KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR AĞUSTOS 1984 SAYI: 5
. . SODEP DEMOKRASIYI . YERLESTIREMEZ .
1983 mayısında Siyasi Partiler Yasası’nın çıkmasıyla beraber Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruldu. Kurucular kamuoyunda ‘saygınlığı’ olan ‘flaş’ isimlerdi. Üniversite öğretim üyeleri, devlet bürokrasisinin seçkin’ simaları ve bu ‘elit’ kalabalığın ağırlığı altında kaybolan ama “işçi kesimini temsil ettikleri için adlarından sık sık bahsedilen birkaç sendika lideri. SODEP kurulduğundan beri kamuoyunda solun partisi olarak tanımlandı, öyle kabul edildi. Yakın tarihimizin, 1973 seçimlerinin ortaya çıkardığı bir gerçek var: Türkiye’de sosyal demokrat bir partinin %35’e varan bir oy potansiyeli vardır. Siyasal arenaya sosyal demokrat kimlikle çıkan bir parti bu potansiyeli toplayabilir. Ve SODEP bu potansiyelin adayı olarak, kapatılan CHP’nin siyasal mirasçısı olarak ortaya çıktı. Ancak SODEP’in kuruluşundan itibaren sosyal demokrat çevrelerde başlayan bir tartışma hâlâ son bulmadı. Bu tartışmanın temel tezleri şunlardır: Bugünkü siyasal koşullarda, yanı halkın, çalışanların siyasal özgürlüklerinin olmadığı bir durumda sosyal demokrat bir parti kurulabilir mi? Kurulsa bile çalışanların umudu olacak olan bir parti olabilir mi? 24 Ocak Kararları ile başlayan ve IMF istikrar reçetelerine dayanan ekonomik politikalara karşı alternatif politikalar üretebilir mi? Bu tartışma hâlâ devam ediyor. Ve bizce bitmeyecek. Çünkü bu tartışma somut durumu; yani emperyalizm ve bağımlı ülkeler ilişkisini, Türkiye’nin sınıflar mevzilenmesini, egemen sınıflar ve ezilen sınıfların ekonomik ve siyasal konumlarını, siyasal demokrasi savaşımının öncüsü olan toplumsal sınıfın hangi sınıf olacağını göz önüne alamamakta, hesaba katamamaktadır. Bunun içindir ki, bu tartışma havanda su dövmektir, SODEP’e umutla bakan çalışan yığınları, toplumun demokrasi isteyen kesimlerini oyalamaktır. Sendikal faaliyetin tekrar başladığı, siyasal ortamın yavaş yavaş durgun-
L. KARADENİZ luktan kurtulduğu bir döneme giriyoruz. Son 4 yıl içerisinde ekonomik ve siyasal olarak her türlü haklarından mahrum bırakılarak vahşice ezilen çalışan yığınlar bu dönemde atılganlaşacaklar ve haklarını elde etmeye alışacaklardır. Sosyalistlerin geniş kitlelerin önüne çıkıp alternatif olabilme olanaklarına sahip bulunmadıkları bu dönemde hak elde etme mücadelesindeki işçi yığınlarının ve diğer ezilenlerin önündeki en güçlü siyasal alternatif şu anda SODEP’tir. Bunu biliyoruz. Ve gene biliyoruz ki, SODEP kitlelerin daima sağında kalacaktır, onların özlemlerine cevap veremeyecektir. Nitekim kongrede konuşan “tabandan” gelen delegeler, partiyi “dinamik olmamakla ‘, “kimliğe sahip olmamakla”, “bir ideolojisi bulunmamakla” eleştirmişleri daha atılgan politikalar talep etmişlerdir. “SODEP işçinin sesi olmalıdır”, “demokrasinin başta gelen savunucusu olmalı , “iktidar kendi sınıfına hizmet ediyor, biz de kendi sınıfımıza hizmet edelim” demişlerdir. Ama partinin önderlerinden hiçbirisi çıkıp ta bu istemlere açık cevaplar vermedi. Gazetelerin yazdıklarına göre, parti kodamanları delege avlamak için kulis atmakla meşgul oldular. Kapalı kapılar arkasında merkez kurulları için listeler hazırladılar. Merkez kurullarına seçilecek olanların yarısı “tek seçici” Genel Başkan E.İnönü tarafından “saptandığı” için, çeşitli gruplar diğer yarının kendi adamları olması için ‘ ‘faaliyet’’ sürdürdüler. Önümüzdeki dönemde sınıf bilinçli işçilerin en önemli görevlerinden biri de sınıf kardeşlerini sosyal demokrat yanılsamalara karşı uyarmak, işçiler içerisinde bu burjuva ideolojisi ve siyasetin etkilerine karşı mücadele etmektir. Demokrasi ve sosyalizm özlemi taşıyan ezilen sınıflar içerisindeki tek mücadele yöntemimiz, tartışmak, ikna etmek ve onları günlük mücadele içeri-
sinde kendi siyasal eylem, platformumuza çekmektir. İşyerlerindeki her türlü toplantı, sohbet, sendika toplantıları, temsilci seçimleri bu amaçlarla kullanılmalıdır. Buralar bizim için şu anda tek ve en önemli siyasal faaliyet alanlarıdırlar. Ne istiyor SODEP, çalışanlar için ne talep ediyor? Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun kongreye sunduğu çalışma raporundan ve kongre bildirisinden öğrendiğimiz kadarıyla, “siyasal demokrasinin öngördüğü haklar ve özgürlükler”! istiyor. Bunları ise şöyle somutluyor: Örgütlenme, sendika, toplu pazarlık, grev, dernek, toplantı ve gösteri özgürlükleri. “Avrupa Konseyi standartlarında, Batı’lı halklarınki gibi bir demokrasi” istiyor SODEP. Böylece kendi siyasal görevini Batı’lı bir sosyal demokrat partinin görevleri olarak koyuyor. Yani yukarıda sayılan özgürlükleri savunacak ve yerleştirecek bir parti. Şüphesiz yukarıda sayılanlar tek başlarına demokrasi için yetmezler, örneğin TC sınırları içerisinde yaşayan 10 milyon Kürt’ün kendi kaderini tayin etme hakkından bahsetmeyen bir program demokratik bir program sayılamaz. Çünkü bu hak kategorik olarak sosyalist değil demokratiktir. Ama buraya gelinceye kadar kafalarda açıklığa kavuşturulması gereken çok daha önemli şeyler vardır. İlkönce çok önemli bir yanılsamayı düzelterek işe başlamak gerekir. Batı’daki gelişmiş kapitalist ülkelerdeki siyasal özgürlükler bugünkü sosyal demokrat partilerin kazanımları değildirler. Bu haklar Batı’da 18. ve 19. yüzyıllardaki burjuva demokratik devrimlerle, büyük toplumsal altüst oluşlarla kazanılmışlardır. Kapitalizmin sermaye birikimini tamamladığı, burjuvazinin yetkinleşmiş bir sınıf olarak ortaya çıktığı bir tarihsel çağda; üretim ilişkileri planında feo-
dalizme ve serfliğe karşı, siyasal planda ise mutlakıyetçi devlete karşı başarılan devrimlerin ürünleridir bu haklar. Bu devrimlerin hedefi demokratik cumhuriyettir. Yani halkın parlamentolar yoluyla siyasetin belirlenmesine katılması ve devlet iktidarına karşı, keyfi idareye karşı, halkın kendim savunma araçları diyebileceğimiz siyasal özgürlüklere sahip olması. Bunların vazgeçilmez haklar olarak yerleşmeleri. Proletarya o çağda henüz yükselen bir sınıftır. Asıl olarak kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, yani sosyalizm için dövüşmemektedir. Demokrasi için fiilen dövüşen üç sınıftan birisidir. Küçük-burjuvazi, köylülük ve proletarya. Siyasal önderlik ise asıl olarak burjuvazidedir. O kendi sınıf çıkarlarının farkındadır ve egemen sınıf olmak için dövüşmektedir. Burjuvazi kendi egemenliğini kurduktan sonra, mutlakıyete ve feodalizme karşı mücadele sırasında elde edilmiş olan haklar, bu sefer başta proletarya olmak üzere diğer ezilenlerin kendilerini burjuvazinin diktatörlüğüne karşı korumada silah olmuşlardır. Proletaryanın burjuva demokratik devrimler çağında, yani kapitalizmin bir toplumsal sistem olarak gelişmesi ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin kurulması çağında; yükselen sınıf olarak, en devrimci sınıf olarak ortaya çıkmasıyla o zamanlar adına sosyal demokrat partiler denilen devrimci işçi sınıfı partileri kurulmuştur. Proletarya artık sadece kendini savunmak için mücadele etmemekte, sosyalizm için kendi sınıf egemenliği için, sermayenin egemenliğine karşı dövüşmektedir. 1915’te 1. emperyalist paylaşım savaşı patlak verdiğinde sosyal demokrat işçi partileri için tarihsel karar anı gelir: Ya kendi burjuvalarının yanında saf tutup, emperyalist emellere uygun davranacaklar, dünyanın yağmalanmasına göz yumacaklar ya da proleter bir tutum takınıp savaşa karşı çıkacak-
Sayfa: 2
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
Yurtdışı baskısı AĞUSTOS 1984, Sayı: 5
Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.
Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere
HABERLEŞME ADRESİ: Postlagerkarte 074763A - 1000 Berlin 44 - B.R.DEUTSCHLAND SODEP ... lar, savaşı devrime dönüştürmeye çalışacaklar. Sosyal demokrat işçi partilerinin bir kesimi burjuvazinin yanında saf tutarlar. Burjuvazi ile uzlaşırlar. İşte bugünkü Batı’lı sosyal demokrat partiler bu tarihte ortaya çıkarlar. Burjuvazi ile uzlaşmayan ucalar ise her ülkede komünist partisini oluştururlar. Uzlaşanların adı sosyal demokrat partiler olarak kalır. Sadece uzlaşmakla kalmazlar. Savaşın sonunda Almanya’da Avusturya’da, Macaristan’da patlak veren proleter devrimlerinde burjuvazi ile beraber devrimci proletaryaya saldırırlar. Almanya’da iktidarda olan sosyal demokratlar, işçi sovyetlerini ezerler, uluslararası sosyalizmin birkaç büyük önderlerinden biri olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldürtürler. Demek ki, sınıf bilinçli işçilerin akıldan çıkarmamaları gerekenler şunlardır: Batı’daki siyasi özgürlükler bugünün sosyal demokratlarının öncülüğünde kazanılmamışlardır. Batı’lı sosyal demokrat partiler devrimci proletaryaya yapılan ihanetin mirasçılarıdırlar. Onlar bütün önemli tarihi dönemeçlerde, karar anı gelip çattığında burjuvazi ile uzlaşmışlardır. Batılı sosyal demokrat partilerin politikası, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzlaşma sağlamaktır. Bir yandan siyasal özgürlükleri savunmak, diğer yandan ise işçi sınıfının sınıf çıkarlarını gizlemek, sosyalizm hedefini karartmak, 100150 yıl önce kazanılmış haklarla yetinmesini sağlamak. Tabii bu uzlaşma işçi sınıfının daima altta kaldığı bir uzlaşmadır. Burjuvazi siyasal olarak alabildiğine güçlenirken, burjuva devlet hayatın her alanına müdahalesini arttırırken, proletarya siyasal kazanımları açısından 100 yıl geride kalmaktadır. Yani ideolojik olarak burjuva düşüncelerin egemenliği altında kalır. Kapitalizmin, ücretli kölelik düzeninin gönüllü sürdürücüsü olur. Bunlara rağmen gene de birisi
çıkıp bize şöyle cevap verebilir: Sosyalistler bugün hiç de güçlü bir alternatif olarak gözükmüyorlar. SODEP ise büyük bir parti olarak ortada ve şu anda acil talebimiz olan siyasal özgürlükleri istiyor. Onu desteklemek gerekir.” Ama bugün dünyamız artık 19.yüzyılın dünyası değil. Kapitalizm emperyalizm aşamasına girdi ve bir dünya sistemi halini aldı. Emperyalizm Türkiye gibi kendisine bağımlı ülkelerde kendisine benzer bir yapı yaratır. Emperyalist tekellere sermaye ilişkisi yoluyla bağlı olan yerli tekellerin sahibi burjuvazi siyasal özgürlüklere gereksinim duymadan devlet üzerinde egemenliğini kurar. Üstelik emperyalizm bağımlı bir ülkeye sadece sermaye ilişkisi yoluyla nüfuz etmez, askeri anlaşmalar ve ortak örgütler (NATO gibi) yoluyla, kültürel olarak etkinlik kurma yoluyla da nüfuz eder. Böylece kendisine bağlı burjuvazinin egemenliğim her alandan destek vererek sağlamlaştırır. O halde Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde siyasal özgürlükler emperyalizme ve burjuvaziye rağmen kazanılacaktır. SODEP ise emperyalist askeri ittifak NATO’yu “ortak savunma örgütü” olarak değerlendirmektedir. IMF, OECD gibi emperyalist finans kuruluşlarına karşı alacağı tavırdan hiç bahsetmemektedir. Emperyalizm ile ilişkileri kesmeyi göze alamayan bir siyasal parti Özal’a alternatif politikalar üretemez. Döner dolaşır Özal’ın politikalarını, yani IMF politikalarım benimsemek zorunda kalır. Aynen Ecevit’in 1978-79’da yaptığı gibi. Ve gelelim SODEP’in en önemli yanılgısına: Siyasal mücadelede ancak belirli sınıfların, gerçek çıkarlarını bilinçli olarak savunanlar güçlüdürler ve başarılı olabilirler. Türkiye’de kim istiyor tam demokrasiyi ve siyasal özgürlükleri? Proletarya, köylülük, küçük burjuvazi ve Kürt ulusu. Ama bu mücadeleyi ancak bir tek sınıf sonuna kadar götürmeye muktedirdir Proletarya. Ancak proletarya demokrasi mücadelesinin başında olduğu takdirde
AÇIKLAMA 20 haziran 1984 günü İsveç’in Upsala kentinde bir cinayet işlendi. Enver ATA isimli bir Kürdistanlı devrimci, daha sonra PKK tarafından sahip çıkılan bir cinayete kurban gitti. Enver ATA, PKK içerisinde yer almış, dana sonra bu örgütten ayrılmıştı, İsveç’te yayınlanan Berxwedan isimli bir derginin editörlüğünü yapmaktaydı. Örgüt içi ayrılıklarda ve bölünmelerde şiddetin kullanılması, hatta siyası cinayetlerin işlenmesi Türkiye ve Kürdistan sol hareketinde yeni bir şey değildir. Geçmişte de sık sık karşılaşılan bu tür olaylar, 12 Eylül darbesinden sonra yurtdışına taşındı. Devrimci hareketin asla başvurmaması gereken bu tür yöntemler, darbe öncesinde devrimci-demokratik hareketi işçi sınıfı ve emekçi halkların gözünde küçük düşürmekten, devrimci harekete olan güveni tahrip etmekten başka bir işe yaramadı. Bundan ders alınacağına, aynı yöntemleri uygulamaya devam etmek, devrimci hareketi genelde yaralamaktan öteye hiçbir yarar getirmeyecektir. Bu tür olaylar sadece çürümenin belirtileridir. Görüş ayrılıklarını şiddetle çözebileceğini sanan bir mantığın, eline mutlak iktidar yetkileri geçirdiğinde nelere yol açabileceğini düşünmek bile korkutucudur. Devrimci-demokratik hareketin bütün unsurlarını bu yöntemlere karşı tavır almaya, bu mantığı, anlayışı tecrit etmeye çağırıyoruz.
SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULU siyasal demokrasinin kazanılması ve kesintisiz olarak sosyalizme geçme olanağı vardır. Proletarya sadece demokrasi istemiyor, o sosyalizmi kurmakla da yükümlüdür. Bunun içindir ki, demokrasi mücadelesini yalpalamadan, uzlaşmalara girmeden, parlamentodaki dengelere bırakmadan, militan bir biçimde kendi eylemliliği ile sonuca ulaştıracaktır. Demokrasi isteyen diğer sınıflar ve Kürt ulusu da tarihsel-toplumsal olarak böylesine güçlü bir sınıfın önderliğinde, eylemlerini onun eylemleri ile bağdaştırarak güç kazanacaklardır. Türkiye’de tarihsel gelişimin ana hattı budur. Bu hat üzerinde ya altta kalacağız ya üste çıkacağız. Üste çıkmak proletaryanın devrimci öncüsünün, sınıf bilinçli işçilerin partisinin yaratılmasıyla olacaktır. Bunu başarmak ise proletarya içerisinde burjuva ideolojisinin etkinliğinin kırılmasıyla olur. O halde görev her türden burjuva çözümün üstüne kararlılık ve bilinçle gitmek, onu alt etmektir. SODEP de bunlardan birisidir.
GEÇMİŞİN ÇARPITILMASININ ÜRÜNÜ OLAN
ÇARPIK TEORİ KOMÜNİSTLERİN YOLUNU AYDINLATAMAZ M. Sefa KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜ BÖLENLERİN “YENİ” İDEOLOJİK SİLAHI
ANTİFAŞİZM
R. Kasım PROLETARYA SOSYALİZMİNDEN BİR SAPMA: TKKKÖ
KONFERANS KARARLARI VE GÖREVLERİMİZ
B. Şeref KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI
SOSYALİST İŞÇİ
OKU OKUT ABONE OL
Sayı: 5 İstanbul Mecidiyeköy’deki Arı Bisküvi fabrikasında 200 işçinin direnişi 2 aydır sürüyor, işçiler 1980’denberi ödenmeyen sosyal haklarım (ikramiye yakacak parası vs.) ve ocak ayından beri Ödenmeyen maaşlarını alabilmek için direnişe başladılar. Birçok işyerinde benzerlerini gördüğümüz bu tür uygulamalar An Bisküvi’deki işçilerin kararlı mücadelesiyle karşılaştı. Bu günlerde işveren ve resmi yetkililer geri adımlar atarak, işçilerin birikmiş sosyal hakları ve ücret alacaklarının ödeneceğini, ayrılanlara kıdem tazminatı verileceğini söylemek zorunda kaldılar. Arı Bisküvi fabrikasında olayların gelişimi 12 Eylül öncesine dayanır. İşverenin baskısı ve keyfi davranışlarından ve işçileri savunmak için hiçbir şey yapmayan Türk-İş’e bağlı Tek Gıda İş Sendikasından bıkan işçiler topluca istifa ederek DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’na kayıt oldular. Bu gelişmelerden iki ay sonra ise 12 Eylül darbesi oldu. İşveren dönemden ve DİSK’e bağlı sendikaların faaliyetten menedilmesinden yararlanarak çeÜlkemizin bugün içinde bulunduğu koşulları kavrayabilmek için; 4 yıl önce alınan 24 Ocak Kararları, ülkenin adım adım 12 Eylül askeri diktatörlüğüne gelmesi olaylarını, sosyalist harekete ve işçi haklarını koruyan yasalara yapılan saldırıları, Anayasanın kabul edilmesini, genel ve yerel seçimlerin hangi koşullarda yapıldığını anımsamak gerekir. Bütün bu olayları anımsayacağız. Ve işçi sınıfı olarak bütün bu yapılanların bize ne gibi fayda ve zararlar getirdiğinin doğru bir tahlilini yapacağız. Eğer bunu yapmazsak, burjuva sınıfının kuklası olmaktan, kapitalist sömürü çarkından, tepemizdeki sendika ağalarından kurtulamayız. 24 Ocak Kararları, emperyalizmin mali sermaye kuruluşları tarafından (IMF, OECD, Dünya Bankası) ülkemizin borçlarım ve çarpık sanayileşmenin faturasını ödetmek gerekçesi ile dayatılmıştır. 24 Ocaktan sonra acımasız zamlar birbirini izlemiş, serbest piyasa ekonomisi adı altında işçi ücretleri kısıtlanmış, tarım taban fiyatları düşük tutulmuştur. Topluma 24 Ocak Kararlarının mimarı olarak sunulan Özal, başbakanlık müsteşarı iken yakaladığı her fırsatta ordu kurmaylarına işçi ücretlerinin yüksekliğinden, işçi sınıfının mücadelesinden dert yanmış, DİSK’in kapatılmasını istemiştir. Mevcut Anayasa ve yasalarla bu istikrar tedbirlerinin uygulanamayacağını anlatmıştır. 24 Ocak Kararlarından yedi buçuk ay sonra
SOSYALİST İŞÇİ
Arı bisküvi’de direniş Osman EYLEN
şitli oyunlar oynamaya başladı, önce sosyal haklan ödememeye başladı. Bu arada punduna getirip sendikal mücadelede öncülük eden 20 işçiyi işten attı ve atılanlara ihbar ve kıdem tazminatlarını ödemedi. İşçilerin ücretleri önce düzensiz ve eksik ödenmeye daha sonra da hiç ödenmemeye başlandı. İşverene niye böyle bir uygulama yapıldığı sorulduğunda “iflas ettiğini”, ‘konkordatoya gittiğini” söylüyordu. Ama asıl gayesi, işçileri bıktırıp istifa ettirmek ve tazminatlarının ve birikmiş borçların üzerine yatmaktı. Ayrıca politikleşen, haklarını arayan daha ilen işçileri ayıklamak, vasıfsız eski işçileri atıp yerlerine asgari ücretten işçi çalıştırmayı hedefliyordu Yaklaşık 2 ay önce işçiler fabrika içinde oturma direnişine geçtiler. Herkes makinası-
nın başında iş yapmadan oturarak direnişi sürdürdü. 1 hafta sonra işverenin şikâyeti üzerine işçiler polis tarafından fabrikanın bahçesine çıkarıldı. Ama işçilerin yükleme ve boşaltmayı engellemeleri üzerine bu sefer polisler işçileri fabrika dışına çıkardı. İşveren bu arada polis desteğinde fabrikada üretimi başlatmaya çalıştı, önce bir ustayla anlaşıp, sekreter, santral memurları ve idari personelle üretimi sürdürmek istedi. Ama işçilerin sert tepkisi idari personeli bu işten vazgeçirmeye yetti. Kadın isçiler çalışmaya kalkan santral memuresini dövdüler. Aynı olaylar işverenle anlaşan ustanın da başına geldi. Bu manevra sökmeyince işveren yeni işçi almaya çalıştı. Gelen işçiler fabrika kapısında direnişçi işçiler tarafından ikna edilerek
Sınıf savaşımında ileri atılalım ! ülkemizde 12 Eylül askeri diktatörlüğü ilan edilmiştir. 12 Eylülcüler amaçlarım “ülkeyi iç savaş ortamından çıkarmak, rayından çıkan demokrasiyi rayına oturttuktan sonra demokrasiye dönmek” olarak açıklamışlardır. Cunta ilk iş olarak sendikal faaliyetleri, demokratik kuruluşların faaliyetlerini yasaklamıştır. TÜSİAD, TÖB, TİSK gibi kuruluşların dışındaki bütün dernekleri yasaklamıştır. 12 Eylül’den önce kısıtlı da olsa kutlanabilen 1 Mayıs İşçi Bayramı yasaklanmış, tatillerin bir kısmı kaldırılmıştır. Sosyalist harekete karşı acımasız operasyonlara girişilmiş, cuntanın ummadığı kadar çabuk çökertilmiştir sosyalist hareket. Grevlerde bize destek olan sosyalistler zindanlara tıkılmış, işkencelerden geçirilmiş, kimi çatışmada, kimi işkencede, kimi idam edilerek yüzlerce devrimci öldürülmüştür. Peki neden oldu bütün bunlar? İşveren kuruluşları yıllarca bildiriler, raporlar yayınladılar, konferanslar düzenlediler; işçi hakları kısıtlansın, toplumsal muhalefete darbe vurulsun diye. Özal’lar, Türkeş’ler ve büyük sermaye davet etti orduyu yönetime.
Çünkü onlarda biliyordu, kısmi burjuva demokrasisi koşullarında dahi olsa IMF dayatması olan bu politikaları uygulamak olanaksızdır. Bu noktada devletin sınıfsal karakteri ortaya çıkmaktadır. Bütün bu olaylar”, devletin bizim devletimiz değil, egemen sınıfların devleti olduğunu tanıtlamıştır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan egemen sınıflar devlet eliyle, özledikleri, istedikleri ortama kavuşmuşlardır. Daha sonra Danışma Meclisi kurulmuş yeni bir anayasa hazırlanmış, hazırlanan anayasa da tam burjuvazinin istediği gibi toplumsal muhalefeti kabul etmeyen bir anayasa olmuştur. Bu anayasa ile, kişi önemli değil, devlet ve burjuva sınıfı önemlidir. Demokratik bir anayasa ve demokratik haklar topluma lüks olarak görülmüştür. Anayasa ile beraber yeni yasalar çıkartılmış, çıkartılan Sendikalar Kanunu ile DİSK kapatılmış, Grev, Lokavt ve Toplu iş Sözleşmeleri Kanunu ile grev yapılamaz, hak aranamaz hale gelmiştir. YHK eliyle kuşa çevrilen ücretlerimizin toplu sözleşmelerle arttırılma umudu da yok edilmiş, işverene lokavt hakkı tanınmıştır. Hazırlanan Siyasal Partiler ve Seçim Yasaları ile güdümlü
Sayfa: 3
işe sokulmadılar. İşverenin İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndaki gayretleri de işçiler tarafından bozuldu. Bunun üzerine işveren eski firmasının iflasım isteyip yerine yeni bir paravan şirket kurdu. Ve Mecidiyeköy’ün faşistleri ile anlaşıp eski MHP’li 50 kişiyi işe aldı. Polis gözetiminde sürdürülen iş girişlerinde, kaldırımlardaki işçilerin tepkileri zaman zaman sertleşen olaylara neden oldu. Direnişin kamuoyu tarafından desteklenmesi ve işçilerin kararlı tavırları sonucunda Tek Gıda-İş yöneticileri, sıkıyönetim yetkilileri ve işveren bir araya gelip Arı Bisküvi fabrikasında işçi alacaklarının ödeneceğine dair protokol imzaladılar. Bütün sosyalistler, sınıf bilinçli ve öncü işçiler bu kararlı mücadelelerinde Arı Bisküvi fabrikasında direnen işçilerin yanında olmak zorundadır, işyerlerinde direnişi anlatarak, direnişteki işçiler için yardım toplayarak, onları gruplar halinde ziyarete giderek dayanışmamızı dile getirmeliyiz. İşçilerin en kararlı dostları gene işçilerdir. İŞÇİLER KAZANACAK! parlamenter rejimin yollan açılmış, üç icazetli partinin girdiği seçimlerden ANAP yengiyle çıkmış, yerel seçimleri de kazanarak iktidarım pekiştirmiştir. Ve gördüğümüz gibi, halkı soyarak dış borç ödeme, tekelci burjuvaziyi daha da semirtme politikası kararlılıkla uygulanmaktadır. 24 Ocak Kararları alındı “1-2 yıl dişinizi sıkın, refaha kavuşacağız” dediler. Şimdi de “5-12 yıl daha kemerlerinizi sıkın” diyorlar. Hep biz, işçi, yoksul emekçilerden fedakârlık istenmektedir. 12 Eylül oldu; işçi sınıfının ve sosyalist hareketin lehine olan bütün yasalar değişti. 1970’te Demirel hükümetinin bir yasa değişikliği ile kapatmaya kalkıştığı ve biz işçi sınıfının 15-16 Haziran şanlı direnişimizle kapattırmadığımız DİSK, 12 Eylül eliyle Sendikalar Kanunu’nda yapılan değişiklikle kapatıldı. İşçi sınıfını ve devrimci hareketi ezmek için hazırlanan DGM’ler, 12 Eylül eliyle yürürlüğe girdi. Bütün bu yapılanlar zaten kısıtlı olan haklarımızı tamamen yok etmekten başka bir işe yaramadı. Bizim için refah; sağlam, güvenceli iş, sağlık koşullarına uygun ev, çıkartılan bütün yasalarda söz sahibi olmak, senede bir defa da olsa canımızın istediği bir yerde tatilimizi geçirmektir. Çıkartılan bu yasalarla, YHK’nın işçi ücretleri arasında yarattığı dengesizlikle, ücretleri düşük tutmakla refaha kavuşulmaz. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün amaçlarından birisi de işçi sınıfım siyasetten uzak tutmak, işçilerin sınıf bilincine kavuşmalarını engel-
Sayfa: 4
lemek, kendi denetimlerinde bir sendikacılık yaratmaktır. DİSK’in kapatıldığı koşullarda faşist MİSK’in açılması boşuna değildir, işçileri bölme, aralarına nifak sokma gayretlerinden geri durmuyorlar. Birbirimize olan güveni sarsmak için psikolojik bir korku yaratmaya çalışıyorlar. Bize düşen görev nedir? Sınıf bilinçli işçilere düşen görev şu olmalıdır: Burjuvazi ne gibi taktikler kullanıyor, nasıl örgütleniyor? sorularını cevaplamak. Cunta eliyle anayasa ve yasaların çoğunu değiştirdiler; geri kalanım da Özal eliyle değiştiriyorlar. Nasıl yapıyorlar bunları? Devlet eliyle kendi çıkarlarım bütün halkın çıkarlarıymış gibi göstererek. Devletin en önemli kademelerinde burjuvaziye en bağımlı kişiler var. Burjuvazi bütün bunları baştan planlıyor ve örgütlü bir şekilde kendi sınıf çıkarlarım her ne pahasına olursa olsun savunarak yapıyor. Bütün istediklerini bize devletin eliyle zorla kabul ettiriyorlar. Artık şunu anlamalıyız: Toplumumuz, sınıflı bir toplum; egemen sınıf ise, kapitalist sınıf. Fabrikalar, tersaneler, büyük üretim onların elinde. Kapitalistler üretim araçlarını çalıştırmak için bizim işgücümüzü ücret karşılığında satın almaktadırlar. Bizim hiçbir üretim aracımız ve özel mülkümüz yok. Çok azımızın konutu var; onlar da konuta benzerse. Bizim işgücümüz olmadan kapitalist fabrikasını çalıştıramaz. Demek ki, mülk sahibi sınıf ve tabakalar dışındaki mülksüz, işgücünden başka hiçbir şeyi olmayan tek sınıf biziz. Bizi açlığa mahkum eden, en ufak bir itirazımızı dahi kabul etmeyen, kanımızı emip emeğimizi sömüren bu acımasız düzenin yıkılmasının ve yerine sosyalist bir düzenin kurulmasından biz işçilerin hiçbir kaybımız yok, kazanacağımız çok şey var. Peki nasıl yapacağız bunları? Örgütleneceğiz, burjuvanın ordusuna, polisine, devletine faşist köpeklerine karşı biz de kendi örgütümüzü kuracağız. Sosyalist hareketle bütünleşeceğiz ve sosyalizm hareketini işçi sınıfına mal edeceğiz, kendi gücümüze güveneceğiz. Biz Ecevit’i de, Demirel’i de Kenan Evren’i de, Özal’ı da gördük. Hepsi de, değişik biçimlerde de olsa; en sonunda burjuvaziye hizmet ettiler. Demek ki biz sınıf olarak iktidara gelmedikçe bize rahat yok. Biz bugünden belki sağ çıkabiliriz ama yarın çocuklarımız ve torunlarımız için daha da dayanılmaz olacaktır. Onlar için, kendimiz için mücadeleye atılalım. Meydanı burjuvaziye boş bırakmayalım, sınıfımızın gür sesini yükseltelim! Bir İşçi
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
ÖZLASPETKİM-İŞ’TE NELER OLUYOR? Temmuz ayı içerisinde olağanüstü kongreye giden Laspetkim-İş sendikası (Lastik Petrol Kimya İşçileri Sendikası) 4 delegenin red oyuna karşılık 78 oyla Hak-İş konfederasyonuna katılma kararı aldı ve ismini Özlaspetkim-İş Sendikası olarak değiştirdi. Birçok bağımsız san sendikanın birleştiği ve Hakİş’e katıldığı şu koşullarda haber ilk anda ilginç gelmeyebilir. Ancak Laspetkim-İş’in kuruluşu, yapısı, hangi iddialarla ortaya çıktığı bilinirse olay değişik boyutlar kazanacak, Laspetkim-İş deneyinden çıkarılması gereken dersler gözükecek. 1983 yazında cuntanın Danışma Meclisinde Sendikalar, Toplusözleşme, Grev ve Lokavt kanunu çıkarılırken işkolları yeniden düzenlendi. Bu düzenleme ile petrol, kimya ve lastik işkolları tek bir işkolu haline getirildi. Aynı dönem sendikal faaliyetlerin canlanması, toplusözleşmelerin başlamasının öncesidir. Petrol ve kimya işkolundaki en büyük sendika plan Petrolİş sendikası Türk-İş Konfederasyonuna bağlı olmakla birlikte işkolundaki ehven-i şer bir sendikadır. Sendikal demokrasinin bu sendika içinde daima var olması bir yana tabam oldukça sağlam bir devrimci potansiyeli barındırır. 12 Eylül sonrası bir kısım şubelerinin faaliyeti Cunta tarafından yasaklanan Petrol-İş sendikasının 12 Eylül öncesinde DİSK’in başını çektiği gösterilere olumlu bir tavrının olduğu, bazı şubelerinin aktif katılım gösterdiği de bilinmektedir. Özetle Petrol-İş Türkiye ve Kürdistan’da ilerici, sosyalist işçileri bünyesinde barındırır. Sendikal faaliyetin başlaması ile birlikte bütün DİSK üyelerinin olduğu gibi Petrol Kimya ve Lastik iş kollarındaki DİSK’e bağlı sendikaların (Petkim-İş ve Lastik-İş) üyelerinin de önüne “ne yapılmalı” sorusu çıktı. Görülen üç alternatiften (bağımsız sendika kurmak, sendika kurmadan beklemek, Petrol-İş’e katılmak) en akla yakın olanı Petrol-İş’e katılmaktı. DİSK’li işçilerin örgütlü olarak Petrol-İş e katılması bu sendikadaki sol birikimi daha da güçlendirecek, DİSK’in devrimci geleneklerinin korunması, geliştirilip güçlendirilmesi açısından en uygun koşulları yaratabilecekti. Soruna işçi sınıfının mücadelesinin gelişip güçlenmesi, sınıfın sendikal birliğinin sağlanması perspektifiyle bakanlar açısından varılacak başka bir sonuç yoktu. Bu verilerin ışığında Petrol-
M. SEFA İş’e toplu bir katılım bekleniyordu. Petrol-İş yönetimi DİSK konusunda doğru bir tavır göstermiş, Petkim-İş tabanında mahkemeler devam ettiği, DİSK yöneticileri yargılandığı için örgütlenme faaliyeti göstermemişti. Olaylar sanıldığı gibi. gelişmedi, özellikle Lastik-İş Sendikasına bağlı Uniroyal, Gislaved vb. büyük fabrikalarda ve bazı Petkim-İş sendikasına bağlı işyerlerinde bağımsız bir sendika kurma çalışmaları başladı. Bu çalışmaların sonucu Laspetkim-İş sendikası kuruldu. Sendikayı kuranlar bir yandan kendilerinin DİSK’e sahip çıktıklarını, ilerici birikimi temsil ettiklerini savunurken, öte yandan özü itibariyle gerici bir ajitasyon yürüttüler, örneğin, lastik işçilerini petrol işçilerine karşı kışkırtıp Petrol-İş yönetiminde lastik işçilerinin ağırlıklı bir yere sahip olamayacağını öne sürdüler. Türk-İş aleyhine yoğun bir propaganda ile işçiler Petrol-İş’e karşı bilendi. DİSK tabanında haklı olarak eskiden beri var olan Türkİş düşmanlığı körüklendi. Laspetkim-İş kurucularının en azından çoğunluğunun beklentisi Petrol-İş içindeki iktidar mücadelesinin APMHP-MSP kanadının galibiyeti ile sonuçlanması ve gerici yönetime tepki duyarak fabrikaların Petrolİş’ten ayrılıp kendilerine katılacağıydı. Petrol-İş kongresi tüm hesaplan boşa çıkardı. S0DEP’li Cevdet Selvi ekibiyle birlikte seçimi yine kazandı. Ancak Laspetkim-İş yöneticileri dönüşü olmayan yola girmişti. Kaşarlanmış san sendikaların da arasında bulunduğu bu ekip bu olanlardan sonra Petrol-İş’e katılamazdı. Bağımsız bir sendika olarak kalmak ise toplusözleşme yetkisi alınamayacağından kısa sürede sendikayı eritir, bitirirdi. O halde yapılması gereken, iktidarın himayesindeki Hak-İş Konfederasyonuna katılmaktı. Çünkü Hak-İş’e üye olan adı sanı duyulmamış sendikalar işkollarındaki %10 barajım aşıp toplu sözleşme yetkisi alabiliyorlardı. Çalışma bakanlığında kümelenmiş MSP’liler bunu sağlıyordu. Laspetkim-İş olağanüstü kongreyle Hak-İş’e Katıldı. Hemen ardından Uniroyal, Gripin vb. fabrikalarda yeni adıyla Özlaspetkim-İş sendikasından istifalar başladı. Daha bir yıl önce Laspetkim-İş’in kuruluşunda aktif rol oynamış kimi işçiler varılan yer
karşısında paniklemiş durumda, kendilerini ve binlerce işçiyi sürüklendikleri bataklıktan nasıl kurtaracaklannı düşünüyorlar. Laspetkim-Iş sendikasının kuruluşunda aktif rol oynayan ve kendilerinin sosyalist olduklarını iddia eden bu kişilerin amacı neydi? Tek cümle ile kendilerinin yönetecekleri bir sendikaya sahip olmak, en azından Petrol-İş’le pazarlığa oturarak yöneticilik kapmak. Bu kişilerin gözünde işçilerin birliği, sınıfın birliği hiçbir anlam taşımaz. Sorunun bir diğer yanı ise geçmişteki DİSK-TÜRK-İŞ kutuplaşmasının ürettiği sakat mantıktır. DİSK üyesi binlerce, işçide koyu bir TÜRK-İŞ düşmanlığı vardır, öyle ki, TÜRK-İŞ’e gitmektense Hak-İş gibi gerici sendikalara veya bağımsız sarı sendikalara gitmeyi yeğlemektedirler. Laspetkim-İş bu konuda tek örnek değildir. Gıdaİş’in kalesi durumunda olan Ünilever fabrikası işçileri de Hak-İş konfederasyonuna bağlı Özgıda-İş sendikasına üye olmaktalar. DİSK’li işçilerin TÜRK-İŞ’e duydukları kızgınlık elbette ki son derece haklı, sağlam temelleri olan, yılların deneyi sonucu edindikleri bir duygudur. TÜRK-İŞ’in Amenkan gelenekli gangster yöneticileri işçi sınıfının tescilli düşmanlarıdır. Ama atlanmaması gereken başka noktalar da var: Birincisi Hak-İş vb. sendikalar TÜRK-İŞ’ten bin kere daha beterdir. İkincisi TÜRK-İŞ içinde işkollarına göre değişen oranda bir muhalefet vardır. Üçüncüsü TÜRK-İŞ bugün için işçilerin en büyük sendikal örgütüdür. Sendikal faaliyetlerde bu gerçekler mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Soyut bir TÜRK-İŞ düşmanlığı işçilere yarar sağlamaz, önemli olan onun çizgisini ve başında çöreklenmiş olan san sendikacıları teşhir ve tecrit edebilmektir. Unutmamak gerekir ki bu olmadan sınıfın sendikal birliğini sağlamak olanaksızdır. Hak-İş vb. sendika yöneticilerinin bugün için işçilere şirin gözükme çabaları vardır. Büyüyebilmek, DİSK’in boşta kalan üyelerini sahiplenebilmek için utanmazca yalanlar söylemekte, işçilere sendikalarında demokrasi olduğundan dem vurabilmektedirler. Yarın aynı yalanlarla MİSK de sahneye çıkacaktır. Bu sözde sendikalara karşı tüm işçileri uyarmak, yalanlarını açığa çıkarmak, amansızca mücadele etmek sosyalist işçilerin bir an dahi göz ardı etmemeleri gereken bir görevdir.
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 5
İŞÇİ KOMİSYONLARI Otoriteye dayalı bir biçimde uygulanan ekonomi politikası, 1950’lerin ortalarında iflas etti. Bunun üzerine yeni bir modelin uygulanması için “stabilizasyon” plânı hazırlandı. Bu plâna göre serbest ticarete dayalı liberal bir ekonomi modeli uygulanacaktı. Bu arada ekonomideki liberalleşmeye paralel olarak işçilerin mücadelelerinin de yükseldiği görülmektedir. Bu mücadelelerle birlikte işçilerin öz organları da oluşuyordu. İŞÇİ KOMİSYONLARININ DOĞUŞU VE GELİŞİMİ Ekonomide liberalleşmeye geçilmesi, işçilerin durumunda hiçbir olumlu değişiklik sağlayamadı. Aksine işçilerin çalışma koşulları, üretimde otomasyonun gelişmesi ile daha da kötüleşti ve gerçek ücretler sürekli bir biçimde düştü. Ayrıca, 1962’de ücretler, yönetim tarafından tüm ülkede donduruldu. Buna bağlı olarak; daha önce ücret tespiti için kabul edilen kolektif anlaşmalar süresiz ertelendi. Bu uygulamaya karşı ilk tepki, Asturya’daki maden işçilerinden geldi. Maden işçileri, ertelenen kolektif anlaşmaların yapılmasını talep ederek, ücretlerin %100 arttırılmasını öne sürdüler. Zor durumda kalan patronlar, işçilerin bu taleplerini kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat ücretlerin arttırılması için devlet sendikalarının da onayı gerekiyordu. Devlet sendikaları ise ücretlerin %20-25 arasında arttırılabileceğini ve işçilerin göstereceği randımana göre de bunun kolaylaşabileceğini belirtiyorlardı. Nisan 1962’de 7 maden işçisi, gerekli randımanı veremediklerinden işten çıkarıldı. Bu olay karşısında, maden işçilerinin tümü, işten çıkarılanlarla dayanışma için işi bırakmışlardır. Başlayan bu grev hareketi, Asturya’daki diğer işçileri de harekete geçirmiştir. Birkaç gün içinde greve katılan işçi sayısı 60 bini bulmuş ve 15 Nisan 1962’de 77 bine ulaşmıştır. 7 işçinin işten çıkarılması ile başlayan grev hareketi, hızlı bir biçimde ülkenin tümüne yakılmış ve iki ay içinde greve katılan işçi sayısı 600 bini bulmuştur. Ülke düzeyinde başlayan grev hareketi karşısında patronlar ve devlet sendikaları ortak davranmaya çalışarak, grev hareketinin durdurulması için önlemler alıyorlardı. Grev hareketini bölmek için de
Ferruh Coşkun
devlet sendikaları, grevi kendi inisiyatifleri altına almaya çalışmışlardır. Fakat işçilerin büyük çoğunluğu, devlet sendikalarının gerçek yüzünü artık görmekteydi. Devlet sendikaları, bu nedenle, başlayan grev hareketlerinden tamamen izole edilirken ve hiçbir biçimde de hedeflerine ulaşamazlar. İşçiler ise devlet sendikalarının manevralarına karşı kendi mücadele organlarını oluşturuyorlardı. Çünkü yürütülen mücadelelere önderlik edecek organlara ihtiyaç vardı. Böylece bu organlar aracılığıyla patronlara karşı işçilerin istemlerinin savunulması mümkün olacaktı. Asturya’daki maden işçileri, işletmelerde eylemlerin koordine edilmesi ve patronlar karşısında taleplerinin dile getirilmesi için öncü olarak gördükleri işçileri temsilci olarak seçiyorlardı. Seçilen bu temsilcilerden oluşan organlar ise İşçi Komisyonları (Comisiones Obreras) olarak oluşmaya başladılar. Ve 1962’de tüm Asturya’da 50’den fazla işletmede bu tip komisyonlar oluşturuldu. İşçi komisyonlarının oluşumu ile artık ispanya’da işçilerin hareketi, iç savaştan sonra ilk defa örgütlü bir hareket durumuna geliyordu. İşçi komisyonlarının temel görevi, işletmelerde işçi taleplerini savunmak, patronlara bu talepleri iletmek ve bu taleplerin kabul edilmesi için yürütülen mücadelelere önderlik etmekti. Bu temel görevin yanında işletmelerdeki toplantılarda işçilerin görüşlerini almak ve mücadele içerisinde uygulanacak yöntemleri ortak olarak tespit etmek, diğer bir görevi oluşturmaktaydı. Devlet güçlerinin saldırılarından dolayı bu toplantılar yapılamadığında, çıkarılan bildirilerle gerekli bilgiler işçilere veriliyordu. İşten çıkarılanlar ve tutuklananlar için de yardım kampanyaları düzenleniyordu. Bu amaç için hem kendi işletmelerinde, hem de diğer işletmelerde bağış toplanıyordu. Asturya’daki maden işçilerinin oluşturduğu işçi
Komisyonları, 1962’den itibaren ispanya’nın diğer bölgelerine de yayılmaya başladı. Bunun sonucunda, işçilerin yoğun olduğu Bask ülkesinde, Madrid‘de ve Barselona’da da bu komisyonlar oluştu. Bask ülkesinde en önemli işletmelerin işçi Komisyonları’nın delegeleri, 1962/63’lerde birleşerek, merkezi bir komisyon oluşturdular. Bu komisyonun görevi, bölge düzeyinde işçi Komisyonları’nın mücadelelerini koordine etmekti. Bu komisyon, öyle güçlü bir kitle hareketine dayanıyordu ki, patronlar ve hükümet temsilcileri tarafından görüşmelere bile kabul ediliyordu. Hükümet temsilcileri ile yapılan görüşmelere gidilirken, merkezi komisyonun güvenliğini sağlamak için de yüzlerce işçi eşlik etmekteydi. İşçi Komisyonlarının ülkenin değişik bölgelerinde uyguladıkları taktikler ise değişikti. Bu taktikler, somut koşullara göre tespit ediliyordu. Buna en somut örnek, 1963’de yapılan sendika seçimlerindeki tavır olmuştur. Tutuklamaların yoğun olduğu Asturya ve Biskaya’da seçime katılma şartı olarak “tutukluların serbest bırakılmasını ve herkes için seçim hakkı’nı talep etmişlerdir. Yönetim, bu talepleri kabul etmeyince bu iki sanayi merkezinde boykot başlatıldı. Asturya’da maden işçilerinin ayrıca, iki ay süren genel grevi başladı. Diğer sanayi merkezlerinde ise seçime katılma çağrısı yapılmış ve İşçi Komisyonlarının desteklediği adaylar, devlet sendikalarında birçok mevki ele geçirmişlerdir. Böylece, devlet sendikaları içinde de bir muhalefet hareketi örgütlenebilmiştir. Madrid’deki ilk İşçi Komisyonları, metal dalında çalışan işçilerin 1963’ün sonunda başlattıkları grev hareketinin sonunda oluştu. Ve bu komisyonlar, 427 büyük ve 5590 küçük işletmeyi kapsamıştır. Ayrıca, bu komisyonlarla çalışan işçi sayısı ise 115 bini bulmuştur. 1966’da Madrid’deki İşçi Komis-
İSPANYA’DA FRANKO DÖNEMİNDE SENDİKAL HAREKET VE İŞÇİLERİN MÜCADELESİ
2 yonları ilk defa bir program tasarısı hazırladılar. Programa, “kapitalizme karşı mücadele ve işçi sınıfının kurtuluşu” hedef olarak koyuldu, işçi komisyonları da “işçi sınıfının bağımsız, demokratik ve birleşik hareketi” olarak tanımlandı. Programda yer alan talepler ise “ekonomik talepler, genel demokratik özgürlükler ve grev hakkı” idi. Nisan 1965’de Asturya’da da İşçi Komisyonları merkezi bir komisyon oluşturdular. Fakat oluşumundan hemen sonra elemanları tutuklandı. Buna karşılık 10 binin üzerinde işçi, tutukluları binayı yıkarak kurtarmışlardır. Bölge düzeyinde işçilere sağlıklı bir biçimde bilgi vermek amacı ile de aylık bülten çıkarılmıştır. Tutuklularla ve işten çıkarılanlarla sürekli bir biçimde de dayanışma sağlanıyordu. Çıkardıkları bültende bununla ilgili bilgiler veriliyordu. Bekâr olan tutuklu ve işten çıkarılanlar için ayda 4 bin, çocuksuz evliler için 5 bin ve her çocuk için de 1000 Peseta yardım yapılıyordu. Bu merkezi komisyon, yalnızca Asturya’daki işçilere değil, aynı zamanda diğer bölgelerin işçilerine de mümkün olduğunca yardım ediyordu. İşçi Komisyonlarının mücadeleleri geliştikçe, devlet güçlerinin uyguladığı baskı ve terör de yoğunlaşmaktaydı. 1967-69 arasında devlet güçlerinin uyguladığı terör, işletmelerdeki komisyonları zayıflatmıştı. Bunun üzerine mücadelelerin ülke düzeyinde koordine edilmesi için haziran 1967’de temel sanayi merkezlerinin delegelerinin katili ile İşçi Komisyonlarının toplantısı yapıldı. Bundan sonra ülke düzeyinde mücadelelerin koordine edil-
Sayfa: 6
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
mesi için sürekli toplantılar yapıldı. İşçilerin mücadelelerinin ülke düzeyinde koordine edilmesi, işçi hareketini giderek güçlendirdi. Ve bunun sonucu işçi sınıfı, sürdürülen devrimci demokratik mücadelenin önderliğini de ele geçirdi. İşçi Komisyonları, böylece iç savaştan sonra işçi Hareketinin örgütlü bir duruma gelmesinde ve sistematik olarak atomize edilmeye çalışılan bu hareketin birliğinin oluşumunda büyük rol oynamışlardır. İŞÇİ KOMİSYONLARININ DAYANDIĞI TEMELLER Devlet sendikalarının ve mevcut örgütlerin illegal sendikalarının varlığına rağmen işçiler, kendiliklerinden İşçi Komisyonları yaratmışlardı. Oluşumları ile birlikte, işçilerin birliğini gerçekleştirebilen ve bu birliğin işletmeler düzeyinde örgütsel biçimini oluşturan organlar haline gelmişlerdir. Dolayısıyla, bu komisyonlar, güçlerini hangi görüşten olursa olsun tüm işçileri bağrında toplayabilmekten ve bu birliğe dayanmaktan alıyorlardı. İşçilerin birliğinin gerçekleştirilmesinde en büyük araç ise en yüksek karar organı olan fabrikalardaki toplantılardı. Diğer yandan, işçiler aralarındaki dayanışmayı geliştirmek ve güçlendirmek için gerekli araçları da yaratmışlardı. Bu araçların başında, grev sandığı ve bildiriler gelmekteydi. Grev sandığı hem işçiler arasındaki dayanışmayı güçlendiriyor, hem de yürütülen mücadelelere destek oluyordu. İşletmelerde işçilerin durumunu anlatan ve mücadeleler hakkında bilgi veren bildiriler ise toplumun tüm kesimlerine ulaştırılmaktaydı. Ayrıca bölgeler düzeyinde dayanışma sandıkları da oluşturulmuştu. Aidat ödeme yükümlülüğü ise yoktu. Çünkü İşçi Komisyonları, geleneksel sendikalarda olduğu gibi aidat verme yükümlülüğünü kabul etmemişlerdir. İşçi Komisyonlarına göre böyle bir model, bürokratlaşmayı yaratabilir ve diğer işçilerin dayanışma için harekete geçirilmesini güçleştirebilirdi. İşçi Komisyonlarının dayandığı sağlam temellerden diğeri de kendilerini ekonomik mücadelelerle sınırlamamalarıydı. O nedenle, bu komisyonlar, işçilerin ekonomik ve siyasi taleplerinin birleştirebilmişlerdir. Kendilerini yalnızca Franko diktatörlüğünün yıkılmasına katılan bir hareket olarak değil, aynı zamanda sosyalist toplumun kuruluşunda yer alacak sınıfın öz organları olarak görmüşlerdir.
MEVCUT SİYAS
DURUM ÜZERİN SOSYALİST İŞÇİ YAZI KURULU
Genel seçimlerin üzerinden yedi, yerel seçimlerin üzerinden de henüz dört ay geçti. Ancak bu kısa süre, ANAP iktidarının gerçek yüzünü büyük ölçüde gösterdi. TC tarihinde seçimle işbaşına gelip de en hızlı yıpranan hükümet ANAP iktidarı oldu. Siyasi platformda ciddi bir muhalefetle karşılaşmayan ANAP iktidarı, izlediği ekonomi politikası ile kendi kendinin kurdu olmakta. İktidarın politikasından hoşnutsuz olanlar sadece işçi ve emekçiler değil. Giderek tekelci sermayenin önemli bir bölümü de hükümete sert eleştiriler yöneltmeye başladılar. Hükümetin önündeki çok yönlü sorunlar çözümlenmedikçe, bağımlı çarpık kapitalistleş-menin doğurduğu yapısal sorunlara yenilen eklendikçe, hoşnutsuzluğun daha da büyüyeceği, eleştirilerin ve muhalefetin daha sertleşeceği son derece açık. Hükümetle çok sıkı bağlar içerisinde olan birkaç tekelci sermaye grubu dışında hükümeti açıktan destekleyen hiçbir kesim kalmıyor. İktidarın önündeki sorunların bir kısmını dış politika sorunları oluşturmakta. Senelerdir gerginliğini koruyan TC Yunanistan ilişkileri KKTC’nin ilanı ile daha da sertleşti. Bağımsızlık ilanı karşısında ABD Temsilciler Meclisi tarafından alınan, zaten TC ordusunun istediği boyutlarda olmayan asken yardımın kısıtlanması kararı, oli-
garşinin siyasi temsilcilerim ve TC ordusunu çok rahatsız etti. Ortadoğu’da güçlü ve modern bir orduya sahip olma arzularının, emperyalist blokun şartlarıyla çeliştiği ölçüde gemlendiğini gören yöneticiler huzursuzlanıyorlar. ABD ise, Kıbrıs vb. tüm kartlarıyla esas olarak bir hedefe yöneliyor: Kuzey Kürdistan’ da edindiği üsler başta olmak üzere TC sınırları içindeki üslerini Ortadoğu’daki gelişmelerde kullanabilmek. Dahası TC ordusunu bizzat müdahale araçlarından birisi haline getirmek. TC’ni sıkıştıran çelişki, güneyinde süregelen savaşa karşı en azından görünüşte tarafsız bir tavır takınmak zorunda olması. Savaşan her iki ülke ile de (özellikle İran’la) çok güçlü ekonomik ve ticari bağlara sahip. Tüm ihracatının 1/7 kadarını İran’la yürütüyor ve karşılığında petrol alıyor. Savaş, Irak ve İran’ı Türkiye açışından iyi alıcılar haline getirdi. Fakat savaş uzadıkça TC’nin çıkarlarıyla çelişen durumlar ortaya çıkmakta. İran’daki radikal İslamcı hareketin Irak üzerinde hakimiyet kazanmasını istemez ve bu konuda ABD ile uyum içersinde iken, Irak’ın İran’dan petrol alan gemileri bombalaması TC’ni Irak’a tavır almaya zorluyor. Çünkü İran’a 1 milyar dolarlık mal satabilmek, karşılığında aynı tutarda ham petrol almakla mümkün. Tüm petrol dışalımının yarısına yakınını İran’dan yapan Türkiye için Irak’ın Türk ge-
milerini bombalaması, doğrudan hayati çıkarlarına yönelik bir saldırı. Irak veya İran’a karşı gelişecek düşmanca bir politika ise TC açısından Kuzey Kürdistan’da sıkıntılar getirebilir. İran veya Irak tarafından desteklenerek Kuzey Kürdistan’a yönelen bir Kurt ulusal hareketi, TC için hiç istenmeyen bir durum olacaktır. Hükümetin bütün beyin takımıyla ilgilendiği ekonomik durum ise, iyiye gitmek bir yana, seçim sonrası patlama yapan enflasyonla daha da kötüye gitmekte. Bütçeye 700 milyarlık ek ödenek kondu ve bu ek ödeneğin sağlam kaynakları yok. Bugünlerde emisyondaki para hacmi daraltılıyor, piyasadan Merkez Bankası kanalıyla para çekiliyor. Ancak yaz ortalarından itibaren köylüye ürün bedelleri ödenmeye başlayacak ve zorunlu olarak piyasaya para sürülecek, ülkedeki her türlü malı ihraç etme politikası iç fiyatları hesaplananın çok üstünde yükseltti. Yatırımlarda hiçbir canlanma olmadığı, işsizliğin giderek arttığı, üretimde artışın olmadığı bir konumda bu fiyat artışları çok doğal, özellikle tüketim maddelerindeki, yiyecek maddelerindeki artış, işçi ve memurlar gibi kentlerde yerleşik olan kesimleri en temel gıda maddelerini alamaz hale getirdi. Ücretlilere, maaşlara yapılan senelik zamları üç aylık enflasyon aldı götürdü. Kitlelerdeki bu mutlak yoksullaşmaya karşılık özel
Sayı: 5
İ E
SOSYALİST İŞÇİ sektör yatırımlarında en küçük bir canlanma yok. Bankaların verdiği yüksek faizli yatırım kredileri, düşük faizlerle yatırım yapmaya alışmış tekelcilerin gözünü korkutuyor. Bankaların durumu da iç açıcı değil. Batık para olarak görülen krediler, toplam krediler içinde önemli bir bölümü oluşturmakta. Hükümet, yatırımları canlandırmada en önemli etken olarak gördüğü yabancı sermayeyi çekebilmek için birçok kanun değişikliği yaptı, ne de yabancı sermaye akışında bir artış söz konusu değil. Ama yüksek faizli dış borçlanma miktarları giderek artıyor. IMF, daha geçen aylarda borç verme koşullarını değiştirdi, borçlu ülkeler aleyhine şartları daha da ağırlaştırdı. Katlanarak artan borçlar emperyalizme bağımlılığı daha da pekiştiriyor, Türk ve Kürt emekçilerinin sırtından elde edilen karşılığı ödenmemiş değerin önemli bir bölümü doğrudan faiz olarak emperyalist ülkelere akıyor. 12 Eylül’den bu yana ağır baskılar altında bulunan işçi sınıfı için serbest toplusözleşmelere geçmek ekonomik mücadelenin önemli bir parçası durumunda. Hemen hemen tüm ilerici sendikal örgütlerinden yoksun olan işçiler “kırk satır mı, kırk katır mı?” gibisinden sarı sendikalarla sendikasızlık arasında bir seçme yapmaya zorunlu kılmıyorlar, ilerici işçilerin tercih ettiği bazı sendikaları ise, işveren örgütleri, Çalışma Bakanlığı ve gerici sendikalar üç koldan sıkıştırma çabasında. İşverenler, henüz yetkisi kesinleşmemiş gerici, faşist sendikaların yöneticileriyle toplu sözleşme masalarına oturmaya başladılar bile. Amaçları yapılacak sözleşmeleri emsal göstererek aynı işkolundaki diğer sendikaların daha ileri haklar istemesini engellemek. İşkollarında yetki alan sendikalara göz atıldığında adı bile duyulmamış özellikle Hak-İş Federasyonu üyesi olan bazı sendikaların işkollarında %10 barajını geçtiği görülüyor. İlerici sendikaların kapatılması yetmiyormuş gibi Çalışma Bakanlığındaki MHP ve MSP’li kadrolar aracılığıyla işçilerin sendikal mücadelesi çok yönlü olarak baltalanıyor. Gerek düşük ücretler ve sosyal hakların kısıtlanması, gerekse başlayan sendikal mücadelelerde patronların baskıları ve oyunları birçok fabrikada işçileri huzursuz ediyor. İş yavaşlatma, mesaiye kalmama, vb. biçimlerde pasif direnişler yaşanmaya başlandı. An-
cak çok büyük boyutlardaki işsizlik, işten atılan işçinin bir daha iş bulamama korkusu, sınıf bilincine ulaşmamış yüz binlerce işçinin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta ve mücadeleyi kırıcı, engelleyici bir rol oynamakta. Yeni Grev, Lokavt ve Toplu İş Sözleşmeleri Kanunu ise, işçilerle burjuvazi arasındaki mücadelede işçi sınıfının elindeki tüm yasal silahlan ya almış, ya da etkisizleştirmiş durumda. Kendi ellerinde büyüttükleri sendikal örgütleri DİSK’in kapatılması sonucu başka sendikalara giden veya halen sendikasız olan yüz binlerce işçinin yanı sıra Türk-İş üyesi işçiler de huzursuz. Son Türk-İş kongresinde açıkça ortaya çıkan bu huzursuzluk, henüz çok geri, ilkel bir muhalefeti, örgütsüz bir hoşnutsuzluğu kapsamakta. Ancak işçi sınıfının uğradığı haksızlıklar sonucu oluşan potansiyel oligarşiyi korkutuyor, tekelci sermayenin kimi sözcüleri ekonominin düzelmemesi ve sosyal tedbirlerin alınmaması durumunda toplumsal patlamaların oluşabileceği yolundaki endişelerini dile getirmekteler. ANAP iktidarının ekonomi politikasının ürettiği sonuçlar toplumsal muhalefetin yavaş yavaş da olsa ortaya çıkışını beraberinde getirdi. Askeri yönetimde sesleri çıkmayan kesimler, şimdi sadece hükümete değil giderek tüm kurumlarıyla 12 Eylül sonrası yönetimi eleştiren bir tavra girdiler. Son “Aydınlar Dilekçesi” bunun somut bir örneği. Bir kısım demokratik talepleri içeren ve özünde ‘82 Anayasa’sına saldıran bu dilekçe Cumhurbaşkanı ve avanesinin çok sert tepkisini çekti. Sıkıyönetim komutanlıkları derhal dişlerini gösterdiler. ANAP ve MDP dilekçeye karşı tavır alırken HP kendi içinde bütünlüklü bir tavır koyamadı. Bir kısım HP milletvekilleri dilekçeye imza atarken, bir kısmı da karşısında tavır aldılar. Ancak gözlenen, imzacıların çoğunluğu sağladıkları oldu. Toplumsal muhalefetin sesinin yükselmesi, “sol” parti iddialarıyla ortaya çıkan HP içinde sol” kanadın güçlenmesini ve konumunu sağlamlaştırmasını getiriyor. SODEP ise, parlamento dışı muhalefetin en büyük temsilcisi ve aynı zamanda sosyal demokrasinin en güçlü sözcüsü olarak “Aydınlar Dilekçesi”ni destekledi. Giderek, özellikle af ve ücretler konularındaki tepki ve talepleri dile getirerek, toplumsal muhalefeti potasında eritmeye çalışıyor.
SODEP gibi, mevcut muhalefet sesleri de, henüz tutarlı bir demokratik muhtevadan yoksun; hatta kendi içinde antidemokratik öğelere yer veriyor, örneğin son “Aydınlar Dilekçesi” çeşitli demokratik talepleri ileri sürmesine karşın, toplumdaki en azgın demokrasi düşmanı uygulamalarından biri olan Kürdistan’da estirilen teröre değinmekten bile kaçındığı gibi, “teröristlere” karşı devleti koruyan ifadelerle antidemokratik bir çizgi içeriyor. Öte yandan zindanlardaki devrimcilerin yükselttikleri mücadele, demokratik muhalefetin önemli bir kesimini oluşturuyor. Son olarak dört devrimcinin öldüğü açlık grevi biçiminde sürdürdükleri mücadele ile zindanlardaki devrimciler, siyasi tutukluluk statüsü ve Genel Af” talep ediyorlar. Zindanlardaki bu mücadele, dünya demokratik kamuoyunda da yankılanarak destek buluyor ve antidemokratik rejimin teşhir edilmesi açısından çok büyük bir görevi yerine getiriyor. Siyasi gelişmelerde ciddi bir rol oynayamayan sosyalist hareketler ve Kürt ulusal hareketleri ise, esas olarak kendi kabukları içerisinde kalmaya devam ediyor, özellikle son 3-4 ay boyunca üst üste yapılan polis operasyonları birçok örgütte büyük kayıplara neden oldu. Oligarşi huzursuz kitleler arasında ajitasyon ve propaganda faaliyetleri yürütülmesinin en azından uzun vadede başına çok ciddi dertler açacağının farkında. Bu yüzden elindeki oldukça yet-kinleştirilmiş güvenlik aygıtlarıyla sosyalist örgütlere göz açtırmamaya çalışıyor. Böylece bir yandan da, halen komünistlerin ne büyük tehlike olduğunu, birçok örgüt faaliyet gösterirken “siyasi af” çıkarmanın gaflet olacağını, sıkıyönetimin devam etmesinin ne kadar gerekli olduğunu anlatıyor. Bir kısım illerde sıkıyönetim kaldırılsa da, bu politikanın epeyce bir süre daha devam etmesi beklenmelidir. Mevcut siyasi koşullar henüz kitlelerin belli bir kesimini dahi mücadeleye sevk edebilecek bir düzeyden defalarca uzak olmamız nedeniyle; önümüzdeki pratik görevlen pek değiştirmiyor. Önümüzdeki pratik görevler, dün olduğu gibi bugün de, proletarya içerisinde her koşulda komünist faaliyet sürdüren çekirdeğin inşa edilmesinin görevlendir. Ancak bu görevleri yerine getirdikçe, sosyalizm ile proletaryanın kendiliğinden hareketinin çakıştırılması
Sayfa: 7
hedefimize ulaşmak ve kitlelerin mücadelesini o günün somut koşullarında yönlendirmek mümkün olacaktır. Bugünkü somut koşullar ise yürüttüğümüz pratik faaliyetin ayrılmaz bir parçası olan kitlelere siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının malzemeleri olarak önem taşımaktadır. Mevcut siyasi koşullar, sosyalist hareketin henüz kitlelerin belli bir kesimini dahi mücadeleye sevk edebilir olmaktan çok uzak olması nedeniyle, sosyalistlerin önündeki görevleri değiştirmiyor, önümüzdeki görevler, dün olduğu gibi bugün de, proletarya içerisinde her koşulda komünist faaliyet sürdüren çekirdeğin inşa edilmesinin görevleridir. Bu görevler çok yönlü. Bir yandan tek tek ülkelerdeki sosyalizm mücadelesine yansıyan ve uluslararası boyutları görülmedikçe kavranamayacağı açık olan var olan sosyalizmin sorunları, diğer yandan ise kendi geçmişimizin devrimci bir biçimde değerlendirilmesi. İki yanını bu şekilde tanımladığımız bir teorik yenileşme, canlanma olmaksızın ideolojik-teorik mücadele açısından gerekenlerin yapılamayacağı inancındayız. Bu yapılmadıkça da Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da sosyalizm ezilenleri etrafında Toplayabilecek bir özlem olamayacaktır. Sosyalist siyasal mücadele tutunamayacaktır. Pratik faaliyet ise açıktır ki, sık sık tekrarladığımız gibi, işçi sınıfının günlük, elemen ter mücadelesinin içerisinde sistemli bir şekilde yer almakla süreklilik kazanacaktır. Bu ise iki önemli önkoşulu gerekli kılar. Birincisi kısa ve uzun vadeli siyasal hedeflerin, taleplerin açıkseçik bir şekilde saptanması ve günlük mücadele içerisinde sürekli işlenmesi. Bugünlerde yavaş yavaş canlanmaya başlayan siyasal hayatın sınırlarında oynamak değil de, parçası olabilmek, onun proleter tarafını temsil edebilmek istiyorsak, bunun başka yolu yoktur. İkincisi ise günlük mücadelenin, proletaryanın kendiliğinden eyleminin bu siyasal hedef ve taleplerle içice geçmiş, birbirine bağlı bir şekilde biçimlenmesini etkileyebilmek. Eğer proletaryanın örgütlenmesinin varlık zemini olan fabrikalarda, proletaryanın kendiliğinden eylemliliğinin içerisinde yerimizi bugünden alamazsak, treni bir kere daha kaçırmış olacağız.
Sayfa: 8
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
Uluslararası sosyalist kadın hareketinin önderlerinden Clara Zetkin (Eiszner) 1857 yılında Leipzig’in yoksul bir köyünde dünyaya geldi. Babası köy okulunun müdürü, annesi Leipzig’te öğrenim görmüş ayam bir kadındı. Yaşamını işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine ve sosyalist kadın hareketine adamış olan Clara Zetkin henüz kızların lise ve yüksek okullara alınmadığı sıralarda öğretmen okulunda okudu. Sosyalist harekete duyduğu yakınlık daha öğrencilik yıllarına dayanır. Çarlığın baskısından kaçan Rus öğrencilerle dostluk kuran Clara Eiszner onların düzenledikleri toplantılarda Marks5 Engels ve Bilimsel Sosyalizm ile tanışır. Bilimsel Sosyalizmi öğrenmesi ve benimsemesi sonucu Clara Eiszner işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine katılmaya karar verir; ailesinin ve okul yönetiminin karşı koymasına rağmen 1878’de Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne üye olur. Daha sonra Rus devrimcilerinden Ossip Zetkin ile tanışıp evlenen Clara Zetkin, Paris’e yerleşir ve iki çocuğu olur. Mülteci yaşantısının oldukça güç olduğu o günlerde Clara Zetkin bir yandan geçinebilmek için tercümeler yaparken, diğer yandan da siyasal çalışmasını sürdürür, özellikle Fransız işçi sınıfının eylemleri onu çok etkiler. Geçim zorluğuna karşın, hareketli bir yaşantı sürdüren Zetkin’lerin evi Paris’te yaşayan mültecilerin toplanma yeri haline gelir. Orada Marks’ın ikinci kızı Laura ile tanışan C. Zetkin Marks’ın öğretisini incelerken onun çok yardımlarını görür. C. Zetkin’in, kapitalist düzen içinde kadınların ne zorlu koşullar altında yaşadıklarının bilincine varması da o döneme denk düşer. Şu yargıya varması çok uzun sürmez: “Kadınların ve özellikle çalışan kadınların işçi sınıfı mücadelesine aktif olarak katılmaları ‘ gerekir ve bu aynı zamanda (sınıf savaşının-ç) zafere ulaşmanın önkoşulunu oluşturur ‘ 1886’da Leipzig’de bulunduğu sıralar -sağlığı kötü olduğundan oraya dinlenmeye gittiğinde- üyesi olduğu SPD’nin toplantılarına katılır ve bu toplantılarda yaptığı konuşmalarda ağırlıklı olarak “işçi sınıfı enternasyonalizmine” Fransız ve Alman işçilerinin kardeşliğine değinir. 1889 yılında Ossip Zetkin’in ölümü Clara Zetkin’i çok sarsmış, ancak mücadele kararlılığından hiçbir şey kaybettirmemiştir. Gene aynı yıl Sosyalist Enternasyonal’in kuruluş kongresine katılan C. Zetkin kadın haklan konusunda konuşur. Onun bu konuşmasından, F. Engels daha sonra övgüyle söz etmiştir.
ÖLÜMÜNÜN 51.Cİ YILINDA KADIN ÖNDER
Clara Zetkin’i Anıyoruz C. Zetkin bu konuşmasında genel olarak çalışan kadının durumu hakkında konuşmayacağını çünkü onun çalışan erkeğinkiyle aynı olduğunu; ancak özellikle kadınların işçi olmaları üzerinde duracağını belirtmiştir. Sosyalist çevrelerde bile kadınların işçi olması üzerine değişik görüşlerin olduğunu hatta kadınların işçi olmasının yasaklanmasının bile önerildiğine değinen C.Zetkin, eski üretim içiminin kadını nasıl eve bağladığına değinir ve makineleşme sürecinde kadının durumuna ilişkin olarak şunları söyler: “Eğer rakip oluyor diye kadın işçiler azaltılmak ya da yasaklanmak isteniyorsa o zaman makineleşmenin durdurulması da çok mantıklı bir istem haline gelir. “ C.Zetkin’e göre, kadın erkeklerle eşit sosyal ve siyasal konuma erişebilmek için üretim faaliyetinde yer almalı ve böylece ekonomik olarak da bağımsızlaşmalıydı. Kadınların kurtuluşu; toplumsal kurtuluşun çok önemli bir yanı olmakla beraber, ondan bağımsız, ayrı bir sorun değildir. Konuşmalarında sık sık proleter kadınların erkeklerle omuz omuza savaşarak eşit haklar elde etmek ve yeni bir düzen kurmak istemlerine; erkeklerin de kadınları kendileriyle eşit değerde yoldaşlar olarak kabul etmeleri gerektiğine değinmiştir.
1890 yılında Bismarck’ın iktidardan düşmesi ile birçok Alman sosyalist gibi C.Zetkin de Almanya’ya döndü. Burada çıkmakta olan Die Arbeiterin (Kadın İşçi) dergisine yönetmen olan C.Zetkin, bu işi dolayısıyla kadın işçilerle yakın ilişkiler kurdu. CLARA ZETKİN VE SOSYALİST KADIN HAREKETİ O günlerin Almanya’sında kadınların yalnızca oy kullanması değil, siyasi partilere üye olma, siyasi toplantılara katılma hakları dahi yoktu. Durum böyleyken C.Zetkin Almanya’da sosyalist kadın hareketini kurmayı başardı. C.Zetkin öncelikle işçi kadınlar ile ilgileniyor onları sınıf mücadelesine kazanmaya çalışıyordu. 1892’de Die Gleichheit (Eşitlik) adlı, çalışan kadınların sorunlarını anlatan, onların haklarım savunan derginin sorumlu yönetmeni oldu.
Oya EREN Eşitlik dergisi yalnız Alman kadınları için değildi, uluslararası sosyalist kadın hareketi’nin resmi organı olmadan evvel de uluslararası dayanışmanın önemini vurguladığı, başka ülkelerdeki işçi kadın hareketlerine yer verdiği için başka ülkelerdeki kadınlar için de büyük önem taşıyordu. 1895’te C.Zetkin SPD’nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) yönetim kuruluna seçildi. O ara parti içinde Bernstein’cıların “marksizmi yenileme” tartışmalarının ardında revizyonizmin boy verdiğini fark edenlerden biri olarak Eşitlik dergisindeki yazıları ve toplantılardaki konuşmaları ile C.Zetkin bu akıma şiddetle karşı koydu. Revizyonizme karşı mücadele daha sonra Kautsky’ye karşı da birlikte mücadele edecek olan R. Luxemburg ve C.Zetkin’i en sıkı yoldaşlık bağlarıyla birleştirdi. Almanya’nın gitgide daha militarist politikalar izlemesi üzerine C.Zetkin Eşitlik dergisinde militarizme (toplumsal yaşamın askerileştirilmesi politikası) karşı yazılar yazmaya ve toplantılar düzenlemeye başladı. 1905 Rus Devriminin derinden etkilediği C.Zetkin; parti yönetiminin bu konudaki suskunluğunu eleştirir. Partinin neden Alman işçilerini dayanışmaya çağırmadığım; Petersburg’daki katliamı neden protesto etmediğini açıkça sorgular. R.Luxemburg, C. Zetkin’in yönettiği Eşitlik dergisinde Rus Devrimine ilk selâmı içeren bir yazı yazacak; C.Zetkin de Berlin’de gene bu içerikte bir konuşma yapacaktı. Daha sonra bu olaya ‘ilişkin olarak Franz Mehring “o iki kadın partinin onurunu kurtardı” demiştir. 1907’de yapılan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi’nde Eşitlik resmi organ olarak kabul edilir. C, Zetkin’e de Genel Sekreterlik görevi verilir. Parti içindeki sağ ve sol kanatlar arasındaki çatışma devam ediyor “marksizmin yenilenmesi” ve “burjuvazi ile her türlü uzlaşmaya” karşı
oldukları için C.Zetkin, R. Luxemburg, K.Liebknecht ve F.Mehring’in etkileri azaltılmaya çalışılıyordu. SAVAŞLA MÜCADELE C.Zetkin sonuçta bir emperyalist savaşı doğuracak olan silahlanmaya tüm gücüyle karşı çıkıyordu. 1910’da yapılan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi’nde C.Zetkin’ in önerisi ile 8 Mart kadınların eşitlik ve barış için uluslararası mücadele günü olarak kabul ediliyordu. 1912’de Sosyalist Enternasyonal’in olağanüstü kongresinde konuşan C.Zetkin kadınların savaşa karşı mücadele etmelerinin gerekliliği üzerinde durdu. Eğer kadınların çoğunluğu savaşa karşı mücadelede yerlerini alırlarsa, kadın hakları ve toplumsal eşitlik mücadelesi için de üzerlerine düşeni yapmış olacaklarına inandığım vurguladı. Daha sonra C.Zetkin bu konuşmasıyla ilgili olarak; “Yalnız bir kadın ya da anne olarak değil sosyalist bir kadın olarak böyle bir konuşmayı yapmak benim görevimdi” der. Partinin sol kanadının muhalefetine ve savaşa karşı düzenlenen toplantılara rağmen, parti yönetimi savaş kredilerini onaylar ve parlamentoda K.Liebknecht hariç sosyal demokrat milletvekilleri olumlu oy kullanırlar. C.Zetkin, R. Luxemburg, K.Liebknecht ve F.Mehring bunu şiddetle protesto ederler ve daha sonra Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşecek olan Spartakusbund’u kurarlar. Berlin, Londra ve Paris’te savaşa karşı yapılan bütün gösteri ve toplantılar emperyalistleri “savaşmak”tan döndürmeye yetmez. Marksizm’e ihanet ederek emperyalist paylaşım savaşım, dünya halklarının yağmalanmasını destekleyen ‘ ‘sosyal demokrat’ ‘ların ortaya çıkması onları daha da güçlendirir. 1915’de C. Zetkin’in inisiyatifi ile İsviçre’de “Emperyalist Savaşa Karşı” bir kadınlar kongresi düzenlenir. Bu toplantıda da yaptığı konuşmasının bir bölümünde “Onlar
Sayı: 5 oğullarınızın ve kocalarınızın, evinizi ve siz güçsüz kadınları korumak, için cepheye gittiklerini söylerler oysa şimdi O güçsüz kadınların omuzlarındaki yük tam iki misli. Çocuklarınızın karnı aç, üşüyorlar...” der. Eşitlik dergisinde savaşa karşı yazdığı yazılar yüzünden parti yönetimi tarafından C.Zetkin yönetmenlik görevinden alınır. 1918’de Almanya Komünist Partisi kurulur. C.Zetkin ömrünün geri kalan kısmını -o zaman 60 yaşını geçmişti-, Komünist Partinin çalışmalarına adar. 15 Ocak 1919’da ayaklanan ve Sovyetleri kuran işçilerin başındaki R.Luxemburg ve K.Liebknecht’in, Alman gericiliğiyle uzlaşmış sosyal demokrat hükümetin emrindeki askeri birliklerce öldürülmesi C.Zetkin’i çok derinden yaralar. 1920 yılında Sovyetler Birliği’ni ilk kez ziyaret eder. 1921 yılında yapılan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi’ne ve daha sonra da 3’cü Enternasyonal kongresine katılır; Sosyalist Kadınlar Kongresine, tam yasal eşitliğe ilk kez kavuşmuş olan Sovyet Kadınlarının da katılmış olması C.Zetkin için büyük önem taşır. Uluslararası sosyalist kadın hareketinin lideri olarak çeşitli defalar Sovyetler Birliği’ ne giden C.Zetkin yaşamının son yıllarını da burada geçirir. Ancak Alman işçi sınıfı ile olan bağlarını koparmaz. Yaşının 75’e yaklaşmasına, faşistlerin onu öldürecekleri tehditlerine aldırmadan sık sık Berlin’e gider ve gelişmekte olan faşizme karşı işçilerin örgütlü mücadelesi gereğini, yaptığı her konuşmada vurgular. C.Zetkin sağlığının hepten kötüye gittiği son günlerinde dünya işçilerine yönelik olarak bir yazı kaleme alır. Yazısının bir bölümünde şöyle der:’ ‘Almanya’ya bakın, çökmekte olan kapitalizm nasıl da kurtuluşunu faşizmde arıyor. Kanlı baskılar, terör, faşizm, açlık ve paylaşım savaşları dünya yüzünden silinmedikçe bize rahat yok”. Bu yazdığı son yazı olur ve 20 Haziran 1933’de ölür. Bütün yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine, kadınların bu mücadeleye katılmasına ve proletarya enternasyonalizmine adayan bu kadın önderi 51’ci ölüm yıldönümünde anıyoruz. Onun mücadelesi, kendi yaşarken olduğu gibi şimdi de işçi ve emekçi sınıfların, sosyalist kadınların mücadelesine ışık tutuyor.
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 9
BATI ALMANYA’DA GREVLER BİTTİ Batı Almanya’nın tarihindeki en uzun ve en sert mücadele olarak adlandırılan metal ve basın işçileri grevi temmuz ayı başında sona erdi. Ücret azalması olmadan 35 saatlik iş haftasına geçilmesi istemiyle başlayan grevler, hemen herkesin beklediği gibi bu amaca ulaşamadı. Sendikalarla işveren temsilcileri arasında yapılan anlaşma 1985 yılı nisanından başlayarak 38,5 saatlik iş haftasına geçilmesini öngörüyor. Ama bu tüm işçilerin 1985 nisanından sonra haftada 38,5 saat çalışacağı anlamına gelmiyor. Anlaşmaya göre 38,5 saat her işletmede tutturulması gereken ortalamayı oluşturuyor. Yani bir işletmede bazı işleri yapan işçiler daha az, bazıları daha çok çalışacaklar. Alt sınır olarak 37 saat, üst sınır olarak 40 saat öngörülüyor. Ayrıca bu çalışma saatlerinin haftanın çeşitli günlerine dağılımı da her işletmede ayrı ayrı belirlene-bilecek. Örneğin 37 saat çalışacak bir işçi için bu süre haftanın beş gününe eşit olarak bölünebileceği gibi bazı günlere daha çok bazı günlere daha az olarak dağıtılabilecek. Böylece işletmeler için, işin çok olduğu zamanlarda işçileri daha çok çalıştırıp az olduğu zamanlarda az çalıştırmak olanağı doğuyor. Makinalar da daha verimli bir şekilde kullanılabilecek. Kapitalistler böylece en baştan beri vazgeçmeye yanaşmadıkları 40 saatlik iş haftasından vazgeçmiş görünmekle birlikte kendilerine çalışma saatlerinin düzenlenmesinde sağlanan hareket alanının genişliğiyle, aslında iyi bir sonuca ulaşmış oldular. 35 saatlik iş haftası istemi Batı Alman sendikaları tarafından ortaya atıldığından beri kamuoyunda pek çok tartışmaya yol açtı. Sendikalar tarafından asıl olarak, artık dönemsel bir olgu olmadığı iyice ortaya çıkan işsizliğe karşı bir önlem olarak ortaya atılan bu istem başta kapitalistler ve iktidar partileri tarafından büyük tepkilerle karşılandı. Basın ve televizyon aracılığıyla yapılan karşı propagandayla, sendikalara ve 35 saat istemini savunan sendika üyesi işçilere karşı tepkiler oluşturuldu. Tüm bunlara rağmen yapılan uyarı grevlerine katılım oldukça büyüktü ve toplu sözleşme görüşmelerinin kesilip greve gidilmesi için yapılan
Cevdet HARMAN
oylamalarda sendika üyelerinin büyük bir çoğunluğu grev için oy kullandı. Metal ve basın işkolundaki işçiler ve diğer çalışanlar 35 saatlik iş haftası istemini destekliyorlardı ve mücadeleye hazırdılar. Mayıs ayı başında grevler böyle bir ortamda başladı. Sendikalar ise daha toplu sözleşme görüşmelerinin başladığı andan itibaren 35 saatlik iş haftası isteminden tavizler vermeye hazır görünüyorlardı. 35 saatlik iş haftasına geçiş anlamına gelebilecek herhangi bir çözüme razıydılar. Oysa kapitalistler daha kararlıydılar ve 40 saatten aşağı inmeye yanaşmıyorlardı. Grev kararının alındığı anda sendikalar için amaç, gerçekten çalışma saatlerinin 35’e indirilmesini sağlamaktan çok, güçlerini koruyabilmek ve prestij meselesi haline gelmişti. Ancak 35 saat isteminin ileri sürülmesinde de krizin ve işsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemde üye sayısı gittikçe azalan ve böylece üçsüzleşen sendikaların kendilerini yeniden toparlayabilmek için bir hamle yapmak istemi önemli bir rol oynuyordu. Grevler süresince işçiler sürekli kapitalistlerin ve onları kayıtsız şartsız destekleyen hükümetin ve devlet kurumlarının çeşitli darbeleriyle karşılaştılar. Kapitalistler greve karşı lokavta başvurdular ya da grevin olmadığı fabrikalarda, üretim için gerekli malzeme yokluğu vb. nedenlerle üretimi durdurdular. Bu şekilde, grev yapmadıkları halde, geçici olarak işsiz kalanlara işsizlik parası ya da sosyal yardım ödenmesi reddedildi. Böylece grev yapan işçilerle grev yapmadığı halde çalışamayan ve para alamayan (bu işçilere sendikalar da maddi destek sağlamadı) işçiler karşı karşıya getirildi.
Sendikanın greve gitmediği bir eyalette, işverenin bir başka eyalette grevde olan işçilerin üretmediği parçaların yokluğu yüzünden üretimi durdurma kararı alması, bu işçileri greve gidenlere karşı tavır almaya yöneltti. Radyo, televizyon ve basın da bunu alabildiğine körükledi. Kapitalistlerin üretimin durmasından doğan tüm zararlara karşın 40 saatten aşağı inmeye halâ yanaşmamaları, sendikalarla işveren örgütleri arasına uzlaştırıcı olarak sokulan “tarafsız” kişilerin de (tanınmış politikacı, eski sendikacı vb. kişiler) bu inadı kıramamaları sonucu grevler üç aya yakın bir süre devam etti. Ta ki bu uzlaştırıcı kişilerden sonuncusu, baştan sendika yöneticilerinin destecini de alarak, girişte değindiğimiz “38,5 saatlik iş haftası” teklifini ortaya atana kadar. Bundan sonrası oldukça kolay oldu. Teklifi önce sendika yönetimi benimsedi sonra da sendika üyeleri arasında oylamaya sundular. Sendikaların yönetmeliklerine göre greve gitmek için sendika üyelerinin en az %75’inin desteğini almak gerekirken grevi sona erdirmek için %25’lik bir oran yetiyordu. Bu oran önce metal sonra da basın işkolunda sağlandıktan sonra grevler sona erdi. Grevlerin sona ermesi ve uzlaşmaya varılması sonucu çalışma saatlerinin kısaltılması istemi de şimdilik gündemden kalktı. Ama bu kısaltmanın -hem de sadece 35’e değil, 30’a, 25’e hatta daha aza- koşulları Batı Almanya ve benzeri ileri kapitalist ülkelerde bugün var. Kapitalistlerin işçilerden bir karşılık istemeden yani ücretleri azaltmadan bu kısaltmaya yanaşmayacakları bu mücadelede bir kez daha ortaya çıktı. Bundan sonraki mücadelelerin de daha kararlı ve iş saatlerinin kısaltılmasının uzlaşmaya her zaman eğilimli sendika bürokratlarının değil, işçilerin ve diğer çalışanların kendi sorunları olduğunun bilinciyle verilmesi gerekecek. 38,5 saatlik teklife hayır diyen %50 oranındaki sendika üyeleri ve sendika bürolarını işgal ederek protestolarını dile getiren grevci işçiler de bunun farkına varmışlardı zaten.
Sayfa: 10
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
Geçici İşçilerin Sorunları Ali ÖZGÜR Şüphesiz ki işçilerin sorunları bu ortamda her zamankinden daha fazladır. Oligarşi 12 Eylül askeri diktatörlüğünden aldığı güçle işçi sınıfına azgınca saldırıyor ve Özal hükümeti bu saldırılara “millet adına” destek veriyor. Her geçen gün, fabrikalar yeni oyunlara sahne oluyor. Bizlerin birlik ve beraberliğini engelleyen bir anayasa yürürlükte, iş Yasası, Sendikalar Yasası değiştirildi. Elimizde var olan birçok haklarımız alındı. Şimdi de birliğimizi, kardeşliğimizi bozucu oyunları sahneye koyuyorlar. Ne yazık ki, bu oyunlarda rol alanlar sınıfın geri unsurları. Farkına bile varmadan hepimizi sömürenlere yardımcı oluyorlar. Kardeşler, sahnedeki oyun, işsizlik sorunundan yararlanarak sürdürülen ‘geçici işçi’lik sorunudur. Bu oyunun içinde binlerce kardeşimiz gibi, ben de varım. Çalıştığım fabrikada asgari ücret alıyoruz, üstelik çoğumuz sigortalı olmadığımız için hastalandığımız, çalışamadığımız günlerin parasını alamıyorduk. Hiçbir sosyal haktan yararlanamıyor, yakacak, izin, ikramiye, bayram parası gibi haklarımız olmaması bir yana, fabrikada giydiğimiz ayakkabı ve elbiseyi bile kendimiz sağlıyorduk. Maddi olanaksızlıkların yanı sıra manevi olarak da tam bir ikinci sınıf işçi muamelesi görüyoruz. Tam bir köle muamelesi. Bizi parçası olduğumuz sınıftan soyutladılar. Fabrikada önce kadrolu işçiler kart basar, sonra biz. Önce kadrolu işçiler yemek yer, sonra biz önce kadrolular çay içer, sonra da çay kalırsa biz. Genellikle de çaya ikinci bir su katarak yapılan haşlama çayı içeriz. Aylıkları kadrolu işçiler ayın ilk haftası alır, bizler bir gün sonra. Eğer servislerde yer yoksa bizler ayakta veya yayan olarak gideriz. Varsa başka olanaklarla. Fabrikalarda en ağır en pis işlerde çalışan bizleriz. En kötü muameleyi gören yine bizleriz. Patronların tezgâhladığı bu ayrım
bazı kadrolu işçilerin hoşuna gidiyor. Bu işçiler gözlerini yummuşlar, kölelerin başındaki kâhya görevi yapıyorlar. Kendilerinin de öle olduğunu unutarak! Ama inanıyorum ki, birçok işçi kardeşimiz oynanan oyunun farkındalar. İşçilerin haklarının bu kadar yok edilmesinden rahatsızlar. Her zaman ucuz işçi çalıştırmaktan yana olan burjuvazi, şimdi geçici işçi çalıştırma süresinin 3 ay gibi uzun bir süre olmasından yararlanarak geçici işçiler ordusu yaratma çaba-
sında. Bu durum, kadrolu işçilere gözdağıdır. “İyi çalışın ha, altınızda sırasını bekleyen bir ordu var” demektir. Geçici işçiler ise ne yazık ki, fabrikalardaki birliği, dayanışmayı bozan etkenlerden biri haline gelmiştir. Zira kadroya alınacakları umudu ile yaşayan bu grup fabrikadaki her türlü işi yapmakta, kendi takatlerinin üzerinde bir kapasite ile çalışmaktadırlar. Fazla mesai geçici işçiler için büyük ganimettir. En küçük direnişleri bile farkında olmadan kırmaktadırlar. Böylece boğaz tokluğuna patronların işçiler üzerindeki tehdit aracı, baskı aracı oluyorlar. İŞÇİLERİN KURTULUŞU Kardeşlerim, işçilerin kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Gücümüz birliğimizden gelir. Bölünmüşlüğü istemiyor, birliğimizi sağlamak istiyorsak burjuvazinin bu oyununu bozalım.
Toplu pazarlığın başladığı şu ortamda mutlaka geçici çalışmayı önleyici maddeler koyulması için mücadele edelim. Deneme süresi kısalmalıdır. Bu konuda işverenlere taviz verilmemelidir. Bizler biliyoruz ki, temsilci arkadaşların çoğu fabrikalarda kimleri temsil ettiklerim unutuyorlar. Ama işçiler temsilcilere yapacakları baskılarla işçilerin demokratik hak ve özgürlüklerim savunma konusunda onları tutarlı hale getirebilirler. Sendikalarda aktif çalışma ortamı kısıtlanmıştır. Bizler aktif olarak çalışma ortamları yaratmalıyız. Bağlı bulunduğumuz sendikalarda yönetici olabilmek için mücadele etmeli, bu yoldaki adımlarımızı sıklaştırmalıyız. İşçiler birleşin! Yaşasın Sosyalizm!
DEMOKRASİ DİYE DİYE...
Aylardır, demokrasi lafı dillerden düşmez oldu: “Demokrasiye döneceğiz, döndük, dönüyoruz”... Nihayet geçen kasımda seçimlerle birlikte “demokrasiye kesin dönüş” yapılmış oldu. Mart ayında yerel seçimlerle de bu “demokrasi iyice pekişti”. Pekişmesine pekişti de, biraz tek yanlı pekişti bu demokrasi. İşçiler örneğin “Yahu” diyor, bizim ne sendikamız var, ne grev hakkımız var, bu ne biçim demokrasi.’ öğretmenler ‘örgütlenme hakkımız yok” diyor, gazeteciler “istediğimizi yazma hakkımız yok” diyor, üniversiteler “istediğimiz dersi verme özgürlüğümüz yok” diyor. Kısacası, memlekette ne örgütlenme hakkı var, ne basın özgürlüğü, ne fikir özgürlüğü, ne üniversite özerkliği, ne insan hakları.
Gel gör ki, seçim oldu ya bir kere, demokrasiye dönmüş sayılıyoruz. Hem Türkiye’de hem Avrupa’da bu iş böyle: “Seçim” demek, “demokrasi” demek. F. Almanya, İngiltere daha fazla demokratik, Türkiye daha az. Ama hepsi “demokratik”, çünkü hükümetler seçimle başa geliyor. Egemen sınıflara, patronlara göre mesele bundan ibaret. Biz sosyalistler ise buna “burjuva demokrasisi” diyoruz: insanlar dört veya beş yılda bir gidip kendilerini kimin yöneteceğini seçiyorlar. Demokrasiyle alışverişleri bu kadar: Dört yılda veya beş yılda bir, 3-5 dakika! Ondan sonra, dört beş yıl boyunca, seçilenler istedikleri gibi
Eyüp CANSEVER ülkeyi yönetiyor, onları seçenlere ise söz hakkı düşmüyor. Ta bir dahaki seçimlere kadar. Bu arada, seçilenler, herkesin hayatını doğrudan etkileyen yüzlerce karar veriyor: Örneğin, fiyatlara zam yapılıyor, ücretler donduruluyor, gecekondular yıktırılıyor. Bütün bu işlerin yapılmasına bizim oy verdiğimiz insanlar karar veriyor. Kararlardan hoşlanmadığımız takdirde yapacak bir şey yok -bir dahaki seçimlere kadar. Kısacası, burjuva demokrasisi pasif bir demokrasi: Yöneticileri biz seçiyoruz ama, onlar yönetiyor, biz koyun gibi yönetiliyoruz. Şimdi diyeceksiniz ki, bu “demokrasi” yine de hiç seçim olmamasından iyidir. Fakat bizim demokrasi anlayışımız, uğruna mücadele ettiğimiz düzen, çok değişik. Bizim sözünü ettiğimiz demokrasi, yani işçi sınıfı demokrasisi, insanların kendilerini yönetenleri seçmesi demek değil, çalışanların kendi kendilerini yönetmesi demek. Bu 3-5 dakikalık değil, sürekli bir demokrasi, pasif değil, aktif bir demokrasi. İşçi sınıfı demokrasisini gerçekten demokratik, sürekli ve aktif kılan (böylece burjuva demokrasisinden farklı kılan) birçok unsur var. Bunlardan ilki, temsilcilerin nasıl seçildiği, işçi sınıfının temsilcileri bugün olduğu gibi şehir şehir değil, işçilerin toplu bulunduğu yerden, yani işyerinden seçilir. Temsilci işyeri toplantılarında seçildiğinde, her işçi
adayları tanımak, diğer işçilerle tartışmak şansını kazanır, demokratik sürece bilinçli olarak katılmış olur. Her işyerinden, her mahalleden seçilen temsilci o işyerinin veya o mahallenin sorunlarım yakından bilir. Kendisi de zaten profesyonel politikacı değil, işçi veya mahallelidir. Bir başka önemli unsur da, seçilen temsilcinin kendisini seçenlerin ortalama gelir düzeyinden fazla bir maaş almaması, başka ayrıcalıkları olmaması. Böylece, temsilci ille de temsilci olmayı sürdürmek kaygısına kapılmaz.
İkinci ve belki de en önemli unsur, temsilcinin gerçek anlamda temsilci olması, kendini seçenleri temsil etmesi. Bu da şöyle sağlanır: Temsilci her an seçmenlerine hesap vermek zorundadır. Örneğin, fabrika temsilcisiyse sık sık fabrikaya gelip toplu olarak temsil ettiği işçilere rapor verir, neler yaptığım anlatır. Eğer bu yaptıklarım işçiler beğenmezlerse, hemen oracıkta onun yerine başka temsilci seçmek hakkına sahiptirler. Böylece, her işçi kendi hayatını etkileyecek olan kararları sürekli tartışmak, görüşlerini bildirmek ve kararları etkilemek olanağına sahiptir. İşçi sınıfı demokrasisinin başka yönleri de var tabii. Bunları da ileride tartışacağız. Fakat en önemlisi şu: işçi sınıfının kuracağı düzen, sosyalizm, her şeyden önce demokratik bir düzendir, insanlığın bugüne kadar düşündüğü en demokratik düzendir.
Sayı: 5
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 11
İŞÇİLERİN SATIN ALMA GÜCÜ TÜKENİYOR Ferruh COŞKUN 1984’ün ilk altı ayında büyük boyutlara varan zamlar ve bunun beraberinde getirdiği yüksek enflasyon oranı, toplumun her kesiminin üzerinde durduğu temel sorun olmuştur. Bu süre içerisindeki gelişmelere baktığımızda bunun şaşırtıcı olmayacağı açık bir biçimde görülecektir. İTO’nun (İstanbul Ticaret Odası) verilerine göre mart ayında İstanbul’da mal ve hizmet fiyatlarının artış oranı %17,1’i bulmuş ve enflasyon hızı ise %8,2 ile rekor düzeye ulaşmıştı. Nisan ayında ise gıda maddelerinde fiyat artışı %9,9’a çıkmıştı. Isıtma ve aydınlatma maddeleri endeksindeki artış %2,4 kira ve ev giderlerindeki yükseliş ise %2,3’e varmıştı. Ulaştırma sektöründe uygulanan %34,4 oranındaki zam ise son üç yıl içinde en yüksek artışı oluşturmuştur. Ayrıca 1963-1984 asgari ücret ve geçinme endeksi gelişimine baktığımızda (Tablo 1) 1984 nisan ayında işçiler için saptanan asgari ücret 1963’e göre 52 misli artmıştır. Ancak 1963 yılı geçinme endeksi 100 kabul edildiğinde, bu miktar 1984 Nisan’ında 8175,5’e ulaşarak artış kat sayısı 81 misli olmuştur. Yani işçilerin durumu daha da kötüleşmiştir. Tüm bu gelişmeleri yaratan kaynağı ortaya çıkarmaya çalıştığımızda, karşımıza sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki ilişki çıkmaktadır. Bu ilişkide sermaye sınıfı, üretim araçlarına sahip, mülk sahibi sınıf, işçi sınıfı ise özgür ama işgücünü sermaye sınıfına satmaya muhtaç mülksüzler sınıfıdır. İşçinin işgücünü satmaktan başka hiçbir şeyi yoktur. Yaşamını sürdürebilmesi için kendisini patrona ‘kiralamak’ zorundadır. Bununla yapılan, aslında, belirli süre için çalışma kapasitesini patronun emrine ver-
mektir. Patron ise işçiyi çalıştırır ve işgücünü, yeteneklerini herhangi bir biçimde kullanır. Ve sonucunda işgücünün fiyatı olarak belirli bir miktar para yani ücret öder. Bu ilişkinin sonucunda patron kâr eder, işçi ise sömürülür. İşte sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki mücadele de buradan kaynaklanır. Sermaye sınıfı daha fazla sömürme ve kâr elde etme, işçi sınıfı ise daha az sömürülme, işgücünün değerim (fiyatını) koruma ve yükseltme, giderek kapitalizme son verme mücadelesi yürütür. İşçinin patrona sattığı işgücünün karşılığı olan ücret düşerse, sömürü ve buna bağlı olarak kâr yükselir, ücret artarsa kâr ve sömürü azalır. Bu nedenle, patronlar işgücünün değerini sürekli bir biçimde düşürmeye ve işçinin işgücünü değerinin üzerinde satamamasını sağlamaya çalışır. Burada üzerinde durulması gereken işgücünün karşılığı olan ücrettir. Patronların para olarak ödedikleri ücret, işgücünün gerçek değerini ifade etmez, işgücünün değeri, “işgücünü üretmek, geliştirmek, korumak ve sürdürmek için gerekli gereksinim maddelerinin değeriyle” belirlenir. “Gerçek ücreti” ve “para olarak ücreti” birbirinden ayırmak gereklidir. “Gerçek ücret” derken, para ile değil, işçilerin satın alabilecekleri mallarla ölçülebilen ücretleri anlarız. İşçilerin satın alma gücünü belirten de bu “gerçek ücret‘tir. Yukarıda belirttiğimiz gibi işçiler, ücretlerini koruma ve yükseltme mücadelesi yürütürler. İşçiler bu mücadelelerinde geçici ödünler koparsalar bile, patronlar, hemen karşı önlemler alabilmektedirler. Çünkü patronlar, işçi ücretlerinin asgari geçim düzeyinin üstüne çıkmasından ‘ ‘zarar” görürler. Bu nedenle, ücretler normal olarak
TABLO 1 1963-1984 Asgari Ücret ve Geçinme Endeksi Asgari Asgari ücret, brüt ücret, net 1963 1984(Nisan) Artış Katsayısı
360 TL 24525TL 67 misli
311 TL 16421TL 52 misli
Geçinme endeksi 100 8175,5 81 misli
işgücünün değerini geçmez, tam tersine altında kalır. Ücretlerin yükselmesi karşısında patronların en önemli silahlarından biri fiyat artışlarıdır. Böylece, işçilerin elde etmiş oldukları ücret artışları yok edilmiş olur. Parasal ücretlerin yükselişi sürekli bir biçimde fiyat artışlarının gerisinde kalır. Bunun sonucunda, patronların kârları daha da artar ve işçilerin satın alma gücü daha da düşerek, daha fazla yoksullaşırlar. Bu söylediklerimizi Türkiye genelinde somutlaştırarak, işçilerin satın alma gücünün (yani gerçek ücretlerin) nasıl düştüğünü ve fiyat artışlarıyla patronların, parasal ücretin yükselmiş olmasına rağmen gene de kârlarını arttırdıklarını görürüz. 1963 yılını temel olarak alırsak, bazı temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının artış katsayısı ve asgari ücretin artış katsayısının karşılaştırılması bu gerçeği ortaya çıkarmaktadır. 1963 yılından nisan 1984’e kadar 1 kg. ekmeğin fiyatı 96 misli, 1 kg. etin 103 misli, 1 kg. zeytinin 92 misli, 1 kg. beyaz pey-
ken, 1984 nisanında sadece 5,884 kg. ekmek alabilmektedir. 1963’te 15 günlük çalışmasıyla gecekondu bölgesinde 3 odalı bir evin kirasını ödeyebilen asgari ücret alan bir işçi, 1984 nisanında aynı evde oturabilmek için 20 gün çalışmak zorunda. Altı lastik bir çift erkek ayakkabısı için 1963 yılında 3,5 gün çalışılırken, bugün aynı ayakkabı için 8 gün çalışması gerekmektedir. İşçiler aleyhine olan tüm bu gelişmeler kapitalizmin doğal sonuçlarıdır. Buna rağmen, işçiler sermayenin saldırılarına karşı direnmekten ve yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadeleden vazgeçmemelidirler. Eğer vazgeçerlerse Marks’ın deyişiyle Her türlü kurtuluş umutlarını yitirmiş, kolu kanadı kırık bir sefiller yığını durumuna düşmüş olurlar.” Bu nedenle, işçilerin işgücünün değerini yükseltme ve satın alma gücünü arttırma mücadelesini sürdürmesi gerekir. Bu mücadelede elde edilen her kazanım, kapitalizme ve ücret sistemine son verme mücadelesine yardımcı olur ve bu mücadele için temel hazırlar.
TABLO 2 Asgari ücretli bir işçinin bazı zorunlu ihtiyaç maddeleri için çalışması gereken süre
1 Kg. Ekmek için 1 Kg. Et için 1 Kg. Zeytin için 1 Kg. B.peynir için 1 çift ayakkabı için 2 odalı ev kirası için
1963
1984
44 dakika 6 saat 18 dakika 4 saat 35 dakika 5 saat 53 dakika 30 saat 21 dakika 120 saat 11 dakika
1 saat 22 dakika 12 saat 32 dakika 8 saat 06 dakika 10 saat 16 dakika 62 saat 81 dakika 160 saat 49 dakika
nirin 91 misli, 1 çift ayakkabının 107 misli ve iki odalı bir evin kirası 70 misli artmıştır. Aynı süre içerisinde, yukarıda belirttiğimiz gibi net asgari ücret, fiyat artışlarının çok gerisinde kalmıştır. Diğer yandan, nisan 1984’te asgari ücret alan bir işçinin bazı zorunlu ihtiyaç maddeleri için çalışması gereken süreye (Tablo 2) baktığımızda satın alma gücünün neredeyse tükeneceği görülmektedir. 1963’te en düşük ücretli işçi tam gün çalışmak koşuluyla 10,800 kg ekmek alır-
Ancak, bu mücadele için iş çilerin mücadele araçlarına sahip olması gerekir. Bu araçlar olmadan fiyat artışlarına ve satın alma gücünün düşüşü ne karşı mücadele edemeyeceklerdir. Bu araçların ya ratılabilmesi için, grev, toplusözleşme ve sendikal haklar için mücadele temel görev olmaktadır. Dolayısıyla, işgücünün düşüşüne karşı mücadele; grev, toplusözleşme ve sendikal haklar için mücade le etmekten geçiyor.
KUZEY KÜRDİSTAN ve “GÜNEY ANADOLU PROJESİ” Kuzey Kürdistan’ın Türkiye ekonomisindeki yeri Türkiye hakim sınıfları açısından hayati öneme sahiptir ve bu yüzdendir ki bu topraklan elinden kaçırma korkusu ile deliye dönmekte ve Kürt ulusuna dehşet salmaya, terör saçmaya ve bu yolla her türlü devrimci demokrat hareketi ezmeye ve bağımsızlık ümidini söndürmeye çalışmaktadır. Bu dün de böyle olmuştur ve hiç şüphe yok ki, yarın da böyle olacaktır. Üstelik Türkiye burjuvazisinin Türkiye Kürdistan’ına ilişkin “büyük” projeleri vardır ve bunlar Kürt hakim sınıflarınca da büyük ölçüde destek veya en azından kabul görmektedir. Türkiye burjuvazisi içinde bulunduğu ekonomik krizin yükünü azaltmak için elinde bulundurduğu Kuzey Kürdistan potansiyelini sonuna kadar kullanmaya çalışmaktadır. “Güney Anadolu Projesi” Türkiye hakim sınıflarının bu çabalarını ifade etmektedir ve anlaşıldığına göre TC devletinin tarihinin en büyük projesidir. Bu projenin tamamlanması 30 yıl sürecek ve bittiği zaman hatta inşa sürecinde bile Kürdistan’da köklü değişikliklere yol açacaktır. Proje Kuzey Kürdistan’ın batta bir ölçüde Irak Kürdistan’ının sosyoekonomik yapısını önemli ölçüde değiştirmeye adaydır. Bu değişikliklerin yönünü tahmin etmek ve bunların politik sonuçlarını tartışmanın hayati önemi vardır. Herki yazılarımızda da konuya ilişkin yeni gelişmeleri izleyip okuyucuya aktarmaya çalışacağız. Bu yazıda bu projenin özelliklerini en genel hatları ile tartışacağız. KÜRDİSTAN
VE
TÜRKİYE
EKONOMİSİ Kürdistan’ın Türkiye ekonomisine katkısını üç temel başlık altında özetleyebiliriz. Bunlardan birincisi hammadde ve enerji kaynaklarıdır. Kürdistan’da bakır, fosfat ve asfaltit yatakları vardır. Bunlara ek olarak Anadolu topraklarında bugüne kadar ortaya çıkarılan petrol yataklarının hemen hepsi Kürdistan’ dadır ve tabii gaz kaynakları açı-
Behçet TOPRAK
sından da benzer bir durum söz konusudur. Nihayet hepsinden önemlisi hidroelektrik üretiminde bölgenin potansiyeli son derece yüksektir. Örneğin Türkiye’nin su potansiyelinin %30’u Dicle ve Fırat nehirlerindedir. Hidroelektrik enerjisi potansiyelinin %48’i ise Kürdistan’da bulunmaktadır. İkincisi Kürdistan Türkiye burjuvazisine ucuz işgücü sağlamaktadır. Kürdistanlı emekçiler özellikle inşaat ve ticari tasım işletmelerinde çalışmaktadırlar. Kürdistan’dan gelen mevsimlik işçiler Çukurova tarımında (pamuk üretiminde) büyük ekonomik öneme sahiptir. Türkiye burjuvazisi bölgedeki ucuz işgücünü ve hammadde kaynaklarını değerlendirmek üzere bölgeye doğrudan sanayi yatırımları yapmaktadır. Bölgede alkollü içki fabrikaları, zeytinyağı ve sabun fabrikaları vardır, üçüncüsü Kürdistan pazar olarak öneme sahiptir, özellikle otomotiv sanayi ve tekstil sanayi için Kürdistan’ın tüketim kapasitesi önemlidir. Bu üç noktanın yanı sıra Kürdistan turizm potansiyeli açısından dikkati çekmektedir. Bütün bu özelliklerinin yanı sıra Kürdistan’da üretici güçler oldukça yavaş gelişmektedir. Bu olgu yakın zamana kadar TC burjuvazisinin çıkarma işlemekte iken, giderek sorunlarla karşılaşan Türkiye kaynaklı sermayenin genişlemesinin önüne engeller dikmekte ve Kürdistan pazarı bugün TC sermayesinin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde gelişmemektedir. Yine üretici güçlerin düzeyine bağlı olarak bölgedeki düşük emek verimliliği ve artı değer üretimi TC sermayesinin değerlenme ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Ayrıca TC burjuvazisi Kürdistan’ın ihracat potansiyelinin
(tarım ve hayvancılık alanında) farkındadır ve bunun kendi döviz ihtiyacına nasıl çare bulabileceğini görmektedir. “GÜNEY ANADOLU PROJESİ” VE KÜRDİSTAN Güney Anadolu projesinin kökleri 1930’lara kadar gitmektedir. 1936’da ilk olarak Fırat nehrinin Keban boğazına döktüğü suyun akım hızını ölçme çalışmaları başlamış ve sonunda da bunu takip eden gelişmeler 1974 yılında Keban Barajı’nın faaliyete geçmesi ile noktalanmıştır. Keban bugün Anadolu topraklarının en büyük baraj gölüne ve elektrik potansiyeline sahiptir. Bugünkü durumu itibariyle “Güney Anadolu Projesi” 13 alt projeden oluşmaktadır. Bu 13 alt proje ise Atatürk barajı. Aşağı Fırat Sulama Projesi ve Güney Anadolu Projesi olarak sınıflandırılmaktadırlar. “Güney Anadolu Projesi” Gaziantep, Adıyaman, Urfa, Diyarbakır, Mardin ve Siirt illerini kapsamına almaktadır. Proje tamamlandığı zaman 1.800.000 hektarlık alam sulamalı tarıma açacaktır. Bu bağlamda Harran ve Ceylanpınar Ovaları sulanacaktır. Projenin birinci adımı Atatürk Barajı 1.8 milyar KwH elektrik üretecektir ve proje tümü ile değerlendirildiğinde TC ekonomisine katkısı 22 milyar KwH enerjiyi bulmaktadır. Bu rakam 1980 yılının toplam termik ve hidroelektrik enerjisine eşittir. Yapılacak sulamanın sonucu Projenin tek başına yaratacağı üretim artışı bugünkü üretimin tümünden fazla olacaktır, örneğin, Projenin etkisi ile bölgedeki pamuk üretimi, Türkiye ve Kürdistan’daki bu-
günkü toplam üretiminin %20 fazlasına ulaşacaktır, bu pirinçte %110, yoncada %1Q0 dür. Yoncanın önemi bilhassa büyüktür, zira bölgenin hayvancılık ürünlerini arttıracaktır. Projenin toplam katkısı 200 milyar TL olarak hesaplanmaktadır. Açıktır ki, bu tahminler gerçekleştiği takdirde Kürdistan’ın Sosyo-ekonomik yapısı önemli değişikliklere uğrayacaktır. Bilindiği gibi dört parçadan oluşan Kürdistan’ın her parçasının gelişmişlik düzeyi birbirinden farklıdır ve bunlar arasında Türkiye Kürdistan’ı-Kuzey Kürdistan- en gelişmiş olanıdır. Projenin etkileri bu farklılaşmayı büyütecektir. Bu farklılaşmanın ifadeleri olarak ortaya çıkan politik ve kültürel farklar olumlu olduğu kadar sorunları da beraberlerinde getireceklerdir, örneğin, Kuzey Kürdistan’da prekapitalist ilişkiler zaten halâ hızla çözülmektedir. Yarın bunların diğer parçalara kıyasla önemini kaybetmesi ve emek sermaye çelişkisinin ön plana çıkması ittifaklar açısından önemli sorunları da beraberinde getirecektir. Ayrıca Fırat ve Dicle’nin sularının Kuzey Kürdistan’da kullanılması ve Irak Kürdistanı’na daha az su gitmesi halinde Irak Kürtlerinin sıkıntılarının büyüyeceği de bir gerçektir. Böylece Kuzeyde üretici güçlerin güneydekilerin duraklaması pahasına geliştiği bir durum ortaya çıkabilecektir. Bu gelişmelerin bir sonucu da Kürdistan’ın kuzeyinin TC ile ekonomik ve politik bütünleşmesinin artması olacaktır. Projenin etkileri Kürt hâkim sınıflarınca kabul görecek hatta zaman zaman memnunlukla karşılanacaktır, böylece Türk ve Kürt hakim sınıfları arasındaki ittifak, TC burjuvazisinin egemenliğinin gittikçe pekişmesi temelinde güçlenecektir. Buna karşılık üretici güçlerin gelişmesi beraberinde proletaryanın da gelişmesini getirecek ve tarihin paradoksunu bir kere daha vurgulayacaktır: Burjuvazi kendi çıkarları peşinde koşarken ister istemez kendi mezar kazıcılarını da geliştirmektedir.