si_8-9

Page 1

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR ARALIK 1984 SAYI: 8 - 9

KÜRDİSTANDAKİ SÖMÜRGECİ OPERASYONLARA SON Recep GÖKIRMAK İran - Irak savaşı başlayalı 4 yıl oldu. Geçen bu süre içinde Orta Doğu’da önemli gelişmeler yaşandı. 12 Eylül askeri diktatörlüğü emperyalizmin bölgedeki doğrudan jandarması olan Türkiye Cumhuriyetinde emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin lehine önemli ileri adımlar atılmasını sağladı. Emperyalizm için istikrarsız bir halde olan Türkiye yeniden “istikrar” kazandı. Yarım milyonluk NATO ordusu ile Türkiye yeniden emperyalizm adına içerde ve komşuları arasında, emperyalizm adına müdahalelerde bulunabilecek konuma ulaştı. Son dört yıl içinde bölgedeki ikinci önemli gelişme ise Ziyonizmin saldırısının ardından, emperyalizm açısından bölgedeki başlıca istikrarsızlık unsurlarından biri olan FKÖ’ nün önce bölünmesi, ardından da FKÖ içindeki en önemli gücü oluşturan El Fetih liderliğinin uysallaştırılmasıdır. Filistin hareketi içinde bu gelişmelere paralel bir başka olay ise FKÖ’nün silahlı güçlerinin çok önemli bir kısmının bölgenin dışına sürülmesidir. FKÖ’nün yanı sıra İsrail saldırısı bölgedeki bir başka istikrarsızlık unsurunun daha çözüme doğru yürümesi sonucunu doğurdu: Bazı ufak tefek pürüzlere rağmen Lübnan’ın “birliğinin” kurulmasında önemli gelişmeler kaydedildi, öte yandan emperyalizm tüm bölge gericiliğini giderek bir araya getiren usta manevraları başarı ile uyguluyor. Ürdün, Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve FKÖ Yaser Arafat önderliği arasında hızla “anlayış birliğine” gidiliyor. Net bir çözüme ulaşılamamış olmasına rağmen gelişme emperyalizmin istekleri doğrultusunda. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve ABD ve diğer emperyalistlerin bu işgali şiddetle

desteklemelerine rağmen emperyalizm son yıllarda Suriye ile de olumlu ilişkiler geliştirmektedir. Kısacası emperyalizm tüm Orta Doğu bölgesinde İran - Irak savaşı dışında kendi lehine çözümler geliştirmesinin yanı sıra bölgedeki etkinliğini de alabildiğine arttırmaktadır. Şahın devrilmesi, İran’ın bir süre devrimci bir dalgalanma yaşaması ve bu dönem içinde Humeyni rejiminin anti-emperyalist bir içerik taşıyan dış politikaları emperyalizm açısından dört yıl öncesinin bölgedeki önemli olumsuzluklarından birincisiydi. Bölgedeki diğer istikrarsızlıklarla birleşince İran’da ki gelişme daha da önem kazanmaktaydı. Ancak Irak - İran savaşı ve savaşın dört yıl içindeki keskin gelişmeleri durumu önemli ölçüde değiştirdi. Savaşın gelişimi içinde hem Irak hem de İran giderek gırtlaklarına kadar emperyalizme yeniden, yeniden bağımlı hale geldiler. O kadar ki aralarına Türkiye‘nin bile girebildiği ABD ve Batı Avrupa“nın kapitalist ülkeleri bu haksız savaştan önemli ekonomik kârlar elde etmeye başladılar. Savaş Türkiye de askeri cuntanın ekonomik planlarında çok önemli bir rolü üstlenirken öte yandan İran’da Humeyni rejimi ise Batı Avrupa kapitalistleriyle Şahlık dönemini de aşan ilişkiler geliştirdi. Bugün gerek Irak, gerekse Iran emperyalistler açısından doymak bilmeyen iki yeni pazar durumunda. Oysa kısa süre öncesine kadar dünyanın bir kısım sosyalistleri için her ülkedeki mevcut rejimler bölgenin anti-emperyalist (ve hatta Irak için sosyalizme yürüyen) ilerici rejimleriydi. Bu sosyalistlerin başında ise her iki ül-

kenin komünist partileri gelmektedir. Her iki ülkenin bu değerlendirilişleri Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerinden kaynaklanıyordu.Aynı “sosyalistler”‘ dün Mısır’ı, bugün ise Suriye’yi aynı nedenlerle aynı şekilde değerlendirmekteydiler, değerlendiriyorlar. Emperyalizm açısından bölgedeki bu olumlu gelişmelerin içinde henüz hiç bir istikrara kavuşamamış olan tek sorun dört parçaya bölünerek sömürgeleştirilmiş olan Kürdistan dır.4 parçanın göreceli olarak en ufak ve toplumsal hareketlilik açısından en durgun olan parçası, Suriye Kürdistanı dışarıda bırakılırsa, Türkiye, İran ve Irak işgalindeki Kuzey Doğu ve Güney Kürdistan dün olduğu gibi hala bir barut fıçısıdır. Güney Kürdistan son 20 yılda önemli mücadeleler yaşadı. Irak KDP önderliğinde sürdürülen savaş 1970’de Güney Kürdistan’da “özerk bölge”nin kurulmasıyla sonuçlandı. Ne var ki IKDP’nin feodal -burjuva önderliği Güney Kürdistan’da ki bu kazanımı kısa sürede çarçur etmiş olmasına rağmen 1976’da Irak Kürdistan’ında silahlı mücadele yeniden başladı. Şahin devrilmesinden sonra Doğu Kürdistan’da da ulusal demokratik mücadele hızla gelişmeye başlamış ve sonunda Humeyni rejiminin silahlı güçleri ile İran KDP ve KOMELA peşmergeleri arasındaki silahlı mücadeleye kadar ulaşmıştır. İran - Irak savaşı boyunca her iki sömürgeci devlet sömürgelerindeki ulusal demokratik güçleri ezmek amacından bir an olsun caymamışlardır. Özellikle İran sömürgecileri Irak orduları İran topraklarına girmiş, İran’ı nefes alamaz duruma

sokmuşken dahi önemli güçlerini Doğu Kürdistan’a ayırmaktan bölgedeki IKDP ve KOMELA güçlerine karşı kanlı operasyonlarını sürdürmekten vazgeçmemişlerdir. İki sömürgeci devlet bu tutumlarıyla bölgedeki, emperyalizm açısından, son istikrarsızlık noktasına karşı tutumlarını belirterek, emperyalizme bu konuda da manevralar yapabilme olanağını vermişlerdir. Irak ordusunun İran topraklarından sürülmesinden kısa bir süre sonra hem bölge, hem de savaş açısından önemli bir başka gelişme daha oldu: İran Doğu Kürdistan’dan, Güney Kürdistan a saldırarak Irak “sınırları” içinde ikinci bir cephe daha açtı. Bu saldın ile birlikte Kürdistan politikaları açısından da önemli gelişmeler başladı. Doğu ve Güney Kürdistan’ın üç önemli örgütlenmesi: Irak KDP, İran KDP ve Kürdistan Yurtsever Birliği ( KYB ) iki sömürgeci güç arasında dalgalanmaya başladı. Zaman zaman birbirleriyle ciddi ölçekli çatışmalara giren bu üç örgütten IKDP İranla, İKDP ve KYB ise Irak’la anlaşmalara girdi. KYB Irak’ la ilk bakışta kulağa hoş gelen bir anlaşma imzalama hazırlıklarına başladı. KYB ile Irak rejimi arasında başlayan görüşmeler gerçekte köşeye sıkışmış olan Irak rejimini rahatlatıcı nitelikteydi. “Özerk Bölge”nin haklarının bir ölçüde daha genişlemesinin yanı sıra KYB Irak rejimi tarafından yasal bir örgütlenme olarak tanınacak ve seçimlerden sonra KYB temsilcileri merkezi hükümete katılacaklardı. Bütün bunlar 1970 anlaşmasının şartlarından çok farklı değildir. Fakat bütün bu maddelerin yanı sıra KYB ile Irak rejimi arasında varılan Devamı arka sayfa’da


Sayfa: 2

Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Yurtdışı baskısı KASIM 1984, Sayı: 8

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: BM BOZ 5737, London WC1N 3XX, UNITED KINGDOM Baştarafı birinci sayfa’da anlaşmanın öyle bir maddesi vardı ki bu maddeye göre Güney Kürdistan’da Kürtlerin denetiminde olacak 40 bin kişilik bir ordu bulunacaktı. İşte anlaşmanın bu maddesi TC sömürgecilerini alarma geçirdi ve anlaşma daha sonraki gelişmeler içinde bozuldu. Anlaşmanın bozulmasıyla TC Dışişleri Bakanının Irak’a gitmesi aynı günlere rastlamaktadır. öte yandan IKDP İran’la, İKDP ise Irak’la birlikte saf tutarak sömürgecilerin yanında sömürgecilere ve diğer bir Kürt örgütüne karşı savaşa tutuştular. Bu arada Kuzey Kürdistan örgütlenmelerinden birisi, PKK ise Irak KDP ile ilişkilerini geliştirerek önce Güney Kürdistan’da mevzilenmeye, Ağustos ayında ise kendi deyimleri ile Kuzey Kürdistan topraklarında silahlı ‘ ‘propaganda eylemlerine” başladı. Türkiye sömürgecilerinin PKK eylemlerine karşı tutumu ilginç. Gazetelerin beş aşağı, beş yukarı doğru belirttikleri gibi 300 - 500 PKK savaşçısına karşı Türkiye büyük askeri birlikleri Irak - Türkiye sınırında toplamaya başladı ve tüm Kuzey Kürdistan da büyük çaplı bir terör dalgası estirmeye başladı. Kuzey Kürdistan halkının terörle yüz yüze gelmesi yeni bir olgu değil. Sömürgeciler diğer parçalarda da olduğu gibi buldukları her fırsatta halka zulüm yağdırmaktadırlar Ancak ilginç olan Türkiye oligarşisinin Ağustos’tan bu yana kopardığı yaygaradır, “ayrılıkçı terör üzerine, Kürdistan ve Kürt halkı üzerine son on yılların en büyük gürültüsü koparılmaktadır. Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay Başkam Başbakan, çeşitli bakanlar, generaller ard arda Kuzey Kürdistan’a taşındılar. TV radyo ve gazeteler bıkmadan, usanmadan sömürgecilerin “huzur operasyonu” nu ballandıra ballandıra anlattılar. Derken Türkiye Dışişleri Bakanı aniden Irak’a gitti ve Irak devlet yetkililerine önemli bir anlaşmayı

kabul ettirdi. Türkiye Irak anlaşmasının önemli bir yanı, yukarıda da değinildiği gibi KYB ile Irak arasında sürdürülen görüşmelerin kesilmesiydi. Bu anlaşmanın Türkiye açısından kuşkusuz en önemli yanı Güney Kürdistan’da Kürtlerin kontrol edeceği 40 bin kişilik bir silahlı gücün kurulacak olmasıydı. Anlaşmanın diğer yanı ise Türkiye ve Irak m Kürt örgütlenmelerine karşı ortak hareket edecek olmalarıydı ve anlaşma Türk ordusuna Irak’a girme hakkını da vermekteydi. Türkiye Dışişleri Bakanının Irak’tan dönmesinden hemen sonra ise “Güneş Hareketi ‘ diye adlandırılan yeni askeri saldırı başlatıldı. Ne var ki baştan büyük çaplı bir hareket olarak gösterilen “Güneş Hareketi”nin çapı daha sonra daraldı. . Bunun başlıca nedeni İran’ın oldukça sert tepkisi idi. İran TC’nin Güney Kürdistan’daki askeri harekatına karşıydı. Ve Türkiyeyi ekonomik ve askeri olarak tehdit ediyordu. Güneş Harekatı sınırlı kaldı. İran’ın tepkisinin yanı sıra bölgede askeri bir harekata izin vermeyen doğal koşullar başlamıştı, bunun da etkisi önemsenmeyecek kadar az değildi. Askeri harekat yavaşça ilk hızını kayıp etti, fakat TC ordusunun yığınağı sürüyor. Bölgeye yeni yollar yapılıyor, yeni iyi eğitimli birlikle, ağır silahlar, helikopterler vs... gönderiliyor köyler boşaltılıyor. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti Güney Kürdistan sınırında kelimenin tam anlamı ile yığmak yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kopardığı yaygaranın ve sınırda giriştiği büyük çaplı askeri hazırlıkların bir amacı kuşkusuz küçük ya da büyük Kürt hareketidir. Sömürgeciler nedenli küçük olursa olsun Güney Kürdistan’da üstlenmiş bir Kuzey Kürdistan örgütlenmesinin eylemlerine tahammülsüzdür. Dolayısıyla gerek bölge çapında halk üzerinde başlayan terörün, gerekse Kuzey Kürdistan da girişilen askeri harekatın bir amacı Kürt silahlı mücadelesini başlamadan boğmaktır. Ancak, Tür-

kiye Cumhuriyeti’nin işi de zordur. Çünkü hedefi bir başka devletin sınırları içinde üstlenmiştir ve tüm bölgede TC’nin hedefine ulaşmasını daha da zor ve karmaşık hale getiren girift ilişkiler vardır. Giderek arttırılan askeri yığınağın hedefi büyük olasılıkla bu girift ilişkileri de gerek TC gerekse de emperyalizmin çıkarları açısından mümkün olduğunca “sadeleştirmektir.” Yukarıda da belirtildiği gibi İran - Irak savaşı bugün dünyanın hiç bir ülkesini ciddi ölçüde rahatsız etmemekte, tam tersine hemen herkes bu savaştan az çok kârlar elde etmektedir. İki ülkenin emekçilerinin gırtlak gırtlağa giriştiği bu kanlı savaşta iki ülkenin ilerici muhalefet partileri ve egemen sınıfları da dahil herkes tam bir burjuva politikası içindedir. Ancak savaşın muhtemel gelişmeleri emperyalizm ve onun bölgedeki başlıca uşağı Türkiye için olumsuz gelişmelere yol açabilir. İran’ in savaştaki yeni kazanımları, Kürdistan da yeni dengelerin doğması İran ı yeniden emperyalizm için ciddi bir sorun haline getirecek bu arada Kürdistan’da da ulusal demokratik güçlerin bir dizi patlamalarına yol açacaktır, özetle, emperyalizmin bölgede savaşa müdahale edecek “yerel” bir güce ve bu yerel gücün “yerel -ulusal (!) sorunlarına” ihtiyacı vardır. Bir başka deyişle İran, Irak, Türkiye ve Kürdistan’ın üç parçasındaki girift ilişkileri sadeleştirmek gerekir. İşte TC ordusunun bölgenin en kızışkın noktasında toparlanmaya başlamasının yakın gelecek açısından önemi budur. Sömürgecilerin “Güneş Harekatı” ile ilgili bir başka gelişme ise Özal’ın mecliste yaptığı konuşmadaki iki ifadedir, Özal bir yandan “iki komşumuzun 5 yıldır sürdürdüğü savaş Türkiye’yi ciddi surette rahatsız etmeye başladı” diyerek Türkiye’nin bugüne kadar savaş üzerine olan tutumundan çok farklı bir tutumu açıklamasıdır. Türkiye tüm yetkili ağızlarıyla daima savaş karşısında tavırsız olduğunu belirt-

mekteydi. Türkiye’nin tepki gösterdiği tek olay Iran m tak KDP güçleriyle birlikte Irak’ m (!) petrol alanı olan Güney Kürditan’da giriştiği askeri harekat üzerine oldu. Türkiye o dönemde Kürt sorunu üzerine bugünküne benzer endişelerin yanı sıra İran’ın Irak Türkiye petrol boru hattına saldırmasından ve hattı kullanılamaz ölçüde tahrip etmesinden korkmaktaydı. Ancak İran’ın derhal bu konuya ilişkin teminat vermesi üzerine yatıştı ve eski umursamaz tavrına döndü. Özal’ın bu kez yaptığı açıklama TC açısından tamamen yeni bir tutum. Açıkça gelişmelerden memnun olmadıklarını belirtiyor ve bu rahatsızlık belirtisi içinde ciddi bir tehdidi içeriyor. Özal’ın açıklamasının ikinci yanı ise olayın büyütülmemesine ilişkin sözleri, Özal bir yandan “sayıları bir kaç yüzü geçmeyen eşkiyayı muhatap almayalım” demekte, diğer yandan ise Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş ölçüde bir yaygınlık içinde Kürdistan sorunu öne çıkarılmakta, özetle Özal’ın ‘’muhatap almayalım” açıklaması gerçekçi değil. Gelişmelerin seyri TC devletinin sanki tam da tersini istediği şeklinde, örneğin “harekatın” gazetelerde kapladığı yer şaşırtıcı ölçülerde geniş. Harekat üzerine çıkan fotoğraflarda gene şaşırtıcı ölçülerde. Ve bu fotoğrafların yayınlanmasından hemen sonra Özal bu kez “sanki bu fotoğraflar dışarıya Türkiye’de demokrasi yok demek için yayınlanıyor diyor. Türkiye’de demokrasi olmadığı açık. Fotoğrafların dili yalan söylemez. Anacak işin karanlık bir yanı var. Türkiye’deki sansürün ölçüsü bilinmektedir. Sansür en küçük bir haberden dolayı dahi gazete kapamaktadır, öyleyse bu fotoğraflar neden yayılmaktadır? Gelecekteki gelişmeler bütün bu soruların cevaplarını verecektir. Bugünden söylenebilecek olan Türkiye‘nin büyük boyutlu bir harekata hazırlanmakta olmasıdır.


Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

burjuvazi ile uzlaşmaya-çalışarak bu çıkarları savunuyor. Bilindiği gibi bu söz konusu kesim 12 Eylül öncesinde esas olarak AP taşra tabanını ve kısmen de MSP tabanını oluşturuyordu.

24 Ocak tedbirleri açıklandığında tekelci burjuvazi bir blok halinde bu paketi destekledi. İlk zamanlar, MSP ve kısmen de CHP bünyesinde kendini açığa vuran tekel dışı Anadolu sanayicileri ve işadamları olarak kabaca tarif -edebileceğimiz kesim’in muhalefeti ise, 12 Eylülden sonra susturuldu. Böylece 12 Eylül sonrasında, görünüştede olsa burjuva sınıfının, 24 Ocak tedbirlerine desteği bir blok halinde kazanıldı veya bu intiba çeşitli sebeplerden dolayı kendiliğinden doğdu. Burjuva sınıfı 12 Eylül ile birlikte bir bekleme sürecine girdi. 24 Ocak tedbirlerinin önündeki engellerin kalkması tekelci burjuvazi açısından beklemeye yatmanın temel sebebi idi. işçi ücretlerinin şok dalgaları halinde düşürülmesi, uluslar arası kredi musluklarının açılması, ihracatın sıçramalarla artması ve döviz dar boğazının kalkması sonucu ekonominin canlanması ise tekel dışı burjuvazinin beklemeye yatmasının sebebi idi. Gerçekten de Cunta’nın ilk 3 yılı ekonominin işleyişi açısından oldukça başarılı geçti. Her ne kadar yatırımlarda kayda değer bir düzelme olmasa da, üretim artışı, enflasyon da nispi bir gerileme ve pazardaki canlanma dikkate değer gelişmelerdi. Bu dönem boyunca burjuva sınıfı kendi iç çelişkilerinin ötesine geçerek 24 Ocak paketini blok halinde destekledi. Bunun bir sonucu olarak Özal’ın partisi kolayca hükümet olabildi. Bugün Özal hükümetinin 1. yılı dolarken bu blok desteğin çatlamaya başladığını gösteren bazı işaretler ortaya çıkmaktadır. Önce Halit Narin sıkı para politikalarını, yüksek faiz uygulamasını ve ihracat kredilerinin bir kaç holding tarafından kontrol edilen bir avuç büyük ihracatçı firmaya akmasını eleştirmeye başladı. Sonra da Özal-Yazar polemiği patlak verdi. Bilhassa Özal-Yazar tartışmasının başlaması, genişlemesi ve adeta inatla sürmesi nihayet MDP-DYP arası ilişkilerde bir yumuşamanın görülmesi bu çatlağın büyümeye aday olduğunu gösteriyordu. Durum böyle ise bu çatlağın ne tarafa doğru gelişeceğini tahmin etmek, politik gelişmeleri önceden sezebilmenin asgari gerekli koşulunu oluşturmaktadır. Bu çatlağı anlayabilmek için işe 1984’de giderek olgunlaşan birtakım ekonomik ve politik tıkanıklıkları incelemekle başlamak gerekmektedir. Monetarizm, ileri kapitalist ülkelerde burjuva sınıfı arasında egemen iktisat görüşü. Başta tekelci burjuvazi olmak üzere emperyalist ülkelerin burjuva sınıfı bu iktisat görüşünden

Sayfa: 3

ÇATIDAKİ ÇATLAK Behçet TOPRAK

kaynaklanan istikrar tedbirlerini kendilerini krizden çekip çıkaracak yegane tedbirler bütünü olarak görüyorlar. Uluslararası; planda da IMF ve Dünya Bankası bu tedbirlerin benzerlerini azgelişmiş ülkelerde uygulatmaya çalışıyorlar. Türkiye’deki tekelci burjuvazi de işbirlikçisi olduğu emperyalistlerin etkisi ile tüm ümidini bu tedbirlerden kaynaklanan 24 Ocak istikrar tedbirleri paketine bağlamış durumda. Ve hem dünya da hem de Türkiye de bugün burjuvazi ve esas olarak ta tekelci burjuvazi açısından bu tedbirlerin alternatifinin olmadığı yaygın bir kanı. Ve yine DU iddia burjuva ideolojisinin bu gün önemli bir bileşeni. Bunları söyledikten sonra Türkiye’ye dönüp de baktığımızda ne görüyoruz? Paketin açılmasının üzerinden 4 yıldan fazla bir zaman geçmiş iken, ortada vaat edilen başarının hiç bir işareti görünmüyor. Enflasyon 1984 yılı boyunca tekrar artmaya başladı, sınai üretim gerilemeye başladı, ihracat gittikçe yavaşlıyor. Bu yazıda bunun sebeplerini tartışacak değiliz-fakat yarattığı sonuçları ele alacağız. Ümit bağladığı ekonomik tedbirler beklenen sonucu vermeyince. Türkiye burjuvazisi ne yapacağım şaşırmış durumda. Dolayısı ile

çeşitli burjuva fraksiyonlarının, hem bu ekonomik tedbirlere, hem de tekelci burjuvazinin liderliğine gittikçe güvenleri sarsılıyor. Bunun en önemli politik sonucu ise her kesimin tekrar, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi kendi özel çıkarlarını öne çıkarmaya başlaması. Böylece de 24 Ocak tedbirlerinin arkasında,12 Eylül sonrasında oluşmuş olan blok çatlamaya başlıyor. M. Yazar Odalar birliği başkam ve bu kuruluş bünyesinde, TÜSİ AD İstanbul Sanayi Odası gibi kuruluşların aksine tüm Anadolu Ticaret ve Sanayi Odalarının temsilcilerini barındırıyor. Yani bu kuruluş tüm burjuvaziyi kapsıyor. Yöneticileri ise seçimle iş başına geldikleri için de yönetim kademesinde esas olarak Anadolu sanayi ve ticaret burjuvazisi temsil ediliyor. M. Yazar’ın Özal’a yönelttiği eleştiriler bu açıdan son derecede önemli. Yazar’ın 13 maddelik “alternatif modeli” içinde 9 madde doğrudan doğruya iç pazara üretim yapan, tekkelleşmemiş ve dolayısı ile de devlet içindeki iktidar odaklarına doğrudan ulaşması hemen hemen imkansız olan kesimin çıkarlarını savunuyor. Geriye kalan 4 madde de dolaylı olarak ve tekelci

Yazar’ın modelinin 1. maddesi, Türk Lirasının değerinin yükseltilmesini istiyor. Böylece ithal mallarını girdi olarak kullanan sanayicilerin kullandıkları ham madde ve enerji mallarının fiyatları eskisi kadar hızlı artmayacak. 2. madde, ihracatçılara verilen 200 milyar TL civarı fonun sanayiye yönelmesini, yani ihracatı ellerine geçirmiş tekellerin değil ithal ikamesi temelinde çalışan, zaman zaman da ihracat yapabilen sanayicilerin desteklenmesini istiyor. 4.madde, tekel dışı ve bankası olmayan sanayicilerin taleplerini dile getiriyor. Bunlara orta vaadeli ve düşük faizle kredi verilmesini talep ediyor. 5.madde üretimi durmuş 500 fabrikanın tekrar faaliyete geçirilmesini istiyor. 6. madde firmaların borçlarının ertelenmesini istiyor. Bu borçların esas önemli kısmı tekel dışı sanayicilerin holding bankalarına olan borçları Böylece bu madde de tekel dışı sanayiciyi tekelci sermayeye karşı korumayı amaçlıyor. 8. madde, faizlerin kontrol edilmesini istiyor ve bu bağlamda 4.maddeyi tekrar ediyor. 10. madde, KİT mal ve hizmetlerine sürekli zam yapılmasını eleştiriyor. KİT malları esas olarak tekel dışı sanayici tarafından girdi olarak kullanılır. Dolayısı ile bu madde de tekel dışı sanayicinin çıkarını savunuyor. 11.madde, özel tüketici kredisi ile pazarın canlandırılmasını talep ediyor. 13.madde ise sanayi-teşvik sisteminin yeniden düzenlenmesini istiyor. Diğer bir değişle tekelci burjuvazinin yararına işleyen bu günkü sistemin değişmesini istiyor. Yazar’ın ileri sürdüğü bu talepler, hem yerli tekelci burjuvazinin hem de uluslar arası maali kuruluşların istek ve çıkarları ile çelişiyor. Bu talepler diğer taraftan, tekel dışı burjuvazinin desteğini gittikçe hükümetten çekmekte olduğu yolundaki iddialarımızı kanıtlıyor. Yukarıda söz konusu ettiğimiz çatlağın temelinde sadece ekonomik başarısızlıklar değil politik başarısızlıklarda yatmaktadır. 12 Eylül cuntası, yeni bir devlet yapısı kurmakta bir anlamda önemli ve başarılı adımlar atmıştır: Yeni bir anayasa ve buna uygun kurumlar kurulmuştur. Fakat bir başka açıdan ise Önemli başarısızlıklar söz konusudur. Bu başarısızlık özellikle kendini sınıflar müDevamı arka sayfa’da


Sayfa: 4

Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Baş tarafı sayfa 3’de cadelesinin doğrudan belirleyici olduğu alanlarda idari tedbirlerin bu mücadelenin kendiliğinden gelme mantığınca sınırlandığı alanlarda kendini göstermektedir. Burjuva sınıfı, bir bütün olarak hala bir temsil ilişkisi kurmuş değildir. Bu iki noktada kendini gösteriyor. Birincisi partiler arası ilişkiler alanı diğeri ise parlamento platformudur. Burjuva partileri, kuruluşlarından iki, cuntanın ilanından 4 sene geçmesine rağmen hala bir istikrara kavuşamadılar. Partilerin taban ve kadrolarında sürekli bir akışkanlık söz konusudur. Partiler ve burjuva sınıfı fraksiyonları arasında sürekli görüşmeler ve yeni parti arayışları devam etmektedir. Bir dönem istikrara kavuşmuş gibi görünen ANAP’ın ise gevşek bir koalisyondan başka bir şey olmadığı artık açıkça belli olmuştur, parlamento ise en önemli fonksiyonunu, burjuva fraksiyonları arası pazarlık alanı olma işlevini yerine getirememektedir. Böylece varlığı ile yokluğu arasındaki fark belli olmuyor. Hükümet partisinin ne burjuva anlamda bir muhalefeti nede alternatifi var. Böylece 1984 yılının sonuna yaklaşırken ekonomik çıkmaza birde politik çıkmaz ekleniyor. Mehmet Yazar’ın birden bire sivrilmeye başlaması, yukarda tartışılan sorunlar bağlamında oldukça anlamlı gözüküyor. MDP-DYP görüşmelerinin tekrar gündeme gelmesi sağda yeni bir parti ihtimalini, ister istemez düşündürüyor. Böyle bir partinin Yazar gibi birinin liderliğinde kurulması halinde gerek liderinin kişiliği, gerekse hem tabanının AP ile olan eski bağları, gerekse de mecliste sandalyesi olması, bu partiyi burjuvazi açısından kayda değer bir alternatif yapardı. Diğer taraftan bu partinin en önemli sorunu, tabanının esas olarak tekel dışı burjuvaziye dayanması ve ileri süreceği programın hem tekelci burjuvazi hem de uluslararası sermaye çevrelerinin beklentileri ile büyük ölçüde çelişecek olmasıdır. Tabii bir diğer önemli nokta da bu gün hala geçerli olan Anayasa’nın orta sınıf temsiline imkan verecek kurumlaşmalara izin vermemesidir. Sonuç olarak önümüzdeki dönemin en önemli özelliği 12 Eylül sonrası burjuva sınıfı açısından sağlanmış olan nispi istikrarın giderek bozulması olacaktır. Bu istikrarsızlığın gerçek bir politik krize dönüşmesi ihtimali her halükarda var ise de, bizce bu ihtimalin gerçekleşmesi büyük ölçüde işçi sınıfının muhalefetinin somut ifadeler bulmasına bağlıdır!

BUGÜNKÜ YENİLGİ GEÇİCİDİR İ. DENİZ Metalurji işçileri dünyanın hemen her ülkesinde işçi sınıfının en bilinçli ve en mücadeleci kesimini oluştururlar. Bu metal işçilerinin çalışma koşullarının son derecede ağır olmasından kaynaklanmaktadır, örneğin, alüminyum dökümü yapılan bir döküm hanede fırın sıcaklığı ortalama 750 derece, bakır dökümhanelerinde 1200 derece, demir-çelik fırınlarında ise 1600 derece civarındadır. Dökümhanelerde sıcaklık böylesine yüksekken havalandırma sistemleri ise hemen hepsinde son derecede yetersizdir. Dolayısı ile dökümhanelerde çalışan işçiler sürekli olarak baca gazlarını teneffüs etmek durumu ile karşı karşıyadırlar. Örneğin elektrolitik bakır üretilen fabrikaların elektroliz havuzlarının bulunduğu kısımlarda yoğun bir asit buharı söz konusudur. Haddeleme işlerinin yapıldığı yerlerde ise metal tozlarını ve yağ buharını teneffüs ederek çalışma zorunluluğu var. Kısacası üretimin her aşamasında biz metalurji işçilerinin sağlığını korumak için hemen hemen hiç bir önlem alınmamış durumdadır. Patronlar bizlerin sağlığını korumak için yapılacak en ufacık yatırımlardan bile ısrarla kaçınmaktadırlar. Sözün kısası, onların gözünde bizim sağlığımızın ve geleceğimizin hiçbir önemi yoktur. Doğal olarak böylesine kötü çalışma şartları her yıl binlerce yaralanma, organ kaybı ya da ölümle sonuçlanan iş kazalarına yol açmaktadır.

Patronlar bunların işçilerin dikkatsizliğinden kaynaklandığım söyleyerek suçu bizim üstümüze yıkmaya çalışırlar. Oysa bunların biricik nedeni yetersiz güvenlik önlemleri, kötü beslenme ve gelecek endişesidir. Tek kelime ile ücretli kölelik sisteminin kendisidir. İşkolumuzda ortalama ücret asgari ücretin biraz üstündedir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım ağır çalışma koşullan nedeni ile metalurji iş kolunda işçi sirkülasyonu fazladır. Yani işçiler aynı işyerinde çok uzun bir süre çalışamamaktadırlar. En eski fabrikalarda bile işçilerin yarıdanfazlası yeni işçilerden oluşur. Bu günlerde Türk Metal ile MESS arasında yapılan gurup Toplu Sözleşmesine bu verilerin ışığında baktığımızda her iki sendikanın yetkililerinin bizleri nasıl kandırmaya çalıştıklarını çok açık görürüz Türk Metal Sendikasını zaten çok iyi tanıyoruz. Faşistleri bizim üzerimize saldırtan, birçok işçi arkadaşımızı faşistlere katlettirenleri unutmadık. Avni Çarsancaklı gibi MHP davasında tutuksuz yargılanan militan bir faşist, halen bu sendikanın çatısı altında yer alan birçok sözde sendika görevlisi faşistin yanı sıra, hem de üst düzeyde, sendika yöneticiliği yapmaktadır. Öte yandan, işveren sendikası MESS’i tanımayan metal işçisi yoktur. Yıllardan beri faşistlerle kol kola her türlü ekonomik-demokratik hakkımızı yok ederek bizi gerçek an-

GEÇMİŞİN ÇARPITILMASININ ÜRÜNÜ OLAN

ÇARPIK TEORİ KOMÜNİSTLERİN YOLUNU AYDINLATAMAZ M. Sefa KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜ BÖLENLERİN “YENİ” İDEOLOJİK SİLAHI

ANTİFAŞİZM

R. Kasım PROLETARYA SOSYALİZMİNDEN BİR SAPMA: TKKKÖ

KONFERANS KARARLARI VE GÖREVLERİMİZ

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ 1. KONGRE BELGELERİ ve TÜZÜĞÜ

B. Şeref KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI

SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI

lamda köleleştirmeye çalışanlar bunlardır. Yapılan sözleşmeye göre ücretlere birinci yıl %52-60, ikinci yıl %35 oranında zam yapılacak. Bu oranda yapılacak bir zam sadece cuntanın işbaşında olduğu son 4 yıllık dönemin ücret kayıplarım bile karşılamayacaktır. Tabi belirli bir düzeyde zam yapıldığında ücreti düşük olan işçiler daha az zam almakta Ve ücreti nispeten yüksek işçilerle araları giderek açılmakta ve ücret dengesizlikleri artmaktadır. Bu nedenle işyerlerinde yeni, eski işçi ayırımı ortaya çıkmaktadır. Buda birliği bozar bir yönde işlemektedir. Bu sözleşme üzerine eski MESS genel başkanı yapılan zammı fazla bulduğunu söylüyor ve şimdiki genel başkan Bahri Ersöz de bunu doğruluyor. Oysa bu sözleşme henüz pek çok işyeri için yetki belgesi dahi gelmeden yapıldı, Alelacele ve adeta yangından mal kaçırırcasına! MESS yetkilileri bütün davranışlarıyla işkolunda bu düzeyin üzerine çıkılmasını engellemeye çalışıyorlar. 12 Eylül öncesinde MESS genel başkanı olan Turgut Özal’da zammı fazla bulanlardan. O da tehdit yağdırıyor, ücretlerin daha da düşürülmesi yönünde baskı yapmaya çalışıyor. Patronlar öylesine yüksek zamlar yapıp sıkışınca ona gelmesinlermiş! Biz Turgut Özal’ı yıllardan beri tanıyoruz. Kendisi demokrasiden yanadır, ama bu demokraside işçilerin hiçbir demokratik-ekonomik hakkı olmamalıdır, bu patronların demokrasisi olmalıdır. İşte bu günkü başbakanın esas özlemi kalbinde yatan aslan budur. Bu gün bu noktaya gelinmesinin en büyük sorumlusu cunta’dır. DİSK’i ve ona bağlı sendikaları kapatarak bizi sarı sendikaların kucağına itenler onlardır. Zaten sınırlı olan örgütlenme, grev ve Toplu Sözleşme hakkımızı kuşa çevirenler onlardır. Zaten düşük olan ücretlerimizi YHK boyunduruğuyla daha da düşürenler onlardır. Kısacası baskı ve sömürü ve zulüm düzeninin bekçiliğini yapan onlardır. Ancak dost düşman, kimse şunu unutmamalıdır. Bu durum böyle devam etmez ve etmeyecektir. İşçi sınıfı sendikal birliğini kendi bağımsız sendikaları temelinde tekrar kuracaktır. Bugünkü yenilgi geçicidir. Yarınki zaferlerimiz ise bugünden vereceğimiz mücadeleye bağlıdır. Yaşasın işçi sınıfının birliği ve mücadelesi. Kahrolsun sarı sendikacılık!


Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 5

Sosyal Demokrasi ve Türkiye-2 Behçet TOPRAK İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Sosyal Demokrasinin, Birinci Dönem Sosyal Demokrasiden farklı olan en belirgin özelliği tartışma götürmez bir sekide anti-komünist olmasıdır. Alman Sosyal Demokrat Partisi, 1959 Godesberg programında serbest rekabet ve özel teşebbüs yanlısı olduğunu açıkça belirtmiştir. Fransız Sosyalist Partisi anti-komünizmini 1936 Halk Cephesi Hükümetindeki tavrı ile açıkça kanıtlamış ve daha o zamanlardan beri devrim, “marksizm gibi kavramları sözlüğünden çıkartmıştır. İngiliz İşçi Partisi ise ta başından beri kendisini marksizmden uzak tutmaya büyük önem göstermiştir. Savaş sonrası dönemde Sosyal Demokrat partilerin temel amacı, birinci dönemde olduğu gibi toplumu reformlarla sosyalizme doğru evrimleştirmek değil aksine, kapitalizmi savaş sonrası Avrupa’da yeniden inşa etmek, sonrada bunu komünizme karşı korumaya çalışmak olmuştur. 1945’de hükümet olan İngiliz İşçi Partisi (İİP) bir taraftan işçi sınıfı yararına reformlar geçirerek, savaş sonrası yeniden inşa döneminin sosyal gerginliklerini en aza indirmeye çalışırken, öbür taraftan devlet gelirlerini sermaye sınıfının hizmetine vermiştir. Bir taraftan iflasın eşiğindeki şirketleri en fahiş fiyatlarla satın alıp “kurtarırken”, öbür taraftan grevleri yasadışı sayan savaş dönemi yasalarını 1959’a kadar yürürlükte tutmuştu. Savaş sonrası Sosyal Demokrat partilerin bir diğer özelliği de işçi sınıfı ile olan ilişkilerinin büyük ölçüde dolaylı bir hale gelmiş olmasıdır. İşçi sınıfının desteğinin yanı sıra, orta sınıfların oylarının hükümet olmaktaki öneminden dolayı, bunların desteğini sağlamaya büyük önem verilmiştir. Orta sınıfların nispi önemi ve Sosyal Demokrat partilerin seçimlerde aldıkları oylardaki dalgalanmalardaki etkisinin bir sonucu olarak dikkatler giderek bu sınıflar üzerinde yoğunlaşmıştır. Neticede seçim platformlarında ve parti programlarında orta sınıfların dilek ve beklentileri egemen ol-

maya başlamıştır. Alman Sosyal Demokrat Partisi kendisini, sırf bu sebeple, işçi sınıfı partisi olarak değil de tüm halkın partisi olarak sunmayı daha uygun görmüştür. Sosyal Demokrat partilerin liderliği söz konusu olduğunda, bu partilerin işçi sınıfı ile bağlarının niteliği daha iyi ortaya çıkmaktadır. İİP, parlamento grubunu, partiden bağımsız bir statü içinde örgütlemiştir. Böylece seçimlerden sonra partinin milletvekilleri üzerinde hiç bir kontrol yetkisi kalmamaktadır. Fransız Sosyalist Partisi tüm liderlerini taşra ve Paris burjuvazisinden devşirmektedir. Bu partinin sendikalarla ilişkisi son derecede yüzeyseldir. İİP’nin Sendikalar Konfederasyonu ile doğrudan ilişkisi vardır. Ama bu sendikalar konfederasyonu kaydı-hayat şartı ile ve sendika dışı uzmanlardan seçilmiş bürokratların önemli ölçüde kontrolü altındadır. Bütün bu özelliklerinden dolayı Sosyal Demokrat Partiler savaş sonrası dönemde burjuvazi açısından, artık seçeneklerden biri, herhangi bir yönetim kadrosu durumundadırlar. Sosyal Demokrat partiler işçi sınıfının muhalefetinin iyice yükseldiği, muhafazakar partilerin iyice teşhir olduğu, koşullarda adeta geçici olarak hükümet olup muhafazakar partilerin kitleleri daha fazla radikalleştireceği için atmaktan çekindiği adımları atarlar. Pisliği temizlerler ve bunun sonucu tüm halk desteğini kaybedip tekrar yerlerini muhafazakar partilere bırakırlar. 1982 Yılının Ekim ayında, koalisyon ortağı liberallerin Hıristiyan Demokratik Birlik’i tercih etmesiyle Sosyal Demokratlar hükümetten çekilmek zorunda kalmışlardır. Hükümette oldukları zaman sırasında Almanya en hızlı gelişen kapitalist ülke olduğu gibi, en anti-demokratik yasaların çıkarıldığı ülkelerden de biri olmuştur. Gene aynı dönemde B.Almanya, en ileri teknolojik olanakları kullanarak, her an herkesi denetleyebilen bir polis örgütüne sahip ülke olmuştur. Nükleer başlıklı NATO füzelerinin 1983 sonunda Avrupa’ya yerleştirilmesi planının mimarlarından biride o dönemde başbakan

olan Sosyal Demokrat Helmut Schımidt’tir. Kısacası, Alman Sosyal Demokrat Partisi 1960’lann sonunda yükselen muhalefet dalgasının bir sonucu olarak hükümet olmuş sonrada hem burjuva iktidarını pekiştirmek için gerekli adımları atmış hem de bu sosyal muhalefeti iyice paralize ettikten sonra yerini Alman tekelci burjuvazisinin has partisi Hıristiyan Demokratlara bırakmıştır İİP’de buna benzer bir tarih yaşamıştır. Giderek sağa kaymasının ve hep burjuva sınıfı yararına yasalar geçirip bu yolda ekonomik politikalar izlemesinin sonucunda hem iç istikrarını hem de sınıf desteğini ve özelliklede orta sınıf desteğini kayıp ederek seçimleri kayıp etmiş ve yerini muhafazakarlara bırakmıştır. Bugün en son örnek olarak Fransız, Portekiz ve Yunan Sosyal Demokrat partilerinin durumları ibret vericidir. Mitterand hükümetinin bugün geldiği noktada bir muhafazakar partiden pek farkı kalmamıştır. Fransız Sosyalist Partisine göre “Toplumda gerçek zenginlikleri yaratan sadece ve sadece hür teşebbüstür”, ‘herkese zengin olma hakkı ve şansı tanınmalıdır”! Fakat, Sosyal Demokrat Partiler ne kadar sağa kayarlarsa kaysınlar sonunda, bir noktadan sonra burjuva sınıfı kendi has evladını yıpranmış ve prestij kayıp etmiş uşağına tercih edecek, ve çeşitli Avrupa ülkelerinde bir çok defalar olduğu gibi Muhafazakarları destekleyecektir. İkinci dünya savaşı sonrasında gelişen Sosyal Demokrat hasetler, aynı dönemde yaşanan ekonomik büyüme sırasında tekrar güçlenen sendikal hareketi dizginlemekte ve işçi sınıfı muhalefetini kısırlaştırmakta en büyük rolü oynamışlardır. Savaş sonrası dönemde Avrupa’da gelişen sermaye birikimi modelinin ayırt edici özelliği ücret mallarının sürekli ucuzlaması ve çeşitlenmesi temelinde nispi artı değer üretimini sürekli kılmaktır. Böylece hem işgücünün yeniden üretimi süreci sermayenin değerlenmesi sürecinin bir parçası haline gelmiştir, hem de hayat standartlarının yükselmesi temelinde sancısız bir sendikal yaşam gelişmiştir. Sermayenin merkezileşmesindeki gelişmelerin

bir sonucu olarak birden fazla işkolunda veya aynı işkolunda birden fazla işletmede faaliyet gösteren sermaye grupları, bu dönemde sermayenin örgütlenmesinin genel karakterini belirler olmuştur. Böylece örgütlenmiş sermaye grupları için üretim planlamasının yanı sıra ücret planlaması da büyük önem kazanmıştır. Böylece güçlü ve merkezi bir sendikal hareket, kontrol altında tutulabildiği oranda tekelci burjuvazi açısından ücret planlamasında büyük önem kazanmıştır. Böylece toplu sözleşme dönemleri göz Önüne alınarak uzun vaadeli üretim ve pazarlama stratejileri planlanabilir. İşte bu sendikal hareket Sosyal Demokrat Partilerle el ele ‘’mantıklı bir ekonomik mücadele” yürüterek uzun bir dönem boyunca toplu sözleşme olayım doğal bir işletmecilik faaliyeti, sermeye için pazarlama ve fiyatlama stratejisinin elemanlarından sadece biri haline indirgedi. Hatta zaman zaman bazı sermaye grupları, bazı şirketler kendi işçilerine rakiplerinin kaldıramayacağı ücretler vererek sendikal hareketin gücünü rekabet stratejilerinin bir parçası haline getirdiler. Sendikaların böylece düzene iyice entegre olmasına paralel olarak, işçi sınıfı üzerindeki kontrolün başka mekanizmaları da gelişiyordu, örneğin bazı dayanıklı tüketim mallarının ücret malları kategorisine girmesinin bir sonucu olarak işçilerin bu mallan alabilmesi için geniş bir kredi sistemi ve mali kurumlaşma doğuyordu. Ulus çapındaki bu mali kurumlaşmaya paralel olarak, yine bazı ücret mallarının üretimini devlet üstleniyordu. Nihayet bunlara demir-çelik, kömür, elektrik gibi hammadde ve enerjinin devletçe üretimi de dahil edilince devlet ister istemez ekonominin bir parçası oluyordu. Merkezi Planlama artık devlet politikalarının ayrılmaz bir parçasıydı. Sosyal Demokrat Partilerin sendikalarla ilişkisi özellikle ücret planlamasında bu partilere büyük rol tanıyordu. Devlet mülkiyetinin sosyalist toplumsal mülkiyete biçimsel benzerliği de bu partiler tarafından alabildiğine istismar edildiğinde hem Devamı arka sayfa’da


Sayfa: 6

Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Baştarafı sayfa 5’de işçi sınıfının hem de küçük burjuva kesimlerin bu kapitalist planlara desteği kolayca sağlıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin kabuk değiştirip Avrupa’daki savaş sonrası Sosyal Demokrat partilere benzemeye başlaması 1970’li yıllarda gerçekleşti. Bu dönem Türkiye ekonomisinin içine düştüğü büyük krizin 1971 darbesini izleyen ilk nispi büyüme, toparlanma yılları idi. 1973— 1977 yıllarını kapsayan bu kısa dönemde CHP hem hükümet olarak hakim sınıflara hizmet sunmak, hem de bir Sosyal Demokrat partiye dönüşmek durumunda idi. 1973’deki başarısız hükümet icraatını MC’lere karşı yürüttüğü muhalefet ile telafi edip 1977’de tekrar hükümet olduysa da henüz sendikal bağları yok denecek kadar azdı. 1977’de krizin ikinci gerileme dönemi başladığında CHP yeni hükümet olmuştu. Koşullar her hangi bir reforma, işçi sınıfı lehine düzenlemelere izin vermiyordu. CHP hemen “enkaz kaldırma” sloganı ile işe koyuldu. Bu enkaz kaldırma politikasının bir sonucu olarak işçi ücretleri 1963 den ben ilk defa sürekli olarak düşmeye başladı ve bugün hala düşmeye devam ediyor. Bu gelişmeye CHP’nin DİSK içi manevraları da eklenince işçi sınıfının desteği giderek CHP’den uzaklaşmaya başladı. Toplumun diğer kesimleri de beklentileri gerçekleşmediği oranda CHP’den uzaklaştılar. CHP hükümetinin bu kadar çabuk yıpranmasının temelinde, kendini bir Sosyal Demokrat Parti olarak sunmasına karşılık, geleneksel “Devlet Partisi” tavrını terk etmemiş olması yatıyordu. Kolayca gözümüzde canlandırabileceğimiz gibi, ekonomik krizin başlarında işçi sınıfı bir önceki büyüme döneminde biriktirdiği maddi ve manevi gücün etkisi ile savaşkanlığının doruk noktasındadır. Bu yüzden burjuva sınıfı ilk anti-kriz istikrar tedbirlerini hayata geçirmeye başlayıp ücretlere karşı saldırıya geçince işçi sınıfının geniş çaplı direniş hareketleri ile karşılaşır. Toplum 15-16 Haziranlarda Türkiye’de, 1969’da Almanya’daki grevlerde, 1968 Fransa’sında olduğu gibi şiddetle sarsılır. İşte savaş sonrası Sosyal Demokrat hareket yazının başında da işaret edildiği gibi, tam da bu günler içindir. Bu muhalefet dalgasının üzerinde hükümet olup hiç vakit geçirmeden işçi sınıfının bu savaşkanlığını kırmaya koyulur. GHP deneyi, bize kri-

zin başladığı andan itibaren sosyal demokrat alternatifin tüm Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de giderek hem burjuvazi hem de emekçi sınıflar açısından geçerliliğini yitirmekte olduğunu gösteriyordu. Bu gün krizin ilk 10 yılı çoktan geride kalmışken Türkiye’de bir sosyal demokrat parti kurma çabasına girmek ve buna ümit bağlamak eğer iflah olmaz bir romantiklik değilse, işçi sınıfının Örgütlenmesinin Önüne engeller dikmek, toplumsal muhalefeti çıkmaz sokaklara sürüklemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Bugün 1977-78 yıllarında başlayan gerileme dalgası işçi sınıfı üzerinde etkisini sürdürmektedir. Böyle dönemlerde hem işçi sınıfı dışındaki sınıflardan işçi sınıfı içine düşenler işçi sınıfının sınıf bilincini daha da sağa çekerler, hem de işçi sınıfı dışındaki tabakalar da işçi sınıfı karşısında yer alırlar. Bu sağa kayış genel hoşnutsuzluk ve alternatifsizlik ile birleşince sosyal demokrasi için değil fakat faşizm için mümbit bir toprak ortaya çıkar. Üstelik faşistler bu gün devlet mekanizması ve kamu kuruluşları içinde her zamankinden daha da örgütlüdürler. Uzlaşmacı tavırlar, reformist politikalar ve kendi sağından medet «rama politikaları, kararsızlık ve bulanıklığa yol açacaktır. Unutmayalım ki, uzlaşmak için iki taraf gereklidir. Burjuva sınıfın uzlaşmaktan yana olmadığı bu günlerde hala uzlaşma çabaları içinde olmak, bu çabalar içinde olanları kolayca uşak durumuna sürükleyecektir. Faşist tırmanışın hızlandığı bu yıllarda, dönemin içişleri bakanı Türkiye polisinin sözlüğüne “Örgütlü suç” kavramını sokuyordu. Bu kavram görünüşte faşist harekete yönelikti amma işleyişte, bilhassa CHP’nin devlet aygıtı içindeki kadrolarının ve desteğinin sosyal demokrasiden ziyade geleneksel devletçiliğe yakın olmasından dolayı, esas olarak sosyalistleri hedef aldı. CHP hükümeti faşistlerin Maraş’taki katliamında da, faşistlerin isteği ile çakışan bir tavır içine giriyor, orduyu günlük politikaya sokan sıkıyönetim ilanı kararını alıyordu. Böylece CHP bir anlamda, 12 Eylül ile noktalanacak olan süreci başlatmış oluyordu. Kısacası, propagandası ve sloganları ile bir sosyal demokrat partiye benzeyen CHP gerek kendi yapısı ve üye tabanı, gerekse de kemalist devletçi geleneği yüzünden, fakat esas olarak da bu sürecin yaşandığı dönemin Türkiye’sinin sosyo-ekonomik koşullarının bir sonucu olarak sosyal demokrat bir partiye dönüşemiyordu.

Yaklaşık üç, üç buçuk yıllık bir aradan sonra sosyalistler arasında sendikalar ve sendikal mücadele üzerine yeni bir tartışma başladı. Sendikal hareketin alması gereken biçim üzerine çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu önerileri kabaca, Türk-İş’te örgütlenmek, yeni bir DİSK oluşturmak ve keskin sloganların arkasına sığınarak pek bir şey söylememek diye özetleyebiliriz

ne sözleşme imzalamak ne de grev yapmak serbest değil. Askeri diktatörlük çıkardığı yasalarla işçilerin yaşam koşullarını koruma mücadelesinin tüm araçlarını kuşa çevirdi. Durum böyle iken sendikal mücadelenin alacağı biçim, sosyalist işçiler için tali bir sorundur. Bugün sosyalist işçiler için temel sorun; örgütlenme hakkının kazanılmasıdır.

Yukarda özetlenen önerilerin sendikal hareketin alacağı biçim üzerine giriştikleri bu yoğun tartışmada sendikal hareketin günümüzdeki en temel sorununu gözden kaçırıyorlar. Bu, bir başka değişle içeriğin gözden kaçırılmayıdır. Oysa Türkiye işçi sınıfı kısacık ve sınırlı tarihinde dahi, sendikal hareketin biçimi üzerine süren tartışmalara açıklık getirecek sınırsız derslerle doludur.

Sendikal mücadele söz konusu olduğunda ise örgütlenme hakkı sınırsız grev hakkından ayrı düşünülemez. Ekonomik mücadelede işçilerin tek bir silahı vardır: üretimi durdurmak. Grev hakkına sahip olmadan sendikalaşmanın, toplu sözleşme masasına oturmanın tek kelime ile hiç bir anlamı yoktur. Grev hakkı olmayınca işçilerin pazarlık gücü ortadan kalkar, toplu sözleşmede sadece bir tarafın, patronların pazarlık gücü vardır. Aynen bozulmaya yüz tutmuş ürününü satmak isteyen köylü ile tüccar arasındaki ilişki gibi. Köylü ürününü her ne pahasına olursa olsun satmak zorundadır. Tüccar ise köylünün bu durumunu bilir ve en düşük fiyatı verir. Köylü daha düşük bir fiyat dahi verilse ürününü satacaktır. Aynen bu örnekte olduğu gibi patron, grev hakkının olmadı bir toplu sözleşme de her istediğini işçilere, işçilerin örgütü sendikaya dikte ettirecektir. Nitekim bu son dönemde imzalanan tüm toplu sözleşmelerde gelişme böyle olmaktadır. Patronlar söylemekte, işçiler adına sendikalar kabul etmektedir.

Sendikal hareketin alacağı biçimin tartışılabilmesi için her şeyden önce sorunun tartışılabileceği bir zemine sahip olmak gerekir. Oysa 12 Eylül askeri diktatörlüğü daha ilk günden başlattığı amansız salamlarla işçi sınıfının her türlü örgütlenme hakkını alabildiğine geriletti, sınırladı. Mevcut sendikal yasa içinde işçilerin örgütlenme haklarının olduğunu söylemek pek kolay değil. Evet sendika kurmak, toplu sözleşme yapmak ve hatta grev ilan etmek mümkün. Ama bütün bunlar sadece kağıt üzerinde “mümkün”. Oligarşi ise “yeni toplu sözleşme dönemi” başladığından bu yana mevcut yasaların işçilere dolu dolu haklar verdiğini anlatma, kanıtlama çabasında. Bir kesimi ise son aylarda olan biteni göstererek var olanın bile “aşın çok” olduğunu söylüyorlar. Geçtiğimiz şubattan bu yana epeyce sözleşme imzalandı ve yenileri de imzalanmak üzere. Bu görüşmelerin bir kısmında sendikalar oldukça “sert” tavırlar aldılar, grev tehditlerinde bulundular, taleplerinden bir adım geri çekilmeyeceklerini söylediler. Fakat bütün bu gürültülerin ardından sözleşmeler ard arda sessiz sedasız patronların koşulları altında imzalandı, imzalanmaya devam ediyor. Bu arada her şeye rağmen bir başlangıç olan iki grev ilan e-dildi ve halen bu iki grev “devam ediyor”. Grevler devam ediyor fakat ilan edilen her i-ki tersanede de üretim sürüyor! Sendika kurmak serbest, sözleşme imzalamak serbest ve grev yapmak da serbest! Ve bütün bunlar gerçekleşiyor da. Gerçekleşiyor fakat bütün olan bitenin arkasından sırıtan gerçek o ki ne sendika kurmak

Burada akla gelen ilk soru sendikacıların niteliğidir. Acaba bu sendikacılar san, patron uşağı oldukları için mi patronların her dediğim kabul etmektedirler. Bu soruyu izleyen ikinci soru ise, bu sendikacıların değiştirilmesi halinde durumun değişip değişmeyeceğidir. İşte son zamanlarda bazı sosyalistler arasındaki, sendikal hareketin biçimi üzerine çıkan tartışma, bu sorulara verilen yanlış cevapların ürünüdür. Günümüz Türkiye’sinde sendikal harekete sarı sendikacıların egemen olduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir. Ancak diyebiliriz ki dünde, durum bugünkünden çok farklı değildi. San sendikacılar ve reformistler sendikal harekete egemendi, fakat buna rağmen boyutları oldukça yüksek, işçi sınıfı açısından başarılı bir sendikal hareket vardı. Demek ki sorun sendikacıların niteliğinin şu veya bu olması değildir. Eğer bugünün san, patron uşağı olduktan açıkça


Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

SOSYALİST İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE

SINIRSIZ GREV HAKKI İÇİN İLERİ Recep GÖKIRMAK belli olan sendika liderleri yerlerini daha olumlu unsurlara bıraksalar da durumda esaslı bir değişiklik olmayacaktır. Belki tehditler biraz daha gür sesle söylenecektir, belki sözleşme görüşmeleri biraz daha uzayacaktır, ama son tahlilde değişen bir şey olmayacaktır: Gene patronlar dikte ettirecek, sendikacılar kabul edecektir. Yukarıdaki iki sorunun birincisinin cevabında bir anlaşmazlık yoktur. Mevcut sendika önderliğinin niteliği apaçık ortada. İkinci sorunun cevabında ise bizimle sendikal hareketin biçimini tartışanlar arasında anlaşmazlık vardır. Onlar sendikal liderliğin değişmesi ile durumun değişeceğini söylemektedirler. Biz ise, her şeyden önce gerçek bir örgütlenme hakkının, grevli sendika hakkının, elde edilmesi gerektiğini söylemekteyiz., örgütlenme hakkının kazanılması için verilecek mücadele sendikal hareketin yeni biçimlenişimde ortaya çıkaracaktır. Eğer sorunu daha da basitleştirirsek, sendikal hareketin bugünkü temel hedefi gerçek bir grev hakkının kazanılması için mücadeledir. Grev hakkının kazanılması için elbette ki Örgütlü olmak gerekir. Burada kast edilen örgütlülük herhangi bir sendikal biçim değil, tam tersine mücadele için girişilecek örgütlülüktür. Türk-İş’te, Hak-İş’te, bağımsız sendikalarda, kısacası sınıfın mevcut tüm sendikal örgütlenmesi içinde öncelikle ileri sürülecek talep, grev hakkının çevresinde mücadeleyi organize edecek olan örgütlülüktür, Pratik bir mücadelenin örgütlülüğü baştan düşünülüp planlanamaz. Tersi, yukarıdan aşağıya, hiyerar-

şik bir örgütlenmedir. Oysa grev hakkı için girişilecek mücadele aşağıdan yukarıya doğru gelişecek ve bu gelişmesine paralel örgütsel biçimler kazanacaktır. Bu örgütlenme ne sendikal örgütlenmenin yerini alacaktır, ne de işyerinin, işkolunun ve sınıfın geniş yığınlarından kopuk, ufak bir azınlığın “sıkı örgütlenmesi olacaktır. Tam tersine sendikal örgütlenme gibi geniş yığınları kucaklayacak fakat onun yerini, fonksiyonlarını almayıp onu tamamlayıcı, onu yönlendirici bir işleve sahip olacaktır. Kurulmasına neden olan mücadelenin başarıya ulaşmasına paralel olarak da, bu örgütlenme giderek çözülecektir. Türkiye işçi sınıfı hareketinin kısa ve sınırlı tarihinin gelecek için her şeye rağmen zengin derslerle, deneylerle dolu olduğunu söylemiştik. Türk-İş içinden DİSK’in doğması bu deneylerin kuşkusuz en önemlisidir. DİSK bilindiği gibi baştan planlanıp kurulmamıştır. 1963’de başlayan grev hakkı kısa zamanda işçilerin elinde sık kullanılan en önemli silah haline gelince sınıfın sahip olduğu mevcut haklar ile örgütlülük düzeyi birbiriyle çelişmeye başladı. Giderek bu çelişkinin ürünü olarak sendika liderleri ile işçi yığınları arasında çatışmalar çıktı. İşçiler açısından bardağı taşıran son damla Paşabahçe grevi oldu. Paşabahçe işçileri greve devam etmek yanlısı olmalarına ve diğer işçi kesimlerinden önemli bir desteğe sahip olmalarına rağmen Türk-İş’in sarı yöneticileri grevi satma gayreti içindeydiler ve DİSK işte bu mücadelenin ürünü olarak doğdu.

Gerek bu ilk mücadele günlerinde, gerekse 1970’e kadar oldukça militan bir seyir izleyen DİSK’in gelişme döneminde işçi sınıfı mevcut yasalara, haklara, uygun bir sendikal örgütlenme geliştirmenin yanısıra sayısız örgütlenme deneyi yaşadı. Sendika seçme Özgürlüğü için girişilen her mücadele işçi sınıfına yeni bir örgütlenme deneyi kazandırdı. Her yeni örgütlenme ise sınıfa bir mücadelenin daha kazanılmasını getirdi. 1967-70 arasında sendika seçme özgürlüğü için girişilen yasadışı grevler, direnişler Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin en parlak dönemidir. İşçi sınıfı bir yandan yeni bir sendikal örgütlenme biçimi kazanırken diğer yandan da yasal ve yasadışı yeni örgüt biçimlerine sahip oluyor, bu örgütlülüğü ile yeni sendikal biçimlenişine yeni nitelikler kazandırıyordu. Nitekim çok geçmeden oligarşi durumun farkına vardı ve 15 -16 Haziran Direnişine neden olan yasal değişiklikleri hazırladı.. Oligarşinin bu karşı saldırısı geç kalmıştı. Direniş yasal değişikliği engelledi. Parlak gelişme parlak bir direnişle noktalandı. Oligarşi, DİSK’i ortadan kaldıramadı ama sınıfın kazanmakta olduğu yeni örgütlülük deneyim sabote etti, gelişmesini engelledi. Aşağıdan yukarıya gelişme durdu yerini “daha iyi” bir liderliğin yönetimindeki mevcut yasalarla sınırlanmış sendikacılığa terk etti. Artık sendikal gelişmeyi yönlendiren, ilerleten diğer örgütlülük esas olarak ortadan kalkmıştı. Bundan sonraki dönem boyunca Türkiye işçi sınıfı ancak sayılı işyerlerinde, belirli koşullar altında, sendikal örgütlenmenin dışında örgütlenebilme olanağı buldu. 12 Eylül işçi sınıfını bu koşullarda

Sayfa: 7

yakaladı. İşçi sınıfının en ileri örgütü DİSK diğer sendikal örgütlenmelerle birlikte gücünü esas olarak yasal yapıdan almaktaydı. Askeri diktatörlük onu çekip alınca DİSK bir örgütsel yapı olarak çöktü.. Yığınsal olarak daha başka bir örgütlenmeye sahip olmayan işçi sınıfı ise oligarşinin bu saldırısı karşısında sendikal örgütlülüğünü savunmaktan aciz kaldı. Bu nedenledir ki geçtiğimiz dört yıl içinde “DİSK Savunma Komiteleri” veya benzer bir başka örgütlenme doğmadı. Kuşkusuz bu durumun - bir başka yazının konusu olabilecek -başka nedenleri de var. Bugün ise oligarşi zorla sendikal yapı ile yasal yapıyı sınıfın mevcut durumu üzerinde uyumlu hale getirdi. Getirdi ancak mevcut durum sınıfın nesnel koşulları ile tam bir uyumsuzluk içinde. Bu uyumsuzluk yakın gelecekte mevcut sendikal ve yasal yapıyı aşmaya başlayacak bir mücadeleyi yaratacaktır. Bu mücadele ise derhal kendi yığınsal örgütlenme biçimlerini ortaya çıkaracak ve bu örgütlenme geleceğin sendikal örgüt biçimini de belirleyecektir. Bu aşamada komünistlere sosyalist öncü işçilere ağır görevler düşmektedir. Her şeyden önce öncünün örgütlülüğünün arttırılması gerekmektedir. İşçi sınıfının yığınsal örgütlenmesinde öncünün örgütlülük düzeyi kuşkusuz büyük bir öneme sahip, öncü işçilerin siyasal birliğinin sağlanamamış olması hareketin geçmişteki başlıca zaafıydı. Bugün, bu nedenledir ki Kurtuluş Örgütü bütün güçlerini büyük kentlerin büyük sanayi işletmelerine sevk etmekte ve öncü işçilerin bu en yoğun olduğu kesimde siyasal örgütlenmenin temellerini yeniden oluşturma gayreti içindedir. Öncü işçilere düşen ikinci bir görev ise günlük mücadelenin her alanında bu mücadelenin en önüne geçmektir. Her günlük talep ve mücadele içinde gerçek bir grev hakkı için mücadele talebi öne çıkarılmalıdır. Sınıfın bütün kesimlerinden, şikenin dört bir yanından “grev” sloganı yükselmelidir. Bütün işçilere gerçek bir grev hakkı olmadan sendikalaşmanın, toplu sözleşme masasına oturmanın anlamsızlığı anlatılmalıdır. Ama öte yandan var olduğu kadarıyla sendikalaşma hakkı, toplu sözleşme ve grev (!) hakları alabildiğine kullanılmalıdır.. Günün tutumu, keskin sloganların ardına gizlenerek var olduğu kadarıyla bu hakları red etmek değil tam tersine onlara sahip çıkıp mücadele içinde ilerletmek, geliştirmektir.


Sayfa: 8

Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Özal ve ANAP seçim öncesinde bir sürü vaatte bulundular. Başarılı bir seçim politikasının temelinde herkese bir şeyler, her nabza şerbet yatar! Bu bakımdan işsizliğe ve enflasyona karşı mücadele sloganı burjuva partilerinin en çok başvurduğu seçim sloganıdır. Filanca parti hükümet olursa yatırımlar hızlanacak, yeni iş alanları açılacak, işsizlik azalacaktı. Üretim artınca arz talep dengesi düzelecek, çok para az inalı kovalamayacaktır. Böylece hem işsizlik azalacak hem de enflasyon oranı düşecektir. Ve iddiaya göre hem işçiler hem de kapitalistler memnun edilecektir. Biri iş istediği yatırımları yapacak diğeri de iş bulacaktır. Seçimlerden sonra ise bu sloganın işsizlikle ilgili yanı unutulur ve enflasyon baş düşman ilan edilir. Artık emekçi kesimlerden oy istemenin gereği kalmadığı için bir dahaki seçime kadar onların isteklerini unutmak burjuva hükümetlerine çok uygun gelir. Artık önemli olan orta sınıfların desteğini korumak ve bu temelde kapitalist sınıfın taleplerini yerine getirmeye çalışmaktır. Hem zaten seçim zamanı alınan paraların da diyetini ödemek gerekmektedir. Enflasyonu baş düşman ilan etmenin amacı, bu sloganın her iki görevi de yerine getirecek tedbirleri kısaca ifade etmesinden kaynaklanmaktadır. Egemen ideolojide ve ekonomi teorisinde enflasyonun baş sebebi bazen maliyet bazen de piyasadaki fazla paradır. Şimdi göreceğiz ki bunların ikisinin de sonu ücretlerin düşürülmesine çıkıyor. Enflasyonun temelinde yüksek maliyetler yatıyorsa bu şu şekilde yorumlanır. Ücretler çok yükselmişti ve üretkenlik düşüktür. Böylece sorunun çözümü de ortaya konmuş olur: ücretler düşmeli işçiler daha az emekle daha çok üretim yapmalıdır. Yani işçilerin bir kısmı işten çıkarılır ve yerine daha az işçi ile (yani daha az emek) daha çok mal üreten makinalar konur. Bu hikaye bu kadarla da bitmez. Her firma girdi olarak kullandığı malları üreten işçileri suçlar. Bu malların fiyatlarının artışını bu işçilerden bilir. “Onlar yüksek ücret alıyor, bu yüzden fiyatlar yükseliyor ve biz de fiyatlarımızı yükseltmek zorunda kalıyoruz, rekabet gücümüz düşüyor bu gidişle iflas edeceğiz gibisinden sözler sıkça duyduğumuz şeylerdir, örneğin ömür işçileri greve gider, demir üreten veya kömür kullanan işverenler hemen kömür işçilerini suçlamaya başlarlar. Demir sektö-

en iyi anlatan Örneklerden biri matbaa işkolunda yaşanan gelişmelere ilişkin olanıdır.

İŞSİZLİK VE KAPİTALİZM Ferruh COŞKUN ründeki sorunların sebebi birdenbire kömür işçilerinin aç gözlülüğü(!) olur. Patronlar bu propaganda ile bir taşla iki kuş vururlar. Hem işçi sınıfının değişik kesimlerini, örneğin demir işçilerini kömür işçilerine karşı kışkırtır ve işçi sınıfının birliğini bozarlar. Hem de fiyatları ve yatırımları belirleyen esas unsuru, kâr hadlerini, artı değer sömürüsünü gizlerler. Halbuki ekonomideki ortalama karı elde etmeyi beklemeyen bir kapitalist yatırım yapmaz. Piyasaya sürdüğü malın fiyatı, yeterli kârı sağlayacak kadar yüksek olmalıdır. Yoksa malını ya üretmez, ya da piyasaya sürmez stoklar. Veyahutta kârını garanti altına alabilmek için malın fiyatını yükseltir. Tabii bazen fiyatlar yükselince mallar satılmadan kalır. Bir tarafta işçiler asgari ücrete çalışıp yaşamaya çalışırken, işsizler açlıkla mücadele ederken, öbür taraftan piyasa satılmayan mallarla dolar taşar. Bu iki uygulama birleştiğinde antienflasyonist politika, sermayenin çıkarları doğrultusunda ücretlerin düşürülmesinin ve üretim sürecinin yeniden düzenlenmesinin bir aracı olarak kullanılan bir slogan ve strateji olarak belirir. Bu politika pratikte şöyle isler: Hükümet ve genel olarak da burjuva devlet ücret artışlarım engellemenin her türlü yöntemini hayata geçirirler. Sonra fazla para az malı kovalamasın diye piyasadaki para miktarım sınırlarlar. Ücret artışları ve küçük sermayeciye verilen krediler, devlet harcamaları (ki buların çoğu sosyal hizmetlerdir, yanı ücretin devletçe hizmet olarak karşılanan kısmıdır) para miktarını arttıran faktörler olarak muamele görür ve kısılır. Piyasaya sürülen para da sermaye kesiminin en verimli kesimine gider. Böylece göreli olarak düşük verimlilikli iş yerleri kredilerden mahrum kalır ve üretime devam edemeyip piyasayı terk ederler.

Veyahut ta üretim kapasitelerim düşürürler. Her iki halde de buralarda çalışan işçiler ya toptan ya da kısmen işten çıkarılırlar. Böylece bir taraftan verimlilik arttırmak için üretime konan makinalar ve diğer taraftan kapanan fabrikalar işsizliği arttırırken diğer taraftan ücretler de sistemli olarak düşürülür. Kısacası anti-enflasyonist politika hem ücretleri düşürür hem de işsizliği körükler. Bunlara ilaveten ayni demagojinin bir parçası olarak yüksek ücretlere karşı mücadele firma bazında da sürdürülür. Burada ise kapitalistler şu mantığı ileri sürerler: Firmalar üretime devam edebilmek için rekabet etme gücüne sahip olmalıdırlar: malını satamayan batar! Malını rakibinden ucuza satıp kâr etmeyi başaran yaşar! Öyle ise işçiler işlerini kayıp etmemek için ne yapıp edip firmanın yaşamasını sağlamalı ve bunda da patronla işbirliği yapmalıdırlar. Yani üretken çalışmalı, az ücrete kanaat etmelidirler. Yoksa, firma batar herkes işsiz kalır!! Kapitalizmin bu özelliklerini göz önüne aldığımızda, açıkça görürüz ki burjuva partileri ve hükümetleri için işsizlikle mücadele hiç bir aciliyete sahip değildir. Burjuva devleti ve partilerinin görevi kâr oranlarının yükselmesine çaba göstermektir. Böylece eğer kâr oranlan yükselirse yatırımların artacağı ve yeni işçilerin istihdam edileceği ve işsizliğin azalacağı düşünülür. Burjuvazinin çıkan açısından işsizliğin azalabilmesinin tek yolu budur: kâr oranları önce yeni yatırımlara izin verecek kadar yükselmelidir. Bunun ise kısa vaadede yolu işçilerin daha fazla sömürülmesinden geçer, ücretler düşmeli, ve işçi sınıfı bugünkü krizin yükünü omuzlamalıdır ki yarın yatırımlar artınca işsizlik azalmaya başlasın.. Ama işin esasına bakınca anlaşılır ki bu da işsizliğe çare değildir, çünkü emek verimliliğini arttırmak amacı ile geliştirilen makinalar giderek yeni türden işler yaratır. Eski beceri ve vasıflar işe yaramaz olur. Bu durumu

Uzun yıllardır dizgi ve sütun bağlama işi, kurşun işleyen ve tek kişi tarafından kullanılan, mekanik ve oldukça karmaşık, yani özel bir türde vasıf isteyen makinalarla yapılırdı. Bu makinanın yanısıra makinadan çıkan satırları bir sayfa veya sütun olarak dizmek için de bir başka işçi gerekli idi ve bu iş de vasıflı bir iş idi. Daha sonra birden bire elektronik dizgi makinaları türedi, kompozer denen bu makinaları da kısa zamanda kelime-işlem (bir nevi bilgi sayar) makinaları gelişerek gölgede bıraktı. Kompozerlerde dizme ve satır bağlama işi birleştirilerek bir tek işleme dönüştürülmüştü. Kelime-işlem makinaları bunu da aşarak gerektiğinde tüm sayfanın birden dizgiyi yapan kişi tarafından hazırlanması imkanını getiriyordu. Matbaa sanayindeki bu gelişmeler, hem üretkenliği arttırdı, hem de maaliyetleri önemli ölçüde düşürerek kâr oranlarını yükseltti. Böylece bu iş kolunda faaliyet gösteren sermaye sahipleri bu yönde yeni yatırımlar yaptılar. Yüksek hadlerinden dolayı başka sanayi dallarından bu dala yeni sermayeler geldi. Bazı yeni kurulan gazeteler, bu geliş melerin ürünü olarak ortaya çıktılar, örneğin YENİ ASIR gazetesi bu yeni teknolojiyi sonuna kadar kullandı. Tercüman gazetesi zaman içinde bu yeni teknolojiye adapte oldu. Benzer bir gelişme matbaalarda da görüldü. Bu çelişmelerin sonunda eski dizgi işçileri giderek işsiz kaldılar. Sahip oldukları vasıf yeni teknolojiye uygun değildi. Böylece hem matbaa sanayinde çalışan işçi sayısı göreli olarak azaldı, nemde eski işçiler yeni yatırımlardan faydalanmadılar. Sonuç olarak yeni yatırımlar işçi istihdam ettiler amma, hem işletme başına daha az işçi istihdam ettiler hem de eski işçilerin çoğu bir daha iş bulamadı. Böylece bu iş kolunda işin yapısı değiştiği için uzun bir süre ortadan kalkmayacak yapısal ve kronik bir işsizlik ortaya çıktı. Bu durum Sadece matbaa iş koluna has değildir; her iş kolunda eski teknoloji yenisi ile değişirken ve üstelik yatırımlar artar gözüktüğü bir sırada kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Demek ki yatırımların artması için bizlerden istenen fedakarlıklar, boynumuza ilmiği kendi elimizle geçirmemizi istemekle eş anlama geliyor. Kapitalizm durdukça ilmik ve darağacı bizi bekleyecek. Bize tanınan ise, bu ilmiği kendi ellerimizle geçirip geçirmeme özgürlüğünden başka bir şey değildir.


Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 9

BİR KERE DAHA İŞÇİ GAZETESİ ÜZERİNE Eyüp CANSEVER Ekim devriminden bir süre önce, polisten saklanmakta olan Lenin Petrograd’da bir işçinin evinde kalıyordur. Ayaklanmanın zamanını saptayabilmek için şu soruya cevap arıyordur: sınıflar dengesi ne durumda, egemen sınıflar Şubat’tan bu yana ne derece toparlanabildi, ne kadar güçlendi? Bunları düşünürken, ev sahibi işçi elinde bir somun ekmekle işten döner. Ekmeği keser bakar, “Evet” der “ekmek bembeyaz, bizden korkuyorlar hala”. Lenin günlerce kafasını kurcalayan soruyu işçinin bir ekmeğe bakarak cevaplayabildiğini düşünür. Lenin bunu devrimcilerin işçi sınıfından sürekli öğrenmesi gerektiğini anlatmak için aktarmış. Güzel de nasıl. İşçi sınıfı bir tek insan gibi değil ki Her iş kolunda, her Fabrikada yaşayan, yaşam pratikleri şu veya bu ölçüde birbirinden farklı dolayısı ile farklı farklı tepkiler geliştiren bir kalabalıktan oluşuyor işçi sınıfı. Fakat bu görünüşteki keşmekeşin altında ise bizim bulup çıkarmamız gereken genel eğilimler birleştirici noktalar yatıyor. Bu noktalara ulaşmakta ise önümüzde aşılması gereken engeller var. Örneğin, işçi sınıfının yeterince

Nedim Yılmaz adındaki işçi, işverenin vurdumduymazlığının ve kâr hırsının kurbanı oldu. Bu olay alelade bir zehirlenme değildir. İşverenin taammüden işlediği bir cinayettir. Eğer gerekli tedbirler alınmazsa 1300 Mutlu Akü işçisinin başka arkadaşlarımda kaybetmesi olanağı çok yüksektir.. . Nedir Mutlu Akü fabrikasında olanlar? Fabrikada kurşun döküm yapılmaktadır. Fakat, gerekli havalandırma teçhizatından ve gerekli teknik olanaklardan yoksun olan tesislerde, hemen her bölümde, idari binalar dahil, havadaki kurşun oranı tehlikeli bir şekilde yükselecektir. Yani Fabrika çalıştığında her yanı son derece zehirli bir madde olan kurşun dumanı kaplamaktadır. Fabrika da bir seneden fazla işçilik yapan işçilerin % 35’i kurşun zehirlenmesi nedeni ile 2-3 ay hastanede yatmışlardır. Yani fabrika işçilerinin 450 kadarı meslek hastalığı nedeni ile tedavi görmüşlerdir, birçoğunun da tedavileri sürmektedir. İş şartları değişmedikçe işçilerin sıhatleri gittikçe kö-

geniş kesimlerinden haber alamamak, yani yaşam deneyi elde edememek ve bu günkü düzeyimizde az da olsa elde ettiğimiz deneyleri gerekli yerlere zamanında ve anlaşılır bir şekilde ulaştıramamak bu engellerden biri. Yeterince hayat deneyini elde edememek işçi sınıfı içinde örgütlenmemiz geliştikçe , zamanla çözümlenebilecek bir sorun, bunu hemen aşmak mümkün değil.. Diğer taraftan, ne kadar ufak olursa olsun, işçi sınıfından gelecek herhangi yaşam deneyine ilişkin bilgiyi vakit geçirmeden ve mümkün olduğunca anlaşılır bir şekilde gazeteye ulaştırmakta çektiğimiz zorluğu az bir çaba ve disiplin ile aşabiliriz ve mutlaka da aşmalıyız. Tabii, işçi sınıfından öğrenmek söz konusu olunca şunu not etmek gerekiyor, işçi sınıfından bizim öğrenmemiz esas olarak nihai amaç değil. Asıl amaç sınıfın kendi kendini öğrenmesi. Yani işçi sınıfının her üyesinin sınıfın tümünün yaşam pratiği hakkında, sınıfın geri kalanından bilgi alması öğrenmesi. Durum böyle olunca, bizim öğrenmemizin, sınıfın tek tek üyelerinin ve genel olarak sınıfının geri kalanının

öğrenmesinde bir araç olduğunu söylemekte ve bunun altını önemle çizmekte büyük yarar var. İşte gazete‘nin önemi burada ortaya çıkıyor. Gazete sınıfın tek tek üyelerinin sayısız miktardaki farklı deneyimlerinin altında yatan genel eğilimleri ve birleştirici noktaları bulup çıkarmanın ve sonrada bunu sınıfa ulaştırmanın tek ve en emin yolu.. Sınıfın üyelerinin, ait oldukları sınıfın hakkındaki bilinçlerini inşa etmenin ve geliştirmenin en önemli yollarından biri de budur. Bunu söylemek kolay da, gerçekleştirmek o kadar kolay değil. Gazetemize yazı yazan işçilerin sayısı sevindirici, fakat hala düşük. Bunun birçok nedenleri var. Birincisi, ülkemiz herkesin ha deyince kaleme kağıda sarıldığı bir ülke değil İkincisi burjuvazi işçilere sürekli siz düşünemezsiniz, siz anlamazsınız, siz akılsızsınız” propagandası yapmakta, üçüncüsü, bütün gün fabrikada ömür törpüledikten sonra eve dönüp yazmaya oturmak her babayiğidin harcı değil.

MUTLU AKÜ’DE BİR İŞÇİ ÖLDÜ

Bir istatistik yapılırsa görülür ki meslek hastalığı nedeni ile bir defa hastaneye düşen işçi en geç 1-1.5 sene sonra yine kurşun zehirlenmesinden Kartal Meslek hastanesine yatmaktadır. Senelerdir süren bu kısır döngü bugün bir işçi’nin Ölmesine, sekiz işçinin iktidarsız kalmasına ve diğer uzuvlarının felç olmasına emekli olduktan kısa bir süre sonrada ölmesine yol açmaktadır. Kapitalist düzenin gereğidir bu. İşçi çalışırken ucuza çalıştırmak için her türlü düzanbazlık yapılır. Emekli olunca da biran evvel ölmesi yine kapitalizmin çıkarınadır, böylece artık ma-

Bir başka sorun daha var. Ülkemizde sosyalist örgütlerin yapısı ile ilgili. Genel olarak, liderler vardır, gazeteye yazı yazanlar vardır. Bir de sıradan üyeler vardır. Üyeler gazeteyi okur ve liderlerin ne düşündüünü öğrenir. Böylece, fikirler hep yukarıdan aşağıya iner. Biz başka türlü bir örgüt yaratman amacındayız. Lenin’in dediği gibi devrimci örgütte sıradan üye yoktur, her üye liderdir. Gazeteye her üyenin yazı yazması gazeteyi daha kolay çıkartmak ile ilgili bir mesele değil Bu siyasi bir tavır meselesidir, örgütün yapısını yansıtan, işçi sınıfı ile ilişkilerini yansıtan bir meseledir. Sosyalist İşçi örgütümüzün dış dünyaya açık yüzü, örgütümüzün aynasıdır Yani hepimizin siyasi kimlik kartı. Gazeteye yazı yazmak, işçi arkadaşları yazmaya teşvik etmek, hem gazetenin gelişmesi açısından, nem de örgütümüzün sağlığı açısından önemli.

önünde zehirlenen işçileri değil, işvereni avunmak işlevini’ sürdürüyor. Bu doktor hakkında Tabibler Odasınca görevinin gereğini yapmadığı için açılan soruşturma sürüyor.

aş almaz ve kapitalizme mali yük olmaz. Kapitalizm insanları değil, onların fiyatlarını göz önüne alır sadece. 1978 senesinde yapılan incelemeler sonucu fabrika “Teknik yetersizlik, şenel ve yerel havalandırma sisteminin iyi olmaması nedeni ile kurşun zehirlenmesine yol açacağı” gerekçesi ile bu tedbirleri alana kadar, süreli olarak, kapatılmıştı. Fakat işveren bir hafta sonra işi kitabına uydurarak yeniden açtı. O gün bugündür fabrika işçi öğüten bir değirmen misali çalışmaktadır.

Mutlu Akü de olanlar bütün işçilerin kulağına küpe olmalıdır. İşyerlerinde işçi sağlığını bozan koşullar, iş kazalarına neden olabilecek etkenler tespit edilmeli ve değiştirilmesi için mücadele verilmelidir. Bu mücadele her türlü legal, illegal olanaklar ve örgütlülükler vasıtası ile sürdürülmelidir. Şunu bilmeliyiz ki, sorunun temelinde kapitalist üretim ilişkileri yatmaktadır. Bu tür sorunlarımızın toptan çözümü kapitalizmi yıkıp yerine işçi sınıfının iktidarını kurunca sağlanacak. Ama bugün koşullarımızı iyileştirmek için mücadele etmeyelim demek değil. Devrimci işçiler, sosyalist işçiler işyerlerimizde insanca çalışma koşullan için mücadeleyi ve ajitasyonu yükseltelim.

Fabrika doktoru Necdet Sarubatur da tam manasıyla işveren köpekliği görevini üstlenmiştir. Gözü

Ekonomik, Demokratik mücadele sadece ücret uğruna verilen kavga değildir.

Selim AKAR tüye gidecektir.

Biz bu sorunları aşmak zorundayız. Çünkü bizim sosyalizme ve örgütümüze ilk elde kazanmak istediğimiz işçi bu sorunları aşmış yani aydın işçidir. Örgütümüz böyle işçiler kazandığı ve yarattığı ölçüde sınıf temeline oturacaktır.


Sayfa: 10

Sayı: 8-9

SOSYALİST İŞÇİ

Muhafazakar Parti konferansının ilk günlerinde İngiliz hükümeti neredeyse toptan yok ediliyordu. Başbakan da dahil olmak üzere, hükümetin tüm üyelerinin kalmakta olduğu otelde patlayan bomba, otelin iki katını havaya uçurdu. M. Tatcher bu katlardan birindeki odasından, patlama olmadan 5 dakika önce ayrılmıştı. Böylece tesadüfen yara dahi almadan kurtuldu. Hükümetin işçi sınıfına olan düşmanlığı ile meşhur bakanı, Norman Tebbit ise ufak tefek yaralarla kurtuluyordu. Bu arada ölenlerde oldu ama politikada ciddi bir role sahip her hangi bir kimseye bir şey olmadı. Bombalama olayına İRA sahip çıktı ve bombaların devam edeceğini açıkladı. İRA İrlanda topraklarında sürdürdüğü bağımsızlık savaşını İngiltere topraklarına yaymaya devam ediyordu. Daha sonra İRA’nın politik kanadı Şin-Feyn’ de bu bombaların demokrasi adına atılmış bombalar olduğunu savunarak olaya sahip çıktı. Bombalama olayı açık ki politik suikastlar tarihine geçecek kadar cüretkar ve teknik olarak da başarılı idi. Hedef alınan insanlar tesadüfi olarak canlarım kurtarmışlardı. Bu bombalama. İRA’nın başvurduğu ne ilk ne de son suikast eylemi. İRA söz konusu olduğunda, bombalama ve siyasi suikastlar, siyasi mücadelenin en çok başvurulan yöntemlerinden biri olarak göze çarpıyor, öbür taraftan bu tür eylemlerin İRA ya fazla bir kazanç sağlamadığı da sosyalisler arasında oldukça yaygın bir düşünce. Bizce, bu yöntemlerin kullanılıp kullanılamayacağı soyut olarak tartışılmamalıdır. Tarihsel koşulların yanı sıra kitle hareketliliği ve politik mücadeleye olan tabiliği ölçüsünde tartışılmalıdır bu. Konular. Bu anlam da .siyasi suikast eylemlerinin değerlendirilmesinde iki ölçüt önemlidir.. Birincisi: sınıf düşmanının veya ulusal düşmanın kampında istikrarsızlık yaratıyor mu? İkincisi Kitlelerin mücadelesini o anda bulunduğu noktadan ileri götürüyor mu? Bu genel noktaları İrlanda ve IRA açısından somutlarsak: bu taktık adım İngiliz hakim sınıflarının İrlanda politikasını İRA’nın arzu ettiği yönde etkileyip düşman kampta bir istikrarsızlık yaratmış mıdır? İkincisi İRA’nın desteği olan kitlelerin mücadele düzeyini yükseltiyor ve yine İRA’nın birinci dereceden destekçilerinin bu desteğini güçlendiriyor mu? Birincisine olumlu bir cevap vermek gerçekten çok güç. Geçmişte İrlanda sorununu daha fazla duyurmak ve tartıştırmak amacına hizmet ettiğinde durum bu gün-

DEMİR LEYDİYE ATILAN BOMBANIN ANLAMI Ömer TUNÇ den farklı idi ve bu yolla somut kazanımlar elde edilebiliyordu. Son olay da,tüm basın yayın organlarında kopartılan şamataya rağmen, eylem Muhafazakar Parti konferansının gündemini bile etkileyemedi. Ayrıca konferansta İrlanda konusunda Muhafazakar Parti eski politikasında her hangi bir değişiklik yapmadı üstüne üstlük konferansa katılanlar kahramanlık nutukları atıp moral tazelediler. Böylece eylem sonucu devlet politikasında her hangi bir değişiklik olmadığı gibi. Muhafazakar parti bu konuyu kendi çıkarına istismar etmeyi becerdi. İkincisine gelince, İngitere’de İRA ve İrlanda sorununa sempati duyan ve destek sağlamaya yatkın kesim işçi s-nıfı, aydınlar ve kısmen de diğer azınlık milliyetleri, bu olayda İRA’yı desteklemek şöyle dursun sempatilerini bile esirgediler. Bunun temelinde bu kesimlerin bu mücadele biçiminden dolaylı olarak da olsa olumsuz bir şekilde etkilenmeleri yatıyor. Muhafazakar Hükümet son zamanlarda gerek madenciler grevi, gerekse de Arjantin savaş gemisi Belgrano olayı dolayısı ile oldukça sempati kayıp etmeye başlamıştı. Bombalama olayı Muhafazakar partinin sempati kazanmasına sebep olmuş ve durumunu oldukça düzeltmiştir. Basın ve yayın organlarının amansızca yükselttiği milliyetçilik dalgası herkesi kaplamış ve tutarlı bir İrlanda politikası olmayan İşçi Partisi de bu dalgaya kaçınılmaz olarak kapılmış ve bunu güçlendirecek demeçler yayınlamıştır. Hükümet şimdi yeni antiterör tedbirleri düşünmektedir. Demek ki insanların hayatlarını daha bir sistemli şekilde kontrol etmenin yeni yöntemleri geliştirilecektir. Bu ise doğal olarak ilerici ve sosyalistlerin canını son derecede sıkmaktadır. Nihayet, bunların hemen hepsinden de önemli olarak madenciler grevi ikinci plana itilmiştir. Bu hem de tamda konferans sırasında, madenciler açısından propaganda

yapmanın en uygun zamanlarından biri sırasında olmuştur. Dolayısı ile İRA bu eylem ile işçilerin desteğini kazanmak bir yana, onlardaki sınıf mücadelesinin önündeki en önemli ideolojik düşman olan ulusal birlik fikrinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Sonuç olarak denebilir ki bu eylem İRA için politik amacına ulaşmamış bir eylemdir. Diğer taraftan, İRA ve İngiltere bağlamında tartıştığımız bu tür eylemleri bu sonuçla bırakmak eksik olacaktır. Çünkü, geçmişte hem dünyada hem de ülkemizde sosyalistler bu tür eylemlere birçok defa baş vurmuşlardır ve muhakkak ki gelecekte de baş vuranlar olacaktır. Dolayısı ile bu yöntemin sosyalist mücadeleye ne kadar hizmet etmeye uygun bir araç olduğuna kısaca göz atmak gerekmektedir. Sosyalist mücadele açısından da yukarda ileri sürülen Ölçütler aynı derecede geçerlidir. Yani söz konusu eylem, burjuva sınıfı saflarında istikrarsızlık yaratmalı, bütünlüğünü olumsuz bir şekilde etkilemeli, desteklerini zayıflatıp tecrit etmelidir. Diğer taraftan işçi sınıfının moralini düzeltmeli, yani burjuva ideolojisinin etkisini zayıflatmalı, ittifakları ile bu sınıfın ilişkilerini güçlendirmeli ve hareketliliğim arttırmalıdır. Kişilere veya gruplara yöneltilmiş suikast eylemlerinin, zaman zaman, Özellikle bazı özgün koşullarda kısa vadede başarılı sonuçlar verdiği olmuştur, örneğin Filistin Kurtuluş örgütü Filistin sorununu gündeme böyle getirmiştir. Ermeni halkı adına hareket ettiğini ileri süren ASALA da benzer bir yöntem deniyor. Ve ne denirse densin, Ermeni sorununu gündeme getirmeyi becerdi. Fakat tarih diğer taraftan birçok defa ve açıkça örneklemiştir ki bu tür terör eylemleri nihai hedefe ulaşmakta oldukça kısa kalmaktadırlar. Hatta bazı koşullarda zamanında terk edilmedikleri zaman giderek tersine

işlemeğe başlamaktadırlar. Esas olarak bu eylemler burjuva sınıfının saflarında istikrarsızlık yaratmıyorlar. İstikrarsızlık yaratan eylemler kitle eylemleri oluyor. Bunu şöyle açıklamak mümkün kitle eylemleri oluyor. Bunu şöyle açıklamak mümkün: Burjuva sınıfının iktidarı kişilerin iktidarından kaynaklanmıyor. Veya bir başka değişle feodal toplumda olduğu gibi ailelerin toprak mülkiyetine dayanan iktidarından kaynaklanmıyor. Kapitalist toplumda hakim sınıfın iktidarı kişilerden bağımsız olarak, sermayenin genişleme ve değerlenme sürecinden kaynaklanıyor. Gerek bizzat sermaye sahipleri, gerekse de bunların temsilcileri sadece ve sadece bu sermaye ilişkilerini taşıyorlar. Bu iktidarın yoğunlaştığı düzey ise kapitalist devlet aygıtı ve hukuk sistemi oluyor. Böylece yönetici kesimden, örneğin bir bakan veya yüksek rütbeli bir subay öldüğünde, onun faaliyet gösterdiği mevki yok olmuyor.Dolayısı ile de bu mevkiye bir başkası gelip aynı görevi yapmaya, aynı ilişkileri taşımaya devam ediyor. Çünkü ilişkiler insanlara değil insanlar ilişkilere tabi oluyorlar. Bunu örneklemek gerekirse tarihteki bir iki meşhur suikastı hatırlamak faydalı olacaktır. 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda İttihat ve Terakkiciler bir burjuva demokratik devrim hareketi sürdürüyorlar, üstleri de Selanik şehri. Osmanlı valisini öldürüyorlar. Yerine bir başka gönderiliyor onu da öldürüyorlar, ama Osmanlı devleti bir başka gönderiyor. Benzer bir durum Çarlık Rusya’sında yaşanıyor. Rus Halkçı hareketi,19yüzyıl sonlarında Rus Çarım eşi görülmemiş bir suikastla öldürüyorlar. Fakat o zamanki Rus hakim sınıfları yeni bir çar bulmakta hiçte zorluk çekmiyorlar. Ve yeni Çar suikastı yapan teşkilatın kökünü kurutuyor. Bu iki örneği özellikle iktidarın kişilerde yoğunlaştığı pre-kapitalist hakim sınıflardan verdik. Bu dönemde bile sınıf iktidarı kişilerin yok olmasından pek fazla etkilenmiyordu . Kapitalizmde


Sayı: 8-9

ise hiç mi hiç etkilenmiyor. Kızıl Tugaylar İtalyan başbakanını kaçırıp öldürdüler. İktidar bir an bile sarsılmadı ABD devlet başkanları arasında birçoğu suikasta kurban gittiler ama her seferinde de iktidar hiç mi hiç etkilenmedi. Son olarak geçtiğimiz günlerde Hindistan devlet başkanı İndira Ghandi suikasta kurban gitti amma mevkisi bir gün bile boş kalmadı..

SOSYALİST İŞÇİ

NİKARAGUA DEVRİMİNİN SORUNLARI Eyüp CANSEVER Kasım ayının başında. Amerikan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden 2 gün önce, Nikaragua’da 50 yıldan fazla bir zamandır ilk hilesiz genel seçimler yapıldı. Beş yıl önce Somoza diktatörlüğünü deviren Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi oyların % 69’unu toplayarak halkın güven ve sevgisini koruduğunu kanıtladı. Bu başarıya rağmen, Nikaragua küçük, ekonomisi perişan geri kalmış bir ülke e devrimin karşılaşacağı sorunları en acı şekli ile örneklemeye devam ediyor.

Diğer taraftan kitlelerin eylemleri, hakim sınıf iktidarlarında büyük sarsıntılar yaratıyorlar, örneğin Rus Çarının ölmesi iktidarın biçimini etkilemezken,1905 ‘deki kitle-grevleri ve işçi ayaklanmaları Rus hakim sınıflarını bir sürü taviz vermeye, reformları kabul etmeye mecbur bırakıyordu. 1917 yılında ise İşçi sınıfı önce çarlık iktidarını, sonrada burjuva sınıfının iktidarını yıkarak iktidarı ele geçiriyordu. İngiltere‘de maden işçilerinin grevleri İngiliz lirasını etkiledi ve savaş sonrasının en düşük seviyesine inmesine sebep oldu, hükümet harcamalarını alt üst etti, ekonomik büyümeyi olumsuz etkiledi ve burjuva politikalarım önemli ölçüde teşhir edip küçük burjuvazinin hükümete olan güvenini büyük ölçüde etkiledi. Şu örnek bunu biraz daha açıklayacak. İRA’nın bombalama eylemlerinin ve hatta bu en sonuncusunun bile borsa fiyatları üzerinde hiçbir etkisi olmazken, Maden grevi özlerine her dedikodu aslı olsun olmasın hem paranın değerini hem de borsa fiyatlarını sallıyor. Örneğin, dok işçileri madencileri desteklemek için greve çıkmaya kara verdiğinde İngiliz lirası savaş sonrasının en sert değer kaybım yaşadı.

Okur-yazarlık oranı %50’nin altındayken %97ye yükseldi. Okul sayısı her çocuğu (parasız olarak) okutacak şekilde arttı. Hastahane ve sağlık yurtları kapılarını herkese açtı: 4 yıllık bir aşılama kampanyasıyla çocuk felci hastalığı yenildi.

Anlaşılan burjuva sınıfı, kendi ekonomik ve politik iktidarını esas olarak neyin tehdit edip, neyin etmediğini, bu iktidarın kimi düşmanlarından daha iyi biliyor.

Somoza’nın tüm varlığı (madenlerin %95 ‘i tarımın %20’si, sanayisinin %25’i) ve bankalar devletleştirildi. İthalat ve ihracat devlet denetimi altına alındı.

İŞÇİLER VE SOSYALİSTLER Behçet Toprak

ÖNCÜ İŞÇİLER CEP KİTABI SOSYALİST İŞÇİ DAĞITICISINDA İSTEYİN

1979 yılında Sandinistalar Somoza’nın uzun ve kanlı egemenliğini yıllar süren bir mücadele sonunda devirdiklerinde dünyanın dört buyanında sosyalistler bayram etti.. Gerçekten de, o güne kadar Somoza ile çevresindeki 30 kadar ailenin tümü ile sahip olduğu bir ülkede, gerilla savaşının sonunda iyice yıkıma uğramış bir ülkede Merkez Bankasında 3.5 milyon dolar kalmış, insanları açlıktan kırılan bir ülkede, Sandinista hükümeti bir kaç yılda önemli reformlar gerçekleştirdi.

Bu reformlar üstelik Nikaragua hemen kuzeyindeki Amerikan emperyalizmi ile savaş halinde iken gerçekleştirildi. Bir yandan, Amerikan baskısıyla dış yardımlar kesildi, öte yandan ülkenin sınır bölgelerinde CIA destekli karşı devrimci güçler sürekli eylem halinde. Limanlar mayınlanıyor, en önemli ihracat maddesi olan kahve tarlalarda kundaklanıyor. Zaten fakir olan 2milyon nüfusu ile Nikaragua hem ihracat yapamıyor, hem de bütçesinin çok önemli bir bölümünü üretim için değil, kendini korumak için harcamak zorunda kalıyor.

Nikaragua’da karşı devrim başarıya ulaşırsa, yenilgi salt Nikaragua’nın değil, tüm Orta Amerikalı devrimci güçlerin yenilgisi olacaktır. Bölgede Amerikan egemenliği iyice pekişecektir. Bu nedenle Nikaragua’yı kayıtsız şartsız desteklemek gereklidir. Aynı zamanda, Nıkaragua’daki gelişmeleri romantizme, kapılmadan, gerçekçi bir gözle incelemek, bunlardan dersler çıkartmak gerek. Nikaragua istisnai bir örnek değil çünkü 70’li yılların ikinci yarısında gerçekleştirilen başka devrimlerle, Angola, Mozambik ve Zimbabwe ile örneğin birçok ortak sorunları paylaşıyor Bu sorunları açıkça tartışmakta sonsuz yarar var. SANDİNİSTALAR VE SINIF Küba’nın aksine, Nikaragua da devrimin başarısında en büyük pay işçi sınıfına ve kentsel nüfusa aitti. Kentler ayaklanana dek, Somoza kırsal bölgelerde mücadele eden Sandinistalar’la baş etmekte fazla güçlük çekmiyordu, öyle ki Somoza devrildiğinde Nikaragua’nın 7 kentinden 4’ü yerle bir olmuş ama ordu buna rağmen işçi sınıfı ile bas edememişti. Fakat, bu yıl 1 Mayıs törenlerinde devrim Kumandam Jaime Wheelock “Nikaragua’da egemenlik işçi sınıfının elindedir” derken, aynı işçi sınıfı 1981’den beri grev hakkından yoksun. Ağustos ayında yasalara rağmen göreve çıkan Victoria içki fabrikası işçilerinin dediği gibi, “Devrimi destekliyoruz ve seviyoruz ama çocuklarımız da seviyoruz ve onları beslemek zorundayız. Devrimin bizler için olduğu söyleniyor, fakat bazen hiçte öyle görünmüyor.” Grev yasağını Nikaragua‘deki 11 sendikanın en büyüğü olan Sandinista İşçi Federasyonu destekliyor. Federasyonun “yöneticilerinden Francisco Gonzales’in deyimi ile “Grev yapmak işçilerin tarihsel hakkıdır. Burada yaşamayan kimse bu hakkı niye kaldırdığımızı anlayamaz. Önümüzde öyle büyük sorunlar var ki, her grev ne kadar küçük olursa olsun, karşı devrimcilerin işini kolaylaştırıyor. “ Doğru Fakat devrim kendi tabanının haklarını çiğnemeye,

Sayfa: 11

özgürlüklerini kısıtlamaya bir kez başladıktan sonra gücünü nereden alacaktır ve nasıl ilerleyecektir. ÖZEL SEKTÖR Sandinistalar başa geldiğinde ülkeyi iflastan kurtaran tek unsur Avrupa’dan, özellikle sosyal demokrat hükümetlerden gelen yardım oldu. Bu yardımın bir koşulu vardı: Özel sektöre dokunulmayacaktı. Sandinistalar buna razı olmak zorunda kaldılar. Burjuvazinin, Somoza ile birlikte ülkeyi terk etmeyen kesiminin mülküne, fabrikalarına, topraklarına dokunmadılar. Bugün Nikaragua’da özel sektörün oranı Türkiye’dekinden büyük: üretimin % 68’i. Ekonomik durum kötüye gittikçe devlet bu sektörü desteklemek, özel sermayeyi özendirecek önlemler almak durumunda kalıyor, öte yandan savaşın faturası kabardıkça üretimi arttırmak, fabrikalarda randıman yükseltmek gerekiyor. İşçilere düşen daha az yiyip, daha fazla çalışmak. 1979’dan bu yana ücretlerin % 50 civarında düştüğü tahmin ediliyor. Bu durumda grevlerin yasaklanması, grev gözcülerinin tutuklanıp hapsedilmesi şaşırtıcı değil. Ekonomiyi ayakta tutmak (yani sermaye birikimi) ön plana çıktıkça, işçi ve köylülerin sırtındaki yük gittikçe ağırlaşıyor doğal olarak. Nikaragua tek başına kaldığı sürece, savaş bitse bile, ekonomik sorunlar hep ön planda kalacaktır, üstelik bunlar hep kapitalist dünya ekonomisinin dayattığı sorunlar olacaktır: 200 milyon dolarlık dış borçları ödeyebilmek, ihracatı arttırmak gibi. KOMŞU DEVRİMLER Nikaragua devrimi yanlı kalmaya mahkum değil tabii. Komşu ülkelerin bir çoğu güçlü gerilla hareketlerinin bulunduğu, zayıf Amerikan kuklalarından ibaret. Bunların başında El Salvador geliyor, ülkenin üçte biri devrimci güçlerin denetiminde. Bu güçler Sandinista devrimini örnek alıyor kendilerine. Oysa, El Salvador devrimini desteklemek Nikaragua için hayati bir öneme sahip olması gerekirken, Sandinistalar Amerika’nın gazabını yumuşatmak umuduyla ilişkiyi esmiş durumdalar. Kumandan Viktor Tirado’nun dediği gibi, “Sandinistaların amacı evrimi yaymak değil. Eğer öyle olsaydı Meksika’nın ve diğer ülkelerin desteğini kazanamazdık.” Nikaragua bir yandan ekonomik durumun, bir yandan Amerikan emperyalizminin yarattığı sorunlar karşısında, hükümetler düzeyinde destek aramak, bulabildiği destek karşılığında sürekli olarak devrimden ödün vermek zorunda.


YOLDAŞLAR GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE BİRER, BİRER CAN VERİYORLAR BUNA KARŞI DİRENMEK, TÜM HALK SINEF VE TABAKALARINI İDAM CEZALARINA KARŞI HAREKETE GEÇİRMEK GEREKMEKTEDİR

İDAMLARA SON S

ömürgeci Türkiye ordusunun Kuzey Kürdistan’da başlattığı terör dalgası kısa zamanda bütün Türkiye ye yayıldı. Cuntanın başı Evren ve Hükümetin başı Turgut Özal verdikleri demeçlerle yayılan bu terör dalgasını daha da alevlendirdiler. Evren Kuzey Kürdistan da yaptığı bir teftiş gezisinde Cuntanın zindanlardaki onbinlerce tutukluya hangi gözle baktığını bir cümle ile özetledi. “ Asmayıp da besleyelim mi?” Evren’e göre zindanlardaki onbinlerce siyası tutukluyu asmak yok etmek gerekir. Onun bu demeci kısa zamanda etkisini gösterdi. Meclis derhal iki idam cezasını onayladı ve hükümler derhal yerine getirildi, iki yiğit devrimci daha Cunta tarafından katledildi. Sırada meclisten onay bekleyen yüzlercesi var. Ve bilindiği gibi mahkemeler bugüne kadar yüzlerce idam cezası verdi ve 4000 den fazla insan için idam cezası istemi ile mahkeme açılmış durumda. Cunta bütün bu idam cezalarım infaz edebilir mi? Türkiye ve Kuzey Kürdistan demokrasi güçlerinin bugünkü durumu şimdiye kadar idam cezalarım engellemeye yetmedi. Görünen o ki yakın gelecekte de durum pek iç açıcı değil. Sosyalist hareketin parçalanmışlığı, işçi sınıfı hareketinin dağınıklığı ve sosyalizmden kopukluğu ve demokrat aydınların, sosyal demokrasinin (aydınlar açısından bazı istisnalarla) cunta ile uzlaşan tutumu şimdilik siyasi demokrasi için mücadele edecek güçlerin olumsuz durumudur. Siyasi demokrasiden yana güçler toparlanamadıkça oligarşi bulduğu her fırsatta terörü yaygınlaştırmak ve kanıksatmak için idam cezalarını infaz etmeye devam edecektir Şimdiye kadar bu doğrultuda küçümsenmemesi gereken başarılar elde etmiştir. Kuzey Kürdistan’daki terörün ölüsünü burjuvazinin gazetelerinden izlemek mümkün: Başta Cumhuriyet olmak üzere gazetelerde çıkan fotoğraflar sömürgecileri Kürt halkına nasıl davranmakta olduğunu hiç bir yorum

yapmaya gerek bırakmadan anlatmaktadır, öte yandan Özal’ın meclisteki açıklamasına göre operasyonun başlamasından bu yana geçen üç ay içinde 1415 kişi tutuklanmış. Bunların 715’i halen tutuklu, 517’ si ise sorgulanıyor, yani işkence altındalar. Kısacası Evren ve çetesi için “beslenecek” yeni yüzlerce insan daha. Cunta Kuzey Kürdistan’daki PKK eylemlerini hem Kuzey Kürdistan hem de bütün Türkiye için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Böylece yılgınlığı yaymaya çalışıyor. Öte yandan Cuntanın el altından yaymaya çalıştığı bir anlayışta “uslu durmazsanız işte böyle olur’ anlayışıdır. Ve ne yazık ki bir kısım “sosyalistler” ve “demokratlar” Cunta’nın bu çabasına yardımcı oluyorlar. Bu çevrelerce PKK halkın terörle karşılaşmasının sorumlusu olarak gösteriliyor. Aynı çevreler PKK’yi ve Cunta ya boyun eğmeyen her hareketi idamların da nedeni olarak gösteriyorlar. Bunlar 12 Eylül öncesinde de benzer bir tutum içindeydiler. O günlerde Necdet Adalı yoldaşın idam cezası meclise gelmişti ve bir kısım “sosyalistler” ve “demokratlar” Necdet için verilen idam cezasını lanetlemek, ona karşı mücadeleye katılmak yerine onu “goşizme“ karşı “mücadelelerinin” bir aracı haline getirmeye çalışıyorlardı. Açıktır ki böylesi tartışmalar!) demokrasi güçlerine zarar vermekte ve Cuntanın işine yaramaktadır.. Bugün de PKK ye karşı açılan kampanya benzer bir anlam taşımaktadır. İdam cezalarına karşı mücadele her geçen gün daha da büyüyen bir önemle gündemimizdeki yerini korumaktadır. Sırada bekleyen yüzlerce idam hükmü oligarşinin yakaladığı ilk fırsatta yerine getirilecektir. Onların gücüde (uluslararası ve Türkiye’nin iç dengeleri nedeniyle) şimdilik kısa bir sürede tüm infazları yerine getirmeye yetmemektedir. Fakat her fırsatta bir, iki, üç devrimciyi gözlerini kırpmadan katletmekteler ve bundan sonrada aynı taktiği izle-

meye devam edeceklerdir.. Yoldaşlar gözlerimizin önünde birer birer can veriyorlar. Buna karşı direnmek, tüm halk sınıf ve tabakaların idam cezalarına karşı harekete geçirmek gerekmektedir. Bu doğrultudaki ilk adım sosyalistlerin birliğinin sağlanmasıdır. Tüm partileri, grupları, örgütleri sekter olmayan bir platform çevresinde bir araya getirmek gerekiyor. İkinci olarak cuntaya dolaylı olarak hizmet eden tutumları sergilemek, teşhir etmek ve tecrit etmek gerekiyor. Böylelikle saflar sıklaşacak ve arınacaktır. Üçüncü olarak ise halk yığınları arasında geniş bir ajitasyon ve propaganda faaliyetini başlatmak, sürmekte olanlara omuz vermek gerekiyor. Böylesi bir girişim söz konusudur. Bazı çevreler idam cezasının kaldırılması için bazı faaliyetler içindedir. Bu kadarının bile yarattığı etki önemlidir. Cuntanın başı son demeçlerinde konuya değinmek zorunda kalmaktadır. Bu ve benzeri girişimleri desteklemek, yenilerim yaratmak gerekmektedir. İdam cezaları için mücadele kopmaz bağlarla “genel af” talebine bağlanmalıdır. Genel af talebi bugün giderek yayılan, desteklenen bir istektir. Bu doğrultuda sayısız girişim vardır, öte yandan genel af isteği sosyalistler dışında da yükseltilmektedir. Hapishanelerdeki yüzbinlerce tutuklu ve hükümlünün de isteğidir genel af. Politik tutukluların özgürlüğü talebi bunların isteği ile bağlanmalıdır. Genel af için başlayan her türlü girişim desteklenmeli, yenilerinin oluşması sağlanmalı, çeşitli girişimlerin koordinasyonuna gidilmelidir. Özgürlük, uğrunda mücadele edilmeden kazanılamaz. Bunu unutmamak, herkese öğretmek ve hayata geçirmek gerekir. Yaşasın özgürlük ! Yaşasın sosyalizm !


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.