si_3

Page 1

KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR HAZİRAN 1984 SAYI: 3 YHK’nın %25 zammı ve ardından asgari ücretin arttırılması son zamlarla işçilerin eline geldiği gibi ve hatta daha fazlasıyla geri gitti. Şimdi işçilerin alım gücü YHK zammı öncesindekinden daha az. Yani işçiler bugün düne oranla daha yoksullaştılar. Şimdi bir işçiler “serbest toplu pazarlık” döneminin başlamasını bekliyorlar. Ama acaba işçi sınıfı “serbest toplu pazarlık dönemi” ne gerçekten girdi mi? Bu sorunun cevabı ‘Hayır’dır.Askeri diktatörlüğün 3.5 yıllık icraatı işçi sınıfı için öyle bir yasal ortam yarattı ki,”serbest toplu pazarlık” tan bahsetmek mümkün değil. Her şeyden önce serbest sendikalar yok. Var olan Türk-İş ve sözüm ona sendika; Hak-İş yıllardır işçiler tarafından iyice biliniyorlar. Özellikle mücadele deneyine sahip işçiler Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’e geçmek için verdikleri mücadeleleri daha unutmadılar. Ancak ortada bir-iki bağımsız sendika dışında sendika olarak sadece Türk-İş (ve olduğu kadarıyla Hak-İş) var. Yeni sendikalar kurmak ve bunları işler hale getirmek hemen hemen olanaksız. Öte yandan DİSK fiilen kapatıldı. Kısacası işçiler için serbestçe sendika seçme özgürlüğü yok. Sendika seçme özgürlüğünün olmamasından daha önemli bir sınırlama, mücadele özgürlüğünün olmamasıdır. Sendikalar ve grev ve toplu sözleşmeler yasaları öylesine bir içeriğe sahipler ki grev yapmak adeta olanaksız. Ve kazara bir fabrikanın, işyerinin işçileri bütün engelleri aşarak greve gitseler bu takdirde de gene önlerinde sayısız engel var. Grevleri ertelenebilir, yasaklanabilir vs. Fakat burjuvazi için bütün bu yasal tedbirler dahi yeterli görünmüyor. İşçi sınıfı hareketi bu denli dağınık, örgütsüz ve dolayısıyla güçsüz olmasına, mücadele etmek için gerekli tüm olanaklardan, silahlardan arındırılmış olmasına rağmen burjuvazi gene de bütün bunları yeterli görmüyor. Geçenlerde basına yansıyan TİSK ve MESS’in toplu sözleşme prensipleri bunun en güzel örneği. 12 Eylül mücadelesi içinde işçilerin yakından tanıdıkları TİSK ve MESS, bu prensipleri ile işçi sınıfı hareketine göz açtırmamayı hedefliyor. En ufak bir mücadele, grev olanağına bile tahammülü yok. TİSK ve MESS prensiplerini en kısaca, kapitalistler toplu sözleşme istemiyorlar diye özetleyebiliriz. TİSK ver MESS tüm kapitalistlere “yasaların tanıdığı haklardan başka hiç bir şey vermeyin, verilmiş olanları dondurun ve geri alın” diye talimat veriyor ve hemen tehdidi ekliyor:

ÖNÜMÜZDEKİ GÖREVLER ZORLU AMA BAŞARACAĞIZ SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULU

“tersine davrananlar cezalandırılır.” Bilindiği gibi ekonomik mücadelede işçilerin tek gücü üretimi durdurmaktır, yani grevdir. Grev boyunca işçiler ücret almazlar. Yaşamlarını diğer işçilerin desteği ile karşılarlar. Sendikanın işçiler için en önemli yararlarından birisi budur. En geniş işçi yığınlarını bir araya getirir sendikalar. Grev boyunca üretimin düşmesi patron için ise artı-değer sömürüsünün durmasıdır, yani kârının durmasıdır. Kapitalist için ölüm budur işte. 12 Eylül öncesinin mücadelesi içinde güçlenen sendikal harekete ve sertleşen grevlere karşı tekelcilerin önderliğinde kapitalistler de örgütlenmeye ve yeni tedbirler almaya başladılar. Hemen her işkolunda patron sendikaları doğdu. Patron sendikaları ikili bir işleve sahip: Birinci olarak, işçilere karşı patronların dayanışmasını sağlıyorlar. TİSK’in açıklanan prensiplerinde prensiplere uymayan patron sendikalarının ve patronların cezalandırılması işte ilk olarak bu dayanışmadan yararlanmamak şeklinde olacak. TİSK bünyesinde oluşturulan “merkezi dayanışma fon “undan yararlanamayacak TİSK prensiplerine uymayan patron sendikaları. Patronların dayanışma fonu esas olarak devlet kurumlarının verdiği katkılarla oluşuyor. Örneğin metal işkolunda “dayanışma fonu” esas olarak bu iş kolundaki devlet kurumlarının, Karabük, Seydişehir, MKE gibi işletmele-

rin verdikleri aidatlar(!)la oluşuyor. Kısacası devlet veriyor, tekelciler kullanıyor. İkinci olarak ise ; “işveren dayanışması” adı altında patron sendikalarında küçükler büyükler lehine yok ediliyorlar. Çünkü patron sendikalarının politikalarını tekelciler belirliyorlar ve bu politikalar hemen her zaman küçüklerin büyükler lehine ortadan kalkmasını sağlıyor. Ama küçükler öylesine elleri kollar bağlı bir durumda ki, çok zaman, bile bile patron sendikasına katılıyorlar. Eğer katılmazlarsa tekeller katılmadıkları için cezalandırıyor onları. Krediler kesiliyor, ham madde bulamıyorlar, pazar kapanıyor, kirli çamaşırlar ortaya dökülüyor. Eğer katılırlarsa bu kez de patron sendikasının politikaları sayesinde gene eziliyorlar. Patronların sorunlarım (!) bir yana bırakırsak, TİSK ve MESS toplu sözleşme prensipleri önümüzdeki dönemde bunca örgütsüz ve silahsız olduğumuz bir ortamda işçiler için serbest toplu sözleşme yok demektir. Yanlış anlaşılmasın, toplu sözleşme değil, serbest olanı yok. Aynen dün YHK’nın hazırladıklarının “toplu sözleşme” olması gibi toplu sözleşmeler olacaktır. Ancak artmaya devam edeceği gün gibi ortada olan enflasyon karşısında gerçek ücretlerin azalması, yoksulluğun biraz daha çoğalmasıdır. Ücret artışı için mücadele işçi sınıfı

için savunma savaşıdır. Yaşam koşullarının biraz olsun düzeltilebilmesi veya daha doğru bir deyişle korunabilmesi için mücadeledir. İşçi sınıfı bugün bırakalım saldırıya geçmeyi, savunma savaşı bile \ erecek olanaklara sahip değil, öyleyse ilk görev bu olanakların, silahların yaratılmasıdır. Bu ise en geniş anlamı ile siyasal demokrasi mücadelesidir. Her sınıf bilinçli işçi bilir ki, demokratik haklar genişlemeden işçi sınıf mm mücadele olanakları son derece kısıtlıdır. Kazanılması gereken sadece sendika hakkı, toplu sözleşme ve grev hakkı değildir. Eğer genel olarak örgütlenme özgürlüğü genişlememişse, söz söyleme özgürlüğü yoksa, basının ağzı kapatılmışsa, burjuva siyasi partileri bile baskı altındaysa, on binlerce sosyalist, demokrat zindanlarda çürüyorsa, sosyalistlere, öncü işçilere karşı polisin sürek avı devam etmekteyse, insanlar siyasi nedenlerle öldürülüyor, idam ediliyorsa, işkence gizlenmeden açıkça yapılıyorsa, böylesi şartlar altında sendikal haklar, grev hakkı kazanılamaz. Bu durumda sınıf bilinçli sosyalist işçiler için önümüzdeki dönemde çok yönlü görevler var: Birinci olarak bütün sınırlılığına karşı işçilerin başlayacak olan günlük mücadelesini örgütlemek ve ilerletmek. Bilmek zorundayız ki, işçilerin yığınsal mücadelesinin genişlemesi siyasal demokrasi mücadelesini doğrudan etkileyecektir. Aynı şekilde demokratik hakların gerçekten kazanılmasının ve koruna-bilmesinin tek yolu, küçük burjuva devrimciliğinin yaymaya çalıştığı tüm hayallere rağmen sadece ve sadece işçi sınıfının yığınsal mücadelesinin siyasallaşması ile ve demokratik haklan kazanması ile mümkündür. Bugün toplumda işçi sınıfından başka hiç bir sınıf demokratik hakları kazanabilme ve koruma gücüne sahip değildir. İkinci olarak günlük mücadelenin yarattığı her olanaktan yararlanarak siyasal gerçekleri açıklamak ve işçileri siyasi olarak eğitmekle görevliyiz. Her siyasi gerçeğin açıklanışı işçilere demokratik haklar için mücadelenin gereğini bir kez daha gösterecektir. Üçüncü olarak işçi sınıfını uzlaşmacı küçük burjuva siyasi akımlarına karşı uyarmakla yükümlüyüz. İşçilere işçi sınıfının ve onunla birlikte tüm ezilenlerin, emekçilerin kurtuluşunun işçi sınıfının kendi esri olacağım kavratmalıyız. Küçük burjuva siyasetlerine karşı uyanıklık işçilerin siyasal bilincini hızla geliştirecektir. Dördüncü olarak ise her düzeyde örgütlenmek ve en önemli olarak sosyalist işçilerin siyasal birliğini oluşturmak görevi ile karşı karşıyayız. Kısacası önümüzdeki görevler zorlu ama başaracağız.


Sayfa: 2

SOSYALİST İŞÇİ

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Yurtdışı baskısı HAZİRAN 1984, Sayı: 3

Sayı: 3

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: Postlagerkarte 074763A - 1000 Berlin 44 - B.R.DEUTSCHLAND

ANAP’DAKİ FAŞİSTLER O. Çarpar

başladı.

Cuntacıların kapattığı partiler 3 yıl aradan sonra ‘demokrasiye geçiyoruz” tantanaları arasında yeniden kuruldular. ANAP, HP, MDP gibi yeni dönem cunta partilerinin dışında Cuntanın aldığı önlemlere rağmen AP-DYP, CHP’nin bir kısmı SODEP ve MSP-RP olarak ortaya çıktılar. Küçük faşist grupların dışında MHP’liler ise ciddi bir parti kurma girişiminde bulunmadılar. Siyasi partiler kurulmaya başlandığında faşistler önce AP’liler tarafından kurulan BTP’ de toplanmaya başladılar. BTP Cunta tarafından kapatılınca bir kısım faşistler MDP’yi ele geçirmeğe soyunurken, bir kısmı da ANAP ta toplanmaya başladı. Kendilerinin deyimi ile de “eskinin dört eğiliminden oy alan” (CHP,AP MSP ve MHP kastediliyor) ANAP içerisinde AP’nin sağ kanadı ile MHP’liler etkinlik kurmaya başladılar. 25 Mart seçimleri sonucu ANAP’ın hükümeti kurması ile birlikte faşistlerin bu parti içindeki etkinlikleri gözle görülür bir şekilde artmaya

ANAP içersinde yer aldığını öğrendiğimiz diğer MHP’li veya MHP yandaşı kadrolar şunlar: Hakkında burjuva basınının bile “kapatılmış ve yöneticileri tutuklanmış aşın sağ partiyle gönül bağı içersinde diye yazdığı Halil Şıvgın ANAP örgütü ile doğrudan sorumlu Devlet Bakanı oldu. Aynı zamanda Halil Celal Güzel’le birlikte İçişleri Bakanlığının “gölge bakan”ı. Batı Karadeniz’in faşist örgütleyicilerinden Veysel Atasoy ulaştırma Bakanı. Devlet propaganda aygıtının da bağlı olduğu Devlet Bakanlığında ANAP içersindeki faşistlerin başım çekenlerden Mesut Yılmaz var. Kendi etki alanının dışında bulunan gümrük örgütüne el attığı için Bakan Vural Arıkan ‘la başı dertte. Bir faşist Bakan daha: Kazım Oksay, 12 Eylül öncesi MHP MİT ilişkilerini sürdürüyordu. Türkeş’in dava arkadaşlarından Mustafa Taşer ANAP Genel Sekreteri.

FAŞİST HAREKETE DİKKAT

12

Eylül askeri diktatörlüğü birçok yapıyı imha ederken bu arada MHP’yi ve diğer faşist örgütlenmeleri de tahrip etti. Bir ölçüde göstermelik de olsa çok sayıda faşist militan (katil)tutuklandı, ceza yedi veya mahkemeleri sürüyor. Birkaç faşist militan idam edildi. MHP yöneticileri hakkında idam (!) istemi ile davalar açıldı. Ne var ki, 12 Eylül’ün üzerinden geçen aylar ve yıllar sonunda faşist hareket üzerindeki baskı yavaş yavaş kalkmaya, zayıflamaya başladı. MHP merkez davasında idamla (!) yargılanan tüm liderler, Türkeş hariç, serbest bırakıldı. MHP ve diğer bir dizi davada kısmen ortaya çıkan faşist teröre ilişkin belgeler de gene yavaş yavaş ortadan kalktılar. Faşist hareket darbenin hemen ardından şaşkındı. İlk tepkileri cuntaya karşı çıkmak oldu. Daha sonra ise ‘fikirlerimiz iktidarda, kendimiz zindanda’ demeye başladılar ve cuntaya karşı muhalefet yerine beklemeye dayalı bir politika izlemeye başladılar. Bugün faşistler bekleme politikasını aşmaya başladılar. Henüz hala örgütsüz ve dağınık bir durumdalar. En önemlisi faşist hareket için hayati bir öneme sahip olan güçlü bir liderlikten mahrumlar, dağınıklıklarının başlıca nedeni bu. Bu dağınıklık sonucu, kimi zaman gizli ve derinden , kimi zaman açıkça fakat şimdilik örgütsüz.bir görünüm içinde ileriye doğru adımlar atıyorlar, yeni mevziler ele geçirmeye çalışıyorlar. Türkiye’deki siyasi gelişmeler çok bilinmeyenli. Faşistler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Gelecekte hangi yolu izleyebileceklerini bugünden kestirmek zor ve zaten onlar içinde bu yol belli değil. İleri adımlar atarken bekleme politikasını sürdürüyorlar. Ancak, akıldan çıkarılmaması gereken nokta, yığınsal bir örgütlenme olan MHP’nin kadrolarının ve taraftarlarının yok olmadığıdır. Bu nedenle tüm dikkatimizle faşist hareketi izlemek durumundayız. Sosyalist İşçi bugüne kadar yaptığı gibi bundan böyle de faşist hareketin tüm ileri adımlarını okuyucularına iletmeye devam edecektir. Sosyalist İşçi SBF’de öğrencilik yıllarında faşist harekete katılan, 12 Eylül öncesinde iç işleri bakanı müsteşarı iken POLBİR’in örgütleyicilerinden Hasan

25 MART SEÇİMLERİNDE BELEDİYE BAŞKANI SEÇİLEN BAZI MHP'LİLER Ankara Erzincan Erzurum Adapazarı Bingöl Elazığ Yozgat Gaziantep Antakya Kastamonu Yozgat-Sarıkaya Erzurum -Tortum Ordu-Kumru Giresun-Dereli Artvin-Şavşat Elazığ-Keban Manisa-Turgutlu Samsun-Alaçam

Mehmet Altınsoy Adnan Ercan Necati Güllü Erkan Etçioğlu Sıtkı Börcü Mustafa Temizer Cemil Çiçek Ömer Arpacıoğlu Mehmet Alpagot Ali Köse Nevzat Şenel Mehmet Troman Abdülcemal Zorlu Ahmet Karaahmet Hasan Özcan Muzaffer Doğan Tüzün Gökyayla Sadi Uyar

1965-69 MHP Milletvekili Eski MHP'li belediye başkanı MHP il başkanı Akyazı bölgesinin ünlü MHP militanı MHP il yönetim kurulu üyesi MHP üyesi MHP Merkez ilçe başkanı MHP'ye büyük para yardımları yapan bir işadamı MHP nin bölge örgütleyicisi MHP Merkez ilçe sekreteri MHP belediye başkanı MHP belediye başkanı MHP belediye başkan adayı MHP ilçe üyesi MHP ilçe sekreteri MHP Büyük Kongre delegesi MHP Büyük kongre yedek delegesi MHP ilçe başkanı

Celal Güzel Başbakanlık müsteşarı. II. MC döneminde Türkeş’e bağlılık telgrafı çeken valilerden Saffet Arıkan şimdi Emniyet Genel Müdürü. MHP’liler 25 Mart seçimlerinde de önemli mevziler ele geçirdiler. Birçok belediye başkanlığının yanı sıra çok sayıda belediye encümen üyeliklerine ve il genel meclisi üyeliklerine geldiler. Yandaki tabloda öğrenebildiğimiz kadarıyla ANAP adayı olarak belediye başkanlığı kazananların bir listesini bulacaksınız. MHP’lilerin ne yaptıkları ve ne yapmak istedikleri anti-faşist mücadele açısından sürekli incelenmesi ve izlenmesi gereken bir konudur. Bugünden faşistlerin ANAP içerisinde nasıl bir gelişme gösterecekleri üzerine fazla bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak faşistlerin ANAP içinde ki her adımlarım dikkatle izlemek ve sınıf bilinçli işçilere teşhir etmek başlıca görevlerimizden.


Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 3

SERMAYE SINIFININ SALDIRISINDA YENİ BİR ADIM

Geçtiğimiz ay içinde TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) kendisine üye sendikaların Merkezi Dayanışma” fonundan yararlanabilmeleri için uymak zorunda oldukları kuralları belirledi. Bunu MESS’in “toplu sözleşme prensipleri ve hedefleri”ni belirleyen kararının açıklanması izledi. Böylece yeni toplu sözleşmeler ve sendikalar yasaları temelinde burjuva sınıfı “yeni” dönemde işçi sınıfına karşı tavrının ne olması gerektiğini, kendi kuruluşları aracılığı ile belirlemiş oldu. Basında konu üzerine yazılıp çiziliyor ve işverenlerin rüzgar ektiğinden”, “yeni” döneme bombardımanla başladıklarından dem vuruluyor. Bizce bunlar burjuva sınıfının işçi sınıfına yönelttiği saldırıların en yeni adımlarından başka bir şey değil. Bu gelişmeler 1970’lerde başlayan bir sürecin parçaları ve bu süreç hızla devam ettiği için başka yeni saldırıları beklemek gerekiyor. Hazırlanmak gerekiyor. Bu vesile ile işçi sınıfı ile burjuvazi arasında geçen savaşın son 10-15 yılda ki bazı dönüm noktalarına değinip, son gelişmeleri bu çerçevede değerlendirmekte büyük fayda var. Bu son 10-15 yıl Türkiye siyasalekonomik tarihinin en çalkantılı dönemi olmuştur. Reformist CHP bu dönemde yükselmiş ve batmış, faşist hareket bu dönemde gelişerek burjuva sınıfının en önemli silahlarından biri haline gelmiştir. Türkiye ve Kürdistan sosyalist hareketi tarihinin en güçlü dönemini bu sırada yaşamıştır. Ekonomik hayatta iki haneli enflasyon ve işsizlik her günkü yaşamın kanıksanan parçaları olmuştur. İşçi ücretleri önce yükselmiş sonrada hızla düşerek sendikasız dönemin sonundaki düzeyine inmiştir. Misli görülmemiş işçi kitle gösterileri ve grevler bu dönemde ortaya çıkmış ve 1 Mayıs, genel grev gibi kavramlar işçi sınıfı pratiğinin parçası olmuştur. Bu dönem eski yapıların sarsıldığı, yenilerinin doğduğu, hatta bazı hallerde tekrar battığı bir dönem, genel yaygın değimi ile kriz dönemidir. Kapitalizmin krizi ve sermayenin birikmesinin yavaşlaması, giderek durma aşamasına gelmesi demektir. Kâr ise emek ve sermaye, yani burjuva sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki mücadele temelinde belirlenir. Demek ki sermaye emeği daha fazla sömürmek ve işçiyi daha üretken çalıştırmak ister. Emek tarafı, işçi sınıfı, buna karşı kendini daha az sömürt-

Behçet TOPRAK mek için ve artan üretkenliğe canının kurban edilmemesi için mücadele eder. Ücretini korumak ve arttırmak için ve nihayet kapitalizmden kurtulmak için mücadele eder. Bu mücadele toplumun her alanında kendisini gösterir. Sendikalar, siyasi partiler, hükümetler, devlet hep bu mücadelenin ürünleri ve araçlarıdır. Türkiye’de sanayileşmeye paralel olarak 1960’larda işçi sınıfı önce Türk-İş’te sonra da DİSK’te örgütlenmeye başlamıştı. DİSK hızla işçi sınıfının gerçek sendikası olduğunu kanıtladı. Böylece 1960ların sonlarında artık sermayenin saldırılarına direnen, ücretlerini arttırabilen, sosyal haklarını genişleten bir işçi sınıfı vardı. Krizin başladığı dönemde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki savaş hızla kızıştı ve doğal olarak burjuvazinin saldırıları DİSK üzerinde yoğunlaştı ve açık saldırıya dönüştü. Morali ve örgütlenme düzeyi yüksek işçi sınıfı hemen cevap verdi ve 1516 Haziranları yarattı. Bu burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilk açık karşılaşmaydı ve bir dönüm noktası oldu. Burjuva sınıfı açıkça gördü ki o güne kadar emrine hazır olan mücadele araçları bu savaşı götürmeye yeterli değildir. Artık bundan sonra eşeğin kıçına sopa önüne havuç misali ikili bir taktik gündeme getirecektir. Ve işçi sınıfının sınıf şekillenmesini* bu yolla kırmaya çalışacaktır. Burjuvazi açısından bu gelişmekte olan kriz içinde durumunu korumanın ve düzeltmenin, sermayenin yapısını kâr oranlarını arttıracak şekilde yeniden örgütlemenin ön ve vazgeçilmez koşulu olarak belirmektedir: burjuvazi işçi sınıfı direnişini, örgütsel yapısını, moralini vb. kırmalı ve kendi politikasına tabi, pasif bir faktör haline getirmelidir! 1970’li yıllarda ki gelişmelere bu açıdan bakıldığında toplumsal çalkantının altında yatanlar daha bir görünür hale gelmektedir. 15-16 Haziran olaylarını hemen bir askeri darbe izledi. Fakat Haziran direnişini yaşamış ve bundan galip çıkmış, örgütlülük düzeyi ve morali yüksek bir işçi sınıfının direnişini kırmak mümkün olmadı. Sopanın etkisiz kalmasına veya yeterince etkili olmamasına karşın, yetmişli yılların başı havucun ne olacağının ilk işaretlerini veriyordu. CHP kabuk değiş-

tirdi ve reformist ve halkçı bir politikaya yöneldi. Burjuvazi bu değişikliği iyi değerlendirdi ve gerekli desteği sağladı. Böylece yetmişli yıllar boyunca hem işçi sınıfının direnişinin CHP politikası ile sınırlanmasının em de genel olarak sosyalist hareketin kendi “halkçı” sapmalarının pekişmesinin ve sorgulanmamasının koşulları doğmuş oldu. 1970’li yılların ilk yarısı boyunca, işçi sınıfının sayısı arttı, örgütlenmesi gelişme gösterdi ve gerçek ücretler 197 7’ye kadar artmaya devam etti. 1976-78 yılları burjuva sınıfının savaşı keskinleştirdiği ve gittikçe bir seri kazanımlarla kendi lehine çevirmeye başlayacağı dönemin işaretlerini veriyordu. Her ne kadar aynı yıllar işçi sınıfının yeni kazanımlar elde etmesine şahit olduysa da, bunlardan en önemlisi 1 Mayıs gösterisi, 1977’de açık silahlı saldırı ile karşılaştı’ ve 1979’dan itibaren de sıkıyönetim eli ile kullanılamaz hale getirildi bu sırada CHP hala hükümettedir. Bu dönemde gerçekleşen MESS ve DGM direnişleri ise işçi sınıfının henüz savaşkanlığından bir şey kayıp etmediğini gösteriyordu. İşçi sınıfının bu kazanımlarına karşı ise burjuva sınıfı o zamanlar, hatta bugün bile önemi yeterince kavranamayan, belki de gözden kaçan önemli bir taktik zafer kazandı. MESS ve DGM direnişleri sonunda 800 kadar işçi işten çıkarıldı ve kara listeye alındı. Her ne kadar 800 kişi ufak bir rakam ise de bunlar hem öncü işçi sıfatına layık işçilerdi, hem de esas olarak modern sanayi işletmelerinde çalışıyorlardı. Böylece işçi sınıfı o günün şartlarındaki en ileri unsurlarından koparıldı ve insiyatifi, özellikle işyeri düzeyinde dayanma gücü çok önemli ölçüde zayıflatıldı. Buna 1 Mayıs katliamının ve “umudumuz” Ecevit’in işçi sınıfını büyük sermayeye peşkeş çekmesinin moral bozucu etkileri de eklenirse ve faşist saldırılar ile sosyalist hareketin açıkça ortaya çıkan halkçı politikası da eklenirse; 1979 sonunda ki siyasal pörsümenin sebepleri ortaya çıkar. Ve işçi sınıfının cunta öncesi sınıf şekillenmesinin düzeyi ve durumu daha soğukkanlılıkla tartışılıp anlaşılabilir hale gelir. Burjuva sınıfına dönersek, işçi sınıfı-

nın sendikalaşmasına paralel olarak kurulan TİSK, MESS gibi örgütleri gelişiyor ve pekişiyordu. 1977’de “merkezi dayanışma fonu” kuruluyor ve işçi sınıfına karşı yürütülen mücadelenin ekonomik cephesi merkezileştirilmeye çalışılıyordu. TÜSİAD gibi örgütler giderek burjuva sınıfının önemli politik araçlarına dönüşüyordu. Demek ki işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin bozulmaya başladığı dönemde ve buna paralel olarak burjuva sınıfı içinde tekelci burjuvazi liderliğinde sınıf şekillenmesi gelişiyordu. MC’lerde politik ifadesini bulan bir süreç 25 Ocak tedbirleri ile de ideolojik ifadesini bulacaktı. Şunu hemen ifade edelim ki, bu dönem boyunca burjuvazinin sınıf şekillenmesi, krizin derinleşmesine paralel olarak bazı darbeler yedi: Örneğin tekel dışı sanayi-ticaret burjuvazisi 25 Ocak tedbirlerine muhalefet ettiler ve bu muhalefet hem MSP’de hem de (bünyesindeki hizipler enflasyonu içinde yansıyarak) CHP’de kendisini gösterdi. Fakat bu sorun, özellikle işçi sınıfının içinde bulunduğu durum nedeniyle 12 Eylül ertesinde hemen çözümlendi. 12 Eylül askeri darbesi ile başlayan dönemin en önemli özelliği, burjuva sınıfının iç çelişkilerinin de etkisi ile işçi sınıfına karşı açık bir savaş ilan etmesidir.

Sosyalist İşçi’nin önceki sayılarında da değindiğimiz gelişmeler: Yeni Anayasa, siyasi partiler, seçim yasaları, sendikalar ve toplu sözleşme, grev yasaları bu açık savaşın adımlarıdır. Üstünlüğüne kadar geçici gözüyle bakarsak şimdilik kesin kes sağlayan tekelci burjuvazi, toplumu ve ekonomiyi hızla şekillendirmektedir. Burjuvazi bugün 1963-70 döneminin ücret-sosyal haklar ve sendikal kazanmalarının hemen hepsini geri almayı başarmıştır. Yazının başında bahsettiğimiz TİSK ve MESS prensipleri, bu açıdan bakıldığında, sermaye sınıfı içinde ve özellikle tekelci burjuvazinin sanayi kesimi üzerindeki kontrolünün kesin kes sağlamlaştırılmasını amaçlıyor. Burjuva sınıfının tekelci burjuvazi önderliğinde işçi sınıfına karşı bir blok halinde ve tavizsiz mücadele edebilmesini sağlamaya çalışıyor. Bundan böyle toplu sözleşmeler d e iş çin in kar ş ıs ına iş Devamı arka sayfada


Sayfa: 4

Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

Baş tarafı sayfa 3’de veren değil, tekelci burjuvazi kontrolündeki TİSK veya MESS çıkacak. Böylece ücret düzeyinin belirlenmesi tümü ile tekelci burjuvazinin denetimine giriyor ve dolayısıyla tekelci burjuvazi bizatihi hazırlatmış olduğu sendikalar yasasının uygulanmasını garanti altına alıyor. Bazı iş hukukçuları haklı olarak diyorlar ki ‘ TİSK iş yasası neyi öngörüyorsa sadece onu vermekten yana. O zaman toplu sözleşme yapmanın ne anlamı var? Demek ki hukuki sınırları yasa ile belirlenen tekelci burjuva politikası pratikte örgütsel biçimle de tamamlanıyor. Önümüzde ki döneme burjuvazi her düzeyde örgütlü girerken, işçi sınıfı ise neredeyse sil baştan yapmak durumunda. Hem örgütsel durumu hem ücret düzeyi ile 1960’ların başındaki durumuna dönmüş durumda, önümüzdeki dönemi her şeyden önce bu çelişki belirleyecek. Bu dönem işçi sınıfının sınıf şekillenmesini yeniden kurmak zorunda olduğu bir dönemdir. Bunu tespit etmek politik olarak şu anlama geliyor: yakın tarihte tüm politik faaliyet bu eksene oturacaktır. Burjuvazinin saldırılarının azalacağını beklemek hayaldir. Sosyalistler, gerçek proletarya sosyalistleri tüm, evet tüm çabalarım işçi sınıfına bu süreçte yardımcı olmaya ve yol göstermeye yöneltmelidirler. Ajitasyon, propaganda, örgütlenme ve örgütlenme, yine örgütlenme günün ve dönemin sloganıdır. Ya işçi sınıfı sınıf şekillenmesini yeniden inşa etmeye başlar ve bu yolda adımlar atar ya da baskı ve zulüm Türkiye halklarının tepesinde eksilmeden var olmaya devam edecektir. Bunun dışında demokrasiye geçiş yolları aramak, ummak, işçi sınıfından başka sınıflardan medet ummak, hele burjuvazinin insafını beklemek, bekleyenlerin ömürlerini tüketecektir. * Sınıf şekillenmesi: Sınıf şekillenmesi iki boyutlu bir süreçtir. Nesnel ve öznel boyutlar birbirlerine paralel gelişirler ama gelişme düzeyleri aynı olmayabilir. Nesnel boyuttan kasıt, sınıfın sayısı, yoğunluğu, coğrafi dağılım ve bileşimidir. Öznel boyut ise, örgütlenme düzeyi, birlikte hareket etme yeteneği ve ideolojik homojenliğidir.

SOSYALİST İŞÇİ

OKU OKUT ABONE OL

YENİ ZAMLARIN İSÇİLER İÇİN ANLAMI Behçet TOPRAK Burjuva gazetelerinin tüm liberalleşme ve ekonomide devlet müdahalesinin kalkmasına ilişkin propagandalarına karşı burjuva devlet burjuva sınıfı çıkarma ekonomiye müdahale etmeye devam ediyor. Daha öncede sık sık bahsettiğimiz gibi hemen tüm malların fiyatları serbest bırakılmasına rağmen burjuvazinin satın aldığı malların fiyatlarına müdahale sürüyor: Yani hammadde fiyatları ve ücretler (işgücünün fiyatı) doğrudan devlet müdahaleleri ile sınırlanıyor ve artması önleniyor. Burjuva devlet bir taraftan zor yoluyla ücretlerin artmasını engellerken öte yandan kendi ürettiği ve satın aldığı malların fiyatlarını burjuva sınıfının çıkarına ve işçi sınıfı ve emekçi köylülerin zararına düzenliyor. Son yapılan KİT zamları da bu durumu bütün açıklığı ile gözler önüne seriyor. Bu zamlar ki 27 temel ürünü ve hizmeti kapsıyor, basında enine boyuna tartışıldı ve sosyal demokrat eğilimli yayın organlarında “kıyasıya” eleştirildi. Dendi ki devlet tekelci burjuvaziden ve genel olarak burjuvaziden kolaylıkla vergi alamadığından gelirlerini arttırmak için bazı temel mallara zam yapıyor yani bir anlamda vergi topluyor. Açıktır ki bu vergilerle elde edilecek gelir (bir hesaba göre sadece şekerden 35 milyon elde edilecek ) büyük sermayeye kredi olarak, vergi iadesi ve teşvik tedbiri olarak dağıtılacak. Bu tespitler doğru ama sosyal demokrat anlayışın bir sonucu olarak da bilerek veya bilmeyerek bazı gerçekleri gizliyor. Sorunu devletin bazı temel üretim mallarına zam yapması ve geliri de büyük sermayeye dağıtacağı iddiası bu zamların yükünün esas olarak “halk“a değil, emekçi sınıflara ve buğday üreten küçük meta üreticisi köylüye yüklendiğini gözlerden saklıyor. Zamlara dikkatli bir bakış ve doğru bir yöntem bu zamların nasıl dağıldığını hemen açığa çıkarıyor.

En az % 7 (akaryakıt) ile en fazla % 100 arasında dağılan zamların ortalaması % 40 ediyor. Şimdi bu temel 27 mala bakarsak bunların toplumun değişik kesimlerince tüketilen alt gruplara ayrılabildiğini göreceğiz, örneğin şeker, çiçek yağı, ekmek vb. mallan esas olarak ücretliler kullanırken, yani satın alırken, çimento, demir çelik, akaryakıt gibi malları sermaye sınıfının aldığını biliyoruz. Çünkü bu sonuncu mallar üretimde ham madde olarak kullanılıyor ve üretim araçlarına, fabrikalara da sermaye sınıfı sahip. Bir başka mal da köylünün sattığı buğday ile aldığı, örneğin taşıma (demiryolu) hizmetleri. Bu malların arasındaki fiyat farkı da köylünün bu zamlardan faydalanıp faydalanamayacağını gösterecek, öyle ya, sattığı malın fiyatı aldığı malın fiyatından daha az artmışsa köylü aradaki fark kadar zarar etmiş olacak. Şimdi bu tespitler ışığında zamları inceleyelim. Şunların ücretlilerin aldığı mallar veya bu malların üretimine yarayan mallar olduğunu düşünüyoruz: Buğday, ilaç, çay, çiçek yağı, ekmek, şehir hatları vapurlara, şehir içi taşımacılık, konfeksiyon, pirinç, Sümerbank ürünleri. Bu malların ortalama fiyat artışı %46.6 yani genel ortalamadan % 6,6 daha fazla. Burjuva sınıfının aldığı, kullandığı mallar ise şunlar: Akaryakıt, pamuk ipliği, PTT, çimento, demir çelik, kok, alüminyum, çelik boru ve Petkim ürünleri. Bu malların ortalama fiyat artışı ise % 24. Hatta eğer PTT’yi dahil etmezsek % 14. Yani toplam fiyat artışı ortalamasından % 16 veya 26 daha az. Bu malların fiyat artış ortalaması ise ücret malları diyebileceğimiz fiyat artış ortalamasından % 22 ila % 32 daha düşük. Bir başka bakışla ise ücret malları burjuvazinin aldığı mallardan % 300 daha yüksek zamlara maruz kalmış. İşçilerin aldığı malların fiyat artışı ile burjuvazinin aldığı malların fiyat artışı arasındaki bu % 22 ila 32’lik fark dolaylı yollarla da olsa eninde

sonunda burjuva sınıfı yararına dağıtılacak miktarı belirliyor. Bu miktarın tam olarak kaç milyar lira olacağını ise maalesef bilemiyoruz. Dikkati çekecek bir diğer nokta da kırsal nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan buğday üreticisinin bu zamlardan nasıl etkileneceği, önce şunu söyleyelim, buğday köylüsü hep aynı cins köylüden oluşmuyor. % 30-40 civarı 50-100 dönüm arası eken küçük meta üreticisi köylüler. Bu köylü ancak geçinebiliyor. İyi zamanlarda ürününü sattığında biraz para biriktirebiliyor, kötü zamanlarda da zarar ediyor ve tefeciye, tüccara borçlanıyor. Demek ki buğday, süt ürünü ve yem bitkisi üreten köylü için malının fiyatı ile alacağı malın fiyatı arasındaki fark hayati bir ö-nem taşıyor. Satın aldığı malın fiyatı sattığı malın fiyatından daha fazla artarsa bu köylü zarar etmiş olacaktır. Yeni zamlara bu açıdan bakarsak buğdayın fiyatı % 3948, yem bitkisi fiyatı %6-21 ve süt ürünü % 20 artarken bu köylünün mutlaka almak zorunda olduğu malların fiyatları; Pirinç % 50, demiryolu taşımacılığı %> 25-100, çiçek yağı % 40, çay %35 oranında artmış, yani kaba bir karşılaştırma ile köylünün aldığı malların fiyatları sattığı malların fiyatlarından çok büyük bir hızla artmıştır. Buna ilaveten zengin ve orta köylünün sahip olduğu bir üretim aracı olan traktör, mibzer vs.nin temel girdisi olan akaryakıta sadece %7’lik bir zam yapılmış ve zengin ve orta köylü korunmuştur. Buraya kadar söylediklerimizi bölüşüm ilişkileri açısından kısaca özetlersek: Yeni zamların bütün yükü işçi sınıfı ve yoksul köylü üzerine yıkılmaktadır. Bu yolla burjuva devlet tekelci burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine transfer etmek üzere milyarlarca lira toplamaktadır. Zamlar temel tüketim mallarına değil esas olarak işçi sınıfının ve yoksul köylünün tükettiği mallara yapılmıştır.


Sayfa: 5

Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

Özal 25 Mart yerel seçimlerinin hemen ardından bir zam furyasını daha başlattı. Bu ilk değil, sonuncusu ise hiç değil. 4 yıl öncesini hatırlayalım. 24 Ocak 1980’de büyük bir zam paketi açılmıştı, işte o paket o günden beri bir daha kapanmadı. 23 Ocak 1980‘de 22 lira olan benzinin litresi bugün 150 lirayı geçti. O gün 47 lira olan 1 dolar, bugün 350 liranın üzerinde. Her iki örnek de sürdürülen ekonomik uygulamaları ve bundan sonra olacakları anlamak açısından önemli. Benzin yani petrol, fiyatlarının artması taşımacılıktan temel besin maddelerine kadar artışları da doğrudan beraberinde getirmekte. Bu herkesçe bilinen bir gerçek. Petrolü ise yabancı para ödeyerek alıyoruz. İşte bu noktada, yabancı para karşısında Türk lirasının değerinin sürekli düşürülmesi karşımıza çıkıyor. Bu uygulamanın adı sürekli devalüasyon; IMF politikasının temel taşlarından birisi. Bu ise Türkiye’nin dışarıdan satın aldığı malların fiyatlarının sürekli artması demektir, petrol dışında, keza zamlara yol açan diğer hammadde, aramalı, montaj malzemesi vs’ de bu mallara dahildir. İşte bu iki örnek zamların sürekliliğinin rastlantı olmadığını göstermektedir. Yıllardır IMF ile yapılmış olan tüm anlaşmalarda Türk Lirasının değerinin sürekli düşürüleceği garanti edilmiştir, Özal’ın yerel seçimler öncesinde ve hemen sonradan IMF’ye gönderdiği raporlarda ve imzalanan son anlaşmada Türk Lirasının değerini düşürme politikasının sürdürüleceği belirtilmiştir. Yani zamlar zamları izleyecektir. (Maliye Bakanı doların 1985’de 800 liranın üstüne çıkabileceğinden söz etti.) Sürekli devalüasyonun bir başka önemli sonucu da Türkiye de dış para değerlerinin, içerdeki fiyatlardan hızlı yükselmesidir. Böylelikle dışarıya satılan malların döviz cinsinden değeri düşüş göstermektedir. Bu ise dışarıya daha az para karşılığında daha çok mal satmak anlamına gelmektedir. IMF ile imzalanan son anlaşmada “dış ticaret hedeflerine ulaşılması ve fiyat artışlarının frenlenmesi açısından yurtiçi talebin yeterli ölçüde kısıtlanması hayati önem taşımaktadır.” deniyor. Bu maddeyi Özal’ın söylediği “...daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye ve daha az tüketmeye mecburuz” cümlesi ile birlikte ele aldığımızda hedeflenen ortaya çıkıyor. İç tüketimin kısılması açlık ve yoksulluğu arttırır. Kimlere? Elbette ki işçilere ve emekçilere. Bir işçinin satın alma gücünün 1963 yılının gerisine düştüğünü hatırlayalım. İç tüketimi kısmanın yolu gerçek ücretlerin düşürülmesi ve fiyatlara zam yapılmasıdır. 1979’danbu yana

TAKKE BİR KEZ DAHA DÜŞTÜ KEL GÖRÜNDÜ Cevdet Harman yaşanmakta olanlar, işte bu politikanın doğrudan sonuçlarıdır. Daha üç ay önce YHK adındaki musibet işçi ücretlerini % 25 yükseltti. Gerçekte ise bir kez daha düşürdü. Çünkü, yılın ilk dört ayında fiyat artışları % 20’nin, ve 1983 yılı Nisan ayından bu yana bir yıllık fiyat artışları ise % 50’nin üstünde. Zamlardan kazananlar kapitalistler oluyor. Onların kârları artıyor. Onlar ne kemer sıkmak, nede daha çok çalışmak zorunda. Onlar toplumun küçük bir azınlığı olarak, toplumun büyük bir çoğunluğunun ürettiği artı değere el koyarak, biriktirerek genişletmek ‘zorundalar’. Kâr etmek ve daha çok kâr etmek onların varlıklarını sürdürmelerinin tek koşulu. Onun için Özal temsilcisi olduğu kapitalistlere “...artık havadan kazanç yok” derken doğru söylüyor. Artık havadan değil, benden kazanacaksınız diyor. Kötü kazandıkları da söylenemez hani. Aşağıdaki tablolarda bazı büyük holdinglerin 1983 yılı ciroları ile bazı kapitalistlerin aynı yıl ödedikleri gelir vergileri görülmektedir.

(Kaçırdıkları vergiler de cabası.) Şu yüzlerce milyonluk sayılarla, ayda 16,197 TL asgari ücret alan bir işçinin bir yılda eline geçeni bir karşılaştıralım. O zaman 24 Ocak 1980’den bu yana sözü edilen “başarılı kararların” kimler için başarılı olduğu daha iyi anlaşılır. Görüldüğü gibi bu zamlar ne ‘allah vergisidir’ nede ‘kader’dir. Tam tersine kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda sürdürülen bir ekonomi politikasının doğrudan sonuçlarıdır. Bu zamlar yeni zamların habercisidir. Emperyalizmin uluslar arası koordinatörü olan IMF ile imzalanan son anlaşmada “...KİT’lerdeki 350 milyar lira açığın kapatılması için esnek fiyat politikası” izleneceği maddesi yer almıştır. Bu madde kamu kuruluşlarının ürünlerine sürekli zamdan başka bir anlama gelmemektedir. Bu nedenle bugün KİT ürünlerine yapılan % 25 - 100 arası değişen zamlar, önümüzdeki aylarda yapılacakların bir başlangıcını oluşturmaktadır. Tüm bu zamlar yapılırken Özal ve bakanları “bunlar zorunludur, böylece

TABLO - 1 BAZI HOLDİNGLERİN 1983 YILI CİROLARI Koç Holding Sabancı Holding Çukurova Holding Enka Holding Ercan Holding Kutlutaş

Ciro (milyar Lira) 652 610 370 243.6 160 128

TABLO - 2 BAZI TEKELCİLERİN 1983 YILI GELİR VERGİLERİ Koç ailesi Sabancı ailesi Şarık Tara (Enka) Ali Osman Sönmez

1,187 milyon lira 713 milyon lira 642 milyon lira 520 milyon lira

enflasyonu aşağıya çekeceğiz” diyorlar. Dikkat edelim bu iddialar yeni değildir. 4 yıldan beri ileri sürülmektedir. Ancak bu arada fiyatlar % 300’ün üstünde artmıştır. Enflasyon oranı aşağı çekilememektedir. “Enflasyon aşağı çekildi” denildiğinde ise, bir dahaki zamlarda enflasyon oranı zamlı fiyatlar temel alınarak hesaplanacağı için öyle gibi görünecektir. Ancak işin aslı bu değildir. Zamların kaçınılmazlığına gelince: Özal gene doğru söylüyor! Bu zamlar kapitalizmde kaçınılmazdır. Bu zamlar tekellerin kârlarının artması için kaçınılmazdır. Bu zamlar IMF’nin dünya kapitalist krizini çözmeye yönelik adımları ile tam bir uyum içinde oldukları için kaçınılmazdır. Yani bunlar yaşamımızın doğal uzantıları değil, kapitalizmin doğal sonuçlarıdır. Zamların sürekliliği toplumdaki değişik kesimlerde ve sınıflarda çeşitli tepkilere yol açmaktadır. Biz sermaye sınıfı ile işçi sınıfını ele alalım. Sermaye sınıfı bunları sevinçle karşılamaktadır. İşçi sınıfında ise bilinen ve fiilen yaşanan koşullardan ötürü memnuniyetsizlik artmaktadır. Ancak tam da bu noktada iki eğilim ortaya çıkmaktadır. Bir tanesi bu olaylar karşısında çaresiz kalıp, kaderci bir boyun eğişe yol açmaktadır. Bu eğilim birçok şeyi olduğu gibi pahalılığı da kaçınılmaz bir veri olarak mütevekkil bir eda ile kabul etmektedir. Bu ise tehlikeli bir toplumsal davranışa yol açar. Diğer eğilim ise zamlara ve bunun kaynaklarına karşı her düzeyde örgütlü mücadelenin ufuk açıcı olduğunu bilir. Keza sadece ve sadece zamlara karşı bir muhalefetin gelişmesinin olanaksızlığımda göz önünde bulundurur. Bu nedenle zamların yol açtığı memnuniyetsizliği her düzeyde örgütlenme adımları ile birleştirmeyi seçer. Bir yandan zamlara karşı sendikalar ve toplu sözleşmeler düzeyinde mücadele etmek için örgütlenir. Gasp edilmiş grev, toplu sözleşme ve sendikal hakları kazanma mücadelesi ana halkadır. Çünkü sürmekte olan ücretlerin düşürülmesi-fiyatların arttırılması politikasına, işçi sınıfı mücadele araçları elinde olmaksızın karşı koyamayacaktır. Bu örgütlenmenin temel anlayışı ise işçi sınıfının birlikte hareketini sağlayacak taban yapılarıdır. Öte yandan siyasal örgütlenme sermaye sınıfının bu saldırı politikasına, işçi sınıfının siyasi yanıtının da yaratılmasının aracıdır. Bu ise sosyalist işçilerin birliğinin sağlanması mücadelesidir. Bu düzeylerde örgütlenmeler gelişmeden zamlara karşı ayaklanma (!) beklemeyelim.


Sayfa: 6

Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

L. KARADENİZ 15-16 Haziran 1970’te İstanbul proletaryası, kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarının meclise sunduğu ve 2 TİP Milletvekili hariç bütün partilerce kabul edilen bir yasaya, “Hayır!” diyerek ayağa kalktı. Bu ayağa kalkış 100 bine yakın işçinin iki gün boyunca koca şehiri, boynundaki kölelik ve itaatin zincirini koparıp atanların, önüne çıkanı ezip geçen coşkunluğuyla doldurdu. Tankları ve silahlarıyla polis ve asker barikatları yarılıp geçildi. Özgürlük, direniş ve proletarya dayanışmasının havası her yanda hissedildi. Proletaryanın düşmanları paniğe kapıldılar. Türk ordusu burjuvaziye yardıma koştu ve sıkıyönetim ilân etti. İşçilerin “Hayır!“ dediği bu yasa neyi amaçlıyordu? Yeni yasa o güne kadar geçerli olan Sendikalar Yasası ile Grev, Lokavt ve Toplu Sözleşme Yasası’nı değiştiriyordu. Grev hakkı daha da kısıtlanıyordu. Sendikalar yasasında yapılan değişiklikle ise, bir işkolunda ülke çapında toplu sözleşme yapmak yetkisi, ancak o işkolundaki işçilerin 1/3’ünün üye olduğu sendikalara veriliyordu. Federasyon kurma yetkisi işkolundaki işçilerin, toplam olarak en az 1/3’ünün üye olduğu sendikalara veriliyordu. Konfederasyon kurmak tabutun işçilerin 1/3 ünün üye olduğu sendikaların yan yana gelmesi ile mümkün olabilecekti. Neden bu değişikliklere gerek duymuştu egemen sınıflar? 1967’de kurulan ve her gün biraz daha gelişen, güçlenen DİSK’i bertaraf etmek istiyorlardı. DİSK’in kuruluşunu aslında 1963 Kavel grevi ile başlatmak gerekir. Kavel yasal olmayan bir grevdi. Çünkü Türkiye’de işçi sınıfının 1963’e kadar grev hakkı yoktu. 1950’lerden itibaren hızla gelişen kapitalizm asıl olarak İstanbul’da olmak üzere genç ve güçlü bir işçi sınıfı yaratmıştı. Büyük fabrikalarda binler halinde bir araya gelen işçiler, patronlara karşı kendilerini korumak için, hayat koşullarını iyileştirmek için kendiliklerinden yer yer mücadeleye başlamışlardı. Kavel grevi bu mücadelenin en parlak noktası oldu. Ücretlerin arttırılması, grev ve toplu sözleşme talepleriyle başlayan grev, işçilerle polis arasındaki çatışmaya dönüştü. Bir işçinin ölmesine rağmen grev durmadı. Bu olayın ardından grev ve toplu sözleşme yasalaştı. Bu durum başlamış olan kendiliğindenci savunma mücadelesine büyük bir ivme kazandırdı. Arka arkaya büyük grevler yaşandı ve nihayet bir

gurup sendika, gangster sendikası san Türk-İş’ten koparak DİSK’İ kurdular. DİSK’e bağlı sendikalar giderek güçlenmeye başladılar. İşçiler DİSK’e katılmak istiyorlardı. İşte bu durum egemen sınıfları korkuttu. O zamana kadar Türkiye’de görülmemiş olan böylesine güçlü işçi sınıfı mücadeleleri, bütün bir sınıfı sarabilir ve egemen sınıfların karşısına onların her dediğine evet demeyen kararlı ve militan bir işçi sınıfı hareketi dikebilirdi. Bunu engellemek gerekiyordu. DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaların faaliyetim durduracak, yasa değişikliği hazırlandı. İşçi sınıfının gökgürültüsünü andıran cevabı ile egemen sınıflar geriledi, Anayasa Mahkemesi yeni yasayı iptal etti. 12 Mart 1971’deki darbe ile bir durgunluk ve suskunluk ortamına giren DİSK kapatılmadı. Ama 3 yıl boyunca sesi çıkmadı. Toplumsal muhalefetin ezilmesi, Anayasa’da yapılan anti-demokratik değişiklikler ve çıkarılan genci yasalar karşısında sessiz kaldı. 1973 seçimlerinde ise CHP’yi destekleme kararı aldı. 1974’ ten sonra hızlanan toplumsal muhalefetle beraber DİSK’te gelişmeye, büyümeye devam etti. 12 Eylül 1980’deki darbe ile kurulan askeri diktatörlük ise bütün anayasal kurumlarla beraber, bütün ilerici ve sosyalist odağı dağıttı, ezdi. Türkiye işçi sınıfının en ilerici ve mücadeleci kesimi olan DİSK üyesi işçiler, örgütsüz ve savunmasız olarak kapitalistlerin ve onların devletinin azgın saldırılarının karşısında bırakıldı. Sendikaların önderleri tutuklandı, idam talebi ile yargılanıyorlar. Yüzlerce işçi temsilcisi ve ileri işçi zindana atıldı, işkenceden geçirildi. Yapılan namussuzlukların en alçakça olanlarından biri de DİSK henüz yasal olarak kapatılmadığı için, aidat kesilmeye devam edilmesi ve bankalarda biriken 100 milyonlarca liranın, işçileri daha çok sömürmeleri için kapitalistlere verilen kredilerde kullanılması! DİSK üyesi olan, kan ve can pahasına, çeşitli zorlu mücadelelerden geçerek DİSK’in kurulmasına hizmet etmiş her işçinin bugün kendisine sorduğu önemli bir soru var: Egemen sınıfların işçi sınıfını ezme, onun çeşitli örgütlerini dağıtma planlarının önüne geçilemez mi? DİSK neden yenildi? Örgütümüz neden dağıldı? Şimdi bu sorulara cevap verelim. 12 Eylül’den önce de sonra da devleti yönetenler, yaptıkta her şeyi “ulusun çıkarları” için yaptıklarını söylediler, söylüyorlar. Milyonlarca işçinin, köylünün ve emekçinin yoksulluktan kırıldığı, çocukların süt içmeden büyüdükleri, kitap ve defter alamadıkları, çalışma yaşındaki nüfusun %20’sınin işsiz olduğu bir ülkede devleti yönetenlerin yaptıkları “ulu-

ÜCRET ARTTIRMAK İÇİN GREVE ÇIKAN; GREV, TOPLU SÖZLEŞME, ÖRGÜTLENME HAKLARI İSTEYEN İŞÇİLER DEVLETLE KARŞIKARŞIYA GELİRLER YANİ YASALARLA POLİSLE ORDU İLE MAHKEME VE HAPİSANE İLE

15-16 HAZİRA sun çıkarlarına” olamaz. İşin can alıcı noktası; “ulus” un, çıkarları aynı olan homojen (türdeş) bir bütün olmaması gerçeğinde yatmaktadır. Bir ulus çeşitli sınıflardan meydana gelir. Kapitalist toplumda bir ulusun iki ana sınıfı vardır: Kapitalistler (sermaye sahipleri, patronlar, burjuvazi) ve proletarya (işçi sınıfı). Kapitalistler; üretim araçlarının, yani fabrikaların, makinaların sahibidirler. Mülkiyeti onlardadır. İşçiler ise üretim araçlarının sahibi değildirler. Onların işgüçlerinden başka sahip oldukları hiçbir şey yoktur. Ama toplumun yaşamaya devam etmesi için ihtiyaç duyduğu her şey işçilerin çalışmalarının ürünüdür. Yani işçiler olmaksızın bir toplum yaşamını devam ettiremez, varlığını sürdüremez. Kapitalizm proletaryasız edemez. Makinaları çalıştıracak, üretim yapacak milyonlara ihtiyaç vardır. Onun içindir ki; kapitalizm kendi mezar kazıcısını, kendisiyle beraber yaratır. Kapitalistler kâr etmeden yaşayamazlar. Kâr etmeyen bir kapitalist; yeni yatırımlar yapmayan, sermayesini büyütmeyen bir kapitalist diğerleri tarafından yutulur, yok edilir. Kârım ise asıl olarak işçilerin ücretini düşük tutarak, işçinin kendisinin ve ailesinin boğaz tokluğuna yaşayacağı bir seviyede tutarak sağlar. Demek ki; hem kapitalistler hem işçiler birlikte memnun olamazlar. Çıkarları birbirinin zıddıdır. Her şeyi ulusun çıkarlarına yaptıklarını söyleyenler de aslında her şeyi kapitalistlerin çıkarlarına yapanlardır. Yani devlet kapitalistlerin çıkarına yöne-

tilmektedir. Bu bütün kapitalist toplumlarda böyledir. Kapitalistler sahip oldukları zenginlikler ve sermayeleri sayesinde bütün devlet işlerini denetlerler. Partileri ve politikacıları satın alırlar. Gazeteler, dergiler, televizyon, radyo onların borazanıdır. Egemen onlardır. İşçiler bu tarihsel ve toplumsal gerçeklerin bilincinde olmayarak kendilerini kapitalistlere karşı savunmak üzere, bir araya gelirler. Sendikal örgütler böyle doğarlar. Sendikalar işçi sınıfının savunma örgütleridir. Yani ücretleri arttırmak, hayat koşullarını iyileştirmek için mücadele ederler. Buna kendiliğindenci mücadele denir. Tamamen nesnel ekonomik nedenlerden kaynaklanan bu mücadele ilerledikçe, büyüdükçe sık sık sendikal taleplerle bağlantılı bir şekilde siyasal boyutlar kazanır. Çünkü işçilerin ücretli köleler oldukları mevcut üretim ilişkisi (kapitalist üretim biçimi), bu ilişkinin üstünde duran ve bu ilişkiyi sürgit devam ettirmek isteyen siyasal üstyapı kurumlan tarafından korunurlar. Ücret arttırmak için greve çıkan; grev, toplu sözleşme, örgütlenme hakları isteyen ya da bunları genişletmek isteyen işçiler devletle karşı karşıya gelirler. Yani yasalarla, polisle, ordu ile mahkeme ve hapishane ile. Mücadele bu aşamaya gelince iki sınıf karşı karşıya gelmiş demektir. Kapitalistler ve proletarya. Egemen sınıfın ve onun devletinin karşısında işçi sınıfının başarılı olmasının, ezilmemesinin bir tek garantisi vardır: Sınıf bilincine sahip olmak ve sadece ekonomik çıkarlar et-


Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

SOSYALİZM İLE İÇİÇE GEÇMİŞ BİR SENDİKAL MÜCADELE, DEVLETİN VE EGEMEN SINIFLARIN SALDIRISI KARŞISINDA ŞAŞIRMAZ. YENİ ÖRGÜT VE MÜCADELE BİÇİMLERİYLE, EGEMEN SINIFLARIN SALDIRISINA CEVAP VERİR.

AN’I UNUTMA rafında değil, sınıf çıkarları etrafında siyasal bir mücadele sürdürmek, devlet işlerine müdahale etmek, egemen sınıfları taviz vermeye zorlamak. Ne kapitalist toplum tarihteki ilk sınıflı toplumdur, ne de işçi sınıfı ilk ezilen, sömürülen sınıftır. İnsanlık tarihinin daha önceki çağlarında da ezilenler vardı. Ama ezen ve ezilen sınıfın en berrak konumlarını aldıkları toplum kapitalist toplumdur. Ekonomik ilişkilerin dışında, başka hiçbir ilişki işçi ile patron arasındaki ilişkiyi belirlemez. Bu nedenledir ki; işçi sınıfı tarihin diğer cağlarındaki ezilenlerle kıyaslandığında çok berraklaşmış sınıf çıkarlarına sahiptir: Kapitalist üretim biçiminin ve onun koruyucusu mülkiyet sisteminin yok edilmesi. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve üretimin bir avuç kapitalistin çıkarına değil, toplumun çıkarları yararına düzenlenmesi. Bunun siyasal ifadesi ise işçi sınıfının egemen sınıf haline gelmesi, devleti yönetmesi demektir. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinin hedefi budur, yani sosyalizmdir. Eğer sendikal mücadele sosyalizm mücadelesi ile birleşirse, devletin ve egemen sınıfların saldırısı karşısında şaşırmaz, yok olmaz. Çünkü sınıf bilinçli işçiler ve onların örgütü sınıflar mücadelesini izler, tarihten dersler çıkarır ve yeni örgüt biçimleriyle, yeni mevzilerle, yeni mücadele yöntemleriyle egemen sınıfların saldırısına cevap verir. İşte DİSK’in en önemli eksiği bu idi. DİSK sadece bir sendikal örgüttü. İçinde bir avuç ileri, sınıf bilinçli işçinin olduğu, ama asıl

olarak ekonomik mücadele sürdüren bir örgüt. Böyle bir örgüt üye sayısının çokluğuyla, malı mülkü ile güçlü gözükebilir. Nitekim DİSK de güçlü gözüküyordu. Ama devletin terörcü ve baskıcı yanı ortaya çıktığında, legal olanaklar ortadan kalktığında güçsüzlüğü ortaya çıkar. Nitekim çıktı da. Sosyalizm proletarya demokrasisi demektir. Kapitalist toplumda, kapitalistlerin çıkarları onların dışındakilerin çıkarlarıyla çelişir, bağdaşmaz. Onun için kapitalist toplumda egemen sınıfın yönetimine karşı mücadele edenler sadece işçiler değildir. Diğer ezilenler ve sömürülenler de mücadele ederler. Ama en tutarlı sınıf, demokrasi mücadelesini sonuna kadar, yani sosyalizme kadar götürecek olan sınıf işçi sınıfıdır. Çünkü sadece işçi sınıfı mülkiyetin sonuna kadar düşmanıdır. Diğer ezilenler şu ya da bu şekilde mülkiyet ilişkileriyle egemen sınıflara bağlıdırlar. Mülk edinme özlemi taşırlar. Onun için zaman zaman yalpalarlar, yollarını şaşırırlar. Ancak güçlü bir işçi sınıfı hareketi onları yalpalamaktan, yolunu şaşırmaktan kurtarır. Proleter demokrasisi, sosyalizm işçi sınıfının devlet yönetimini eline almasıdır dedik. Peki nasıl olacak bu? Yönetmeyi nasıl öğrenecek işçi sınıfı? Sendikalarından başlayarak öğrenecek. Siyasal olarak en geri olanından en ileri olanına kadar bütün işçi sınıfını kucaklayan sendikalar, işçilerin yönetmeyi öğrendikleri okullardır. Hiçbir sınıf kendi kaderini başka bir sınıfın eline bıra-

kamaz. Ezilen sınıf bu hataya düştüğü anda sınıf çıkarlarından vazgeçmelidir; ezilmeye, itilip kakılmaya hazır olmalıdır. İşçi sınıfı da kendi kaderini eline almak istiyorsa yönetmeyi öğrenmelidir. DİSK’in ikinci önemli eksikliği de bu noktada idi. Bu asanda birinci eksiklikle yakından bağlantılıdır. Çünkü işçi sınıfı kendi kendini yönetmesini sosyalizm ile ilişki içinde olduğu sürece, sosyalizmden etkilendiği sürece öğrenebilir. Sosyalizm ile kaynaşmamış bir işçi sınıfı hareketi, kendisini profesyonel sendika liderlerine teslim eder. Onlar ortadan kaldırıldığı zaman sınıf açıkta kalır. Ne yapacağını bilemez. Burjuva ideolojisine teslim olur. Yasal veya yasal olmayan yeni örgüt biçimleri savunma ve dayanışma birlikleri kuramaz. Bugün Türkiye’de sendikal mücadele karanlık, baskılarla dolu bir dönemini yaşıyor. Ama asla umutsuz değil. Türkiye işçi sınıfı, sınıf bilinçli işçiler geçmişlerinden ve diğer ülkelerin işçi sınıfı hareketinden ders çıkarabildiği taktirde, umutlu ve yenilmeyeceğimiz bir gelecek bizi bekliyor. Sınıf bilinçli sosyalist işçiler önümüzdeki dönemin kaderini belirleyecekler. Sendikal örgütlenmenin tekrar gündeme geldiği günümüzde eski hatalardan öğrenmemiz gerekiyor. Tarihimizi incelememiz gerekiyor. Fabrikalardaki çalışmalarımıza enerji ile sarılmamız gerekiyor. Çeşitli ülkelerin sınıf mücadeleleri tarihi sosyalist işçilerin fabrikalardaki örgütü olan fabrika komitesinin yanında, ikinci bir örgütlenmenin daha gerekliliğini göstermiştir. Fabrika komiteleri sosyalist örgüte bağlı işyeri örgütleridir. Ve sosyalist bir örgütlenmenin temelleridirler. Yani fabrikanın bütün işçilerini kapsamaz. Sadece sosyalist işçileri kapsar. Halbuki sendikal mücadele bütün işçileri kapsar, kapsamalıdır. Bütün işçilerin sınıf mücadelesine atılmasının ocağı bu örgütlenme olmalıdır. O aide sosyalizm ile içice geçmiş bir sendikal örgütlenmenin her fabrikadaki örneğini ve temelini oluşturacak bir başka örgütlenme gerekmektedir. Fabrikadaki günlük mücadeleye önderlik edecek ve işçilerin patrona karşı mücadelede ortak kararlar alacakları, sorunlarını tartışacakları ve yöneticilerini bütün işçilerin denetlediği ve seçtiği bir yönetici organ. Sosyalizm ile içice geçmiş sınıf ve kitle sendikaları, ancak bu örgütlenmenin üstüne yükselebilirler. Sendikalar yasal olarak ortadan kalkmış olsalar bile bu fabrika örgütleri varlıklarını sürdürebilirler, başka pek çok ülkede sürdürmüşlerdir. Bütün sosyalist işçiler var güçleri ve enerjileri ile bu örgütlerde yer almalı, yö-

Sayfa: 7

netmeye çalışmalıdırlar. Başka ülkelerde böyle örgütlere, fabrika konseyleri veya işçi konseyleri ya da işçi komisyonları deniyor. Proletarya demokrasisinin temeli bu örgütlerdir. İşçi sınıfı doğrudan temsilcisi olan bu organları kuramadığı sürece, demokrasisini yaratamaz, sınıf dayanışmasını ve birliğini sağlayamaz. Kaderini ya açıkça düşmanlarına ya da işçi sınıfından olan, ama işçilerin denetleyip yönlendirmediği, giderek kendisinden kopan kişilere ve örgütlere bırakır. Böyle bir örgütlenme işçi temsilciliklerinden oldukça farklıdır. Yaşanmış sendikal gelenek içinde, işçi temsilcileri işçilerle sendikalar arasındaki bağlantıyı kurarlar. Hatta zamanla temsilciler, işçilerin temsilcisi olmaktan, sendikaların işyerlerindeki temsilcilerine dönüşürler. Temsilcisi oldukları işçilere yabancılaşırlar, ayrıcalıklara sahip olurlar. Temsilcilerin kendi içinde bile ayrıcalıklar vardır, örneğin baştemâlcilik gibi. Fabrika konseylerine seçilenler ise tam tersine sendikaları denetlerler. Sendikaların bütün girişimlerinden işçileri haberdar ederler. Sendika yönetiminin işçilere yabancılaşmasını, bürokratlaşmasını, ayrıcalıklara sahip olmasını engellerler. Kendilerini seçen işçiler tarafından her an geri alınabilirler. 15-16 Haziran Direnişi bir ücret mücadelesi olmayıp, parlamentodan çıkan bir yasaya karşı bir mücadele olduğu içindir ki - siyasal bir direnişti. Bu direnişe katılan işçiler siyasal bir mücadelenin nasıl yönlendirilmesi gerektiğini bilmiyorlardı. İnsiyatif kendilerinde değil, sendikal önderlerde idi. Bunun için de daha ileri mevziler kazanamadan, işçi sınıfının bilincinde bir nitelik sıçraması yaratmadan sona erdi. Ama sınıfın devrimci ve boyun eğmez içgüdüsünü sergilemesi bakımından ileri ve tarihsel önemi olan bir direniştir. Türkiye işçi sınıfı burjuva parlamentosunun işçi düşmanı yasasına başkaldırmayı bilmiş bir sınıftır. Önümüzdeki günler yoğun mücadele günleridir. Hesaplı, örgütlü ve açık vermez bir şekilde gelecek günlere hazırlanmalıyız. İşçi sınıfının uluslararası zengin tarihi ve deneyimleri sosyalizm yolumuzu aydınlatacak. Başka yardımcımız yok. Ama tarihimiz öyle zengin, sosyalizm öylesine güçlü, proletarya öylesine devrimci bir sınıf ki; bütün engelleri bir bir atlayacağımıza şüphe yok. İstanbul’da ve Türkiye’de 15-16 Haziran’da olduğu gibi; proleter kardeşliğin, dayanışmanın, köleliğe başkaldırmanın ve özgürlüğün rüzgârları fırtına gibi esecek. İşçi arkadaş 15-16 Haziran’ı unutma!


Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

Selim Akar Bugün Türkiye’de işverenlerin kâr hesapları nedeniyle işçilerin büyük bölümü meslek hastalıkları ve iş kazalarıyla yüz yüzedir. Bu konudaki yasal tüzük ve yönetmeliklere rağmen işverenler gerekli önlemleri almamaktadırlar. En kârlı işletmeciliğin, işçilerin meslek hastalıklarına, iş kazalarına uğraması pahasına da olsa bunları engelleyici tedbirleri almadan yapılan üretim olduğu ortadadır. Zira işverenler için en ucuza alınabilecek veya yerine yenisi konulabilecek olan işçilerin sağlığı, işçilerin hayatıdır. Hastalıkları engelleyici tedbirler almak, iş gününü kısaltmak veya düzenli sağlık kontrolleri yapmak işverenlere pahalı gelmektedir. 12 Eylül sonrası, işçi sınıfının gerek siyasi gerekse de ekonomik demokratik mücadelesinin, örgütlenmesinin önüne yeni yeni engeller getirilmiştir. Sendikal düzeyde işçiler örgütlenemez, grev yapamaz hale getirilmeye çalışıldı. Fakat hakim sınıflar hemen hemen hiç uygulanmadığı için kendisini rahatsız etmeyen işçi sağlığı tüzüğünü de tırpanlamayı atladılar. Bu nedenle işçilerin hayatım ve sıhhatini korumaya yönelik bazı hükümler halen bu tüzükte yer almakta. Başka bir yazımızda uzunca anlatacağımız tüzüğün şimdi özellikle meslek hastalığı yapan ma-

İŞYERLERİNDE ÇALIŞMA KOŞULLARI denler ve kimyasal maddelerle ilgili kısmına kısaca değinelim. Tüzük işverenlerin aşağıdaki maddelerin üretimi sırasında çeşitli tedbirler almasını öngörmektedir. Bu maddeler arsenik, fosfor, beyaz fosfor, ensektisit’li ilaçlar olarak adlandırılan organik fosfor bileşikleri, kromlu, manganezli, berilyumlu alaşımlar, benzen (benzol), azot oksitler, anilin, karbon sülfür ve kükürtlü hidrojen içeren bileşiklerdir. Yasa, zirai ilaçlar üreten işyerleri için ellerin ve vücudun ilaçla temasını engelleyen plastik elbiseler, ağız maskeleri ve yeterli havalandırma koşullarım zorunlu kılmaktadır. Ayrıca yasa, ensektisit ihtiva eden ilaçları imal eden iş yerlerinde çalışan işçilerin 6 saatten fazla çalıştırılmalarını yasaklamıştır. Yasaya göre bu bölümlerde çalışan işçiler 6 saat çalışıp 8 saatlik ücret almak durumunda. Bu uygulama son günlerde, sendikaların zorlamaları ile, Koruma Tarım İlaçları Cevizli ve Agrosan Ziraii İlaçlar fabrikalarında yürürlüğe

girmiştir.Bayer Tarım İlaçları, Shell Tarım İlaçlan, Hektaş Atabey Zirai İlaçlar fabrikalarında ise, bütün sakıncalarına ve işçilerin sık sık fosfor zehirlenmesi nedeniyle hastahanede tedavi görmelerine rağmen, işveren 6 saatlik iş gününü uygulamamakta direnmektedir. Akü fabrikalarının döküm kısımlarında çalışan işçilerinde hemen hepsinde görülen kurşun zehirlenmesi artık akü işçileri için olağan bir meslek hastalığı haline gelmiştir. Kartal SSK hastahanesine her gidişte Yunus Mutlu, Çelik akü, E AS akü, ve Bursa Mutlu fabrikalarında çalışan ve kurşun zehirlenmesi nedeniyle tedavi olmaya gelen 20 - 30 işçiye rastlamak mümkündür. Tedavileri biten akü fabrikası işçilerinin yerine her ay yenileri gelmekte ve fabrika koşulları değişmediği için işçiler yavaş yavaş ölüme yaklaşmaktadır. Kısmi veya tam felç geçiren, çalışamaz hale gelen onlarca akü işçisi işveren aleyhine dava açmıştır.

ÇALIŞMA BARIŞI MI? Gerek Türk-İş başkanı Şevket Yılmaz, gerekse Türk-İş başkanlar kurulu yaptıkları açıklamalarda sık sık “...işverenlerin çalışma barışını ortadan kaldırmaya yönelik eylemler içinde olduklarından...” söz ediyorlar. Bu ifade şekli, her şeyden önce Türkiye’de “çakışma barışının” varlığını varsayıyor. Gerçekler bu ifadeye uyuyor mu? 12 Eylül darbesinden bu yana sürdürülen uygulamaların, sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı açıktan açığa bir savaşı olduğunu görmemek mümkün mü? Hatırlayalım: cunta 12 Eylül günü grevde olan işçileri süngü zoruyla çalıştırdı. Darbe ile birlikte tüm sendikal faaliyetler durduruldu. Binlerce DİSK’li sendikacı tutuklandı. Halen yüzlerce sendikacı diktatörlüğün mahkemelerinde idam istemi ile yargılanıyor. Anayasa adındaki bir ceza yasası ve keza çıkarılan çalışma yasaları ile her türlü sendikal hak ve özgürlükler gasp edildi. YHK, 4 yıldır işçilerin yoksullaşması, kapitalistlerin daha da

Sayfa: 8

zenginleşmesi için çalışıyor. Sözde toplu pazarlık sistemine geçildi. YHK, kapitalistler ve hükümet ücret artışlarını % 25 olarak belirledi, ancak enflasyon oranı %50’yi aştı. Çalışma Bakanlığı yanlış ve çarpıtmalarla dolu işkolları istatistiği düzenledi. Bu naylon belgelerde bazı işkollarında çalışan işçi sayısı düşük tutuldu. Hiçbir işyerinde örgütlü olmayan bazı sendikalar, işkolunda %10’nun üstünde işçi örgütledi olarak gösterildi. Faşistlerin örgütledikleri sendikalar böylelikle desteklenmiş oldu. Yeni örgütlenen işyerlerinde sendika üyesi olan işçiler işten çıkarılıyor. Sendikalaşan işçilerin iş akitleri kapitalistler tarafından fesh ediliyor. Sendikasız işçilere ücret zammı ödüyorlar, sendikalılara vermiyorlar. Bu yolla sendikalaşmayı önleyeceklerini zannediyorlar. 1963-80 döneminde işçi sınıfının mücadelesi sayesinde iş güvencesi, çalışma koşulları, iş düzeni ile ilgili toplu sözleşmelere girmiş ne kadar madde varsa, hepsi YHK tarafından yasaklandı. Böy-

lece yılların emeği ve mücadelesini yok edebileceklerini zannediyorlar. Fabrikalara noter getirip, işçileri topluca işverence istenmeyen sendikalardan istifa ettirip, kapitalistlerin seçtiği sendikaya zorla üye kaydettiriyorlar. İşçileri işten atma ile sürekli tehdit ediyorlar. Sendikalar yasası ile siyasal iktidar ve kapitalistlerle çelişen sendikaları mali ve idari denetime tutabileceklerini söylüyorlar. Bu yolla sendikaları susturmayı, hareketsiz kılmayı hedefliyorlar. Şu örneklerden de görüldüğü gibi sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı savaşı sürüyor. Hem de azgınca saldırıyorlar. Kapitalistler için nerede sorun ortaya çıkmışsa, nerede geri adım atmışlarsa, bütün oralarda ordu-sermaye sınıfı işbirliği sayesinde işçi sınıfının ve sendikaların tüm temel haklan gasp edildi. İşte Şevket Yılmaz ve benzerlerinin “çalışma barışı” diye niteledikleri durum bu.

Bunların dışında devamlı kurşun zehirlenmesine maruz kalan işçilerden 8’i iktidarsız hale gelmeleri nedeniyle işveren aleyhine dava açmıştır. Bu davalar kazanılsa bile, kısalan insan ömrü, felç olan vücutlar, iktidarsız hale gelen işçilerin maddi karşılığı olmayan bu kayıpları hiç bir zaman tazmin edilemez. Kartal SSK hastahanesinin diğer müdavimleri Kütahya Azot İşletmeleri, Etibank Cıva İşletmeleri ve Bakır İşletmeleri işçileridir. Bu işyerlerinde de iş kazaları sık sık işçilerin zehirlenmesine neden olmaktadır. Diğer yandan yönetmelik ve yasalara göre, meslek hastalığına tutulan işçilerin bütün tedavi giderleri işverence SSK’ya ödenmek zorundadır. Ancak bu güne kadar akü fabrikaları da dahil hiç bir işveren bu giderleri karşılamamıştır. Zira kurşun zehirlenmesine uğrayan işçilerin raporlarına bile bunun meslek hastalığı olduğu işlenmemektedir. Halbuki bu masrafların işverenlerce ödenmesi onları bu konuda daha duyarlı hale getirecek etmenlerden birisidir. Elbette ki bunu sağlayacak tek güç işçilerin örgütlülüğüdür. Sosyalist işçiler, iş yerimizde işçilerin sağlığını bozan, meslek hastalığı yaratan etmenleri tanıyalım. Bu konuda gerek sendikalar yoluyla, gerekse de işçilerin örgütlü birliğini oluşturarak işverenlere karşı mücadele örgütlemek ve çalışma koşullarını iyileştirmek için görev başına.

İŞÇİLER VE SOSYALİSTLER Behçet Toprak

İsteme adresi: Postlagerkarte 074763 A 1000 Berlin 44 B.R.DEUTSCHLAND


Sayı: 3 Son yıllarda silahlanma yarışının büyük boyutlara ulaştığı ve NATO üyesi ülkelerin silahlanma harcamalarının sürekli arttığı görülmektedir. (Bakınız Tablo-1) Kuşkusuz harcamalar grafiğinin bu yükselişinde, mevcut güçler dengesi, dünya para sisteminin bunalımı ve petrol krizi gibi faktörler önemli rol oynamaktadırlar. Fakat incelediğimizde görmekteyiz ki; silahlanma harcamalarının yükselmesinin asıl nedeni değişen stratejilerdir. Bu nedenle yeni silahların yapımı ve diğer önlemlerin alınması gerekli olmaktadır. NATO’nun oluşturulduğu ilk yıllarda geliştirilen strateji ABD’nin nükleer gücüne (atom silahları) dayanıyordu. Avrupa’daki konvansiyonel gücünün (klasik silahlar) zayıf olmasından dolayı, NATO stratejisi “topyekun nükleer karşılık” olarak saptanmıştı. Kıtalar arası silahlarla Sovyetler Birliğinin imha edilmesi amaçlanıyordu. Ancak, Sovyetler Birliği’nin 1957’de kıtalar arası füze yapmaya başlaması ile birlikte bu stratejide değiştirildi. Çünkü artık Sovyetler Birliği’nin de nükleer gücü vardı. 1967 yılında saptanan yeni strateji “esnek karşılık” adını taşıyordu. Buna göre, Varşova Paktı ülkelerinin saldırısına önce klasik silahlarla karşılık verilecek, ancak savaşın alacağı seyre göre taktik ve stratejik silahlar kullanılacaktı. Böylece Batı Avrupa’nın da hızla silahlanması ve ABD’nin biraz rahatlaması garanti altına alınmış oldu. ‘80’li yılların başından itibaren şu anda NATO’nun yeni stratejisi olan “esnek karşılık”ın değiştirilmesi için adımlar atılmaya başlandı. Pentagon’un (ABD savunma bakanlığı) yeni yetkilileri, Garter döneminde Sovyetler Birliği ile imzalanmış olan SALT-II‘nin (nükleer silahların sınırlandırılması anlaşması) ABD’nin aleyhine olduğunu iddia etmektedirler. Buna neden olarak ise her zaman olduğu gibi “Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın ABD ve NATO karşısında üstün bir durumda olduğu” gösterilmiştir. 1979 yılında Amerikan Pershing II ve Cruise füzelerinin 5 Batı Avrupa ülkesine yerleştirilmesi NATO’ da kararlaştırıldı. 1983‘ün sonundan itibaren füzeler İngiltere, B.Almanya ve İtalya’ya yerleştirildi. YENİ SAVAŞ STRATEJİSİ VE AVRUPA Pentagon’un NATO’ya 1985 -2015 yılları arasında geçerli olmak üzere, benimsetmeğe çalıştığı yeni strateji ile ilgili olarak New York Times ga-

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 9

lanmış ve 30 milyar dolarlık bir bütçe ayrılmıştır.

NATO'NUN YENİ STRATEJİSİ Ferruh Coşkun zetesi 30 Mayıs 1982’de şu bilgiyi verdi: “Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin tüm askeri ve politik yapısını bertaraf etmek. Atom ve konvansiyonel silahlarla donatılmış güçlerinin imha edilmesini sağlayacak sistemlerin güvence altına alınması.” Böyle bir planın “esnek mukabele” stratejisi ile gerçekleşemeyeceği açıktır. Bunun için ABD, NATO’nun savaş stratejisini ilk vuruşu yapma temelinde değiştirmeğe uğraşmaktadır. Diğer bir ifade ile, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktını bir anda yok etmek için yıldırım savaşı yapılmaktadır. Yeni stratejiye göre Varşova Paktına üye ülkelerin Batı Avrupa’ya yerleştirilmiş silahlar ve kuvvetler ile Sovyetler Birliğinin sınırına kadar olan alan içerisinde sıkıştırılıp, sonrada imhası amaçlanmaktadır. Varşova Paktının güçlerinin ancak % 20’sinin Batı - Doğu sınırının 30 - 40 kilometre içerisinde bulunduğu ve 2685 sabit ve 2260 hareketli hedeften sadece % 4’ünü bu sınıra yakın bölgede olduğu gösterilmektedir. Varşova Paktı’nın güçlerinin çok büyük bir bölümünün yaklaşık 800 kilometre içerde olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, bu güçlerin aynı bölge içerisinde sıkıştırılıp, imha edilmesi planlanıyor. 1982’de hazırlanan FM 100 - 5 adlı planda “ilk saldırı şokundan Varşova Paktı ülkelerinin kurtulmaması ve kuvvetlerini toparlayacak zamanın verilmemesi gerektiği” açıklanmaktadır.

Yine bu planda “insiyatifi ele geçiren savaşı kazanır” denilmektedir. Bu stratejinin gerçekleştirilebilmesi için hem mevcut kuvvetlerin modernize edilmesi hem de yeni silahlar gerekmektedir. Bu silahlardan bazıları üretilmiş, ve Batı Avrupa’ya yerleştirilmiştir. Bu stratejiye uygun silahlar; Pershing II ve Cruise füzeleri ve Lance” füze sistemi ve kıtalar arası MX füzeleridir. Ek olarak, kimyasal silahların yapımına da ABD’de başlanmış bulunmaktadır. Konvansiyonel silahlar içinde ise M-l savaş tankları, F-15 ve F-16 savaş uçakları, bu stratejiye uygun silahlardır. Bu planı tamamlayan başka bir plan “Rogers Planı“dır. Buna göre Avrupa’da konvansiyonel silahlarla da savaşa hazırlık yapılmalıdır. Böylece Batı Avrupa’daki NATO’ya ait konvansiyonel silahların yenilenmesi hedefleniyor. Bu amaçla yapılan Mayıs 1983’ deki ABD, F.Almanya, İngiltere ve Norveç’in katıldığı bir toplantıda NATO için şu görevler tespit edildi: Bir kaç saat içinde Varşova Paktının tüm hava kuvvetlerini imha etmek, sınır birliklerini sıkıştırıp yok etmek, bir kaç gün içinde takviye kuvvetlerini dağıtmak, haberleşme ve bağlantı merkezlerini yok etmek ve NATO kuvvetlerinin bu görevlerini yerine getirecek hiçimde bu görevler için gereken konvansiyonel silahların 10 yıl içinde üretimi plan-

TABLO-1 NATO’nun Silahlanma Harcamaları Yılı

(milyar Dolar)

1950 1960 1970 1980

67,360 150,387 193,966 225,411

ORTADOĞU VE TÜRKİYE’NİN YERİ NATO’nun oluşturmaya çalıştığı yeni strateji, yalnızca Avrupa ile sınırlı kalmamaktadır. Bu noktada Ortadoğu ve Türkiye önem kazanmaktadırlar. Ortadoğu’da son yıllardaki olaylar ABD’nin etkinliğini sarsmıştır. Şah diktatörlüğünün devrilmesi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi ve İran -Irak savaşı dengeyi ABD aleyhine değiştirmiştir. Basra Körfezi ABD ve Batı Avrupa için çok önemli bir bölgedir. Batı Avrupa’nın petrol ihtiyacının 1950’lerde % 10’unu karşılayan Körfez, bugün bu ihtiyacın % 60’ını karşılamaktadır. Bahsettiğimiz yeni NATO stratejisi NATO’nun eylem alanını Ortadoğu’ya genişletilmesini de kapsamaktadır. Burada Türkiye ye önemli bir rol düşmektedir. Şah diktatörlüğü nün devrilmesinden sonra, İran’ın ABD’nin etkinlik alanından çıkmış olması, Türkiye’yi önemli bir duruma getirmiştir. Bu amaçlarla NATO Türkiye için gerekli malzemeyi hazırlamaya başlamıştır. Yeni üsler, havaalanları yapılmaya başlandı ve “Çevik Kuvvet“li NATO manevraları yapıldı. F-16 bombardıman uçaklarının alınması için anlaşma imzalandı. Ayrıca başka bir anlaşma uyarınca bu uçaklar Türkiye’de de yapılabilecek. Türkiye’nin eskimiş silahlarını modernize etmesi için NATO yardımı arttırıldı. Türkiye’nin silahlanma harcamaları 1983 yılında 519 milyar 790 milyon lira iken, 1984’de % 46 arttırılarak 759 milyar 83 milyona çıkarılmıştır. ABD’nin yaptığı askeri yardımlar da 1983’ de 72 milyar lira iken, 1984’ de 202 milyar 345 milyon liraya yükselmiştir. Buna ek olarak F-16 uçaklarının alınabilmesi için Türkiye’nin yıllık askeri harcamalarının 124 milyar 650 milyon lira daha artması gerekmektedir. Bir ABD askerini NATO’nun Güney Doğu kanadında tutabilmek için ABD’nin yıllık 90 bin dolar harcaması gerekmektedir. Halbuki T.C. ordusunda bir askerin maliyeti yılda 6 bin dolardır. Bu nedenle Türk ordusunun mevcudu 1984’de % 7 oranında arttırılarak 824 bin’e çıkarıldı. Bütün bu gelişmeler yeni NATO stratejisinde Türkiye’nin rolünü göstermektedir. NATO’ya göre “Türkiye Ortadoğu’nun güvenlik üssüdür”. Yani Türkiye NATO ve ABD’nin Ortadoğu’daki saldırganlık ve emperyalist amaçlarına araç edilmeye çalışılmaktadır. Siyasi demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası, Türkiye’nin NATO’dan çıkması ve üslerin sökülüp atılmasıdır.


Sayfa: 10

Sayı: 3

SOSYALİST İŞÇİ

İNGİLTERE’DE MADENCİLER GREVİ Taner Kalkan 150 bin İngiliz, İskoç ve Gal’li maden işçisi 9 Mart’tan bu yana grevde. Maden işçilerinin bu grevi Britanya işçi sınıfı için büyük önem taşıyor. Çünkü Muhafazakâr hükümet son üç yılda irili ufaklı birçok grevde dişlerini biledikten sonra şimdi de Britanya işçi sınıfının geleneksel olarak en militan kesimi olan maden işçilerini yıldırarak tüm işçi sınıfını toptan sindirmek istiyor. Hakim sınıf biliyor ki 1926 Genel Grevi’nin önderliğini yapan, 1974’de ki greviyle hükümet deviren maden işçilerini ‘hizaya sokarsa’ önünde engel kalmayacak, tüm Britanya işçi sınıfına en büyük darbelerden birisini vurmuş olacak. Muhafazakâr hükümet 1979’da çok kesin bir programla işbaşına geldi. Amaç, kapitalizmin son 10 yıllık krizinden ne pahasına olursa olsun kurtulmak idi. ‘Ulusal çıkarlar’ (siz hakim sınıf çıkarları diye anlayın) nutukları altında emekçilerden ‘fedakârlık’ istendi kemerleri sıkmak gerekiyor diye anlatıldı. (Ne kadar da bizdeki ANAP’ın anlattıklarına benziyor!) Krizden ancak patronların kârları artarsa çıkılır denildi. Yani, bizim dilimizde, çalışan sınıfın emeğinden daha da fazla çalmak demek bu. Ama onlara sorarsan, patronlar o artı-değerleri ‘ulusal çıkarlar’ için kullanacaklar! O zamana kadar ki sosyal demokrat iktidardan da bir yarar görmemiş emekçiler 1979 seçimlerinde ‘değişikliğe’ gerek var diye düşündüler. Ancak sosyal demokratların solundaki sosyalist akımın belirgin bir alternatif olarak ortada bulunmaması emekçilerin sosyal demokratlardan da daha sağcı bir çözümden medet ummasına yol açtı. Bir de bakalım hakim sınıfın emekçilerden kopardığı ‘fedakârlıklara’: işsizlik 4 milyona çıktı. Sendikal örgütlenmeyi 80 yıl geriye atan yeni iki kanun geldi. Demokratik haklar alabildiğine sıkıştırılıyor. Sosyal haklar ayaklar altında. Devlet hastahaneleri satılıyor nükleer başlıklı füzeler almak için. Hükümetin ekonomik politikasının ilk büyük hedefi demir çelik işçileri oldu. 1979 dan bu yana 210 bin işçiden 138 bini işten çıkarıldı.Bu arada başka yenilgiler yaşandı: hastahane işçilerinden basın işçilerine, devlet memurlarına kadar. Şimdi ise hedef maden işçileri. Bu görev ise ulusal

demir çelik işletmelerinde yaptıklarından sonra ‘kasap’ unvanını fazlasıyla hak etmiş olan ve şimdi de Ulusal Kömür İşletmelerinin başında olan Amerikan vatandaşı bir yöneticiye verildi. Bu ‘yönetici’ Amerikadan yılda 1,2 milyon İngiliz Lirasına (540 milyon Türk Lirası yapar) kiralandı. Ulusal maden işletmeleri zaten her gelen hükümetin daraltmaya çalıştığı bir işkolu. 1972’de ki 289 ocaktan kala kala 184bin işçisiyle 171 ocak kaldı. Şimdi de bu işçilerin işleri ve geriye kalan tüm maden kentlerinin, köylerinin geleceği tehlikede, 9 Mart’tan bu yana tüm işkolunun %80’i grevde. Bu, her ne kadar olumlu bir tablo olarak görünüyor ise de grevi kazanmak için yetersiz. Çünkü grev aslında bir dizi sorunlarla dolu. Bir kere, 1972 ve 74’de olduğunun tersine bu kez grev kış sonunda başladı. Üstelik işveren 21 milyon ton kömür stoku yapmış. Ve stoklardan dağıtım az bir aksamayla sürüyor. Diğer önemli sorun, kömür bölgelerinin en büyüklerinden bir tanesi hala grev kırıcılığı yapıyor. (İlginçtir 1926’da da genel grevi satan ve o zaman ulusal sendikadan ayrılıp 11 yıl sarı bir sendika kuran aynı bölgedir.) Eylem konusunda bölgeler arasındaki bu uyumsuzluğun başlıca üç nedeni var: Birincisi, 1977’de başlatılan ücretlerdeki ‘üretkenlik’ farkı. Hakim sınıfın ‘fazla çalışan fazla kazanır’ nameleri ile ulusal düzeyde toplu sözleşmeler yerine bölgesel toplu sözleşmeler getirildi, yani maden işçileri bölündü. Ocaklarda şartları iyi olan, bol kömürü bulunan bölgeler böylece ortak iradeden ayrıştırıldı. öyle ki, bugün grev kırıcılığı yapan bölgelerde ortalama ücret diğer bölgelerdeki bazı ocaklardaki ücretin iki misli! Grev kırıcılığının ikinci nedeni ise burjuva basınının çapı emsalsiz olan “çalışma özgürlüğü” (!) kampanyası. (Şimdi mücadele etmezsen, o “çalışma özgürlüğüne” sahip olmak için var olması gereken iş kalmayacak ortada, bunu söyleyen yok.) Bütün basın ulusal kahraman ilan etti bu grev kırıcılarını. Bununla da almayıp, hükümet bu bölgeyi polis kordonuna aldı, işçiler polis nezaretinde işe götürülüp getiriliyorlar. Bu arada diğer bölgelerden grevci işçilerin gelip, işyeri girişinde geleneksel grev hattını kurması ve işçilerle konuşup dayanışmaya çağırmaları engelleniyor. Çoğu o bölgeye varmak, kendi bölgelerinin il sınırlan dışına çıktık-

ları için tutuklanan grevcilerin sayısı yüzlerce. Hakim sınıfın ve borazanı basının dillerinden düşürmedikleri diğer bir nokta ise, maden işçilerinin bu greve ulusal grev oylaması yapmadan çıkmış olmaları Çünkü böyle bir oylama durumunda, basının ve hükümetin yoğun propaganda olanakları sayesinde sonucu belirleme olanağı var. (“İşini sen beğenmiyorsan, çalışacak 4 milyon işsiz yar” propagandası.) Aslında sendika son üç yıl içinde bu tip üç oylama yaptı ve çoğunluğu sağlayamadı. Bu son grev dalgası ise işverenin kapatmak üzere seçtiği bölgedeki işçilerin, sendikanın onayını beklemeden kendi kendilerine greve çıkması ile başladı. Arkasından aynı işçiler diğer bölgelere çabucak yayılarak, oralardaki maden ocaklarının önüne grev hattı çekip maden işçilerini dayanışmaya kazanmasıyla grev genişledi. Sendika ancak bundan sonra greve sahip çıktı. Yani sendika “Önderleri” grevi gerisinden yakaladı, önder yerine kuyruk olabildi ancak. İşte grevden alınacak çok önemli bir ders burada yatıyor. İşçilerin kendi insiyatifleri ve sendika yönetimi ve üyeleri arasındaki ilişki. Bu konu üzerinde durmakta yarar var: Bugünkü maden sendikası bürokrasisinin çoğunluğu “solcu”. Bir kısmı gerçekten eskilerin önder işçileri. Örneğin sendika başkanı, 197274 grevleri sırasında “grev hattı” olayını tüm Britanya işçi sınıfına tanıtan zamanın mütevazi bir bölge lideri. Başkan yardımcısı ise, ülkenin en ünlü Komünist Partili sendikacısı ve İskoç madencilerinin lideri. 1970’lerin başlarında bunlar gibi önder işçiler, zamanın sağcı sendika liderlerine karşı mücadele veriyorlardı. Sağcı liderlere (ki, onların hepsi şimdi Lordlar Kamarasında göbek büyütüyorlar) karşı ve onlara rağmen tabanda örgütleniyorlardı. Sonuçta 1974 grevini kazanan ve zamanın muhafazakâr hükümetini deviren işte bu tabandaki örgütlülük oldu. Ama sonra ne oldu? Bu eski Önder işçiler düşündüler ve sendikayı biz yönetelim dediler haklı ve doğru olarak. Ancak çok önemli bir şeyi gözardı ettiler. Sendika yönetimini ele geçirme mücadelesini tabandaki örgütlülükle ve o örgütlülüğün insiyatifi ile yapacaklarına, onun yerine kendileri yapmaya başladılar. O dönemdeki ünleri ve saygınlıkları saye-

sinde yönetimi ele geçirdiklerinde ise tabandaki örgütlülüğü ortadan kaldırdılar. Artık nasıl olsa üst düzeydeki yönetim bizim elimizde dediler. Sonuç açık: Şimdi tabanda o-lup bitenlerden fersah fersah uzaktalar. 1980’den beri irili ufaklı birçok bölge grevini umursamadan sattılar. Bu defa bile grev tamamen onların insiyatifinin dışında başladı ve yayıldı. ‘ ‘Liderler” ancak sonradan uyandılar ve grev yasal bir grev haline dönüştü. Şu anda işçi kitlelerinin kendi insiyatifleriyle ve tabanda kurulu örgütlenmeleri sayesinde yürütecekleri grev yerine “yukardan yönetilen” grevin çıkmazları bütün çıplaklığıyla ortada, örneğin 1974’te grev başladığında işverenin 16 milyon ton kömür stoku vardı. Grev hatları sayesinde dağıtılmaları engellenmişti. Demiryolu, karayolu ve denizyolu işçileri ile doğrudan ilişkiler kuruldu, depoların ve kömür kullanan işyerlerinin önlerine grev hatları çekildi ve yaratılan dayanışma ile tüm kömür dağıtımı durdu. Şimdi ise maden sendikası liderleri taşımacılık sendikası liderleri ile masa başında bürokratik görüşmelerle iş yapmaya kalkıyorlar. Tabandaki insiyatif sonradan düşünülüyor, harekete geçirilmiyor, ‘bize bırakın, bize güvenin diyorlar liderler. İşçilerin kendilerinden başka pek dostları yok, iş kavga etmeye gelip dayandığında. Bürokrat sendika önderlerinin sorunu mevkilerini korumak. Sosyal demokrat partiler ise (ister İngiltere’deki İşçi Partisi, isterse Türkiye’deki CHP veya SODEP olsun) daha da beter. Daima uzlaşma peşindeler. İşçi sınıfının çıkarları ile burjuvazinin çıkarlarının uzlaşmaz olduğunu görmezler, göremezler. Açık ki, bugün bütün dünyadaki sosyal demokrat partiler kapitalizm ile uzlaşmış ve uzlaşmakta kararlı, partilerdir. Fransa, İtalya, İspanya bu durumun en bariz örnekleri. Yanılmayalım, işçilerin dostu az derken, işçiler başkasından medet beklemelidir demek istemiyoruz. Tam tersine işçiler ancak kendi müdahaleleri ve insiyatifleriyle yapıyorlar ne yapıyorlarsa. Kısacası bu işin kestirme yolu, kolay yolu yok. Kari Marks’ın dediği gibi ve bu gazetenin alt başlığında yazıldığı gibi, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!”


Sayı: 3 Kürdistan birçok öncü işçinin, ilericinin en zayıf noktasıdır. Bir dizi konuda egemen sınıfa, onun baskılarına karşı çıkabilen bu insanlar iş ezilen ulusun kurtuluşuna geldi mi sıradan bir Türk milliyetçisinden farklı konuşmazlar. Hatta birçok sosyalist içinde bu geçerlidir. Yakın zamanlara kadar ezilen ulusun kurtuluşu sosyalistlerin birçoğu tarafından kabul görmez, teorik olarak bile bu sorundan kurtulmanın yolları aranırdı. Gerek Kürdistan’daki ulusal demokratik mücadele gerek sosyalist hareket saflarında yürütülen mücadele bu sorunu bir tabu olmaktan çıkardı. Şimdi sosyalistler arasında, hiç olmazsa lafta, Kürt ulusunun da diğer tüm uluslar gibi kendi kaderim tayin hakkına sahip olduğunu reddeden pek kimse kalmadı. Ancak milliyetçiliğin gücünün tümden kırıldığını söylemek mümkün değil. Lafta kabul edilenler iş somuta geldiği zaman, örneğin Kürdistan’ın bağımsızlığından söz edildiği zaman, ya da Kürdistanlı bir örgüte takınılan tavırda çabucak unutuluveriyor. Burjuvazinin yıllardır kafalara kazıdığı “bölünmez, parçalanmaz bir bütün” olduğumuz tezi bu sefer “sol” cümlelerin ardından sırıtıveriyor. Sosyalistler için geçerli olan toplumun diğer kesimleri için çok daha fazla geçerli. Mayıs ayının ortalarında 1256 aydın ve sanatçının imzalarıyla Cumhurbaşkanı ve Meclis başkanlığına bir dilekçe verildi. Sıkıyönetim derhal bu olayın ve protesto yazısının gazetelerde yer almasını engelledi. Haber ancak iki gün sonra, Özal’ın basın toplantısında gündeme tekrar gelince yayınlandı. Aydınların protestosunda bir ok şeyin yanı sıra işkenceler ve idamlara karşı çıkılıyor, cezaevi koşulları eleştiriliyor, basın, yayın ve örgütlenme özgürlüğü talep ediliyor, kendi deyimleriyle “demokrasiye bütün kurum ve işleyişleriyle işlerlik kazandırılması” isteniyor. Bu olayın tartışılmasını, önemini ve eleştirisini başka bir yazıya bırakalım. Ancak konumuzu ilgilendiren önemli bir yan var. Diktatörlüğün birçok uygulamasına karşı çıkabilen ‘ki bunun önemi yadsınamaz- aydınlar tek bir kelimeyle bile Kürdistan‘dan, oradaki baskı ve uygulamalardan bahsetmiyorlar. Oysa sadece bugünkü tezahürleri değil, genelde ulusal baskının kendisi ezilen ulusu olduğu kadar ezeni de yaralar. Bir ulusun dili, kültürü kısaca ulusal varlığı ağır bir baskı altındaysa, aynı devletin sınırları içinde yaşayan diğer uluslardan insanlar özgür olamazlar. Ulusal baskının hüküm sürdüğü bir yerde bütün siyasi ve kültürel hayata köleliğin, boyun eğmenin, aşağılamanın leş kokusu siner. Ezilen ulusun boynuna geçirilen ilmiğin öteki

SOSYALİST İŞÇİ

KÜRTLERİN AYRILMA HAKKI Mithat Fazıl ucu ezen ulusun bütün sınıflarını sarmalar, onların da nefes alabilmelerim engeller. Ahlaki bir sorun değildir bu. Ulusal, sömürgeci baskı ve buna boyun eğme tüm demokratik fikir ve kurumları kötürümleştirir. Sömürüye ve eşitsizliğe karşı mücadele edenleri sakatlar. İşçi sınıfı arasında da milliyetçi önyargılar, düşünceler egemendir. Bunlarla mücadele etmeden, ayrıcalığın her türüne ve her tezahürüne karşı çıkma bilinci yerleşmeden işçi sınıfının ayrıcalıklar düzenine son verebileceğini söylemek mümkün değildir. Ulusal baskının temelini sınıfsal baskının oluşturduğu doğru bir tespittir. Ama sınıfsal baskıya karşı mücadelenin kendiliğinden ulusal baskıyı ortadan kaldıracağını düşünmek doğru olmaz. Tersine tutarlı bir demokrasi bilincine sahip olmadan yürütülecek sınıfsal mücadelenin başarı şansı şüpheli olacaktır. Bu noktada sorun burjuva sınıf egemenliğinin yıkılmasından daha öteye uzanan bir perspektifle ele alınmalıdır. İşçi sınıfı kapitalist toplumun zorunlu ama sistemin kendisi için olumsuz bir ürünüdür. Ayrıcalıklar düzeninde o her türlü ayrıcalıktan yoksun bırakılmıştır. Ama ezen ulusun işçi sınıfı kendi dilini konuşabilmektedir.

Hiç olmazsa özel olarak ulusal baskı karşısında değildir. Ezilen ulusun işçileri karşısında böyle bir ayrıcalığı vardır. İşçi sınıfı burjuva toplumdan bu ayrıcalıkları devralarak yoluna devam edemez. Bu yüzden ulusların ve dillerin, ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere her türlü hak eşitliğini savunmak devrimci proletaryanın görevidir. Hiçbir işçi kendine yönelik namluların altında Türkçe değil de, diyelim İngilizce konuşmayı kabul etmeyecektir. Bunun için sosyalist olması, sınıf bilinçli olması gerekmez. Ama kendisi için kabul edilemez bulduğu bu olayı bir Kürt işçisi için doğal sayacaktır. Kürtçe konuşan birini aşağılamakta, egemen sınıfın tavrım üstelik bunun egemen sınıfın tavrı olduğunu düşünmeden paylaşacaktır. Bağımsızlık fikri onun için en kutsal fikirlerden birisidir de bu fikri bütün uluslar için genelleştirmeyi, Kürt ulusunun da ayrı bir devlet sahibi olabileceğini düşünmeyi tüyler ürpertici bulacak, bunu söyleyenlerin karşısına dikilecektir. Böyle bir işçi burjuvaziye karşı haklı bir kin de duysa, sömürüldüğünün farkında olup, buna son vermek gerektiğinin farkında olsa bile henüz burjuvazinin ideolojik ve politik anlamda kölesi olmaya devam etmektedir.

Sayfa: 11

Ayrılma hakkının güncel siyasetin bir parçası haline gelmesi ezen ulusun işçilerinin demokratik ve enternasyonalist eğitiminin önemli bir parçasıdır. Ulusların birliği ve birbirleriyle kaynaşmaları elbette ki sosyalist teorinin temel taşlarından birisidir. Ancak bu birliğin polisiye baskılarla ve zorla sağladığı birliği değil, ezen ve ezilen ulusun işçilerinin ve emekçi yığınlarının gönüllü birliğini isteyenler bunun ancak hak eşitliği temelinde gerçekleşeceğim bilmek zorundadırlar. İşçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesinin bunu kendiliğinden sağlayacağı söylenebilir. Daha da ileriye giderek böyle bir durumda ayrılma hakkını gündeme getirmenin işçilerin § üçünü böleceği de öne sürülebilir. Her türlü hak eşitliğinin bu arada ayrılma hakkının propagandası yapılmadan, proleter demokrasisi ve proleter enternasyonalizmi zeminine sıkıca ayak basmadan ezen ve ezilen ulusun işçilerinin birliğinin nasıl sağlanabileceği sorusu bu tez tarafından cevaplandırılmaz. Ve eğer bu sağlanmamışsa ezilen ulusun kurtuluşu ya görmezden gelinmektedir ya da bunu sağlamak en iyimser yorumla ezen ulusun işçilerine havale edilmektedir. İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını savunanlar bunu bütün ülkelerin işçileri için geçerli bir düşünce olarak görürler, Yani Kürdistan işçi sınıfının kurtuluşu da kendi eseri olacaktır. Kürdistan işçi sınıfının bunu ancak ezen ulusların işçileriyle sımsıkı bir birlik içinde yapabilecek olması, Kürdistanlı işçilerin kendi halklarının önderliğini kazanmaları zorunluluğunu dıştalamaz. Bunun tersi de aynı ölçüde geçerlidir. Kendisi için ayrılık dahil olmak üzere tam hak eşitliğini savunmayan bir işçi sınıfıyla Kürdistanlı işçilerin ne sımsıkı birliği sağlanabilir nede böyle bir birliği savunan Kürdistanlı işçiler kendi halklarının önderliğini kazanabilirler. Geriye kalsa kalsa Kürt ulusunu kurtarmak bizim işimizdir diyen ucube bir görüş kalır. Bunu söyleyebilecek olanlar zaten işçi sınıfını da kurtarmayı kendi işleri olarak gören ikamecilerdir. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir. Ama bir ulusun diğeri üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki baskısına, merkezinde kapitalist sömürünün yer aldığı tüm baskı ilişkilerine karşı çıkmayan bir işçi sınıfı kendisini kurtaramaz. İşçi sınıfını durumu ve görevleri konusunda aydınlatmayı hedefleyen sosyalist propaganda ve ajitasyon bu nedenle ayrılma hakkını merkezi bir yere koymak zorundadır.


KOMÜN 113 YAŞINDA Paris Komünü 18 Mart 1871’ de ilan edildi. 72 gün süren kısa ömrü yeni bir çağ başlangıcının simgesi oldu. Şubat devrimine burjuvazinin ardından katılan proletarya toplumsal cumhuriyet haykırışıyla “ sadece sınıf egemenliğinin kralcı biçimini değil, ama sınıf egemenliğinin kendisini ortadan kaldıracak bir cumhuriyet için duyulan belirsiz bir özlemden başka bir şeyi dile getirmiyordu. ‘ Bu belirsiz özlemin somutlandığı olumlu biçimin Komün olduğunu yazıyor Karl Marks Komün Prusya-Fransa savaşının ardından doğdu. Prusya’ ya karşı savaş sırasında silahlandırılan işçiler başlangıçta yerel savunmayı örgütlemesi düşünülen mahalle klüplerinde örgütlenmeye başladılar. İşçi sınıfının siyasal hareketliliği geliştikçe, mahalle klüpleri işçi sınıfının taleplerinin oluştuğu ve savunuldu5u siyasal örgütlere dönüştüler. Kısa bir süre içinde Paris’in her mahallesinde ortaya çıkan işçi örgütleri kendi aralarında bir merkez komitesi seçtiler. Merkez komitesi aracılığıyla işçiler hükümetten her bölgede seçimler yapılması, polisin kaldırılması, tüm yargı organlarının seçimle oluşması, toplantı ve basın üzerindeki kısıtlamaların kalkması gibi talepleri yerine getirmesini istemeye başladılar. Silahlı ve örgütlenmiş işçilerin bu talepleri karşısında hükümet savaştığı Prusya ile bir anlaşma imzaladı ve Parisli işçilerden silahlarını bırakmasını istedi. Paris işçisi silahlarını bırakmayı reddetti. Toplar Paris’in işçi mahallelerine taşınmaya başladı. 18 Mart sabahı hükümete bağlı birlikler Paris işçilerini silahsızlandırmak için harekete geçtiklerinde büyük bir direnişle karşılaştılar. Birçok birlikte askerler komutanlarını tutuklayarak Komüncülerin saflarına katıldılar. Hükümet Paris’i terk etti. Aynı gün Paris halkı bütün kamu binalarını işgal etti. Bir hafta içinde, 26 Mart günü Paris’in 20 bölgesinden seçilmiş delegelerden oluşan, yasama ve yürütme hakkını birleşik olarak kendi elinde bulunduran Komün Meclisi göreve başladı. Meclisi oluşturan delegeler sürekli olarak kendilerini seçen örgütlerinin toplantılarına katılmak, çalışmalarının raporunu vermek ve kendilerini seçenlerin düşüncelerini almak zorundaydı. Böylece delegeler kendilerini seçenlerce sürekli olarak denetlenebiliyorlardı. Seçmenler, Komün Meclisi’ne seçtikleri delegeleri istedikleri zaman görevden alabiliyorlar ve yerine yenisini

Mithat Fazıl yollayabiliyorlardı. Sadece Komün Meclisi delegeleri değil, aynı zamanda Komüne bağlı olarak görev yapan tüm memurlarda seçimle seçilecekler ve görevden alınabileceklerdi. Komün’ ün hiç bir görevlisi en yüksek işçi ücretinden daha fazla ücret alamayacaktı. Profesyonel bir sürekli ordu yerine Komün, halkın silahlandırılmasına dayanan bir milis sistemi koyuyor. Polisi bütün siyasi niteliklerinden arındırıyordu. Yargı üyeleri de diğer bütün memurlar gibi seçimle göreve gelecekler ve görevden alınabilir olacaklardı. Komün delegeleri ve görevlileri genel ve eşit oyla seçildiler. Bu olmadan Komün örgütlenmesi ancak hiyerarşik bir yapılanma olurdu ki hiç bir şey, Komün anlayışına genel oy yerine hiyerarşik bir görevlendirme geçirmekten daha yabancı olamaz.”(Karl Marks) Bu tedbirler Parisli işçilerin devrimci sınıf eyleminin dolaysız ürünleri oldular. Kendisi için bir sınıf olarak harekete geçen işçi sınıfı, koşulların onu zorladığı tedbirleri kendi insiyatifi ile bulup çıkarmakta, kendisini bir sınıf olarak örgütleyecek biçimleri bulmakta hiç zorluk çekmedi. Bütün büyük proleter sınıf mücadeleleri gibi Komün’ü de kimse önceden planlayıp örgütlemedi. Ondan en önemli teorik sonuçlan çıkaracak olan 1. Enternasyonal Engels in deyimleri ile onu oluşturmak için parmağını bile kıpırdatmadı. Eğer Komün burjuvazi tarafından Enternasyonal’in çocuğu diye damgalandıysa, bu Marks ve Engels’in teorik olarak kapitalizmin eleştirisinden çıkardıkları sonuçları, devrimci işçi hareketinin kendi dolaysız sınıf eyleminden çıkarmış olmasındandır. Marks “Komün’ün emeğin iktisadi kurtuluşunun en sonunda bulunmuş siyasi biçimi” olduğunu yazarken, proleter sınıf mücadelesinin derslerini genelleştiriyordu. Komün’ün almış olduğu tedbirlerin bugünün gelişkin endüstri toplumlarında ne kadar geçerli olduğu tartışılabilir. Ama bütün zamanlar için geçerli olan Komün’ün proletaryayı bir sınıf olarak örgütlerken ayrıcalıklar rejiminin bir kez daha hortlamaması için gösterdiği içgüdüsel dikkattir. Komün kapitalizmin siyasi süreçlerin dışına çıkardığı işçi sınıfını boylu boyuna siyasi hayatın içine çekiyordu. Saflarından çıkardığı yöneticilerin onun üstünde yer alan bürokratlara dönüşmemesi için Komün’ün uygulamaya koyduğu ölümsüz ilkeler bugünde proletaryanın

devrimci eylemine yol göstermeye devam ediyorlar, bugün dünyada “var olan sosyalizm” diye adlandırılan toplumsal şekillenmelerin tartışılmasında önemli bir kalkış noktası oluşturuyorlar. Komün’ün hayata geçireceği hazır formülleri, ütopyaları yoktu. “O bir ülküyü gerçekleştirme zorunda değil, sadece yıkılmakta olan eski burjuva toplumunun bağrında taşıdığı yeni toplumun öğeleri önündeki engelleri kaldırma zorundadır” diye yazıyordu Marks. Bundan sonrası “toplumun kendi iktisadi gelişmesiyle karşı konulmaz bir biçimde yöneldiği yaşamın o daha yüksek biçimini gerçekleştirebilmek için, uzun mücadelelerden, koşulları ve insanları baştanbaşa dönüştürecek tüm bir tarihsel süreçler dizisinden geçmek zorunda olan” devrimci proletaryanın kendisinin işidir. Proletaryanın öncü kesimlerinin örgütü, komünist partisi, proletaryanın tarihsel hafızasıdır. Onu proletaryanın büyük kitlelerinden ayıran, Manifesfo’nun sözleriyle: “1-Farklı ülke proleterlerinin ulusal mücadelelerinde, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret etmeleri ve bunları öne sürmeleri, 2-İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil etmeleridir.” Mademki “hareket hattını koşullan ve proleter hareketin nihai genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptirler” o zaman görevleri de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Proletaryayı durumu ve tarihsel görevleri konusunda aydınlatmak, onun örgütlenmesine yardımcı olmak. Her adımda proleterlerin siyasi örgütlenmelerini teşvik etmek ‘Koşulları ve insanları baştanbaşa dönüştürecek tarihsel süreçlerde proletaryanın geniş kesimlerinin yer alması için çaba göstermek. Komün böyle bir önderlikten yoksundu. Bu yüzdende Engels’in sözleriyle “ikisi de yapılacak işin ne olduğunu bilmeyen Blankiciler ve Prudoncular arası kısır çekişmelerle tükenip gitti.”üstelik sanayinin gelişkinlik seviyesi bir işçi iktidarının kalıcı olabileceği maddi koşulları sağlamaktan çok uzaktı. 1848 yılında Paris’te 65 bin işletmenin sadece 7 bin’i 10’dançok işçi çalıştırıyordu.

1868 yılma gelindiğinde Paris’teki sınai işletmeler ortalama olarak 7.7 işçi çalıştırmaktaydı. Modern sanayi işçileri büyük fabrikalarda yoğunlaştırdı. İşyerleri proletaryanın yoğunlaştığı ve mücadelenin odaklaştığı merkezler oldular. Komün sonrası gelişen büyük işçi mücadeleleri, işçi sınıfını bir taraf olarak örgütleyen Komün benzeri örgütlenmeleri işyerleri temelinde ortaya çıkardılar. Her iki Rus devriminin Sovyetleri ve daha sonra İtalya, Macaristan, Almanya ve hemen hemen proletaryanın ileriye doğru hamle ettiği her yerde fabrika konseyleri proletaryayı sınıf olarak örgütleyen biçimler oldular. Bütün büyük devrimci atılımlar gibi Komün ezilenlerin büyük çoğunluğunu siyasal hareketin içine çekti; Rosa Luxemburg’un deyimiyle “ezilenler arasında en çok ezilenleri de”. Parisli kadınlar Komün’ ün ön saflarında dövüştüler. Dönemin önde gelen gazetecilerinden birisi Komüncü kadınlar üzerine ciltler dolusu kitap yazılabileceğini söylüyordu. Klüplerde, barikatlarda, her yerde Paris’li kadınlar proleter kadın ve erkeklerin kurtuluşu mücadelesinde yer aldılar. Komün yenildiğinde Paris’in yiğit ve kahraman kadınları da eski toplumun gazabından paylarını aldı.1500 kadın mahkemeye çıkarıldı. Barikatlarda savaşarak ölenlerin dışında birçoğu da kurşuna dizildiler. Komün önderlerinden Loise Michel yargıcın karşısında şöyle dedi: “Kendimi savunmak istemiyorum. Niye savunacakmışım kendimi? Siz, beni mahkum edenler, erkeksiniz ve ben sadece bir kadınım. Ve bir kadın olarak söyleyebileceğim hiç bir şeyin hükmünüzü değiştirmeyeceğini çok iyi biliyorum.“ Komün bütün ülkelerin işçileri için paha biçilmez bir öneme sahiptir. Tarihin ilk proleter devrimi atılımı, ilk proleter iktidarı denemesidir Komün. “Sınıfları ve sınıf karşıtlarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birliğin” alması için girişilmiş ilk tarihsel eylemdir. Böyle bir birliğe ulaşabilmek için proletaryanın bulmuş olduğu siyasal biçimdir. Bu yüzdendir ki Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır. YAŞASIN KOMÜN !


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.