedenle de gericidir. Panslavizm gerici karakterini bir ihanetle hemen ortaya koymuştur: Tek devrimci Slav halkı olan Polonya’yı Rus çarına satmıştır. Engels, 1855’te yazdığı “Almanya ve Panslavizm” (Deutschland und der Panslawismus) adlı makalede de daha soğukkanlı bir dil kullanmakla birlikte, temel yönelim olarak aynı düşünme tarzını sürdürüyor. Burada şöyle diyor Engels: “Pansalavizm sadece ulusal olmayan bir harekettir. O aynı zamanda, bin yıllık bir tarihin yarattığını, olmamış yapmayı talep eden bir harekettir. Bu talep Türkiye’yi, Macaristan’ı ve Almanya’nın yarısını Avrupa haritasından silmedikçe gerçekleştirilemez.” (MEW, 11, 193). İlerleyen sayfalarda bu ifade daha felsefi bir anlatımla yineleniyor. Engels, pansalavizmin Avrupa uygarlığının akışına karşı bir akım olduğunu ve “dünya tarihini” geri çevirmek istediğini ekliyor. Engels’in Hegelci bir yaklaşımla tarihte bir “ilerleme” gören yaklaşımını tartışmayı küçük bir parantezle kesiyorum. Engels’in ulusal soruna ilişkin görüşlerini takip ederken dikkat çekici olgu da onun halklar hakkında konuşurken bilinen yakıştırma ve genellemeleri kullanmaktaki rahatlığıdır. Türklerin barbarlığı defalarca anılıyor. Bunun gibi Bulgarların da uysal ve yüreksizliğinden söz açmakta beis görmüyor. Engels’in aynı yaklaşımı 1855’te kaleme aldığı ve yukarıda adı anılan makalede de karşımıza çıkıyor. Burada Engels panslavizmin Polonya’da ya da Rusya’da değil Avusturya’da ortaya çıktığını söylüyor ve şöyle diyor: “Sırplar ve Türkiye’nin Bulgarları böyle bir fikir üretmek için oldukça barbardılar. Bulgarlar sessizce Türklerin tahakkümü altına girmişlerdi, Sırplar da kendi bağımsızlık mücadelelerinden dolayı yeterince meşguldüler.” (MEW, 11, sayfa 195.) Engels’in Sırpların ya da Bulgarların panslavist fikir üretememesini “barbarlık” kavramıyla açıklaması kuşkusuz pek fazla bir şey ifade etmez. Panslavist düşüncenin bu halklardan çıkmamış olmasını, onların ekonomik sosyal ilişkilerini çözümleyerek ortaya koyması beklenirdi. Engels’in kimi halklar hakkında neredeyse gelişigüzel konuşmasını sağlayan şey

27


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek

bir üslup sorunu olarak görülmemelidir. Bu gelişigüzel ifadeleri bir Avrupa merkezci düşüncenin sonucu olarak görmek de çok açıklayıcı olmaz. Çünkü benzer dikkatsiz ifadelerin bir başka yazıda bir Almana ya da Fransıza yöneldiğini bulmak hiç de zor değildir. Bunun gibi barbar denilen Türklerden, Bulgarlardan ve diğer halklardan övgüyle söz edildiğini de görebiliriz. Avrupa merkezci bir yaklaşım, böylesine bir çelişkinin ortaya çıkmasını engellerdi. Özellikle Engels’in kimi halklardan söz ederken yargılar vermekteki rahatlığını sağlayan belli bir düşünme biçimidir: Engels’in bu üslubunu yaratan, onun Hegelci kavram dağarcığıyla düşünmekte olmasıdır. Engels’in ulusal sorunu ele alışındaki temel düşünce doğrultusunu ortaya çıkarmak için olağan üstü bir düşünce yoğunluğuna girmeye hiç gerek yok. Çünkü bu düşünce doğrultusunu bizzat Engels dile getiriyor. Engels şöyle diyor: Tarihin akışından arta kalan bu gaddar, ayaklar altında ezilmiş uluslar Hegel’in deyişiyle halk atıkları (Völkerabfalle) karşı devrimin fanatik yandaşlarıydı ve itlaf olana kadar da öyle kalacaklar. İşte panslavizm de binlerce yıllık karmaşık gelişimin halk atığıdır. Güney Slavlar, bin yıldır Macarların ve Almanları kontrolü altında yaşamıştır. Alman-Macar devrimini bastırmak için 1884’te ulusal bağımsızlık talebiyle harekete geçmişlerdir. Bu halk karşı devrimi temsil ediyor. Engels’in ses tonundaki sertlik giderek artıyor. Fransız proletaryasının ilk başarılı ayaklanmasıyla birlikte Avusturya Almanları ve Macarlar özgür olacaklar ve Slav barbarlığından kanlı intikamlarını alacaklar. Bu özel Slav birliği paramparça olacak ve bu dik kafalı küçük ulusları isimlerine kadar yok edecekler. “Bir dahaki dünya savaşı sadece gerici sınıfları ve hanedanlıkları değil bütün gerici halkları yeryüzünden silip süpürecek. Ve bu bir ilerlemedir de.” (MEW. 6, 176). Engels’in tarih anlayışının geçen yıllar içinde önemli oranda değişime uğramadığı dikkat çekiyor. 1859’da ulusal sorun konusunda yazarken de aynı yaklaşımla düşünmeye devam ediyor. Engels, Avrupa haritasının son halini aldığını kimsenin ileri süremeyeceğini söylüyor. Ona göre Avrupa’nın “büyük ve yaşama yeteneği” olan halkları gerçek ve doğal sınırları belirlemeye devam edecektir ve bu sınırların belirlenmesi dil ve “duygudaşlıkla” olacaktır. Bu arada da sağda solda hâlâ kendi ulusal varoluşları konusunda yeteneksiz uluslar söz konusudur. Engels’e göre bunlar büyük uluslarca ilhak edilmiş durumdaki “halklar enkazı”dır (Völkertrümler) ve bu halklar ya bu büyük uluslar içinde eriyecekler ya da politik bir anlamı olmayan etnografik abideler olarak varlıklarını sürdürecekler. (MEW, 13, 267). Bu noktada sadece küçük bir not düşmek gerekiyor. Tarih Engels’in öngördüğü gibi cereyan etmedi. Engels’in eriyip gideceğini söylediği halklar, bu tahminden çok kısa süre sonra bağımsız devletlerini kurdular. Sonuç Yerine Kuşkusuz ulusal sorun tartışması marksist felsefenin tartışmalı başlıklarından biridir. Ulusal sorun karşısında alınan tavır çoğu zaman bir dünya görüşünün ne kadar özgürlükçü olduğunun göstergesidir. Engels’in ulusal sorun konusundaki görüşleri önemli oranda Hegel felsefesinin etkisiyle şekillenmiştir ve dolayısıyla materyalist değildir. Ulusal sorun tartışması Engels’ten sonra da marksist gelenek içinde sürmüştür. Sorunu çetrefil kılan bir gerilim noktası vardır: Marksizmin enternasyonal görüşleri eşitlik, özgürlük, sömürüsüz bir dünyayı bütün halklar için talep ediliyor. Bu talep, işçi sınıfının devrimiyle koşullanmış bir talep olarak ortaya çıkıyor. İşçi sınıfı enternasyonal bir sınıf olarak, ulusal sınırları aşan politikalar üretiyor. Ama öte yandan kimi uluslar, bir ulus olarak kendilerini ifade edebilecek haklardan yoksun durumda olabiliyor ve bu haklarını istiyorlar. Bu durumda markizm ezilen ulusların taleplerini görmezlikten gelemez. Engels’te talihsiz bir örneğini gördüğümüz ve tamamen Hegelci bir yaklaşımla belirlenmiş her koşul altında sadece “ilerleme” olanı dikkate alan ve onun yanında yer alan tutumu bir kenara bırakırsak, temel olarak iki eğilim ortaya çıkar. Bunlardan biri Bakunin’de örneğini gördüğümüz her koşul altında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulmasıdır. Bu yaklaşımın bir handikapı vardır; ulusal talepler, özellikle kalkışma halindeki proletaryanın taleplerini ve mücadelesini sekteye uğratır bir boyut kazanırsa ne yapılacaktır? Uluslararası proletaryanın mücadelesinin önüne, ulusal mücadelenin taleplerinin bir engel oluşturmasına seyirci mi kalınacaktır? Ulusal sorun konusundaki ikinci eğilim bu soruları da dikkate alan Bolşevik Devrimi’nin önderlerinden biri olan Lenin’in tutumudur. Lenin hiçbir Hegelci kavramın etkisinde kalmadan, Engels ve Bakunin’in düşünceleri arasında bir köprü gibi duran tezini geliştirir. Rosdolsky’nin de işaret ettiği gibi Lenin, işçi sınıfı partisinin içindeki ezen ulusa ait insanların, sadece ezilen ulusun üyelerinin ulusal taleplerini ortak sosyalist mücadele altında toplamak girişimiyle kalmaması gerektiğine işaret ediyor. Onlar özellikle ve özellikle (ulusal gururu umursamayarak ve işçilerin kimi kesimlerinin faydalar elde edebileceği ulusal olarak avantajlı bir durumda olmayı da bir kenara bırakarak) kendi uluslarının egemen sınıfının her türlü ulusal baskı politikasından uzak durmalıdır. Ve ekliyor hiçbir ön koşul ileri sürmeksizin açık bir şekilde ezilen ulusun tam bağımsızlığını da içeren kendi kaderini tayin hakkı için tutum almaları gerekir. Tartışmaya eklenecek bir başka boyut da Stalin’in tek ülkede sosyalizm teziyle

28


Engels’in “Tarihsiz Halklar” Kavramı Üzerine | Sinan Özbek

görünüşe çıkan milliyetçi yaklaşımdır. Bu ise Rusya örneğinde büyük ulus şovenizmini yaratmıştır. Etkisini gösterdiği yerlerde de büyük ulus şovenizminin küçük örneklerini oluşturmuştur. Günümüzden bakılınca sorun bir başka boyutuyla özel bir önem kazanıyor. Ulusal sorun tartışmasının klasik seyri yukarıda da görülen, kendini hâlâ bağımsız bir devlet olarak örgütleyememiş halkların durumu ve bağımsızlık talepleridir. Sorun bu haliyle uzun uzadıya tartışılmış ve önemli oranda cevaplanmıştır. Günümüzde ise tartışma yeni bir boyut kazanıyor. Bu boyut göç hareketinin hızlanmasıyla birlikte gündeme geliyor. Şimdi daha önemle öne çıkan soru, göçmenlerin ulusal aidiyetleri ekseninde odaklaşıyor. Bu soruna cevap üretmeye çalışılırken klasik ulusal sorun tartışmalarından faydalanılabilir. Ama o bağlamda üretilmiş düşüncelerin, göçmenlik olgusuna bir transferiyle cevap üretilemez. Marksist felsefenin bugün cevap üretmesi gereken soru da burasıdır. Kaynakça Karl Marx-Fridrich Engels, Die Kontrervoltion in Berlin, MEW, 6. Karl Marx, Wahlen-Trübe Finanzlage- Die Herzogin von Sutherland und die Sklaverei, MEW, 8. Karl Marx-Friedrich Engels, Der magyarische Kampf, MEW, 6. Karl Marx-Friedrich Engels, Der demokratische Panslavismus, MEW, 6. Friedrich Engels, Revolution und Konterrevulotion in Deutschland, MEW, 8. Friedrich Engels. Deutschland und der Panslawismus, MEW, 11. Friedrich Engels, Po und Rhein, MEVV, 13. Roman Rosdolsky, Zur nationalen Frage. Verlag Olle&Wolter, Berlin 1997.

29


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? Volkan Akyıldırım

İ

ki emperyalist dünya savaşında kazananlarının kurduğu düzen, 2008 ekonomik krizi sonrası sarsılıyor. İki devletsiz halkın kendi kaderlerini tayin etmek için referanduma gitmesi, Avrupa ve Ortadoğu hâkim sınıflarını dehşete düşürmüş gözüküyor.

Emperyalist devletlerin tümünün karşı olduğu Irak Kürdistanı bağımsızlık referandumu, 25 Eylül 2017’de yapıldı ve yüzde 93 oranında bağımsızlığa ‘evet’ oyu verilmesi ile sonuçlandı. Irak, bağımsızlık girişimini engellemek için, İran ve Türkiye’yle birlikte Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni (IKBY) abluka altına altı. Sınırda askeri tatbikatlar hemen başladı. Üç devlet, referandum kararlarını tanımayacaklarını söyleyerek IKYB’den kararlarını geri almalarını istiyor. Bölgede hegemonya mücadelesi veren iki emperyalist devlet, ABD ve Rusya da Irak’ın toprak bütünlüğünden yana. IKBY’ye tehditler her an çatışmaya ve askeri müdahaleye dönüşebilir. İspanya devletinin yasakladığı ve şiddetle saldırdığı 1 Ekim 2017 referandumuna katılanların yüzde 90’ı bağımsız Katalonya Cumhuriyeti’ne ‘evet’ dedi. Bağımsız Katalonya’nın kendi sınırları dışında kalacağını söyleyen Avrupa Birliği’ni arkasına alan İspanya, sınırlarının değişmeyeceğini, gerekirse askeri yöntemlerin uygulanacağını söylüyor. Avrupa’nın hegemonik gücü üç emperyalist devlet, Almanya, Fransa ve İngiltere referandum sonuçlarını tanımayacağını ilan ederken, şirketler de ‘Katalonya’dan çekiliriz’ tehditlerini savuruyor. Katalonya parlamentosu, müzakere için bağımsızlık kararını askıya alsa da İspanya hükümeti Katalanlara karar vermeleri için bir ay süre verdi. İki halk da bağımsızlık oylamalarını, halkların kendi kaderlerini tayin hakkına dayandırıyor. Karşı taraftan müzakere ve diyalog yerine baskı geliyor. Ezen ulus kibriyle davranan Irak ve İspanya devletleri, saldırgan bir tutumla, ezilen iki halkın tercihlerini engellemek için her şeyi yapmaya hazırlar. Katalonya referandumunun ardından İspanya’nın Bask özerk bölgesinde referandum gündeme gelirken, İskoçya’da da yeni bir referandum tartışması başladı. İngiltere’nin birlikten ayrılışı ile Avrupa’da sınırlar çatırdarken, Ortadoğu’da emperyalist devletlerin çizdiği sınırlar da saldırılar ve kitlesel göçlerle aynı akıbeti paylaşıyor.

30


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

20. yüzyıl boyunca baskı altında tutulmuş halklar, eşitlik istiyor. Uluslararası işçi sınıfının birliğini sağlamanın ve halklar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın yegâne yolu olan halkların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, bugün pratik bir mesele olarak kendini ortaya koymakta. Ulusal baskı ve halkların eşitliği sorunu Ulus-devlet, yani dil ve tarihsel kökleri türdeş halk topluluklarının tek tek devletler olarak örgütlendiği uluslararası düzen, kapitalizmin bir ürünüdür. Feodalizmin devlet biçimi olan, farklı halk topluluklarını içeren imparatorluklar yerlerini, her biri diğer ulusun hakim sınıfıyla rekabet halindeki kapitalistlerin, kendi sınırları içindeki pazara tam hakim olmak isteği temelinde örgütlenen ulus-devletlere bıraktı. Burjuvazinin, halkın geri kalanını da yanına alarak devrimci yöntemlerle iktidara geldiği ilk dönemin sonunda bir dizi ulus-devlet kuruldu. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişimi, bazı halkların daha fazla güçlenmesine, bazılarının zayıf kalmasına yol açtı. Burjuvaziler devrim fikrinden giderek daha çok ürkmeye başlarken, güçlü devletler, zayıf olanlar üzerinde kendi hakimiyetlerini kurdu ve sömürgelere sahip oldu. Bazı devletler ise kendi sınırları içinde kalan başka hakları ve azınlıkları baskı altında tutan hapishaneler olarak var olageldiler. 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan tekeller ise 20. yüzyılda emperyalizmi, küresel kapitalist hiyerarşinin başına oturmuş, geri kalanları kontrol eden ya da tahakküm altında tutan emperyalist devletlerin hiyerarşik düzenini yarattı. Aralarındaki dünyayı yeniden ve yeniden paylaşım mücadelesi, birinci ve ikinci dünya savaşlarını yaratırken, bazı devletlerin sınırları emperyalistler tarafından çizildi, bir çok halk da zorlu mücadeleler vererek kendi devletlerini kurdu, bugünkü ulus-devletlerden oluşan küresel sisteme varıldı. Kapitalist sınıfların çözümsüz bıraktığı ulusal sorunlar, bazı halklar üzerindeki baskının devam etmesine yol açarken eşitsizlik, sermayenin son küreselleşme döneminin ardından 21. yüzyıla taşındı. 1989’da Doğu Bloku yıkıldıktan sonra piyasa kapitalizminin zaferini ilan eden kapitalist ideologlar, dünyanın iç çelişkilerinin azaldığı, savaş ve milliyetçilik gibi aslında arkaik şeylerin geri kaldığı, bolluk ve refahla belirlenen yeni bir dünya düzenine geçtiğimizi söylüyordu. Sermayenin küreselleşmesinin, sistemin özünden kaynaklanan ilişki ve çelişkileri ortadan kaldırmayacağını, her küresel şirketin bir ulus-devlete dayandığını ve rekabete dayalı kapitalist düzenin emperyalist karakterinin ortadan kalkmadığını söyleyen marksistler haklı çıktı.1 Köhnemiş ulusal baskı yöntemleri ve milliyetçilik zehri, hâkim sınıflar tarafından yayılıyor. 20. yüzyılın başında Lenin, Buharin ve Rosa Luxemburg gibi marksistlerin vurguladığı gibi emperyalist savaşlar günümüzün gerçeğidir. Demokrasinin yerini diktatoryal eğilimlere bıraktığı, sınırların güçlendirildiği, duvarların örüldüğü, müzakerenin yerini askeri restleşme ve çatışmaya bıraktığı bugün, kapitalizme son verecek sınıfın birliği için, halkların eşitliğini savunmalıyız. Marksist geleneğin tutumu Ulusal baskıya ve sömürgeciliğe karşı çıkmak için sosyalist olmak gerekmez, bu siyasi gericilikle demokratlık arasındaki ayrım noktalarından biridir. Demokrasi ve özgürlüklerden yana olan her işçi, bir halkın başka bir halkı ezmesine, baskı altında tutmasına karşı çıkar. Ulusal baskı, insanlığın kurtulması gereken bir lekedir. Marksistler, her türden milliyetçiliğe karşıdır, özellikle ezen ulusun milliyetçiliğine karşı mücadele ederler. Sınırların, sınıfların ve devletlerin ortadan kalktığı bir dünya düzeni olarak sosyalizm, halkların eşitliği üzerine kurulabilir. Ulusal baskı var oldukça, milliyetçilik etkili oldukça, işçi sınıfının sosyalizm için mücadeleye atılması (çoğu zaman ücret artışı ve temel haklar için gündelik mücadele bile) mümkün olamaz. Ulusal sorun, sadece demokratik bir sorun değil, işçi sınıfının birliği ve kurtuluşu yolunun açılması için çözüme kavuşturulması gereken bir meseledir. Marksistler, dünyaya baktıklarında, tek tek ulus devletlerden oluşan sistemi değil, küresel kapitalist sınıfla uluslararası işçi sınıfı arasındaki mücadeleyi görürler. Sınıf mücadelesini esas almamız, ulusal ezilmişlik ve eşitsizlik sorunlarını önemsiz ve tali görmemize yol açmaz. Ulusal baskıya, işçi sınıfının birliği ve örgütlenmesi adına karşıyız. Ezen ulusun işçi sınıfı, ezilen ulusun işçilerinin yaşadığı acıları anlamadan ve onun mücadelesini desteklemeden kendi ezilmişliğinden kurtulamaz. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, 17. yüzyılda ortaya çıkmış bir fikirken, Karl Marx’ın 1848’de 1

Chris Harman, “Küreselleşme tezlerinin marksist eleştirisi”, Küreselleşme ve Direniş, Z Yayınları, 2001, s.107-152.

31


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

savunduklarıyla politik bir ilke haline geldi. “Başka halkı ezen ulus, özgür olamaz”2 diyen Karl Marx, ezen ulus milliyetçiliğini, sosyalizm mücadelesinin önündeki başlıca engel olarak gördü. İşçi sınıfı, uluslararası birliğine ulaşması için bu zehirden kurtulmalıydı. İrlanda üzerindeki hakimiyetinin, İngiltere’de kapitalist sınıfın egemenliğinin garantörü olduğunu kavrayan Marx, uzun süre İngiliz işçi sınıfının mücadelesinin, İrlanda halkının kurtuluşunu getireceğini düşündü. Fakat soruna ve olayların gelişimine baktıktan sonra fikrini değiştirdi. İrlanda kurtulmadan, İngiliz işçi sınıfı da kurtulamazdı. Marx, İngiliz işçilerinin milliyetçi ön yargılardan kurtuluşu ve bağımsız politik hareket yolunda eğitimi için, İrlanda’nın ayrılma hakkını savundu. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, 1896’da Sosyalist Enternasyonal Londra kongresinde bir politik ilke olarak ilan edildi. Bu tam da emperyalizmin ortaya çıktığı dönemde, milliyetçilerle sosyalistleri ayıran bir ilke olarak önemsendi. 1914’te yazdığı Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı3 makalesi ile Lenin, marksist geleneğin ulusal ezilmişliğe karşı tutumunu kapsamlı olarak ele aldı. Kendisi de bir ezen ulus sosyalisti olan Lenin’e göre halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrılma hakkını da içerir. Marksistler, bir yandan ezilen halkın kaderini tayin hakkını savunurken, aynı anda işçi sınıfının birliğini de savunmalıdır. Ayrılma hakkını savunmak, ezilen ulusun işçileriyle ezen ulus işçileri arasındaki güveni sağlamanın biricik yöntemidir. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan sosyalistler, o halka nasıl yaşaması gerektiğini söylemezler, demokratik yöntemlerle bunu kendisinin belirlemesini destekler. Ulusal hareketler, mücadele ettikleri devlet aygıtını güçsüzleştirir. Emperyalizmin kurulu düzenine darbe vururlar. Bu hareketlerin yarattığı sarsıntılar, işçi sınıfının mücadelesinin zaferi için kullanılmalıdır. Lenin, ezen ulusun sosyalistleriyle ezilen ulusun sosyalistlerinin farklı konum ve koşullarda olduğunun altını çizer: Ezen ulusun sosyalistleri, kendi hakim sınıflarının milliyetçiliğine karşı mücadele etmek zorundayken, ezilen ulusun sosyalistlerinin ulusal mücadeleyi sınıf mücadelesine dönüştürmeye çalışması ve ezen ulusun işçileriyle birliği savunması, milliyetçilikle mücadeleye dayalı, birbirini tamamlayan, enternasyonalist tutumlardır. Ulusal hareketlerin siyasi karakteri ve emperyalizmle ilişkileri, 20. yüzyıl başında da tartışmalı olmuştur. Lenin ulusal hareketlerin siyasi karakterini ulusal-demokratik olarak tanımlar; varoluş nedenleri bir ulus devlet yaratmak ve uluslararası düzende yer almaktır. Sosyalistler, ulusal hareketlerinin karakteri ve liderlikleri hakkında yanılmamalıdır. Birden fazla sınıftan oluşan bir halkın hareketi, bir sınıfın hedefi olan sosyalizmle karıştırılmamalıdır. Bu, ulusal hareketlerin burjuva liderliklerine karşı mücadele etmek zorunda olan ezilen halkın işçi sınıfının, bağımsız mücadelesini ve örgütlenmelerini engellemek olur. Ulusal kurtuluş mücadelesi, çoğu zaman, ulusal hareketlerin tabanını oluşturan emekçiler ve yoksulların bu mücadeleyi daha da ileri götürebileceği bir sürekli devrim sürecinin potansiyellerini de içinde taşır. Bu potansiyellerin açığa çıkmasına yardım etmek enternasyonalizmden geçer; ulusal liderlikler ne derse desin, milliyetçiliği yenmek için, ezilen halkın eşitliğini savunmak bir zorunluluktur. Ezen ulus sosyalistlerinin bu dayanışması, ezilen halkın sosyalistlerinin örgütlenmelerine alan açarak, ulusal-demokratik liderliklerin eleştirisine ve sosyalist alternatifin inşa edilmesine yardımcı olur. ‘Sosyalizm, insanlığın bugün ayrı ayrı devletlerin sınırlarıyla bölünmüşlüğüne karşı değil miydi? Ayrı devlet kurma hakkını tanıyarak, yeni devletlerin ortaya çıkmasını teşvik etmiyor musunuz’ diye sorulabilir. Sosyalistler sadece birleştirmek değil halkları bütünleştirmek istiyor. Bu, insanlığın köhnemiş milliyetçi önyargılardan kurtulmasıyla mümkündür. “Uluslararası işçi sınıfının birliği”, “Halkların eşitliği, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı!”-Kapitalizm altında ulusal sorun deneyimleri bu üç sloganla özetlenen tutumu devrimci partilerin ilkeleri arasına soktu. Irak Kürdistanı Birinci Dünya Savaşı sürerken, 1916’da Fransa ve İngiltere tarafından yapılan gizli anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları paylaşılarak, Ortadoğu’daki devletlerin sınırları belirlendi. Sykes-Picot anlaşması, Ortadoğu halklarından biri olan Kürtlerin devletsiz bırakılmasını öngörüyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürdistan bölgesi, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan dört devletin, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’nin sınırları içinde kaldı. 1920’de ortaya çıkan Irak devletinin kuruluşu, sınırları içinde bir ulusal sorunun da başlangıcıdır. Araplar ezen ulus, Kürtler ezilen ulus olarak yaşamak zorunda bırakıldı, katliamlara maruz kaldı. Baskıcı bir devlet olan Irak’ta, ulusal kurtuluş hareketi başlatan Kürtler ile devlet yıllarca savaştı.

32

2

Ulusal sorunda marksist geleneğin tartışmalarının daha geniş bir özeti için bakınız: Marksizm ve Ulusal Sorun, Alex Callinicos, Z Yayınları.

3

Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Kasım 1992, s. 48-108.


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

2003’te ABD’nin işgali sonucunda devrilen Saddam Hüseyin rejimi ile mücadele halinde olan Kürtler, kendi yaşadıkları bölgeyi yönetmeye başladı. İşgal sonrası Irak’ta oluşan güç dengeleri ve siyasi yapılanmalar içinde Kürtler merkezi devlet aygıtında da bir temsiliyete sahip oldular. Fakat bu temsiliyete rağmen, gerçek bir eşitlik sağlanamadı. Bir dönem Irak’ta en istikrarlı alan olarak gelişen IKBY ile Irak arasındaki problemler, 2014 yılında krize dönüştü. Petrol fiyatlarındaki düşüş petrol gelirlerine dayalı IKBY ekonomisini çökertti. IKBY, Irak merkezi bütçesinden kendisine aktarılması gereken payı zaten alamıyordu. Bu, içeride maaşlarını alamayan öfkeli kalabalıkların protestolarına yol açarken, IKYB baskıcı önlemlerini artırdı. Aynı anda gelişen IŞİD saldırıları, bu saldırılar karşısında Irak ordusunun dağılışı ve sürekli savaş tehdidi IKBY’nin bunalımını daha da büyüttü. 25 Eylül’de gerçekleşen bağımsızlık referandumu, 100 yıllık ezilmişliğin üzerine gelen bugünkü derin ekonomik-siyasi krizin sonucudur. Referandum başlangıçta, Barzani ve KDP’si tarafından önerilirken, bir gün önce referanduma karşı çıkan ve hayır oyu kullanacağını söyleyen KYB ve Goran gibi büyük siyasi partiler halk oylamasını destekleme kararı alarak, bağımsızlığa ‘evet’ çağrısı yaptı. Irak Kürtlerinin birleşmesine neden olan emperyalist ve sömürgeci devletlerin referanduma karşı tutumudur. Üç parti de ulusal hareketlerdir, nihai amaçları devletli halklarla eşit statüde yer almaktır. 25 Eylül akşamı görüldü ki aralarında Kürt, Arap, Türkmen işçi ve yoksulların da bulunduğu bir halk, ayrılma hakkını kullanmak istiyor. Hâkim sınıfların saldırı ve savaşlarına sahne olan Ortadoğu’da işçilerin birliği için IKBY üzerindeki baskı son bulmalıdır. Kürt işçilerin, Arap, Türkmen ve diğer halklardan işçilerle birlikte mücadelesi için yüz yıllık ezilmişlik bitirilmelidir. Devrimci sosyalistler, IKBY referandumunu destekleyerek, Irak Kürdistanı’nın kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaktadır.4 Katalonya Sömürgeci bir imparatorluğun devamı olarak ortaya çıkan emperyalist devlet İspanya, 1936 işçi devriminin yenilgisinin ardından, 1974’e kadar diktatörlükle yönetildi. Katalan halkı, faşist general Franco’nun şiddetini fazlasıyla yaşadı. Bir merkezi hükümet tarafından yönetilen özerk bölgelerden oluşan İspanya’da, İspanyol hâkim sınıfının ayrıcalıkları ve üstünlüğü, Katalanlar için hep bir sorun olageldi. 2005’te Katalonya’nın özerk yapısının reforme edilmesi girişimi, hem sağcı parti PP, hem de sosyal demokratlar tarafından sabote edilerek engellendi. 2010’da İspanya Anayasa Mahkemesi’nin, biraz reforme edilmiş bu özerk statünün bazı bölümlerini iptal etmesi ile Katalanların kitlesel hareketi başladı. Barcelona’da 1 milyon kişinin yaptığı gösteriyi, altı devasa kitle gösterisi izledi. 7,5 milyon kişinin yaşadığı bölgede, bu protestoların her birine bir ya da iki milyon kişi katıldı. 2014’te Katalanların referandum girişimi yasaklanarak engellendi. 2015’te Katalan parlamentosu seçimlerini bağımsızlık yanlısı partiler kazandı. 1 Ekim 2017’de gerçekleşen bağımsızlık referandumu, aşağıdan gelişen bu mücadelelerin ürünüdür. Katalan burjuvazisi, bağımsızlığa karşı çıkmakta ve İspanya ile birliği savunmaktadır. Buna karşılık Katalan işçileri, köylüler, öğrenciler referandumun yasaklanmasına karşı sokaklara döküldü ve bağımsızlıktan yanalar. Enternasyonalist ve antikapitalist solun güçlü olduğu Katalonya’da, İspanya merkezi hükümetinin yasakçı ve baskıcı tutumu, İspanya’nın diğer bölgelerine de yayılma potansiyeli taşıyan, büyük bir mücadele dalgasıyla karşılandı. Katalanların bağımsızlık mücadelesini yaratan koşullar, Avrupa Birliği ve İspanya’nın ekonomik ve siyasi krizinin ürünüdür. Katanların eşitliğinin gereğini yerine getirmeyen ve İspanyol üstünlüğü üzerine kurulu devlet, Euro bölgesindeki ekonomik krizi derinden yaşamaktaydı. 2011 küresel ayaklanma ve protesto dalgası ile meydanları öfkeli işçiler, işsizler ve öğrenciler tarafından işgal edilen İspanya’da keskinleşen sınıf mücadelesi, ezilen bir halk olan Katalanların ayrılma mücadelesine de kapı araladı. Uluslararası sosyalistler, Katalonya referandumunu ve Katalanların kendi kaderlerini tayin hakkını desteklerken, bu mücadelenin Avrupa’da başka büyük mücadelelere ilham vereceğini düşünmektedir.5 Sosyal-şoven koro Karl Marx, İrlanda sorununa bakışı, gerçek sosyalistlerle küçük burjuva milliyetçileri arasındaki farkı anlamak için kullanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda kendi hakim sınıflarının savaşına destek veren sosyal demokrasi, o günün 4

DSİP’in konuyla ilgili açıklaması: Tezkereye hayır! Irak Kürtleriyle çatışma değil kardeşlik! 22 Eylül 2017.

5

Uluslararası Sosyalist Akım: Enternasyonalistler Katalonya’nın seçme hakkını savunmalı http://marksist.org/icerik/Dunya/8040/Uluslararasi-Sosyalist-Akim-Enternasyonalistler-Katalonyanin-secme-hakkini-savunmali

33


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

devrimcilerini dehşete düşürmüştü. Emperyalist savaşı, bir ulusun diğer uluslar üzerindeki tahakkümünü soldan gerekçelerle desteklemek sosyal-şovenizm olarak adlandırılmıştır. Türkiye’de keskin söylemlere sahip bazı sol partiler, sanki IKBY Türkiye’nin bir vilayetiymiş gibi, referanduma hiddetle karşı çıktı. Bazıları Katalonya bağımsızlık referandumuna da karşı. Ezen ulusun stalinist, ortayolcu ve ortodoks troçkist geleneklerinden gelen bu partileri, hep bir ağızdan, Irak’ın toprak bütünlüğünü ve Irak Kürdistanı’nın statüsünün merkezi hükümet ile belirlenmesini savunuyor. IKBY’nin demokratik seçim hakkına bile karşı olan bu solcuların kendilerine verdiği desteği duysaydı Irak hükümeti üyeleri çok şaşırırdı. Tam da MGK ve savaş tezkeresiyle birlikte Türkiye’nin IKBY’ye sanki bir vilayetiymiş gibi müdahale ettiği bir anda, bu eğilime soldan gerekçeler sunmak sosyalizmle bağdaşmaz. IKBY’deki halklara nasıl yaşayacaklarını, Ankara’dan İstanbul’dan bildirenler, Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl ve bir arada yaşamı temel alan çözümüne de “solcu” bahaneler üreterek karşı çıkmıştı. Ulusal baskı ve savaşa soldan üretilen her bahane, milliyetçiliğin fikri hegemonyasına katkıda bulunur. Saflarından ‘Iraklı Kürtlerin referandumuna hayır’ sesleri yükselen CHP, Ak Parti-MHP’nin Irak’a askeri müdahaleye izin veren meclis tezkeresine ‘evet’ oyu vermekte bir an bile tereddüt etmez. Sağdan ve soldan beslenen milliyetçilik ise işçiler ve emekçiler üzerinde de etkisini gösterir. Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini engelleyen en başta bu milliyetçi dalga değil midir? Türkiye ve Ortadoğu işçi sınıfının birliğine karşı tutum aldıkları, bunu soldan yaptıkları için, iler tutar yanı olmayan sosyal-şoven görüşler çürütülmeli ve mahkûm edilmelidir. Bu çevreler diyorlar ki ‘halkların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini destekliyoruz, fakat bu ilke koşullardan tümüyle bağımsız düşünülemez.’ Devrimci sosyalistlerin ezilen halkların demokratik ve haklı girişimlerini desteklenmesinin nedeni tam da tarihsel kökleriyle birlikte varolan, bugünkü koşullardır. Gerçeklikten kaçış, teorik bir sefalet Sosyal-şoven koro, kendi içindeki tüm farklılıklarına rağmen neredeyse tek bir ses çıkartıyor. IKBY’nin referandum yapmasına karşılar, bağımsızlık isteğine de IKBY’ye müdahaleye de karşılar. Kendileri gibi referanduma karşı olan Erdoğan’a karşı oldukları gibi, düne kadar dost bugün ise bölücü muamelesi gören Barzani’ye de karşılar. Onlara göre bağımsızlık referandumu, bütünüyle Barzani ve KDP yönetimiyle sınırlı bir girişim. Bazıları, öyle bir histeriye kapılmış ki, en saldırgan ulusalcıların diliyle Barzanistan diyebiliyor. Kendi geleceklerini belirlemek için harekete geçen halk toplulukları, ilk adımı toplumsal karar ve iradeyi sergileyecek referandumlarla yapmıştır. Ulusal baskı ve eşitsizlik karşısında gelişen bu ulusal-demokratik referandumlara, uluslararası sosyalist hareket karşı çıkmamıştır. Bunları engellemek isteyen devletleri eleştirmiş ve ezen ulusun işçilerine ezilen halkın işçilerinin yanında olmaları çağrısı yapmıştır. Sonucun ‘evet’ mi ‘hayır mı’ olacağına bakılmadan, halk oylamasını savunuruz, tersi baskıyı savunarak ezilen halkın işçilerini itmek ve işçi sınıfını bölmek olur. Lenin enternasyonalist tavrı şöyle anlatıyordu: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir. Özgül olarak, bu siyasal demokrasi istemi, ayrılacak ulusun ayrılması lehinde ve bu konuda bir referandum lehinde ajistasyon yapmada tam özgürlüğü içerir. Demek ki, bu istem, ayrılma isteminin eşdeğeri değildir. Bu, yalnızca, her türlü ulusal baskıya karşı devamlı bir savaşımı ifade etmektedir. Bir demokratik devlet sistemi ayrılma özgürlüğüne ne kadar yakınsa, ayrılma özlemi pratikte o ölçüde daha az yaygın ve hararetli olabilir.”6

IKBY referandumuna karşı çıkan sosyal-şovenler, bir demokratın alması gereken tutumu dahi almayarak oylamaya dahi karşıdır. Artık bu şekilde yaşamak istemeyen halka öğütledikleri, ayrılmak istedikleriyle birlikte olmalarıdır. Bu keskin, herkese ve her şeye karşı olan eğilimin, Irak merkezi hükümetini canla başla savunmalarının nedeni de budur. Bazıları bunu “demokratik birlik” olarak tarif ediyor. Lenin ise kendi kaderini tayin hakkı ve federasyon ilişkisini ele aldığı bölümde şunları söylüyor: “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve iki yüzlü bir davranışsa, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunanları da yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve iki yüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savuncuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, 6

34

Lenin, a.g.e. s.126.


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

kapitalist devlette, ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yöntemlerini savunmaya eşittir.”7

IKYB’nin ABD emperyalizminin Irak’taki merkezi olduğunu söyleyerek referanduma karşı çıkıyorlar. Barzani, ABD ve diğer emperyalist devletlerle dostluk içinde biri. Peki ya Irak merkezi hükümeti? Irak’ın bugünkü mezhepçi hükümetinin, işgalci ABD’nin kurduğu kukla hükümet yapısı olduğunu unutmuş görünüyor referandum karşıtları. Bu hükümetin Sünnilere karşı ayrımcılık ve mezhepçilik yaptığı, tıpkı IKBY gibi Sünni bölgeleri de ekonomik olarak vurduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Kaldı ki Irak devleti, başını İngiltere’nin çektiği emperyalizmin kurduğu, sınırları cetvelle çizilen bir devlettir. Bugünkü mezhepçi hükümet yapısı, Skyes-Pichot anlaşmasının öngördüğü Irak yönetimi modelidir. Emperyalizmle iyi ilişkiler içinde olan ve diğer devletler gibi dünya sisteminde bir devlet olmak isteyen Barzani ve Kürt yönetimine karşı olan sosyal-şovenler, emperyalizmin kurduğu ve ayakta tutmaya çalıştığı bir yapıyı savunuyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlığının ABD emperyalizminin bir planı olduğu iddiası gerçeği yansıtmıyor. ABD emperyalizmi referanduma karşı çıktı ve referandumun sonuçlarını tanımadığını açıkladı. Irak hükümetinin müttefiki emperyalist Rusya da referandumun sonuçlarını tanımıyor. Bölgedeki tüm emperyalist devletlerin ortak noktası, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması. Burası keskin sosyal-şovenlerin de üzerinde anlaştığı siyasal noktadır. IKBY referandumu, solculardan oluşmayan ve ilerici niyetler taşımayan bir liderlik tarafından başlatılmış olsa da emperyalizmin Ortadoğu’da kurduğu düzene karşı onu krize sokan bir gelişme değil midir? Her cümleye emperyalizm kelimesini titizlikle yedirenler, emperyalizmi krize sokan bu referanduma karşılar. Onların anti-emperyalizmi, antikapitalist temellere dayanmadığı, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarını temel almadığı için, emperyalist ve hegemonik devletlerle yan yana durup, ezilen bir halka ve onun işçi sınıfına, aynı durumda kalmasını söylemekten ibarettir. Demokratik halk oylaması, “bu ülkeyi yeni bir savaşa sokacak” eleştirisi de bu çevrelerden geliyor. Bahsettikleri ülke bir iç savaş yaşayan ve emperyalist orduların işgali altındaki Irak’tır, bu ülke 37 yıldır savaş koşullarında. Komşusu İran’la ABD tarafından yıllarca savaştırılmış, aynı zamanda ulusal eşitlik isteyen Kürtlere karşı da savaşmıştır. Bugün hep birlikte IŞİD’e karşı da savaşmaktalar. IKBY silahlı güçleri, IŞİD’e karşı savaşta önemli bir rol oynamaktadır ve IKBY sürekli saldırı ve savaş tehdidi ile kuşatılmıştır. Bu an, Irak halklarının geleceğinin emperyalist ve karşı-devrimci güçlerin çatışmasıyla tayin edildiği andır. IKBY halk oylamasının savaşa neden olacağını düşünenler, savaş durumuna geçen devletlerin tezini tersten onaylıyor. Savaş karşıtı bir tutum, demokratik seçime karşı olan devletlerin kınanmasından geçer. Referandum eleştirmeni solcular ise IKBY’yi oylama yaptığı için eleştirmektedir. Sosyalistler zorbalığı değil demokrasiyi, müzakereyi savunuyor. Fakat Irak ve İspanya’da görülüyor ki Arap ve İspanyol işçiler, Kürt ve Katalan işçilerin ezilmişliğine son vermek, demokratik çözüm yoluna girmek ve etraflarındaki ablukayı kırmak için çaba gösterecekler. “Emperyalist, siyonist, sömürgeci himayeye ve Barzanistan’a hayır.” Bu sloganları tıpkı milliyetçi sağ kampın sözcülerinin kullanması gibi solun bir kesiminin de savunabilmesinin nedeni İsrail’in referanduma ve bağımsızlığa verdiği destek. İsrail siyonist ve işgalci bir devlettir. Filistin halkı Ortadoğu’nun acı içindeki devletsiz halklarından biridir. İsrail’in Kürdistan referandumunu desteklemesinin taktiksel bir anlamı var. İsrail başta İran olmak üzere sınırları içerisinde Kürtlerin yaşadığı dört rakip devleti güçsüz kılmak için referanduma ve bağımsızlığa destek verdi. Ortadoğulu sosyalistlerin ve demokratların yapması gereken, İsrail’den çok daha fazla IKBY’de yaşayan halkların demokratik taleplerine sahip çıkmaktır. Çağrımızın Iraklı işçilerin Kürt işçilerle birliği yönünde olması gerekir? En yakın müttefiki Türkiye’nin bile en ağır yaptırımları gündeme getirerek referanduma karşı çıktığı koşullarda, siyonist İsrail’in desteği, Ortadoğu işçi sınıfını IKBY’de yaşayan hakların demokratik haklarını savunmaktan alıkoymamalı. Kaldı ki Kürt sorununu İsrail’in gizli planlarına bağlayan anti-semitik görüşlere kapı açmak, sadece milliyetçiliği ve ırkçılığı besler. Filistin’in özgürlüğü, Ortadoğu işçi sınıfının temel taleplerinden biridir. Bunu savunmak yerine, her yönden kuşatılan IKBY’yi mahkum etmek kabul edilemeyecek bir siyasal tutumdur. Bir başka eleştirileri de ‘Barzani bir aşiret lideri ve bunu kendi aşiretinin çıkarları için yaptı’ iddiasıyla temelleniyor. Bu Kürt sorununu bir feodalizm sorunu sanan, Kürt ulusal hareketlerinin modern hareketler olduğunu görmeyen, IKBY’nin hızla kapitalistleşmiş bir bölge olduğunu, Irak’taki toplumsal, siyasal ve ekonomik çelişkilerin kapitalist çelişkiler olduğunu anlamayan, meselede Kürt işçilerin ve yoksulların pozisyonunu hesaba katmayan bir tutum. Devletsiz halklara, ‘siz devletli uluslardan daha geri bir durumdasınız’ diyenlerinin tarih anlayışına yakın bir ezen ulus kibri. Milliyetçiliğin en koyu tonlarında dolanan sosyal-şovenlerden birinin ‘Katalan halkından bir ulus çıkartamazsınız’ sözleri bunun bir diğer örneği. Hükümete yakın gazeteler ‘Barzanistan’a hayır’ kampanyaları yaparken 7

Lenin, a.g.e. s. 75.

35


Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün ne anlama geliyor? | Volkan Akyıldırım

aynı sloganlarla Türkiyeli işçilere seslenmenin neresi muhaliflik? Barzani ve KDP kendi krizini aşmak için bu adımı atmış olabilir, her siyasi hareket gibi ulusal hareketlerin tarihi de böyle sayısız örnekle doludur. Fakat attığı adım temelsiz midir, tarihsel bir kökene dayanmamakta mıdır? Sosyalistler meselelere komplo teorileriyle yaklaşmazlar, Barzani ve KDP’nin kendi muhaliflerini saf dışı etmek için ürettiği bir taktik olsa da 25 Eylül referandumu Iraklı Kürtlerin 100 yıllık ezilmişliklerine tepkinin ürünü, bir halkın kendi kaderini tayin etme girişimidir. İkisi arasındaki farkı görmemek, bunu reddetmek, gerçeklikten kaçıştır. Muhaliflikleri Erdoğan, Ak Parti, muhafazakar ve İslamcı hareketlerle sınırlı bazı sosyal şovenler de ‘Erdoğan-Barzani, bu iki dostun kavgası. İkisinin de arkasında ABD var.’ diyorlar. Bu türden iddialar Türkiyeli işçileri Iraklı Kürtlere karşı kışkırtmaktan başka hiçbir işleve sahip olamaz. ‘İşçiler bu sorunla ilgilenmeyin zaten arkasında ABD var!’ Öte yandan, IKBY’nin bağımsızlık girişimini Erdoğan’ın alttan alta desteklediği için bu noktaya geldiği iddiaları da yürürlükte. Erdoğan’ın liderliğindeki devlet, sınırlarını kapatmış ve savaş durumuna geçmişken, geçmişteki dostça ilişkileri hedef almak, Ortadoğu barışını savunma iddiasıyla nasıl bağdaştırılabiliyor? Iraklı Kürtler, kendilerinin Türkiye için bir tehdit olmadıklarını kanıtlayana kadar dostluk ilişkileri kurmadan geçen yıllar boyunca Türkiye’nin hedef tahtasındaydılar. IKBY bağımsızlık referandumuna karşı çıkan bu solcuların ortak özelliği 20. yüzyıldaki stalinist liderliklere sahip ulusal hareketleri destekliyor olmaları. ABD/Batı emperyalizmine karşı gelişen bu hareketler, Soğuk Savaş koşullarında kaçınılmaz olarak SSCB kutbuna yaklaşıyordu ve çoğu kendisini marksist/leninist olarak tanımlıyordu. Bu hareketlerin Asya’da ve Güney Amerika’da kurduğu devletlere bakıldığında, marksist geleneğin yaklaşımının doğruluğu kendini gösteriyor. Ulusal-demokratik karakterdeki bu hareketler, üstelik büyük katliamlarla çok baskıcı yöntemlerle kendi devletlerini kurmuş ve devletler hiyerarşisinde yerlerini almıştır. Bu hareketleri kızıla boyayanların IKYB’deki referanduma karşı çıkmaları ilginç bir noktadır. Emperyalizme karşı ulus-devletin savunusunu bayraklarına yazan sosyal-şovenlerin, savunduğu anti-emperyalizm sadece yüzeysel, gerçekliğe dayanmayan, her durumda işçi sınıfının birliğini savunmayı ve ezilenlerden yana olmayı gözetmeyen bir tutumdur. Bu bakışın ne yerli-milli ittifakına alternatif olma, ne de Türkiye işçi sınıfının mücadelesine katkıda bulunma şansı var. Sosyal-şovenizmin ulusal baskı ve savaşa sunduğu gerekçeler, milliyetçiliğe karşı mücadelenin, enternasyonalizmi savunmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Gelecek İki bağımsızlık referandumun yarattığı karışıklık, bir çok başka karışıklıkla birleşiyor. Bunun dolaysız sonuçları, savaşlar, askeri restleşmeler, yaptırımlar, ablukalardır. ABD emperyalizmine olmadık bir güç atfeden ve emperyalizmin onunla sınırlı olduğunu düşünen, emperyalizmin bir masada belirlenen planlarla hakimiyetini kurduğunu zanneden bu çevreler, emperyalizmin yaşadığı derin bunalımı görmemekteler.8 Derin bunalımlar, devrimci çözümleri de içlerinde barındırır. 1917 Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı barbarlık ortamından ve bu ortama son vermek için işçilerin bir çözümü olarak ortaya konmuştu. Bolşevikler, Sykes-Picot anlaşmasının üçüncü tarafı olan “kendi” devletlerinin savaşına son vererek, bu emperyalist anlaşmayı dünya işçi sınıfına ifşa ederek, emperyalist savaşı da durdurdular. 21. yüzyıl da ayaklanma, genel grevler, protestolar ve devrimler çağı olarak başladı. Enternasyonalizm ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkı sadece politik bir ilke değil, aynı zamanda yeni ve özgür bir dünyayı kuracak uluslararası işçi sınıfının temel siyasetidir.

8

36

Alex Callinicos, Emperyalizmin çoklu krizi, http://marksist.org/icerik/Teori/310/Emperyalizmin-coklu-krizi-(Alex-Callinicos


Uzun durgunluğun ekonomi politiği Joseph Choonara

Uzun durgunluk”1 döneminin başlangıcı olan finansal kargaşadan bu yana tam on yıl geçti. Wall Street bankası Lehman Brothers’ın 2008 sonbaharında çökmesiyle başlayan küresel ekonomik daralma bir yıl sonra bitti.2 Ancak ekonomik daralma teknik olarak uzun zaman önce sona ermiş olmasına rağmen, o zamandan beri dünya öncekinden önemli ölçüde farklı bir gelişim evresine sıkışıp kalmış durumda. Wells Fargo halen dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD ekonomisine ilişkin yakın tarihli bir analizinde, sabit sermaye yatırımlarında 2008-15 döneminde kriz nedeniyle yıllık ortalama yüzde 20’lik bir açık olduğunu hesapladı. Bu durumun gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) olumsuz etkisi ortalama yüzde 10’du.3 İşte bu bağlamda eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın Hazine Sekreteri Larry Summers gibi kişiler, “uzun süreli bir iktisadi durgunluk çağı”na girmekten ve Uluslararası Para Fonu Başkanı Christine Lagarde kapitalist sistem için “yeni bir vasatlık”tan bahsediyor.4 Dünya ekonomisi yalnızca yatırımlarda ve üretimde yavaşlama ile değil, aynı zamanda Yunanistan’ın borcunu ödeyememe olasılığının devam etmesi, Brexit’in belirsiz etkisi veya Suriye ya da Kuzey Kore üzerinden emperyalist çatışmalar gibi bir dizi politik şokla da karşı karşıya kalıyor. Üstelik bu son tehdit Donald Trump’ın siyaset

1

Yakın tarihli krizin uzun süre devam etmesi ve ekonominin yavaş büyümesi olgusu için marksist ekonomist Michael Roberts’in son kitabında (Michael Roberts, 2016, The Long Depression, Haymarket) kullandığı terim.

2

Küresel bir durgunluk için evrensel olarak kabul edilen bir tanım yoktur. 2009’dan önce ekonomistler, gayriresmi olarak, küresel durgunluğu yıllık küresel büyümenin yüzde 2,5 veya yüzde 3’ün altına düştüğü bir dönem olarak görürdü. 2009’dan sonra, Uluslararası Para Fonu küresel durgunluğu, dünya ekonomisinin büyümesinin negatif olduğu bir dönem olarak tanımladı: 1975, 1982, 1991’de ve 2009’da çok daha yıkıcı bir düzeyde olduğu gibi. Bkz. IMF, World Economic Outlook 2009. https://www.imf.org/external/ pubs/ft/weo/2009/01/pdf/text.pdf

3

Bkz. https://www.aeaweb.org/conference/2017/preliminary/paper/bzQ4bKGK

4

Lawrence H Summers, 2016, “The Age of Secular Stagnation”, Foreign Affairs, Mart / Nisan 2016; Christine Lagarde, “The Challenge Facing the Global Economy”, http://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/53/sp100214

37


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

sahnesine girmesiyle daha da arttı. ABD başkanı sadece yurtdışındaki gerginliği tırmandırmakla kalmadı, ayrıca ABD şirketlerini savunmak için yeni koruyucu önlemler alacağını söyledi ve ayrıca Meksika sınırına duvar örmek gibi planları onaylamadığı taktirde ABD hükümetini devre dışı bırakmakla tehdit etti.5 Şimdiye kadar Trump’ın Beyaz Saray’ından zenginlerden alınan vergileri azaltmak ve kamu harcamalarında kesinti yapmak konusunda kararlı olmak dışında tutarlı bir politika önerisi gelmedi. Fakat ABD’nin yerleşik kurumlarının merkezindeki bu hoppalığın derecesi sistem için önemli bir tehlike kaynağı olmaya devam ediyor. Dünya ekonomisi sekiz yıl süren toparlanma döneminden sonra neden hâlâ perişan durumda? 2010 yılında, bu toparlanmanın “zayıf, kırılgan ve belirsiz” olacağını yazmıştım.6 Bu zayıflık, 2008-9 döneminde yaşanan durgunluğun, kârların yeniden güçlü bir şekilde yükselmesi için, yeteri kadar kâr etmeyen sermayeyi yok etme ya da devalüe etme ya da yeteri kadar borcun geri ödenmesini sağlama konusundaki başarısızlığının sonucuydu. Kırılganlık, yeni bir krizin genelleşmesi tehdidini getiren şişmiş finans sektöründen kaynaklanıyordu. Belirsizlik, kapitalizmin kendisi için yarattığı daha temel sorunları çözmeden krize zemin hazırlayan devlet müdahalelerinin ürünüydü. Bu öngörüm, dünya ekonomisinin gelişimini anlamak için faydalı bir rehber olmaya devam ediyor ve iyileşmenin bu üç yönü buradaki analizin çerçevesini çiziyor. Kârlılık ve iyileşmenin zayıflığı Önce iyileşmenin zayıflığı üzerine düşünelim. Artık dünyanın hiçbir bölgesi, 2008 öncesinde olduğu gibi büyümüyor. Küresel Güney’de krizden önce hızla gelişen bazı başarılı büyük ekonomiler bile beklentilerini azaltmak zorunda kaldı.7 Küresel Kuzey’deki büyük sanayi ülkeleri için, 1960-80 döneminde gerçekleşen yüzde 3’ün üzerindeki ortalama büyüme oranı giderek uzaklaşan bir hayale benziyor.8 2016 yılında büyüme tahminleri ABD’de yüzde 1,6, Avro Bölgesi’nde yüzde 1,8, Japonya’da ise yüzde 1,1 idi.9 İyileşmenin zayıf olmasının temelinde, kapitalist sistemin merkezinde yer alan düşük kârlılık problemi yatıyor. 1950-1982 yılları arasında kârlarda uzun bir düşüş dönemi yaşandı. Kapitalist sistem 1980’lerin başından bu yana göreli düşük kârlılık döneminde sıkışıp kaldı. Marksist ekonomist Andrew Kliman’ın hesaplarına göre ABD ekonomisinde, özel sektörün 1950’de yüzde 20 olan kâr oranı 1982’de yüzde 8’e düştü ve o zamandan bu yana bu düzeyde salındı.10 Bu düşüş, küresel ortalama kâr oranının hareketine de yansımaktadır.11 Kârlılıktaki bu düşüş, ana akım ekonomistlerin fikirlerine de zaman zaman nüfuz ediveriyor. Financial Times’da 2010’da yayınlanan bir köşe yazısında, savaş sonrası dönemde yaklaşık yüzde 15 olan “yatırım getirisi”nin 1980’lerin sonunda yüzde 10’a kadar düşüşüne ağıt yakılıyordu. Yazar, 1990’ların sonunda, getirinin sadece “yüzde 5 olduğunu ve bu ödül için çok az kişinin risk alacağını” belirtiyordu.12 Ancak bunun nedenini anlamak için Karl Marx’ın başta üçüncü cilt olmak üzere Kapital’de geliştirdiği kriz açıklamalarına dönmemiz gerekiyor. Marx’ın argümanı, kapitalizmin değer kaynağının, malların ve hizmetlerin üretilmesi sürecinde çalışan işçilerin canlı emeği olduğu düşüncesine dayanır. Sermayenin erişebileceği artı-değerin (kârın kaynağının) bütünü, canlı emeğin bir işgünü içinde yarattığı değer miktarı ile işçilerin aldığı ücret arasındaki farktır. İkisi arasında zorunlu bir ilişki yoktur: Bir işçi çalıştıran kapitalist, işçiye ertesi gün işe geri dönmesini sağlayacak kadar değeri, ücret biçiminde vermek zorundadır. Bu ücretin, işçinin yarattığı değerin altında olması durumunda ortaya çıkan artı-değere kapitalist tarafından el konulur.13 5

Edward Luce, 2017, “Winter is Coming in Donald Trump’s Washington”, Financial Times, 30 Ağustos 2017.

6

Joseph Choonara, 2010, “The Crisis: Over or Just Beginning?”, Socialist Review, sayı 347, http://socialistreview.org.uk/347/crisis-over-orjust-beginning

7

Ruchir Sharma, 2017, “The Boom was a Blip: Getting Used to Slow Growth”, Foreign Affairs, cilt 96, sayı 3.

8

Surjit S Bhalla, 2002, Imagine There’s No Country: Inequality and Growth in the Era of Globalization, Institute for International Economics, s. 16, tablo 2.1.

9

Dünya Bankası, 2017, Global Economic Prospects: A Fragile Recovery, https://openknowledge.worldbank.org/bitstream/handle/10986/26800/9781464810244.pdf, s.4, tablo 1.1.

10 Enflasyonla düzeltilmiş kurumsal sektör tahminlerini, sabit sermayenin tarihi maliyeti paydası ile kullanıyorum. Bkz. Andrew Kliman, The Failure of Capitalist Production (Pluto), 2011, s. 84. 11 Esteban Ezequiel Maito, 2014, “The Historical Transience of Capital”, https://thenextrecession.files.wordpress.com/2014/04/maito-esteban-the-historical-transience-of-capital-the-downward-tren-in-the-rate-of-profit-since-xix- century.pdf 12 Byron R Wien, 2010, “US Capital Productivity Decline Must Be Reversed”, Financial Times, 17 Şubat 2010. 13 Marksist ekonomiye yabancı olanlar şu kaynaklara danışabilir: Joseph Choonara, Unravellign Capitalism: A Guide to Marxist Political

38


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

Marx, kapitalistin yalnızca canlı emeğe değil, aynı zamanda “ölü emeğe” yani üretim sürecinde kullanılan tesis ve teçhizata da giderek daha fazla yatırım yapacağını söyler. Ölü emek, kapitalist için bir kayıp ya da kazanç değildir. Ölü emek geçmiş canlı emeğin ürünüdür ve bu nedenle değer taşır, ancak üretim sürecinde tüketildikçe değeri bitmiş ürüne geçer ve bu değer kapitalist için kazanç olur.14 Ölü emek yatırımları canlı emek yatırımından daha fazla olursa, aynı miktarda artı-değer elde etmek için daha büyük bir yatırım değeri gerekli olacağından bütün sistemde kâr oranları düşme eğilimine girecektir. Dahası, ölü emeğe yapılan yatırım uzun vadede kârlılığın azalmasına neden olmasına rağmen kapitalist rekabetin kaçınılmaz bir özelliğidir, çünkü bu yatırım tekil malların maliyetini azaltmak için gereklidir. Kapitalistler sermayeyi ve özellikle de ölü emeği biriktirerek çoğaltmaya mecburdur, çünkü bunu başaramamak rekabet edememek demektir. 1960’ların teknolojisini kullanan ve rakiplerini küresel pazarda geçmeye çalışan bir araba üreticisi düşünün! Birikim süreci, geçmiş kârlarla (veya gelecekteki kârlar ile ödenecek olan krediyle) finanse edilir ve dolayısıyla kâr oranı birikim oranının limitini belirler.15 Kâr oranı yüksek olduğunda, birikim 1950’lerde ve 1960’larda olduğu gibi daha hızlı gerçekleşebilir ve bu da kârlılığın göreli hızlı şekilde düşmesine neden olur. Kapitalizmin bu tür aşamalardaki dinamizmi gelecek birikimini zayıflatmaya başlar. Marx’ın yazdığı gibi: “Kâr oranındaki düşüş ve hızlı birikim, aynı sürecin iki farklı şekilde dışavurumudur çünkü her ikisi de üretkenliğin gelişimini ifade eder. Birikim de kâr oranının düşmesini hızlandırır... Kapitalist üretimi teşvik eden şeyin kâr oranı olduğunu… göz önünde bulundurursak… bu oranın düşmesi… kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdittir çünkü aşırı üretime, spekülasyona ve krize yol açar. [Kapitalist düşünürleri] düşen kâr oranı karşısında dehşete düşüren en önemli nokta, kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin gelişimine engel olan bir unsur olarak ortaya çıktığı hissidir. Bu özgün engel… kapitalist üretim tarzının kısıtlılığını ve sadece tarihsel ve geçici olma özelliğini kanıtlar”.16 Kâr oranlarındaki düşüşe, Marx’ın da sözünü etmiş olduğu karşıt eğilimler vardır. Bu eğilimlerin en önemlileri, canlı emeğin sömürülme oranındaki artış ve ölü emeğin maliyetindeki azalmadır. Bu iki eğilim, kâra göre giderek artan yatırım maliyetini azaltır. Bazı yazarlar, ilk eğilimin (emeğin sömürülme oranının artması) neo-liberal dönem boyunca devam ettiğini ve kâr oranlarının kısmen yeniden artmasına yardımcı olduğunu savunuyor.17 Ancak verimliliğin arttırılmasının ve ücretlerin düşürülmesinin bir sınırı vardır. Ölü emeğin maliyetinin azaltılması, kâr oranlarının düşüş eğilimi olgusuna daha makul bir itirazdır. Bununla birlikte, kapitalizmin normal şekilde işlediği durumda ölü emeğin fiyatının düşmesi, sermaye için ille de yararlı bir şey değildir. Pahalı makinelere eski fiyatından zaten yatırım yapmış olan ve bu makinelerin değerini yıllar ve hatta onyıllar boyunca kazanca dönüştürmeyi bekleyen kapitalist, rakipleri aynı makineyi yeni ve daha düşük bir fiyatla alıp üretim çıktılarının fiyatlarını düşürdüğünde, kâr kaybı yaşar. Ayrıca, makine fiyatlarındaki düşüş ortalama kârlılığın artmasını sağlasa da, daha yüksek kârların varlığı, ölü emeğe daha fazla yatırım yapılmasına yol açacaktır. Çoğu kapitalist maliyet tasarrufu sağlayan yatırımlardan faydalanabilirken, en büyük ve en başarılı kapitalistler genellikle rakiplerinin ulaşamadığı en pahalı ve güçlü makineleri kullanmaya çalışır ve böylece kâr oranlarında düşüşe neden olacak bir yatırım dalgası yaratır.18 Gerçekte, ölü emeğe, özellikle tesis ve teçhizat içerisindeki sabit sermayeye yapılan yatırım, Marx’ın argümanına uygun düşecek şekilde geçtiğimiz yüzyıl boyunca yükselme eğilimi göstermiştir.19 Economy, Bookmarks, 2017; Alex Callinicos, The Revolutionary Ideas of Karl Marx (Bookmarks), 1996, s. 122-159; Chris Harman, Ecomomics of the Madhouse, Bookmarks, 1995; Joseph Choonara, Introducing Marxist Economics, SWP, 2013, http://www.swp.org.uk/education/5-introducing-marxist-economics; Ben Fine ve Alfredo Saad Filho, Marx’s Capital, Pluto, 2016. 14 Aslında, işler biraz daha karmaşıktır, zira sabit sermaye, aşağıda açıklandığı gibi, kapitalist rekabet sürecinde değer kaybedebilir. Bu ve kâr oranları ile ilgili daha genel tartışma için bkz. Joseph Choonara, 2017, s. 64-72. 15 Kârlılık ve yatırım arasındaki bağlantıyı görmek için, bkz, Michael Roberts, “Profitability and Investment Again – the AMECO data”, 2017, https://tr.extrecession.wordpress.com/2017/07/26/profitability-and- investigation -again-Ameco-data/ 16 Karl Marx, Capital, cilt 3, Penguin, 1991, s. 349-350. 17 Bkz, örneğin, Guglielmo Carchedi, “Behind and Beyond the Crises”, International Socialism, 132 (sonbahar 2011) ve Michael Roberts, 2016, s. 21-22. Alternatif bir bakış için bkz. Andrew Kliman, 2012, s.124. 18 Joseph Choonara, 2017, a.g.e., s.70. 19 Bkz, Deepankar Basu’daki grafikler, “Replacement versus Historical Cost Profit Rates: What is the Difference? When does it Matter?”, University of Massachusetts Amherst, Department of Economics working paper, 2012, www.umass.edu/economics/publications/2012-11.pdf, s. 12.

39


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

Ölü emeğin değeri, kriz anlarında tüm sistemde büyük oranda ve aniden düşer. Bu düşüş, iflaslar ve mal fazlasının piyasaya dökülmesi, kâr edemeyen sermayenin imha olması ve sistemi aşağı çeken borçların azalması sonucu gerçekleşir ve kâr oranlarının yeniden yükselebileceği bir ortam yaratır. 1930 ve 1945 yılları arasında savaş ve ekonomik yıkım yoluyla gerçekleşen şey buydu. Ve bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan uzun süreli ekonomik büyümenin önünü açtı.20 Pek çok marksistin işaret ettiği gibi kapitalist kriz, kâr oranlarının hareketinden daha fazlası demektir. Bazıları için bu, krizin nedenine dair birden çok açıklama olabileceğinin göstergesidir.21 Bununla birlikte, Alex Callinicos, Kapital üzerinde yaptığı yakın tarihli bir çalışmada kapitalist krize neden olan farklı faktörlerin “mümkün kılan”, “koşulları oluşturan” ve “sebepsel” olarak kategorize edilebileceğini önermektedir. Birinci kategori, metanın alışı ve satışına içkin olan biçimsel çöküş olasılığını içerir; çünkü bir metanın satışı, o satıştan elde edilen paranın bir başka malı almak için kullanılacağı anlamına gelmez. Bu faktör ayrıca ekonominin farklı “bölümleri” arasında, özellikle de tüketim malları üretenlerle üretim araçları üretenler arasında bir dengesizliğin oluşma ihtimalini de içerir. Koşulları oluşturan faktörler, ücret hareketlerini, istihdam düzeyindeki değişimleri ve sabit sermayeye yapılan büyük ölçekli yatırımın toplam satış örüntüsünü içerir. Callinicos sebepsel faktörlerin, Marx tarafından Kapital’in üçüncü cildinde tanımlanan ve aşağıda tartışılacak olan kâr oranlarının hareketi ve bunlarla ilişkili finansal dalgalanmalar olduğunu söyler.22 Bu anlamda, Marx’ın da belirttiği gibi, “kriz bir süreçtir. Bu süreçte, tüm işgücünün geçici olarak askıya alınması ve sermayenin büyük bir bölümünün yok olması kapitalizmin, intihar etmeden üretici güçlerini kullanmaya devam edebildiği noktaya geri dönmesini sağlar.”23 Ancak, kapitalist sistem tarihi boyunca aynı şekilde kriz yaşamaz. Marx tarafından tespit edilen bir başka uzun vadeli süreç, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Bu süreç, dev kapitalist şirketler dünyasının oluşmasına yol açar ve bu karşıt eğilimlerin etkilerini değiştirir. Özellikle, sermaye birimleri muazzam büyüklüğe ulaşacak şekilde şiştikçe ve devlet ve finansal sistem iç içe geçtikçe “başarısız olmasına izin verilemeyecek kadar büyük şirketler” sorunu ortaya çıkar.24 Devletler, sonuçta ortaya çıkacak “yaratıcı yıkım”ın kapitalist sistemi yeniden sağlığına kavuşturacağını umut ederek acılı kriz sürecinin gerçekleşmesine izin vermekle, bu şirketlerin çok başarısız olmasıyla ortaya çıkacak korkunç bir çöküşü önlemek için başarısız şirketlere mali destek vererek onları kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kalır. Bu ikilem nedeniyle, kapitalizmin savaş sonrası dönemdeki krizlerinde, özellikle 1970’lerden sonra, sermayenin kârsız birimlerinin imhası kâr oranlarını İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen ilk yirmi yılda görülen düzeye yükseltecek ölçüde gerçekleşmedi.25 Bu, kâr oranlarında 1947’den sonra uzun ve sürekli bir düşüşe yol açtı. Bu süreçte, kâr oranları birkaç ekonomik dönem boyunca düşmeye ve sonra daha düşük bir düzeyde istikrara ulaşmaya devam etti. Büyük çaplı bir kriz büyük ölçüde devletin müdahalesi sayesinde ötelendi, ancak kriz daha sonra yeni biçimlere bürünerek geri döndü. Kapitalizm için kârlılığın oynadığı merkezi rol ve kâr oranlarının 1980’lerin başından bu yana ekonomilerin çoğunda nispeten düşük bir düzeyde sıkışıp kalması, 2008-9 krizinin neden bu kadar şiddetli olduğunu ve etkisinin neden bu kadar uzun sürdürdüğünü anlamamızı sağlıyor. Küresel Güney’de zayıflık Krizden hemen sonra, Küresel Güney’in büyük ekonomilerinin, özellikle Çin’in gücünün gelişmiş ekonomilerin zayıflığının etkisini ortadan kaldırabileceği inancı yaygındı. Barclays Bank’ın başkanı John McFarlane şöyle diyordu: “Son yıllar iki kademeli bir dünya olduğunu kanıtlamıştır; bir yanda gelişen piyasalar ve petrol zengini ülkeler, diğer yanda hâlâ küresel finansal krizden çıkma sürecinde olan gelişmiş dünya”.26 20 Andrew Kliman, 2011, a.g.e, s. 22-27. 21 Bkz, örneğin, David Harvey, The Enigma of Capital, Profile, 2010, s. 116-118. 22 Alex Callinicos, Deciphering Capital, Bookmarks, 2014, bölüm 6. Ayrıca bkz. Alex Callinicos ve Joseph Choonara, “How not to Write about the Rate of Profit: A Reply to David Harvey”, Science & Society, 2016, cilt. 80, sayı 4. 23 Marx, Grundrisse, Penguin, 1993, s. 750. 24 Buna bir anlam katmak gerekirse, ABD’nin 2007 iş dünyası verilerine göre, sektördeki en büyük sekiz firma şu anda kimyasal imalat sanayinde katma değerin dörtte birinden ve bilgisayar ve elektronik ürünler imalatı katma değerinin yaklaşık üçte ikisinden sorumlu. En büyük sekiz firma, genel ürün temini sektörünün ve telekomünikasyon gelirlerinin yaklaşık üçte ikisini alıyor; ticari bankacılıkta bu rakam yarısından az, yayıncılık sektörünün yarısının biraz altında. Dünyanın en büyük şirketi olan WalMart’ın cirosu kriz öncesinde Norveç’in milli gelirine eşitti. 25 Doğal olarak, küresel rekabet karşısında ABD ekonomisinin yeniden yapılandırılması söz konusudur. Chris Harman, “The Rate of Profit and the World Today”, International Socialism, 2007, sayı 115, s. 151-152; Chris Harman, “Beyond the Boom”, International Socialism, 2001, sayı 90. 26 Patrick Jenkins, “FT City Network: Is the Outlook for Growth All Doom and Gloom?”, Financial Times, 31 Ocak 2016.

40


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

Gerçekte, Çin krizden tamamen kurtulmayı başaramamakla kalmadı, aynı zamanda, istikrarsızlık kaynağı haline geldi. Çin’in kriz öncesi büyümesi, yoğun sömürüye, olağanüstü düzeylerde yatırımlara (bazen GSYH’nın yüzde 50’sinden fazlası) ve ihracata yönelik üretime dayanıyordu. Küresel durgunluk döneminde bu dış pazarlar kurumaya başladığında Çin devleti bu duruma, yatırım düzeyinin devam etmesi için kredi kullanarak yanıt verdi. Borç, 2008’de GSYH’nın yüzde 160’ından, yüzde 260’ına yükseldi. Bugün Çin dünyanın en büyük bankacılık sistemine sahip. Öyle ki Çin’in bankacılık sistemi Avro Bölgesi’ninkinden bile daha büyük. Çin’in krize verdiği yanıtı Martin Wolf iyi anlatıyor: “Çin, 2008 mali krizine yanıt olarak, dış talebin azalmasını dengelemek için borç alarak yatırım yapmayı teşvik etti. Ancak ekonominin temelindeki büyüme yavaşlıyordu. Sonuç olarak, ‘marjinal sermaye/çıktı oranı’ (ilave gelir üretmek için gerekli sermaye miktarı) 2000’li yıllarının başından itibaren aşağı yukarı iki katına çıktı… Marjda, bu yatırımın büyük kısmı muhtemelen zarar olacaktır. Öyleyse, o yatırımı yapmak için alınan borç da sağlam olmayacaktır.”27 Bu, tam olarak Marx’ın “aşırı birikim” krizi dediği şeyin tarifidir - sınırlı bir kâr havuzunun peşinde koşan çok fazla sermaye ve bunun sonucunda kârlılığın düşmesi. Krize, ekonominin canlılığını sürdürmek için kredilerde artışa izin vererek yanıt vermek sadece Çin ile sınırlı değil. Kredi uygulaması, Küresel Güney’deki birçok ekonomide de artmış durumda. Tabii ki, bu ülkelerdeki hükümetler ve merkez bankası yöneticileri bunun olmasına izin vererek tam da daha gelişmiş kapitalist güçlerin daha önce öğrenmiş olduğu dersi öğreniyor. Çünkü ABD hükümeti ve ABD Merkez Bankası da 2001 yılındaki durgunluğun hemen ardından aynı şeyi yapmış; faiz oranlarını düşürüp emlak balonunun şişmesine izin vermiş ve sonunda bu balon 2007 yılında gerçekleşen ve merkezinde “sub-prime mortgage” olarak adlandırılan, düşük gelirli ve/veya kredi notu düşük kişilere yüksek faizle verilen konut kredisinin yer aldığı “kredi krizi”ne yol açmıştı.28 Ancak bu örneğin gösterdiği gibi, kredi ile yapılabileceklerin bir sınırı vardır. IMF geçtiğimiz günlerde Çin ekonomisinin şu anda, aynı büyüme oranını yakalayabilmek için kriz döneminde ihtiyaç duyduğu kredinin üç katı krediye ihtiyaç duyduğu uyarısında bulundu ve şu sonuca vardı: “Uluslararası tecrübeler, Çin’deki kredi artışının tehlikeli bir gidişat içinde olduğunu ortaya koyuyor: yıkıcı bir denkleştirme (açıkların ve fazlalıkların giderilme süreci) yaşanması ve/veya büyümenin belirgin bir şekilde yavaşlaması riskleri giderek artıyor”.29 Çin’deki yavaşlama diğer ekonomiler üzerindeki baskıyı arttırdı. Son yıllarda Brezilya gibi ülkeler Çin’in yaşadığı ekonomik büyümeye hammadde sağlamak için ekonomilerine yeniden yön verdiler. Brezilya için bu, 1999’dan 2009’a kadar birincil mal ihracatında beş kat artış anlamına geliyordu; Brezilya ekonomisinin büyümesinin temelinde Çin’e demir ve soya ihracatı yatıyordu.30 Talebin azalması ve fiyatların düşmesinin Brezilya ekonomisinde yarattığı ani şok, ülkenin tarihindeki en büyük ekonomik durgunluğa ve iki yıl boyunca küçülmeye neden oldu. Türkiye’de büyüme oranı 2016 yılında yüzde 6,1’den yüzde 2,9’a, Güney Afrika’da yüzde 1,3’ten yüzde 0,3’e düşerken ayrıca Arjantin, Rusya ve Nijerya ekonomileri de küçüldü.31 Finansal kırılganlık Yukarıda anlatılan ekonomik iyileşmenin ikinci özelliği, kırılgan olmasıdır. Bu, son 40 yılda küresel finansal sistemin genişlemesinin bir ürünüdür. Bu büyüme aynı zamanda, büyük ölçüde, ekonominin mal ve hizmet üreten alanlarındaki düşük kârlılık düzeylerine bir yanıttır. Finans sadece sermayenin asalak bir uzantısı değildir. Daha ziyade, sermaye arttıkça, belirli kapitalistlerin elinde hazır bir kullanım alanı bulamayan para faiz getiren sermaye olarak seferber edilir ve bu, sistemin çalışmasına yardımcı olur. Ancak, belirli bir sınırın ötesinde finans, kapitalizmin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunur.32 Marx, Kapital’in üçüncü cildinde hem dinamik olan hem de kriz tetikleyen unsurları şöyle anlatır: “Bankacılık sistemi vasıtasıyla, sermaye dağılımı özel kapitalistlerin ve tefecilerin elinden alınmış ve özel bir iş, sosyal bir işlev haline gelmiştir. Bununla birlikte, bankacılık ve kredi hem kapitalist üretimin kendi engellerini aşmasının en güçlü yollarıdır 27 Martin Wolf, “China’s Great Economic Shift Needs to Begin”, Financial Times, 19 Ocak 2016. 28 Andrew Kliman, 2012, a.g.e, bölüm 3. 29 Larry Elliott, “IMF Warns China Over ‘Dangerous’ Growth in Debt”, Guardian, 15 Ağustos 2017. 30 Paul Cooney, 2016, “Reprimarization: Implications for the Environment and Development in Latin America: The Cases of Argentina and Brazil”, Review of Radical Political Economics, cilt 48, no. 4. 31 Word Bank, a.g.e, s. 4, tablo 1.1. 32 Bkz. Ben Fine, “ “Financialization from a Marxist Perspective”, International Journal of Political Economy, 2013, cilt 42, no. 4.

41


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

hem de krizlere ve dolandırıcılığa uygun ortam hazırlayan en etkili araçlardır.”33

Finans, atıl para rezervlerini kullanılır hâle getirerek ve harekete geçirerek kapitalizmin kendi sınırlarının ötesine geçmesini sağlar. Değer, “faiz getiren sermaye” formunda, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar akışkan bir biçimde ekonominin katmanları arasında dolaşabilir ya da sınırların ötesine geçebilir. Fakat nihai olarak alınan kredinin geri ödenmesi gerekir ve üretimin gerçekleşeceği ve alınan krediyi geri ödemeyi sağlayacak kadar kazanç elde edileceği garanti değildir. Bankalar ve diğer finans kuruluşları, birikim çılgınlığı içinde, borç vermek için borç aldıkça kredi ve borç zincirleri oluşur. Son yıllarda finans şirketi olmayan pek çok şirket de borç para vermeye başladı (örneğin otomobil alıcılarına finansman sağlayan taşıt üreticileri). Finansın büyümesi, birikim ve kâr sağlama sürecinin devam edeceği ve borçların hepsinin aynı anda talep edildiği genel bir krizin hiçbir zaman yaşanmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Marx şöyle yazar: “Belirli tarihlerde ödeme yapma yükümlülüğü yüzlerce yerde çiğnenir. Bu durum kredi sisteminin çöküşüyle daha da kötüleşir... Sonuçta tüm bunların hepsi şiddetli ve akut krizlere, zorla yapılan ani devalüasyonlara, yeniden üretim sürecinde fiili bir durgunluk ve kesintiye, dolayısıyla da yeniden üretimde fiili bir gerilemeye neden olur.”34

Finansın büyümesinin başka bir yönü daha vardır. Marx faiz getiren sermayenin “her türlü çılgın formun anası”35 olduğunu söyler. Faiz getiren sermaye, faiz ödemesi aldıkça sihirli bir şekilde büyür gibi görünür: parayı ödünç veren açısından artık sanki canlı emeğin çalıştırılmasına bile gerek yoktur. Sermaye sahibi olmak sanki kapitaliste otomatik olarak artı-değerden pay alma hakkı verir. Fakat bu durum bir kez gerçekleştiğinde artık herhangi bir gelir akışına aynı şekilde muamele edilebilir. Merkez bankaları tarafından çıkarılan bonolar (örneğin ABD Merkez Bankası’nın çıkardığı hazine bonoları) bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu bonolara sahip olanlar, onlardan gelen gelir üzerinde yasal hak sahibidir. Daha sonra bu gelire faiz gibi muamele edebilirler. Eğer yaygın olarak kullanılan faiz oranı yüzde 10 ise, bir tahvil sahibi yılda 5 TL alıyorsa, tahvil sahibi faiz getiren 50 TL sermayeye sahip olduğunu düşünebilir. Benzer bir mantık şirketler tarafından çıkarılan tahviller için de geçerlidir. Borsada işlem gören hisseler tahvillerden farklıdır, çünkü borsada işlem gören hisseler bir şirkete sahip olma ve hissedarlara yapılan ödemeden pay alma anlamına gelir, ancak tekrar edecek olursak bu hisselere, hisse sahibine gelir akışı sağlayan kapitalist bir varlık muamelesi yapılabilir. Bu kağıtlar aracılığıyla servet üzerinde hak iddia etme Marx’ın hayali sermaye olarak adlandırdığı sermayeye örnektir. Marx’ın açıklamalarında hayali sermayenin üç özelliği vardır. Birincisi, daha önce de belirtildiği gibi, faiz gibi muamele edilebilecek gelir akışı üzerinde hak iddia etmeyi temsil eder. İkincisi, bu hak iddiası gerçek sermayeye karşı yapıldığında sermaye ikiye katlanmış gibi görünür. Örneğin, bir şirkette hisse satın alırsam ve şirket benim ödediğim parayı yatırım yapmak için kullanırsa, makine ve iş gücüne yatırılan bu para “gerçek” bir sermayedir. Elimde bir kâğıt parçası olarak tuttuğum hisse senedi bana, nihai olarak ortaya çıkan kâr üzerinde hak iddia etme olanağı sağlar, ama aslında bu sadece hayali bir sermayedir. Çünkü bir sermaye iki kez var olamaz. Üçüncüsü, hayali sermayenin ticareti kendi hareket yasalarına göre yapılır.36 Bu nedenle, spekülasyon için ideal bir araçtır. Yatırımcıların gelecekteki gelir beklentilerine dayanarak fiyatı yukarı çekmesi ya da yükselmeye devam eden fiyat üzerinde kumar oynamasıyla balonların ortaya çıkma ihtimalini yaratır. Kapitalizm, aslında hâlâ işçilerden çekilip alınan artı-değere dayandığı için hayali sermaye pazarları, değer üretiminin temelinde yatan süreç ile temasını kaybetmiş olabilir. Bu durum, “gerçek” ekonomi için düşük kârlılık dönemlerinde daha olasıdır. Marx şöyle yazıyor: “Kâr oranı düşerse, fazladan bir tür kâr elde etmek için yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları ve yeni maceralar yoluyla dolandırıcılığa ve dolandırıcılığın genel olarak teşvikine göz yumulur.”37 Hayali sermaye pazarları son yıllarda gerçekten çok büyüdü, çeşitlendi ve giderek üretimden koptu. Buna, değerli kağıtların büyümesi dahildir – bir mülk sahipliğine dayanmayan gelecekteki gelir akışları üzerinde hak iddia etmek, örneğin 2007’de düşük gelirli kişilere yüksek faizle konut kredisi verilmesi sonucunda ortaya çıkan krizde rol oynayan ipoteğe dayalı menkul kıymetleri de kapsayan teminata dayalı borçlar. Ayrıca, yeni yan ürün biçimleri de vardır. Bunlar, esas mülke ne olacağına bağlı olarak değeri değişen varlıklardan oluşur ve kredi borcu takas sözleşmesini kapsar. Bu sözleşme esasen bir krediyi zamanında ödemeyen birine karşı sigorta ya da birinin kredisini zamanında 33 Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 742. 34 Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 363. 35 Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 596. 36 Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 595-596. 37 Karl Marx, 1991, a.g.e., s. 367.

42


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

ödeyemeyeceğine dair bir kumardır.38 Finansta 1980’lerden bu yana yaşanan büyüme kısmen gerçek birikim ile ilişkiliydi ya da gerçek birikime yol açtı, ancak bu büyüme sadece bir dizi balon üretti. Bunlar arasında şunlar sayılabilir: 1990’lı yılların borsalarında yer alan yüksek teknoloji firmalarının Dot Com balonu; İngiltere, İspanya ve İrlanda’da ve bugün Çin’de yaşanan emlak balonları ve krizin ardından yıllar içinde gelişen ve Arap devrimlerini tetikleyen meta balonları. Hepsinin temelinde devasa kredi balonları vardır. Financial Times yazarı Martin Wolf, gelişmekte olan sistemi (kendisi daha önce bu sistemin “daha büyük ve riskli” bir sistem haline geldiğini söylemişti) “finansal kıyamet günü makinesi” olarak tanımlayacak kadar ileri gitti.39 Kredinin 1980’lerin başlarından itibaren genişlemesi, genel olarak kapitalizmin sorunlarının gizlenmesine ve ertelenmesine katkıda bulundu, ama bunun bedeli, nihai olarak krize girmesi kaçınılmaz olan tuhaf şekilde büyük bir finansal sistemin yaratılması oldu. Uzun süren durgunluğun finans alanında başlamış olduğu gerçeği, birçok yorumcunun bu durumu finansal kriz olarak tanımlamasına yol açtı. Bu, birdenbire krizi tetikleyen şeyin ve krizin dolaylı sonucunun yanlış anlaşılmasına neden oluyor. Gerçekten ne olduğunu anlamak için düşük kârlılık bağlamı çok önemlidir.40 Bazıları, 2008-9 krizinin, ekonominin finansa olan bağımlılığını ortadan kaldırarak yeniden dengelenmesini sağlayacağına inanıyordu. Bunun yerine, en iyi ihtimalle, en gelişmiş ekonomilerde kredi genişlemesi sabitlendi. Bununla birlikte Küresel Güney’de muazzam bir kredi büyümesi oldu.41 Finansal sistemin süregelen büyüklüğü her yeni panik dalgasının küresel düzeyde yayılmasına ve genişlemesine yol açıyor. Örneğin, Aralık 2015’te ABD’nin faiz oranlarını yükseltme kararının sonucunda 2016 yılının başında borsalarda büyük bir düşüş yaşandı; 2016 baharında, negatif faiz oranlarının etkisi ve verdikleri kredilerin kalitesi ile ilgili endişeler arasında sıkışıp kalan Avrupa bankalarının hisselerinin değeri çöktü. 2015 yazından 2016 baharına kadar, Çin borsaları kargaşa içindeydi ve şimdi bu kargaşanın ABD borsalarında büyük düşüşlere yol açacak kadar küresel kapitalizmin merkezinde olduğu anlaşılıyor.42 Gelecekte daha fazla şokun oluşacağı kesin. Belirsizlik Devam eden krizin üçüncü veçhesi iyileşmenin belirsizliği. Durgunluğun ardından bir dizi devlet müdahalesi ekonomiyi ayakta tutmaya yardımcı oldu. Bu müdahalelerle birçok ülkede bankacılık sistemi kurtarılmış olsa da, bu doğrudan müdahalelerin amacı ya da önceliği basitçe başarısız şirketleri kurtarmak değildi.43 En önemli tedbirler merkez bankaları tarafından alındı. Örneğin, birçok merkez bankası, borç vermeyi canlandırmak ve getiriyi düşürmek için parasal gevşeme, para yaratma ve bu parayı finans kurumlarından bono almak için kullanma gibi işler yaptılar. Ayrıca faiz oranları da çok düşük, hatta negatif seviyelere çekildi. Avrupa ve Japonya merkez bankalarının para politikası konusundaki duruşlarını göstermek için belirlediği oran 2016’nın başında yüzde 0’dı; İngiltere merkez bankasınınki ise yüzde 0,25’ti. ABD Merkez Bankası’nın belirlediği oran 2017’de ihtiyatla yükseltildi ve yüzde 1,25’e çıkarıldı, fakat tarihsel standartlara göre bu hâlâ çok düşük. Diğer bir deyişle, kapitalizme bir yaşam destek ünitesi takıldı, ama çok büyük ölçüde finansallaştırılmış bir ünite. Bu önlemler, görünürde şirketlere kredi akışı sağlamayı ve üretimi artırmayı amaçlıyordu. Ancak, kârlılığın azaldığı koşullarda bu girişimler başarısız oldu. Hızlı birikim, yatırımcıların üretiminin kârlı olacağına inandığı koşullarda gerçekleşir. Bunun yerine para, bankalar tarafından istiflendi ya da finansal yatırımlara, genellikle yüksek getirisi olan riskli yatırımlara ve genellikle Küresel Güney’e akıtıldı. Financial Times’da yayınlanan bir haber, finansallaştırılmış kurtarma paketinin nasıl daha fazla balonun oluşmasına yol açtığını iyi anlatıyor: “Parasal gevşeme (merkez bankasının getirilerini düşürmek için bono satın alması) yatırımcıları ellerinde nakit para ile başbaşa bırakıyor ve onların da bu parayı, riskli varlıklara yatırmaktan başka seçenekleri kalmıyor. Sığınak ülkeler, baş harflerinden 38 Yararlı bir açıklama için bkz. Tony Norfield, “Derivatives and Capitalist Markets: The Speculative Heart of Capital”, Historical Materialism, 2012, cilt 22, no. 1: https://thenextrecession.files.wordpress.com/ 2013/11 / tony-norfield-on derivatives-and-the-crisis.pdf 39 Martin Wolf, “The Challenge of Halting the Financial Doomsday Machine”, Financial Times, 20 Nisan 2010. 40 Andrew Kliman, 2012, a.g.e., s. 14. Bkz, ayrıca, Joseph Choonara, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism, 123 (Yaz 2009); Joseph Choonara, “Financial Times”, International Socialism 142 (ilkbahar 2014). 41 Bank for International Settlements, 2017, BIS 87th Annual Report, s. 8. 42 Nathaniel Popper ve Neil Gough, 2015, “A Plunge in China Rattles Markets Across the Globe”, New York Times, 23 Ağustos 2015. 43 Banka kurtarma için taahhüt edilen miktarlar büyüktü: ABD’de 1 trilyon dolar, İngiltere’de 718 milyar dolar ve İrlanda’da 614 milyar dolar (İrlanda GSYH’sinin yüzde 230’u!). Bununla birlikte, bu paranın hepsi harcanmış değildi ve bir kısmı geri alındı. Bkz. Emiliano Grossman ve Cornelia Woll, “Saving the Banks: The Political Economy of Bailouts”, Comparative Political Studies, 2014, cilt 47, sayı 4.

43


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

oluşan kısaltması SWAG (Silver-gümüş, Wine-şarap, Art-sanat eseri, Gold-altın) olan değerler için geleneksel saklanma yeri oldu. SWAG varlıkları 2012 yılına kadar bir balon oluşturdu. Fakat enflasyon korkularının yok olması ve hükümetlere olan güvenin geri dönmesiyle bu balon söndü. Gayrımenkuller bir başka sığınak oldu – özellikle kendi ülkelerinin her zaman zenginliklerine müsamaha göstermeyeceğinden endişelenenler için. Sönük ekonomik büyümeye rağmen bazı konut piyasaları canlandı. Özellikle, yabancı mülk sahipleri için klasik bir sığınak olan Londra ve Çin toplumunun gözde bölgesi Vancouver, büyük kazanç elde etti... Klasik balon ise, sanal paranın (bitcoin) öncülük ettiği kripto paralarda gibi görünüyor. Bu yeni bir teknoloji, heyecan verici ve devrimci bir potansiyele sahip. Ama gerçek değere sahip olmayan ve devlet tarafından tanınmayan bu para birimindeki yükseliş yine de nefes kesici.”44

ABD’nin parasal gevşemeyi durdurup faiz oranlarını yükseltmeye başlamasıyla önümüzde duran tehlike, para akışlarının tersine dönmesidir. Bu yazının yazıldığı sırada başlıca kapitalist ülkeler arasında sadece ABD, Kanada, Çek Cumhuriyeti, Meksika ve Türkiye faiz oranlarını yükseltmişti. Ancak, Avrupa Merkez Bankası parasal gevşeme programını “yavaş yavaş azaltmaya” ve Deutsche Bank’ın başkanı taleplere kulak vererek faiz oranlarını yükseltmeye başladı ve böylece “Avrupa’da ucuz para dönemine” son verdi.45 Finansal yaşam destek ünitesi spekülasyonu tetiklemekle (ve bu arada zenginlerin varlıklarının fiyatını şişirmekle) kalmadı, ayrıca esas krize çözümü erteledi. Büyük ekonomiler, rekabetçi bir pazarda hayatta kalmaması gereken, ancak önemli kazançlar elde eden ya da yatırım yapmadan yavaş yavaş ilerlemeyi başarabilen şirketler olan “zombi şirketler”den rahatsızlar. OECD’nin geçtiğimiz günlerde yayınlanan çalışma belgesinin yazarlarının iddia ettiği gibi: “İyi işleyen bir piyasa ekonomisinde, yaratıcı yıkım süreci, performansı iyi olmayan firmaları verimliliklerini artırmaya veya piyasadan çıkmaya zorlar. Bununla birlikte, bu sürecin yavaşlayabileceğine dair sinyaller ve bu sorunun bir önlemler boyutu olabileceğine işaret eden birçok faktör var. Bunlar yapısal politika zayıflığı (örneğin, verimsiz iflas rejimleri), bankanın borçluya ödeme için süre vermesi, gevşek para politikası, bozulmuş bankacılık sistemleri ve ısrarla krizi teşvik eden küçük ve orta ölçekli işletmeler desteğini içeriyor.”46 Rapor, zombi şirketlerin büyük olasılıkla büyük ve eski firmalar olduklarını ve bunun nedeninin bunların muhtemelen devlet desteğinden faydalanabilen şirketler olması olduğunu belirtiyor. Rapor, İngiltere’de sermayenin yüzde 7,5’inin zombi şirketlere yatırıldığını ve bu rakamın İtalya’da yüzde 19 gibi yüksek bir orana çıktığını tahmin ediyor.47 Benzer şekilde, Uluslararası Ödemeler Bankası tarafından hazırlanan bir rapor şunu iddia ediyor: “Son yıllardaki zayıf yatırımlar üretkenlik artışında bir yavaşlama ile çakıştı. Üretkenlik artışı 2007’den bu yana yavaşladı... Bu düşüşün arkasındaki olası nedenlerden biri, sermayenin ve emeğin yanlış dağılmasıdır. Kâr etmeyen şirketlerin payının giderek artması da bunun yansımasıdır. Gerçekten, aşırı derecede düşük faiz oranlarına rağmen, zombi şirketlerin – ki bu şirketlerin faiz masrafları faiz ve vergi öncesi kazançlarını aşmaktadır – payları önemli ölçüde arttı”.48

Yazıdaki bir grafik, büyük ekonomilerde zombi şirketlerin payının 2007’de yüzde 6’nın altında iken 2015’te yüzde 10’un üzerine çıktığını gösteriyor.49 Zombi şirketlerin tamamen ortadan silinmesinin uzun vadeli etkisi, kârlılığın, yatırımın, üretkenliğin ve nihayetinde büyümenin artması olabilir, ancak tehlike şu ki bu durum ekonominin yeniden krize girmesine neden olabilir. Bank of America’nın önemli bir analistine göre: “Son beş yıl içinde Avrupa’daki parasal destek, kârlılık düzeyi düşük şirketlerin borçlarını yeniden finanse etmelerine ve borçlarını geri ödemelerinde yaşanan gecikmeyi geçici olarak savmalarına izin verdi... Bu, ekonomistlerimizin işaret ettiği noktayı destekliyor: Avrupa Merkez Bankası, gelecek bir buçuk yıl içinde olağanüstü teşviklerini kaldırma konusunda büyük ihtimalle çok yavaş ve sabırlı davranacaktır.”50 44 John Authers ve Claire Manibog, “Dealing with the effects of one bubble creating more”, Financial Times, 21 Ağustos 2017. 45 Jill Treanor, “Time to Raise Eurozone Interest Rates, say Deutsche Bank Chief ”, Guardian, 7 Eylül 2017. 46 Müge Adalet McGowan, Dan Andrews ve Valentine Millot, “The Walking Dead? Zombie Firms and Productivity Performance in OECD Countries”, OECD economics department working paper 1372, 2017. 47 Müge Adalet McGowan, Dan Andrews ve Valentine Millot, a.g.e. 48 Bank for International Settlements, 2017, a.g.e., s. 41-58. 49 Bank for International Settlements, 2017, a.g.e., s. 52. 50 Sid Verma, 2017, “Zombie Companies Littering Europe May Tie the ECB’s Hands for Years”, Bloomberg Markets, 24 Temmuz 2017.

44


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

ABD’de, faiz oranındaki ılımlı artışın ve parasal gevşeme uygulamasından vazgeçmenin etkili olduğunu gösteren kanıtlar var. ABD’de iflas başvurusunda bulunan şirketlerin sayısı 2016’da büyük bir artış gösterdi. Küresel düzeyde borcunu ödemeyen şirketlerin oranı 2008’den beri görülmeyen düzeylere ulaştı ve bunların çoğu ABD şirketlerinden oluşuyor. O zaman bu, küresel kapitalizm ve ona liderlik etmek isteyenler için tehlikeli bir an. Kriz ve direniş Bu bağlamda sosyalistlerin başarı şansı nedir? Kriz başladığından beri dünya genelinde işçilerin yaşam koşulları kötüleşti. Egemen sınıfın küresel düzeyde farklı kesimlerinin ortaklaştığı az konudan biri, sistemlerini yeniden kâr eder hâle getirmek için işçi sınıfını daha fazla ezme arzusu oldu. Ne var ki, işçiler üzerindeki baskı otomatik olarak mücadeleye dönüşmez. Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in kriz ve direniş arasındaki ilişki üzerine en iyi bilinen yorumları 1848 devrimlerinin ardından geldi.51 Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde ayaklanmanın koşullarını oluşturan daha geniş siyasi çelişkileri ortaya koydu, ancak bu koşulların “dünya çapında iki ekonomik olay” ile olgunlaştığını da sözlerine ekledi: “1845 ve 1846 yıllarının patates kırımı ve kötü hasat halk arasında genel kızgınlığı artırdı. 1847’deki kıtlık Fransa’da olduğu kadar kıtanın geri kalanında da kanlı çatışmalara neden oldu. Finans aristokrasisinin utanmaz cümbüşüne karşı, halkın temel yaşam ihtiyaçları için verdiği mücadele... Devrimin patlak vermesini hızlandıran ikinci büyük ekonomik olay, İngiltere’de 1847 sonbaharında aniden patlak veren genel ticari ve endüstriyel krizdi... Bu krizin kıta üzerindeki etkisi, Şubat Devrimi patlak verdiğinde henüz bitmemişti.”52

Devrimler 1850 yılı itibariyle yenildiğinde Marx “Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucunda mümkün olacaktır. Ancak, yeni bir kriz olacağı kesindir” sonucuna varmıştı.53 Benzer şekilde, 1895’te geriye dönüp bakan Engels, giriş bölümünde şunları yazdı: “1847’deki dünya ticaret krizi, Şubat ve Mart devrimlerinin gerçek anası olmuştu ve... 1848 yılının ortasından itibaren kademeli olarak geri dönen ve 1849 ve 1850’de tam anlamıyla çiçeklenen endüstriyel refah, yeni güçlenen Avrupa’nın canlandırıcı gücü oldu.”54 Kriz ile direniş arasındaki etkileşimi daha iyi açıklamak daha sonraki marksistlere (özellikle Üçüncü Enternasyonal’in ilk yıllarıyla ilişkili olanlara) düştü. 1921’in başında Komintern’in Üçüncü Kongresi, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini izleyen devrimci dalgayı takiben kapitalist yönetim altında Avrupa’nın kısmen yeniden istikrara kavuşması gerçeğiyle uğraşmak zorundaydı. 1919-20’de ekonomik bir “yükseliş” yaşanırken, 1920 sonlarından 1921 sonbaharına kadar hızla bir krize girildi. Kongrede Leon Troçki, yenilenen mücadele umutlarını değerlendirmeye çalıştı. Marx ve Engels’in 1848’de yaptığı yorumları aktardı, ancak bunlardan yola çıkarak kriz ile direniş arasında mekanik bir ilişki kurmaktan çekinilmesi gerektiğine dair uyarıda bulundu: “Bu değerlendirmeleri, bir krizin sürekli olarak devrimci eylemi doğurduğu ve hızlı ekonomik büyümenin işçi sınıfını pasifize ettiği anlamında yorumlamak tek yanlı ve tamamen yanlış olur. 1848 devrimi krizden doğmamıştır. Kriz sadece son itici gücü sağladı. Esasen devrim, kapitalist gelişmenin ihtiyaçları ile yarı feodal devlet sisteminin zincirleri arasındaki çelişkiden doğmuştur. Bununla birlikte, 1848 yılının tereddütlü ve yetersiz devrimi loncalar rejiminin ve kölelik rejiminin kalıntılarını süpürdü ve böylece kapitalist gelişmenin çerçevesini genişletti. Bu koşullar ve yalnızca bu koşullar altında, 1851’in ekonomik patlaması, 1873’e kadar süren bir kapitalist refah çağının başlangıcını işaret etti”.55

Troçki’nin belirttiği ilk nokta, dönemin genel karakterinin önem taşıdığıdır. “Buradaki mesele konjonktürde bir iyileşmenin mümkün olup olmadığı değil, dalgalanmaların artan veya azalan bir eğri boyunca ilerleyip ilerlemediğidir”.56 Ani yükseliş ve düşüş döngüsü kapitalizmin özünde bulunan bir özelliktir; ancak sistemin uzun vadeli eğilimleri de vardır ki zamanla düşüş daha yıkıcı ve yükseliş daha kısa süreli hâle gelebilir. Diğer taraftan, 51 Bu argümanın daha uzun versiyonu için bkz Joseph Choonara, “The Class Struggles in Europe”, International Socialism, 138 (ilkbahar 2013). 52 Karl Marx, The Class Struggles in France 1848–1850, Karl Marx ve Friedrich Engels, Selected Works Lawrence and Wishart, 1950, s. 132. 53 Karl Marx, 1950, a.g.e, s.210. 54 Friedrich Engels, “Introduction”, Marx, 1950, a.g.e., s. 111. 55 Leon Troçki, “Report on the World Economic Crisis and the New Tasks of the Communist International”, The First Five Years of the Communist International içinde, cilt 1, New Park, 1973, s. 259. 56 Leon Troçki, 1973, a.g.e., s. 259-260.

45


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

üretimde hafif bir yavaşlama ya da daralma biçiminde bozulmaların olduğu genel refah dönemleri olabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki uzun yükseliş böyle bir dönemdi. Durgunluk dönemi demek, “burjuvazi, işçi sınıfı üzerinde gittikçe daha da güçlenen bir baskı uygulamak zorunda kalacak”57demektir. Bunun getirdiği savunmacı mücadeleler devrimcilerin kısa sürede Komintern tarafından benimsenen birleşik cephe politikasından yararlanarak sınıfın yeni kesimlerine uzanmasına imkân tanıyacaktır.58 Ancak, bu dönemde, ekonomik durumun daha da keskin bir şekilde değişmesi söz konusudur ve devrimcilerin bunların önemini kavraması gerekir: “Kendi başlarına yoksulluk veya refah devrime yol açamaz. Ama refah ve yoksulluğun değişimi, krizler, belirsizlik, istikrarın yokluğu - bunlar devrimin motor unsurlarıdır.”59 Troçki’nin tartışma boyunca amacı şu savı savunmaktı: “Genel olarak, proleter devrimci hareketin krize otomatik bir bağımlılığı yoktur. Sadece diyalektik bir etkileşim vardır.”60 Marx ve Engels’in 1848’de yaptığı tespitlerin basitçe yorumlanışına yönelik bir Rus örneği sundu: “1905 Devrimi yenildi. İşçiler büyük fedakârlıklar yaptı. 1906 ve 1907’de son devrimci patlamalar meydana geldi ve 1907 sonbaharında büyük bir dünya krizi patlak verdi. 1907-1908 ve 1909 yılları boyunca Rusya’da da korkunç bir kriz vardı. Hareketi tamamen öldürdü, çünkü işçiler bu mücadelede çok fazla acı çekti ve bu durgunluk onların cesaretini kıracaktı... Ekonomik durumumuzda 1910, 1911 ve 1912’de bir iyileşme oldu ve cesaretini kaybetmiş, morali bozuk, canı sıkkın işçileri yeniden birleştirmek için elverişli bir konjonktür oluştu. Üretimde ne kadar önemli olduklarının tekrardan farkına vardılar; önce ekonomik alanda ve daha sonra siyaset alanında saldırıya geçtiler.”61

Krizin şekli Troçki, bu tür bir analizde, krizin genel şekli önemlidir diye düşünüyordu. Bu bize şu anki durumla ilgili ne söylüyor? 2007-8’de başlayan kriz yükseliş-düşüş döngüsünün bir parçası ya da sadece finansal veya bankacılıkla ilgili kargaşanın sonucu değildir. Tıpkı 1930’lardaki çöküş gibi, kâr oranındaki uzun vadeli düşüşün sonucudur. Bu, kapitalizmin “son krizi” veya “çöküşü” anlamına gelmez; sadece sermayenin yıkımı ya da muazzam ölçekte değerinin düşmesiyle yeni bir sürdürülebilir büyüme döneminin gerçekleştiği noktaya geldiğini belirtir. Bu, büyük bir istikrarsızlık eşliğinde hem derin hem de uzun süreli bir kriz anlamına gelir. Krizin uzun sürmesi, her biri politik durumdaki değişimlerin yanı sıra işçilerin bilincindeki değişimlere eşlik eden pek çok farklı evrenin (Troçki’nin sözünü ettiği “istikrar yokluğu”) mümkün olduğu anlamına gelir. Ancak, krizin direnişe dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyen sadece toplumun en altında olanların maddi koşulları değildir. Lenin, devrim koşullarının, yönetilen sınıfın artık eski şekliyle yönetilmeye istekli olmadığında ve egemen sınıfın artık eski şekliyle yönetemediğinde oluşacağından söz eder.62 Burada devrim için geçerli olan şey, daha genel olarak mücadele için de geçerlidir. Egemen sınıfın baskıya dayanmaksızın yönetmek için gerekli olan sınırlı rızayı alabilmesinin koşullarını en iyi araştıran marksist Antonio Gramsci idi: “Kitle içindeki aktif kişi pratik bir faaliyete sahiptir; ancak pratik faaliyetinin teorik bilinci yoktur, yine de dünyayı dönüştürürken onu anlamasını gerektirir. Teorik bilinci, gerçekten, tarihsel olarak onun faaliyetine karşı olabilir. Kişinin neredeyse iki teorik bilince (veya bir çelişkili bilinç) sahip olduğu söylenebilir: Biri, faaliyetinde içkin olan ve gerçek dünyanın pratikte dönüşümünde onu bütün işçi arkadaşlarıyla birleştiren ve diğeri, geçmişten miras aldığı ve eleştirmeden kendini kaptırdığı yüzeysel olarak açık ya da sözlü olan.” 63

Dünyanın bu iki çelişkili algılanma biçimi işçiler açısından bir miktar felce ve pasifliğe neden olabilir, ancak bu statik bir durum değildir. Hapishane Defterleri’nin aynı bölümünde Gramsci, “normal zamanlar” ile anormal olanlar arasında bir ayrım yapar. 64 Uzun süren kriz, egemen sınıf fikirlerinin tutarlılığını ve işçilerin bir dönem boyunca eleştirmeden kabul ettiği “sağduyu”yu bozabilir, dayanışma ve kolektif etkinlik deneyimleriyle kurulan “iyi duyu”nun kristalleşmesini sağlayabilir. 57 Leon Troçki, 1973, a.ge., s. 261. 58 Bu politika, reformist liderlere ve kendi politik bağımsızlıklarını korurken hâlâ sadık kaldıkları işçilere ortak girişimler öneren devrimcileri içeriyordu. Bkz. “What next? Vital Questions for the German Proletariat”, Leon Trotsky, Fascism, Stalinism and the United Front içinde, Bookmarks, 1989. 59 Troçki, 1973, a.g.e, s. 285-286. 60 Troçki, 1973, a.ge. s. 261. 61 Troçki, 1973, a.g.e, s. 261-262. 62 Lenin, 1921, Left Wing Communism: An Infantile Disorder (Marxian Educational Society), s. 83. 63 Antonio Gramsci, Selections from Prison Notebooks, Lawrence & Wishart, 1998, s. 333. 64 Antonio Gramsci, 1998, a.g.e., s. 327.

46


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

Güncel dönemin kalıcı özelliklerden biri, toplum kesitlerinin sadece işçi sınıfının çekirdeğini oluşturan değil, protestoları ateşleyen öğrenciler ve işsizler gibi zulüm gören diğer grupların da ideolojik olarak radikalleşmesi olmuştur. Örneğin 2011’de İşgal (Occupy) hareketi; en ünlüleri Kahire Tahrir Meydanı’nda gerçekleşen kitlesel gösterilere karşı mücadeleyi birleştiren Arap devrimleri; Yunanistan’daki genel grevlere eşlik eden protestolar; İspanya’daki Indignados hareketi; ya da Güney Kore’de cumhurbaşkanını deviren hareket. Kriz, sadece toplumdaki iktidar fikrinin ideolojik bütünlüğünü bozmakla kalmaz, aynı zamanda kapitalizm rekabetçi bir birikim sistemi olarak örgütlendiğinden egemen sınıfın kendi içinde çatlamaya da yol açabilir. Marx’ın söylediği gibi: “Her şey yolunda gittiğinde rekabet, kapitalist sınıfın işleyen bir birlik ve beraberliğini yaratır... Ama mesele kâr paylaşma değil zararı paylaşma olursa, herkes kendi payını asgari düzeye indirmeye ve zararı başkasının başına atmaya çalışır... Bir kapitalistin ne kadar kaybı üstlenmesi gerektiği yani ne kadarını paylaşacağı güç ve kurnazlıkla belirlenir ve rekabet, düşman kardeşler arasında bir kavgaya dönüşür.”65

Kriz, kapitalistler ya da kapitalist sınıfın bölümleri ya da belirli kapitalistlerin dayandığı ulusal devletler arasındaki parçalanmaları içerebilir, çünkü rakip gruplar krizin yükünü kimin üstleneceği ve krizden kaçmak için hangi stratejinin izleneceği üzerinde tartışmaya başlar. Bunlar sadece ekonomik gerginlik değildir. Siyasal parçalanma krizin bir başka ürünüdür. Aşağıdan mücadelelerin ortaya çıkması, en üstteki bölünmeleri daha da genişletebilir. Bu anlamda kriz az ya da çok tutarlı siyasal ve ideolojik alternatiflerin ortaya çıkması için bir zemin oluşturabilir. Siyasi kutuplaşma Son yıllarda görülen siyasi kutuplaşma bir semptomdur. Merkez partiler tarafından sunulan reçeteler artık uygun olmadığından daha radikal sol ya da sağ alternatifler daha gerçekçi görünmeye başlar. Radikal sağ birçok ülkede yükseliyor. Yunanistan’da açık bir Nazi örgüt olan Chrysi Avgi (Altın Şafak), 2015 seçimlerinde yüzde 7 oy aldı. Fransa’da, Marine Le Pen’in hâlâ faşist damara sahip partisi Front National (FN), bu yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 21 oy aldı. ABD’de faşist olmayan ama ırkçı güçleri besleyen Donald Trump, Hilary Clinton’ın sönük kampanyasına karşı başkanlığı kazandı. Solda da birçok yerde radikal güçler de ortaya çıktı. Fransa’da, kemer sıkma politikalarına karşı platformda yer alan Jean-Luc Mélenchon, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda oyların neredeyse yüzde 20’sini aldı. Yunanistan’da radikal sol parti Syriza 2012’de hükümet oldu. İspanya’da Podemos 2015’te oyların beşte birini aldı. Amerika’da Demokrat Parti’de Bernie Sanders’in büyük başarısı ve Amerika Demokratik Sosyalistleri’nin yükselişi görüldü, İngiltere’de sosyalist Jeremy Corbyn, İşçi Partisi liderliğini ele geçirdi. Yeni ve yeniden canlanmış sol reformist oluşumların farklı kökenleri var. Paylaştıkları ortak nokta, egemen sınıf ile işçi sınıfını krizin ceremesini ödemek için sıkıştırmak konusunda uzlaşmayı reddetmek suretiyle statükoya meydan okuma kapasitesidir. Lakin yine de bunlar sol reformist örgütlerdir.66 Aşağıdan mücadeleyi ya da en azından mücadele arzusunu yansıtırlar, ancak kapitalist sistemi var olan devlet kurumları yoluyla reforme ederek dönüştürmeye çalışırlar. Syriza, iktidarı kazananların ilki, ama sonuç, Avro bölgesinin egemen sınıflarına sefil teslimiyet oldu. Parti, kemer sıkma politikalarının karşıtlığından uygulayıcılığına dönüştü.67 Ancak devrimci sol, bu tür akımların yükselişine kayıtsız kalamaz; onların başarısı işçi sınıfının güvenini ve beklentilerini artırabilir ve siyasette sola kaymanın bir belirtisi olabilir. İşçi sınıfı mücadeleyi yükseltince, otomatik olarak geleneksel örgütlenmelerinden uzaklaşmaz ve devrimci partilere yönelmez. Troçki’nin Rus Devrimi hakkında yazdığı, daha genel olarak, artan mücadele dönemleri için de doğrudur: “Devrimin temel politik süreci... toplumsal krizden kaynaklanan sorunların bir sınıf tarafından tedrici olarak kavranılmasından oluşur - kitlelerin birbirini izleyen ve doğruya giderek yaklaşan anlayışlarla aktif biçimde yönlendirilmesi. Daha aşırı partilerin hep daha az aşırı olanların yerine geçmesiyle belirlenen devrimci bir sürecin farklı aşamaları kitlelerin solundaki artan basıncı gösterir, hareketin salınımının objektif engellere toslamaması koşuluyla.”68

65 Karl Marx, Capital, cilt 3, Lawrence & Wishart, 1972, s. 253. 66 Alex Callinicos, “The Second Coming of the Radical Left”, International Socialism, 135 (yaz 2012). 67 Panos Garganas, “Why did Syriza Fail?”, International Socialism, 148 (sonbahar 2015). 68 Leon Trotsky, The History of the Russian Revolution, Pluto, 1985, s. 18.

47


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

Çoğu zaman, mücadelenin hızlandırılmasına yardımcı olan kriz sürecinde gelişen siyasi faktörlerdir. Bu, 1930’ların ekonomik çöküşünde gelişen mücadeleler için kesinlikle doğruydu. ABD’de grev hareketindeki büyük artış, Wall Street borsa çöküşünden birkaç yıl sonra 1933-34’te gerçekleşti. Demoralizasyon ve pasiflik sonrasında ansızın bir dizi işçi eylemi başladı ve 1934’te Toledo’da (otomobil sektöründe), Minneapolis’te (nakliyat işçileri) ve San Francisco’da (dok işçileri) üç büyük grev doruk noktasına ulaştı ve bu durum sınıf mücadelesinin dengesini işçiler lehine değiştirdi. Ortam, Büyük Buhran’ın düze çıktığına dair bir inancın yaygın olduğu bir ortamdı. Ama Roosevelt yönetimi tarafından başlatılan New Deal politikalarının bir sendikalaşma dalgasını tetiklemesi de işçilerin özgüvenini artmıştı.69 1931’den beri derin bir ekonomik kriz yaşanan Fransa’da da beş yıl sonra büyük bir mücadele patlaması yaşandı. Bu patlama, faşizm tehdidine karşı birleşme yanlısı olan işçilerin Sosyalistler ve Komünistler tarafından desteklenen 1936’daki Halk Cephesi (Popular Front) hükümetinin seçilmesini grev ve fabrika işgalleriyle selamladığı keskin bir politik kutuplaşmanın arkasından geldi.70 Her iki durumda da, işçi sınıfının bazı kesimlerinin radikalleşmesi hareketi tetikleyen politikaların çok ötesine geçti. Sınıfın durumu İşçi kitlelerinin bilincindeki bir değişim sadece egemen sınıfın fikirlerinin geçersizleşmesini ya da egemen çevrelerin siyasi krizini değil, işçilerin gerçek faaliyetlerinden billurlaşan yeni bilinç ve örgütlenme biçimlerini de içerir. Dolayısıyla sınıfın krize girdiği koşullar önemlidir, çünkü mücadeleye atılmak için kendine az veya çok güvenli olmasını belirlerler. Troçki’nin belirttiği gibi, “bir krizin etkilerini belirleyen... mevcut tüm siyasi durum ve kriz öncesinde ve sonrasında yaşanan olaylar, özellikle de kriz öncesindeki mücadeleler, işçi sınıfının kendisinin başarısı veya başarısızlıklarıdır.”71 Ancak mesele basitçe sabit bir işçi sınıfının az veya çok kendinden emin veya örgütlü hale gelmesi değildir. Kapitalizmin düzenli aralıklarla yeniden yapılanması, işçileri yeni alanlara çekerken, sınıfın gücünün eski temellerinden bazılarını ortadan kaldırır. Böyle bir işçi grubunun birlikte savaşmak için gereken örgütlenmeyi geliştirebilmesi ve kendine güvenini kazanması için genellikle zaman ve bir mücadele deneyimi gerekir. 1960’lı ve 1970’lerin başındaki büyük mücadele dalgalarını, uzun bir büyüme dönemi takip etti; bu dönemde birçok gelişmiş kapitalist devlet daha iyi ücret ya da koşullar için yerel ve bölgesel mücadeleler yoluyla yeni sınıf güçlerinin oluşmasına ve gelişmesine izin verdi; bazen kapitalistler ve hükümetler ödün vermeye razı oluyordu. İngiltere’de 1972’ye kadar grevlerin yüzde 95’i sendikadan habersiz çıkılan ani grevlerdi. Fransa’da, 1968 genel grevinin öncesine CGT sendika federasyonu tarafından örgütlenen “endüstriyel anlaşmazlıkların şiddetli patlaması” ve “bir günlük genel grev de dahil olmak üzere coşkulu grevler” iki yıla damgasını vurdu. Grevlere katılım 1965’te 1 milyonun biraz altındayken 1967’de 4 milyondan fazla oldu.72 Bu işaretlere rağmen, dönemin yorumcuları, iki dünya savaşı arasındaki dönemi karakterize eden devrimci ayaklanma yokluğunu, toplumu dönüştürme kapasitesine sahip işçilerin yokluğu olarak yanlış yorumladılar. Örneğin, otomobil fabrikaları ve benzeri diğer sektörlerin yeni “zengin işçilerinin” greve gitmekten ziyade tüketim malları almakla ilgilendiği düşünülüyordu. Ünlü solcu Fransız teorisyen André Gorz 1968 başlarında “Avrupa kapitalizminin yakın gelecekte, işçi kitlelerini devrimci genel grevlere götürecek çarpıcı bir krizi olmayacağını”73 ilan etti. Ancak, gelişmekte olan sınıf güçleri 1960’ların sonlarından itibaren yükselen beklentilerini artık karşılayamayan bir sistemle çatışırken kapitalizmin uzun süreli yükselişiyle beslenen devrimci patlamalar için potansiyel ön plana çıktı. 1970’lerin sonlarında, burjuva kurumlarının kısmen yeniden canlandırılması, sosyal demokrat ve stalinist örgütlerin militanlığı daha güvenli bir yolla emmek ve yönlendirmek için yeniden konumlandırılması ile birlikte bu yükseliş kontrol altına alındı.74 Mevcut krizin öncesindeki dönem epey farklıydı; ne hızlı bir ekonomik büyüme vardı ne de reformizm için bir “altın çağ” olarak nitelendirilebilirdi. Fakat, yine, önceki dönemde yeni sınıf güçleri gelişmişti; bunlar, işçi mücadelelerini tarihin çöp tenekesine atmaya çalışan karamsarları şaşırtacak güçlerdi. Dikkat çeken bir örnek, bugün birçok grevde kamu sektörü çalışanlarının öne çıkmasıdır. Modern kapitalist toplumlar basitçe işçilerin 69 John Newsinger, “1934: Year of the Fightback”, International Socialism, 122 (ilkbahar 2009). 70 Jacques Danos ve Marcel Gibelin, June ’36: Class Struggle and the Popular Front in France, Bookmarks, 1986. 71 Leon Troçki, 1974, “Flood-Tide: The Economic Conjuncture and the World Labour Movement”, The First Five Years of the Communist International, cilt 2, New Park içinde, s. 76. 72 Tony Cliff, “Patterns of Mass Strike”, International Socialism, 29 (yaz 1985). 73 Alıntılayan Chris Harman, The Fire Last Time, Bookmarks, 1998, s. 4. 74 Chris Harman, “The Crisis of the European Revolutionary Left”, International Socialism, 4 (ilkbahar 1979).

48


Uzun durgunluğun ekonomi politiği | Joseph Choonara

kâr elde etmek için doğrudan sömürüsüne değil, aynı zamanda doğru türde bir emek gücünün mevcut olmasını sağlamak için işçi sınıfının daha geniş kesimlerine dayanır. Sağlık ve eğitim sistemleri, yetenekli, nispeten sağlıklı ve güvenilir işçileri sömürerek küresel işbölümünde rekabet etmek isteyen kapitalistler için hayati önem taşır. Vergi toplayan memurun tüm sistemin çalışmasına izin verdiği gibi, hükümetlerin sağladığı altyapı ve güvenlik, kapitalistler için gereklidir. Bunlar giderek işçi sınıfıyla aynı baskı ve saldırılara maruz kaldıklarını düşünen birçok kişinin içinde bulunduğu ve kendilerini savunmak için sendikalara başvurduğu alanlardır. Kamu sektörünün genişlemesi ve hizmet sektöründeki işlerin genel olarak yaygınlaşması, “sanayisizleştirme” efsanelerini kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. Son yıllarda istihdamda kaymalar, belki de çokuluslu üretim ağlarına bağlı nispeten küçük işçi gruplarının kapitalist kâr üzerinde aşırı oranda etkili olabileceği anlamına gelir. Ayrıca büyük işyerlerinde, imalat sektöründekilerle aynı türden zorlama ve sömürünün yer aldığı ve aynı örgütlenme potansiyelinin olduğu hizmet sektörü işleri de genişledi. Nihayetinde, yeni sınıf güçleri, olgunlaşmaya, kolektif güçlerinin bilincine varmaya ve egemen sınıfla etkin bir şekilde mücadele etmeleri için gereken birliği sağlamaya mecburdurlar. Bunu yaparken, işçi sınıfının güvenini daha da yaygınlaştıracak başarılar kazanacaklardır. Bunun ani bir siyasi patlama ya da daha yavaş bir zafer birikimi yoluyla gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önceden tahmin edilemez ve mücadelenin temposu ve biçimi ülkeler arasında değişir. Hangi grupların önce mücadeleye atılacağı belli değildir. Ben bu satırları yazarken İngiltere’deki McDonald’s zincirinin iki şubesinde küçük bir grup genç işçi şirketin ülkede yaşadığı ilk grev eylemini örgütledi ve sendikal hareketi canlandırdı.75 Kıvılcımlar en beklenmedik bölgelerden sıçrayabilir. Sonuç Mevcut kriz (ekonomik, siyasi ve ideolojik bir kriz) sosyalistler arasında hayal kırıklığı yaratma potansiyeline sahip bir krizdir. Antonio Gramsci’nin 1930’larda yazdığı gibi: “Kriz tam da eskinin ölmesi ve yeninin doğmaması gerçeğidir. Bu ara dönemde çok çeşitli hastalık belirtileri ortaya çıkar”.76 Bugünlerde ortaya çıkan ürkütücü belirtiler gözden kaçacak gibi değildir - en göze çarpan örnekler arasında Donald Trump sayılabilir. Krizin derinliği ve uzun süreliliği kapitalist ideolojinin tutarlılığını aşındırıyor. Aynı zamanda, son tahlilde krizden çıkış için devrimci bir yol sağlayabilecek tek güç olan işçi sınıfı, kapitalizme sistematik bir alternatif oluşturabilecek devrimci bir hareket hâline henüz gelmiş değil.77 Yine de, krizin farklı aşamalardan geçeceği gerçeği yeni mücadelelerin gelişme ihtimalini artırıyor. Bunlar, sermayenin egemenliğine meydan okuyan ve devrimci örgütlenmenin yeniden canlanması için alan sağlayan mücadeleler olacaktır. Şimdiden birçok ülkede, devrimcilerin kapitalizm eleştirilerinin birçoğunu paylaşacakları, daha geniş kitleleri bulmalarına izin veren büyük siyasal hareketler ortaya çıkıyor. Günümüzde devrimcilerin karşılaştığı zorluk, bir yandan tarihin arzuladığımız zaman çizelgesine her zaman uymadığını kabul edecek kadar sabırlı olurken, aynı zamanda işçi sınıfı içinde sesimizi duyurmak için var olan fırsatları kavramamızı sağlayan aciliyet duygusunu devam ettirmektedir.

Çeviri: Sibel Erduman

75 Tomáš Tengely-Evans, 2017, “We’re Worth More—How Workers are Fighting Back at McDonald’s”, Socialist Worker, 27 Ağustos 2017. 76 Antonio Gramsci, 1998, a.g.e, s.276. 77 Marksist sınıf kavramını savunmak için bkz. 2018’de yayınlanacak Joseph Choonara, Mike Wayne ve Deirdre O’Neill (eds), Considering Class (Haymarket) başlıklı “Class and the Classical Marxist Tradition”.

49


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji Can Irmak Özinanır

R

usya’da 1917 yılında gerçekleşen Şubat ve Ekim devrimleri sadece Rusya ve çevresinde değil bütün dünyada yankı uyandırmıştı. Ekim Devrimi, Avrupa’nın dört bir yanında radikal işçi hareketlerinin fitilini yaktı. Almanya, Macaristan ve İtalya örneklerinde olduğu gibi kimi zaman bu fitil, sonradan yenilgiye uğrasalar da, devrim ateşini tutuşturmayı başardı. Genel olarak Avrupa’da, özel olarak ise İtalya’da, işçi konseylerine dayanan Rusya deneyimi Antonio Gramsci’nin de içinde bulunduğu devrimci eylemci ve teorisyenlerin ortaya çıkışında belirleyici bir etkiye sahip oldu. Antonio Gramsci, akademik dünyada ve özellikle 1970’li yıllardan sonra politik tartışmalarda en çok referans verilen marksist yazar ve eylemcilerden biri. Ancak çok referans alıyor olması Gramsci’nin her zaman gerçek fikirleriyle kullanılması anlamına gelmiyor. Elbette, hiçbir düşünürün fikirleri sorgulanmaksızın, bir papağan gibi söyledikleri tekrar edilerek kabul edilemez, eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi ve aynı zamanda pratik karşısında sınanması gerekir. Bir politik teorisyenin şu veya bu düşüncesini bir diğer düşüncesinden daha önemli bulmak, bunları başka düşüncelerle özgün bir tarzda bir araya getirmek mümkündür. Ancak bu, boşlukta süzülerek, hiçbir temele dayanmadan, keyfi bir şekilde veya tahrifat ile yapılamaz. Gramsci’nin düşünceleri bunların tümüne birden maruz kalma şanssızlığına sahiptir. Kimi zaman doğrudan yapılan tahrifatlar, kimi zamansa metinlerini okumanın zorluğundan kaynaklanan farklı yorumlamalar karşımıza pek çok farklı Gramsci çıkarmaktadır. Bu Gramsci’ler arasında stalinist Gramsci’yi, felsefi idealist Gramsci’yi, Eurokomünist Gramsci’yi, liberal Gramsci’yi saymak mümkündür.1 Uzun uzadıya farklı Gramsci yorumlarını tartışmak veya bunlar karşısında “gerçek” Gramsci’yi göstermeye çalışmak bu yazının maksadını da, haddini de aşar. Burada gösterilmeye çalışılacak olan, pek çok Gramsci yorumunda silik bir hâlde görünen hatta zaman zaman tamamen yok sayılan devrim

1

50

Gramsci’nin yazıları ölümünden sonra İtalyan Komünist Partisi lideri Palmiro Togliatti tarafından, partinin stalinist politikalarını meşrulaştıracak şekilde kısmî olarak yayımlanmış, 1950’lerde partinin yönü değişince bu sefer yine Togliatti tarafından Defterler yayımlanarak resmî stalinizm eleştirisinin bir parçası yapılmıştır. 1970’lerde ise yine başını PCI’nin çektiği reformist Eurokomünizm stratejisinin ve buna bağlı olarak partinin Hıristiyan Demokratlarla kurduğu birliğin temel teorisyeni olarak kullanılmıştır. Bkz: Chris Harman, “Gramsci versus Eurocommunism”. International Socialism, http://isj.org.uk/gramsci-versus-eurocommunism/ (Erişim Tarihi: 6 Eylül 2017).


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

düşüncesidir. Gerek hapishane öncesi yazılarında, gerekse hapishanede tuttuğu defterler dolusu notta geliştirdiği düşüncelerin devrim ile ilintisi kurulmadan anlatılan bir Gramsci, her zaman eksik bir Gramsci olacaktır. Ancak daha da önemlisi bugün sosyalistler açısından devrimci strateji denildiğinde es geçilmemesi gereken bir moment olarak Gramsci’den faydalanabilmek için, onun düşüncesinde genel olarak devrim kavramının ve özel olarak da Ekim Devrimi ve Avrupa’da Ekim’i takip eden devrimci durumun önemini kavramaktır. Kapital’e karşı devrim Devrim, Gramsci’nin düşüncesinde hayati bir yere sahiptir. Genç yaşlarında bir Sardunya milliyetçisi2 olarak başladığı politik yaşamına, işçi sınıfının merkezi olan Torino kentine taşındıktan sonra İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) üyesi bir militan ve gazeteci olarak devam eden Gramsci, 1917 devrimleri gerçekleştiğinde 26 yaşındadır. Sosyalist Il Grido Del Popolo (Halkın Çığlığı) gazetesinde yazılar yazan Gramsci, Nisan ayında “Rus Devrimi üzerine düşünceler” başlıklı bir yazı yazar. Yazıda burjuva basınının iddia ettiğinin aksine Rus Devrimi’nin bir proleter devrimi olduğunu söylemektedir. Gramsci, Rusya’da gerçekleşen devrimde toplumsal bir yenilenmenin işaretini görmektedir: “Devrimin proleterlerin (işçi ve askerlerin) eseri olduğunu biliyoruz. Gündelik ilişkilerin sürdürülmesini sağlamak üzere yönetici organların işleyişini kontrol eden bir işçi delegeleri komitesi olduğunu biliyoruz. Ancak devrimin proleterlerin eseri olduğu olgusu, onu bir proleter devrimi yapar mı? Savaş da proleterlerin eseridir ancak bu olgu onu tek başına proleter bir vaka yapmaz. Durum bu olduğuna göre, başka, ruhsal etkenler devreye girmelidir. Devrim basitçe bir iktidar meselesi değildir, insanların davranışlarında bir devrim olmalıdır, manevi bir devrim.”3

İlk okuyuşta son derece idealistmiş gibi görülebilecek bu satırlarda Gramsci’nin ileride daha ayrıntılı olarak tartışacağım politika anlayışının izini sürmek mümkündür. Gramsci için politika, özellikle de sosyalist politika kurucu bir kategoridir. Devrim, sadece mevcut mülkiyeti altüst etmekle kalmaz aynı zamanda toplumsal, ahlakî, felsefi, davranışsal tüm alışkanlıkları yenisiyle değiştiren bir büyük eylemdir. Gramsci, Rus devriminde bunu gerçekleştirebilecek potansiyeli görmektedir. Tam da bu yüzden Gramsci’ye göre bu devrim proleter bir devrimdir. Sadece Çarlığı devirmekle kalmamış, yepyeni bir toplumun inşasına soyunmuştur ve Gramsci Rusya’da bu mücadeleyi proletaryanın kazanacağına emindir. Gramsci’nin o zaman üyesi bulunduğu PSI, Batı Avrupa’da savaşa karşı çıkan ve savaş karşıtı bir avuç enternasyonalist devrimcinin buluştuğu Zimmerwald Konferansı’nın örgütlenmesi için net bir şekilde uğraşan tek sosyal demokrat partidir. 4 İtalya Devleti ise 1917 Ağustos’unda militarist amaçlarla Rusya’daki işçi konseylerinin yani sovyetlerin temsilcilerinden oluşan bir delegasyonu ülkeye çağırmıştır. İtalyan hükümetinin beklentisi yeni kurulacak Rus yönetiminin de Almanya’ya karşı savaşa devam etmesidir. Bu fikirler sovyetin içinde olduğu kadar gelen delegasyon içinde de bulunmaktadır. PSI, Il Grido Del Popolo gazetesi aracılığıyla bu fikrin proleterlere karşı Rus kapitalistlerinin çıkarlarını savunmak anlamına geldiğini retorik bir soruyla ifade eder ancak buna rağmen Sovyet delegasyonunun gelişinden devrimin propagandasını yapmak için yararlanmayı da es geçmez. Delegasyon birkaç şehri dolaşıp, işçi sınıfının en yoğun ve en militan olduğu şehirlerden Torino’ya geldiğinde Rus Devrimi’ni selamlayan 40 bin kişi meydandadır. Delegasyondan Josif Goldemberg’in çevirmenliğini PSI’nin en büyük grubu olan Maksimalistlerin savaş karşıtı lideri Giacinto Menotti Serrati yapmaktadır. Serratti çeviriyi Rus halkının savaşın derhal sona ermesini istediğini söyleyerek bitirir ve ekler: “Yaşasın İtalyan Devrimi!”. Karşısındaki kalabalığın sloganı: “Yaşasın Rus Devrimi! Yaşasın Lenin!” şeklindedir.5 Bu sloganlardan kısa süre sonra zaten savaş yüzünden yoksullaşmış ve o ölçüde de militanlaşmış olan İtalyan işçileri sokaklara çıkacaklardır. O güne kadar savaş karşıtı gösteriler, yemek kesintilerine karşı eylemler ve cepheye gönderilemedikleri için çoğunlukla kadın işçiler tarafından gerçekleştirilen eylemler hâlihazırda düzenlenmektedir ancak Ağustos 1917’de Torino’da polisin yiyecek kıtlığını protesto eden iki kişiyi öldürmesi üzerine gerçekleşen genel grev, hızla devrimcileşme potansiyeli taşıyan bir genel grevin göstergesi olmuştur. Devletin greve tepkisi 2

Gramsci, İtalya’nın güneyindeki Sardunya adasında doğmuştu. Güneyli olmak İtalya’da öteki olmak anlamına geliyordu. Farklı bir lehçe konuşan Güney, İtalya’nın en yoksul bölgesiydi. Çoğunlukla köylü nüfustan oluşan Güney’de ağır vergiler uygulanmaktaydı ve toprak sahiplerinin egemenliği vardı. Gramsci, Kuzey tarafından dışlanan bir Güneyli olarak ilk politik fikirleri oluşmaya başladığında bir Sardunya milliyetçisi idi. Torino’da bu fikirlerinden koptu ve sosyalist oldu ancak bugün bile çeşitli düzeylerde varlığını sürdüren Güney Sorunu, Gramsci için her zaman en önemli başlıklardan biri oldu.

3

Antonio Gramsci, Pre-Prison Writings. Der. Richard Bellamy. Cambridge University. 1994. s. 31

4

Chris Bambery, “Hegemony and Revolutionary Strategy”. International Socialism, 114 (Bahar, 2007). s. 85.

5

Alvaro Bianchi ve Daniela Mussi. “Gramsci and the Russian Revolution”. Jacobin. 2017. https://www.jacobinmag.com/2017/04/gramsci-russian-revolution-lenin-trotsky-soviets (Erişim Tarihi: 5 Eylül 2017).

51


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

sert olmuştur, elliden fazla kişi makineli tüfeklerle öldürülmüş, sekiz yüz kişi de yaralanmıştır, binden fazla işçi cepheye gönderilmiştir.6 Ancak işçi sınıfının artan militanlığı artık hissedilir düzeydedir. Üniversite öğrenciliğinden beri Torino’da yaşayan Gramsci sürecin doğrudan tanığı ve katılımcısıdır. Gramsci’nin Rus Devrimi’nden beklentisi boşa düşmemiş, gerçekten de proletarya Bolşevik Partisi öncülüğünde Ekim’de iktidarı ele geçirmiştir. Gramsci, devrimi heyecanla karşılarken İkinci Enternasyonal’in pozitivizmine, “tarihin çelik yasaları” olduğu anlayışına sert bir şekilde saldırır. Makalesine attığı başlık oldukça provokatiftir: “Kapital’e karşı devrim”: “…Bolşevikler Kapital’deki önermelerden bazılarını bir kenara atıyorlar, onun dinçleştirici/içkin düşüncesini değil. Bu insanlar ‘marksist’ değil, hepsi bu. Onlar asla sorgulanmayacak dogmatik sözlerden oluşan katı bir öğreti derlemek için Usta’nın eserlerini kullanmadılar. Onlar marksist düşünceyi –ebedi olan, Alman ve İtalyan idealizminin devamını temsil eden ve Marx örneğinde pozitivist ve natüralist katılıklarla kirlenen bir düşünceyi- yaşıyorlar. Bu düşünce, tarihte baskın faktör olarak kaba ekonomik olguları değil, tekil insanı, toplumlardaki insanları, birbiriyle ilişkisi içerisinde olan, birbiriyle sözleşmelere giren, bu sözleşmeler aracılığıyla kolektif/toplumsal bir irade geliştiren; ekonomik olguları anlamaya başlayan, bunlar hakkında hüküm veren ve nesnel gerçekliği –ki nesnel gerçeklik bu iradenin belirlediği yere ve yola yönlendirilebilen volkanik bir lav akışına benzer biçimde yaşar ve hareket eder- yoğuruncaya dek onları kendi iradelerine uyarlayan insanları görür.”7 Gramsci, bu yazıda aslında

Marx’ın yönteminin özüne işaret ediyordu. Gramsci’ye göre Rusya’da Kapital proletaryadan çok burjuvazinin eseri olmuştu. Burada Gramsci’nin işaret ettiği Kapital’i donuk bir metin olarak kavramsallaştıran mekanik ve aşamacı anlayıştı. Bu anlayış, Rusya’da sosyalist bir devrimin hayata geçebilmesi için önce Batı kapitalizminin şablonlarını izleyen bir kapitalizmin Rusya’da gelişmesi gerektiğini, ardından işçi sınıfının yeterince olgunlaşmış bir aşamaya geldiğinde sistemin içsel çelişkilerinden dolayı kapitalizmi devireceğini savunmaktadır. Gramsci, tarihin kaçınılmaz olarak bir yöne doğru gittiği düşüncesine baştan beri karşı çıkmıştır. İkinci Enternasyonal ve hatta pratikte bu kaderciliğe karşı çıkmış olmalarına rağmen Lenin, Troçki gibi Üçüncü Enternasyonal liderlerinde de görülebilen bu teleolojik anlayışın reddi Gramsci için hayati önemdedir ve bunu Bolşeviklerin pratiğinde görmektedir. Daha sonra hapishanede tuttuğu defterlerde kaderci marksizm anlayışı Gramsci’nin hedefinde olmaya devam edecektir. John Molyneux’nun belirttiği gibi bu ret, Gramsci’yi çağının önde gelen marksistlerinden hatta kaderciliği reddeden diğer marksistlerden de ayıran önemli bir farktır: “…marksizmin kaderci yorumları, partinin yerine getireceği rolün anlaşılmasını tekrar tekrar engellemiştir ve Lenin’in büyük katkılarından biri İkinci Enternasyonal’in kaderci örgüt anlayışından kopması olmuştur. Fakat Gramsci’yi Lenin, Troçki ve kaderciliğin diğer karşıtlarından ayıran, bu kişilerin kadercilik ile asla felsefi bir düzeyde karşılaşmamış olmalarıdır. Zaman faktörü devreye sokularak temel argümandan hep kaçınıldı. Bu kişiler, uzun vadede elbette proletaryanın birliği, sosyalizmin zaferi vb. kaçınılmazdır diyorlardı; fakat sorun, bu süreci nasıl hızlandıracağımız, şimdi ve hemen sonra ne yapmamız gerektiğidir. Bu yolla kaderciliğin uğursuz etkileri tekrar tekrar savuşturuldu; fakat nihaî kaçınılmazlığın kabulü nedeniyle kadercilik asla temelden reddedilmiş olmadı. Ne var ki Gramsci için, her ne kadar kaderciliğin tarihsel bakımdan oynadığı ‘yararlı’ rolü kabul ediyorsa da, böylesine temel bir kaçamak yoktur.”8

Gramsci’nin marksizme ilişkin bu bakışı 1918’de yazdığı “Bizim Marx’ımız” yazısında daha da net görünür. Gramsci, “Kapital’e karşı Devrim” yazısında olduğu gibi çubuğu öznenin rolüne büker, Marx’ın eserlerini yazdığı dönemin insanın tarihteki rolü üzerine kopan büyük kavgalarla aynı döneme denk düştüğünü hatırlatır. Marx, insan etkinliğini pratik üzerinden tanımlayarak bu kavgaya bir cevap vermiş ve tarihi yeniden tanımlamıştır. Gramsci şöyle der: “Marx, bileğinin hakkıyla ve kelimenin tam anlamıyla bir dev olarak tarihe geçer. O ne bir mistiktir, ne de pozitivist bir metafizikçi. O bir tarihçidir; geçmişe ait belgelerin sadece bir kısmının değil, hepsinin yorumcusudur.”9

Gramsci, Marx’ta fikirler ve ruhun maddi bir temele kavuştuğunu görür. Fikirler artık keyfi, dinsel veya sosyolojik soyutlamalar olarak karşımıza çıkmazlar, fikirlerin özü insanların somut olarak kurduğu ilişkiler, pratik etkinliktedir. Dolayısıyla artık fikirler de pratik içinde kavrandığı için maddi bir ilişki biçimi olarak karşımıza çıkar. Gramsci, İkinci Enternasyonal’in Marx’ın eserlerinde ortaya koyduğu tarihsel gelişimi her zaman, her yerde, değişmez biçimde gerçekleşmesi gereken bir şablona indirgeyen tutumuna karşı Marx’ın bu çığır açan yöntemini

52

6

Megan Trudell, “Gramsci: The Turin Years”. International Socialism, 114.(Bahar 2007).

7

Antonio Gramsci, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar, Der. David Forgacs, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot, 2010, s.40-41.

8

John Molyneux, Marksizm ve Parti, Çev. Yavuz Alogan, Belge Yayınları, 1991, s. 189.

9

Antonio Gramsci, 2010. a.g.e., s.45.


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

işçi sınıfının mücadelesi için harekete geçirmeyi savunmaktadır. Daha sonra Hapishane Defterleri’nde belirteceği üzere Gramsci, Marx’ın otantik mirasının peşindedir.10 Gramsci’ye göre Marx’ın ortaya koyduğu yöntem, İkinci Enternasyonal’in Marx yorumundan farklı olarak mücadele için gereken açıklığı sağlıyordu. Gramsci yazısını şöyle bitirmişti: “Uluslararası proletarya Karl Marx’ı doğumunun yüzüncü yılında yüceltirken aslında kendini, kendi bilinçli gücünü, ayrıcalıklıların egemenliğini tahrip eden ve proletaryanın harcadığı bütün çabaları ve yaptığı bütün fedakârlıkları taçlandıracak nihai mücadelenin koşullarını hazırlayan kavgacılığının dinamizmini yüceltiyor.”11

Gramsci, Ekim Devrimi ile beraber gözünü sosyalizmin iktidar aygıtı olarak ortaya çıkan sovyetlere yani işçi konseylerine dikmişti. Yine 1918’de Avanti! (İleri) gazetesine yazdığı “Ütopya” başlıklı yazısında Lenin ve Bolşevikleri, Rusya’da sosyalizmi kurmaya çalıştıkları için ütopyacı ilan edenlere sert bir dille yanıt veriyordu. Bu yazı, yine beklenildiği üzere Batı’nın tarihsel şemalarını Rusya’ya giydirmeye çalışan ve bunu yaparken “devrimcilik” rolünü burjuvaziye yükleyen reformizme çatıyordu. Gramsci’ye göre Lenin’i ütopik bulanların kendileri ütopiktir, okudukları eserleri birer Kutsal Kitap gibi görmektedirler. Oysa Rusya’daki devrim, burjuvazinin devrimci bir rol üstlenmek zorunda olduğu yönündeki boş inancı çürütmüştür. Burjuvazi kendi hegemonyasını dayatmaya çalışmış ancak başarısız olmuştur. Tam da bu yüzden proletarya, Rusya’da kendi düzenini kurmaktadır. Bu kavrayış, aşamalı devrim düşüncesini henüz 1900’lü yılların başlarında reddetmiş olan Rus devrimci Marksist Leon Troçki’nin sürekli devrim düşüncesiyle şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyordu. Ancak 1917 devrimi esnasında Gramsci, Troçki’nin bu yaklaşımından haberdar değildi. Hatta Lenin dâhi Troçki’nin kitabını ancak devrim sonrasında okumuştu ancak her ikisi de fiilen devrimci görevin burjuvaziye değil, proletaryaya ait olduğunu ve “burjuva demokratik devrim” aşamasının bir şablondan ibaret olduğunu savunuyorlardı. Gramsci’ye göre Rusya’da kurulan yeni düzenin en önemli parçası, bu gelişmenin özerkliğini tayin edecek olan kurumların yani sovyetlerin inşasıdır. Bilincin gelişimini temsil eden ve Rus toplumunun örgütlenme kapasitesini temsil eden sovyetler ile Bolşevik Partisi birbirleriyle sürekli bütünleşen bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapı, özgürlüğü garanti altına almaktadır.12 Gramsci, yeni bir toplumun nüvesini sovyette görmektedir: “Bütün işçiler Sovyetlerde yer alabilir ve bütün işçiler Sovyetleri değiştirmek ve istenilen/gerek duyulan çizgiye çekmek için etkide bulunabilir. Rus siyasal yaşamının şu an girdiği yön ülkenin moral yaşamının, Rus halkının genel maneviyatının girdiği yönle çakışma eğiliminde. Hiyerarşik düzeyler arasında sürekli bir hareketlilik var: Eğitimsiz bir birey bir Sovyet’e temsilci seçilmesi konusunda yapılan tartışmada kendisini geliştirme şansı bulmakta, hatta bizatihi kendisi de temsilci olabilmektedir. Bu organları kontrol etmektedir, çünkü bunlar topluluk içerisinde sürekli olarak dikkatle incelenmekte ve el altında tutulmaktadır. Bu birey toplumsal sorumluluk duygusu edinmekte ve ülkesinin yazgısına karar vermede aktif bir yurttaş hâline gelmektedir. Güç ve farkındalık, bu hiyerarşi yapısı sayesinde, bir kişiden pek çok kişiyle geçmektedir: böyle bir topluma tarihte daha önce hiç rastlanmamıştır.”13

L’Ordine Nuovo ve işçi konseyleri Gramsci, Sovyet aracılığıyla kurulan bu yeni toplumun izini İtalya’da da sürecek ve Rus Devrimi’nden ilhamla oluşan işçi konseyleri biennio rosso (iki kızıl yıl) olarak anılan süreci yaratacak, Gramsci ve yoldaşları L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen) gazetesi etrafında kurdukları örgütleriyle, PSI’nin bu sürece en aktif katılan bileşenleri olacaklardır. Ancak bu deneyimi aktarmadan önce kısaca PSI’nin yapısını ve içindeki grupları kısaca tanıtmak tabloyu daha anlaşılır kılacaktır. Savaşın yol açtığı huzursuzluk PSI’nin kitleselleşmesini sağlamıştı. 1919 yılında partinin üye sayısı 20 binden 87 bine, 1920’de ise 180 bine sıçramıştı. Partinin kontrolündeki CGL sendikasının üye sayısı ise 250 bindi. Parti Kasım 1919’daki seçimlerde 2 milyon oy alarak 508 kişilik parlamentoda 156 milletvekilliği kazanmıştı.14 İtalya’da PSI’nin merkezinde Giaginto Menotti Seratti önderliğinde, Avanti gazetesi etrafında toplanmış Maksimalistler adı verilen ekip bulunuyordu. Bu ekip Üçüncü Enternasyonal’e katılmak istiyor ancak Üçüncü Enternasyonal’in reformistlerle yolları ayırma talebini yerine getirmiyordu. Filippo Turati öncülüğündeki reformistler ise parlamento grubunu, CGL sendika federasyonunu ve çoğu yerel konseyi kontrol ediyorlardı. Bunun yanı sıra 10 Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, der. ve çev. Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell-Smith. International Publishersi. 1971, s. 407. 11 Antonio Gramsci, 2010. a.g.e., s. 48. 12 a.g.e., s. 60-61. 13 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e., s. 62-53. 14 Quintin Hoarey ve Geoffrey Nowell Smith, “Introduction” Selections from the Prison Notebooks, International Publishers, 1971, s. xxxvii.

53


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

özellikle gençliğin desteğine sahip olan, her türlü parlamentarizme ve oy kullanmaya karşı olan Amadeo Bordiga öncülüğünde Il Soviet gazetesini çıkaran sol komünist grup vardı.15 Gramsci, yoldaşları Palmiro Togliattti, Angelo Tasca ve Umberto Teraccini ile birlikte 1919 yılının Mayıs ayında bu eğilimlerden farklı olarak L’Ordine Nuovo dergisi etrafındaki grubu kurdu. L’Ordine Nuovo’nun çıkışından itibaren temel ilgisi işçi konseyleri ve bu konseylere dayanan bir sosyalizm düşüncesiydi. Torino merkezli L’Ordine Nuovo, Haziran ayında Gramsci ve Togliatti tarafından beraber kaleme alınan “İşçi Demokrasisi” başlıklı yazıyı yayımladı. Yazı doğrudan işçilere sesleniyor, amacını en nitelikli ve en bilinçli işçiler arasında düşünce ve eylemi tahrik etmek olarak tanımlıyordu. İşçi iktidarının nüvesini yaratma amacı yazıda açıkça ortadaydı: “Sosyalist devlet, sömürülen işçi sınıfına özgü toplumsal yaşamın kurumlarında potansiyel olarak mevcuttur. Bu kurumları, her birinin zorunlu özerkliğine ve kendini ifade etmesine saygı göstererek birbiriyle ilintilendirmek, koordine etmek ve oldukça merkeziyetçi bir yetki ve yeterlilik hiyerarşisi altında sıralamak, ivedilikle gerçek bir işçi demokrasisi yaratmak demektir –burjuva devletine etkili ve aktif bir biçimde muhalif olan işçi demokrasisi onu, ulusal mirası yönetme ve denetlemeye ilişkin bütün asli işlevleriyle birlikte, derhal yerinden etmeye hazırlıklıdır.”16

L’Ordine Nuovo bu “düşünce ve eylemi tahrik” çağrısını kendi kafalarındaki gerçekleri işçi sınıfına giydirmek için yapmıyordu. Konseyler fikri PSI içindeki tüm kanatlara ütopik görünse de Ekim Devrimi ve savaş ile başlayan radikalleşme dalgası fabrikaları sarmış durumdaydı. Savaştan iki güç büyüyerek çıkmıştı sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfı. Grev sayılarında inanılmaz bir artış görülüyordu ve grevler salt ekonomik taleplerle sınırlı kalmıyor, politikleşiyordu. 1913 yılında fabrikalardaki grev sayısı 810 iken, 1919’da bu rakam 1663’e ulaşmıştı. 1920 yılında ise 1881 grev görüldü. Köylü grevleri de benzer bir eğilim izliyordu. 1913’te 97 olan köylü grevlerinin sayısı, 1919’da 189’a sıçramıştı. Bir milyondan fazla köylü bu grevlere katılmıştı. İşçi ve köylülerin grevlerinin yanı sıra savaştan doğrudan etkilenenler yani askerler arasında da bir dağılma baş göstermişti.17 Dolayısıyla devrimci bir durumun ortaya çıkmasını sağlayabilecek koşullar vardı ancak bunun içinde burjuva devletini tamamen aşabilecek ve daha önce görülmemiş bir tarzda sosyalist toplumu oluşturabilecek araçlar var mıydı? Gramsci ve L’Ordine Nuovo’daki yoldaşları bu soruya yanıt vermeye çalışıyorlardı. Ütopik olan ise bu arayışa girmeyen PSI bileşenlerinin doktriner tavrıydı. “’İşçi demokrasisi’ makalesinde bu soruya verilen yanıt İtalyan fabrikalarında ortaya çıkmış olan iç komisyonlardı. İç komisyonlar kısaca patronun fabrikadaki gücünü sınırlayan ve işçiler tarafından seçilen bir komiteydi. Bu komiteye girmek için sosyalist olmak veya sendikalı olmak gerekmiyordu. Bunlar doğrudan işçilerin kendi katılımıyla seçilen komitelerdi. Bu komitelerin önemi doğrudan üretim tarzının örgütleniş biçiminden doğmuş olmalarıydı. Dolayısıyla iç komisyonlar, yeni bir medeniyete açılan kapılardı, bu yeni düzen bir proleter düzeni olacaktı.”18

Gramsci, hem PSI’ye hem de onun kontrolündeki CGL konfederasyonuna sesleniyor, bu komitelerin önemini vurguluyordu: “Kendi iç komisyonlarına sahip atölyeler, sosyalist kulüpler, köylü toplulukları: Bunlar proleter yaşamın merkezleridir, bizim buralarda doğrudan çalışmamız gerekmektedir”.19 Makale işçilere ise her işyerinde iç komisyonlar seçmeyi, bu komisyonlar içinden bölge komiteleri, bölge komitelerinden ise kent komiserlikleri seçen aşağıdan yukarı bir model öneriyordu. Bu seçim doğrudan Bolşeviklerden alınmış bir sloganlarla desteklenmeliydi: “‘Atölyelerdeki bütün iktidar atölye komitelerine’ ve bunun tamamlayıcısı başka bir slogan ‘Bütün iktidar işçi köylü konseylerine’”.20 L’Ordine Nuovo’nun çağrısı işçiler arasında ciddi bir şekilde karşılık buldu. Ağustos’ta Torino’daki en büyük fabrika yerleşkesi olan Fiat-Centro’da işçiler komite seçimleri yaptılar. Ekim ayında 30 fabrikadan 50 bin işçi konseyler şeklinde örgütlenmiş durumdaydı. 1919 yılının sonuna gelindiğinde metal işçileri sendikası FIOM’un 16 bin işçiden oluşan Torino Şubesi ve PSI’nin yerel seksiyonu bu öneriyi benimsemiş durumdaydılar ve konsey üyesi işçi sayısı 150 bini bulmuştu.21 Gramsci, fabrikalarda konuşmalar yapmaya çağırılıyordu. Gramsci ve yoldaşlarının kuruluşunda “sosyalist 15 Megan Trudell, 2007, a.g.e., s.71. 16 Antonio Gramcsi, 2010, a.g.e., s.97. 17 Megan Trudell, 2007, a.g.e., s. 70. 18 Gwyn A. Williams, Proletarian Order: Antonio Gramsci, Factory Councils and the Origins of Italian Commmunism 1911-1921, Pluto Press, 1975, s. 103. 19 Gramsci, 2010, a.g.e., s. 98. 20 a.g.e., s. 98-99. 21 David Forgacs, “Fabrika Konseyleri ve Sosyalist Demokrasi”, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935. Der. David Forgacs, Dipnot, 2010,

54


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

bir kültür dergisi” olacağını düşündükleri ve oynayacağı rolü hiç öngöremedikleri L’Ordine Nuovo artık konsey hareketinin yayınıydı. Fiat-Centro ve Brevetti fabrikalarındaki atölye delegelerine dönük bir yazısında Gramsci şöyle diyordu: “Gazetemizin bu hareketin meydana gelmesinde oynadığı hatırı sayılır rolün pekâlâ farkındayız. Gazetemizin sayfalarında sorun salt kuramsal ve genel bir bakış açısıyla ele alınmamış, aynı zamanda diğer ülkelerde yaşanan deneyimlerin sonuçları da, pratik uygulamalara ilişkin araştırmalar için malzeme tedarik etmek üzere bir araya getirilmiş ve analiz edilmiştir. Ne ki yaptığımız işin, bir ihtiyacı karşıladığı ölçüde ve işçi kitlelerinin bilincinde saklı olan bir özlemin somut bir ifade kazanmasına yardımcı olduğu ölçüde değer taşıdığını biliyoruz. Bizim bu denli çabuk anlaşılmamızın sebebi işte budur, tartışmadan realizasyona bu denli hızlı geçiş yapılmasının sebebi işte budur.”22

Yayınının adı Il Soviet olsa ve Ekim Devrimi’nin ateşli destekleyicilerinden biri olsa da Amadeo Bordiga öncülüğündeki komünist kanat L’Ordine Nuovo’nun konseyler çizgisini reformizm veya sendikalizm olarak yaftaladı. Bordiga, Gramsci ve yoldaşlarını devletin rolünü anlamamakla suçluyor ve işçi konseylerinin ancak komünist partinin eseri olabileceğini savunuyordu: “Yarının Sovyetleri Komünist Parti’nin yerel kollarından doğmalıdır. Devrim muzaffer olur olmaz, proleter seçmen kitleleri bir Yerel İşçi Komiteleri Delegeleri Konseyi kurmadan önce aday olarak sunulacak unsurlara çağrı yapabilme becerisi olanlar bunlardır.”23

Bordiga’nın çizgisi sınıf ve parti arasındaki çizgide bütün çubuğu partiye büküyor, sınıfın kendiliğinden hareketine ve onun hareket içinde değişen bilincine hiçbir önem vermiyordu. Gramsci ise partiyi konseyler içinde çalışmaya çağırsa da, kendisinin de sonradan kabul edeceği gibi partinin konsey hareketiyle kuracağı bağı muğlak bırakıyor ve partinin hareketle beraber inşasını bir kenara bırakıyordu. Kuşkusuz, kendisini eleştirdiği bu görevleri başarmak parti içindeki reformist çizgiyle çok sert bir hesaplaşmayı gerektirmekteydi. Şöyle söylemek abartılı olmayacaktır, ileride beraber İtalyan Komünist Parti’nin kuruluşunda yer alacak ve ikisi de Ekim Devrimi’nden etkilenmiş bu iki liderin her biri Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan unsurlardan birine daha çok önem veriyordu. Gramsci, daha sonra parti konusundaki hatasını kabullendi. Bu, Gramsci’nin bu dönemde parti konusuna hiç önem vermediği anlamına gelmiyordu. 1920 yılında yazdığı “Sosyalist Partinin Yenilenmesine Doğru” başlıklı yazıda reformistler tarafından manipüle edildiğini düşündüğü PSI’yı çok sert biçimde eleştiriyordu. Gramsci’ye göre partinin, Marksizm’in ve Komünist Enternasyonal’in devrimci tezlerine olan ilgisini işçilerle paylaşmak gibi bir amacı yoktu, olan biteni bir izleyici olarak takip ediyordu.24 Gramsci’nin parti sorununu ciddi bir şekilde ele alışı konsey hareketinin aşağıda değineceğim Nisan 1920’deki grevlerin ortaya çıkışıyla oldukça geç bir aşamada olmuştu.25 Partinin rolüne ilişkin fikirleri hareket ile birlikte değişmeye başlasa da, Bordiga’nın işçileri “yukarıdan” harekete geçirmeyi savunan çizgisini Gramsci hiçbir zaman kabul etmedi. İşçi konseyleri onun için işçi kitlelerinin; 1) özyönetim kapasitesini, 2) kapitalist düzenin üretim düzeyini aynı şekilde sürdürme veya aşma kapasitesini, 3) sınırsız inisiyatif ve yaratım kapasitesini gösteriyordu.26 Gramsci’ye dönük sendikalizm eleştirisi de Bordiga’nın olan biten ile bağ kuramadığını gösteriyordu. L’Ordine Nuovo konseyleri tamamen sendikanın kontrolüne geçirmek isteyen eğilime karşı da mücadele ediyordu. İşçi konseyleri hareketi sürerken, 1920’de yazdığı bir makalede Gramsci, konseyi sendikanın bir uzantısı, aracı olarak görenleri eleştiriyor, sendikanın çok önemli olmakla beraber patronla müzakere aracı olduğunu, konseylerin ise devrimci bir nüve taşıdığını söylüyordu: “Sendikalar ile Konseyler arasındaki ilişkileri Konsey seçmenlerinin çoğunluğunun ya da önemli bir kısmının sendikalarda örgütlenmesinden başka hiçbir önlem istikrara kavuşturamaz. Bu iki kurumu hiyerarşik bağımlılık temelinde birbirine bağlama girişimi her ikisinin de tahrip olmasından başka sonuç vermez.”27

Parlamenter bir çizgiyi savunan ve Ekim Devrimi’ni de yanlış bulan reformistler açısından konseyler düşüncesi zaten kabul edilebilir değildi. Onlara göre konseyler, sendikasız işçilerin oluşturduğu bir tür anarşizmdi.28 Partinin merkezindeki ekip olan Maksimalistler de kontrollerinden çıkabileceğini düşündükleri bu modele sıcak s. 95.; Trudel, 2007. a.g.e., s. 73. 22 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e., s. 108. 23 Amadeo Bordiga, “Is this time to form ‘Soviets’?, https://www.marxists.org/archive/bordiga/works/1919/soviets.htm, 1919. (Erişim tarihi: 7 Eylül 2017). 24 Antonio Gramsci, 1994, a.g.e., s.157. 25 Quintin Hoarey ve Geoffrey Nowell Smith, 1971. a.g.e., s. xl. 26 Antonio Gramsci,2010, a.g.e., s. 130-131. 27 a.g.e. s.114. 28 Megan Trudell, 2007, a.g.e., s. 74.

55


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

bakmıyorlardı. Dolayısıyla reformistler dışındaki ekipler savaşa karşı çıkarak ve Ekim Devrimi’ni destekleyerek İkinci Enternasyonal’in ‘Marksizm’inden kopmuşlardı ancak pratikte işçi kitlelerinin kendi kendilerini yönetebilecekleri düşüncesiyle aralarında ciddi bir mesafe vardı. Bu mesafeyi fark edenlerden biri de Lenin’di. Komintern’in İkinci Kongresi’nde reformistler ile devrimciler arasındaki ayrışmaya karşı çıkan Maksimalistlerin lideri Seratti ile yaptığı tartışmada bunun altını net bir şekilde çiziyordu: “İtalyan yoldaşlara şunu sadelikle söylemeliyiz ki, sadece Ordine Nuovo üyelerinin çizgisi Komünist Enternasyonal çizgisine denk düşmektedir, mevcut Sosyalist Parti liderleri çoğunluğunun veya onların parlamento hiziplerininki değil”.29 Torino’daki gelişmeler L’Ordine Nuovo’nun önemini ortaya koymuştur. Sınıfın özyönetim organlarına yaslanarak giderek güven kazanan ve büyüyen işçi hareketi patronları sıkıştırmaya hatta varlıklarının gereksiz olduğunu göstermeye başlamıştır. Artık bir tarafta patronlar, bir tarafta da işçilerin iç komisyonları vardır. Bu, sözcüğün tam anlamıyla bir ikili iktidar deneyimidir. Patronların bu ikili iktidarı ezmek üzere harekete geçmeleri uzun sürmeyecekti. 1920 yılının Mart ayında büyük fabrikaların patronları lokavt ilan ettiler. İşçiler ise lokavta Nisan’da genel grevle yanıt verdiler. Nisan grevi biennio rosso’nun en üst noktasıydı.30 Torino ve Piedmont Bölgesi’nde 10 gün süren ve silahlı işçiler tarafından korunan yerel bir sovyetin de oluştuğu grev yenildi. Yenilginin sebebi şehre doldurulan muazzam silahlı güç değil, PSI’nin Torino’daki dalgayı ülke geneline yaymayı reddetmesiydi. Maksimalistlerin kontrolündeki Avanti, partinin Torino seksiyonunun ülkenin geri kalanındaki işçileri dayanışmaya çağıran manifestosunu basmayı reddetmişti. Hatta parti yönetimi, grev esnasında Torino’da gerçekleşecek olan ulusal komisyon toplantısını Milan’a taşımıştı.31 Eylül ayında Milano, Torino ve Cenova’da fabrika işgalleri başladı. İşçilerin kontrolünde üretime devam eden fabrikalar asker ve polis tarafından kuşatılmış olsa da üretim devam etti. Dönemin başbakanı Giolitti, devrimin önüne geçecek bir taktik peşindeydi. PSI’nin mevcut yapısı ile bu adımı atması zor olmadı. İşçilerin, fabrikalarda söz sahibi olacağına dair bir tasarıyı meclisten geçirme sözü veren Giolitti, işçilerin taleplerinin incelenmesi için bir de komite kurdu. PSI ve CGL, Eylül ayında çoğunluk oyuyla işçilerin eylemlerinin sınırlanması kararı aldı. 4 Ekim’de işbaşı yapıldı.32 Bu, konsey hareketinin sonuydu: “Fabrika işgallerinin sona ermesi İtalya’daki sınıf mücadelesinde bir dönüm noktası oldu. Haziran 1921’de işverenler elbirliğiyle karşı saldırıya geçtiler: işyeri disiplini arttırıldı, 1920 eylemlerinin liderleri cezalandırıldı ya da işten atıldı. Giolitti’nin daha sert önlemlere başvurmayı reddetmesi yüzünden hükümete duydukları güven zayıflayan işverenler artık saflarını daha da bir sıklaştırıyor, bu arada faşist hareket de giderek güçleniyordu. Fabrika konseyleri faşist reaksiyonun gelişme sürecinde en sonunda yok edildi.33

Artık L’Ordine Nuovo’da aralarında fikir ayrılıkları doğmaya başlamış yoldaşlar için yeni bir başlangıç yapma ve reformizmle inatla yollarını ayırmayan PSI ile yollarını ayırma zorunluluğu doğmuştu. Bir komünist partinin kuruluşu için Gramsci’nin ittifak yapabileceği daha doğrusu Torino’daki izole olmuşluğundan dolayı yanlarında yer almak zorunda kaldığı yegâne güç Amadeo Bordiga ve onun Il Soviet çevresiydi. Ancak Il Soviet’in konsey günlerinde de ortaya çıkan sekterliği sürüyordu. Ne PSI, ne de Komünist Parti’yi oluşturacak güçler faşizm tehdidinin farkına varabildi. 1932 yılında Troçki, faşizm tehdidinin farkına varan tek İtalyan komünistin Gramsci olduğunu söyleyecekti .34 Komünist Parti: Mücadele içinde mücadele Reformistlerle bir ayrılık ve Komintern’in önerisi üzerine bir komünist partinin kuruluşu artık kaçınılmazdı ancak yeni kurulan parti de pek çok sorundan muzdaripti. Bu sorunların başında partinin en güçlü ismi Amadeo Bordiga’nın her türlü ittifakı reddeden, uzlaşmaz tavrı geliyordu. Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserinde Bordiga ve yoldaşlarına sesleniyor ve onların anti-parlamentarizminin sorunların etrafında gözleri kapalı bir biçimde dolanmak olduğunu söylüyordu: “Siz kendinizi ‘korkunç derecede devrimci’ sayıyorsunuz değil mi sevgili boykotçular ve anti-parlamenterler ama gerçekte, işçi hareketi içinde burjuva etkilerine karşı mücadelenin pek önemli olmayan zorluklarından korkmuş bulunuyorsunuz, oysa burjuvazinin iktidardan düşürülmesi ve siyasi iktidarın proletaryaya geçişi, aynı güçlükleri, hem de bu sefer çok daha büyük boyutlarda karşınıza dikecektir.”35 29 V.I. Lenin, Collected Works, Volume: 31, Çev. Ve Der. Julius Katzer, Progress Publishers, 1977, s. 351. 30 David Forgacs, 2010, a.g.e., s.94. 31 Quintin Hoarey ve Geoffrey Nowell Smith, 1971. a.g.e., s. xli. 32 David Forgacs, 2010, a.g.e., s.94-95. 33 a.g.e., s. 95. 34 Chris Bambery, 2007, a.g.e., s. 91. 35 V.I. Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Çev. Muzaffer Kabagil, Sol Yayınları, s.126.

56


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

Bordiga’nın çizgisi henüz Komünist Parti’nin kuruluşunda yanlış bir yola savrulmaya yol açtı. Ekim-Kasım 1920’de parti içinde Bordiga ve Gramsci’nin de yer aldığı bir komünist fraksiyon kurulmuştu. Bu fraksiyonun kurulması Komintern’in önerisiydi. Komintern, İtalya’daki komünistlere, partinin liderliği yani Maksimalistlerle birlik olup reformistlerle yolları ayırmayı öneriyordu. Rus Devrimi’ni destekleyen, savaşa karşı çıkan ve Zimmerwald Konferansı’nın örgütlenmesine katılan Maksimalistlerin, İkşnci Enternasyonal’deki sosyal demokrat partilerden farklı olduğu açıktı. Maksimalistler, reformistler ile yolları ayırmaya karşı çıkıyorlardıysa da parti içindeki solun oluşturacağı birlik, partinin çoğunluğunu bu fikre kazanmayı denemeliydi. Ancak gelişmeler bu yönde olmadı. Ocak 1921’de Livorno’da yapılan PSI kongresinde Serrati’nin 92,028 oyuna karşı 58,875 oy alan sol kanat yeni bir komünist parti kurmak üzere partiden ayrıldı. Bu sırada parti içindeki sağ kanadın oyu 14,695’te kalmıştı. Gramsci, Torino’daki yalnızlaşmış konumundan dolayı kongredeki tartışmalara katılmadı. Fikirleri çok farklı olsa da Bordiga ile beraber davrandı ancak Komünist Parti (PCI) liderliğine girmedi. Chris Bambery’nin deyişiyle Komünist Parti’nin kuruluşu “baştan savma bir doğum”du: “Mücadelenin belirleyici anı olan 1920 sonbaharında rol almak için çok geç kurulmuştu. Artık İtalyan işçi sınıfını bir lokomotif gibi ezmekte olan faşizm tehlikesi ile karşılaşmak için ise çok küçük ve çok sekterdi”.36 Ancak Gramsci, Bordiga’nın liderliğini kabul etmek zorunda kaldı. Alastair Davidson’un ifadesiyle: “Gramsci, istemediği tarzda bir partinin, ne Lenin’in, Troçki’nin, ne de Komintern’in istediği tarzdaki bir partinin kuruluşuna yardımcı oldu”.37 İşçi hareketinin ciddi bir darbe yediği ve faşist hareketin işçi örgütlerini fiziksel olarak dağıtmaya başladığı bir ortamda, PCI’nin her türlü uzlaşmaya kapalı ilkesel tavrı tehdide cevap veremedi. PSI ise tehdidi, faşistlerle bir saldırmazlık anlaşması imzalayacak kadar, yanlış bir şekilde değerlendiriyordu. Gramsci, bu dönem yazdığı yazılarda bir antifaşist ittifak cephesi aramaya çalışıyordu ancak artık L’Ordine Nuovo içinde bile yalnızlaşmış, en yakın müttefiki Togliatti de Bordiga’yı desteklemeye başlamıştı. Antifaşist bir cephe fiilen oluşmuş, arditi del popolo (halkın cesurları) adı verilen ve faşist saldırılara karşı koyan gruplar ortaya çıkmıştı. Bu gruplar içinde sosyalistler, anarşistler, cumhuriyetçiler, devrimci sendikalistler ve Katolik aktivistler de yer alıyordu. Bazı yerlerde bu güçler faşistleri püskürtmeyi başarmışlardı. Gramsci, bu yeni antifaşist harekete sıcak bakıyor, hatta L’Ordine Nuovo’da imzasız yayınladığı bir yazıda hareketi destekliyordu. Ancak parti liderliğinin çizgisi ile Gramsci’nin çizgisi arasında ciddi bir açı vardı. Komünist Parti, üyelerine arditi del popolo’dan ayrılmaları emrini verdi. Komünistler, sadece partinin kontrolü altındaki savunma güçleri içinde çalışabilirlerdi. Gramsci, Bordiga ile ayrışmayı engellemek için partinin çizgisini kabul etti.38 Bordigacı çizginin çatışması sadece Gramsci ile değildi, Komintern çizgisi de PCI liderliğinden tamamen ayrıydı. Komintern’in 1920’lerin başlarında benimsediği taktik birleşik işçi cepheleri kurmaktı. Önce reformizmle ayrışmayı savunan Üçüncü Enternasyonal’in komünistleri, şimdi ayrışmış olan komünist partilere, sosyal demokratlarla ittifak yaparak, geniş işçi kitlesini, işçi sınıfının çoğunluğunu komünist fikirlere kazanmayı öneriyorlardı. PCI ile Komintern arasında bu ciddi bir sorun oluşturuyordu. PCI ve Komintern arasındaki farklılık arditi del popolo’ya ilişkin tavırda da ortaya çıkmış, Komintern, PCI’nın tavrını eleştirmişti. Komintern’in 1921 yazında gerçekleşen üçüncü kongresinde PCI, Alman Komünist Parti’nin yeni liderliği ve Macar komünistleri ile ittifak yaparak “saldırganlık teorisi” adı altında bir yönelimi destekledi. Bu teori, Macar komünist lider Bela Kun tarafından geliştirilmişti ve “mümkün olan her yolla devrimci saldırılar yapmayı” öneriyordu. Kongredeki üç partinin ittifakına rağmen bu öneri kabul edilmedi. Kongrenin sloganı birleşik cephe taktiği ile uyumlu olarak “Kitlelere” oldu.39 1922 yılında gerçekleşen Roma Kongresi’nde Bordiga ve aynı çizgiyi savunan Terracini tarafından tasarlanan taktikler üzerine görüş, Komintern temsilcisi Kolarov tarafından eleştirildi. Bu sefer Kolarov’a yanıt verenler arasında Bordiga ve Terracini’nin yanı sıra Gramsci de vardı. Gramsci, Komintern’in işbirliği yapmalarını istedikleri PSI’nin aslında bir proleter partisi değil köylü partisi olduğunu iddia ediyordu. Görülebileceği gibi Gramsci, Bordigacı çizgiyle uyum içinde olmasa da partide herhangi bir bölünmeye karşı onunla beraber tutum alabiliyordu. Aynı zamanda partinin lideri olarak Bordiga, Gramsci’yi politik olarak da etkiliyordu. Aynı yıl Gramsci, Komintern temsilcisi olarak Rusya’ya gönderildi. Gramsci, Rusya’dayken faşist hareket işçi sınıfını daha sert şekilde vurdu. 1922 yılında faşist diktatör Benito Mussolini, “Roma Yürüyüşü” ile kendilerinin azınlık olduğu bir hükümetin başına geçti. Faşist terör tırmandı. Torino’da L’Ordine Nuovo ofisleri basıldı, 12 işçi öldürüldü. 36 Chris Bambery, 2007, a.g.e., s. 89. 37 Alastair Davidson, “Gramsci and Lenin 1917-1922”, Socialist Register, 1974. s. 138. 38 Chris Bambery, 2007, a.g.e. s. 90-91. 39 Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, 1971. a.g.e., s. xlix.

57


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

CGL’de faşistler tarafından patlatılan bir bomba 20 işçinin ölümüne yol açtı. Faşist hareketin en büyük hedefi PCI’nin üyelik sayısı 1923 başlarına gelindiğinde ciddi şekilde düşmeye başlamıştı.40 Gramsci, bu tablo karşısında Bordigacı çizgiyle çatışmanın kaçınılmaz hâle gelmeye başladığını anladı ve partinin liderliğini ele geçirmek üzere örgütlenmeye başladı. 1923 yılında artık tutuklanmış olan Bordiga, parti liderlerine Komintern’i eleştiren bir doküman yollayarak imzalamalarını istedi. Gramsci, bu isteği reddederek PCI karşısında Komintern’in birleşik cephe politikasını savundu. 1923 Mayıs’ında Togliatti’ye Rusya’dan yazdığı bir mektupta neler yapılması gerektiğini şöyle anlatıyordu: Blok olarak karşıt pozisyonlar almaya devam etmemeli, liderler ve kitle tabanı arasında ayrım gözetmeliyiz. Liderler ve kitle tabanı arasındaki bütün anlaşmazlık unsurlarını bulmalı, bunları politik olarak derinleştirmeli, genişletmeli ve genelleştirmeliyiz. Mevcut politika üzerine bir tartışma geliştirmeliyiz, genel bir tarihsel fenomenin incelenmesi üzerine değil. Kitlelere pratik öneriler yapmalı, eylem ve örgütlenmenin pratik yollarını işaret etmeliyiz.41

Bu çizgi PCI’nin o güne kadarki çizgisine ters, Komintern’in uluslararası taktikleri ile ise uyumluydu. 1924 Mart’ında Komintern’in de desteğiyle Gramsci’nin de içinde bulunduğu yeni bir merkez komite göreve başladı. Bordiga ve onun çizgisine yakın temel isimler yürütme organından çekildiler: “Gramsci, fabrika grupları arasında yeni politik duruma uygun olarak (ve gelecekte fabrika konseylerine dönüşme olasılığı bulunan) bir hücre yapısı oluşturmaya ve Şubat 1924’te günlük gazete L’Unita’nın kurulmasına çabaladı. Başlığı Gramsci önermişti ve gazetenin PSI’den ihraç edilen Komintern destekçilerini de içermesi konusunda ısrarcıydı. Kendisi de iki haftada bir çıkacak L’Ordine Nuovo’nun editörlüğünü yapıyordu.”42

Gramsci, Bordigacılar tarafından sekter bir temelde tanımlanmış olan partiyi şimdi yeniden yapılandırmaya ve dönemin mücadelesine uygun hâle getirmeye çalışıyordu. Bu, aynı zamanda faşizme karşı bir birleşik cephe oluşturma mücadelesiydi. Mayıs 1924’te parlamentoya seçilerek dokunulmazlık hakkına sahip olan ve İtalya’ya dönen Gramsci, bu dokunulmazlık hiçe sayılarak hapse atılana kadar bu mücadeleyi verecekti. PCI’nin 1926’da gerçekleşen Lyon Kongresi’ne Gramsci ve Togliatti’nin birlikte kaleme aldıkları Lyon Tezleri bu mücadelenin en üst noktalarından biriydi. Tezlerde günümüzde de sıklıkla rastlanan iki anlayışa karşı çıkılıyordu. Bir tanesi bildiğimiz gibi Bordiga etrafındaki ultra-sol anlayıştı, diğeri ise faşizme karşı burjuvazi önderliğinde verilebilecek bir mücadelenin sol kanadı olmayı öneren Tasca etrafında oluşan ve partinin sağ kanadını oluşturan anlayıştı: “Bir sağ kanat eğiliminin yaratılabilmesi tehlikesi ülkenin genel durumuyla bağlantılıdır. Faşizmin uyguladığı baskı da, proletaryanın yakın bir zamanda rejimi yıkamayacağı için en iyi taktiğin faşizmin yapısal olarak bertaraf edilmesi yolunda fiili bir burjuva-proleter bloğu olmasa da, en azından sıcak siyasal devrimci öncünün pasif kalmasını ve Komünist Parti’nin müdahalede bulunmamasını ve böylelikle burjuvaziye proletaryayı faşizme karşı seçim zamanında birer nefer olarak kullanma imkânı vermeyi amaçlayan taktik olduğu yönündeki görüşü güçlendirme eğilimindedir. Bu program, Komünist Parti’nin faşist rejimi alaşağı etmek için elbirliğiyle hareket eden bütün muhalif güçlerin ‘sol kanadı’ olması gerektiği yönündeki formülle ifade edilebilmektedir. İşçi sınıfının devrimci yeterlikleriyle ilgili derin bir kötümserliğin ifadesidir bu.”43

Lyon Tezleri, aslında son derece yetkin bir biçimde sağ kanat ile ultra-sol arasında nasıl bir benzerlik olduğunu ortaya koyar nitelikteydi. Tezlerde Bordiga’nın duruşu marksist ve leninist ideolojiden sol sapma olarak tarif ediliyordu ve bu sapma da aynı sağ sapma gibi ülkedeki genel durum ile ilgiliydi. Gramsci’ye göre ultra-sol eğilim partinin toplumsal özünü anlamıyor veya ihmal ediyordu, oysa her şeyden önce Komünist Parti’nin işçi sınıfının bir parçası olduğuna vurgu yapmak gerekiyordu. Bordigacılar, partinin sınıf tabanını önemsemedikleri için örgütsel sorunlara ve taktik sorunlara da yanlış yaklaşıyorlardı: “Taktikler konusunda uç sol, bunların nesnel durum ve kitlelerin konumu –öyle ki bunlar gerçeklikle hep uyum içerisindedir ve çalışan nüfusun en geniş katmanlarıyla sürekli bir temas sağlamaktadır- temelinde belirlenmemesi gerektiğini, bunun yerine biçimselci kaygılar temelinde belirlenmesi gerektiğini ileri sürer. … Sonuç olarak, kitle hareketlerinin durumu ancak biçimci ve sekter kaygılar temelinde çıkarsanan çizgiyi kontrol etmek amacıyla incelenmektedir. Dolayısıyla, partinin politikasını belirlemede 40 Chris Bambery, 2007, a.g.e., s. 92-93. 41 Antonio Gramsci, Selections from Political Writings (1921-1926), Der. ve Çev. Quintin Hoare, Lawrence and Wishart, 1978 , s. 140-141. 42 Chris Bambery, 2007, a.g.e., s. 95. 43 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e. s. 189-190.

58


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

o spesifik öğe hep eksik kalmaktadır; bizim siyasal sorgulama yöntemimizi (diyalektik) karakterize eden vizyonun birliği ve tamlığı kırılmaktadır; partinin etkinliği ve sloganları etkisini ve değerini yitirmekte geriye sadece propaganda faaliyeti ve propaganda sloganları kalmaktadır.”44

Lyon Tezleri’nde dile getirilen partinin sınıfın parçası olduğu fikri Lenin’in örgüte ilişkin fikirleriyle uyumludur. Lenin’e göre parti sınıfın kendisi değildir ama bir parçasıdır. Bir öncüler örgütü olabilmenin temel koşulu öncelikle işçi sınıfının parçası olmaktır. 45 Lyon Tezleri, önderlik etme işlevini bir kenara bırakmadan, kendinden menkul bir önderlik anlayışına karşı çıkar: “Partinin işçi sınıfına önderlik etmesi ilkesi mekanik bir tarzda ele alınmamalıdır. Partinin işçi sınıfına dışarıdan bir otorite dayatarak önderlik edebileceğine inanmak şart değildir. Bu, iktidara gelinmeden önceki dönem için de, onu izleyen dönem için de doğru bir ilke değildir. Bu ilkenin mekanik bir tarzda yorumlanması yanlışlığına karşı, İtalyan partisi içerisinde uç solun ideolojik sapmalarının olası bir sonucu olarak, mücadele edilmelidir. Zira bu sapmalar partinin, sınıfın lideri olarak yerine getirdiği işlev söz konusu olduğu sürece, keyfi/biçimsel olarak gözlerde büyütülmesine yol açar. Bize göre, sınıfa önderlik etme kapasitesi partinin kendisine kendi devrimci organını ‘ilan etmesi’ olgusuyla değil, fakat partinin işçi sınıfının bir parçası olarak ‘gerçekten de’ o sınıfın bütün kesimleriyle başarıyla irtibat kurması ve kitleler üzerinde istenilen yönde ve nesnel koşulların elverdiği ölçüde etkide bulunması olgusuyla ilintilidir. Partinin kitleler arasındaki etkinliğinin bir sonucu olarak ancak kitleler onu ‘kendi’ partileri olarak tanıyacak (çoğunluğu kazanmak) ve ancak bu koşul gerçekleştiğinde partinin işçi sınıfını arkadan sürükleyebileceği varsayılacaktır. Kitleler arasında bu etkinliğe duyulan ihtiyaç parti ‘yurtseverliğine’ ağır basmaktadır.”46

Tezler, Komünist Parti’yi soyut bir devrim düşüncesi yerine devrim yapmaya dönük gerçek stratejiye bağlarken, taktik adımını da birleşik cephe politikası üzerinden inşa eder. Bunu yaparken Gramsci, fabrika konseylerinden kalma işçi sınıfının öz örgütlerine yaslanmayı ihmal etmez: “Komünistlerin canla başla oluşturmaya çabaladıkları anti-faşist ve anti-kapitalist ‘birleşik cephe’ örgütlü bir birleşik cephe olmayı, yani kitlelerin bir bütün olarak etrafında yeniden toplanabileceği ve bir biçime kavuşacağı organlara dayanmayı amaçlamalıdır”.47 Birleşik cephe taktiği sosyal demokrasinin etkisi altındaki geniş işçi kitleleriyle yan yana gelmeye ve onlara reformist liderliği teşhir ederek Komünist Parti’yi inşa etmeye dayanıyordu. Eğer işçilerin çoğunluğu hâlâ komünist partilerin değil de reformist partilerin tabanında yer alıyorsa, onları kazanabilmek için sekterce davranıp sırt çevirmek değil mücadelelerine katılmak gerekiyordu. Lyon Tezleri, PCI Kongresi’nde büyük bir başarı elde etti ve 90.008 oy aldı ancak faşizm tüm sertliğiyle vurmaya devam ediyordu. Gramsci, mücadele içinde mücadele vererek partiyi yeniden yapılandırmayı, hem ultra-solu hem de partinin sağ kanadını yenilgiye uğratmayı başarmıştı fakat Mussolini de Gramsci’yi yenilgiye uğratmayı kafaya koymuştu. 1926 Kasım’ında Gramsci tutuklanarak cezaevine atıldı. Hapishane Defterleri’nde devrim düşüncesi: Proleter hegemonik aygıtları yaratmak Gramsci üzerine yapılan bazı çalışmalar, hapishane öncesi Gramsci ile hapishanedeki Gramsci arasında keskin bir ayrım yaparlar ve hapishane öncesinin militan Gramsci’sinin yerini hapishanede soğukkanlı bir teorisyenin aldığını söylerler. Elbette burada işaret edilen devrim sorunsalının terk edilmesidir. Oysa Gramsci’nin defterlerindeki temel hatlar, Gramsci’nin devrimci pratiği olmadan anlaşılamaz. Chris Harman’ın da altını çizdiği gibi Hapishane Defterleri’nde iki temel sorunsal vardır. Bunlardan birincisi İtalya’da, daha genel olarak ise Avrupa’da devrimci kalkışmaların neden başarısız olduğu ve faşizmin iktidara gelebildiğinin araştırılması. İkincisi ise İtalyan burjuvazisinin, Fransız burjuvazisinden çok önce, Rönesans’ta bu yola girmiş olmasına rağmen niçin ülkeyi kapitalist bir doğrultuda birleştirmekte Fransız burjuvazisine oranla başarısız olduğuydu. Harman’ın deyişiyle “…iki sorun için de ortak bir yanıt görüyordu: Ekonomik bir gücün, kendisini ezilenlerin bütün kesimlerini eski politik yapıyı altüst etme çağrısı ile harekete geçirecek kitle kapasitesine sahip politik bir güce tercüme etme yetersizliği.”48 44 a.g.e., s. 191. 45 Bu Lenin’in Ne Yapmalı?’da ortaya koyduğu “İşçi sınıfına bilinç dışarıdan götürülür” teziyle çelişiyor gibi görülebilir ve hatta görülmelidir. Molyneux’nün altını çizdiği gibi Lenin, Ne Yapmalı?’yı yazdığı dönemde Kautsky’nin marksizm anlayışından derin bir şekilde etkileniyor ve politik bilincin burjuva entelijensiyasından kaynaklandığını düşünüyordu. 1905 Devrimi sonrasında bu fikirleri değişti, işçilerin bilinçlerinin dışarıdan değil kendi maddi yaşamları tarafından şekilleneceğine ilişkin bir anlayış geliştirdi ve partiyi işçi sınıfı temelli bir parti olarak kurguladı. Bkz: Molyneux, a.g.e., s. 42-78. 46 Gramsci, 2010, a.g.e., s.195. 47 a.g.e., s. 198. 48 Chris Harman, “Gramsci, the Prison Notebooks and philosophy”. International Socialism, 114. (Bahar 2007). s. 107.

59


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

Bu sorun etrafında Gramsci hem yenilginin sebeplerini sorguluyor, hem de hapse girmeden önce PCI’yi yöneltmeye başladığı birleşik cephe politikasını daha geniş bir tarzda formüle etmeye, bunu toplumun bir bütün olarak analizi ile birleştirmeye çalışıyordu. Bu noktada Gramsci’nin hayatı boyunca beraber anılacağı kavram merkezî bir rol oynuyordu: Hegemonya. Gramsci’nin çalışmasının kalbine oturan hegemonya kavramı, Gramsci’deki biçimiyle dünyayı anlamak için bir metodolojiyi de beraberinde getirmekte, aynı zamanda dünyayı değiştirmek için teorik ve politik bir silah olmaktadır. Peter D. Thomas’ın da vurguladığı gibi hegemonya aynı zamanda bir politik projedir. Thomas’a göre bu projenin en önemli momentlerinden biri, hegemonyanın yeni bir proleter bilgisi yaratmak için bir araştırma projesi olmasıdır.49 Dolayısıyla Hapishane Defterleri, başta İtalyan proletaryası olmak üzere dünya proletaryasını yeniden devrim için donatmayı amaçlayan, kültürden, aydınların rolüne, devletten, marksizmin sorunlarına kadar inanılmaz genişlikte bir alanı kapsamaya çalışan bir araştırma projesidir. Bu projenin devrime ilişkin anlamı Defterler’de marksizmi anlattığı şu satırlarda açığa çıkar: “Praksis felsefesi tarihte ve toplumda varolan çelişkileri barışçıl bir çözüme kavuşturmayı hedeflemez, o tam da bu çelişkilerin teorisidir. Egemen grupların, madun sınıfların rızasını elde etmek ve üzerlerinde hegemonya uygulamak amacıyla yönetmesinin bir aracı değil, kendini yönetme sanatında eğitmek isteyen, nahoş olanları da dâhil, tüm gerçekleri bilmekte ve üst sınıfın, –hatta üst sınıftan da çok- bizzat kendilerinin aldatmacalarından kaçınmakta çıkarı olan madun sınıfların ifadesidir.”50

Gramsci’nin yazılarında Ekim Devrimi’nin etkisi hâlâ devam ediyordu, onu etkileyen en önemli figürlerden biri ise hâlâ Lenin’di. Gramsci, hapishane dışındayken PCI’yı Avrupa’daki koşullar altında bir Leninist bir doğrultuya sokmaya çabalıyordu, hapishanede ise bu çabasını Lenin’in pek çok kavramını derinleştirip, geliştirerek Avrupa koşullarına uyarlama, daha doğru bir tabirle “tercüme etmeye” yöneltti. Tercüme tabirini kullanmam bilinçli bir tercih çünkü Gramsci’nin Defterler’de kullandığı metodolojik ilkeyi “tercüme edilebilirlik” olarak adlandırıyor ve bunu da kısmen Lenin’e dayandırıyordu. Burada, tercüme edilebilirlik ilkesinin üzerinde ayrıntıyla durma şansım olmasa da, Gramsci’nin Türkiye’de fazla yazıda kullanılmayan ama teorisinde hayati bir yer tuttuğuna inandığım bu kavramına kısaca değinmekte fayda var.51 Gramsci, tercüme edilebilirlik dediği ilkeyi birbiriyle bağlantılı iki düzeyde kullanmıştır. Bunlardan ilki farklı düzeylerin yani ekonomi, politik ve felsefe gibi toplumsal kategorilerin birbirlerine tercüme edilebilirliği, ikincisi ise farklı ülkelerdeki mücadelelerin birbirlerine tercüme edilebilirliğidir. Bu noktada ilk düzeyi, teori ve pratiğin birliği, aynı zamanda da toplumun bütüncül bir analizini ortaya koyma çabası olarak görmek gerekmektedir. Gramsci, Defterler’de Marx ve Engels’te gördüğü bu bütünselliğin izini sürerek tercüme edilebilirliği diyalektik bir analizin ilkesi olarak konumlandırır. Ancak bu hâliyle oldukça soyut görünebilecek bu ilkenin Komintern içindeki tartışmalarla da yakından ilgisi vardır. Lenin, Komintern’in 1922 yılında gerçekleşen dördüncü kongresinde yaptığı konuşmada, Rus Devrimi’nin Batı Avrupa dillerine tercümesinin çok önemli olduğunu söylediği bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmada Batı’daki komünist partilerin örgütsel yapısı ve eylemlerinin içeriklerine ilişkin bir önceki kongrede aldıkları bir kararın görünüşte mükemmel olmasına rağmen başarısız olduğunu söylüyor, bunu özenli bir tercümenin yokluğuna bağlıyordu. Lenin, kararın tamamen Rusça olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Rusça yazılmış olduğu için değil –her dile mükemmel bir şekilde tercüme edildi- tamamen Rus ruhuyla kaplı olduğu için”.52 Lenin, bir sene önceki önergenin tamamen Rus koşullarına bağlı olduğundan söz ediyordu, oysa Rus Devrimi’nin Avrupa’daki yoldaşlara yol göstermesi onu olduğu gibi kopyalamakla olamazdı. Rusya Devrimi’nin Avrupa’dakilere yol göstermesi ancak onun Rus koşullarında gerçekleştiğinin bilincinde olmasıyla mümkün olabilirdi. Lenin’e göre her ülkenin özgüllüklerinin ve o ülkenin ekonomik, politik, kültürel konjonktürünün dikkate alınması, dolayısıyla ancak Rusya’daki deneyimin Avrupa koşullarını göz önünde bulunduran süreğen ve özenli bir tercümesi başarılı olma şansına sahipti. Gramsci, bahsi geçen kongrede PCI delegesi olarak bulunuyordu. Hapishanedeyken tercüme edilebilirlik üzerine notlarının yer aldığı 11. Defter’e şöyle bir not düştü: “1921’de Vilich, örgütsel sorunlarla uğraşırken,

49 Peter D. Thomas, “Hegemony, passive revolution and modern Prince”. Thesis Eleven 117(1). 2013. s. 27. 50 Antonio Gramsci, Further Selections from the Prison Notebooks. Der. ve Çev. Derek Boothman. Lawrence and Wishart. 1995. s. 306. 51 “Tercüme edilebilirlik” yazmakta olduğum doktora tezinin temel kavramlarından birisi, yakında bu konuda daha ayrıntılı bir metin yazmayı umuyorum. 52 VI Lenin, Collected Works, Volume 33. Der. David Svirsky ve George Hanna. Progress Publishers. 1965. s. 430.

60


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

aşağı yukarı şunu yazdı ve söyledi: dilimizi Avrupa’dakilerin diline ‘tercüme’ edemedik” (Gramsci, 1995: 306).53 54 Gramsci’nin tercüme edilebilirlik ile ilgili bölüme bu notu düşmesinin sebebi, ortaya attığı ilkenin temel hedeflerinden birini de ortaya koyar: farklı ulusal bağlamlar veya kendi deyişiyle ulusal kültürler arasında hem taktik, hem de stratejik bir tercüme arayışı. Defterler’deki sivil toplum-politik toplum, mevzi savaşı-manevra savaşı, zor-rıza, hegemonya-tahakküm gibi ikiliklerle yapılmaya çalışılan da tam olarak böyle bir tercümedir: Leninist kavramların Avrupa’ya tercümesi. Ancak bu Gramsci’nin basitçe Lenin’i tekrar ettiği, marksizme hiçbir katkısı bulunmadığı gibi anlamlara gelmez. Gramsci, Lenin’den yola çıkmıştır ama kavramlara yüklediği içerik bütünüyle özgün ve son derece ayrıntılı bir analizin sonucudur. Gramsci, Lenin’in epigonu değildir ancak Lenin’siz, bolşevizmsiz ve devrimsiz bir Gramsci yoktur. Gramsci ve Lenin arasındaki ilişkiyi Alastair Davidson şöyle tarif etmiştir: “…son noktasındaki Leninizm ile başlangıç noktasındaki Gramscianizm yakından bağlantılıdır, ve Gramsci 1919’dan başlayarak ‘praksis felsefesi’nin pek çok uygulamasını kesinlikle geliştirmiştir. Bununla şunu anlatmaya çalışıyoruz, tıpkı Leninizmi pratikte İkinci Enternasyonal marksizminin sınırlılıklarının kanıtı olarak tanımladığımız gibi Gramscianizm’i de son noktasındaki leninizmin geçerliliğinin pratikteki kanıtı ve teorideki serimlemesi olarak anlayabiliriz.”55

Gerçekten de Gramsci, bütün teorisini üzerine kurduğu hegemonya kavramını Lenin’e atfetmiştir: “Praksis felsefesinin en büyük modern teorisyeni [Lenin], politik mücadeleler ve örgütlenme alanında ve politik bir terminolojiyle, kültürel mücadeleye yeni bir ağırlık verdi ve güç olarak devlet teorisinin ve kırksekizci ‘sürekli devrim’ doktrininin bir tamamlayıcısı olarak hegemonya doktrinini inşa etti.”56 57

Başka bir yerde ise Lenin’in hegemonya kavramını geliştirerek marksizme en büyük katkıyı yaptığını söylüyordu.58 Önderlik anlamına gelen hegemonya kavramı aslında ne Lenin’e ne de Gramsci’ye aitti: “Gegemonia (hegemonyanın Rusçası) terimi 1890’lardan 1917’ye kadar Rus Sosyal-Demokrat hareketinin en temel siyasal sloganlarındandı. Kodlaştırdığı fikir ilk defa Plehanov’un 1883-4 yazılarında belirmişti. Plehanov, Rus işçi sınıfının işverenlere karşı ekonomik mücadeleyle yetinmeyip Çarlığa karşı siyasi mücadele de vermesi gerektiğini vurgulamıştı.”59

Hegemonya terimi, proletaryanın bağımsız kalarak devrime öncelik etmesi bağlamında Axelrod’da, proleter demokrasisi ile burjuva demokrasisi arasında bir mücadele bağlamında Martov’da, ekonomistlere karşı verdiği mücadele bağlamında Lenin’de kullanılmıştır.60 Henüz erken bir dönemde, Lenin’in Ne Yapmalı?’da ekonomistlere karşı yaptığı tartışmada “toplumun bütün sınıflarına gidilmesi” yönündeki çağrısı işçi sınıfının hegemonyasını toplumsal olarak inşa etme hedefini gösteriyordu: “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, moral ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz.”61

1905 sonrasında ise çeşitli kereler işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakı konusunda ve işçi sınıfının genel demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapması konusunda Lenin bu kavramı kullanmıştı. Hatta Anderson’un aktardığı gibi işçi sınıfına ihtiyaç duydukları şeyin sınıfın hegemonyası değil de sınıf partisi olmak olduğunu öğütleyenleri 53 Antonio Gramsci, 1995, a.g.e., s. 306. 54 Gramsci, hapishanede faşist sansürü aşabilmek için bir tür Ezop dili kullanmak zorundaydı. Lenin’den çoğunlukla “Iliç” veya “Vıliç” diye bahsediyordu, bazen ise “praksis felsefesinin en büyük modern teorisyeni” gibi ifadeler kullanıyordu. Tamamen sansür ürünü değil bilinçli bir felsefî tercih olsa da marksizmin bahsi de çoğu zaman “praksis felsefesi” olarak geçiyordu. Gramsci, aynı zamanda bu konuşmanın yapıldığı kongrenin yılını da karıştırmış, bahsi geçen kongre 1921 değil 1922 yılında yapılıyor. 55 Alastair Davidson, 1974, a.g.e., s. 146. 56 Antonio Gramsci, 1971, a.g.e., s.56. 57 Burada Gramsci’nin bahsettiği ‘sürekli devrim’ doktrini 1848 devrimleri üzerine Marx’ın geliştirdiği “süreklilik hâlinde devrim” formülü. “Kırksekizci” diye ayırıyor olması Troçki’nin teorisini bu formülden farklı görmesinden kaynaklanıyor. 58 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e., s. 233. 59 Perry Anderson, Antonio Gramsci: Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, Çev. Tarık Günersel, Alan Yayıncılık, 1988, s. 30. 60 a.g.e., s.30-32. 61 V.I. Lenin, Ne Yapmalı?. Çev. Muzaffer Erdost. Sol Yayınları. 2004. s. 80.

61


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

reformizmle suçlamıştır.62 Lenin, Marx’ın “kendinde sınıf ”tan, “kendi için sınıf ”a geçiş olarak formüle ettiği süreci hegemonya ile eş anlamlı görür gibidir: “…hegemonya fikrinin bilincine varmak ve onu eylemleri aracılığıyla uygulamak loncaları bir bütün olarak sınıfa dönüştürebilir.”63 Anderson, Ekim Devrimi sonrasında hegemonya teriminin kullanımının Rusya’da azalsa da Rusya’da geliştiği bağlamda terimin Komintern belgelerinde kullanıldığının altını çizmiştir. Terimin kullanımı, 1) proletaryanın ittifak kurduğu sınıflar (yoksul köylüler ve yarı-proleterler) üzerindeki hegemonyası; 2) proletaryanın kendini mesleki çıkarları ile sınırlamayarak, insanlığı özgürleştirme görevini yerine getirmesi; 3) 1922’deki Komintern kongresinde ilk defa olmak üzere, burjuvazinin proletaryayı politik ve ekonomik mücadeleler arasında ayrım yapmaya ikna ederek, proletarya üzerinde hegemonya kurması anlamlarında kullanılmıştır. Anderson’a göre Gramsci’nin kavrama erişimi Komintern tartışmaları üzerinden olmuştur: “Gramsci, 1922-23’te Moskova’da bir yıl kalıp Rusça öğrenmesine rağmen, Axelrod, Martov, Potresov ve Lenin’in hegemonya sloganı üzerine tartışmalarına nüfuz etmiş olması zayıf ihtimaldir. Öte yandan, devrin Komintern kararları hakkında tabiatıyla ayrıntılı bilgiye sahipti: Dördüncü Dünya Kongresi’ne fiilen katılmıştı. Sonuçları Hapishane Defterleri’nde görülebilir: çünkü Gramsci’nin hegemonya fikrini kullanışı doğrudan doğruya Komintern tanımlarından kaynaklanır.”64

Bu durum, Gramsci’nin bütün politik pratiği ile birlikte düşünüldüğünde hegemonya kavramı, Gramsci’nin birleşik cephe formülünü ayrıntılı bir tarzda ve yeni bir proleter siyasetinin en önemli momentlerinden biri olarak yeniden inşa etme girişimi olarak görülebilir.65 Ancak bu girişim proleter hegemonyasını bütüncül bir şekilde tanımlamaya başladığı anda birleşik cepheyi taktik bir adım olmanın ötesine taşımaktadır. Gramsci için hegemonik bir siyaset salt konjonktürel bir düşmanı yenmek için atılması gereken taktik adımları içermez, aynı zamanda işçi sınıfının kendi kendini yönetecek aygıtları yaratma ve bunu toplumsallaştırma girişimidir, yani devrimin stratejisidir. Dolayısıyla hegemonya teorisi soyut bir “teorik inşa” değil, tüm ezilenleri işçi sınıfı etrafında hem düşünsel, hem de fiziksel olarak birleştirebilecek somut aygıtları yaratma mücadelesidir. Gramsci, bunlara hegemonik aygıt adını verir. Burjuvazi iktidarını sadece devletin tahakküm gücüne dayanarak yürütmez aynı zamanda sivil toplum içine yayılmış pek çok aygıt devletin tamamlayıcısı olarak işlemeye devam etmekte, egemen sınıfın hegemonyasını her gün yeniden üretmektedir. Hiçbir sınıf açısından hegemonya tamamlanabilir bir olgu değildir. Her gün yeniden kazanılması gerekir. İşte bu her gün yeniden kazanma işlevini hayata geçirebilmek için burjuvazinin bir dizi pratik ve kurum olarak anlaşılması gereken hegemonik aygıtları vardır. Thomas, hegemonik aygıtı şöyle tanımlar: “Bir sınıfın hegemonik aygıtı, o sınıfın ve müttefiklerinin siyasi iktidarı elde etmek için muhalifleriyle mücadeleye girişmekte kullandıkları geniş kapsamlı bir eklemlenmiş (geniş anlamda anlaşılan) kuruluşlar ve –gazetelerden eğitim örgütlerine ve siyasal partilere dek- uygulamalar dizisidir.”66

Batı’da hegemonik aygıtların gelişkinliği, kapitalist devletin sivil toplum tarafından desteklenmesini sağlıyor, Gramsci’nin bütüncül devlet dediği olguyu ortaya çıkarıyordu. Gramsci’ye göre tahakküm işlevinin öne çıktığı Doğu (örneğin Rusya) örneğine göre, Avrupa’daki devletlerde tahakküm ile rıza beraber işliyordu. Bu sebeple Doğu’da başarıya ulaşmış olan manevra savaşı (doğrudan devleti hedef alan eylem), Batı’da başarılı olamıyordu: “Doğu’da devlet her şeydi, sivil toplum emekleme aşamasındaydı ve peltemsiydi; Batı’da ise devlet ile sivil toplum arasında kendine özgü bir ilişki vardı, devlet sarsıldığında sivil toplumun o sağlam yapısı hemen ortaya çıkmaktaydı. Devlet sadece bir dış hendekti, bu hendeğin gerisinde güçlü bir istihkam ve tabya sistemi duruyordu.”67 Bunun karşısında Gramsci’nin önerisi bir mevzi savaşıydı yani devlet aygıtını doğrudan ele geçirmeye çalışmadan önce sivil toplum içindeki istihkamları ve mevzileri kazanma mücadelesi, bir başka deyişle egemen sınıfın hegemonik aygıtlarını parçalamak üzere uzun süreli bir mücadele. Ancak daha sonra bu stratejinin pek çok yorumunda söylendiği gibi mevzi savaşı, devrimin yerine burjuvaziyle uzlaşmayı veya bir tür reformizme dönüşü simgelemiyordu. Gramsci, hegemonya mücadelesinden mevzi savaşını, mevzi savaşının verilebilmesi için 62 Perry Anderson, 1988, a.g.e., s. 33-34. 63 V.I. Lenin, Collected Works, Volume 17. Der. George Hanna, Çev. Dora Cox. Progress Publishers. s. 58. 64 Perry Anderson, 1988, a.g.e., s. 36. 65 Peter D Thomas, Gramsci Çağı: Felsefe, Hegemonya, Marksizm. Çev. İlker Akçay-Ekrem Ekici. Dipnot. 2010. s. 334-335. 66 a.g.e., s. 314. 67 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e., s.281.

62


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

kitlelerle buluşmaktan birleşik cepheyi anlıyordu.68 Bu, birleşik cepheyi uygun bir anda manevra savaşına sosyalist bir devrime yöneltebilmenin yolu da proleter hegemonik aygıtları gündelik mücadelenin içinde yaratmaya başlamaktan, sosyalizmi bugünden inşa etmekten geçiyordu: “Burjuvazinin devlet aygıtı ancak proletaryanın alternatif bir hegemonik projesi olgunlaştırılıp, kendi için yeterli bir hegemonik aygıtta somutlaştırarak onu ‘toplumsal temel’inden mahrum bırakmasıyla nötr hâle gelebilir. Lenin’in Paris Komünü ile sovyetleri ‘özel bir devlet türü’ olarak nitelendirmek amacıyla Marx ile Engels’ten aldığı terimlerle ifade edecek olursak; sivil toplumdaki sınıf güçlerini, proletaryanın, burjuvazinin tahakkümüne karşı, kendi etkinleşmiş ‘tamamen farklı türden iktidarı’nı olgunlaştırmasına izin verecek bir biçimde koordine etmek zorunludur.”69

Gramsci’ye göre bu koordinasyonu sağlayabilecek, işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak için organize olması gereken ve kendini pratikte kanıtlayacak bir örgüte ihtiyaç vardır. Bu örgüte Makyaveli’nin Prens’inden esinlenerek Modern Prens adını koyar. Burada Prens, iradi müdahaleyi temsil etmektedir ancak Prens tek bir kişi değil toplumun bir parçası olan kolektif bir gövde olmalıdır: “Modern prens, mit prensi, gerçek bir kişi/somut bir birey olamaz. Toplumun bir organizması, karmaşık bir unsuru olabilir ancak: bu toplumda daha öncesinden tanınmış ve kendisini bir ölçüde eylem içerisinde ortaya koymuş olan kolektif bir irade somut bir biçim almaya başlar. Tarih zaten bu organizmayı tedarik etmiştir, o da siyasal partidir –içerisinde evrensel ve bütüncül olmaya eğilimli kolektif bir iradenin tohumlarının bir araya geldiği ilk hücre.”70

Gramsci vesilesiyle: Stratejiyi yeniden hatırlamak Gramsci’de devrim sorunsalı teori ile pratiğin sürekli olarak bir bütünlük olarak kurgulanmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Teori düzeyinde İkinci Enternasyonal ve sonrasında Üçüncü Enternasyonal’de de karşılaşılan mekanik, kaderci marksizm anlayışının ve felsefi idealizmin reddi, ekonomizm ve onun ters kutbu olarak ekonomiyi yok sayan ideolojizm ile hesaplaşma, pratik düzeyinde ise işçi sınıfının iktidar aygıtlarını yaratma, bunların başarıya ulaşması için işçi hareketi içinde burjuvaziyle ittifak arayan sağ anlayışlar ve her türlü ittifakı reddeden sol anlayışlar ile mücadele, bir birleşik cephenin kurulması ve ezilenlerin işçi sınıfı hegemonyasında bir araya gelebilmesini sağlayacak somut bir strateji arayışı. Burada teorik ve pratik düzeyleri sadece ana hatları belirgin kılabilmek için ayrı ayrı tanımladığımı belirtmeliyim yoksa Gramsci için bu düzeyler birbirinden ayrı değildir. Gramsci’yi devrim sorunsalı içinden okumak sadece marksizmin tarihine dönük entelektüel bir ilgiyi yeniden canlandırmak için işlevsel değildir. Gramsci’nin bu gözle okunması, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında devrimci sosyalistler için bir tartışmayı başlatmanın vesilesi olma potansiyelini taşır. 2008 krizinden bu yana dünya her geçen gün daha istikrarsız bir hâle gelmektedir. Krizin ilk yılları Arap Baharı olarak adlandırılan devrimler süreci, İspanya’da Öfkeliler hareketi, Yunanistan’da ardı ardına yaşanan genel grevler, ABD’de önce Wisconsin grevleri, sonra Wall Street’i İşgal Et, Türkiye’de Gezi Direnişi gibi pek çok direniş ve ayaklanma deneyimine şahitlik ettiğimiz yıllar oldu; son birkaç yılda ise Mısır başta olmak üzere karşı-devrimler, artan bir otoriterizm, göçmen karşıtlığı etrafında ABD’de alternatif sağ denilen ırkçı sağın etkinlik kazanması ve Donald Trump’ın zaferi, Yunanistan, Almanya, Avusturya, Fransa, Macaristan gibi pek çok ülkede aralarında faşistlerin de olduğu sağ hareketlerin yükselişine şahit olduk. Türkiye’de kurulan yerli-millî ittifakı ve OHAL koşullarını da bu tabloya ekleyebiliriz. Elbette bunlar sadece olan bitenin ana hatlarına baktığımızda görülen tablo, yoksa aynı süreçte ABD’de ilk defa kendisine sosyalist diyen bir adayın hiç de azımsanamayacak yükselişini, İngiltere’de ciddi bir toplumsal harekete yaslanarak, ana muhalefet partisi İşçi Partisi’nin başına Jeremy Corbyn gibi sosyalist bir adayın geçişini de gördük. Kısacası insanların neoliberalizm döneminin konsensüsünden kopmaya başladığı, sağ ve soldaki radikal uçlara sarkaç misali hızla savrulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde pek çok kişi Gramsci’nin neredeyse bugün yazılmış gibi görünecek kadar içinde yaşadığımız dönemi resmeden sözünü haklı olarak sıkça alıntılıyor: “Eğer egemen sınıf konsensüsü kaybettiyse, yani artık “öncülük eden” değil sadece “baskın” konumdaysa, tek başına zorlayıcı güç uyguluyorsa, bunun anlamı büyük kitlelerin geleneksel ideolojilerinden kopmuş olduğu ve artık eskiden inandıkları düşüncelere inanmıyor olduklarıdır. Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğamadığı olgusundan meydana gelir. Bu fetret devrinde çok çeşitli ölümcül alametler belirir.”71 68 “Bana öyle geliyor ki Ilyiç… biricik olası biçim olan mevzi savaşına doğru bir değişimin şart olduğunu anlamıştır. Birleşik cephe formülünün benim için taşıdığı anlam bu…” (Gramsci, 2010, a.g.e., s.281). 69 Peter D Thomas, 2010, a.g.e., s. 316-317. 70 Antonio Gramsci, 2010, a.g.e., s.295. 71 Gramsci, 1971, a.g.e., 275-276.

63


Antonio Gramsci’de devrim, hegemonya ve strateji | Can Irmak Özinanır

Kısacası kapitalizmin neoliberal çağına damgasını vuran hegemonik aygıtları dağılma sürecinde ancak dünyadaki tüm sosyalistler olarak tam da bu durum karşısında ölümcül alametleri def edecek bir hegemonik projeden, sosyalist bir stratejiden yoksunuz. Dünyada sosyalistler arasındaki tartışmanın çok ufak bir bölümünü sosyalizmi bugünden bir alternatif olarak inşa etmeyi planlayan bir stratejinin tartışılması oluşturuyor. Gündelik tartışmaların çoğunluğu mevcut belaları bir an önce defetmeye dönük taktik tartışmalarından ibaret. Oysa stratejiye tabi olmayan taktikler Gramsci’nin uyardığı şekilde sağ veya sol sapmalara yol açma riskini her zaman taşıyor, daha da önemlisi sosyalizmi her zaman gelecekteki güzel günlere bırakan, dolayısıyla kitleler açısından somut bir karşılık bulmasını önleyen bir politik hat ortaya koyuyor. Türkiye’de Ekmelettin İhsanoğlu’na kötünün iyisi diye bakmaktan, aslen bir ülkücü olan Mansur Yavaş’ı yerel seçim alternatifi olarak görmeye, Hüsamettin Cindoruk’la demokrasi birlikleri kurmaktan, son günlerde sıkça zikredilmeye başlanan Erdoğan’a karşı bir alternatif olarak Meral Akşener’i görmeye uzanan umutsuzluğu böyle bir stratejinin yokluğuna ve bu yokluk karşısında duyulan umutsuzluğa bağlamak mümkün. Bu tür bir umutsuzluk, kitleleri asla değişmeyen, sabit kimlikler olarak kodlayıp her tür ittifaktan kaçmak gibi bir sol sapmayı da beraberinde getirme riskini taşıyor. Sözün özü, Gramsci’nin sağ sapma ve sol sapma olarak gördüğü tehditler farklı biçimlerde de olsa bugün yaşamaya devam ediyor. Gramsci’nin işçi konseylerinden, birleşik cephe oluşturmaya uzanan mücadelesinden ve hapishanede derinleştirdiği bu düşüncelerinden (ve elbette sosyalizmin tarihinden) çıkarılması gereken en temel derslerden birinin kitleler ile o kitlelere liderlik eden unsurların birbirinden ayrılması olduğunu düşünüyorum. Elbette, bugün oportünist bile olsalar o günkü gibi kitlesel sosyal demokrat partilerden bahsetmek güç, devrimci partilerin gücü ise o dönemle tartışılamayacak kadar küçük. Ancak bu, kitlelerin radikal fikirlere açık olduğu böyle dönemlerde umutsuzluğun bahanesi sayılmamalı. Gramsci’nin L’Ordine Nuovo’nun başlığına Romain Rolland’dan alıntıyla yazdığı gibi “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” ile hareket etmeli ve bugün sistemden rahatsız olan kitleleri sosyalizme kazanacak birleşik cephelerin arayışında olmalıyız. Solu radikal bir şekilde inşa etme zamanı. Sosyalizmi bir gün ulaşılacak bir hedef değil tam da bütün stratejimizi bağlı kıldığımız bugünün hareketi olarak örmek zorundayız. Marx ve Engels’in (Gramsci’nin asla okuyamadığı) Alman İdeolojisi’nde yazdığı satırları hatırlamak bugün çok anlamlı: “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz”.72 Bugünün koşullarından hareketle, proleter hegemonik aygıtların yaratılmasını önümüze koyan hegemonik bir politikaya, bu politika için de bir devrim teorisyeni olarak Gramsci’yi hatırlamaya ihtiyacımız var.

72 Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok-Olcay Geridönmez. Evrensel. 2013. s. 43.

64


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara Onur Devrim Üçbaş

2

006 yılının Temmuz ayında resmi bir ziyaret için Moskova’ya giden dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç Kızıl Meydan’daki Lenin mozolesini ziyaret ettiğinde, “Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” demişti.1 Bu sözlerdeki düşmanlık yalnızca AKP’lilere has bir tutumu ifade etmiyordu elbette. Dünyadaki tüm egemen sınıflar, hükümet partileri, zenginler ve patronlar için hem Lenin’in, hem de onun önderlik ettiği Ekim Devrimi’nin geçmişte kalması, unutulması, “ölü olarak görülmesi” gerekiyor. Ekim Devrimi’nin 100. yılında onun Rusya’da nasıl hatırlandığına veya hatırlanmadığına bakmak öğretici. Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Ekim Devrimi için bir anma yapılmayacağını, resmi tatil ilan edilmeyeceğini açıkladı. Medya kanalları Kremlin’in mesajını alarak Ekim Devrimi’nin önemini azaltmaya çalıştılar. Putin daha önce Lenin’i Rusya’nın altına zaman ayarlı bir atom bombası koymakla suçlamıştı. Rus medyasının 1917 ile kurabildiği tek benzerlik bugün tüm Putin karşıtlarının batının ajanı gibi yaftalanmasını hatırlatır şekilde, Ekim Devrimi’ni gerçekleştirenlerin İngilizlerin ve Almanların para verdiği hainler olduğu argümanı.2

Yüz yıl önce Bolşevikleri gözden düşürmek için kullanılan bu yalan, bugün de Rusya’nın yeni hükümdarları tarafından öne sürülüyor. 1917’yi unutmak veya karalamak egemen sınıflar için bir zorunluluktur. Çünkü 1917’ye yol açan sorunlar bugün hala toplumsal hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Tarihçi Nikita Solokov Putin’in bu politikası hakkında şunları söylüyor: Resmi makamlar 1917’yi kutlayamaz. Sonrasında ne olursa olsun, devrimin itici gücü sosyal adalet isteğiydi. Böylesi bir eşitsizliğin olduğu bir ülke, bu yıldönümünü kutlayamaz. Ayrıca yetkililer tüm devrimlerin ‘renkli devrim’ olduğunu düşünüyorlar.3

1

“Arınç: Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” Hürriyet İnternet, 12 Temmuz 2006

2

Mikhail Zygar, “Putin Likes to Pretend 1917 Never Happened” 1 Nisan 2017, The Atlantic

3

MacFarquhar, Neil “Revolution? What Revolution? Russia Asks 100 Years Later” 10 Mart 2017, The New York Times

65


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

1917 Ekim Devrimi’nin bu farklı yorumları çoğu kez onu yorumlayanların sınıfsal kimliği ve ideolojik arka planı ile doğrudan ilgilidir. SSCB’nin egemen sınıfını oluşturan stalinist bürokrasi ve onun birer uydusu haline gelen resmi komünist partilerinin üst düzey yöneticileri onu dini bir olay gibi yorumladılar ve kendi siyasal hatlarını doğrulayan ve meşrulaştıran bir olay olarak gördüler. Bu kesim tarafından yazılan Ekim Devrimi tarihleri, Bolşevik Partisi’ni Lenin’in kesin liderliği altında uyumlu bir şekilde hareket eden yekpare bir yapı, işçi sınıfını ise Bolşeviklerin liderliğini kabul eden yığınlardan ibaret sayar. Tıpkı Stalin’in yanında olduğu fotoğraflardan silinen pek çok Bolşevik gibi, Ekim Devrimi’nin öncesindeki pek çok tartışma ve devrimde önemli rol oynayan pek çok devrimci de bu tarihten çıkarıldılar. Bunun belki de en tipik örneği 1930’lardan sonra yapılan Ekim Devrimi konulu pek çok tabloda Stalin’e Lenin’in hemen yanında yer verilirken, Troçki’nin bu devrimden çıkarılması oldu. Stalinist bürokrasi için Ekim Devrimi gelecek devrimler için bir ilham kaynağı, işçi sınıfının kendi eyleminin potansiyelini gösteren bir örnek değil, kutsallık halesiyle çevrilerek efsaneleştirilecek, araçsallaştırılacak bir olaydı. Madalyonun diğer yüzünde ise Ekim Devrimi’ni bir darbeden ibaret gören liberal tarihçiler vardı. Devrimden hemen sonra savunulmaya başlanan bu tez farklı on yıllarda farklı şekiller alarak bugüne kadar geldi. Ekim Devrimi’nin ardından Lenin’i kana susamış bir radikal olarak gören burjuva basınının tezleri zaman içinde inceltilip karmaşıklaştı. Ancak bu tezlerin temelleri pek az değişti. Bu tarihçiler Ekim Devrimi’ni, konspiratif olarak örgütlenen profesyonel devrimcilerin, kitle hareketini istismar ederek kendi iktidarlarını kurduğu bir darbe olarak görüyorlardı. Dolayısıyla Lenin’in Ne Yapmalı kitabı ile Ekim Devrimi arasında, Ekim ile Stalin’in gulagları arasında kopmaz bir bağ vardı. Bu tezler Soğuk Savaş koşullarında, SSCB’nin düşman olarak görüldüğü yıllarda dünya geneline yayıldı. Bolşevikler ülkedeki kaosu istismar ederek, bir tek parti diktatörlüğü kurmuşlardı, Ekim ise Bolşeviklerin iyi planlanmış bir darbesiydi. Bu ekoldeki pek çok tarihçi açısından Şubat Devrimi “normal” bir devrimdi; Rus imparatorluğu aşamalı bir şekilde modern, demokratik bir sanayi toplumuna dönüşecekti. Ancak aşırılık yanlısı Bolşevikler Ekimdeki darbeyle ülkenin batı tarzında demokrasi ve insan hakları temelli bir ülke olmasını engellediler. Rejimin temel sınıfsal niteliği ise bu analizlerde elbette eksikti, yukarıda sayılan tüm bu özelliklerin yanında Şubat Devrimi’nin ardından kurulan rejim kapitalist bir rejim olmayı sürdürüyordu. Ekim asıl olarak bunu değiştirdi. Her iki yorumda da ortak olan nokta Ekim Devrimi’nin kitlelerin kendi eseri olarak değil “büyük adamların” eseri olarak görülmesidir. Stalinistler Ekim Devrimi’ni partinin planlanmış bir hareketi, kapitalist sınıf ise kanlı bir darbe olarak göstermeye çalışmıştır. Oysa Ekim Devrimi’nin tarihi bu iki yaklaşımın gösterdiğinden çok daha zengin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Onun gerçek tarihi her şeyden önce başta Petrograd ve Moskova olmak üzere büyük şehirlerde toplanan işçi sınıfının bilinçli eyleminin ve siyasal radikalleşmesinin tarihidir. Bu tarih aynı zamanda kitlelerin kendiliğinden eylemi karşısında önce bocalayan ancak daha sonra işçi sınıfından öğrenme ve ona liderlik etme başarısı gösteren bir partinin, Bolşevikler’in tarihidir. Devrimin liderlerinden biri tarafından yazılan Rus Devriminin Tarihi kitabını bir kenara koyarsak Ekim Devrimi’nin bu anlayışla yazılan belki de en başarılı tarihi Alexander Rabinowitch’in Devrime Doğru, Bolşevikler İktidara Geliyor ve Bolşevikler İktidarda kitaplarıdır. Özelikle son kitap olan Bolşevikler İktidarda, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından açılan arşivlerden yararlandığı için diğer ikisine göre öne çıkar. Bir azınlığın darbesi mi? Ekim Devrimi’nin Bolşevik Parti’nin Petrograd’da iktidarı ele geçirdiği 7 Kasım –Rus takvimine göre 25 Ekim– gecesine indirgenmesi ve bir darbe olarak anılması hem akademide hem de sağcı ana akım medya organlarında yaygın bir tutum. Devrimin tarihini yazan liberaller de, onu yüzüncü yılında “anan” ana akım medya organları da Ekim’i bir darbe olarak etiketlerken onun kapitalizme sunduğu alternatifi karartmaya çalışıyor. Birkaç örnek açıklayıcı olacaktır. Liberal tarihçi Richard Pipes 1995’te yazdığı bir kitapta şöyle diyordu: “Geçici Hükümet’in devrilmesine neden olan olaylar kendiliğinden değildi, onlar dikkatlice planlanmış ve sıkı bir şekilde örgütlenmiş bir komplo şeklinde gerçekleştirilmişti. Ekim bir hükümet darbesinin (coup d’etat) klasik bir örneğiydi. Hükümet

66


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

otoritesi küçük bir grup tarafından, çağın demokrasi iddialarını dikkate alarak bir kitlesel katılım gösterisiyle, ancak hemen hemen hiçbir kitlesel katılım olmadan ele geçirildi.”4

Financial Times’ta geçen yıl yayınlanan bir makalede Ekim Devrimi ile ilgili bir dizi kitabın değerlendirildiği yazının sonuç paragrafı ise şu şekilde: “2017 yaklaşırken Bolşevik darbesinin Rusya’ya istikrar getirmediğini, aksine onun sonraki yıllarda birbirini izleyen feci olaylar zincirinin bir parçası olduğunu hatırlamalıyız. (…) 1916-1926 arasında milyonlarca kişi vahşi çatışmalarda hayatını kaybetti, bu çatışmalar yalnızca Rusya’nın merkezindeki topraklarda gerçekleşmedi, Polonya ve Ukrayna’dan Orta Asya’ya kadar uzandı. Liberalizme dönüş konusundaki umutlar Bolşevikler Mart 1921’de Kronstadt’taki işçi ayaklanmasını ezip binlerce kişiyi öldürdüğünde ortadan kalktı. Ekim darbesi ve onu izleyen yıllarda Bolşeviklerin iktidarda kalma mücadelesi Komünist Parti’nin diktatörlüğünün, Stalin’in köylülüğe karşı yürüttüğü nefret dolu saldırının ve 1930’lardaki kitlesel siyasi tasfiyelerin tohumlarını attı. 1917’nin gölgesi hala Rusya’nın üzerinde, ağır ve karanlık ”5

Türkiye’deki sol düşmanı bazı köşe yazarları da darbe kavramını kullanır: “(…) işte bizim ölü sevici komünistler sapkın hazzı Bolşevik Darbesi’nin 97. yıl kutlamasında ararken, aynı gün özgürlük âlemi de ölü değil canlı ve somut bir olgunun sevinciyle Duvar’ın yıkılışının çeyrek yüzyılını idrak etti.”6

Ekim Devrimi, Şubat Devrimi’nden ve iki devrim arasındaki süreçten ayrı değerlendirilemez. Bu sürece baktığımızda Bolşevik Partisi’nin nasıl işçi sınıfı arasında güç kazandığını, Rus Devrimi’nde belirleyici öneme sahip temel sorunlara -barış, toprak, işçi denetimi vb- net çözüm öneren tek güç olarak, nasıl büyüdüğünü görüyoruz. Bu süreç aynı zamanda Bolşevik Partisi’nin çeşitli dönemlerde egemenlik kurduğu şehirlerde iktidara gelmeye çalışmadığını, bunun yerine sabırla işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaya çalıştığını gösteriyor. İki devrim arasındaki dönemde kâğıt üzerinde iktidarda olan Geçici Hükümet, ne toprakların köylülere adil bir şekilde paylaştırılmasını sağlamış, ne savaşı bitirmek konusunda adım atmış, ne de işçilerin isteklerine yanıt vermişti. Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler bu devrimin ancak bir burjuva devrimi olabileceğini savunuyorlardı, bu yüzden Geçici Hükümet’te yer almaktan çekinmediler. Kitleler giderek radikalleştikçe bu partilerin Geçici Hükümet içindeki ağırlığı arttı ancak bu durum işçilerin taleplerinin yerine getirilmesini sağlamadı. Aksine Geçici Hükümet’te bulunan Kadetler ve Çarlık ordusu subayları bu partileri Geçici Hükümet’in sınıfsal doğasını gizlemek ve ona halk desteği sağlamak için kullanıyorlardı. Hem Sosyalist Devrimciler hem de Menşevikler devrimin acil sorunlarına yanıt vermekte başarısız oldular. Sosyalist Devrimcilerin kontrolündeki ordu komitesi Rus Genelkurmayı ile birlikte çalışıyor, savaşı sürdürmeye çabalıyordu. Çoğu üniforma giymiş köylülerden oluşan askerlerin buna cevabı kitlesel bir şekilde cepheden firar etmek oldu. Sadece Haziran ayı içinde 30.507 asker firar etti, Ekim ayına gelindiğinde ise tüm ülkeye dağılmış iki milyon asker kaçağı vardı.7 Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler toprağın köylülere verileceğini söylüyor ama harekete geçmiyorlardı, Menşevikler fabrikalarda işçi denetimine karşı çıkarken, Bolşevikler bu talebi sloganlarından biri haline getirdiler.8 Temmuz ayında karşı devrim güçlerinin kuvvetlenmesi, Troçki başta olmak üzere Bolşevik liderlerin hapse atılması, örgütün matbaasının yakılıp yıkılması, Bolşevikler’in Alman ajanı olduğu suçlamasıyla karşılaşması partinin etkisinde kısa süren bir gerileme yarattıysa da bu etki Ekime doğru artmaya devam etti. Bu süreçteki en önemli gelişme Ağustos ayındaki Kornilov’un darbe girişimine karşı mücadeleydi. Bu mücadelenin sonunda işçiler Menşeviklerden ve Sosyalist Devrimcilerden kopup kitlesel olarak Bolşevikleri desteklemeye başladılar. Bu süreç de eşitsiz ve birleşik bir şekilde gelişti, Bolşevikler Kronstadt, Vyborg gibi bazı bölgelerde güçlendiğinde hem partinin hem de işçi sınıfının içindeki bazı güçler hemen ayaklanmak gerektiğini savundu. Lenin buna pek çok kez karşı çıktı. Nisan ayında on binlerce kişinin Geçici Hükümet’e karşı yürüdüğü bir gösterinin ardından şunları söyledi: “Hükümetin yıkılması gerekiyor, fakat bunu herkesin olması gerektiği gibi kavramış olduğu da söylenemez. Geçici Hükümet İşçi Vekilleri Sovyeti’nin desteğini aldığı sürece onu kesinlikle deviremezsiniz. Geçici Hükümet’i devirmenin yegâne yolu 4

Richard Pipes, A Concise History of the Russian Revolution, Vintage Books, 1995, s. 113.

5

Tony Barber “Red October: Russia’a Road to Revolution” 30 Eylül 2016, Financial Times.

6

Hadi Uluengin, “Duvar ve Nekrofili” Taraf, 14 Kasım 2014

7

Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, 1994, s. 244

8

John Rees, Ekim’in Savusunu, Sosyalist İşçi Broşür Dizisi, s. 17

67


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

Sovyetlerin çoğunluğunun desteğini sağlamaktır ve bu böyle olmak zorundadır.”9

Temmuz ayında Lenin iktidarı ele geçirme güçleri olmasının yeterli olmadığını vurguladı: “Fraksiyonumuzun Sovyet içindeki gerçek ağırlığı nedir? Diğerlerini boşverelim, iki büyük şehirdeki Sovyetlerde bile kayda değer olmayan küçük bir azınlık durumundayız. Bu gerçek neyi gösteriyor? Bu gerçeği yok sayıp bir kenara itemeyiz. Görünen gerçek şu ki kitlenin çoğunluğu kararsızlık gösterip duraksamakla birlikte hala Sosyalist Devrimcilere ve Menşeviklere inanıyor. Proletarya partisi, iktidarı ciddi bir biçimde (Blankici yöntemlerle değil) elde edebilmek için sabırla, sağa sola yalpalamadan, kitlelere her gün sahip oldukları küçük burjuva yanılsamaların yanlışlığını gösterip açıklayarak Sovyet içindeki nüfuzunu arttırmak için savaşmak zorundadır.”10

İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak konusundaki bu ısrar Lenin’e özgü bir tutum değildi. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bunu vurgulamış, “Daha önceki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri, ya da azınlıkların çıkarına olan hareketlerdi. Proleter hareket, büyük çoğunluğun, büyük çoğunluğun çıkarına olan bilinçli, bağımsız hareketidir.” demişlerdi. Marx hayatı boyunca sosyalizmin bir darbe veya bir komplo ile gerçekleşemeyeceğini ancak geniş yığınların kendi eyleminin sosyalizmi kurabileceğini anlattı. Bu tutum bireysel terörizme karşı keskin polemikler yazan Troçki’de de Alman devrimci Rosa Luxemburg’un Spartaküs örgütünün tüzüğünde de belirgindir: “Spartakusbund, Almanya’nın her yanındaki işçi sınıfının büyük çoğunluğunun açık ve kapsamlı iradesi bu yönde olmadıkça, onun görüşlerini, hedeflerini ve mücadele yöntemlerini bilinçli bir şekilde desteklemedikçe asla devlet iktidarını ele geçirmeyecektir.”11

Lenin için önemli olan işçi sınıfının ülkedeki en büyük iki merkezi olan St. Petersburg ve Moskova’daki sovyetlerdi. 9 Eylül’de Bolşevikler Petrograd’da çoğunluğu kazandı, onu Moskova sovyeti izledi. Benzer bir süreç askerler içerisinde de işliyordu. Şubat Devrimi’nden iki ay sonra Petrograd’daki 160.000 işçinin içinde ancak 500 kadar bolşevik varken bu rakam Temmuz sonlarında 1.800, Ekim sonlarında ise 5.800’e çıktı. Ekim Devrimi günlerinde Bolşevik Partisi’nin cephedeki üyelerinin sayısı on binlerle ifade ediliyordu.12 6-7 Kasım gecesi Bolşevik Partisi’nin önderliğindeki işçi ve askerler Petrograd’daki stratejik noktaları ele geçirdiler, bu süreçte çok az direnişle karşılaştılar. Direnişin azlığı bunun bir darbe olmasından değil, Bolşeviklerin Petrograd işçi sınıfını çoktan kazanmış olmasından kaynaklanıyordu. Geçici Hükümet’in iktidarı neredeyse Kışlık Saray ile sınırlıydı. İşçi ve askerlerin iktidarı alma sürecini fiilen Leon Troçki yönetti. Ertesi gün toplanan İkinci Sovyet Kongresi’nde Bolşevik Partisi’nin ülkedeki diğer sovyetlerde de çoğunlukta olduğu açıkça gözüküyordu. Bolşevikler toplam 650 sandalyeden 390 kadarına sahiptiler. Sosyalist Devrimciler 160-190 sandalyeye sahipken, Menşevikler 60-70 delegeyle temsil ediliyorlardı. Bu iki parti de kendi içlerinde bölünmüştü, Sol Sosyalist Devrimciler Bolşevikleri destekliyordu.13 Bolşevik Partisi Ekim ayında bir darbe yapmamıştı, o önce sabırla sovyetlerde çoğunluğu kazanmaya çalışmış, bunu başarmasının ardından iktidara gelmişti. Petrograd’daki süreç Rusya’nın pek çok yerinde tekrarlandı, güç kazanan Bolşevikler sovyetlerde çoğunluğu elde ettiler. Ekim Devrimi, Şubat’ın antitezi değil onun devamı ve uzantısıydı. Bütün devrimler yenilgiye mahkûm mudur? Hem 1917 devriminin önemi belirtildiğinde, hem de bugün sosyalist bir devrimin güncel olduğu savunulduğunda en çok karşılaşılan itirazlardan biri, daha önceki devrimlerin her zaman diktatörlüklere, baskıcı rejimlere neden olduklarıdır. “Devrimler her zaman kendi çocuklarını yer” ifadesiyle özetlenen bu argümanı savunanlara göre devrimlerin arkasında yatan talepler meşru olsa da, devrim süreçleri daima bir grubun diğerini devrim adına tasfiye ettiği süreçlerdir ve her zaman kanlı olaylara neden olur. Argümanın mantıksal sonucu ise devrim fikrinin rafa kaldırılması ve onun yerine reformizmin kutsanmasıdır. Eğer bütün devrimler başarısızlığa mahkûmsa, geriye kalan tek yol reformlar yoluyla yavaş ve tedrici bir ilerlemedir. Bu argümanı dile getirenlerin pek çoğu Ekim Devrimi’ni darbe olarak nitelendiren sağcı akademisyenlerden veya gazetecilerden farklıdır. Geçmişte gerçekten dünyayı değiştirmek istediği için stalinist örgütlerde yer almış, 9

Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Z Yayınları, s. 210

10 a.g.e., s. 318 11 Paul Frolich, Rosa Luxemburg: Ideas in Action, Pluto ve Bookmarks, 1994, s. 275 12 Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Z Yayınları, s. 246 13 Tony Cliff, Lenin, Cilt 3: Kuşatılmış Devrim, Z Yayınları, 1996, s. 15

68


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

kendisini komünist olarak tanımlamış pek çok kişi, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, yıkılan bürokratik ve baskıcı rejimlerin yanında tutum almadı. Onlar haklı olarak Doğu Bloku ülkelerinde ve SSCB’deki rejimleri reddettiler, ancak bu karşı çıkışları bu rejimlerin sonuç olarak sosyalizm olduğu düşüncesini de içeriyordu. Dolayısıyla bu rejimlerin yıkılmasını siyasal bir devrim ile devlet kapitalizminden serbest piyasa kapitalizmine doğru geçişin bir birleşimi olarak değil, Lenin’in, sosyalizmin, marksizmin ve en önemlisi devrim fikrinin de yenilgisi olarak gördüler. Günlük siyasal mücadelede çoğu zaman doğru tutumlar almalarına rağmen SSCB’nin sosyalist olduğu fikri pek çoğunun 1917 deneyimini geride kalmış bir olay olarak görmesine neden oldu. Bu iddiayı ele alırken önce devrimler arasında önemli iki ayrım yapmamız gerekiyor. “Devrimler” denilerek aynı kefeye konulanların içinde hem iktidardaki bir sınıfın yerini başka bir sınıfın aldığı sosyal devrimler, hem de son tahlilde aynı sınıfın iktidarda olduğu, ancak daha öncekinden farklı bir toplumsal kesimin iktidarı ele geçirdiği siyasal devrimler vardır. Burjuva devrimleri ile Ekim Devrimi gibi sosyalist bir devrim aynı torbaya konulmamalı, bu kategoriler ayrı ayrı ele alınmalıdır. “Bugünkü pek çok demokratik kapitalist devletin arkasında geçmişteki başarılı devrimler yatıyor. En açık örnekler; 16. yüzyılda İspanya İmparatorluğu’na karşı patlak veren ve Hollanda’nın temellerini atan Felemenk İsyanı, 1642-49’da monarşinin ve feodal aristokrasinin iktidarını parçalayan ve parlamenter yönetimin kapısını açan İngiliz Devrimi, 16. Louis’in kafasını uçuran, Fransız aristokrasinin gücünü kırıp Fransa’da feodalizmi bitiren 1789-94 Fransız Devrimi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın önde gelen kapitalist ulusu olarak ortaya çıkmasının önünü açan 1775 Amerikan Devrimi.”14

Bu devrimlerde sıradan insanlar büyük kitleler halinde mücadele ettiler ve var olan düzeni zor kullanarak değiştirdiler. Onların eylemi yeni bir sosyal ve ekonomik düzenin gelişmesini sağladı. Ancak elbette sıradan insanların çok azı bu değişimden doğrudan fayda sağlayabildi, bu durum devrimin sınıfsal doğasından, onun bir burjuva devrimi olmasından kaynaklanıyordu. Bir diğer sebep ise bu devrimlere katılanların sınıfsal konumuydu, onların çoğu köylülerden oluşuyordu. Köylüler birleşip bir hükümdarı devirebiliyorlardı ancak sonuç olarak toprağa, mahsule ve tarıma bağlıydılar. Üretim ilişkilerindeki yerleri gereği iktidarın asıl merkezi olan şehirlerde kalıp yeni bir toplum biçimi yaratma güçleri yoktu. Üstelik bu devrimlere önderlik eden burjuvazi toplumun içinde bir azınlıktı ve sokakta devrim için ölen kitlelerin bu azınlığın liderlerinden hesap sorabileceği bir mekanizma yoktu. Sosyalist devrim, burjuva devrimlerinden nitelik olarak farklıydı, onun tek başarılı örneği olan Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı ilk kez iktidara gelmişti. Peki, neden bu devrimin sonunda Stalin devrimi yapan Bolşevikleri katlederek, işçi sınıfını baskı altına alarak iktidara gelebildi? Stalin’in yükselişi devrimlerin kaçınılmaz kaderi değil, Rusya’daki sınıfsal dengelerin bir sonucuydu. Rusya’da devrimin ardından gelen iç savaşta devrimi yapan işçi sınıfının büyük kısmı hayatını kaybetti, geri kalanlar devlet aygıtının ve bürokrasinin bir parçası oldu. Kızıl Ordu güçlenirken bürokratikleşme işçi devletinin her aşamasına sızdı. Yeni devletin temelini oluşturan işçi sınıfının fiziksel olarak imha olması ve Lenin’in sözleri ile “sınıf olmaktan çıkması”, liderliğini Stalin’in yaptığı bürokrasinin kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesinin önünü açtı. Gerçekleşen karşı devrim sürecinin ardından kısa bir süre yaşayan sosyalizm tarihe karıştı, 1930 yılına gelindiğinde Rusya’daki yapı ancak bürokratik devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilecek bir garabete dönüşmüştü. Geçmişteki bu deneyimler devrimlerin her zaman yenilgiye uğrayacağını, “kendi çocuklarını yiyeceğini” mi gösteriyor? Sınıfsal güçlerin 20. yüzyılın başından beri nasıl geliştiğine bakarsak karşımızda umutsuz bir durum, kaçınılmaz bir son değil, önceden belirlenmemiş bir gelecek, bir kurtuluş olanağı görüyoruz. Bugün işçi sınıfının sayısı çok daha fazla, köylülüğe göre önemi ise kıyaslanmayacak kadar artmış durumda. Dünyadaki teknolojik gelişmelerin de yardımıyla bilgiye ulaşmak çok daha kolay, ulaşım imkânları çok daha gelişkin. Bunlar şu açıdan önemli; artık dünya işçi sınıfı kendisini ikame edecek liderler olmadan da öne çıkabilir. İşçi sınıfı adına yapılan bunca vahşeti, Stalin’in büyük temizlik hareketlerini, Mao’nun, Pol Pot’un yaptıklarını mümkün kılan işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak pasifize edilmiş veya dağılmış olmasıydı. İşçi sınıfı devrim döneminde sokaklara dökülebilir. Ancak sonuçta hayatını kazanmak için çalışmak zorundadır. Kapitalizm altında işçi sınıfı politikayla, devletin işleyişiyle sürekli meşgul olamaz, bir yandan günde sekiz saat çalışıp diğer yandan daha büyük işler için zaman ve enerji harcayamaz. Bunu yapabilmesi için işçilerin demokratik bir yönetim kültürünü mümkün kılacak koşullarda yaşaması gerekir. Bugün dünyanın önemli bir kısmındaki üretim ve teknoloji düzeyi böyle bir kültürü mümkün kılacak kadar gelişmiş durumda. Bunun potansiyeli var, ancak bu potansiyel çoğunluğun yararı yerine bir avuç multi-milyonerin kârı için kullanılıyor. İşçi sınıfı ayaklandığında bu kez tecrit edilmiş bir azınlık değil, dünyanın her yerinde benzer 14 John Molyneux, “Do Revolutions Always Fail?” Socialist Review, Sayı 390, Nisan 2014

69


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

şartlarda yaşayan, benzer acılardan geçen ve en önemlisi birbiriyle milyonlarca şekilde temas içinde bulunan bir güç olarak ayaklanabilir. Böylesi bir isyanla başlayan bir devrim başarısızlığa uğramak zorunda değil. Kendi egemen sınıfını deviren bir işçi sınıfı başına başka bir zorbanın gelmesini de engelleyebilecek güce sahip, ne kadar çok işçi devrimci sürecin bilinçli bir parçası olursa, bu korkunç ihtimal de o kadar azalacaktır. Ekim Devrimi’nin gerçek tarihi Ekim Devrimi, tüm devrimler gibi geniş kitlelerin siyasal özneler haline geldiği ve tarih yaptığı bir an olarak ortaya çıkıyor. Devrim, sıradan işçilerin, köylülerin, denizcilerin ve askerlerin ülkede yüzlerce yıldır egemen olan güçleri zor yoluyla devirdiği ve o zamana kadar –Paris Komünü’nü saymazsak– emsali görülmeyen yeni bir çeşit demokrasiyi, bir işçi demokrasisini uygulamaya koydukları bir süreçti. Devrimi anlamak için Şubat Devrimi’nden Ekim Devrimi’ne uzanan süreci, bu süreçte kitlelerin siyasal bilincinde yaşanan değişimleri ve bu değişimin sonucu olarak güçlenen ve zayıflayan siyasal aktörleri anlamak gerekir. Şubat Devrimi: Kendiliğinden bir devrim Ekim Devrimi, Çar’ın devrildiği ve ülkenin yönetiminin Geçici Hükümet’e geçtiği Şubat Devrimi olmadan anlaşılamaz. Şubat Devrimi, devrimleri partinin yaptığına ilişkin ikameci anlayışa karşı devrimlerin kitlesel ve kendiliğinden hareketler olduğunu, partilerin onlara yalnızca yön vermeye, liderlik etmeye çalıştığını açıkça göstermesi açısından büyük önem taşır. Şubat Devrimi’ni hazırlayan koşulların başında Birinci Dünya Savaşı geliyordu. İşçiler hem savaş nedeniyle daha büyük bir disiplin altına alınmaya çalışılıyor ancak aynı zamanda çoğu savaş sanayisi için üretim yaptığından onların önemi artıyordu. Ülkenin bütün kaynakları savaşı sürdürmeye odaklandığından halk zor durumdaydı, büyük şehirlerde ekmek karneye bağlanmıştı. Bütün bu koşullar, on yıldan fazla zamandır Rus devrimcilerinin siyasal olarak eğittiği işçi sınıfının tepkisinin patlamasına neden oldu. 9 Ocak’ta yani 1905’teki Kanlı Pazar’ın yıldönümünde 114 işyerinden 137.500 işçi greve çıktı.15 Şubat sonunda greve giden Putilov işçilerinin işten atılması ve diğer işçilerin onlara destek vermesi üzerine bu devasa fabrikanın geçici bir süreliğine kapatılması, 30.000 işçinin sokağa çıkmasının önündeki son engeli de kaldırdı. 23 Şubat’taki Uluslararası Kadın Günü’nde sokağa çıkan kadın işçilerin “Ekmek istiyoruz” sloganlarına kısa zaman sonra “Kahrolsun otokrasi” sloganları karıştı, kızıl bayraklar açıldı. Petrograd’daki gösterilere 180.000 kişi katılırken 26 Şubat’ta 300.000 kişi grevdeydi. Çar sayısı giderek artan göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi, ancak askerler ateş açmayı reddetti ve işçilere katıldılar. O gün birkaç yüz asker ilk kez emirlere uymadı. Ertesi gün emre itaatsizlik edenlerin sayısı 70.000’i buldu ve durum kontrolden çıktı. 28 Şubat’ta 120.000, 1-2 Mart’ta 170.000 asker isyan ediyordu, yani Petrograd garnizonun tamamı. Bu askerlerin eylemi Çar’ı iktidarı bırakmaya zorlayan asıl etmenlerden biri oldu ve ülkedeki diğer şehirlerin de sola savrulmasına yol açtı.16 Bolşevik Partisi bu olaylarda önemli bir rol oynamadı. Troçki “hiç kimse, ama hiç kimse 23 Şubat’ın mutlakiyete karşı kesin ve nihai bir hareketin başlangıcına işaret ettiğini düşünmemişti” diye yazar.17 Sukhanov da “Büyük ayaklanamaya hazırlanmakta olan tek bir parti bile yoktu” diye kaydeder.18 Bolşevikler işçilerin gerisinde kalmıştı; genel grev çağrısı yapan ilk bildirilerini 25 Şubat’ta 2000 işçinin greve gitmesinden sonra çıkarabilmişlerdi.19 Elbette bu işçiler saf bir kendiliğindenlikle hareket etmiyorlardı. Onların öncüleri on yılı aşkın süredir Bolşevik Partisi tarafından eğitilen işçilerdi, daha fazla fabrikayı eyleme katmaya çalışanlar, ekonomik sloganların yanı sıra siyasal sloganları öne çıkaranlar, kızıl bayrakları eyleme getirenler, askerleri tarafsızlaştırmaya veya kazanmaya çalışanlar. Ancak bunları partinin talimatıyla değil, bütün bir şehrin işçilerini ileriye iten ruh haliyle, doğru zamanın geldiğini anladıkları için yapmışlardı. Devrim “kendiliğinden” patlak vermişti ve hiçbir partinin çağrısı, eylemi veya girişimi bu kitlesel hareketin yerine geçemezdi. Ekim’in ilk dersi budur ve hem devrimlerin hem de kitlesel toplumsal hareketlerin tarihi bu dersi defalarca doğrulamıştır. Devrimi devrimciler değil kitleler yapar, devrimciler yalnızca ona yön vermeye çalışabilirler. Nisan Tezleri: Hayatın sınavında değişen teori 15 Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, s. 99. 16 Mike Haynes, “Soldiers, Sailors and Revolution: Russia 1917” (Ed) Mike Gonzalez, Houman Barekat Arms and The People: Popular Movements and the Military from the Paris Commune to the Arab Spring içinde, Pluto, 2012, s. 21. 17 Leon Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi Cilt 1: Çarlığın Yıkılışı, Yazın, 1998, s. 111. 18 N. N. Sukhanov, The Russian Revolution 1917: A Personal Record, Princeton University Press, 1984, s. 122 19 Tony Cliff, Lenin, Cilt 2: Tüm İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, s. 106.

70


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Geçici Hükümet liberal Anayasal Demokratik Parti (Kadet) üyelerinden, Rus Narodnik hareketinin devamcısı olan Sosyalist Devrimcilerden ve Menşeviklerden oluşuyordu. Bu hükümet bir yandan genel af ilan etti, basın özgürlüğü getirdi, genel oyla seçilecek bir Kurucu Meclis’in toplanacağı çağrısı yaptı. Ancak bunlar devrimci işçi ve askerlerin yarattığı basınç sayesinde alınan kararlardı. Hükümet asıl önem taşıyan konuları, toprak ve savaş sorununu çözemedi. Lenin devrimden beş hafta sonra Rusya’ya döndü. 1903’teki Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi kongresinde doğan Bolşevik ve Menşevik Partiler Rusya’daki devrimin doğası konusunda bazı noktalarda uzlaşıyorlardı. İki parti de bir köylü toplumu olan, monarşinin egemen olduğu Rusya’da gelmekte olan devrimin bir burjuva devrimi olacağını savunuyordu. Bu devrim kapitalizmin üretici güçleriyle, çarlık yanlısı toprak sahipleri ve feodalizmin diğer kalıntıları arasındaki çatışmadan patlak verecekti. Bu devrim sosyalizmi getirmeyecek, ulusların kendi kaderini tayin hakkını da tanıyan bir demokratik cumhuriyeti kurmakla, feodalizmin tasfiyesiyle ve sekiz saatlik işgünü hakkını sağlamakla yetinecekti, böylece kapitalizmin gelişmesinin koşullarını yaratacaktı. Sosyalist bir devrim ancak bundan sonra mümkün olabilirdi. Bu iki partinin ayrıştığı nokta bu tespitten kaynaklanan taktiklerdi. Menşevikler bir burjuva devriminde liderliğin burjuvazide olacağından hareketle onu ürkütecek “aşırı” talepler öne sürmemeyi savunuyorlardı. Bolşevikler ise “işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü” formülünü ileri sürüyorlardı. Şubat Devrimi’nin ardından Rusya’daki Bolşeviklerle, Rusya dışında sürgünde bulunan Lenin arasında devrimin doğası ve sosyalistlerin izlemesi gereken politika konusunda ayrılıklar ortaya çıktı. Devrimin ardından Sibirya’daki sürgünden dönen Stalin ve Kamenev Bolşeviklerin gazetesi Pravda’nın başına geçtiler. Bunun ardından gazete Geçici Hükümet’i şartlı da olsa destekleyen sağ bir hat savunmaya başladı. Lenin Rusya’daki duruma önce 7 Mart ve 26 Mart arasında yazdığı “Uzaktan Mektuplar” ile müdahale etti. Bu mektuplarda ikinci bir devrimin gerekliliğini, aciliyetini, geçici hükümetten bağımsızlığın önemini vurguladı, savaşın sona erdirilmesi talebinin savunulmaya devam edilmesi gerektiğini anlattı: “İşçi yoldaşlar, Dün çarcı monarşinin yıkılmasında proletarya kahramanlığının mucizesini gösterdiniz. Az çok yakın bir gelecekte (belki hemen şimdi bu cümlelerin yazıldığı anda), emperyalist savaşı sürdürmekte olan toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliğini yıkmak için aynı mucizevi kahramanlığı tekrarlamak zorunda kalacaksınız. Eğer proletarya örgütlülüğünün mucizelerini yaşama geçiremezseniz, bu ikinci ‘gerçek’ devrimde sağlam bir zafere ulaşamayacaksınız.”20

Lenin Rusya’ya döndüğü anda bu politikaları işçi sınıfı önünde savunmaya başlar. Finlandiya Tren İstasyonu’nda yaptığı konuşmada bir burjuva devrimine soldan basınç yapmak değildir konu: “Emperyalist yağma savaşı bütün Avrupa’daki iç savaşın başlangıcıdır… Yoldaşımız Karl Liebknecht’in çağrısıyla halkların silahlarını kendi kapitalist sömürücülerine karşı çevireceklerini gün çok uzakta değildir… Dünya sosyalist devrimi ufukta gözükmüştür… Almanya için için kaynamaktadır. Tüm Avrupa kapitalizmi her an çökebilir. Sizin başarınız olan Rus Devrimi yeni bir çağı hazırlamış, kapısını aralamıştır.21

Lenin’in, sovyet iktidarı ve işçi sınıfının ikinci bir devrim yapmasının gerekliği üzerine savundukları Bolşevik Partisi içinde büyük tepkiyle karşılaşır. Daha önce Bolşevik Partisi Merkez Komitesi üyeliği yapanlardan Lenin’i anarşist olmakla suçlayanlar olur. 4 Nisan’da Lenin parti konferansına görüşlerini yazılı olarak sunar. Bu metinde Lenin hükümetin savaş çabasına ve “devrimci savunmacılığa” yani Rusya’nın kendisini savunması gerektiğini söyleyerek savaşı meşrulaştıranlara en ufak bir taviz verilmemesini, iktidarın işçilerin ve köylülerin eline alınacağı devrimin ikinci aşamasına geçilmekte olduğunu, Geçici Hükümet’e destek verilmemesi gerektiğini anlattı. Sovyetler ortaya çıkmışken bir parlamenter cumhuriyet hedeflemenin geri bir adım olduğunu, “tüm ülkede aşağıdan yukarı doğru bir İşçi, Tarım İşçisi ve Köylü Vekilleri Sovyetleri cumhuriyeti kurulması gerektiğini”22 savundu. Polis, ordu ve bürokrasi dağıtılmalıydı. Lenin’in tezleri Kollontay dışında kimseden destek bulmadı, önde gelen Bolşeviklerin hepsi tezlere karşı veya mesafeliydi. Kamenev “tezlerde hiçbir somut öneri yok” diyor, Zinovyev tezleri şaşırtıcı buluyor, Stalin ise onların gerçeklerle örtüşmediğini, bu yüzden de tatminkâr olmadığını iddia ediyordu.23 Lenin’in cevabı teorinin, gerçeklikten çıktığıydı. “Marx ve Engels, en iyi ihtimalle tarihsel sürecin her özgül döneminin somut ekonomik ve siyasi koşullara bağlı olarak ve 20 a.g.e., s. 142. 21 a.g.e., s. 149. 22 a.g.e., s. 154. 23 a.g.e., s. 160.

71


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

kaçınılmaz bir biçimde değişim gösteren genel görevlerine işaret etme kapasitesine sahip formülasyonların ezberlenip yinelenmesiyle haklı olarak alay etmişler, her zaman ‘bizim teorimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur’ demişlerdi.” (…) “Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, hali hazırda Rus devriminde gerçekleşmiş durumdadır… ‘İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti’ –işte size ‘proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün pratik olarak gerçekleşmiş hali… İçinde bulunduğumuz şu gün hala ‘proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden’ bahseden kişi, zamanın gerisinde kalmış kişidir ve dolayısıyla, fiili olarak proleter sınıf mücadelesine karşı küçük burjuvazinin safına geçmiş durumdadır. (…) “Teori gridir dostlarım, yeşil ise yaşamın canlı pratiğinin rengidir… Eski düşünüş tarzına göre, burjuvazinin egemenliği, proletarya ve köylülüğün egemenliği, bu ikisinin diktatörlüğü tarafından izlenebilir ve izlenmesi de gerekir. Oysa gerçek yaşamda işler hâlihazırda farklı bir biçimde gelişmiştir; son derece orijinal, alışılmamış ve önceden düşünülmemiş bir biçimde birinin diğeriyle iç içe geçmiş olduğu görülüyor.”24

Lenin ancak uzun tartışmalardan sonra tezlerini kabul ettirebildi. Nisan Tezleri her örgütün kendi muhafazakârlığını nasıl yarattığını da gösteriyor. Bolşevik Partisi, gelişen olaylara hızla tepki verebildiği, Geçici Hükümet’in sınıfsal doğasını hızla analiz edebildiği için bu hükümetten bağımsız kalabildi. Bolşeviklerin hükümete yönelttikleri eleştiri ve yükselttikleri ekmek, barış ve özgürlük sloganları onların Ekim’e gelindiğinde işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmalarını sağladı. Kornilov darbesi ve birleşik cephe Lenin’in Nisan Tezleri’nde ifade edilen politikalara Bolşevik Partisi’ni kazanması, partinin etkisinde ve üye sayısında büyük bir artışa sebep oldu. Bolşevikler sovyetler içerisinde giderek güç kazandılar. Aynı zamanda savaş şartları kötüleştikçe işçi sınıfının daha büyük bir kısmı savaşa cephe almaya başlıyor, milliyetçi propagandadan kurtuluyordu. Asker ayaklanmaları başladı ve orduda Bolşeviklerin etkisi giderek arttı. Köylüler toprakları işgal etmeye, soyluların malikânelerini yakmaya başladılar. Fabrikalardaki işçi komiteleri üretimi kontrol etmeyi talep ediyor, patronlar ise buna işten çıkarmalarla cevap veriyorlardı. Başta Finlandiya ve Ukrayna olmak üzere Rus imparatorluğunun pek çok bölgesinde azınlıklar ayaklanmaya başladılar. Bütün bu gelişmeler bir tarafta işçilerin temsilcisi olan sovyetlerin, diğer tarafta ise burjuvazinin aygıtı haline gelmiş olan Geçici Hükümet’in yer aldığı ikili iktidar durumunu sürdürülemeyecek bir noktaya ulaştırdı. Temmuz ayında büyük bir işçi gösterisine ateş açıldı, Bolşevik liderler tutuklandı, Lenin saklanmak zorunda kaldı. Alman ordusu 21 Ağustos’ta Riga’yı alıp Petrograd’a yaklaştığında Geçici Hükümet’in başında bulunan Kerenski, General Kornilov’dan güçleriyle Petrograd’a gelip burada sıkıyönetim ilan etmesini istemişti. Ancak Kornilov birlikleri ile şehre yürürken, son anda bu plandan vazgeçti ve Kornilov’u Genelkurmay Başkanlığı görevinden aldı. Ancak darbe bir kez harekete geçmişti, Kornilov Sovyetleri ezmeyi hedefliyor, Geçici Hükümet’i de Bolşevikler gibi düşmanla işbirliği ile suçluyordu. Kornilov bütün yüksek rütbeli subayların, büyük patronların, İngiliz ve Fransız büyükelçisinin desteğini almıştı, şehrin içindeki askeri okul öğrencilerinin de ona destek vereceğini tahmin ediyordu. Lenin Bolşevik Partisi’nin darbeye tüm gücüyle karşı çıkması gerektiğini savundu. Bolşevikler darbeye karşı, Bolşevikleri desteklemeyen işçilerle birlikte mücadele ederek onları da kazanacaklardı. Troçki Bolşeviklerin nasıl hareket ettiklerini anlatıyor: “Bolşevik Parti nasıl tutum aldı? Kendilerini hapse atanlarla Kornilov’a karşı fiili bir ittifaka girmekte bir an bile tereddüt etmediler. Her yerde devrimci savunma komiteleri oluşturuldu, Bolşevikler bu komitelerde bir azınlıktılar. Bu durum Bolşeviklerin önderliği ele almalarını engellemedi, devrimci kitle eylemine yönelik anlaşmalarda en esaslı ve cesaretli devrimci parti her zaman kazançlı çıkar. Bolşevikler en öndeydiler, onları Menşeviklerden ve özellikle Sosyalist Devrimci askerlerden ayıran engelleri yıktılar ve onları uyandırdılar.”25

Petrograd’ın her yerinde 40.000 kadar işçiyi kapsayan Kızıl Muhafız birlikleri oluşturuldu. Demiryollarında ve telgraf hizmetlerinde çalışan işçiler Kornilov’un birliklerini sabote ettiler. Sonuçta darbe girişimi dört gün içinde çöktü. Darbeye karşı mücadele içinde Bolşevikler devrimin en kararlı koruyucuları olduklarını göstererek Menşevik ve Sosyalist Devrimci işçileri kazandılar. Önce Petrograd Sovyeti’nde, daha sonra ise Moskova Sovyeti’de çoğunluğu kazandılar. Petrograd Sovyeti’nin başına Troçki geçerken başka şehirlerde de benzer bir süreç 24 a.g.e., s. 156-157. 25 Leon Troçki, “Şimdi Nereye: Alman Proletaryası’nın yaşamsal sorunları”, 1932, Aktaran Joseph Choonara, “The United Front”, International Socialism Journal, Sayı 117, Kış 2008.

72


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

yaşandı. Kornilov darbesine karşı süreç birleşik işçi cephesi taktiğinin ilk uygulandığı örnek oldu. Bolşevikler bu yolla başka işçilerle birlikte içinde bulundukları örgütlerde öncülüğü ele alarak hem diğer işçileri Bolşevizme kazanmış, hem de Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin liderliklerini teşhir etmişlerdi. Daha sonra Troçki’nin faşizme karşı da formüle ettiği bu yöntem pek çok kez başarılı sonuçlar verdi. Dünya derviminin bir parçası olarak Ekim Devrimi Bolşevik Partisi her zaman işçi sınıfının vatanı olmadığını, bu sınıfın dünyanın her yerinde egemen sınıflar tarafından birbirine karşı kışkırtılmasına rağmen özünde aynı sömürü koşullarının altında ezildiğini savundu. Bolşevikler Marx ve Engels’in milliyetçiliğe ve şovenizme karşı tutumuna ve enternasyonalist ilkelerine Rusya’da özellikle vurgu yapıyorlardı. Rus imparatorluğu bünyesinde onlarca halk bulunuyordu ve bu halklar Çarlık rejiminin baskısı altındaydılar. Ülkedeki çoğunluk grup olan Ruslar diğer halklardan üstün konumdaydılar. Lenin Rus şovenizmine karşı mücadeleye büyük önem verdi, partiyi başka halklara, Yahudilere yönelik katliam ve pogrom hareketlerine karşı mücadele içinde sürekli eğitti. Birinci Dünya Savaşı başladığında Bolşevikler İkinci Enternasyonal’deki partilerin ezici çoğunluğundan farklı olarak “kendi” egemen sınıflarının savaş çabasını desteklemediler, “kendi” devletlerine bu emperyalist paylaşım savaşında arka çıkmadılar. Alman işçilerini ölüme gönderirken kendileri hükümet ortağı olan SPD liderlerinin aksine Bolşevik liderler savaşa karşı çıktıkları için tutuklandılar, sürgün edildiler, hapse atıldılar. Lenin Rus devrimini her zaman dünya devriminin bir parçası olarak düşündü. O tıpkı Marx ve Engels gibi kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu ve yalnızca dünya çapında bir devrimle tam anlamıyla yıkılabileceğini düşünüyordu. Bu teori, sıkça karikatürleştirildiği gibi eşzamanlı bir devrim tasarısına sahip değildi, ancak bir ülkede başlayan bir devrimin diğer ülkelere yayılmasının önemine vurgu yapıyordu. Kapitalist bir dünyada tek ülkede sosyalizm imkânsızdı. Lenin, Ekim Devrimi’nin ardından gelişen stalinist karşı devrimin argümanlarının aksine tek ülkede sosyalizmin hayatta kalabileceğine asla inanmadı. Rus devrimi ancak dünya devrimi bağlamında önem kazanıyordu. 1917’de toplanan Bolşevik Partisi kongresinde şöyle diyordu: “Devrimi başlatmanın büyük onuru Rus proletaryasına düştü. Fakat Rus proletaryası unutmamalı ki, onun hareketi ve devrimi sadece, örneğin Almanya’da her geçen gün ivme kazanmakta olan, bir dünya devrimci proletarya hareketinin parçasıdır. Görevlerimizi yalnızca bu açıdan tanımlayabiliriz.”26

İşçilerin kendi demokrasisi: Sovyet Ekim Devrimi’nin bugüne ışık tutan en önemli noktalarından biri işçi demokrasisinin o dönemki en gelişkin organları olarak ortaya çıkan Sovyet (konsey kelimesinin Rusçası) organıydı. Sovyet’in ortaya çıkışını anlamak için Rusya’nın sanayileşmesine ve Rus işçi sınıfının oluşumuna bakmak gerekir. Rusya’nın Avrupa’daki rakiplerinin basıncıyla rekabet edebilmesi, Çarlık yönetiminin bir yandan tebaasının elinden daha fazla kaynağı çekebilmesine diğer yandan ise hızla sanayileşmesine bağlıydı. Rusya’da yerli burjuvazinin eksikliği devletin ve yabancı sermayenin belirgin bir rol oynamasına neden oldu. Rusya’da sanayi İngiltere ve Fransa’daki gibi küçük atölyelerin uzun sürede önce büyük işletmelere daha sonra ise devasa fabrikalara dönüşmesi şeklinde olmadı. Rusya kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişimine uygun bir şekilde bu yolu çok daha kısa zamanda aldı. 1905 ile 1914 arasında sanayinin büyüme hızı iki kat arttı. 1917’ye gelindiğinde, Petrograd ve Moskova’daki on binlerce metal işçisinin çalıştığı büyük fabrikalarda dönemin en ileri teknolojileri kullanılıyordu. Petrograd’daki dört yüz bin işçinin yüzde 60’ı metal sanayisinde çalışıyordu. Moskova’da elli yedi bin metal, elli bin tekstil işçisi vardı.27 1900’lerin ilk yarısında gelişen işçi mücadelesi 1905 yılında doruğa ulaştı, Rusya’da o yıl yaklaşık 3 milyon işçi greve gitti. Siyasal mücadelenin en yoğun olduğu Petrograd’da 13 Ekim’de ilk Sovyet (konsey) oluşturuldu. Sovyet başlangıçta siyasal bir genel grev başlatmak isteyen delegelerin bir toplantısından ibaretti. Bu organ batıdaki gibi işçi sendikalarının olmadığı Rusya’da kısa zamanda işçilerin kitlesel örgütü haline geldi. Üç gün içerisinde fabrikalardan her 500 işçiyi bir kişinin temsil etmesi temelinde seçilen 226 temsilci St. Petersburg Sovyeti’nde bir araya geldi.28 Sovyet bir yandan sekiz saatlik işgünü sloganını yükseltirken diğer yandan kendi milislerini kurmaya ve işçileri silahlandırmaya çalıştı, ancak bunu çok sınırlı bir ölçekte yapabildi. Leon Troçki’nin başkanlığını yaptığı Sovyet elli gün yaşayabildi. 26 V. I. Lenin, RSDİP’nin 7. Tüm Rusya Konferansı, Açılış Konuşması, 24 Nisan 1917 27 Kevin Murphy, Revolution and Counterrevolution: Class Struggle in a Moscow Metal Factory, Haymarket, 2007, s. 11. 28 Donny Gluckstein, The Western Soviets: Workers’ Councils versus Parliment 1915-1920, Bookmarks, 1985, s. 16.

73


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

1914 yılına gelindiğinde Rusya hala büyük oranda bir tarım ülkesiydi, 120 milyonluk nüfusunun yalnızca 10 milyonunu işçiler oluşturuyordu. Ancak işçiler ülkenin batı kesimindeki kentlerde oldukça yoğunlaşmışlardı. 1917’nin Şubat ayındaki devrimi iki mücadele tetiklemişti, Putilov fabrikasından atılan işçilerle dayanışma grevi ve çoğunlukla işçi kadınlar tarafından yürütülen ekmek mücadelesi. Petrograd Sovyeti için delegeler 24 Şubat’ta seçilmeye başlandı, sovyet ise 27 Şubat’ta toplandı. Bir hafta sonra günlük toplantılara 1200 temsilci katılıyordu. Sovyetler bu kez 1905 Devrimi’nden farklı olarak ordunun alt düzeylerinin de desteğine sahipti. Uzun süren savaş askerleri radikalleştirmiş, pek çoğunun generallerine karşı işçilerin yanında tutum almasını sağlamıştı. Sovyetler demokrasiyi toplumun her alanında, emir –komuta zincirinin esas olduğu orduda bile ilerletmeye başladı. Şubat Devrimi’nin ardından Petrograd Sovyeti yayınladığı 1 Numaralı Bildiri’de ordunun tabanının, erlerin desteğini kazanmaya çalıştı. Devrimi korumak için eski ordu mekanizmasının dağıtılması gerekiyordu. Bildiri dört önlem içeriyordu. Birincisi kara birlikleri ve denizciler komiteler kurup temsilcilerini seçecekler ve bu temsilcileri sovyete göndereceklerdi. İkinci madde “silahların bölük ve tabur komitelerinin kontrolü altına alınması ve hiçbir durumda, subaylar talep etse dahi verilmemesi” idi. Üçüncü madde üst rütbelilerin erleri aşağılamasına karşı çıkıyor ve onların birer yurttaş olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Sonuncu maddede ise “askeri organ”ın artık eski düzenin bir parçası olmadığı ve “İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti”ne tabi olduğu vurgulanıyordu.29 1917 yılında Rusya’nın dört bir tarafında erler komiteler kurdular. Bu komitelere katılanların sayısının 50.000 ile 300.000 arasında değiştiği tahmin ediliyor.30 Asker Sovyetleri yetkilerini giderek genişlettiler, hiçbir emir Sovyetin onayı olmadan uygulanamıyordu. 1917’deki sovyetler 1905’deki öncüllerinden farklıydı. Büyük oranda siyasi grevler yürüten ve devlet iktidarını zayıflatan 1905’deki sovyetlerden farklı olarak bu kez sovyetler yukarıda gördüğümüz gibi kendi iktidarlarını uygulamaya başlamışlardı. Sovyetler Petrograd ile sınırlı kalmadı. 17 Mart’ta 49 şehirde sovyetler kurulmuştu, beş gün sonra bu rakam 77’ye ve Haziran ayında 519’a yükseldi. Şubat ve Ekim arasında hem sovyet, hem de Geçici Hükümet’in var olduğu ikili bir iktidar döneminden geçildi. İşçi sınıfının büyük oranda sovyete odaklanması Geçici Hükümet’in işlemesini fiilen imkânsız kılıyordu. Savaş Bakanı Guçkov durumu 22 Mart’ta şöyle özetliyordu: “Geçici Hükümet’in gerçek bir gücü yok ve onun emirleri İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti izin verdiği sürece uygulanıyor. Sovyet gerçek iktidarın en önemli unsurlarını elinde tutuyor; askerler, demiryolları, posta ve telgraf hizmetleri. Geçici Hükümetin yalnızca İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyet’inin müsaade ettiği kadar var olabildiğini söylemek mümkündür.”31

Sovyetler yalnızca büyük fabrikalarda çalışan sanayi işçilerinin değil, burjuva demokrasisinin temsil kurumlarında yer alması imkânsız olan tüm sıradan insanlar için bir odak oluşturmuştu. Toplumun alt katmanlarından farklı mesleklerden pek çok kişi sovyete yöneliyordu. “Kitleler, yığınlar halinde Sovyetle ilişkilendirdikleri sosyalistlere katıldılar. Katılanlar yalnızca devasa garnizonlardaki işçiler ve askerler değildi, kasabaların çok renkli ahalisi; tamirciler, işportacılar, küçük memurlar, taksi şoförleri, kapıcılar, her türden uşaklar da vardı içlerinde. Geçici Hükümet’i ve onun bürolarını yabancı olarak görenler, daha yakın ve ulaşılabilir bir otorite aradılar.”32

Sovyetin temsil ettiği demokrasi, burjuva demokrasisinden çok daha kapsamlıydı. İlk olarak sovyet demokrasisinde toplum sanki sınıflara bölünmemiş, birbirine eşit bireylerden oluşuyormuş gibi bir seçim yapılmıyordu. Üretim araçlarına, basına, propaganda güçlerine, servete sahip olan ve bu gücünü sürekli politikayı manipüle etmek için kullanan patronlar ve demokrasiye tek katılımı beş yılda bir beş dakikalık bir sürede oy kullanmak olan işçi eşit değildir. Yargının, ordunun, siyasi partilerin, polisin, medya organlarının en üst tabakasıyla birleşik bir güç oluşturan patronların sovyet demokrasisinde yeri yoktu. Seçimler üretim yeri esasına göre yapılıyordu, bu yüzden temsilciler kendilerini seçenlerin doğrudan kontrolü altındaydı. İşçiler kendilerini temsil etmeyen delegeleri her an geri çağırabiliyorlardı. Seçimlerin ikamet temeline göre 29 Mike Haynes, “Soldiers, Sailors and Revolution: Russia 1917”, Arms and The People: Popular Movements and the Military from the Paris Commune to the Arab Spring içinde, s. 21. 30 a. g. e., s. 26. 31 Donny Gluckstein, The Western Soviets, s. 21. 32 Donny Gluckstein, a.g.e., s. 23.

74


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

yapıldığı burjuva demokrasisinin aksine sovyet demokrasisinde işçiler üretim yerlerinde kolektif bir siyasal tartışma yürütebiliyorlardı. Lenin, bir partinin tasarısından değil, işçilerin kendi mücadelesinin içinden çıkan sovyetlerin, yeni tarz bir devletin çekirdeği olabileceğini savundu. Bunu da “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganıyla formüle etti, bunu bir hükümet değişikliği olarak değil farklı tipte bir devletin ortaya çıkmasının başlangıcı olarak görüyordu: “‘İktidar Sovyetlere’ sloganı çok sık ‘Sovyet çoğunluğu içindeki partiler kurulu’ anlamına geliyormuş gibi yanlış yorumlanmaktadır… ‘İktidar Sovyetlere’ eski devlet aygıtını tümüyle kökten yeniden şekillendirmek demektir. Yani, Sovyetlerin gerçek bir demokratik aygıtı, yani, halkın –işçi, asker ve köylülerin– örgütlü ve silahlı çoğunluğudur. Halkın çoğunluğuna inisiyatif ve bağımsızlık tanımak demektir.”33

Onun baktığı en önemli kaynak Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarıydı. Marx ve Engels 1871 Paris Komünü deneyimini gözlemlemiş, işçi sınıfının var olan devlet aygıtını basitçe devralamayacağını, onun hâlihazırdaki devlet aygıtını parçalaması ve yıkması gerektiğini yazmıştı. Onun yerine konulacak şey ise burjuva devletinden çok daha farklı olan proletarya diktatörlüğüydü. Bugün bu kavram “diktatörlük” kelimesinin çağdaş çağrışımları, Nazi Almanya’sı ve Franco İspanyası’ndaki dehşetler nedeniyle çok olumsuz bir tınıya sahip. Oysa Marx ve Engels’in zamanında bu kelime çok daha farklı kullanılıyordu. Daniel Bensaid açıklıyor: “[Bu kavram] bizi 19. yüzyıl terminolojisine götürüyor. Hatta 18. yüzyılda bile önce Rousseau, iktidarın keyfi oluşunu olumsuz anlamda ifade etmek için ‘tiranlık’ sözcüğünü kullanır, ‘diktatörlük’ sözcüğünü değil. Çünkü diktatörlük Klasik Roma tarihi meraklıları için gayet saygın bir kurumdur, ayrıcalıklıların iktidarının, gayet kontrollü bir biçimidir aslında. Yani 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca, hiç de olumsuz bir anlam içermiyor. Belçika Devrimi’nde 1830’dan 1832’ye dek örneğin, geçiş sürecinde iktidarın ne olduğu tartışması ‘Halkın Selameti Komitesi’ fikrinin yeniden üretilmesiyle, aydınlıktan alıkonulmuş halkın bu karanlıktan çıkmasını sağlayacak erdemli kişilerden oluştuğu fikri etrafında döner.” “Dolayısıyla dünden farklı olarak, ‘proletarya diktatörlüğü’ denilince aklımızdaki bu değil ama o dönemde, proletarya diktatörlüğü, çoğunluğun demokratik diktatörlüğüdür. Marx bize iktidarın faziletli bir azınlığa emanet edilmesi yerine bu iktidarı çoğunluğun dayatmasına dayalı nihai biçimden söz ettiğinde, hüküm süren çoğunluk olduğu için bu bir demokrasi biçimidir.”34

Engels Fransa’da İç Savaş’a Paris Komünü’nün 20. yılında yazdığı giriş yazısında kavramın kendisi için ne ifade ettiğini açıkça anlatmıştı: “Proletarya Diktatörlüğü. Bu diktatörlüğün neye benzediğini mi merak ediyorsunuz beyler? Paris Komünü’ne bakın. Proletarya Diktatörlüğü oydu.”35 Marx Paris Komünü’nün uyguladığı politikaları şöyle özetliyordu: “Komün’ün yayınladığı ilk emir, sürekli ordunun dağıtılması ve onun yerine silahlı halkın geçirilmesi idi. Komün, Paris’in çeşitli bölgelerinden genel oy esasına dayalı olarak seçilmiş, sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Doğal olarak, üyelerinin çoğunluğu işçi ya da işçi sınıfının onanmış temsilcileriydi. O zamana kadar hükümetin elinde bir araç işlevi görmüş olan polis örgütü derhal siyasi niteliklerinden arındırıldı, Komün’ün sorumlu ve her an görevden alınabilir bir aracı durumuna getirildi. Aynı şey, idarenin tüm diğer dallarındaki memurlar için de geçerliydi. Komün üyelerinden aşağıya doğru her basamakta, kamu hizmeti karşılığı ödenecek ücret, işçi ücretleri düzeyinde olmak zorundaydı. Yüksek devlet görevlilerinin ayrıcalıkları ve bunlara verilen temsil ödenekleri, bu yüksek devlet görevlilerinin kendilerinin tasfiye edilmesiyle birlikte ortadan kalktı. Eski hükümetin fiziksel güç aygıtları olan sürekli ordunun ve polis örgütünün dağıtılmasıyla birlikte, Komün vakit yitirmeksizin manevi baskı aygıtını, rahiplerin iktidarını tasfiyeye girişti. Adli görevliler sahte bağımsızlıklarını yitirdiler, bunlar bundan böyle seçimle göreve gelen sorumlu ve geri alınabilir görevliler olacaklardı.”36

Lenin de işçi demokrasisine dayanan devletin temelinin sovyetler olacağını savunuyordu. Sovyetlerin seçimleri birden fazla partinin sınırsız bir basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü içinde yarışacağı seçimler olacaktı. Onun aklındaki işçi demokrasisi buydu, ancak olayların gelişimi buna izin vermedi. İşçi demokrasisinin potansiyelleri Ekim Devrimi işçi sınıfının kendi öz örgütlenme organlarıyla iktidara gelebildiği tek örneği oluştursa da bu organlar yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı. İşçi mücadelesinin geliştiği, kitlesel grevlerin yoğunlaştığı veya işçi sınıfının siyasal gücünün arttığı her zaman Rusya’daki işçi konseyleri olan sovyetlere benzeyen kurumlar ortaya 33 Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidara Geliyor, Yordam Kitap, 2016, s. 200 34 “Daniel Bensaid ve Proletarya Diktatörlüğü” https://www.youtube.com/watch?v=fn9wL8XzZZs 35 Friedrich Engels, Fransa’da İç Savaş’ın 1891 baskısına sonsöz. 36 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları, 1977, s. 57.

75


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

çıktı. 1915-1920 yılları arasında tüm Avrupa’yı sarsan devrimci dalga döneminde pek çok ülkede farklı adlarla işçi komiteleri ortaya çıktı. Ekim 1915’te Glasgow’daki işçiler, İngiltere’nin savaşı gerekçe göstererek işçilerin maaşları ve çalışma koşulları üzerinde sıkı bir denetim kuran, grevleri yasaklayan Cephane Yasası’na karşı çıkmak için Clyde İşçileri Komitesi’ni kurdu. Komite sendika yöneticilerinden bağımsız olduğunu ilan ediyordu: “Yalnızca işçileri doğru bir şekilde temsil ettikleri sürece sendika görevlilerini destekleyeceğiz ve onları temsil etmedikleri anda bağımsız hareket etmeye başlayacağız. Her işyerinden temsilcilerden oluşan komitemiz köhne kanun ve kurallarla kendisini kısıtlamayacak. İşçilerin gerçek duygularının temsilcisi olduğumuzu savunuyoruz. Durumun niteliğine ve tabanın isteklerine bağlı olarak derhal harekete geçebiliriz.”37

Komitenin gücü sendikal bürokrasinin etkisiyle kırılsa da, Clyde İşçileri Komitesi on binlerce işçinin katıldığı gösterilere ve yüz bin kişinin katıldığı grevlere önderlik etti. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Almanya’da da işçiler kendi örgütlenmelerini kurdular. Fabrika temsilcilerinin başta Berlin olmak üzere pek çok şehirde kurdukları komiteler Almanya’da monarşinin devrilip ülkenin savaştan çekilmeye zorlandığı Alman Devrimi’nde önemli rol oynadı. Bu süreçte işçilerin komiteleri aynı Rusya’da olduğu gibi askerlerin komiteleriyle birlikte hareket etmeye başlamıştı. Savaşa karşı çıktığı için yargılanan Alman devrimci Karl Liebknecht 1 Mayıs 1916’da savaşa karşı bir konuşma yaptığı için tutuklandığında onun yargılanmasını fabrika temsilcileri hareketinin örgütlediği 55.000 işçi protesto ediyordu.38 Aynı tarz örgütlenmelere daha sonraki yıllarda dünyanın farklı yerlerinde de rastlıyoruz. 1972-73 yıllarında Şili’deki Cerillos’ta yapılan grevlerde birleşen işçi ve köylüler cordon (dişli kayışı) adını verdikleri komitelerde örgütlendiler. Onlar “parlamentonun onların çıkarlarını temsil etmediğini” savunup “üretim üzerinde işçilerin denetiminin kurulması ve parlamentonun yerine bir işçi meclisi getirilmesini” talep ettiler.39 İran’da 1979’daki devrimin öncesinde on binlerce kişinin katıldığı grevler, şura olarak adlandırılan yapıların ortaya çıkmasını sağladı. 1980’lerin başlarında bağımsız şuraların yerini İslami şuralar aldı ancak grevler, resmen yasadışı olmalarına rağmen bir süre devam ettiler.40 Bu örnekler elbette sovyetlerle tam olarak aynı değillerdi, ancak tümü bir işçi demokrasisine temel oluşturabilecek, sınıf tabanlı bir örgütlenme potansiyelini barındırıyorlardı. Şili’de Allende hükümetinin cordonları bağımsız işçi örgütlenmeleri olarak kabul etmek yerine Halk Birliği’nin bir parçası olarak görmesi ve işçi sınıfını silahlandırmaması, İran’da ise siyasal İslamcıların karşısına net fikirlere sahip sol bir alternatifin çıkmaması, bu ülkelerdeki örgütlerin güçlerini giderek kaybetmelerine neden oldu. Daha sonra ise Şili’de Pinochet, İran’da İslamcılar bu örgütleri ezdiler. Ekim Devrimi’nin derslerinin bir kez daha sınandığı çok daha yakın bir süreç daha beş yıl önce yaşandı: Arap Devrimleri. Mısır Devrimi’nde işçi sınıfı 21. yüzyılın ilk devrimci dalgası olan Arap Baharı süreci Ekim Devrimi derslerinin hala geçerli olduğunu, hem bu dalganın ulaşabildiği büyük güçle hem de sınırları ile net bir şekilde ortaya koyuyor. 2011 yılının Ocak ayında Tunus’ta başlayıp bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesine yayılan bu hareket gerçek bir devrimci dalgaydı. Arap Devrimleri ülkelerini yıllardır yöneten ve onları oğullarına veya varislerine bırakmanın yolunu arayan diktatörlere olduğu kadar onların uyguladığı neoliberal politikalara da bir tepkiydi. Bunu en net şekilde Tunus ve Mısır örneklerinde görmek mümkün. Genç işsizliğinin zirve yaptığı, 2008 ekonomik krizinin etkisiyle daha da büyüyen bir ekonomik durgunluk ortamında Tunus ve Mısır’da Bin Ali ve Mübarek’e yakın aileler zenginleşirken halkın büyük bir çoğunluğu yoksulluk şartlarında yaşıyordu. Bu nedenle patlak veren harekette kent yoksulları ve işçi sınıfı önemli bir rol oynadı. Bölgenin en büyük ve en kalabalık ülkesi olan Mısır bu açıdan önemli bir örnektir. Enver Sedat’ın İnfitah (Açılma) politikalarını neoliberal politikalarla sürdüren Hüsnü Mübarek karşısında 2006 yılından itibaren giderek güçlenen bir işçi hareketini buldu. Tıpkı Şubat Devrimi’nde greve giden ve fabrika camlarına kartopları atarak erkekleri kendilerini katılmaya çağıran işçiler gibi Mısır’da da 7 Aralık 2006 tarihinde çoğunluğunu kadınların oluşturduğu tekstil işçileri “Kadınlar burada, erkekler nerede” sloganları ile fabrikalardan çıktılar 37 Donny Gluckstein, The Western Soviets, s. 67 38 a.g.e., s. 100. 39 Mike Gonzalez, “Şili 1972-73” (Ed) Colin Barker, Devrim Provaları, Yordam Kitap, 2010, s. 91. 40 Elaheh Rotsami-Povery, “1979 Devrimi’nden bu yana İran” Devrim Provaları içinde, s. 222

76


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

ve verilmeyen ikramiyelerini istediler. 2006’daki bu grevin iki gün sürmesi, polis tarafından dağıtılmamış olması ve başarıya ulaşması bir kitle grevi dalgasını ve örgütlenme seferberliğinin önünü açtı. 2008 yılında 12.000 işçi asgari ücretin arttırılması için eylem yaptı, vergi memurlarının greve gidip sendikalaşması başka mücadelelerin de önünü açtı. 25 Ocak 2011’de ülkede polis günü “kutlanırken” polis şiddetine ve adaletsizliklere karşı sokağa çıkma çağrısı yapan eylemciler çağrılarına muazzam bir kitlenin karşılık verdiğini gördüler. Tahrir meydanı işgal edildi ve 18 günün ardından Mübarek istifa etmek zorunda kaldı. Ancak bu süreçte işçi sınıfının oynadığı rol, kendisine sol diyen pek çok yapının dahi gözünden kaçtı. Oysa Tahrir’de sokağa çıkanların büyük kısmını işçiler oluşturuyordu. Bir araştırmaya göre, Tahrir’de ölen ve meslek bilgisine ulaşılabilen 120 kişiden 74’ü işçiydi.41 Başka bir araştırma ise bu süreçte yaralanan 4500 kişinin yüzde 70’inin eğitimsiz işçi, yüzde 12’sinin orta düzey eğitimli işçi, yüzde 11’inin ise öğrenci olduğunu ortaya koyuyor. Mübarek rejimi ilk hafta tüm kamu kurumlarını tatil ederek işçilerin elindeki en önemli silah olan grevi etkisiz hale getirmeye çalıştı. Ancak işçiler buna kendi mahallelerinde, Nil deltasındaki şehirlerde isyana katılarak verdiler. Süveyş’teki gösterilere işçiler önderlik etti ve Süveyş’teki tersane işçileri 26 ve 27 Ocak’ta greve başladılar. Kamu kurumları, Mübarek tarafından 6 Şubat’ta hayatı normale döndürmek amacıyla yeniden çalışmaya başlatıldı. Bu durum devrimci hareketi sakinleştirmek bir yana hareketin işyerlerine yayılmasını sağladı. Bütün ülkeye yayılan kitlesel grevler patlak verdi. Haftanın sonunda grevlere katılanların sayısı 300.000’i bulmuştu.42 Grevlere işçi eylemleri eşlik etti, sadece Şubat ayında bir önceki yılın tamamı kadar işçi eylemi gerçekleşti. Süveyş, Mahalla, İskenderiye ve Kahire’deki işçiler mücadeleye önderlik ettiler. Telekom Mısır’ın binlerce çalışanı, şirket müdürünün istifasını ve ücretlerde yüzde 10’luk bir artışı talep ettiler. Petrol sektörü tamamen felç olurken, İskenderiye ve Kahire arasındaki ulaşımı sağlayan işçilerin grevi önemli bir etki yarattı. Doktorlar hastanelerin önünde oturma eylemlerine ve grevlere başladılar. En önemlisi, eylemler askeri disiplinin geçerli olduğu, ordunun kontrolündeki fabrikalara da yayıldı.43 Gübre ve çelik fabrikalarındaki işçiler, kanal işçileri, çimento işçileri, temizlik işçileri, demiryolu, petrol ve tekstil işçileri grev dalgasına katıldılar. Eyleme kamu çalışanlarının da katılması devlet aygıtını paralize etti. Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SCAF) 11 Şubat günü Mübarek’in görevi bıraktığını açıkladı. Onların Mübarek’i feda ederek rejimi korumaya çalışmasında bu grevler kritik önemdeydi. Üç unsur kritikti; ordunun işçilere saldırmasını emretmek ordu saflarında bir bölünmeye neden olabilir, erler subaylara karşı çıkabilirlerdi. İkincisi, ordunun elindeki ekonomik gücün korunması gerekiyordu. Bu yüzden en iyi seçenek ordunun Mübarek’i yalnız bırakmasıydı. Üçüncüsü ise işçi hareketinin kitlesel doğası, orduyu, hareketi sermaye için daha güvenli bir yere doğru saptırmak için müdahale etmeye zorladı.44 Mısır Devrimi’nde tıpkı Ekim Devrimi’nde olduğu gibi izole edilmiş ve köşeye sıkışmış bir hükümdar (Mübarek), rejimi korumak için onu satmaya hazır olan egemen bir sınıf, ordu (Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi) ve toplumun geniş kesimlerinin isyan duygusunun ifadesi olan geniş bir koalisyon bulunuyordu. Tıpkı Şubat Devrimi’nin ardından yaşandığı gibi 25 Ocak devriminde Mübarek’i deviren işçiler rejim yanlısı patronlara ve devlet görevlilerine yöneldiler. Sokağa çıkanların içinde her birinin farklı amaçları ve farklı hedefleri olan Nasırcılar, Müslüman Kardeşler, Selefiler, liberaller ve sosyalistler vardı. Liberallerin ufku Mübarek’in devrilmesi ve yerine bir burjuva demokrasisi kurulmasıyla ve serbest pazarın geliştirilmesiyle sınırlıydı. Müslüman Kardeşler Türkiye’deki AKP’yi örnek alıyor ve iktidara gelmeye çalışıyorlardı. Onların siyasal planlarını, Mursi’nin iktidarındaki uygulamalar ortaya koyacaktı. 1990’ların sonundan itibaren illegal olarak mücadele eden sosyalistler ise sınırlı güçlerine rağmen işçi hareketi içindeki bağlantıları sayesinde hareketin organik bir parçası olabildiler. İşçi sınıfının bağımsızlığını sağlamaya, devrimin ardından yaşanan kitle grevleri arasında bağ kurmaya, Mübarek yanlısı yöneticilerin görevden uzaklaştırılması anlamına gelen tathir’i derinleştirmeye çalıştılar. Ancak onlar Bolşeviklere kıyasla çok daha az kişiye sahip, çok daha sınırlı güçleri olan bir örgüttü ve bu yüzden devrimin hemen ardından yaşadıkları büyüme de sınırlı oldu. Mısır Devrimi, sosyalist bir örgütün devrimin ateşinde inşa edilemeyeceğini gösterdi. Mısır Devrimi Ekim Devrimi ile pek çok benzerlik taşıyordu ve devrimlerin çağının geçtiğini iddia edenlere 41 Anne Alexander & Mostafa Bassiouny, Bread, Freedom and Social Justice: Workers and Revolution, London, Z Books, 2014, s. 198. 42 Gianni Del Panta, “The Role of the Egyptian Working Class in Mubarak’s Ouster”, The Open Journal of Sociopolitical Studies, 2016, s. 632. 43 Anne Alexander & Mostafa Bassiouny, Bread, Freedom and Social Justice, s. 200. 44 The Role of the Egyptian Working Class in Mubarak’s Ouster, s. 634

77


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

bir kez daha aksini ispat etti. Başlangıcında kendiliğinden bir nitelik taşıyordu, örgütlü güçler çağrı yapmış olsa da Tunus’a bakarak doğru zamanın geldiğini hisseden ve 25 Ocak’ta sokağa çıkan milyonlarca Mısırlı bu örgütlerin üyesi değildi. Devletin zor aygıtıyla kitleler karşı karşıya geldi ve polis aygıtı dağıldı, halk polisleri pek çok yerde üniformasını parçalayarak kaçmak zorunda bıraktı. Mısır ordusu erlerin de göstericilere katılabileceğini bildiğinden orduyu gösterilerden uzakta tuttu ve Mübarek’in görevden alındığını açıklayan Tantawi ordu ile halkın birlik olduğu yanılsamasını yaratmaya çalıştı. Ordu önce Müslüman Kardeşler’le devrimci hareketin sönümlenmesi üzerinden uzlaştı, İhvan bunu başaramayınca Türkiye’den hayli tanıdık olan taktikleri kullanarak hükümeti devirmeye yönelik kendi girişimlerine bir halk muhalefeti görünümü verdi. Sonunda 3 Temmuz’daki darbeyle Mursi’nin baskıcı politikalarına ve ekonomik uygulamalarına karşı milyonlarca kişinin iradesini 25 Ocak devrimini bütünüyle ezecek bir karşı devrimi başlatmak için kullandı. Önce Müslüman Kardeşler baskı gördü, sonra bütün muhalifler ve devrimciler. Bir referans noktası olarak Ekim Devrimi Ekim Devrimi’nin yukarıda açıklanan her aşaması bugün için de önemli dersler içeriyor. Bugün Ekim Devrimi’ni savunmak bu derslerin her birinden çıkan temel ilkeleri bugünkü mücadelelere uygulamak, onlara bu mercekten bakmak anlamına geliyor. Bunlardan ilki şu; devrimler, devrimcilerin, sosyalistlerin veya partilerin iradesiyle gerçekleştirilemez. Tarihteki devrimler incelendiğinde devrimi başlatan, kitle hareketinin patlak vermesine neden olan kıvılcımın çok fazla sayıda faktörün bir araya gelmesiyle kendiliğinden parladığı savunulabilir. Bu büyük kitlesel hareketler açısından da böyledir. Şubat 1917’de ekmek için sokaklara dökülen Rus işçiler de, Tunus’ta kendini yakan Muhammed Bouazizi de kendi eylemlerinin devrimleri tetikleyeceğini bilmiyordu. Elbette her ülkenin egemen sınıfı, kitlesel hareketleri ve devrimleri kullanmaya, ondan kendi çıkarı için yararlanmaya çalışır. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya Lenin’in mühürlü trenle Rusya’ya gitmesine izin verirken, onun yaratacağı etkinin Alman ordusunun hızla ilerlemesine katkı sağlayacağını düşünüyordu. Ancak Rusya’daki devrimci hareketin nedeni Almanya’nın geçişine izin verdiği farklı partilerden onlarca sosyalist değildi. Devrimci hareketler o gün olduğu gibi bugün de komplolar, planlar veya büyük devletlerin müdahaleleri tarafından yaratılmazlar. 1989-91 sürecinde Doğu Avrupa’daki bürokratik devlet kapitalisti rejimleri yıkan siyasal devrimler CIA tarafından yapılmadı. Çeşitli istihbarat teşkilatlarının ayrıntılarını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz müdahaleleri elbette olmuştur, ancak bu rejimlerin devrilmesinin asıl nedeni işçi sınıfının büyük çoğunluğunun bu rejimlere karşı sokağa çıkması, itaatsizlikte bulunması veya onları savunmamasıdır. Bu devrimlerin nedenleri batının müdahalelerinde, CIA arşivlerinde değil, Demirperde ülkelerinin ekonomik ve sosyal yapısında aranmalıdır. Bu yaklaşım bize Arap Devrimleri’ni anlarken de rehberlik ediyor. Mısır Devrimi’nin dinamiklerini yukarıda gördük ancak bölgedeki pek çok ülkedeki isyanlar benzer dinamiklerden kaynaklandı. Tunus’ta, Libya’da, Bahreyn’de, Yemen’de ve elbette Suriye’de ekmek, özgürlük ve sosyal adalet isteği ile sokağa çıkan kitleler emperyalizmin oyuncağı değil, tarihin özneleriydiler. Ekim Devrimi’nden ilham alan devrimciler için birinci görev bu devrimlerden heyecan duymak, onlardan öğrenmek, onlarla dayanışmak olmalıdır. Milyonlarca kişiyi harekete geçiren muazzam bir toplumsal mücadele dalgasını emperyalizmin bölgeyi yeniden tasarlama çabası olarak yaftalamak, dünyayı sınıfların mücadelesi olarak değil, devletlerin komploları şeklinde algılamanın bir sonucudur. Devrimlerin kendiliğinden niteliğinden çıkarılabilecek hem doğru hem de yanlış dersler var. Devrimlerin başladıkları gibi kendiliğinden bir şekilde zafere ulaşacaklarını düşünmek, hareketi kutsamak veya “dışarıdan” her türlü müdahalenin önüne geçmeye çalışmak yanlış bir tutum olur. Her toplumsal hareketin ve onun en uç formu olan her devrimin kendisi de bir mücadele alanıdır. Her türlü siyasal güç devrim sürecine müdahale eder ve olaylara kendi siyasal gündemine uygun bir şekilde yön vermeye çalışır. Devrimin ilk günlerinde ortak bir düşmana karşı birlikte hareket eden güçler, kısa sürede sınıfsal çıkarlarına göre bölünür. Bu yüzden bir devrim sürecinde işçi sınıfının kendi bağımsız çıkarlarını savunması çok derece önemlidir. Devrimci parti tam da bu noktada devreye girer. Parti sınıfın içindeki ileri unsurları devrimci süreçten önce bir araya getirir, onları eğitir, onları geçmiş mücadelelerin dersleriyle donatır. Devrimci süreçte ancak böylesi bir parti bütün hareketi önceki rejimden tam bir kopuşa yöneltebilir. Devrimci parti normal dönemlerde egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında olan ancak devrimci mücadele içinde bu fikirlerden kısmen kopan işçi sınıfını kazanmaya, ona liderlik etmeye çalışır. Troçki bunu veciz bir şekilde ifade eder; “Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte,

78


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”45

Devrimci parti, devrimci olmayanlar dönemlerde hem burjuva siyasal demokrasinin alanını genişletmek için hem de en küçük ekonomik temelli grevden, anayasaların oluşum sürecine, işçi sınıfının büyük çoğunluğu ile her fırsatta yan yana gelmeye, birlikte mücadele etmeye çalışır. Bunlar işçi sınıfının kendisini eğittiği reform mücadeleleri olabilir. Kornilov darbesi örneğinde olduğu gibi darbeye karşı mücadeleler olabilir. Veya faşizme karşı birleşik cephe örneğinde olduğu gibi faşist örgütlere karşı mücadeleler olabilir. Devrimci partinin amacı bu mücadelelerde en etkin ve siyaseten net unsur olarak öne çıkmayı başararak işçi sınıfının güvenini kazanmaktır. Birleşik cephe taktiği, farklı örgütlerden, farklı işkollarından, farklı siyasal görüşlerden işçilerin birliğini temel alır. Dolayısıyla bu taktik, farklı sınıfların birliğini temel alan 1930’ların sonlarındaki “Halk Cephesi” politikalarıyla karıştırılmamalıdır. Devrimin kendiliğinden niteliği, onun işçi sınıfının kendi eylemi olmak zorunda olmasından kaynaklanır. İşçi sınıfının milliyetçilikten, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten kopabilmesi sadece kendi eylemiyle, bu kitlesel eylemlilik sırasında bilinçlenmesiyle mümkündür. Marx Alman İdelojisi’nde “Bir toplumsal devrim sadece kapitalizmi yerinden etmenin tek yolu olduğu için değil, aynı zamanda onu yerinden eden sınıfın çağların pisliğinden temizlenmesi için de gereklidir” diyerek bunu vurgular. Bir azınlık kendisini işçi sınıfının yerine koyamaz, ikame edemez. Bu azınlığın, ister kendisini sınıfın öncüsü ilan eden bir parti, ister “ilerici subaylar”, isterse bir parlamento grubu ve “işçi dostu” milletvekilleri olması durumu değiştirmez. İşçi sınıfının oy verdiği partinin iktidar olması da sosyalizmin kurulabilmesi için yeterli değildir. Tarih bu dört durumun da örneklerini sunuyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendilerini işçi sınıfının temsilcisi olarak gören Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) milletvekilleri işçileri cepheye ölüme gönderirken kendileri hükümete katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Doğu Avrupa’ya giren Kızıl Ordu tankları yerel Komünist Partileri iktidara getirdiler ve bu partiler SSCB’nin kuklaları haline geldiler. Nazilerden kurtulan halkın Kızıl Ordu’ya yönelik sempatisi, yerel partizan güçler önemliydi elbette, ancak “sosyalizmi” kuran işçi sınıfının çoğunluğu değil sovyet birlikleri oldu. Şili’de iktidara gelen Allende hükümetini bu açıdan da hatırlayabiliriz. Halkın Birliği iktidardaydı ancak burjuvazinin, ordunun ve ABD’nin ortak müdahalesi işçi sınıfının silahlanmamış olmasıyla birleşince Allende bir darbeyle yıkıldı. Ekim Devrimi’ne bakmak, onu temel almak işçi sınıfının değişim potansiyeline güvenmekle de ilgilidir. 1905 Devrimi Çar’a taleplerini iletmek için barışçıl bir yürüyüş yapan işçilere ateş açılmasıyla başlamıştı. 12 yıl sonra Ekim Devrimi’nde işçiler Çar’ın heykellerini deviriyor, portrelerini parçalıyor ve iktidarı ele geçiriyorlardı. Rus işçi sınıfı Avrupa’daki işçi sınıfıyla kıyaslandığında çok “geri” idi. Ortodoks kilisesi güçlüydü, işçilerin büyük çoğunluğunun cinsiyetçi, Yahudi karşıtı, ırkçı önyargıları vardı. İşçiler egemen sınıfın bütün bu fikirlerinden devrim sürecinde aşamalı olarak koptular. Yahudileri hedefleyen katliamlara karşı harekete geçtiler, Yahudi devrimcileri sovyetin lider kadrosuna seçtiler, kadınlar dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen özgürlükleri kazandı. Ekim Devrimi işçi sınıfının hem kendini, hem de dünyayı değiştirme gücünün ölçeğini gösterdi. Bunu hatırlamak siyasal gericilik ve baskı dönemlerinde daha büyük bir önem kazanıyor. Bugün Türkiye’de işçi sınıfının çoğunluğunun AKP’ye oy verdiği koşullarda solun bir bölümün içine düştüğü umutsuzluk, bu gücün küçümsenmesinden kaynaklanıyor. Bugün işçiler çok büyük oranda milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi fikirler tarafından kuşatılmış durumda. Sendikalar bölünmüş halde, sendikal örgütlülük çok düşük düzeyde, taşeronlaşma ve güvencesizleştirme süreçleri devam ediyor, kıdem tazminatına saldırılar sürüyor. OHAL koşulları altında grevler yasaklanıyor, işçi sınıfının haklarına saldırılıyor. Bütün bu şartlar altında Türkiye işçi sınıfının göreli olarak hareketsizliği işçi sınıfına ve onun gücüne olan inancın zayıflamasına neden oluyor. 1989 Bahar eylemleri, 1991 Zonguldak yürüyüşü, 1990’ların ikinci yarısındaki kamu çalışanları mücadelesi… Bir süreklilik taşıyan bu hareketlerin ardından 2000’li yıllar boyunca işçi sınıfı sermayenin saldırılarına karşı, aynı ölçekte bir cevap üretemedi. Tekel eylemleri, tersanelerde yaşanan iş cinayetlerine karşı mücadele ve metal işçilerinin Bursa merkezli “Metal Fırtına” eylemleri önemliydi ancak yukarıda bahsedilen eylemler kadar büyük bir etki yaratamadılar. Gezi günlerinde sokağa çıkan genç eylemciler işçi sınıfının gücüne tanık olmadılar. Ancak bu koşullarda dahi, dünyayı değiştirecek tek güç işçi sınıfı, bu gücü uyandırmanın tek yolu ise yıllarca, sabırlı bir şekilde sınıf için devrimci çalışma yürütmek. İşçi sınıfının en ileri kesimlerini bir araya getirmek ve onları geçmiş deneyimlerin dersleriyle donatmak. Böyle bir devrimci partinin inşası için kestirme bir yol yok. Geride bıraktığımız on yılın deneyimi böyle bir partinin toplumsal hareketin ortasında inşa edilemeyeceğini de, Kürt hareketinin böyle bir hareketi ikame edemeyeceğini de gösterdi. Bu zor görevi başarmanın belki de en önemli 45 Leon Troçki, a.g.e, s.9.

79


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

adımı, devrim fikrini yeniden güncel bir seçenek olarak ortaya koymak Güncel bir seçenek olarak sosyalist devrim En geniş anlamıyla tanımladığımızda sol politikalar dünyanın her yerinde o veya bu şekilde temsil ediliyor. Sosyal adalet, iş güvencesi, eğitim ve sağlık hakkı, cinsiyetçiliğe, milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele bu solun belirleyici özellikleri. Elbette sol yekpare bir bütün değil, önce 20. yüzyılın başındaki reform-devrim ikilemine göre ayrılıyor. Devrimi savunduğunu söyleyen akımlar da kendi aralarında –stalinizm, troçkizm, anarşizm, maoizm vb– ayrılıyorlar. Ancak “sosyalist devrim” fikri bırakın toplumun geniş kesimlerini, antikapitalist hareketin içinde bile egemen bir fikir değil. “Sosyalist devrim” fikri dünyanın dört bir yanında hala stalinist partilerle özdeşleştiriliyor ve onların yeni bir Stalin yaratmasından korkuluyor. Yazının başlarında belirttiğimiz iki argüman yani Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğu fikri ve devrimlerin 20. yüzyıldaki deneyimler gibi totaliter rejimler kurulmasına neden olacağı fikri halen çok yaygın. Bu durumun somut temelleri var elbette. İlk faktör egemen sınıfların devrim fikrini dünya halklarının kolektif hafızasından silmek için yürüttükleri politikalardı. Marx’ın dediği gibi “Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleri” ise belki de en egemen olan fikir içinde yaşadığımız dünyanın hâlihazırdaki işleyiş şekline bir alternatif olmadığıydı. 1980’lerde başlayan neoliberal saldırı da bu fikrin yaygınlaşmasını sağladı. Siyasal olarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin bürokratik baskıcı rejimlerine karşı Batı’nın ve NATO’nun özgür dünyası tek alternatifti. Ekonomik olarak ise kapitalizmden ve neoliberalizmden başka bir seçenek yoktu, serbest piyasa ekonomisi insan toplumlarının organize etmenin tek rasyonel yolunu temsil ediyordu. Bu fikirler Margaret Thatcher’ın “There is no Alternative - Başka bir alternatif yok” (TINA) doktrini olarak öne çıktı. Egemen sınıflar 1917 Ekim Devrimi’nin anısı tarihe gömmekte de büyük oranda başarılı oldular. İngiliz sosyalist George Orwell’in stalinizmi eleştirdiği Hayvan Çiftliği kitabı sosyalizmin mutlaka başarısız olacağının propagandasını yapmak için kullanıldı. Dünya savaşları hakkında sayısız film yapılırken Ekim Devrimi son otuz yılda sinema ekranında 1981 yapımı Reds filmini saymazsak yer bulamadı. İkinci faktör Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku rejimlerinin yıkılmasının yarattığı etkidir. Bu rejimlerin yıkılması geniş kitleler tarafından stalinizmin veya devlet kapitalizminin değil sosyalizmin başarısızlığı olarak algılandı. Bu rejimler çökünce Stasi’nin Alman halkını nasıl fişlediğini saklamak imkânsızlaştı, Polonya’daki Dayanışma hareketinin grevinden sonra bu rejimin işçileri temsil ettiğini iddia etmek mümkün olmadı. Bu rejimleri 1920’lerin ortasından beri eleştiren troçkist hareketin tezlerinin kısıtlı bir etkisi oldu, bu rejimlerin niteliğini açıklayabilen örgütler bir ölçüde büyüdüler ancak dünya genelinde asıl egemen açıklama marksizmin tarihe gömüldüğü oldu. Bu tarihten sonra kapitalizme muhalif olan, onun sonuçlarına karşı çıkan, başka bir dünya özlemi duyanların ilk yöneldikleri yer marksizm olmadı. Kapitalizmin ne olduğu ve onunla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusundaki onlarca farklı fikir, yeni kuşaktan eylemcileri farklı düzeyde etkiledi. Üçüncü faktör ise antikapitalist hareketin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanıyor. Antikapitalist hareket ortaya çıktığı günden beri çok farklı düşüncelerin, akımların bir birliğiydi. Bu durum bir yandan onun farklı kesimlerden destek almasını, kitleselleşmesini kolaylaştırırken diğer yandan hareketin stratejik tartışmalar yürütmesini ve bütünlüklü bir rota izlemesini zorlaştırdı. Kapitalizm karşıtlığı hareket için birleştirici bir noktaydı, ancak kapitalizmden hareketin her kesimi aynı şeyi anlamıyordu. Kapitalizm özellikle 2008 ekonomik krizinin ardından finans sektörüyle, milyon dolarlık ikramiyeler alan bankacılarla özdeşleşti. Kriz öncesinde de kapitalizmin sembolleri çok uluslu şirketler, Coca Cola ve McDonalds gibi markalar olarak öne çıkıyordu. Antikapitalist hareketin bir bölümü ve ağırlıklı olarak ortaya çıkan “antikapitalist kültür” hedefine bu sembolleri koydu. Ancak bu durum çelişkili bir etki yarattı. Kapitalizmin etrafımızı saran, tüm üretim ve tüketim ilişkilerimizi belirleyen bir ekonomik sistem olarak değil, merkezinde finansın, çok uluslu şirketlerin ve ünlü markaların olduğu dışsal bir varlık olarak algılanması, ona karşı bu sembollerin yadsınması ve reddedilmesiyle mücadele edilebileceği yanılsamasını yarattı. Büyük markalardan alışveriş yapmak yerine “yerel üreticileri” tercih etmek, “etik ürünler” satın almak vb. Oysa kapitalizm ne tükettiğimizle veya nasıl yaşadığımızla değil, üretim ilişkilerindeki rolümüzle ilgilidir. Kapitalizme karşı mücadele de onun en görünen sembollerinden kaçınmakla değil, onun tam merkezindeki süreç olan üretim sürecindeki öznelerin -işçi sınıfının- potansiyeli ile ilgilidir. Alternatif bir tüketim ve yaşam kültürünün “antikapitalizm” olarak sunulması çoğunlukla en alttakileri, kent yoksullarını, mavi yakalı emekçileri kapsamayan eylemcilerin hayatlarında bir kaç değişiklik yaparak kendilerini antikapitalist hissetmelerini sağladı. İhtiyacımız olan ise bu kesimlere odaklanan, onlara her gün içinde yaşadıkları ve deneyimledikleri gerçekliğin arkasında yatan mekanizmaları

80


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

anlatan, kapitalizmi teşhir ederken bu teşhiri işçi sınıfının merkezi önemine ve potansiyeline bağlayan bir strateji. Bütün bu faktörler devrim seçeneğinin ideolojik alanda baskılanmasına neden olsa da içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda sosyalist bir dünya devriminin koşullarının olgunlaşmış olduğunu görüyoruz. Dünya işçi sınıfının sayısal gücü Marx ve Engels’in Komünist Manifesto yazdığı günlerden bu yana hızla arttı. Bugün Çin’deki işçi sınıfı 800 milyon kişiyi aşmış durumda. Onu neredeyse 400 milyon kişiyle Hindistan, yaklaşık 150 milyon ile ABD, 100 milyon ile Endonezya ve Brezilya işçi sınıfları izliyor. İşçi sınıfı yalnızca büyümüyor, dünyanın her yerinde mücadele ediyor. 2 Eylül 2015’te Hindistan’da 150 milyon işçi hükümetin yeni iş yasasına karşı greve gitti.46 2012 yılında New York’ta saatlik 15 dolar ücret talep eden 200 fast food çalışanının greve gitmesiyle başlayan saatlik 15 dolarlık asgari ücret mücadelesi altı kıtada 300 kente yayıldı. İşçiler bu ücretin yanı sıra sendikalaşmak da istiyorlar.47 İşçiler en zor koşullarda bile mücadeleden vazgeçmiyor; 2016 yılının ilk yarısında Çin’deki işçilerin grev ve eylemleri bir önceki yıla göre %20 arttı. Bu dönemde Çin’de 1456 grev gerçekleşti.48 Sermaye ABD ve Avrupa’daki emek maliyetinin yüksek olmasından –yani onlarca yıldır süren sendikal mücadelenin sonucunda işçi sınıfının kazanımlarından– kaçmak için üretimi her zaman ücretlerin daha düşük olduğu yerlere taşıdı. Üretim 1960’larda Brezilya ve Güney Amerika’ya, 1970’lerde Güney Kore’ye dün Çin’e, bugün ise Vietnam, Kamboçya ve Bangladeş gibi ülkelere kaydırıldı, ancak üretimi işçilerin mücadeleleri de izliyor.49 Hem Güney Asya ve Uzakdoğu’daki yeni oluşan işçi sınıfı, hem de Avrupa ve ABD’deki sanayisizleşme nedeniyle işsiz kalan eski işçiler mücadele ediyor. Kapitalizmin dönüşümü ve küreselleşme bazı durumlarca işçilerin önemini arttırabiliyor bile; örneğin stok maliyetlerini düşürmek için uygulanan yedek parçaların tedarikçiden montaj fabrikalarına “tam zamanında” ulaştırılmasını temel alan just in time sistemi bir fabrikadaki işçilerin bütün bir otomotiv sektörünü felç etmelerine olanak tanıyor. 2010 yılında Çin’de bir otomobil parçaları fabrikasındaki grev nedeniyle Çin’deki tüm Honda üretimi kısa sürede durma noktasına geldi. Türkiye’de Mayıs 2015’te başlayan metal işçilerinin eylemlerinde otomotiv işçileri kısa sürede Renault’un başka ülkelerdeki fabrikalarını da çalışamaz duruma getirmişti. Üstelik bugünkü dünya, bir dünya devrimine, dün olduğundan çok daha elverişli. 2011 kışında başlayan Arap Baharı’nın dünyadaki diğer mücadeleleri nasıl tetiklediğini hatırlamak faydalı olacak. Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin 4 Ocak’ta öldürülmesi ülkede eylemlere neden oldu. Eylemler kısa sürede Umman, Yemen, Mısır, Suriye ve Fas’a sıçradı. 25 Ocak’ta Mısırlılar Tahrir meydanında toplandılar, 15 Şubat’ta Libya’da, 15 Mart’ta Suriye’de eylemler başladı. 15 Mayıs’ta İspanya’da yüz binlerce kişi Öfkeliler adıyla sokağa çıktı. 25 Mayıs’ta hareket Yunanistan’a sıçradı, yüz binlerce kişi Atina’nın merkezindeki Syntagma meydanını işgal etti. 17 Eylül’de hareket okyanusun diğer yakasına ulaştı ve New York’ta Wall Street’i işgal et hareketi başladı. Bütün bu hareketler Arap Baharı nedeniyle başlamadı elbette ama her hareket diğerini etkiledi ve dönüştürdü. Dünya işçi sınıfı bugün birbiriyle çok daha fazla iletişim kuran bir kitle. İşçi sınıfı büyüyor ve mücadele ediyor, bu mücadeleler yalnızca ekonomik değil siyasal talepleri de içeriyor. Ancak bu mücadelelerde eğitilen işçilerin devrim fikrine kazanılması zor ve uzun bir süreç gerektiriyor. Bu süreçteki en büyük engellerden biri ise yukarıda açıklanan ideolojik hegemonya ve devrim fikrinin geniş kitlelerin tahayyül sınırlarının dışına çıkarılması. Mark Fisher Kapitalist Gerçekçilik kitabında kapitalizmin kendisini nasıl tek mümkün olan gerçeklik olarak inşa ettiğini incelerken Children of Men (2006) ve Wall-E (2008) filmleri üzerinden kapitalizme muhalefetin kapitalizm tarafından içerilerek nasıl etkisizleştirildiğini anlatır: “Son Umut’u seyretmek, bize kaçınılmaz biçimde Frederic Jameson ve Slavoj Zizek’e atfedilen, dünyanın sonunu hayal etmenin, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğu deyişini hatırlatıyor. Bu slogan, tam da benim “kapitalist gerçekçilik” ile kastettiğim şeyi yakalıyor: Kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkânsızdır.”50

Fischer kapitalizmin alternatifsizliğinin doğallaşmasının hegemonik etkisini vurgular: “Berlin Duvarı’nın yıkılışının üzerinden tam bir kuşak geçti. 1960’lar ve 1970’lerde, kapitalizm dışarıdan enerjileri nasıl sınırlandırıp soğuracağı sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Şimdiyse, aslında, sorunu bunun tam tersi; dışsallığı, olanca başarıyla eklemlemiş olarak, kolonize edip sahipleneceği bir dışarısı olmaksızın nasıl işlev görebilecek? Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşı 20’nin altındakilerin çoğu için, kapitalizme alternatifin yokluğu artık bir mesele bile değil. Kapitalizm, tasavvur edilebilir olanın 46 Marksist.org “Hindistan’da 150 milyon işçi grevde!” 3 Eylül 2015 47 http://fightfor15.org/about-us/ 48 “China: Strikes and Protest numbers jump %20”, 14 Temmuz 2016, Financial Times. 49 Beverly Silver, Küresel işçi sınıfının yeniden yapılanması, Başlangıç, 29 Eylül 2017 http://baslangicdergi.org/kuresel-isci-sinifi/ 50 Mark Fischer, Kapitalist Gerçekçilik, Habitus Kitap, 2010, s. 8.

81


100. yılında Ekim Devrimi: Gelecekten bir manzara | Onur Devrim Üçbaş

ufuklarını kesintisiz olarak işgal ediyor. Jameson, kapitalizmin halkın düş yaşamını sömürgeleştirmiş olması gerçeğinin doğal gibi kabul edildiğini, o kadar ki artık üzerine yorum yapmaya değer görülmediğini dehşet içinde yazıyordu.”51

İşçi sınıfı sayısal olarak büyürken, siyasal ve ekonomik mücadeleleri yoğunlaşırken Lenin’in tasvir ettiği devrimci sürecin üçüncü ve kritik öğesi olan devrimci partinin dünyanın her yerindeki eksikliği ile karşı karşıyayız. Stalinist olmayan akımların inşa ettiği devrimci partiler 1968’deki büyük işçi ve öğrenci hareketi dalgasından büyüyerek çıksalar da 1980’lerin başından beri yaşanan sermayenin büyük saldırısı sonucu zayıfladılar, bugün pek azı sınıf mücadelesinde bir anlam ifade etmeyen sektlerden fazlasını ifade ediyor. Sınıfın öncüsü olduğunu iddia eden onlarca küçük grup ise ikameciliğin veya reformizm şu veya bu türüne saplanıp kalmış durumda. Bir devrimci partinin bu kaderden kurtulması için kestirme bir yol, hazır bir reçete yok. Belki yapılacak en iyi şey işçi hareketinin köklerine, Marx ve Engels’in dönemine bakıp o dönemde sosyalistlerle işçi hareketinin yakınlığından ders almak. Doğrudan işçi sınıfının içinden çıkan teorisyenler, işçi sınıfının tüm düşünce ve tutumlarını devrimci parti içinde doğrudan yansıtabileceği araçlar ikameciliğe karşı mücadelede ilk akla gelenler. Elbette bütün bunlar canlı bir sınıf mücadelesi döneminde gerçekten sürdürülebilir ve tam potansiyeline ulaşabilir. Geçmiş günler yeniden gelecek Dünya son derece istikrarsız günlerden geçiyor. Küresel ekonomik kriz 2009 yılındaki kadar etkili olmasa da, onun dünyanın pek çok ülkesinin büyüme oranları üzerinde yarattığı olumsuz etki bugün bile devam ediyor. Güney Avrupa başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kemer sıkma politikalarının uygulanması sürüyor. Eğitime, sağlığa ayrılan bütçeler azalırken şirketlerin önü açılıyor. Küresel ekonomik krizin daha akut bir sorun haline getirdiği temsil krizi de devam ediyor. Ana akım partiler güç kaybederken siyasal yelpazenin iki ayrı ucundaki partilerin hızla güç kazanabildiğini görüyoruz. Bir yanda ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Fransa’da Le Pen tarafından temsil edilen sağ güçler varken diğer yandan sola doğru da bir yöneliş var. Bugün geldiği nokta ne olursa olsun Yunanistan’da Syriza’ya oy verenler bunu sol bir alternatif arayışıyla yapıyorlardı. İspanya’da Öfkeliler hareketinin siyasal temsilcisi olan Podemos ilk girdiği genel seçimlerden yüzde 20’lik bir oy oranıyla çıktı. İngiltere’de İşçi Partisi liderliğine aday olduğunda büyük medya kuruluşlarının alayları ile karşılaşan partinin en solcu kanadının temsilcisi Jeremy Corbyn’in başında olduğu İşçi Partisi bugün anketlerde sağcı Muhafazakâr Parti’den daha önde gözüküyor. ABD’de geçtiğimiz Başkanlık seçimlerinin aday belirleme sürecinde Bernie Sanders’ı desteklemiş olan Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri’nin (DSA) üye sayısı 2016 yılının başından bu yana 7.000’den 28.000’e çıktı. Fransa’da Sosyalist Parti’nin solundaki aday Melenchon Fransız Başkanlık seçimlerinin ilk turunda yedi milyon oy ile oyların yüzde 19,5’unu aldı. Dünya bir yandan ekonomik krizin, diğer yandan ekolojik krizin etkisiyle sarsılırken, burjuva demokrasisi halkın meşru temsilcisi olarak merkez sağ ve sol partilerin inandırıcılığını sağlayamıyor. Seçimlere katılım oranı, büyük partilerin üye sayıları düşüyor. Görünen o ki geniş kitleler bir alternatif arıyor. Bu alternatifin sol bir alternatif olacağı garanti değil elbette; Trump’ın başkanlığından Avrupa’daki sağcı partilerin yükselişine bütün göstergeler bunun aksine işaret ediyor. Sola yönelen kitleler ise merkeze en yakın sol reformist partilere yöneliyorlar ilk olarak. Devrimci sosyalistler bütün dünyada bir azınlık olmaya devam ediyor. Ancak küresel ekonomik krizin derinleşmesi veya sınıf mücadelesindeki bir yükselme bu tabloda radikal değişikliklere neden olabilir. Lenin’in deyimiyle yine “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilemediği, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemediği” günlerden geçiyoruz. Eğer ABD’de sosyalistleri öldüren ırkçıların, ABD ve Kuzey Kore arasında artan gerilimin hatırlattığı nükleer savaş tehdidinin, milyonların öleceği feci bir iklim değişiminin veya Çin’de örneklerini gördüğümüz kölelikten beter çalışma koşullarının temsil ettiği barbarlıktan kaçınmak istiyorsak tek seçeneğimiz yeni Ekimler yaratmak. Bunun potansiyelleri dünyanın her ülkesinde farklı derecelerde mevcut. Bugün dünyadaki gerçeklik, elinizdeki derginin 1997 yılında yayınlanan ilk sayısının kapağının hala geçerli olduğunu gösteriyor: “Ekim Devrimi geleceğimizdir.”

51 a.g.e., s. 14.

82


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? Yıldız Önen, Şenol Karakaş

P

arti tartışmaları sınıf mücadelesinin her evresinde ateşli bir şekilde sürüyor. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde belirleyici bir rol oynayan Bolşevik Partisi’nin deneyleri, bu ateşli tartışmalarda genellikle merkezde oluyor. 1917 Ekim devrimi dışında başarılı başka bir deneyim yaşanmadı. Sayısız parti, sayısız ülkede, sayısız girişimde bulundu ama işçi sınıfının kendi demokratik özyönetim organları üzerinde yükselen bir iktidarın şekillenmesinde işçilere liderlik eden biricik parti deneyimi Bolşevik Partisi’nin mücadelesinde açığa çıktı.1 Bu yazıda, başarılı bir devrime önderlik etmiş olan Bolşevik Partisi etrafında süren tartışmalara değinip, tartışmayı sürdürenlerin ezici çoğunluğunun sorunu bulandırmaktan, önyargılarını teorik yaklaşım gibi sunmaktan öteye geçemediğini göstermeye çalışacağız. Kuşkusuz Bolşevik Partisi, Rus devrim tarihinin zirvesi olan Ekim Devrimi’nden; Ekim Devrimi, Rus işçi sınıfının içinde şekillendiği ve eylemiyle şekillendirdiği tarihinden ve Lenin’in mücadelesinden; devrimci girişkenliği, teorik-politik yaklaşımlarından kopartılamaz. Lenin’in fikirleri ve mücadelesini ele alan ve alanında benzersiz bir bakış açısına sahip olan Lenin biyografisinin yazarı Tony Cliff, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1917 yılında devrimin gerçekleştiği güne kadar olan bölümü incelediği ikinci ciltte şunları söylüyor: “Lenin ‘in Nisan’da partiyi silahlandırmada, Nisan, Haziran, Temmuz aylarının beklenmedik gelişmeleri sırasında, Kornilov darbesi ve nihayet ayaklanma boyunca partiye rehberlik etmede gösterdiği başarı, şu yalın gerçeğin ürünüydü: Lenin’in Bolşevizm geleneğini kendi kişiliğinde cisimleştirmiş olması ve uzun yılları bulan zorlu devrimci mücadelenin sonucu olarak, parti kadrolarına güven duyması. Lenin partiyi etkiledi; parti ile sınıf karşılıklı olarak birbirlerini etkilediler. Aynı şekilde, proletarya partiyi yarattı ve parti Lenin’i biçimlendirdi.”2

1

Şenol Karakaş, “Ekim Devrimi’nden bugüne partinin rolü”, Sosyalist İşçi, 603. sayı

2

Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Bütün İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, Ekim 1995, s. 8.

83


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Devrimin, Bolşevik Partisi’nin ve Lenin’in kaderi Bu karşılıklı biçimlendirme, partinin, Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin tek başına, birisi diğerleri tartışmanın merkezine katılmadan ele alınamayacağını söylemek demektir. Nitekim, Lenin eleştirmeni olup da Ekim Devrimi’ni savunan ya da Ekim Devrimi’ni eleştirip ama Bolşevik Partisi’ni savunana pek sık rastlanmaz. Daha çok Lenin, Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi’ni aynı anda eleştirmek, damgalamak, suçlamaktır hâkim entelektüel eğilim. 1989-1991 yıllarında Doğu Bloku rejimlerinin yıkılması, aynı anda devrimi, Lenin’i ve Bolşevik Partisi’ni eleştirenlerin tarihsel haklılığının kanıtı gibi görüldü. Hem kapitalizm komünizme galebe çalmıştı hem de bir daha leninizmden övgüyle söz etmek cesaret gösterisi olarak algılanacak hale gelmişti. John Rees müthiş makalesi Ekim’in Savusunu’nda 1989-91 yıllarında Doğu Bloku rejimlerinin arka arkaya yaşadığı çöküşlerin ardından başlayan leninizmi ve Ekim Devrimi’ni aşağılama korosuna bir dizi örnek veriyor. Örneğin Marxizm Today editörü Martin Jaques, gelişmeleri “Stalinizm ve büyük ölçüde de leninizm için yolun sonu bu. Halk otoriterliği reddetmiştir.” 3 Komünist Parti Genel Sekreteri Nina Temple, “Devrimden bu yana Rusya’ya bakarsanız, işler başından beri bozuk gitmiştir.”4 Bu iki örnek, 1990’lı yılların başında hızla çöken Doğu Bloku rejimlerinin dayandığı stalinizmin, leninizmin devamı olduğunu ve Ekim Devrimi’nin en başından itibaren ‘bozuk’ olduğunu iddia ediyor. Daha acıklı iki örnek ise New Left Review’ün editörü Robin Blacburn’ün yazdıkları: “Marksizm Rus devriminin kaderine ortak olmaktan kurtulamaz.”5 John Rees’in bir zamanların marksisti dediği Paul Hirst ise bütün bir sağcı entelektüel geleneğin içinden geçenleri özetliyor ve Lenin’in daha iyi bir toplum kurma girişiminin “Bolşevik Partisi’nin iktidar tekeline, gizli polis denetimine dayalı sisteme ve özü gereği otoriter olan demokratik merkeziyetçilik uygulamasına” yol açtığını iddia ediyordu.6 Son iki alıntı Ekim Devrimi’nin 1989-91’de yenildiğini ve bu yenilginin marksizmin yenilgisi anlamına geldiğini tartışmasız bir gerçek olarak sunarken, aynı zamanda, gelişmelerin Bolşevik Partisi’nin örgütlenme ilkesinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Daha eski bir tartışma Devrimin kaderinin marksizmin yenilgisi olduğu değil fakat Lenin’in savunduğu örgütlenme önerisinin, yenilgisi olduğu sıkça tekrarlanır. Bu demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin parti yönetiminin demir yumruğunun otoritesi anlamına geldiği iddiasıyla özetlenebilecek eski bir tartışma. Rusya’da dönemin sosyalistleri, 1903 yılında bir parti kurmak için kongre örgütlediklerinde, ortaya çıkan sonuç tek bir parti değil iki parti, sonuçları 1917 yılında gerçekleşen işçi devrimine de etki edecek olan aşılmaz bir bölünme olmuştu. Birbirinden kopuk işçi örgütlerinin ortak bir devrimci program etrafında bir araya gelmesi ve merkezi bir parti yapısı altında örgütlenmesi için düzenlenen kongre sadece Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle sonuçlanmamış, Lenin’in adı etrafında aşırı merkeziyetçi bir parti modelini savunduğu algısının oluşmasına da neden olmuştu. 1904 yılında kaleme aldığı Siyasi Görevlerimiz broşüründe, Lenin’in yığınların gücüne güvenmediğini, dışarıdan ve kafalara zorla kazınan bir marksizmi savunduğunu iddia eden Troçki meşhur tanımını yapar: “Lenin’in metodu şuraya gider: Parti örgütü (kongre) önce tüm olarak partinin yerine geçer; sonra Merkez Komitesi örgütün yerine geçer; sonunda bir tek ‘diktatör’ Merkez Komitesinin yerine geçer…”7 Lenin’in üzerine yapışan, 100 sene sonra hala leninizm tartışmasında, devrimin kaderini çizen güçlerin ele alındığı polemiklerde ve Doğu Bloku’nun çöküşünün kökenlerini araştıran analizlerde akla ilk gelen suçlama, 100 küsur sene önce ilk kez Troçki tarafından dile getirilen bu eleştiri olmuştur. Oysa, parti tartışmasında Lenin’in dile getirdiği görüşün, Troçki’nin dile getirdiği eleştirilerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu konu o kadar yanlış anlaşıla gelmiştir ki, Deutscher bile olağanüstü bir çalışma olan Troçki biyografisinde hem Lenin’in gerçekten ne yapmaya çalıştığını fark ettiğini gösteren bir anlatımı tercih ederken8 Troçki’nin Lenin eleştirilerinin 40 yıl sonra iktidara çöreklenecek Stalin’i sezgisel olarak işaret ettiğini ve bu yüzden çok anlamlı olduğunu yazdığında Lenin’in örgütlenme anlayışıyla 1930’ların tek parti diktatörlüğü arasında bağ kurduğunu da kanıtlamış oluyor:

84

3

John Rees, “Ekim’in Savunusu”, Dünyadan Yansıma Çeviri kitap dizisi, Mer yayıncılık, 1992, s.10.

4

a.g.e, s. 10.

5

a.g.e, s. 11.

6

a.g.e, s. 12.

7

Isaac Deutscher, Troçki/Silahlı Sosyalist, Alfa Yayınlar, 2017, s. 117.

8

“Partinin verimli çalışması için kurucuların feda edilmesi gerekiyorsa (Lenin-yn-) onları feda edecekti. Çarlığı temelinden yıkmaya çalışan ve bu yüzden kanlı bir şekilde sovuşturulan gizli bir hareket, bu hareketi başlatanlara şeref maaşı bağlayacak değildi ya. Elbet bağnazca ve bir anlamda da, insanlığa uymayan bir davranıştı bu. Böyle düşünen ve davranan bir adamın, devrimin hayati çıkarları için başkalarını ve başka sakıncaları feda etmekten çekinmeyeceği kesindi. Ama devrimci bir parti, oldukça esaslı bir bağnazlık göstermezse iş göremezdi. Plehanov’un ortaya attığı şu ilke ciddi bir şekilde uygulanmalıydı: Devrimin korunması en yüksek kanundur. Oysa Lenin’in muarızları, yalnızca bu kanuna bağlı kalacaklarına söz verdikleri halde, aynı ağırlığı kendi kişisel duygularına da vermişlerdi.” Isaac Deutscher, a.g.e, s. 109


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

“Kısacası, Troçki’nin, Lenin’i partisi ile dünya arasında duvar çeken bir Rus Robespierre’ine benzetmesi için elinde ne eylem, ne de kuram bakımından, her hangi önemli bir dayanak yoktur… Böyle olduğu halde yazı yine de geleceğin doğru bir aynasıdır. Yazıda gösterilen Rus Robespierre’i Lenin değil, o sırada adı bilinmeyen Kafkasyalı bir Sosyal Demokrat’tır.”9

Lenin’in örgütlenme anlayışı, 1903 kongresinde dile getirildiğinde demir yumruklu parti diktatörlüğü suçlamasıyla yüz yüze kalmanın yanı sıra, Ekim Devrimi’nin bir aşamada yenilgisinin üzerinde yükselen Stalin’in, ‘Kafkasyalı bir sosyal demokratın’ uygulamalarıyla genetik bir bağa sahipmiş gibi düşünülebiliyor. Troçki gibi ya da onun bu tartışmada hiçbir somut bilgi, belge ve delile dayanmadan Lenin’i işçi sınıfının yerine geçmeyi amaçlayan bir diktatör olduğu iddiasını çürüten Deutscher gibi, Ekim Devrimi’nden yana tutum alan devrimciler ve tarihçiler değil sadece, tartışmanın başladığı dönemde uluslararası sosyalist hareketin önde gelen temsilcilerinin hatta ‘kanaat önderleri’nin çoğu, Lenin’e karşı tutum aldılar. Polonyalı devrimci Rosa Luxemburg, tıpkı Troçki gibi Lenin’e çok ağır eleştiriler yöneltti. Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları başlıklı broşüründe şunları yazdı: Bir Merkez Komite’nin parti üyelerine, eğitim kamplarındaki askeri birlikler gibi öğretebileceği ayrıntılı taktik setleri olamaz... Bu yüzden sosyal demokrat merkeziyetçilik, parti üyelerinin öncü parti merkezine mekanik biçimde boyun eğmesini ve körü körüne itaat etmesini temel alamaz. Bu yüzden sosyal demokratik hareket, proletaryanın partisinin içinde bulunan sınıf bilinçli çekirdeği ile doğrudan popüler çevresi ve proletaryanın partili olmayan seksiyonları arasına sızdırmaz bir engel dikilmesine izin veremez.10

Rosa Luxemburg tartışmada daha da keskin bir tonla partinin siyasi tehditlere karşı tüzük yöntemleriyle korunamayacağını ilan ederek işçi hareketinin yalpalamasına neden olacak fikirlerin, kararnamelerle engellenemeyeceğini söylüyordu. Lenin, yine aynı suçlamayla yüz yüzeydi: “Gerçekten devrimci bir işçi hareketinin yanılgıları, tarihsel açıdan en iyi ‘merkez komitesinin’ kusursuzluğundan çok daha verimli ve değerlidir.”11 Tartışmaya kuşkusuz dünyanın o günlerdeki en kitlesel partisinin ve aslında dünya sosyalist hareketinin en önemli teorisyeni, bir açıdan çeşitli ülkelerdeki sosyalistlerin arasında devam eden tartışmaların karar vericisi olan Karl Kautsky de katıldı.12 Tartışmaya Lenin hakkında yazılmış en başarılı biyografiyi kaleme alan Tony Cliff ’in bile hatalı bir tutumla katıldığını düşünürsek, sol liberalllerin, ‘eski solcuların’ ya da doğrudan sağ kanat ideologların, leninizme saldırırken daha şevkli olmaları işçi sınıfının öncülerinin örgütlenme şevkine saldırma, sosyalizmin, devrimci bir örgütlenmenin hızla bir parti bürokrasisinin cehennemi iktidarına yol açmak zorunda olduğu fikrini gönül rahatlığıyla işlemelerindeki kolaylaştırıcı iklimi görürüz. Cliff, Rosa Luxemburg’un parti konusundaki fikirlerini ele aldığı biyografi çalışmasında, şu yorumu yapıyor: “Lenin’in 1902-1904’teki durumu, devrimci hareketin yaşamsal, gelişmenin ilk aşamasında, geri, yarı feodal ve otokratik bir rejim altında şekilsizleşmesinin, bozulmasının sonucuydu”.“İleri ölçüde sanayileşmiş ülkelerin Marksistlerine, Lenin’in bu tutumu, bir rehber olarak, Rosa Luxemburg’un tutumundan (kendiliğinden oluş konusundaki aşırı ifadelerine rağmen) çok daha az hizmet edebilir”13. Tarihsel olaylar Tony Cliff önermesini yaptığında onu çoktan çürütmüştü. 1919-1923 yılları arasında Almanya’da yaşananlar, ileri ölçüde sanayileşmiş ülkelerde de işçi sınıfının günlük mücadelesinin içinde yer alan bir devrimci partinin inşa edilmesinin ne kadar yaşamsal önemi olduğunu gösterdi. 1968 dönemi özellikle Fransa’da genel grev hareketi, devrimci bir partinin varlığı ve yokluğu tartışmasının, tarihin bazı anlarında devrimin varlığı yokluğu tartışmasıyla özdeşleştiğini gösterdi. Lenin’in parti konusundaki fikirlerinde iki özellik iç içedir. Lenin bir yandan dönemin ihtiyaçlarına göre parti örgütlenmesinde özel bir yönü öne çıkartırken, diğer yandan partinin işçi sınıfının eşitsizliğini görerek, sınıfın bütününden farklı bir organizma olduğu konusundaki daha evrensel, dönemin ihtiyaçlarından bağımsız olan ve bir parti teorisinin evrensel ilkesi diyebileceğimiz yanını sürekli aklında tutarak tartışıyor. Öncü parti kavramı, işçilerden dolayısıyla işyerlerinden ayrı, görevi işçilere dışarıdan bilinç taşımak olan bir örgütlenmeyi değil, işçi sınıfının daha aktif, daha tartışmacı, daha mücadeleci, daha isyankar, daha öfkeli, daha çok önde duran kesimlerinin politik birliği olarak kullanılıyor. Aydınlanmış bireylerin, fedakar aydınların işçi sınıfına bilinç götürmesi gibi mekanik gariplikler Lenin’in parti anlayışından bütünüyle uzak eğilimler. 1903’te yaşanan ve ardında bambaşka teorik ayrımların saklı olduğu Rusya’da sınıf mücadelesinin her bir dönemecinde açığa çıkan bölünme, parti üyesi tanımı etrafında ve hiç beklenmedik bir 9

Isaac Detscher, a.g.e., s. 122-123.

10 Aktaran John Molyneux, Marksizm ve Parti içinde, Mart 1991, Belge Yayınları, s. 126-127. 11 Aktaran Annelis Laschitza, Rosa Luxemburg/Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak, 2008, Yordam Kitap, s. 155. 12 Isaac Detscher, a.g.e., s. 121. 13 Tony Cliff, Rosa Luxsemburg, Mayıs 1998, Z Yayınları, s. 67

85


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

şekilde yaşandı. Lenin’in önerdiği ve etrafında fırtınalar kopartılan, stalinizmin kodlarının gizli olduğu iddia edilen parti üyesi tanımı şöyleydi: “Parti programını kabul eden ve Partiyi hem maddi, hem de parti örgütlerinden birinin çalışmasına şahsen katılarak destekleyen herkes Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin üyesidir.”14

Lenin, bölünmenin gerçekleştiği kongreden sonra arkadaşlarına yazdığı raporda, Martov’un bu önerideki altı çizilen bölüm yerine şu tanımı önerdiğini yazar: “Parti örgütlerinden birinin denetimi ve yönetimi altında çalışarak.”15

Bu tanımlar arasındaki farkın bu kadar derin bir bölünmeyi nasıl tetiklediği ayrı bir tartışma konusu ama bu bölünmeden Lenin’in sorumlu tutulması, bu sorumluluğun da nihayet yıllar sonra gerçekleşen Rus devriminin dejenere olmasının temeli olarak görülmesi ilginç. İlginç zira bu tartışmada Lenin’in pozisyonunun bir ülkedeki işçi sınıfı hareketinin partileşme ihtiyacına o ülkenin koşullarından yola çıkarak yanıt üretmeye çalıştığı çok açık. Lenin, daha Sibirya’da sürgündeyken yazdığı bir makalede şunları vurguluyordu: “İşçileri örgütleyerek, onlar arasında propaganda ve ajitasyon yürüterek, onların kendilerini ezenlere karşı kendiliğinden mücadelelerini bütün bir sınıfın mücadelesi haline, belirli bir siyasal partinin, belirli siyasal ve sosyalist idealler uğruna mücadelesine dönüştürmek Sosyal Demokratların görevidir. Bu, tek başına yerel faaliyet ile erişilemeyecek olan bir şeydir…” “Şimdi olmayan tek şey, bütün bu yerel faaliyetin tek bir partinin faaliyeti olarak birleştirilmesidir. Bizim başlıca geriliğimiz, yenmek için bütün enerjimizi hasretmemiz gereken şey, yerel faaliyetin dar ‘amatörce’ karakteridir. Bu amatörce karakterden ötürü, Rusya’daki işçi hareketinin birçok görünümü, salt yerel olaylar olarak kalmakta ve Rus Sosyal Demokrasisinin bütününün birer örneği, bütün Rus işçi sınıfı hareketinin bir aşaması olarak önemlerinden pek çok şey yitirmektedirler. Bu amatörlük yüzünden, bütün Rusya’da çıkarlarının ortak olduğu bilinci, işçilere yeterince aşılanamamakta, onlar mücadelelerini, Rus sosyalizmi ve Rus demokrasisi ülküsü ile yeterince bağlayamamaktadırlar. Bu amatörlük yüzünden yoldaşların teorik ve pratik sorunlar üzerine sahip oldukları değişik görüşler merkezi bir yayın organında açıkça tartışılamamakta, bu tartışmalar ortak bir program ortaya çıkarma ve Parti için ortak taktikler yaratma amacına hizmet etmemekte, dar inceleme çerçevesi içinde kaybolmakta ya da yerel ve rastlantısal özgüllüklerin aşırı ölçüde abartılmasına yol açmaktadır. Amatörlüğümüze son vermeliyiz ! Ortak eyleme girişmek, ortak bir Parti programının ortaya çıkarılmasını sağlamak, Parti taktiklerimizi ortaklaşa tartışmak için yeterince olgunlaşmış bulunuyoruz.”16

Bu kadar. Çarlık rejiminin ağır baskı koşullarında Lenin, hem bu baskıya direnebilecek hem de yerel faaliyetleri örgütleyen aktivistlerin polis baskısına karşı korunmasına yardımcı olacak, kabaca özetlemek gerekirse laf değil iş üreten, örgütlenmeye çalışan aktivistlerin birleşik bir parti çatısı altında birleşik bir parti programı kapsamında çalışması için ısrar ediyordu. Bu ısrarın birinci parti kongresi sırasında17 tutuklu bulunan Lenin’in anti demokrat siyasi karakterinin bir özelliği olarak sunulması ve Bolşevik Partisi anlayışının içerdiği evrensel öğelerin silikleşmesi, kuşkusuz sadece o günlerde yaşanan tartışmalardan değil, Bolşevik Partisi’nin akıbetinden bağımsız düşünülemez. Bolşevizmin stalinist mistifikasyonu, bu mistifaksyonla uğraşmak istemeyenlerin işine geldi. Stalinist tarih yazımı kendi siyasal pozisyonunu haklı çıkartmak için, her bir teorik ve pratik adımını leninizmin prestijine (o günlerde leninizm dünyanın en prestijli siyasi akımıydı) yaslamak zorundaydı. Stalinizm tek parti diktatörlüğüne ihtiyaç duyuyordu, öyleyse Lenin’in örgütlenme anlayışında bu ihtiyacı haklı çıkartacak öğeler antropolojik bir çalışmayla devreye sokulmalıydı. Bu çabanın çok başarılı bir örneğinde şunlar yazıyor örneğin: “Devrimci deha Lenin, zamanı delerek tarihin gelecekte gideceği yolları gördü. Devrimin lideri; emperyalistlerin iktidarını, kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğini yıktıktan ve emekçilerin iktidarını kurduktan sonra ülkede geri kalmışlığın ortadan kaldırılabileceğini ve ilerlemiş devletlerin, onlara salt yetişmekle kalmayıp geçilebileceğini tahmin etmişti. Tahminleri gerçek oldu.”18

14 Lenin, Seçme Eserler, Cilt 2, İnter Yayınları, Kasım 1993, s. 343. 15 Lenin, a.g.e, s.348 16 Lenin, Rabochaya Gazeta’ya Makaleler, Yenigün Yayınları, s.14-15 17 Bu İkinci Kongre olarak anılıyor. Birinci Kongre’ye katılanların başına gelenler Lenin’in ısrarının önemini gösteriyor. 1898 yılında Minsk’te toplanan kongrenin delegelerinin hemen hepsi kısa sürede tutuklandı. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Lenin ‘Acil görevlerimiz’ makalesini Sibirya’da sürgündeyken yazdı. Sayısız küçük işçi grubunun faaliyetleri polis baskısıyla hemen sona eriyordu ve harekete yeni atılan işçi grupları hep sil baştan yapmak zorunda kalıyordu. 18 V. I. Lenin Biyografi, Şubat 2000, Sorun Yayınları, s.18.

86


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Aynı değerlendirme, Lenin’in uzun süre ne yapacağını bilmeden araştırma ve okuma süreçlerine yoğunlaştığı bilinmesine rağmen şu klişeleri savunabiliyordu: “Lenin ilk gençlik yıllarından itibaren tamamen devrim davasına, işçi sınıfı davasına yönelmiştir. Tek bir büyük amaca, emekçilerin mutluluğu için mücadeleye hizmet ederek geçirdiği hayatı, her zaman, daimi bir efsanedir.”19

Bu efsaneler, 1920’lerin sonlarında bütünüyle tek bir partinin çatısı altında birleşen bürokrasinin azınlık diktatörlüğünün uygulamalarına güç katmak üzere anlatılırken, bu partinin demokrasi, çoğulculuk, liderlik, uluslararası işçi mücadelelerine yaklaşım gibi bir dizi alanda uyguladığı rejim, 1917 öncesinin Bolşevik Partisi’nin eyleminde zaten içkin olan davranış kalıpları olarak görüldü. Görülmesi gereken, Lenin’in üyelik tanımından bu türden sonuçlar çıkartmanın mümkün olmamasıdır. Bu üyelik tartışmasını, dönemin siyasi baskı koşullarından soyutladığımızda yine de karşımıza monolotik, parti liderliğinin sınırsız yetkilerle donatıldığı bir örgütlnme modeli çıkmaz. Lenin’in örgütlenmeye yönelik yaklaşımının özünü, yukarıda da değindiğimiz gibi, partinin, işçi sınıfının farklı örgütlenme düzeylerinden birisi olması gerçeği oluşturur. İşçi sınıfı, şekillenmesinin derecesine göre farklı düzeylerde örgütlenme biçimleri geliştirir. Bir kooperatif, bir işçi derneği, bir sendika girişimi, bir devlet tipi ya da küçük bir parti veya kitlesel bir parti. Bu örgütlenme biçimlerinin her biri sınıf mücadelesinin farklı düzeylerini ya da aynı sınıf mücadelesinin farklı bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeylerini ifade eder. Parti, işçi sınıfının bir örgütlenmesidir ama bütün işçi sınıfının bir örgütlenmesi değildir. İşçilerin, burjuvaziden ve onun fikir ve alışkanlıklarından bütünüyle kopmuş olan kesimleri, işçilerin geri kalan kesimlerini birleşik sınıf mücadelesi fikrine kazanmak için bir araya gelen kesimleri, devrimci bir partinin omurgasını oluşturur. Lenin 1903 yılında Ne Yapmalı eseriyle tam da bu omurganın inşa edilmesi için ısrar ediyordu. Bolşevizm’de diktatörlük görenler Lenin’in disiplin, profesyonellik, kararlılık gibi konularda yaptığı vurguların bağlamını hiçbir zaman anlamadılar: “Lenin’in … disiplin ve örgütlenme konusundaki ısrarı, o zamanlar devrimci harekete egemen olan kaos ve anarşinin ürünüydü. … [Lenin’in vurguları-y.n-] Durmadan birbiriyle ilişkisiz yerel gruplar çıkıyordu ortaya. İlkel ve amatör yapılarıyla polis ajanlarına yem oluyor, çoğu zaman daha ilk broşürlerini çıkarmadan tutuklanıyorlardı. Köken buldukları grev dalgası, onlara mücadeleye katılmak gibi sağlıklı bir istek kazandırmış, ama aynı zamanda bu mücadeleyi toplum içinde sosyalist değişim gibi daha kapsamlı konularla birleştirme konusunda belirgin bir isteksizlikle donatmıştı.” “Ne Yapmalı’nın ünlü temaları bu zaafları ele almıştı. Yalnızca broşürlerin olduğu bir ortamda Lenin, bir parti matbaası talep etti. Amatörlüğün olduğu yerde profesyonellik talep etti. Sendikalizm ve ekonomizm olan yerde politika talep etti. Yerellik olan yerde koordinasyon ve merkez talep etti. Bütün bunlarda pasif değil, aktif bir üyelik istiyordu.”20

Bu, hem işçi sınıfının mücadele etmeye istekli kesimlerinin politik ve örgütsel birliğini sağlamak hem de bu kesimlerin işçi sınıfı kitlelerini harekete kazanmak için başladıkları hareketlenmenin sürekliliğini sağlamak için yapılan bir öneriydi. Devrimci bir partinin, neden öncü işçilere yaslanmak zorunda olduğu, önemli bir tartışmadır ve sanıldığını tersine, sadece bu eğilim bir partinin iç işleyişinde demokrasinin güvencesi olabilir. Bolşevik Partisi monolotik miydi? Lenin’i tarihin efsanevi kişiliklerinden birisi olarak ele alan stalinist tarih anlayışıyla stalinizmi eleştiren ama tarih anlayışını eleştirmeden aynen kopyalan sol liberal, demokratik sol ya da özgürlükçü sol/sosyalizm geleneği içinde yer alanlar ‘çoğulcu parti’ kavramına özel bir vurgu yaparlar. Çoğulcu parti, esas olarak ideolojik bir parti olarak kodlanan leninist parti anlayışının karşısına konumlandırılır. İdeolojik, dar ve sekter! İşte leninist parti! Çoğulcu, esnek, hatta neredeyse plastik olduğu düşünülen partiler daima Lenin’in parti anlayışından kopmak gerektiği fikriyle birlikte tartışıldı. 1990’ların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist sol, sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladı. Bu kaçınılmazdı zira sosyalizm duvarın altında kalmıştı. Duvarın altından çıkış için akla gelen ilk formül, çoğulculuk olmuştu, çoğulculuk tartışması, giderek, demokrasiye, demokrasi de sosyalist demokrasi tartışmasına bürünmüştü. Sosyalist demokrasi tartışmalarıyla Doğu Bloku rejimlerinin yıkılışını açıklamaya çalışmak, iki yanlışı aynı anda yapmaya neden oldu. Yanlışlardan birisi, 1960’ların sonu ve 1970’ler, 1980’ler boyunca mücadele eden örgütlü sol güçlerin örgütlenme modeli, leninist parti anlayışının bir ürünü olarak kavranmış, kodlanmış ve bu örgütlerin ezici çoğunluğunun sahip olduğu monolotik yapıdan Bolşevik Partisi’nin örgütlenme anlayışının sorumlu tutulmuş olmasıydı. İkincisi ise Doğu Bloku rejimlerinin tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir 19 a.g.e, s.15. 20 John Rees, a.g.e, s.27-28

87


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

sosyalizmi tercih etselerdi, çökmekten kurtulma şansı taşıdıklarının düşünülmesiydi. Bu, aynı zamanda, çöken rejimlerin şu ya da bu derecede leninist partilerin diktatörlüğü altında hareket eden şu ya da bu derecede sosyalist toplumlar olduğunu da kabul etmek anlamına geliyordu. Ufuk Uras yenilenmiş bir sosyalizm arayışına katkı yapmak için kaleme aldığı kendi hayat hikayesi ‘Velhasıl’da bu iki hatanın aynı anda işlendiğini gösteren noktaları anlatıyor: “ÖDP, program ve tüzüğünde tanımladığı sosyalizm ile kendini şimdiye kadar yaşanmış ve başarısız olmuş sosyalizm modellerinden/deneylerinden ayırmış ve bunlara eleştirel bir tutum almıştı. Ama bu pozisyon hızla unutuldu ve başlangıç noktasına dönüldü. Mahkum edilmiş siyasi anlayışları sürdürme ısrarının hiçbir karşılığı yoktu. İnternet kapitalizmi karşısında, orak-çekiç sosyalizmi arkaik kalıyordu.”21

Bu, sadece arayış içindeki Türkiye solunun bir tepkisi değildi kuşkusuz. Tony Cliff bir yazısında, “İngiliz Komünist Partisi’nin yaşadığı kafa karışıklığını, duvarların yıkılmasının ardından yapılan merkez komite toplantılarının tutanaklarında görmek mümkün. Genel Sekreter Nina Temple ‘Troçkistler Doğu Avrupa’da sosyalizm olmadığı konusunda haklıydılar. Bunu çok daha önce söylememiz gerekiyordu’” dediğini aktarıp, “İnsan Nina Temple’in açıklamasını okuyunca, Papa çıkıp ‘allah yoktur’ dese Katolik Kilisesi ayakta kalabilir mi?”22 diye soruyor. Polonya’da Dayanışma hareketinin iktidar için mücadele etmek gerektiğini tartışan yoldaşlarında ‘totaliter sapma’ görmeleri23 ve giderek bir çok ülkede hareket içindeki aktif insanların, çeşitli partilerde mücadele veren siyasi figürlerin, sürgünlerde yaşayan devrimci militanların sosyalizmde, sosyalizm teorisinin özellikle Lenin tarafından yorumlanan ve kaçınılmaz bir şekilde Stalinizme yol açan yorumunda görmeleri, demokrasi kavramının başına yerleştirildiği her sürecin kutsanmasıyla sonuçlandı. Bu özellikle örgütlenme anlayışı ve demokrasi ilişkisi tartışmasını öne çıkarttı. Bolşevik Partisi’nin ve dolaysız bir şekilde demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin, şeflerin bir dediğinin iki edilmediği bir örgütlenme olduğu konusundaki fikir partiler tarihi hakkındaki ciddi bir bilgi eksikliğine dayanır. O zamanlar Recep Gökırmak adıyla yazan Doğan Tarkan, 1980’lerin ortalarında illegal yayınlanan Sosyalist Tartışma adlı derginin 4. sayısında Bolşeviklerin 1917 yılı içinde nasıl kendilerini geliştirdiklerini anlatırken, sosyalizm konusunda kafası karışan solcuların zaman zaman burjuva ideologlarıyla aynı kavramları kullandığını görmemize de yardımcı oluyor: “...Bolşeviklerin işçi sınıfının giderek muazzam bir çoğunluğuna sahip olduklarını görmek, Bolşeviklere ve Lenin’e yöneltilen burjuva eleştirisinin nasıl çürük olduğunu kavramaya yarar. Burjuva eleştirisi Leninizmi ‘Blankist’, darbeci olarak tanımlar. Şubat-Ekim arasının gelişmeleri çıplak bir biçimde bu eleştirinin tamamen bir iftira olduğunu kanıtlar. Bolşevikler burjuva tarihçilerinin dahi reddedemediği kadar açık bir biçimde işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kazanmışlardır. Büyümeleri ay be ay, giderek gün be gün hızlanmıştır.”24

Bir partinin ayaklanma halindeki büyük kitleleri kazanabilmesinin tek yılı, eğer bu kitlelerin kendi kaderlerini ellerine alma yeteneği sergileyen, Çarlık rejimi gibi sadece Rusya’nın değil tüm Avrupa’nın üzerine gerici bir dev gibi çöken bir devlet yapısını kendi eylemiyle yıkabilen kitleler olduğunu kavrayabilirsek, görürüz ki, bu kitlelerden öğrenme yeteneği sergileyebilmesidir. Sorun bir konjonktür çakışmasından ibaret olsaydı ve bir partinin bir seçimlerde halk kitlelerinin oyunu alması olsaydı, kitlelerden öğrenme yeteneğinden söz etmek gerekli olmayabilirdi. Geniş kitlelere seslenen, bu kitlelerin seçimler düzleminde bile olsa oyunu almayı başarabilen partilerin en burjuva karakterlisi bile kitlelerin nabzını tutmak zorundadır. Fakat burjuva karakterli bir parti halî, hazırda egemen olan gerici fikirlere seslendiği için, kitlelerden öğrenmek değil, bu insanların nabzını yoklamak zorundadır. Oysa olağan zamanlardan değil üstüne üstlük devrimci bir dönemden söz ediyorsak, devrimci bir işçi partisinin kitlesel destek kazanmasının biricik yolu, harekete geçen kitlelerden öğrenme yeteneği sergileyebilmesidir. İşte devrimci bir parti açısından demokrasi, kitlelerden öğrenmenin başka hiçbir aracı olmadığı, henüz böyle bir yöntem icat edilmemiş olduğu için yaşamsal bir öneme sahiptir. İşyerinde, sokakta, barikatta, ayaklanmanın ışık hızıyla geçip giden her bir haftasında önderlik eden işçilerin değişen ruh hallerini, siyasi taleplerin değişim hızını, yeni politik eğilimleri kavramanın demokrasiden başka hiçbir aracı yoktur. Devrimci bir parti, her yeni duruma uygun reçetelere sahip olamaz. Gerçekten yeni bir durum, hazırlıksız yakalanılan, tahmin edilemeyen bir hızla gerçekleşen çalkantılı siyasi durumlar, geniş kitlelerde, bu kitlelerin her bir katmanında değişik politik 21 Ufuk Uras, Velhasıl, Mayıs 2017, Doğan Kitap, s. 126. 22 https://tonycliffarsivi.wordpress.com/2014/06/14/stalinist-rejimler-ve-devlet-kapitalizmi-tony-cliff/ 23 John Rees, a.g.e, s.8. 24 Recep Gökırmak (Doğan Tarkan), “1917 Şubat-Ekim Rus Devrimleri”, Sosyalist Tartışma, Cilt 4, s.8.

88


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

eğilimlerin şekillenmesine neden olur. Bir parti, ancak, bu kitlelerin en aktif militanlarıyla bağa sahip olduğu ve kitlelerin ruh halini kavramaya yarayacak demokratik mekanizmalara titizce sahip çıktığı koşullarda, yine bu kitlelerin liderliğini yapabilmek için bir şansa sahip olabilir. Demokratik-merkeziyetçilik partinin temel işleyiş mekanizması olarak, üyelerin her birinin canlı tartışmalara katılmasını, partinin politikalarını belirleme şansını elde etmesini, her bir konuda azınlık-çoğunluk ilişkilerinin bütünüyle açığa çıkmasını, farklı görüşlere sahip her grubun ve bireyin tartışma özgürlüğünün garanti altına alınmasını, sadece tartışma özgürlüğünün değil farklı fikirlerin açığa çıkması ve tartışmaların tüm üyelerin, sadece üyelerin değil tüm kamuoyunun görebileceği, katılabileceği şekilde yapılabilmesini sağlayabilecek bulunabilmiş tek yöntemidir. Fakat demokratik-merkeziyetçilik, yeni durumu kavrayıp mücadelenin öncüsü olan kitlelerin birlikte tartışmasıyla devrimci politikaların belirlenmesi için değil sadece, bu politikalar bir kez belirlendiğinde hep birlikte, eylem içinde birliği zedelemeden mücadele edilmesi anlamını da taşır. Bu ikinci yanın vurgulanması çok önemli değil, zira zaten bir partide bir araya gelmenin amacı, dünyayı birlikte, eylem içinde değiştirmek için örgütlenmeye yardımcı olmaktır. Parti içinde tartışma özgürlüğü, zenginliği ve sürekli bir tartışma hali açısından bakıldığında hiçbir abartıya kaçmaksızın, Bolşevik Partisi’nin partiler tarihinde ortaya çıkan en demokratik ve çoğulcu parti olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Stalinist tarihçilerin iddia ettiği ve leninizmde otoriter eğilimlerin toplamını görenlerin kolayca kabul ettiğinin tam tersine, bırakalım Bolşeviklerin Lenin’e körü körüne bağlı oldukları ve önerilerini tartışmasız kabul ettikleri yalanını, Lenin’in tarihi neredeyse hemen her tartışmada acıklı bir yalnızlık, tecrit yaşaması ama tartışma süreci içinde, parti içinde çoğunluğu kazanma yeteneği sergilemesinin tarihidir. Burnundan kıl aldırmayan şef tiplemesi, Ekim Devrimi’nin ardından tüm Bolşevik liderliğin ve Ekim Devrimi’nin liderliğini yapan öncü işçilerin tasfiyesinin ardından iktidara çöreklenen stalinist bürokrasinin yönetici memurlarına özgü davranış kalıbı olarak egemen oldu. Bolşeviklerin çoğulculuğu ve işçi sınıfından öğrenme yeteneği, Lenin’in de ayrıca işçi sınıfından öğrenme yeteneğiyle birleştiğinde, ortaya benzersiz bir tartışma-öğrenme-öğretme süreci çıkar. Lenin 1903’te Ne Yapmalı adlı eserinde profesyonel bir devrimciler ağının kurulmasını savunur ve işçi sınıfının ancak bu müdahaleyle kendisi için bilinç kazanabileceğini söylerken, hemen iki sene sonra patlayan 1905 devriminde bambaşka bir politik çizgi izledi. 1905 yılında devrimin patlamasından sonra sendikalar tartışmasında, Lenin Bolşevikler arasında azınlıktaydı.25 Daha önemli olan tartışma ise Sovyetlerin değerlendirmesi üzerine yaşandı. Partinin St. Petersburg Komitesi Çarlığa karşı ayaklanan işçilerin kurduğu Sovyet tipi örgütlenmeye şüpheyle yaklaştı. Hatta bazı Bolşevikler şüpheden öteye geçip, bunun bir ‘Menşevik tezgahı’ olduğunu iddia ettiler. Yerel Bolşevik liderler daha da ileri gidip Sovyetlerin ya sendikaya dönüşmesini ya da parti programını benimseyip Bolşeviklerle bütünleşmesini talep etti. Lenin’in Bolşeviklerin çoğunluğuna başlangıçta garip gelen tutumu yine azınlıkta kalmasına neden oldu. Lenin, Bolşeviklerin dergisine yazdığı yazıda Sovyetler mi parti mi sorusunu sormanın yanlış olduğunu, her ikisinin de eşit derecede öneme sahip olduğunu savundu ve Sovyetlerin önemini ayırdedici bir şekilde açtı. Lenin Sovyetleri hem bir ayaklanma organı hem de geçici devrimci hükümetin embriyonu olarak görüyordu.26 Amacımız Rus devrim tarihinin her bir aşamasını burada alıntılamak ve tartışmak değil, fakat 1905 devrimi, devrim sırasında Bolşevik liderliğin tutuculuğuna karşı Lenin’in partinin kapılarının ayaklanan işçilere sonuna kadar açılması için başlattığı tartışma, devrim sürerken ilan edilen seçimlerde Bolşeviklerin bazıları seçime katılmaktan yanayken Lenin’in boykotu savunması, bir sonraki seçimlerde ise politik pozisyonların bütünüyle değişmesi gibi konularda, savaşa karşı tutumda, ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmalarında Bolşeviklerin arasında neredeyse amansız bir tartışma sürmüştür. Ama en önemli tartışma kesinlikle 1917 yılında patlayan Şubat devriminin ardından yaşandı. Bu, Lenin’in gerçekten de tek başına kaldığı ve partisinin çıkardığı yayında anarşist olmakla suçlandığı bir tartışmaydı. 1917 yılının Şubat-Ekim ayları arasındaki her bir önemli dönemeçte, örneğin Ekim ayında Bolşeviklerin ayaklanmaya hemen hazırlanması konusunda Lenin yine azınlıkta kalmıştı. Devrimden sonra işçi iktidarının ne kadar yaşayacağını tayin eden Brest-Litovks anlaşmasının hemen imzalanması konusunda Lenin’in önerisi kıl payı kazanmıştı. Başka hiçbir partide bu kadar köklü bir tartışma geleneği yoktur ve Bolşevik Partisi hiçbir zaman Ekim Devrimi’nin yenilgisinin ardından yükselen stalinist bürokrasinin hiyerarşik kurallarına göre örgütlenmemiştir. 25 Tony Cliff, Lenin, Cilt 1, Partinin İnşası, Z Yayınları, s. 166-172 26 Tony Cliff, a.g.e. s.177

89


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Lenin, çoğunluğu, asla yukarıdan aşağıya parti kararnameleriyle kazanmamıştır, çoğunluğu eğer kazanabildiyse, bunu Bolşevik Partisi’nin demokratik-merkeziyetçilik ilkesi etrafında hareket eden binlerce işçinin canlılığının ifadesi olan disiplinli parti örgütlenmesinin sürekliliği sayesinde başarabilmiştir. Tony Cliff yaklaşık 20 sene önce, “Biz, işçi sınıfı eylemliliğinden bağımsız bir sosyalizm olamayacağını biliyoruz. Sosyalizm yukardan getirilemez. Demokratik ya da demokratik olmayan kapitalizm olabilir. Ancak sosyalizm işçilerin kolektif kontrolü olduğu için demokrasisiz olamaz. Demokrasi sosyalizmin kalbidir.”27 demişti. Buna eklenecek tek cümle, devrimci bir işçi partisi de demokrasi olmadan olmaz. Öğrenmek, öğretmek ve işçi kitlelerinin mücadelesinin her bir düzeyinde birleştirici olmak için başka bir yol yok. Buna rağmen, Leninist partiyi savunmayı çağdışı bir darlığı savunmak olarak suçlayanlar, çoğulculuk tartışmasının arkasına gizlenen ve reformizle devrimci politikalar arasında savrulup duran merkezci partilerden başka bir model üretebilmiş değiller. Üstelik, bu modellerin tümünde kaçınılmaz bir bürokratik merkez baskısı hakimdir. Lenin’in önerisi, bir parti içinde bürokrasisinin egemenliğine karşı gerçek bir panzehir sunmaktadır: “Devrimci partinin varlığı, en bilinçli ve savaşkan işçilerle aydınların birleşik ve uyumlu eyleme hazırlıklı olarak, bilimsel tartışmalar yürütmelerini sağlamaya yöneliktir. Bu da, partinin eylemlerine genel katılım olmadan olamaz; bir yandan tartışmada kesin bir berraklık, bir yandan da örgütsel kararlılık gerektirir. Bunun alternatifi ‘bataklık’tır, yani bilimsel kesinliğe sahip unsurlar kafaları karmakarışık unsurlara karışır gider, kararlı eylem imkânsızlaşır, esas olarak en geri unsurların öncülüğüne izin verilmiş olur. Olumlu bir tartışmanın gerektirdiği disiplin, ‘özgürce verilmiş bir karar uyarınca birleşmiş’ insanların disiplinidir. Partinin sınırları belli değilse ve parti verdiği kararları uygulayacak uyumlu çalışmaya sahip değilse, o zaman partinin kararlarını tartışmak ‘özgürlük’ anlamına gelmediği gibi üstelik anlamsızdır da. Lenin için, merkeziyetçilik parti üyelerinin inisiyatif ve bağımsızlığının gelişmesini önlemek şöyle dursun, bu gelişmenin ön koşuludur.”28

Hem demokratik-merkeziyetçilik29 hem de parti üyeliğinin esas olarak öncü işçileri ve aktivistleri temel alması, alanlarında direnişlerin, eylemlerin liderliğini yapan aktivistler arasında bilinç düzeyindeki eşitlik ve tartışma düzeyinde ortaklaşmayla her hangi bir şeflik mekanizmasına izin vermeyen, deyim yerindeyse tüm üyeleri liderlerden oluşan bir partide lider kültü yaratılması imkansızdır. Bürokrasi, farklı bilinç düzeylerini en ileri bilinç düzeyi etrafında birleştirmek için tartışmalar yapmak yerine durumu idare eden, hem patronu hem işçiyi, hem milliyetçiyi hem enternasyonalisti, hem şiddeti savunanı hem şiddet karşıtını aynı parti içinde tutmak için tartışmaları sürekli erteleyen partilerin içinde şekillenir. Böyle bir partide deneyim ve bilgiye sahip olanların elinde isteseler de istemeseler de bir güç birikir ve ayrı fikirler etrafında kümelenen parti içi grupları harekete geçirmek için gerçekten güçlü bir bürokratik aygıt gerekli olur. Bürokrasinin engellenmesi, parti içinde bile bilinç düzeylerindeki farklılığı görmezden gelmeyerek en yeni üyesini en deneyimli üyelerinin düzeyine çekmek için sistematik olarak sergilenen çabanın ürünü olabilir. Bu ısrarlı parti faaliyetinin içinde yıllarca birlikte sürdürülen mücadele kuşkusuz parti içinde ne dediğine daha çok dikkat edilen figürler yaratabilir. Ama dediğine daha çok dikkat edilen parti üyeleri bir şey, dediğim dedik parti şefleri başka bir şeydir. Troçki, bu tartışma bağlamında şu soruyu soruyor: “Lenin’in nisan başındaki istisnai derecedeki tecrit olmuşluğu neyle açıklanır öyleyse? Böyle bir durum nasıl olabilir? Ve Bolşevizm kadrolarının yeniden silahlandırılmasını nasıl sağladı?”30 İlerleyen sayfalarda bu soruya çok açıklayıcı bir yanıt veriyor Troçki: “Eski Bolşeviklere karşı, Lenin parti içinde daha genç ama yine de pişmiş ve kitlelerle daha fazla bağlantısı olan bir başka kesimden destek buldu. Şubat ayaklanmasında, Bolşevik işçiler, bildiğimiz gibi, belirleyici bir rol oynadılar… Lenin…ayağa dikilen bu işçi katmanına doğru yöneliyordu… Partinin kurmayları ve subay takımının kararsızlığıyla mücadele etmek için Lenin güvenle sıradan Bolşevik işçiyi daha iyi temsil eden aynı partinin astsubay takımına yaslanıyordu.”31 27 https://tonycliffarsivi.wordpress.com/2014/06/19/duvarlar-yikildiktan-on-yil-sonra-tony-cliff-ile-soylesi-rejimler-sosyalist-degildi/ 28 Chris Harman, Parti ve Sınıf, Z Yayınları, s.28-29. 29 Bu konuda John Molyneux tamamen katıldığımız keskin bir yargıya sahip: “Son olarak birileri karşı çıksa bile kararların uygulanması yükümlülüğünü içerdiğinden ‘bireysel özgürlüğü’ sınırlıyormuş gibi gözüktüğü için, soldaki pek çokları için bir umacı olan demokratik merkeziyetçilik sorunu var. Gerçekte her birey partiden ayrılabileceğinden bu her zaman gönüllüce ve özgür bir şekilde kabul edilmiş bir yükümlülüktür. Demokratik merkeziyetçilik aynı zamanda verimli olmasının yanı sıra hayli demokratik bir örgütlenme şeklidir çünkü çoğunluğun kararlarının gerçekten uygulanmasını sağlar. Bunun zıddı demokratik olmayan merkezci örgütlenmelerde özellikle reformist partilerde ‘özgürlük’ kılıfı altında çoğunluğun aldığı kararların liderler tarafından çoğunlukla görmezden gelinmesidir.” Leninizmin Savunusu, Sosyalist İşçi’nin özel eki, 2015, çev. Canan Şahin, Onur Devrim Üçbaş, s.24 30 Leon Troçki, Rus Devrimini Tarihi, Cilt 2, Ekim 1998, s.315. 31 Leon Troçki, a.g.e. s.325-326.

90


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Lenin öyle bir diktatör ki devrimin kaderini belirleyecek strateji tartışmasında güçlü konuma gelmek için partinin tüm lider kadrosunun kendisine yönelik aforozuna ancak partinin tabanında yeni, genç işçi kitleleriyle politik bağ kurarak bir tartışmayı kazanma şansını deniyor! Leninizme saplanıp kalmak mı? 2009 yılında Oya Baydar Ahmet Altan’la yaptığı bir tartışmada şunları yazmıştı: “Altan’ın yazısında kullandığı ‘sıkı’ sosyalist nitelemesinden ne kastettiğini anlayamadım. 1917’ye takılmış nostaljik beton kafalardan söz etmek istiyorsa, bir yayın yönetmeni olarak yazarlarının yazılarını okuyup okumadığı sorusu takılıyor kafama. (…) Bir gazeteyi, hele Taraf gibi bir gazeteyi yönetmenin ne belalı iş olduğunu bilirim; işlerinin yoğunluğundan olmalı, demek ki dikkatinden kaçmış: Yazdığım bütün yazılarda, 1917 veya 1923’te takılıp kalmanın yanlışlığını, bunun marksizmi de çağı da anlamamak olduğunu, proletarya diktatörlüğünün de diktatörlükler arasından bir diktatörlük türü olarak reddedilmesi gerektiğini, marksizmi bir nas (dogma) olarak değil toplumu değişimle açıklayan bir yöntem olarak kavramanın gereğini, karmaşık toplumsal gerçekliği emek-sermaye çelişkisine indirgemenin yanlışlığını ifade eden düşüncelerim Vicdan Yazıları’nda ifadesini buldu.”32 Oya Baydar hiç kuşku yok ki sadece kendisinin “beton kafalı” bir eski solcu olmadığını kanıtlamak istemekle yetinmemiş, aynı zamanda Ahmet Altan’ın hışmından marksizmi de kurtarmak istemiş. Bunu, artık bütün bu tartışmayı yapan leninizm eleştirmenlerine tartışmasız doğru görünen bir yöntemle, Stalinizm’in bütün günahlarını Lenin’e, 1917’ye, Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğüne yıkarak yapmayı tercih etmiş. Sadece Oya Baydar değil, örneğin son yazılarından birisinde Murat Belge de devrim sonrası Rusya’nın gelişiminde bir doğrusal ilerleyiş görüyor. Belge, önce çok akıcı bir şekilde Birinci Dünya Savaşı’nın köylerden cepheye sürülen yoksulların hayatında yarattığı değişikliklerin nasıl devrimci bir birikim yarattığını anlatıyor: “Rusya, aynı zamanda, oldukça geri bir tarım toplumuydu – yani nüfus içinde köylülüğün çok büyük bir oranı vardı ve bu insanların büyük çoğunluğu da merkezlere uzak, izole bir hayat yaşıyordu. Savaş, bu köylüleri köylerinden alıp –bütün şikâyetleriyle– merkezlerde topladı. Böylece, koca ülkenin ucundan bucağından gelen emekçi köylüler yeni yerlerinde belki hayatlarında ilk kez sanayi işçileriyle tanışıp konuştular. ‘Solcular’la ve bu arada Bolşevikler’le tanışıp konuştular. ‘Sovyet’ler bu alışverişin içlerinde gerçekleştiği ‘yuvalar’ oldu. Buralarda, kendilerini bu belânın içine sokan ‘müesses nizam’a karşı bilendiler, bu ‘nizam’ın iç yüzünü bu koşullarda çok daha yakından görebildiler. Bunlar ve benzerleri önce Şubat, sonra Ekim Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi.”33 Murat Belge, bu bölümün ardından ne yazık ki eski bir tezi tekrar ediyor; Rusya’nın içsel gelişiminin sosyalist bir devrim için yeterli olgunluğa ulaşmadığını söylüyor: “Ama bence en önemli etken, Rus toplumunda, ‘Komünizm’ gibi bir hayat tarzının kendine tutamak bulacağı herhangi bir ‘evrim’in olmamasıydı.”34 Tartışmamız açısından daha önemli olan nokta ise Belge’nin, 1917 yılıyla 1991’de Yeltsin’in iktidara gelişi arasındaki süreci devamlılığı olan bir tarihi olay olarak ele alması. Zaten Ekim Devrimi’nin vadettiği şeylerin olamayacağını gösteren bir son olarak Rusya’da rejimin çöküşünü örnek vermesiyle, Murat Belge farklı dönemler barındırsa da Ekim Devrimi’nin ardından esas olarak bir ve aynı siyasal ekonomik sistemde yaşandığını söylemiş oluyor. Bu da bizi ister istemez, leninizm, Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi tartışmalarının birbirine kopmaz bir şekilde bağlı olduğu gerçeğine ve aynı zamanda devrimin kaderini tartışmanın 1917’ye saplanıp kalmakla değil, bugün nasıl bir sosyalizmi savunduğumuzu ve bu sosyalizmin mümkün olup olmadığını tartışmakla ilgili olduğuna getiriyor. Başka bir yerde leninizmi savunmanın zorluklarından söz ederken şunları yazmıştık: “Leninizmi savunmak açısından ikinci zorluk, 1920’lerin sonunda Rusya’da adım adım ve şiddetle inşa edilen bürokratik devlet kapitalisti rejimin devlet dairelerinin her bir köşesine dikilen Lenin heykellerinde ifadesini bulan soğuk “devlet adamı Lenin” algısının, Stalinizmin kendisini meşrulaştırmak, bir açıdan Ekim Devriminin ideallerine sahip çıktığına kamuoyunu ikna etmek için attığı sahtekar bir adım olduğunu açığa çıkartmak. 1917 yılının Sovyet iktidarının aşağıdan ve özgürlükçü niteliğiyle, 1930’ların bürokratik iktidarının tepeden inmeci, bir azınlığın iktidarını sürekli kılmanın zorbaca aracı olma niteliği arasındaki farkların silikleşmesi parti tartışmalarında Lenin’den, yoldaşlarından ve 1900’lü yılların başından itibaren mücadele eden kadın ve erkek Rus işçilerinin deneyimlerinden öğrenme yeteneğimizi zora sokuyor.”35 32 Aktaran Şenol Karakaş, Sosyalist İşçi, Mayıs 2009, sayı 362. 33 http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8535/ekim-devrimi#.Wd8gwWi0M2w 34 Murat Belge, a.g.y. 35 Şenol Karakaş, Sosyalist İşçi, 603. Sayı.

91


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

İnsan gerçekten de şaşırıyor. 1917 yılının Bolşevik Partisi’yle örneğin 1920’lerin ikinci yarısındaki Komünist Parti arasında bir benzerlik olmadığını, ikincisinin birinciyi imha ederek kurulduğunu görmek, üstelik artık neredeyse devasa bir külliyat varken, bu kadar mı zor? Belki de göremeyenlere ya da görmemekte ısrar edenlere kızmak yerine ısrarla anlatmaya devam etmek lazım. 1917 yılında işçi sınıfının, milyonlarca yoksul köylünün desteğiyle iktidarı almasının ardında devrimci Rusya, emperyalist sistem tarafından, “buyrun, siz orada sosyalizmi inşa ederken biz de kapitalizmi örgütlemeye devam edelim” demeyecekti elbette. 16 ülke işçi iktidarını yıkmak için dört bir yandan saldırdı Rusya’ya. Bu eski rejime güven verdi, zaman kazandırdı ve devrimden birkaç ay sonra korkunç bir iç savaş dalgası tüm Rusya’yı kapladı. İç savaşı atlatmak ve emperyalist ülkelerin işgalini savuşturmak için Bolşevikler direnmeye başladı. Kızıl Ordu’nun kurulması bu direnişin ilk adımı oldu. Bir ordunun adının başında kızıl olunca, o ordu ordu olmaktan çıkmıyor. 1917 yılının asker Sovyetleri, yerini giderek hiyerarşik orduya bıraktı. Çarlık döneminin subayları orduya yeniden çağrıldı. Uzun süren iç savaşı en sonunda Bolşevikler kazandı ama ödenen bedel çok büyük oldu. Rusya’da işçi iktidarının tecrit edilmişliği, yalnız bırakılmışlığı ve tüm kaynakları emen Kızıl Ordu’nun zorunlu idamesinin yarattığı ekonomik yıkım anlaşılmadan, iç savaşın bitmesinin ardından oluşan siyasi manzara anlaşılamaz. Amacımız burada ‘Rusya’da Devlet Kapitalizmi Teorisi’ni yeni baştan ele almak değil. Fakat Bolşevik Partisi apaçık bir işçi partisiydi, aşağıdan yukarı, işyerlerinden ulusal çapta örgütlenmiş olan Sovyetler apaçık bir işçi iktidarıydı. Bolşevikler, işçi sınıfı iktidarı aldığında bunun tek bir ülkede sosyalizmin kuruluşu için bir fırsat olacağını hiçbir zaman düşünmediler. Tek bir ülkede işçi iktidarı ancak başka ülkelerde yeşerecek devrimlere ilham verebilir ve sadece bu devrimlerin imdada yetişmesiyle yaşamını sürdürebilir. 1924 yılına kadar Stalinist Rus bürokrasisinin politik ihtiyaçlarına yanıt veren milliyetçi bir ideoloji olarak ‘tek ülkede sosyalizm’ teorisi üretilene kadar, Bolşevikler arasında bu saçmalığı savunan kimseye rastlanmamıştı. Lenin sanıldığının aksine 1905 işçi devrimine kadar Rusya’da işçilerin iktidarı alabileceğini düşünmüyordu. “Rus proletaryası artı Avrupa proletaryası devrimi örgütleyecekler. Böylesi koşullarda Rus proletaryası bir ikinci zafer kazanabilir. Dava hiç de umutsuz değildir. İkinci zafer Avrupa’da sosyalist devrim olacak. Avrupalı işçiler bize ‘nasıl yapılacağını’ gösterecekler ve sonra onlarla beraber sosyalist devrimi yapacağız.”36 Lenin Brest-Litovsk anlaşmasına karşı çıkan ve Alman emperyalizmiyle savaşın devamını devrimcilerin savunması gereken tek politika olarak öne sürenlere karşı neredeyse Rus devriminin başına gelecekleri birebir açıklayan şu sözlerle karşı çıkıyordu: “Ancak, eğer, birkaç ay içinde Alman devrimi olmaz ve savaş devam ederse, olayların gidişi ölümcül yenilgilere yol açacak ve bu yenilgilerin sonucunda Rusya çok daha kötü koşullarda bir barış imzalamaya zorlanacaktır. Daha da öteye, bu barış bir sosyalist hükümet tarafından değil, başka bir hükümet tarafından imzalanacaktır. (…) Çünkü savaşın tükettiği köylü ordusu ilk yenilgilerinden sonra-ve büyük bir olasılıkla bu birkaç haftalık bir meseledir, birkaç aylık değil-sosyalist işçilerin hükümetini devirecektir.”37

Lenin devrimin kaderi konusunda sadece bir konuda yanıldı, sosyalist işçilerin hükümetini, sanki bu hükümetin bir devamcısıymış yanılsamasını yaratarak deviren, bürokrasi oldu. Kızıl Ordu Rusya’da tüm öncü işçilerin ve tüm ekonominin yarısını emerken, bu sürece, salgın hastalıklar, sefalet ve açlık eklendi. Dünya devrimi Rus işçilerinin yardımına gelmeden geçen her gün, işçi demokrasisi zayıfladı. Giderek, devrimi yapan işçiler sınıf şekillenmesini yitirdi. Devrimin kalbinin attığı Petersburg şehrinin nüfusu 1917 yılında 2.5 milyondan 574 bine, Moskova’da ise 1.7 milyondan1.1 milyona düştü. 1913 yılında 3.5 milyonluk bir kitle olan işçilerin sayısı, iç savaşın ardından 1.118.000’e geriledi.38 Daha 1918 yılında, “Rusya’nın öncü ve politik bilinçli işçi kesiminin ne kadar ince olduğunu biliyoruz”39 diyen Lenin, 1921 yılında “Sanayi proletaryası savaş, sefalet ve yıkım sonucu deklase bir hale gelmiş, başka bir deyişle, proletarya olarak varlığı sona ermiştir”40 demek zorunda kalmıştı. Rusya’da sosyalist devrim, toplumun tüm ezilenlerini kendi politik eylemi etrafında toparlamayı başaran işçi sınıfının siyasi şekillenmesinin zirvesi olmuştu. Fakat şimdi sadece siyasi şekillenmesini değil, objektif ve subjektif tüm şekillenmesini kaybetmeye başlamış, yani sınıf olarak varlığını hemen hemen yitirmiş bir işçi sınıfıyla karşı karşıyaydık. 36 Aktaran Dilek Fırat, “Tarihten Yapraklar: Tek ülkede sosyalizm”, İşçiler ve Toplum, sayı, 5, s.81. 37 Aktaran Dilek Fırat, a.g.e. 38 http://www.sosyalistisci.org/index.php/ariv/65-383-11-aralk-2009/679-marksizm-sohbetleri-lenin-ve-incelen-ici-snf 39 http://www.sosyalistisci.org/index.php/ariv/65-383-11-aralk-2009/679-marksizm-sohbetleri-lenin-ve-incelen-ici-snf 40 Tony Cliff, Lenin, 3. Cilt, Nisan 1996, Z Yayınları, s.142.

92


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Bu durum kuşkusuz Bolşevik Partisi’ne de yansımak zorundaydı. İşçi sınıfının “inceldiği” tespitini yapan ve tüm siyasi yaşamında sorunların çözümünün garantisini kitlelerin eyleminde, işçi sınıfının en geniş kitlelerinin yaratıcı gücünde bulan Lenin, Doğan Tarkan’ın çok yerinde tespit ettiği gibi artık işçi sınıfının öncülerini gelişmelerin güvencesi olarak görmeye başlamıştı.41 İşçi sınıfının kitlesel eylemine yön vermeyi hedefleyen ve doğrudan işçi sınıfına dayanan Bolşevik Partisi, Lenin’in “Sovyet hükümeti, burjuva ya da yarı-burjuva olan . . . ve bizim hükümetimize kesinlikle güven duymayan yüzbinlerce büro işçisi çalıştırıyor.”42 dediği koşullarda, parti sosyolojik yapısının bütünüyle değiştiği gerçeğiyle yüzyüze kaldı. 1917 yılına kadar Bolşevik Partisi net bir işçi partisiydi. 1907 verilerine göre Bolşevik Partisi’nin üyelerinin yüzde 50’si fabrika ve büro işçisiydi. Fakat 1917 yılından sonra hem savaş ve iç savaşta ölen işçiler hem de yüz binlerce insanın partiye katılmasıyla birlikte üye oranları da üyelerin politik beklentileri de değişmeye başladı. 1919 yılında parti üyelerinin sadece yüzde 11’i fabrika işçisiydi. Yüzde 53’ü ise devlet memuruydu. 1921’de durum daha da vahim bir hal almıştı. Bolşevizmin temel güç merkezlerinden biri olan Petrograd metal işçileri arasında parti üyesi olan işçilerin oranının yüzde 2’den fazla olmadığı açıklandı. 43 Bolşevik Partisi, özetle, iç savaş koşulları, iç savaşta yaklaşık 200 bin komünistin yaşamını yitirmesi, eski rejimin bürokratlarının, kariyeristlerinin partiye doluşması, Kızıl Ordu memurlarının iç savaştan sonra partiye katılması ve esas olarak devrim tecrit edildiği için şekillenmesini yitiren işçi sınıfıyla birlikte şekillenmesini yitirdi. Bolşevik Partisi bambaşka bir partiye dönüşürken işçileri ve köylülüğü siyasi olarak tasfiye eden bürokrasi sonuçta bir karşı devrim gerçekleştirdi. Ekim Devrimi’nin idealleriyle ilgisi olmayan yeni bir kapitalist düzen kuruldu. Kurulan rejim 1917’nin devamı gibi görülüyor. Oysa buna itiraz eden çok etkili ve güçlü bir siyasi gelenek özellikle Troçki’nin eylem ve yazılarında zirvesine ulaşan birikim olsa da bu birikimin etrafından dolanılıyor ve leninizme eleştiriler aynı şekilde sürdürülüyor. Saplantı değil, gereklilik Leninizmin bir saplantı değil bir gereklilik, bugün sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek için her gün bakılması gereken bir başvuru kaynağı olduğu çok açık. 100. yılında Ekim Devrimi, bu devrimi gerçekleştiren kadın ve erkek işçiler ve devrimin gerçekleşmesine yardımcı olan Bolşevik Partisi’nin deneyimlerinden sürekli öğrenmenin neden bir zorunluluk olduğu, 1999 yılında başlayan antikapitalist hareketin tartışmalarında, eylemlerinde ve bu eylemlerin ardından gelişen küresel politik iklimde bir kez daha açığa çıktı. 1990’lı yılların ortalarında Fransa’da büyük grev dalgasıyla başlayan, 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı mücadeleyle dönemin politik dengelerini tüm dünyada ezilenler adına değiştiren ve ABD’nin Irak saldırısını engellemek için örgütlenen dev savaş karşıtı hareket ve sosyal forumlarla emsalsiz bir meşruluk kazanan Antikapitalist hareket içinde “örgüt” tartışmasında yenilikçi gibi görünen fikirlerin üstünlük kurmasının yarattığı toplam etki eklendiğinde klasik devrimci parti vurgusu ikna edici olamadı.44 Hatta leninizmi hareketin tartışmasının içine davet eden Zizek’in başrol oynadığı tartışmalar, az sayıda leninistin katkıları dışında Lenin’i daha da şüpheli hale getirmeye yaradı. Slavoj Zizek’in Budgen ve Kouvelakis’le birlikte hazırladığı ‘Yeniden Lenin’ derlemesi buna iyi bir örnek. Derleme içindeki makaleler Lenin’e dönüş için kaleme alınmış olsalar da Lenin’in fikir ve eylemlerini belirsizleştiriyor, anlaşılmasını zorlaştırıyor ve kaba bir leninizm fikrini yeniden inşa ediyor. Chris Harman’ın da dikkat çektiği gibi, derlemenin sorumluluğunu alan üç yazar örneğin şöyle şeyler yazabilmektedir: “Lenin’in kendi sesinin ilk kez açıkça işitildiği çalışmasının Ne Yapmalı? olması önemlidir. Bu metin Lenin’in, teorinin gerekli uzlaşılar yoluyla pratiğe uyarlanması gibi pragmatik bir anlamda değil, tersine tüm oportünist uzlaşıların yok edilmesi, yapılacak müdahalenin ancak durumun koordinatlarını değiştirecek bir müdahale olmasına izin veren açık bir radikal konumun benimsenmesi gibi bir anlamda duruma müdahale etme kararını ortaya koymaktadır.”45

Ne Yapmalı, Lenin’in ‘kendi sesinin ilk kez açıkça işitildiği’ bir tartışma veya dağınık işçi örgütlenmelerini bir 41 O zamanlar Mehmet Ali Bulut adıyla yazan Doğan Tarkan, İşçiler ve Toplum dergisinin 5. sayısında dönemin en parlak araştırmalarından birisinde şunları yazıyordu: “Lenin, sosyalizmi sadece en geniş işçi yığınların sorunlarını bizzat çözerek inşa edeceğine inanmaktaydı. Bu tutum 1918 ortalarına kadar sürdü. 1918 ilkbaharında Lenin, ‘ülke ve devrim ancak öncü işçilerin yığınsal gayreti ile kurtulabilir’ diyerek en geniş işçi yığınından, öncü işçi yığınına doğru çekildi. İşçiler ve Toplum, 5. Sayı, s32. 42 Tony Cliff, a.g.e. s.142. 43 Tony Cliff, a.g.e, s.217-218. 44 Şenol Karakaş, a.g.y. 45 Slovak Zizek, “Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakıs, Giriş: Lenin’i tekrarlamak”, Yeniden Lenin, Otonom Yayınları, s.9.

93


Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir? | Yıldız Önen, Şenol Karakaş

politik program ve merkezi bir parti faaliyeti etrafında birleştirmek üzere ekonomistlerle yapılan tartışmanın ötesinde mistik anlamlar taşıyan bir eser değildi. Kitapta bu türden karmaşık ve anmazsız Lenin tartışması yer alıyor. Antikapitalist hareketin, radikal sol için yarattığı imkanlar ve sınırlamalarla ilgi bir dizi tartışma yapıldı.46 Özellikle Seattle’da sınıf mücadelesine yepyeni bir soluk katan hareketin ardından ilerleyen mücadelelerde ve daha da önemlisi savaş karşıtı hareketin içinde devrimci örgütler belirleyici olsa da leninist bir partide kitlesel örgütlenme fikri öne fırlayan yüzbinlerce genç aktivistin kafasında yer edinmiş olan bireysel yaratıcılığı, yetenekleri, enerjiyi ve örgütlenmeyi öneren geleneklerin yarattığı bulanıklık aşılamadığı için hakim olamadı. 2000’li yıllar boyunca devrimcilerin yeni bir birleşik mücadele platformu olarak yeni sol partiler önerisi, hareket içinde daha reformcu olarak öne çıkan kanatların liderliğinde seçimlere endeksli partileri kuracak ittifakların şekillenmesine neden oldu. Leninizmin önemini tartışmak ve kavratmak açısından önümüze dikilen zorluklardan da söz edebiliriz. Hepsinin bir ortak noktası var, bu ortak nokta nedeniyle leninizmde isteyenler bürokratik bir merkeziyetçi şeflik örgütü görebiliyorlar: 1917 Ekim Devrimi bir parti devrimi değil bir işçi devrimiydi! Lenin’in gizlilik koşulları içinde bundan tam 100 yıl önce “ayaklanma zamanının geldiğini” ve eğer ayaklanmaya liderlik karar vermezse partinin tüm iddialarını yitireceğini söylemesinin nedeni, her hangi bir parti liderlik yapmasa bile işçilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır. Sanıldığı gibi Ekim’de devrimin alternatifi sonsuz özgürlükleri tanıyan bir parlamenter demokrasi değil, askeri bir darbe ve hemen hemen ilk faşist örgütlenme sayılabilecek Kara Yüzlerin estireceği sonu gelmez katliamlar ve terördü. Bu yüzden, Ekim Devrimi’nin hikayesinin bir yanı Bolşevik Partisi’nin ayaklanmaya liderlik etmesi ise diğer yanı Rus işçilerinin Bolşeviklerden önce tüm partilere açık çek vermiş, kitleler halinde destek sunmuş ama hepsi tarafından ihanete uğrayarak en sonunda Bolşevikler etrafında örgütlenmeyi tercih etmiş olmasıdır. Diğer partiler işçi sınıfına liderlik etmekten, yani öncü işçilerin sınıfın geri kalanıyla “Ekmek, barış, toprak!” ve “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganları etrafında birleşmesinden özenle kaçındılar. Lenin ve arkadaşları ise mücadele dolu tüm yıllar içinde tam da bu ana hazırlanmışlardı. 1917 bir partinin, bir merkez komitesinin, bir liderin destanlaştığı bir yıl değildir. 1917 yılının Şubat ve Ekim ayında yaşananlar, Rusya’da yaşayan milyonlarca işçi, köylü, kadın, erkek ve askerin kaderlerini kendi ellerine aldığı yıldır. Bolşevik Partisi işçi sınıfının kaderini kendi ellerine almasını sağladığı, kendi geleceğini belirleme mücadelesine yardımcı olmayı başardığı, bunu başarmaya yaracak ve ancak mücadele dolu yıllar içinde şekillenen güven ilişkisini kurabildiği için işçilerin özyönetim organlarında, yani Sovyetlerde çoğunluğu kazanan parti olabildi. Bir parti bu adımı, sadece, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, militan, enternasyonalist ve aynı zamanda merkezi olmayı başarabildiği ölçüde atabilir. Bu dün böyleydi, bugün de böyle.

46 Alex Callnicos, Antikapitalist Hareket ve Devrimci Marksistler, Sosyalist İşçi Yayınları. Şenol Karakaş, Biz Bu Savaşı Durdurabiliriz, Metis Yayınları, Haziran 2005. Yıldız Önen, “Savaşa hayır” demenin birleştirici gücü: “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun Türkiye’deki siyasi kültüre etkisi”, Yayınlanmamış doktora tezi, Şubat 2015. Alex Callinicos, Anti-Kapitalist Manifesto, Ocak 2004, Literatür Yayıncılık.

94


Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı Roni Margulies

B

irkaç yıl önce, yaşça benden büyük, 12 Eylül döneminde uzunca hapis yatmış bir sosyalistle tartışıyordum. Konu dönüp dolaşıp kemalizme geliyordu. Duyduğu derin Mustafa Kemal sevgisini paylaşmadığımı fark ettiğinde, konuştuğum arkadaş “Ne yani?” dedi, “Padişahlık daha mı iyiydi? Cumhuriyet kurulmasa mıydı? Şeriat’tan laikliğe geçilmese miydi? Kadınlara oy hakkı verilmese miydi? Ben kemalistim kardeşim, sen ne dersen de.” Fransa’da böyle bir tartışma oluyor mudur diye düşündüğümü hatırlıyorum: “Fransız Devrimi iyi bir şey miydi? İyiydi. Kralın devrilmesi, cumhuriyete geçilmesi iyi miydi? İyiydi. O zaman ben Robespierreciyim!” Bildiğim kadarıyla bütün Fransız sosyalistleri Fransız Devrimi’nin olumlu bir şey olduğunu düşünür, ama hiçbiri kendini Robespierreci olarak tanımlamaz, Robespierre’in düşünceleriyle sosyalizm arasında bir akrabalık olduğunu iddia etmez. Sorulsa, şöyle derler herhalde: “Robespierre iyi ve başarılı bir burjuva devrimcisiydi, iyiydi, güzeldi, ama ben sosyalistim, işçi sınıfının iktidarı için mücadele ediyorum; o başka, bu başka.” Türkiye’de ise, kemalizmin bir tür “sol” olduğu, sosyalizm ile en azından bir akrabalığı olduğu veya hiç olmazsa “ilerici” bir akım olduğu inancı Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkedeki tüm muhalefet hareketlerine ve her tür muhalif düşünceye nüfuz etmiş ve dolayısıyla parlamentodan silahlı mücadeleye kadar siyaset sahnesinin bütününü şekillendirmekte önemli bir unsur olmuştur. Türkiye siyaset sahnesinde kendisini Atatürkçü olarak tanımlamayan, kemalizmle arasına çizgi çekme ihtiyacı duyan hemen hemen hiçbir kurum veya kişi olmadığına ve bu yelpaze AK Parti’den “devrimci” örgütlere, Süleyman Demirel’den Doğu Perinçek’e çok büyük bir siyasî çeşitlilik içerdiğine göre, kemalizmin muğlak ve değişken bir şey olduğu düşünülebilir. Örneğin, 1991 yılında yaptığı bir söyleşide Mete Tunçay şöyle der: “Sonradan bir efsane çıkarıldı, ‘sahte Atatürkçüler ve öz Atatürkçüler’ ayrımı yapıldı. Mesela Cumhuriyet gazetesi kendisinin ‘öz Atatürkçü’ olduğu vehmindedir, ama 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yapanlar ‘sahte Atatürkçüler’dir, Atatürkçülükten yararlananlardır. Aralarında bazı vurgu farkları var, ama ben bunların o kadar abartılmaya

95


Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı | Roni Margulies

elverişli olduklarını düşünmüyorum.”1 Örneğin Atatürk sevgisi, Kara Harp Okulu’nda yoklama yapılırken Mustafa Kemal’in okul numarasının okunup “İçimizde” diye bağırılmasından ve boyunun uzun, sesinin kalın olduğunu kanıtlama çabalarından, Deniz Gezmiş’in cezaevinden babasına şu sözleri yazmasına kadar uzanır: “Baba, Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü kemalist düşünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim... Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız...” Kemalizmin çok geniş bir siyasî yelpazenin ortak paydası olması, “sahte Atatürkçü” ile “öz Atatürkçü” ayırımının yanı sıra, “Atatürkçü” ile “kemalist”, “milliyetçi” ile “ulusalcı” gibi ayrıştırma çabalarını gerekli kılmıştır. “Ulusalcılık” diye bir kavramın icat edilmesi, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir sorun olduğunu gösterir: Solun bir kesimi has kemalistlerle has milliyetçilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli “milliyetçilik” kelimesi yerine bire bir eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kalmıştır. Her defasında “Onlarla aynı şeyleri söylüyoruz, ama yanılmayın, biz sağcı değil solcuyuz” demek zahmetli olacağına göre, yeni bir kelime yaratılmış (ve bu arada Mustafa Kemal’in dil devrimine de bir selam çakılmıştır). Burada açıklanması gereken, kendini sosyalist olarak tanımlayan ve has milliyetçilerden tümüyle ayrı olması gereken bir hareketin niye sadece dilbilimsel açıdan ayırdedilebilir olduğudur. Kemalizmin ilericiliği ve kemalizmle sosyalizm arasındaki akrabalık inancı Türkiye siyasetinin tanımlayıcı garipliklerinden biridir. Nüfusun hemen hemen bütünü tarafından “sol parti” olarak düşünülen ve kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan CHP’den en keskin devrimci örgütlere kadar, Türkiye solunun çok geniş kesimleri şu veya bu ölçüde, ama muhakkak bir ölçüde, kemalizmden etkilenir, kemalizmle barışıktır, kemalizmin olumluluğunu temel alır, bu temel üzerinden ilerler. “Türk sosyalisti” önce kemalisttir, sosyalistliğini bu temel üzerinde kurar. (Mihri Belli bunu şöyle ifade eder: “O dönemin [1930’ların] ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu... O ulusal gurur [yani kemalizm] beni derin bir anti emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizm’e zaten bir adım...”2) Bu kemalist temelin hiç sorgulanmadan kabullenilmesinin iki ana nedeni vardır. Türkiye solu kemalizmi aslen anti-emperyalizm ve laiklik olarak algılar ve bu iki unsur Türkiye solunun sosyalizm anlayışının da temel sacayaklarını oluşturduğu için kemalizm sosyalizm yolunda önemli bir aşama (ve hatta yolun önemlice bir bölümü) olarak görülür. Sosyalizm sınıfsal bir mesele, işçi sınıfıyla ilgili bir mesele değil millî bir mesele olarak anlaşıldığı için, kemalist cumhuriyetin kurulması, kurulan cumhuriyetin sınıf yapısından bağımsız olarak, anti-emperyalist bir zaferdir. Keza, dindarlık da toplumsal ve sınıfsal bir olgu değil, toplumsal koşullardan bağımsız olarak “gerici” bir olgu olarak anlaşıldığı için, laiklik kemalizmin ilericiliğinin en önemli kanıtıdır, “cumhuriyetin kazanımları” arasında en önemlisidir. Marksizm Türkiye’de “yurtseverlik”, “anti-emperyalizm”, “bağımsızlık” ve “laiklik” kavramlarıyla iç içe, kol kola yaşar; sınıf kavramıyla ilişkisi ise uzak ve soğuktur. Adında “komünist” kelimesi geçen bir partinin (birkaç parçaya bölünmeden önce) 2008 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda yayınladığı mesajda şöyle denir: “Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl önce bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır... [Partimiz], Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, bağımsızlık ve egemenlik için mücadelede pekişen yurtsever kimliğiyle selamlamaktadır... Türkiye bağımsız ve egemen bir ülke olma özelliğini çok ama çok uzun yıllar önce yitirmişti. Ancak bugün bağımsızlık ve egemenlik iddiasından da kurtulmak istiyorlar... Bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor.” 3 Aynı partinin 2011 tarihli 10. Kongre Raporu’nda şöyle denir: “[Partimizin] stratejisi ülkemizde Cumhuriyet’in bir tarihsel ilerleme olduğundan yola çıkmış, bu ilerlemenin bütün kazanımlarıyla tasfiye edilmesine karşı sergilenecek direnişin, işçi sınıfının sorumluluğu olduğuna işaret etmiş, sosyalizm mücadelesinin de ‘cumhuriyetin kazanımlarını’ bir sıçrama tahtası olarak değerlendirerek ileri taşınabileceğini savunmuştur.” 4 Bir başka sol partinin Genel Başkan Yardımcısı, bir başka sol örgütün internet sitesinde 2008’de yayınlanan yazısında şöyle der: “Gerçek anti-emperyalizm ve yurtseverlik ise solun tarihsel damarlarında mevcuttur... 68 kuşağının önderleri iddia edildiği gibi milliyetçi değil anti-emperyalisttir. İçsel bir olgu olan emperyalizme karşı savaşımda

96

1

Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yayınları, 2005, s. 172.

2

Mihri Belli, Yunus Emre’den Bill Gates’e, Cadde Yayınları, 2007, s. 51.

3

http://haber.sol.org.tr/sol-partilerden/tkpden-29-ekim-aciklamasi-haberi-7204.

4

https://www.tkp.org.tr/tr/temel-metinler/10-kongre-raporu.


Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı | Roni Margulies

oligarşi diye nitelendirilen güçlerle tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesini savunmuşlardır... Halkın kendi kaderini tayin edemediği, ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamadığı, siyasetin emperyalist sistem içerisinde dizayn edildiği bir ortamda hangi demokrasiden söz edilebilir ki? Öyleyse bugün demokrat olmanın koşullarından birisi de bağımsızlıkçı antiemperyalist bir perspektife sahip olmaktır.” 5 Burada iki sorun vardır. Biri kemalizmin gerçekte anti-emperyalist ve laik olup olmadığı, diğeri de bu iki unsurun sosyalizm anlamına gelip gelmediği. Ulus-devletin kuruluş ideolojisi Nüfuz ettiği siyasî yelpazenin genişliği nedeniyle, kemalizmin istendiği gibi yorumlanabilecek muğlak bir şey olduğu düşünülebilir, ama değildir. Kemalizm, Türk burjuva ulus-devletinin kuruluş ideolojisi ve o günden bu güne devletin resmî ideolojisidir. Türk ulus devletinin kuruluşu, savaş ve işgal koşullarında gerçekleştiği için, yabancı ordulara karşı savaşmayı gerektirmiştir. Verilen mücadelenin bu en dar anlamıyla anti-emperyalist olduğu söylenebilir. Ancak, “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmış devletleri (yani Batı Avrupa devletlerini) örnek ve model olarak alan kurucu kadroların aklında kurulması planlanan devletin niteliği hakkında en ufak bir kuşku yoktur: Kapitalist bir devlet ve sadece Türklerin devleti kurulacaktır. Bu, başta işçi/sosyalist muhalefet olmak üzere her tür muhalefeti bastırmayı ve Türk/ Müslüman olmayanları Türkleştirmeyi, mülksüzleştirmeyi ve/veya kovmayı gerektirmiştir. Muhalefeti bastırma yöntemlerini Mete Tunçay şöyle anlatır: “Atatürk’ün halkçılıktan, geniş katılmalı bir demokrasiyi değil, yalnız anti-monarşizmi, statü ayrıcalıklarına düşmanlığı anladığı açıktır. Muhalefetten hiçbir zaman hoşlanmamış, muhaliflerin varlığına katlanmak zorunda kaldığı zamanlarda da, onlara adeta askerî bir taktik uygulamıştır. [Önce ‘sol’, sonra ‘sağ’] muhalefete karşı, önce bölmek ve bir bölümünü ele geçirmek, daha sonra öteki bölümünü aşırılığa iterek, en sonunda büsbütün yasaklatmak yöntemini izlemiştir... 1925’in ilk yarısından itibaren, Türkiye’de muhalefete ve dolayısıyla siyasete yaşama hakkı tanınmamıştır. Milletvekilleri onu [Atatürk’ü] değil; o, milletvekillerini bir bir seçmiştir.” 6 Kurucu kadroların Türk/Müslüman olmayanlar hakkındaki görüşünü ise bizzat Mustafa Kemal 1923’te Türk Ocağı’nda Adana esnafına yaptığı konuşmada 7 şöyle ifade etmiştir: “Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket eski asırlardan beri çok kere yabancı istilâlarına uğramıştı. Başlangıçta Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zaptetmişlerdi. Sonra bu İranileri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memleketler paylaştırıldığı zaman Adana kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra Doğu Roma yani Bizanslılar’ın eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlar; en sonunda Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, geçmiş ve aslî hayatına iade ettiler. Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, 1930 yılında aynı konuda şöyle der: “Düne kadar vapurlarda, şimendiferlerde, memleketimizin bütün ticarî ve malî müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin ellerinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimin elindedir? Türklerin... Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler, hatta dağlar ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadiyatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil mi idi? Bugün bütün bunlar Türklerin eline geçti, bu da Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasetinin semeresidir. Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ, bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz. C.H. Fırkası’ndanım, çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk Milleti’ne mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” 8 Kemalizm, “bağlar, bahçeler, hatta dağlar ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadiyatını baştan başa” ele geçirenlerin, Sivas ve Erzurum Kongreleri’nde temsil edilen ve kurulacak olan Ankara hükümetinin etrafında kenetlenen, 1923 5

http://sendika62.org/2008/06/taraf-gazetesi-ve-68-tartismasina-dair-antiemperyalizm-turkiyede-solun-ana-damaridir-baris-ince.

6

Mete Tunçay, a.g.e., s. 135.

7

Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 21 Mart 1923.

8

“Adliye Vekilimizin Mühim Nutku, M. Esat Bey Diyor ki”, Anadolu gazetesi, 18 Eylül 1930.

97


Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı | Roni Margulies

İzmir İktisat Kongresi’nde ana talepleri kağıda dökülen 9 Türk/Müslüman ticaret sermayesinin temel çıkarlarının ifadesidir. Kemalist “devrim”, gerçekleşme sürecinin ayrıntılarıyla değil, ama sınıfsal içeriği, amaçları ve sonuçlarıyla 19. yüzyıl Avrupa’sının burjuva devrimlerinden farklı değildir: Ülkenin (ve dolayısıyla piyasanın) sınırları çizilmiştir, millî eğitim müfredatı yazılıp uygulanmıştır, dil birliği sağlama doğrultusunda adımlar atılmıştır, ortak ve şanlı bir millî tarih uydurulup öğretilmeye başlanmıştır. Kısacası, ulus ve ulusal ekonomi yaratılmıştır. 10 Bu sürecin herhangi bir yanına sınıfsal veya kültürel nedenlerle direnen tüm unsurlar silah zoruyla bastırılmış ve ta 1946 yılına kadar siyasetin dışında tutulmuştur. Bütün bu süreci “bağımsızlık mücadelesi” olarak okumak da mümkündür, “burjuva ulus-devletinin kuruluşu” olarak da. Ancak, “bağımsızlık mücadelesi” olma özelliği, bir anlamda, “tesadüfî” bir özelliktir. Tarihçilerden özür dileyerek bir “hayalî tarih” denemesi yaparsak, kemalist devrim dünya savaşı koşullarında, çöken ve dağılan (ve az da olsa bazı toprakları işgal altında olan) bir imparatorluk çerçevesinde değil de örneğin yirmi yıl önce veya sonra gerçekleşseydi, “bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” söylemi hiç olmayacak, basitçe bir burjuva devrimi olarak tarihe geçecekti. 11 Mücadele aslen emperyalizme karşı değil, monarşiye ve Osmanlı egemen sınıfına karşı verilmiştir. Ne ölçüde “kurtuluş” savaşı veya bağımsızlık mücadelesi olduğu kuşkuludur. Yeni bir egemen sınıfın çıkarlarının ifadesi olan, yeni bir burjuva devletinin kurulma sürecini meşrulaştıran, halk tarafından kabullenilmesini sağlamayı amaçlayan, doğruluğunu ve kaçınılmazlığını anlatan ideolojiyi herhangi bir şekilde “sol” olarak düşünmek mümkün değildir. Zamanının bağlamında, yerine geçtiği ideolojiye, padişahlığa/ monarşiye kıyasla “ileri” veya “ilerici” olarak düşünülebilir, ama bu bizi ancak tarihçilik açısından ilgilendirebilir, sosyalist siyaset açısından değil. Türkiye solunda yaygın olan emperyalizm anlayışı “büyük ülkeler küçük ülkeleri sömürüyor” basitliğinden öteye geçmez. Bu anlayışta emperyalizmin kapitalizmle, sınıf mücadelesiyle ilişkisi yoktur; “büyük ülkeler” ve “küçük ülkeler” vardır, “onlar” ve “biz” vardır, “yabancı” ve “millî” vardır. Kapitalizmle ve sınıf mücadelesiyle ilişkisi kurulmayan bir anti-emperyalizm basit bir yabancı düşmanlığı düzeyinde kalır; siyasetin aktörleri “Türkler”, “ülkemiz”, “vatanımız” ve “millî güçler” olur. Yabancıya karşı (hem 1920’lerde hem günümüzde) bağımsızlık mücadelesi veren bu millî güçlere, doğal olarak, “millî burjuvazi” ve elbette “ordumuz” dahildir.12 Dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakmak, anti-emperyalizmi milliyetçiliğe indirger. “İşçi sınıfının vatanı yoktur” diyen Marx yanılmıştır; Türk işçisinin vatanı vardır ve bu vatanı millî burjuvazi ve millî ordu ile birlikte yabancıya karşı her koşulda savunur. Kemalizmin ve kemalizmden etkilenen Türk solunun anti-emperyalizmi milliyetçilikten ibarettir. Devletin resmî ideolojisi Yeni Cumhuriyet egemen sınıfının ideolojisi olarak kemalizmin dayattığı “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle”, tek millet, tek vatan, tek devlet, Türk’ün üstünlüğü, kahramanlığı, asker doğması, tarih boyunca şanlı devletler yaratma özelliği, dünya medeniyetlerinin kaynağı olması gibi unsurlar özgün değildir; bunlar tüm ulus ve ulus-devlet yaratma süreçlerinin ortak unsurlarıdır. Milliyetçilik, ırkçılık, milletin ve ırkın üstünlüğü iddiası Türk ulus-devletine özgü değildir. Özgün olan, yaklaşık bir yüzyıl önce kuruluş için gerekli olan bu ideolojinin bugün hâlâ aynı azgınlıkla, aynı silahlı yöntemlerle dayatılıyor ve savunuluyor olmasıdır. 9

Şevket Süreyya Aydemir, Kongre hakkında şöyle yazar: “Görülüyor ki İzmir İktisat Kongresi’nde liberal bir iktisadî gelişmenin esasları savunuldu... Yeni Türkiye genel olarak Batı manasında liberal bir ekonomi düzenine yönelecekti.” (Tek Adam - Mustafa Kemal, 3. Cilt, Remzi Kitabevi, 1975, s. 369-371).

10 Türkiye’de 1923’te bir burjuvazi olmadığı, burjuvazinin devlet eliyle sonraki süreçte yaratıldığı, 1923’te kurulan devleti herhangi bir egemen sınıfın değil silahlı kuvvetlerin ve/veya kemalist kadroların kurduğu düşüncesi hem akademik çevrelerde hem de (konuya kafa yorduğu kadarıyla) sol içinde yaygınca kabul gören bir düşüncedir. Bunu düşünmek için, devletin bağımsız, toplumun üstünde/dışında, toplumu toplumsal güçlerden bağımsız olarak şekillendiren bir kurum olduğunu düşünmek gerekir. Sınıflar ve sınıf çelişkileri devleti yaratır, devlet sınıfları değil. 11 Buna karşılık, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hindistan ve özellikle Afrika’da gerçekleşen bağımsızlık mücadelelerine bakarsak, sömürge oldukları için bu ülkelerde Türkiye’ye kıyasla çok daha doğrudan ve uzun anti-emperyalist mücadeleler sürdürülmüş ve bu mücadelelere egemenliklerini kısıtlayan emperyalist güce karşı savaş veren yerli egemen sınıflar önderlik ediyor olmasına rağmen kitleleri seferber etmek amacıyla sert bir anti-emperyalist (ve hatta “sosyalist”) söylem kullanılmıştır. Bu söylemin kofluğu en açık şekliyle Zimbabwe’de (Rodezya) 1980’de bağımsızlık kazanan ve bugün hâlâ iktidarda olan ZANU ve başkan Robert Mugabe’nin tarihinde izlenebilir. 12 İlhan Selçuk ordu hakkında şöyle düşünür: “Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip geliyor. Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye’de milli kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var.” (“Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, Ocak 1968). Doğan Avcıoğlu’nun görüşleri ise şöyledir: “Türk ordusu ne Batıdaki örnekler gibi kiralanmış askerlerle ne de gene bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi kumanda kademelerinde sadece ve sadece belli asalet sınıflarından harp okuluna alınmış, yetiştirilmiş insanlardan teşekkül etmiştir. Kısacası Türk ordusu halkın ordusudur, halk ordusudur. İlericiliği, Atatürkçülüğü buradan gelir.” (“Sosyalist Gerçekçilik”, Yön, Sayı 39).

98


Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı | Roni Margulies

Milliyetçiliğin, ırkçılığın, askeriyenin merkezî konumunun, yani kemalist kuruluş ideolojisinin yüz yıl sonra neden değişmeden sürüyor olduğunu ayrıntılarıyla tartışmak bu yazının sınırlarını aşar. Burjuva devriminin gecikmişliği, burjuvazinin zayıflığı, devletin göreli özerkliğinin en azından Batı’daki örneklerine kıyasla yüksek düzeyi gibi unsurlar kuşkusuz bu tartışmaya dahil olmalıdır, ama kemalizmin kalıcılığına yol açan daha güncel ve yakıcı iki temel sorun vardır: Kürt sorunu ve dindarlık sorunu. Bu iki sorun, çok çeşitli yöntemler denenmiş olmasına rağmen, 20. yüzyıl boyunca çözülememiştir. Ulusal sorunun çözümünde asimilasyon, inkâr ve askerî yöntemler bazen ayrı ayrı, bazen hep birlikte denenmiş, ama çözülmek bir yana dursun, Cumhuriyet’in doksanıncı yılında sorun ulus-devlet çerçevesinde çözülemez hâle gelmiştir. Dindarlık sorunu da, keza, tüm bastırma, yasaklama politikalarına rağmen çözülememiş ve Cumhuriyet’in sekseninci yılında (AK Parti’nin iktidara gelişiyle) en keskin noktasına gelmiştir. Kürt sorunu ve dindarlık sorunu kemalist resmî ideolojinin iki temel unsuruna, milliyetçiliğe ve laikliğe denk düşer. Bu iki sorun çözülemediği sürece, kemalist ideoloji egemen sınıf açısından geçerliğini ve yararlılığını sürdürmüştür. Egemen sınıf açısından ulusal sorunun toprak kaybına ve/veya Türk’ün efendi/hakim olma konumunun sorgulanmasına yol açmadan halledilmesinin önemi vurgulanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Dindarlık sorunu ise daha karmaşıktır, kısaca da olsa tartışılmayı gerektirir. Burjuvazi için halkın dindarlığı normal koşullarda sorun değildir. (Günümüz Amerika’sını örnek vermek yeterli olsa gerek). Kaldı ki, kemalist kurucu kadroların kafasında ülke nüfusunun “güvenilir” ve aslî kesimi Türk ve Müslüman’dır. Türk olmayanlar gibi, Müslüman olmayanlara da güvenilmeyecektir, siyasette ve ülke yönetiminde yer verilmeyecektir. Ancak, yine aynı kafalarda, Batı’dan alınan “muasır medeniyet” modeli uyarınca, makbul vatandaşın Türklüğü ön planda, Müslümanlığı görünmez şekilde arka planda olmalıdır. Müslümanlık bu kafalarda köylülükle, cehaletle, “Osmanlı yüzyıllarının karanlığıyla”, “örümcek kafalı”lıkla ilişkilidir. Yeni egemen sınıf, Batı’nın muasır medeniyetini dört elle benimseyen, bizzat Batılı olduğu zannıyla yaşayan burjuvazi ülkenin Müslüman kitlesini medenileştirecek, aydınlatacak, dindarlıktan vazgeçirecektir. Mesele sadece din meselesi değildir ama, sınıfsal bir ayırıma denk düşer. Cumhuriyet Türkiye’sinin dindar kitleleri köylüdür, köyden kente göç etmiş kent yoksullarıdır, bir ayağı hâlâ köyde olan işçi sınıfıdır. Dindar kitlelerden nefret eden, iğrenen, korkan burjuvazinin (bir dönem yaygın olan ifadeyle “beyaz Türklerin”) bu nefret ve korkusu sınıfsal bir içgüdüden kaynaklanır. 13 Kurulan devletin laiklikle ilgisi olmadığına göre, Diyanet İşleri Başkanlığı bu devletin ilk kurumlarından biri olduğuna, devlet okullarında din dersi verildiğine, Cuma hutbelerinde ne söyleneceğini bile devlet görevlileri yazdığına göre, kemalizmin laiklik vurgusu laiklikle ilgili değildir. Kemalist söylemde “laiklik” kelimenin gerçek anlamıyla laiklik anlamına değil, dindar kitlenin (yani köylülüğün ve kent yoksullarının) siyasetten ve kamusal yaşamdan dışlanması, sessizce yerlerinde oturup memleket meselelerine karışmamalarının sağlanması anlamına gelir. Nitekim, sınıfsal ve kültürel çelişkilerin önce “laik-şeriatçı”, sonra (“bunlar şeriatçı” iddiasının gülünçlüğü iyice ortaya çıktıkça) “laik-dindar” ikilemi olarak gündeme oturduğu AK Parti döneminde genel ve yerel seçimlerde oy dağılımı “laik” ve “dindar” kesimlerin sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koymuştur. “Laik” kesimin temsilcisi CHP Kadıköy, Beşiktaş, Nişantaşı, Şişli, Etiler ve Çankaya gibi semtlerde net bir üstünlük sağlarken, “dindar” kesimin oy verdiği AK Parti emekçi semtlerini silip süpürmüştür. Kısacası, Türkiye özelinde, laikliği ve laik olduğu için kemalizmi savunmak bu durumu onaylamak demektir, egemen sınıfın konumunu ve kültürel değerlerini savunmak demektir. Böylesi bir siyasetin sosyalizmle, ilericilikle uzaktan akraba bile olamayacağı açıktır. 14 Buraya kadar söylenenleri kısaca özetlemek gerekirse, işçi sınıfının k emalizmden, “büyük Türk ulus-devleti” ideolojisinden kopması Türkiye’de sosyalizmin önkoşullarından biridir. Kemalizmi olumlamak bir yana dursun, sosyalizm tarafından acımasızca eleştirilmesi, sistematik bir şekilde deşifre edilmesi gerekir, hem kuruluş ideolojisi olarak, hem günümüzün resmî ideolojisi olarak. Solun “laiklik” bahanesiyle geniş emekçi kitlelere karşı egemen sınıfın yanında yer almasını ve dolayısıyla bu kitleler tarafından en iyi ihtimalle alakasız, daha büyük ihtimalle düşman olarak görülmesini engellemenin yolu da, “bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” bahaneleriyle milliyetçiliğe savrulup Kürt halkına karşı Türk devletinin yanında durmasını engellemenin yolu da kemalizmle hesaplaşmaktan, kemalizme en ufak bir ödün vermemekten geçer. 13 En klasik örneğiyle, başörtülü kadın kemalist kadınları Bağdat Caddesi’nde göründüğü zaman rahatsız eder, evlerine temizliğe geldiğinde sorun değildir. 14 Oysa, 2007 yılında örgütlenen Cumhuriyet mitingleri hakkında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) şu tepkiyi göstermiştir: “... Ankara’da yapılan miting, yüz binlerce yurttaşın laik Cumhuriyet ve demokrasi yönündeki taleplerini demokratik bir biçimde ifade etmesiyle Türkiye tarihinde... yerini almıştır. Burada toplanan yurttaşların duyarlılığını paylaşıyoruz... Miting aracılığıyla duyarlılıklarını ifade eden yüz binlerin sesini biz de paylaşıyor ve bu sese kulak verileceğini umuyoruz”. Aynı mitingler hakkında, Türk Tabipler Birliği şu duyuruyu yapmıştır: “14 Nisan mitinginin geniş bir katılımla gerçekleşerek, laiklik konusundaki toplumsal duyarlılığın bir kez daha ve güçlü bir sesle dile getirilmiş olması sevindiricidir.”

99


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? Özdeş Özbay

M

arksizmin dünyayı açıklamada kullandığı en önemli kategori sınıflardır. Sınıflı toplumlar içerisinde yaşadığımız gerçeği ve kapitalizm altında birbiriyle çelişen çıkarlara sahip sınıfların olduğu saptaması kapitalizmi aşma yönünde hangi toplumsal kesimi örgütlemek gerektiği konusunda da rehber olur. Ancak kapitalizm statik bir toplumsal örgütlenme değildir. Üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeler zaman içerisinde sınıfların yapısında ve sınıf ilişkilerinde değişime neden olur. Bu değişimi anlamlandırma çabası da marksistler arasında ve hatta marksist olmayan düşünürler arasında sınıf teorilerinin yeniden tartışmaya açılmasına yol açar. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan teknolojik gelişmeler sayesinde daha az işçiyle daha çok üretim yapmanın mümkün hale gelmesiyle birlikte dönem dönem sınıfların yeniden gündeme geldiğine şahit oluyoruz. Teknolojik gelişmelerle kol kola ilerleyen başka gelişmeler de yaşanıyor. Daha önce günümüzdeki kadar yaygın bir şekilde metalaşmamış olan sağlık ve eğitim gibi hizmet alanlarının piyasa ilişkilerine açılması; artan uluslararası rekabetin üretilen metaların satışı için daha fazla çaba göstermeyi zorunlu kılması ve bu durumun bir sonucu olarak reklamcılık, iletişim, pazarlama, ulaştırma, tasarım vb. sektörlerin hızla büyümesi; hatta bilişim gibi yeni sektörlerin ortaya çıkması sınıfların yapısında da önemli değişimlere neden oluyor. Batı dünyasında bu durum, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, sanayi işçilerinin oranının azalmasına, hizmet sektöründe çalışan ve görece daha eğitimli bir çalışan grubunun oranının artmasına yol açtı. Bu değişimin ortasında patlayan 1968 Mayıs ayaklanmaları sınıflar ve sınıfların değişimi üzerine hararetli bir tartışma başlatmıştı. 68 hareketinin, önceki işçi hareketinden farklı olarak yeni politik talepleri de içermesi (cinsel özgürlük, eşcinsel hakları, çevre mücadeleleri gibi) işçi sınıfının tanımı üzerinden politik bir tartışmayı tetikledi. 1970’lere ve 80’lere damgasını vuran sınıflar tartışması esas olarak hizmetler sektöründe sayıları hızla artan çalışan grubunun tanımlanmasına ve bu kesimin toplumsal değişim açısından önemine odaklanıyordu. İşçi sınıfının yerini ‘yeni küçük burjuvazi’ye bırakmakta olduğu1,

1

100

Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, Londra: NLB, 1975.


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

‘yeni alt orta sınıf’ın yükseldiği2, yeni bir ‘profesyonel ve yönetici’ sınıfın ortaya çıktığı3, bir ‘yeni sınıf’ın oluştuğu4, ‘yeni işçi sınıfı’nın oluştuğu5, bir ‘hizmet sınıfı’nın oluştuğu6 ve bir ‘yeni orta sınıf’ın oluştuğu7 tezleri öne sürüldü. Daha yakın tarihlerden itibaren de özellikle iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak ‘bilgi işçileri’8 ve ‘altın yakalı çalışanlar’9 gibi kavramlar ortaya çıktı. Hyman, 68 hareketi üzerine başlayan bu tartışmaya dâhil olan düşünürlerin sınıf tartışması sırasında aynı zamanda potansiyel öncü grupları da tartıştığını söyler10. Sınıf tartışması sadece bir kavramsallaştırma tartışması değil aynı zamanda radikal değişim ve sol politikalar tartışmasıydı. Bu tartışma içerisinde yer alan yazarlar değişen sosyal sınıflara dair analizlerini belirttikten hemen sonra geleceğin toplumuna yönelik politik tahayyüllerini de tartışıyorlardı. Bu teorilere karşı Braverman11, Callinicos ve Harman12 gibi marksistler işçi sınıfının kapitalizmin tarihi içerisinde değişimini göstererek, işçi sınıfının kapitalizmi yıkma potansiyelini kaybetmediğini açıklamaya çalışmıştı. Yeni sınıfların ortaya çıktığını söyleyenler içerisindeki marksist düşünürler aynı zamanda bir strateji tartışması da yapıyordu. Örneğin Ehrenreichlar profesyonel ve yönetici sınıfın (mühendisler, yöneticiler, öğretmenler, akademisyenler, gazeteciler, sosyal hizmet çalışanları, doktorlar, avukatlar, bilim insanları vb.) kapitalist kültürün ve sınıf ilişkilerinin gündelik yaşamdaki yeniden üretiminde oynadıkları özel role işaret ediyordu. Ehrenreichlara göre 1968’den itibaren ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin de Vietnam Savaşı karşıtı hareketin de sınıfsal tabanını profesyonel ve yönetici sınıf oluşturuyordu. 1980’den sonra ise aynı sınıfın Reagan’a ve işçi haklarına yapılan saldırıya destek verdiğini söylediler. Birbiri ile çelişen bu politik davranışlarının nedeni olarak da bu sınıfın sahip olduğu yüksek eğitim ve üretim ilişkilerindeki üst düzey pozisyonları nedeniyle işyerlerinin ve toplumun rasyonel yönetimini savunan bir sınıf olmasını gösteriyorlardı. Dönemine damga vuran bir diğer marksist teorisyen Poulantzas ise doğrudan meta üretim sürecinde çalışmayanların ‘yeni küçük burjuvazi’ olduğunu söylüyordu. Ancak Poulantzas sınıfı tanımlarken sadece üretim süreçlerini değil sınıfın politik ve ideolojik düzeylerini temel alarak yeni küçük burjuvazinin işçi sınıfına çıkarları açısından düşman olduğunu söylüyordu. Bu sınıf analizi üzerinden işçi sınıfının devrimci bir değişim için doğru sınıf ittifaklarını ortaya koymaya çalıştığını söylüyordu ve bu yeni küçük burjuvazi ile ittifaka girilmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu13. Prekarya tartışması Sınıflar tartışmasının yoğun olduğu dönemden kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği 1991’de dağıldı. Bu dönemde marksizmin hegemonyasında da ciddi bir gerileme yaşandı. Piyasa kapitalizmi yeni bir küreselleşme dalgası ile bu kez gerçekten dünyanın her köşesine girdi ve neoliberal uygulamalarla emek süreçlerinde yeniden hızlı bir değişim yaşanmaya başlandı. Sınıflar tartışması eskisi gibi verimli ve ilgi uyandıran bir tartışma olmaktan bir süre uzaklaştı. Ancak 2000’lere geldiğimizde giderek daha çok tartışılan yeni bir “sınıf” girdi gündemimize: Prekarya. Prekarya kavramı precarious (güvencesiz) ve proleterya kelimelerinin birleştirilmesinden oluşuyor. Bu kavramı dünya gündemine taşıyan isim Guy Standing oldu. 2010 sonunda tamamladığı “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf ” kitabı tam da 2011 başında patlayan Ortadoğu devrimlerine denk geldi. Aslında prekarya kavramı kendisine ait değil. Bu kavrama ilk kez Fransa’da geçici ve mevsimlik işçileri tanımlarken şahit oluyoruz. Standing’ten önce güvencesizliğin (precarite) her alana yayıldığını söyleyerek bu kavramın yayılmasını sağlayan Bourdieu olmuştu. Ancak bu kavramı geliştiren, onu ayrı bir sınıf olarak ortaya koyan ve tüm dünyada gözlerin bu kavrama çevrilmesini sağlayan Standing oldu. 2014 yılında yayınladığı “Prekarya Bildirgesi: Yarı-yurttaşlıktan Yurttaşlığa” 2

Arno J. Mayer, The Lower Middle Class as Historical Problem, The Journal of Modern History, 1975, 47(3), 409-436

3

John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, 1979, The Professional-Managerial Class. Radical America, 1979, 11(2), 7-31

4

Alwin W. Gouldner, The Future of Intellectuals and the Rise of the New Class, Londra: Macmillan Press, 1979.

5

Serge Mallet, The New Working Class, Nottingham: Spokesman Books, 1975.

6

John H. Goldthorpe, On the Service Class, its Formation and Future. A. Giddens, & G. Mackenzie içinde, Social Class and the Division of Labour, Cambridge University Press, 1982.

7

Guglielmo Carchedi, On the Economic Identification of Social Classes. Londra: Routledge and Kegan Paul, 1977.

8

Peter F. Drucker, Management Challenges of the 21st Century, New York: Harper Business; Manuel Castells, 2005, The Rise of Network Society, UK: Wiley-Blackwell, 1999.

9

Robert Earl Kelley, The Gold-Collar Worker: Harnessing the Brainpower of the New Work Force, Massachusetts: Addison-Wesley; Marry Ann Roe, 2001, Cultivating the Gold-Collar Worker, Harvard Business Review, 32-33, 1985.

10 Richard Hyman, Introduction, sayfa 29, Robert Price & Richard Hyman (Düzenleyen) içinde, The New Working Class? White-collar Workers and Their Organizations (s. 3-45), Londra: The Macmillan Press Ltd. 1983. 11 Harry Braverman, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century, New York: Monthly Review Press, 1974. 12 Alex Callinicos & Chris Harman, The Changing Working Class: Essays on Class Structure Today, Londra: Bookmarks, 1989. 13 Nicos Poulantzas, a.g.e., sayfa 9, 1975.

101


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

kitabında ise prekarya sınıfının programını yazmaya soyundu. 1990’lar ve 2000’lerde Avrupa’da güvencesizlik meselesi üzerinden işçi hareketlerinin ortaya çıkması Standing’in güvencesizleri yeni bir sınıf olarak ortaya atmasının arka planını oluşturuyor. Örneğin, 1999-2000 yıllarında İtalya’da Zincir İşçileri Ekibi, mağaza zincirlerinde çalışan işçileri güvencesizlik sorunu üzerinden bir araya getiriyordu. Bu hareket zamanla iki ayrı işçi grubunu da birleştirmek yönünde adımlar atmıştı. Bunların ilki hemen her tür zincirde (mağaza, fast-food, restaurant, cafe) çalışan zincir işçileri, diğeri ise medya, bilişim gibi ‘yaratıcı’ sektörlerde göreceli olarak yüksek ücretlerle çalışan beyin işçileri idi. Hareket bu iki işçi grubunu birleştiren ortak sorunun güvencesizlik olduğunu söylüyordu. Bir diğer hareket ise Fransa’da 1995 yılındaki emeklilik reformuna karşı genel grev sonrasında oluşan Dayanışma Kolektifi’ydi. Geleneksel sendikacılığın güvencesiz koşullarda çalışan işçileri örgütlemede ve onları savunmada yetersiz kalması üzerine ortaya çıktı Kolektif. 2002 yılında McDonalds’da çalışan beş işçinin işten atılması üzerine başlayan grevde oynadığı rolle ilk kez kendinden söz ettirdi. Daha sonra ACCOR adlı bir otel zincirinde çalışan göçmen kadın işçilerin 10 ay süren grevine verdiği destekle de etkili oldu. Yine Fransa’da 2003 yılında kurulan Düzensizler (Intermittent) hareketi de bir güvencesizler hareketiydi. Çoğunluğunu yarı zamanlı veya düzensiz, yani tam zamanlı olmayan işlerde çalışan işçilerin oluşturduğu bir hareketti. 2000 yılında McDonalds ve Pizza-Hut’ta yarı zamanlı olarak çalışan işçilerin Güvencesizliği Durdur sloganı ile başlattıkları grev ve ardından küreselleşme karşıtlarının gerçekleştirdiği “İşsizlik, güvencesizlik ve sosyal dışlanmaya karşı Avrupa yürüyüşü” hareketin enternasyonal bir boyut kazanmasına neden oldu. 2001 yılında İtalya’da geleneksel sendikaların güvencesiz işçilerin sorunları ile ilgilenmediğinden yola çıkarak ilk kez alternatif bir 1 Mayıs örgütlendi. MayDay adı verilen bu 1 Mayıs etkinlikleri zamanla yayıldı. 2005 yılında Avrupa’daki tüm güvencesiz ve göçmen işçiler için farklı ülkelerdeki 12 şehirde Euro MayDay etkinlikleri düzenlendi. 2006 yılındaki Euro MayDay 20 şehirde ve Tokyo’da toplam 300 bin kişinin katılımı ile kutlandı14. Güvencesizlik Türkiye’de de 2000’lerde işçi sınıfının gündemine girdi ancak diğer ülkelere benzer bir şekilde Türkiye’deki sendikalar da bu soruna yeterince ilgi göstermedi. Bu nedenle güvencesizlik sorunu etrafında çeşitli işçi hareketleri ortaya çıktı. Türkiye’de güvencesizliğin en önemli kaynağı taşeronlaşma oldu. 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 nolu İş Kanunu ile taşeronlaşmanın önü açıldı. DİSK-AR raporuna göre 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı 2011’de 1 milyon 611 bine ulaşmıştı15. 2008 yılında IBM Türkiye’de beş yıldır zam alamadıkları gibi bir de şirketin taşeronlaşmaya gitmesi nedeniyle şirketin beyaz yakalı çalışanları Tez Koop-İş’te örgütlendu. IBM işçilerinin sendikalaşma mücadelesine destek olmak için her hafta şirketin bulunduğu Yapı Kredi Plaza önünde başlayan dayanışma eylemleri, Plaza Eylem Platformu’nun (PEP) kurulmasını sağladı. Farklı şirketlerde çalışan beyaz yakalı işçilerin örgütlenme arayışının bir sonucu olan PEP’in toplantılarında ve yazılı materyallerinde en fazla üzerinde durduğu konu güvencesizlik oldu. 2011 yılında ise 26 ayrı mavi ve beyaz yakalı işçi mücadelesi ve platformunun katılımıyla düzenlenen Güvencesizler Konuşuyor Forumu, Güvencesizler Hareketi adıyla yeni bir platform kurdu. 2013’te yaşanan Gezi Direnişi sırasında beyaz yakalıların daha önce hiçbir harekette olmadığı kadar eylemlere katılmalarının arkasındaki nedenler arasında çalışma koşullarının kötüleşmesi ve güvencesizlik olduğu tartışılmıştı16. Dolayısıyla son yirmi yılda güvencesizlik meselesinin giderek artan oranda işçi sınıfı hareketinde yer bulması ve bu mesele üzerine çok sayıda çalışma yapılmaya başlanması, Standing’in güvencesizleri ayrı bir sınıf olarak kavramlaştırmasındaki arka planı oluşturuyor. Standing kitabında küreselleşmenin çocuğu olarak ilan ettiği prekarya için “Prekarya, eğer marksist anlamda henüz kendisi için bir sınıf değilse de, oluşmakta olan bir sınıftır.” diyor17. Standing öncellikle günümüz toplumunu yedi gruba ayırıyor; (1) Dünyanın en zengin insanlarından oluşan ve insanlığın çok küçük bir kesimini oluşturan elitler, (2) Şirketlerin ve bürokrasinin üst kademelerinde bulunan yüksek gelirli ve uzun süreli sözleşmelere sahip salarya18, (3) Salaryanın hemen altında profesyoneller ve teknisyenler terimlerinin birleşmesinden oluşturulan ve genellikle bağımsız çalışan profisyenler, (4) Bunların altında kol emeğini kullanarak üretim yapan, sahip olduğu haklar nedeniyle iş güvencesi olan ve sayısı giderek azalan işçi sınıfı (proleterya), (5) prekarya, (6) işsizler ve (7) lümpen prekarya19. Prekarya sınıfı üç ayrı gruptan oluşuyor; güvenceli işlerini ve gelirlerini kaybederek eski işçi sınıfından prekaryaya düşenler, üniversitelerden mezun olmalarına rağmen düzenli ve güvenceli iş sahibi olamayanlar ve göçmenler. 14 Şebnem Oğuz, Tekel Direnişinin Işığında Güvencesiz Çalışma/Yaşama: Proletaryadan “Prekarya”ya mı? Mülkiye, 7-24, 2011. 15 F. Serkan Öngel, Türkiye›de Taşeronlaşmanın Boyutları. DİSK-AR(2), 38-51, 2014, 16 İsmet Akça, “Sol, Gezi ile Güvencesiz Kesimleri Birleştirmelidir”. Mesele, 2014. 17 Guy Standing, The Precariat: The New Dangerous Class. Londra: Bloomsbury Academic, sayfa 7, 2011. 18 İngilizcede salariat diye geçen bu kavram salary yani ücret kelimesi ile proletarya kelimesinin birleştirilmesinden türetiliyor. 19 Guy Standing, a.g.e., sayfa 8, 2011.

102


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

Kısacası yeni bir sınıf olan prekarya proletaryanın da altında, ondan daha fazla ezilen bir sınıf Standing’e göre. Tabi bu kavramsallaştırmada önemli bir sorun var. Proletarya zaten Roma hukukunda en alttaki mülksüz kesimleri tanımlayan bir kavram. Marx kapitalizmde en altta olan sınıfın yani tüm zenginliği üretmesine rağmen kendisi ücretli köle durumunda olan sınıfın işçi sınıfı olduğunu söyler. Zaten bu nedenle iktidar olduğunda sınıfsız bir toplum kurabilecektir, çünkü altında sömürebileceği başka bir sınıf yoktur. Ayrıca işçi sınıfı üretim araçlarına sahip olmaması dolayısıyla zaten yapısal olarak güvencesiz bir sınıftır20. Oysa Standing prekaryanın proletaryanın da altında bir sınıf olduğunu ve proleteryanın zaman zaman işsiz kalsa bile güvenceye sahip olan bir sınıf olduğunu söylüyor. Standing prekaryayı 10 özellik üzerinden birbirinden ayırıyor. Bunların ilk üçü için sınıf ilişkilerinin üç boyutu diyor. Bunlar; üretim ilişkilerindeki farklılık, bölüşüm (gelir dağılımı) ilişkilerindeki farklılık ve devletle ilişkilerindeki farklılık. Üretim ilişkileri açısından işçi sınıfını uzun dönemli sözleşmesi olan, düzenli, sabit çalışma saatleri olan, sendikalı kol emekçileri olarak tanımlıyor. Prekaryayı ise iş, çalışma, gelir, sendikal temsiliyet vb. yedi ayrı güvenceden yoksun olarak tanımlıyor. Bu duruma üretim ilişkileri açısından farklılık diyor ancak burada daha çok çalışma ve istihdam koşullarındaki farkı anlatıyor. Bölüşüm ilişkilerine geldiğinde işçi sınıfının parasal olmayan gelirlerden (sosyal gelirden) faydalandığını, prekaryanın ise aldığı ücret dışında hiçbir sosyal gelire (işsizlik maaşı, ücretli izin, emeklilik vb.) sahip olmadığını anlatıyor. Son olarak devletle ilişkilerinde de işçi sınıfı vatandaşlık haklarına sahip bir sınıf iken, prekarya içerisine dahil ettiği göçmenlerin vatandaşlık haklarına değil sadece oturma iznine sahip olduğunu anlatıyor. Sınıf ilişkilerinin üç boyutunun yanı sıra prekaryayı ayrı bir sınıf yapan diğer yedi özellik ise şunlar; mesleki bir kimliğe sahip olmayışları; çalışma zamanı üzerinde kontrollerinin olmayışı, emeğinden koparılma, düşük sosyal hareketlilik, aşırı kalifikasyon (hiç kullanmayacak olsa bile uzmanlık sahibi olma zorunluluğu), belirsizlik ve yoksulluk ile yoksulluk tuzaklarına saplanmaları21. Her ne kadar bu özelliklerin prekarya dışındaki sınıflarda da görülebileceğini söylese de bu özelliklerin tamamının prekaryayı ayrı bir sosyal grup yaptığını ancak henüz ortak bir kimlik etrafında bir araya gelmedikleri için de oluşmakta olan bir sınıf olduğunu söylüyor. Standing prekaryayı tehlikeli bir sınıf olarak nitelendirirken ona toplumu dönüştürücü bir görev biçmiyor. Aslında bu sınıfın kapitalizm için bir tehdit olduğunu anlatıyor ve eğer sosyal politikalar uygulanmazsa isyan edebileceklerini ve istikrarsızlığa neden olacaklarını anlatmaya çalışıyor. Kısaca burjuvaziyi uyarıyor da diyebiliriz. Prekarya kitabı yayınlandığı sırada Tunus ve Mısır’da devrimler başlamıştı ve kısa bir süre sonra meydan işgalleri önce Avrupa’ya sonra Occupy hareketi ile ABD’ye ve oradan tüm dünyaya yayıldı. Bu tesadüf Standing’i bir anda popüler yaptı. İngiltere’nin en büyük sol gazetesi olan The Guardian için yazdığı bir makalede meydanları işgal eden kitlelerin tam da kendi kitabında anlatmaya çalıştığı küresel prekarya olduğunu söyledi22. Hayatı istediği gibi kurgulayamayan, geleceğinden endişeli, umduğu kariyer olanaklarına ulaşamayan, kendini sürekli bir belirsizlik ve baskı altında hisseden prekarya meydan işgalleri ile öfkesini dile getirdiği gibi faşizmin ve aşırı sağın da (göçmenler hariç) kitle tabanını oluşturabileceğini söylüyordu Standing bu makalede. Bu asi grubun küresel zengin azınlığa karşı büyük öfke duyduğunu ve neye karşı olduklarını bilmelerine rağmen ne istediklerini bilmediklerini söylüyordu. Zaten bu nedenle henüz ortak çıkarları etrafında bir sınıf bilinci geliştiremediklerinden söz ediyor. Standing’in teorisi birçok zayıflıktan mustarip. Birincisi, yediye ayırdığı sınıf kategorilerinde sınıfın üretim ilişkileri içerisindeki yerine değil gelir seviyesine, statüsüne ve çalışma koşullarına bakıyor. Dolayısıyla toplu sözleşme hakkı olan bir fabrika işçisi ile yan fabrikada güvencesiz koşullardaki işçinin çıkarlarının ve sınıf konumlarının ayrı olduğunu söylüyor. Yönetici konumunda olmayan beyaz yakalıların hangi sınıfta yer aldığı da belirsiz. Yüksek ücretli ve yönetici pozisyonlara sahip salarya içerisinde değiller ama işçi sınıfı içerisinde de değiller çünkü Standing için işçi sınıfı kol emeğini kullanan sanayi işçilerinden oluşuyor. Öte yandan eğer güvencesizlik koşullarında değillerse, mesela devlette, güvenceli bir işte çalışıyorlarsa prekaryaya da girmiyorlar23. 2004 yılında ILO tarafından 90 ülkede yapılan bir araştırmaya göre işçi sınıfının %73’ü güvencesiz koşullarda çalışıyor24. Dolayısıyla güvencesizliği ayrı konumları ve çıkarları olan bir sınıf kategorisine koymak başlı başına bir sorun teşkil ediyor. 20 Şebnem Oğuz, a.g.e, 2011. 21 Guy Standing, A Precariat Charter: From denizens to citizens. Londra: Bloomsbury Publishing, 2014. s. 16-28. 22 Guy Standing, “Who will be a voice for the emerging precariat?”, The Guardian, 1 Haziran 2011, https://www.theguardian.com/commentisfree/2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat 23 Erik Olin Wright, Understanding Class, Londra: Verso, 2015, s. 159. 24 Şebnem Oğuz, a.g.e, 2011.

103


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

İkincisi, güvencesizlik kapitalizm tarihinde yeni bir durum değil. Hatta güvence olarak sıraladığı şeyler 1950-1980 arasında kendisine komünist diyen ülkeleri bir yana bırakırsak dünyanın sadece gelişmiş birkaç kapitalist ülkesinde var olan bir durumdu. Marx ve Engels’in döneminde örneğin iş güvencesi, sigorta, gelir güvencesi, sosyal haklar, eşit işe eşit ücret vb. hiçbir güvencesi yoktu işçi sınıfının. Sürekli bir işe sahip olanlardan daha çok günlük veya haftalık yevmiyeli çalışan işçiler vardı. Bugünün prekaryasının yaşadığı güvencesizlik Batı dünyasında sınıf mücadelesi sayesinde elde edilen hakların tırpanlanması anlamına geliyor. Ancak bu tırpanlanmadan geri kalan hakların bile 19. yüzyıldaki koşullarla kıyaslandığında çok daha güvenceli olduğu söylenebilir. Üçüncüsü, her sınıf maddi çıkara sahip olduğuna göre prekaryanın da ayrı çıkarları olması gerekiyor. Politik ve ideolojik koşullar işçi sınıfının bilincini nasıl etkilerse etkilesin, sınıf genel bir soyutlama düzeyinde maddi çıkarları olan bir sosyal gruptur. İşçi sınıfının maddi çıkarları yaşam ve çalışma koşullarını patronlara karşı ilerletmek ve en genel düzeyde kendi emeği üzerinden geçinen ve kendisini üretim araçlarının mülkiyetinden kopararak ücretli köle haline getiren kapitalizmden kurtulmaktır. Peki, eğer prekarya işçi sınıfından ayrı bir sınıfsa onun maddi çıkarı nerede? Standing bu soruya yanıt aramıyor. Daha çok prekarya sınıfını tanımlamaya ve onu diğer sınıflardan, özellikle de işçi sınıfından ayırt etmeye çalışıyor. Prekarya Bildirgesi’nde yazdığı 29 maddeyi ise prekaryanın somut talepleri olarak öneriyor. Yani kısa dönemde prekaryanın çıkarına olan talepler bunlar. Bu maddeler; iş kavramını üretici ve yeniden üretici bir etkinlik olarak yeniden tanımlamak, esnek çalışmanın yasalarla düzenlenmesi, sınıf bazlı göçmen politikalarına son verilmesi, eğitimin metalaştırılmasından vazgeçilmesi, vatandaşlık geliri uygulamasına geçilmesi25 gibi birçoğu yeni olmayan ve sadece prekarya olarak sınıflandırdığı kesimlerin değil işçi sınıfının tamamının çıkarına olan maddeler. Ancak bu maddelerin elitler, salarya ve profisyenler açısından bir karşılığı olmadığı açık. Wright, Standing’in prekarya teorisini eleştirdiği yazısında işçi sınıfının çıkarına olan taleplerin neden prekaryanın da çıkarına olmadığını sorgular. Örneğin, istihdam yasalarında işçi sınıfının güvencelerini koruyan düzenlemelerin ya da sendikalaşmayı kolaylaştıran maddelerin pekâlâ prekaryanın da çıkarına olacağını çünkü prekarya ve işçi sınıfının aslında tek bir sınıf olduğunu anlatıyor26. Standing’in kitabında aslında olgusal açıdan oldukça önemli bilgiler yer almakla birlikte teorik açıdan yukarıda bahsedilen hataları var. Standing’in tarihsel bir perspektiften uzak oluşu günümüzde son derece gerçek bir olgu olan güvencesizliği sanki tarihte ilk kez yaşıyormuşuz gibi anlatmasına yol açıyor. Tabi bu analizden yola çıkarak da yeni bir sınıfın ortaya çıktığını iddia ediyor. Prekarya tartışması aslında 1970’lerde Batı’da başlayan yeni orta sınıf tartışmasının devamı olarak görülmeli. O dönem orta sınıf olarak görülen çalışan kesimin bugün proleterleşmekte olduğu gerçeğinden yola çıkarak yapılıyor bu tartışma ve bu yönüyle bir sınıfsal düşüşü anlatıyor (tabi göçmenler hariç). Değişen işçi sınıfı Değişimi anlamlandırmak bir entelektüel faaliyet olmanın ötesinde dünyayı değiştirmek isteyenler için oldukça önemlidir. Değişim demek eskiden olmayan yeni durumların ortaya çıkması anlamına gelmekle birlikte bu durum her zaman yeni kategoriler ve kavramlar bulmak zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. Günümüz toplumunun kapitalist bir toplum olmadığını iddia eden sanırım kimse yokken, yeni sınıfların ortaya çıktığı çokça dillendiriliyor, hatta işçi sınıfının öldüğü birkaç on yılda bir tekrarlanıyor. Oysa kapitalizmin tarihi içerisinde burjuvazi de, küçük burjuvazi de, işçi sınıfı da değişime uğruyor. Buhar gücünün sanayide kullanılmasından önce atölyelerde üretim yapan burjuvazi zamanla fabrikaları, daha sonra dev sanayi komplekslerini ortaya çıkarmıştı. Zamanla hizmetler sektörü de büyük bir sermaye birikim alanı haline geldi. Yeni sektörler oluştu. Dolayısıyla burjuvazi önemli bir değişim geçirdi. Burjuvaziyi; ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisi, finans burjuvazisi gibi kategorilere ayırmak mümkün olmakla birlikte artık burjuvazinin yok olduğunu söylemek pek de akıllıca olmasa gerek. Ancak söz konusu işçi sınıfı olduğunda nedense daha bir aceleyle işçi sınıfının yok olduğu veya azaldığı söyleniyor. Değişimi anlamlandırmaya çalışmak eğer kötü niyetle yapılmıyorsa bazen suları fazla bulandırabiliyor. Batı’da 68 hareketi sonrasında başlayan ve yukarıda isimlerini verdiğim teorisyenler tarafından kavramsallaştırılan yeni sınıf kategorilerine ilk yanıtı Braverman bir başyapıt olan “Emek ve Tekelci Sermaye” kitabında vermişti. II. Dünya Savaşı sonrasında hizmetler sektörünün hızla büyümesi, adına beyaz yakalılar denilen çalışan kesimin oranının işçi sınıfı içerisinde radikal bir biçimde artmasına neden olmuştu. Braverman (1974) Marx’tan sonra neredeyse 25 Guy Standing, a.g.e., 2014. 26 Erik Olin Wright, a.g.e., 2015, s. 171.

104


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

değinilmemiş bir konu olan emek süreçlerindeki değişimi analiz ederek tekelci kapitalizm döneminde işçi sınıfının nasıl değiştiğini açıklamaya girişti. Diğer sınıf teorisyenlerini ise şu sözlerle eleştirdi: “Son on yılda bazı yazarlar tarafından geliştirilen “yeni işçi sınıfı” kavramının gelişigüzel kullanımını kabul edemiyorum. Bu anlayışa göre “yeni işçi sınıfı”, üretim ve yönetim alanında uzmanlaşmış bilgi depoları olarak hizmet eden meslekleri kapsar: Mühendisler, teknisyenler, bilim adamları, idari ve idari yardımcılar ile uzmanlar, öğretmenler vb. Çalışan nüfusun tamamını ve nasıl değiştiğini, hangi bölümlerinin artıp hangi bölümlerinin gerilediğini veya durduğunu incelemek yerine; bu analistler analizlerinin tek odak noktası olarak istihdamın sadece bir bölümünü seçiyorlar.”27 Bu keyfi seçim sonucunda kullanılan ‘yeni’ kelimesi aslında iki anlamda kullanılıyor Braverman’a göre. İlk olarak ‘yeni’ dedikleri aslında son dönemde ortaya çıkan veya yükselen meslek gruplarıdır. İkincisi ise eskiye göre parıltılı ve gelişmiş olduğu farzedilen iş alanlarında çalışanlardır28. Chris Harman da tarihsel gelişiminden soyutlanmış bir sınıf analizinin hareketli bir film rulosundan bir kareyi dondurarak incelemeye benzetir ve Braverman’ın eleştirisine destek verir29. Tarihsel bir analize tabi tutulduğunda işçi sınıfının sürekli değişiklik gösterdiği görülür. Marksizmde sınıf konumları nesneldir yani kişilerin işçi, küçük burjuva veya burjuva olup olmadığını belirleyen şey onların üretim araçları ile aralarındaki ilişkidir. Bir atölyede, fabrikada veya ofiste maaş karşılığı çalışan, ürettiği mal veya hizmetin ne şekilde kullanılacağı üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan ve o işyerindeki emek süreci içerisinde hiçbir idari yetkisi olmayan kişiler işçidirler. Ne kadar maaş aldıklarının, ne iş yaptıklarının (meslekleri), hangi ideolojilere bağlı olduklarının, nasıl bir yaşam biçimine sahip olduklarının veya kendilerini işçi olarak görüp görmediklerinin bir önemi yoktur. Bu sayılan durumlar elbette işçilerin bilincinde farklı etkilere sahiptir ve sosyalist bir mücadelede dikkate alınması gereken sosyolojik farklılıklar oluşturur ancak marksist sınıf analizi açısından bunlar bir kişinin işçi olup olmadığını belirleyen faktörler değillerdir. İşçi sınıfı kapitalizmin dinamik sistemi içerisinde elbette değişimler geçirir. 1844 yılında Britanya işçi sınıfının büyük çoğunluğu tekstil işçileridir, 20. yüzyılın başlarında çoğunluk ağır sanayide çalışmaktadır, 1930’larda ise motor ve hafif mühendislik sanayileri işçi çoğunluğunu oluşturmaktadır30. 1960’lardan itibaren de yükselişe geçen hizmet sektörü çalışanları 1990’lardan itibaren çoğunluğu oluşturuyor31. Bütün bu değişimler her defasında yeni bir sınıf ortaya çıkarmaktan ziyade işçi sınıfının yapısını değiştiriyor. Tabi bu değişime bağlı olarak (ama sadece bu nedenle sınırlı değil) işçi sınıfının örgütlenme pratikleri ve kolektif eylem repertuarı da değişim geçiriyor. Örgütlenme pratiklerinde çeşitli değişimler yaşanmakla birlikte istihdam edilenlerin giderek attığı yeni meslek grupları her defasında ayrıcalıklı konumlarını yitirerek ‘proleterleşme’ denilen sürece dâhil oluyor ve mavi yakalı işçilerin çalışma koşullarına doğru yaklaşıyorlar. Sınıf tartışmasına dâhil olan yazarlar hangi kavramsallaştırmayı kullanırsa kullansınlar aralarında değişimin yönüne dair ortak bazı noktalar var. Bunlardan ilki 1950’lerden beri Batı’da işçi sınıfının yapısının endüstriyel kol emeği ağırlıklı bir yapıdan, beyaz yakalı hizmet sektörü ağırlıklı bir yapıya doğru değişiyor oluşudur. Tabi bu yapısal değişim içerisinde eğitim seviyesinin de yükseldiğini, özellikle üniversite mezunlarının sayısının büyük artış gösterdiğini belirtmek lazım. Diğer değişim ise emek süreçlerinde yaşanan değişimdir. Bir dönemde ayrıcalıklı olan ve zor bulunan vasıflar olarak bilinen pozisyonların değişmesi ve iş yerlerinde işin örgütlenmesinin değişimi emek süreçlerinde sürekli bir dönüşüme neden oluyor. Bu dönüşümüm sonucu ise bir yanda vasıfsızlaşma ve güvencesizleşme sonucu ortaya çıkan prestij kaybı, öbür yanda ise yeni prestijli pozisyonların ortaya çıkması oluyor. Yeni orta sınıf veya yeni işçi sınıfı teorilerinin odaklandığı temel noktayı beyaz yakalı çalışanların eğitim düzeyinin mavi yakalılardan yüksek olması oluşturuyor. Bir diğerini ise üretim araçlarındaki teknolojik gelişme sonucu geleneksek kol emekçilerinden farklılaşmaları oluşturuyor. Sırayla bu iki durumun işçi sınıfının değişiminde oynadığı rolü inceleyerek beyaz yakalıların büyük bir kısmının işçi sınıfının bir parçası olduğunu gösterip ardından da yeni orta sınıf teorisine bakalım. 27 Harry Braverman, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century (25. Yıl Basımı), New York: Monthly Review Press, 1998, s.18. 28 Harry Braverman, a.g.e., 1998, s.18. 29 Chris Harman, The Working Class after recession. Alex Callinicos & Chris Harman içinde, The Changing Working Class: Essays on class structure today, Londra: Bookmarks, 1989. 30 Chris Harman, a.g.e., 1989, s. 80. 31 George Arnett, “UK became more middle class than working class in 2000, data shows”, The Guardian, 26 Şubat 2016, https://www.theguardian.com/news/datablog/2016/feb/26/uk-more-middle-class-than-working-class-2000-data

105


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

Kitle eğitiminin işçi sınıfı üzerindeki etkisi Callinicos tartışmanın kökeni olan beyaz yakalıların aslında iki ayrı kategoride incelenmesinin tartışma taraflarını anlamak için daha uygun olduğunu belirtir. Buna göre, beyaz yakalıların büyük çoğunluğu aslında rutin ofis işlerini yerine getirmekte olan ofis çalışanlarıdır (clerical workers). Beyaz yakalıların ikinci grubunu ise profesyoneller ve yöneticiler oluşturmaktadır32. Bu ayrım üzerinden giderek eğitimin bu iki grup üzerindeki etkisini inceleyebiliriz. Britanya’daki ofis çalışanları 19. yüzyılda büyük çoğunlukta erkek işçilerden oluşuyordu ve yine büyük çoğunlukta küçük atölyelerde veya işyerlerinde çalışıyorlardı. Yaptıkları işler genelde kayıtların tutulması, muhasebe, yazışmalar ve benzeri, işverenleri ile çok yakın ilişki halinde oldukları ve bazı yetkilere sahip olabildikleri işlerdi33. Hyman buna ‘otoriteye yakınlık’ (proximity to authority) diyor34. Ofis çalışanları o dönemde mavi yakalılara göre daha eğitimlilerdi. Okuma yazma bilmek zorundalardı, belirli seviyede aritmetik, muhasebe, yabancı dil biliyorlardı. Daha yüksek maaşlara da sahiplerdi. Bu niteliksel durumun bir sonucu olarak yaşam tarzları mavi yakalı işçilerden farklılık gösteriyordu. Daha iyi mahallelerde oturuyorlar, daha iyi giyiniyorlar, opera gibi etkinliklere katılabiliyorlardı35. Ofis çalışanlarının bu ayrıcalıklı durumu 1870 yılında Britanya’da zorunlu eğitime yani kitlesel eğitime geçilmesi ile gerilemeye başlıyor. Okuma yazma bilenler hızla artıyor ve daha önce ofis çalışanlarının sahip oldukları temel bilgiler artık ilkokuldan itibaren bütün vatandaşların sahip oldukları bilgiler haline geliyor. Çoğunlukla işverene olan yakınlıkları ve sahip oldukları yetkiler nedeniyle işyerlerinde çelişkili sınıf konumunda bulunan ofis çalışanları 20. yüzyılda artık sadece rutin ofis işleri yapan beyaz yakalı işçiler durumuna geliyorlar36. Yani vasıfsızlaşıyor, ayrıcalıklı konumlarını ve yetkilerini kaybediyor ve prestij kaybına uğruyorlar. İkinci kategori olan profesyoneller ve yöneticiler ise tartışmanın çok daha yoğun olduğu bir alan. Marksist John ve Barbara Ehrenreich sınıflar tartışmasının en yoğun olduğu dönemde öne attıkları Profesyonel ve Yönetici Sınıf (PYS) teorisi ile oldukça ses getirmişlerdi. Amerikan iş gücü içerisinde profesyoneller ve yöneticilerin 1930’larda yüzde 1 civarı iken 1974’te yüzde 26’ya çıktığını göstermişlerdi. Bu oran 2006 yılında yüzde 36 olarak görülüyordu37. Yaklaşık 70 yıl içerisinde azınlık bir gruptan en kalabalık sınıfı oluşturduğu anlamına gelen bu teoride sorunlu olan yer Ehrenreichların profesyoneller kategorisine neredeyse bütün üniversite mezunlarını alıyor olmasıdır. Yani asında vasıflı işlerde çalışmak yerine rutin ofis işi yapmakta olan üniversite mezunları da profesyoneller kategorisi içerisindedir. Ayrıca Ehrenreichlar çelişkili sınıf konumlarını önemsemeksizin bütün profesyoneller ve yöneticileri tek bir sınıf olarak kurgularlar. Callinicos, Ehrenreichların teorisindeki bu sorunu somut olarak göstermek için Britanya’dan örnek verir. Buna göre, 1971 yılında Britanya’da profesyoneller, yöneticiler ve idarecilerden oluşan kategoride çalışanların yüzde 70’i aslında alt düzey profesyonellerdir ve yarısından fazlası kadındır. Dolayısıyla bu kategorinin büyük bir kısmı ayrı bir sınıf oluşturmak yerine işçi sınıfına dâhillerdir38. Ehrenreichlar 2013’teki makalelerinde ise önceki iddialarından geri adım attılar. Neoliberal dönemde profesyoneller ve yöneticilerin büyük bir değişim yaşadığını söylediler. Örneğin, tıp ve hukuk gibi serbest meslek alanlarının 1980 sonrasında şirketlerin kontrolüne girdiğini belirtiyorlar. Doktorlar için yeni teknolojik cihazlara ulaşmanın imkânsız hale gelmesinin bir sonucu olarak artık çok daha fazla doktor kendi muayenehaneleri yerine hastanelerde çalışıyor. 1983’te doktorların yüzde 23’ü ücretli iken, 2010 yılında bu rakam yüzde 50’ye ulaşmış durumda. 1930’larda üniversiteler hala oldukça küçük ve elitler ancak henüz büyük çoğunluğu kâr amaçlı olmayan üniversiteler. Büyük şirketler yüksek sayıda profesyoneli istihdam etmeye esas olarak 1960’larda başlıyor. Örneğin, 1960 yılında 50’den fazla avukat çalıştıran avukatlık şirketi sayısı 40’ın altında iken, bugün yüzlercesi mevcut. Bugün ABD’de binden fazla avukat çalıştıran hukuk şirketi sayısı ise 2139. 1970’lerde profesyonel ve yönetici sınıf (PYS) teorisi ile son derece etkili olmuş olan Ehrenreichlar bu fikirlerinin nedeni olarak PYS’nin kapitalist kültürün ve sınıf ilişkilerinin gündelik yaşamdaki yeniden üretiminde oynadıkları özel rolü işaret ediyorlardı. Ancak 2000’lerdeki çalışmalarında bu iddiayı terk ettiler. PYS, Ehrenriechlara göre, 1980 öncesinde toplum içerisinde oldukça özel bir konumda bulunurken, bugün kendilerine özel çıkarlar etrafında 32 Alex Callinicos, The ‘New Middle Class’ and Socialist Politics, 1989, s. 16, Alex Callinicos & Chris Harman içinde, The Changing Working Class: Essays on Class Structure Today. Londra: Bookmarks. 33 A.g.e., s. 21. 34 Richard Hyman, a.g.e., 1983, s. 4. 35 Alex Callinicos, a.g.e., 1989, s. 21. 36 Alex Callinicos, a.g.e., 1989, s. 36. 37 John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, Death of a Yuppie Dream: The Rise and Fall of the Professional-Managerial Class, New York: Rosa Luxemburg Stiftung, 2013, s. 4. 38 Alex Callinicos, a.g.e., 1989, s. 36. 39 John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, a.g.e., 2013, s. 5-7.

106


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

kolektif hareket edebilme yeteneklerini kaybetmiş olan çalışanlar durumuna gelmiş bulunuyorlar. Giderek işçi sınıfı ile ortak çıkarlar etrafında mücadele etme eğiliminde olduklarını ve bu eğilimin politik temsiliyetini de 2011’de yaşanan “işgal et” (Occupy) hareketlerinde gördüklerini belirtiyorlar40. Tüm dünyada eğitim düzeyinin giderek artmasının işçi sınıfının niteliğinde bir değişime neden olduğu açık. Ancak sınıflar tartışmasında yer alan yazarların bir kısmının, sınıfın oluşumu açısından yüksek eğitime atfettiği öneme daha eleştirel bakanlar da var. Örneğin, Braverman 1970’lerde New York’ta elektronik veri işleme alanında yapılan bir araştırmanın sonuçlarına yer verir. Araştırmaya göre şirketler artık çalışanlarından lise diploması talep etmektedir ancak bunun nedeni lise eğitiminin gerçekten ihtiyaç duydukları vasıfları sağlaması değil her pazartesi işe gitmelerini sağlayacak disiplini kazandırıyor olmasıdır41. Günümüzde üniversite diplomaları için de aynı şeyi söylemek mümkün. Ehrenreichlar günümüzde şirketlerin üniversite mezunlarını tercih etmesinin sebebi olarak öğrencilerin gerçekten vasıf ve bilgi kazanmış olmasını değil verilen görevleri anlamak ve yerine getirmek, zaman sınırlarına uymak, bürokratik iletişim araçlarına hâkim olabilmek gibi özelliklere sahip olmalarını gösteriyorlar42. Kısacası, üniversite eğitimi hiyerarşiyi kabullenmiş, rekabetçi ve iş disiplinine sahip bireyler yetiştiriyor. Bu durumun bir sonucu olarak “mezunların yaptığı işler” giderek yayılıyor ama aslında bunlar “mezunların yapacağı işler” değiller43. Bu duruma günümüzden verilebilecek en iyi örnek muhtemelen banka çalışanlarıdır. Bankalar her yıl kalabalık gruplar halinde işçi alımı yaparlar ve koydukları tek kriter diploma sahibi olmaktır. Genellikle sosyal bilimlerin her hangi bir bölümünden mezun olmak yeterlidir. Bazen fen bilimlerden dahi başvuru kabul edebiliyorlar. İşe alınan beyaz yakalıların yapacakları işin, aldıkları eğitimle hiçbir ilişkisi olmadığı için bankalar sadece üniversite disiplininden geçilmiş olmayı şart koyuyor. Aslında bir lise mezununun da yapabileceği işlerde diplomalılar çalıştırılıyor. Üniversite eğitiminin bir dönem lise eğitiminde olduğu gibi kitleselleşmesiyle diploma sahiplerine sağladığı ayrıcalıklar giderek azalıyor. Dolayısıyla diplomalıları hâlâ yeni bir sınıf olarak görme anlayışı giderek zorlaşıyor. 1970’lerde yeni sınıf tartışmalarının ortaya çıkmasına neden olan üniversite mezunları, neoliberal dönemde güvencesizleşme44, vasıfsızlaşma45 ve proleterleşme gibi kavramlarla anılır duruma gelmiş durumdalar. Prekarya tartışması da bu genel değişim içerisinde anlam kazanıyor. Eskiden ayrı bir sınıf olarak veya orta sınıf olarak görülen diplomalılar ve profesyoneller bugün büyük oranda işçi sınıfı içerisinde yer alıyor. Teknolojinin işçi sınıfı üzerindeki etkisi Hem sınıf teorilerinde hem de değişen işçi sınıfı kavramında eğitim kadar önemli olan bir diğer konu ise üretim araçlarındaki teknolojik gelişmelerdir. Braverman, teknolojik gelişmenin üretim süreçleri üzerindeki etkisine en erken uyananlardan biriydi. Marksizmde Marks’tan sonra neredeyse değinilmemiş bir kavram olan emek sürecini yeniden gündemimize sokarak sınıf teorilerine çok önemli bir katkı yapmış oldu. Braverman, tekelci kapitalizm aşamasına geçilmesi ile birlikte daha önceki dönemde fabrikalarda uygulanan Taylorist yönetim biçimlerinin ofislerde de uygulanmaya başlandığını anlatır. Taylor’dan önce emek sürecinin yönetimi sadece işçileri çalışma saatleri içerisinde işyerinde tutmaya dayanıyordu. Ancak Taylor işçilerin çalışmasının her aşamasını basit parçalara böldü, bu bölümlerin çalışma zamanlarını hesapladı ve üretimi en etkin şekilde artırmak üzere organize etti46. Taylor’ın yaptığı şey yalnızca üretimi kontrol etmek değil aynı zamanda işin emeğe ait olan yetkisini de kontrol etmekti. Kapitalistler önce emek gücü üzerinde kontrolü sağlamışlardı, Taylorist yöntemler (bir diğer adıyla bilimsel yönetim) sayesinde üretim sürecindeki işçilerin yetkilerini de kontrol etmeye başladılar. Böylece emek, yöneticinin kontrolünde emek sürecinin bir nesnesi haline geldi47. Üretim araçlarındaki teknolojik gelişim işçinin üretim sürecinde kendi emeği üzerindeki kontrolün elinden çıkmasına yol açtı. İşyerlerinde uygulanan iş bölümü, işin baştan sona tamamını yapan işçiyi tarih sahnesinden sildi. Daha sonra bant üretimi ve bant üretiminin otomatikleşmesi gibi süreçlerle işçilerin kolayca işe alınıp işten 40 a.g.e., s. 11. 41 Harry Braverman, a.g.e., 1998, s. 232. 42 John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, a.g.e., 2013, s. 10. 43 Gamze Yücesan Özdemir, İnatçı Köstebek: Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş, İstanbul: Yordam, 2014, s. 117. 44 Robert Castel, Les Métamorphoses de la question sociale, une chronique du salariat, Paris: Fayard; Guy Standing, 2011, The Precariat: The New Dangerous Class, Londra: Bloomsbury Academic, 1995. 45 Barbara Garson, The Electronic Sweatshop: How Computers are Transforming the Office of the Future, Penguin Books, 1989. 46 Harry Braverman, a.g.e., 1998, s. 70 47 a.g.e. s. 119.

107


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

çıkarılabilmesini sağlandı. Benzer bir süreç ofis çalışanlarında da yaşandı. Ofislerde de ofis araçlarındaki ve iletişim araçlarındaki teknolojik gelişim giderek daha vasıfsız ve rutin işler yapan böylece çok daha kolay işe alınıp işten çıkarılabilen bir beyaz yakalı işçi sınıfı oluşturdu. Nasıl ki küçük üretim atölyeleri fabrikalara dönüştüyse ofisler de giderek kalabalıklaşmaya ve hatta üretim alanından tamamen kopup bir tür ofis fabrikalarına dönmeye başladı. Bu gelişmenin en somut örneği plazaların ortaya çıkışı oldu. Böylece artık birkaç on kişinin değil birkaç bin ofis işçisinin aynı anda çalışabilmesi mümkün oldu. Braverman, Taylorist yönetimin ofislerde de uygulanmaya başlanması ile daha önce çok daha net bir şekilde ayrılmış olan kol ve kafa emeğinin bir ölçüde yeniden birleştiğinden söz eder. Örneğin günümüzde grafik tasarım ve basım teknolojisindeki gelişim sonucu eskiden birçok işçinin yaptığı işler tek bir grafikerde birleşti. Artık bir bilgisayar programı ile bütün tasarım işi tek kişide ve gelişmiş printerlar sayesinde bir tasarımın renkli çıktıya dönüştürülmesi mümkün. Bu süreç içerisinde daha önce istihdam edilen tasarım, dizgi, boyama, basım gibi kimisi kol kimisi kafa emeği gerektiren işler tek bir grafikerde birleşebiliyor. Ancak aynı zamanda grafik tasarım işi de standart bir programı kullanabilme becerisine iniyor. Dolayısıyla düşünme ve planlama işlevi giderek bir avuç yöneticinin elinde toplanırken ofisler artık çoğunlukla standartlaştırılan, rutin ve basit işbölümlerine ayrılıyor. Hoos buna ‘ofis işlerinin sanayileşmesi’ adını vermişti48. Ofislerdeki Taylorist uygulamalar üzerine son yıllarda Türkiye’de de çalışmalar yapılıyor. Örneğin Seçil ve Serdal Bahçe’nin TÜİK’in 2002 yılından beri gerçekleştirdiği yıllık hane halkı bütçe anketlerine dayanarak yaptığı çalışma bu konuda çok önemli bilgiler sunuyor. Bu çalışmaya göre, 2002 yılında üniversite mezunlarının yüzde 82,2’si iş hayatında daha çok zihinsel gücünü kullandıklarını söylerken, 2009 yılında bu cevabı verenlerin oranı yüzde 49,8’e düşüyor. 2002 yılında hem zihinsel hem de fiziksel gücünü kullandıklarını söyleyen diplomalı çalışanların oranı yüzde 9,1 iken, 2009 yılında bu oran yüzde 45,5 oluyor. Bahçelerin bu çalışmadan çıkardıkları sonuç diploma sahibi olmanın emek sürecinde sağladığı korunakların (ücret avantajları ve iş güvencesi kastediliyor) giderek azalıyor olmasıdır çünkü diplomalılar da vasıfsızlaşarak giderek artan oranda kol emeği kullanmaktadırlar49. Wright da artık vasıflı kol işçilerinin rutin ofis işlerinde çalışanlarından çok daha fazla kafa emeği kullandığını belirtir50. Teknolojik gelişmelerin emek sürecine etkisi konusunda Bahadır Nurol’un51 bankacılık sektörüne odaklanan beyaz yakalı emeğin dönüşümünü anlattığı çalışması da oldukça önemli. Gelişmiş kapitalist ülkelerde daha erken başlasa da Türkiye’de bankacılık alanında 1990’lardan itibaren şahit olduğumuz teknolojik değişimin emek sürecindeki etkisine odaklanıyor Nurol. Türkiye’nin bankacılık sektöründeki değişimi üç döneme ayırıyor: 1989’a kadar klasik dönem, 1989-2001 arası altın dönem ve 2001 sonrası dönem. 1989 öncesinde bilgisayarlaşma çok sınırlı, müşterilerle yüz yüze ilişki kuruluyor ve çalışanların yetenekleri son derece önemli. Bilgisayar desteğinin olmaması nedeniyle çalışanların çok iyi bir düzenleme ve prosedür bilgisine sahip olmaları ve insan ilişkilerinin çok iyi olması gerekiyor. 1989 sonrasında bankacılık sektörünün yükselişi ile beraber bankada çalışmak da en prestijli işlerden biri haline geliyor. Plazalar ilk olarak bankalar tarafından inşa ediliyor. Bilgisayarlaşma, ardından ATM’ler, POS cihazları ve internet bankacılığı da bu dönemde başlıyor ancak yaygınlaşması ve çalışanlar üzerindeki olumsuz etkileri 2000’lerde hissedilmeye başlanıyor. Bilgisayar, çalışanların üzerinden birçok bürokratik iş yükünü alırken birçok vasfı da anlamsız kılmaya başlıyor. Her bir ATM 37 banka çalışanın yaptığı işlemleri tek başına yapabiliyor52. Artan üniversite mezunları sayısı ve teknoloji sayesinde yaşanan vasıfsızlaşma ücretlerde düşüş, esnek çalışma gibi uygulamaları beraberinde getiriyor. Performans kriterleri ve bilgisayarlaşmanın getirdiği denetim kabiliyeti nedeniyle banka çalışanları üzerinde artan yönetici baskısı çalışma koşullarının mavi yakalılara yaklaşmasına neden oluyor. Braverman vasıfsızlaşmanın üretimin kapitalist organizasyonunda kaçınılmaz bir süreç olduğunu söylüyordu. Yaratıcı vasıflar ve işçinin kendi emeği üzerindeki kontrolü yönetim teknikleri ile yok ediliyor. Tabi ki vasıfsızlaşma ücretlerde de düşüşe yol açıyor. Artık çalışanlar çok daha basit işler yaptıkları için çok daha kolay ikame edilebiliyorlar. Yeni Orta Sınıf Tartışması Batı dünyasında 1970 ve 1980’lerde ortaya atılan yeni sınıf teorileri arasında marksistler açısından en önemli tartışma ‘yeni orta sınıf ’ tartışmasıdır. İşçi sınıfının değişmekte olduğu bir gerçeklik olmakla birlikte yöneticilik 48 Ida Russakoff Hoos, Automation in the Office, Washington: Public Affairs Press, 1961, s. 53. 49 Seçil Bahçe & Serdal Bahçe, Türkiye’de Eğitim ve Sınıf Üzerine Gözlemler, Mülkiye, 36(274), 2012, s. 159-182. 50 Erik Olin Wright, Classes, Londra: Verso, 1985, s. 154. 51 Bahadır Nurol, Beyaz Yakalı Emeğin Dönüşümü: Finans Sektöründe Emek Süreçleri, Ankara: Hacettepe Üniversitesi, 2014, yayınlanmamış doktora tezi. 52 a. g. e. 165.

108


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

ve idarecilik gibi pozisyonların varlığı, bu pozisyonlarda yer alanların hangi sınıfa dahil edileceği sorusuna yanıt vermeyi gerektiriyor. Orta sınıf marksist teoride üzerinde fazla durulmadan en fazla kullanılan sınıftır. Troçki ve Guerin orta sınıf kavramını en fazla faşizm tahlillerinde kullanırlar. Tam olarak tanımını yapmamakla birlikte kastettikleri küçük burjuvazinin53 yanı sıra o dönemde ağırlıklı olarak kendi işlerini yapan üniversite mezunu profesyoneller ve devlet memurlarıdır54. Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin toplumu giderek işçi sınıfı ve burjuvazi olarak iki ana sınıfa ayıracağını, iddia etmişti. İşçi sınıfı 19. yüzyıldan beri hemen her yıl artmaya devam etti. Uluslararası Emek Örgütü’nün 2013 raporuna göre günümüzde tüm dünyada 1,6 milyarın üzerinde ücretli işçi var55. Ancak işçi sınıfının sayısındaki artış Marks’ın öngördüğü gibi orta sınıfları ortadan kaldırmadı. Tarımın sanayileşmesi küçük toprak sahibi köylülerin kentlere akmasına ve işçi sınıfına katılmasına neden oldu. Büyük endüstriyel tarım alanlarında da kalabalık tarım işçileri çalışmaya başladı. Orta sınıf ise azalmak yerine arttı. Guerin, Bernstein’ın 1900’lerin başında zanaatkâr, küçük sanayici ve tüccarların sayılarının azalmadığını hatta arttığını söylediğini belirtir. Ancak toplum içerisindeki temsil ettikleri yüzde azalıyordu elbette. Ayrıca Guerin kapitalizmin yeni bir orta sınıf da yarattığını anlatıyordu. İş araçlarının mülkiyetine sahip olmayan bu kesime ilk olarak Kautsky dikkat çekiyor. İşletme şeflerinin bir takım işleri mühendis, teknisyen, doktor ve avukat gibi maaşlı çalışanlara bıraktıklarını söylüyor. Guerin bu kesimi yeni orta sınıf olarak adlandırıyor. Ayrıca büyük sanayinin mallarını satan yeni satıcılar, acenteler, garajcılar, tamirciler yaratıyor. Eski küçük tüccar daha fazla büyük sermaye vekili gibi çalışmaya, eski küçük zanaatkar ise daha fazla emeği karşılığı büyük sermayeye çalışan kişi konumuna geliyor56. Eski küçük burjuvazi bağımsız olmaktan çıkıp büyük sermayeye iktisaden daha bağımlı olarak varlığını sürdürüyor. Bu durum günümüzde marka zincirleri, distribütörler gibi durumla daha da yaygınlık kazandı. Guerin’den sonra yeni orta sınıf kavramını kullanan bir diğer marksist yine Braverman oldu. Tekelci sermaye ile birlikte büyük işletmelerin yönetiminin de parçalandığını ve buralarda en üst yöneticilerin altında bir yöneticiler grubu oluştuğunu anlatıyor ve bu gruba yeni orta sınıf diyor Braverman. Eski orta sınıf ne işçi ne kapitalist olarak emek süreci içerisinde yer almazken, yeni orta sınıf emek sürecinde yer alan bir grup. Bu yönüyle hem işçi hem kapitalist sınıfın özelliklerini taşıyor57. Braverman’dan birkaç yıl sonra Erik Olin Wright sınıfları analiz eden “Sınıf, Kriz Ve Devlet” kitabını yayınladı. Sınıf konumları (class locations) üzerinden 1970’lerin kapitalist ve Doğu Blok’u toplumlarını marksist bir sınıf analizine tabi tutan Wright, ortaya attığı ‘çelişkili sınıf konumları’ teorisi ile marksist sınıf teorisine çok önemli bir katkıda bulundu. Wright emek-sermaye ilişkilerini analitik bir incelemeye tabi tutarak bu ilişkilerin temelinde üç sürecin olduğunu belirtir. Bu süreçler; üretim araçları üzerindeki fiziksel kontrol, emek gücü üzerindeki kontrol ve yatırımlar ile kaynak dağılımı üzerindeki kontroldür58. Bu üç süreç her zaman bir birine denk bir şekilde işlemez ve ortaya çelişkili konumlar çıkar. Buna göre, kapitalistler bu üç sürecin üçünün de kontrolüne sahip iken işçiler hiç birinin kontrolüne sahip değildir. Bu iki sınıf konumunun yanı sıra bir de “üst düzey idareciler (top executives), yöneticiler (managers), ve denetleyiciler (supervisors)” vardır. Bu konumlarda bulunanların üretim araçlarının fiziksel kontrolü 53 Küçük burjuvazi ile küçük kapitalist arasındaki sınırı çizmek bugün dahi marksistler arasında tartışılan bir konudur. Küçük burjuvazi geleneksel olarak kendi emeği ile üretim veya ticaret yapan küçük tüccar, esnaf, zanaatkar olarak kullanılır. Ancak günümüzde küçük burjuvazide de önemli değişimler yaşanmış durumda. Örneğin bir berberde veya Cafede sıklıkla kendisi veya aile üyeleri dışında işçi çalıştıran işletme sahipleri bulunuyor. Bu işletmecinin küçük burjuva mı yoksa küçük kapitalist mi olduğu artı değer üretimine ne kadar dayandığı üzerinden belirleniyor ancak bunun sınırını çizmek oldukça güç. Kendisi emek sürecinde yer almıyor ve sadece denetim ve gözetim işini yapıyorsa onu küçük kapitalistler içerisine koymak kolay. Fakat kendisi de emek sürecinde yer alıyor ise yani artı değer üretiyor ise durum karmaşıklaşıyor. Kaç işçiden itibaren kendi ürettiğinden daha çok artı değere el koyduğunu hesaplamanın zorluğunu düşünecek olursak bu sorunu aşmak için başka bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bir küçük burjuva emek sürecinde yer aldığı için yanında çalışanların çıkarılması veya greve gitmesi durumunda o işyerini tek başına bir şekilde kendisi çalışarak ayakta tutabilir olmalıdır. Yani yanındaki çıraklar çıktığında bir berber kendisi çalışarak dükkânı daha az karla da olsa işletmeye devam edebilir. Ancak kendi emeğinden çok yanında çalıştırdığı berberlerin emeğine dayanıyorsa, berberler iş bıraktığında dükkanı işlemeyecektir. Dolayısıyla onu küçük kapitalist olarak sınıflandırmak gerekir. 54 1920’lere kadar hakim olan liberal kapitalizmde henüz devletler çok sınırlı bir kayıt ve bürokrasi işleri yapan kurumlar durumundalardı. Sosyal devlet anlayışı henüz gelişmemişti. Dolayısıyla devletlerin sosyal hizmet birimleri (hastaneler, okullar, sosyal yardım kuruluşları vb.) yoktu. Lenin de 1916’da yazdığı “Devlet ve Devrim” kitabında memurları orta sınıf kategorisine koyuyordu. Devletler daha önce piyasaya terk edilmiş alanlarda yatırım yapıp yasal olarak memur statüsüne alsa bile aslında kalabalık işçi orduları istihdam etmeye başladıktan sonra memurların büyük çoğunluğunun işçi sınıfına dahil edilir oldu. 55 ILO, Key Indicators of the Labour Market (eight edition), Cenova: International Labour Organization, 2013. 56 Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2014, s. 47. 57 Harry Braverman, a.g.e., 1998, s. 281. 58 Erik Olin Wright, Class, Crisis and the State, Londra: Verso, 1978, s. 73.

109


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

üzerindeki yetkisi sınırlı olmakla birlikte emek gücü üzerinde kapitalist sınıf lehine bir kontrolleri bulunur. İşe alma ve işten çıkarma yetkileri vardır. Her ne kadar işçiler üzerinde kontrole sahip olsalar da kapitaliste karşı da ücretli çalışan konumundadırlar ve onlar da işten çıkarılabilirler59. İşte bu çelişkili sınıf konumu oluşturur. Wright’ın çelişkili sınıf konumları sadece yöneticiler ve denetleyicilerden oluşmaz. Kapitalist toplumun üç ana sınıf konumu olan kapitalistler, işçiler ve küçük burjuvazi arasında üç ayrı çelişkili sınıf konumu bulunur. İlki yukarıda bahsedildiği üzere kapitalistler ve işçi sınıfı arasında bulunan yöneticiler ve idarecilerdir. Kapitalistler ile küçük burjuvazi arasında bulunan küçük işverenler bu çelişkili konumların ikincisidir yani bunlar da yeni orta sınıfın bir parçasıdır. Küçük burjuvazi kendi üretim aracına sahip olup, sadece kendisi veya ailesi ile çalışanlardan oluşan bir sınıftır. Ancak yanında birini istihdam etmeye başladığında küçük işveren konumuna geçer fakat hâlâ kendi ürettiği artı değer yanında çalışanın ürettiğinden daha fazladır. Ne zaman yanında çalışanların ürettiği artı değer kendisinin ürettiği değeri geçerse o zaman küçük kapitalist konumuna geçiyor yani kapitalist olmuş oluyor60. Sonuncu çelişkili sınıf konumu ise küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alan yarı-özerk çalışanlardır. Bu konumda bulunan çalışanlar kendi emekleri üzerinde işverene karşı belirli bir özerkliğe sahiptirler. Wright, bu konuma laboratuvarda çalışan uzmanları ve üniversitelerdeki akademisyenleri örnek olarak gösterir61. Wright sonraki çalışmalarında62, sınıflar tartışması içerisinde girdiği polemiklerden sonra ‘çelişkili sınıf konumları’ teorisini terk etti. Onun bu teorisini geliştirerek ‘yeni orta sınıf ’ ismini veren kişi Callinicos oldu. Wright’ın çelişkili konum kuramını önemli bulmakla birlikte onun analitik çalışmasını formal ve statik bulduğunu söyler Callinicos. Wright sadece bugünün (Wright’ın yazdığı dönemin) kapitalist toplumunun analizini yapar ancak bu kategorilerin tarihsel dönüşümlerinin nasıl gerçekleştiğini açıklamaz63. Callinicos kapitalist gelişmenin erken dönemlerinde üretimin genelde evde yapılmasından dolayı işçilerin emek sürecinde ciddi bir kontrolü olduğunu, kapitalistin sadece borç vermek, hammadde sağlamak ve biten ürünü satın almak üzerinden ilişki kurduğunu hatırlatır. Fabrikalar ortaya çıktığında esas olarak kapitalistlerin emek sürecinde de kontrolü oluşur. Fabrikada disiplin ve denetim bir teknolojik gelişim olmasa da maliyetleri düşürebilmektedir. Üretimin küçük ölçekli olduğu dönemde kapitalistler izleme ve kontrol görevini bizzat kendileri yapabilmektedir. Ancak sermayenin radikal bir şekilde büyümesi ve merkezileşmesi sonucu kapitalistler bunu tek başlarına yapamaz hale gelirler. Bu nedenle izleme ve kontrol görevlerini bazı çalışanlarına delege ederler. Çelişkili sınıf konumları yani ‘yeni orta sınıf’ işte bu koşullarda ortaya çıkar. Yani bir grup ücretli yönetici sermayenin denetim ve gözetim işini yerine getirirler. Callinicos esas olarak işletmelerdeki emek sürecine odaklanır ve emek sürecinde iki tür kontrol olduğunu söyler; Stratejik Kontrol ve İşletmedeki Kontrol. Stratejik kontrol, kaynakların kullanımına ve geri çekilmesine karar verme gücü anlamına gelir. İster hisse sahibi olsun ister en üst düzey yönetici veya her ikisi birden, bu kontrole sahip olanlar kapitalist sınıfa girer. Yeni orta sınıf işletmedeki kontrole sahip, yani çerçevesi stratejik kontrole sahip kapitalistlerce belirlenen sınırlar içerisinde kaynakların günlük düzeyde kullanma yetkisi olanlar, orta düzey yöneticilerdir. Bu onları burjuvazi ile işçi sınıfı arasında çelişkili bir konuma koyar. Bu ilişkisellikte bir diğer önemli nokta burjuvazi ile yeni orta sınıfın ait oldukları sınıfa ulaşma biçimidir. Burjuvazi genellikle miras yoluyla bu sınıfa dâhil olur ya da en azından bir atama sürecinde bu sınıfa girmez. Oysa yeni orta sınıf ise işyeri hiyerarşisi içerisinde yetenekleri ile yükselerek bu konuma ulaşır64. Callinicos yeni orta sınıf kavramını kullanmakla birlikte bu kavramdan pek memnun olmadığının altını çizer çünkü çelişkili konumda olan bu grup aslında bir sınıf değildir. Birçok kişi zaman zaman bu konuma girip daha sonra çıkabilir. Ayrıca yeni orta sınıfın diğer sınıflarla arasında net bir ayrım yoktur. Yönetimin üst kademelerinde yer alanlar kapitalist sınıfa daha yakın iken alt kademelerinde yer alanlar işçilere daha yakın durumdadır. Bu nedenle de sınırları muğlaktır. Joseph Choonara bundan birkaç ay önce Wright’ın 2015’te çıkardığı “Sınıfı Anlamak” kitabını analiz ettiği makalesinde yeni orta sınıf teorisini güncelleştirdi. Choonara, Callinicos’un memnun olmadan kullandığı yeni orta sınıf kavramını bir kenara bırakır. Küçük burjuvazi bile bir sınıf olarak hareket edebilme yeteneğinde değilken, yeni .59 Erik Olin Wright, a.g.e., 1985, s. 45. 60 Erik Olin Wright, a.g.e., 1978, s. 80. 61 a.g.e., s. 81. 62 Erik Olin Wright, Debate on Classes, Londra: Verso, 1989. 63 Alex Callinicos, a.g.e., 1989, s. 29. 64 a.g.e., s. 32.

110


Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı? | Özdeş Özbay

orta sınıf aslında bir sınıf bile değildir. Dolayısıyla bu şekilde kavramsallaştırmak gerekli değildir. Bir tane çelişkili sınıf konumu olduğunu söyler Choonara, onu da “yöneticiler ve idareciler” olarak kullanmak yeterlidir. Wright’ın kontrol ve gözetim üzerinden konumladığı sınıflara Carchedi’nin65 artı-değer üretimindeki çelişkili konum vurgusunu ekler. Carchedi yöneticilerin hem “kolektif işçinin işlevi”ni hem de “sermayenin küresel işlevi”ni yerine getirebildiğini söyler. Üretim sürecinde kolektif işçinin bir parçası olarak emek sürecinin koordinasyonu ve birliğini sağlayan yöneticiler ve idareciler artı değer üreten bir çalışan grubudur. Bu yönüyle üretkendirler. Ancak aynı zamanda sermayenin küresel işlevini yerine getirmekten ötürü, yani sermaye adına emek sürecini yönetmelerinden dolayı, artı değer üretmedikleri gibi maaşları bu artı değerden düşülerek ödenir. Yönetici ve idarecilerin en üst düzeyi esas olarak sermaye birikimini sağlamaktan sorumlu oldukları için doğrudan kapitalist sınıfa yaklaşır. Daha altta yer alanlar ise daha fazla işçilere yakındır66. Bitirirken Daha önce de belirtildiği üzere sınıflar üzerine yapılan teorik tartışma basitçe akademik bir tartışma olarak görülmemeli. Bu tartışma iki açıdan önemli. Birincisi, marksizm hala dünyayı açıklayabiliyor mu sorusuna yanıt vermek için önemli. Her şey sürekli olarak değiştiğine göre sınıflarda da değişim yaşanıyor. Ancak bu değişim işçi sınıfının artık yok olduğu veya dünyanın büyük çoğunluğunu işçiler mi yoksa orta sınıf mı oluşturuyor gibi sorulara yanıt vermek marksist teoriyi güncelleyerek mümkün olabiliyor. Marksizmin hegemonik gücünü kaybettiği 1990’lardan beri Weberci orta sınıf anlayışının hâkim olması yani orta sınıfın; orta düzey ücrete sahip, eğitimli, nitelikli bir işe sahip olması gibi özellikler üzerinden tanımlanmasını hakim kıldı. Tabi bu kavramsallaştırmada gelişmiş kapitalist ülkelerde “sanayisizleşme” teorilerinin yükselmesinin de payı büyük. Bunun politik sonucu da kapitalizmin tüm dünyada global bir orta sınıf (Türkiye’de Özal döneminde dillere dolanan “orta direk” kavramı gibi) yarattığı durumuydu. Bu durum kapitalizmin mezar kazıcılarından kurtulduğu iddialarını da beraberinde getiriyordu. Sınıfları bu şekilde ücret, statü, meslek üzerinden açıklayanlar 2008 krizi sonrası yaşanan kitlesel işsizlik, ücret düşüşleri ve statü kaybını bu sefer prekarya gibi teorilerde açıklamaya giriştiler. İşçi sınıfının öldüğünü ilan edenler, kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiğini ve artık yıkılamayacağını söylüyorlar. Proletaryanın altında yeni bir prekarya olduğunu ilan edenler ise prekaryayı sadece “tehlikeli” buluyor, bu sınıfa başka bir dünyayı yaratabilme potansiyeli değil düzeni yıkma potansiyeli yüklüyor. Bu sınıfa yönelik reformlar yapılarak kapitalizmin yoldan çıkmasının engellenebileceğini iddia ediyor. İşçi sınıfının toplumsal düzeni değiştirme gücü bu analizlerde yok sayılıyor. Dolayısıyla marksistler sınıf teorilerini güncelleyerek, sosyal gerçekliği açıklama kabiliyetinden uzaklaşan ya da onun sadece donuk bir resmini açıklamaktan ibaret olan sınıf teorilerine yanıt üretmek zorundadır. İkincisi ise, işçi sınıfının değişimini açıklamanın yanı sıra diğer sınıflardaki değişimi de açıklamanın marksistler açısından bir zorunluluk olmasıdır çünkü bu tartışma içerisinde yer alan düşünürlerin sınıf analizleri aynı zamanda politik sonuçlara varmalarına da neden oluyor. Poulantzas’ın yeni küçük burjuvazi teorisi veya Ehrenreich’ların profesyonel ve yönetici sınıf teorileri işçi sınıfı mücadelesinde dikkat edilmesi gereken yeni ve giderek kalabalıklaşan bir sınıfın yükselmekte olduğu uyarısını dile getiriyordu. Mallet’in “yeni işçi sınıfı” teorisi sanayi işçilerinin hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalılarla ittifak etmesi gerektiği üzerinde duruyordu ancak onları ayrı bir sınıf olarak görmeye devam ediyordu. Callinicos ve Braverman gibi marksistler ise işçi sınıfının değişimini anlatırken işçi sınıfının büyümeye devam ettiğini, aralarında eğitim, ücret ve nitelik farkları olmasına rağmen kapitalizmi yıkabilecek özgürleştirici mücadelenin hala işçi sınıfı tarafından verilmekte olduğunu anlatıyordu. Diğer yandan çelişkili sınıf konumlarının da ortaya çıktığını kabul ederken, sendikalarda ve sınıf örgütlerinde yönetici ve idarecilere kilit mevkilerin verilmemesi gerektiğini, sendikaların işçilerle birlikte yöneticileri de örgütlememesi gerektiğini anlatıyorlardı. Bu tartışmanın Türkiyeli sosyalistler açısından önemini iki somut durumla özetlemek mümkün. İlki, Türkiye’de 1980 sonrasında işçi sınıfındaki değişimin orta sınıf veya prekarya teorileri üzerinden açıklanamayacağını gösterebilmek. İkincisi Türkiye sosyalist hareketinde çok sık görülen meslek odaları tabanlı, yani küçük burjuvazinin, kapitalistlerin, işçilerin ve yöneticilerin bir arada örgütlendiği yapılardan kuvvet alan bir mücadele yöntemine son vererek değişen işçi sınıfının sendikalarda örgütlenebilmesini sağlamaya çalışmaktır.

65 Guglieolmo Carchedi, On the Economic Identification of Social Classes, London: Routledge and Kegan Paul, 1977. 66 Joseph Choonara, A class act: Erik Olin Wright in perspective, International Socialism, 2017.

111


Arap devrimlerini anlamak Ozan Tekin

S

osyalistler için enternasyonalizm, yalnızca siyasi stratejilerini ve gelişmeler karşısındaki tutumlarını belirlerken çerçeve sunacak bir prensip değildir. Hayata bakışımız, ulusal devletlerin sınırlarını tanımadan, dünyanın her yerinde işçilerle patronlar arasında süren mücadele üzerinden şekillenir. Dolayısıyla, en uzak ülkedeki en küçük fabrikada gerçekleşen grevin zaferini kendi zaferimiz sayarız. Bu yüzdendir ki, devrimciler her dönem, diğer ülkelerde meydana gelen büyük toplumsal olayları, özellikle de ayaklanma ve devrimleri titizlikle inceleyerek kendi durumları için dersler çıkarmaya çalışmışlardır. Bolşevik Parti liderlerinden Leon Troçki, “Büyük Fransız Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni ve Paris Komünü’nü incelemeseydik, 1905 deneyimine sahip olduğumuz hâlde Ekim Devrimi’ni hiçbir zaman gerçekleştiremezdik” diyerek bunu yapmanın önemini vurguluyordu.1 Tunus’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendini yakarak intihar etmesiyle fitili ateşlenen Arap devrimleri, şüphesiz ki bölgesel anlamda büyük bir sarsıntıya neden oldu. Bin Ali ve Mübarek gibi on yıllardır hükmeden azılı diktatörler, işçi sınıf geniş kesimlerinin seferber olduğu eylemlerin sonunda devrildiler. Protesto dalgası, çok kısa süre içerisinde 10’a yakın ülkeye yayıldı. Bölgesel ve uluslararası egemen sınıflar, bazen devrimleri doğrudan darbelerle boğmak, bazen ise kendi çıkar ve etki alanlarını genişletmek adına mücadele eden kitle hareketlerini manipüle etme amacıyla Arap Baharı’na müdahil oldular. Bugün devrimler birçok yerde yenilmiş veya geri çekilmiş durumda. General Sisi, Mısır’da halka Mübarek döneminden daha ağır baskılar uyguluyor. Suriye kanlı bir iç savaş sonucu paramparça olmuş durumda. Yemen, Suudi Arabistan önderliğindeki koalisyonun uçakları tarafından bombalanıyor. Libya’da muhalefetin bölünmesi sonucu başlayan çatışmalar sonlanmış değil. Tüm bu ülkelerde IŞİD veya başka cihatçı gruplar etkin. 14 ülkenin savaş uçakları, Ortadoğu halklarına bomba yağdırıyor.2 Şahitlik ettiğimiz bu dönemin derslerini, gelecekteki mücadele arkadaşlarımıza

112

1

L. Troçki, Ekim Dersleri, Yazın Yayıncılık, 1993.

2

[Çevrimiçi] https://en.wikipedia.org/wiki/Military_intervention_against_ISIL.


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

aktarabilmek son derece önemli. Bu makalede, Arap devrimlerinin açtığı tartışmaları, kitle hareketlerinin güçlü ve zayıf yönlerini marksist bir bakış açısıyla ele alarak, bu gayrete mütevazı bir katkı sunmaya çalışacağım. “Devrim” geri döndü! Adalet, eşitlik ve özgürlük gibi fikirler güzel olsa da, ayaklanma veya devrim yoluyla toplumsal düzeni değiştirme iddiasının “ütopik” olduğunu etrafımızdan sık sık duyarız. Aslında, geniş kitlelerin siyaset sahnesine zor kullanarak girdiği olaylar, iddia edildiği kadar nadiren gerçekleşmez. 20. yüzyıl boyunca Rusya, Almanya, Macaristan, Portekiz, İrlanda, Fransa, Endonezya, İspanya, Çin, Küba, İran, Romanya, İtalya gibi ülkeler devrimlerle, genel grevlerle ve ayaklanmalarla sarsıldılar. Afrika’dan Doğu Asya’ya birçok yerde sömürgeciler, ulusal kurtuluş hareketleri tarafından kovuldular. Mısır’dan Filistin’e Ortadoğu’da emperyalizm ve siyonizm defalarca mağlup edildi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Tunus ve Mısır’da başlayan süreç, belki de 1968’den beri ilk kez devrim kavramını, ana akım siyasi tartışmaların merkezine oturtmayı başardı. Öyle ki, serbest piyasa kapitalizminin en ateşli savunucusu The Economist dergisi, kapağına Uluslararası Sosyalist Akım’ın kullandığı yumruk simgesini koyarak “Uyanış” başlığıyla çıktı.3 Troçki, 14 Kasım 1930’da İstanbul’dan yazarken, devrimi şöyle tanımlıyordu: “Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen artık onlar için katlanılamaz hâle geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu varsın ahlakçılar düşünsün. (…) Devrimin tarihi bize göre, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.”4

Bu tarife mükemmel bir şekilde uygun olarak, Tunus ve Mısır halkları “normal” olmayan zamanlarını yarattı. Önce Tunus’ta dört hafta süren eylemler Bin Ali’yi devirdi. 23 yıllık diktatör, bölgede karşıdevrimin en güçlü merkezlerinden biri olan Suudi Arabistan’a kaçtı. Bu başarı Mısır’da protestoları tetikledi. Mübarek rejiminin devrilmesi için başta Tahrir olmak üzere ülkenin tüm şehirlerinde meydanları milyonlarca kişi doldurdu. 18 günlük bu gösterilerin yanı sıra, kritik iş kollarında yüz binlerce kişi greve gitti. Onları siyaset arenasından ayıran duvarlar paramparça oldu, korku duvarları aşıldı, geleneksel temsilciler yerlerinden edildi. Gösterilerin bir aşamasında kabinesini kovan, polisin yerine orduyu devreye sokan diktatör Mübarek, sonunda Mısır’ın sıradan insanları tarafından tarihin çöplüğüne yollandı. Doğu Londra Üniversitesi’nden Prof. Phil Marfleet’e göre, sokaklarda ve işyerlerindeki eylemlere, çeşitli örgütlenmelere katılan insanların sayısı ve bunların toplumun tamamına oranı açısından, Mısır Devrimi, modern tarihteki tüm ayaklanmalar içerisinde eşsiz bir yer tutuyor.5 Tahrir Meydanı tüm dünyanın işçi ve ezilenlerine, birleştiklerinde ne kadar güçlü olduklarını gösterdi. Meydandaki tüm işler kolektif olarak hallediliyordu. Ezilenlerin kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almaya yönelik inisiyatifleriyle, Arap devrimleri dünyanın dört bir yanındaki mücadelelere ilham verdi. İspanya’da meydanları işgal edenlerden Wisconsin’de greve giden öğretmenlere, Occupy Wall Street aktivistlerinin de dahil olduğu pek çok grup, mücadelelerinde ilham aldıkları Tahrir’e selam yolluyordu. “Halk rejimin devrilmesini istiyor”. Arap sokaklarının tamamında yankılanan bu ses, tüm dünyanın işçilerine cesaret ve umut aşılıyordu. Devrim kavramı hayatımıza geri dönmüştü. Fakat bu aynı zamanda, tüm siyasi güçlerin ve ideolojilerin, çalkantılı bir dönemde her saniye teste tabi tutulması demekti. Emperyalizm, işçi sınıfının toplumu değiştirmedeki merkezi rolü, neoliberalizm, devlet ve mezhepçilik gibi birçok kavram üzerine geliştirilen açıklamalar, yakıcı bir mücadelenin içinde sınanıyordu. Farklı siyasal güçlerin getirdiği açıklamalar, bunları benimseyenlerin genişliğine göre gelişmelere yön verdi ve devrimlerin kaderleri bu şekilde belirlendi. Neoliberalizm Arap devrimleri, yalnızca Batı sömürgeciliğinin ve bölgedeki yerel diktatörlük rejimlerinin tüm halkları bunaltan, 3

“The Awakening” The Economist, no. 19-25 Şubat, 2011.

4

L. Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi, cilt 1, Yazın Yayıncılık, 1998, s. 7.

5

P. Marfleet, “Egypt: The workers advance” International Socialism Journal, no. 139, 2013.

113


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

özgürlüklerini kısıtlayan uygulamalarına karşı başlamadı. Aynı zamanda, bununla el ele giden, Ortadoğu halklarını yoksullaştıran neoliberalizmin etkileri de huzursuzluğu derin ölçüde tetikledi. Mısır’da Enver Sedat, 1970’lerin ortasında yaptığı “açılım” ile Nasır’ın politikalarını değiştirmeye başlamış; devletin ekonomiden özel sermaye lehine çekilmeye başlayacağı neoliberal politikaları gündeme getirmişti. Mübarek de bu geleneği devam ettirdi ve tüm kamu kurumlarını Mısır’ın zenginlerine ve Körfez ülkelerinin hem hükümetlerine hem de büyük sermaye sahiplerine sattı. 1990’ların ortasında, Batı emperyalizmi tarafından, Mısır bölgedeki ülkelerin ekonomilerine örnek bir model olarak gösteriliyordu. Mısır işçi sınıfı için ise bilanço korkunçtu: her geçen gün büyüyen işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik ve topraksızlık. Bütün bunlar, 2011’e gelinen süreçte halkın isyanını tetikleyen faktörlerdi.6 Tunus da benzer şekildeydi. Dünya Bankası devrim başlamadan iki ay önce, Eylül 2010’da, Bin Ali diktatörlüğü altında ülkenin ekonomik doğrultusunu öve öve bitiremiyordu: “Tunus, adil bir büyüme, yoksullukla mücadele ve düzgün toplumsal göstergelere sahip olma konusunda dikkata değer bir gelişim gösterdi. Son 20 yılda istikrarlı bir şekilde yüzde 5’lik ortalama büyüme hızını, kişi başına gelirde sürekli bir artış, buna bağlı olarak toplumun genel refahındaki yükseliş ve yoksulluk düzeyini bölgenin en düşüklerinden biri olan %7’nin altına çekme başarısıyla birleştirdi.”7

Suriye’de Beşar Esad, babasının ölümünün ardından iktidarı ele geçirdikten sonra ülkeyi yabancı sermayeye açmış ve neoliberal “reformlar” ile ekonomiyi “rahatlatmak” istemişti. Burada da sonuç halkın yüzde 30 yoksullaşması oldu. Fransa’da sürgünde yaşayan Suriyeli sosyalist Ghayath Naisse, bu dönemi şöyle aktarıyor: “(…) sosyo-ekonomik düzlemde oğul babayı hayli geçti çünkü başlangıçtan itibaren IMF ve Dünya Bankası’nın tüm neoliberal reçetelerinin uygulamaya konmasını teşvik etti. Bunun için, Beşar Esad, sorumsuz neoliberal bir «fanatik» olan Abdullah Dardari başkanlığında neoliberalizm yandaşı bir ekonomi ekibi kurdu. Beşar Esad yönetiminde, on yılda, Suriye halkının yarısı (yaklaşık 23 milyon kişinin yaşadığı ülke) kendini yoksulluk sınırında ve üçte birinden fazlası bu sınırın altında buldu. İşsizlik, resmi rakamlara göre %20’ye, bağımsız kaynaklara göre %25’in üstüne çıktı. Bu işsizlik özellikle gençlere dokunuyordu. Toplam nüfusun %65’ten fazlasının 30 yaşından küçük olduğu bu genç ülkede, 25 yaşın altındakilerin %55’ten fazlası işsizdi. Şeker, pirinç, ekmek, yakıt gibi temel ihtiyaç maddelerine yaptığı yardımları kesen devlet, sosyal rolünü bir kenara bıraktı. Halk eğitim sisteminin çökmesi ile yeni bir özel eğitim sistemi başlatıldı, kamu sağlık sistemi fakirleşti ve terk edildi. 2008 yılı, hükümetin «fiyatları özgürleştirme ve en dezavantajlı sınıflara desteklerin kaldırılması» kararı ile bilinir. (19.08.2008 tarihli hükümet yanlısı Annour gazetesine göre) Yeni burjuvazinin kendi tekeline aldığı GSYİH içindeki payı 2005 ile 2007 arasında %63,4’ten %70’e yükseldi.”8

Tüm bunlar, Arap devrimlerinde yolsuzluğa karşı, özgürlüklerden ve eşitlikten yana sloganların yanı sıra her yerde “sosyal adalet” kavramının da eklendiğini açıklıyor. Üstelik, 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının basılmasıyla ortaya çıkan antikapitalist hareketin mücadelesinin ardından, Arap devrimleri, belki de neoliberalizmin tabutuna son çiviyi çaktı. Devrimlerle birlikte açılan dönem, birkaç yıl içinde dünyanın her yerinde, neoliberal düzene öfkelenen kitlelerin sıklıkla sokağa çıktığı kitlesel mücadelelerin inşasına tanıklık etti. Bunun sonunda IMF, geçtiğimiz yılın ortasında neoliberalizmin kötü bir fikir olduğunu itiraf eden bir rapor yayımladı. Emperyalizm Mısır ve Tunus devrimleri, uluslararası sosyalist hareketin tamamına yakını tarafından desteklendi. Mübarek ve Bin Ali, tüm özgürlükleri kısıtlayan diktatörler olmanın yanı sıra, yıllardır Batılı devletlerin sıkı müttefikleriydiler. Ancak gösteriler Libya ve Suriye’ye sıçradığında, soldan verilen desteğin miktarı azaldı. Çünkü Esad ve Kaddafi, ABD ve daha geniş anlamda Batı emperyalizminin dost olmadığı isimlerdi. Suriye ve Libya’yı yönetenlerin Batı ile somut ilişkileri üzerinden bu tartışmaya ilişkin birçok şey söylenebilir. Örneğin Suriye’deki Baas diktatörlüğü, Körfez Savaşı’nda ABD’yi destekleyen 39 ülkelik koalisyon arasında yer alıyordu. 1973’ten beri İsrail’e tek bir kurşun sıkmadığı gibi, Filistin hareketinin ve Lübnan solunun ezilmesinde emperyalizm ile işbirliği hâlindeydi. Yani Suriye’nin son yıllarda “direniş ekseni” adı verilen blokta yer alması, sömürgeciliğe ve siyonizme karşı belirli prensiplerden değil, dönemsel çıkarlar ve ihtiyaçlardan besleniyordu. Libya’nın diktatörü için de durum farklı değil. BP, Shell, Exxon Mobil gibi büyük petrol şirketleri, ülkeye

114

6

P. Marfleet, “Neoliberalism, the state and revolution: the case of Egypt” International Socialism Journal, no. 155, 2017.

7

“Tunisia - Country Brief,” 2010. [Çevrimiçi] http://siteresources.worldbank.org/INTTUNISIA/Resources/Tunisia_CB_EN_final.pdf.

8

G. Naisse, Suriye’de Halk Devrimi: Kökenler ve Dinamikler, Sosyalist İşçi broşür dizisi, 2016.


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

büyük yatırım yapıyorlardı. Kaddafi, İtalya’nın petrol ihtiyacının üçte birini karşılamak için boru hattı inşa ediyor, İngiltere ile askeri işbirliği anlaşması imzalıyordu. Ulusal ekonominin en kritik sektörlerini özelleştirip, ABD ve Avrupa ülkeleriyle ticari anlaşmalar yapıyordu. Ve mülteci akınını engellemek için AB ile işbirliği yapıp onlardan para istiyordu.9 Üstelik, Libya ve Suriye rejiminin “antiemperyalist” olduğuna dair savunular, emperyalizmin marksist olmayan analizlerinden besleniyor. Marksist gelenekte ise Buharin ve Lenin tarafından geliştirilen emperyalizm teorisi, kapitalizmin gelişimini merkezine koyuyor, emperyalizmi kapitalizmin en yeni aşaması olarak tanımlıyordu. Bize göre, emperyalizm basitçe güçlü devletlerin diğerleri üzerindeki hegemonyasının değil; kapitalist devletlerin farklı bloklaşmalar dahilinde rekabetini de içeren hiyerarşisinin ve yönetme biçiminin adıdır. Lenin, sermaye birikimi ile teritoryal genişleme arasındaki ilişkiyi emperyalizm kuramının merkezine yerleştirmiş ve “kapitalizmin tekelci aşamaya, finans kapitale dönüşümü, dünyayı paylaşma savaşının yoğunlaşmasıyla ilgilidir” diyerek rekabetin rolünü vurgulamıştı.10 Yani, emperyalizm olgusundan bahsedilince akla Pentagon’un karanlık odalarında yapılan planlar gelmemelidir. Örneğin Esad rejimini de başını Çin ve Rusya’nın çektiği, Batı ile rekabet hâlinde olan bir başka emperyalist blok desteklemektedir. Bunların İran gibi bölgede etkisini her geçen gün artıran altemperyalist bir müttefikleri bulunmaktadır. Bırakalım “antiemperyalist” olmalarını, Kaddafi ve Esad’ın kendilerinin yayılmacı amaçları ve girişimleri vardı. Baba (Hafız) Esad daha önce Lübnan’ı işgal etmişti. Kaddafi ise zengin yeraltı kaynakları sebebiyle Nijer ve Çad’ı işgal etmeyi denemişti. Aşağıdan sosyalizm geleneği, dünyayı daha demokratik, eşit ve adil bir yer hâline getirmenin yolunun işçi sınıfının kendi eylemliliği olduğunu savunur. Bu, emperyalizme karşı mücadele konusunda da geçerlidir. Bir diğer görüş ise stalinist partiler tarafından Soğuk Savaş yıllarında geliştirilmişti. “Tek ülkede sosyalizm” olabiliyordu ve Rusya “sosyalistlerin anavatanı” idi. Bu sebeple, Batılı devletler emperyalist iken Rusya ve onun müttefikleri, bunlara karşı durdukları için “ilerici” idi. Rus devletinin çıkarları, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarından daha önemli hâle geldiğinde, bu “ilerici” devletlerde işçilerin mücadele etmesi stalinist bürokrasi tarafından yasaklandı. 1936’da Fransa’daki kitle grevlerine son verilmemesini savunan bu anlayış, bugün kapitalist Rusya’nın müttefiki olan devletlerde dahi işçilerin mücadele etmesini istemiyor. Ortadoğu’da stalinizmin bu stratejisi, özel olarak solun ve komünistlerin ölümcül derecede zayıflamasına neden olmuştu. Arap milliyetçiliğinin güçlü olduğu yıllarda Irak, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde komünist partiler, sömürgecilik karşıtı ve çoğunlukla askeri olan rejimleri desteklediler. Irak’ta tüm toplumun altıda birini sokağa dökebilen bir komünist parti, 1958 Devrimi’yle iktidara gelen Abdülkerim Kasım’ı destekledi. Sonuç felaketti; ilk aşamalarda devlet pozisyonlarından temizlenen komünistler, ilerleyen yıllarda rejim tarafından gerçekleştirilen infazlarla da karşı karşıya kaldı. Mısır Komünist Partisi ise Nasırcı rejimi desteklediği ve işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğünü hedeflemediği için 1956’da kendini feshederek Arap Sosyalist Birliği’ne katıldı.11 Arap devrimlerini antiemperyalizm adına reddetmeye çalışanların bir diğer argümanı ise devrimlere Batı’nın destek verdiği iddiası. Bu, Tunus ve Mısır’da “Ortadoğu’da emperyalist restorasyon” gerektiği ve olan bitenlerin bu yüzden gerçekleştiği söylenerek gerekçelendiriliyor.12 Suriye ve Libya için yaygın görüş ise bunların bütünüyle Batı eliyle gerçekleşen birer komplo ve bu ülkeleri istikrarsızlaştırma planı olduğu. Gerçekler ise iki iddiayı da doğrulamıyor. Arap devrimleri, aksine, Batı’nın bölgedeki hegemonyasına büyük bir tehdit olarak ortaya çıktı. ABD, Tunus ve Mısır’da müttefiki olan diktatörleri son ana kadar destekledi. Hillary Clinton, Bin Ali devrilmeden bir gün önce, kendisine protestolar sorulduğunda “Biz taraf tutamayız” diyordu. ABD, gösteriler başladıktan 22 gün sonra, yaptığı ilk resmi açıklamasında, olayları kaygıyla izlediklerini belirtiyor, tüm taraflara itidal çağrısı yapıyordu.13 Mısır’da da benzer bir tutum takınılıyor, Obama uzunca bir süre Mübarek’i lanetlemeyi reddediyor, Hillary Clinton ise bu “çok zor ve kompleks” durumda Mısır’ın demokrasiye aşamalı bir şekilde geçmesinin gerektiğini, “ani” veya “şiddetli” bir değişimi istemediklerini belirtiyordu.14 Yani ABD, söz konusu onlarca yıllık müttefiki olan liderler olduğunda ancak devrimlerin zaferi ufukta göründükten sonra “demokrasi” nutukları atmaya başladı. Libya’da NATO ve BM eliyle askeri müdahale gerçekleştirildi, Batı, isyanı bu yolla kontrol altına almak istedi. Devrimin tabandan gelen liderliğinin temizlenmesinde başarılı olundu; ancak Kaddafi’nin 9

[Çevrimiçi] http://www.arabianoilandgas.com/article-6059-the-12-major-oil-gas-companies-working-in-libya/.

10 V. Lenin, Collected Works, XXII, Moscow, 1965, s. 255. 11 R. Meijer, “Inventory of the collection of the COMMUNIST PARTY OF EGYPT (CPE)” Amsterdam, 1998. 12 http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/yigit-gunay-ve-alper-birdalla-arap-bahari-aldatmacasi-uzerine-haberi-59331 13 “Special Briefing,” 7 Ocak 2011. [Çevrimiçi] https://2009-2017.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/01/154128.htm. 14 H. Clinton, [Röportaj]. 2011.

115


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

düşüşünden sonra kurulan Batı destekli parlamento ikiye bölündü ve ülke bir iç savaş ortamına sürüklendi. Libya’da istikrarsızlık hâlâ sonlanmış değil. Suriye’nin karmaşık demografisi ve başka ülkelerin etkisi nedeniyle buraya askeri müdahale gerçekleştirilemedi, hatta bunun olup olmayacağı sorulduğunda, Esad rejimi barışçıl göstericilere karşı şiddet kullanmaya başladıktan sonra dahi, Hillary Clinton onun bir “reformcu” olduğunu söyleyebildi.15 Obama’dan Trump’a geçildikten sonra ABD’nin Ortadoğu’nun geneline ilişkin daha agresif bir politika izlediği doğru. Fakat ABD’nin Suriye’ye ilk askeri müdahalesinin 2014’te IŞİD’e karşı gerçekleştiği ve bu eksende devam ettiği düşünüldüğünde, Suriye Devrimi’nin ABD’nin başlattığı bir vaka olduğunu söylemek bir konspirasyondan öteye gidemiyor. Oysa devrimleri tutarlı bir antiemperyalist pozisyondan desteklemek mümkün ve her ülkede hareketlerin içinde bunu yapan siyasi güçler var. Örneğin, Mart 2011’de devrimci ulusal konsey adına basın toplantısında konuşan Abdel-Hafidh Ghoga, “İç işlerimize yönelik herhangi bir dış müdahaleye veya askeri müdahaleye karşıyız. Devrim, Libya topraklarının geri kalanının halkımız tarafından özgürleştirilmesiyle tamamlanacak” diyordu.16 Suriye’de devrimin içinde kurulan Devrimci Sol Akım adlı sosyalist örgüt, Türkiye’deki Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) ile yaptığı ortak açıklamada şu ifadelere yer verdi: “Biz, Türkiyeli ve Suriyeli sosyalistler olarak, Suriye’ye yönelik tüm dış müdahalelere karşı çıkıyoruz. 2011 yılının Mart ayında diktatör Esad’a karşı kahramanca ayaklanan Suriye halkının bugün yaşamakta olduğu acıların çözümü, birçok farklı ülkenin Suriye’yi bombalaması veya karadan asker çıkarması değil. Hepsi kendi çıkarlarını düşünen bu ülkeler, gerektiğinde en kanlı savaşlara kendileri de girişiyor, en ağır diktatörlük rejimlerini ve mezhepçi milisleri destekliyorlar. Savaşın bitmesi için Baas rejimine destek kesilmelidir. Suriye halkı, kendi geleceğine kendi karar vermelidir.”17

Emperyalizmin devrimlerle ilişkisi, Mısır darbesinden sonra netçe ortaya çıkmış oldu: Ölümüne düşmanlık. Arap devrimlerinin en güçlü gerçekleştiği ülkede, 25 Ocak 2011’in iki buçuk yıl sonrasında intikam alındı, Sisi’nin darbesiyle kanlı bir karşı devrim gerçekleşti. Bu hamleye, başka konularda, hatta Arap devrimlerinin gerçekleştiği başka ülkelerde birbirleriyle zıt kutuplarda duran tüm uluslararası ve bölgesel güçler destek verdi. Sermaye birikim süreci patronlar ve devletler arasında kıyasıya bir rekabeti gerektirse de, söz konusu olan işçilerin yoğun katılımıyla gerçekleşen bir ayaklanma olduğunda, hepsinin çıkarı bu devrimin öldürülmesinden geçiyordu. ABD, Rusya, İran ve Suudi Arabistan’ın Sisi’yi el ele desteklemelerinin başka bir izahı olamaz. Sol içerisinde, nispeten küçük olsa da, bir başka sorun da yoğun bir biçimde askerileşen ayaklanmalarda dış ülkelerin müdahalelerinin gerçekten de gerekli olduğunun savunulması oldu. Buna göre, örneğin Libya’da Kaddafi’nin Bingazi’de katliam yapmasının engellenmesi için veya Suriye’de Rusya/İran/Hizbullah desteğiyle savaşan rejimin karşısına onu yenebilecek bir askeri güç çıkarılması için, kimden geldiğine bakılmaksızın muhalefete her türlü askeri yardım girişimi desteklenmeliydi. Devrimleri toplumsal süreçlerden ziyada askeri kapışmalara indirgeyen bu görüş, kendisini Lenin’in İsviçre’den Rusya’ya Almanya’nın mühürlü treni ile dönmesi veya Almanya’nın saldırılarına karşı Fransa ve İngiltere destek teklif ettiğinde yine Lenin’in Bolşevik Parti Merkez Komitesi’ne gönderdiği “Lütfen oyumu, İngiliz-Fransız emperyalist haydutlarından patates ve silah almanın lehine olanlar arasında sayınız” notuyla meşrulaştırmaya çalıştı. Devrimci siyasi akımların, yukarıda verilen örneklerde de olduğu gibi, bazı durumlarda emperyalist devletlerle bu tür ilişkilere girmek zorunda kaldığı doğru. Ancak buradan yola çıkarak, Batı’nın Afganistan ve Irak fiyaskolarından sonra “insani müdahale” kavramının şanını kurtarmak için giriştiği müdahalelere “devrimler adına” destek istemek, ölümcül bir hata olurdu. Bugün bunu yapmayanların haklılığı, Libya ve Suriye’deki gelişmelerle kanıtlanıyor. Libya’da BM ve NATO’nun müdahalesinin ardından, iddia edildiği gibi ölümler azalmadı. İnsan hakları örgütü Human Rights Watch, BM/NATO müdahalesi başladıktan altı ay sonra, o ana kadar yaşanan ihlallerin “insanlığa karşı suç” sayılabilecek boyutta yaygınlaştığını açıkladı. Libya’da 2017’ye gelindiğinde on binlerce kişi ölmüş, 450 bin kişi evini terk etmek zorunda kalmış, 100 bin kişi yurtdışına kaçmıştı. Ülkede farklı gruplar arasında çatışmalar sürüyor, bir süredir IŞİD de etkin. İnsani müdahale iddiasının Libya’da bir yalan olduğunu, “sivilleri korumak için yapılan kısıtlı müdahalenin, fırsatçı bir rejim değişikliğine dönüştüğünü” vurgulayan İngiltere parlamentosunun raporundan da izlemek mümkün: “Bu politikaya Kaddafi sonrası Libya’yı destekleme ve şekillendirme stratejisi eşlik etmiyordu. Sonuç siyasi ve ekonomik çöküş, 15 M. Wespa, “That Time Hillary Clinton Said Syria’s Bashar al-Assad Was A ‘Reformer’,” [Çevrimiçi] https://townhall.com/tipsheet/mattvespa/2017/04/09/smart-power-that-time-hillary-clinton-said-syrias-bashar-al-assad-was-a-reform-n2310865. 16 https://socialistworker.co.uk/art/23659/Libyan+revolutionaries+speak+out%3A+The+Wests+war+machine+wont+help+us+win 17 “Türkiye ve Suriye’nin sosyalistlerinden savaşa karşı ortak açıklama,” 31 8 2016. [Çevrimiçi] http://marksist.org/icerik/Haber/5313/Turkiye-ve-Suriyenin-sosyalistlerinden-savasa-karsi-ortak-aciklama.

116


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

milisler arası ve aşiretler arası savaş, insani kriz ve göç krizi, yaygın insan hakları ihlalleri ve Kaddafi rejiminin elindeki silahların bölgeye yayılması ve IŞİD’in Kuzey Afrika’daki büyümesi oldu.”18

Devrimlerin dış destekle kazanacağına dair illüzyonun felaketle sonuçlandığı asıl örnek ise Suriye oldu. Obama, 2013 yılında Doğu Guta’da rejimin kimyasal silah kullanmasıyla kırmızı çizgisinin aşılmasına rağmen, Rusya ile anlaşmaya giderek askeri seçeneği rafa kaldırdı. ABD, 2014’ten beri, Trump’ın gelişiyle daha agresif bir şekilde, Esad’a değil ama IŞİD’e karşı yoğun bir askeri kampanya sürdürüyor. Defalarca, ABD desteği alan gruplara rejimle değil IŞİD’le savaşacaklarına dair sözleşme imzalatılmak istendi. Muhalefeti destekleyen Suudi Arabistan ve BAE, en mezhepçi unsurları güçlendirerek devrimci hareketin yenilgisine katkı sağladılar. Türkiye ise dış politikadaki çıkışsızlığının sonucu olarak Suriye içine yönelik tutumunu değiştirdi. Bunun için Trump’a yönelik beklentiler, yeni ABD başkanının PYD’ye rekor sayıda silah vermesiyle fiyaskoyla sonuçlanınca, AKP hükümeti çareyi rejimin baş destekçileri Rusya ve İran ile ortak “çözüm” konferansları düzenlemekte buldu. Sosyalist solun her ülkede işçileri devrimle dayanışma kampanyaları etrafında seferber edebilecek güçten yoksunluğunun yerine devrimleri büyük veya küçük emperyalist ülkelerin silahlarıyla zafere taşıma stratejisi, beklendiği gibi, yardım beklenen güçlerin karşıdevrimci doğaları sebebiyle hüsranla sonuçlandı. İslam Devrimlerin analizinde belirleyici faktörlerin en önemlilerinden biri de sokağa çıkan kitlelerin kendilerini büyük ölçüde dini motiflerle ifade etmeleri oldu. Ana talepler hep ekmek, özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet oldu. Ancak tüm ülkelerde, çeşitli varyasyonlarıyla birlikte, İslamcı güçler de mücadelelerin içinde yer aldılar ve hatta bazı örneklerde belirleyici rol oynadılar. Devrimlerin kalbi olan Mısır, aynı zamanda modern İslamcılığın, Müslüman Kardeşler’in doğduğu yer. Örgüt, 25 Ocak Devrimi’ne ilk başta mesafeli durdu. Ancak tabanındaki gençlerin sokağa fırlamasının yarattığı basınçla, üç gün sonra protestolara katılma çağrısı yapabildi. Fakat Mübarek’in devrildiği dönemde, on yıllardır örgütlenen en güçlü muhalif siyasi hareket olarak yapılan parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öne fırladı. Bu kadar uzun süre bekledikleri iktidar, neredeyse tam olarak bir yıl ellerinde kaldı. Vahşi bir askeri darbeyle devrildiler. Suriye’de ise Esad rejiminin barışçıl gösterilere saldırılarıyla binlerce kişinin ölmesinden sonra, devrim kaçınılmaz olarak silahlandı. Suriye’de yerellerde kurulan sivil inisiyatifler, bırakalım ülke çapında merkezileşerek devrimin taban örgütlerini inşa etmeyi, silahlar hakim oldukça gitgide geride kalmaya başladılar. Süreç militaristleştikçe İslamcılar da güçlendi. Bu gruplar, Körfez ülkeleri ve Türkiye tarafından destekleniyordu. IŞİD ve El Nusra gibi mezhepçi cihatçı örgütlerin yanı sıra, Müslüman Kardeşler’den Ahrar-üş Şam’a birçok İslamcı grup sahada etkin hâle geldi. İslam faktörü, hem en başlangıçta devrimlere destek vermenin, hem de bugün yenilgi döneminde karşıdevrimleri analiz etmenin önünde ciddi engeller oluşturdu. Bush, bu yüzyılın başında “İslami terörizme karşı savaş” ilan ettiğinde, dünyanın en kitlesel savaş karşıtı hareketi onu “dünyanın bir numaralı teröristi” olmakla suçluyordu. Fakat IŞİD gibi bir fenomenin ortaya çıktığı bir dönemde, Irak işgali nedeniyle itibarsızlaşmış neoconların İslam hakkındaki görüşleri birçok alanda tekrar egemen olmaya başladı. Sorunların ilki hem genel olarak dinlere bakış hem de özel olarak İslam ve müslümanların diğer din ve dindarlardan daha “geri” olarak değerlendirilmesiydi. Dine toplumsal çelişki ve çatışmalardan azade bir pozisyon atfedenlere karşı, marksist tarihçi Chris Harman şöyle yazıyordu: “Kafa karışıklığı, çoğunlukla dinin gücü konusundaki bir karmaşa ile başlamaktadır. Dindar insanlar, dini iyi veya kötü kendi başına tarihsel bir güç olarak görürler. Burjuva laik ve özgürlükçü aydınların çoğu da dini böyle görürler. Onlara göre, dini kurumların ve çağdışı düşüncelerin etkisine karşı mücadele etmek insanlığın kurtuluşuna giden yolun kendisidir. Dini kurum ve düşünceler tarihin akışında çok belirgin bir rol oynamalarına rağmen, bu belirginlik maddi gerçeklerden bağımsız değildir. Dini kurumlar ile bunların rahip ve öğretmenleri belirli bir toplum içinde ortaya çıkar ve bu toplumla karşılıklı bir etkileşime girerler. (…) İnsanlar içinde bulundukları maddi koşullara, diğer insanlarla olan ilişkilerine ve içinde bulundukları çatışmalara uygun olarak, inandıkları dini düşünceleri daima farklı şekilde yorumlama yeteneğine sahip olmuşlardır. Tarih hemen hemen aynı dini inançlara sahip olduklarını söyleyen insanların, büyük toplumsal çatışmalarda kendilerini karşıt taraflarda bulmalarının örnekleriyle doludur. (…) İslamın bu yönden diğer dinlerden hiçbir farkı yok. İslam, yedinci yüzyıl Arabistan kentlerinde, esas olarak kabile temeline dayalı tüccar bir topluluk arasında ortaya çıktı. Ardı ardına ortaya çıkan ve İslam öğretisini benimseyen bazı büyük imparatorlukların başarılarıyla yaygınlaştı. Günümüzde ise hem çeşitli kapitalist devletlerin (Suudi Arabistan, Sudan, 18 BBC, “İngiltere’nin Libya müdahalesine parlamentodan sert eleştiri” 14 Eylül 2016. [Çevrimiçi] http://www.bbc.com/turkce/37357568.

117


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

Pakistan, İran, vb.) resmi ideolojisi hem de pek çok muhalefet hareketinin esin kaynağı olarak varlığını sürdürmektedir. Farklı sınıfsal çıkarlara kendisini uyarlama yeteneği sayesinde böylesine farklı toplumlarda yaşamaya devam edebildi.”19

Arap devrimlerinde yer alan İslamcı hareketler de bu kalıplardan bağımsız değillerdi. Mısır Devrimi, İhvan hareketinin gençliği arasında yer alan pek çok grubun radikalleşerek bu örgütten kopmalarına yol açtı. Selefi siyasi akımlar kendi içlerinde ayrıştılar; bir kısmı Mursi iktidarını desteklerken diğerleri ona karşı sokak çatışmalarında sosyalistler ve diğer muhalif gruplarla birlikte yer aldılar. Hatta Sisi’nin Müslüman Kardeşler’i terörist ilan eden “laik” darbesine destek veren selefiler dahi oldu. Suriye’de ise hem sayıca fazla olduklarından hem de silahların iktidarının ülkenin tüm bölgelerinde hâkim olduğu bir zeminde, farklı İslamcı gruplar birbirleriyle kısa veya uzun vadeli çatışmalara girdiler. İslamcılığa bakıştaki bir diğer sorun ise İhvan gibi kitle tabanına sahip örgütlerle IŞİD gibi elitist bir savaş aygıtı olarak örgütlenen çok farklı İslamcı akımların aynı torbaya atılması. Birkaç yıldır Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerine hükmeden, yönettiği yerlerde korkunç baskıcı bir rejim kuran, Alevilere, Hristiyanlara, solculara ve Kürtlere karşı korkunç mezhepçi/ırkçı katliamlara girişen IŞİD’i, Suriye Devrimi’ni boğan başlıca karşı devrimci güçlerden biri olarak tanımlamak mümkün. Fakat silahlı mücadele yerine parlamenter siyaseti seçen, emekçi sınıfların da önemli bir bölümü dahil olmak üzere geniş bir kitle tabanı olan Müslüman Kardeşler gibi örgütleri de diğerlerinden ayırt etmeden ele almak, solun nasıl bir strateji izleyeceği sorusuna yanlış yanıtlar vermeye neden oluyor. Örneğin, Avrupa’da yaşayan Lübnanlı sosyalist Gilbert Achcar, bölgede şu an yaşanan karşı devrimci süreci analiz ederken, 25 Ocak’ta başlayan Mısır Devrimi’ni üçlü bir mücadele olarak tarif ediyor. Buna göre, ilk olarak, devrimin kampı var. Üçgenin diğer köşeleri ise “karşı devrimin eşit iki yüzü”nden oluşuyor: eski rejimler ve İslamcı köktenciler. Bu anlayış pratikte, 2013 yazında Mısır solunu halk nezdinde tamamen kötürüm bırakan korkunç hataların tekrarlanmasından başka hiçbir şeye yol açmayacaktır. Bir tarafta 2011’deki devrimin tüm kazanımlarını geri alacak bir “düzen” vaadiyle darbe yapan, Mübarek’ten bile daha korkunç bir baskı dönemini başlatan Sisi cuntası; diğer tarafta, iktidardaki kariyeri ne kadar kötü olursa olsun, bu cunta tarafından devrilmiş, taraftarları askeri rejime direnmek için meydanlara çıkan ve binlercesi öldürülen kitlesel bir hareket. Achcar’a göre “bunların ikisi de Mısır Devrimi’nin özgürleşme özlemlerine eşit ölçüde karşıt”.20 Bu çıkarımın ordu ile Müslüman Kardeşler arasındaki çatışmada tarafsızlık pozisyonunu çağrıştırmasına karşı, Achcar, önlem olarak solun Mısır’da uzun vadede bazen eski rejim kalıntılarıyla bazen ise İslamcılarla geçici ittifaklar yapabileceğini söylüyor. Bu tutum, her ne kadar Achcar tarafından sıkça eleştirilseler de, liberal El Baradei veya nasırcı solcu Sabbahi’yi Sisi cuntasına verdikleri destek konusunda aklıyor. Devleti desteklemenin ne anlama geldiği konusuna ileride yeniden döneceğiz. Tüm İslamcı örgütleri aynı kefeye koymanın pratikte bir faydası olmadığına şüphe yok. Bunun yanında, 2014 yılında Musul’u ele geçirerek sükse yapan ve o günden bugüne bölgenin ezilenlerine kan kusturan Irak ve Şam IŞİD’in nasıl analiz edilmesi gerektiğine dair Ortadoğu solunun tartışmaları sürüyor. İngiltere’den SWP (Sosyalist İşçi Partisi) üyesi Anne Alexander, IŞİD’in yükselişinin bölgede karşıdevrimin ilerlediği bir dönemde reformcu İslamcılığın içine düştüğü kriz bağlamında anlaşılması gerektiğini savunuyor: “IŞİD’in yükselişine neden olan son olgu, 2011 devrimlerinden sonra reformcu İslamcılığın yaşadığı kriz ve bunu takip eden karşı devrimlerdir. 2011’in başlarında bölgenin tümünü saran halk isyanları Tunus’taki Nahda ve Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler gibi büyük İslamcı örgütler için hem umut hem de tehlikelerle doluydu. İktidar aygıtlarını sarsarak zayıflatmayı başaran sokak gösterileri ve grevler, bu örgütlerin liderlerine kendileri için devlet katında yeni kapılar açan tarihsel bir fırsat gibi göründü; seçim sistemi içinde yıllarca iğneyle kuyu kazarak elde ettikleri mütevazi kazanımların çok ötesine taşan bir fırsat. Buna rağmen [devrimden sonra] seçimleri kazanıp iktidara gelen büyük reformist İslamcı örgütler (özellikle Mısır’ın Müslüman Kardeşleri) kendilerini; bir tarafta hâlâ aktif sokak hareketi, diğer tarafta ise eski rejimin yeniden canlanan yapıları arasında sıkışmış buldular. Sosyal ve politik protesto eylemlerini durdurup müstakbel yatırımcıların ve geniş orta sınıf kesimlerinin can attığı “normalleşme”yi sağlayamadıkları gibi devletin “askeri-bürokratik makinesi”nin çekirdeğiyle yüzleşmeyi de beceremediler. Böylece hemen bir yıl içinde zaferden trajediye doğru yuvarlandılar. (…) Suriye’de karşı-devrim iki yönden geldi: “Seküler” bir otoriter rejim gerçekte temel ayakta kalma stratejisi doğrultusunda mezhep savaşı yürütüyordu. Daha sonra isyan bayrağı çeken bölgelere kendi iktidarını kabul ettirebilmek için Esad’a karşı mücadele eden diğer fraksiyonları alt eden IŞİD yavaş yavaş yükseldi. 19 C. Harman, Peygamber ve İşçi Sınıfı, Sosyalist İşçi Yayınları, 1994. 20 G. Achcar, Morbid Symptoms: Relapse in the Arab Uprising, Stanford University Press, 2016.

118


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

Reformist İslamcı akımların, yeniden canlanan otoriter rejimler tarafından yenilmesi veya diğer güçlerin onlara üstün gelmesi, çoğunlukla cihatçı alternatiflerin önünü açtı. (…) Reformist İslamcılığın bölge çapında yıkıcı yenilgisi, IŞİD’e daha geniş bir kitle kazandıran ve emperyalizm ve diktatörlüğe meydan okuyan, başarılı ve güçlü bir yapı arayanları kendine çekmek için El Kaide’nin tarihsel liderliğiyle aşık atacak fırsatı sağlayan Irak toplumuna has gelişmelerle çakıştı.”21

Mezhepçilik İslamcı ve cihatçı örgütlerin etkinliğini artırdığı bir durumda, Yemen, Suriye, Irak, Lübnan ve Libya’da devam eden sosyal çatışmalar, mezhepçi fay hatlarının üzerinde yükseliyor. Bir yandan Hizbullah, Haşdi Şabi, Husi milisleri, IŞİD, El Nusra gibi silahlı örgütler; diğer yandan İran, Suudi Arabistan, Suriye veya Katar gibi devletler, kanlı çatışmaların hâkim olduğu bir gerçeklikte kozlarını paylaşıyorlar. Mezhepçiliği analiz ederken karşılaşılan ilk sorun, mezhepçiliğe ilişkin sorunların Sünnilik ile tanımlanması; Şii örgütlerin veya devletlerin ise mezhepçiliğe karşı duran yapılar gibi sunulması. Oysa, örneğin bundan on yıl önce İsrail’e direnişiyle Ortadoğu’nun kahramanı olan Lübnanlı Şiilerin örgütü Hizbullah, bugün Arap Baharı’yla birlikte halkını katleden rejimleri destekleyerek mezhepsel kökenlerine geri dönüşünü güçlendirdi. Örgüt, yolculuğuna Lübnan’daki statükoya isyan ederek başlamıştı. Fakat yıllar içinde aşama aşama mezhepçi politik sistemi benimsedi ve ülkeyi yöneten konuma geldi. 2009’da yayınladıkları Manifesto’da, bu sistemin değiştirilmesini bilinmeyen bir geleceğe ertelediler, çünkü onun şimdilik bir arada yaşamın temelini oluşturduğunu iddia ettiler.22 Irak’ta ise mezhepçilik, 2003’teki işgale karşı Şiileri ve Sünnileri birleştiren direniş hareketlerinin ortaya çıkmasının ardından, ABD tarafından bilinçli olarak yükseltildi. Ülkenin yönetimi mezhepçi Şii partilere bırakılırken, Sünni aşiretler ise Irak’ın geleceğinde yönetimden pay verilme vaadiyle direniş gruplarını pasifize ettiler. 23 Sonuç olarak, bölgede Bahreyn, Suudi Arabistan, Katar, BAE rejimleri veya IŞİD, El Nusra, Ahrar-üş Şam gibi örgütler Sünni mezhepçiliğini tırmandırırken; bunun karşısında Irak’taki rejim, Esad, Hizbullah ve İran’dan oluşan güçlü bir Şii ekseni bulunuyor. Mezhepçilikle ilgili düşülen bir diğer hata ise bunun basitçe 14 yüzyıl önce İslam toplumları içerisindeki bir çekişmenin devamı ve genel olarak kültürel bir olgu gibi ele alınması. Oysa tarih kendi başına bir güç değil; bugünkü çatışmalar geçmişin intikamı için yapılmıyor, aksine, bugünkü savaşları kazanmak için geçmişle bağlantılar kuruluyor. Ortadoğu’da mezhepçilik modern bir olgu, bugünkü toplumların bağrındaki çelişkilerin bir ürünü. Lübnanlı sosyalist Bassem Chit, Troçki’nin kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi yasasını hatırlatarak, feodalizmden kapitalizme geçişin ideolojik ifadesi olarak modernliğin, bölgeden bölgeye değişiklik gösterdiğini açıklıyor: “Dinin Ortadoğu ve Arap toplumlarında politikayı ifade etmekte hâlâ bu kadar önemli bir rolü olmasının sebebi, bu geçişin yavaş ve uzun devrimci dönüşümlerin değil, Batı sömürgeciliğinin ürünü olarak gerçekleşmesi. Mezhepçilik ve milliyetçilik, kapitalizm tarafından, onun gerçekleştirdiği kaba toplumsal dönüşümlere bir tepki ve bunların yan ürünü olarak ortaya çıktı.”24

Hatırlanması gereken bir diğer gerçek ise Ortadoğu emekçi sınıflarının, mezhep temelinde birbirlerini yok etmek için savaşa hazır barbarlar sürüsü olmadığı. Aksine, bu coğrafyada farklı mezheplerden ve dinlerden toplulukların bir arada yaşama ve hatta birleşik mücadele üzerine oldukça zengin deneyimleri var. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Irak’ta Sünniler, Şiiler ve Kürtler, İngiliz yönetimine karşı ayaklandılar. Aynı dönemde “Büyük Suriye Devrimi” için, Dürziler, Sünniler, Aleviler ve Hristiyanlar, Fransız sömürgeciliğine karşı mücadele ediyorlardı. Suriye’de işgal yönetimine direniş, 1930’larda Sünni, Alevi ve Hristiyan işçilerin 50 kez genel greve gitmesiyle sürdü. 1950’lerde, Irak Komünist Partisi, mezhepçi çizgileri paramparça ederek Şii ve Sünni işçileri, Kürt köylüleri ve Yahudileri bir araya getiren kitlesel bir örgütlenme hâline gelmişti.25 Bu gelenek Arap devrimlerinde de korundu ve güçlendirildi. Tüm ülkelerde devrime farklı mezheplerden, etnik ve dini gruplardan yoksullar birlikte katıldı. Arap Baharı gibi devrimler, egemen sınıfın olağan dönemlerde işçileri bölmek için kullandığı tüm ayrımcı fikirlerin; milliyetçiliğin, mezhepçiliğin, homofobinin veya cinsiyetçiliğin etkisini kırmak için farklı kimliklerden işçileri ortak mücadelede birleştirecek yegâne yoldur. Bugün Ortadoğu’da 21 A. Alexander, IŞİD ve karşı-devrim: Bir marksist analiz, 2015. 22 J. Daher, Hezbollah: The Political Economy of Lebanon’s Party of God, Pluto Press, 2016, s. 47. 23 S. Assaf, “The spiral into sectarian civil war is the West’s bitter legacy in Iraq” Socialist Worker, 2014. 24 B. Chit, “Sectarianism and the Arab revolutions” Socialist Review, no. 388, 2014. 25 O. Tekin, “Mezhepçilik kader değil,” AltÜst, 2016.

119


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

gördüğümüz mezhepçi tırmanış, Arap devrimlerinin yenildiği, emperyalist müdahalelerin bölgede tekrar egemen olduğu, bölgesel ve yerel karşı devrimci güçlerin ayaklanmaları boğduğu bir dönemin ürünü olarak anlaşılmalıdır. Devlet ve karşı devrim Daha önce, Gilbert Achcar’ı, Mısır bağlamında Müslüman Kardeşler ve eski rejimi “karşı devrimin iki yüzü” olarak görmesi hususunda eleştirmiştik. Buradaki kavrayışın zayıflığı, tüm devrimci süreçlerde karşı devrimin kaynağının burjuva devlet mekanizması olduğu yönündeki marksist analizin yadsınmasından geliyor. Tüm devrimlerde, merkezi sorun devlet iktidarı, bu iktidarı kimin alacağıdır. Marx, Paris Komünü’ne baktığında, işçi sınıfının iktidara geldiğinde mevcut devlet aygıtını kullanamayacağını saptıyor; proletarya devriminin, kapitalist devlet makinesini bütünüyle parçalayıp yerine yenisini kurmasının gerekliliğine işaret ediyordu. Bolşevik Parti liderlerinden Lenin ise 1917’nin devrimci Rusya’sında, devlet sorununun savaş ve devrim açısından merkezi sorunu teşkil ettiğini belirtiyordu: “Başta gelen görevimiz, Marx’ın devlet konusunda öğretmiş olduklarını yeniden inşa etmektir. (…) Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının bir ürünü, bir dışavurumudur. Devlet, sınıf çelişkilerinin nesnel olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve oranda ortaya çıkar. Tersinden bir ifadeyle, devletin varlığı, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar. (…) Devlet sınıf egemenliğinin, bir sınıfın diğeri üzerindeki baskısının aracıdır.”26

Bugün Mısır ve Suriye’ye bakıldığında, bölgede karşı devrimi ilerleten temel gücün, silahlı güçleriyle, yargı mekanizmalarıyla ve diğer çekirdek kurumlarıyla, bölgesel ve uluslararası güçlerden de aldıkları desteklerle devletler olduğu açık. Arap devrimlerinin yaratmaya çalıştığı tüm değişimlere karşı, ya eski düzeni daha da ağır bir biçimde geri getiren, ya da ona karşı ayaklanmaya cüret eden toplumu büyük bir yıkıma sürükleyen, Sisi’nin ve Esad’ın burjuva devlet aygıtları. Dolayısıyla, örneğin Mısır’da karşı devrimin bu analizinden yola çıkarak, 25 Ocak devriminin içinde Sabbahi gibi seküler solcuları veya Müslüman Kardeşler’i eleştirirken, hareket noktamız bu siyasi güçlerin devlet kavramına yaklaşımları olmalıdır. Böylesi büyük toplumsal ayaklanmalarda, muhalefet içindeki farklı kanatların arasındaki temel fark, devlete olan bakışlarıdır. Hem Sabbahi, geleneksel sol ve liberaller hem de Müslüman Kardeşler, bu anlamda “reformist” bir çizgi izlediler; mevcut devletin kurumlarını ele geçirerek, devrimin yararına kullanabileceklerini düşündüler. Sosyalist sol için Şili’de Allende’nin başına gelenler, devlet aygıtının böylesi bir dönüşüme nasıl izin vermeyeceğine dair iyi bir göstergedir. Kapitalist devlet aygıtını ele geçirerek işçi sınıfının lehine kullanmaya çalışanlar, ya -örneğin Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı gibi- burjuvazinin sistemine uyum sağlamak zorunda kalırlar veya şiddet yoluyla devrilirler. Mısır’da devrimin belki de en büyük zayıflığı, başındaki diktatörü devirmeyi başarırken, Mısır devletine kalıcı bir zarar vermeyi başaramamış olmasıydı. Zira, “düzenin tesisi” talebini merkeze koyan 30 Haziran 2013 gösterisinin sonunda darbeyle iktidarı alan Sisi, var olan bütün gedikleri onarıp daha da baskıcı bir aygıt kurdu. Dolayısıyla, Ortadoğu’da sınıf mücadelesinde hangi dönemeçte nasıl tutum alınacağı konusunda, marksist devlet analizini merkeze koymak, Mısır solunun hatalarından kaçınmak için elzem. Sosyalistler, devrimlere katılan kurumsal reformistlerle, bunlar ister klasik anlamda sosyal demokrat, ister liberal isterse İslamcı olsun, aynı amaçlar için devlete karşı ortak mücadelelerde buluşabilirler. Ancak bayrakları karıştırmadan, her zaman bağımsız bir işçi sınıfı örgütünün inşası çabasına devam ederek. Devletlerle ise gerekçe ne olursa olsun, ne laiklik ne de “diktaya karşı” birlikte hareket edilemez. Sabbahi’nin Halk Akımı partisinden Kamal Abu-Eita, Mübarek rejimine karşı ayaklanmada kritik rol oynayan bir sendika aktivistiyken, darbe hükümetinin Çalışma Bakanı olduktan sonra “ulusal yeniden inşa süreci” için işçilerden grevleri bırakmalarını istiyordu. Grev ve direnişlerden bu noktaya gelişte, bağlı olduğu siyasi partinin ordu ve polisi “yurtsever kurumlar” olarak görmesinin belirleyici bir rolü vardı. Sonuç Başlangıcından yedi yıla yakın süre sonra, Arap devrimlerinden öğrenmemiz gerekenlerin bilançosu şöyle: Tarihin motor gücü sınıf mücadeleleridir. İşçi sınıfının şekillenmesini yitirdiği, toplumların bir bütün olarak anlaşılamayacağı gibi iddialar geçersizleşmiştir ve bu mücadeleler yoğun bir biçimde sürmektedir. Bir ülkede 26 V. Lenin, Devlet ve Devrim, Collected Works vol. 25 (Toplu Eserler, 25. cilt), s. 391-392, Progress Publishers, Moskova, 1964.

120


Arap devrimlerini anlamak | Ozan Tekin

milyonlarca kişinin sokaklara çıktığı ve grev yaptığı eylemlilikler, hızla diğer ülkelere yayılabilmekte ve bir ayaklanma dalgasını tetikleyebilmektedir. Sıradan insanlar, böylesi patlamaların sonucunda en barbar diktatörleri devirebilir, yaşadıkları toplumu ve dünyayı değiştirebilir. Kendi içlerindeki anlaşmazlıklar, çelişkiler ve bloklaşmalar nasıl olursa olsun, kapitalist devletlerin tamamı, aşağıdan yükselen özgürlük mücadelelerinin düşmanıdır. Gerektiğinde, böylesi ayaklanmaları boğmak için kolayca el ele verebilir, en vahşi savaş yöntemlerini uygulamaya koyabilirler. Dünyayı değiştirmek için işçi sınıfının örgütlülüğü kritik önemdedir. Arap devrimlerinde, işçilerin bir sınıf olarak davranabildiği ve iş yeri temelli mücadelelerin yaşandığı ülkelerde devrimler çok daha güçlü bir ölçekte sürmüş; tarihsel olarak sendikal hareketin veya grev deneyimlerinin zayıf olduğu ülkelerde, bu durum devrimci hareketin en temel zayıflığı hâline gelmiştir. Enternasyonalizm, sosyalistler için en önemli olgu ve pratikteki en acil görevdir. Arap devrimleriyle inşa edilen dayanışma inisiyatiflerinin çok daha güçlülerini oluşturmak zorundayız. Böylesi bir alternatifin yokluğunda, meydan, Suriye’de görüldüğü gibi akbabalara kalıyor. Sosyalistler, mezhepçiliğe, milliyetçiliğe ve her tür ayrımcılığa karşı dururken, toplumlardaki böylesi bölünmeleri ve kutuplaşmaları aşıp, siyaseti sınıf ekseninde yeniden tanımlayacak bir stratejiyi önüne koymalıdır. Bu, hem işçi sınıfının birleşik mücadele olanaklarını, hem de solun böylesi bir hareket içinde inşasını kolaylaştıracak yegâne yoldur. Ortadoğu’da “İslamofobik” önyargılardan kurtulamayan bir sol hareketin canlanması mümkün değildir. “Laiklik” adına emperyalizmle veya baskıcı devletlerle uzlaşma, bundan on yıllar önce bölgede solun ölüm fermanını imzalamıştı. Yeniden doğuş, ancak bu eski hataları tekrarlamamak konusundaki kararlı bir duruşla başarılabilir. İşçi sınıfı hareketinin içinde liderlik mücadelesi, tüm devrimlerin kaderini belirler. Devrimleri zafere taşımak için tüm mücadelelerin içindeki en ileri unsurları bir araya getiren bir devrimci partinin inşası zorunludur. Tüm Ortadoğu’da devrimler geri gelene kadar, başarmamız gereken en önemli görev devrimci bir partinin inşasıdır.

121


Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi Nurdan Düvenci Ve Tarih Devam Ediyor | Elsa Morante | Can Yayınları | 732 sf.

E

lsa Morante, İtalya’nın Nazi Almanya’sının kesin denetimi altına girdiği 1941’den 1947’de yenilgiye uğradığı zamana kadar geçen ve bugün tarih sayfalarında kalan dünyayı anlatıyor. Elsa Morante hem o döneme hem de insanın insana yapabildiklerine ışık tutan, etkileyici bir edebi üslupla, İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’yı okuru cepheye götürmeden, top gümbürtülerine, kanlı siperlere taşımadan, mermi sesleriyle kulakları sağırlaştırmadan yapıyor bunu. Elsa Morante İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru faşistler tarafından arandıkları için eşi yazar Alnerto Moravia ile Roma yakınlarındaki Ciociara bölgesine kaçar ve bu kaçış sürecinde yaşadığı tanık olduğu olaylar romanının esin kaynağı olur. Romanda yer alan değişik ve çok sayıda kişilerle savaşta İtalya’daki toplumsal altüst oluşu ve yıkımı anlamamızı sağlar. Roman, İtalya’nın küçük bir kasasında doğan, evlendikten sonra Roma’nın işçi mahallelerinden olan San Lorenzo’ya yerleşerek öğretmenlik yapan İduzza (İda) Ramundo’nun yoksul, mütevazı hayatı ekseninde gelişen olayları ele alıyor. Kitapta her bölümün başında yer alan siyasi-askeri gelişmeleri anlatan kronoloji baş döndüren bir hızla değişen dünyayı anlamımız sağlayacak tarihsel arka planı sunuyor. Dünya ile olan temel ilişkisi (bilerek ya da bilmeyerek) ürkek bir boyun eğmişlikten ibaret olagelen yeni evli İda için örneğin Roma yürüyüşü (30 Ekim 1922), sokaktan gelen bağırış ve silah sesleriyle yerinden sıçramasına neden olsa da sonuçlarını kendi yakın çevresinde hissettmediği rasgele ve önemsiz bir olaydan ibaret kalır. Önce babasının ardından kocasının ölümüyle İda öğretmenlik ve annelik görevlerine sarılarak tek çocuğuyla birlikte hayata tutunmaya çalışır. Aslında hep çocuk kalmış olan İda için olgunluk gerektiren bu işlerin yapılmasının yarattığı zorlamanın tek belirtisi ellerindeki sürekli titreme olur. Çevresinden duyduğu haberler İda’nın içindeki korkuları daha da büyütür. İda’nın annesi Yahudi’dir ve bunu bir sır gibi tüm çevresinden saklayarak kızını korumak için Katolik kilisesinde vaftiz ettirmiştir. Bu aile sırrı, bir gün okul müdüründen bir başka gün San Lorenza sakinlerinden duyduğu haberlerle hayatının bir kabusa dönüşmesine neden olur.

122


Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi | Nurdan Düvenci

Roma gettosundan haberler 1938’de çıkarılan İtalyan Irk Yasasına göre, Yahudi ırkından sayılan tüm vatandaşların şirketlerin yönetiminden uzaklaştırılması mal ve mülklerine el konulması, her dereceden okula devam haklarının ellerinden alınması ve doğal olarak öğretmenlikten başlayarak tüm memuriyet ve mesleklerden uzaklaştırılması söz konusudur. Ayrıca Anne ya da babası Yahudi olan bir İtalyan vatandaşı 1938’den önce başka bir dini benimsemiş ise Yahudi ırkından sayılmamaktadır. Irk Yasasına göre bu durumunda olanlar nüfus dairesine derhal bildirim yapmak zorundadır. Annesinin öngörüsü sayesinde öğretmenlik yapabileceğini anlayan İda bir sanık gibi utanç içinde ve şaşkın üfus dairesine başvurarak ari bir baba ve Yahudi bir anneden olduğuna dair belgeleri teslim eder. Fakat İda’nın korkuları azalacağına artar. Artık yarımkan olduğunu devlet de bilmektedir ve İtalya’da ari sayılsa bile Almaya’da işlerin başka türlü olduğunu öğrenir. Hitler-Musollini yakınlaşması, İtalya’daki yasaların da bu şekilde değişebileceğini düşündürür ve bu sefer sadece kendisi için değil oğlu Nino içinde endişelenmeye başlar. Önceden uzak durduğu Roma gettosuna sık sık uğramaya başlayan İda sadece İtalya’da değil diğer ülkelerde de Yahudilerin başına gelenleri bölük pörçük, kimi zaman inanılması güç, karmakarışık söylentiler halinde öğrenmeye başlar. Alman Yasalarına göre Yahudilerin bit sayıldığı tümünün temizleneceği, Mihver’in yaklaşan zaferiyle İtalya’nın da Reich toprağı sayılacağı ve aynı yasaların uygulanacağı, vaftiz edilmiş Hristiyanların bile kara listeye alınmamak için dört kuşağa kadar ari kanı taşıdıklarını kanıtlamak zorunda kalacakları kulağına çalınır. Avrupa’nın her yerinde Yahudilerin gizlendiğinden kuşkulanılan evlerin kapılarına, pencerelerine duvarlar örüldüğü sonra içeriye siklon denilen özel gazların sıkıldığından bahsedilmektedir. Ve Polonya’nın kırlarında ormanlarında erkeklerin, kadınların, çocukların ağaç dallarına asılmış sallandığı üstelik bunların sadece Yahudiler değil, Çingeneler, komünistler, Polonyalılar ve savaşçılar olduğu anlatılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı İda tüm bu «söylentilerin» etkisinde giderek kendi içine gömülürken dünyayı kasıp kavuran olaylar birbiri ardına gelişir. Mussolini-Hitler birliği 1939 yılında Çelik Paktı ile askeri yönden de birleşir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte İtalya önceleri pakta karşı neler olacağını kestiremediğinden tarafsız kalır fakat ortağının bir ay içinde tüm Avrupa’yı yutarak Paris’e yaklaşması karşısında zaferden kendi payına düşeni kaçırmamak için 1940 yılının haziran ayında Almanya’nın yanı başında savaşa katılır. Elsa Morante, Romanın kahramanı İda karakteriyle kişilerin içine doğduğu cins, sınıf, ırk hatta mahallenin, varoluşlarına etkilerini çok yönlü bir biçimde irdelerken

aynı zamanda bir toplumun panoramasını da çizer. Almanların işgal ettiği ülkeyi tecavüze uğramış bir kadın bedeniyle simgeleyerek o çöküşü izleyen süreci betimler. Savaş patlak verdikten sonra İda Afrika’ya sevk edilmek üzere o sırada Roma’da bulunan Alman bölüğünden bir askerin tecavüzüne uğrar ve hamile kalır. İda her ne kadar bilerek ya da bilmeyerek bir boyun eğen, ürkek birisi olarak görülse de gündelik hayatta var olabilmek için olağanüstü bir çaba gösterir bu çabanın sonuçları çoğu zaman başarılı olmasa da hiç vazgeçmez. Üstelik en kırılgan olduğu varsayılan kadınlık ve annelik hallerinde bile. Günlük yaşamını ikinci çocuğu G için yiyecek bulma çabası belirler, Roma gettosuna, şehrin varoşlarına gider insanlarla konuşur evine dönerken derlediği haberler savaşın yol açtığı yoksulluk ve dehşeti yansıtır. Romanda İtalya’daki faşist hareketin gelişimi ve direniş hareketi oğlu Nino’nun hayatı aracılığıyla anlatılır. Morante romanında tarihsel ve toplumsal süreci başarılı bir biçimde anlatmakla beraber insanlığın geleceğine dair iyimser sonuçlar çıkarmaz. İtalya’daki direniş hareketinde inançları ve eylemleri sonuçsuz kalanları ve savaş sonrasında kimi Partizanların fırsatçılıklarını görür ve insanlık için bir kurtuluş umudu kalmadığını savunur. İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olan İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ardında 60 milyondan fazla ölü bırakmıştır. Olayların baş döndüren bir hızla geliştiği ve dünyanın karanlığa büründüğü bu süreçte soyut bir umut beslemek elbette kolay değil. Ama bu dönemde bile çok zor şartlar altında direniş, mücadele ve dayanışma devam etmiştir. Varşova Gettosundaki direnişçiler yoldaşlarının, arkadaşlarının ve yakınlarının başlarına gelen vahşete tanık olurken kendi başına bir Yahudi mücadelesi değil Nazilere karşı verilen özgürlük mücadelesinin bir parçası olduğunun bilincindeydiler. (Varşova Gettosu Savaşıyor/ Marek Edalman/Z yayınları) “Polonya halkına manifesto” başlıklı bildiriyi yayınladıklarında muhtemelen yenilgiye uğrayacaklarını biliyorlardı ama direnişe devam ettiler. Tarih insanlığa dair umutlu olmamızı sağlayacak başarılı ya da trajik biçimde yenilgiye uğrayan ders çıkarabileceğimiz pek çok deneyimle dolu …. ve tarih devam ediyor ve henüz hesaplaşma bitmedi. Kronoloji Romanın geçtiği 1941-1947 dönemi her yıla bir bölüm ayrılarak ve her bölümde siyasi-askeri gelişmelere ilişkin kronolojiyle tarihsel arka plan anlatılmaktadır. 1941 İtalyanların Yunanistan’ı işgal için gönderdikleri askeri harekat devam ederken Kuzey Afrika’da İngilizlerin saldırısına uğrayarak sömürgelerini terk etmek zorunda kalır. Almanların zırhlı birliklerinin desteği ile İtalyan-Alman kuvvetleri Kuzey Afrika’daki sömürgeleri tekrar

123


Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi | Nurdan Düvenci

işgal eder. Almanlar benzer şekilde Yunanistan’da da direniş karşısında zor durumda olan İtalyanları destekler. Yunanistan, İtalya-Alman kuvvetlerinin boyunduruğu altına girer. İngilizler Doğu Afrika’da İtalyan sömürge İmparatorluğu’nun üç başkentini (Mogadişu, Asmara, Addis Ababa) işgal eder. Etiyopya’da ise Haile Selasiye yeniden tahta çıkartılır. Almanya’nın Rusya’ya karşı ünlü Barbrrossa harekâtına başlaması üzerine İtalya girişime katılma kararı alır. Japonya, Fransız sömürgesi olan Çinhindi’yi işgal eder. Yugoslavya’da anti-faşist mücadele başlar. Hindu Mahatma Gandi İngiliz İmparatorluğu’na karşı başlattığı pasif direnişe destek çağrısı yapar. Rusya’ya karşı başlatılan harekâtın üçüncü ayında üç milyon Rus öldürülür. Hitler, Yahudi sorununun nihai çözümü için önceden hazırlanan planı SS’lerin ve Gestapo’nun Başkanı ile buluşarak uygulamaya sokar. Pearl Harbour saldırısının ardından ABD ile Japonya’nın da savaşa katılmasıyla savaşan ülke sayısı 43’e yükselir.

1942 Japonya Pasifik’te ve tüm Uzakdoğu’da ilerleyerek Çin’in büyük bölümünü işgal eder, Hindistan’daki İngiliz İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başlar. Belsen toplama kampında ölüm odası çalışmaya başlar. İngiltere, Almanya’nın başlattığı sivillerin yaşadığı bölgelere dönük alan bombardımanına başlar. Almanya misilleme saldırısına geçer. ABD “insani” nedenlerle kaşı çıksa da bombardıman uçakları bizzat ABD’de üretilmeye devam eder, savaş endüstrisi son ürünlerini dünya savaşında sınar. Almanya Stalingrad’ı kuşatır, Mahatma Gandi’nin tutuklanması üzerine Hindistan’da isyanlar başlar. Kuzey Afrika’da İngiltere tekrar saldırıya geçer ve İtalya-Almanya’yı Trablus’a doğru çekilmeye zorlar. Avrupa’da hava bombardımanı şiddetlenir. Gazetelerin genellikle “bombalarla dövmek” olarak nitelendirdikleri savaş bombardımanlarında siviller ölürken kentler yerle bir olur. ABD Chicago Laboratuvarında ilk nükleer reaktörü çalıştırır. 1943 Rusya’da Don cephesinin çökmesi sonucunda İtalyan savaş birliği askerleri araçsız hedefsiz bir biçimde buzlu bozkırlara dağılarak ölüme terkedilir. Baltık kıyısında 630 bin Leningradlının ölümüyle sonuçlanan kuşatma 17 ay sonra Almanya’nın püskürtülmesiyle sonuçlanır. Stalingrad’da bir ceset deposu haline dönüşen şehirde yenik düşen Almanlar

124

2 Şubat günü teslim olur. Yugoslavya’daki direniş Yunanistan ve Arnavutluk’a yayılır. İtalya’da faşist dönemde ilk kez grevler patlak verir, Torino’da Fiat işçilerinin başlattığı grev Kuzey yöresindeki diğer endüstrilere de sıçrar. Varşova gettosunda direniş başlar. ABD donanması Pasifik’te Japonları bozguna uğratır. SSCB büyük devletlere güven vermek için dünya devriminden vazgeçtiğini kanıtı olarak Komintern’i dağıtır. Mussolini görevden uzaklaştırılır ve yerine Kral’ın desteklediği General Badogllio getirilir. Müttefikler Sicilya’yı işgal ederken Hitler’in denetimi altında Mussolini’nin başkanlığında Kuzey İtalya faşistler tarafından ele geçirilir. Kuzey İtalya’daki Alman işgaline karşı direniş grupları oluşmaya başlar, işçiler yeniden greve çıkarlar. Moskova’da SSCB milli marşı olan Enternasyonal’in yerine “Büyük Rusya”yı öven yeni bir marşın getirilmesine karar verilir. Berlin şiddetli biçimde bombalanırken üç büyükler (Churchill, Stalin, Roosvelt) Tahran’da buluşur. 1944 Roma’da bir SS birliğine partizanların düzenlediği saldırı sonucunda 32 SS askerinin ölmesi üzerine Alman Kumandanlığı 335 sivil İtalyan’ı katledip bir çukura atar. Alman işgalindeki İtalya’da direniş yayılarak devam eder. SSCB ordusu batıya doğru ilerleyerek Çekoslovakya sınırına erişir. Fransa’nın kurtarılması için Müttefikler Normandiya çıkarmasını başlatır. Doğu cephesinde son bir Alman karşı saldırısının püskürtülmesi üzerine ırmağın karşı tarafında bulunan ve Nazilere karşı ayaklanan Varşova gettosu misilleme olarak yakılıp yıkılarak 300 bin Polonyalı katledilir. Hitler on altı ile altmış yaş arasındaki eli ayağı tutan tüm erkeklerin askere alınmasını emreder. 1945 Almanya’da savaşmayı reddeden kişilerin idamla yargılandığı mahkemeler kurulur. Yalta’da üç büyükler (Rusya, Büyük Britanya, ABD) yaklaşan zafer nedeniyle dünyanın gelecekteki görünümünü belirlemek üzere konferans düzenler. Nüfuz alanları, bloklar, haritalar üzerinde tartışılır. Rusya Almanya’ya doğru ilerlemeye devam eder. İtalya’da Müttefikler Kuzey’e ilerler ve Alman kuvvetleri Milano’yu Partizanlara bırakarak geri çekilir. Mussolini Partizanlar tarafından idam edilir.


Ve Tarih Devam Ediyor ve hesaplaşma bitmedi | Nurdan Düvenci

Berlin Rusya tarafından kuşatılıyor, Yugoslavya’da Partizanlar Nazileri püskürtür. Rusya Berlin’e girerken Hitler sığınağında intihar eder. İtalya’da altı direniş partisinin katıldığı Parri hükümeti kurulur. Papalık ve faşistler monarşinin yeniden iktidara getirilmesi için çalışır. ABD 6 Ağustos’’ta Hiroşima’ya ilk atom bombasını atar, 8 Ağustos’ta SSCB Japonya’ya savaş ilan ederek Mançurya ve Kore’yi işgal eder. 9 Ağustos’ta ABD, Nagazaki’ye ikinci atom bombasını atar. Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasıyla İkinci Dünya Savaşı 60 milyon ölü, 35 milyon yaralı ve 3 milyon kayıpla sona erer. Potsdam’da “Üç Büyükler” toplanarak nüfus alanlarını belirliyor. Almaya iki bölgeye ayrılıyor. 1946 Sömürge halklar arasında ayaklanmalar başlar. Kalküta’da Kahire’de göstericilerle İngiliz polisi arasında çatışmalar olur. Savaş sonrasında SSCB’de baskı ve şiddet artar. İtalya’ da yapılan referandumda monarşiye karşı cumhuriyetçiler kazanır. Yunanistan’da İngilizlerin desteklediği Krallık yanlılarına karşı silahlı direniş başlar. Nürnberg duruşmaları başlar, Fransız donanması Kuzey Vietnam’da Haifong’u bombalar. 1947 Yunanistan’da iç savaş sürer ABD Başkanı Truman sadece Yunanistan’a değil komünizm tehdidi altındaki her ülkeye müdahalede bulunacağını açıklar. İki blok arasında soğuk savaş başlar. Stalin Yunanistan’daki gelişmelere kayıtsız kalır. İtalya’da çeşitli kentlerde grevler ve çatışmalar yaşanır. Vietnam’da Fransızların önerdiği silah bırakılması teklifini Ho Şi Minh geri çevirir. Hindistan bağımsızlığına kavuşur, iki devlete ayrılır. Müslümanların çoğunlukta olduğu Pakistan ve Hindu’ların çoğunlukta olduğu Hindistan. ABD, Almanların üretmiş olduğu ilk füzelerin benzerlerinin yapımına başlar.

125


Halkların Hapishanesinden Ezilenlerin Şenliğine Ozan Ekin Gökşin 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı | Tim Sanders, John Newsinger | Z Yayınları | 96 sf.

B

undan yüz sene evvel 1917’de, tarihin ilk muzaffer işçi devrimi; beklentilerin aksine işçi sınıfının yeni geliştiği, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımını iliklerine kadar yaşayan, köylülüğün yoğun olduğu, büyük şehirlere göçerek işçi sınıfına katıldığı, kadınların toplumsal alandan soyutlandığı, kilise ve erkek baskısı altında yaşadığı, Yahudilerin ikinci sınıf insan ve günah keçisi olarak görüldüğü, sürekli pogromlarla karşılaştığı, tüm etnik grupların Rus milliyetçiliğinin baskısıyla sesinin kısıldığı, Batı Avrupa’ya nazaran parlamenter demokrasi deneyiminden yoksun, kanlı çarlık rejiminin hükümran olduğu Rusya’da gerçekleşmişti. Halkların hapishanesi ismiyle anılan Rusya’da işçiler, kurdukları sovyetlerle çarlık rejimini yerle yeksan etti. Bu devrimin iktidarı ele alış sürecinden bir kesit sunan, karikatürist Tim Sanders’ın çizdiği, marksist tarihçi John Newsinger’ın yazdığı çizgiroman 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı, Cemal Yardımcı’nın tercümesi ve Canan Şahin’in önsözü ile Z Yayınları tarafından Ekim ayında yayınlanıyor. 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı, devrimin saflarındaki iki insanın, fabrika işçisi Natalya ve asker Peter’in Şubat’tan Ekim ayına kadarki mücadelelerini konu alıyor. Devrimin fitilini yakan Uluslararası Kadın Günü eylemi, çarlığa karşı eyleme geçen işçilere silah sıkmayı reddeden askerlerin işçilerin safına katılması, kıyıma gönderilen askerlerin cephelerde savaşı bitiren propagandaları, kadınların fabrika toplantılarında ve sovyetlerde gerçekleştirdikleri eşitlik ve özgürlük talepleri, Bolşevik Partisinin sovyetlerde işçileri kazanma çabaları, darbe girişimine karşı devrimin kazanımlarını savunmak adına izlenen politikalar ve en nihayetinde işçilerin yönetimi ele geçirmesi, devasa bir kitleselliğin içinde, sıradan işçi ve askerlerin gözünden, yalnızca devlete karşı verilen değil, kendi aralarındaki mücadeleler yoluyla, gayet basit ve keyifli bir dille anlatılıyor kitapta. Bir daha hatırlamak 1917 Devrimi, tüm dünyadaki ezilenlere, işçi sınıfına ilham ve motivasyon kaynağı olsa da, devrimin Rusya’ya sıkışması, devrimin en ileri kadrolarının iç savaşta hayatlarını kaybetmesi ve bürokrasinin yükselişi ile birlikte işçilerin elleriyle var ettiği

126


Halkların Hapishanesinden Ezilenlerin Şenliğine | Ozan Ekin Gökşin

yönetim aygıtları işçi komiteleri yok edildi. Devrime dair bilinenler çarpıtıldı. Kitleleri, parti ikame etti. Savaşlar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri SSCB’nin çıkarlarıyla örtüştüğü sürece desteklendi yahut kösteklendi. Komünist Enternasyonal tek ülkede sosyalizm fikrine adapte oldu, devrimin enternasyonal kimliği törpülendi, nitekim en sonunda enternasyonal bir örgüte gerek kalmadı ve Stalin tarafından kapatıldı. Dünya genelindeki komünist partiler birer uydu haline getirildi. İşçilerin birleşik mücadelesinin yerini işçilerle burjuvazinin ittifakını hedefleyen halk cephesi taktiği aldı, birçok ülkede devrimin ezilmesi sağlandı. Devrim fikri iki ayrı kanaldan yürüyordu artık: Stalinizm ve aşağıdan sosyalizm. Bu kitap, aşağıdan sosyalizm geleneğinin görüşlerini yani muzaffer devrimin görüşlerini baz alıyor. Bu iki ayrı kanalın anlattıkları, niteliği ve öznesi açısından birbiriyle çatışır. Stalinizme göre, parti işçi sınıfını ikame etmiştir, devrimin faili partidir. Devrime giden yol, askeri yeraltı örgütünün eyleminden ibarettir. Kitleler bir kenara atılmış, devrim bir avuç kahramanın eylemine indirgenmiştir artık. Devletin kökten dönüşümü ve sönümlenmesi için yapılan projeksiyonun yerini, devleti ele geçirmek almıştır. Oysa Lenin, sovyetlerin ve partinin rolünü tarif ederken tepeden inme müdahaleleri reddeder, devrimde kitlelerin rızasını öne çıkarır: “Komün, yani Sovyetler, iktisadi gerçeklikte ve halkın ezici çoğunluğunun bilincinde tam anlamıyla olgunlaşmadan hiçbir değişikliği ‘başlatmaz’, ‘başlatmaya’ kalkışmaz, ‘başlatmamalıdır’ (...) Sosyalizmi bir azınlık, yani parti başlatamaz. Devrim ancak on milyonlarca insan tarafından, bunu yapmayı öğrendikleri zaman başlatılabilir”.1 İşçi sınıfı mücadele içindeyken kendini ifade edebilmek için aygıt ve yöntemlere ihtiyaç duyar. Konseyler tabandan yeşeren, iş yeri merkezli karar alma mekanizmalarıdır, kitle grevleri ise ekonomik ve siyasi talepleri birleştiren ifade araçlarıdır. Bu yönüyle ekonomik taleplere sıkışan sendika ve genel grevlerden ayrışırlar. Kitle grevinin önemine dikkat çeken Rosa Luxemburg, 1905 deneyiminden yola çıkarak “Rus devriminin bize gösterdiği şekliyle kitle grevi, proleter savaşımın daha güçlü bir etkisi yararına kılı kırk yararak icat edilmiş şeytanca bir araç değil, devrim içinde proleter kitlenin hareket biçimi, proleter mücadelenin görüngü biçimidir” der.2 Kitleler mücadele içinde öğrenir, öğrendiklerini mücadeleye aktarır, sınıfı bölen düşüncelerle hesaplaşır ve ancak bu yolla, sömürünün kaynağını hedef alabilir. Oysa, stalinizmin tahribatı sebebiyle kitleler korkutucudur. Güvenilmezdir. Değişime açık,

dönüştürmeye muktedir değildir. Mücadelenin seviyesine, sınıfsal analizlere ihtiyaç duymaksızın kestirmeci bir tutumla şüpheyle bakılır kalabalıklara. Stalinizm ve aşağıdan sosyalizm partinin rolü konusunda da ayrışır. John Molyneux, Lenin’in parti teorisindeki iki temel temayı şöyle özetler: “Birincisi, işçi sınıfının ve bütün sömürülenlerin toplu çıkarlarını yüksekte tutan, mutlak bağımsız ileri işçiler örgütü; ikincisi, işçileri kapsayan ve onların çıkarlarını etkileyen her mücadeleye pratik liderlik sağlayarak işçi kitleleri ile mümkün olan en yakın ilişkinin sürdürülmesi. Birincisi, ilkeye sarsılmaz bağlılığı, bir süre için dar ve görünüşte tecrit edilmiş bir azınlık tavrını benimsemeyi ve işçi sınıfı içinde oportünizmin belirtilerine karşı amansız bir mücadele açma kararlılığını ifade eder. İkincisi ise, olağanüstü taktik ve esneklik ve kitlelerle bağı sürdürmek için her yolu kullanma yeteneği anlamına gelir”.3 Parti, işçi sınıfını iktidara taşıyan bir araç, tarihten çıkarılan dersleri akılda tutan bir hafıza işlevi görür. Troçki’nin meşhur benzetmesiyle, “parti olmazsa yığınların enerjisi bir kazana kapatılmamış buhar gibi uçar gider. Onu hareket ettiren şey ne piston ne de kazandır, buhardır”.4 Oysa Chris Harman’ın görüşüne göre stalinist parti, burjuva kültürün parlamenter parti aygıtından farklı değildir: “Stalinist partide (...) önemli olan örgütün siyasetine değil, örgütün kendisine bağlılıktı. Teori, pratiği yönlendirmek yerine, başka şeyler tarafından belirlenen bir pratiğe kılıf uydurmak amacını güdüyordu. Parti bürokrasisinin aldığı siyasi kararların niteliğini örgüte sadakat tayin ediyor, örgütün genel çıkarlarını ise Rus devlet aygıtının çıkarları tayin ediyordu.5 Dersler 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı, hem stalinizmin tahribatına, milliyetçilere, dini sömürenlere, savaş kışkırtıcılarına karşı, tabandan gelişen, doğrudan demokrasiyi kuran, antisemitizme taviz vermeyen, kentlerde ve cephede barış için mücadele eden, eşitlik ve özgürlük hayaliyle eyleme geçen yığınların gerçek hikayesini anlatıyor, hem de Ekim Devrimi’ni darbeden ibaret gören liberal tezlere mütevazı bir cevap sunuyor. İşçileri iktidara taşıyan süreçte, geçilen her dönemeç ve yapılan mücadeleler, tüm toplumsal hareketler için örnek teşkil ediyor. Günümüzde hâlâ kadınların ezilmişliğini devrimden sonraya erteleyen tartışmaları görebiliyoruz. Antisemitizm, solun büyük bir kısmı için önemsenmesi gereken bir durum değil. Barış için mücadele etmek devletin nazarında bir tehditken, birtakım sosyalizm 3

John Molyneux, Marksizm ve Parti, İmge Kitabevi, 2015, s. 140141.

1

E. H. Carr, 1917: Öncesi ve Sonrası, İletişim Yayınları, 2011, s. 32-33.

4

2

Rosa Luksemburg, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar, Z Yayınları, 1990, s. 43-44.

Isaac Deutscher, Troçki III. Cilt Kovulan Sosyalist, Ağaoğlu Yayınevi, 1974, s. 281,

5

Chris Harman, Parti ve Sınıf, Z Yayınları, s. 32-33,

127


Halkların Hapishanesinden Ezilenlerin Şenliğine | Ozan Ekin Gökşin

savunucuları içinse pasifizm ve yeterince sosyalist olunmadığının ispatı olabiliyor. Darbeler konusunda, “Kerenski’yi biz devireceğiz, başkasının devirmesine müsaade etmeyiz” diyerek Kornilov darbesine karşı çıkan Rus işçiler kadar berrak fikirlere rastlamakta güçlük çekiyoruz. Ya da tankları durduran sıradan insanların sınıf bilinçlerinin eksikliğine şaşkınlık gösteriyoruz. Örgütlülüğün zayıf olduğu, aşağıdan sosyalizm geleneğinin aktarılamadığı, sosyalizmin stalinist partiler tarafından rejimin yanında durmak olarak takdim edildiği ülkelerde yaşanan toplumsal ayaklanmalarda, Ekim Devrimi’nden çıkarılacak derslerin yokluğunu yakıcı bir şekilde yaşıyoruz. Tüm Ortadoğu’yu sarsan, diktatörleri deviren Arap Baharı’nda örneklerini gördüğümüz üzere, Mısır’da yapılan darbeye kayıtsız kalan milyonların, Suriye’de mezhepçiliğe ve milliyetçiliğe kollarını açan, emperyalist güçlerin çatışmalarından pay çıkarmaya çalışan bir muhalefetin yenilmeye mahkum olduğuna şahit olduk. Canan Şahin’in önsözde belirttiği üzere, küresel kapitalizmin istikrarsızlığa cevap bulamadığı, merkez siyasi partilerin can çekiştiği, bir yanda popülist sağ, bir yanda radikal solun kitleselleştiği, kıran kırana bir mücadelenin fitillerinin yakıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Savaşların, yoksulluğun, eşitsizliğin yarattığı kaosu durdurmak için kitlesel, etkin partilere ihtiyacımız var. 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı, devrimin kapılarını açan sihirli bir anahtar değil elbette, fakat eşitlik, adalet, özgürlük için yola yeni çıkanlara, muzaffer devrimin en önemli derslerini aktarmak için işlevsel bir araç niteliğinde.

128


Kİ T

I L ARD A

Ç AP

Rusya’nın Kızıl Yılı 1917, bu yıl boyunca yaşanan iki devrimin hikâyesini aşağıdan yukarı doğru bir bakışla, halkın arasından devrime katılan iki kişinin gözünden anlatmayı amaçlıyor. Natalya bir fabrika işçisi, Peter ise bir askerdir. Onlarla birlikte, işçilerin devrimci Petrograd’da kendi hayatlarının denetimini ele geçirmeye başlamasını ve sonunda büyük Ekim Devrimi’yle taçlanan olayları izleriz.

YAYINLARI


Kapak görseli: Vladimir Mayakovski, Ocak 1921. Rusya’da Eylül 1919 ile Şubat 1922 arasında, savaş ve iç savaşın yarattığı yıkım ve yoksulluk ortamında, matbaalar kapalı ve kağıt bulunmazken, Rusya Telgraf Ajansı ROSTA bir dizi sanatçıya elle afişler yaptırdı. Vladimir Mayakovski, Alexander Rodçenko, Mikhail Çeremniki, İvan Malyutin, bir yandan bilgilendirici, bir yandan ajitatif afişler yapıyor, bunları şablonlarla çoğaltıyor, ROSTA da Rusya’nın başlıca şehirlerine dağıtıyordu.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.