KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR NİSAN 1984 SAYI: 1
T
ürkiye iki ulusun ( Türk ve Kürt) ve çeşitli azınlık milliyetlerin birlikte yaşadıkları bir ülkedir. Kapitalizm özellikle son 30 yılda hızla gelişmektedir. Bugün Türkiye orta derecede gelişmiş bir kapitalist ülke olarak emperyalist-kapitalist sistemin içindedir. Kürt ulusunun yaşadığı 4 parçadan biri olan Kuzey Kürdistan ise Türkiye’nin sömürgesidir. Kuzey Kürdistan’ın tüm zenginlikleri Türk sömürgecileri ve onların Kuzey Kürdistan’daki işbirlikçileri, Kürt toprak ağaları ve burjuvaları tarafından talan edilmektedir. Sömürgeci Türk burjuvazisinin işgali altındaki bir başka ülke ise Kuzey Kıbrıs’tır. Sosyalist İşçi Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da işçi sınıfını devrimci mücadelenin önderi olarak görür. Sosyalist İşçi‘nin bu tespiti bizim sınıfsız bir toplum için mücadele etmemizden kaynaklanmaktadır. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti olmayan tek sınıf işçi sınıfıdır. Toplumun bütün diğer sınıf ve tabakaları ise şu veya bu ölçüde üretim araçlarının mülkiyetine sahiptirler. Kimileri ise ücretli işçi çalıştırır artı değere sahip çıkarlar. Yani işçi emeğini sömürürler. Sosyalizm sınıfsız topluma giden yolun ilk basamağıdır. Sosyalizmin ilk eylemi üretim ilişkilerini değiştirmek, büyük ölçekli üretim araçlarını özel mülkiyetten alıp toplumsallaştırmaktır. İşçi sınıfından başka hiç bir sınıf özel mülkiyete karşı çıkmaz, özel mülkiyetin toplumsallaştırılması için mücadeleye giremez. Çünkü kendileri özel mülk sahibidirler. İşte özel mülkiyetin toplumsallaştırılması için mücadele eden bir gazete, olan Sosyalist İşçi‘nin işçi sınıfını devrimin önderi olarak tespit etmesinin nedeni budur. İşçi sınıfının önderliğini çeşitli sol hareketler de savunuyor gibi görünürler. Ancak onlarla Sosyalist İşçi arasında derin bir fark vardır. Küçük burjuva sol hareketler işçi sınıfının ve tüm emekçilerin kurtuluşunu kendi eylemlerinde, örgütlüklerinde görürler. Böyle olduğu içindir de işçi sınıfının önderliği iddiaları da lâftan öteye gidemez. Sosyalist İşçi İse alt başlığında ifade ettiği gibi; İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını savunur. Bu işçi sınıfının bir bütün olarak kendisini devletin yönetimi için örgütlemesidir. Sosyalist İşçi enternasyonalisttir. Türk ve Kürt işçilerinin örgütlenmesini uluslararası işçi hareketinin bir müfrezesi
ÇIKARKEN SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULU
olarak görür. Çünkü bugün dünyada ulusal sınırlarla bölünmemiş, ulusallığın dışına çıkabilmiş tek sınıf işçi sınıfıdır. Kürt ve Türk işçilerinin sınıf mücadelesi diğer ülkelerin işçilerinin mücadelesi ile kopmaz bağlara sahiptir. Türk ve Kürt işçileri arasındaki bağlar ise daha içice ve sağlamdır. Türk ve Kürt işçileri için düşman tek ve ortaktır: sömürgeci Türk burjuvazisi. Sosyalist İşçi, sosyalizmi tüm toplumun, Kürt ve Türk halklarının kurtuluşu olarak görür. Fakat Sosyalist İşçi inanır ki, küçük burjuva sınıf ve tabakalar, köylüler ve şehirlerin işçi sınıfı dışındaki diğer emekçi sınıf ve tabakaları ikili bir karakter taşırlar. Bu sınıflar mülk sahibi olmaktan dolayı burjuvaziye, emekçi olmaktan dolayı ise işçi sınıfına yakındırlar. Toplumun bu iki temel sınıfından -burjuvalar ve işçilerhangisi siyasal olarak güçlü ise ona yanaşırlar. Bugün güçler terazisinin ibresi burjuvaziden yanadır. İşçi sınıfının siyasal gücü cılızdır. Bu nedenle küçük burjuvalar işçi sınıfına değil, burjuvaziye yakındırlar. Reformist sol gruplarda küçük burjuvaların bu eğilimlerini körüklüyorlar. Onlar, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini ve gücünü karşılarında göremedikleri ve teorik güçlerinin çarpıklığından dolayı teorik olarak da işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin gerekliliğini kavrayamadıktan için zaman zaman daha hareketli görünen küçük burjuva sınıflara en başta da öğrenci gençlere koşuyorlar. Çünkü “derin” ideolojik görüşlerini en kolay onlara anlatabiliyorlar. Reformist sol gruplar öğrenci gençliğe, küçük burjuva sınıf ve tabakalara devrimin önderlik rolünü yüklemeye çalışıyorlar. Öğrencileri ve diğer küçük burjuvaları örgütleyerek onların gücü ile işçi sınıfını örgütlemeye çalışıyorlar. İddiaları sosyalizm yani özel mülkiyetin toplumsallaştırılması ama bu mücadelede özel mülk sahiplerini başa
geçiriyorlar. Sosyalist İşçi ise küçük burjuva emekçi yığınların toplumsal kurtuluş için mücadeleye atılmasının yolunu işçi sınıfının örgütlülüğünde görür. İşçi sınıfının yığınsal örgütlülüğü, yığınsal mücadelesi küçük burjuvaları da toplumsal kurtuluş için işçi sınıfının yanında harekete geçirecektir. Sosyalist İşçi Kuzey Kürdistan’daki anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadelenin önderi olarak da işçi sınıfını görür. Çağımızda demokrasi mücadelesinin tek tutarlı savunucusu işçi sınıfıdır. Kuzey Kürdistan’da işçi sınıfı oldukça genç ve güçsüz olmasına rağmen, gelişmekte olan ve güçlenen bir sınıf olarak anti-sömürgeci mücadelenin sosyalizme yürüyüşünün garantisidir. Sosyalist İşçi Kürt işçi sınıfının örgütlenmesi ve anti-sömürgeci mücadelenin başına geçmesi, orada durmayıp, sosyalizme doğru yürümesi için çalışır. Bütün bunlardan sonra Sosyalist İşçi bir işçi gazetesidir, önüne koyduğu ilk hedef sınıf bilinçli işçilerin sosyalizmin bayrağı altında toplanmalarıdır. Bu anlamda Sosyalist İşçi sosyalizmin propagandasını yapmakla yükümlüdür. İşçiler arasında bugünkü sistemin bilimsel bir açıklamasını yapmak, kapitalizmin temellerini ve gelişimini açıklamak, bu toplumdaki çeşitli sınıfların karşılıklı durumlarını, ilişki ve çelişkilerini göstermek ve işçi sınıfının bütün bunlar karşısındaki durumunu tespit etmek Sosyalist İşçi‘nin önde gelen görevidir. Bu görevimize kopmaz bir şekilde bağlı olan diğer görev ise Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki tüm siyasi gerçekleri açıklamaktır. İşçileri her yolsuzluğa her haksızlığa karşı mücadeleye davet etmektir. Sosyalist İşçi bir işçi gazetesi olarak işçi sınıfının günlük mücadelesindeki tüm sorunlara eğilecek, bu sorunlar karşısında sosyalizmin çözüm yollarını gösterecektir. Ancak
Sosyalist İşçi bilmektedir ki, iktidarı almak, yeni bir devlet örgütlemek toplumun tümünün kurtuluşuna önderlik etmek göreviyle yükümlü olan işçi sınıfı toplumun tüm sorunlarını bilmek, kavramak ve tepki göstermekle yükümlüdür. İşçiler haksızlığa uğrayan köylülerin, öğrencilerin ve tüm diğer emekçilerin yanında yer almalı, onları mücadeleye çağırmalı, mücadelelerini bütün gücüyle desteklemelidir. İşçi sınıfı ancak böyle davranarak toplumun tümünün kurtuluşu doğrultusundaki önderlik görevini gerçek anlamda hak edecektir. İşçi sınıfının yığınsal mücadelesinin yolu, siyasal önderliğin, işçi sınıfının devrimci partisinin oluşumundan geçer. Devrimci, öncü bir partiye sahip olmadan işçi sınıfı siyasal mücadeleye atılamaz. Bu anlamda Sosyalist İşçi sınıf bilinçli işçilerin ülke çapında siyasal birliği olan partinin inşaasını her şeyin önünde görür. Tüm sınıf bilinçli işçileri, tüm işçi sınıfının önderliğine inanan sosyalist kadroları, Sosyalist İşçi‘nin çevresinde örgütlenmeye çağırıyoruz.
B
ir işçi gazetesi olarak Sosyalist İşçi çok zor şartlar altında ve büyük görevlerle karşı karşıya olarak yayma başlamaktadır. Siyasal özgürlüklerin alabildiğine kısıtlı, toplumsal ve sınıfsal hareketliliğin de oldukça cılız olduğu bir dönemde üzerine düşen görevleri yerine getirmek için çıkıyor. O, bir anlamda sosyalist işçilerin gözü, kulağı ve dilidir. Gözü ve kulağı olacaktır, çünkü, burjuva basınının yazmadıklarını, yazmayacaklarını yazıp, anlatacaktır. Bir fabrikanın deneylerini öbür fabrikalara aktaracaktır. Her türlü yolsuzluğu, rezaleti işçilere duyuracaktır, işçilerin dili olacaktır, çünkü, sayfaları bütün işçilere açık olacaktır. İşçilerden gelen her türlü haber ve makale Sosyalist İşçi‘de yayınlanacaktır. Kapitalistlerin sınıfsız gibi görünen propaganda araçları karşısında Sosyalist İşçi‘nin en geniş işçi kesimlerine dağıtılması büyük bir öneme sahiptir. Sosyalist İşçi‘nin bugünkü baskı sayısı oldukça sınırlıdır. Ama bugünkü sınırlılığın kırılacağına ve Sosyalist İşçi‘nin yığınsal bir işçi gazetesi haline geleceğine sınıf bilinçli işçilerin elinde güçlü bir silah olacağına inanıyoruz. Yaşasın sosyalist işçilerin birliği! Yaşasın sosyalizm!
Sayı: 1
Sayfa: 2
SOSYALİST İŞÇİ
1 Bilimsel olmayan sosyalist akımlar işçi sınıfında sadece, haklarından yoksun bırakılmış, ezilen ve sömürülen, sayıları milyonlarla ölçülen yoksul yığınları görürler. Bilimsel sosyalistler ise, işçi sınıfında sadece yoksulluğu haksızlığı ve ezilmişliği görmezler. Onda, aynı zamanda toplumu ve dünyayı değiştirecek muazzam gücü görürler. Diğer sosyalist akımlarla bizim aramızdaki en temelli fark budur. Aramızdaki bu fark, bizim hayatın her alanındaki taktiklerimizi onlardan ayırır. Onlar işçi sınıfına; adil, demokratik ve hatta sosyalist bir toplum için verilecek mücadeleye destek olacak en büyük güç diye bakarlar. İşçi sınıfının kendini ve toplumun diğer ezilenlerini kurtarmak için, toplumsal gelişime bilinçli müdahalesini gerekli görmezler onun için taktiklerini işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu duruma bakarak saptamazlar. İşçi sınıfının saptanan mücadele biçimlerini izleyip izlememeye hazır olup olmadığım dikkate almazlar. Ama bu demek değildir ki, işçi sınıfı bu akımları her zaman için izlemez. Proletaryanın atılım içinde bulunduğu, toplumsal alt üst oluş dönemlerinde proletarya bu politikaları izleyebilir, izlemiştir. Ama sınıfsal çıkarlarının nihai hedefinin bilincinde olmadan harekete geçtiği için, ya yenilgiye uğrar ya da o sırada demokratik dönüşümler için atılım halinde bulunan liberal burjuva bir muhalefet varsa, onun belirleyiciliğinin gölgesinde kalır. Kazançlı çıkan burjuvazi olur. Proletarya kısmi mevzilerle yetinir. 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sının, büyük burjuva demokratik devrimlerinin tarihi ve bir sınıf olarak henüz yükselmekte olan işçi sınıfının bu devrimlerdeki giderek artan rolünün tarihi, çeşitli sosyalist akımlarla bilimsel sosyalistler arasındaki farkın teorik olarak keşfedilmesinin ve kavranmasının da tarihidir.
2 İşçi sınıfının tarihsel görevini teorik olarak bu şekilde kavrayan sosyalistler, sınıfın kendisinin de tarihsel görevini ve tarihsel ilerleyişin tekerleği olan muazzam gücünü kavraması için faaliyet göstermeyi görev edinirler. Faaliyet alanları ise sınıfın günlük mücadele alanıdır. İşçi sınıfı, henüz sınıf bilincine
SOSYALİST İŞÇİ GAZETESİ NEDİR? sahip olmadan da işçi olmanın bilincindedir. Ve karşısında kendi zıttını her an hisseder. Yani patronunu. Henüz patronunun parçası olduğu sınıfın, kapitalistlerin, tarihsel ve toplumsal işlevini kavrayamamışsa da. Bu durum onu sık sık patronu ile karşı karşıya getirir. Ücret artışı talebi ile sendikal örgütlenme ile hayat koşullarının iyileştirilmesi talebi ile devamlı harekete geçme eğilimi içindedir. Siyasal koşullar müsaade ettiği sürece de harekete geçer. Bu atılımların her biri (grev, işgal, sendikal örgütlenme adımları) sınıf bilincinin ilk nüveleri, belirtileridir. Siyasal içerik kazandırıldıkça ve tek tek olaylar olmaktan çıkıp örgütlü bir yaygınlık kazandıkça siyasal atılımlar haline dönüşürler. Demek ki, sosyalist hareket proletaryanın günlük mücadelesinin ta içindedir. Varlık zemini, beslendiği zemin orasıdır. Hele bizim gibi var olma zeminini yaşama zeminini bir türlü yaratamamış bir ülkenin sosyalistlerinin biricik faaliyet alanı orasıdır.
3 Bu faaliyetin en önemli araçlarından birisi yayınlardır. Bu yayınlar çok çeşitlidir. Gazeteler, broşürler, dergiler, bildiriler gibi. Bunların hepsi bir arada devrimci işçi sınıfı hareketinin yazınını, edebiyatını oluştururlar. Sosyalist işçi gazetesi, dünya işçi sınıfının büyük öğretmeni ve önderi Lenin’in dediği gibi, kolektif bir ajitatör, kolektif bir propagandist ve kolektif bir örgütleyicidir. Gazete kolektif bir ajitatördür. Çünkü gazete ulaştığı her yerde aynı anda, ulaşılması gereken ivedi hedefler doğrultusunda ajitasyon yapar. Örnek vermek için, askeri diktatörlüğün sendikalar yasasını ele alırsak, bu yasadan yola çıkarak işçilerin diktatörlüğe ve egemen sınıflara olan muhalefet ve kinini arttırır. Bu yasaya karşı mücadele etmek gerektiğini anlatır. Koşulsuz Sendikal örgütlenme ve Grev Hakkı, talebini siyasal özgürlükler ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak öne sürer. Gazete kolektif bir propagandisttir. Çünkü ulaştığı her yerde ve aynı anda ulaşılması gereken ivedi hedefler uğruna propaganda yapar. Bu hedefleri sosyalizm mücadelesi ile birleştirir. Tek tek özgürlüklerin ve
demokratik hakların devrime, sosyalizme nasıl bağlantılı olduklarını açıklar. İşçilerin tek tek haklar için mücadelelerini toplumu değiştirme bütününün içine yerleştirir. Dünyayı bütünlük içinde, kendi tarihsel görevlerinin bütünlüğü içinde kavramalarını sağlar. Örnek vermek için gene tekelcilerin sendikalar yasasından yola çıkalım. Gazete tekellerin ve askeri diktatörlüğün sendikal düzenini bütün ayrıntılarıyla inceler. Bu düzenin, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini nasıl baskılar ve sınırlamalar altına aldığını, toplu pazarlık ve grev hakkını nasıl yok ettiğini açıklar. İşçi sınıfının kayıplarını, egemen sınıfın kazançlarım gösterir. Sendikaların, işçi sınıfının sınıf mücadelesi içindeki rolünü, ulusal ve uluslararası andaki ve tarihteki örnekleriyle anlatır. Böylece bir yandan da proleter enternasyonalizmi bilinç ve duygularını yükseltir. Diğer sosyalist akımların sendikal mücadele, sendikalar konusundaki tavırlarını ele alır. İnceler, eleştirir, sınıf içinde yanlış politikaların yer tutmasını destek bulmasını engellemeye, doğru görüşleri egemen kılmaya çalışır. Sosyalist işçi gazetesi kolektif bir örgütleyicidir. Gazete örgütleyicilik görevini iki türlü yerine getirir. Birincisi gazete dağıtım gruplarının kendileri örgütlenmenin özellikle siyasal baskı koşullan altındaki örgütlenmenin önemli bir bölümünü oluştururlar. Yani gazetenin mümkün olan en geniş işçi ilişkilerine ulaştırılması, bu görevin aksamadan yürütülmesi çok önemli bir örgütlenme faaliyeti ve ağıdır. İkincisi ve daha önemlisi gazete yaptığı ajitasyon ve propaganda ile sosyalizmin saflarına örgütlü işçiler kazanır, işçileri örgütler. Bilimsel sosyalizmin örgüt ilkelerinin; verili andaki ve yerdeki koşullarla birlikte değerlendirilmesi sonucunda örgütlenme taktiklerimiz ortaya çıkar. Bunlar elbette ki her şeyden önce işçi sınıfının devrimci örgütüne ilişkin taktiklerdir. Ancak işçi sınıfının devrimci siyasal örgütüne bağlı olarak pek çok örgütlenme biçimi de bizim taktiklerimizin içinde ifadesini bulur. Vurgulanması gereken diğer bir nokta ise genel ilkelerin dışında, örgütlenme taktikle-
rimizin koşulların değişmesiyle beraber değişeceğidir. Bu değişim sınıf mücadelesinde işçi sınıfının alacağı konuma uygun olarak ileriye doğru bir değişmeyi yani gelişmeyi ifade edebileceği gibi, zaman zaman geri adımlar atmak anlamına da gelir. Yani, örgütlenme alanındaki adımlar siyasal soranlardan ayrılamazlar. Tam tersine siyasal sorunların içinde bulunulan anın merkezi görevinin parçasıdırlar. Gazete yukarıdaki biçimde saptanan örgütlenme ilkeleri gereğince, ajitasyon ve propagandasının paralelinde örgütleyici olarak da görev sahibidir. Ajitasyon ve propaganda tesbit edilmiş hedefler doğrultusunda kitleleri eyleme geçirmek içindir. İşçi sınıfının eylemi ise, kendiliğindenci ve amaçsız bir şekilde bir yerden bir yere sürüklenme değil, örgütlü ve plânlanmış bir atılımlar serisidir. Demek ki, örgütlenme ajitasyon ve propagandanın kopmaz bir parçasıdır. Ancak bu tek ve aynı süreç içinde, devrimci işçi sınıfı hareketi ortaya çıkabilir ve ilerleyebilir. Gazetenin kolektif bir ajitatör, propagandist ve örgütleyici olduğunu anlatırken, gazetenin bu işlevleri ulaştığı her yerde ve aynı anda yaptığını söyledik. Kolektif olmasının en önemli nedeni budur. Ele aldığı siyasal sorun etrafında ulaştığı her yerde ve aynı anda ajitasyon, propaganda ve örgütlenme işlevi görmek.
4 Yukarıdan beri anlatageldiğimiz bir sosyalist işçi gazetesinin işçilerle sıkı bağları olmaksızın pek bir işe yaramayacağı açıktır. Burada bağlardan kastedilen, gazeteyi işçilere ulaştırmak değildir. Gazete ile işçiler arasında sıkı, organik, yaşayan bağlar kurmayı kastediyoruz. Eğer işçi okurlar, bilhassa devrimci işçi okurlar gazeteyle sürekli ilişki halinde olabilirlerse gazete gerçekten sınıfa hitap edebilen bir gazete olur. Gazete devrimci işlerin elindeki en önemli silahtır. Bu silahı iyi kullanmalıdırlar. Gazetenin işçiler arasındaki etkisini değerlendirmeli ve bunu iletmelidirler. İşyerlerindeki, fabrikalarındaki olayları, işçilerin “ruh halini eğilimlerini gazeteye aktarmalı ve gazetenin bu ruh halini ve eğilimleri dikkate alır bir hale gelmesini sağlamalıdırlar. Bunu yaparken önemli veya önemsiz ayrımı yapmamalı, her türlü ayrıntılı bilgiyi ulaştırmalıdırlar. Sosyalist işçi gazetesi böyle bir okur kitlesine sahip olduğu taktirde hedeflerine ulaşacaktır.
Sayfa: 3 Oldukça ilginç olduğu kadar önemli sonuçlarıyla 25 Mart Mahalli Seçimleri bitti. Böylelikle Türkiye 17 ayda üç seçim yaşamış oldu. Sandık başına gitme bu denli sık olmasına rağmen seçimlere katılma oranının 12 Eylül öncesi ile karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek olması Anayasa oylamasının, 6 Kasım seçimlerinin ve nihayet 25 Mart seçimlerinin ilginç sonuçlarından biri. Seçime katılmayı zorunlu hale getiren yeni yasal düzenlemelerin katılımın yüksekliğindeki etkisi tartışma götürmez. Nitekim, yasanın etkisinin (psikolojik olarak ve maddi sonuçlarının görülmesi ile) giderek azalması ile 25 Mart seçimlerinin katılımı önceki iki oylamadan daha düşük olmuştur. Katilim çizgisinin giderek daha da aşağılara düşerek sonunda 12 Eylül öncesinin “normal” boyutlarına ulaşacağı belli olmuştur. Zaten daha bugünden burjuva basını katılımın düşüklüğüne bahaneler aramaya başlamıştır. Seçimlere katılımın düşmeye başlaması gelecek seçimlerde partilerin alacakları oyları büyük ölçülerde etkileyecektir. 25 Mart seçimlerinin en önemli yanı kuşkusuz ki toplumun yeniden politize olmaya başlamasıdır. Seçim kampanyasının sürdüğü 2-3 aylık süre içinde toplum yeniden eski normlarına dönmeye başlamıştır. Siyaset yasak olmaktan çıkmıştır. Bu, 25 Mart seçimlerinin yarattığı en önemli sonuçtur. Fakat gelişmenin yönü böyle mi devam edecektir? Sosyalistler için düşünülmesi, irdelenmesi gereken nokta burasıdır. Bu soruya verilecek cevap aynı zamanda geleceğin gelişme çizgisinin kabaca kavranmasına yardımcı olacaktır. 25 Mart seçimleri gerçekten toplumun yeniden politikaya dönmesine başlamasına yol açtı. 6 Kasım seçimlerinden başlıca farklılığı budur. Seçim kampanyası daha politize olarak sürdü, partiler, taraftarları ve seçmenler daha coşkuluydu. Bu hava başlıca Uç partinin eseri oldu: SODEP, DYP ve ANAP. Seçimlere katılan iki eski parti HP ve MDP ise daha seçim öncesinden adeta silinmiştir. RP ise bilinçli bir biçimde seçimlere coşkulu, iddialı bir biçimde katılmadı. MSP’nin devamı niteliğindeki RP 25 Mart seçimlerini bir varlık göstergesi, bir güç sınaması ve gelecek seçimler için yatırım olarak gördü. Elde ettiği sonuçlarla da amaçlarına ulaşmıştır. Kampanya boyunca olduğu gibi sonuçlar açısından da seçimler esas olarak 3 partinin arasında geçti, en büyük atakları ve coşkuyu kuşkusuz öncelikle SODEP ardından da DYP yarattı. Bu iki parti geçmişin devamı oldukları iddiası ile ortaya çıktılar. SODEP için sorun daha basitti, o, esas olarak CHP’nin sosyal demokrasinin yeni temsilcisinin Halkçı Parti değil kendisi olduğunu kanıtlamaya çalıştı ve bunu çok büyük ölçüde ger-
SOSYALİST İŞÇİ
25 MART SEÇİMLERİ
Sayı: 1
ÜZERİNE
SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULU
ÖNÜMÜZDE ZORLU BİR MÜCADELE DÖNEMİ VAR. YENİ GELİŞMELERLE, YENİ ŞEKİLLENMELERLE FAKAT HERŞEYDEN ÖNEMLİSİ BİZİ BEKLEYEN DAĞ GİBİ GÖREVLERLE. BU GÖREVLERİN ODAK NOKTASI ÖRGÜTLENMEDİR. HER DÜZEYDE İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENMESİ SINIF BİLİNÇLİ İŞÇİLERİN ÖNÜNDEKİ GÜNCEL GÖREVDİR. İŞÇİ SİNİFİNİN HER DÜZEYDE ÖRGÜTLENMESİ HER DÜZEYDEKİ HAREKETLİLİĞİN ESERİ OLACAKTIR VE BU HAREKETLİLİĞİN İLK ZAYIF SİNYALLERİ GELMEKTEDİR. SOSYALİST İŞÇİLER BUGÜN ÇOK DAHA BÜYÜK BİR ENERJİ İLE BU HAREKETLİLİĞİ BAŞLATMAK, BAŞLAYANLARI YÖNLENDİRMEKLE GÖREVLİDİRLER' çekleştirdi. HP bazı bölgeler dışında tam anlamı ile silindi, tüm oy potansiyeli SODEP’e aktı. DYP’nin işi ise daha zorluydu. DYP bir yandan MDP’ye ve ANAP’a giden kadrolarını ve oylarını korumak zorundaydı, diğer yandan ise bu iki parti arasındaki farkı seçmenlere anlatmak zorundaydı. Birinci görevini bir ölçüde yerine getirdi, MDP’ye gitmiş olan kadrolarını büyük ölçüde geri topladı, fakat ANAP’a karşı o denli başarılı olamadı. ANAP ve MDP karşısındaki dünyaya bakış farklılığını ise hiç bir şekilde açıklayamadı. DYP’nin bu konudaki tek başarısı da gene MDP’ye karşı oldu. Cuntanın bu doğrudan partisine karşı “milli irade” galip geldi, fakat ANAP bir önceki seçimlerde cuntaya karşı “milli irade”nin zaferini kazanmıştı. Dolayısıyla DYP adeta tamamlanmış ve zaferi elde edilmiş bir zaferi sürdürmeye çalıştı. DYP açısından kullanılabilecek tek silah geçmişle olan bağlardı: Bayar, Demirel ve Avcı. Bütün seçim kampanyası boyunca DYP bu temayı işledi, bütün gücüyle “mühür onlardaysa Süleyman bizde” dedi. Ne var ki, köprülerin altından epeyce sular akmıştı ve AP ile olan bağlar DYP’nin ANAP’ı bölmesine yetmedi. Diyebiliriz ki 25 Mart seçimlerinin üç mağlubu vardır: HP, MDP ve Doğru Yol Partisi. DYP’nin mağluplar arasında olması bir başka şekilde söylenirse HP’nin mağlubiyeti demektir. Verdiği bütün açık desteğe rağmen AP liderliği AP’nin oylarının DYP’de toplanmasını sağlayamamıştır. Seçimlerin bir başka çok önemli sonucu ise ANAP’ın durumudur. ANAP bir yandan toplamış olduğu oyu korudu. Fakat bu sonuçtan daha önemli olarak, ANAP tekelci burjuvazinin desteğini büyük ölçüde aldı. 6 Kasım seçimlerinde ANAP’ı açıkça destekleyenler, “24 Ocak Holdingleri” denen büyük tekellerdi, 25 Mart seçimlerinde ise ANAP Sabancı‘nın, Koç‘un desteğini de arkasına aldı. Sabancı‘nın ANAP’dan İstanbul Belediye Başkanı olacağı söylentileri, Koç‘un seçimlerden 2-3 gün önce muhalefetin tutarsızlığını ilân ederek ANAP’a zaman verilmesi gerektiğini söylemesi ve daha küçük çaplı pek çok tekelcinin açık veya kapalı bir bi-
çimde ANAP’ı desteklemeleri 25 Mart seçimlerinde ANAP’ın en büyük kazancıdır. Tekelci burjuvazinin desteği her-şeyden önce ANAP için sağda süren koltuk kavgasını büyük ölçüde bitirmiştir. Böylelikle DYP şansını büyük ölçüde yitirmiştir, ikinci olarak tekelcilerin desteği en geniş anlamı ile maddi destektir. ANAP’ın 6 Kasım seçimlerinde 129 milyon lira reklâm harcaması yapmış olması bile tek başına bu maddi desteğin iyi bir göstergesidir ve 25 Mart seçimlerinde ANAP bir yandan bu yüz milyonlarca liralık ilk yatırımının ürünlerini biçmeye devam etmiştir, diğer yandan da yüz milyonlarca liralık yeni yatırımlar yapmıştır. Böylesi bir maddi güç ancak tekelcilerin açık desteği ile kazanılır, öte yandan, tekelcilerin maddi gücü toplumu büyük ölçüde biçimlendirip, haberleşme araçlarının ANAP’a çalışmasını sağlamıştır. Bütün basın adeta sözleşmişçesine tüm seçim kampanyası boyunca ANAP’ı desteklemiştir. Son olarak tekelcilerin tercihi, bütün burjuva kesimlerini ülke çapında tüm kamu etkinlikleri ile biçimlendirmiştir. ANAP’ın seçimlerdeki bir başka avantajı ise iktidar partisi olmasıdır. Ufukta yeni bir genel seçim olanağının olmadığı bir ortamda belediye yönetimlerinin iktidarla uyumluluğu seçmenin “sağduyusuna” büyük ölçüde hakim olmuştur. Aynı şekilde eski siyasi kadrolar, özellikle de AP’nin kadroları gelecek dönemdeki ekmek kapılarının ANAP olduğu inançlarını pekiştirmişlerdir. Bu siyasi kadrolar için iktidarlardan yana -hele aralarında önemli farklar olmayan iktidarlardan yana- tavır almak ekmek kapısıdır, ikbal yoludur. Seçim sonuçlarını bütün bunlardan sonra bir iki başka noktadan daha değerlendirmek gerekir: öncelikle 6 Kasım seçimlerinde sağın iki partisi ANAP ve MDP yaklaşık 12 milyon oy almıştır. 25 Mart seçimlerinde ise sağın dört partisi; ANAP, DYP, MDP ve RP 11,5 milyon oy toplamışlardır. 1977 genel seçimlerinde ise sağın topladığı oy 8,2 milyondur. Kısacası sağ oylar 3-3,5 milyon artmıştır. “Sol” oylar ise 6 Kasım’da 5,3 milyon, 25 Martta ise 5,6 milyondur. Böylelikle 6 Kasım’dan 25 Mart’a sağ oylarda çok
küçük bir düşüş, “sol” oylarda ise gene çok küçük bir artış vardır, fakat asıl önemlisi “sol” oylar 1977 seçimlerine göre önemlice bir düşüş göstermiştir. Oyların değerlendirilmesindeki en büyük olgu budur. Sağın, özellikle de ANAP’ın oylarındaki artışın başlıca kaynağı 12 Eylül öncesi seçimlerinin “porsumuş“ oylarının, yani sandık başına gitmeyen, seçimlere katılmayan seçmenlerin Anayasa oylamasından beri seçimlere katılmaları ve sağı desteklemeleridir. Kanımızca bu geçici bir olgudur. Seçimlere katılma “normal”e dönmeye başladıkça “porsumuş“ oylarda bugünkü “canlılıklarından” çıkıp gene geri çekileceklerdir. Böylesi bir gelişme kuşkusuz önemli sonuçlar yaratacaktır, örneğin sosyal demokrasinin aldığı oyun yüzde si daha az katılımlı bir seçimde büyük ölçüde yükselecektir, aynı şekilde RP’nin 800-850 bin oyunun oranı da gene büyük ölçüde yükselecektir, DYP oyları için de bir ölçüde aynı şeyi söylemek mümkündür, buna karşılık MDP en başta olmak üzere ANAP’ın oylarının oranı büyük ölçülerde düşecektir. Önceki seçimlere katılmayan, fakat 6 Kasım ve 25 Mart seçimlerine katılan seçmenlerin oylarının anlamı sosyalistler için bir başka önemli noktayı göstermektedir. Sosyalistler arasında yıllardır süren “boykot” tartışmalarında bazı “boykotçu” sol küçük burjuva grupları bu “porsumuş“ oylara sahip çıkarak onları boykotçu oylar olarak göstermeye çalışmaktaydılar. Son iki seçim ise bu seçmen kitlesinin eğilimlerini açıkça göstermiştir, “porsumuş“ oylar “parlamentoyu protesto etmek” bir yana en sağa, tekelcilerin en açık temsilcilerine oy vermişlerdir. Buradan çıkarılacak sonuç “porsumuş“ oyların toplumun en geri kesimi ve bu anlamda da sosyalistler için en tehlikeli kesimi olduğudur. 25 Mart seçimlerinin sonuçlarını 6 Kasım seçimlerinin sonuçları ile birleştirerek toparlarsak: toplum yeniden politize olmaya başlamıştır. Ancak politize oluş yeni bir toplumsal muhalefet dalgasının kabarışına şu anda tekabül etmemektedir. Toplum bu anlamda henüz daha halâ
Sayı: 1
Sayfa: 4
SOSYALİST İŞÇİ
oldukça sessiz ve çekingendir. Toplumsal muhalefeti başlatabilecek olguların sayısız ölçülerde varlığına rağmen bu geri düzeyinin başlıca nedeni siyasal özgürlüklerin yok edilmiş olmasının sonucu olan örgütsüzlüktür. Örgütsüzlük her düzeyde toplumu kavramıştır, işçi sınıfının devrimci partisinden sosyal demokrat reformizme kadar, sendikadan meslek derneklerine kadar, toplum tam bir örgütsüzlük ve dolayısıyla kargaşa içindedir. Toplumun en dinamik kesimi işçi sınıfının örgütsüzlüğü ise kuşkusuz bu kargaşanın boyutlarını daha da yükseltmektedir. ANAP’ın iktidarını uzun sureli olarak garantilemiş olması ve bu partinin bir yandan tekelcilerle diğer yandan da faşist hareketle olan ciddi bağları önümüzdeki dönemin en ciddi olgularından birisini oluşturmaktadır, üstelik bu parti hakkı olmayan bir siyasal koza sahip olarak iktidarını sürdürecektir; bu topladığı 7 milyon (% 41,5) oydur. Her çıkan sese karşı bu 7 milyon oyun ağırlığı öne sürülecektir. Toplumun örgütsüzlüğünden her bahsedişimizde özellikle işçi sınıfının durumunu öne çıkarmak durumundayız. Sandık sonuçları alınıncaya kadar ayrıntılı tesbitler yapmamız mümkün olmasa da büyük kentlerin, sanayi şehirlerinin genel oy durumuna bakarak kabaca diyebiliriz ki işçi sınıfı bugün 1973 seçimlerindeki tercihi içinde değildir. 1973 seçimlerinde bilinçli bir tercihle sosyal demokrasiye giden işçi sınıfı, gerek 6 Kasım seçimlerinde gerekse de 25 Mart seçimlerinde aynı tercihi yapmamıştır. Örgütsüzlüğün yanı sıra 3,5 yıllık sürek avının, terörün ve ideolojik bombardımanın bu yeni tercihteki katkısı küçümsenemez, ancak bu etken kadar önemli olan bir diğer etken de yeni sosyal demokrat hareketin tutumudur. 1973 CHP’si ile HP ve SODEP arasında büyük bir fark vardır. HP üzerine çok şey söylemeye gerek yok; o, “majestelerinin sol partisi”dir. SODEP ise demokratik hakların savunulması doğrultusunda gösterdiği tutarsızlıkla işçi sınıfının ilgisini toplayamamıştır, bir alternatif olarak çıkamamıştır. Sonuç olarak 25 Mart seçimleri sosyalistlerin bekledikleri sonuçlarla bitmiştir, önümüzde zorlu bir mücadele dönemi var. Yeni gelişmelerle, yeni şekillenmelerle fakat her şeyden önemlisi bizi bekleyen dağ gibi görevlerle. Bu görevlerin odak noktası örgütlenmedir. Her düzeyde işçi sınıfının örgütlenmesi sınıf bilinçli işçilerin önündeki güncel görevdir, işçi sınıfının her düzeyde örgütlenmesi her düzeydeki hareketliliğin eseri olacaktır ve bu hareketliliğin ilk zayıf sinyalleri gelmektedir. Sosyalist işçiler bugün çok daha büyük bir enerji ile bu hareketliliği başlatmak, başlayanları yönlendirmekle görevlidirler.
MUHALEFETSİZ BİR SEÇİM 25
Mart seçimleri siyasal özgürlüklerin, demokratik hakların sonuna kadar sınırlı olduğu bir ortamda gerçekleşti. Başta anayasa olmak üzere siyasal ve toplumsal yaşamı düzenleyen hemen hemen tüm yasalarda yapılan değişiklikler sonucu “muhalefetsiz” bir ortam yaratıldı. Nitekim gerek 6 Kasım seçimlerinde, gerekse de 25 Mart seçimlerinde muhalefet yoktu. Oysa 25 Mart seçimlerinde ortalık “muhalefet”ten geçilmiyordu. Çeşit, çeşit muhalefet vardı! Birinci cins muhalefeti “içerdekiler”de denen MDP ve HP oluşturuyordu. Seçim sonuçları bu iki partinin sadece muhalefet olmadıklarını değil, hiç birşey olmadıklarını gösterdi. İkisi de silindi. Gerçekte ise bu iki partiden MDP gerçek iktidara en yakın olan partidir. HP ise kelimenin tam anlamı ile “majestelerin muhalefeti”! İkinci cins “muhalefeti” ise DYP oluşturdu. DYP muhalefeti 6 Kasım seçimleri öncesi, BTP’nin kuruluşu ile başladı. BTP’nin kapatılması üzerine bu partinin yöneticileri ve AP liderliği ile Cunta arasında sert bir çatışma oldu. AP önderleri ve BTP kurucularının bir kısmı Çanakkale’de göz altına alındı. Bunların Çanakkaleden yayınladıkları bildiri ülkede demokrasinin olmadığını askeri diktatörlük olduğunu, toplumun bütünüyle militaristleştirildiğini anlatıyordu. Çıkardıkları ikinci bir bildiride ise AP’liler cuntaya “BTP’yi kapatarak kendi çıkardığınız anayasası ihlâl ediyorsunuz. Anayasa suçu işliyorsunuz!” demekteydiler. Ne var ki bu muhalefetin arkası gelmedi. 6 Kasım seçimleri öncesi çok daha sert bir görünüm içinde olan Doğru Yol Partisi 25 Mart seçimlerine katılırken “demokrasinin olmadığını” unuttu ve bütün gücüyle miras kavgasına girdi. “Milli irade” adeta DYP’nin “demokrasi mücadelesi”nin simgesi olarak ortaya sürüldü. Oysa onların “milli irade” dedikleri olgu 6 Kasım da gerçekleşmiş ve AP’nin, CHP’nin ve hatta bazı “sosyalistlerin” de desteği ile ANAP “milli irade”yi gerçekleştirerek seçimleri kazanmıştı. “Milli irade” ANAP’ın yanı sıra “majestelerinin sol muhalefeti” HP’de de yansımıştı.
Üçüncü bir “muhalefet” ise SODEP’ti. En ciddi muhalefetin SODEP olacağı, olması gerektiği düşünülüyordu. Öyle ya, SODEP sosyal demokrat bir partiydi, CHP’nin devamıydı. O CHP ki ‘73 seçimleri ile birlikte ortaya çıkardığı programı ile toplumsal muhalefetin toparlayıcısı olmuştu. SODEP’ten de aynı görev beklenmekteydi. Ne var ki SODEP daha 6 Kasım seçimleri öncesinden başlayarak böyle bir fonksiyon üstlenmeyeceğini gösterdi. Fakat SODEP ‘73 seçimlerinin CHP’sinin değil de, o mirası yiyip tüketmiş, toplumsal muhalefeti eritip, dağıtmış, 1979-80’in CHP’sinin devamıydı. 6 Kasım seçimleri öncesi SODEP adeta DYP’nin kanadının altına sığınmıştı. DYP’nin çıkışlarının açtığı yoldan ilerlemeye çalışmaktaydı. 25 Mart seçimleri öncesinde ise SODEP artık DYP’siz kendi ayakları üzerinde durabiliyordu çünkü artık bu an için yeterli olan icazeti almıştı. 25 Mart seçim kampanyasından önce SODEP aldığı icazet sınırlan dışına çıkmadı. Bu sınırları zorlamayı bile denemedi. Demokratik haklar, siyasi özgürlükler için mücadele bayrağını açmayı bir yana bırakalım en basit istekler için bile sesini çıkarmadı. Örneğin seçim kampanyası ile aynı günlere rastlayan YHK toplantıları boyunca diğer partiler, DYP, HP bile sendikal yasaların değiştirilmesini ileri sürerken SODEP suskun kalmayı tercih etti. Ağzını açtığında ise sendikal yasaların “yetersiz” olduklarını söylemekten öteye gidememiştir. SODEP’in bu tutumunun nedenleri bir yanıyla onun icazet arayışında aranmalıdır. Nitekim seçimler öncesi icazet peşinde olan SODEP seçimler sonrasında da icazet arayışını devam ettirmiş ve sağcı basının alayları arasında bu defa meclise girmenin yollarını araştırmaya başlamıştır. Yöntem şüphesiz Halkçı Partiden milletvekili transferidir. Fakat işin asıl ilginç yanı ve sağ basının alaya aldığı yanı HP’den SODEP’e milletvekili transferi için Özal’ın icazetinin istenmesidir. Tercümanın deyişi ile “muhalefeti örgütlemek de Özal’a
düştü!” SODEP’in tutarsızlığının ikinci bir nedeni toplumsal muhalefetin bugün içinde olduğu durumdur. Siyasal özgürlüklerin bu denli sınırlı olduğu bir toplumda sosyal demokrat muhalefete fazla iş düşmemektedir. Sosyal demokrasinin çağımızdaki görevi yükselen toplumsal hareketlilikleri, işçi hareketini dizginlemektir. Reformist burjuva suratının başlıca fonksiyonu budur. Oysa bugün toplumsal muhalefetin boyutları son derece sınırlıdır, bu durumda sosyal demokrasi için de keskinliğe gerek yoktur. Seçimlerin dördüncü bir muhalefeti ise, biraz gariptir ama. ANAP’tır. ANAP bir taraftan iktidar partisi olmasına rağmen iktidarın gerçekten ANAP’ın elinde değil, daha halâ cuntanın elinde olduğu bir an için dahi unutulmamalıdır. 25 Mart seçimlerinde ortada görülmeyen iki muhalefet hareketi daha vardır: Henüz kurulmamış olan ve Ecevit ile sıkı ilişkiler içinde olduğu söylenen “Demokratik Sol Parti” ve sosyalist hareket. “Demokratik Sol Parti” sosyal demokratların yedek atı durumunda. 80 CHP’ sinin devamı olma görevi SODEP’in ise 73 CHP’sinin devamı olma görevi de DSP’nin. Bugün seçimlere katılmamış ve hatta protesto etmiş olmakla DSP gelecekte yükselecek olan toplumsal muhalefete yatırım yapmaktadır.
T
oplumsal muhalefetin önümüzdeki dönemde hızla olmasa da yükseleceği açıktır. Bir kere başladı mı da toplumsal muhalefetin adeta dizginlenemez bir biçimde geliştiği bilinmektedir. İşte DSP’nin görevi o noktada başlayacaktır. Bugün SODEP’e razı olan yığınlar o zaman SODEP’i aşmaya başlayacaklar fakat karşılarında bu kez DSP’yi bulacaklardır. Taze, dinamik ve “sol” görünümlü olarak. Sosyalist harekete gelince 25 Mart seçimlerinde ondan bahsetmek pek mümkün değil. Birçok sol grup 25 Mart seçimleri üzerine herhangi bir tavır dahi belirleyemediler. Tavır belirleyenlerin ise hareketliliği adeta görünmez ölçülerdeydi. Bu, sosyalist hareketin 12 Eylülde nasıl bir güç ve olanak kaybettiğini göstermektedir. Aynı şekilde önümüzdeki dönemin başlıca görevini de gene durumumuz açıkça ortaya koymaktadır: örgütlenmek, örgütlenmek ve gene örgütlenmek.
Sayfa: 5 ANAP Hükümet politikasını açıkladığında kimse pek şaşırmadı. Hatta o kadar ki, T. Özal’ın bu tedbirleri açıklamak için düzenlediği basın toplantısına yabancı basın hiç mi hiç itibar etmedi. Bunların sebebi açık; hükümet politikasında hiç bir yenilik yok. Esas olarak 25 Ocak tedbirleri doğrultusunda hazırlanmış. Yani aynı politikanın bir devamı olarak ekonomiyi daha çok dışa açıyor: Yabancı sermayenin gelmesinin önündeki her türlü kontrol ve sınırlamalar kalkıyor; ihracatı alabildiğine teşvik ediyor. Bu karakteri ile politika, emperyalizmin uluslararası koordinatörlüğünü yapan IMF’nin dünya krizini çözmeye yönelik adımları ile tam bir uygunluk içinde. 1970’lerin sonlarından itibaren IMF giderek malların ve sermayenin uluslararası dolaşımının önündeki engelleri kaldırma yolunda daha çok çaba göstermeye başladı. Böylece hem uluslararası tekellerin uygun gördükleri alanlara daha kolay yatırım yapmasına hem de malların daha kolayca her türlü pazarda satmasını amaçlıyor. Buna karşılık bağımlı ülkeler gelişmiş ülke pazarlarına ihracat yapabilecek ve borçlarını bu yolla kazandıkları dövizle ödeyebilecekler. ANAP’ın bu politikası ülke içinde 1970’lerde egemen olan sınıflar ilişkilerini sarsmaya devam ediyor. 1980’lerin başına kadar emperyalizmin işbirlikçiliğini belli ilişkiler temelinde yapmış olan sermaye kesimleri emperyalizmin değişmekte olan politikasına ayak uydurmaya çalışıyorlar. 1980’lerin başına kadar yüksek gümrük duvarları altında sanayileşmiş ve tekelleşmiş Koç, Sabancı, Has ve Eczacıbaşı gibileri şimdi dışa açılmanın sancılarını çekiyorlar. Bu sanayiciler nispeten bu sıkıntılara, dış pazardan gelen malların rekabetine, enflasyonu sınırlamak için ülkede insanların fakirleştirilmesinden doğan talep azalmasına dayanabiliyorlar. Buna karşılık sanayinin geri kalan kısmı, ve daha da ağırlıklı olarak, orta ve küçük sanayiciler büyük sıkıntılar altına giriyor ve kitleler halinde iflasa sürükleniyorlar. Bu arada, Enka Holding, Hema Holding, Okumuş Holding gibi yeni sermaye grupları hızla yükseliyor ve tekelci burjuvazinin iktidara en yakın kesimleri arasına giriyor ve hükümete bakan veriyorlar. Böylece Özal hükümeti hakim sınıflar arasındaki güçler dengesindeki değişmelerin, gittikçe daha açıkça belli olmaya başlayan bu değişmelerin bir ifadesi oluyor. Özal hükümeti yaşanmakta olan dünya ekonomik krizi ve emperyalizmin bu konudaki çıkarları ile uygunluk halinde hareket ederken ve uygun politikalar takip ederken, Türkiye ekonomisinin kendi krizini çözmek doğrultusunda da birincisi ile uygunluk içinde hareket ediyor.
SOSYALİST İŞÇİ
Özal hükümetinin ekonomi politikası üzerine Behçet TOPRAK
Dedik ki tekelci sermaye ve genel olarak da sermaye, değişmekte olan koşullara ayak uydurmaya çalışıyor. Ve ayak uydurabilmenin en önemli ve galiba da tek ölçüsü uygun yapı değişikliklerine gitmek. Yani son zamanlardaki moda deyimi ile ithal ikameci yapıdan ihracata yönelik yapıya geçmek. Şunu biliyoruz ki dünya krizine paralel Türkiye ekonomisi de kendi krizini yaşıyor. 1970’lerde ithal mallarının fiyatlarının artması bu malları girdi olarak kullanan sanayinin maliyetlerini arttırıyordu. Giderek döviz dar boğazı yüzünden bu mallar ithal edilemez hale ve sanayi de durma noktasına geldi. Bu malların ithali için gerekli döviz esas olarak 1950’lerden beri İç kaynaklarla yani ihracat gelirleri, işçi dövizi ve turizm ile değil fakat dış kredilerle sağlanırdı. Bu kredilerde 1970’lerin ortalarında kesilmeye başladı. Çünkü Türkiye ekonomisi açısından kredi, borç olan bu para, bunu veren bankalar açısından yalnızca bir yatırım. (Şunu da hatırlatalım ABD’nin mali ekonomik egemenliğinin sarsılmasıyla beraber diğer ülkelere yardım ve devlet kredileri azaldı ve az gelişmiş ülkeler artık gerekli kredileri serbest pazarlardan aramak durumunda kaldılar.) Demek ki bu yatırımların da her yatırım gibi kâr etmesi gerekiyor (bu durumda faizlerinin geri ödenebilmesi için bunu borç alanlarında kâr
etmesi gerekiyor). İşte bu kredilerin de gittikçe daralması esas olarak sanayide kâr oranlarının düşmekte olmasıydı. Açıktır ki Türkiye’ye doğrudan yatırım yapacak yabancı sermaye içinde aynı durum hem de daha fazla geçerli olacaktır. Kârları belirleyenler esas olarak sabit maliyetler (makina), değişken maliyetler (hammadde enerji), ücretler ve işçilerin hazır teknoloji ile gerçekleştirdikleri üretkenlik. Burjuvazi açıcından bu etkenlerden sabit ve değişken maliyetler açısından yapacak pek bir şey yok çünkü bunları esas olarak dışa bağımlılık yüzünden dünya pazarı belirliyor. Geriye ücretler kalıyor ve üretkenlik kalıyor. Bu durumu göz önüne aldığımızda da hem 25 Ocak hem Cunta hem de Özal hükümetinin, hem de ilerde muhtemel diğer burjuva hükümetlerinin politikasını kolayca anlarız. Biz şimdi 25 Ocak ve sonrası politikaların ikinci kısmına yani içe dönük Türkiye ekonomisinin sermaye birikimi krizine dönük yanma bakalım. Bu yan da önemli, çünkü yeni koşullara ayak uyduracak sermaye grupları esas olarak öncelikle kendi krizlerini çözmeliler. Türkiye’de gerçek ücretlerin gelişmesini izlediğimizde şu durumla karşılaşıyoruz. İşçi sınıfının örgütlenme ve bilinç düzeyinin gelişmesine paralel olarak ve ekonominin büyü-
Sayı: 1
mekte olmasının da sonucu olarak ücretler 1967 yılı hariç genel olarak 1970’e kadar artıyor. 1968-70 Türkiye ekonomisinin krize girmeye başladığı yıllar. 1971, Cunta ve ücretler 1970-73 arası hızla düşerek 1965’in gerisinde kalıyor. 1973’den sonra gene işçi sınıfının mücadelesi ve krizin birinci durgunluk döneminin aşılmış olması ile de bağlantılı olarak 1978-79 başına kadar artıyor. 1979 krizin ikinci durgunluk dönemi ve CHP sıkıyönetim ilân ediyor, sonra da seçimleri kaybedip yetini zamanın muhafazakâr partisine; AP’ye bırakıyor; sonra 25 Ocak tedbirleri ve Cunta. Bu süreç içinde bugüne geldiğimizde 1979’dan bu yana ücretlerin hızla düşüp bugün 1963 yılının fiyatları ile o yılın 17,91 TL olan ücretinin gerisine düşerek 1963 fiyatları ile 12,26 Lira oluyor. Özal hükümeti bu politikayı devam ettiriyor. Ayrıca bugün işçilerin 2/3’ünün sendikasız kalmış olması da bu görevin yerine getirilmesinde Özal’a büyük kolaylık sağlıyor. Son olarak Özal programının ve uygulamalarının içe dönük bir diğer yanına değinelim. Bu uygulama ihracata yönelik tarım ürünlerinin, örneğin tütün taban fiyatlarını düşük tutmak. Yani ihracatçı tüccara tütünle ucuz olarak dünya pazarında rekabet etmek şansı tanınacak. Bu malı Marlboro (yaklaşık % 43’ünü alıyor) Kent gibi emperyalist tekellerin aldığım ve döviz gelirinin de Türkiye tekelci burjuvazisine kaynak sağladığı göz önüne alındığında, köylünün hem yerli hem de yabancı tekellerce nasıl soyulmaya çalışıldığı ortaya çıkar. Yalnız şunu açıklamakta fayda var; zengin köylü ve büyük toprak sahibi aynı zamanda tüccarlık ta yaptığı için esas soyulan orta ve yoksul köylü oluyor. Bitirirken özetle şunları ekliydim. Özal tedbirlerine kuş bakışı bir bakarsak iddiaya göre devlet müdahaleciliği azalıyor ve serbest piyasa ekonomisine geçiyoruz. Özal programı şunları getiriyor: 1. İhracatı teşvik (devlet müdahalesi!!) 2. Kredi faizlerini düşürme ve vergi muafiyetleri (devlet müdahalesi!!) 3. Taban fiyat saptaması (devlet müdahalesi !!)4. Ücretlere enflasyon tahmini yolu ile tavan koyma (devlet müdahalesi). Durum son derece açık. Fiyatlar serbest bırakılıyor ve buna da serbest piyasa deniyor. Fakat aynı “serbest” piyasada hükümet sanayicileri serbest piyasa etkisinden korumak üzere müdahale ediyor. Fiyatlar serbest kalırken sermayenin satın aldığı tek malın, işgücünün (ücret) fiyatına güçlü bir müdahale yapılıyor ve artmaması, düşmesi için her türlü politik baskı yapılıyor. Özal’a cuntadan farklı olacağını düşünerek oy vermiş olanlar bu gerçekleri düşünmeli.
Sayı: 1
Sayfa: 6
SOSYALİST İŞÇİ
1960’ı izleyen nisbi demokratik ortamda işçiler, özellikle de İstanbul’daki büyük sanayi işletmelerinin işçileri grev hakkı için mücadeleye başladılar. Eylemler giderek yayıldı. Bu gelişme karşısında 1963 yılında egemen sınıflar sendikaların grev yapabilmesini sağlayan yasal değişiklikleri parlamentodan geçirdiler. O yıl grevler derhal başladı ve her yıl artarak grev hareketi devam etti. Bu ilk yıllarda Türkiye’deki tek işçi örgütlenmesi Türk-İş’ti. Amerikan sendikacılığının denetimindeki Türkİş işçilerin siyasal bilinçlenmesinin önüne geçmesinin yanı sıra günlük ekonomik mücadelede de işçilere doğru önderlik etmiyor, mücadeleyi baltalıyordu. Nitekim 1966 yılında Paşabahçe Cam işçilerinin grevinin Türk-İş tarafından satılması bardağı taşıran son damla oldu ve bu grev çevresinde süren mücadeleden yeni bir işçi sendikaları konfederasyonu; DİSK doğdu. DİSK’in kuruluşu işçi hareketine büyük bir hız kazandırdı. Sendikalaşan işçilerin sayısı ile birlikte grev sayısı da hızla arttı. DİSK bir yandan sendikasız işçileri örgütlüyor, bir yandan da Türk-İş içinde örgütlü olan işçileri saflarına kazanıyordu. O yılların sloganı “sendika seçme özgürlüğü” idi. İşçiler mücadele ederek, Türk-İş’in sarı sendika çemberini kırıyor ve DİSK’e katılıyorlardı. 1970’e varıldığında artık DİSK işçi hareketinin önemli bir kesimini sayısal olarak temsil ediyordu fakat daha önemlisi, işçi hareketinin yaşayan canlı kesimini en ileri kanadını oluşturuyordu. DİSK’in gelişimi karşısında kapitalistler telaşa düştüler. İşçi sınıfına verilmiş olan grev ve sendika hakları artık alınmış haklara dönüşmüştü. İşçiler verdikleri mücadeleler ile yeni yeni haklar kazanıyorlardı. Sendika seçme özgürlüğü, dayanışma grevi gibi. Kapitalistler ise ne yapıp etmeli gelişen işçi hareketini DİSK’i durdurmalıydı. Aynı yıllarda Türkiye ekonomisi de kriz içine girmeye başlamıştı. Çare sendika ve toplu sözleşme-grev yasalarını değiştirmekti. Yeni yasalar hazırlandı ve parlamentoya sunuldu. İşçilerin cevabı sert oldu. Bugüne kadar Türkiye işçi sınıfının en şanlı mücadelesi olan 1516 Haziran Direnişi başladı. Direnişe sadece kapatılıp yok edilmek istenen DİSK’li işçiler değil Türk-İş’li işçiler de katıldı. Türk-İş’li işçiler bir yandan sınıf dayanışmasının en iyi örneğini verdiler diğer yandan da kapitalistlere işçi sınıfının sendikal eğiliminin DİSK olduğunu mücadele içinde, direnerek gösterdiler. İşçilerin mücadelesi sıkıyönetim ilan edilerek durduruldu. Direniş bitti fakat yasa değişiklikleri gerçekleşemedi. 15 16 Haziran Türkiye işçi sınıfının ilk büyük çaplı siyasal eylemi oldu.
Sosyalist işçilerin sendikalardaki güncel görevleri Recep GÖKIRMAK
12 Mart askeri darbesi işçi hareketini bir ölçüde yavaşlattı fakat durduramadı. Sınırlı yasal olanaklar içinde grevler sürdü, DİSK’in üye sayısı çoğaldı. Yeni sendikalar Türk-İş’ten ayrılarak DİSK saflarına katıldı. Bazı bağımsız sendikalar da DİSK saflarında yerlerini aldılar. 12 Mart dönemi bittiğinde DİSK daha da güçlenmiş olarak dimdik ayaktaydı. Mücadele ileriye doğru gelişmeye devam etti. 12 Mart dönemi kapitalistlere bir şeyi daha öğretti: İşçilerin sendikal tercihi kesinlikle DİSK’ti. Onu mutlaka yok etmek gerekiyordu. Kapitalistler bu fırsatı 7 yıl beklediler. 12 Eylül 1980’e kadar sınıflar mücadele-sindeki denge içinde kapitalistlerin gücü DİSK’i yok etmeye yetmiyordu. Kapitalistler nispi demokratik bir ortamda DİSK’in kapatılamayacağı konusundaki derslerini almışlardır. 12 Eylül Askeri diktatörlüğünün ilk kararlarından biri de (aynen 12 Martta olduğu gibi) grevleri yasaklamak oldu. Fakat 12 Eylül cuntası 12 Mart cuntası gibi sadece grevleri yasaklamakla yetinmedi, sonuna kadar gitti tüm sendikal faaliyetler yasaklandı, DİSK yöneticileri işyeri temsilcileri tutuklandı. Yöneticiler hakkında idam istemiyle davalar açıldı. Kapitalistler işçi hareketinin bu en ileri kolunu kırmak için ölümcül saldırılara başlamışlardı. DİSK’in kişiliğinde Türkiye işçi sınıfının sendikal haklarına saldırıyordu. Sendikal faaliyetin ve grevlerin yasaklanmasından sonra sıra yasala-
rın değiştirilmesine geldi. Cuntanın Danışma Meclisi bazı ufak tefek itirazlara aldırmadan kapitalistlerin yıllardır özledikleri sendikalar ve toplu sözleşme-grev yasalarını çıkardı. Yeni yasalarla DİSK bu kez resmen kapatıldı. İşçiler için de kapitalistler için de sendikal haklarla DİSK eş anlamlıdır. İşçiler de, kapitalistler de iyi biliyorlar ki DİSK’le oluşan gelenekler ve bilinç olmadan sendikal hakların kullanılması, geliştirilmesi olanaklı değildir. Kapitalistlerin DİSK’i kapatmasının amacı da budur. DİSK’in kapatılmasından sonra yürürlüğe giren sendikal haklar -bütün kısıtlılıklarına rağmen- dahi işlemeyecektir. Onları kullanacak, geliştirecek bir örgütlenme resmen, yasal olarak artık yoktur. Şimdi hedef DİSK’le birlikte gelişen bilincin öldürülmesidir. Sendikal haklar işçiler tarafından alındı mı, yoksa kapitalistler tarafından verildi mi sorusu Türkiye solu tarafından yıllardır tartışılır. Bir türlü de içinden çıkılamaz. Sorunlara dar bir açıdan bakanlar için gerçekten de bu sorunun içinden çıkmak mümkün değil. Bu tartışmayı sürdürenler için dünya akla kara arasında bölünmüştür. Açık bir gerçek ki sendikal haklar 1963’te yoğun bir mücadele sonucu elde edilmedi fakat o yıllarda başlayan işçi hareketi geleceğin müjdecisiydi. Mücadelenin yasadışı
yollardan gelişmesi ve büyümesi, gerçek bir tehlike olması gerçeği karşısında kapitalistler ellerini çabuk tutarak sendika ve toplu sözleşme-grev yasalarını kuşa çevirerek çıkardılar. Böylelikle bir süre için mücadeleyi dizginleyebildiler. Onların hesabını DİSK bozdu. Onun ortaya çıkması, sürdürdüğü mücadele verilen hakların önce alınmış haklar haline gelmesini sağladı daha sonra ise yeni haklar alınmaya başlanmasına yol açtı. 15 - 16 Hazirandaki siyasal mücadele ise alman hakları sağlamlaştırdı. 70’li yıllarda ise genel grevlerle, 1 Mayıs gösterileri ile işçi hareketi yeni içerikler kazanarak elde edilen hakları geliştirmeye devam etti. 1980 yılında, askeri diktatörlüğün kurulduğu gün; 40 bin işçinin grevde olması, bir o kadar işçinin çeşitli eylemlere (işgal, boykot, yürüyüş gibi) katılmış olması ve 100 bine yakın işçinin grev erteleme süresinin bitimini bekliyor olması, aynı yıl Tariş, Cevizli, Antbirlik, Adana tekstil direnişlerinin ve 2 genel grevin olması işçi hareketinin ulaştığı muazzam boyutları gösteriyor. Fakat, işçi hareketi bu denli büyük boyutlara ulaşmışken 12 Eylül‘ü izleyen günlerde neden işçiler sendikal haklarını korumak için mücadeleye giremediler? Neden yeni ve daha üst düzeyde 15-16 Haziranlar tekrarlanamadı? Acaba bu olumsuzlukların nedeni işçi haklarının verilmiş olması ve bu nedenle işçilerin bu haklarını koruyamamış olması mı? Hiç biri değil. 12 Eylül sonrasında
Sayfa: 7
SOSYALİST İŞÇİ
işçi hareketi o dev boyutuna rağmen mağlup olmaktan kurtulamadı. Onunla birlikte epeyce gelişmiş olan sosyalist harekette mağlup oldu. Çünkü bu iki hareket birleşik bir bütünü oluşturamıyordu. Sosyalist hareket esas olarak işçi sınıfını bir yana bırakmış çeşitli küçük burjuva sınıf ve tabakaları örgütlemeye çalışıyordu, onun mağlubiyetinin, ezilmesinin nedeni bu. İşçi hareketi ise sosyalist bir önderlikten mahrumdu. Politik bir öndere sahip olmayan, politik mücadele deneyi olmayan bir işçi sınıfı kapitalistlerin saldırıları karşısında direnemedi, geri çekildi. Kazandığı mevzileri terk etti.
iki olanak var: Türk-İş ve bağımsız sendikalar. (Üçüncü bir olanak olarak Hak-İş var fakat o bugün için tamamen bizim tartışmalarımızın dışındadır.) Şimdi bütün DİSK’li işçiler bu olasılıklardan hangisini seçmek gerektiği konusunda düşünüyorlar ve işaret bekliyorlar. Ortada ise onlara hedef gösteren çeşitli akımlar, hareketler, partiler var. Sosyalist İşçi için temel sorun DİSK’li işçilerin hangi sendikayı seçecekleri değildir. Bu ikinci derecede önemli bir sorundur. Esas olan, sendikal hakların kazanılması doğrultusunda sürdürülecek olan mücadeledir. Bizim taktiklerimizin belirleyicisi bu olacaktır.
12 Eylül sonrası sendikal haklara ve DİSK’e karşı başlatılan saldırı karşısında mücadele örgütleri kurulamadı. Ortaya çıkabilen tek tük “DİSK Savunma Komiteleri” de durumu değiştirmeye yetmezdi. DİSK’in ve dolayısıyla sendikal hakların savunulmamasının başlıca nedeni mücadele için örgütlenememesi oldu. İşçiler bu tür örgütlenmeleri kendi başlarına gerçekleştiremezlerdi, onlar için gerekli olan mücadelenin başına geçip örgütlülüğü sağlayacak olan sosyalist örgütlenmeydi. Oysa sosyalistler aynı dönemde ağır bir mağlubiyet yaşıyorlardı ve zaten işçi hareketi ile hemen hemen hiç bir ciddi ilişkileri yoktu. Bu dönem içinde sosyalist hareket içindeki tek olumlu gelişme, sosyalistlerin bir kısmının doğru devrimci taktikleri hayata geçirmek doğrultusunda kararlı adımlar atmaya başlamaları oldu. “Bütün gücümüzle işçi sınıfına” sloganı sosyalist hareket içinde bu dönemde yükseldi, bu şiarın etrafında şimdi sosyalist işçiler örgütlenmeye başlıyorlar.
Kısa mücadele tarihimiz bize gösterdi ki, hak verilmez alınır. Ancak uğrunda örgütlenildiği, mücadele edildiği takdirde sendikal haklan geri almamız ve dün ulaştıkları boyutlardan daha ileriye götürmemiz mümkündür. Fakat kısa tarihimiz bize aynı zamanda siyasal örgütlenmenin zorunluluğunun her şeyin başında geldiğini de gösterdi. Sendikal mücadele ve grevler bizim için savaşın kendisi değil, birer savaş okuludur. Bu okullardan geçmeden ilerlemek mümkün değildir, fakat bu okullarda da hapis olup kalmamak bir üst mücadeleye geçmek gerekir. Bu mücadele siyasal mücadeledir. Sınıf bilinçli işçilerin bütün toplumun kurtuluşu için sosyalizmin bilimi etrafında örgütlenmeleridir. Sosyalist işçiler sendikal mücadelelerinin taktiklerini siyasal mücadelenin taktiklerine bağımlı olarak saptamak zorundadırlar.
Olmayacak olanı olsaydı diye tartışmak doğru değildir ancak bugünkü görevlerimizi daha net hale getirebilmek için “DİSK Savunma Komiteleri” her işyerinde, her iş kolunda olsaydı neler yapmalıydı sorusuna kısa bir cevap verebilmek gerekir. “DİSK SK” her şeyden önce DİSK’in yasal varlığını, zindanlardaki yöneticilerini savunmak zorundaydı. Bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak kapitalistlerin sendikal haklara saldırısına karşı direnmeliydi ve bunların doğal sonucu olarak günlük ekonomik mücadeleyi yönlendirmeliydi. Dünün görevleri bunlardı. Bugün DİSK yasal olarak kapatılmıştır. Yeni yasaların kolunu kanadını kırdığı sendikal haklar çerçevesinde yeni “toplu pazarlık dönemi” başlamaktadır. Öyleyse günün görevleri nelerdir? Bütün işçiler bu sorunun cevabını arıyorlar, örgütleri kapatılan DİSK’li işçiler karşısında şimdi
Siyasal mücadelemizde bugün ilk görevimiz işçi sınıfının devrimci partisini kurmasıdır. Sınıf bilinçli işçilerin sosyalist işçiler olmaları bütün işçilere sosyalizmi yaymaya başlamaları, düşmana karşı mücadelenin taktiklerini bütün işçilere öğretmeye başlamaları, bütün halkı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarmak için seferber etmeleri için ülke çapında işçi sınıfının devrimci partisinde örgütlenmeleri bizim önde gelen hedefimizdir. Yukarıdan beri DİSK’li işçilerin Türkiye işçi sınıfının en ileri kesimi olduklarını ve bunun nedenlerini anlattık. Bugün işçi sınıfının bu en ileri kesiminin örgütü yasal olarak yok fakat DİSK’li işçiler 12 Eylül’den bu yana esas olarak dağılmadan, ama gerçek bir biçimde bekliyorlar. Bu bekleyiş bir anlamda çaresizliğin bekleyişi idi, bir anlamda ise örgütün açılmasının, yeniden faaliyete başlamasının bekleyişi idi. Ama artık beklenecek durum kalmadı. Dün önümüzde duran mücadele hedefleri bugün gene önümüzde duruyor fakat artık
beklememek, mücadeleye atılmak gerekiyor. Önümüzdeki dönemin örgütlenme tarzı artık “DİSK Savunma Komiteleri” olamaz. Sosyalistler, işçi hareketi böyle bir örgütlenmenin gerekli olduğu ve işe yarayacağı dönemde bu görevi yerine getiremediler. Şimdi eskimiş bir mücadele aracını, yöntemini ısıtıp yeniden ortaya sürmemek gerekir. Yasal -ne denli sınırlı olursa olsunsendikal örgütlenme olanağının ortada olduğu bir noktada yasa dışı örgütlenmeye çalışmak anlamsızdır, işçiler böylesi çocukça “sol” önerilere aldırmayacaklardır. İşçiler için gerekli olan çocukça “sol” öneriler değil hayatın gerçeklerine uygun onları çözünmeyebilecek devrimci politikalardır.
SOSYALİST İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE GELMEDİKLERİ SÜRECE SENDİKALAR İŞÇİ SINIFININ KURTULUŞUNA HİZMET EDEMEZ
Devrimci politikaların sendikal mücadelede hayata geçebilmesi için gerekli güç az çok derli toplu olarak duruyor, bu, DİSK’li işçilerdir. DİSK’li işçiler henüz 17 yıllık geçmişin deneylerine, birikimine cap canlı sahipler. Nispi çözülmeler bu arada olmuştur. Bu, yaşanan üç buçuk yıllık dönemin durgunluk ortam in m,cuntanın, kapitalistlerin yoğun propagandasının ürünüdür ve DİSK’li işçilerin genel durumunu yansıtmaz. Öte yandan DİSK’li işçiler önümüzdeki dönemde girişecekleri mücadelede yalnız değillerdir. 15-16 Haziranda olduğu gibi Türk-İş’li işçiler girişilecek mücadelede DİSK’lilerin yanında saf tutacak, omuz omuza mücadeleye atılacaklardır. Sendikal hakların kazanılması, DİSK’in savunulması için mücadelenin ilk adımı DİSK’li işçilerin yeniden örgütlenmesidir, böylesi bir örgütlenme mücadeleye atıldığı takdirde geleceğin sendikal mücadelesi gerçek anlamda başlayacaktır. Yüz binlerce DİSK’li işçi bugün örgütlenmeye hazır beklemektedir. Bu büyük güç daha fazla durgun, hareketsiz beklediği takdirde gün be gün hızla eriyip yok olacaktır.
Sayı: 1
Sosyalist işçiler buna izin vermemeli, bir an önce mevcut gücü toparlayarak harekete geçmelidir. Şimdiden işçilere gösterilen üç hedef var: en güçlü olarak Türkİş’e katılmak öneriliyor. Bu önerinin sahipleri DİSK’li işçilerin usulca, sesiz sedasız Türk-İş’e katılmasını istiyorlar. Bu tutum DİSK’in bu kez “yasal anlamının yanı-sıra” gerçekten ölmesidir. İkinci öneri bağımsız sendikalardır. Bu doğrultuda bazı adımlar atılmaktadır. Ancak bu önerinin sahipleri de aynen Türk-İş’e gidilmesini önerenler gibi sessiz sedasız bağımsız sendikalara katılmayı öngörüyorlar. Bu öneri de DİSK’in gerçek anlamda ölmesidir. Üçüncü öneri ise DİSK’lilere beklemeyi öneriyor. Bu da diğerlerinden farklı bir anlama sahip değildir. Sosyalist işçiler DİSK’in ölmesine müsaade edemezler. O, tüm işçi hareketinin elimizde kalan son olumlu mirasıdır. Onu korumak, geliştirmek gerek. Onu korumak demek, DİSK in işçilere kazandırdığı mücadele ve örgütlülük deneyini, bilincini korumak demektir. Önümüzdeki seçenek hangi sendika olursa olsun DİSK’li işçiler yeni örgütlenmelere örgütlü olarak başlamalıdırlar. Kendi örgütlülüklerini güçlendirip harekete geçen DİSK’li işçiler giriştikleri yeni örgütlenmede devrimci sloganları güçlü bir şekilde ileri sürmelidirler. Örgütlenme özgürlüğü, DİSK’in savunulması tam bir grev hakkı, sosyalist işçilerin sendika yönetimine gelmesi günün sendikal şiarlarıdır. Sinsi sinsi, sessiz sedasız Türk-İş’e veya bağımsız sendikalara katılmak değil, tam tersine, örgütlü, bir biçimde, şiarlarımızı haykırarak, azimle ileriye atılmak gerekir. Bugün işçi sınıfının en geniş birliğinin nerede gerçekleşeceği sorunumuz değildir. Bu, yaşanan süreçte verilecek mücadelenin ortaya çıkaracağı bir konudur. Şimdi yapılması gereken mücadeleye atılmak, gelişmelere yön vermektir. Her yasal olanaktan yararlanmak, mücadeleyi ileri götürmektir. Yasallıktan yararlanmak, egemen sınıfların çizdiği sınırlar içinde kalmak değildir. Tam tersine o çizilen sınırların sağladığı sınırlı hakları kullanarak daha ileriye doğru yürümek, çizilmiş sınırları zorlamak, parçalamaktır. Bugünden sınıfın birliğinin nerede gerçekleşeceğini saptamak mümkün değildir ama nasıl sağlanacağını biliyoruz: DİSK’in mücadele ve örgütlenme geleneği, bilinci yaşatılarak ve onu üzerinde, onun alacağı yeni biçimler üzerinde sınıfın birliği gerçekleşecektir.
Sayı: 1
Sayfa: 8
SOSYALİST İŞÇİ
toplu sözleşme müsveddeleri Cevdet HARMAN Hatırlanacağı gibi 70’li yılların ikinci yarısında canlılığı gittikçe artan bir dizi toplu pazarlık grev dönemleri yaşandı. Bu dönemlerin en belirleyici özelliği işçi sınıfının mücadeleci bilinci ve sendikal örgütlülüğü idi ve her iki faktör de DİSK’te cisimleşiyordu. Sermaye sınıfının saldırılarına artan grevlerle karşılık verilmeye çalışılıyordu 12 Eylül Cuntasının yaptığı ilk işlerden biri de tüm sendikal faaliyetleri durdurmak, sendikal hak ve özgürlükleri gasp etmek oldu. Kapitalistlerin saldırılarına karşı en önde direnmiş olan DİSK’in yüzlerce yöneticisi ve üyesi tutuklandı, mahkeme önlerine çıkarıldı. Faaliyetlerle birlikte sürmekte olan toplu pazarlıklar da durduruldu. O günlerde on binlerce işçi ya grevdeydi ya da hükümetçe ertelenmiş olan, grev günlerini beklemekteydi İşte tam da bu gelişmeler kapitalistler için ekonomik ve siyasi açıdan 25 Ocak kararlan ile bağdaşmayan bir durum oluşturuyordu. Çünkü bilindiği gibi bu tarihli kararların iç pazara dönük kısımları her şeyden önce işçi ücretlerinin olabildiğince düşük tutulmasını, dolayısıyla yoksulluğun artmasıyla birlikte iç talebin azalmasını ve enflasyonu sınırlamayı öngörüyordu. Gelişmeler de bu yönde oldu. 1979’da gerçek ücretlerde ortaya çıkan küçük orandaki düşüş, ondan sonraki yıllarda büyük bir hızla devam etti. Ücret artışları sürekli olarak gerçek enflasyon oranının çok altında kaldı. Gelinen noktada ücretin alım gücü yirmi yıl öncesinin altına düşmüştür. Bir yanda yoksulluk alabildiğine artmış, öte yanda kapitalistlerin kasaları büyümüştür. Buna karşılık, 5 yıldır bu sayede enflasyonun aşağı çekilemediği de gün gibi aşikârdır. 12 Eylül’den bugüne değin tüm ücret ayarlamalarını yüksek hakem kurulu adındaki musibet gerçekleştirmiştir. 1984 yılında ise tekrardan toplu pazarlığa dönülmesi cunta tarafından ön görülmüştür. Bunun gerçek bir toplu pazarlık uygulaması olup olmadığına bakalım. Her şeyden önce bu tablonun çerçevesini ele alalım. Halen yüzlerce DİSK üyesi ve yöneticisi mahkemelerde sendikal eylemlerinden ötürü yargılanmaktadır. Sendikal hak ve özgürlüklerin anayasa
ve diğer yasalarda görüldüğü gibi gaspı sürmektedir. Keza demokratik hak ve özgürlükler, işçi sınıfının yasal politik örgütlenme ve faaliyet hakkı gasp altındadır. Sadece bu çerçeve bile gerçek toplu pazarlığın olmazsa olmaz gereklerinin eksikliğini göstermektedir. Tablonun kendisi ise son aylardaki uygulamalarla bir hilkat garibesini canlandırmaktadır. Geçtiğimiz ay içinde hükümet TİSK ve Yüksek Hakem Kurulu süreleri bu yıl bitmeyen toplu sözleşmeler için üçüncü yıl zammı’nın oranını belirlemiştir. Çoğunluğu kamu kesiminde çalışan 700.000’den fazla işçi için %25 ücret zammı kararlaştırılmıştır. Bu belirleme elbette ki 1984’te süresi dolan ve sözde serbest olması gereken toplu sözleşmeler için de emsal olmaktadır. Yüksek Hakem Kurulu’nun önceden vereceklerinin sınırlarını belirlemesi aslında toplu pazarlık hakkının bir kez daha ayaklar altına alınmasından başka bir anlama gelmemektedir. Böylelikle serbest toplu pazarlıklık denen uygulamanın ne denli icazetli olduğu ortaya çıkmakta. Varsayalım ki, toplu pazarlıkta anlaşma sağlanamadı -sınıf haini Türk-İş yöneticileri son kertede her türlü anlaşmadan yanadırlar bu durumda hükümetin denetiminde olan aracılar devreye gireceklerdir. Bunların da önerilerinin benimsenmediği bir durumda hükümet elindeki geniş grev erteleme kanununu uygulayarak uyuşmazlığın çözümünü Yüksek Hakem Kurulu’na devredecektir. Yüksek Hakem Kurulu ise zaten zam, oranını önceden belirlemiştir, işte serbest toplu pazarlıktan anladıkları budur. Belirlenen oran ise Yüksek Hakem, Kurulu’nun 4 yıldan buyana uyguladığının bir devamıdır. 1983’de enflasyonun %20 olacağı iddia edilerek saptanan oran sonunda gerçek enflasyonun %40’m üstüne çıktığını hatırlayalım. Keza geçtiğimiz aylarda hangi iş kolunda kaç işçinin çalışmakta olduğuna ilişkin işkolları istatistikleri yayınlandı. Bakanlık bu istatistiklere göre hangi işkolunda hangi sendikanın toplu pazarlık yapma yetkisi kazandığını açıklıyordu. Bu listeler ve sayılar ne işkollarındaki gerçek çalışan sayılarını,
ne de gerçek sendikalaşma oranını yansıtmamaktadır. Devlet ve sermaye denetimi altında sendikalar yaratma çabasının bir parçasını oluşturan bu listelerde yapılan hatalar basit bir düzenbazın düşmeyeceği cinsten. Örneğin bazı işkollarında çalışan işçi sayısından fazla sendikalı işçi gösterilmektedir. Bu istatistikler sonucunda 350.000 işçinin örgütlü olduğu 4 işkolunda hiçbir sendika yetki alamamış, diğer işkollarında da bir dizi sendika %10 barajının altında kalmıştır. Bu uygulamalarla ilerisi için hedeflenen açık bir şekilde mücadeleci sendikaları baskı altında tutmaktır. Toplam çalışan sayısı ile oynanarak istenmeyen küçük sendikalar yüzde on barajı altına düşürülmeleri mümkün olabilecek, öte yanda kapitalistlerin desteklediği sendikalara üye olunması yönünde baskı ve tehdit uygulanacaktır. Bu istatistiklerdeki bir diğer önemli çarpıklık ta DİSK’li işçilerin sendikalı sayılmamış olmalarıdır. Bilindiği gibi 12 Eylül den bu yana Yüksek Hakem Kurulu sendikalar adına toplu sözleşmeleri bağlamaktaydı. Yüksek hakkem kurulu son dönemdeki sözleşmeleri yenilerken özellikle Türkİş’in örgütlü olduğu KİT’lerin ve bazı başka işyerlerinin sözleşme sürelerini 1984 yılında yenilenecek biçimde 1985’e kaydırmıştı. DİSK’in örgütlü olduğu bir dizi özel sektör işyerinde ise sözleşme süreleri 1984 içinde sona erecek biçimde kısa tutulmuştu, DİSK’li işçilerin sendikalı sayılmamaları sonucunda bu işyerlerinde çalışan işçilerin önemli bir kesimi ya eski sendikalarında kalmış ya da yüzde on barajını aşamayan sendikalara girmiş oldukları için liste dolayısıyla toplu pazarlık dışına düşmüşlerdir. Bu ise 12 Eylül’den bu yana her ele geçen fırsatta olduğu gibi DİSK’li işçilere uygulanan “özel muamelenin” bir yeni örneğidir. Bu arada toplu sözleşmesi içinde bulunduğumuz aylarda sona e-ren işçilerinde durumları karışıktır. Bu karışıklık ise kapitalistler tarafından hedeflenmektedir. Bu dönemde toplu pazarlık müsvettelerini kullanabilecek işçi sayısı 200 bini aşamayacaktır. Toplu pazar-
lık dönemine geçiş diye sunulan tablodaki çirkinlikler Hükümet ve kapitalistlerin iş birliği ve ortak düzenbazlıkları sayesinde oluşmuştur. Son günlerde sık sık sözü edilen bir başka konu da asgari ücrettir. Bugün asgari ücret net 11.400 TL civarındadır. Yine bilinmektedir ki asgari ücretin 21 yıl önceki satın alma gücüne erişebilmesi için yüzde 119 oranında arttırılması gerekmektedir. Örneğin asgari ücretli 21 yıl önce bir günlük çalışması ile 10,8 kilo ekmek satın alabilirken, şimdi ancak 5,5 kilo alabilmektedir. Asgari ücretin yüzde yüzün üzerinde artması durumunda bile, bir işçinin günlük gereksinmelerini karşılaması mümkün değildir. Bu sayılar bile sömürünün vahşiliğini ve artan yoksulluğun boyutlarını göstermektedir. Bu konuda da Hükümetin ve kapitalistlerin eğilimleri şu an ki brüt ücret oranının nete tekabül ettiği yüzde 25’lik bir ayarlamadır. Tüm bu gelişmeler karşısında Türk-İş yöneticileri kuru sıkı laftan başka bir şey yapmamaktadır. Baş hain Şevket Yılmaz yürürlükteki yasaların özgür toplu pazarlık düzenini sınırlayan hükümlerinin değişmesi için kampanya yapılacağını” söylüyor. 12 Eylül Cuntasını geldiği günden bu yana her eyleminde alkışlayan, destekleyen, DİSK’li sendikacıları uluslararası kuruluşlara ispiyonlamaktan bir an bile geri durmayan Türk-İş yöneticilerinin akılları, bu yasalar çıkarken neredeydi? İşçi düşmanı ve haini Türk-İş Genel Sekreteri Side değirmiydi Sosyal İşler Bakanlığı koltuğunda oturan ve her yasaya imzasını atan? Türk-İş yönetimi kampanyanın nasıl yapılacağını da söylüyor: Parti ayrımı göstermeksizin işçiden yana parlamenterlerle diyalog sürdürülecek, gerekirse Cunta şefi Evrene çıkılacak. Bu elbette ki hain Türk-İş yöneticilerinin izleyecekleri yol. Bizim önümüzde duran görev ise gasp edilmiş haklarımızı kazanmak için sınıfın kendi gücüne ve birliğine, DİSK’in mücadeleci geleneklerine dayanan örgütlülüğünü örmeğe büyük bir hızla devam etmektir. Ancak bu yolla sermayenin siyasi ve ekonomik temsilcileri karşısında gücümüzü gösterebiliriz. Haklarımızı kazanmanın tek yolu darbeden bu yana kapitalistlerin belleklerinde kazılı duran, ancak günlük yaşamda fiilen hissedilmeyen işçi sınıfının ağırlığını toplumsal yaşama yön verecek sekide ortaya koymaktır. Çünkü parlamentoda ve Çankaya da işçiden yana değil, yıllardır işçi düşmanı olan kapitalistlerin temsilcileri oturmaktadır. Her uygulamaları ile bu niteliklerini defalarca gözler önüne sermişlerdir. İşçi sınıfının kendi örgütlülüğü, birliği ve eylemi sorunlarımızın çözümü için olmazsa olmaz ön koşullardır. Sosyalist işçiler bu bilinçle ileri atılacaklardır.
Sayfa: 9 İtalya’nın Roma şehri II. Savaş sonrasının en büyük yürüyüşünü Mart sonunda yaşadı. Yüz binlerce işçi İtalyan hükümetinin ekonomi politikasını protesto etmek için ülkenin dört bir yanından kalkıp gelmişlerdi. Şubat ayının ortalarından bu yana sürmekte olan çeşitli gösterilerin çıkış gerekçesi, hükümetin kabul ettirmeye çalıştığı kanun düzeyinde bir kararname. Bu ise ücretlerin yılda bir kaç kez enflasyon artışına göre ayarlanmasını öngören ve 1946’dan beri var olan eşel mobil sistemini değiştirmeyi hedeflemekte. 70’li yıllardaki yüksek enflasyona rağmen İtalyan işçilerinin, sermayenin saldırılarına karşı koruyabildikleri ücret ayarlama sistemi, savaş sonrasının en ciddi ekonomik kriz döneminde tekrardan gündeme geldi. Kapitalistlerin hedefinin sadece eşel mobil sistemini değiştirmek olduğunu düşünmek yetersiz olur. Bu muhakkak ki derinleşen yapısal kriz koşullarında sermayenin öncelikle halletmeye çalıştığı bir sorunudur. Kapitalist krizin belirleyici faktörlerinden birisi kâr oranlarının düşmesidir. Bu nedenle kapitalistler ilk önce kâr oranlarındaki düşüşü durdurmayı hedeflerler, ilk olarak akla gelen ise gerçek ücretlerin düşürülmesidir. Bu sayede üretim maliyetleri de düşecektir. Böylelikle var olan ücretli kölelerin kazanılmış haklarına, bunları gasp etmek amacı ile el uzatılır. Bu eğilim ise proletaryanın dünya çapındaki yoksullaşmasını beraberinde getirmektedir, örneğin emperyalist metropollerin başında gelen “zenginlikler ülkesi” ABD’de resmi istatistiklere göre yoksulluk sınırının altında kalanların sayısı 1979’da 26,1 milyon iken, bu sayı 1982’de 34,4 milyona çıkmıştır. Keza İşçi sınıfının yıllar boyu süren mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlardan olan sosyal haklara karşı da amansız bir saldırı başlar ve başlamıştır. İtalya’daki gelişmelere de bu açıdan yaklaştığımızda en önde gelen hedeflerden biri eşel mobildir. Ancak bunun ötesinde hedeflenen, sendikaları güçsüz bırakarak kapitalist krizin yükünü mümkün olduğunca işçi sınıfının ve diğer çalışanların omuzlarına yıkmaktır, İtalyan kapitalistleri, bu yoldaki ilk kısmi başarılarını 1983 başındaki toplu sözleşmelerde sağladılar. Örneğin toplu sözleşme anlaşmalarının süreleri uzatıldı ve en az 3 yıl geçerli kılındı. Keza ücret artışlarının 1983’de % 13, 1984’de % 10, 1985’de ise % 15’i aşamayacağı saptandı. (Enflasyon oranı 1983’de % 12,5). İlk bakışta rahatsız edici gibi görünmese de, bugün eşel mobile karşı sermayenin saldırısının temelini bu gibi maddeler oluşturdular. Bir başka madde ile ise işverenlerin yeni işçi alımının % 50’sini sendikaların ve fabrika kon-
SOSYALİST İŞÇİ
İtalyan İşçilerinin Mücadelesi Cevdet HARMAN
seylerinin denetimi olmadan gerçekleştirebilmeleri sağlandı. Bu ise krizde sendikaların belini büken, en önemli noktalardan biri olan işsizliğe yönelik bir madde idi. Kâr oranının düşmesi, bir dizi orta ve küçük sanayi verimsiz ve ileri teknoloji ile yapılacak yatırımları da kârsız kılmaktadır. Bu sanayilerde gerçekleşen iflaslar işsizliği körüklerken, öte yandan otomasyon olayı kısa ve özellikle uzun vadeli olarak işsizliği arttıran bir diğer faktördür, işsizlerden oluşan bu yedek işgücü ordusu işçi sınıfı örgütlenmelerine karşı kullanılan en önemli silahlardan biri olmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz kazanılmış hakların gaspının ne ölçüde gerçekleşip / gerçekleşmeyeceğini (bu bir sınıflar mücadelesi sürecidir), belirleyen en önemli faktör işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesidir. Bu nedenle bu örgütlülüğü sarsacak her önlem ve faktör kapitalistlerin ağırlığını arttıracaktır. Nitekim 1983 başındaki toplu sözleşme adımı, 1983 sonunda kapitalistlerin ücret ayarlamasını yapmalarına yol açtı. Bu kez sermayenin yeni talepleri, 1983 başındaki toplu sözleşmenin çok ilerisine gitmekte idi. 3,2 milyon üyeli ve yönetiminin çoğunluğunu İtalyan Komünist Partisi yanlılarının oluşturduğu (hükümetteki sosyalist yanlıları azınlıkta) CGIL sendikası bu talepleri kabul etmedi. Bunun üzerine İtalyan hükümeti duruma müdahale ederek kapitalistlerin taleplerini kanun kuvvetindeki bir kararname ile kabul ettirme yolunu seçti. Bu ise sendikaların toplu sözleşme özerkliğini yıkan bir girişimdi. Yukarıda değindiğimiz kriz dönemindeki gaspların kaçınılmaz olarak beraberinde getireceği bir başka eğilim ise demokratik ve politik haklara karşı başlatılan saldırılardır. Böylelikle sermayenin hükümetleri politik alanda da kimin çıkarını savunduklarını daha net bir şekilde gösterdiler.
Hükümetin kararnamesine karşı birbirleri ile ilişki içinde olan iki gelişme ortaya çıktı. Yukarıda sözünü ettiğimiz 1983 başındaki toplu sözleşmenin imzalanmasından dört gün önce fabrika konseyleri bir günlük genel grev çağrısı yapmışlardı. Neredeyse tüm İtalya’da uyulan bu çağrıya ve çeşitli eylemlere rağmen CGIL, 2,4 milyon üyeli Hıristiyan Demokrat CISL ve 1,1 milyon üyeli Sosyal Demokrat Cumhuriyetçi UIL sendikaları toplu sözleşmeyi imzalamışlardı. Fabrika konseyi sendikaların kendilerini satmalarını protesto etmekten öte gidemediler. Ellerindeki güç daha ilerisi için yeterli değildi. Hükümet kararnamesine karşı ise fabrika konseyleri tekrardan grev çağrısında bulundular. Bu 1983 başındaki yenilgiye rağmen işçi sınıfının mücadele azminin kırılmadığının göstergesi idi. 1983 başından ders çıkaran fabrika konseyleri bu kez tüm İtalya’dan 4 bin delegenin katıldığı bir toplantı yaptılar. Tek tek fabrikalarda grev ve eylemler düzenlemek yeterli olmuyordu. Bu eylemliliğin tüm ülke düzeyinde koordine edilmesi de gerekli idi. Hükümet kararnamesine ve sendika yönetimlerine karşı sürdürülecek mücadelenin ana hatları tartışıldı. Roma’da bir gösteri yürüyüşü ardından da bir grev yapılması kararlaştırıldı. Bu gelişmenin bir yönü idi, ve sendika yönetimlerine karşı tabandan gelen tepkinin örgütlenmesinin cisimleşmesini oluşturuyordu. Diğer taraftan CGIL dışındaki sendikalar hükümet kararnamesini desteklediklerini açıkladılar. Keza CGIL sendikasının sosyalist partisini destekleyen azınlık kanadı da kararnameden yana çıktı. Okuyucu bu sosyalistlerle Fransa’da ya da İspanya’daki hükümetleri oluşturan reformist sosyal-demokratların kardeş partiler olduklarını hatırlamalıdır. CGIL sendikasının İKP’yi destekleyen çoğunluk kanadı ise fabrika konseylerinin çeşitli eylem çağrılarını desteklediğini ve örgütsel olanaklarını bu yönde seferber
Sayı: 1
edeceğini açıkladı. Tüm bu gelişmeler sendikaları yıllardan bu yana ilk kez bu denli farklı noktalara getiriyordu. İlk bakışta sendikalar arasındaki farklılığın artacağı, hatta CGIL’in bölünebileceği akla gelse de Roma’da 1 milyonun ü-zerinde işçi önünde konuşan CGIL başkanı fabrika konseylerinin tasarladığı genel greve karşı çıkarak birliğin sağlanması yolunda adımlar atılması gerektiğini söyledi. Bunun yanında da birliğin sağlanmasının hükümet kararnamesi üzerine işçi sınıfının tümünü kapsayan bir doğrudan demokratik oylama sayesinde gerçekleşebileceğini de eklemeyi unutmadı. Bu ise fabrika konseylerinin kararlı davranışları ve sendika işçi muhalefetlerinin ortaya çıkardığı bir sonuçtu. İKP’nin kendi denetimi dışında fabrika konseyleri yolu ile gelişecek ve radikalleşecek mücadeleci bir eğilime karşı dikkatli davranma gereğini duyması, konseyler içindeki ileri potansiyele de işaret etmektedir, İKP’nin hükümet kararnamesinin içeriğine ilişkin itirazları vardır. Ancak bu, gerçek gelirlerin düşmesine, kapitalist krizin, işçi sınıfına yıkılmasına yani yoksullaşmaya karşı bir itirazdan çok, bu önlemlerin ekonomik gelişmeyi sağlayacak bir paketin içine oturtulmamış olmalarına yöneliktir. Bu açıdan sorun önlemleri köktenci bir şekilde reddetmek, bunlara karşı mücadele etmek değil, bunların makul kararlarla donatılmasıdır. İKP’nin 70’li yıllardan bu yana burjuvaziye önerdiği “tarihsel uzlaşma” elbette ki köktenci bir mücadeleyi gündem dışı tutmaktadır, işte bu nedenle fabrika konseyleri İKP’yi rahatsız etmektedir. IKP için burjuva devletinin varlığını korumakla, işçi sınıfının çıkarlarını savunmak on yıllardır özdeş sayılmaktadır. Bu eğilim ise krizin derinleştiği, sınıf mücadelesinin yükseldiği bütün dönemlerde bütün çarpıklığı ile sırıtmaktadır. Artık komünistler için sorun “her yerde mevcut sosyal ve politik düzene karşı her türlü devrimci hareketi desteklemek ve bütün bu hareketlerde o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun mülkiyet meselesini hareketin temel meselesi olarak ön plâna çıkarmak” dan, burjuva devletinin ve burjuva egemenlik ilişkilerinin sürekliliğini öne çıkarmayı düşünmüşse, köklü bir mücadele gereklidir. Bu çarpıklığa karşı en iyi yanıtı da işçi sınıfının kendi örgütlülüğü verecektir, CGIL sendikasındaki sosyalist azınlık (siz reformist sosyal- demokrat olarak okuyun) fabrika konseylerini eylemlerinin desteklenmesine karşı çıkarken: “...hiç kimsenin denetleyemeyeceği mekanizmalar harekete geçmektedir, dikkat edelim...” demektedir. Burjuvazinin tüm temsilcilerini huzursuz kılan da bu mekanizmalardır işte.
Sayı: 1
Sayfa: 10
SOSYALİST İŞÇİ
KADINLAR MÜCADELE ETMELİ Mİ? L. KARADENİZ En gelişmiş ülkelerden en geri kalmışlarına kadar kadınların sorunları bitmiyor. Ve bu sorunlar her yerde kadınları, kadın haklan için mücadeleye itiyor. Ama bir yandan da sık sık şu sözleri duyuyoruz: ‘ kadın hakları için mücadele etmek ne demek oluyor? Kadınların ve erkeklerin sorunları aynıdır zulme, haksızlığa, sömürüye karşı mücadele etmek.” Bu sözler insana -özellikle de solculara-ilk bakışta doğru gibi gözüküyor. Ama bu oldukça kaba bir düşünüş tarzıdır. Sınıflı toplumların tarihi sadece ve sadece ezen ve ezilen, egemen ve yönetilen, sömüren ve sömürülen sınıfları ortaya çıkarmamıştır. Sadece onların tarihi değildir. Tarihi gelişmenin ekseni ve devindirici çelişkisi bu olmakla birlikte, buna bağlı olarak insan ilişkilerinde pek çok başka çelişkiyi de ortaya çıkarmıştır. Kadın ve erkek arasın da ki çelişki de bunlardan biridir. Sınıflı toplumların tarihi, aynı zamanda haklarından yoksun bırakılmışların içinde en haksız durumda olan, ezilenlerin içinde en ezilen olan, yoksulların ve çilekeşlerin en yoksulu ve en çilekeşi olan kadınların da tarihidir. İstanbul’da ki bir işçi kadınla Kürdistan da ki bir köylü kadının durumları arasındaki farkın çok büyük olduğu doğrudur. Ama her ikisi de kendi sosyal ve ekonomik ilişkileri içinde en ezilen, en haksız durumda olan ve en çilekeş olanlardır. İnsanlığın kurtuluşu mücadelesinin öncüsü işçi sınıfı ve onun en bilinçli unsurları toplumsal muhalefeti kendi etraflarında birleştirmek istiyorlarsa diğer toplumsal çelişkiler gibi bu çelişkiyi de dikkatle incelemelidirler. Mücadelenin taktiklerini böyle bir incelemenin sonunda saptamalı, yukarıda ki kaba düşünce tarzına müsaade et memelidirler. Kadın sorunu ve kadınların mücadelesi söz konusu olduğunda karşılaştığımız sorulardan biride şudur “mademki kadın sorunu bütün kadınların sorunudur, o halde işçi kadın-işçi olmayan kadın ayrımı yapmak niye? Kadınların mücadelesi tektir ve bölünemez”. Bu düşünce tarzı genellikle
burjuva feministlerinde görülür ve en az birincisi kadar kaba bir düşünce tarzıdır. Sosyalistler bu düşünce tarzının savlarını kararlılıkla çürütmelidirler. Ama önce kendileri, bilhassa sosyalist kadınlar bu sorun karşısında tam bir netliğe sahip olmalıdırlar. Çünkü nasıl ki yukarıdaki birinci so-
KADINLAR MÜCADELE ETMEDEN KURTULAMAZLAR ruya pek çok sosyalist erkeğin yakalandığını görmekteysek, bu ikinci soru karşısında da pek çok sosyalist kadının bocaladığını görmekteyiz. Ama hemen belirtmek gerekir ki birincisi insanı daha çok sinirlendirmektedir. Kendilerini dünyaya getiren her türlü hizmetini gören kadınlar sayesinde erkek olmanın ‘avantajlarına’ sahip olan bu insanlar ne kadar kolaylıkla ve hele de sosyalizm (!) adına nasıl da kadın sorununu göz ardı edebilmektedirler. Böylelerinin sosyalizmi kendi kaba düşünce tarzlarına alet etmelerine izin verilmemelidir. Gelelim biz ikinci soruya. Kadın ve erkek arasındaki farklılığın eşitsizlik haline gelmesi sınıflı toplumla başladı ve bu eşitsizlik en kaba biçimlerinden
SOSYALİST İŞÇİ’DEN Sosyalist İşçi her sayısında kadınlara yer ayırmaya çalışacak. Kitleleri, her geçen gün daha büyük bir yoksulluğa iten, haklarından hepten yoksun bırakan ekonomik ve siyasal gelişmeler, ezilenlerin yarısı olan kadınların hayatında, onların yaşamakta oldukları ilişkiler çerçevesinde erkeklerden daha farklı maddi ve manevi sonuçlara yol açmaktadır, örneğin işsizlik kadınları daha farklı etkileyen sosyal olgulardan biri. Birincisi Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde kadınlar zaten geniş kitleler halinde üretim sürecinden koparılıp eve hapsedilirler. Ancak küçük bir kısım çalışabilir, iş bulabilir. Türkiye’nin kırsal kesimlerinde ve özellikle Kuzey Kürdistan da ise aile işçiliği denen olguyu yaşarlar. Yani hem çok ağır koşullarda çalışırlar, hem de karşılıksız olarak! İşsizlik ise şehirlerde önce kadınların işsiz kalmasına yol açar. Böylece kadınların küçük de olsa bir kısmının evin dört duvarının dışına çıkmasına ve ekonomik olarak tamamen erkeğe bağımlı olmasını kısmen ortadan kaldıran durumlarındaki ilerleme, ekonomik yıkımla beraber geriye doğru döner. Erkeğin işsiz kaldığı işçi ailelerinde ise kadın her bakımdan daha büyük bir yıkımla karşılaşır. Yine dört duvar arasında ama bu sefer gözünün önündeki aç ve perişan çocuklarıyla yaşar. Aile reisinin hiddetinin tepkilerinin başlıca muhatabı olur. Dolayısıyla biz, çalışan kitleleri yıkımına, yaşam koşullarının kötüleşmesine yol açan her olayı incelerken kadınlar üzerindeki etkilerini kendi özgünlüğü içinde incelemeye çalışacağız. Ama bu gazetemizin kadın okuyucularının yakın ilgisini ve gazete ile ilişki kurmalarını gerektirir. Kadın okuyucular, kadın sayfamızı denetlemeli ve yönlendirmelidirler.
en inceltilmiş biçimlerine kadar farklı sınıflı toplum tiplerinde kendisini sürdürmektedir. Üretim biçiminin ve buna bağlı olarak insan ilişkilerinin biçimlerinin ve kültürel gelişmenin geri olduğu yerlerde kadınlar en kaba haksızlıklara uğrarlar. Sessiz ve mütevekkil haksızlığa ve çileye boyun eğerler. Çünkü mevcut ilişkiler kendi ideolojilerini de üretir ve kadınlara bu ideoloji çerçevesinde durumlarını kabullenmek ve kader olarak kabul etmek düşer. Buna karşılık gelişmenin ileri noktalara vardığı yerlerde haksızlık ve eşitsizlik daha inceltilmiş biçimler alır. Ücret farklılığı gibi, bazı mesleklerin kadınlara yasak olması gibi, aile kurumu içerisindeki çelişkiler gibi. Bu durumdur ki aydın küçük burjuva ya da burjuva kadınları bu eşitsizliklere karşı mücadeleye iter. Onlar okumuş yazmış olmalarından dolayı bu eşitsizliği fark eder ve kadınlar için hak eşitliği istemini ileri sürerler. Ancak onları harekete geçiren eşitsizlikler toplumun temeldeki hastalığının görüntüleridir. Onlar görüntülerle, semptomlarla uğraşırlar. Bu görüntülerin temel nedenini sınıfsal konumları itibarıyla teşhis edemezler. Ancak, aralarında tek tek unsurlar görüntünün altındaki temel gerçeği yakalayıp kadın haklan için mücadeleyi sosyalizm için mücadele ile birleştirirler. Buna karşılık sınıf bilinçli işçi kadınlar kadınların ezilmişliklerinin merkezi noktasını teşhis ederler. Çünkü işçi kadınlar toplumu bilinçli olarak değiştirecek olan tek tarihsel toplumsal gücün, işçi sınıfının parçasıdırlar. Kendini bir erkek işçi ile kıyaslayan bir işçi kadın, kadın olarak daha fazla baskı ve haksızlığa uğramasının temel nedenini yakalar. Dolayısıyla bilinçli işçi kadın, kadın sorununun görüntüleriyle beraber, esas olarak çıkış noktasını yok etmek için mücadeleye atılır. Onun hareketi, devrimci işçi sınıfı hareketi kadın sorununa böyle yaklaşır. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması demek olan sınıfların yok edilmesi mücadelesi ekseni etrafında kadın hakları için kadınların durumunun iyileştirilmesi için verilen mücadeleyi etkiler, ona önderlik eder. Etkileme, önderlik etme ve teşvik etme mücadelesinin taktiklerini devrim mücadelesinin taktiklerinin parçası haline getirir. Bu noktada bir başka yanlış an layış zaman zaman kendini gös terir. “Madem ki sosyalizm kadın ve erkek eşitsizliğini ortadan kal dıracak, o halde ayrı kadın örgütlerine, ajitasyon ve propagan-
Sayfa: 11 daya ne gerek var?” Bu üçüncü anlayışın sahipleri birinci anlayışla aynı gibi görünürlerse de aralarında unutulmaması gereken bir fark vardır. Çünkü üçüncüsü kadın sorununu göz ardı etmez o kadar kaba bir tarih-toplum gözlüğüne sahip değildir. Ancak oldukça incelmiş dolayısıyla da kolaylıkla farkına varılmayan bir başka yanlışlığı içerir: “Kurtarıcılarla” “kurtulanları“ daima ayrıştırma. Elbette kadınlar toplumsal bir sınıf, hele de kendi çıkarları etrafında bütün bir toplumu örgütlemeye tarihsel olarak yetenekli bir sınıf hiç değildirler. Onların kurtuluşu sosyalizmdedir. Ama bu otomatik olarak ve kendiliğinden gerçekleşmez. Ancak kadınların toplumsal siyasal mücadeleye katılımları ölçüsünde gerçekleşir. Ancak bu takdirde kurtuluşlarını gerçekleştirirler. Ne kadar çok kadın siyaset yapmaya, mücadele etmeye başlarsa ve kazanılan her mevzi ile yetinmeyip, bu mevziyi yeni yeni mevziler için destek edinip siyasal-toplumsal örgütlerde ağırlıklı konuma sahip olabilirse kendi kurtuluşunu ve toplumun kurtuluşunu o kadar hızlandırır. Bu gerçekleşmez ve iş “kurtarıcılara” bırakılırsa, sosyalizme varmaya daha epey mesafe var demektir. Bu sadece sosyalizmde böyle değil ona giden yolda da aynıdır. Komünist toplumun Embriyonu olması gereken örgütümüz burjuva toplumun bizi her yandan saran engellerini bu konuda da yıkmalıdır. Kadın yoldaşlar erkeklerle kıyaslanarak, erkeklere göre saptanan ölçütlerle değil, kendi konumlarına uygun ölçütlerle değerlendirilmeli ve sorumluluk verilmelidir. Kadın yoldaşlar örgütün bu konudaki bilincinin ve seviyesinin yükselmesinin uyanık bekçileri olmalıdırlar. Bugün Türkiyeli komünistler arasında toplumun kadınlara bakışının ve değerlendirişinin ideolojik yansımalarının olmadığını iddia etmek tehlikeli bir hayalcilik olur. Bu yansımanın her ortaya çıkış biçimine ve örgüt hayatına, işleyişine somut olarak yansımasına karşı komünist kadınlar müdahale etmelidirler. En önemli görevlerimizden biri de budur. Diğer yandan mücadele alanında burjuva demokrat rakiplerimize karşı galebe çalabilmenin yolu bir yandan onlara karşı netliğe sahip olabilmeyi, diğer yandan ise propaganda ve örgütlenmelerine kendi propaganda ve örgütlerimizle karşılık verebilmekten geçer. Ama biz onlardan korkmadığımız gibi onları düşman ilân etmeyi de hiç düşünmeyiz. Korkmuyoruz, çünkü sosyalizm davası bütün ezilenlerin davasıdır. Düşman olarak ilân etmeyiz, çünkü demokratik nitelik taşıyan her hareket sosyalizm davasının lehinedir. Hiç bir muhalefet hareketini itelemeyiz, ancak etkilemeye sosyalizm saflarına, işçi sınıfı davasına çekmeye çalışırız. Yalnız ve yalnız sosyalizm çilekeşlerin en çilekeşine saflarının en şerefli sıralarını ayırdı, ayırıyor.
SOSYALİST İŞÇİ
BİR GARİP DEMOKRASİ ÜZERİNE İKİ NOT Behçet TOPRAK u sırada demokrasiye geçiş diB ye adlandırılan bir süreç yaşıyoruz. Anayasanın kabulü, genel
seçimler ve şimdi de mahalli seçimler bunun en önemli adımları olarak sunuluyor. Üstelik sıkıyönetimin de kademeli olarak kalkması bu iddialara destek olarak sunuluyor. Fazla analiz ve tartışmaya gerek kalmadan şu konuda anlaşabiliriz: Seçimlerin yapılmakta olması ve sıkıyönetimin kalkması yeni bir şeye doğru ilerlendiğini bize gösterir, gösterir ama yerine gelenin nasıl bir şey olduğunu bize söylemez. İlk bakışta, devlet başkanlığı ve bunun yetkileri, siyasi partiler, seçim yasaları, sendikalar yasası ve basın yasası bu yeni’nin ne kadar merkeziyetçi, hiç bir muhalefete izin vermeyen baskıcı bir rejim olacağını hemen gösteriyor. Bu konuda fazla söze gerek yok. I Fakat bu yukarıdaki gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan bir iki başka gelişme de var ve her nedense bunlar üzerinde pek durulmuyor. Bunlardan bir tanesi neredeyse 50 yıl sonra bölge valiliklerinin tekrar kurulması. Bu genel valilikler Cumhuriyetin ilk yılları sırasında ve Kürt isyanlarının arkasından kurulmuştu. Bu uygulamaya göre de Kürdistan 2. Genel Müfettişlik adı altında özel bir statüye alınarak merkeze doğrudan bağlanmıştı. Bir burjuva devletinin kendi sömürgesine karşı böyle bir uygulamaya gitmesi şaşırtıcı değil ancak beklenir bir şeydir. Fakat bugün 12 Eylül sonrası dönemde bu uygulama hem yeniden getiriliyor hem de tüm Türkiye çapında yaygınlaştırılıyor. Böylece burjuva devleti bugün sadece sömürgesi Kuzey Kürdistan karşısında eskiden beri duyduğu korkuyu ve hissettiği isyan ve başkaldırma duygusunu tüm diğer bölgelerden de beklediğini itiraf ediyor. Ve bir avuç tekelci dışında
adeta tüm nüfusu sömürge statüsüne çıkarıyor. Bu bölge valilikleri, hem bölgenin ekonomik ve politik otoritesi durumundalar, hem de sıkıyönetim komutanı yetkileri taşıyorlar ve de doğrudan hükümete değil fakat devlet başkanına bağlılar. Böylece devlet başkanının iradesi mahalli idareler düzeyine kadar ulaşıyor tüm ülke devlet başkanından iller düzeyine kadar, hükümete tabi olmayan bir emir kumanda zincirine bağlanıyor. Şimdi durum böyle iken sözde sıkıyönetim kalkıyor, bu bile artık ne kadar anlamsız iken, bir de bakıyoruz, sıkıyönetimin kalktığı yerlerde olağanüstü hâl ilan ediliyor. Bölge valisi de, sıkıyönetim komutanı yetkilerine sahip olduğuna göre, aslında sıkıyönetimden dahi daha kontrollü bir sivil sıkıyönetim ilan edilmiş oluyor. Merkezi otoritenin güçlendiğinin bir diğer örneği de meslek odalarının durumu. Tüm odaların bağımsızlıkları kaldırıldı ve hepsi ilgili bakanlıklara bağlanmış oldu. Bunun sonucu hem meslek odaları kendi yöneticilerini kendileri seçemeyecek hem de, bu yeni uygulama ile odaların geçmişte yaptıkları gibi demokratik bir görev yapma, yani, hükümeti eleştirme ve emekçi sınıflardan yana tavır almaları önlenmiş oluyor. II İkinci dikkati çeken gelişme sözde 12 Eylül “Hareketi” ile iktidara gelmesi önlenmiş olan faşist hareketin dediği gibi: “Fikirleri iktidarda kendileri yargılanmakta olması” şimdi olmakta olan şu ki eski yöneticileri yargılanırken MHP kadroları hükümet ve devlet düzeyinde gittikçe daha çok görev alıyorlar. 12 Eylül sonrası parti ve örgüt düzeyinde önemli darbeler yiyen faşist hareket önce bölünmüş fakat sonra devlet yönetimi ile (yani cunta) ilişkilerini düzeltmeye baş-
Sayı: 1
lamıştır. Bülent Ulusu faşist şeflerden Oktay Agâh Güneri ile lokantada yemek yiyor ve bu ilişkileri tasdik ediyordu. Siyasi partiler kurulmaya başlayınca bir kısım faşistler önce BTP içinde toparlanmaya çalıştılar. Fakat BTP’nin cunta tarafından kapanması sonucu faşistlerin bir kısmı MDP’yi ele geçirmeye soyunurken bir diğer kısmı da ANAP içinde yuvalandı. Bazı küçük faşist guruplar ise bağımsız partiler kurmaya çalıştılar. ANAP önceleri AP, MSP, MHP ve hatta bazı sağ CHP’lileri içinde toplarken giderek iki çizgi: AP sağ kanadı ve MHP eğilimi egemenliğini kurdu. Seçimler sonucu ANAP hükümete gelince MHP’nin devamı sayılabilecek kadrolar önemli mevziler kazandılar örneğin kendi başkanlığı sırasında DPT’yi MHP’lilerle dolduran Yıldırım Aktürk Özal’ın merkez kadrosu içinde yer aldı. MHP’yi yakından desteklemesi ile bilinen Tarsus/ Mersin sermayesinin tekelci kanadı ve en büyük holdinglerden Çukurova Holding ile yoğun bağlantılı ve üstüne üstlük adı altın kaçakçılığına da karışmış Erol Aksoy (bu şahıs eski Amerikan Türk Bankası yeni ismiyle Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası genel müdürüdür) Özal’ın merkez kadrosu içinde. Bunlara ilave olarak Tarım, Orman ve Köy işleri bakanı Hüsnü Doğan, Sağlık ve Sosyal işler bakanı Mehmet Aydın ve Devlet bakanı İsmail Özdağlar MHP’li veya genel bir ifadeyle faşist hareketin kadroları arasında sayılabilirler. Faşistlerin yuvalandığı bir diğer mevzi de resmi bakanların yardımcıları durumunda olan “gölge bakanlar”dır. Son zamanlarda bu konuda işler ayyuka çıktığı için epey gürültü koparıldı. Muhtemelen yakında bakanları, gölge bakanları ve müsteşarları daha iyi tanıma fırsatı bulacağız. ANAP’ın mahalli seçimlerdeki adaylarının birçoğunun da faşist hareketten oldukları bilinmektedir. Bunların birçoğu Şimdi seçildiler. Son olarak tüm üniversite rektörlerinin eski MHP’lilerden oluştuğuna da işaret etmek gerekir. YÖK’le birlikte üniversite yönetimleri ve öğretim üyeliği kadroları başta faşistler olmak üzere gericilerle dolduruldu. Şimdi bu değerlendirmelerin ışığında duruma genel bir bakışla şunları söylemek hiç de yanlış olmaz: Bugün demokratikleşme veya demokrasiye geçiş süreci diye Türk ve Kürt emekçilere ve dünya kamuoyuna yutturulmaya çalışılan, aslında, Türkiye Cumhuriyetinin en merkeziyetçi ve baskıcı devletini kurma sürecinden başka bir şey değildir.
21
NEWROZ ATEŞİ SÖNMEYECEK
Mart Newroz yüzyıllardır Kürdistan dağlarında yakılan ateşlerle kutlanır. Yüzyıllardır Demirci Kawa‘nın yaktığı isyan ateşi her yıl tekrarlanır ve Kürt ulusunun baskıya, zulme, sömürgeciliğe karşı bilincinin bir ifadesi olarak tüm Kürdistana ışık saçar. Bugün Türkiye İran, Irak, ve Suriye tarafından dörde bölünmüş Kürdistan bu dört ülkenin sömürgesidir. Tüm zenginlikleri sömürgeciler tarafından yağmalanır. Kürt halkı dört parçada da sömürgecilerin topukları altında inim inim inletilir. Ama baskı ve zulüm Kürtlerin ulusal demokratik bilinçlerinin gelişimini durduramıyor. Kürdistanm dört parçasında da Kürt ulusu işgalcilere, sömürgecilere karşı tarihi boyunca direndi. Yakın tarih Kürt ulusunun direnişinin şanlı örnekleriyle doludur. Kürdistanın kuzey parçası Türkiye Cumhuriyetinin sömürgesidir. Kuzey Kürdistan, Kürdistan dört parçası içinde en gelişmiş olan bölgedir. Kapitalizm Kuzey Kürdistanda da eski üretim ilişkilerini kırarak gelişmektedir. Bugün, Kuzey Kürdistanda genç fakat gürbüz bir işçi sınıfı kapitalizmin, sömürgeciliğin mezar kazıcısı olarak gelişmektedir. Kuzey Kürdistanın birçok şehri artık birer işçi şehri haline gelmiştir. Bu şehirlerde büyük ölçekli fabrikalar yükselmeye başlamıştır.
Kapitalizm Kuzey Kürdistan da tarımda da gelişmektedir. Feodal üretim ilişkileri yerini hızla kapitalist üretim ilişkilerine bırakmaktadır. Böylece yüzbinlerce yoksul Kürt köylüsü topraktan koparak metropole ve Kürdistan şehirlerine akmaktadırlar. Tarımda kapitalizmin gelişmesi Kürdistandaki işsizliğin bir çığ gibi artmasına neden olmaktadır, çünkü tüm servetleri sömürgeciler tarafından talan edilen Kuzey Kürdistanın sanayileşmesi her şeye rağmen hızlı değildir. Geçmişte tüm Kürdistan da olduğu gibi Kuzey Kürdistanda da ulusal mücadelenin başını feodaller, burjuvalar çekmekteydi. Ama artık bu sınıflar esas olarak Türk sömürgecilerinin işbirlikçisi durumuna geldi-
ler. Onların çıkarları Kürdistanın bağımsızlık mücadelesinde, ulusal demokratik devrimde değil. Şimdi Kürdistanda ulusal demokratik devrimin başını işçi sınıfı çekmek durumunda.
devrimci örgütlenmesi Türk ve Kürt işçilerinin ortak partisi olmalıdır. Ancak bu örgütlenme içinde Kürdistan işçi sınıfının özel bir yeri olmalıdır.
N
Türkiye işçi sınıfı ise Kürdistan işçi sınıfının ve tüm anti-sömürgeci sınıf ve tabakaların ulusal mücadelelerini desteklemeyi vazgeçilmez bir demokratik görev olarak görür. Ezen sınıfın mülksüz, yoksul sınıfı olarak Türkiye işçi sınıfı Kürdistan halkının kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere tanır ve bu mücadelesinde kayıtsız şartsız Kürdistan halkını destekler. Türkiye işçi sınıfının ikinci bir görevi de ezen ulus emekçileri arasında Kürdistanın ayrılma hakkını yani bağımsızlığını ilân etmesi hakkını şiddetle savunma, şovenizme karşı mücadele etmektir. Bu noktada Kürt ve Türk işçilerinin ortak örgütlenmesinin, devrimci partisinin, içinde Kürt işçi sınıfının sahip olması gereken özel yerin önemi ortaya çıkar: Kürt işçileri ortak örgütlenme içinde seksiyon dediğimiz tarzda örgütlenmelidirler. Seksiyon örgütlenmesi, partinin Kürdistanda aynen Türkiyede olduğu gibi ayrı olarak örgütlenmesidir. Seksiyon kendi merkez komitesine, kendi konferansına ve kongresine ve kendi ek programına sahip olmalıdır. Böylelikle Kürdistan halkı kendi kaderini ayrılma olarak belirlediğinde ortak örgütlenmemizin Kürdistan seksiyonu derhal ortak örgütlenmeden ayrılarak bağımsız bir parti haline gelebilmelidir.
e var ki Kürdistan işçi sınıfının bugünkü güçleri ulusal demokratik devrimi tek başına zafere götürmeye, sömürge zincirini kırmaya yeterli değildir. Bu nedenle Kürdistan işçilerinin müttefiklere, mücadele arkadaşlarına ihtiyacı vardır. Kürt işçilerinin mücadelelerindeki başlıca dostları uluslararası işçi sınıfı hareketi ve en başta da Türk işçileridir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan arasındaki çok yanlı ilişkiler Türk ve Kürt işçi sınıflarını birbirlerine yakınlaştırmaktadır, öte yandan Türk ve Kürt işçilerinin düşmanı tek ve ortaktır: Sömürgeci Türk burjuvazisi. Kürdistan işçi sınıfı için ikinci müttefik Kürdistanın anti-sömürgeci tüm sınıf ve tabakalarıdır. Yoksul köylüler en başta olmak üzere tüm anti-sömürgeci sınıf ve tabakaları ulusal demokratik devrim cephesinde toplamak Kürdistan işçi sınıfının önde gelen görevidir. Ancak, Kürdistan işçi sınıfı ulusal devrimle yetinmeyecektir. Ulusal devrim işçi sınıfı için geçilmesi zorunlu bir yoldur fakat yeterli değildir. İşçi sınıfı sınıfsız bir topluma yürüyebilmek için sosyalizm için savaşmaktadır. Ulusal demokratik devrimle yetinmeyip sosyalizme doğru yürüyebilmesi için Kürdistan işçilerinin gene Türk işçilerinin desteğine ihtiyacı vardır. Ulusal demokratik devrimde Kürdistan işçileri ile birlikte savaşacak olan özel mülk sahibi sınıflar ulusal devrimden sonra sosyalizme doğru yürümek istemeyeceklerdir, işte bu noktada Kürdistan işçilerinin başlıca desteği Türkiye işçi sınıfı olacaktır. Türkiye ve Kürdistan işçi sınıflarının birliği ve ortak mücadelesi Türkiye ve Kürdistanda sosyalizmin zaferine yol açacaktır.
O
rtak mücadelenin yolu şüphesiz ortak örgütlenmedir. Türk ve Kürt işçileri ortak düşmana karşı ortak mücadelelerini sürdürecekleri örgütlenmelerini birlikte oluşturmalıdırlar. Kısacası, işçi sınıfının
D
üşman tek ve aynıdır. Türk, Kürt ve bütün azınlık milliyetlerden işçilerin sınıf bilinçli kesiminin sosyalist örgütü, işçi sınıfının devrimci partisinin oluşturulması bugün Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan tüm sosyalist işçilerin önde gelen hedefidir. Kürt, Türk ya da diğer azınlık milliyetlerden sosyalist işçiler bilmektedirler ki yapılması gereken ilk iş devrimci partinin inşasıdır. Bütün görevlerin önünde o gelmektedir. Kahrolsun sömürgecilik! Yaşasın Newroz Yaşasın Sosyalizm Yaşasın sosyalist işçilerin birliği
Haberleşme adresi:Postlagerkarte 074763A 1000 BERLİN 44 B.R. DEUTSCHLAND