KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR EYLÜL 1984 SAYI: 6
12 EYLÜL ve 24 OCAK 12 Eylül, 15 yıldır gittikçe derinleşerek sürmekte olan büyük ekonomik kriz boyunca, tekelci burjuvazinin. CHP’ den MC’lere kadar her şeyi denedikten sonra, 24 Ocak Tedbirleri’ni uygulamak için, başta işçi sınıfı olarak tüm halka kılıç çekip açık saldırıya geçmesinin ifadesidir.
24 Ocak Tedbirleri’nin en önemli özelliği şudur: Tekelci burjuvazi ekonomik krizin etkisi ile tüm ittifaklarını ve orta sınıf desteğini gözden çıkarıp, 15 yıldır uygulamakta olduğu ekonomik politikalarını kökten değiştirmeye kalkmıştır; IMF’de somutlaşan uluslararası finans kapitalin desteğine sığınıp açıkça bir hegemonya krizini göze almıştır. Muhalefet odaklarının ortadan kaldırılması ve açık terörün yarattığı yılgınlık ortamı, AP’nin ekonomik koordinatörü ve şimdi Cunta’nın akıl hocası Turgut Özal’ın “sakin kafa” ile 24 Ocak Tedbirleri’ni hayata geçirmesi için gerekli ortamı sağlıyordu. Tekelci burjuvazi böylece toplumdaki diğer sınıflar karşısında açık diktatörlüğü tartışmasız bir şekilde koruyor ve hemen arkasından bunun kalıcı olmasını sağlayacak kuralları bir anayasa şeklinde hazırlatmaya başlıyordu. 12 eylülü tekelci burjuvazinin sadece askeri-politik saldırısının değil, aynı zamanda ve geniş ölçüde ideolojik saldırısının da ifadesi oldu. Yeni ekonomik strateji ve yeni devlet biçimi doğal olarak yeni ideolojik biçimleri gerekli kılıyordu. Pek doğaldır ki, yeni ideolojik biçimler kolay kolay ve birileri istedi diye gelişip egemen olamazlar. Bunun için büyük ölçüde propaganda faaliyeti gereklidir. Bugün, tekelci burjuvazinin propagandası esas olarak zorunluluk ve alternatif sizlik üzerine kurulmuştur. Eski siyasal partiler beceriksizliklerini, eski anayasa yetersizliğini ve eski devlet aygıtı artık işlemediğini kanıtlamıştır, bunların değiştirilmesi zorunludur. Ekonominin düzenlenmesi için 24 Ocak Tedbirlerinden başka alternatif yoktur, tüm dünya da zaten bu yolu izlemektedir. Özal’a göre bu
Behçet TOPRAK
tedbirler o kadar alternatifsizdir ki, Türkiye’deki Marksistler kafa kafaya vermişler bir alternatif bulamamışlardır. Gerçekten birçok kendine solcu diyen aydın, ekonomist alternatif aramışlar ama tekelci burjuvaziden hiç itibar görmemişler, böylece duvarlara konuşup ve sadece kendileri dinler olmuşlardır. Türkiye sınıflı bir toplumdur, o yüzden bu alternatif meselesi sınıf temeline, yani neye ve kimin için alternatif şeklinde sorulup, tartışılmazsa hemen kör dövüşüne dönmeye mahkumdur ve nitekim de öyle olmuştur. Bu bağlamda 24 Ocak Tedbirleri’nin alternatifi yoktur ama 24 Ocak Tedbirleri’nin alternatifi vardır. Önce alternatif yoktur kısmını ele alalım. Esas olarak cevap aranan sorun şudur: Ekonomiyi kurtarmak ve hüküm süren krizi çözmek için ne yapmalı? Önce bu soruyu daha da somutlaştıranın. Ekonomi kapitalist bir ekonomidir ve kriz sermaye birikimi krizidir. Böylece yukarıdaki soru şöyle bir görünüm kazanıyor: Kapitalist ekonomiyi kurtarmak ve Türkiye kapitalizminin sermaye birikimi krizini çözmek için ne yapmalı? Türkiye kapitalizminin sermaye birikim sürecinin belirleyici öğesi tekelci sermayedir, Tüm modern üretim birimleri bu sermayenin mülkiyetindedir; en modern, en stratejik sanayi dalları —elektronik, elektrik aletleri, kimya, otomotiv, makina imalat, lastik, plastik— bu sermayenin mutlak kontrölündedir; ve nihayet Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile ilişkisinin merkezinde bu sermaye kesimi yatmaktadır. Buradan çıkacak sonuç şudur: Türkiye kapitalizminin sorunlarının çözülmesi tekelci kapitalizmin sorunlarının çözülmesinden geçmektedir. Alternatif arama çabaları bunu göz önüne almamazlık edemez. Bir diğer nokta da şu: Kriz kapitalizmin çelişkilerinin alabildiğine keskinleştici bir andır, dolayısıyla emek
ile sermaye arasında bir uzlaşma aramak her zamankinden daha boş bir çabadır. Çünkü sermaye birikiminin krizinin çözülebilmesi için sermayenin örgütlenme biçiminin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu ise uzun vaadeli bir iştir ve ülke ekonomisini dünya ekonomisindeki yerinde de bir değişikliği içerir. Bu ise açıktır ki, uzun vaadede çözülebilecek bir sorundur. Halbuki sermaye ve Türkiye özelinde tekelci sermaye ne yapıp yapıp kısa dönemde durumunu güçlendirmeli uzun vadede yapılanmasına zemin hazırlamalıdır. Bunun için kâr oranlarında nispi bir rahatlama gereklidir. Üretkenliği ve sömürü oranlarını arttırmak için gerekli üretim tekniklerinin bulunup uygulanmasının uzun vade sorunu olduğunu göz önüne alırsak, tekelci sermaye açısından bir an evvel yapılması gereken şey işçi ücretlerinin değerinin altına düşürülmesidir. Bir istikrar politikası önce bunu hedef almalıdır ve 24 Ocak Tedbirleri bu anlamda alternatifsizdir. Hem krizi çözmek hem de işçi sınıfının bundan zarar görmesini önlemeyi ummak iflah olmaz romantikliktir. Bu yüzden sözde solcu aydınların alternatif politikalarına ne tekelci burjuvazi ne de başkaları itibar etmemektedir. Bizce bu aydınlara verilmesi gereken en önemli tavsiye şudur: kapitalizmi tekelci burjuvazi adına yönetme sevdalarından ve tereciye tere satmaktan vazgeçmelidirler. Ürettikleri saçmalıklar tekelci burjuvazinin propaganda faaliyetine hizmet etmekten öteye gitmemektedir. Şimdi ileri sürdüğümüz önermenin ikinci yanına gelelim. 24 Ocak Tedbirleri’nin alternatifi vardır. Bugün yaşamakta olduğumuz ekonomik sıkıntıların, yoksulluğun, işsizliğin tek sorumlusu kapitalizmdir. Krizin yükü doğal olarak işçi sınıfının sırtına yüklenmektedir. Demek ki hastalığı tedavi etmek için hastalığa sebep olan mikrobu
temizlemek gerekmektedir. Kapitalizmin temelinde üretim araçlarının özel mülkiyeti ve işçilerin iş güçlerini üretim araçlarının sahibi olan kapitalistlere satması yatmaktadır. Kapitalistler ise üretim araçlarının sahipleri oldukları kadar siyasi yönetim araçlarının da sahibidirler ve siyasal iktidarı ellerinde tutmaktadırlar. Kendi politikalarına itiraz eden herkesi 12 eylül örneğinde olduğu gibi her türlü teröre başvurup sindirme yöntemini benimsemişlerdir. Demek ki, üretim araçlarının kapitalistlerin elinden alınması ve üretimi bizzat yapanların ortak mülkiyetine verilmesi gerekmektedir. İşçiler ürettikleri ürün ve artı değeri kendi ihtiyaçları için kendi talepleri doğrultusunda bölüşmelidirler. Bunun yerine getirilmesi için ise her şeyden önce politik iktidarın ele geçirilmesi gerekmektedir. Ancak ve ancak işçi sınıfı politik iktidarı ele geçirip kapitalizmin kökünü kazımaya başlarsa hastalıktan da kurtulmaya başlarız. Evet 24 Ocak Tedbirleri’nin alternatifi vardır ve bu, kapitalizmden kurtulmaktan başka bir şey değildir. Bunu çok soyut ve uzun vadeli bulanlara şunu söylemek gerekmektedir: Bu yolda faaliyet göstermeye başladıkları takdirde önlerine çıkacak sorunlar o kadar zengin ve çok yönlüdür ki, kısa zamanda bu faaliyetin tek somut ve geçerli faaliyet olduğunu anlayacaklardır. Krize gelince, burjuva politikalarına direnmek doğal olarak krizi derinleştirecektir, fakat işçi sınıfının bundan kaybedecek hiçbir şeyi yoktur, hatta kazanabileceği binlerce önceden görülemeyen olanak ve siyasi, ekonomik manevra olanağı söz konusudur. Krizin derinleşmesi kapitalizmin kendini üretme koşullarının gittikçe azalması demektir. Bu bağlamda burjuvaziden daha şiddetli saldırılar beklenmelidir. Madalyonun öbür yüzü ise, bu muhtemel saldırılara karşı işçi sınıfı içinde, bu sınıfın kendini örgütlemesi temelinde hazırlık yapmaktır. Unutmayalım ki, tarih işçi sınıfından yanadır. Kapitalizm ise artık tarihin akışına direnmekte olan eskimiş bir sosyal üretim biçiminden başka bir şey değildir!
Sayfa: 2
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
SOSYALİST İŞÇİDEN ÖĞRENMEYE ÖVGÜ En kolayından başla öğrenmeye, ‘Zamanı mı şimdi?’,’Vakit geçti’ deme! Öğren ABC’yi. Yeterli değil bu, ama öğren onu! Başla öğrenmeye sabırla! Sen her şeyi bilmelisin. Yönetimi sen ele almalısın.
Sen sefaletteki adam, öğren! Sen hapisteki adam, öğren! Sen mutfaktaki kadın, öğren! Sen altmış yaşındaki, öğret! Yönetimi sen ele almaksın.
Utanma, sor, yoldaş! Bırakma başkalarının sana anlatmasını! Git kendin öğren! Eğer sen kendin öğrenmediysen bir şeyi. Onu iyi bilmiyorsun demektir.
Siz evsiz barksızlar, okula gidin! Siz soğuktan titreyenler, Bilimle donanın! Siz açlar, alın kitabı elinize! Silahtır o! Yönetimi sen ele almalısın.
Hesaplan kontrol et, Onu sen ödeyeceksin. Parmağını, Hesaptaki bütün kalemlerin üstüne koy, Ve sor: Nereden çıktı bu? Yönetimi sen ele almalısın. BERTOLT BRECHT
sendikal birlik nedir? Burjuvazinin olağanüstü bir biçimde tahkim ettiği yasalar ve önlemler çerçevesinde, dört yıllık bir aradan sonra sendikal faaliyet tekrar başladı. Konuya ilişkin olarak, bu yazıda, esas yapılması gerekenin ileri işçilerin ve sosyalistlerin yapması gerekenler üzerinde duracağım. Geçmişten ders alanlar yeni dönemde’ sendikal örgütlenmeyi, sendikacılığı meslek edinmiş bir avuç profesyonel sendikacıya ve işçi aristokratına bırakmamalıdırlar. Aksine, yaşanan koşullarda çok zor ve sınırlı olsa da mevcut potansiyeller zorlanarak, bu çalışmalara devrimci müdahalede bulunulmalıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, yaşanan sürece işçi sınıfının kendi müdahalesi olmadan sağlıklı bir sendikal örgütlenme olamaz. Bugün işçi sınıfı artık ne 1952lerin, ne de 1960’lann, “ne de 1967’lerin işçi sınıfı değildir. Bu bağlamda da, ne burjuvazinin icazetine ihtiyacı vardır ne de mesleği sendikacılık olan bir avuç reformist-bürokratın sendikal önderliğine... Çünkü işçi sınıfı deneyim ve yetenekleri ile kendi sendikal örgütlenmesini ‘icazet’e gerek duymayacak, reformist-bürokratların eline bırakmayacak güçtedir. İşçileri bu konuda aydınlatmaya sınıf bilinçli işçiler nitelikçe muktedirdir. Kaldı ki, devrimci güçlerin de sınıf ilişkileri desteği ile bu yoldaki zorluklar da yenilecektir. Dört yıl önce işçi sınıfının en ileri kesimini bünyesinde barındıran DİSK’e bağlı sendikaların bazı yöneticilerinin Türk-İş’e bağlı sendikalara katılınması için çağrılar yaptıklarına şahit olmaktayız. Bu çağrıların altında, geçmişteki lanetli anlayışın belirleyicisi olan tutum yatmaktadır. Daha ilerideki
M. ŞAHİN bir dönemde, sosyal demokratların gölgesine sığınarak, tepeden sendikaları ele geçirme beklentisi içindedirler. Bunlar işçileri koyun sürüsü olarak görmeye alışıktırlar. Ama şuna kesinlikle inanmaktayım ki, bu dört yıllık kahrolası dönemi yaşayan işçiler, güçlü sınıfsal içgüdüleriyle kendileri için en iyi olan yolu seçeceklerdir. Bunun için, devrimciler giderek önem kazanan mevcut gelişme içinde, mey dam sendikacılığı meslek edinmişlere bırakmadan, bir yandan işçiler arasında sosyalizmin propagandasını yaparken bir yandan da sendikalarda işçilerin yönetici olması için çabalamalıdırlar. Bu iki faaliyeti birbirini tamamlayan birbirinin garantisi olan faaliyetler olarak görüyorum. Sendikal mücadele ile siyasal mücadele aynı mücadelenin parçalandır. Bu anlamda, devrimcilere düşen görev, tepeden sendikalar kurup, tepeden sendikalar ele geçirmek değildir. Aksine, işçilerin kendilerinin sendikalarını oluşturmalarına ‘yardımcı’ olmaktır. Ancak böylelikledir ki, reformist anlayışlardan, uzlaşmacılıktan uzak devrimci sendikal örgütlenmeler kurulabilir, oluşturulabilir... Bunun içindir ki, bugün doğru devrimci sendikal anlayış, işçi sınıfına Türk-İş ya da bağımsız sendikalara katılmaları için davetiye çıkarmak değildir. Eski sendikacıların yeni sendikalar kurdurtması ise hiç değildir. Çünkü bu sınıfa bakış, sınıfa güven meselesidir. Burada, Türk-İş’te ya da bağımsız sendikalarda çalışılmaz diye bir şey söylemiyorum. Kaldı ki; böyle bir şey söyleyebilmenin olanaklarının olduğu inancında da değilim. Ancak, böylesine çalışmalar söz konusu sendikaların tavanında
değil, tabanında mümkündür. Bunun için ise, önce sendikaların tepeden ele geçirilmesi anlayışının reddedilmesi ve işçiler arasında sergilenmesi gerekir. Bugün Türk-İş içinde çalışarak onu ele geçirmeyi hesaplayanların unuttuğu bir şey var: Türk-İş yöneticileri böyle hesapları yapanları ceplerinden çıkaracak kadar bu işi iyi bilirler. Tereciye tere satılmaz. Türk-İş içinde örgütlenme ancak tabanda güç kazanmakla ve sınıf sendikacılığının ilkelerim yaymakla mümkündür. Bilindiği gibi, Türk-İş düzenle hiçbir zaman çelişkiye düşmemiş, daima düzenin yanında ve koruyucusu olmuş bunu gelenek haline getirmiş bir sendikal yapıya sahiptir. Ve yöneticileri de bu yapıyı ustalıkla sürdüren yılların deneyimli’ sendikacılarıdırlar. Zaten o bu yapısı nedeniyle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra cuntayı destekleyen, ona gönüllü olarak omuz veren tek çalışan kuruluşu olmuştur. Sendikal hakların yok edilmesinde, Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide’nin bakan olarak imzası vardır. Bunlar açıklanmadan ve işçileri uyarmadan sendikal “birlik” adına Türkİş’e davetiye çıkarılamaz. Böyle davranmak bir yandan işçi sınıfının sendikal mücadelesinin Türkİş patronları elinde çürümesine göz yummak, diğer yandan sosyalist görevlerimize sırt çevirmek demektir. Ben inanıyorum ki, işçi sınıfı sendikal mücadelede ve siyasal mücadelede birbirine paralel adımlar atabildiğinde ancak gerçek sendikalarını yaratabilecektir. Bundan dolayı, sendikal plandaki acil sorun, devrimci, sınıf bilinçli işçilerin öne atılmaları ve bir yandan da siyasal birliklerini sağlamalarıdır.
Kuşkusuz, sendikalar sadece ileri işçileri kapsamazlar, her eğilimden bütün işçileri kapsarlar. Burada önemli olan, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi veren sendikaların önderliğine sınıf bilinçli ve ileri işçilerin gelmesi ve geniş işçi kitlelerini demokrasi ve sosyalizm mücadelesine çekebilmeleridir. Sınıfın siyasal eylemliliğinin ve bilincinin artmasında önemli bir zemin olan sendikal birliğin sağlanması böyle bir anlayışla mümkündür. Yoksa Türk-İş’e üye olmakla sağlandığı sanılan, şekilsiz sendikal birliklerle değil. Uluslararası devrimci sendikacılığın dersleri de bize, başka ülkelerdeki devrimcilerin, sendikal birliği hiçbir zaman bir aritmetik toplam olarak görmediklerini gösteriyor. Siyasal koşulların karmaşık ve zor olduğu Türkiye’de de daha uzun bir süre farklı sendikal yapılar var olmaya devam edecektir. Türkİş’in ve bağımsız sendikaların tabanındaki çalışmalar ilerledikçe işçilerin gerçek sendikal birliği süreç içinde ortaya çıkacaktır. Bunun için mevcut sendikaların tabanında çalışılmalıdır. Ancak bu çalışma, çözüm sadece bir sendikal örgüt bulmakmış gibi bu sendikaların kuyruğuna takılmak veya faaliyeti bu sendikaların faaliyetleriyle sınırlamak hatalarına düşmemelidir. Bilindiği gibi bu anlayışlar hep işçi sınıfına dışarıdan empoze edilegeldi. Devrimcilere düşen görev bu hataların önüne dikilmektir. Proletarya, sınıf bilinçli işçilerin önderliğinde kendi sendikalarını kuracaktır. Bu yoldaki çabalarda eski lanetli sendikal anlayışlar yaşam bulmamalıdır. Eski bürokratik gelenekler ve ayrıcalıklı yaşam tarzı, yöneten ve yönetilenler arasındaki farklar gibi olumsuzluklar aşılmalıdır.Yeni sendika yönetimleri işçilerin organik bir parçası olmalı, onlar gibi yaşamalı, onlara hesap vermelidir.
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 3
GÖREVLERİMİZ ZOR Çalıştığımız fabrika da 24 ocak 1980’den beri süregelen ve oligarşiyi içine düştüğü krizden kurtarmayı amaçlayan ekonomik politikalardan nasibini aldı. İmalat sanayisinde 7—8 yıllık geçmiş olan ve yaklaşık 200 işçinin çalıştığı fabrikada 4 aydan buyana üretim yapılmıyor. İki aydır işçiler “ücretli (ücretlerini almadan) izin yapıyor. İşçi devrinin çok hızlı olduğu fabrikada, yalnızca 20 civarında işçi 2 yıldan uzun bir süredir çalışıyor. Geri kalan bölümü 1 yıllık ya da daha kısa süreli işçiler. Bu durum bir yandan ücretlerin düşük olmasını öte yandan işçiler arasında örgütsüzlüğü ve dağınıklığı beraberinde getiriyor. Aslında ücret düzeyi ve çalışma koşullarının yetersizliği bu durumun (hızlı işçi devrinin) hem nedeni hem de sonucu olmakta. Buna karşın geçtiğimiz yılsonlarında, işyerindeki işçiler olarak ilk kez bir sendikada örgütlendik. Bu durum, hem işyeri için hem de çoğunun göbeği hâlâ büyük oranda kırsal kesime bağlı olan işçilerin büyük bir kesimi için, ilk sendikacılık deneyimiydi. Türk-İş’e bağlı sendikada örgütlenmemiz sı-
rasında, örgütlenmenin başını çeken işçilerden biri işten çıkarıldı. Bu durumda sendika ve işçilerin büyük çoğunluğu —birkaç ileri işçi dışında— tepkisiz kaldı. Sendika, işçileri kayıt ettikten sonra, işyeri ve işçilerle ilgilenmedi. Biz, birkaç ileri işçi, aramızda bir ekip oluşturarak, ilgili sendika ve Türkİş yöneticilerine, işyeri ve işçilere sahip çıkmaları doğrultusunda baskı yapmamıza karşılık onlar, “işkolu düzeyinde yetki prosedürünün tamamlanmadığını” söyleyerek, bize “sabır” tavsiye ettiler. Doğal olarak bu durum işçiler arasında, sendikalaşmaya karşı kuşkuların doğmasına yol açıyordu. Buna karşı, biz, ileri işçiler bir yandan Türk-İş’i teşhir ederken öte yandan her şeye karşın, örgütlülüğün, sendikalaşmanın yarar ve önemini vurguluyorduk. İşte bu sırada üretim durma noktasına geldi. İşçi ücretlerinin ödenmesi aksamaya başladı. Bu durum işçilerde işyerinin kapanması, dolayısıyla da, işsiz kalma kaygısını diğer her türlü talep ve kaygının önüne geçirdi. Bu aşamada, artık, finansman sıkıntısına düşen patro-
nun, bu sıkıntısını gidermek için yürüttüğü çabalar, işçiler için birinci derecede önem arz eden haber olma özelliğini taşıyordu. İki ay önce işçiler, daha önce zamlı olarak Ödeneceği vaadedilen son iki aylık maaş alacakları olduğu halde, ücretli izine çıkarıldılar. Bu ücretli izin döneminin içinde, işçiler, alacaklarının ödeneceği söylenerek fabrikaya çağrıldılar. Ancak fabrikaya varınca, patron alacaklarının sadece bir bölümünün ödeneceğini işçilere açıkladı. Bu açıklama işçiler arasında büyük bir tepki yarattı. İşçilerin büyük bir çoğunluğunun eğilim ve isteği üzerine, biz, birkaç ileri işçi, işverenle görüşerek, alacağımızın tamamının ödenmesini, aksi halde hiçbir işçinin verilecek parayı almayacağını belirttik. İşverenin olumsuz cevabı üzerine bir grup işçi, parayı almadan, fabrikayı terk etti. Ancak geriye kalan kısmı, daha önce toplu olarak alınan karara rağmen, verilen parayı almak için sıraya girdiler ve parayı aldılar. Bu durum işçiler arasında birliğin bozulmasına ve, doğal olarak, güvensizliğe yol açtı. Bir gün önce, parayı almadan fabrikayı
terk eden işçiler, paralarını almaya gittiklerinde, patronun, biz birkaç ileri işçinin kendilerini direnişe kışkırttığını belirten bir yazıyı imzalamaları doğrultusunda baskıyla karşılaştılar. Ancak, işçiler buna topluca karşı çıkarak, söz konusu yazıyı imzalamadılar. Bunan üzerine patron geri adım atmak zorunda kaldı. Yaşadığımız son 5-6 aylık süreç bize gösteriyor ki, mevcut ekonomik kriz bir yandan işçilerin en doğal hakları (çalışma, ücret, kıdem tazminatı hakkı) için mücadele etmeleri potansiyelini içinde taşımasına karşın, öte yandan işsizlik korkusu, zaten yetersiz olan ücretlerini dahi alamamanın yarattığı olağanüstü elverişsiz yaşam koşulları onları tutuculaştırmakta. En azından, daha geri hedefler için enerjisini harcamasına neden olmaktadır. Bu, mevcut ekonomik ve siyasi durumun işçi hareketi üzerindeki iki zıt yönlü etkisini ifade etmektedir ki, hangi yönün ağır basacağını ülkenin siyasi koşulları ve işçilerin sınıf bilinçliliğinin düzeyi belirleyecektir. BİR İŞÇİ
TÜRK METAL - MESS SÖZLEŞMESİ Sendikalar Yasası’nın yürürlüğe girmesi ve 28 işkolunda %10 barajını aşan 36 sendikanın yetki almasıyla toplu sözleşmeler dönemi başladı. İş-kollarının yarısında grevlerin yasak olduğu, geri kalanında ise hükümetin grev erteleme yetkisinin bulunduğu bir yasa çerçevesinde yapılıyor sözleşmeler. Yetki alan sendikaların çoğu ise, son dört yılda işçilerin bütün kazanılmış haklarını elinden alan siyasal iktidarla uzlaşmış olan Türk-İş’e bağlı sendikalar. Bu sendikaların ezici çoğunluğunun Türk-İş’e bağlı olması olan bitenlerin farkında olan işçileri elbette şaşırtmadı. Nerede bulacak kapitalistler ve onların hükümeti Türk-İş gibi bir sendikal konfederasyonu! Özel sektörde ilk önemli toplu is sözleşmesi görüşmeleri TEKSİF ile TTSİŞ (Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası) ve MESS ile
Türk-Metal arasında başladı. Türk Metal 140 işyerindeki 50 bin işçiyi, TEKSİF ise 191 işyerindeki 81.000 işçiyi temsil ediyor. Türk Metal ve MESS 14 ağustosta anlaşmaya varamadıklarını açıklayarak “uyuşmazlık zaptı” imzaladılar. Ancak, arabulucu tayin edilmesi sürecinde tekrar görüşmelere devam eden taraflar 3 gün sonra anlaştıklarını açıkladılar. Açıklanan anlaşmanın en kötü tarafı, lanetli YHK’nın başlattığı bir kuralı devam ettirmesi. Bu kurala göre, işçiler yaptıkları işe göre ücret gruplarına ayrılıyorlar ve farklı ücretler alıyorlar. Yeni sözleşmede işçiler 9 gruba ayrılmış. En düşük ücretleri ilk 5 gruba girenler alıyor. Bu gruba giren işçiler, sözleşmenin kapsayacağı 50 bin işçinin %72,5’ğunu oluşturuyorlar. Daha yüksek ücret alan son 4 gruba girenler ise, bütün işçilerin
sadece %27,5’ğunu oluşturuyorlar. Birinci yıl için alınan %60’lık zam üzerinden hesaplandığında %72,5 ile çoğunluğu oluşturan işçilerin ortalama saat ücreti 143—TL, %27,5 ile azınlığı oluşturan işçilerin ortalama saat ücreti 240,—TL olacak. Neredeyse iki misli! 143,—TL saat ücreti alanların aylık ücreti yaklaşık 27.000, TL, 240,—TL saat ücreti alanların 46.000—TL olacak. Son 4 yılda yıllık enflasyon oranının %60 olduğu Türkiye’de bu ücretlerle yaşanmaz, sadece açlıktan ölmemeye yeter bu ücretler. Araştırmalar, 4 nüfuslu bir ailenin aylık giderlerinin 100.000—TL’den az olmaması gerektiğini saptıyor. Türk Metal ise 50 bin işçinin 35 bini için 27.000,— TL,15 bini için ise 46.000,— TL ile yetiniyor. Yaşam koşulları 46.000,—TL ile de asgari seviyede bile tutulamaz.
Ama ilk gruba giren işçilerin ücretinden neredeyse 20.000—TL fazla. Böylece işveren ikinci kazancını da elde etmiş oluyor: İşçiler arasına nifak sokmak. Birlikte davranmalarını engellemek. 46.000—TL alanlar 27.000 — TL alanlara bakıp, “Beterin de beteri vardır”, deyip susacaklar. 27.000—TL alanlar ise itiraz ettiklerinde karşılarında 46.000,—TL alanları bulacaklar. Türk-İş’in kuruluş yıldönümünde “... işçi arkadaşlarımın aleyhine olan hiçbir koşulu kabul etmemiz mümkün değildir”, diyen Şevket Yılmaz, belli ki, 27.000—TL aylık ücreti “ işçi arkadaşlarının” aleyhine bulmuyor. Eğer işçiler seslerini çıkarmadan bu oyunlara katlanırlarsa yoksulluk, sefalet ve kafalarına indirilen darbeler bitmeyecek. L.K.
Sayfa: 4
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
KIDEM TAZMİNATINA NE OLUYOR işçilerin son dört yıl içinde yok edilen, 1963-80 arasındaki kazanmalarına bir yenisi daha eklendi: Kıdem tazminatı. Kıdem tazminatı işçiler için iki yanı olan bir hakti. Birincisi, işten çıkarılma veya emekli olma durumunda elde edilen para olarak, parasal güvence yanı. İkincisi ise, kıdem tazminatının işveren tarafından ödeniyor olması, işçilere bir çeşit iş güvencesi sağlıyordu. Kıdem tazminatının miktarı 196380 arasındaki yıllarda toplu iş sözleşmesi ile saptanıyordu. Her çalışma yılma tekabül edecek tazminat, ücret ile belli sayıda işgününün çarpılmasıyla bulunuyordu. Herhangi bir ön tavan tespit edilmediği için, sendikaların sınıfın çıkarlarını savunmadaki kararlılıklarına bağlı idi. Hemen bütün ileri kapitalist ülkelerde işçilerin vazgeçilmez hakkı olan işsizlik parası hakkı Türkiye’de yoktur. Ve hunun için sendikalar tarafından şimdiye kadar kararlı bir mücadele sürdürülmemiş, talep olarak bile ileri’ sürülmemiştir. Hal böyleyken devlet ve kapitalistler şimdi de gözlerini kıdem tazminatına diktiler. Hükümet bu
yılbaşında çıkardığı bir kararname ile kıdem tazminatının yıllık miktarının en yüksek devlet memurunun bir aylık maaşını geçemeyeceğini tespit etti. Böylece bir tavan konulmuş oldu ve toplu iş sözleşmesi sırasında, serbest pazarlıkla saptanmasının önüne set çekilmiş oldu. En yüksek devlet memuru maaşı 82.000TL olduğuna göre demek ki, 30 yıldır çalışan bir işçi emekli olduğunda en fazla yaklaşık 2,5 milyon kıdem tazminatı alacak. Gazeteler, “1954’ten beri aktif sendikacılık yapan” yani 30 yıldır işçi parası yiyen Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz’ın ikinci defa evlenen oğlunun düğünü için 2,5 milyon harcadığını yazıyorlardı. Sendika başkanı oğlunun 3-5 saatlik düğünü için 2,5 milyon harcarken 30 yıllık işçi en fazla 2,5 milyon kıdem tazminatı alabiliyor! Ama devletin ve kapitalistlerin, Türk-İş’i de yanlarına alarak, işçilerden istedikleri “fedakârlıklar” bu kadarla bitmiyor. Geçenlerde, Çalışma Bakanlığının hazırladığı, kıdem tazminatı fonu yasa tasarısını görüşmek için Çalışma Meclisi toplandı. Hükümet, işveren, işçi ve üniversite temsilcilerinden oluşuyor bu sözüm ona “Çalışma Meclisi”; Hemen anlaşı-
lacağı gibi, kamu işyerlerinde çalışan işçilerin patronu hükümet, devleti ve kapitalistleri kıdem tazminatı belasından” kurtarmak için fon kurmak istiyor. İşten atılan ve emekli olan işçi ile işveren yüz yüze kalmayacak, işçi fona havale edilecek. Böylece kıdem tazminatının, işçinin işten atılmasını zorlaştırıcı yanı, iş güvencesi yanı ortadan kaldırılıyor. İşveren dilediği işçiyi, toplu para olarak tazminat vermek zorunda kalmadan işten atabilecek. “Kim demiş işçi ücreti az diye, benim ücretim de bana yetmiyor!” deyip, utanmazca ve pervasızca işçi düşmanı yüzünü bir kez daha sergileyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Başkanı Halit Narin, özel sektörün diğer isteklerini şöyle sıraladı: İşverenin fona ödeyeceği prim, brüt ücret üzerinden değil, çıplak ücret üzerinden kesilmeli. Fon işverenlere kredi vermeli. Çalışma Bakanlığı’nın istekleri arasında ise kıdem tazminatının taksitle ödenmesi ve her işten çıkma ya da çıkarılma durumunda kıdem tazminatı verilmemesi var. Demek ki, bu tasarı yasalaşırsa, işçinin kıdem tazminatı alacağı durumlar (emeklilik hariç) kısıtlanacak, örneğin, işçi iş Yasası’nın işçi düşmanı 17. Maddesi
yüzünden işten atılırsa, belki de tazminat alamayacak. Ayrıca, tazminatını bir kere de toplu olarak değil taksitle alacak. İşçilerden kesilen paralarla oluşturulacak fon işverene kredi olarak verilecek, daha fazla işçiyi daha çok sömürmesi için. Türk-İş temsilcileri (her zaman olduğu gibi) önce sert bir bildiri yayınlayıp durumu kınadılar. Fakat Meclis çalışmasını tamamladığında yaptıkları açıklamada, “Hükümet temsilcileri kazanılmış haklardan geri dönülmeyeceğine söz verdiler”, dediler. Türk-İş, eğer sınıf bilinçli ve öncü işçileri, hükümetin işçilerin kazanılmış haklarına dokunmayacağına, inandırmak istiyorsa yanılıyor. 4 yıldan beri olup bitenler Türk-İş yöneticilerinin ipliğim pazara çıkardı. İşçi haklarına vurulan darbelerin sorumlularından biri de Türk-İş yöneticileridir. Eğer işçiler bu sendikal bürokrasiyi alt edip sendikalarını kendileri yönetemezlerse, Türk-İş yöneticilerinden daha çok “... inanıyoruz... üzgünüz” masalları dinleyeceklerdir. Ve bir kere bu işbirlikçi, kokuşmuş bürokrasiyi alt etmeye girişirlerse, onun işçi düşmanı yüzünü daha iyi göreceklerdir. L.K.
halkın yazarı nasıl yazmalı* Svoboda değersiz bir küçük paçavradır. Yazarı -gerçekten de baştan sona kadar bir tek kişi tarafından yazıldığı izlenimini uyandırıyor“işçiler için”, halkın anladığı dilde yazdığını iddia ediyor. Fakat ortaya çıkan, halkın anladığı bir dil değil, tam tersine en kötü anlamda bir bayağılaştırma ve hor görme. Bir tek sade kelime yok, her şey karman çorman edilmiş. Yazar bir tek cümleyi bile süsleyip püslemeden, sözüm ona “halkçı” teşbihler yapmadan ve sözüm ona “halkçı” sloganlar atmadan yazamıyor. Herhangi bir yeni veri, yeni örnekler, yeni çözümlemeler olmaksızın, eskimiş sosyalist fikirler bu çirkin dille tekrarlanıp duruyor. Kasıtlı olarak kabalaştırılıyor. Yazara hatırlatalım ki, halkın anla-
V. I. LENİN yacağı şekle sokma; kabalaştırmaktan, hor görmekten çok farklı bir şeydir. Halkı eğitmek isteyen yazar, okuyucusunu esaslı fikirlere ve esaslı bir incelemeye vardırmaya çalışır. Yalın ve genel olarak bilinen verilerden hareketle ve açık delillerin veya çarpıcı örneklerin yardımıyla sunulan verilerden çıkarılması gereken başlıca sonuçları gösterir ve düşünen okuyucusunun zihninde yepyeni sorular uyandırır. Halkı eğitmek isteyen yazar, oku-
yucusunun düşünmeyeceğini veya düşünemeyeceğini veya düşünmek istemediğini varsaymaz. Tam tersine, eğitimsiz okuyucuda kafasını kullanmak için ciddi bir niyet olduğunu kabullenir ve ona ciddi ve zor işinde yardımcı olur, yol gösterir, ilk adımları atmasına destek olur ve kendi başına ileri gitmesini ona öğretir. Bayağı yazar, okuyucusunun düşünmediğini, düşünmeye yetenekli olmadığını kabul eder. Okuyucunun ciddi bilgiye doğru ilk adımları atması için yol göstermez.
Kötü bir şekilde basitleştirilmiş biçimde, içine tuhaf şakalar karıştırarak, bilinen bir teorinin bütün sonuçlarını “hazır edilmiş” olarak sunar. Böylece okuyucuya sadece verileni çiğnemeden yutmak düşer. * Lenin’in bu makalesi, Bütün Eserleri Cilt.5 sf. 311’deki Svoboda Gazetesi başlıklı makalesidir. Svoboda Rusça Hürriyet demek. Svoboda gazetesi 1900-1902 yıllarında aynı isimli grup tarafından yayınlanmış. 1903’te yok olan bu grup, ekonomizmi ve terörizmi savunmuş ve Iskra tarafından eleştirilmiş. Lenin’in bu makalesi gazetenin dilini eleştiriyor ve halkı eğitmek isteyen yazarın dilinin nasıl olması gerektiğini anlatıyor.
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
Sayfa: 5
23. OLİMPİYAT OYUNLARI İnsan faaliyetinin temelinde doğayı değiştirmek, gereksinimlerine tabi kılmak eylemi yatıyor.Tekerleğin bulunması ve demirin eritilmesi ile ilk büyük adımlarını atan —şimdi ne kadar önemsiz gözüküyorlar— insanoğlu, bugün 10 binlerce kilometreyi 3-5 saatte aşıyor, dünyanın herhangi bir yerindeki olayı ses ve görüntüyle başka bir yere naklediyor, büyük fabrikaların bantlarında robotlar çalışıyor. Ama insan faaliyeti ve yaratıcılığı tek boyutlu değil, yalnız bilim ve teknolojiden oluşmuyor. Eğer öyle olsaydı son derece yoksul, tek boyutlu bir dünya olurdu, insan verili doğal çevresini değiştirirken kendisini de değiştiriyor. Kültür alanındaki gelişmeler; müzik, resim, tiyatro, roman, sinema vb. alanlardaki yaratılan değerler, bir bütün olarak gelişmeyi tamamlıyor. Spor da insan uğraşılarından biri. Latince portöre fiilinden türemiş. Portöre, hareket etmek, kendini eğlendirmek, iyi vakit geçirmek demek. Bir yandan beden sağlığını amaçlarken, diğer yandan da insan vücudunun doğal sınırlarının nerelere varabileceğini sorgulayan, yapana da seyredene de zevk veren bir yarışma alanı. Son 50-60 yılda bu alanda kaydedilen ilerlemeler akıllara durgunluk verici. Ancak, soyutlama düzeyinde bütün bir insanlığa mal ettiğimiz bu ileri adımlar, ne dün ne de bugün insanlığın refah ve mutluluğundaki gelişmeye hiç de birebir tekabül etmiyorlar. Tersine çoğu zaman bir ulusun diğerini ezmesini, ya da bir sınıfın diğer bir sınıfı/sınıfları ezmesinin araçları olmaktadırlar. Ve toplumsal ilişkiler bir kere bu temel üzerinde kurulduklarından, aynı kural bireyler düzeyinde de ifadesini bulmaktadır. Basan, refah ve mutluluk diğerim ezmek ilkesi üzerinde şekillenmektedir. Ekonomik düzeyde çalışanlar ve sömürenler, siyasal düzeyde ise yönetenler ve yönetilenler olarak toplumsal ilişkiler sürmeye devam ettikçe bu durum ortadan kalkmayacak. Bu kuralı geçtiğimiz günlerde Amerika Birleşik Devletleri’nin Los Angeles şehrinde düzenlenen 23. Olimpiyat Oyunları’nda bir kere daha gördük. İnsan faaliyeti olarak spor da, sınıflı toplumlardaki bütün insan faaliyetlerinin karakterini kazanmış. Spora hakim olan birey değil, kendisi başlı-başına bir amaç haline gelen spor hükmediyor insana. Daha çok prim almak — ev, araba ya da para olarak— için, veya daha çok reklam anlaşması yapmak için en üstün olmak lâzım. Diğer yandan buna bir
L. KARADENİZ
de milliyetçilik eklenince — ülkesine daha çok altın kazandırmak, bayrağını göndere çıkarmak, ulusal marşını çaldırmak— sporun bireysel ve ulusal düzeyde “üstün” olmanın araçlarından biri haline gelmiş olmasını önlemek mümkün değil, öylesine güçlü bir ideolojik etkileme ve etkilenme söz-konusu ki, örneğin Amerikalı bir atlet birinci olduğunda 10binler ellerinde mavi yıldızlı, kırmızı çizgili bayraklarla yerlerinden fırlıyor ve “USA ! USA!” diye bağırarak kendilerinden geçiyorlar. Cari Lewis 4 altın madalya alıp, önünde kocaman USA yazılı atleti ve bayrakla Coliseum’da şeref turu atarken, milyonlarca Amerikalı kendisini onunla özdeşleştiriyor. Azgın bir rekabet üzerine kurulu Amerikan toplumu, insanlarda hiçbir ortak ideal bırakmaz, bütün insani ilişkilerini felce uğratırken, Amerikalılar olimpiyat şampiyonları sayesinde, ortak bir şeye sahip ve ait olmak, paylaşma ve dayanışma duygusunu tadıyorlar. En büyük Cari Lewis en büyük Amerika, en büyük Amerikalılar ve bu ulusal histerinin doğal sonucu: En büyük ben! Bu ideoloji aslında tamamen iletişim araçlarının egemenliğine dayalı ve son derece eklektik. Stadyumda zenci sporcu sayesinde coşan Amerikalı, oradan sokağa çıkınca gördüğü başka zencilere küfredebiliyor. Bu sefer ortada zenci sporcu sayesinde üstünlüğünü kanıtladığı başkaları yok. Sıra zenciye karşı kendi üstünlüğünü kanıtlamaya geliyor. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda 4 altın madalya birden alıp Hitler’in ari ırkın üstünlüğü teorilerini yerle bir eden siyah atlet Jesse Owens Amerika’ya dönüşünde 3 milyon kişi tarafından, çılgın alkışlarla karşılandı. Ama çok kısa bir süre sonra işsiz kalınca, para kazanmak için atlara karşı yarışa çıkmaya başladı. 1968 Meksiko Olimpiyatları’nda şampiyon olan siyah sporcu John Carlos birincilik kürsüsünde “siyah iktidar “in işareti olan yumruğunu havaya kaldırdı. Bu olaydan sonra bütün kapılar Carlos’un yüzüne kapanır. 2 çocuğu, karısı ve kendisi açlıkla baş başa kalırlar. Karısı umutsuzluk ve baskıya dayanamayıp intihar eder. 2. Dünya Savaşı’nı takip eden soğuk savaş yıllarından başlayarak spor “büyük devlet” politikalarının araçlarından biri haline geldi. ABD
1980 Moskova Olimpiyat Oyunları’nı Sovyetler Birliği’nin “Afganistan’ı işgalini ‘ gerekçe göstererek boykot etti. 1984 Los Angeles Olimpiyat Oyunlarını ise Sovyetler Birliği, ABD hükümetinin üst üste aldığı bazı önlemlerden dolayı boykot etti. Olimpiyatların başlamasına henüz epey vakit varken Moskova’daki ABD Büyükelçiliği’nin Los Angeles’e gidecek olanların tam listesini istemesi, SSCB kafilesini taşıyacak uçağın “güvenlik gerekçeleri” nedeniyle ABD üstündeki uçuş hattının değiştirilmesi, bazı spor yöneticilerine vize verilmemesi, resmi nedenler. Diğer yandan SSCB aleyhtarı faaliyetleri ile tanınmış bazı kuruluşların gösterilere hazırlanmaları, pek çok SSCB’li sporcunun ABD’ye sığınacağı veya sporcularla beraber KGB ajanlarının da ABD’ye geleceği doğrultusunda yapılan spekülasyonlar da resmi olmayan nedenler arasında gösteriliyor. Fakat olimpiyatları izledikten sonra, ABD yönetiminin başta SSCB, Demokratik Almanya, Bulgaristan, Çekoslovakya ve Küba’dan gelecek sporcuların katılmaması için elinden geleni ardına koymadığını anlamamak mümkün değil. Olimpiyatları ve beraberinde yaratılan azgın Amerikan milliyetçiliğini seçim yatırımı yapan gerici Reagan yönetimi “kötüler”in* sporcularının “iyiler”in elinden madalyaları alıp, pek çok yarışta arkalarından mal toplattırmalarına razı olamazdı. “Kötüler”in içinden bazı “iyiler”in katılması ABD yönetimini çok sevindirdi. Gerçi Romanya gibi küçük bir ülkenin madalya sıralamasında 2. olması (özellikle 3. olan Avrupa’nın ABD’si F. Almanya’ya çok koydu bu iş!) Çin’ m ise 4. olması ve pek çok dalda aldığı altınlarla herkesi şaşırtması “sürpriz” olduysa da, olsun işte sonunda “iyiler” “kötüler”in bir kısmını onlardan koparmışlardı! Bu Reagan yönetiminin kâr hanesine yazıldı. “İyi” Amerikalılar “kötüler”den ayrılıp Los Angeles’e gelen “iyi kötüler “e çok yardımcı oldular. Romanya’ya özel bir nakliye uçağı göndererek kürek yarışlarında Kullanacakları kayıklarını ve yarış kanolarını Los Angeles’e taşıdılar. Romanya’da canlı yayın yapılabilmesi için özel bir uydu yerleştirdiler. Ayrıca Uluslar-
arası Olimpiyat Komitesi, döviz açığı bulunan Romanya’ya sporcularına taşımada kullanmak üzere binlerce dolar yardım etti. 23. Olimpiyat Oyunları bir başka gerçeği daha gözler önüne serdi. Yoksul ülkelerden gelen sporcuların atletizmin bir kaç dalında aldıkları sürpriz sonuçların dışında bu işte hemen hemen hiç şanslarının olmaması. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi spor bugün ‘üstün” ve “büyük ‘ olmanın araçlarından biri haline gelmiş durumda. “Daha hızlı! Daha yüksek! Daha güçlü!” olması istenenler akıl almaz yöntemlerle seçiliyorlar ve bir kere seçildikten sonra sadece “rekor’ için yaşamaya başlıyorlar. Sporun zevk veren, geliştirici yanı ortadan kalkıyor. Spor tıbbı uzmanı bir B. Alman profesör, “Rekorlar sporu garibeler müzesinden çıkmış insanlar yarattı” diyor, “devler, cüceler ve insan azmanları”. Örneğin rekor yüzücüleri formda kalmak için günde 20.000/25.000 metre yüzmek, uzun mesafe koşucuları haftada 300 km. koşmak zorundalar. Kürekçiler 88 kilodan az olmamalı, gülleciler en az 130 kilo çekmeli. İdeal bir kadın jimnastikçi ise 40 kiloyu geçmemeli. Biyomekanik denilen yeni bir sporbilim dalı geliştirilmiş Amerika’da. Yüksekhız-kamerası denilen bir kamera, örneğin koşmakta olan bir sporcunun saniyede 2000 fotoğrafını çekiyor. Kamera bir bilgisayara bağlı ve bütün fotoğraflar ekrana geliyor. Böylece saniyenin %1’i kadar bir zamanda yapılan hata bile saptanıyor. Amerikalı uzun mesafe koşucuları, uzay çalışmaları merkezi NASA’nın astronotlar için geliştirdiği giysi gibi dokunmuş giysiler giyiyorlar. Böylece vücut ısısı uzun koşuya rağmen değişmeden kalabiliyor. Afrika’dan gelen sporcular ise belki de milyonlarca Afrikalı’nın kaderini paylaşıyorlar: Açlık. Açlığa ek olarak, eğitimsizlik, hastalık vb., yoksulların diğer toplumsal felaketleri. Nitekim pek çok Afrika ülkesi sporcularını Los Angeles’e gönderecek para bulamadığı için Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin kiraladığı bir uçak, çeşitli Afrika ülkelerini dolaşıp, dolmuş usulü sporcuları toplamış. Böylece, oyunların “uluslar arası” olması sağlanabiliyor. 23. Olimpiyat Oyunlarında dünyamız sorunlarım bir kere daha yaşadı. *: Bilindiği ve alay konusu olduğu gibi, ABD Başkanı Reagan, Sovyetler Birliği’ni, “kötülerin merkezi” olarak adlandırmaktadır.
Sayfa: 6
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
Polonya Halk Cumhuriyetinin kuruluşunun 40. yılı nedeniyle ilân edilen kapsamlı af, 1980 yılı ağustos ayında başlayan büyük işçi mücadelelerinin de dördüncü yıldönümüne denk düştü. Salıverilen siyasi tutuklular, bu dönemin simgeleri. Var olan sosyalizmin tüm sorunlarının kristalleştiği Polonya Yazı bu ülkedeki ilk işçi sınıfı muhalefeti değildi. Gerçekte var olan sosyalizm” diye kendilerini adlandıran ülkelerde daha önce de yoğun toplumsal huzursuzluklar, bu ülkelerdeki hayatı altüst eden önemli olaylar yaşanmıştı. Varşova Paktı ülkeleri silahlı kuvvetlerinin müdahalesiyle sonuçlanan 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya olayları bunlar arasında en çok duyulmuş olanlar. Polonya’da da 1956, 1970-71, 1976 yıllarında çok yoğun işçi mücadeleleri yaşanmış, polisin ve silahlı kuvvetlerin ateş açması sonucu yüzlerce işçi ölmüştü. Ancak Polonya’da 1980 ağustosunun ortalarında başlayan muhalefet hareketi, sadece katılımın devasa boyutlarıyla değil, içeriğiyle de yeni bir niteliğe ulaştı. 1956 Macaristan olayları ülkedeki tüm siyasal/toplumsal yapıların bir krizi olarak ortaya çıkıyor, parti o dönemde “yenileşme” olarak adlandırılan hareket içinde önemli bir rol oynuyordu. Keza 1968 baharında Çekoslovakya’da “demokratik bir komünizm” için baş gösteren hareketin önderi ve motoru parti yönetiminden başkası değildi. İşçi sınıfının büyük ölçülerde desteklediği bu hareket karşısında Varşova Paktı ülkelerinin tanklarını görünce, kime karşı direneceğini bilememenin çelişkisi içinde yenilgiye uğradı. Benzerlikler aranması gerekmeyen 1956 Polonya olayları SBKP’nin 20. Kongresi sonrası ortaya çıkan sözde “demokratikleşme” ortamı içerisinde boy gösterdi. İşçi sınıfının toplumsal/siyasal hayatı kendi ellerinde toparlamasından başka bir anlamı olmaması gereken bir demokratikleşme değildi karşı karşıya kalına. Stalin’in ölümünden sonra gözüken değişiklikler, liberalleşme sözüyle daha iyi tanımlanabilir. Birçok sosyalist ülkede bu dönemde eskinin kötü şanlı yöneticileri değiştirildi. Polonya’da ise bu tabandan gelen bir işçi hareketiyle tamamlandı. Fiyat artışlarını protesto eden işçilere ateş açılması, onlarca işçinin öldürülmesi, Parti için deri değiştirmeyi sağlayan itilim oldu. Birçok yerde parti komiteleri sokağa dökülen işçilerle beraber davrandılar, birçok fabrikada işçi konseyleri oluşturulmaya başlandığında bunun başını yerel parti komiteleri çekiyorlardı. Kısa sürede bütün ülkeye yayılan gösterilerin ve fabrika
işgallerinin en önemli taleplerinden birisi; daha önceleri casusluk gibi bir savla parti önderliğinden uzaklaştırılan Gomulka’nın yeniden birinci sekreterliğe getirilmesiydi. Bu gerçekleşti. Ülkedeki yaşamın demokratikleştirileceği sözünü kendine bayrak edinen Gomulka Parti’nin basma getirildiğinde, Polonya bürokrasisi tarihinde ilk defa işçi sınıfının ezici çoğunluğunu kendi arkasında buluyordu. Çekirge iki kere sıçrarmış. 1970 yılında yine fiyat artışlarını protesto etmek için işçiler sokaklara döküldüğünde ve yine üzerlerine ateş açıldığında ve yine sayıları yüzle beş yüz arasında tahmin edilen işçi öldürüldüğünde bürokrasi 56 yılında öğrendiklerini bir kere daha tekrarlama fırsatı buldu. Bir işçi hareketi sonucu iktidara gelen Gomulka, yine bir işçi hareketi sonucu, partisi tarafından bir günah keçisi yapılarak, iktidardan uzaklaştırıldı. Ama bu kez bir değişiklik vardı. Fabrikalarını işgal eden işçiler, kendi başlarına, işçi komiteleri seçiyorlar, hükümetle ve partiyle bu komiteler aracılığıyla görüşüyorlardı. Bu Polonya işçi sınıfı mücadelesinde yeni bir başlangıcı simgeliyordu. O güne kadar işçileri temsil ettiği iddiasında bulunan Parti, işçilerin seçilmiş temsilcileriyle masa başına oturuyordu. Masaya bu kez yeni parti sekreteri Gierek oturmuştu. Kendisinin de bir işçi olduğunu söyledi Gierek . Bürokrasinin kötülüklerinden dem vurdu. Gomulka’nın tek adam diktatörlüğünü anlattı. Sonuçta “bize yardım edin” dedi. “Bize yardım edin, biz de size yardım edelim”. İstediği yardımı yapacaklarına söz verdi işçiler. Grevler bitti. 1980 Ağustos ayı ortalarında bir kere daha fiyat artışlarını protesto etmek isteyen işçilerin grevleri başladığında ilk çıkan grev bültenlerinden birinde şu sözler yer alıyordu: “Baylar; farklı insanlarla konuşuyorsunuz. Aralık 1970’ de “bize yardım edecek misiniz” sorusuna “edeceğiz” diye cevap veren insanlara seslenmiyorsunuz. Farklıyız, çünkü her şeyden önce birleştik ve artık güçsüz değiliz. Farklıyız, çünkü geçen 30 yıl bize sizin sözlerinizi tutmadığınızı öğretti.” Fiyat artışlarını protesto için tersane şehri Gdansk’ta başlayan grevler kısa zaman içinde bütün Polonya’ya yayıldı. Birçok büyük sanayi şehrinde grev ve işgaller başladı. 35 bölgenin grev komiteleri Gdansk’ta fabrikalar üstü grev komitesi adlı bir üst kuruluş oluşturdular. Formüle edilen 21 talebin gerçekleştirilmesi için hükümetle görüşmelere başlandı. Alışılageldiği gibi bürokrasi parti birinci sekreterini derhal değiş-
“GENEL SEÇİMLER OLMAKSIZIN, SINIR MAKSIZIN, HER KAMU KURUMUNDA FAAL UNSUR OLARAK KALDIĞI YAŞAM
POLONY DÖRT YA Mithat
tirdi. Gierek yerini Kania’ya bıraktı. Derhal bazı sözler verildi. Fiyat artışlarının geri alınacağından bir kere daha demokratikleşmeden bahsedildi. Ama bu kez gerçekten işler farklıydı. 21 talebin ilki bağımsız sendikaların kurulmasıydı ve dananın kuyruğunun koptuğu yer de burası oldu. İşçi sınıfının her cinsten bağımsız sınıf örgütleri, bu arada sendikaları, sınıfın politik/ toplumsal karar alma süreçlerine katılımını sağlayacak örgütlenmeler olarak büyük önem taşırlar. Sadece merkezi düzeyde değil yerel düzeyde, fabrikalarda özyönetim, ancak her düzeyde örgütlü olan işçiler tarafından sürdürülebilir. Ancak, ikinci savaş sonrası diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Polonya da, daha önceleri Sovyetler Birliği’nde fiilen uygulanmaya başlayan bir biçimi, hemen hemen olduğu gibi devralmıştı. Merkezi düzeyde tek bir siyasal partinin var olduğu ve her düzeydeki önemli devlet ve toplumsal kuruluş yöneticilerinin parti tarafından atanmasını esas alan bu sistem Rusça’daki adıyla nomenklatura olarak biliniyor. Yöneticiliğin, ayrı bir vasıf olarak ortadan kaldırılmasını herkesin yönetici olmasında gören sosyalist teori, en azından Paris Komünü’nden buyana bütün kademelerdeki yöneticilerin seçimle gelmesini ve her an görevden alınabilir olmasını, bu işleyişi mümkün kılacak bağımsız sınıf örgütlenmelerini, işçi sınıfının siyasal iktidarının olmazsa olmaz koşulları olarak görür. Tüm karar alma süreçlerinin belirleyicisinin tek bir parti ve aslında bu partinin son derece daraltılmış yönetiminin olması, işçi sınıfının kendisinin değil ama işçi sınıfı adına bir azınlığın iktidarına delalet eder. Bürokratik egemenliğin ayırdedici yanlarından biri, siyasal toplumsal hayatın hemen hemen tüm veçhele-
rinin, en azından resmi toplum içerisinde partinin kastlaşmış önderliğine bağımlı hale getirilmesi, bir çeşit yekpareliğe ulaşmış olmasıdır. ‘’Ulaşılması kendi başına bir amaç olan özgürlükler ülkesine” bu yoldan varılamaz. “Güneşi yansıtan her çiğ tanesi sayısız renklerle ışıldar, ruhun güneşiyse sayılamayacak kadar çok bireylere ve nesnelere vurabilir, ama yalnız bir tek renk yaratmasına izin var resmi renk” diye yazan Marks’ın adına, var olan sosyalizmin tek sesliliğini savunmak mümkün değildir. “Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın” sloganı başarıya ulaşamamış bile olsa, bürokratik deformasyona karşı bir girişimin, bir tepkinin ifadesiydi. Ekim devrimini izleyen günlerin tutuşturduğu umutlar, bugün sosyalizm adına süren yekpareliğin, sosyalist teoriyi yıllardır kemiren, neredeyse tanınmaz bir hale sokan resmi sosyalizmin hayal edilmesini bile olanaksız kıldığı şeylerin ortaya atılmasını sağlıyordu. Şubat 1918’de, devrimden kısa bir süre sonra Lenin şöyle yazacaktı: ‘ ‘Sovyet sisteminin büyük erdemi çalışan halkın partisinden memnun değilse j yeni delegeler seçebilmesi, iktidarı başka bir partiye devredebilmesi, herhangi bir devrime gerek kalmadan hükümeti değiştirebilmesidir”. Polonya’lı işçiler yönetimini yıllardır partinin atadığı ve tek işlevi partinin iletişim kayışı olmak olan sendikalar yerine, kendi çıkarlarım savunacak, kendileri tarafından seçilen yöneticilerce yönetilecek sendikalar kurulması için ileri atıldıklarında, bunu durumları hakkında teorik araştırmalar yaparak gerçek-leştırmediler. Şartların onları zorladığı adımlan attılar. Erdemleriyle, zaaflarının kaynağı aynı yerdi. Güçleri bir
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
RSIZ BASIN VE TOPLANMA ÖZGÜRLÜĞÜ OLYAŞAM ÖLÜR, YALNIZCA BÜROKRASİNİN MIN BİR TAKLİDİ KALIR” R. Luxemburg
YA YAZI YAŞINDA FAZIL
anda 10 milyon gibi bir sayıya ulaşmalarındaydı. 10 milyon işçinin iradesi, hayalleri, sıkıntıları, acılan, deneyleri kimsenin önceden hesaplıyamayacağı bir bileşke yarattı. Sendikalarını kurdular, bir sınıf olduklarının farkına vardılar, güçlerini tanıdılar. Ama başarılarının zirvesinde ikinci adımın ne olacağını bilememenin sorunları baş gösterdi. “İkili iktidar var diyordu bürokrasi. Bürokrasinin eskisi gibi yönetemediği doğruydu ama eskisi gibi yönetilmek istemeyenler, ne istediklerini bilemiyorlardı. İşçi hareketi 80 ağustosundan 81 martına kadar ileriye doğru hamle etti. Parti ve hükümetle girdiği her çatışmadan güçlenerek çıktı. Geleneksel olarak Polonya işçileri arasında çok yüksek olan alkol tüketiminin bu aylarda önemli ölçülerde düşmüş olması bile, sınıfın ileriye hamle eden ruh halini göstermeye yeterlidir. Yıllardır resmi basının dışında gazete görmemiş olan işçiler hemen her fabrikada bir fabrika gazetesi çıkarmaya başladılar. Düzenli çıkan fabrika gazetelerinin sayısı yaklaşık 400’ü buldu. 3 ay içerisinde Dayanışma tarafından yayınlanan bölgesel gazetelerin sayısı 50’ye ulaştı. Bunlar içinde Varşova’da yayınlanan iki günlük gazete de vardı. Merkezi yayın sayılabilecek haftalık “Tragodynik Solidarnose”un tirajıysa yarım milyona ulaştı. Dayanışma sendikası ülkenin hemen hemen her sorunu üzerine söz sahibi olan önemli bir toplumsal güç haline geldi. Bir tek sorun hariç: Siyasal iktidar. KOR tarafından ortaya atılan ve Dayanışma çoğunluğu tarafından kabul gören tez Polonya’nın mevcut jeopolitik iktidarının tartışılmayacağıydı. İkinci bir Çekoslovakya yaşamak istemiyordu kimse. Bunun yerine önerilen ‘kendi kendini yöne-
ten toplum’du. Siyasal iktidar parti aygıtının olacak, ama her kademede, toplumsal yaşamın her alanında özyönetim insiyatifleri geliştirilecek, yurttaşların siyasal iktidar üzerindeki kontrolünü arttıracaktı. Yaratılacak baskının, bürokrasiye bu kontrolü kabul ettirecek kadar yoğun olacağı umut ediliyordu. Ancak gözden kaçırılan bir şey vardı. Toplumsal ilişkilerin belirleyicisi olmasa bile bütünleyici düzeyi siyasal düzeydir. Bunun da düğümlendiği nokta siyasal iktidar sorunudur. Her büyük kitle hareketi, her devrimci atılım, zorunlu olarak güçlerini biriktirdiği bir dizi süreçten sonra belirleyici bir noktaya yaklaşır. Burada ya iktidara doğru hamle edilecektir, ya da yenilgi baştan kabul edilecektir. Bu hamleyi yapamayan bir kitle hareketi gerilemeye, dağılmaya yüz tutar. Hamle sırası karşı tarafa geçer. Polonya’da da benzer bir olay gerçekleşti. Dayanışma önderliği “hareketin zorunlu olarak kendi kendini sınırlaması gerektiğini” öne süren teze bağlı kaldıkça ayaklarının altındaki toprak kaymaya başladı. Mart ayında, bütün hazırlıkları tamamlandıktan, milyonlarca işçi harekete geçip, fabrikaları işgale başladıktan sonra ertelenen genel grevle birlikte dalga tersine döndü. Marttan aralığa kadar geçen aylar cezir ayları oldu. Gerçi Dayanışma yine devasa bir görünüme sahipti ama bunu ilk ayların yükselmesi sağlıyordu. Sanıyorum burada önderlik sorunu kendisini bütün ağırlığı ile duyurmakta. İşçi hareketi içerisinde her türden siyasal fikir yaygınlaşma şansını buldu. Bunlar arasında özel mülkiyet rejimine dönülmesini savunanlar da oldu. Böyleleri çok sınırlı bir etkinlik kazandılar. İşçi sınıfının çıkarlarının, objektif durumunun bilincinde bazı sınırlar
yaratacağının kanısındayım, üretim araçlarının özel mülkiyeti bu duvarların en önemlisi, özellikle bu mülkiyetin uzun yıllardır devlet mülkiyeti olduğu bir ülkenin işçilerinin, bu kazanımlarının farkında olacaklarını hesaplamak gerekiyor. Polonya’da da böyle oldu. Milliyetçiliğin toplumsal/siyasal kültürde sahip olduğu ağırlık, dinin etkinliği gibi olumsuz etkenlere rağmen özel mülkiyet savunucuları hemen hemen hiç itibar görmediler. Kurulduğu 1976 yılından itibaren işçi hareketinin mayalanmasında önemli bir rol oynayan KOR da hiç bir zaman özel mülkiyet rejimine dönülmesi gibi talepler öne sürmedi. Geleneksel bir siyasal parti olmayan KOR içinde, çok farklı türden görüşler bir arada olabiliyordu. Bunlardan biri, yaşlı bir sosyalist olan Lipski Dayanışma kongresinde şöyle konuşuyordu: “Hepimiz sosyalist değiliz ama aynı amaç için mücadele ediyoruz. Polonya’da üretim araçlarının tekrar özel mülk haline getirilmesini savunan hiçbir anlamlı güç yoktur.” Sosyalist siyasal düşüncelerin etkinliğiyse son derece sınırlıydı. Bunun Polonya işçi hareketinin gerçek zaafı olduğunu söylemek gerekiyor. KOR sosyalizmden, sosyal demokrasiye uzanan karmakarışık bir ideolojik şekillenme içerisinde, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını bir bütün olarak ifade edebilme, harekete daha ileriye atılabilmesini sağlayacak perspektifler sunabilme yeteneğinde değildi. Bunu yapabilecek devrimci marksist bir akımsa ne işçiler ne de aydınlar arasında mevcut değildi. Kendisini devrim ve sosyalizmle özdeş gören Polonya bürokrasisi içinse, ayrıcalıklarını ve siyasal egemenliğini sınırlamaya, tartışmaya kalkan her eğilim karşıdevrimciydi. Kama’nın yerini general Jaruselvski’nin almasıyla birlikte bunalımı kendi açısından çözmenin tek yolu askeri bir müdahale olarak şekillenmeye başladı. Daha askeri müdahale öncesinde hükümetteki asker sayısı 7’ye çıkmıştı. Aralık ayının 12 sinde 21 yüksek rütbeli subaydan oluşan bir askeri konsey yönetime el koydu, ülkede savaş hali ilân edildi. Tüm haberleşme imkânları bloke edildi. Tanklar büyük fabrikaları kuşattılar, yoğun tutuklamalar başladı. En kötü durum olarak Sovyetler Birliği’nin askeri müdahalesini hesaplayan Dayanışma bu durumda bile grev ve pasif direnişi, tek direniş biçimi olarak görmekteydi. Ancak iyi planlanmış olan müdahale ülke çapında koordine edilmiş bir genel grevi olanaksız kıldı. Büyük fabrikalarda ve maden ocaklarında birkaç hafta boyunca gerçekleşen direnişlerse, bu-
Sayfa: 7
raları askeri bölge ilân eden ve grevin cezasının idam olabileceğini ilân eden askeri birliklerce zaman içinde kırıldı. Askeri müdahale bir çokları için kötüler arasında en iyisiydi. Jaruselvski’nin kendisi bile, bunun bir Sovyet müdahalesini engelleyebilmenin tek yolu olduğunu sıkça ima edecekti. İlk direnişler kırıldıktan sonra askeri yönetim attığı her ileri adımı bazı tavizlerle dengelemeye başladı. Bu ustalıklı politika Dayanışma’nın zaten daralmakta olan aktif tabanını daha da daraltacaktı. Uzun süren bir mücadele döneminin ardından gelen yorgunluk ve yılgınlık dönemi, generallerin en büyük yardımcısı oldu. Başlangıçta sadece faaliyeti durdurulan Dayanışma sendikasının daha sonra çıkarılan yeni bir sendikalar yasasıyla ortadan kaldırılması ve işçi sınıfını işyerlerinde örgütlenecek olan ve ülke çapında birlikler kurabilmeleri ancak birkaç yıl içinde mümkün olacak yeni sendikalarla yüz yüze bırakmak sıkıyönetim sonrasının en önemli adımı oldu. Bu sendikalar işçilerden pek kabul görmedi. Bağımsız bir kitle sendikası deneyini yaşamış olan işçiler, ‘Ağustos Anlaşması’yla kazanmış oldukları bu hakkı kolayca unutmayacaklardı. Geçtiğimiz ay içerisinde ilân edilen genel aftan sonra tekrar gündeme getirilen bağımsız sendikaların kurulması talebini reddeden parti gazetesi şöyle yazacaktı: “Lenin’in öğretisine göre sendika hareketi sadece işçi sınıfının birleşik çıkarlarını savunur ve işkolları dışında farklılıkları bünyesinde barındırmaz”. İşçi sınıfının birleşik çıkarlarının ne olduğunuysa ezici çoğunluğuyla 4 yıl önceki kendi sendikalarını kurmuş olan işçiler değil bürokrasi bilir! Şimdi Brecht’in mükemmel ironisini hatırlamanın zamanıdır: Eğer işçi sınıfı partinin önder rolünü artık tanımıyorsa, parti işçi sınıfını dağıtma ve kendine yeni bir işçi sınıfı seçme hakkına sahiptir! 1956 ve 1970 olayları 1980 Yazı’nın habercileriydi. 1980 yeni işçi mücadelelerinin habercisi mi? Bu soruya olumlu bir cevap verilebilir. Sorun Polonya’da bütün çıplaklığıyla ortaya kondu. Çözüme hem kapitalist ülkelerde, hem de var olan sosyalizmin ülkelerinde birbirini etkileyen, hızlandıran mücadelelerle ulaşılacak. Polonya işçi sınıfı sorunu teorik bir olgu olmaktan çıkardı, tarihin gündemine getirdi. Var olan sosyalizmin ülkelerinde devrimci dönüşümün motoru ve önderinin işçi sınıfından başkası olmadığını gösterdi. İnsanlık sadece çözebileceği sorunları önüne koyarmış!
Sayfa: 8
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
Sosyal Demokrasi ve Türkiye - 1 Geçtiğimiz haftalarda sosyal demokrat hareket ve sosyal demokrat partiler üzerine olan tartışma hızlandı, özellikle Demokratik Sol Parti (DSP) ve “ilginç” kuruluş çalışmaları bu tartışmayı dana da alevlendirdi. Tartışmaların etrafında yoğunlaştığı konu, “Demokrasinin sınırlarının genişletilmesi mücadelesinde sosyal demokrat partilerin rolü ne olabilir ve demokratların ve sosyalistlerin bu harekete karşı tavrı ne olmalıdır?” şeklinde belirdi. “Bugün içinden geçmekte olduğumuz demokratikleşme sürecinin en önemli sorunu sosyal demokrat hareketin güçlenmesi ve bu süreci hızlandıracak bir konuma ulaşması sorunudur” şeklindeki bir çözümleme ise gittikçe itibar kazanıyor. Tüm bu tartışmalar içinde çok önemli ve esasa ilişkin birkaç nokta gözden kaçtı, belki de bilinçli olarak gözardı edildi. İçinde yaşadığımız sürecin gerçekten bir demokratikleşme süreci olup olmadığım bir tarafa bırakacak olursak, gözardı edilen birkaç önemli nokta şöyle özetlenebilir: Halkçı Parti, SODEP ve DSP kendilerine sosyal demokrat payesi veriyor ve geçmişteki sosyal demokrat hareketin mirasçısı olmaya çalışıyorlar. Fakat, acaba bu partiler gerçekten sosyal demokrat partiler mi ve acaba bir sosyal demokrat mirastan söz edilebilir mi? Ve nihayet, bir sosyal demokrat hareket yaratma çabalarının geleceği ne olabilir? Kısacası, söz konusu partilerin kendileri hakkındaki fikirleri gerçeğin kendisi olarak kabul edildi ve hemen hiç sorgulanmadı. Biz, yazımızda, yukarıda koyduğumuz sorulara cevap arayacağız. Her siyasi hareket gibi, sosyal demokrat hareket de belli başlı bazı tarihsel, ekonomik, politik-ideolojik koşulların, kısacası sınıf mücadelesinin belli bir durumunun ürünüdür. Dolayısıyla, gerekli koşulların olmaması halinde bir sosyal demokrat hareketin doğup gelişmesini, sırf bazı insanlar istedi diye beklememek gerekir. Bu tespitten hareketle önce sosyal demokrat hareketin varlığının maddi koşullarını, sonra da bunların Türkiye’de olup olmadığım tartışacağız. SOSYAL DEMOKRAT HAREKETİN TEMEL ÖZELLİKLERİ Sosyal demokrat partiler politik
Behçet TOPRAK faaliyetlerini, işgücünün satıldığı koşulları işçiler lehine iyileştirmek, toplumsal gelirin işbölümünde reformlar yolu ile çalışan kitleler yararına değişiklikler sağlamak amaçları doğrultusunda kurarlar. Bu yolda, devlete, esas olarak da parlamentoya büyük önem atfetmişlerdir. Üretim araçlarının millileştirilmesi, yani devlet mülkiyetine alınarak üretimlerinin ve hizmetlerinin merkezi olarak planlanması gibi fikirler sosyal demokrat politikanın geleneksel ve vazgeçilmez parçası olmuştur. Böylece özellikle de ilk sosyal demokrat partiler devlet mekanizmasını kullanarak sosyalizme yavaş ve barışçıl bir geçiş yaşanabileceğini savunmuşlardır. Sosyal demokrat hareketin tarihine kısaca göz atarsak, genel özellikleri birbirinden önemli farklılıklar gösteren iki farklı akıntın varlığını göreceğiz. Bunlardan birincisi, 1880’ lerle, 1914 arasında ve ikincisi de, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde doğan ve gelişen sosyal demokrat hareketlerdir. Şimdi kısaca bu iki döneme bir göz atalım. 1880-1914 BİRİNCİ DÖNEM Sosyal demokrat hareket 19. yüzyılın ikinci yarısında ve esas olarak Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin giderek değişmesi ve Engels’in ölümünden sonra da Kautsky ve Bernstein gibi liderlerin yönetiminde eski çizgisini büyük ölçüde terk ederek reformistleşmesi ile doğdu. Partinin bu yönde gelişmesini önce Bernstein ve sonra da Kautsky’nin marksizmi revizyona tabi tutmaları, büyük ölçüde koşullandırdı ise de, bu reformist görüşlerin doğup gelişmesinde ve kabul görmesinde esas olarak dönemin sosyo-politik koşulları büyük rol oynadı. 1873-1888 arası kapitalizm dünya pazarı düzeyinde büyük bir kriz yaşadı. Bu kriz serbest rekabetçi kapitalizmin krizi idi ve tekelci kapitalizmin egemenliğinin koşullarım hazırladı. Krizin her yerde görülen bir etkisi, burjuva sınıfların işçi sınıfı üzerindeki baskı ve terörünün artması oldu. Almanya’da 1878 yılında “Sosyalistlere Karşı Yasa” çıktı ve sendikal faaliyetlere son verdi. Fakat Alman Sosyal Demokrat
Partisi, geniş oy tabanının etkisi ile kapatılmadı ve faaliyetini sürdürmeye devam etti. Fakat yeni koşullarda çalışmasını parlamento ile sınırladı ve kaybedilen hakları legal yollardan, reformlarla geri alma yolunda yoğunlaştırdı. Sıkı polis kontrolü altında çalışan Parti durumunu korumak için taviz üzerine taviz verdi. Bürokratik, reformist geleceğinin temellerini bu dönemde attı. 1890da kapitalizmin krizinden çıkmaya başlaması ve uzun bir dönem sürecek ekonomik büyüme dönemine girmesi ile doğan ekonomik koşullar Parti’nin tam anlamı ile gelişmesinin koşullarını sağladı. Bu dönemin en önemli özelliği tekelci kapitalizmin, özellikle de finans kapitalin metropollerde ekonomiye olduğu kadar politikaya da egemen olmaya başlamasıdır. Devlet tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermeye başlıyor ve bunun uluslararası politikadaki uzantısı ise sömürgeciliğin canlanması oluyordu. 1900’lerin başına gelindiğinde tüm dünya bir avuç metropol ekonomisi tarafından bölünmüş olacaktı. Bu gelişmelerin etkileri şöyle özetlenebilir: 1) Sömürgelerden elde edilen ucuz hammaddeler ve sömürge pazarlarında elde edilen yüksek kârlar yatırımların hızlanmasını ve yeni sanayilerin gelişmesini sağladı. Nispi üretkenliği yüksek olan bu sanayi dallarında işçi sınıfının geri kalanından dana yüksek ücretler alan bir işçi kesimi gelişti, 2) Sömürgelerden gelen gıda maddeleri işgücünün yeniden üretim maliyetinin düşük kalmasını sağlarken aynı zamanda yaşam standardının nispi olarak yükselmesine yol açtı, 3) Bazı sanayi dallarındaki yüksek üretkenlik ve ücret mallarının fiyatlarının yavaş artması hatta zaman zaman düşmesi sendikal faaliyetin kolay ve sancısız yürütülmesine yol açıyordu. Böylece sendikalar hızla sayısı artan işçi sınıfına paralel olarak büyüdüler ve güçlendiler. Mesleği profesyonel sendikacılık olan ve dolayısıyla hayatım burjuvazi ile işçi sınıfını uzlaştırma temelinde kazanan geniş bir sendikal bürokrasi doğdu. Sendika bürokratlarından ve yüksek ücretli işçilerden oluşan ve çıkarını toplumun yavaşça ve kendi hayat koşullarını sarsmadan değişmesinde gören ve bu bağlamda burjuvazi ile uzlaşmaya
hazır ve giderek sınıf mücadelesi fikrine yabancılaşan bir tabaka doğdu, 4) Nispi refah ve “iş barışı” ortamında sosyal demokrat partiler giderek parlamento çalışmalarında ve seçim faaliyetlerinde uzmanlaştılar. Parlarmentoda yer almak, hükümet olmaya çalışmak en önemli politik amaç haline geldi. Parlamentonun, yani yasama organının öneminin abartılması ve devletin tümü ile özdeşleştirilmesi, hükümet olup toplumun yasama yolu ile yavaş yavaş reformlar aracılığı ile sosyalizme doğru evrimleşebileceği fikrini geliştirdi. Böylece bugün “sosyalizme barışçı geçiş” denen teori doğmuş oldu. Ayrıca parlamento grupları partinin en önemli örgütleri haline geldiler. Partinin uzmanlık grupları ise orta sınıf kaynaklı aydınlarla, profesyonellerle yani bürokratlarla doldu, 5) Metropollerde emperyalist politikalar ve sömürgecilik milliyetçiliğin ve ırkçılığın olağanüstü gelişmesine yol açtı. Bu süreç boyunca Alman Sosyal Demokrat Partisi yapısını değiştirdi ye devrimci sosyal demokrasiyi, marksizmi terk ederek, bugünkü anlamıyla reformist bir sosyal demokrat partiye dönüştü. İngiltere’de ise doğrudan sendikaların inisiyatifi ile İngiliz İşçi Partisi kuruldu. Bu partinin Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden en önemli farkı, Alman Sosyal Demokrat Partisi hâlâ sosyalizmi kendine amaç edinmesine rağmen, İngiliz İşçi Partisi başından beri kendini sosyalizmden uzak tuttu. Bu özelliği ile yazının ikinci kısmında ele alacağımız savaş sonrası sosyal demokrat partilere daha çok benziyordu. Kapitalizmin 1911’de tekrar krize girmesi ile sosyal demokrat partilerin başarılı dönemleri de son buldu. Krizin etkisi ile burjuva sınıflar her yerde işçi ücretlerine ve sendikalara saldırmaya başladılar. Bu tür saldırılara hazırlıklı olmayan sosyal demokrat partiler peşpeşe gelen başarısızlıklarla prestij kaybına uğradılar. İdeolojik bunalıma girdiler ve daha radikal unsurların baskısı ile bölünmeye, örgütsel sarsıntılar geçirmeye başladılar. Savaş başladığında ideolojik kargaşa son haddine ulaştı. Başta Alman Sosyal Demokrat Partisi olmak birçok sosyal demokrat parti savaşta, kendi ülkelerinin burjuva sınıfını diğer ülkelerin burjuva sınıfına karşı desteklediler. Böylece proletaryanın
Sayı: 6 uluslararası dayanışması fikrinin yerine milliyetçi ve söven bir politikayı geçirdiler. II.Enternasyonalin en büyük partisi Alman Sosyal Demokrat Partisi, parlamentoda savaş harcamalarını destekledi ve böylece emperyalist savaşta kendini taraflardan biri ilan etti. Bu politikanın sonunda, aynı II. Enternasyonal çatısı altında bulunan partiler, birbirleri ile savaşan partilere dönüştüler. II. Enternasyonal çöktü. 1930’lara gelindiğinde ise, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partiler faşizme karşı tutarsız ve uzlaşmacı politikaları ile faşizmin iktidar olmasına büyük ölçüde katkıda bulundular. Faşistler iktidar olduğunda ise, fiilen yok edildiler. İngiliz İşçi Partisi ise burjuva sınıfının saldırılarına karşı direnemedi ve 1925-45 arasında üyelerinin yarısını kaybetti. 1913’te genci sendikalar yasasını engelleyemedi, 1926 genel grevini uzlaşmacı tavrından dolayı kaybetti ve 1927 yılında burjuvazinin, sendikaların İşçi Partisi’ne mali yardımda bulunmasını engelleyen yasanın çıkmasını engelleyemedi. 1947 yılına kadar İngiliz İşçi Partisi kendini toplayamadı. Kısacası, 1911-1946 krizi, 1880’lerden beri gelişmekte olan sosyal demokrat hareketin iflasına yol açtı. Politikalarını uzlaşma üzerine kurmuş olan bu partiler, sınıf mücadelesinin keskinleştiği ve uzlaşmanın yok olmak anlamına geldiği koşullarda varlık nedenlerini yitirip yok oldular veya politik olarak etkisizleştiler. Buraya kadar sosyal demokrat hareketin birinci dönem özelliklerini gözden geçirdik. Bu bağlamda Türkiye’de sosyal demokratlığa soyunmuş olan partileri, bu partilerle karşılaştırırsak ne göreceğiz? Yakın tarihi iyi bildiğimizi varsayarsak, CHP’nin nasıl kabuk değiştirdiği ve geleneksel devletçi-bürokrat partiden, reformist halkçı bir partiye dönüştüğü üzerinde durmayacağız. Yalnız şunu not etmek istiyoruz: Bu dönüşme, birinci dönem sosyal demokrat partilerin tarihinde olduğu gibi, kapitalizmin gelişme dönemlerinden birinde değil, fakat bir kriz döneminin başladığı yıllarda gerçekleşti. Böylece CHP ta baştan reformist politikalara uzun dönemde başarı şansı tanıyacak maddi koşulların olmadığı bir ortamda reformizme soyunuyordu. Bu yüzden başarısı hem çok sınırlı hem de kısa ömürlü oldu. CHP’nin diğer özelliklerine gelince, bunların yüzeysel olarak sosyal demokrat biçimlere benzediği, fakat farklı içeriklere sahip olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Örneğin
SOSYALİST İŞÇİ devletin ekonomik rolü üzerine olan görüşleri, devlet mülkiyetinin genişletilmesi ile ve sosyalizmin kurulması şeklinde değil, fakat devletin ekonomik faaliyetinin temelinde kapitalizmi planlamak ve sorunlarını çözerek, sosyalizm “tehlikesini” ortadan kaldırmak amacını güdüyordu. Bu devletçilik anlayışının temelinde, yukarıdan aşağıcı, elitçi, bürokratik kemalist ideolojinin yattığım ayrıca not etmekte büyük fayda var. CHP’nin demokrasi anlayışına gelince, bu hiçbir zaman seçim propagandasından öteye geçmedi. CHP sağı ve solu eş tutan, yani faşistlerle sosyalistleri aynı kefeye koyan, sahte bir tarafsızlık politikası izleyerek esas olarak burjuva sınıfı adına istikrarı korumaya çalıştı. Birinci dönem sosyal demokratlarının aksine, CHP sendikalarla işbirliği yapmak, gücünü onlardan almak ve böylece işçi sınıfının ekonomik demokratik çıkarlarını savunmak yerine, sendikaları kendi parlamento taktiklerine ve burjuvazinin güvenini kazanma çabalarına alet etmeye çalışmaktan öteye geçemedi. Birinci dönemin sosyal demokrat partileri, sosyal tabanları itibariyle işçi sınıfı partileri iken, CHP toplumun hemen her kesimini tabanında kapsayan ve ancak AP ile karşılaştırıldığında “sol” denebilecek bir popülist parti olmaktan öteye gidemedi. Birinci dönem sosyal demokrat partileri burjuva sınıfına karşı işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını korumaya çalışırken, CHP işçi sınıfım burjuvazinin istikrar politikalarım desteklemeye ikna etmeye çalıştı. Nihayet söz konusu sosyal demokrat partiler, güçlü işçi sınıfı mücadelesi geleneği olan gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerde faaliyet gösterirken, CHP emperyalizme bağlı az gelişmiş bir ülkede faaliyet gösteriyordu. Sonuç olarak diyebiliriz ki, 1980lerde HP, DSP, SODEP gibi partilerin yaratmaya çalıştığı intihanın aksine, mirasına sahip çıkılacak bir sosyal demokrat gelenek, en azından birinci dönem sosyal demokrat partiler anlamında, yoktur. Yazının ikinci kısmında bu mirası, ikinci dönem, yani savaş sonrası sosyal demokrasinin özellikleri açısından inceleyeceğiz. Daha sonra da HP, SODEP ve DSP gibi partilerin kendilerine sosyal demokrat demekte ne kadar haklı olup olmadığını tartışacağız.
SOSYALİST İŞÇİ
OKU OKUT ABONE OL
Sayfa: 9
MÜCADELE YÜKSELİYOR Ferruh COŞKUN
1960’ların sonunda, işçi hareketine karşı girişilen saldırılar, bu hareketin geri püskürtülmesini sağlayamadı. Çünkü işçi komisyonlarının ülke düzeyinde işçi mücadeleleri arasındaki koordinasyonu sağlamaları, bu saldırılara karşı düzenli bir savunma yapmanın olanaklarını yaratmıştı. Ayrıca, işçi mücadeleleri, 70’lerin başında bölgesel olmaktan çıkarak, tüm ülkede de yükselmeye başlamıştı. İŞÇİLERİN MÜCADELELERİ TOPLUMSAL HAREKETİ DE YÜKSELTİYOR İşçilerin mücadelelerinin düzenli bir biçimde yükselmesi, toplumun diğer ezilen kesimlerinin de bu mücadelelere katılmaya başlamasını sağlamıştır. İşçi mücadelelerinin yükselişine paralel olarak 70’lerin başından itibaren bu kesimlerin mücadelelerinin de geliştiği görülmektedir. Mart 1972’de Galiçya’da tersane işçileri, ücretlerin yükseltilmesi için görüşme yapılmasını öne sürdüler. Bu talebin kabul edilmesi amacı ile her gün işi yarım saat bırakmaya başladılar. 9 martta işçilerin taleplerini destekleyen dört sendika temsilcisi işten çıkarılınca, işçiler fabrikayı işgal edip, kendi aralarında bir komisyon oluşturdular ve işten çıkarılanların yeniden işe alınmasını talep ettiler. Patronlar ise devlet güçlerinin aracılığı ile işgali kırmayı başardılar. İşçiler ise halkın desteğini almak için eylemlerini şehir içinde sürdürmeye başladılar. Devlet güçleriyle yapılan çatışma sonucu ise bir işçi öldü ve birçok sayıda işçi yaralandı. Bir işçinin ölümü, şehre yayılınca, hem protesto için, hem de işçilerin eylemlerini desteklemek için tüm dükkânlar, işletmeler ve lokantalar kapatılmış ve şehirlerarası otobüs seferleri ve taksilerin çalışması durdurulmuştur. Bu, iç
İSPANYA’DA FRANKO DÖNEMİNDE SENDİKAL HAREKET VE İŞÇİLERİN MÜCADELESİ
3
savaş sonrası ilk defa tüm ezilen kesimlerin yapmış olduğu ortak eylemdir. Bu kez, aynı bölgenin Viga şehrinde otomobil fabrikasının işçileri, nisan 1972’de haftalık çalışma süresinin 48’den 44 saate düşürülmesini talep etmişlerdir. Patronlar bu talebi kabul etmediler ve bu eylemin başını çeken 5 işçi işten çıkarıldı.9 eylül 1972’de işçiler grev kararı aldılar. Greve katılan 50 bin işçi, tutuklular ve işten çıkarılanlarla dayanışma için bu grevi gerçekleştiriyorlardı. 150 bin kişinin yaşadığı Viga şehri, bir anda ölü şehir durumuna dönüştü. İşçilerin eylemini desteklemek amacıyla devlet ve banka memurları ayrıca diğer halk kesimleri de işlerini bırakmışlardı. İşçi komisyonları, bu durum karşısında tüm halkın eylemlerini de organize eden örgütlenmeler durumuna gelmiştir. Böylece, işçi komisyonlarının ve tüm halkın yürüttüğü mücadeleler birleşik bir biçimde sürmeye başladı. Galiçya bölgesinin diğer şehirlerinden biri olan Navara’da da motor fabrikasının işçileri, haziran 1973’de greve başlamışlardır. Grevin başlamasının nedeni, patronların
Sayfa: 10
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ
yeni makinalarla üretim yapmak amacı ile vardiya işini yerleştirmek istemeleriydi. Diğer fabrikaların işçileriyle de ilişki kurularak, grevin genişletilmesine çalışılıyordu. Ve sonunda tüm şehirde genel grev gerçekleştirilebilmiştir. Devlet güçlerinin fabrikalara ulaşamaması için de caddeler, ağaçlarla bloke edilmiş ve trafik tamamen durdurulmuştur. Diğer şehirlerde olduğu gibi halkın diğer kesimleri, güçlü ve aktif bir dayanışma göstermişlerdir. Tüm dükkanlar, bankalar, sigorta şirketleri ve okullar kapatılmıştır. Uzun süren barikat savaşlarından sonra devlet güçleri şehri denetim altına alabilmişlerdir, fakat 50 bin işçinin sürdürdüğü genel grev durdurulamamıştır. 197 4’ün başında ise bir öğrencinin idam edilmesi üzerine, Katalonya’da fabrikalarda protesto eylemleri başlıyordu. Birkaç ay sonra cam fabrikasından 900 işçi, kötü çalışma koşullarına ve düşük ücretlere karşı grev başlattı. Kısa zamanda 80 işletmeden 30 bin işçi, cam fabrikasının işçilerini desteklemek için dayanışma grevine başladı. Bu kez aynı bölgede otomobil fabrikasının işçileri “haftalık çalışma süresinin 40 saate indirilmesi, yazlık 30 gün izin ve yılbaşı için 10 gün tatil” istemiyle işi bırakmışlardır. Greve katılan 6 bin işçi, polise karşı kendilerini savunarak, fabrikada kalmışlardır. Ancak polisle olan çatışmada bir işçi öldü ve yüzlerce işçi de yaralandı. Buna rağmen, işçilerin direnişi kınlamadı. Bunun üzerine patronlar lokavta gitmişlerdir, greve destek ve dayanışma örgütlenemediğinden, işçiler, lokavt karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar, talepleri kabul edilmedi ve 500 öncü işçi işten çıkarıldı. 1970 başında işçiler, yalnızca kendi sorunları için mücadele etmiyorlardı. Öyle ki, toplumun diğer ezilen kesimlerine karşı uygulanan baskıya ve teröre karşı da mücadeleye girişiyorlardı. Bunun en somut örneği Bask ülkesinde yaşanmıştır. 24 kasım 1974’te 40 politik tutuklu açlık grevine başladı. Politik tutuklularla dayanışma için değişik işletmelerden 200 bin işçi, 11 aralık 1974’te işi bırakmıştır. Politik tutuklulara özgürlük amacı ile başlayan greve 1000 iş-
SOSYALİST İŞÇİ
OKU OKUT ABONE OL
letme katılmış ve greve katılan işçi sayısı 500 bine ulaşmıştır. Sokak gösterilerinin yanı sıra, mücadeleci kitle eylemleri düzenlenmiş ve polisin baskısına karşı da barikat savaşları ile direnilmiştir. 25 nisan 1975’te ise tüm ülke çapında üç aylık sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetimi protesto için işçi komisyonları Madrid’de genel grev çağrısı yaptılar. Sıkıyönetime rağmen 100 bin işçinin katıldığı bir genel grev gerçekleştirildi. Diğer halk kesimlerinden yüzlerce kişi de işçilerin eylemine katılmıştır. Sıkıyönetimin temmuz sonunda bitmesinden sonra ise “terörizmle mücadele kanunu” çıkarıldı ve 28 ağustos I975’te ETA örgütünün iki üyesi iki saatlik bir mahkemeden sonra idama mahkum edildi. Buna karşı, Bask ülkesinde işçi komisyonları ve sol hareket genel grev çağrısı yaptılar. Genel greve katılan 150 bin işçi, idam cezasının geri alınmasını talep etti. İdam cezasına karşı yapılan eylemler yalnızca işçilerin eylemleriyle sınırlı kalmadı. 400 politik tutuklu da protesto için açlık grevine başladı. Devlet güçleriyle halk kesimleri arasında iki ay süren çatışmalar sonucunda 3 binden fazla kişi tutuklandı ve birçok sayıda kişi de işkencelerde ve çatışmalarda öldürüldü. Tüm bu baskılara rağmen işçilerin ve diğer halk kesimlerinin mücadeleleri durdurulamadı. Yapılan resmi istatistikler de bunun açık kanıtıdır. Yalnızca 1974’te 1193 grev gerçekleşmiş ve bu grevlerden 212’si 6-15 gün, 77’si 16-30 gün ve 22’si ise bir aydan fazla sürmüştür. Bu grevlere 625.971 işçi katılmış ve 18.188.895 saat iş durdurulmuştur. 1975’ in ilk altı ayında 7.795.894 saat iş durdurulmuş (1974’ ün ilk altı ayında ise 4.52Û.920 saat idi) ve greve katılan işçi sayısı 313.378’i (1974’ün ilk altı ayında 216.431 idi) bulmuştur. İşçilerin yükselen mücadelelerine rağmen 75/76’larda işçi komisyonlarının birliğinin de zayıfladığı görülmektedir. Hem İKP’nin hem de diğer sol grupların kendi eylemlerini ve görüşlerini işçi komisyonlarına kabul ettirmeye girişmeleri, olumsuz sonuçlar yaratmıştır. Artık tabandan planlanan eylemler yerine, İKP ve diğer sol grupların yukarıdan aşağıya benimsetmeye çalıştıkları eylemler geçmeye başladı. 1976’nın ortalarında ise işçi komisyonlarının merkezi koordinasyonu, sendikal birlik üzerine bir manifesto yayınladı. Bu manifestoda tüm sol grupların komisyonlarda çalışabileceği kabul
edilmiş, fakat yukarıdan aşağıya dikte edilen eylem planları reddedilmiştir. Yapılan işçi toplantıları en büyük karar organı olarak kabul edilmiştir. Franko’nun ölümünden sonra da işçi mücadeleleri sona ermedi. Çünkü diktatörlüğün varlığı devam ediyordu. Yönetim tarafından siyasal hayata dönüş” adı altında bir plan hazırlandı. Bu tür bir liberalleşme ile rejime karşı yükselen muhalefetin durdurulması amaçlandı. Buna rağmen işçilerin ve diğer halk kesimlerinin mücadelelerine engel olunamadı ve bu mücadelelerin sonucu, açık diktatörlüğün varlığı son bularak, parlamenter sisteme geçildi. SONUÇ: ÇIKARILACAK DERSLER Kapitalist baskı ve sömürüye karşı mücadelede sonuna dek devrimci olan sınıf proletaryadır. Ve proletaryanın tarihsel görevi, burjuvazinin egemenliğini yıkarak, iktidar olmak ve sınıfsız topluma varmaktır. Ancak bu görev otomatik olarak gerçekleşmez. Sınıfın bu görevi yerine getirebilmesi için bilinçli olarak dünyayı değiştirmesini sağlayacak koşulları yaratabilmesi ve bu yoldaki engelleri kaldırması gerekir. Burada da sınıfın bir parçasını oluşturan sosyalistlerin görevi ortaya çıkmaktadır, o da sınıfa tarihsel görevini yerine getirmesinde yardımcı olmaktır. İspanya işçilerinin mücadelesi, bu görevin yerine getirilmesinde sınıf hareketiyle ilişkiye nasıl yaklaşılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye’de bugüne değin sınıfın “önderliği ne soyunanlar, sınıfın tarihsel görevini yerine getirmesini kendilerinin eylemlerinde ve örgütlenmelerinde görmüşlerdir ve de görmektedirler. Bu “sosyalistler” e göre sınıfın kendisi, ancak kendiliğinden ekonomik mücadele sürdürerek, ekonomik bilincini geliştirebilir. Bu mücadeleye ve bilince “politik öz” kazandırmak ise politik örgütlerin işidir. Bunun sonucunda, sınıfın kendiliğinden hareketi ile siyasal hareketi araşma bir Çin şeddi koyulmaktadır. Soruna böyle bakılınca sınıfın kendiliğinden hareketi, bu “sosyalistler” için bir araç olmaktadır. Fakat kendiliğinden hareketin kendine özgü mantığı ve dinamikleri vardır. Bunları göz önüne almayan ve önemsemeyen bir sosyalist örgütlenme, giderek yozlaşmaya mahkumdur. Sosyalist bir örgütlenme sınıfın kendiliğinden hareketi ile birlikte sağlıklı bir yaşam sürdürebilir, İspanya işçilerinin mücadelesi, bunu
bir kez daha doğrulamaktadır. Diğer yandan, İspanya deneyimi göstermektedir ki, sınıfın kendi tarihsel görevini yerine getirebilmesi için toplumun önderliğine ulaşması gerekir. Bunun için devrimci bir Önderliğe ihtiyaç vardır. Diğer bir ifadeyle sınıfın öncüleri siyasal bir parti olarak örgütlenmelidir. Türkiye’de geleneksel sol, sınıfın dışındaki güçler içerisinde örgütlenip “devrimci önderlik” oluşturmaya çalışmakta ve daha sonra bunu sınıfa kabul ettirmeye uğraşmaktadır. İspanya deneyimi ise devrimci önderlik sorununun sınıfın temel sorunlarından ve bunların ortaya çıkardığı görevlerden kopuk alınamayacağını göstermektedir. O nedenle, devrimci önderlik, ancak sınıf hareketinin içerisinde gerçekleştirilebilir. Çıkarılması gereken diğer bir ders ise Türkiye’de bugünkü koşullarda sosyalistler için önemli bir yer tutmaktadır. Burada İspanya’nın kendisine özgü durumu unutulmamalıdır. Bu özgün durum, İspanya işçi sınıfının iç savaş sırasında uzun süren bir mücadelesinin olmasıdır. İspanya işçileri, böyle bir geleneğe sahiptirler. Bugün Türkiye’de sendika kurma özgürlüğü, grev ve toplu sözleşme hakkı son derece sınırlıdır. Bu koşullarda, bunlar uğruna mücadele sürdürmek işçi sınıfının önündeki en acil görevdir. Çünkü işçi sınıfı, tarihsel görevinin bilincine sosyalistlerin teorisinin ve alternatiflerinin edilgen izleyicisi olarak varmaz. Ancak sınıf çıkarlarının savunulmasında kendi kendini örgütlemeyi, savunmayı, haklarını almayı ve de korumayı öğrenerek bu bilince varabilir. Dolayısıyla İspanya işçilerinin mücadelesi, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını tarihsel olarak bir kez daha doğrulamıştır. Eleştirilerimiz ne kendi sonuçlarından, ne de var olan güçlerle düşeceği çelişkiden korkmaz. K. MARKS
ÇIKARKEN Recep Gökırmak SENDİKALAR VE SİYASAL MÜCADELE L. Karadeniz İKAMECİLİK VE SEKTERİZM BİRBİRİNİ ÜRETİR Cevdet Harman ULUSAL SORUN ÜZERİNE TARTIŞMALAR Mithat Fazıl ROSA LUXEMBURG - LENİN TARTIŞMASI ÜZERİNE L. Karadeniz RUS SOSYALDEMOKRASİSİNİN ÖRGÜTSEL SORUNLARI Rosa Luxemburg BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ V. I. LENİN’İN R. LUXEMBURG’A CEVABI V. I. Lenin
KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI
Sayı: 6
SOSYALİST İŞÇİ Ferruh COŞKUN
Konut sorunu, Türkiye’de yıllardır halkın en önemli sorunlarından biridir. Konut açığı, giderilememekte, hatta giderek artmakta, gecekondularda yaşayan nüfus ise sürekli artış göstermektedir. Konut üretimi devamlı olarak var olan ihtiyacın gerisinde kalmış ve bu durum binlerce aileyi konut sıkıntısına itmiştir. Ayrıca, kırsal kesimde kapitalist ilişkilerin gelişimi sonucu, işsiz durumda kalan emekçi yığınların şehirlere göç etmesi, konut sorununu daha da önemli hale getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun 1935’de % 16,6’ sini şehirlerde yaşayanlar oluşturduğu halde, bu oran 1976’da % 46,3’ü bulmuştur. Bugün ise bu oran % 50’yi aşmıştır. Nüfus yoğunlaşması, kendisini özellikle büyük şehirlerde ortaya koymakta ve konut sorunu böylece büyük şehirlere göç eden emekçi yığınları sıkıştırmaktadır. Diğer yandan, konut açığının sürekli artması, konut kiralarının da artışını beraberinde getirmiştir. Bu durum son zamanlarda, basında günün konusu olmuş ve toplumun tüm kesimlerinin dikkatini bu sorun üzerinde yoğunlaştırmıştır. Konut fiyatlarının erişilemeyecek boyutlara ulaşması ve kiraların ise kolay kolay ödenemeyecek duruma varması, güncel bir sorun haline gelmiştir. Öyle ki, bu durum, egemen güçleri çeşitli önlemler almaya zorlamış ve sorunun “çözümü” için birtakım yasalar bile çıkartmaya itmiştir. Bu amaçla, 12 Eylül öncesi dönemde CHP hükümetince “Yeni Yerleşim Alanları” 1980’de ise AP hükümetince “Milli Konut Politikası” adlı kararnamelerle çeşitli önlemler alınmaya çalışılmış, fakat bu kararnameler hedefine ulaşamamıştır. 12 Eylül sonrasında da bu sorunla ilgili önlemler almak için “Toplu Konut Tasarısı” adı altında bir yasa hazırlayarak, Milli Güvenlik Konseyi’ne sunulmuştur. Hazırlanan bu yasa, nihayet haziran 1984’de kabul edilmiş. Resmi Gazete’de yayınlanarak da yürürlüğe girmiştir. Toplu Konut Yasası’nın ilginç yanı, Özal hükümetince başlatılan “orta direk ev sahibi oluyor” kampanyası idi. Ayrıca, çıkarılan yasa ile herkesin konut sahibi olması ve devletin de konut sahibi olacaklara destek vermesi amaçlanmaktadır. Çıkarılan bu yasanın işçiler için anlamı ise daha da önemlidir. Çünkü bu yasa ile tespit edilen kredi tutarı, ödeme süresi ve aylık taksitlere baktığımızda (Tablo 1-2) işçilerin nasıl “konut sahibi” olabileceklerini görebileceğiz. 60 metrekarelik bir konut sahibi olmak isteyen bir işçinin, önce 500 bin Lira nakit para sahibi olması gerekiyor.
Sayfa: 11
İŞÇİLER VE ‘TOPLU KONUT YASASI’ 150 metrekarelik bir konut sahibi olmak için ise 1 milyon 450 bin Liraya ihtiyaç var. Bu nakit paraya sahip olmadan, zaten konut kredisi almak mümkün değil. Net asgari ücretin 20 bin Liranın altında olduğu, yüz binlerce işçinin asgari ücretle çalıştığı ve satın alma gücünün tükendiği bir ülkede kaç tane işçi, nakit 500 bin Liraya veya 1 milyon 450 bin Liraya sahiptir? Bu nakit paraya sahip olunduğu düşünülse bile, alınan krediyi geri ödemek için tespit edilen aylık taksitler ödenecek düzeyde değildir. 60 metrekarelik bir konut için aylık taksit 23.200 TL, 150 metrekarelik konut için ise 36.200 TL’dir. Diğer yandan, bu aylık taksitler özel konutlarda 60 metrekarelik konut için 28.300 TL, 150 metrekarelik konut için ise 42.700 TL olmaktadır. Yani, aylık taksitler net asgari ücretin çok üstündedir. Dolayısıyla, bu aylık taksitleri asgari ücretle çalışan bir işçinin ödemesi olanaksızdır. Hem gerekli nakit paraya sahip olan hem de aylık taksitleri ödeyebilecek durumda olan bir işçiyi ele alsak bile, bu kez verilen konut kredisi ile bu işçinin konut sahibi olması çok zor, hatta mümkün değildir. İşçilerin özellikle büyük şehirlerde yoğunlaştığı düşünülürse ve bu büyük şehirlerde de konut fiyatlarının gecekondu bölgelerinde bile 5 milyon TL’den başladığı göz-önüne getirilirse, tüm şartları yerine getirmiş bir işçinin bile,
aldığı konut kredisine en az 2-3 milyon TL daha katması gerekiyor. Aslında Toplu Konut Yasası, tamamen egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda hazırlanarak ortaya çıkarılmıştır. Bu yasa ile hem egemen güçlerin kendi aralarındaki, hem de diğer sınıf ve tabakalarla olan ilişkilerin yeniden düzenlenişi amaçlanmaktadır. Şimdi bunun nasıl gerçekleştirilmeye çalışıldığını ve hangi nedenlerin egemen güçlerin temsilcilerini bu yasayı çıkartmaya yönelttiğini görmeye çalışalım. Birincisi, hızlı nüfus artışı, köyden şehre göçün yarattığı konut ihtiyacı, enflasyonun ve konut kiralarının hızlı bir biçimde artışı, işçilerin yıllardır süren konut sorununu çekilmez hale getirirken, şehir küçük burjuvazisi de bu sorundan şiddetle etkilenmeye başlamıştır. Küçükburjuva tabakaların artan huzursuzluğu, egemen güçlerin temsilcilerinin dikkatini bu sorun üzerine çekmeye başlamıştır. Çünkü kapitalist toplumda burjuva devletin en temel destekçisi küçükburjuva kesimlerdir. Ve bu kesimlerin burjuva devletle olan ilişkisi kopmamalıdır. Çoğu kez egemen güçler, küçükburjuva kesimleri tatmin edici yasal önlemler yoluyla bu desteği alırlar. İkincisi, son yıllarda konut pazarında görülen durgunluğun giderilmesi ve
bu pazarın canlandırılması ihtiyacı, Toplu Konut Yasası’nın çıkarılışının nedenidir. Çünkü konut yatırımı, burjuvazi için en önemli yatırım alanlarından biridir. 1973-76 yıllan arasında, konut yatırımları toplam yatırımların % 17,4’ünü oluşturmuştu. Bu yatırımlarda özel sektörün payı ise %90 idi. Diğer bir ifadeyle, konut yatırımı burjuvazi için çok kârlı alanlardan biridir. Fakat son yıllarda konut pazarında bir bunalım baş göstermiş ve konut yatırımları ise gerilemiştir. Bu alanda özel sektör kredi sorunu ile karşı karşıya kalmış ve tekelleşmeye engel olan küçük arsa mülkiyeti ve ufak müteahhit firmalar engelleyici rol oynamaya başlamışlardır. Bunun sonucunda, devlet desteğinin sağlanması ve kredilerin arttırılması sorunu ortaya çıkmıştır. Toplu Konut Yasası da bu soruna çözüm bulmak için çıkarıldı. Toplu konutu özendirme adı altında yapılması amaçlanan, konut pazarında tekelleşmeyi hızlandırmak, büyük holdinglere yardımcı olmak ve spekülatif kazancın bol olduğu arsa ve konut alım satımını kontrol altına almaktır. Sonuç olarak, Toplu Konut Yasası, işçilerin ve diğer çalışan ücretlilerin konut sorununa çözüm bulmayı amaçlamamaktadır. Tam aksine, işçilerin ve diğer ücretlilerin konut ihtiyacı, konut tekellerinin çıkarı için kullanılmakta ve bu tekellerin desteklenmesinde araç olarak görülmektedir.
Top lu Kon u t S ah as ı D ış ın d ak i Ko n u t la r
TABLO 2 Konut Alanı
Kredi
Ödeme süresi Faiz
Aylık taksit
-60 metrekare
1.750.000TL 15 yıl
% 20
28.300 TL
61-80 metrekare
2.250.000TL 15 yıl
% 25
37.900 TL
81-100 metrekare
2.750.000TL 15 yıl
% 30
39.300 TL
101-150 metrekare
3.250.000TL 10 yıl
% 40
42.700 TL
Top lu Kon u t S ah as ı İ çin d ek i Kon u t lar
TABLO 1 Konut Alanı
Alıcı payı
Kredi
-60 metrekare
500.000TL
61-80 metrekare 81-100 101-150
Ödeme süresi
Faiz
Aylık taksit
1.750.000TL 15 yıl
% 15
23.200TL
750.000TL
2.250.000TL 15 yıl
% 20
31.300TL
“
1.050.000TL
2.750.000TL 15 yıl
% 25
32.800TL
“
1.450.000TL
3.250.000TL 10 yıl
% 35
36.200TL
KUZEY İRLANDA’DA ANTİSÖMÜRGECİ SAVAŞ-1 Taner KALKAN Çoğumuz Kuzey İrlanda ulusal kurtuluşçuları ile İngiliz askerleri arasındaki çatışmanın Kuzey İrlanda’da günlük bir olay olduğunu bilmeyiz. İngiliz ordusunun, son 15 yıldır açıktan işgal ettiği Kuzey İrlanda’daki çatışmalarda 2.500 kişinin öldüğünü, 25.000 kişinin yaralandığını bilmeyiz. Demokrasi ve insan haklan laflarını ağzından düşürmeyen İngiliz hükümetinin işgal kuvvetlerinin İrlandalılara karşı en açık baskı ve zulmü uygulamakta olduklarını bilmeyiz. Halbuki bugün Kuzey İrlanda’ da olanlar ve olayların kökenleri, örneğin Kuzey Kürdistan için derin dersler taşıyor. Özellikle bu nedenle olayları incelemekte büyük yarar var. İRLANDA KURTULUŞ SAVAŞI
sağlanacaktı. Bu ortamda 1918 yılı İngiltere genel seçimlerine gelindiğinde İrlanda adasındaki tek seçim konusu bağımsızlık idi. Seçimlere kayıtsız şartsız tam bağımsızlık sloganı ile giren 1916 ayaklanması önderlerinin oluşturduğu Sinn Fein partisi (bu isim daha sonra Kuzey İrlanda’da tekrar ortaya çıkacak) işbirlikçi burjuvaziyi deşifre etmeyi başararak İrlanda halkının oyunun %70’ den fazlasını aldı. Sinn Fein milletvekilleri seçim kampanyasındaki sözlerini tutarak İngiltere parlamentosundaki sandalyelerini reddettiler. Zaten 73 Sinn Fein milletvekilinin çoğu milletvekili seçildikleri sırada İngiliz zindanlarında yatıyorlardı. Ertesi yıl İrlanda’da bağımsız parlamento kurduklarını ilan ettiler. ADANIN BÖLÜNMESİ
İrlanda’nın tamamı, daha bu yüzyılın başlarına kadar İngiliz sömürgesi idi. İngiliz hakim sınıfları İrlanda adasının ekonomik ve stratejik önemini yüzyıllar Önce keşfetmiş ve adayı imparatorluğa katmıştı. İrlanda hakim sınıflarının işbirliğine dahi güvenmeyen İngilizler yerleşik halktan zorla talan ettikleri toprakları İngiltere’den göç eden İngilizlere dağıttı. Defalarca ayaklanan İrlanda halkını her türlü baskı ve zulüm ile kırdı, sindirdi. Son 1916 ayaklanmasını da böyle bastırdılar. Ancak bu kez ok yaydan çıkmıştı. Artık İrlanda ulusal mücadelesini en geniş haliyle işçi sınıfı üstlenmişti ve 1916 ayaklanması sırasındaki yaygın genel grevleriyle neler yapabileceğini göstermişti. Mücadelenin ulusal kurtuluş boyutlarını aşmaya başlaması ve hatta genişleyip İngiltere’ye yayılması potansiyellerini taşıyordu. İngiliz hakim sınıfları ve İrlanda’daki işbirlikçileri toprak sahipleri ile yeni yetme sanayi burjuvazisi her şeyi kaybetmemek için ödün verme zorunluluğunu çoktan kavramışlardı. Amaç yönetimi İrlanda hakim sınıflarına devretmek, sömürüyü onların sürdürmesini sağlamak ve bu arada emperyalist İngiltere için çeşitli çıkarlar temin etmek idi. Böylece çalışan sınıfların sömürüsü kesintisiz devam ettirilmiş olacak, “yerli” sömürücüler ise ulusal sorunun çözüldüğünü ispatlamış olacak ve mücadelenin daha başka boyutlara sıçramadan önlenmesi
İngiltere’nin yönetimi devir planı umduğu gibi gitmiyordu. Bir anda İrlanda’daki tüm çıkarlarını kaybeder gibi görünen İngiltere, bu kez de kendisinin yerleştirdiği ve adanın kuzeyinde yoğun olan İngiliz asıllı kitleyi kullanmaya koyuldu. En uygun araç din ayrılığı idi. Çünkü göçmen İngilizler protestan, İrlandalılar ise katolikti. Zaten göçmenlerin yüzyıllardır silah zoruyla elde ettikleri ekonomik ve sosyal ayrıcalıklardan kolay vazgeçmeleri düşünülmeyecek bir şeydi. İngiltere bu kitlenin açıktan silahlanmasını ve kendi askeri/polis teşkilatını kurmasını sağladı. 1921 yılında İrlanda’lılar ile anlaşma masasına oturmak zorunda kaldığında, İngiltere açıktan savaş tehditleri savuruyordu. Hiç değilse İrlanda adasının kuzeyini kendine saklamakta kararlıydı. Bu arada, seçimlerden beri, adanın tartışılmaz siyasi temsilcisi olarak kendini kanıtlamış olan Sinn Fein ise bu desteği üç yıldır gerektiği gibi kullanamamış olmanın sıkıntısını çekiyordu. Çalışan sınıfların en yaygın desteğini almış olmasına rağmen, ulusal kurtuluş mücadelesini geleneksel burjuva çözümlerin dışına çıkaramamıştı. Yeni parlamento ilan edip, yeni belediye meclisleri kurmak, mahkemeler atamaktan başka bir şey düşünülmemişti. Aynı tarihlerde Rusya’da olanlardan örnek almak hiç akla gelmemişti. İşçilerden gördüğü yo-
ğun desteğe rağmen, siyasal olarak işçi sınıfının önderliğini ve sosyalizmi amaçlayan bir örgüt değildi. Yeni devleti İngiltere’ye karşı korumak gerektiği düşünüldüğünde bile, bu ancak askeri bir önlem olarak düşünülmüş ve bu amaçla kurulan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (yani İRA, ki bu isimle de daha sonra Kuzey İrlanda’da karşılaşacağız), siyasal amaçları çok dar olan bir örgüt olarak kalmıştı. Tüm yeni organlar bir ulus (İrlanda’lılar) ve bir dine (Katoliklik) dayanıyordu. Oysa bu yeni dönemin organları milliyet ve din esasına göre değil de, bilinçli sınıfsal esaslara dayandırılsalardı ve sosyalizm hedeflenseydi, hem burjuvazi milliyet ve din esasına dayalı, açık sınıfsal perspektifleri olmayan bu organları egemenliği altına alamaz, hem de kuzeydeki İngiliz asıllı işçiler de yeni düzenin dayananlarından biri haline gelmiş olurlardı. Böyle bir durum, değil sadece İngiliz sömürgecilerini adadan atmayı, yepyeni bir düzenin Batı Avrupa’daki öncüsü de olabilirdi. Kısacası, 1916-21 yılları arasında yepyeni bir düzenin, gerçek kurtuluşun objektif koşulları adada mevcuttu. 1918 de işbirlikçi burjuvaziyi saf dışı edip, adanın tartışılmaz siyasi temsilcisi olduğunu
kanıtlayan Sinn Fein, bu yeni ortamın sübjektif koşullarını da doldurabilecek potansiyelleri ve desteği taşıyordu. Ancak Sinn Fein görevini böyle tespit etmiyordu ve zamanı kötü kullanmıştı. 1921’de İngiltere ile anlaşma masasına oturulduğunda İngiltere İrlanda’dan daha hâlâ bir şeyler koparabileceğinin farkındaydı. Göçmen İngiliz/ Protestan kesimin yoğun olduğu Kuzey Batı Ulster bölgesi aynı zamanda adanın o zamanki ekonomik olarak en gelişmiş bölgesiydi. Ancak Ulster’in 9 ilinin sadece dördünde İngiliz mandası taraftarları çoğunluktaydı. 9 ilin tamamında ise çok sınırlı ve uzun vadede, tehlikeye düşebilecek bir İngiliz çoğunluk söz konusuydu. Bu hesaplara dayanan İngiltere çareyi Ulster’in sınırlarında tekrar çizmekte buldu. Böylece 6 ilden oluşan yeni bir bölge yaratıldı. Güneydeki yeni İrlanda Cumhuriyeti ise tartışacak durumda değildi. Çünkü İngiltere’nin açık savaş tehditleri ne cevap verecek bir düzen kurulamamıştı. Kısaca İngiltere diye bildiğimiz, asıl adı Britanya, olan ve İngiltere, Galler ve.İskoçya’ dan oluşan İngiliz devleti, böylece 1920’lerden itibaren İrlanda adasının da kuzeyini sınırlarına katarak Birleşik Krallık oldu.