si_7

Page 1

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR EKİM 1984 SAYI: 7

KAZANMAK İÇİN MÜCADELE ETMEK GEREKİR Recep Gökırmak Askeri diktatörlüğün ilanından bu yana işçilerin gerçek ücretleri olağanüstü ölçülerde geriledi. Sosyalist İşçi’nin 5. sayısında Ferruh Coşkun’un açıkladığı gibi işçiler 1963 yılında bir kilo ekmek için 44 dakika çalışırken 1984 de 82 dakika çalışmak zorunda. Kısacası tam iki misli daha fazla çalışmak gerekiyor. Diğer bütün temel ihtiyaç maddeleri için de durum aynı. 1963’e göre her ihtiyacımız için artık iki misli daha fazla çalışmak zorundayız. Gerçek ücretlerdeki bu düşüş esas olarak 12 Eylül Askeri diktatörlüğü ile birlikte başladı ve dört yılda işte bu noktaya ulaştı. 4 yıl içinde askeri diktatörlüğün kurduğu Yüksek Hakem Kurulu (YHK) birkaç kez işçi ücretlerine zam yaptı. Bunların en sonuncusu yeni toplu iş sözleşmesi dönemi”nin başlamasından hemen önce oldu. % 25 olan bu zammın hemen arkasından büyük gürültülerle asgari ücret yükseltildi. Ne var ki işçilerin cebine giren zam daha girdiği gün fazlasıyla geri çıktı. Asgari ücretlerin artışından çok kısa bir zaman sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük zam dalgalarından biriyle karşılaştı Türk ve Kürt halkları. Zamlar en çok ücretli işçileri etkiledi. Toplu sözleşmeler dört-beş aydır sürüyor. Büyük çaplı bazı sözleşmeler tamamlandı. Her biri büyük gürültülerle imzalanan bu sözleşmelerde sendikalar YHK’nın ve Hükümetin Koordinasyon kurulunun işveren sendikaları ile el ele hazırladıkları “ilkelerden” değişik hiç bir şey talep etmediler. En iyi tahminlerle % 57’ye ulaşan enflasyon karşısında % 30 ila % 35 arasında zam aldılar. İkinci yıl için aldıkları ise daha da komik. Sendikal mücadele işçi sınıfı için bir savunma mücadelesidir. Yaşam koşullarını biraz olsun düzeltmek için verilir. Son aylarda yapılan sözleşmelerde ise yaşam koşullarını düzeltmek bir yana, korumak bile söz konusu değil. Her gün yeni bir maddeye zam yapıldığı

ilan edilen, enflasyonun baş döndürücü bir hızla yükseldiği bir ülkede işçi ücretleri durumu koruyabilmek için hiç değilse enflasyonun yükselme hızına eşit olmalıdır. Mevcut yasalar altında yapılacak toplu sözleşme görüş; melerinde işçilerin temsilcisi olarak sendikaların patronlardan alabilecekleri hiç bir şey yok. Mevcut yasalarla sendikalar patronların verecekleri sadakalara razı olmak zorundadır. İşçilerin patronlara karşı ekonomik mücadelede birliklerinden ve şalteri indirmekten başka güçleri yoktur. Eğer işçiler şalteri indirebilmek hakkına ve şalteri in-

direbilecek, birliklerinden doğan, güce sahip değillerse patronların verdikleri ile yetinmek zorundadırlar. Şimdi olan budur. Bugün işçilerin sendika seçme özgürlüğü yoktur. Daha da önemlisi gerçek bir sendika hakları yoktur. Grev yapılamaz. Dolayısıyla toplu sözleşmeden, sendika haklarından bahsetmek mümkün değil. Ama oligarşinin basını var gücüyle bu gerçeği gizlemeye çalışıyor. Her gün burjuva gazetelerinden sayfalar dolusu haberle toplu sözleşme görüşmelerinde sendikalarla patronların nasıl çekiştiklerin (!) okuyoruz. En başta da Yılmaz başkanla Narin başkanın serüvenleri

KÜRT HALKI YILMAYACAK

Geçtiğimiz haftalarda sömürgeci Türk ordusu Kuzey Kürdistan’da büyük çaplı bir harekât başlattı. Büyük askeri birlikler bölgeye sevk edildi. Köy köy bütün Kuzey Kürdistan bir kez daha sömürgeci ordunun topukları altında eziliyor. Kürdistan’ın birçok bölgesinin dünya ile ilişkileri kesildi. Avrupa basınına sızan haberlere göre yüzlerce Kürt tutuklandı. İşkence, zulüm, Kürt halkı üzerinde kol geziyor. Birçok Kürt yurtseveri Türk basınında çıkan haberlere göre katledildi.

Türk basını sömürgeci ordunun bölgedeki harekâtına görülmedik bir yer ayırdı. Günlerce gazetelerin baş sayfalarında ordu birliklerinin bölgeyi nasıl kuşattıklarını ballandıra ballandıra anlattı. Sömürgecilerin bu son saldırısı Kürdistan’da bir kez daha terör estirmenin, Kürt halkını bir kez daha sistemli bir biçimde sindirmenin yanı sıra geleceğin daha büyük operasyonları için bir ön hazırlık niteliğini de taşıyor. Bilindiği gibi İran ve Irak Kürdistan’ındaki mücadele gelişerek

devam ediyor. Sömürgeci Türkiye oligarşisi açısından Irak ve İran Kürdistan’ındaki silahlı mücadele Kuzey Kürdistan halkının ulusal demokratik bilincini canlı tutuyor. Ve Türkiye oligarşisi Irak ve İran Kürdistan’ındaki mücadeleyi bastırmak için can atıyor, fırsat kolluyor.

1983 ilkbaharında Irak topraklarında girişilen harekât bir ilk işaretti. Son harekât ise Türkiye oligarşisinin niyetlerini bir kez daha gösterdi. Oligarşi koşullar elverdiğinde yakaladığı ilk fırsatta İran ve Irak Kürt hareketlerini bastırmak için harekete geçecektir. Ancak oligarşi iyi bilmektedir ki Irak ve Iran Kürt hareketlerine karşı başlatılacak bir saldırı kendisine pahalıya mal olacaktır. Bu nedenle o bu iki ülkenin egemen sınıflarının işbirliğini aramaktadır. Oligarşi iyi biliyor ki hiç bir baskı ve zulüm Kürt halkının gelişen ulusal demokratik bilincini yok edemez, durduramaz. Onun yapmaya çalıştığı sadece zaman kazanmaktır. Kürt halkı yılmadı, yılmayacak...

geliyor. Ama bütün bu gürültünün ardından çıplak gerçek apaçık sırıtıyor. Teksif ile TİSK arasında büyük çekişmeler (!) sonucu imzalanan sözleşme basına % 115 zam olarak yansıyor, ama bu % 115’in iki yıl için olduğu gizleniyor. Gerçekte birinci yıl için % 35 artı 7000TL. Ve bu haberin yayınlanmasından çok değil bir hafta sonra bir kez dana tekel ürünlerine, benzine ve daha bir çok temel ihtiyaç maddesine zam geliyor. Kazanılan (!) % 35 geldiği gibi gidiyor. Bu arada Çalışma Bakanlığı metal işkolunda DİSK’li işçilerin tercihi olan Otomobil-İş sendikasına yetki vermemekte. Kimi işyerlerinde yetkiyi geciktirirken bazı işyerlerinde ise Otomobil-İş işçilerin çoğunluğunu örgütlemiş olmasına rağmen yetkiyi Türk Metal’e vermeye hazırlanıyor. Böyle bir gelişmenin sonucu şimdiden belli. Sözleşme derhal satılarak imzalanacak ve ardından fabrikalardaki tüm sosyalist, öncü işçiler temizlenecek. Yeni toplu sözleşme dönemindeki tüm gelişmeler bir gerçeği gösteriyor, mevcut sendika ve sözleşme yasaları ile ekonomik mücadelenin sürdürülmesi ve yaşam koşullarının düzeltilmesi mümkün değildir. Bu durumda öncü işçilerin önündeki görev gerçek bir sendika hakkı için mücadeledir. Pahalılıktan yakınmak boşunadır, ücretlerin düşüklüğünden yakınmak boşunadır. Sendika seçme hakkının olmamasından yakınmak da boşunadır. Gerçek bir grev hakkı olmadan bütün bunları düzeltmek mümkün değildir, öyleyse gerçek bir grev hakkı için mücadeleye. İŞÇİ yığınlar arasındaki baş şiarımız bu olmalıdır. Gerçek bir sendikalaşma hakkı, gerçek bir grev hakkının kazanılmasından geçecektir. İşçi hareketinin mücadele dalgasının kabarabilmesi, ileriye atılması bu hakların kazanılmasından geçecektir. Kazanmak için ise mücadele etmek, direnmek gerekir.


Sayfa: 2

Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Yurtdışı baskısı EKİM 1984, Sayı: 7

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: Postlagerkarte 074763A - 1000 Berlin 44 - B.R.DEUTSCHLAND 12 Eylül darbesinin hemen arkasından, grevdeki işçilere işbaşı yaptırıldı. 1980 yılında biten ve yenilenmesi gereken sözleşmeler YHK tarafından yenilendi. Diktatörlüğün ilk dönemi olması dolayısıyla; işçilere hoş görünmek, işçi haklarındaki kısıtlamaların tepkisini azaltmak, vb. gibi nedenlerle ücretlere %70 zam yapıldı. Çalışanların bütün kazanımları ve hakları ellerinden alınırken ve her dönemin şakşakçıları cuntayı kurtarıcı olarak karşılarken, %70’lik zam haliyle olacaktır. Böylece çalışanlar gerçeği görmesinler, “ordu bizi düşünüyor” fikri yerleşsin, cuntanın kim için cuntalık yaptığı belli olmasın ve tepki, direniş gelişmesin. Gene bu amaçlara hizmet etmek için işçi çıkarma yasağı kondu. Ama gördük ki, işçi çıkarma devam etti. Bizim çevremizdeki en somut örnekler. Presiz, Sungurlar ve Arçelik’teki uygulamalardır. Ama cunta basını, radyosu ve televizyonuyla gerçekleri halkın gözünde başka türlü göstermeyi becerebildi. Cunta eliyle kurulan ve sözleşmelerde ücretlerin kemirilmesi görevini üstlenmiş olan YHK 1981-82-83 ve 84’te işçilere darbe üstüne darbe indirdi. 12 Eylül öncesindeki sözleşmelerde, seyyalen ücret artışları sağlanıyordu, örnek verecek olursak, diyelim ki bir fabrikada en yüksek saat ücreti 145 lira en düşük saat ücreti ise 130 liradır, ücretlere birinci yıl zammı olarak 70 lira, ikinci yıl zammı olarak da 50 lira verilmiş olsun. En çok saat ücreti alan işçinin 1984 yılındaki saat ücreti 215 lira, 1985 yılındaki saat ücreti ise 265 lira olacaktır. Aynı şekilde en düşük ücret alan işçinin saat ücreti birinci yılda 130 liradan 200 liraya, ikinci yılda 250 liraya çıkacaktır. Aradaki fark gene 15 lira olarak kalmaktadır. Şimdi bir de YHK’nın yaptığına bakalım. Ben Tuzla civarındaki bir fabrikada çalışmaktayım. 1981 yılında işbaşı yaptım. İşçi almada işveren şu yöntemi uygulamaktadır: 250- 300 muvakkat (geçici) işçi almakta ve bu işçileri 3-5 ay çalıştırdıktan sonra eleme yapmaktadır. Bir kısım işçiyi “kadroya almakta, gerisinin ise yaz-kış

YHK VE KISITLI SÖZLEŞME DÜZENİ Haluk GÜÇLÜ demeden işine son vermektedir. Ben haziranda işbaşı yaptım. Asgari ücret olarak elime net 7200 lira geçmekteydi. Eski ve kadrolu işçilerden en çok ücret alan 14.500 lira, en az ücret alan ise 12.500 lira almaktaydı. Yani en az ücret alan eski işçi ile biz asgari ücretliler arasındaki fark 5.300 lira, en çok ücret alan işçi ile aramızdaki fark ise 7.300 lira idi. 1982’de YHK sözleşme yaptı ve ücretlerimize % 15 artı 3000 lira zam yapıldı. Eski işçilerle yeni işçiler arasındaki ücret farklılığı net maaş olarak ortalama 7000 liradan 11.000 liraya çıktı. Onların aylık ücreti 22.000 lira bizimki 11.500 lira oldu. 1983’de gene YHK’nın yaptığı sözleşmeyle (%20 artı 1500) yenilerin aylık ücreti 14.500 lira, eskilerinki 29.000 lira oldu. 1984’te ücretlerimize yapılan zamla (%25 artı 2000) eskilerin ücreti 46.000 lira, bizimki 23.000 lira oldu. Başlangıçta 7000 lira civarında olan fark, 1982’de 11.000 liraya 1983’te 14.500 liraya, 1984’te 23.000 liraya çıkmıştır. 12 Eylül’den önceki serbest toplu pazarlık döneminde yapılan seyyalen zamlarla ücretler arasındaki farklılıklar korunmuştu. Diktatörlük adına hakemlik yapan YHK ise ücret farklılığını alabildiğine arttırdı. YHK kurulduğunda ise tersi söyleniyordu, yani ücretler arasındaki farkın ve dengesizliğin giderileceği söyleniyordu. Ama ben

kendi deneylerimde bunun tam tersini yaşadım, yaşıyorum. Bazı işkolları arasında ücret farklılığı kabul edilebilir bir şeydir. Örneğin madende çalışan bir işçinin ücreti diğer işkollarındaki işçilerden fazla olabilir. Ama bu fark üç misli, beş misli olmamalıdır. Hele de aynı işkolunda ve hele hele aynı işyerinde böyle büyük farklılıklar oldu mu, bu yeteneğe ve iş riskine göre ücret” değil düpedüz dengesizliktir. Bu hesabın arkasında, eski ve yeni işçileri bölmek, birliği engellemek yatmaktadır. Böylece emekliliği yaklaşmış, yüksek ücret alan işçiler yeni ve düşük ücretli işçilere karşı çıkarılmaktadır. Sözleşmeleri 1981 yılında yapılan işçiler, sözde serbest toplu pazarlık dönemine girdiler. Serbest toplu pazarlık ve sözleşme nedir? İşçi ve işveren temsilcilerinin hiçbir müdahale olmadan ücret pazarlığı yapmalarıdır. Anlaşma olmazsa, sendikalar ellerindeki tek zorlayıcı silah olan grev hakkım Kullanırlar. Ama yeni sendikalar yasası bu hakkı alabildiğine kısıtlamış, kullanılmayacak hale getirmiştir. Üstelik kamu işyerleri için Toplu Sözleşme Koordinasyonu Kurulu oluşturularak ücret zammının tavanı baştan %30 olarak belirlendi. Türk Metal ile MESS arasındaki sözleşme haberi gazetelerde yayınlandığında, Özal’ın da bir demeci çıktı: “İşçisine fazla para verip de

iflas eden benim yanıma gelmesin” diyor. Kapitalistlerin has uşağı kapitalistleri uyarıyor: Benim söylediklerimin dışına çıkarsanız, sizin yararınıza hükümet edemem, diyor. İşte böyle cenderelerin içindeyiz. Kapitalistler bütün silahlarıyla saldırıyorlar, kanımızı emmek, emeğimizi alabildiğine sömürmek için. Sinme kurtuluş değil, ufak tefek kazançlar kurtuluş değil. Biz sınıf bilinçli işçiler işçilerin somut taleplerini öne çıkarmalı, sendikalarda öne fırlamalı, sınıfları, sınıf ilişkilerini, devletin kimin olduğunu, sınıfsal niteliğini yanımızdaki arkadaşımıza her fırsatta anlatmalıyız. Eleştirilerimiz ne kendi sonuçlarından, ne de var olan güçlerle düşeceği çelişkiden korkmaz. K. MARKS

ÇIKARKEN Recep Gökırmak SENDİKALAR VE SİYASAL MÜCADELE L. Karadeniz İKAMECİLİK VE SEKTERİZM BİRBİRİNİ ÜRETİR Cevdet Harman ULUSAL SORUN ÜZERİNE TARTIŞMALAR Mithat Fazıl ROSA LUXEMBURG - LENİN TARTIŞMASI ÜZERİNE L. Karadeniz RUS SOSYALDEMOKRASİSİNİN ÖRGÜTSEL SORUNLARI Rosa Luxemburg BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ V. I. LENİN’İN R. LUXEMBURG’A CEVABI V. I. Lenin

KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI

AÇIKLAMA Arkadaşımız Behçet Toprak'ın Sosyal Demokrasi ve Türkiye başlıklı yazısının ikinci kısmı gazetemiz baskıya girerken elimize geçmediği için bu sayıda yayınlayamıyoruz. Okuyuculardan özür dileriz. Sosyalist İşçi Yazı Kurulu

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ 1. KONGRE BELGELERİ ve TÜZÜĞÜ SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI


Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 3

YAZI KURULU’NUN DUYURUSU

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ 1. KONGRESİ YAPILDI Kurtuluş Hareketi içindeki örgütsel mücadelede örgüt Politbürosunun hizipçi ve tasfiyeci tutumu sonucu doğan Kurtuluş Geçici örgütü kuruluşundan 1983 sonuna kadar esas olarak Kurtuluş Hareketinin birliği için mücadele etti. Geçmişin teorik görüşlerinin ve pratik faaliyetinin, örgütsel yapının ve örgütişçi sınıfı ilişkilerinin gözden geçirilerek özeleştirisinden yana olan KGÖ, özeleştiri sürecinin birleşik örgütlenmesince yapılmasını savunmaktaydı. 3 yıllık mücadelenin sonunda Kurtuluş’un bölünmesinden doğan diğer örgütlenme, TKKKÖ esas olarak Hareketin geçmişini aklamanın yanı sıra teorik tartışmaya yanaşmayan ve örgütsel birliği olanaksız kılan sekter tutumuyla KGÖ’nün birlik faaliyetini sonuçsuz bıraktı. Böylelikle 1983 kasım ayında Kurtuluş Hareketi tam anlamı ile bölündü. Hareketin bölünmesinin sonucu olarak KGÖ faaliyetlerini yeniden düzenleme gereğini duydu, öte yandan örgüt içi demokrasinin başlıca aracı olan organların seçimi 3 yıldır yapılmamaktaydı. Bu nedenle Kurtuluş Hareketi içindeki mücadelenin bir ürünü olarak doğan KGÖ 1. Kongre hazırlıkları 1984 yaz başında başladı. Tüzük değişiklik önerileri ve çeşitli karar taslakları kongre Öncesi üyeler ve yerel komite toplantı ve kongrelerinde yoğun bir biçimde tartışıldı

ve ağustos 1984’ de Kurtuluş örgütü 1. Kongresi İstanbul’da toplandı.

TÜZÜK 1. Kongre KGÖ Tüzüğünün bazı maddelerini değiştirdi. İlk değişiklik örgüt ismi üzerine oldu. Kongre çoğunluğunun oyları ile örgüt ismindeki “Geçici” sıfatı kaldırılarak örgüt ismi Kurtuluş örgütü olarak saptandı. Diğer tüzük değişiklikleri ile ise üye hakları genişletildi ve sağlamlaştırıldı. Ayrıca, organların özerkliğini genişleten ve daha netçe tanımlayan yeni maddeler tüzüğe eklendi. Örgütün iki yılda bir yönetici organlarını seçmesi kuralı korunurken, bir başka değişiklikle iki kongre arasında yapılacak olan Konferansların iradesi Merkez Komitesi iradesinin üzerine çıkarıldı ve Konferans ayrıca, gerekli gördüğü takdirde yönetici organları seçme yetkisi verildi. Kongre talep eden yerel örgütlerin “örgütlenme Bürosu” kurma hakları da yeni Tüzükte daha net olarak açıklandı. Yapılan Tüzük değişikliği en kısa ifade ile örgüt içi yaşamı demokratik temellere oturttu.

KONGRE KARARLARI Kurtuluş Örgütü 1. Kongresi Tüzük de-

ğişikliği ve merkez organların seçiminin yanı sıra 10 karar aldı. Genel olarak örgütün önündeki 1 yıllık faaliyetine ışık tutmayı amaçlayan bu kararlar “Durum Tespiti” başlıklı bir numaralı kararın açılımları çevresinde saptandı. 1. Kongre kabul ettiği kararlar ile örgütün önüne iki temel görev koydu: I. Küçük burjuva sosyalizminden tam bir kopuş için teorik faaliyet, II. Sosyalist öncü işçilerin örgütsel birliği için pratik faaliyet. 1. Kongre, Kurtuluş Hareketinin geçmiş teorik açılımları ile hesaplaşmaya ve özeleştirimizin geliştirilmesi için teorik faaliyeti önümüzdeki dönemin temel faaliyeti olarak saptarken, pratik faaliyetini ise modern sanayi proletaryasının en yoğun olduğu büyük kentlerin büyük sanayi işletmeleri ile sınırladı. 1. Kongre’nin tartışarak kabul ettiği diğer kararlar ise şu konularda: Ulusal Sorun, Sendikalar, Kadın Sorunu, Birlik, Militarizme Karşı Mücadele, Hapishanelerdeki Mücadelenin Desteklenmesi. Bu kararların yanı sıra Kongre Sosyalist İşçi’yi örgütün merkez yayın organı olarak saptadı ve teorik yayın organını (Sosyalist Tartışma) esas olarak teorik yenileşme ve özeleştirinin tamamlanması ile görevlendirdi.


Sayfa: 4

Sayı: 7

Bir süredir, sendikal faaliyetin yeniden “serbest” bırakılmasından bu yana, “hangi sendikanın tercih edilmesi üzerine süren yoğun bir tartışma var. Ve daha şimdiden bazı çevreler yeni bir DİSK örgütlenmesinin hesaplarını yapmaya başladılar bile. Bir iki bağımsız sendika, Türkİş’ den koparılacak iki üç sendika ile birleştirilir ve yeni bir iki sendika daha kurulup bunlara eklenirse, işte size yeni bir DİSK. Kimileri açıkça bu hesabın içindeler. Şimdiden, dün DÎSK içinde sürdürülen “tepeden inme “yöntemler, mevcut sendikal hareket içinde yürürlüğe sokuldu, ya da sokulma çabası içinde. Aynı hedefi amaçlayan bir diğerleri ise yasa dışı sendikalar öneriyorlar. Ekonomik mücadeleyi sürdürecek bu yasa dışı sendikal hareket (!) uygun koşullar oluştuğunda sınıf sendikacılığı temelinde ve sosyalist işçilerin yönetiminde olacakları yeni bir konfederasyonu (yeni bir DİSK’i) oluşturacaklar. Gerçekte, yasa dışı sendikal örgütlenmeyi önerenlerin de diğerlerinden hiçbir farkları yok. Her iki anlayış da bugün işçi sınıfının sendikal mücadelede önünde duran en temel görevi görmemekte. Bu nedenle de biri sağ diğeri sol sapmanın ürünü olarak aynı noktada buluşmaktadırlar. Yeni bir DİSK yaratmanın peşinde olanlar öncelikle günümüzde gerçek anlamda sendikalaşma hakkının olmadığını adeta unutmaktadırlar.

SENDİKAL MÜCADELEDE GÖREV:

GERÇEK BİR SENDİKALAŞMA HAKKI  İÇİN MÜCADELE R. GÖKIRMAK Mevcut yasalar sonucu bugün Türkiye işçi sınıfının “ sendikalaşmış” olan kesiminin hemen hemen yarısı örgütlendikleri sendikalar %10 barajını aşamadığı için veya sendikaları işyerinde %51 barajını geçemediğinden ve Çalışma Bakanlığının her türlü sahtekârlığının sonucu toplu sözleşme yapma hakkından mahrumdur. Bu “hakka” sahip olanlar ise gene mevcut yasalar sonucu grev yapabilmek olanağından mahrumdur. Oysa serbest toplu pazarlık ve sözleşme ve grev hakları olmadan sendikalaşma hakkından söz etmek olanaksızdır. Bu nedenle sendikal örgütlenme ne olursa olsun; Türk-İş,

bağımsız sendikalar ya da DİSK, temel görev gerçek anlamda sendikalaşma hakkının elde edilmesi için mücadeledir. Bugün sendikal mücadelenin özü budur. Böylesi bir mücadelenin sonucunda sendikal biçim de şekillenecektir. Burada hemen akla gelebilecek olan soru, gerçek anlamda sendikalaşma hakkı için verilecek bir mücadelenin Türk-İş veya var olan başka bağımsız sendikalarda verilip verilemeyeceğidir. Yeni bir DİSK’i şu veya bu biçimde önerenler bu soruya kestirme bir cevap vermekteler: “Türkİş’te bu mücadele verilemez!” Gerçekten de bu cevabın haklılık payı vardır. Mevcut yapısıyla, mev-

cut pratiği ile Türk-İş gerçek bir sendika hakkı için mücadelenin önündeki başlıca engeldir ve mevcut yapısıyla yeni yasaları tamamlayan Bir öğedir. Ancak unutulmaması gereken nokta DİSK’in doğuş biçimidir. DİSK, bazı sendikacıların ya da sosyalistlerin kafasında doğup gelişmedi. Tam tersine 1963’te çıkan yasaların mücadele içinde ileriye doğru zorlanması ile Türk-İş içinde gözlerini açan ve sonucunda Türk-İş’ten kopmak zorunda kalan bir hareket olarak doğdu. Bir başka deyişle DİSK önceden plânlanıp hayata geçirilen bir olgu değil, sınıfın hareketinin, mücadelesinin ulaştığı boyutun bir evresinin biçimidir. Sendikalaşma hakkının olmadığı (kabaca böyle diyebiliriz) bir koşulda görev yeni bir biçim yaratmak değil, o biçimin üzerinde yükseleceği temeli, özü oluşturmaktır. Bu, sendikalaşma, toplu sözleşme grev haklarının yeniden kazanılmasıdır. Ve bugün bu mücadelenin bir mutlak biçimi yok. Bugünden biçimi düşünen, bugünden biçimin hesaplarını yapan siyasi akımları sosyalist işçiler dünden biliyorlar, tanıyorlar. Bugünden biçimin hesaplarını yapanlar sınıf sendikacılığının, sosyalist işçilerin sendika yönetimine gelmesinin “sol”daki düşmanlarıdır1ar. Onlar, oldubittiye getirerek sendikaların başına çökmek isteyenlerdir. Türkiye işçi sınıfının öncü kesimleri DİSK içindeki pratikten böylelerini yeterince tanımaktadır.

YILMAZ GÜNEY ÖLDÜ Devrimci sanatçı Yılmaz Güney 9 eylül günü Paris’te öldü. 47 yaşında, ülkesinden uzakta, vatandaşlığı elinden alınmış olarak öldü Yılmaz Güney, ve kendi isteği üzerine Paris Komün’ü savaşçılarının yanına gömüldü. Yılmaz Güney, ülkesinin ve halkının sorunlarına ilgi duyan düşünce ve sanatı ile yoksul kitlelerin sorunlarına çözüm getirmeye çalışan bir sanatçıydı. Sinema hayatına, halktan gelen, hiçbir zaman boyun eğmeyen, karşı koyan, kötülük ve zorbalıkla savaşan kahramanlar yaratarak başlayan Güney, 70’li yıllardan sonra sanatını ve bir anlamda kendini de aşarak daha toplumsal ve politik içerikli filmler yapmaya

Oya EREN başladı. Yeşilçam’ın para kazanmak amacıyla yapılan, insanları kaderciliğe iten ve Türkiye’nin sınıflı bir toplum olduğunu göz ardı eden sanat değerleri düşük filmlerine karşılık, Yılmaz Güney genelde Türkiye, özelde Kürdistan’daki yoksulluğu, baskıyı, bunların suçlularını gösteren, mücadele dolu gerçekçi filmler yapmıştır. Yaşantısının en verimli yıllarında; verdiği mücadele ile egemen sınıfları rahatsız etmeye başladığından her fırsatta tutuklanan Yılmaz Güney kısa yaşamının 12 yılım hapishanelerde geçirmiştir. Ha-

pishanede olmak onun için sanatını sürdürmemek anlamına gelmemiş; içerde yaptığı çalışmalar ve yazdığı senaryolarla siyasal ve toplumsal içerikli filmler yapmayı başarmıştır. Yaptığı bir çok film ulusal ve uluslararası yarışmalarda ödüller alırken Türkiye’ de hakim güçler tarafından sansüre uğramış ya da oynatılması yasaklanmıştır. Yılmaz Güney sanatı sanat için değil; içinden geldiği halk ve onun verdiği bağımsızlık ve sınıf savaşı için yapıyordu. O bağımsız bir sinemacı değil, tarafını belirlemiş ve ülkesinden uzakta bile olsa ülkesinin sorunları ile ilgilenen, askeri

diktatörlüğün teşhiri, Türkiye ve Kürdistan’daki baskı ve zulmü kamuoyuna duyurmak için mücadele veren devrimci bir sinemacıydı. Türk sineması yalnız iyi değil aynı zamanda devrimci bir sinemacısını yitirdi. Nazım Hikmet gibi Yılmaz Güney de yaşamını ve sanatını adadığı halkından, ülkesinden uzakta öldü. Yılmaz Güney’i, yaptığı filmler ile ezilen sınıfların mücadelesine katkısını unutmayacağız. Türkiye ve Kürdistan halklarının, Yılmaz Güney’in bıraktığı mirasa sahip çıkacak, onu geliştirecek daha birçok devrimci sanatçı yetiştireceğine inanıyoruz.


Sayı: 7 Kapitalist ülkeler arasında, bir ülkenin “gelişmişlik düzeyi” o ülkenin kişi başına düşen milli geliri ile tespit edilmektedir. IMF’ye göre milli gelirin kişi başına 1000 doları aşması halinde o ülkenin “azgelişmişlik sınırı”nı geçtiği ve 1000 doların altına düştüğü durumda ise o ülkenin gelişemediği anlaşılır. Türkiye’de yapılan istatistiklere göre ise kişi başına düşen milli gelir, ilk defa 1977’de bu sınırı geçmiştir. Fakat 1983’de ise 1000 doların altına düşerek 911 dolar olmuştur. Yani Türkiye kapitalist ülkeler arasında “azgelişmişlik sınırı “m aşamayan ülkelerden biri olmuştur. Bu gerçeğe rağmen oligarşinin temsilcileri ve basını sürekli bir biçimde milli gelirin arttığını, ekonominin “gelişme” gösterdiğini ve bunun sonucu “var olan bunalımın aşılacağı”nı belirtmektedirler. Resmi istatistiklere baktığımızda milli gelirin arttığını elbette görebiliriz, örneğin, milli gelir 1980’de %4,4, 1981’de %4,6 ve 1983’ de ise %2,9 artmıştır. Ancak milli gelirin artışı, kendi başına hiçbir şeyi açıklayamaz. Türkiye’de milli gelir, artmasına rağmen, kişi başına düşen milli gelir, sürekli bir düşüş göstermiş ve yukarıda belirttiğimiz gibi 1983’de 911 dolara inmiştir. Demek ki, burjuva çevrelerin milli gelirin artışından hareket ederek yaptıkları “gelişiyoruz” ve büyüyoruz’’ propagandası, işçiler ve diğer ücretlilerden birtakım gerçeklerin gizlenmesinden ibarettir. Gizlenen bu gerçeklerin neler olduğunu anlayabilmek için önce milli gelirin ne olduğunu ve nasıl dağılıma uğradığını görmek gerekiyor. Böylece, Türkiye’de burjuva çevrelerin propagandasının da içyüzü açığa çıkarılabilir. Kapitalist üretim, bir yandan üretim araçlarının kapitalistlerin elinde yoğunlaşmasını, diğer yandan da üretim araçlarından tamamen bağımsızlaşmış ve işgücünü satmaktan başka hiçbir şeyi olmayan işçilerin varlığını gerekli kılmaktadır. Böyle bir sistemde üretim, üretim araçlarının sahibi kapitalistler tarafından düzenlenir. Kapitalist üretimin amacı ise toplumun bireylerinin ihtiyacını karşılamak değil, kapitalistlerin azami kâr elde etmelerini sağlamaktır. Kapitalist sistemde, kapitalistin üretime başlayabilmesi için sahip olduğu sermayenin bir kısmını üretim araçlarına, diğer kısmım ise işgücünün alımına yatırması gerekir. Üretim araçlarına yatırılan sermaye, üretim sonunda gene kendisi kadar bir değer yarattığından değişmeyen sermaye, işgücünün alımı için yatırılan sermaye ise üretim sonunda kendi değerinden başka bir artı değer ya-

Sayfa: 5

GELİR DAĞILIMININ GERÇEKLERİ Ferruh COŞKUN rattığından değişen sermaye olarak adlandırılır, üretim sonucunda da değişmeyen sermaye artı değişen sermaye artı artıdeğerden oluşan bir değer yaratılır. Kapitalist ekonominin birbirinden ayrı birçok işletmeden meydana geldiğini göz önüne alırsak, tüm işletmeler de bir yılda üretilen bu değerlerin toplamı, o toplumun yarattığı toplam toplumsal değeri ortaya çıkarır. Fakat üretim sonucunda üretim araçlarına yatırılan sermaye, yıpranmaya ve aşınmaya uğradığından, bu pay, toplam toplumsal değerden düşülür. Ve üretim sonucunda aşınma ve yıpranma payı düşüldükten sonra, geriye değişen sermaye artı artıdeğerden oluşan bir değer kalmış olur. İşte toplam toplumsal değerin bu kısmı kapitalist toplumun milli gelirini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi milli gelirin yaratıcısı, üretici alanlarda çalışan işçilerdir. Milli gelirin dağılımı, kapitalist sistemde sınıfsal bir özelliğe sahip olduğundan, bu dağılım her zaman egemen sınıfların lehine gerçekleşir. Milli gelirden işçiler ücret, kapita-

listler ise artıdeğer alırlar. Diğer yandan üretici olmayan yani milli gelir yaratmayan alanlarda çalışanlara da kapitalistler ücret öderler. Böylece milli gelirin yeniden bölünüşü gerçekleşir. Fakat bu yeniden bölünme, yine kapitalistlerin çıkarına göre gerçekleşir. İşçiler ve diğer ücretlilerden alınan vergiler ve fiyat artışları yoluyla milli gelirin dağıtılan bir kısmı yeniden kapitalistlerin cebine girer. Bunun sonucu, işçilerin ve diğer ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay, giderek düşer, buna karşın egemen güçlerin aldıkları pay ise giderek yükselir. Milli gelirin bu şekilde dağılımı, beraberinde bir yandan işçilerin ve diğer ücretlilerin gerçek ücretlerinin yani satın alma gücünün düşmesini getirerek, işçilerin büyük bir kısmının kitlesel bir yoksulluk içinde yaşamalarını yaratır. Diğer yandan da egemen sınıfların milli gelirden aldıkları payın artışı ile hem üretimin yeniden genişletilmesi gerçekleştirilerek, sermayenin bir avuç kapitalistin elinde birikmesi sağlanır, hem de kapitalistlerin kişisel tü-

TABLO 1 Milli gelirin dağılımı Yıl

Ücret ve maaş alanların payı

Kar, rant ve faiz alanların payı

1979 1980 1981 1982 1983 1984 (tahmin)

% 33,8 % 25,8 % 23,4 % 23,2 % 22,8 % 20

% 66,2 % 74,2 % 76,6 % 76,8 % 77,2 % 80

TABLO 2 1983 yılında Milli Gelirin Aileler Arasında Dağılımı Aile yüzdesi

Aile sayısı

Milli gelirden aldığı pay

% 50 % 22,5 % 18,2 % 6,8 % 2,5

4.250.000 1.912.000 1.547.000 578.000 212.500

% 17 % 17,9 % 25,4 % 18,6 % 21,1

ketimleri için ayırdıkları payı artar. Şimdi bu anlattıklarımızı Türkiye’de milli gelirin dağılımı ile bağlantı içerisinde ele alalım. O zaman milli gelirin Türkiye’de dağılımının kimin çıkarına olduğunu ve bu dağılımdan kimlerin yararlandığını görebileceğiz. Milli gelirin çeşitli yıllarda dağılımına baktığımızda (Tablo 1) ücret ve maaş alanların payının nasıl bir gelişme gösterdiği ortaya çıkmaktadır, ücret ve maaş alanların payı 1979’da %33,8 iken, İ983’de % 22,8’e düşmüş, buna karşılık kâr, rant ve faiz alanların payı ise %66’dan % 77,2 ye yükselmiştir. 1984 yılı için yapılan tahminlere göre ise ücretlilerin payı %20’ye düşecek, kâr, rant ve faiz alanları payı ise %80’e yükselecektir. Gelir dağılımının bu gelişimi, işçilerin patronlar tarafından giderek daha çok sömürüldükleri ve gerçek ücretlerinin daha da düştüğü gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gelişmenin en ilginç yanı ise 12 Eylül 1980’de yönetime el koyan askeri cuntadan buyana olan değişmedir. Dikkat edilirse, cunta yönetimi altında ücretlilerin durumu, hızla kötüleşmiş, patronların durumu ise daha da iyileşmiştir. Demek ki, “toplumsal barışı sağlayacağız” ve “anarşiyi ortadan kaldıracağız” adı altında yönetime el oyanların yaptığı, aslında patronların istemlerini yerine getirmek olmuştur. Tablo 1’deki milli gelirin dağılımı da bu gerçeği somut bir biçimde sergilemektedir. Ayrıca milli gelirin 1983’de aileler arasındaki dağılımına (Tablo 2) baktığımızda sermayenin bir avuç kapitalistin elinde biriktiğini ve bu bir avuç ailenin gelirinin toplumun çoğunluğunu oluşturanların gelirinden yüksek olduğunu görebileceğiz. Türkiye’de yapılan istatistiklere göre 1983’de 8,5 milyon aile bulunmaktadır. Bunların toplam geliri ise 10 trilyon liradır. Toplam ailelerin %30’ unu oluşturan en düşük gelire sahip olan 2 milyon 550 bin aile, milli gelirin % 6,9’unu alır. Yani bu ailelerin toplam yıllık geliri 690 milyar liradır. Buna karşın, ailelerin % 2,5’unu oluşturan 212 bin 500 ailenin milli gelirden aldığı payı ise %21,1 yani 2 trilyon 110 milyar liradır. Bu da aileler arasındaki gelir dağılımından doğan uçurumun giderek büyüdüğünü gösteriyor. Tüm bu gerçekler, burjuva çevrelerin milli gelir artıyor, “gelişiyoruz” ve “büyüyoruz” propagandasının hangi amaca hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Bu propaganda ile yapılan, işçi yığınlarının giderek artan yoksullaşmasını gizlemek ve patronların ceplerini daha çok doldurmaktır.


Sayfa: 6

Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

L. KARADENİZ 1905 Devrimi’nin başlangıcı sayılan ve Kanlı Pazar diye anılan 9 Ocak’ı anmak Rus işçileri için gelenek haline gelmişti. 1917’de de böyle oldu. 1912’den beri tekrar başlayan ve giderek yükselen açık sınıf mücadelesi ortamında, Kanlı Pazar’ın yıldönümü Petrograd’da 140.000 işçinin grevi ile başladı. Birkaç gün sonra ünlü Putilov Silah fabrikaları’nın 40.000 işçisi de greve katıldı. İşverenler lokavt ile cevap verince grevler daha da yaygınlaştı. 23 şubatta Uluslararası Kadınlar Günü’nde binlerce kadın “ekmek!” diye bağırarak sokaklara döküldü. Çok kısa bir zaman içinde şehirdek5 bütün fabrikalarda fabrika komiteleri kurulmuştu bile. 24 şubatta bütün fabrikalarda Petrograt İşçi Temsilcileri Sovyeti için seçimler yapıldı. 28 şubatta Çar ikinci Nikola alaşağı edilerek Rusya’da Çarlığa son verildi. Kapitalist bakanlardan oluşan Geçici Hükümet kuruldu. Ezilen yığınların tabandan gelen girişimi öylesine baş döndürücü bir hızla gelişiyordu ki, 9 ocak ile 28 şubat arasında olup bitenlere herhangi bir devrimci partinin damgasını vurmak olanaksızdı. 6 ay sonra Ekim Devrimi’nin muzaffer partisi olacak olan Bolşevikler, genel grev çağrısı olan ilk bildirilerini, ancak, 25 şubatta ve 200.000 işçi zaten grevdeyken çıkarıyorlardı. Büyük sosyal devrimleri, hele de ileri sınıfın önderlik ettiği devrimleri başından sonuna kadar bir partinin inisiyatifine ve planlarına dayandıran kaba Marksistler için şaşırtıcı olan bu durum Lenin için şaşırtıcı değildi. O, sosyalizmin yolu ile Marksistler arasındaki ilişkiyi şöyle tanımlıyordu: “Biz, Marks’ın ya da Marksistlerin, sosyalizm yolunu bütün yönleriyle tanıdığını savunmuyoruz. Bu, saçmadır. Biz, bu yolun yönünü tanıyoruz. Hangi toplumsal güçlerin oraya götürdüklerini biliyoruz. Ama, somut olarak, pratik olarak, ne olduğunu işe koyuldukları zaman milyonlarca insanın deneyimi bunu gösterecektir.” Milyonlarca insanın deneyimi Rusya’da Çarlığı devirdi, birinci dünya savaşı’nın en karanlık günlerinde, savaşan bloklardan birine dahil olan, yani Fransız ve İngiliz emperyalistleriyle ittifak içinde olan Rusya’da özgürlük ve demokrasiyi yarattı. Peki, devrimci partinin rolü ne olacak? Lenin bunun cevabını 1905 Devrimi günlerinde vermişti: “Devrimin bizi ve halk yığınlarını eğiteceğinden kuşku yoktur. Ama militan bir siyasal partinin şimdi karşı karşıya olduğu sorun, bizim devrime herhangi bir şey öğretip öğretemeyeceğimiz sorunudur. Devrime bir pro-

EKİM DEVRİMİ leter damgası vurabilmek için, devrimi, sözle değil, gerçekten kesin bir başarıya ulaştırmak için sosyal demokrat öğretimizin doğruluğundan, sonuna kadar devrimci olan tek sınıf ile, proletarya ile olan bağımızdan yararlanabilecek miyiz?” Devrime proleter damgası vurabilmek, devrimi, sözle değil, gerçekten kesin bir başarıya ulaştırabilmek 1917 Şubat Devriminde hangi anlamı taşıyordu? Şubat Devrimi Rusya’da ikili bir iktidar ortaya çıkarmıştı. Bir yanda, hemen hemen ülkenin bütün sanayi şehirlerinde kurulmuş ve Petrograt İşçi Temsilcileri Sovyeti ile ilişki kurmuş olan işçi temsilcileri Sovyetleri, askeri birliklerde oluşmuş olan, Lenin’ in “üniformalı köylüler” dediği asker temsilcileri Sovyetleri ve kırlarda kurulan köylü temsilcileri Sovyetleri. Yönlendirici rol başkent Petrograt’taki işçi ve asker temsilcileri sovyetlerinde olmak üzere, ülkedeki fiili iktidar Çarlığın devrilmesinden itibaren Sovyetlerde idi. Ama devlet iktidarı resmen kapitalist bakanlardan oluşan Geçici Hükümet’te idi. Tramvay ve otobüslerin çalışmasından posta hizmetlerinin görülmesine, halkın güvenliğinin korunmasına kadar toplumsal hayatın yürümesini sağlayan bütün işlevlerin yerine getirilmesi, Sovyetlerde temsil edilen ve ona bağlı olan işçi örgütlerinin elindeyken neden devlet iktidarı kapitalistlerden oluşan bir hükümetin elindeydi? Bunun birinci nedeni, Çarlığı devirmesine rağmen henüz siyasal olarak yeterince olgunlaşmamış ve örgütlenmesini geliştirememiş olan küçük-burjuva ideolojisinin etkinliği altındaki yığınlar idi. İkinci nedeni ise yığınların siyasal olarak geri kısmının bilinç düzeyine teslim olan ve devrimin hedefini burjuva demokratik cumhuriyet olarak saptayan siyasal partilerdi. Bu partiler Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler idiler. Bolşevikler ise demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu kavrayamıyorlardı. Genel seçimler yapılacak, parlamento oluşacak. Sovyetler ise o zamana kadar Geçici Hükümet üzerinde bir baskı ve denetim gücü oluşturacak, Şubat Devrimi’ni yapan işçi, asker ve köylü yığınlarının en

temelli taleplerinin yerine getirilmesi için direnecek: 8 saatlik işgünü ve üretimde işçilerin denetim hakkı, ilhakları reddeden demokratik bir barış ve büyük toprak sahiplerinin topraklarının köylülere devredilmesi. Ancak, birisi yığınlara gösterilen bu siyasal hedeflere karşı çıktı. Bu kişi 4 nisanda Petrograt’a gelen Lenin idi. Çarlığı devirmiş devrimci sınıfın militan siyasal partisinin, Şubat Devriminden sonra yığınlara göstereceği hedef burjuva demokratik cumhuriyet olmamalıydı, Lenin’e göre. Hedef işçi; köylü ve asker Sovyetleri örgütlenmesi üzerinde yükselecek gerçekten demokratik bir devlet olmalıydı. “İşçi, asker, köylü, vb. temsilcileri Sovyetleri, çoğu kişinin sınıfsal anlamı üzerine, Sovyetlerin Rus devrimi içindeki rolü üzerine açık bir fikir edinmediği anlamında anlaşılmamış bulunuyorlar. Ama, onların yeni bir devlet biçimi, ya da daha doğrusu yeni bir devlet tipi temsil ettikleri de anlaşılmıyor.” Bu devlet tipinde iktidar kaynağı, parlamentoda daha önce tartışılıp onaylanmış bir yasa değil, çalışan yığınların dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliğine, zorlamasına dayanır. Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polisin ve ordunun yerini, silahlı halk ahr. Kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler kendileri gözetirler. Memurlar topluluğu, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş, ya da en azından denetim altına alınmıştır. Yalnızca seçimle göreve gelmekle, kalmazlar, her an görevlerinden geri alınabilirler. “İleriye, doğmakta olan, daha şimdiden bir demokrasi olmaktan çıkan, — çünkü demokrasi, halk egemenliği demektir, ve silahlı halk kendi kendisi üzerinde egemenlik uygulayamaz— yeni demokrasiye doğru bakmak gerek.” Ancak böyle bir devlet il-haksız ve demokratik bir barış yapabilir, köylüye toprak verebilir, üretimde işçilerin denetimini sağlayabilir. Bunun tersi, yanı Geçici Hükümet’in, kapitalistlerin bu talepleri gerçekleştireceğine inanmak ve bunu onlardan beklemek, yığınları boş hayallerle oyalamaktır. Devrimci bir partinin görevi ise gerçeği, daima gerçeği söylemektir. O halde, Sovyetleri

oluşturan yığınlara gösterilecek hedef şu sloganla formüle edilebilir: “Bütün iktidar Sovyetlere!” Bu noktada tekrar Lenin’in “sosyalizmin yolu” üzerine söylediklerine dönelim. Sosyalizmin yolunun ne olduğu, somut olarak işe koyulmuş milyonlarca insanın deneyimi ile belli olacaktır diyordu Lenin. Şubat Devrimi’nden sonra işe koyulmuş milyonlarca insanın deneyiminden ve devrimin kendisinden, hedefin bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesi gerektiği olduğunu öğrenmişti. Yüzyılların ezilenleri, haklarından yoksun bırakılmışlar, çalışanlar Çarlığı devirmişler, devlet içinde devlet diye adlandırılabilecek, resmi iktidarın yanında ikinci ve fiili bir iktidar yaratmışlardı. Devrimci önderliğin görevi onlara yaptıklarım tarif etmek, çabalarının gerçek amacını göstermek, gerçek demokrasiye doğru ilerletmek olmalıydı. O halde yapılacak iş Sovyetler içinde bunları anlatmaktı. Proletarya ile kapitalistler arasında sallanıp duran küçük-burjuva ideolojisinin Sovyetler içindeki egemenliğinin kırılması için. Geçici Hükümet’i destekleyen kitlelere “sabırla”, “yanılgıları” anlatılmalıydı. Sovyetler içinde bu fikirler çoğunluk kazanmadan bütün iktidar çalışanlara geçemezdi. Ve o sırada Bolşevikler 1500 civarında delegenin bulunduğu Petrograt Sovyeti’nde sadece 40 delegeye sahiptiler. Ancak, Lenin’in önce kendi partisini, yani Bolşevik Partisini bu fikirlere kazanması gerekiyordu. Çünkü bu fikirleri yığınlar arasında yayacak olanlar bu partinin üyeleri olacaklardı. Devrimci proletaryanın merkezi ve Bolşeviklerin en güçlü oldukları yer olan Petrograt’ da, Bolşevik Şehir Komitesi 8 nisanda Lenin’in tezlerini tartışır: 13 hayır, 2 evet, 1 çekimser. Lenin kaybeder. Sade yığınların siyasal özlemlerini, içinde bulundukları somut ruh halini sezebilen ve özellikle tarihin keskin dönemeçlerinde, artık eski formüllerin bu Özlemlere cevap vermediğini anlayıp yeni formüller öne süren Lenin, böylesi anlarda daima muhafazakâr komite adamlarının muhalefeti ile karşılaşmıştır. Uzun yılların gizli çalışma koşullarında yetişmiş bir partinin yönetici kadrolarında bu özellik mutlaka gözükür. Bu muhafazakârlığın ikinci bir nedeni ise yönetmek denen olgunun bizzat kendisinin yarattığı ideolojik etkilenmedir. Hem öylesine zor koşullarda ve zor işlerin yöneticisi olacaksın, hem de birisi kalkıp sana “sen bu işlerden hiç anlamıyorsun” diyecek. Bu yönetici için kolay kabul edilebilir bir şey değildir. Bu hastalık, ancak, kusursuz bir demokrasi ortamın-


Sayı: 7 da ve proleter kitlelerle canlı bağlar sayesinde yenilebilir. Tek düzeltici bu iki koşuldur. Bir hafta sonra toplanan ve proleter kitlelerle canlı bağlar içinden gelen yerel komite temsilcilerinin katıldığı Petrograd Şehir Konferansı’nda, uzun tartışmalardan sonra, Lenin’in tezleri 6 hayır oyuna karşın, 33 evet oyu ile çoğunluk tarafından kabul edilir. 24-29 nisan tarihleri arasında toplanan partinin 7. Bütün Rusya Konferansında da çoğunluk Lenin’in tezlerinden yana oy kullanır. Nisandan Ekim Devrimi’ne kadar olan dönem, tarihte eşine az rastlanır dönemlerden birisi, belki de kendi özgünlüğü içinde, biricik dönemdir. Resmi devlet iktidarının kapitalistlerin elinde olduğu bir ülkede olabilecek en mükemmel demokrasi ortamında, açık sınıflar mücadelesi. Genel olarak, demokrasi kampı diyebileceğimizi Sovyetlerde temsil edilen işçiler, köylüler, askerler ve tüm çalışanlar, üç siyasal parti arasında bölünmüşlerdi: Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Bolşevikler. Menşevikler marksist bir gelenekten gelmekle ve içinde geniş işçi yığınlarını barındırmakla beraber, savaşın patlamasından bu yana, devrimci ulusal savunma” paravanası altında, kendi burjuvalarının yanında savaştan yana tavır almış, proletarya enternasyonalizmini, marksizmin devlet ve devrim teorilerini terk etmiş bir parti idi. Giderek küçük burjuva sosyalizmine kaymış, Geçici Hükümeti “şartlı” olarak destekleyen, proletaryanın burjuva demokratik reformlarla yetinmesini ve bir muhalefet kampı olarak kalmasını istemektedir. Sosyalist Devrimciler ise, şehirlerde ve karlardaki küçük mülk sahiplerinin partisi. Köylüler arasında ve şehirlerdeki, henüz kırla bağlantısını kesmemiş, küçük mülk sahibi olma özlemi taşıyan geniş işçi yığınları ve küçük burjuvalar arasında güçlü bir parti. Onlar da Geçici Hükümet’i “şartlı” destekliyorlar ve bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesine karşı çıkıyorlar, üçüncü parti Bolşevikler, sınıf bilinçli proleterlerin militan siyasal partisi. Geçici Hükümeti desteklemiyorlar, yığınların taleplerinin ancak bütün ‘ iktidarın Sovyetlere geçmesiyle yerine getirilebileceğini savunuyorlar. Demokrasi kampının karşısında ise, demokrasinin ve sosyalizmin düşmanı kapitalistlerin kampı ve siyasal partisi Kadetler var. Hemen anlaşılacağı gibi asıl uzlaşmaz mücadele Kadetler ve Bolşevikler arasındadır. Devlet iktidarını elde tutanlar ve devlet iktidarına sahip olmak isteyen sınıflan temsil eden siyasal güçler. Her iki taraf ta modern toplumun iki ana sınıfından birini temsil etmektedirler ve bütün sorunlarda açık berrak ta-

SOSYALİST İŞÇİ leplere sahiptirler. Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler ise küçük burjuvazinin tipik özellikleri gereği iki taraf arasında sallanıp dururlar. Ancak bu iki parti, işçi köylü ve asker sovyetlerinde, Bolşeviklerin karşısında ezici bir çoğunluğa sahiptirler. Bolşevikler için dönemin temel görevi, Sovyetlerin çoğunluğunu yanlarına kazanmak için mücadele etmektir. Lenin’in deyişiyle, “işçi temsilcileri Sovyetlerinin mümkün olan biricik devrimci hükümet olabileceğini ve bu yüzden»,bu hükümet burjuvazinin etkisinde kaldığı sürece, bizim görevimizin, yığınlara sabırla, yöntemle ve dirişkenlikle taktiklerindeki yanılgıyı, bu yığınların pratik gereksinmelerini özellikle göz önünde tutarak açıklamaktan başka bir şey olamayacağını bu yığınlara anlatmak. Azınlıkta olduğumuz sürece, bir yandan da bütün devlet iktidarının işçi temsilcileri sovyetlerine geçmesinin gereğini savunarak, yığınların, yanılgılarını deneyimlerle düzeltebilmeleri için bir eleştiri ve aydınlatma çalışması yapıyoruz .”Yığınların yanılgılarım, kendi deneyimleriyle düzeltebilmeleri için çalışmak, burada leninizmin en önemli öncüllerinden biri var. Sınıf mücadelesi kişilerin grupların? partilerin iradeleri dışındaki nesnel bir tarihsel gerçekliktir. Sınıf bilinçli işçilerin partisi, Marks’ın 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta; “Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesinin belirli tarihsel evrelerine bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak olmuştur”, dediğini akıldan çıkarmadan, proletarya ile olan bağlarım onun mücadelesini buraya doğru ilerletmek için kullanır. Bu, tam da Lenin’in “bizim devrime herhangi bir şey Öğretip öğretemeyeceğimiz sorunudur dediği sorunla bağlanmaktadır. Eğer devrimci parti uluslararası ve ulusal ölçekteki sınıf mücadelesini iyi değerlendirebiliyor, ezilen sınıfların örgütlülük, siyasal olgunluk ve eylemliliğini günü gününe izleyip taktiklerini ve sloganlarını doğru olarak ve anında saptayabiliyorsa, sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğüne doğru ilerletememesi için sebep yoktur. Nisan ile ekim arasında Bolşeviklerin başardığı da budur. Lenin’in çok sık söylediği gibi; “hayat gerçek marksistleri doğrulamış, geri kalanını bir kenara savurmuştur”. Ekime kadar geçen zaman içindeki üç büyük bunalım ve Bolşeviklerin

bunalım karşısındaki tavırları yığınları hızla onlara yaklaştırmıştır. Kendi deneyimleri ile Bolşevik politikaların doğruluğuna ikna olmuşlardır. İlk büyük bunalım, Rus takvimine göre 1 Mayıs günü olan 18 nisanda patlak vermiştir. Geçici Hükümetin Dışişleri Bakanı Milyukov, Rus kapitalistlerinin müttefikleri Fransız ve İngiliz emperyalistlerine gönderdiği notada, “Devrimci Rusya’nın müttefikleri ile ortak savaştaki rolünü azaltacağı zannedilmesin” diyordu. Ertesi gün binlerce işçi Kendiliğinden bir şekilde sokağa döküldü. Lenin’in “kapitalistlerden reformlar isteyebilirsiniz ama emperyalistliği bırakmalarını isteyemezsiniz”, demesini, “sermaye ile emperyalist savaş arasındaki çözülmez bağ” hakkındaki açıklamalarını yığınlar kendi deneyleriyle öğreniyorlardı. Nisandaki kızgın yığınların gösterileri sırasında en çok kullanılan, “Kahrolsun Geçici Hükmet!” sloganı için şöyle diyordu: “ ‘Kahrolsun Geçici Hükümet!’ sloganı andaki durumda yanlış bir slogandır, çünkü, halkın sıkı (yanı, sınıf bilinçli ve örgütlü bir) çoğunluğu devrimci proletaryanın yanında olmadıkça, böyle bir slogan ya boş bir laftır, veya nesnel olarak, maceracı karakterdeki girişimler demek olur. Yalnızca, işçi ve asker temsilcileri Sovyetleri politikamızı benimsediklerinde ve iktidarı ellerine almak istediklerinde iktidarın proleterlerin ve yarı proleterlerin ellerine geçmesinden yana olacağız.” Nisan sonunda burjuvazi kitleler arasındaki desteğini genişletmek için Menşevik ve Sosyalist Devrimci önderleri koalisyona davet eder. Petrograd Sovyeti Yürütme Komitesi 44’e karşı 19 oyla koalisyonu destekler. Sosyalist Devrimciler, “Leninizme karşı devrim için!“ çığlıkları altında, Menşeviklerle beraber koalisyona katılırlar. Zavallı Sosyalist Devrimciler! Daha ‘uygun’ bir gerekçe bulabilirlerdi. Temmuz Günleri diye bilinen ikinci bunalım dönemi, 16 haziranda, Sosyalist Devrimci Savaş Bakanı Kerenski’nin, müttefiklerin sıkıştırması üzerine, “vatan tehlikede” nutukları atarak, hem cephede saldırıyı başlatmak hem de bolşevizm yanlısı birlikleri cepheye göndermek amacıyla, saldırıya geçmesiyle başlar. Sınıf mücadelesi alabildiğine kızışmakta, bunalım olgunlaşmaktadır. Bolşevikler ise kitle gösterisi karan alıp, sonra bu karan iptal ederler. Sovyetler Kongresi ise, 18 haziranda gösteri yapma kararı alır. Bu gösteri tam anlamıyla, Bolşeviklerin zaferi ile sonuçlanır. Yüzbinler “Bütün iktidar Sovyetlere!” diye haykırırlar. Ancak burjuvazinin saldırısı durmaz. Üze-

Sayfa: 7

rine bastığı toprağın tamamen kaydığım gören kapitalistler, ellerindeki devlet aygıtından yararlanarak, Bolşeviklerden kurtulmanın tedbirlerini almaya başlarlar. Hatta burjuva çevrelerden yayılan bilgiler, burjuvazinin bu amaçla Petrograd’ı bile Almanlara teslim etmeye hazırlandığına işaret eder. Bolşevik gazeteler kapatılır, liderlerin bir kısmı tutuklanır, grevlere yaygın lokavtlarla cevap verilir, devrimci birlikler cepheye gitmeye zorlanır, Cephede, disiplini sağlamak için, ölüm cezası tekrar diriltilir. Köylü komiteleri tutuklanmaya başlanır. Kitlelerde devrimci umutsuzluk son haddine varır. Bu koşullarda, 20 ağustosta Petrograd’da yapılan belediye seçimlerinde Bolşevikler 184 bin, Sosyalist Devrimciler 105 bin, Menşevikler 24 bin oy aldılar. Gene aynı ağustos ayında burjuvazi son kartını da, kullanır, karşı devrimci başkomutan general Kornilov hükümet darbesi yapmayı dener. Bolşeviklerin etkinliğinde binlerce işçiden kızıl birlikler oluşturulur, şubattan bu yana üretimin felce uğradığı fabrikalarda günde 16 saat çalışılarak devrimci birliklere, silah ve cephane üretilir. Demiryolcular Korilovcu birliklerin ulaşımım felce uğratır. Telgrafçılar Askeri Komite’ye , Kornilov’un bütün haberleşmelerini bildirirler. 4 gün sonra darbe biter. Lenin, Kornilov için, “Zenginler bütün güçleriyle Kornilov‘un yardımına koştu, ama gene de ne çabuk ve ne acınacak bir çöküş oldu!” der. 1848 Fransız Devrimi’nin Cavaignac’ı olmaya hazırlanan bu başıbozuk general, Bolşevik Partisi’nin 1848’den ders almış bir parti olduğunu bilmemektedir. 31 ağustosta Bolşevikler Petrograd Sovyeti’nde çoğunluğu kazanırlar. Troçki başkan seçilir. 5 eylülde Moskova Sovyeti’nde de Bolşevikler çoğunluğu kazanırlar. Ukrayna’nın başkenti Kiev’de, Kazan’da, Baku’de, Nikolayev ve birçok şehirde aynı gelişme birbirini takip eder. En önemli askeri birliklerde gene Bolşevikler çoğunluğu elde ederler. 14-19 eylül arasında Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler Demokratik Konferans adı altında bir çeşit ön parlamento toplarlar. Bolşevikler şu öneriyi yapar: “Eğer bütün iktidar Sovyetlere geçerse, ne sınıf mücadelesi ne de demokratik kamptaki partiler arasındaki savaş bitecek. Fakat tam ve sınırsız ajitasyon özgürlüğü koşulu altında ve sovyetlerin aşağıdan sürekli yenilenmesiyle, etki ve iktidar için mücadele sovyet örgütleri sınırları içinde geçecek.” Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler, gene de Geçici Hükümeti desteklemeye devam ederler. Artık iktidarı onlara karşın almanın zamanı gelmiştir.


Sayfa: 8

Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

1920’lerden 1960‘lara kadar Kuzey İrlanda’da geçen dönem, bu yeni bölgedeki suni İngiliz/Protestan çoğunluğun ekonomik ve sosyal ayrıcalıklarının pekiştirilmesiyle geçti. Bütün bölge bürokrasisi, polisi ve diğer kurumları İngiliz/ Protestan çoğunluğun dolaysız emrine ayrıldı. Her alanda İrlanda’lı/Katolik azınlığın aleyhine ayrım güdüldü. İşe girmekten, konut kiralamaya, sosyal haklardan yararlanmaya ve hatta seçimlerde oy kullanmaya kadar her şeyde İrlanda’n azınlık en barız haksızlıklara uğradı. Bölge zaman zaman yerel parlamento ile yönetildi (ki, seçim sistemi nüfus oranlarının da ötesinde ezici bir İngiliz/Protestan çoğunluk yaratıyor) gerekli görüldüğünde yerel parlamento feshedilip Londra’dan dolaysız müdahele edildi. İster sağ, ister sosyal demokrat, bütün Londra hükümetleri tüm devlet olanaklarını Kuzey İrlanda’daki suni İngiliz/Protestan çoğunluğun ayrıcalıklarını korumaya ve arttırmaya harcadılar. Bölgenin işçi sendikalarına varıncaya kadar, her kurum İngiliz/Protestan çoğunluğunun ayrıcalıklarını korumanın aleti haline getirildiler. YENİ DÖNEMİN İLK KIPIRDANMALARI 1960’ların sonlarında yerleşik Kuzey İrlandalı azınlıkta ilk kıpırdanmalar başladı. “Sosyal Haklar Hareketi çerçevesinde işe girme ve sosyal haklardan yararlanmakta eşitlik gibi talepler yükselmeye başladı. İngiliz çoğunluğun bunlara karşı cevabı çok sert oldu. Artık baskının, ulusal azınlıkların kapalı gizli tarafı kalmamış göçebe çoğunluk açıktan saldırmaya başlamıştı. İlk çatışmalar ve ölümler böylece İngiliz/Protestan vurucu timlerinin saldırısıyla başladı. Azınlığın eşitlik talepleri Londra hükümetini de düşündürüyor, İngiliz çoğunluğun ayrıcalıklarım korumak için yeni tedbirler an yordu. Devrin sözüm ona sosyal demokrat İngiliz İşçi Partisi Hükümeti sonunda bir formül buldu. 1969 yazında gene azınlığın bir eşitlik yürüyüşüne İngiliz/Protestanlar saldırdığında İngiltere merkez hükümeti bu vilayetteki azınlığı koruma bahaneleri altında adaya asker çıkartıp askeri yönetim ilân etti! Olayı yerleşik-İrlandalı azınlık önce şaşkınlık ve hatta sevinç ile izledi. Ancak İngiliz ordusunun gerçek amacının ortaya çıkması çok sürmeyecekti. Yerleşik-İrlandalıların mahalleleri işgal edildiğinde ordunun aslında vilayetteki İngiliz polisinin beceremediğini yapmak üzere geldiği belli oldu. Fakat ilk şaşkınlığın bedeli büyük olmuş, İrlandalı azınlık hiç hazırlıksız yakalanmıştı. Baskı, zulüm,

KUZEY İRLANDA’DA ANTİSÖMÜRGECİ SAVAŞ-1 Taner KALKAN ulusal ayırım devam etti ve arttı. Ocak 197 2’de azınlığın bir hak ve özgürlükler yürüyüşüne bu kez İngiliz askerlerinin ateş açıp 13 kişiyi öldürmesi İngiliz ordusunun asıl yüzünü tamamen ortaya çıkardı. Bunu takip eden yıllarda ise İrlandalı azınlık kendisini toparlamaya çalıştıkça baskı artacaktı. Hapishaneler İrlanda milliyetçileri ile doldu taştı. Buralarda en ağır işkenceler uygulandı. Ardı ardına çıkarılan yeni kanunlar sorgusuz-sualsiz tutuklamayı, mahkemesiz hapsi meşrulaştırdı. Zaten İngiliz mahkemelerine çıkmak İrlandalılar için bir çözüm değildi, olamazdı. Salt polisasker ifadesiyle veya devletin paralı ihbarcılarının şahitliği ile jürisiz (İngiltere’nin diğer vilayetlerinde mahkemelerde jüri karar verir) Özel mahkemelerde, özel İrlanda kanunlarını uygulayıp, her türlü rezilliği meşrulaştırmaktan başka rolü yok bu mahkemelerin. Bütün bunlardan başka İngiliz gizli servisi en çirkin işleri serbestçe uyguluyor, şantaj yapıyor, adam kaçırıyor ve hatta öldürüyor. Bu tip uygulamalar sürüp gitmektedir. İRLANDA SOLU 1969’da İngiliz ordusu Kuzey İrlanda’ya çıktığında buradaki İrlanda’lı azınlığı temsil eden sosyal demokrat partilerin dışında bir siyası güç yok sayılırdı. Kâğıt üzerinde var olan bir örgüt ise 1916-1921 İrlanda Kurtuluş Savaşından aynı isimle bildiğimiz Sinn Fein ve onun silahlı kanadı İRA vardı. Ancak İRA 1960’lara gelindiğinde neredeyse hepten tüfek silmişti ve kendi siyasi kanadı Sinn Fein’ in sağa kaymasını seyreder bir durumdaydı, özellikle 1969 işgalinde Kuzey İrlanda’ lıların hazırlıksız yakalanmasının bütün suçunu Sinn Fein’ da bulan örgütün bir kanadı ve 1969-70 yıllarında yaşananlardan politize olmuş olanlar bağımsız İrlanda milliyetçisi Geçici Sinn Fein’i kurdu. (Bu bölünmede diğer kesim ise kendi siyasi ve askeri kanatlarının isimleri başına Official (Resmi) başlığım taktı. Ancak zamanla “Resmi’ kesim önemini kaybetti. Günümüzde ise sadece Sinn Fein ve İRA diye geçen isimler aslında bu örgütün bölünmesindeki ‘Geçici’ ismidir.)

Sinn Fein programında ‘Birleşik ve Sosyalist bir İrlanda’ öngörüyor. Adanın büyük kısmını oluşturan İrlanda Cumhuriyeti’nde de faaliyet gösteriyorlar ve hatta siyasi kanadın merkezi orada. Ancak örgütün askeri kanadı olan İRA tüm çalışmasını kuzeydeki işgale karşı yürütüyor. Kuzeydeki işgalin tek çözümü olarak askeri mücadeleyi görüyorlar. 1981’den itibaren seçimlere girmeye başlamaları bunun değişmeye başladığı anlamında düşünülmemeli. Çünkü seçimleri propaganda aracı olarak kullanıyorlar ve kazandıkları sandalyeleri sürekli reddediyorlar. Her ne kadar programlarında “Sosyalist İrlanda”dan söz ediyor olsalar da Sinn Fein’in pratikteki tek talebi Birleşik İrlanda, yani işgal altındaki kuzeyin adanın gerisini oluşturan İrlanda Cumhuriyeti’ne katılması. Siyasi kanat bütün propaganda ve ajitasyonunu milliyetçilik düzeyinde sürdürürken askeri kanat ise İngiliz ordusu ve vilayet polisine karşı silahlı mücadele sürdürüyor. Zaman zaman silahlı mücadele İrlanda, adasının kuzeyinden taşıp İngiltere adasının büyük şehirlerine sıçrıyor. Özellikle 1981’den buyana milliyetçi saflarda nicelik ve nitelik açısından önemli değişiklikler oldu. O güne kadar bir kaç yıldır hapishanelerde siyasi tutuklu statüsü elde etmek talebiyle sürdürülen, mahkum elbisesi giymeme protestosu (yıllardır battaniyeyle örtünüyorlardı) 1980 sonlarında açlık grevi eylemine dönüştürüldü. 1981’in ilk aylarında ise ölüm orucuna karar verildi. Bir anda tüm İrlanda ve İngiltere çalkalandı. İlk ölüm orucuna başlayan Bobby Sands Kuzey İrlanda’daki İrlanda azınlığın tüm dikkatini topladı ve ölümünden birkaç, gün önce bir ara seçimde İngiliz parlamentosuna milletvekili seçildi. Cenazesi İrlandalı azınlığın en büyük kuvvet gösterisi oldu. Ardından 9 diğer İRA ve İNLA (bölgenin nispeten küçük diğer radikal milliyetçi örgütü) üyesi daha ölüme dek sürdürdüler eylemlerini. Bu olaylar ulusal taleplerdeki kararlılığın simgesi haline geldi. Daha önemlisi İrlanda milliyetçilerinin o güne kadar tek siyasi temsilcisi olan sosyal demokrat parti

artık önemini kaybetme belirtileri göstermeye başlamış. Sinn Fein kararlılık ve militanlığıyla İrlandalılarını desteğini tekrar toplamaya başlamıştı, öyle ki bu destek 1983’de neredeyse Kuzey İrlanda’daki İrlandalıların yarısına ulaştı ve o yılki genel seçimlere ‘bir elde oy pusulası, bir elde silah’ sloganıyla giren Sinn Fein 100.000 oy topladı. Hernekadar son üç yıl içinde Sinn Fein ileri bir hamle yaptıysa da (ki, bugün bir duraklamadan söz etmek mümkün) siyasal hedeflerde ilerleme kaydedilmiş değil. Milliyetçi saflara zarar verir düşüncesiyle sınıfsal sorunlar ya görmemezlikten geliniyor ya da yadsınıyor, özellikle 1983’de liderlikte meydana gelen değişiklikler örgütün halkçılık ve milliyetçilikte karar kıldığının göstergesi oldu. Sonuçta her ne kadar Kuzey İrlanda son yıllarda yeniden hareketlendiyse de bu hareketliliği sınıfsal kurtuluş temeline oturtacak belirgin bir siyasi güç henüz yok. Mevcut her örgüt İrlanda asıllı yerleşik azınlığı milliyetçilik ve hatta din (Katolizm) temelinde harekete geçirmeye çalışıyor. (Sinn Fein’in ismi bile İrlanda’da ‘Sadece biz’ demektir, yani sadece bizim millet.) Aynı siyasal yanılsamaların güneydeki İrlanda Cumhuriyeti’nin doğusundaki rolünü hatırlamak ve o İrlanda Cumhuriyeti’nin yaptığı en önemli değişikliğin, çalışan sınıfların tepesine İngiliz emperyalizmi yerine “yerli” sömürücüleri oyduğunu hatırlamak, ister istemez karamsar bir tablo yaratıyor. Şu da bir gerçek ki bugün Kuzey İrlanda’daki iki toplum arasında büyük bir uçurum var. Özellikle çoğunluğu oluşturan İngiliz/Protestan kesimin işçileri kendi çıkarlarım, kendi hakim sınıflarının soy ve din ilişkileri içinde değerlendirdikçe ve İrlandalı/Katolik azınlığın işçileriyle ortak çıkarlarını yadsıdıkça soruna sosyalist bir çözüm uzak görünüyor. İNGİLİZ SOLU Son olarak üzerinde durulması gereken konu ise İngiltere solu. Çünkü onun sorumsuz tavrı sorunu daha da güçlendiriyor. İngiltere solu bur-


Sayı: 7

Sayfa: 9

SOSYALİST İŞÇİ

nunun, ucundaki Kuzey İrlanda’yı görmemezlikten gelmekte direniyor. Her ne kadar tüm İngiliz solu İrlanda halkının kendi kaderini tayin etme hakkını kabulleniyor ve İngiliz ordusunun adadan çekilmesini programına ekliyorsa da bunlar genellikle sözde kalıyor. Kuzey İrlanda konusu 1981 ölüm oruçları zamanı dışında hiçbir zaman İngiltere solunun gündeminde gerektiği yeri alamadı. Bu konuda sınıf içinde hiçbir yaygın çalışma yağılmadı. İngiliz solu genelde İrlanda milliyetçilerine o meşhur “şartsız fakat eleştirisel desteğini” veriyor. Fakat özellikle IRA İngiltere’nin içinde silahlı eylem yaptığı zaman İngiliz solunun ağzından eleştiriden ve lanetlemeden öte az şey çıkıyor. İngiliz solu tüm enerjisini İrlandalıları “dar-milliyetçiik”le suçlamakta harcıyor, fakat bu daha çok kendilerinin hiçbir şey yapmamalarının bahanesi oluyor. Bu tip kestirme suçlamalar iki ülke solu arasında en büyük güvensizliğin kaynağı.

DİSK’İ MÜCADELEMİZ YAŞATACAKTIR B. ŞEREF 12 Eylül darbesinden sonra, cunta tarafından kapatılan DİSK’in işçi sınıfının kendiliğinden hareketi içerisinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğu, bugün daha açık kavranmaktadır. DİSK’in kapatılması ile sendikasız kalan işçilerin, bugün yeniden gündeme gelen sendikal örgütlenme sorunu karşısındaki durumları bunun en iyi ifadesi.

İstanbul’da ortaya çıkan gelişmelere bakmak bu konuda bir fikir vermek için yeterlidir, özelSONUÇ VE DERSLER likle DİSK’li işçilerin durumunu çok daha açık bir şekilde gözleyeİrlanda Cumhuriyeti tarihinden ve bilmek mümkün, öncelikle bu açıgünümüzde Kuzey İrlanda’da olan- dan en önemli olay, DİSK lardan çıkarabileceğimiz çok ders tabanının bir bütün olarak Türk-İş var. Bunların birçoğu Türkiye ve çözümüne razı olmamasıdır. Eğer Kuzey Kürdistan için fazlasıyla onun yerine tercih edeceği bir alönemli. ternatif görürse çok fazla duraksamadan ona yönelmektedir. Tek tek Öncelikle, sömürgecilerin yerine fabrikalarda gözlemlenebilen bu ulusal burjuvaziyi koymak işçi sını- olguyu, işkolları düzeyinde genelfının kurtuluşu için çözüm değil, ola- leştirmek de mümkündür, özelmaz. Sömürü aynen devam edecek likle Maden işkolunda demektir bu. Başkaları tarafından Maden-İş’in yerini Otomobil-İş değil de yerli burjuvazi tarafından dolduracak görünmektedir. Bu ansömürülmek işçi sınıfı için temelde lamda, Türk-İş çözümü genel olabir şeyi değiştirmiyor. rak bu işkolunda hemen hemen en geçersiz olanıdır. Ama, böyle bir İkincisi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm gelişmenin karşısında, faşist Türk mücadelesi birbirinden ayrı düşünü- Metal-İş, patronlar tarafından her lemez. Sosyalizm olmadan ulusal yoldan desteklenerek dayatılmakurtuluş ancak yukarıda sözünü etti- ya çalışılmakta, işçiler zorla, baskı ğimiz sömürücülerin milliyetlerinin ve tehditle üye olmaya zorlanmakdeğişmesini getirir. İşçi sınıfı için tadır. Yine de Otomobil-İş etrafınönemli olan düzenin biçiminin değil, dan gelişen bu toparlanma ciddi kendisinin değişmesidir. Düzenin de- olarak engellenemedi. Madenğişmesi ise, ancak işçi sınıfının par- İş’in güçlü olduğu pek çok önemli tisinin öncülüğünde bizzat işçi sınıfı fabrika bunda başı çektiler, örnetarafından gerçekleştirilebilir. ğin, Demirdöküm, Man, Pancar Üçüncüsü ki bu sömürgeci ülke -du- motor, Sungurlar bunlardan bazırumunda olan ulusun sosyalistlerine ları. Ama Uzel, Beko gibi yine yöneliktir, sömürge ulusun kendi ka- geçmişte Maden-İş in güçlü olderini tayin hakkı kayıtsız ve şartsız duğu fabrikalarda ise Türk Metalo ulusa aittir. Bu ne pazarlık konusu İş çoğunluğu sağladı. Daha olabilir ne de “başında milliyetçiler şimdiden bu fabrikalarda bozkurt var” diyerek, sosyalistlere düşen gör- amblemli kâğıtlar sendika bildirievi engellemelidir. Ayrıca, bu şiarı lerinde açıktan açığa kullanılyükseltmek ezen ulusun sosyalistle- maya, faşist baskılar uygulanmaya rinin görevidir. başladı. Ancak halen bu fabrikalarda, bütün bu baskılara karşın, Çünkü bu aynı zamanda o sömürgeci bilinçli ve kararlı unsurlar üye olülkedeki söven duygulara karşı mü- mamakta direnerek, Otomobilcadele aracıdır ve uluslararası sosya- İş’ten ayrılmamaktadır. lizmin en büyük engellerinden biri olan şovenizme ve milliyetçiliğe Öte yandan belki de en önemlisi karşı savaştır.

DİSK’li işçilerin bu mücadelelerinde kendiliğinden örgütlenmeler yaratmalarıdır. Bu anlamda öncü işçilerden oluşan komiteler kurulmakta, bunlar sendika değiştirme işinin örgütlenmesini sağlamakta. Daha da önemlisi ise, bunlar varlıklarını daha sonra da devam ettirerek, sendika örgütlenmesini tamamlamaya çalışmaktadır. Şimdilik maden işkolunda ve ileri fabrikalarda gerçekleşen bu örgütlenme, yeterince yaygınlaşmış olmasa da, mücadelenin geleceği açısından önemli bir gelişmedir. Maden işkolundaki bu duruma karşılık, gıda ve tekstil işkollarında Otomobil-İş konumunda bir alternatifin oluşmaması, zaten kendiliğindene) çözümler etrafında gelişen hareketin, daha da dağınık ve etkisiz kalması sonucunu doğuruyor. Biraz da bu durum nedeniyle bu işkollarında Türk-İş çözümü ister istemez ağır basmakta. Gıda işkolunda ise neredeyse tek alternatif olmaktadır. Tekstil işkolunda durum biraz daha değişik. Bu alanda Teksif (Türk-İş), özgür Dokuma-İş ve öz Mensucat-İş (Hak-İş) arasında bir çekişme söz konusu. Esas olarak bu Teksif ile özgür Dokuma-İş arasında erişiyor. Bunda Özgür Dokuma-İş’in, DİSK tabanını toplamak için kendisini solda göstermeye çalışmasının payı büyük. Hemen pek çok yerde ileri çıkmaya çalışıyor, Teksifi zorluyor. Halen Sümerbank gibi oldukça önemli ve büyük bir fabrikada da devam eden bu durum, daha sonraki gelişmelerin ilk adımı olacak. Çünkü burada alınacak sonuç, çok somut, canlı bir örnek olarak diğer fabrikaları etkileyecek nitelikte. Bunlara bakarak ise sonuçta şunu söylemek mümkündür; DİSK tabanı ne bütünlüklü ye tek yönde bir hareket içerisindedir, ne de Türk-İş çözümüne razı olmak istemektedir. Ortaya çıkan gelişmeler, bu isteksizliğin açık belirtileriyle doludur. Ama bu koşullar içerisinde ortada DİSK’in yerini alacak bir alternatif olmadığı gibi bunun yerine koşullara uygun ve cevap verecek bir hedefte yoktur. Doğal olarak DİSK tabanının yöneleceği

böyle bir hedef içeren alternatifi bir politika da hayat bulmuş değildir. Sonuçta ister istemez değiştirilemeyen bir gerçek ortaya çıkmaktadır: işçi sınıfının dağınık ve kendiliğinden çözümler doğrultusunda durmayan, devam eden hareketi, arayışı. Sorun böyle olunca DİSK’i yaşatmak amacımızda daha açık bir anlam kazanacaktır. Önce şunu belirleyebiliriz. Eğer bugün DİSK in yeri boş duruyor ise, sınıfın kendiliğinden hareketi bu boşluğu doldurmak yönünde gelişecektir ve^bu potansiyele sahip demektir. Dolayısıyla bugün kendi kendine gelişen sınıf hareketi 12 Eylülde kapanan DİSK’i fiili olarak, bir de o geçmişte bırakmıştır. Demek ki artık DİSK’i yaşatmak, 12 Eylülde korunamayan bir örgütü diriltmek değildir. Çünkü hem sınıf hareketi hem de koşullar bunu ortadan kaldırmıştır. Sorun DİSK in boş kalan yerini doldurmak, gelişen hareketin içinde taşıdığı bu potansiyeli bu önde devrimci bir çözüme ağlamaya çalışmaktır. Bunun için verilecek bir mücadele, DİSK’i, DİSK yapan nedenleri içinde taşıyan, onu somut bir şekilde yaşatan bir mücadeledir. İşte bu DİSK’i yaşatmak demektir. Bu durumda sosyalist işçiler, sosyalistler ne yapmalıdır? Kuşkusuz ki, sınıf hareketine bu anlamda yön vermeye çalışmalı, bunun için her düzeyde örgütlenmeye çalışmalıdır. Ama böyle bir görev ancak ve ancak işçi sınıfı hareketinden kopmamak şartıyla başarılabilir. Bu ise ne ona, özünde doğru bile olsa, benimsemediği öneriler sunup uzağında kalarak, ne de kendiliğinden hareketinin kuyruğuna takılarak sağlanabilir, işçi sınıfının kendiliğinden akışı içerisinde yer almak bir zorunluluktur. Çünkü yön verebilmek ancak onun içerisinde yer alarak mümkündür. Sosyalist işçiler, bir yandan bu harekete en aktif bir şekilde katılmalı, onun içerisinde yer almalı, mevziler kazanmalı, bir yandan da onun gelecekte bilinçli bir ifade kazanması için çalışmalı, bunun gereklerini hazırlamalıdır.


Sayfa: 10

Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

Mine IŞIK

KÜRTAJ YASASI 1983 yılında yürürlüğe giren bir yasa ile kürtaj yasallaştırıldı ve devlet hastanelerinde, özel muayenehanelerle karşılaştırırsak sembolik olan bir para karşılığı yapılmaya başlandı. Çıkarılan yasayla eskiden beri yaygın olarak uygulandığı herkesçe bilinen gebeliğe son verme işlemi, yalnızca yasal bir tabana oturtmakla kalmadı, aynı zamanda devlet bu işi doğrudan üstlendi. Avrupa’nın birçok ülkesinde 70’li yıllarda yayın organlarında yoğun tartışmalar, kadın derneklerinin öncülüğünde yaygın eylemler sonucu elde edilen bu hak bizde çok kolay “elde edildi”. Bizde bırakın kadınların eylemlerini basında bile talep olarak ciddi boyutlarda öne sürülmemiştir. Devlet eliyle desteklenen ve “iyi anne iyi eş” olmayı öğütleyen genellikle elit kadınların zaman geçirmelerini sağlayan dernekler dışında kadınların sorunlarım tartışan, haklarını savunan kadın dernekleri zaten yoktur. Sosyalistlerin geçmişte oluşturdukları kadın derneklerine gelince; istenmeyen gebelikler bütün kadın kitlesini yakından ilgilendirdiği, abartmadan söylersek yaşamlarına bir karabasan gibi çöktüğü halde herhalde “ufak” bulunduğundan belki de “yersiz, ayıp” bir konu sayıldığından hiç tartışılmamıştır. Kısaca Avrupalı kadının yaygın mücadeleler sonucu kazandığı istemediği gebeliğe son verme hakkı, TC devletini oluşturan erkekler tarafından hem de her türlü hakkın gasp edildiği cunta döneminde kadınlara “armağan” edilmiştir. İlk bakışta çelişkili gibi görünüyor. Ancak olaya yakından bakarsak çelişki yok. Kadınların yerine başka birileri seslerini yükseltti: Tekelci burjuvazi. Onlar istedi de ne olmadı şu son dört yıllık dönemde? Elbette ki, tekelci burjuvazi, kadınlarımız sağlıksız koşullarda kendi kendilerine çocuk düşürmeye uğraşırken canlarından oluyor, (bunların sayısı her yıl onbinleri bulmaktadır) sık doğurduklarından sağlıkları bozuluyor, sık doğan çocuklar yeterince ana karnında ve daha sonra beslenemiyor diye düşündüğünden istemedi bu işi.

Sakıp Sabancı’ya, Narin’e, Özal’a göre Türkiye’nin en büyük sorunu nüfus artışıdır, işler bu nedenle yolunda gitmiyor. İşsizlik hep bu nedenle doğuyor. Hatta Vehbi Koç “emekli” olduktan sonra kendini artık nüfus plânlaması konusuna adayacağını ilân ederek bir “ilen” adım daha atmıştı. Kapitalizmin iç dinamiğinden doğan, dışa bağımlı çarpık kapitalizm koşullarında katmerlenerek yaratılan işsizlikten hiç söz edilmiyor. Tümünün savı bu kadar çok insanı bu toprakların besleyemeyeceği. Karnımızın aç kalması da, ay sonunu zor getirmemiz de hep bu nedenle. Ancak her nedense bu topraklar hep işçi ve emekçilere dar geliyor, onları besleyemiyor. Kapitalistlerin böyle bir sorunu yok. Bize göre sıkıntıların nedeni bizim ürettiğimiz zenginliklerin kapitalistlerin mülkiyetinde olması. Bizim bu zenginliklerden yararlanamamamız. İnsan emeği; üretici güçlerin gelişmesi ölçüsünde doğayı en verimli olarak işlemekte, daha az emekle daha çok zenginlik üretmektedir. Ancak bu zenginlikler kapitalist ülkelerde nüfusun azınlığını oluşturan kapitalist sınıfın elinde özel mülkiyet olarak toplanmakta, nüfusun büyük çoğunluğu için yaşam, yalnızca karnını doyurma mücadelesi olarak geçmektedir. Temeldeki çarpıklık, düzeltmemiz gereken çarpıklık budur. Yoksa dünyanın artık bizlere dar geldiği değil. Artan işsizlikten tekelci burjuvazi rahatsızlık duymaktadır. Artan nüfus; kapitalist devlete eğitim, sağlık vb. hizmetlerin en az düzeyde yerine getirilmesi için bile belli bir yük getirmektedir, ölçüsüz artan işsizlik, giderilemeyen en temel gereksinmeler sosyal patlamalara gebe bir toplum yapısı ortaya çıkarabilecektir. Bu nedenle nüfus azaltılması gerekmektedir. “Bakabileceğiniz kadar çocuk yapın” deyip sözüm ona bizi düşünerek akıl veriyorlar. İstediğimiz kadar çocuğa bile bakamama nedenimizin kendileri olduğunu unuttuğumuzu sanıyorlar. Hatta asgari ücret tespiti sırasında YHK’nda işveren temsilcisi işçilere ülkenin bu koşullarında evlenmemelerini bile öğütleyebilmiştir.

KADINLAR MÜCADELE ETMEDEN KURTULAMAZLAR

ğını duyuyoruz). Bizce sorun aile bütçelerinin kısıtlılığı nedeniyle çocuk doğumunu kısıtlamak değildir. Konuya ana sağlığı, çocuk sağlığı, kadının toplumsal yaşamı üzerindeki etkileri açısından yaklaşmak gerekir. Tekrarlayan doğumlar giderek kadının bedeninde protein, vitamin, minareller gibi temel yaşam maddelerinin azalmasını getirir. Çünkü bu maddeler harcanarak yeni bir insan oluşmaktadır. Emzirme ile bebeğe aktarılmaktadır. Bu nedenle sık doğumlar birçok hastalığa uygun zemin yaratır. Kadında sürekli kansızlık baş gösterir. Ayrıca her doğumda tekrarlayan travmalar cinse özgü organların dengesini bozarak ileri yaşlarda çeşitli hastalıklara yol açtığı gibi cinsel yaşamını da olumsuz yönde etkiler. Kadındaki yapı maddeleri eksilttiğinden sık doğumlarda bebek iyi beslenemez. Küçük kalır. Organları, zekâsı tam gelişemez. Bulaşıcı hastalıklara direnci yoktur. Yaşamının ilk yılında kaybedilmeye aday bir bebektir. Bunların yanı sıra bedensel ve ruhsal gereksinmeleriyle bebek ilk aylarda annesine tamamen bağımlıdır. Ardarda gelen bebeklerin kadının sosyal yaşantısını da olumsuz etkileyeceği açıktır. İstenmeyen gebelikleri engellemenin sağlıklı yolu, gebelikten koruyucu önlemlerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Ancak Özellikle kırsal alanda bu önlemlere karşı büyük bir direnç vardır. Çocuk doğurmak bu kesimde sosyal bir gereksinmedir. Çünkü analık Kadına güven, saygı ve doyum sağlayan tek toplumsal konumdur. Sosyal güvencenin olmaması nedeniyle çocuklardan hiç olmazsa birinin ilerde ana babaya bakacağı umudu, biraz büyüyen çocukların ücretsiz aile işçisi olarak çalıştırılıp aile ekonomisine katkısını da bu direncin nedenleri arasında sayabiliriz. Dini önyargıları ve ne olduğunu, bedenine, sağlığına etkisini tam bilemediği bu araçlara karşı duyulan korku da bunlara eklenmelidir (örneğin rahminin içine gebeliği önleyici araç yerleştirilen birçok kadının bedenindeki her aksaklığı bu araca bağladığını, diş ağrısını bile ona yorarak çıkarttı-

Doğum kontrol yöntemlerine ikna olmak uzun süreli bir eğitim işi. Bu yöntemlerin bir kısmının başarısı da gene eşlerin eğitim düzeyiyle yakından ilgilidir. Bu nedenlerle kapitalist devlet için uzun süreli bir yatırım, kaynak, personel işi olan eğitim, arka plâna itilip kısa sürede sonuçlan alınabilecek olan kürtaj ön plâna çıkarılmıştır. Kürtaj elbette ki yasal hak olmalıdır. Ayrıca insan sağlığının meta olmadığı, toplumsal denetimin olduğu, sağlığa uygun koşullarda yapılmalıdır. Ancak hemen şunu belirtelim: Kürtaj bir nüfus azaltma yöntemidir. Ama asla doğum kontrol yöntemi değildir. Geçirilen her kürtajın kadın bedeni için son derece yıpratıcı etkileri vardır. Kürtajı son çare olarak kullanmak eşlerin bu konuda bilinçlenmesine bağlıdır. Devlet bütçesindeki sağlık, eğitim hizmetlerine ayrılan komik payı düşünürsek, halka istediği zaman ve istediği kadar çocuk sahibi olmasını sağlayacak bilgilerin ne kadar götürülebildiği tahmin edilebilir. Kaldı ki, aile plânlaması merkezlerinin eğitim çalışması yalnızca kadınları kapsamaktadır. Sorun yalnızca kadının sorunu değildir. Erkek ve kadının ortak sorunudur. Pek çok kadının duyduğu “gebe kalan sensin, sen düşün” lafı ile ifade edilen erkek bencilliğinin olumlaşmasıdır bu. Zaten çıkarılan kürtaj yasası da kadını erkeğin vesayeti altında tutmaktadır. Kadını kendi bedeninin sorumluluğunu bile taşımaktan aciz gören bir düşüncenin çıkardığı yasadır bu. Bu anlamda ilk bakışta olumlu gibi görünse de kadına saygısızlığın, güvensizliğin bir anlatımıdır. Gebe kadının kendisinin rızası yetmemekte, evlilik belgesi ile evliliğini kanıtlaması ve eşinin de izni gerekmektedir. Kendi bedeninde bebeğe can veren, bir doğumun, gebeliğin olası tüm risklerini taşıyan, doğumdan sonra da bir süre türlü bedensel ve ruhsal özverilerle zamanının çoğunu bebeğe ayırmak zorunda kalan kadındır. Hele


Sayı: 7

SOSYALİST İŞÇİ

bizim gibi yoksul ülkelerde bunlar katlanarak kadının sırtına biner, insana, insan sağlığına yapılacak hizmetler “lüks” sayıldığı için bu böyledir. Doğurma, emzirme gibi beden fonksiyonları nedeniyle daha iyi beslenerek açıklarını kapatması gereken kadınlarımız, tersine çoğu kez en kötü beslenen kişidir. Her gebelik bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Doğumdan sonra da bebeğin akımı yalnızca annenin sorumluluğuna verilmektedir. Her doğan çocuk anneyi eve kapayıp sosyal ve üretici faaliyetlerden koparmaktadır. Çocuğunu güvenle bırakacağı kreş bulamadığı için işinden çıkan kadınların durumu budur. Kısacası her gebelik ve doğum anne sağlığını ve anne yaşantısını öncelikle etkiler. Bu nedenle doğurup doğurma-maya yalnızca kadın karar vermelidir. Bedeninin, yaşantısının sorumluluğu ilk önce kendisinde olmalıdır. Yasadaki bu saygısızlığın yanı sıra, yasaya göre ‘ ‘evli olmayan” kadınlarda kendi isteğiyle kürtaj olabilecekken uygulamada; hastanelerde yoğun kürtaj talebini azaltmak amacı ve çeşitli önyargılar sonucu bunun hiç uygulanmadığını da belirtelim. Dolayısıyla imam nikahının yaygın olduğu yoksul kırsal kesim kadını bu yasadan olduğu kadarıyla bile yararlanamamaktadır.

İŞÇİLER VE SOSYALİSTLER Behçet Toprak

SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI

GEÇMİŞİN ÇARPITILMASININ ÜRÜNÜ OLAN

ÇARPIK TEORİ KOMÜNİSTLERİN YOLUNU AYDINLATAMAZ M. Sefa KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜ BÖLENLERİN “YENİ” İDEOLOJİK SİLAHI

ANTİFAŞİZM

R. Kasım PROLETARYA SOSYALİZMİNDEN BİR SAPMA: TKKKÖ

KONFERANS KARARLARI VE GÖREVLERİMİZ

B. Şeref KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI

Sayfa: 11

DEMOKRASİ VE DİKTATÖRLÜK Eyüp CANSEVER Günümüzde Batı dünyasında tek bir demokrasi yok. Batı toplumlarının her biri birer sınıf toplumu olduğuna göre ve bu toplumların her birinde bir sınıf diğer sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürdüğüne göre, bu ülkelerin hepsinde diktatörlük hüküm sürmekte. Kapitalizm bu demek zaten; burjuvazinin diktatörlüğü. Bu diktatörlüğün ekonomik temeli hep aynıdır; sermayenin emeği sömürmesi, esas olarak işçi sınıfının ürettiği artı değere burjuvazinin el koyması. Siyaset düzeyinde ise egemen sınıfın diktatörlüğü, faşizmden parlamenter demokrasiye, çeşitli şekillere bürünebilir. Her egemen sınıf şöyle bir sorunla karşı karşıyadır; bu sınıf toplumun içinde küçük bir azınlık olmasına rağmen, toplumun çoğunluğunun sırtından geçinmektedir. Bu durumun devamını nasıl sağlamalı, çoğunluğun bu duruma karşı ayaklanmasını nasıl önlemeli. Bu sorun özellikle burjuvazi için iyice dikenli bir sorun, çünkü kapitalizm sadece emek sermaye çelişkisini değil, aynı zamanda sermaye birikimi ve rekabet adına, burjuvazinin kendi içindeki çelişkileri de ortaya çıkarır. Bu sorunun çözümünde burjuvazi iki temel yöntem kullanır: Zor ve ikna. Birinci yöntemin uygulanması yani zor kullanılması için burjuvazinin emrinde çeşitli araçlar vardır ki, bunları Türkiye’ de uzun boylu anlatmaya gerek yok; silahlı kuvvetler, polis, jandarma, hapishaneler, işkenceciler. Burjuvazinin egemenliğini sorgulayan herkes bu zor kullanma yönteminin tadını şu veya bu ölçüde almıştır. İkinci yöntem, burjuvazinin işçi sınıfını kapitalizmin doğal, kaçınılmaz ve üstelik herkesin yararına işleyen bir düzen olduğuna ikna etmesinden ibarettir. Bu yolda kullanılan araçlar arasında radyo, televizyon, basın ve okulları sayabiliriz. Ayrıca, sosyal demokrat partiler de bu görevi yerine getirir;

parlamento yoluyla her şeyin iyileştirilebileceğine işçileri ikna etmeye çalışarak. Tüm Batı ülkelerinde burjuvazi bu yöntemlerin her ikisini de kullanır. Değişen sadece yöntemlerden hangisinin ağır bastığıdır, aralarındaki dengedir. Günümüzün Almanya veya İngiltere gibi ülkelerinde ikna yöntemi ağır basmaktadır. Fakat, gerek duyduğunda bu ülkelerin egemen sınıfları da pekâla zor kullanır. İngiltere kömür madencileri beş aydır sürmekte olan grevleri sırasında her gün polisle kıran kırana dövüşmek zorundalar örneğin. Bu mücadelede şimdilik iki işçi ölmüş durumda. Yine de genel olarak, bu ülkelerde işçi sınıfı gerçek hak ve özgürlüklere sahip, örgütlenmek, sendika kurmak, sosyalist yayınları serbestçe basmak ve yaymak, açıkça sosyalizm propagandası yapabilmek gibi. Bunlar yutturmaca değil gerçek ve önemli özgürlükler. İşin yutturmaca yanı şu ki, burjuvazi bunlardan öte bir özgürlük olamayacağına ikna etmeye çalışır insanları; herkesin kendi hayatına hakim olduğu, fakirlik ve işsizlikten arınmış bir toplumda yaşama özgürlüğünü imkânsız bir düş olarak göstermeye çalışır. Burjuva demokrasilerinin bir ilginç yönü de, uzun mücadeleler sonucunda kazanılmış ve kurulmuş olan işçi sınıfı örgütlerinin, yani sendikalarla sosyal demokrat partilerin oynadıkları çifte roldür. Bu örgütler, bir yandan, kapitalist düzende işçi sınıfının Korunma araçlarıdır, işçilerin örgütlenme, demokrasi, sosyalizm mücadelesi gibi dersleri öğrendikleri, tecrübe edindikleri yerdir. Bu açıdan, böyle örgütleri kurma hakkı her zaman uğruna mücadele edeceğimiz bir haktır. Öte yandan, aynı örgütler, işçi sınıfını, burjuva demokrasisinin sınırları içinde tutma işlevini görür, düzenin aslında diktatörlük olduğunu gözler-

den gizler. Yani bu örgütler ücretlerin düşüklüğüne, çalışma koşullarının ağırlığına karşı savaşır, fakat fabrikanın patronun özel mülkiyeti olduğunu kabullenir. Bu nedenledir ki, burjuvazi zaman zaman varlığını tehdit eden bu örgütlerin yaşamasına genel olarak izin verir. Burjuvazinin varlığı, egemenliği, sınıf mücadelesinin bazı dönemlerinde tehlikeye düştüğü zaman burjuvazi gittikçe artan dozlarda zor kullanacaktır. Zorun tek yöntem haline geldiği faşizmi şimdilik bir kenara bırakırsak, burjuvazi zor kullanma yönteminin en ağır bastığı dönemlerde bile ikna yöntemini elden bırakmaz. Türkiye örneğine bakalım. 1980 darbesiyle askeri diktatörlük kuruluyor, zor kullanma yöntemi açıkça öne çıkıyor. Burjuvazinin egemenliğine (tümüyle olsun, şu veya bu yönüyle olsun) karşı çıkan herkes zor kullanarak susturuluyor. Fakat ikna yöntemi hoşlanmış değil. Muazzam bir propaganda harekâtıyla insanlara kurulu düzenin ne kadar iyi olduğu, bu düzene karşı çıkanların nasıl bir avuç anarşist olduğu anlatılıyor. Türkiye gibi ara sınıfların (küçük burjuvazinin, küçük ve orta köylülüğün vs.) kalabalık olduğu bir ülkede zorun yanında ikna yöntemini kullanmak daha da önem kazanıyor ve yöntemin başarı şansı daha büyük oluyor. Genel olarak, burjuva diktatörlüklerinde hangi yöntemin, zorun mu, iknanın mı ağır basacağı, aralarındaki dengenin nasıl kurulacağı, sınıf mücadelesinde güçler dengesinin seyrine bağlıdır. Bugün Türkiye’de hem burjuva demokrasisine dönüş hem de burjuva diktatörlüğünün her türlüsünün devrilip yerine sosyalizmin kuruluşu işçi sınıfının örgütlülüğüne ve gücüne bağlıdır. Bu da sosyalist işçilerin önündeki görevi ortaya koyuyor: İşçi sınıfını örgütlemek, bilincini, savaşkanlığını ve gücünü yükseltmek.


“KAHROLSUN SÖMÜRGECİLİK” “YAŞASIN ANTİ-EMPERYALİST, ANTİ-OLİGARŞİK DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ

NECDET VE KEMAL’İ UNUTMAYACAĞIZ Kısa ama onurlu bir yaşamın son dakikalarında böyle seslendi Necdet yoldaşlarına, ailesine ve tüm yaşamını adadığı emekçi halklara. Gün daha ağarmamıştı, sakin bir şekilde ailesine yazdığı mektubu tamamladı, avukatlarıyla vedalaştı. Sanki uzun bir yolculuğa çıkıyordu. Sehpaya çıktı. Cellatların yüreğine korku salan son sözleri: “Kahrolsun sömürgecilik. Yaşasın anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi” oldu. Hayatla arasındaki son bağı, ayaklarının altındaki iskemleyi kendisi itti. Birkaç dakika sonra Türkiye proletaryasının kurtuluş mücadelesi bir neferini daha yitirdi. Bütün varlığıyla sosyalizme inanmış, kavganın ateşinde çelikleşmiş bir nefer daha zihinden zihine dolaşacak bir destan bıraktı ardında... Namussuzluğun, rezilliğin ve çürümenin kol sezdiği bir ortamda Necdet ismi bir direniş simgesi oldu. Artık Necdet kavgaya bağlılığın, sosyalizme inancın, mücadele azim ve kararlılığın alev alev yanan bir meşalesidir. Necdet Adalı ve Kemal Ergin birlikte dövüştüler, birlikte esir düştüler, idama mahkum edildiler. Kemal oligarşinin zindanından firar etti. Necdet 8 Ekim 1980 günü 12 Eylül askeri diktatörlüğünün ilk kurbanı olurken, Kemal

yoldaşının anısını kalbine, bilincine gömdü. Kavga devam ediyordu. Hududu aştı ve Lübnan topraklarında emperyalizme ve siyonizme karşı Filistin halkının yanında yer aldı. Savaşın en kızgın olduğu Güney Lübnan cephesinde dövüşürken bir kaza sonucu yoldaşının ölümünden 6 ay sonra aramızdan ayrıldı.

Ne Necdet ‘in sesi titredi idam sehpasında, ne de Kemal’in eli titredi düşmana kurşun sıkarken. Kavga doluydu gözleri, umut doluydu. Güzel günler için, sosyalizm için? Kürt ulusunun kendi kaderim tayin hakkı için savaştılar. Necdet Adalı, Kemal Ergin ve bir başka davadan yargılanan Erdal

9.10.1980 Çarşamba Sevgili anneciğim ve babacığım, Sizleri ve ezilen halklar uğruna verilen mücadeleyi erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar uğruna verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Hakim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık, fakat onların bizi böyle göstermeleri ve faşistlerle bizleri aynı kefeye koyarak cezalandırmaları bizim nezdimizde ezilen halkların mücadelesine yapılan bir saldırıdır. Anneciğim ve babacığım, yukarıda da kısaca sizlere bahsettiğim gibi hiçbir pişmanlık ve üzüntü duymuyorum, sizlerin de ezilen halklar uğruna verilen mücadelede katledilişimden dolayı üzülmemenizi ve bundan gurur duymanızı bekliyorum. Ağabeylerime ve ablama da yazmak isterdim, fakat buna olanak yok, kendilerine çok selamlar. Burada satırlarıma son verirken hürmetle ellerinizden öperim. Arkadaşlara selamlar. Hoşça kalın. Necdet Adalı

Eren’in idam cezaları 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce Danıştayca onaylandı. Yoldaşların idam cezalarının onaylandığı günlerde bazı “demokrat” çevrelerin ve bazı “sosyalist ilerici” çevrelerin tutumu son derece önemlidir. Bu çevreler aynı günlerde Maraş katliamı nedeniyle bir takım gericilere-faşistlere de idam cezası verilmesi karşısında şaşkınlığa düşmüş; şimdi idamlara arşı çıkmakla gericilerin idamlarına karşı çıkmış olmayacak mıyız?” gibi rezilce sorularla idamlara karşı tavır almamış, seslerini yükseltmemişlerdir. Bazıları ise “idamlara karşı çıkıyoruz” diyerek anti-faşist mücadeleye bilinen tüm bilimsel” küfürleriyle saldırmışlardır. Her iki tutum da, CHP’nin “demokratik sıkıyönetimine” çanak tutan, son tahlilde askeri diktatörlüğün zulmüne hizmet eden anlayışlardır. Necdet yoldaşla birlikte bir faşistin de aynı günde idam edilmesi, askeri diktatörlüğün bu “demokrat, ilerici-sosyalist” çevreleri bir kere daha avlama taktiğinden başka bir şey değildi. Ama Necdet yoldaşın, ondan kısa bir süre sonra Erdal Eren’in ve daha sayısız yoldaşın idam sehpalarındaki başları dik yiğit direnişleri, askeri diktatörlüğe olduğu kadar rezilliğin ve ihanetin her türlüsüne de en güzel cevaptır. Teslim olmayanlar ölmez!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.