KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR MART 1985 SAYI: 12
YENİ BİR DÖNEM YENİ İNİSİYATİFLER İSTİYOR Behçet TOPRAK Turgut Özal hükümette birinci yılını tamamladı. Sonuç tam bir başarısızlık. “Haksızlık etmeyelim adam başbakan olalı sadece bir yıl oldu”, diyenlere Monaterizmin 1980’ den beri iktidar olduğunu hatırlatırız. Bu son bir yıl sadece 24 Ocak tedbirlerinin daha da derinleştirildiği ve sınırlarına kadar zorlandığı bir yıl oldu. Ve şimdi artık yeni bir adım, çantadan yeni bir tedbir bulup çıkartmak. Monaterizm 1980-83 döneminde “kazandığını” iddia ettiği başarıları (ücretlerin sürekli düşmeye devam etmesi hariç) geri iade ediyor. Monaterist propagandanın göz bebeği “enflasyonun düşürülmesi başarısı” bugün tekrar %50-55 civarına ulaşan fiyat artışları karşısında artık mazi olmuş durumdadır. Sabit sermaye yatırımları ve şirket kârları tekrar düşmeye aşladı. Şirketler büyük hızla borç altına giriyorlar, aksi halde ayakta kalmaya devam etmek zor. Fakat ekonomi artı değer üretme kapasitesini arttıramazsa bu borçların sonu yok. Yeni bir Kastelli skandalını hem de daha büyük boyutlarda yaşamak işten bile değil. Ekonomik krizin yeniden derinleşmeye başladığı şu günlerde Türkiye toplumunun sosyal yapısı her türlü çürümeyi kokuşmayı gittikçe daha geniş çapta üretiyor. Devlet bürokrasisinde ve hükümet kademelerinde rüşvet ve görevini kötüye kullanma skandalları birbirini izliyor ve kirli çamaşırlar ortaya döküldükçe dökülüyor.
Bugün anlaşılan bürokrasinin en küçük memurundan en büyük bakanına kadar her kademede rüşvet günlük hayatın bir parçası olmuştur. Adeta tarih tekerrür ediyor ve Osmanlı imparatorluğunun çöküş yıllarını yeniden yaşıyoruz. Diğer taraftan açlık ve sefalet derinleştikçe insanlar gelecekten ümitlerini kaybettikçe kendilerini çeşitli sahte kaçış yollarıyla avutmaya çalışıyorlar. Küçük burjuvaziden başlayarak orta sınıfın çocukları bu yabancılaşmayı, amaçsızlığı en derin bir biçimde yaşıyorlar. Dünü ve bugünü çoktan kayıp ettiklerinin farkındalar, yarından ise hiçbir umutları yok, çıkar yolunu: her türlü uyuşturucu kullanmakta arıyorlar. Kapitalist sınıfın yeni kuşakları giderek kendi sınıflarına ya-bancılaşıyorlar, devrimci-sosyalist alternatifin görünmediği günümüzde ise bu hayal kırıklıklarını karsalize edebilecek hiçbir mecra yok. Sermaye ise kendi çocuklarının sırtına, cesetlerine basarak kârlarına kâr katıyor. Burjuva toplumunun temel taşlarından en sağlamı olduğu iddia edilen aile bile bu çürümeye artık dayanamıyor, bir taraftan ekonomik baskılar diğer taraftan kültürel ideolojik karmaşa ve şaşkınlık ve bunlara eklenen ataerkilliğin en koyu baskısı genç kızları hatta bazen evli kadınları kitleler halinde randevu evlerine, sokak köşelerine itiyor. Aile kurumu dağılıyor ama bu yeni, ilerici biçimlere dönüşmeden gerçek kurtuluş yolları açmadan kadınların üstündeki baskıyı hafifletmeden sürüyor. Çürüme ve dağılma her düzeyde egemen ama henüz yeni biçimleri doğurmuyor. Türkiye
halkları kopkoyu bir karanlığın içinde gittikçe daha derinlere doğru yuvarlanıyor. Bugün cuntanın süngüsü altında yaşanan dört yıllık ekonomik toparlanma yerini hızla gerilemeye sarsıntıya bırakıyor. Türkiye ekonomisi 1968-72’de dört yıllık 1976-80’de beş yıllık sarsıntılar yaşarken, yani sarsıntılı yıllar uzarken, 1972-76’da beş yıl olan toparlanma dönemi bu sefer üç, üç buçuk yılda bitiyor. Demek ki şimdi beş yıldan daha uzun sürmesini bekleyebileceğimiz yeni bir sarsıntı dönemine girdik ya da girmek üzereyiz. Sonra belki yine bir toparlanma dönemi! Bu toparlanma dönemlerinin ne hikmetse hep askeri rejimler altında gerçekleştiğini ise not etmeden geçmeyelim. Bu fasit daire daha ne kadar sürecek? Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halklarımız hem toparlanma dönemlerinin nimetlerinden faydalanamıyorlar hem de gerileme dönemlerinde yaralarına tuz basılıyor. Bir taraftan dünya kapitalizmi öbür taraftan Türkiye kapitalizmi içine düştükleri genel krizden çıkamıyorlar. Ama kriz sadece açlık ve sefalet değil, sadece yenilgi yılgınlık değil. Kriz aynı zamanda olanak demek. Bugünkü karabasana bunaltıya karşı bir umut ışığı demek. Kapitalizm kriz içinde, çünkü sermaye birikim sürecinde artık işçi sınıfının mücadelesi ve direnişi eskiden olduğu gibi kolaylıkla saf dışı edilemiyor, kapitalizm yok olma tehlikesi ve karşı karşıya, onun için krizde diyoruz. Kriz karar anıdır. Ya sömürü düzeni yeniden düzenlenerek tekrar rayına oturtulacak ve daha uzun seneler
sürüp gidecektir. Ya da yıkılıp gidecektir. Kararı sınıf mücadelesi, işçi sınıfının hem tek tek ülkelerde hem de dünya çapında mücadelesi belirleyecek. Burjuvazi açısından ise işçi sınıfını tümüyle ezmek her türlü örgütlenme olanağını yok etmek son moral ve güven kırıntısını silip süpürmekten başka seçenek Kalmıyor. Ya işçi sınıfı ya burjuvazi, işte karar anı. Türkiye hakim sınıfları özellikle tekelci burjuvazi 1968-70 ve 198084’te olmak üzere işçi sınıfına iki büyük darbe indirdi. Ve ikincisi birincisiyle kıyaslanamayacak tahribatlar yarattı. Şimdi yeni bir döneme giriyoruz. Türkiye burjuvazisi henüz sorunlarını çözemediği için yine saldıracaktır. Ama her şeye rağmen bizim de, işçi sınıfının da bir takım avantajları yok değil. Bunlardan en önemlisi zaman. Bu yeni döneme burjuvazi iç çelişkileri ile fena halde zedelenmiş olarak giriyor. Bugün üzerinde anlaşılmış gibi gözüken programa burjuvazinin saflarından muhalefet gittikçe artıyor. Sarsıntı devam ettikçe ve yaygınlaştıkça bu muhalefet daha da artacak. Diğer taraftan uluslararası koşullar son dört yılın olumluluklarını yavaş yavaş kaybediyor. Düşen petrol gelirleri ve siyasi Karışıklıklar Türkiye’nin Orta Doğu pazarlarını çok olumsuzca etkiliyor. Metropol ülkelerinde ise yeni bir sarsıntı döneminin ilk işaretleri gittikçe daha belirgin bir şekilde su yüzüne çıkıyor.
Sayfa: 2
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere
Yurtdışı baskısı MART 1985 Sayı: 12
Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.
HABERLEŞME ADRESİ: BM BOZ 5737, London WC1N 3XX, UNITED KINGDOM
İşçi sınıfına gelince 1981-82 döneminin terörünün şokunu yavaş yavaş ta olsa atlatmaya başladı. Şimdi yaralarını sarıyor. Yarın kıpırdanmaya başlayacaktır. Üstelik gerileyebileceği en geri noktaya kadar gitmiştir, ücretleri ve örgütlenme düzeyi ile 1963’lerin gerisine düşmüştür. Bu ise bugün krizini yaşamakta olmasına rağmen halâ egemenliğini sürdüren sermaye birikimi modelinin kurulduğu yılların başıdır. Daha da gerilemesi işçi sınıfının fiziki varlığını tehdit edecektir. İşçi sınıfı bundan sonra geri adım atmamak için bir başka güçle direnecektir. Partiler ve sendikalar isteseler de istemeseler de bu noktayı gözardı edemeyeceklerdir. Değil mi ki seçim vardır ve oy almak zorundadırlar öyleyse işçi sınıfının da şöyle veya böyle dikkate alacaklardır.
Demek ki önümüzdeki dönemde işçi sınıfının sınıf şekillenmesi yeniden başlayacaktır. 1981’de yeni bir döneme girmiştik, seçimlerle ise tekrar yeni bir döneme girdik ve şimdi yine yeni bir döneme giriyoruz. Konjonktürler birbirini izliyor ve bizler müdahale edemiyoruz. İşçi sınıfının siyasi iradesi ortalarda yok. Ama bunu hazırlamanın koşulları tekrar oluşmaya başlıyor. Yeni bir dönemi tespit etmek önümüze bu dönemin özelliklerini enine boyuna tartmak, yaratacağı olanakları bulup çıkarmak görevini veriyor. Bunu yaparken en önemli işaretler işçi sınıfından gelecek, işçi sınıfının haleti ruhiyesindeki her türlü değişikliği, yeni öğeleri hemen fark etmek ve politik çalışmayı bunlara bağdamak hayati bir öneme sahiptir. Gözlerimizi kulaklarımızı dört açalım. Fabrikalardaki yoldaşlar, günlük yaşantınızı en ince ayrıntısına kadar gözden geçirin, eleştiriye tabi tutun ve sonuçlarını örgütünüze bildirin. Rapor ve notlarınızı daha uzun ve ayrıntılı yazın. Her şeyin önemli olduğunu unutmayın. Tüm toplumun umudunun işçi sınıfında olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım. Yoldaşlar, yeni bir dönem bizlerden yeni insiyatifler bekliyor. Haydi ileri.
Etiyopya’da açlık, bir not M. Fazıl Sosyalist İşçi’nin Ocak sayısında Afrika’nın birçok ülkesini ama en çok Etiyopya’yı kasıp kavuran büyük kuraklık ve açlık felaketi ile ilgili bir yazı yayınlandı. Gerek yazının kendisi gerekse seçilmiş olan yöntemle ilgili söylenecek bir kaç şey var kanısındayım. Yazının temelde doğru olan bir çıkış noktası var. Genelde kapitalist sistemin olaydaki sorumluluğunun vurgulanmasına denilecek bir şey yok. Ama bundan sonra gözden kaçırılan bir ayrıntı var ki değinmek istediğim bu. Etiyopya’da uzunca bir zamandır sosyalist olduğu iddiasında olan bir yönetim var. Yazıda haklı olarak önceden kestirilen bu felaket yaklaşırken kapitalist sistemin merkezlerinde kimsenin kılının kıpırdamamasına ve şimdilerde dökülen timsah gözyaşlarına değiniliyor. Ya Etiyopya’nın “sosyalist” yönetimi ve onun uluslararası müttefikleri? Onların hiç mi sorumluluğu yok bu olayda? Gerek önceden tedbir almak gerekse yardımı ve felaketin önlenebilmesi çalışmalarını örgütlemek onların sorumluluğu değil mi? Elbette açlıkla sonuçlanan koşullar son on senede yaratılmış değil. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin yıllar boyunca yaratmış oldukları tahribatın izleri kolayca silinebilir hafiflikte de değil. Ama Adis Ababa’daki yöneticilerin bu tarihsel gerçeklerin ardına saklanabilme şansı yok. Gazeteler gelen yardımların ne kadar büyük bürokratik engellerle karşılaştığına dair haberlerle dolu. Daha kötüsü “sosyalist” yönetim bu felaketi politik bir baskı aracına dönüştürmüş durumda. Eritre ve
Tigre halkı yardımdan en az yararlanıyor ama açlıktan en fazla etkileniyor. Ulusal kurtuluş mücadelesinin bastırılması için bu yönetim milyonları açlığa terk edebiliyor, ya da bunu politik manevralarına zemin yapabiliyor. Yönetimin büyük projelerinden birisi açlık bölgelerinin boşaltılması adı altında Eritre nüfusunun önemli bir kesiminin Etiyopya’ya kaydırılması. Mecburi iskanın sömürgeci politikalardaki yeri bizler için bilinmez değil. Bunlara eklenecek başka şeyler de var. Örneğin yönetimin lüks maddelerin ithalatını, yeni kaynaklar yaratmayı amaçlayarak yasaklaması ancak şubat ayı başında gerçekleşti. Yani açlığın ortalığı kasıp kavurduğu aylar boyunca bir yandan lüks madde ithalatı devam etmiş! “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” başlıklı yazıda ne bunlardan söz edil-
mekte ne de bir kelime ile olsun Etiyopya’daki yönetimin niteliğinden. Toptancı yaklaşımların yarattığı handikapları sergileyen - bir örnek bu. Kapitalizmi sorumlu tutmak doğru da, tek kelime ile olsun Etiyopya’daki rejim gündeme gelmezse birileri çıkıp “hem barbarlık hem sosyalizm” dediğinde söylenecek bir şeylerimiz pek kalmaz. Marksizm bize dünyayı kavrayabilmemiz için gerekli bir yöntem ye bilgiler sunuyor ama elimize her kapıyı açan bir anahtar vermiyor. Genel geçer açıklama kalıplan ayrıntıları bazen de biraz büyükçe ayrıntıları dikkate almadan kullanıldılar mı, açıklayıcı olma yeteneklerini de kaybetmeye başlıyorlar ve geriye sınıf bilinçli işçilerin herhalde en az ihtiyaç duydukları yavan bir retorik kalıyor, işin kötüsü sosyalist yazında sunulan malzemenin büyük kısmı bu nitelikte.
Sosyalist İşçi Yazı Kurulu’nun Açıklaması Sosyalist İşçi’nin 11. sayısında ve o sayıda verdiğimiz özel Ek’te bazı teknik hatalar mevcuttur. Okuyuculardan özür diler, düzeltiriz: 1) özel Ek’te yayınlanan tüm yazılar Yazı Kurulu’na aittir. Aynı şekilde Sosyalist İşçi’de çıkan tüm imzasız yazılar da gene Yazı Kurulu’nun sorumluluğu altındadır. 2) özel Ek-1‘de yer alan “İşçiler 7 yılda iki misli yoksullaştı” başlıklı yazıda yer alan Tablo’da, Gerçek ücret Endeksi ve Kişi Başına Milli Gelir Endeksi kolonları yanlış yerleştirilmiştir. İki başlık altındaki kolonların yer değiştirmesi gerekmektedir. 3) “Hangi Hak” başlıklı yazının yazarı L. Karadeniz’dir.
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 3
TEK ÇÖZÜM ÖRGÜTLENMEKTİR Recep GÖKIRMAK İşçi sınıfı ile burjuvazinin bütün bir ülke düzeyinde karşı karşıya gelmesi, Türkiye’de 1960’lı yıllarda başladı. 1950’lerin başlarında iş Kanunu kapsamına giren işçi sayısı 427.000 iken bu sayı 10 yıl içinde iki katı artarak 1960’ların sonunda 825.000’e ulaşmıştı. Daha sonraki yıllarda ise Türkiye işçi sınıfının niceliği daha da hızlı olarak arttı. Bu, aynı zamanda kapitalizmin hızlı gelişme yılları idi. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bu ilk çatışma öncelikle iki sınıfın öncü kesimleri arasında oldu. Büyük kentlerin modern sanayi işletmelerinin işçileri ile tekelci burjuvazi emek ile sermaye arasındaki ülke çapındaki çatışmanın öncüleri oldular. İşçi sınıfı bu 10 yıla yakın süren mücadele döneminde önemli kazanımlar elde etti. Amerikancı Türkİş’in karşısında DİSK kuruldu, aşağıdan yukarıya bir eylem dalgası önce İstanbul’un büyük sanayi işletmelerini, ardından tüm büyük sanayi kentlerini kapladı. 1970’lerin başına gelindiğinde artık işçi sınıfının daha geri kesimleri de yoğun bir mücadelenin içinde idi. Bu gelişmenin sayısal ifadesi de şudur: 1968’de, yani öncü kesimin Türk-İş ten kopup DİSK’e doğru büyük bir hareketlilik içinde oldukları günlerde, imalat sanayi işçilerinin sayısı yarım milyona ulaşmıştı. Bu sayı, 1950’lerin başındaki tüm işçi sınıfının gücüne eşittir. Ve daha da önemlisi; imalat sanayisinin yarım milyon işçisinin %50’si 500 ve daha çok işçi çalıştıran işletmelerde toplanmıştı. Şunu da belirtmek gerekir ki, 000 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde çalışan işçiler ise imalat sanayisinde çalışan yarım milyon işçinin üçte birini oluşturuyordu. Kısacası, kapitalizmin gelişmesi kendi mezar kazıcısını, işçi sınıfını yaratıyordu ve işçi sınıfı daha yoğun ölçülerde mücadeleye giriyordu. Bu bir ikincisi, büyük ölçekli fabrikaların işçileri sınıf mücadelesinin öncülüğünü üstlenmişti.
1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de tüm siyasi gelişmeler esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin eksenine oturdu. Bu, Türkiye tarihinin en önemli dönemecidir. Kapitalizmin giderek daha hakim hale geldiği Türkiye ekonomisi içinde bütün sınıflar iki modern sınıfın mücadelesine göre siyasal tutumlar almaya başladılar. 1960’ların sonunda iyice yoğunlaşan işçi hareketi için, 15-16 Haziran zirve noktası oldu. Bu eylemin önemi 60’lı yıllarda bütün ülke çapında yüz yüze gelen iki sınıfın bu kez siyasal olarak çatışması idi. İki sınıf arasındaki siyasal çatışma gene öncüler arasında oldu. 15-16 Haziran eylemleri Ankara ve İzmir’de de olmasına rağmen, esas olarak İstanbul’da oldu. İstanbul’daki direnişin de başını gene büyük sanayi işletmeleri işçileri çekmekte idi. 70’lerin başı öte yandan bir başka gelişmenin yaşandığı yıllardır: Türkiye kapitalizminin devrevi krizi. Gelişen sınıf hareketi bu krizi daha da ağır hale getirmekteydi. Oligarşi için açık saldırıdan başka çare yoktu. 12 Mart Muhtıra Darbesi gündeme geldi. Sendikal haklar kısıtlandı, grev yasaklandı. 12 Mart Dönemi diye adlandırdığımız 2-3 yıllık dönem içinde işçi ücretleri geriye çekildi. 12 Mart darbesi ile yasal çerçevede değişiklikler yapıldı. Mevcut siyasal demokratik haklar kısıtlandı. En önemli olarak örgütlenme hakkı darbe öncesine göre iyice kısıtlı bir hale sokuldu. Ne var ki, 12 Mart darbesi derli-toplu ve henüz mücadele yeteneğini kaybetmemiş bir işçi sınıfı ile karşılaştı. Diğer birçok nedenden de dolayı, etkileri kısıtlı oldu. Bu niteliği ile, 12 Mart esas olarak 12 Eylül’ün habercisidir. Oligarşi, ikinci bir krizde ve böyle bir krize gelinceye kadar geçecek toparlanma döneminde ne yapması gerektiğini 12 Mart darbesinde öğrendi. Yani taktiklerini geliştirdi. 12 Mart sonrasında toplumsal çalkantı daha da şiddetli hale geldi. Yakından bilinen gelişme dalgası tüm sınıflar arası ilişkileri sarstı, yeniden şekillendirmeye başladı. En ö-nemli
olarak tekelci burjuvazinin ittifakları dağılmaya başladı. Buna karşılık ise komünist bir örgütlenmeden, siyasal bir programdan yoksun olan işçi sınıfı gerileyen tekelci burjuvazi karşısında siyasal atılımlara giremedi. Bunun bir sonucu olarak ise, gerek toplumsal muhalefet hareketi, gerekse işçi sınıfının ekonomik mücadelesi en yüksek göründüğü noktada alt-üst oldu, gerilemeye başladı: Yıl 1977. Oysa aynı 1977 yılında ve onu izleyen 3 yıllık dönem içinde olanlar çok taze bir biçimde daha hala hafızalarımızda. Sokaktaki çatışma, yığınsal görünümlü fakat her gün biraz daha daralan kitlesel eylemler ve işçi sınıfının grev ve direnişleri. Bunlarla birlikte parlamentonun işlemez hale gelmesi, oligarşinin ittifaklarının dağılmaya başlaması ile çözümsüzleşmesi. Fakat bütün bunlar perdenin bir yüzüdür. Diğer tarafta ise başka bir manzara var. En başta, yukarıda da belirttiğim gibi komünist bir işçi partisinin ve devrimci bir siyasal programın yokluğu. İşçi sınıfının siyasal örgütsüzlüğü. Bunların da bir sonucu olarak ekonomik mücadelenin kaybedilmeye başlanması. Gerçek ücretlere bakıldığında ortaya çıkan o ki; 1977’den itibaren işçilerin gerçek ücretleri düşmeye başlamış. Bu durumun siyasal görünümü giderek içleri boşalmaya başlayan grevlerdir. Sıkıyönetimin de etkisi ile DİSK’in reformist -revizyonist önderliği, grevleri, o günkü tanımlamamız ile, “çadır grevleri”ne dönüştürdü, ya da en iyimser tespitle dönüşmesine seyirci kaldı. Devrimci harekete gelince, Kurtuluş Hareketi bu gelişmeyi tespit edebiliyor, aynı dönemde sürmekte olan yasa dışı işçi hareketi ile yasal grev hareketinin birleştirilmesini öneriyor, fakat bunları yapmaktan tam anlamı ile yoksun. Zira “devrimci hareket” Kurtuluş Hareketi, bir işçi sınıfı hareketi değil bir yığınsal küçük burjuva sosyalist örgüt. Türkiye solunun devrimci kanadının diğer örgütlenmelerinin durumu da Kurtuluş’tan farklı değil, hatta daha da kötü.
Perdenin arka tarafının bir başka görünümü ise, aynı yıllarda küçük burjuva sosyalizminin, revizyonizmin işçi sınıfının tek ilerici yığınsal örgütü üzerinde sürdürdükleri hesaplar. 12 Mart öncesinin birleşik, gelişen ve güçlü örgütü DİSK 12 Eylül öncesinde parçalanmanın eşiğinde. TKP bir taraftan DİSK yönetimi diğer taraftan ve diğer sol gruplar bir başka taraftan DİSK’in birliğini çekiştirip duruyorlar. 12 Eylül öncesinde işçi sınıfının örgütlülüğü bir de bu nedenle kof. Bütün bunlardan sonra 12 Eylül cuntasının işi çok kolay oldu. Örgütsüz, dağınık ve yenilmeye başlamış bir işçi sınıfı vardı karşısında. Kolayca onu dağıtabildi, geri püskürttü, elindeki avucundakini kaptı götürdü. Dört yıl boyunca işçi sınıfının yaşam koşullarının, örgütlenme ve mücadele olanaklarının nereden nereye geldiğini hep biliyoruz. Sol cunta için daha da kolay bir lokma idi. Çok kısa bir sürede onu darmadağın etti. Cunta öncesinde toplumsal muhalefetin güçleri arasında görülen küçük burjuvazi ise zaten gerçekte cunta öncesinde geri çekilmeye başlamış, oligarşi bütün propaganda araçlarını seferber ederek onu işçi sınıfına karşı kışkırtmıştı. Küçük burjuvazi, her zaman tekrarladığımız yalpalaması içinde idi ve kaypaklığını derhal gösterdi. Cunta için önemli bir destek oldu. 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra bugün Türkiye toplumundaki iki gücün durumları çok daha açık: İşçi sınıfı ve burjuvazi. Her şey, ülke çapında bu iki sınıfının mücadelesinin mihveri etrafında. Sorun, devrimci hareketin bu gerçeği görebilmesinde. Günümüzün gerçeğini ve tarihsel gerçeği görebilmek davranmayı da elbette gerektiriyor. Davranmak ise bütün güçlerimizle, bütün olanaklarımızla proletaryanın öncüsünün örgütlenmesidir. Bunun dışında her şey yeni bir yenilginin hazırlayıcısı olacaktır. Sosyalist işçiler, örgütlenin. İşçi sınıfının yığınsal komünist partisi için örgütlenin. Tek çözüm örgütlenmektir.
Sayfa: 4
SOSYALİST İŞÇİ
Sayı: 12
SENDİKAL HAKLARI GENİŞLETECEĞİZ Türkiye’de işçi sınıfının siyasi ekonomik, demokratik: birçok hakkı 12 Eylül’le gelen Askeri Diktatörlük tarafından tırpanlandı. “Önce anarşiyi önleyeceğiz” demagojisi altında bütün komünist, ilerici, devrimci, demokrat kişi ve örgütlere saldırıldı. Bütün örgütler yasadışı ilan edildiler. Yöneticileri ve üyeleri tutuklandılar, işkenceden geçirildiler. Cunta ikinci aşama olarak, eski Anayasa ve diğer yasaların yerine yenilerini çıkararak işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğünü ve demokratik haklarını büyük ölçüde kısıtladı. Birçok hakkı kullanılamaz hale getirdi. 12 Eylül öncesinde de birçok kısıtlamanın var olduğu düşünülürse, bugün gelinen noktada tekelci burjuvazinin lehine, işçi ve emekçi sınıflar aleyhine yaratılan durum açıkça kavranılır. Bu yazıda, özellikle, sendikal özgürlükler nasıl bir süreç geçirdi, bugün mücadelenin önündeki engeller nelerdir, bu engeller nasıl aşılmalı sorularına cevap arayacağız. Bu soruların cevabına geçmeden ekonomik ve demokratik mücadelemizin işçi sınıfının belirleyici olan siyasi mücadelesine tabi ve uyumlu olması gerektiğini de vurgulayalım, işçi sınıfı ve emekçiler için sınırsız örgütlenme özgürlüğünün ancak siyasi mücadelenin, iktidar mücadelesinin kazanılmasıyla sağlanabileceğini unutmayalım. Nasıl bir gelişme süreci izlemiştir Türkiye’de sendikal özgürlüklerimiz? Kısaca gelişmeyi özetleyelim: 1923 senesinde İzmir İktisat Kongresi’nde işçilerin dernek ve sendika kurabilmeleri için yasanın yeniden düzenlenmesi kararı alındı. Ama yeni düzenleme henüz uygulanmadan, Kürt isyanlarının bastırılması için 1925’te çıkarılan Takriri Sükun Kanunu ile her türlü muhalefet ezildi ve yasaklandı. Dolayısıyla işçilerin örgütlenme özgürlüğü ve yasal sendikal faaliyet uzun dönemler için rafa kaldırıldı. 1946’da çok partili dönemle beraber Cemiyetler Kanunu değiştirildi. Bu değişiklik üzerine kurulan siyasi ve sendikal örgütlenmeler, aynı yılın Aralık ayında kapatıldı ve yönetici-
R. GÖKIRMAK
leri tutuklandı. 1947 şubatında Sendikalar Yasası çıkarıldı. Fakat bu yasada işçilere grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmamıştı. Dönemin iktidar partisi CHP ve muhalefeti DP tarafından ittifakla onaylanan 5. Madde bugün Cunta’nın Sendikalar Yasası’nın, siyasi faaliyet ve sendikalar ilişkisini tanımlayan maddesiyle tam bir uyum içinde. “İşçi ve işveren sendikaları, sendika olarak siyasetle, siyasi propaganda ile ve siyasi yayın faaliyeti ile iştigal edemezler ve herhangi bir siyasi teşekkülün faaliyetine vasıta olamazlar.” Bu maddenin uygulaması ise şöyle oldu: Sendikaların siyasi amaçlı eylemleri iktidarın içine geliyorsa desteklendi, çatlak sesler çıktığında ise yasa işletildi. Bu dönem boyunca var olan sendikal yapılar, hiçbir zaman kendi mücadelelerinin ürünü olabilecek sendikal özgürlüklere ulaşmak için bir program etrafında mücadele sürdürmediler. Grev ve toplu sözleşme haklarını hep iktidarın ihsanları sonucu ulaşılabilecek a-maçlar olarak gördüler. Ama seçim dönemlerinde yapılan vaatler hep iktidar olduğunda unutuldu. Sonuçta sendikal hareket uzun bir süre iktidar ve muhalefet partilerine oy sağlayan kurumlar olmanın ötesine geçemedi. Bazen baskıyla, bazen ekonomik yardımla, bazen de vaatler ile sendikalar burjuvazi tarafından yönlendirildiler. Günümüze kadar gelen kötü gelenekler böylece yerleştiler. Bunların örgütsel ifadeleri DP güdümlü Hür İşçi Sendikaları Birliği ile CHP güdümlü İstanbul işçi Sendikaları Birliği idi. Böylece uzun bir süre sendikal hareket olması gereken örgütlenme özgürlüklerinin kazanılması uğruna mücadele platformundan çok uzaklarda egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda ve güdümünde faaliyet
sürdürdü. Türk-İş 1952’de kurulduğunda var olan gelenek pek değişmedi. Devreye ABD emperyalizmi ve onun dolaylı kuruluşları girdi. Türk-İş’e büyük parasal yardımlar yapmanın dışında, 600 civarında sendikacıyı ABD’de “eğittiler”. Türk-İş tarihi boyunca tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına ters düşmeden yürüdü. İşçi sınıfını ehlileştiren, düzen sınırları içinde tutan, sınıfı siyasetten uzak tutan bir politika izledi. 1963 yılma kadar da sendikal haklarda herhangi bir değişiklik olmadı. 1963’te zamanın Çalışma Bakanı Bülent Ecevit bir yasa teklifi hazırladı. Bu teklife göre sendikalar grev ve toplu sözleşme yapmak haklarına sahip olacaklardı. Bu teklif, Türkiye işçi sınıfının bu uğurda, o güne kadar verdiği mücadelelerin ürünü olarak gündeme gelmedi. İşçi sınıfı ve onun örgütlenmeleri grev ve toplu sözleşmeli sendikal düzen istiyorlardı, bu taleplerini yer yer dile getiriyorlardı ama uğruna verilen mücadele çok etkisiz ve başarısızdı. Yani sınıfın gelişim düzeyi, örgütlenmesi çıkacak olan yasayı belirleyebilmek noktasından oldukça geriydi. Ama gelişmekte, güçlenmekte potansiyeli artmaktaydı. Örgütlenme özgürlüğü için grev için, toplu sözleşme hakkı için mücadeleye atılacağı günler yaklaşmaktaydı. Tam da bu noktada burjuvazi de belli hesaplar yaparak yasanın çıkmasından yanaydı. Bir milletvekili TBMM’de tartışmalarda tavrını şöyle ortaya koymuştur: “Batı’nın gelişmiş ülkelerinde işçiler sendikal haklara uzun mücadeleler sonucu, kan dökerek kavuşmuş ve yasaların çerçevesinin işçilerin talepleri doğrultusunda belirlenmesi kaçınılmaz olmuştur. Halbuki bizde işçiler Batı ülkeleri kadar gelişmiş sendikal hakları için mücadeleye
başlamış değil, bunun için onlar istemeden biz bu hakkı verirsek yasayı istediğimiz gibi belirleriz. Yarın onlar mücadele sonucu bu hakkı alırlarsa, sendikal çerçeveyi kendi istedikleri gibi çizeceklerdir. Biz de bugünkü kadar rahat yapamayız.” Yasa yukarıdaki öneriler doğrultusunda, 1963’te çıkarıldı. Yasa o güne kadar süren yapılanmaya göre birçok ileri haklara yer vermesine rağmen, birçok kısıtlamayı ve yasağı da içermekteydi, örneğin, greve çıkmak birçok formaliteye bağlıydı. Genel grev, dayanışma grevi ve siyasi amaçlı grev yasaktı. Giderek işçi sınıfı bu alınan hak ve özgürlükleri genişletmek için mücadele etmeye, burjuvazi de kısıtlamak için fırsat kollamaya başladı. Sınıf hareketinin güçsüz düştüğü anlarda da kısıtlamalar gündeme geldi. 1971’de memurların sendikalaşma hakları yasa değiştirilerek ellerinden alındı. Zira, tekelci burjuvazi sınıf mücadelesinin gelişiminden rahatsız olmaya başlamıştı. DİSK’in kurulmasıyla beraber sendikal mücadelede yeni bir gelenek ortaya çıkmaya başladı. Bu, sosyalist hareketin Türkiye’de gösterdiği gelişmenin bir ölçüde yansımasıydı da. Her ne kadar DİSK’i belirleyen siyasi anlayışlar ihtilalci olmayan, reformist ve sosyal demokrat eğilimler olsalar da, bu DİSK’i zaman zaman 12 Mart’ta olduğu gibi Cunta’yı desteklemek ve bunun gibi çok yanlış politikalara düşürse de, DGM Direnişi’nde işçilerin mücadeleye devam eğiliminin önüne engeller dikse de, DİSK’in bugün de savunacağımız, sahip çıkacağımız, örnek alacağımız birçok doğruları vardı. Mücadeleci bir geleneği vardı: DİSK ile Türkiye’de sendikal mücadele yeni bir deneye girmişti, özellikle örgütlenme dönemi için, genellikle de madeni eşya işkolunda çalışan işçiler sıkça yasal sınırların dışına çıktılar. Sendikal haklarına direnişlerle, işgallerle, gerekirse kanları canları pahasına sahip çıktılar. Demir Döküm’de, Sınger’de, Gamak’ ta olduğu gibi. 1970’te DİSK
SOSYALİST İŞÇİ
Sayı: 12
i kapatma tezgâhları 15-16 Haziran’da işçilerin yasal sınırları çiğneyip bütün İstanbul’u gösteri alanına çevirmeleri ve protestoları ile sonuçlandı. İşçi sınıfı zaman zaman sendikal liderlerinin sağ çizgilerini de aşarak ileri kitle eylemleri ortaya koydu. Yasalardaki birçok kısıtlama çiğnerle çiğnene artık uygulanamaz hale geldi. Bütün hatalarına ve yönetiminden kaynaklanan eksikliklerine rağmen DGM Direnişi, 20 Mart Direnişi, Kemal Türkler’in öldürülmesini protesto eylemleri, 1 Mayıslarda yapılan gösteriler, ortaya konulan eylemler yasal engellere rağmen yapılmışlardır. Bu eylemlerle resmen olmasa bile fiilen işçi sınıfı genel grevi hayata geçirmekteydi. Böylece işçiler, kendilerine çizilen yasal sınırların ötesinde yeni haklar, kazanımlar elde etmekteydiler. Bu kazanımlar diş ediş bir mücadelenin ürünleriydi.
12 Eylül’e gelindiğinde tekelci burjuvazi Türkiye’de var olan siyasi ve sendikal özgürlükleri daha da kısmaktan yanaydı. Zira uyguladığı reçete ücretlilerin gerçek yaşam düzeylerini %50’ye yakın düşürecekti. Bunalımın yükü işçi ve emekçilerin sırtına yıkılacak, böylece oluşturulan ek kaynak ta tekelci burjuvazinin kasasına aktarılacaktı. Böylesi bir dönemde ve sonrasında işçi sınıfının sahip olacağı siyasi ve sendikal özgürlükler bu uygulamalara direnme olanağı verecekti, bazen da uygulamayı engelleyecekti. Buna müsade etmemenin yolu toplumdaki bütün devrimci, demokrat muhalefeti bastırmaktı. Geleceğe ilişkin de var olan özgürlüklerin daha da daraltılması tedbirleri idi. Cunta bu görevlerini yerine getirince yerini yavaş yavaş daha da güçlendirilmiş, daha yetkin bir oligarşik devlete bırakmaktadır. Bugün Türkiye’de genelde örgütlenme özgürlüğü gerek siyasal gerekse sendikal açıdan zaten geri olan noktadan daha da gerilere taşınmıştır. Konumuz olan sendikal haklarda ise durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz; sendika kurma, sendika yöneticisi olma ve sendikanın toplu sözleşme yapması çok zorlaştırılmıştır. Örneğin yöneticide aranan 10 sene o işkolunda çalışma zorunluluğu veya %10’luk barajı aşan sendikaların toplu sözleşme yapabilme hakkı gibi. Üyelik ve yetki işlemleri zorlaştırılmıştır. Grev silahını etkisiz hale getirmek için birçok kısıtlama ve Bakanlar Kurulu kararı ile önce erteleyip sonra müdahele edebilmeyi sağlayacak bir takım maddeler getirilmiştir. Ayrıca oluşturulmaya çalışılan yeni gelenekler ve kurumlar toplu sözleşme düzeni üzerinde
büyük etkinliğe sahip kılınmıştır. TİSK, Koordinasyon Kurulu ve YHK ortak ilkelerle bağlayıcı kararlarla sendikaların karşısına toplu sözleşmelerde, düzen sınırları içerisinde zor aşılabilecek engellerle çıkmaktadırlar. İşçilerin özellikle de eski işçilerin iş güvencesini ortadan kaldırmaya yönelik Kıdem Tazminatı Fonu yasalaşırsa büyük oranda emeklilik hakkına da ulaşılamayacaktır. Ayrıca siyasi mücadeleden sendikaları, yöneticilerini ve işçileri uzaklaştırabilmek, soyutlayabilmek için olabildiğince ağır cezalar gündeme getirilmiştir. Bugün Türkiye’de gelinen bu noktada şunu akıldan çıkarmamakta yarar vardır: Eğer bir takım haklar özgürlükler kazanmak istiyorsak bunları kimse karakaşı kara gözü için işçi sınıfına vermeyecektir. Her şey işçi sınıfının bu uğurda vereceği kavganın gerekirse, kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla vereceği mücadelenin ürünü olacaktır. Emperyalizm ve işbirlikçisi tekelci burjuvaziden ihsan, bağış bekleyenler daha çok beklerler. Eğer bu boş beklenti içinde değilsek bugünden bizi bekleyen zorlu kavgalara hazırlanalım. İşçi sınıfını hazırlamaya gayret edelim. Nedir bu yolda yürürken bizim karşımıza çıkacak ve çıkmakta olan engeller? Geçiş dönemi sona erip, yönetim tamamen sivilleşse de bu uğurda vereceğimiz her uğraşın karşısında devleti ve onun çeşitli kurumlarını bulacağız. Polisi, jandarmayı, askeri mahkemeleri, işkenceyi, hapishaneleri, faşistleri, YHK’yı, Koordinasyon Kurullarını vb. Ayrıca burjuvazinin oluşturduğu çeşitli kurumlar; TİSK, MESS, TÜSİAD, boyalı ve boyasız basın hep karşımızda olacaktır. Bu tür düşmanlarımız bizim için oldukça açıktır. Tabii ki, işçi sınıfının her kazanımı onlar için kayıp olduğundan, kârları zedelendiğinden, sınıfın özgürlüklerini kazanma mücadelesinin karşısında
Z TEMİ GAZE 1 DA Ş A Y IN
olacaklar. Bir diğerleri de kendilerini sınıfın temsilcileri olarak göstermeye çabalamakta, fakat doğru hedeflere yönelen her adıma çelme takmaktadırlar. Sınıfın devrimci atılımını “gemlemeye”, sınıfı “ehlileştirmeye” çalışmakta işçileri reformları bekleyen uslu çocuklara benzetmeye uğraşmaktadırlar. Bunları iyi tanıyalım. Bunlar her boydan ve soydan sosyal demokrat partiler, onların sendikal yapılar içerisindeki uzantılarıdır. Bunlar kendilerine ilerici, devrimci yaftası yapıştırıp DİSK’ in yerini doldurma iddialarında olan dünün sarı sendikacılarıdırlar. Onlar bugünün de sarı sendikacılarıdırlar. Bunlar hem yaydıkları anlayışla işçileri örgütlenme özgürlüğü için mücadeleden uzaklaştırmaya uğraşmaktadırlar hem de bu kavgada işçi sınıfı için kaldıraçlar, araçlarımız olacak olan sendikaları devre dışı tutmaya çalışmaktadırlar. Var olduğu kadarıyla bile haklarımızın kullanılması engellenilmekte, her uyuşmazlık tutulduğunda, her toplu sözleşme çıkmaza girdiğinde işverenlerin dediklerinin aynen kabulünün gerekçesi “bu yasalarla grev mi yapalım”, “grev yaparsak Yüksek Hakem Kurulu devreye girer, daha kötü olur” olmakta. Ve bu sakat, teslimiyetçi anlayış bizi var olan haklarımızın bütün kısıtlamalarıyla da olsa kullanılmasını engellemekte. Evet, herkes bilir ki, bir takım haklar kullanıla kullanıla geliştirilir. Kullanılmayan kolumuzu, bacağımızı bile bir dönem sonra kullanmaya kalksak birçok yeteneğini ve gücünü kaybettiğini görürüz. Evet, haklarımızı ve özgürlüklerimizi genişletmenin, geliştirmenin bir yolu var olanları sonuna kadar her fırsatta kullanmaktan her fırsatta bize çizilen, çizilmek istenen yasal sınırları çiğnemekten geçer. Birçok hakka fiilen dövüşe dövüşe ulaşmaktan geçer. Bunun için bugünkü konumlarıyla genel olarak sınıfa değil de tekelci burjuvaziye hizmet eden sendika yöneticileri devrilmeli, yerlerini öncü işçiler almalıdır. Sınıf içindeki faaliyetlerde önümüzde daha da kı-
Sayfa: 5
zışacak olan bu mücadeleye yönelik ajitasyon, propaganda ve örgütlenme çabaları arttırılmalıdır. Yarının kadroları yetiştirilmeye çalışılmalıdır. Tabii ki, bu mücadelede sadece elimizde olan örgütler ve yasal örgütlenmeler ile kendimizi sınırlandırmamalıyız. Koşullar zorladığında yeni yapılanmalar, yeni örgütlenmeler kurmaktan kaçınmamak gerekir. Bir toplu sözleşme komitesi, örneğin sözleşme dönemi boyunca mutlaka oluşturulmalıdır. Bu komite dönem boyunca hem toplu sözleşmenin selameti için sendikayı denetlemeli hem de işvereni iyi bir sözleşme imzalaması için sıkıştırmalıdır. Örneğin, mesaiye kalmama ve iş yavaşlatma örgütlenilip üretim verimi mutlaka düşürülmelidir. Stok yapılması mümkün olduğunca engellenmelidir. Grev halinde de yapıyı hem grev komitesine çevirmek hiç de zor olmasa gerek. O zaman örneğin grevin, yönetimini bu komite üstlenmelidir. Varsa grev kırıcılarının her yöntem kullanılarak “iknası’ bu komitelerin işi olmalıdır. Çevre fabrikalar ile ilişki kurup dayanışmayı sağlamak gene bu yapının işidir. Veya gerek duyulursa, kamuoyu yaratmak amacıyla yapılacak yasal ve yasa dışı eylemler gene bu komitenin üstleneceği işler olmalıdır. Bu tür yapılar sadece fabrikamızda bir takım sorunlar olduğunda değil, örneğin yan fabrikada grev veya işten atılmalar olduğunda da dayanışmayı sağlamak için kurulabilir ve kurulmalıdır da. Oligarşi işçi sınıfının yardımlaşmasını da yasaklamaya uğraşmakta. Ama kuracağımız örgütlenmeler bu engelleri aşmalıdır, aşmak zorundadır. Zira bizim bütün gücümüz dayanışmamızdan, birliğimizden, örgütlülüğümüzden gelir. Son defa söyleyelim, her türlü örgütlülüğü kullanarak, var olanları kararlı olarak savunarak ve kullanarak olmayanları da kazanmak için, örgütlenme özgürlüğü için görev başına.
Sosyalist işçilerin gazetesi 12. sayısı ile birlikte bir yaşını doldurmuş oldu. Sosyalist İşçi’nin bir yıllık yayın politikasını benimseyen herkesi, gazeteye daha fazla destek olmaya çağırıyoruz. Destek olmak çeşitli anlamlara gelmekte: İyi bir okuyucu olmak ve gazetenin biçimi, içeriği hakkındaki eleştiri ve değerlendirmelerini iletmek, daha ileri bir adım hem bunları yapmak hem de gazetenin daha fazla insana ulaşmasını sağlamak için çaba göstermek. Daha iyi bir Sosyalist İşçi için!
Sayfa: 6
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
8 MART VE KADIN SORUNU Recep GÖKIRMAK
Kadınların birlik ve dayanışmasının, kadınların mücadelesinin simgesidir 8 Mart. Sadece, bir uluslararası konferansta böyle kabul edildiği için değil. Mücadele içinde kendini kabul ettirmişliği ile, kadınların birliğinin, dayanışmasının ve mücadelesinin simgesidir. Nasıl ki 1 Mayıs işçi sınıfının bir kesiminin mücadelesini temel alarak oluşmuş, uğrunda mücadele edilerek gelenekleştirilmiş bir birlik-dayanışma ve mücadele günüdür, aynı şekilde, 8 Mart da Amerika’da, New York kentinde giyim işçisi kadınlar 1909’da ayaklandılar, 1911’de bu olayın yıldönümü bir kadının, Clara Zetkin’in önerisi ile İkinci Enternasyonal tarafından Uluslararası Kadınlar günü olarak kabul edildi. Daha sonra ise uğrunda mücadele edilerek korundu, geliştirildi. Nasıl ki 1 Mayıs kadın, erkek bütün işçilerin mücadelesi ile korundu ve geliştirildi, gelenekleştirildi 8 Mart ta başta kadın işçiler olmak üzere kadınların mücadelesi ile korundu, geliştirildi ve gelenekleştirildi. 8 Mart’ın tarihi içinde 1917 yılı önemli bir yere sahiptir. 1917 8 Mart’ında Çarlık Rusya’sında, Petrograd kentinde kadın işçiler sokakları kapladılar. Ekmek, barış, özgürlük sloganlarıyla kadın emekçiler, erkek yoldaşlarını mücadeleye çağırdılar. Aynı gün bütün Petrograd ayaklandı, üç-beş gün sonra Çar devrildi. Üç-beş ay sonra Rus işçi sınıfı Bolşeviklerin önderliğinde iktidarı ele geçirdi. Ekim devrimi kadınlara sayısız olanaklar açtı. Bu arada 8 Mart Uluslararası Kadınlar günü olarak tatil ilân edildi. Yasalarda birçok önemli değişiklik yapıldı. Eski, erkek egemen, baskıcı ve sınıflı toplumun baş dayanağı olan aileyi koruyucu sayısız yasa değiştirildi. Meşru, gayrı-meşru çocuk ayrımı kaldırıldı. Boşanma kolaylaştırıldı. Evli kadınların kendi isimlerini korumaları kabul edildi. Doğum kontrolü yaygınlaştırıldı, Kürtaj serbest ve ücretsiz oldu. Kadına kendi vücudunu kontrol
hakkı tanındı. Bu tür yasal değişikliklerin yanı sıra oluşturulan birçok yeni önemli kuruluş kadınların toplumsal durumlarında ciddi değişikliklere yol açtı. Örneğin, kurulan toplumsal aşevleri kadını mutfak köleliğinden kurtardı. Leningrad’ da (eski Petrograd) 191920 yıllarında tüm kent nüfusunun % 90’ı bu toplumsal aşevlerinden beslenmekteydi. Moskova’da bu sayı % 60’dı. Toplumsal aşevleri konusunda Kollontai şöyle yazıyordu; “Kadınların tarihinde mutfağın evlilikten ayrılması, kilisenin devletten ayrılmasından hiç de daha az önemli olan bir reform değildir”. İşçi devleti sıcak, soğuk suyu olan, ısıtması ve elektriği olan toplumsal konutlar oluşturdu. Çocuk bakım evlerinin yanı sıra merkezi çamaşırhaneler kuruldu. Çalışan kadınların hayatı için bu toplumsal konutlar, merkezi çamaşırhaneler son derece önemliydi. Sovyet hükümeti çocuklar ve gençler için de önemli tedbirler aldı. Çocuklara tüm yasal haklar tanındı. Kreşler, anaokulları kuruldu. Artık, çocuk bakımı, çocuğun yetiştirilmesi sadece kadınların sorumluluğu altında değildi, üniversite dahil parasız eğitim başladı. Kadın öğrenciler erkek öğrencilerle birlikte eşit eğitim olanaklarına sahip oldu. Devrimci Rusya’da, Sovyetler Birliği’nde kadını köleleştiren, baskıcı ailenin çözülmesinin; kadınların toplumsal yerlerinin gelişmesinin bu ilk adımlarının atılmasında yeni kadın örgütlenmesi Xhenodetl in büyük rolü oldu. Xhenodetl Komünist Partisi’nin işçi ve köylü kadınlar bölümü olarak kuruldu. Başlangıçta bazı Bolşevikler bu yeni kadın örgütlenmesine karşı son derece şüpheli bir yaklaşıma sahipti. Bu Bolşevikler kadın örgütlenmesini çok “kadınca” bulmaktaydılar. Ne var İri, bu feminist örgütlenme devrimci Rusya’da kadınların durumu üzerinde çok önemli bir rol oynadı. Ka-
dınların birçok hakkı bu bağımsız kadın örgütlenmesinin mücadelesi, direnişi ile gerçekleşti. Örneğin 1919’da cepheden dönen askerler, doğal olarak çalışmak istiyor, iş arıyorlardı. Parti önce, fabrikalardaki kadınların işlerini bu eski askerlere terk etmesini istedi. Kadın örgütlenmesi bu talebe şiddetle karşı çıktı. Bolşevik Partisi saflarında, Sovyetlerde büyük bir mücadele, tartışma başladı. Sonunda, iş bulmanın cinsiyete göre değil, işe uygunluğa göre saptanmasına karar verildi. Bu kadınlar açısından bir yeni kazanımdı. Bütün bunlara rağmen sayısız sorun dev bir biçimde durmaktaydı, iç savaş, kıtlık vb. sorunlar, hayatı zorlaştıran faktörlerdi. Toplumsal konutlar çok iç açıcı yaşam koşullarına sahip değildi. Toplumsal aşevleri kadını mutfaktan kurtarıyordu ama oradan beslenenlere de pek yeterli gıda veremiyordu. Bu tür aksaklıklar yeni olanın kötülüğünden değil, Rusya’nın o günkü ekonomik koşullarından kaynaklanmaktaydı. Aynı şekilde, kırsal alanın kadınlarının durumunda da büyük değişiklikler yoktu. Milyonlarca ve milyonlarca köylü kadın henüz kadınların kurtuluşu hareketi ile karşılaşmamıştı. Bütün bunlardan önemlisi, Bolşevikler ve hatta Bolşevik önderlik dahi (çok büyük çoğunluğu erkektir) henüz eski düşüncelerden kurtulamamıştı. Kadınların kurtuluşu hareketi kuşku ile karşılanmakta idi. Kadınların özgürleşmesi, evden, mutfaktan, çocuktan kurtulması çalışma hayatına, fabrikalara girmesi, bütün bunların bir sonucu olarak politikleşmeleri, politik eylemlere girmeleri, parti toplantılarına, partiye katılmaları ve bu sayının muazzam ölçeklerde yükselmesi bütün erkekler için olduğu kadar Bolşevik Partisi’nin erkeklerinde de kuşku ile olumsuzlukla karşılanan bir gelişme idi.
Devrimci Rusya buna rağmen kadınların giderek özgürleşmesine şahit oldu. Kadınlar tarihte ilk kez erkeklerin yanı sıra toplumsal hayatta etkin olmaya, toplumsal hayatı yönlendirmeye başladılar. Ne var ki, kadınlar erkeklerin yanı sıra toplumsal hayatı eşit ölçüde yönlendirme olanağına kavuşamadılar. Devrimci Rusya’da işler hızla tersine dönmeye başladı. Uluslararası Kadınlar Günü bir tatil günü olmaktan çıktı. Boşanma yeniden zorlaştırıldı ve Çarlık zamanında olduğu gibi paralı hale geldi. Dul kadınlar eskisi gibi küçümsenmeye ve horlanmaya başlandı. Örneğin dullar parti üyesi olamamaya başladılar. Kürtaj yeniden yasaklandı. (bugün kürtaj SSCB’de sınırlı olarak vardır.) Doğum kontrolünü geliştiren yaygınlaştıran bütün adımlar iptal edildi. Çok çocuklu kadınlara (erkeklere değil!) ödüller, madalyalar verilmeye başlandı. Bunların anlamı kadınlara; “Bırakın çalışma hayatını eve, yatak odasına, çocuk bakımına dönün”. 1930’da kadınların sosyal ve cinsel hakları üzerine tartışma yasaklandı. Rus devrimci kadın hareketinin önde gelen isimlerinden Kollontai’nin cinsellik ve kadın sorunları üzerine bütün eserleri toplatıldı ve yasaklandı. Çalışan kadınlar devrimin ilk yıllarında kazandıkları çeşitli haklarını kaybetmeye başladılar. Örneğin süt emzirmek durumunda olan kadınlar artık eskisi gibi bu analık görevini işyerinde yapamamaktaydılar. Sovyet devrimi günümüzün komünist kadınlarına zengin deneyler veriyor. Her şeyden önce kadınların örgütlenmesinin önemini ortaya çıkarıyor. Açık bir gerçek ki Rus devriminde, kadınların kazanımında bağımsız kadın örgütlenmesinin, Rus devrimi
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 7
nin kadın önderlerinin çok önemli bir payı var. Eksiklik ise bu mücadelenin, örgütlenmenin çok geç başlamış olmasıdır. Kadınların kurtuluşunun önkoşulu kuşkusuz kadınların işgücüne yığınsal olarak katılımı. Bu ön koşul olmaksızın kadınların kurtuluşunun hiçbir zemini olamaz. Ancak, kadınların kurtuluşu bu noktada başlayıp, gene bu noktada bitmiyor. Eğer kadın bunun yanı sıra erkek egemenliğinin ve sınıflı toplumun temelini oluşturan ailenin baskısının zincirlerinden kurtarılmazsa, ev işleri toplum-sallaştırılmazsa kadınların kurtuluşundan gene söz etmek mümkün değil. Ancak bütün bu alanlardaki gelişme, ilerleme kadınların kurtuluşuna giden yolu açabiliyor. Erkek egemen toplumda sosyalizmin bir sihirli değnek gibi kadınları özgürleştirmesi, toplumsal hayattaki etkinlik açısından erkeklerle eşitleştirilmesi mümkün değil. Yukarda, devrimci Rusya örneğinden aktardığımız gibi, örneğin cephedeki askerler geri dönüp iş istediğinde erkek egemen hükümet, erkek egemen Komünist Partisi derhal kadının fabrikayı erkeğe terk etmesini öneriyor. Aynı şekilde erkek egemen komünist örgüt, hükümet üretimin artması, ucuzlaması uğruna kadını eski yerine itmekten çekinmiyor. Ve ardından bütün bu tür adımların yasal çerçevesi geliyor. Aile güçlendiriliyor, yüceltiliyor. Bu noktadan sonra, kadın ister işgücü içinde önemli bir yere sahip olsun, isterse olmasın, toplumsal etkinlik ve onun en üst biçimi olan siyasal etkinlik açısından bir hiç haline geliyor. Bakın Sovyetler Birliği’ne, Macaristan’a, Bulgaristan’a, Çin’e, Arnavutluk’a, Kuzey Kore’ye vs. politik yönetim, devlet aygıtı gene kapitalist toplumda olduğu gibi erkek egemen. Oysa bu ülkelerin bir kısmında bazı kapitalist ülkelerde olduğu gibi, işgücünün % 50’sini, 51’ini kadınlar oluşturuyor. Çünkü politik hayata yön veren politik örgütlenmelerde gene erkek egemen. Bütün bunların sonucunda çıkarılması gereken temel ders, kadınların parti yaşamında öne çıkarılmasıdır. Bu nasıl olacak? İşte kadın sorununda çözülmesi gereken temel olgu budur. Kadın sorununun bir cins sorunu ol-
duğunun tespit edilmesi yeterli mi? Basitçe, kadınların örgüt, parti içinde daha çok yer almalarını istemek yeterli mi? Bu tür tespitleri yapmak ve çözümlenmeleri için “özel çaba harcanması” gereğini saptamak, belki ilk ciddi adım. Yoğun bir teorik mücadele bu ilk ciddi adımın ilk hayat buluş biçimi olacaktır. Ancak gene de yetersiz. Çünkü asıl sorun kadınların bağımsız örgütlenmesidir. Her düzeyde. Parti içinde, sınıf içinde, kendi özerk yapılanmalarına sahip olmalıdır kadınlar. Tam da tüm erkek komünistlerin biraz alayla, biraz küçümsemeyle ama tam bir korku ile düşündükleri gibi kadınlar “kadınca” örgütlenmelidir. “Tüm ezilenlerin en ezileni, işçi kadın”, ekonomik sömürüden, siyasal baskıdan kurtuluşun yolunun cinsiyet ayırımı gözetmeksizin işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinde ve siyasal iktidarın ele geçirilmesinde olduğunu bilmek zorundadır. Bu nedenle kadın işçi, erkek işçilerle sınıf kardeşliği esasında birlikte örgütlenmek, birlikte kapitalist sınıfa karşı mücadele etmek zorundadır. Ama kadın işçinin görevi burada bitmez, o bir işçi; bir ücretli köle olarak kendi sınıfının diğer cinsiyle birlikte örgütlenmeden öteye bir de kendi cinsinin, kadının kurtuluşu için örgütlenmek, mücadele etmek zorundadır. Gelişen kapitalizm, kadınları daha büyük yığınlar halinde işgücüne, ücretli köleler olarak katmaktadır. Dünyanın hemen her yerinde kadınlar daha büyük yığınlar halinde çalışma hayatına katılmaktadırlar. Ama kapitalizmin her sarsıntısı, ekonominin her daralması ilk olarak etkisini kadınlar üzerinde göstermektedir, işsizler ordusu büyüyünce bu ordunun ilk saflarını derhal kadınlar doldurmaktadır. Erkek ege-
men kapitalist toplumun genel işbölümünün bir sonucudur bu. Böylesi kriz anlarındaki gerilemeyi de hesaba kattığımızda gene de geçmişle karşılaştırılamayacak yoğunlukta işgücünün saflarını, erkeklere oranla daha da kötü şartlarda doldurmaktadırlar. Bu gelişme; Engels’in de belirttiği gibi kadınların kurtuluşunun ilk ön koşulunu oluşturmaktadır. Ama ikinci gerek şart, yani toplumsal iş bölümünde kadına ev köleliğini armağan eden ailenin kadınlar üzerindeki etkisi kırılmadan, daha doğrusu bir kurum olarak aile söndürülmeden kadınlar için kurtuluş yoktur. Ailenin, kadın üzerindeki, tam anlamı ile erkekçe olan, fakat kadınların da gönüllü olarak yayıcısı oldukları değerler kırılmadan kadınlar için özgürlükten bahsedilemez. Bu değerlerin kırılması her alandaki mücadeleyi içerir, mücadele ise örgütlülüğü gerektirir. Yani kadınlar her alanda kendi örgütlerine bugünden sahip olmak, genel sınıfsal, siyasal örgütlenmelerin yanı sıra bu örgütlenmeleri de inşaa etmek zorundadırlar. Gene işçi kadın örgütlenmelerinden j siyasal örgütlenmeler-deki özerk kadın yapılarına kadar “kadınca” bir örgütlenme, “kadınca” bir mücadele gerekli. Her türlü erkek üstünlüğünün kanıtlayan erkekçe değer yargılarına ve çözümlere karşı kadınca bir tutum! Yukarıda, kadınların örgüt, parti içinde daha fazla yer almalarını istemek yeterli mi diye sorduk. Yetersiz. Böyle bir tespit ilk basit adım, ama sonu olmayan, pratiğe yansımayan bir adım. Bu doğru ilk istemin hayata geçebilmesinin yolu gene bağımsız kadın örgütlenmesinden geçer. Komünist örgüt içinde de kadınlar kendi özerk yapılarına, kendi karar mekanizmalarına, konferanslarına sahip olmalıdırlar. Komünist örgütün erkek egemen
yapısına karşı kadınlar için başka bir çözüm yoktur. Erkeklere gelince, komünist erkek, kadınla erkek arasındaki cinsiyet farkından doğan eşitsizliği görmek, bilmek öğrenmek ve buna göre davranmak zorundadır. Her an, her dakika bu eşitsizliğin günlük yansımalarına karşı tavır almak zorundadır. Kadınlar için bu bir mücadeledir, yıkmaya dönük bir mücadeledir, erkek için ise öğrenmeye, değişmeye dönük olmalıdır. Erkek, “erkekçe” davranmaktan vaz geçmeyi, insan haline gelmeyi öğrenmek zorundadır. İşte o vakit “kadınca” davranmanın da gereği kalmayacaktır. “Erkekçe” ve “kadınca” tutumlar yerine insanca tutum geçecektir. İşte o gün hiçbir baskıdan, hiçbir sömürüden söz edemeyeceğiz. Kadınların kurtuluşundan söz etmeye gerek kalmayacak. İşte, o gün 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü’nü bir mücadele günü olarak anmaya gerek kalmayacak. Nasıl ki, 1 Mayıs’ı bir mücadele günü olarak anmaya gerek kalmayacağı gibi. O güne kadar ise nasıl ki sınıf mücadelesi, sınıfsal örgütlenme var olmaya devam edecek, aynı şekilde kadınların mücadelesi de, kadınların örgütlenmesi de var olmaya devam edecek. Son olarak; erkek egemen toplum, erkek egemen siyasal örgüt, kadın örgütlenmesine, kadınların mücadelesine her türden teorik gerekçelerle karşı çıkmakta, çıkmaya devam edecek. Erkek egemen sosyalist örgütlenme bunu sınıf mücadelesinin yaldızıyla yapmaya çalışacak.,Kadın komünistler, kadın işçiler sınıf mücadelesinin yaldızını elbette korumalı ama altındaki erkekçe tarif ve tutuma karşı ise gözlerini kırpmadan, amansızca mücadele etmelidirler.
Sayfa: 8
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
EKONOMİK, DEMOKRATİK VE SİYASİ HAKLAR L. KARADENİZ Kurtuluş Örgütü,. 1984 yazında yaptığı Birinci Kongre’sinde önüne iki temel görev koydu: 1. Küçükburjuva sosyalizminden tam bir kopuş için teorik faaliyet. 2. Sosyalist öncü işçilerin örgütsel birliği için pratik faaliyet. Bu iki görevi bir tek bütün halinde şöyle ifade edebiliriz: Devrimci marksizmi kavramak, ama bir dogma olarak değil, bir eylem kılavuzu olarak kavramak. Ne demek marksizmi bir dogma olarak değil bir eylem kılavuzu olarak kavramak? Lenin şöyle diyor: “En fazlasıyla, sadece, tarihsel sürecin her özel döneminin somut ekonomik ve politik koşulları tarafından zorunlu olarak değiştirilebilir olan genel görevlere işaret eden ‘formüller’in ezberlenmesini ve tekrarlanmasını alaya alan Marks ve Engels daima, ‘bizim teorimiz bir dogma değil bir eylem kılavuzudur’, dediler.” Fikri biraz daha açmaya çalışalım. Devrimci işçi sınıfı hareketinin veya bizim durumumuzda, böyle bir hareketin oluşmasına katkıda bulunmayı kendisine görev edinmiş örgütlerin bir takım genel görevleri vardır. Ancak devrimci marksist yazında, bir zamanlar ° bir yerde bu genel görevlere işaret eden formülleri yinelemek, bu görevlerin yerine getirilmesini sağlamadığı gibi, tekrar edenleri devrimci marksizmin ‘ karşısında alay edilecek bir konuma düşürür. O halde, yapılması gereken, gerçekliği bütün çelişkileri ve zenginliği içinde kavramaya çalışmak, tarihin yönünü her değiştirişinde ortaya çıkan yeni durumu ve ona karşılık gelen görevleri derhal tespit edebilen ve işe atılan bir siyasal yapı olmaya çalışmaktır. İşte, birinci kongre kararları böyle bir yapı olmaya doğru hizmet etmelidir. Teorik faaliyet sosyalist işçilerle
birleşmeye hizmet etmeli, sosyalist işçilerle birlik olmak için atılan her adım önümüze yeni teorik sorunları koyacak ve daha ileri bir adım atabilmek için çözümlerini dayatacaktır. Devrimci marksizm bize nasıl yol gösterecek, nasıl kılavuz olacak? Uluslararası ve ulusal ölçekte; sınıfların, sınıflar mücadelesinin, bizatihi prolateryanın kendisinin andaki durumunu, nereye doğru evirildiklerinin anlamamıza yardım edecek ve bu hareket içinde proletaryanın görevlerini görebilmemizi sağlayacak. Komünistlerin üstünlüğü işte burada.
rektiğine inanıyorum. Şimdiye kadar devrimci marksizm ile yoğrulmuş, sistemli, plân ve programa sahip bir işçi sınıfı hareketi geleneğine sahip olamadığımız için, hepimiz sınıfın mücadelesine dair pek çok kavramı ya ezberden, içi boşaltılmış bir halde kullandık ya da eksik ve yanlış geleneklerin ürettiği pek çok kavram ürettik, kullandık ve kullanmaya devam ediyoruz. Somutu tartışmayı başarabildiğimiz ölçüde bunların anlamlı olanları saklanacak, anlamsız olanlarının yerine yenisini koymak gerekecektir düşüncesindeyim.
Bağımsız bir örgütlenme olmadan evvelinden başlayarak ve ondan sonra yazınımızda sosyalist işçilerle birleşme görevimizi sık sık vurguladık ve buna ilişkin olarak uluslararası sosyalizmin tarihinden bazı deneyler aktardık. Ama işbaşında olan yoldaşların somut deneylerini çok az aktarabildik. Halbuki, tam da bu yoldaşların deneylerini merkez yayın organına aktarmaları ile bu konudaki tartışma hızlanabilir, teorik ve siyasal yanları gündeme gelebilir, geçmişin ezbere siyaset yapmak anlayışından adım adım kurtulabiliriz. Çünkü biz somut olana gözümüzü dikmeli, somut olan engeli aşmalıyız, formül tekrarlamamalıyız. Bu bağlamda Selim Akar yoldaşın bu sayıda yayınlanan yazısı büyük önem taşıyor.
Tartışmamıza dönersek, alışkanlıklarımız içinde olduğu üzere bu çeşitli sıfatlı haklar, ideolojik olarak, gerçekten de işçi sınıfının birbirinden belirgin çizgilerle ayrılabilir, her birinin diğeriyle yaşam bağı olmayan hakları yarmış yargısını yerleştiriyor. İşçi sınıfının saf ekonomik haklar sahibi olması mümkün-müdür,’demokratik ve siyasal hakları’ olmadan? Örneğin, kapitalist düzen koşullarında olabildiğince iyi bir kıdem tazminatı hakkı, emeklilik hakkı, işsizlik sigortası ya da sağlık sigortası haklan (bu saf ekonomik olan ya da öyle imiş gibi görünen hakları daha da çoğaltabiliriz) işçilerin siyaset yapma özgürlükleri olmadan ve daha da önemlisi egemen sınıfların hesaba katmak zorunda oldukları bir siyasal hareketlilik ve olgunluğa ulaşmadan elde edilebilirler ve işletilebilirler mi? Kapitalist düzen koşullarında olabildiğince iyi ekonomik haklara sahipken, ‘demokratik ve siyasal haklara’ sahip olmayan bir işçi sınıfı nerede vardır? Ya da tersi, ‘demokratik ve siyasal haklara’ sahipken, sefil yaşam koşullarına sahip işçi sınıfı nerede vardır?
Selim Akar’ın yazısı üzerine düşündüklerimi iki başlık altında toplayacağım: 1. İşçi sınıfının, ezilen yığınların çeşitli haklarına ilişkin olarak tartışmak istediklerim, 2. Yazının son kısmındaki örgütlenme üzerine söylediklerine ilişkin olarak tartışmak istediklerim. Yazının girişinde “.....işçi sınıfının siyasi, ekonomik, demokratik bir çok hakkı”nın askeri diktatörlük tarafından tırpanlandığı anlatılıyor. Bu çeşitli, birbirinden ayrılmış hak kategorileri üstünde tartışmak ge-
Burada siyaset ve ekonomi arasındaki nesnel ve siyasal bağı teorik olarak çok iyi kurabilmeliyiz.
Bütün diğer sınıflar gibi işçi sınıfı da, nesnel nedenleri olmaksızın, siyaset yapmış olmak için siyaset yapmak, siyasal haklar sahibi olmak için ve en nihayetinde egemen siyasal güç olmak için mücadele etmez. İlişkileri, kurumları ve özel bir siyasal güç olarak devlet halindeki ifadesiyle siyaset, başı ve sonu kendi içinde- belirlenen, var oluş nedenini kendisinde arayacağımız bir alan değildir. O, tamamen mevcut nesnel koşullar sayesinde vardır. Bundan dolayıdır ki, ezilen yığınlar nesnel koşullara karşı, yani mevcut üretim biçimi ve ilişkilerine karşı ya da onların sonuçlarına karşı mücadeleye başladıklarında kelimenin kendi anlamında siyasete bulaşmak zorunda kalırlar. Mevcut nesnel ekonomik ilişkileri koruyan ve kollayan kurumlara çarparlar. İş siyasete dökülür. Bu noktada kapışmanın sonucu iki tarafın örgütlülüğüne, siyasal olgunluğuna, müttefiklerine, andaki ulusal ve uluslararası ekonomik ve politik koşullara vb. bağlıdır. Ezilen sınıf açısından daima üç seçenek var: Yenilgi, reformlar-kısmi başarılar- ya da devrim. Devrim, siyasal iktidarın proletarya tarafından zaptı, işçi sınıfının ekonomik kurtuluşunun, ücretli kölelikten kurtuluşunun siyasal biçimidir ve başka biçimi yoktur. Devrim eski düzeni altüst eder, üretim araçlarının mülkiyetini ve ürünleri toplumsallaştırır; eski siyasal biçimler de yıkılırlar, yerlerini yeni düzeni kollayan ve geliştiren siyasal kurum ve ilişkilere bırakırlar. Ancak, tarihin daima kanıtladığı gibi yenilgilerden ve kısmi başarılardan geçmeden nihai zafere ulaşılmaz. Çünkü ezilen yığınlar devrim yapmayı-siyasal mücadelenin en üst evresi- programlar ve metinlerden değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler ve yol alırlar. Bu noktada bize düşen görev çalışan yığınların dar kapsamlı ekonomik mücadeleleriyle, yani yaşam koşul-
Sayı: 12
larının iyileştirilmesi mücadelesi ile —ki, başlangıçtaki mücadele daima böyledir— işçi sınıfının kapitalist ekonomi düzeninden kurtuluşu arasındaki bağları kurmasına yardımcı olmaktır. Elbette onun bu mücadelesini üç-beş kuruşluk ücret mücadelesi diye küçümseyenlerin bu bağı kurma şansları yoktur.
Yardımcı olmak, başladıkları işin egemen siyasal ve hukuksal kurumlar, ilişkiler ve devletle ilişkisini kurabilmelerine ve böylece kazanımlarını sağlama almaları için ekonomik kazanımların siyasal kazanımlarla birleştirilmesi gerektiğini gösterebilmektir. Bununla; ekonomik ve siyasi alandaki kazanımların daima eş zamanlı olduğunu, birbirleri arasında, her zaman bir öncelliğe sahip olmadıklarını söylemek istemiyoruz. Ama bizim aklımızdan çıkarmamamız gereken şey bu ikisinin birbirinden ayrılmaması ve ayrılması çabalarına karşı durmak olmalıdır. Çünkü ezilen yığınlar ekonomik mücadelenin siyasal alanla bağlantısını kaybederlerse, siyasal alana müdahalelerde bulunmanın vazgeçilmezliği bulanıklaşırsa ki, egemen sınıflar bunun için ellerinden geleni yaparlar- bu kazanımlar da yavaş yavaş donuklaşmaya ufak ufak kırpılmaya, işlerin burjuvazi için hepten kötü gittiği bir zamanda da hepten yok edilmeye başlanırlar. Sonuç olarak başladığımız noktaya dönersek, devrimci marksistler açısından ekonomik hak ve demokratik ve siyasal hak diye iki ayrı hak kategorisi olmamalı. Ama hepimizin iyi tanıdığı, sınıf mücadelesini karartmak isteyen çeşitli akımlar bu ayrımı özellikle yaparlar ve ideolojik olarak işçilerin kafasına yerleştirmeye çalışırlar. Bunun en ham ve ilkel ifadesi -sık sık pek çok işçide de rastladığımız- “ekmek kavgası”, “ekmek kapısı” sözleridir. “Kardeşim, benim siyasetle işim yok, benim derdim çoluğumun çocuğumun karnını doyurmaktır”, diyen işçilerin durumu anlaşılabilir bir şeydir. Henüz “ekmek” ile “siyaset” arasındaki bağı kuramayan bir işçidir o. Ama sendikacıların bu türden propaganda ve ajitasyonlarına, becerebildiğimiz en kapsamlı ve somut propaganda ve ajitasyonla karşı çıkmak gerekir. Ezilenlerin boyunlarının büküklüğünden, içine itildikleri sefil durumdan, her gün akşam eve götürmek zorunda olduğu ekmeği düşünmek durumuna itilmişliğinden istifade eden profesyonel sendikacılar ve çeşitli partiler, göbek bağlarıyla egemen sınıflara ve onların devletine bağlıdır-
SOSYALİST İŞÇİ lar. Bunların hepsi, ezilenlere karşı kullanılmak üzere silahlı birliklere, hapishanelere, mahkemelere sahip bir terör ve soyguncu çetesidirler. Propaganda ve ajitasyon somut olmalıdır dedik. Bugün Türkiye işçi sınıfının mevcut sendikalar yasasından, iş yasasından, grev-toplu sözleşme ve lokavt yasasından memnun olmadığını Türk-İş’li sendikacılar ile tabandan gelen baskıyla sık sık ifade etmek zorunda kalıyorlar. Hiçbir işçiye bu yasaların ne kadar kötü ve aleyhlerine olduğunu anlatmaya gerek yok. Yerine neyi geçirmek istediğini henüz bilmiyor ya da berrak olarak bilmiyor. Sadece daha ‘iyi’sini istiyor. Bizim yardımcı olmak görevimiz şöyle olmalı: yerine konması gerekeni somutlamak. Bugüne kadar, mevcut yasaların titizlikle incelenmesine dayalı, demokratik özgürlükler mücadelesinde, işçi sınıfının elinde yol gösterici bir alternatif olarak kullanabileceği, bir karşı belge ortaya çıkaramamış olmamız, eski ezberden siyaset yapma anlayışımızın devam ettiğinin göstergelerinden biri. Böylesi bir belge ileri ve geri bütün işçilerin onayını alacaktır. Şikâyetlerini somutlaştıracaktır. Ne için mücadele ettiklerini berrak hale getirecektir. Sosyalist işçilerin işlerini kolaylaştıracaktır. Birbirinden ayırdığımız haklar arasında ‘demokratik ve siyasal’ haklar var. Ayırmanın nedeni, her ikisinin toplumsal yaşamın farklı, birbirinden ayrılmış alanlarındaki haklar olduğu, olsa gerek. Siyaset ve demokratizmin kapsadıkları farklı toplumsal yaşam alanları var mıdır? Dolayısıyla bunlar birbirinden ayrılabilirler mi? Siyasetin tarif etmeye kalkışırsak, nesnel konumları ve çıkarları birbirinden farklı olan sınıfların birbirleri karşısındaki durumlarını üstün kılma mücadelesi, pratiğidir. Bu pratik, toplumsal yaşamı örgütleyen kurum, örgüt ve ilişkilerde tarafların oynadıkları rolle birbirleri karşısındaki belirleyicilikleri ve bu belirleyicilik için çabaları ile somutlanır. Ve fiili durum siyasal durum, örgüt ve ilişkilerin biçiminde ifadelerini bulur. Hukuksal ifadeleri de andaki egemen-meşruyasal platformları oluştururlar. Demokrasi, iki tarafın birbirleri karşısındaki belirleyicilik rolüne ilişkin bir kavramdır. Ve uzlaşmazlık kalkana kadar da birbirine göre tarif edilmek zorundadır. Bu birbiri ile aynı olmayan ve tam demokrasinin yerleştirilmesinde farklı tarihsel-toplumsal rollere sahip olan taraflardan hangisinin tam demokrasiyi yerleştirme nesnel tarihsel potansiyeline
sahip olduğunu bilenler olarak bizim görevimiz ona bunu anlatmaktır. Demokrasi en genel tanımıyla eşitlik demektir. Demokrasi, yurttaşlar arasındaki eşitliğin resmen tanınması, herkesin eşit olarak devletin biçimini belirleme-toplumsal yaşamın nasıl örgütleneceğini- ve onu yönetme hakkının resmen tanınması demektir. Bu tanım yurttaşların eşitliğinin sağlanmış olması koşulu ile tamamlanmadığı sürece, üstünde durduğu kendisine göre tariflendiğı zemini kaybeder. Böyle olunca da, genel, eşit ve tek dereceli oyla seçilen parlamento sayesinde yurttaşlar devletin yönetimine eşit olarak katılıyorlarmış gibi gözükür. Biraz yukarıda siyasal mücadelenin nesnel koşulunun toplumun karşıt sınıflara bölünmüşlüğü olduğu ve siyasal mücadelenin bunların birbirleri karşısındaki konumlarını tayin etme, birbirine dayatma mücadelesi olduğunu söyledik. Demek ki, proleter demokrasi de bir tarafın —proletaryanın— kendi koşullarını dayatması, resmen tanıtmasıdır, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesidir. Ama bunun burjuva demokrasisinden farkı ve üstünlüğü yurttaşları eşit hale getirmenin gerçek tedbirlerini almasında yatar. Bu tedbirleri siyasal iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, eski ekonomik düzene son vermesi ve yurttaşları toplumsal üretim araçlarının ve ürünlerin karşısında eşit hale getirerek yani bunları toplumun mülkiyeti haline getirerek alır. O halde proletaryanın siyasal iktidarı zaptetmesi, toplumun örgütlenmesini çalışan yığınların ellerinde toplaması demokrasinin de zaptedilmesidir ve sosyalizm en tam demokrasinin siyasal biçimidir. Ama nasıl ki, ücret artışı, daha iyi sendikalar, grev ve toplu sözleşme hakkı için mücadele eden sınıfın bu mücadelesine gerçek ekonomik kurtuluşun nerede olduğuna bağlamasına yardım etmek, aradaki bağlantıyı kurmak zorundaysak, demokrasi mücadelesinde de aynı şeyi yapmalıyız. Toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve nasıl örgütleneceği mücadelesinde de önündeki somut, ulaşılabilir olan alanlardan hareket etmek zorundadır. Basitinden giriftine kadar, yerel olandan ulusal ölçektekine kadar bütün yönetici kurumların ve kişilerin seçimle işbaşına gelmesi için, otoritelerini kendilerini seçenlerden almaları için, sorumluluklarının da onları seçenlere karşı olması için mücadele etmelidir. Bu, sendika işyeri temsilcisi seçiminde böyle olduğu gibi, örneğin mahalle muhtarlığı seçiminde de, be-
Sayfa: 9
lediye seçimlerinde de, parlamento seçimlerinde de böyle olmalıdır. Bütün bu platformlar bizim için somut mücadele alanlarıdır. Böylece işçiler kendi deneyimleriyle burjuva devletini, onun çeşitli biçimlerini tanıyacak, kazanımları ne kadar ileri olurlarsa olsunlar; bürokrasiyi, sürekli orduyu, polisi silip atmanın gerekli olduğuna adım adım yaklaşacaklardır. Başka cinsten bir siyasal güce, devlete sahip olmaksızın demokrasinin gerçekleşemeyeceğini, çalışan yığınların itildikleri yoksulluk, körleştirilmişlik, uyuşukluk ve eli kolu bağlanmışlıktan kurtulamayacaklarını göreceklerdir. Sonuç olarak, çok dikkat etmemiz gereken nokta bu üç ayrı hak kategorisinin birbiri arasındaki içsel bağlantıyı kaybetmemek, tam aksine sürekli vurgulamaktır, özellikle bugün, yani çalışan yığınların en olağan bir ekonomik kazanım için bile kaskatı ve kendilerini tamamen dıştalayan siyasal çerçevelere kafalarını çarptıkları bir durumda bunun önemi her zamankinden fazla ortaya çıkmaktadır. İki taraftan birine kaymak için son derece uygun bir zemin mevcuttur. Taleplerimizi bir tek ana başlık altında toplayabiliriz: Siyasal demokrasi. Bunu açmalı, içinde yaşadığımız özel tarihsel döneme uyan, proletarya ve ezilen sınıflar için bir mücadele programına dönüştürebilmeliyiz. Not: Gelecek sayıda S.Akar yoldaşın yazısındaki fabrika örgütlenmesi üzerine söylediklerimi tartışacağız.
KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜN GEÇMİŞİ ve BUGÜNÜ F. Yıldız
KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ ENGELLENEMEZ Recep GÖKIRMAK
SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI
Sayfa: 10
Sayı: 12
SOSYALİST İŞÇİ
SU UYUR... Geçtiğimiz ay gazetelerde iki ayrı kuruluşun yapmış olduğu toplantılardan haberler okuduk. Bunlardan biri ABD’nin başşehri Washington’da bulunan ‘Türkiye’nin Amerikalı Dostları Demeği” idi. Diğeri ise sermaye sınıfının hizmetindeki profesörlerin emekli general eskilerinin birlikte bulunduğu “Aydınlar (ya da ırkçılar) Ocağı” idi. Bunların en büyük ortak özellikleri azgın Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve antikomünizm. Yolsuzluk ve rüşvet baş-koordinatörü Özal bu “Ocağın“, “Türk devlet; üzerine oynanan oyunlar” adlı toplantısında “...maksat Türk’ e öz yurdunda bile hayat hakkı tanımamaktır, biz Osmanlı’lardan beri bu tehlikelerle karşı karşıyayız” dedi. Bu ve buna benzer sözleri ne ilk defa ne defa sadece Özal’dan duyduk. Gerek yakın tarihimizde gerekse de Osmanlı’lardan bu yana benzer ifadelerle o anda var olan devletin resmi ideolojisi dile getirilmektedir. Biz bu seferkini fırsat bilerek topluma yıllardır benimsetilmeye çalışılan bu ideolojiye değinelim. Yukarıdaki ifadeyi okuyan kişi şunu soracaktır: Kim bu hayat hakkı bile istemeyenler? Yanıt ise bu ifadenin içinde yer almaktadır: “Düşmanlar”. Bu yanıtı alan ya da çıkarsayan her kişi doğal olarak bu düşmanların kim olduklarını ve neden bizlerle uğraştıklarını merak eder. İşte bu düşman ideolojisi olarak tanımlayabileceğimiz resmi devlet ideolojisinin asıl işlevi de bu soruların sorulması ile başlamaktadır. Osmanlı devletinin çöküş krizinin derinleştiği dönem ile günümüz arasında bu ideolojinin süreklilik kazandığını görüyoruz. Bunun nedeni ise şüphesiz gerek Osmanlıda gerekse de Türkiye Cumhuriyeti Devletindeki yönetim başarısızlıklarında ve toplumsal krizlerde aramak doğru olur. Bu özellik yakın tarihte yani 60’lı yılların ortalarından bugüne kadar oldukça yoğun izlendi. Gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkileri emperyalizm ve onun belirleyici rol oynadığı uluslararası işbölümüne bağlılığı arttırdığı ölçüde, kapitalizmin krizlerinden etkilenme artıyordu.
nın kimliği” de yine dış düşmanda olduğu gibi somut anın biçimlenmesine göre belirleniyor.
Cevdet HARMAN
Bu aynı zamanda egemen güçler arasındaki güç dengelerinde de kaymalara yol açıyordu, öte yanda da kapitalist üretim işçi sınıfını gerek nicelik gerekse de örgütlenme ve mücadele niteliği açısından geliştiriyordu. Tüm bu faktörler toplumsal muhalefeti güçlendiriyor ve toplumda huzursuzluk artıyordu. İşte böylesi durumlarda egemen azınlığın düşman sözcüğünü politikasının değişmez bir unsuru haline getirdiğini gözlemliyoruz. Amaç dikkatleri huzursuzluğun ve rahatsızlığın asıl nedeni olan üretim sistemini ve egemen azınlığın üzerinden mümkün olduğunca uzaklaştırmak. 60’lı yılların ortalarından bu yana toplumsal krizin sık aralıklarla yükseldiğini göz önünde tutarsak ‘düşman ideolojisinin’ sürekliliğini de kavramış oluruz. Kapitalist metropollerde ise krizin derinleştiği dönemlerde benzer bir yöntemle olaya yaklaşılmaktadır. Bu benzerlik amaçta ortaya çıkmaktadır. O ülkelerde de amaç krizin derinleşmesi durumunda kapitalist sistemin sorumlu tutulmasını mümkün olduğunca engellemek için topluma bir suçlu sunmaktadır. Özellikle Federal Almanya, Fransa gibi ülkelerde son yıllarda yoğunlaşan ‘yabancı düşmanlığı’ adı altındaki ırkçılık işte bu amacın yaşama yansımasıdır. Amaç işçi sınıfını yabancı ve yerli şeklinde bölmektir. Böylelikle birlikte hareket bozulacak ve bunalım döneminde, yük, kolaylıkla ücretlilere taşıtılacaktır. Yani burjuvazi suçunu başkalarına yüklemeye çalışır. Düşman kelimesini kullanmaz mı? Çok sıkıştığı du-
rumlarda kullanır, örneğin hıristiyan demokrat bir bakan Federal Almanya’daki barış hareketine -eylemlerinin doruğa ulaştığı noktada ‘Moskova’nın beşinci kolu’ yakıştırmasını yapabildi. Ya da İngiliz başbakanı Thatcher madencileri grevlerinden dolayı ‘demokrasi düşmanı’ önderlerini ise ‘içimizdeki düşman’ şeklinde nitelendirebiliyordu. T.C. Devletinde ise ‘düşman’ nitelemesi daha farklı bir özelliğe sahiptir. Osmanlılardan bugüne kadar resmi ideoloji ‘devletin zayıf düşmesinden yararlanarak, dış güçlerle işbirliği içinde bizi içerden vuranlardan’ söz eder. İşte Özal’ın ‘biz Osmanlı’lardan beri bu tehlikelerle karşı karşıyayız’ demesi bundandır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmak hedeflenir. Bilindiği üzere dış düşmanlar değişken de olsalar hep vardırlar. Burjuvazi kendi çıkarlarını halkın çıkarları olarak gösterme becerisine sahiptir. Bu açıdan da halk adına bir başka toplumu suçlamayı ve düşman ilân etmeyi becerir. Kimin başına talih kuşunun konacağını ise içinde yaşanılan somut anın özellikleri belirler. Osmanlı’dan bu yana önce asker sonra sivil devlet bürokrasisi, sonra da burjuvazi günümüzde ise hep birlikte kendilerini vatanın sahibi olarak tanımlamışlardır. Bu nedenle de bu egemen azınlığa karşı muhalefet yapanlar vatan haini olarak gösterilmişlerdir. Çünkü bu mantığı devam ettirirsek vatanın sahibine karşı olmak vatana karşı olmaktır. İşte bu muhalifler de mutlaka “iç düşmanlardır”. Çoğu kez de bu ‘iç düşmanların’ kökü dışarıdadır ve dış düşmanla işbirliği yapar. “İç düşma-
Kimi zaman bir örgüt, grup ya da parti oluyor. Muhalefetin güçsüz olduğu anlarda egemen azınlığın işi kolaylaşıyor. Böylesi bir durumda bile düşman sözünü sürekli tehdit aracı olarak kullanmaktan geri durmazlar. Yine Evren’in, Özal’ın ve diğer egemen azınlık temsilcilerinin “sakın ortaya çıkmamalarına kanmayın, yarın öbür gün yine gelirler” ifadeleri bu nedenle kullanılır. Bu sayede bir korunma mekanizması yaratılır ve egemen azınlık kendisinin ne denli vazgeçilmez ve gerekli olduğuna işaret eder. Muhalefet büyüdükçe, işçi sınıfını ve diğer toplumsal kesitleri kapsadıkça halk, düşman oluyor. O zaman ya geçtiğimiz yıllarda Arjantin’de görüldüğü gibi dış düşman devreye sokuluyor, ya da bugünlerde Şili’de görüldüğü gibi halka karşı savaş açılıyor. Yazımızın konusu kimin dışarıya nasıl bağımlı olduğunu anlatmak değil. Ayrıca okuyucu diktatör Evren’in ve diğer cuntacıların birer emekli Nato generali olduklarını, yolsuzluklar başı Özal’ın İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası sermayenin finans kuruluşlarına danışmadan önemli adım atmadığını, hatta OECD eski genel sekreterini özel danışmanı yaptığını ve buna benzerleri yeterince bilmektedir. Sorun muhaliflerin ‘düşman’ olarak tanımlanması ve bu tanımlama sayesinde toplumun zihninde bulanıklık yaratılması noktasındadır. Bu noktadaki başarı oranı muhalifleri yok edebilmenin sınırını da belirlemektedir. Tekrar Özal’ın sözlerini hatırlayalım: “Maksat hayat hakkı tanımamaktır.” yani, düşman öldürmeye bile niyetli demek istiyor. Demek ki, onun niyetini boşa çıkarmak için aynı yöntemlere başvurulabilir. İşte bu noktadan itibaren asıl tehdit ‘iç düşmana’, yani muhaliflere yöneliyor. Evren’in “ne yani düşmanları asmayalım da besleyelim
Sayı: 12 mi?” ya da “biz ne aydınlar biliriz, vatan hainidirler” ifadeleri buraya kadar anlatılanların dile getirilmesidir. Artık düşmanı yok etmek için başvurulan yöntemler ve uygulanan devlet terörü meşru gösterilmeye çalışılır. Buraya kadar egemen azınlığın neden ve nasıl bir düşman ideolojisini yaygınlaştırdığını anlatmaya çalıştık. Yazımızın başına dönelim. “Türkiye’nin Amerikalı Dostları Derneği”nin toplantısına iktidar holdinglerinden ENKA‘nın başkanı da şeref konuğu olarak katılmış. Evren ise gönderdiği mesajında “ortak değer ve ideallerden kaynaklanan görüş birliği ve dostluktan” söz etmiş. Evren’in bu sözleri halk adına söylemiş olduğunu bir kenara bırakalım. Bunun abes bir iddia olduğu biliniyor. Biz “ortak değer ve ideallere” bir göz atalım. ABD’de 30 milyonun üstünde insanın yoksulluk sınırı altında yaşaması ortak bir değer (Bkz. Türkiye ve Kürdistan’ın bugünkü durumu). ABD’nin Nikaragua’yı sürekli işgal tehdidi altında tutması, askeri, mali ve politik destek verdiği karşı devrimcileri Nikaragua halkının üzerine salması ortak bir değer (Bkz. Kürdistan ve Orta Doğu). ABD’nin insanlığın dünya tarihi boyunca yarattığı tüm kültürü ve eserleri yerle bir edecek silahlanma yarışını dünyada ve uzayda körüklemesi ve insanlığı barbarlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakması da ortak ideal (şubat ayında TC Devleti Nato üyesi olan Belçika ve Hollanda’nın milyonlarca kişinin muhalefeti karşısında, yeni nükleer füzelerin yerleştirilmesini erteleme eğilimi üzerine, bu füzelerin bir an evvel bu ülkelerde yerleştirilmesi gerektiğini vurguladı). Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi egemen azınlık ‘düşmanı ve dostu’ sadece kendi çıkarları doğrultusunda tanımlamaktadır. Demek ki; bu tanımların değiştirilmesi mücadelesi toplumsal egemenlik ilişkilerinin dönüştürülmesi mücadelesi ile aynıdır. Ancak bu hedefe doğru yürüyenlerin güçlenmesi, egemen azınlığın insanlık düşmanı ideolojisinin yenilmesine yol açacaktır.
SOSYALİST İŞÇİ
OKU OKUT ABONE OL
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 11
Bir rüşvet olayının düşündürdükleri Ç. Toros 1985’e girerken kamuoyu tek bir olayı günlerce tartıştı ve halâ da tartışıyor. Günlük burjuva basını sadece bu olayı yazdı, sadece bu olayın üzerine yorumlar yaptı köşe yazarları. Evet “Özdağlar 25 milyonu cebe nasıl indirdi?” ya da “Bu bir siyasi oyun mu yoksa?” ama son sözü “Adalet” söyleyecek, suçluyu da suçsuzu da “mutlaka ortaya çıkaracaktır.” vs. vs. 25 Aralık 1984’te başlayan bu tantana halâ sürüyor, öyle bir fırtına ki Türkiye sınırlarını aştı dünya kamuoyunu da meşgul etmeye başladı “Türk Watergate”i. öyle bir fırtına ki diğer bütün önemli olaylar, gelişmeler bu .”skandal “in gölgesinde kaldı. İşçi çıkarma yasağı kaldırıldı, binlerce işçi sokağa atıldı, açlığa terk edildi, 1985’le başlayan KDV arkasından büyük bir zam furyasını getirdi, işçi sınıfına ve emekçi halka yaşamı biraz daha çekilmez etti vb. Ama ne mümkün tüm bunlar pek de önemli değil şimdi. Şimdi önemli olan bu “büyük rüşvet olayını kamuoyuna çeşitli yönleriyle açıklamakla görevli” burjuva basını. Biz sosyalistlerce bilinen gerçek ise, bu çok da “büyük bir skandal” değil. Kapitalizmin işleyişinin ayrılmaz bir parçası ve “olmazsa olmaz” bir kural. Türkiye ve dünyada hiç de az rastlanan “düzene zarar verici” bir olay değil rüşvet. Tam tersi kapitalizmin “mütemmim cüz’ü” yani ondan ayrılmaz “olağan” bir olay. Kapitalistlerin siyasi iktidarı her zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmeleri için başvurdukları bir yöntemdir rüşvet. Ama aynı zamanda da rüşvet burjuva yasalarında “suçtur”. Öyle ya hem bu senin her zaman kullandığın bir yöntem olacak hem de yasaların bunu “suç” sayacak. Yoksa “hür parlamenter demokratik sistem” yutturmacanı nasıl kitlelere okutabilirsin. Arada bir de böyle skandallar yaratıp “suçluları” cezalandırır, “düzenin işleyişini” yola koyarsan keyfine diyecek yoktur doğrusu. Kapitalistler bazan da bürokratlar çıkarlarına ters düştükleri anda hemen yasalarını işletmişler ve
böylece rüşvetin kendisini de silah olarak kullanmıştır. Parlamento böylece bizdeki bazı milletvekillerinin dediği gibi “ringo’nun ahırı” değildir belki ama “burjuvazinin ahırı”dır. İstedikleri gibi hükümetlerle oynayabilmekte, istediklerini iktidara getirip istediklerini iktidardan düşürebilmektedirler. ABD’de başkan deviren Watergate skandalı, Almanya’da bir sürü bakanın, bürokratın başını yiyen Flick skandalı, uluslararası bir tekel olan Lockheed firmasının bütün dünyada dağıttığı milyonlarca dolarlık rüşvet vb. ülkemizde de pek çok yaşanan bu tür olayların en son halkasıdır Özdağlar olayı. Peki bu ülkede sanki her şey süt limandır da, arada bir böyle “kaka” unsurlar çıkıp ortalığı karıştırmakta, “düzeni bozmakta” mıdırlar? Elbetteki durum hiç de böyle değildir. Sadece milyonlarla değil, yüz milyonların, milyarların döndüğü rüşvet olayları ve buna benzer yolsuzluklar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Sadece yakın geçmişe bakıldığında dahi çok daha fazla boyutlarda olaylara rastlamak mümkündür, su yüzüne çıkarılmayanlar da çabası. Yakın geçmişte bir “Banker-zedeler” olayı yaşanmış, o zamanların başbakan yardımcısı Özal ve maliye bakanı Erdem istifa etmek zorunda kalmışlardı. Ama 327 bine yakın kişinin toplam 62 milyar lirası ortadan kaybolmuş, bir sürü dava açılmasına, yığınla dosya birikmesine rağmen sorun “açıklığa” kavuşturulamamıştı (!?).Kuşkusuz milyarlarca lira küçük tasarruf sahibinden alındıktan sonra kapitalistlere peş keş çekilmiş, arkasından da “battı” denilmiştir. Sorunun perde arkası halâ karanlıktır. Gene emekçi halkın sırtından sağlanan vergilerden oluşan devlet maliyesi “şirket kurtarma”, “banka kurtarma” adı altında kapitalistlere peşkeş çekilmiştir. Maliye darphanesi durmadan para basıp kapitalistlere “yardım”, “kredi“ sunduğu bilinmektedir. Neyin pahasına? Enflasyonun azdırılarak işçi sınıfına ve emekçi halka yaşamı çekilmez kılma pahasına.
Kuşkusuz yukarıdaki örnekler sorunumuzla biçimde benzememekle birlikte özünde farklı da değildir. Peki milyarlar tutan yolsuzluklara ses çıkarılmıyor da şimdi bu koparılan tufan da neyin nesi oluyor? Evet işin ilginç yanı da burasıdır. Petrol taşımacılığında kıyasıya bir rekabet vardır. Bu alanın iki devi UM Nakliyat ve Cerrahoğlu Nakliyat arasında süren bu rekabette kuşkusuz rüşvet “geleneği” de işin içme karışmış, birinin sağladığı çıkarlar diğerinin zararına olmuştur, işte tam da bu anda Özdağlar ve ona bağlı bürokratlar birilerinin çıkarlarına ters düşmüştür. Eh artık bu kadarı da fazladır. Zaten “hükümetler düşmüş yerine yenileri gelmiş pek önemli değildir” (UM Nakliyat’ın sahibi Mengenecioğlu’nun sözleri) onlar için önemli olan çıkarlarıdır, öyleyse kural işlemeye başlamalıdır. Burada daha başka çıkarlar da söz konusudur. Karmaşık gibi görünse de aslında gayet açıktır. Sistemin aklanması; “bakın rüşvet alanlar cezalandırılıyor” ve siyasi iktidarın çıkarları da söz konusudur. Bir yıldır iktidar olan ama beş yıldır ekonomik politikası ülke ekonomisine egemen olan ve bu süreç içinde hayli yıpranan Özal hükümetinin çıkar arayışlarıdır bunlar. “Adalet” Özdağlar’ı aklasa da mahkum da etse durum değişmeyecektir, sistemin ve hükümetin kurtulması aklanması açısından. “Biz kendi partimizden de olsa böylesi olayların üzerine gideceğiz” demiyor mu zaten Özal.?! Kamuoyu da uzun süre meşgul edilecek ekonomik bunalım, ağırlaşan yaşam koşulları biraz olsun gözlerden uzak tutulabilecek, dikkatler bu yönde saptırılabilecektir. Kapitalistler şimdilik böylesi yanıltmalarla kendi sömürü ve talan düzenlerini sürdürebilmektedirler. Ama tüm bunlar boşunadır. İşçi sınıfı ve onun iktidarı tüm bu oyunları bir bir ortaya dökecek bunların hesabını soracaktır. Ancak işçi sınıfı böyle bir kudrete sahiptir. Yaşasın Sosyalizm!
KARL MARX’IN MEZARI BAŞINDA YAPILAN KONUŞMA
ADI YÜZYILLAR BOYUNCA YAŞAYACAK YAPITI DA! 14 mart günü öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek uyumuş bulduk. Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek. Nasıl ki, Darwin organik doğanın gelişme yasasını, bulduysa, Marks da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların siyaset, bilim, sanat, din vb. ile uğraşabilmekten önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre, bütün bunları şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o
FRİEDRİCH ENGELS temel olguyu buldu. Ama hepsi bu değil. Marks, günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumu özel hareket yapısını da buldu. Artı değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıları olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde eriyip gitmişlerdi. Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle tek bir buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marks araştırmada bulunduğu her alanda (Bu alanların sayısı çoktur ve bir teki ile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır) hatta matematik alanında bile özgün buluşlar yaptı. Bilim adamı olarak buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marks için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi bile belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa
olsun, sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya devrimci bir önem taşıyan bir bulgu söz konusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marks, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve daha şu son günlerde, Marcel Deprez’in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu. Çünkü Marks, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve başarı ile savaştı o. 1842’de birinci Rheinısche Zeitung’a, 1844’te Paris’teki Vorvvarts’a, 1847’de Brüksel1 deki Deutsche-BrüsselerZeitung’a, 1848-49’da Neue Rheinische Zeitung’a, 1852’ den 1861’e değin New York Tribune’e
katkı, ayrıca bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararası Emekçiler Derneği’nin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra’da çalışma, işte eğer başka bir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar. Marks, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakıyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdu onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O, bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kalifornia’ya değin, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve ağlanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı düşüncede hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu. Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da! *17 mart 1883 günü High Gate’de Engels tarafından yapılan konuşma.