DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
639
13 Haziran 2019 3 TL. sosyalistisci.org
-
-
-
IRKCILIK İNSANLIK SUCUDUR! IRKCILARI DURDURALIM!
-
-
-
-
GÖCMENLERLE DAYANISMAK İCİN HAREKETE GEC!
Dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi: u Kamplarda insanlık dışı koşullar, salgın hastalık u Fabrikalarda sömürü ve iş cinayetleri u Şehirlerde dışlanma, saldırı, linç, kovulma tehdidi
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDEN İKLİM KRİZİNE -
SUDAN: ESİKTE BİR İSYAN
sayfa 6-7
sayfa 10
2
BARIŞ ARAYIŞLARI İÇİN UMUTLANMAK ÜZERİNE Kürt tutukluların açlık grevlerinin geldi-
siyasal gelişme olacağının farkına varmalıyız.
ği aşama, Öcalan üzerinde süren avukat tecridinin de çözüm sürecinden beri devam eden tecridinin de kalkmasına neden oldu. Bu çok önemli bir gelişme. Öncelikle tecridin kalkmasını Kürtlerin AKP’yle seçim işbirliği pazarlığına bağlayanlara hiçbir prim vermemeliyiz. Bu fikir, emanet oy tartışmasından beri Kürtlerin siyasi tercihlerini tayin etme hakkı olduğunu düşünenlerin ulusalcı kibirlerinin ürünü. Ulusalcılar, CHP’liler Kürtlere emaneten de olsa oy vermediler, verilen ve siyaset üzerinde çok da fazla etkisi olmayan oylar, tamamen o dönemde gelişen barış sürecinin, barışın gelişmesi ve kazanması için aralarında bizlerin de bulunduğu barış aktivistlerinin, barış mitingleri yapan sendikaların, savaşa değil eğitime bütçe isteyen kamu çalışanlarının, yıllardır mücadele eden İHD ve Cumartesi Anneleri ve Kürt kadın hareketi gibi aktörlerin, Irak’ta savaşa karşı kurduğumuz Koordinasyon ve Küresel BAK gibi kuruluşların “farklı mahalleleri” barış merkezli bir araya getirme yeteneğinin ve bu sürecin bir yönünün siyasal ifadesi olan HDP’nin katkılarının toplamıyla gelişti. Bu oylar emanet değil, sağlam bir şekilde barışa verilen oylardı. Fakat milyonlarca CHP’li HDP barajı geçsin diye HDP’ye oy vermişçesine çıkartılan gürültü hiç sona ermedi. Her fırsatta birileri Kürtlerden diyet istedi. Son diyet isteği de “Öcalan neyin karşılığında görüşme sağlayabildi?” sorusu etrafında beliriyor. Kısa bir sosyal medya turu, “İmamoğlu kazanacak, saflar sağlam, safları bozacak tek şey, AKP’nin Kürtlerin oyunu satın alıp alamayacağı” türünden iddia sahiplerini görmeyi sağlıyor. Çözüm süreçleri Burjuvazi adı verilen sınıfın çelişkili sınıf çıkarlarını savunan bir komiteden başka bir şey olmayan devlet, Kürtlerle bir çözüm süreci ya da barış süreci, en azından bir diyalog süreci başlattığında kuşkusuz “Ben bu süreçten nasıl karlı çıkarım?” diye düşünecektir. Fakat on yıllardır tüm temel hakları gasp edilen Kürtler, bu süreçte özgürlükleri için kapı aralayan bir fırsat görüp bu diyalog sürecinin aktif, belirleyici bir gücü olmaya çalışıyor, haklarının bir kısmını elde etmek için diyalog yöntemini seçmiş oluyor. Kimin belediye başkanı olacağını ya da belediyenin AKP’nin elinden gitmesinin Türkiye siyasetinde yaratacağı yeni olanakları düşünmek gibi bir zorunluluğu yok Kürtlerin.
Avukatlar, İmralı adasına gidiyor
Kürtlerin kiminle hangi pazarlığı yapacağı da kibirli Türk ulusalcı sol ve sosyalistlerini ilgilendirmez. Örneğin Dersim belediyesinin adını Tunceli değil de Dersim yapmak istemesi, sadece İçişleri Bakanlığı ve MHP’nin öfkesini çekmekle sonuçlanmadı, aynı zamanda akıl bohçasında çok fazla akıl olduğunu düşündüğünden olsa gerek, Kürtlere akıl vermeyi solculuğun temel bir motifi olarak görenlerin de öfkesini çekti. Bu öfkeyle ilk kez karşılaşmıyoruz. Irak Kürdistanı’nda gerçekleşen referandumu yersiz, zamansız bulan ulusalcı sosyalistleri hatırlamak yeterli olacak. Türkiye siyaset tarihinin en önemli dönemeçlerinden birisi olan Çözüm Süreci, işte böyle yaklaşımlarla zayıflatıldı. Bu eğilimin bir kez daha hegemonya kurmasına izin vermemeliyiz. Barış için harekete geçmek zorundayız Kim ne derse desin, Dersim Kürtler o bölgeye o ismi verdiği için Dersim’dir.
Batının söz konusu Kürtler olduğunda sonsuz bir kibirle olayları ele alan muhalefeti ne derse desin, Kürtler kendi kaderlerini belirlemek için diyalog sürecini mücadele sürecinin bir parçası olarak görüyorlar. Kürtlerden sadece sonsuza kadar kavga etmesini değil, kendi tepeden bakış açısıyla belirlediği sınırlar içinde ve kendisi için kavga etmesini bekleyen batının akıl hocası muhalefeti, daha çok bekler! Diyalog süreçlerini herkes kendi çıkarları için kullanır. Bu süreçleri, hükümet seçim için kullanmak Kürtler ise özgürlükleri için bir olanağa çevirmek isteyebilir. Sosyalistler ise bir yandan seçim politikalarını savunurken, diğer yandan Kürtlerin haklarını kazanmasına, çözüm sürecinin yeniden gelişmesine yardımcı olmaya çalışır. Seçimlerde AKP’nin işine gelir diyerek yeni bir diyalog sürecinin zayıf da olsa bir ihtimal olarak devreye girdiğini görmezden gelemeyiz. Yenilenmiş ve yeni döneme uygun ama özünde Kürt halkının haklı taleplerinin karşılanmasını amaçlayan bir diyalog sürecinin belirleyici bir
Şu anda ne yeni bir çözüm süreci başlamış durumda ne de tecridin ne oranda kalktığını biliyoruz. Hatta Kürt tutuklulara kötü davranıldığı ve açlık grevleri sırasında aldıkları hasarların giderilmesinde zorluklar çıkartıldığı haberleri geliyor. Gelişmelerin merkezinde Suriye’de yaşanacak değişimlerin yattığı çok açık. İçerde Kürt sorununda bir makas değişikliği olacaksa, devletin Suriye’de beka kaygısı temelinde geliştirdiği politikada bir değişikliğin yaşanmak zorunda olduğu çok açık. Beka kaygısıyla geliştirilen ve her türlü demokratik hamleyi güvenlik eksenli uygulamalarla bastırmanın yerine yeni bir politik konsept yerleştirilip yerleştirilmeyeceğini göreceğiz. Sadece görmekle kalmayacağız, bu zaten mücadelemizin de temel konularından birisi olmak zorundadır. Yine de tüm sağcı, Kürt halkının temel haklarını kullanmasına ve genel olarak demokrasiye karşıt işleyen eğilimlere rağmen, yeniden bir diyalog sürecinin ipuçlarının ortaya çıkmış olması, sosyalistlerin önüne, bunu gerçek, kalıcı, toplumsal desteği olan ve işçi sınıfının sahiplendiği bir barış sürecine evirmeye yardımcı olacak kampanyaları inşa etme görevi koymaktadır. Bir önceki dönemde “Demokrasi olmadan barış olmaz” diyerek Çözüm Süreci’nden desteğini esirgeyenler ya da süreci sabıte etmek için elinden geleni ardına koymayanların yine aynı gürültüyle, Kürtlere ağabeylik yaparak, Kürtlerin AKP tarafından aldatılmayı alışkanlık haline getiren bir halk olduğu fikriyle avunarak gündem oluşturmalarına izin vermemek barış için mücadelenin başlıklarından birisidir.
DIŞ POLİTİKADA AÇMAZLAR S-400’lerin satın alınması kararı, ABD’nin ciddi yaptırımlarını beraberinde getiriyor. NASA çalışanı Serkan Gölge’nin tahliyesi gibi geri adımlar atılsa da F-35 savaş uçaklarının pilotlarına ilişkin eğitim çalışmaları askıya alındı. Yaptırımların giderek sertleşmesi bekleniyor.
lehinde işliyor. Halk, bu ikilinin bombardımanları altında protesto gösterileri düzenlerken, Türkiye’den anlaşmanın diğer taraflarına baskı yapmasını istiyor. Irak ve Suriye arasındaki PKK-YPG güçlerinin bağlantısını kesmek için düzenlenen operasyonlarda TSK askerleri hayatlarını kaybediyor.
Suriye’de Fırat’ın doğusuna askeri operasyon izni çıkmadığı gibi İdlip’te Türkiye’nin de ortak olduğu “Astana” üçlüsünün anlaşması, Rusya ve Baas rejimi
Son olarak Güney Kıbrıs yönetimi, Türkiye’nin doğalgaz arama çalışmalarını yasadışı ilan etti ve sondajı yapanlar hakkında tutuklama kararı çıkardı. MGK
da Kıbrıs’ta “çıkarlarını koruyacağını” ilan etmişti. Böylelikle Irak ve Suriye’den sonra sınır ötesinde “üçüncü cephe” ihtimali gündeme geliyor. Tüm bu gelişmeler siyasi istikrarsızlığı derinleştirirken TL’yi ve piyasaları da olumsuz etkiliyor. AKP’nin ilk yıllarındaki “büyüyen” ve “güçlenen” Türkiye imajı, altemperyalist olma hayalleri, estirilen onca milliyetçi havaya rağmen dış politikadaki açmazların sonucunda sarsılmış durumda.
GÜNDEM
OY İÇİN IRKÇILIK YAPMAK
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
300 BİN SURİYELİ CHP’li belediye başkanlarının bazıları insanlıklarından çıkmış durumdalar. Utanma duygusunu da kaybetmiş görünüyorlar. Suriyelilerin plajlara girmesini yasaklayanı mı ararsınız, “girecekse önce insan olsun” diyenini mi? Belediye başkanları yalnız değil kuşkusuz, İstanbul’da Yeşilköy ya da Bostancı sahillerinden çoğu yalan olan ama her biri Suriyelileri hedef gösteren haberler geliyor. Bu türden her tepki, derinlerde birikiyor ve göçmenlere karşı reaksiyoner bir önyargıyı kemikleştiriyor.
Hedef alınan, İmamoğlu’nun Trabzon mitingi VOLKAN AKYILDIRIM
İktidar blokunun kazanmak için "her şeyi mübah" haline getirdiği 23 Haziran seçimleri, saldırgan milliyetçi söylemlere ve ırkçılığa sahne oluyor. Geçmişte ulusalcıların yaptığı türden soy-köken tartışması, yeniden siyasetin merkezine taşındı. 31 Mart seçimlerinde Kürtlere karşı kullanılan saldırgan dil, 23 Haziran seçimlerinde Karadenizlilere karşı kullanılıyor. Nefret söylemleri Irkçı kampanyayı başlatan Esenler Belediye Başkanı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Grup Başkanvekili Tevfik Göksu için Trabzonlu olmak zan altında kalmak için yeterli bir sebep. Katıldığı bir iftar programında Göksu, İmamoğlu'nun Trabzon doğumlu olduğuna dikkat çekerek “Yaaaa… Hesap büyük, olay büyük” karşılığını verdi. Trabzonlulardan gelen büyük tepkiye rağmen, AKP durmadı. İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Ersoy "Bir Yunan'ın İstanbul'a Başkan olmasıyla ekonomimiz de düzelmez" tweetini attı. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli ise Giresun'da yaptığı konuşmada İmamoğlu'nu "hain proje" olarak niteledi ve "ortadan kaldırmak için mücadele"den bahsetti. İstanbul Ticaret Borsası Başkanı ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkan Yardımcısı Ali Kopuz daha da ileri giderek Trabzon'da Süleyman Soylu'yu protesto eden CHP'lileri de Pontus ilan etti. O kadar ileri gidilmişti ki AKP Grup Başkanı Naci Bostancı "Türkiyede
kaç tane Pontus kalmıştır bilmiyorum. Olanlar da Türkiye vatandaşı ve herkesle eşit haklara sahip. 'Bize Pontus dediler' üzerinden ırkçılığa seslenerek bir toplumsal dalga yakalamak isteyen siyaseti kınıyorum." demek zorunda kaldı. Bostancı'ya yanıt veren bazı AKP'li muhalifler Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın sözlerine işaret ediyor. Erdoğan, İstanbul'un fethinin 556. yıldönümünde yaptığı konuşmada "İstanbul'u Konstantinopol olarak görmek isteyenlere karşı 22 günümüz var" demişti. Yunan gazetesindeki başlık Türkiye'de bugün pek az Rum yaşıyor. Kaç Pontus'un kaldığı belirsiz. AKP'lilerin seçim kampanyasının malzemesi bir Yunan gazetesinde atılan başlık. Ülkenin yüksek tirajlı gazetelerinden Ethnos, İmamoğlu hakkındaki haberi ‘Şehri Erdoğan’ın elinden alan Pontusluyla bir gün' manşetiyle yayınlamıştı. Haberi yapan gazeteci Ioanna Kleftogianni, Independent Türkçe’ye yaptığı açıklamada, “Burada geçen Pontus ifadesi tamamen coğrafidir. Haberde Sayın İmamoğlu’nun Yunan, Rum kökenli olabileceğine dair en ufak bir ifadem bir imam söz konusu bile değil, olamaz da. Yunanca Karadeniz Efxinos Pontos’tur dolayısıyla o çevrede doğan ya da yaşayan herkese Yunanca’da Pontius (Pontuslu) denir. Bu etnik ya da dini değil coğrafi bir ifadedir” dedi. Yeni sağ Gazetenin açıklamasına, İmamoğlu'nun tam da Canikli'nin istediği gibi "Ben Türküm" demesine ve Topal Osman'a bağlılık bildirmesine
rağmen AKP sözcülerinin Pontus iddialarından vazgeçmemesi, oy için sıradan ırkçılığı harekete geçirmenin ve şovenizmin kullanışlı bir ideoloji olduğunu kabul etmelerinden. ABD Başkanı Donald Trump, buna benzer iddialarla bir seçim kazandı. Bir çok otoriter yönetim, hayali düşman ve komplo iddialarıyla kutuplaşmayı sürekli besleyerek iktidarını koruyor. İşçiler karşı çıkmalı "Yeni sağ" adı verilen bu siyaset yönteminin meşrulaştırması ve siyasetin merkezini kaplaması tehlikeli bir gelişmedir. İktidar ve muhalefet bloklarına hakim olan saldırgan milliyetçilik, her geçen gün daha fazla sayıda toplumsal grubu hedef alıyor. Suriyeli sığınmacılar, Dersimliler, Karadenizliler diyerek ilerleyen bu sağcılığa, işçi sınıfı karşı çıkmalıdır. Irkçı kampanyayı başlatan Göksu, Pontus tweetlerini sildirse de nefret söylemleri yaşamaya devam edecek, hedef alınanların üzerinde kurulan toplumsal baskı sürecek. Saldırgan milliyetçilik ve ırkçılık, işçiler ve patronlar arasındaki çıkar farklılıklarını perdeler. İşçiyle onu sömüren patronu "aynı gemiye" bindirir. Kapitalistler, alt sınıfların kendilerine karşı değil birbirlerine karşı mücadele etmesini ister. Tarihi baskılar ve adaletsizliklerle kuşatılan azınlıklar, patronların iktidarını sürdürebilmesi için hedef alınır. Nerede doğmuş, nereden gelmiş, nerede yaşıyor olursa olsun, işçiler birbirlerinin düşmanı olamaz. Emekçi sınıfların kurtuluşu, ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadelede.
Karşımızda yalana, karalamaya, ayrımcılığa, nefret söylemine yaslanan bir ırkçılık var sahillerde Suriyelileri görmekten rahatsız olanlardan belediyelere, her sözcüsünün Suriyelileri geri göndermekten söz ettiği yöneticilere, sosyal medyada lümpen bir üslupla Suriyelileri hedef tahtasına oturtan siyasetçilere kadar toplumun çeşitli kesimlerini kapsayan bir tehditle karşı karşıyayız. Üstelik, hemen yanı başımızda Suriyelileri göçmenliğe zorlayan savaş konusunda yeni ve vahim gelişmeler yaşanmaya başladı. Gazeteci Sedat Ergin’in aktardığı gibi BM’nin Suriye krizine ilişkin insani işlerden sorumlu bölgesel koordinatörü Panos Moumtzis Türkiye ile Rusya arasında İdlib’de ateşkes rejimi uygulanmasını öngören 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı’nın son dönemde fiilen devre dışı kaldığını açıkladı. Bu, Rusya ve Suriye rejiminin İdlip’de Mayıs ayının başından itibaren sertleşen saldırıları sonucunda, 300 bin Suriyeli daha yaşadıkları ve zaten yıkıma uğramış bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. BM raportörleri bu sayının 2 milyona çıkacağını öngörüyorlar. Esad ve Rusya İdlib’i vurdukça, ölümden kaçmak isteyen insanlar can havliyle sınırlara koşuyor. Göçmenlerin bayramda Suriye’ye gidip gelmesini “madem gidebiliyorlar kalsın” diyerek düşmanlaştıran, bundan yola çıkarak göçmen düşmanı duyguları kalıcı bir ırkçı temele oturtmaya çalışanlar, örneğin tam da böyle dönemlerde İdlib’e gitmeliler. Suriyenin, insanların gönül eğlendirdiği, canları çektiğince keyif sürebildiği bir yer olmadığını belki anlayabilirler. BM raportörleri son üç haftada yaklaşık 300 kişinin öldüğünü tahmin ediyorlar ve İdlib’te iç göç yaşayan 270 bin kişinin 80 bininin okul çağındaki çocuklar olduğunu söylüyor. Göçmenlerin 80 bini ise kamplara da gidemediği için, çıplak arazide, başlarını sokacak bir çatı olmadan kalıyorlar. Yaz aylarını sahillerinde keyifle geçirmek isteyen ama Suriyelileri görünce canı sıkılan insanlar ya da bayramlarda Suriye’ye kısa süreliğine gidip gelebilen az sayıda göçmenden yola çıkarak, “Evlerine dönsünler artık!” diyenler, hep birlikte, bu toplumun en korunaksızları olan göçmenlere kötülük ediyorlar. Bu yalancılığa dayalı ırkçılığı durdurmak, her olayda göçmenlerle dayanışmak zorundayız. Bütün ülkelerin işçileri birleşin çağrısını, içinde yaşadığınız toprakların en zayıf, en korunaksız yoksullarıyla dayanışma için bir çağrı olarak görmeyenlerin kendi haklarını koruması neredeyse imkansızdır çünkü!
4
DÜNYA
AVRUPA’DA AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ
‘Irkçılığa karşı ayağa kalk’ ÖZDEŞ ÖZBAY
Avrupa Birliği parlamento seçimleri 23-26 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti. AB üyesi ülkelerin tümünde yapılan seçimlere katılım AB tarihinde ilk kez %51’e ulaştı. AB seçimleri ulusal seçimler kadar önemli görülmediği için katılım hep %50’nin altında gerçekleşiyordu. AB seçimleri aşırı sağın birçok ülkede yükselişine sahne oldu. Macaristan’ın faşist partisi Jobbik %19, İsveç’in faşist partisi İsveç Demokratları %17,6, Avusturya’nın faşist partisi Özgürlük Partisi %26, Yunanistan’ın faşist partisi Altın Şafak %7, Fransa’nın faşist partisi Ulusal Cephe %13 oy aldı. Faşist olmayan ama içerisinde faşistlerin
de olabildiği ırkçı, aşırı sağcı partiler de ciddi oy aldılar; Macaristan’ın göçmen düşmanı başbakanı Orban’ın partisi Fidesz seçimlerde %49 oy alırken, İtalya’nın ırkçı partisi Lig Partisi %17,4, İspanya’nın aşırı sağcı partisi Vox %10,3, Almanya’nın ırkçı partisi AfD %12,6 ve İngiltere’nin Brexit Partisi %31 oy aldı. AB seçimlerinden bir ay önce İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin daveti üzerine Milan’da aşırı sağcı partiler bir araya geldi. Lig Partisi Başkanı Salvini’nin davetine Almanya’dan AfD, Danimarka’dan Danimarka Halk Partisi ve Finlandiya’dan Finler Partisi katılım gösterdi. Bu konferansta bir araya gelen aşırı sağcı partiler AB Parlamentosu için Avrupa Halkları ve Milletleri için İttifak
İNGİLTERE: TRUMP PROTESTO EDİLDİ
Londra’da Trump protestosu
ABD Başkanı Trump’ın İngiltere gezisi onbinlerce kişinin katıldığı gösterilerle protesto edildi. Birçok farklı toplumsal hareket Trump’a karşı Londra merkezinde buluş-
tu. Irkçı, göçmen düşmanı Trump’a karşı ırkçılık karşıtlarının yanı sıra iklim değişimini inkâr ettiği için daha birkaç hafta önce kenti kilitleyen Yokoluş İsyanı aktivistleri de meydanlara indi.
Sendikalar ve İşçi Partisi de gösterilere katıldı. İşçi Partisi Başkanı Jeremy Corbyn eylemler sırasında konuşma yaptı. “Bizler siyah, beyaz, engelli, LGBT’yiz” diyen Corbyn göçmen karşıtlığını eleştirdi.
grubu kurma kararı almışlardı. Grup, 751 sandalyeli parlamentoda 58 sandalye kazandı ancak bir diğer aşırı sağcı grup olan Özgürlüğün ve Doğrudan Demokrasi’nin Avrupası grubu da 54 sandalye kazandı.
Ekonomik krizin yarattığı istikrarsızlık, artan güvenlik kaygısı, solun başarısızlığı, düzen ve istikrar arayışıyla birlikte aşırı sağın üzerinde yükseldiği zemini hazırladı.
Aşırı sağ neden yükseldi?
Bu tehlikeli yükselişe rağmen iki ırkçı grubun da parlamentonun en küçük grupları olduğunu, Yeşillerin özellikle iklim değişikliğine karşı tüm dünyaya yayılan okul grevlerinin rüzgarıyla radikal bir yükseliş yaşadığını ve solun oylarının hala aşırı sağdan çok daha büyük olduğunu unutmamak gerekiyor.
2008 yılında başlayan ekonomik kriz sonrası Avrupa’da merkez partiler çöktü. Kapitalizmin krizine karşı milyonlarca işçi ve genç grevler örgütledi, meydanları işgal etti. İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde krize yanıt vermek üzere radikal sol partiler kuruldu ve bu partiler ciddi oylar aldılar. Ancak Syriza ve Podemos’un temsil ettiği radikal sol partiler son tahlilde anti-kapitalist olmayan parlamenter partilerdi. Syriza iktidara geldikten sonra Podemos ise daha iktidar olamadan sistem içi partiler olmaya doğru evrildiler. İşçi sınıfının radikalliğini soğuran partiler son seçimlerde büyük düşüş yaşadı. Kapitalizmin krizine yanıt verebilecek antikapitalist partilerin yokluğu ibreyi aşırı sağa yöneltti. Merkez sağ partilerin liderlerinin de yardımıyla sisteme duyulan öfke göçmenlere doğru yöneltildi. Özellikle Avrupa ülkelerinde gerçekleşen IŞİD saldırıları, toplumda yükselen güvenlik kaygısıyla birleşince güvenlikçi ve otoriter yöntemler öneren ve kendisini sistem dışı olarak tanıtan partiler destek bulmaya başladı.
Antikapitalist sol ihtiyacı
İngiltere’de Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk hareketinin kampanyası sayesinde Nazi Tommy Robinson’un seçilememesi, Almanya’da AfD’ye karşı yapılan eylemler sayesinde AfD’nin beklediğinin altında oy alması ve tüm Avrupa’da seçimlere katılımın %51 olması gibi gerçekleri de akılda tutmamız gerekiyor. Kapitalizmin krizinin iklim kriziyle birleştiği, kitle ayaklanmalarının yaşanmaya devam ettiği, kapitalizmin krizden çıkış yolunu hala bulamadığı bir dönemde antikapitalist alternatifi bugünden inşa etmek çok önemli. Böyle bir hareket ise bir yanda kemer sıkma politikalarına karşı emeğin haklarını savunmaktan diğer yandan da sisteme yönelik tepkiyi göçmenlere yönelten ırkçılara karşı geniş kampanyalar yapmaktan geçiyor.
HONG KONG'DA KITLELER SOKAKTA Hong Kong'da 2014 yılının son çeyreğinde yüz binlerce kişiyi sokaklara döken "Sarı Şemsiyeler" hareketinin ruhu, sokaklara geri döndü. On binlerce kişi hükümetin suçluları Çin'e iade planına karşı gösteri yaptı.
SEÇİM
SOSYALİST İŞÇİ DİYOR Kİ
İSTANBUL SEÇİMLERİNİN ARDINDAN toparlanma ihtimali görünmediği bütün ekonomik verilerle her gün kanıtlanıyor. Ekonomik istikrarsızlığın derinleşeceği çok açık. Bu, tabandaki öfkeyi artıracak.
Sosyalist İşçi etrafında bir-
leşen aktivistler bir süredir “Önümüzde 50 küsur ay var ve bu süreçte bir yandan AKP yavaş ya da hızlı çözülecek ama bir yandan da bir muhalefet sorunu doğacak” diyor. Atacağımız politik ve örgütsel adımlarda bu gelişme çok merkezi bir rol oynayacak. Sosyalist İşçi herkesten farklı olarak, stratejisini “Ekremizm” üzerinden değil şöyle tayin ediyor: 1. AKP-MHP ittifakının çözülmesi için mücadele, 2. Bunu AKP tabanının emekçi, yoksul ve adaletsizliklerden rahatsız olan bölümünün AKP’den kopmasını sağlayarak başarmak ve bu başarıyı, en azından bu kitlenin bir bölümünü yanına çekecek bir alternatifin inşa edilmesi sürecinin aktif bir parçası olmak, 3. Göçmen düşmanlığına, ırkçılığa ve gerçek faşist tehlikeye etkili bir şekilde büyüdüğünü görerek kitlesel bir kampanyayla yanıt vermek üzere kolları sıvamak. MHP-İP toplamı seçmenin yüzde 22-23’ü oranında. 2000’li yılların başında gelişen “Antikapitalist hareket” günlerinde yeni türden birleşik işçi cepheleri önerdiğimiz gibi, şimdi de yeni türden antifaşist birleşik cepheleri örmek zorundayız. Bu üç temel yaklaşımda politik olarak hızla yanıtlar üretmek zorundayız. Kuşkusuz zaman zaman savaş, İran’a yönelik ABD müdahalesi gibi sorunların zaman zaman da emperyalizm ya da iklim krizi sorunu gibi başlıkların öne çıkacağını biliyoruz. AKP tabanı kaynıyor Avrupa’da ırkçılar ve faşistler esas olarak göçmen düşmanlığı üzerinden yükselirken Türkiye’nin bundan bağımsız kalamayacağı açık. Bu yükseliş hem Türkiye’de daha da kitleselleşmeyi amaçlayan faşistlere güç verecek hem de hükümeti sağcı ve milliyetçi hatta hızla savururken, hükümetin daha da sağa yatmasıyla oluşan politik iklimi faşistler rahat hareket etmek üzere değerlendirecek. Ayrıca Avrupa çapında göçmen düşmanlığının kitle zeminini güçlendirdiğini gören faşistler, göçmen düşmanlığında daha ileri noktalara gidebilirler.
Sanıldığı kadar güçlü değiller
Kamu emekçileri, krizi protesto ediyor
Politik olarak öne çıkan keskin başlıklar içerisinde, AKP’nin tabanında giderek yükselen homurdanmaya ısrarla dikkat çekeceğiz. Bazı AKP’liler, AKP içinde İmamoğlu’nun haksızlığa uğradığı konusunda bütünüyle blok bir kitlenin olduğunu ve bu insanların fikirlerinin değişmeyeceğini söylüyor. Numan Kurtulmuş’un seçimler bitsin siyasi hatalarımızı telafi edeceğiz demesi, Öcalan’ın uzun yıllar sonra görüşlerini aktarabilmesi, AKP tabanındaki bu çelişkiler, kızgınlık ve homurdanma nedeniyle. AKP liderliğinin ve Erdoğan’ın inandırıcılık/sahicilik sorunu yaşadığı çok açık. Bu ve eski AKP’lilerin parti girişiminin hızlanması da AKP tabanında kazanın kaynamaya başladığının göstergelerinden. Kriz AKP’yi de etkiliyor Fakirlik ve işsizlik AKP liderliğini açısından yaklaşan ağır bir sınav gibi. İşçi sınıfı, herkesin teker teker iradesinden
İşçiler kıdem tazminatında değişiklik istemiyor
bağımsız, sosyal ve ekonomik koşulların etkisiyle daha çok sorgulayan, daha çok öfke duyan ve sokağa daha çok çıkmak isteyen bir hale geliyor. İşçi sınıfının bütün bu eğilimlerinin hesabı keseceği odak ise çok açık ki AKP liderliği. AKP liderliği uzun zamandır söylediğimiz gibi kendi tabanıyla bir sınıf mücadelesi içinde. Bu mücadeleyi kazanmak için ihtiyaç duyduğu toplumun bütününü ikna etme çabasından çoktan beridir, özellikle Gezi günlerinden beri vaz geçti, sadece toplumun AKP’ye oy verme ihtimali olan kesimlerine seslenmeye başladı. Fakat, giderek, özellikle ekonomik durgunluğun başlamasıyla birlikte hem sermaye sınıflarını uzlaştırmayı hedefleyen hem de işçi sınıfının önemli kesimlerini birleştiren özelliğini yitirmeye başladı ve bütün tabanına seslenmekten vaz geçip, tabanının da bir kısmına seslenmeye başladı. Ekonominin kısa zamanda
Buna dış politikada ve hukuk alanında yaşanan istikrarsızlık da eklendiğinde, karşımızda, her şeye hakim, bir dediği iki edilmeyen bir iktidar olmadığı, tersine, olayların denetimini elinden kaçıran, yönlendirmeyen, yönlendirilen, mağlup olma korkusuyla bütünüyle darlaştırılmış demokrasinin toptan ortadan kaldırılmasına doğru hamleler yapan ama sonra bu hamleleri yaptığı için çekinen, yarattığı mağduriyetleri mağdurun kendisi olduğunu iddia ederek meşrulaştırmaya çalıştıkça komik duruma düşen, gücü azalan, bocalayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İşte bu koşullar bizi sağa karşı sağ ittifaklardan medet ummadan, sağa karşı işçi sınıfının, egemen sınıfın hiçbir kanadıyla iletişime girmeden bir alternatif inşa etmesi için tam kapasiteyle örgütlenmeye ve kampanyalar yapmaya yöneltmeli. Çözüm sol Kemalist-popülist-fantastik kurtarıcı liderlerde değil, işçi sınıfının kendi kaderini kendi ellerine alacağı aşağıdan, birleşik mücadelesinin örgütlenmesinde. İmamoğlu’na 23 Haziran seçimleriyle mazbatasını geri vermek, O’nun seçme hakkının gasp edilmesine karşı tüm seçmenlerin boynunun borcudur. Ama o kadar. Sonrası…sonrasını belirleyecek olan mücadelemiz olacak. Özgürlük ya işçilerle gelebilir ya da işçilerle gelebilir!
5
“İŞÇİ SINIFINI BİRLEŞTİRMELİYİZ” Belediye seçimlerinin Türkiye siyaseti açısından kritik olmasının sebebi 31 Mart seçim sonuçlarının YSK darbesiyle hiçe sayılması. Yaşanan bir sandık gaspıydı; 23 Haziran seçimleri ise mazbatası elinden alınan birinin yarışa yeniden mahkûm edilmesidir. Şu an demokratik bir yarış değil, demokratik sonuçlara tahammülsüzlüğün yarattığı anti-demokratik bir yarış izliyoruz. Şimdi İmamoğlu’nun kazanmasının demokrasi adına genel bir anlamı, AKP’nin kazanmasının ise demokratik gerileme adına özel bir anlamı olacak. Bu meseleyi kabaca böyle okumak önümüzdeki sürecin tüm çelişkilerini ortaya sermeye yetmiyor tabii ki. Türkiye’de ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. CHP belediyeciliğinin bildiğimiz pratiklerinin AKP belediyeciliğinden pek bir farkı olmadığı gibi 31 Mart seçimlerinden beri sistematik bir göçmen/mülteci düşmanlığı etrafından seferber olmakta. Bolu, Mudanya ve şimdi Gazipaşa. Seçimlerden sonra bu tartışma sönümleneceğe benzemiyor. Muhalefet karinesi başarısızlıklarla dolu CHP yakın siyasi tarihinde belki de ilk kez politik bir gündem oluşturmayı başardı ve bu gündem mülteci düşmanlığı oldu. Utanç verici biçimde tüm sağ partileri hizaya çekecek bir bayraktarlık yapıyor bu meselede. Ekonomik kriz derinleştikçe işçi sınıfının birleştirecek siyasi stratejilere ihtiyacımız artacak. Ama aynı şiddette işçi sınıfını bölen siyasi stratejiler de krizle beraber kendine uygun maddi bir zemin bulacak. CHP şu an bu zeminde siyaset yapıyor. Bizim önümüzdeki en önemli görev var olan çatlakları büyütmeden işçi sınıfının ileri taleplerini birleştirici bir siyasi dille gündemleştirmek ve bunun bir itki yaratması için çabalamak. Bunu ise ancak antikapitalist, mülteci dostu, İslamofobik olmayan, Kürt meselesinde barış isteyen bir siyasi programla yapabiliriz. İmamoğlu hakkettiği mazbatayı eline aldığında sihirli bir değneği eline almış olmayacak. Sihirli çubuk dünya işçi sınıfının elinde. Canan Şahin
“SORUNLARIN ÜZERİNE GİTMELİYİZ” Seçimlerden sonra bıraktığımız yerden mücadelemiz devam ediyor. Seçimlerde bizlerin mücadele ettiği konular sorunlar hakkında çözüme yardımcı olacak bir aday olmadığı gerçeği ve her geçen gün artan ırkçılık, ekonomik gerileme, insanların haklarının gaspı, barışı destekledikleri için özgürlüklerinden, işlerinden olanlar, adaletsizlik, kadınların yok sayılması tacize, tecavüze ceza verilmemesi, iş cinayetleri, işsizlik, iklim değişikliği, doğanın tahribatı ve dahası. Bu sorunla yüzleşmeli ve üzerine gitmekten vazgeçmemeliyiz. Alem Şah
6 SUDAN
-
SUDAN: ESİKTE İngiltere'deki Sosyalist İşçi Partisi'nin üyesi Charlie Kimber Sudan’daki ayaklanmanın ulaştığı kritik nokta üzerine yazdı. Ayaklanmayı ezmek üzere yapılacak her türlü müdahale devrimi ya kana boğacak ya da daha derin bir değişim mücadelesine doğru itecek.
Sudan’da devrime liderlik eden kadınlar
Ayaklanmayı ezmek üzere yapı-
lacak her türlü müdahale devrimi ya kana boğacak ya da daha derin bir değişim mücadelesine doğru itecek. Sudan’ın yöneticileri ayaklanmayı kana boğmaya çalışıyorlar. Geçen hafta Hartum’daki protesto kampına yaptıkları saldırı 110 kişinin katledilmesiyle sonuçlandı – ki rakamların bundan fazla olduğuna emin olalım. Askeri rejim devrimcileri dövmesi, tecavüz etmesi ve öldürmesi için Darfur bölgesinde yıllarca katliam yaparak çelikleşmiş bir katiller ordusu olan Çevik Destek Kuvveti’ni (The Rapid Support Force) kullandı. Hartum dışında 13 şehirde de oturma eylemleri vahşice dağıtıldı. Ölü sayısını bilmiyoruz. Şu an hayati bir dönüm noktasındayız. Ya acımasız karşı devrimin zaferine şahit olacağız ya da dev-
rimin derinleşip daha da radikalleştiğini ve kökten bir değişim isteğiyle ileri atıldığını göreceğiz. Ekmek fiyatlarını protesto etmek için başlayan Sudan devrimi tam altı aydır mücadele ediyor. Mücadelenin düzeyi o kadar yüksekti ki ordu 30 yıldır iktidarda olan Ömer El-Beşir’i indirmek zorunda kaldı. Sudan ordusu Beşir’i feda etti ama Beşir’in Sudan’ı yönetmek için kullandığı temel araçları elinde tutuyor. Şu an ülkeyi generallerin oluşturduğu Geçici Askeri Konsey (TMC) yönetiyor. Beşir gitti ama böl ve yönet ilkesinin belkemiği olan ağır askeri rejimle 30 yıl iktidarda kalmış Beşirizm ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Lakin devrimi bölmek o kadar da kolay olmadı. Nerdeyse iki aydır sıradan insanlar iktidarın sivilleşmesi için yüzbinlerce kişinin
katıldığı oturma eylemleri örgütlüyorlar. Tek tek firmalarda başlayan grevler tüm endüstrilere yayıldı ve 2829 Mayıs’ta genel greve dönüştü. Genel grevin gittikçe büyümesinden korkan ordu harekete geçti. Ne zaman bir diktatör kitlesel direnişle indirilse ya da devrimci bir süreç başlasa toplumda birden fazla eğilim gelişir. Eski rejimden fayda sağlaya gelmiş gruplar eski sisteme dönmeyi arzu eder. 1917 Rusya’sında Şubat Devrimi, Çar’ı devirmişti. Sonrasında Çar’ın devlet erkanı, patronlar, toprak sahipleri, askeri figürler “düzeni yeniden tesis etme” fırsatının peşinde koştular. Mısır’da 2011 devrimi esnasında, Hüsnü Mübarek’in devlet ve endüstri içindeki uzantıları eski rejimi geri getirmeye çabalıyordu.
Ayaklanmış bir halkla karşı karşıya olduklarından, tekeri tekrar geriye çevirmeye çalışanların sıklıkla başvurduğu metot terör ve kitle katliamı oldu ve bugün de öyle oluyor. Karşı devrim çoğu zaman dış güçlere dayanır. Sudan’da katliamdan önce TMC lideri ve yardımcısı Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret etmişti. Bu ülkelerin hepsi, bölgede devrimci bir dönüşümden delice korkan ABD ve İngiltere’nin müttefikleri. O yüzden de Geçici Askeri Konsey’e milyarlarca dolar para ve silah yardımı yaptılar. Devrimci dönemlerde görülen diğer bir toplumsal eğilim de eski rejimin çöküşünü kabul eden hatta bunu memnuniyetle karşılayan ama devrimin ileri gitmesini zinhar istemeyen gruplarda görülür.
Bu gruplar genelde eski rejimin önemli unsurlarıyla anlaşma yolları ararlar ve devrimci metotların bastırılmasından yanadırlar. Rusya’da bu kesim Çar’ın yerini almış Geçici Hükümet tarafından temsil ediliyordu. Mısır’da Müslüman Kardeşler buna denk düşen bir pozisyondaydı. Mübarek’in düşüşünden sonra seçimle iktidara geldiler ve kimi reformları hayata geçirdiler ama toplumun ekonomik ve siyaseten kökten bir dönüşüm geçirmesine karşıydılar. Sudan’da bu kesim eylemlerin parçası olagelmiş bir grup tarafından temsil ediliyor. Ordunun iktidardan çekilmesini istiyorlar ama bunun müzakere ve uzlaşma yoluyla mümkün olduğunu sanıyorlar. Bu grup, grev ve işgal eylemlerini muhalefetinin orduyla görüşmelerinde elini güçlendirecek pazarlık kozları olarak görüyor. Ordu
SUDAN 7
BİR İSYAN bu eğilimi sergileyenlerle bir süre görüşür gibi yaptı çünkü Beşir’in indirilmesinden sonra toparlanmak için zamana ihtiyaç vardı ve gücünü toplar toplamaz tekrar saldırıya geçti.
Devrimci durumlarda ortaya çıkan üçüncü grup ise başta azınlık olan ama süreç içinde büyüyen devrimcilerdir. Devrimciler sadece yüzlerin değişmesinden ya da egemen sınıfın yeni unsurlarla yeniden karılmasından çok daha fazlasını isterler. Eski devletin parçalanıp yeni demokratik biçimlerin yaratılmasını isterler. Bolşevikler Rus Devrimi’nde bu rolü oynayan gruptu. Liberal uzlaşmaların getirdiği acı deneyimleri yaşadıkça dönüşen kitlelerle birlikte Bolşevikler azınlıktan çoğunluğa doğru evrildi. Liberaller kazansaydı Rusya Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkamaz, köylülere topraklarını işçilere fabrikaları veremezdi. Derin toplumsal kriz dönemlerinde, bu üç kesim toplumda etki alanlarını genişletmek ve iktidarı almak için yarış halindedirler. İsyandan devrime geçiş ordunun yenilgisini ve toplumun yeniden yönetimini örgütleyecek bir gücü gerekli kılar. Seçim yoluyla işyerlerini temsil yetkisi kazanmış işçilerden oluşan işçi konseylerinin doğması gerekir. Bu konseyler isyanda aktif olan bir dizi grubun odak noktasını oluşturur. Örneğin Sudan’daki kadın hakları örgütleri ve Darfur, Güney Kordofan ve Mavi Nil’deki çeşitli eşitlik ve hak hareketleri için konseyler bu işlevi gördü. İşçi konseyleri temenni ve vaazlarla yaratılamaz. Kitle grevlerinin gerçekliğinden ve üretim ve dağıtıma el koymanın gerekli olmasından doğarlar. Örneğin, ekmek işçileri grevdeyken, işçiler nasıl karnını doyurabilir. İşçilerin ve yoksulların nasıl ekmek alacaklarını, fırınların nasıl işletileceklerini organize edecek demokratik bir biçimde işleyen bir örgüte ihtiyacımız vardır. Aynı şey enerji santralleri, hastaneler ve Sudan toplumunun tüm kesimleri için geçerli. Oturma ve işgal eylemleri işçi konseyleri tarafından organize edildi. Bu konseylerin içinde nüve halinde Dev-
rimci Komiteler vardı. İşçilerin güvenliğini, yiyecek dağıtımını ve düzenli iletişimini organize ediyorlardı. Sudan’da meydanlarda olan oturma eylemleri deneyimi işçi konseylerinin olgunlaşması yönünde itki sağlayabilir. Sudan’a dair umut verici bazı işaretler var. Hartum katliamının hemen arkasından Batı Kordofan’daki Enerji Petrol Saha Operasyonları Grub’unun işlettiği altı sahada grev başladı.
Öğretmenler, hastane işçileri, bazı havayolu işçileri ve başka bir takım işçiler greve çıktılar. Sudan Limanı işçileri grevdeydiler. Pazar günü, Sudan sistemine göre haftanın ilk iş günü, milyonlarca insan tutuklamalara ve aşağılamalara rağmen greve gitti. Hartum’da ve komşu şehir Omdurman’da dükkanlar kapandı, sokaklar boşaldı. Bir dizi şehirde orduya karşı kitlesel gösteriler oldu. Büyük bir cesaretle Hartum’daki genç gruplar karşı devrimci RSF’yi engellemek için barikatlar kurdular. Devrimin bu kadar inatçı olması ordunun sinirlerinin boşalmasına sebep oldu. Askeri konsey başkanı olan General Abdül Fatah El-Burhan grevden iki gün sonra herhangi bir ön şart öne sürmeksizin muhalefetle tekrar müzakerelere başlamaya hazır olduklarını deklare etti. Katil RSF’nin liderliğini yapan General Muhammed Hamden Dagalo oturma eylemlerinde yapılan katliamla ilgili “adil ve tarafsız” bir soruşturma yürütüleceğini duyurdu. “Sınırı aşan” herkesin cezalandırılacağının sözünü verdi – ki kendinden başlaması gerekiyor bu durumda. Şimdi silahlı kuvvetleri bölecek bir hamle gerekiyor. Bunun potansiyelinin işaretleri var. Kanal 4’de gazetecilik yapan Yousra Elbagir devrimin saflarına geçen bir istihbarat ajanıyla röportaj yaptı. İstihbarat ajanı oturma eylemlerinin yakınındaki tüm sıradan erlerin silahsızlandırıldığını ve yerlerine karşı-devrimci RSF milislerinin geçirildiğini söyledi. Başka bir deyişle generaller sıradan
askerlerin sadakatine güvenmiyorlar. Rütbesiz askerler muhakkak ki protestocuların kitlesel katliam emrini uygulamakta tereddüt edeceklerdir. Kararlı bir devrimci hareket ordunun en azından zorunlu askerlik yapan kesimini ikna edebilir. Bu kesim isyan ederse ordunun diğer kesimleri nötralize olacaktır.
GÖRÜŞ Roni Margulies
GÖÇMENLER VE TÜRKYILMAZ “Çok yakında müdahale etmezsek, Akdeniz bir kan denizi olacak.” Bu sözler Birleşmiş Milletler’in sığınmacılarla ilgilenen kurumunun sözcüsü Carlotta Sami’ye ait. Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan göçmen ve sığınmacıların bu yaz her zamankinden daha fazla ölümle karşı karşıya kalacaklarına dikkat çekiyor. İki nedenle. Birincisi, Malta ve İtalya hükümetleri STK’ların kurtarma gemilerini engelledi ve derme çatma teknelerle Akdeniz’i geçmeye çalışanların kötü hava ve deniz
koşullarıyla karşılaştıklarında artık
Böylesi isyanlar devrimi RSF’ten korumanın araçlarını sağlayabilirler.
kurtulma şansı hemen hemen hiç yok.
Askerlerle daha fazla müzakere ve anlaşma yapmamak gerekir.
sahillerinde birikmiş olan binlerce göçmen havaların
30 yıl iktidarda kalmış bir diktatörlük tabii ki toplumun her yerine nüfuz etmiş ve kimi imtiyaz ve denetim ağları yaratmıştır.
kaçma derdine düşmüş durumda. Bu koşullarda daha
Sudan toplumu şimdi askeri yönetimin topluma yayılmış tüm unsurlarını temizlemelidir. Bunu yapma potansiyeli ve bunu yapmaya duyulan açlık zaten Sudan toplumunda açıkça gözlemlenmektedir.
5’i sahil muhafaza tarafından yakalanıp kamplara
İkinci neden, Libya’da sürmekte olan savaş. Libya da iyi gitmesinden yararlanarak bir an önce savaştan büyük riskleri göze almaya hazırlar. Yardım kuruluşlarının tahminlerine göre, geçtiğimiz günlerde 700 göçmen Libya’dan denize açıldı. Yüzde geri götürüldü, yüzde 40’ı Malta’ya, yüzde 11’i İtalya’ya ulaştı. Geri kalanına ne olduğu bilinmiyor. İtalya’ya bu yılın başından bu yana Libya’dan 1940 göçmenin geldiği ve 350 kişinin yolculuk sırasında
Sudan Elektrik Dağıtım Şirketi’ndeki işçilerin geçen ay grev yaptıklarında taleplerinden biri şirketin genel müdürü ve vekilinin atılmasıydı.
öldüğü tahmin ediliyor. Ölüm oranı yüzde 20! Ve Bir-
Batı Darfur’da öğretmenler haftalardır grev yapıyor ve sendikalardan eski rejimi temsil eden yöneticilerin uzaklaştırmasını ve eski rejim tarafından kurulmuş sendikaların dağıtılmasını istiyorlar.
ülkelerden gelen insanlar. Ama bir zamandır bizzat
Bu potansiyeli gerçekliğe dönüştürecek şey siyasi bir liderliktir. Tam da böylesi dönemlerde sömürülen ve baskı görenlerin tüm kesimleri içinde örgütlü bir devrimci parti harekete yön verebilir ve devrimin göbeğini erkenden kesmeye çalışanların siyasetini yenebilir. General Kornilov Rus devrimini boğmak istediğinde Leon Troçki şöyle yazıyordu: “Devrim kimi zaman karşı devrimin kamçısına ihtiyaç duyar”. Troçki, insanların radikalleşmesinin altında egemen sınıfın gerçek yüzünü görmüş olmasının yattığını anlatmaya çalışıyordu. Sudan halkı bunu gördü.
leşmiş Milletler’e göre, Libya’da kamplarda Akdeniz’i geçmeyi amaçlayan 60.000 kişi var. Bu 60.000 kişinin büyük çoğunluğu Libya’dan başka Libya’nın kendisi de göçmen üretmeye başladı. Trablus ve çevresinde sürmekte olan savaş sonucunda şu ana kadar 90.000 Libyalının evini terk etmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. Bunların da bir kısmının savaşsız, ölümsüz, yeni bir hayat umuduyla Akdeniz’i aşmaya çalışacağından kimin kuşkusu olabilir? Libya’nın birkaç parçaya bölünmüş, savaş ve vahşet dolu bir ülke hâline gelmesi 2011 yılında başladı. Nasıl mı? Can havliyle Avrupa’ya ulaşmaya çalışan tüm göçmenlerin ülkelerinde ne olduysa Libya’da da aynısı oldu. Amerika ve Avrupa ülkeye müdahale etti, bombalar yağdırdı. Durum buyken, on binlerce kişi ölümle karşı karşıyayken, İstanbul’un her yanını “Her şey çok güzel olacak” afişleriyle kaplayan partinin belediye başkanı Mudanya’da Suriyelilerin denize girmesini sorun etti. “Bizim çocuklarımız şehit olurken, analarımız ağlarken, ekonomimiz kötüye giderken onlar zevki sefa içinde ya” diyerek sahili Suriyelilere yasakladı.
Tüm dayanışma duygularımız Sudan’da devrim için savaşanların yanında!
Ne diyeyim ki? İnşallah fırtınalı bir gece Hayri Türkyıl-
Çeviri: Canan Şahin
sefa yaşar.
maz kendini 46 kişiyle beraber Akdeniz’de küçücük, su alan, devrilmek üzere olan bir kayıkta bulur, zevki
8 TARTIŞMA
CUMHUR İTTİFAKI’NIN KRİZİ BÜYÜYOR
23 Haziran’da aynı sandık kurulları görev alıyor
YSK’ya İstanbul seçimlerini ye-
niletme kararı aldıran AKP-MHP koalisyonunun sorunları çözülmediği gibi büyüyor. Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasında tekrarlanacak İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçimleri, AKP-MHP ittifakıyla muhalefet arasındaki bütünlüklü bir kapışma sahasına dönüştü. Hatırlanacağı gibi, 31 Mart seçimlerinde başka birçok büyükşehirle birlikte İstanbul da Cumhur İttifakı’ndan Millet İttifakı’na geçmiş, İstanbul’da haftalarca süren itirazların ardından AKP’nin baskısıyla YSK tarafından seçimin yenilenmesi kararı alınmıştı. YSK, kararına gerekçe olarak, sandık kurulu başkanlarının kanuna aykırı biçimde oluşturulmasını göstermiş ve bu konuyla ilgili itiraz sürecinin bitmiş olmasını dikkate almamıştı. Aynı YSK’nın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma geçiren ilçe seçim kurulu müdürlerinin yenilenecek seçimlerde de görev yapmasına karar vermesi ise yenilenme kararının hukuki değil
siyasi olduğunu bir kez daha ispatladı. Bu koşullar altında, AKP yetkilileri dahi, kendi tabanlarının epeyce bir kesiminin Ekrem İmamoğlu’nun haksızlığa uğradığını düşündüğünü itiraf etmek zorunda kalıyor. Öyle ki, ilk defa bir AKP adayı, münazara için televizyonda CHP adayıyla birlikte bulunmayı kabul etmek zorunda kaldı. Kamuoyu yoklamaları da AKP-MHP ittifakının ibreyi lehine doğru çeviremediğini gösteriyor. Anketler iktidarın aleyhine AKP’nin hesabı, AKP’ye olan tepkileri nedeniyle sandığa gitmeyen, karşı tarafa da kendilerine de oy vermeyen yüz binlerce seçmenini ikna etmekti. Ancak AKP liderliği, Süleyman Soylu ve Tayyip Erdoğan şahsında, kendilerine 31 Mart seçimlerini kaybettiren söylemlerin aynısını kullanmaya devam ediyorlar. Bu, anketlere de yansıyor. Optimar araştırma şirketine göre İmamoğlu 52-48 önde. Piar ise kitle psikolojisinin Ekrem İmamoğlu lehine olduğunu söy-
IRKÇILIK VE DEVLET BASKISI AKP-MHP ittifakı, Kürt illerinde Kürtçe tabelaları kaldırıyor. İstanbul’da Yeşilköy’e gidip “6 ay verin, Suriyelileri temizleyeceğiz” diyor. Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” diyerek bunun üzerinden saldırıyor. AKP Erzurum milletvekili İbrahim Aydemir, İmamoğlu’nun Beylikdüzü’ne Makarios’un heykelini diktiğini, eğer İstanbul’u kazanırsa Fatih Sultan Mehmet’in yanına
lüyor. MAK Danışmanlık 51-49 İmamoğlu’nu önde gösterirken, A&G Araştırma Şirketi Genel Müdürü Adil Gür, "YSK’nın İstanbul seçimlerini iptal etmesinin ardından sürecin Ekrem İmamoğlu lehine geliştiğini yaptığımız araştırmalarda görüyoruz" yorumunu yapıyor. KONDA Araştırma Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır da seçimlerin yenilenmesinin toplumun vicdanını zedelediğini, Erdoğan’ın “sahicilik yitimi” yaşadığını ve İmamoğlu’nun avantajlı olduğunu söylüyor. 31 Mart seçimlerini Binali Yıldırım’ın %4 puan farkla kazanacağını iddia eden ORC dahi 23 Haziran’da bu farkı binde üçe indirmiş durumda. Konsensüs 51’e 49’la Ekrem İmamoğlu’nun önde olduğunu söylüyor. Birçok ankette görülüyor ki, halkın üçte ikiye yakını, seçimlerin iptalini yanlış buluyor. Yalpalayan seçim kampanyası Binali Yıldırım’ın seçim kampanyası, bu dezavantajları gidermeye çalışırken yeni çelişkileri bağrında taşıyor. 31 Mart seçimleri ön-
“imansızların heykellerini dikeceğini” iddia ediyor. AKP’lİ Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu, Ekrem İmamoğlu’nun seçimi kazanmasına ilişkin ‘bir Yunan kazandı’ demişti. AKP medya sorumlusundan Soylu’nun yardımcısına herkes böyle söylemler kullanıyor. TOBB başkan yardımcısı, Soylu’yu protesto edenlerin “Müslüman görünümlü Pontuslar” olduğunu söylüyor. Bu pespaye ırkçılık, tehditler ve devlet baskısıyla el ele gidiyor. İmamoğlu’nun “Koç’un uçaklarında gezdiği” söyleniyor,
cesi hükümet “Kürdistan isteyen varsa Irak’a gitsin” diyordu, şimdi Diyarbakır’a gidip MHP’yi kızdırmak pahasına “Kürdistan” deniliyor. Dersim ismi üzerinden milliyetçi bir fırtına estirilmesinden birkaç hafta sonra, Binali Yıldırım rakibi CHP’yi “Dersim” üzerinden sıkıştırmaya çalışıyor. AKP il yöneticisi, Ekrem İmamoğlu’nun bir röportajını montajlayarak kurgu bir “PKK ve FETÖ ile birlikte yöneteceğiz” hikayesi uyduruyor. Karadeniz turunda valiler ve diğer devlet görevlileri, İmamoğlu’na sayısız zorluk çıkartıyor. Abdullah Öcalan ile avukatlarının görüştürülmesi üzerinden açlık grevleri sona erdirilir ve Kürt seçmene mesaj verilirken, diğer yandan İmamoğlu’na yönelik korkunç bir “Pontus” propagandasıyla ırkçılık yapılıyor. Süleyman Soylu, Suriyeli mültecileri İstanbul’dan göndereceklerini “müjdeliyor”. Havaalanında AKP’yi protesto eden AKP seçmeni, çabucak “DHKP-C, THKP/C ve DEV-YOL ile bağlantılı” ilan ediliyor. AKP’nin kontrolsüz gidişatı devam ediyor.
Koç Holding tarafından verilen yanıtta Binali Yıldırım’ın da aynı firmadan helikopter kiraladığı anlatılıyor. Havaalanında İmamoğlu’na zorluk çıkartılırken, Soylu’yu protesto eden bir kişi için hukuki soruşturma başlatılıp “terör örgütleriyle ilişkili” ilan ediliyor. AKP teşkilatından, daha önce Kılıçdaroğlu’na yumruk atan saldırganın elini öperken görüntülenen Önder Gökçekaya adlı kişi ise elinde silahla poz verip “Soylu Bakanım emirlerini bekliyoruz... Vur derse vururuz, öldür derse öldürürüz.... Terörist
Özgürlükçü bir alternatif için mücadele Hükümet cephesinde durumlar böyle. Ancak muhalefette de durum pek iç açıcı değil. Sosyalist İşçi gazetesi, 31 Mart’ta CHP-İyi Parti blokunu desteklememişti. 23 Haziran’da İmamoğlu’nu beğendiğimiz veya politikalarını onayladığımız için değil, yalnızca ve yalnızca seçimlerin iptalindeki haksızlık nedeniyle, demokrasiyi ve seçme hakkımızı korumak için İmamoğlu’na oy atacağız. Ancak bunun yanında, Bolu ve Mudanya belediye başkanlarının göçmenlere yönelik ırkçı uygulamalarında görüldüğü gibi, yerli milli iktidara karşı çarenin milliyetçi bir muhalefet olmadığını düşünüyoruz. Önemli olan, AKP’den bıktığı için sandığa gitmeyen İstanbul’daki 500 bin, tüm Türkiye’deki 2 milyon civarı AKP seçmenini kazanacak bir alternatif inşa etmek. Böylesi bir siyasi güç, daha geniş emekçi kitleleri AKP’den kopartarak iktidarın yenilmesini sağlayacak ve eşitlik özgürlük mücadelesini büyütecektir.
bize vız gelir tırıs gider...” diye paylaşıyor ve hakkında hiçbir işlem yapılmıyor. 31 Mart öncesi AKP-MHP’nin bu baskıcı ve ırkçı politikaları, toplumdaki kutuplaştırmayı derinleştiren sözleri kendisinin aleyhine işlemişti. Onca “Pontus” saldırısına rağmen İmamoğlu, bayram günlerinde Trabzon, Giresun ve Ordu’da kitlesel mitingler yaptı. Irkçı saldırıların boşa düşmesini sağlamak için ise göçmenler, Rumlar ve tüm gayrimüslimlerle birlikte Kürtleri de savunan ve kapsayan kitlesel bir mücadeleyi inşa etmek gerekiyor.
MÜCADELE
İŞÇİ SINIFININ ÖFKESİ KABARIYOR
9
METAL İŞKOLUNDA TARİHİ ADIM Metal işkolundaki iki büyük sendika aralarında anlaşma imzaladı. Anlaşma
imalat
sanayisinde
işçilerin küresel temsilcisi olan IndustriAll’un uzun süreli
çabaları
sonucu
gerçekleşti. Birleşik Metal-İş (DİSK) ile Türk Metal (Türk-İş)’in imzaladığı anlaşmaya göre: Kriz sonucu 1.2 milyon kişi işsiz kaldı FARUK SEVİM
Siyaset hareketleniyor, bir değişim yaşıyor. AKP iktidarı kan kaybediyor, İmamoğlu gibi yeni figürler ortaya çıkıyor. Siyasetteki bu değişimin kaynağı işçi sınıfının kabaran öfkesi. Bunun böyle olduğunun bilinmesi önemli. İmamoğlu tarzı siyasi figürlerin bugün öne çıkıyor olmasının nedeni, asıl olarak işçilerin, yoksulların yaşadığı sıkıntılar ve bu sıkıntıların doğurduğu öfke. Bu öfkenin birikmesine yol açan pek çok gelişmeyi özellikle son bir yılda hep birlikte yaşıyoruz. Zamlar devam ediyor Ekonomik kriz 2018 yılının ortasında, Berat Albayrak Maliye Bakanı ilan edildiğinde tüm açıklığıyla ortaya çıktı. TL’nin değeri düştü, temel ekonomik göstergeler bozuldu, büyüme önce durdu, sonra küçülme başladı. Sanayi ve inşaat başta olmak üzere her alanda üretim daraldı. Artan hayat pahalılığı sonucu insanların zorunlu tüketim maddelerini alımları bile alabildiğine kısıldı, halkın ekonominin geleceğine ilişkin güveni yerlerde sürünüyor. Ekonomik kriz ve krizin getirdiği hayat pahalılığı ve işsizlik milyonlarca emekçinin yaşamını alt üst ediyor. Gıda fiyatlarındaki artışlar pek çok üründe yüzde 50’leri geçti. En son peynir ve süt ürünlerine yüzde 40’a varan zamlar yapıldı. Hayat pahalılığı ve enflasyon konusunda dünya üçüncüsü olduk. Hükümet ise yaşanan hayat pahalılığına, işsizliğe kalıcı çözüm üretmek yerine 31 Mart seçimleri öncesi göstermelik olarak açtığı tanzim satış mağazalarını bile kapattı. İşsizlik fonunu, bankalardaki mevduatları ve başka bulabildiği tüm kaynakları yağmalamak için sürekli kararnameler
Geçmişe dayalı sendikal yayınlıyor. Maliye Bakanı Berat Albayrak, “enflasyon üç ay sonra tek haneli olacak” diyerek tüm toplumu yanlış bilgilendirmeye devam ediyor. İşsizlik çığ gibi büyüyor TÜİK son işsizlik verilerini açıkladı, kapkara bir tablo önümüze serildi. İşsiz sayısı bir yılda 1 milyon 376 bin kişi arttı, 4 milyon 730 bin kişi oldu. Bu resmi rakam. Gerçek işsiz sayısı çok daha fazla. Geçen yılın aynı dönemine göre işsiz sayısı yüzde 41 arttı. Genç işsizlerin durumu daha da feci. Açıklanan Şubat 2019 işsizlik verilerine göre genç işsizlik oranı yüzde 26,1 seviyesinde. Yeni hayata başlayacak gençlere iş yok. Türkiye hayata işsiz başlanan bir ülke olmuş durumda. Bir yıl önce 28 milyon 100 bin kişi işte iken, şimdi bu sayı 27 milyon 300 bine düştü. Çalışanların sayısı bir yılda 800 bin kişi azaldı. İşten atılanlara, ilk kez iş talep edenler eklenince işsiz sayısı yaklaşık 1 milyon 400 bin kişi arttı. Ağır bir kriz var. Hükümet seçimi bitirmeyerek sadece insanların oy hakkını gasbetmekle kalmıyor, aynı zamanda ekonomik sorunların büyümesini de tetikliyor. Seçimin sonuçlandırılmayıp, 23 Haziran’da İstanbul’da tekrar sandığa gidilecek olması, yatırımları durduruyor, üretim, tüketim gibi ekonomik ihtiyaçlar bekletmeye alınıyor, bunların sonucu olarak ekonominin temposu düşüyor. Ekonomik göstergeler kötüye gidiyor İthalat nisanda yüzde 15 geriledi, üretim daralmaya devam ediyor. İhracat artışı düşük, otomotiv gibi en öndeki sektörler daralıyor. Kredi hacmi nisanda tekrar daralmaya başladı. Demek
ki tüketimler daha da azalacak. TÜİK perakende verilerini açıkladı. Buna göre perakende satış hacmi 2019 yılı mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 3,8 azaldı. Hayat pahalılığı sonucu tüketim azalıyor Enflasyon yükseldikçe boğazımızdan keser olduk. Son bir yılda Türkiye’de nüfus 1 milyonun üzerinde arttı ama tavuk eti üretimi, kırmızı et üretimi, süt, peynir ve yoğurt üretimi düştü, tüketimi azaldı. Gıda tüketimini bile azaltan bir ekonomik kriz var ve bu kriz 1994, 2001, 2009 krizlerini geride bırakan ağır bir ekonomik bunalıma dönüşmüş durumda. Eş-dost kayrılırken işsizlikten intihar edenler var Ekonomik kriz yüzünden artan geçim sıkıntısı ve çalışma koşullarının zorlaşmasıyla birlikte intihar vakalarında önemli artışlar yaşanıyor. Türkiye tarihinin hiçbir döneminde görülmediği kadar yoğun intihar vakaları ile karşılaşıyoruz. Yoksulluk, geçim sıkıntısı, işsizlik, borç ve çalışma koşullarının kötü olması intiharlarda başı çekiyor. AKP iktidara geldiğinde 70 bin olan atanamayan öğretmenlerin sayısı bugün 500 bine yükseldi. OHAL’den bu yana atanan öğretmenler sözleşmeli olarak işe alınmaya başlandı. Atanamadığı için ciddi travma yaşayan öğretmenlere “ücretli öğretmenlik” adı altında dayatılan çalışma koşulları ise oldukça kötü. Öğretmen ve öğretmen adaylarının yaşadığı sorunlar intihar vakalarını da tetikledi. Yalnızca 2017 yılında 52 öğretmen intihar etti. 2017, 2018 yılları ve 2019 yılının ilk yarısı eklendiğinde intihar eden öğretmen sayısı 100’ü aştı. 2017’de 3’ü
hekim, 53’ü hemşire, 66’sı diğer personelden oluşan 122 sağlık çalışanı yaşamına son verdi.
uyuşmazlıklarla rekabete
EYT’lilerin hakları gaspediliyor
baskılarına karşı ortak ha-
son verilecek. İşverenlere ve hükümet
Emeklilik yaşını sınırlandıran 4447 sayılı yasa 1999 yılında çıkarıldı. Ama 1999 yılı öncesinde işe girenlere de uygulandı. Yasalar, insanların yararına olmadığı sürece geriye doğru işletilemez. Ama emeklilik yasası çalışanların aleyhine olduğu halde geriye doğru uygulandı. İşçi sınıfı ve yoksulların karşılaştığı iş kazaları, grev yasakları, artan elektrik ve enerji faturaları onların öfkesinin diğer başka sebepleri.
reket edilecek.
AKP elitleşiyor
rısı yapılacak. İki sendika
AKP iktidarının yoksullara böbürlenen mensupları, iş isteyen insanları azarlayan yöneticileri, zenginlerin ve zengin AKP’lilerin ihtişamlı yaşamı, riyakarlıkları (Dersim diyenleri linç ederken kendilerinin rahat rahat Kürdistan diyebilmeleri), zabıtaların ıhlamur satan amcaları tartaklaması gibi sayısız örnekte de gördüğümüz gibi, işçi sınıfının AKP iktidarına karşı öfkesi giderek artıyor. İşte değişim, fark edilse de edilmese de buradan geliyor.
referandum
Sonuç İşçi sınıfı ve ezilenler olarak, ortak talepler etrafında bir araya geleceğimiz bir cepheye ihtiyacımız var. Bu cephe geçmişte, 1999-2001 yılları arasında yaşanan ekonomik kriz döneminde kurulmuştu. İçinde pek çok sendika ve meslek örgütü vardı. Adı Emek Platformu idi. Şimdi yaşanan tüm olumsuzluklara karşı mücadele edebilmek için, yine bir birleşik işçi cephesinin kurulması gerek.
İşçilerin sendikal tercihinin özgür biçimde oluşması sağlanacak. Anlaşma ile referandum, sendika seçme özgürlüğünün bir parçası olarak kabul edildi. Bir sendikanın bir işyerinde işçilerin yüzde 15’ini üye yapması durumunda referandum çağsonuçlarına
uymayı, yetki uyuşmazlığı çıkarmamayı ve yargı yoluna
başvurmamayı
kabul etti. Referandum konusundaki itirazları IndustriAll karara bağlayacak. Taraflar, sendika içi seçimlerin
demokratik,
açık ve şeffaf yapılması konusunda da uzlaştı. Süresiz olarak imzalanan anlaşmaya göre imzacı taraflardan birinin anlaşma hükümlerini ihlal etmesi durumunda bu sendika, IndustriAll (Küresel Sanayi İşçileri Sendikası) üyeliğinden çıkartılabilecek. Bu anlaşmaya katılmaya davet edilen Hak-İş üyesi Çelik-İş Sendikası ise anlaşmaya katılmayı kabul etmedi.
10
GÜNDEM
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDEN İKLİM KRİZİNE
Exxonmobil rafinerisi NURAN YÜCE
İklim değişikliğinden bahsederken atmosferik değişimler üzerine gözlem yapan ve verileri değerlendiren Hawaii’deki Mauna Loa Gözlemevi’nin adı sıklıkla zikredilir. Bunun nedeni ise bu gözlemevinin en önemli görevlerinden birinin de atmosferdeki karbondioksit oranlarının kaydını tutmasıdır. Mauna Loa Gözlemevi’nin 1958 yılı kayıtlarına göre -ki bu ilk kayıt-atmosferdeki karbondioksit oranı milyonda 315 birim olarak ölçülmüş. Mauna Loa’nın son verisi 2 Mayıs 2019 tarihli, atmosferdeki karbondioksit oranı ise 415 ppm’e yükselmiş. 61 yıl içinde 100 birimlik bir artış. Bu doğal olmayan, hızlı, ölümcül bir artış. Doğal olmayan, radikal artış Kimi bilimsel teknikler kullanılarak atmosferdeki çok eski tarihlerdeki karbondioksit oranları da tespit edilebiliyor. 5000 yıl boyunca 270-280 ppm olan kar-
bondioksit oranı fosil yakıtların kullanımına başlanmasıyla birlikte yaklaşık 100 yıl içinde 280’den 290 ppm’e ulaşıyor. 290’dan 300 ppm’e 40, 300’den 310 ppm’e 30 sene içinde yükseliyor. Ve her on birimlik artışın süreleri gittikçe azalıyor. 410’dan 415 ppm’e yükselmesi sadece 2 yıl içinde oldu. Bu artışlar şu ana kadar gezegenin sıcaklığını yaklaşık 1,2 derece arttırdı. Sıcaklık artışının etkileri ise tam bir yıkım. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün geçtiğimiz yıla ait iklim değişikliğinin başlıca etkilerini derlediği rapor 2018'de su sıcaklığının rekor düzeye çıktığını, su seviyesinin de küresel düzeyde 3,77 mm yükseldiğini belirterek başlıyor. İklim olayları ve aşırı ısınmaya bağlı afetlerin yaklaşık 62 milyon, sellerin yaklaşık 35 milyon, yılın en şiddetli fırtınası Mangkhut Tayfunu’nun Filipinler’de 2,4 milyon insanı etkilediği, 134 kişinin ölümüne yol açtığı raporda yer alıyor. Son yüzyılın en kötü sel ve yağışları Hindistan’ın Kerala eyaletinde yaşanırken Avrupa, Japonya ve ABD’de sıcak hava dalgalarından ve orman yangınlarından 1.600’den fazla insanın öldüğü de rapordaki veriler arasında. İklim krizi
YENİ SAYI ÇIKTI!
DMÖ’nün 2018 yılı raporunun ve yaşadıklarımızın gösterdiği gibi iklim değişikliği ne tekil bir felaket ne dünyanın belli bir coğrafyasıyla sınırlı. Daha can acıtıcı ve aynı zamanda öfke doğuran yanı ise geçtiğimiz yıllar içinde iklim sistemini değiştiren karbon salımlarını sabitleme, azaltma, sıfıra indirme imkanları varken bunların yapılmamış olması ve geldiğimiz aşamada daha büyük tehlikelere kapı açması. Tehlikelere kapı aralama ve zamanımızın azaldığına dair en ciddi uyarılardan biri Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2018 yılında yayımladığı son raporunda yer aldı. Rapor
küresel iklim değişimini 1.5 derece ile sınırlandırmak için önümüzde sadece 12 yıllık bir sürenin kaldığını söylüyordu. IPCC ilk raporunun yayınlandığı 1990 yılında karbondioksit miktarı birçok bilim insanının dile getirdiği sıcaklık artışını güvenli seviyede tutabilecek olarak ifade edilen 350 ppm civarındaydı. Şimdi 415 ppm’de. Yine bir çok çalışma 1.5 veya 2 derecelik bir artışın ekolojik sistemlerde ardışık geri besleme mekanizmalarını tetikleyeceğini ve bunun gezegenin sıcaklığını daha artıracağını söylüyor. Birbirine bağlı, çok karmaşık ve aynı zamanda çok hassas dengelere sahip iklim sisteminin hangi noktada kırılacağı çok net bilinemiyor. Ama tartışmaya yer bırakmayacak şekilde bildiğimiz bazı konular var: Fosil yakıtların kullanımı ve arazi yapısındaki radikal değişiklik atmosferde sera gazlarının artmasına bu da gezegenin ortalama sıcaklığının artmasına yol açıyor. İklim sistemini değiştiren bu süreç bilimsel olarak 1950’lilerin sonlarından itibaren fark edildi. Bilim insanları 1990’lardan itibaren her sene nasıl bir felaketin içinde olduğumuz ve engellenmezse nasıl bir yok oluş tehdidi ile karşı karşıya kalacağımızın verilerini her platformda dile getirdiler ve “Bizi sıcaklık artışını sınırlamada alıkoyanın iklim sistemi değil, küresel toplumun kendisi” olduğu uyarıları dozu artarak ifade edildi. Tüm bu bilimsel uyarılar, yaşanan iklim değişikliği kaynaklı afetler ve nihayetinde önümüzde 12 yılımız var. Bu gerçekliğe devlet yöneticilerinin yanıtını ifade etmek için kelime bulmakta zorlanıyoruz gerçekten de. İklim değişikliği için acilen eylem çağrısı yapan, sıcaklık artışının 1,5 derecede sınırlandırılması için somut ve hemen adım atılmasını isteyen öğrenciler 20 Eylül Cuma gününden başlayarak dünya çapında sadece öğrencilerin değil, işçilerin de dahil olmalarını istedikleri bir haftalık bir
iklim grevi eylemi çağrısı yaptılar. İşte bu çağrı metninde sistemin bu soruna verdiği yanıt iyi özetlenmiş durumda. 30 yıldır yapılanlar şöyle anlatılıyor: “Yıllar yılı boş boş konuşup durdular, iklim değişikliği konusunda sayısız müzakere yürüttüler, içi boş anlaşmalar yaptılar ve bol bol kâr etsinler diye ayağımızın altındaki toprakları kazıp, geleceğimizi yakıp dumanını savurmaları için fosil yakıt şirketlerine bir yığın avanta sağladılar. Siyasiler iklim değişikliği olayını on yıllardır biliyorlardı. Bizim geleceğimiz konusunda taşımaları gereken sorumluluklarını, varlığımızın ta kendisini tehlikeye sokma pahasına hızlı kârlar peşinde koşan vurgunculara bayıla bayıla devretmekte sakınca görmediler.” “Önümüzde 12 yıl var” uyarısı milyarlarca insan ve canlı türü açısında hayatta olup olmama meselesine işaret ediyor. Karbon salımlarını sıfıra indirmek, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak mümkünken, sorunu yaratan ve çözümünün önünde de engel olan kapitalist sistemi ortadan kaldırmak bir elzem. Çünkü ya o bizi yok edecek ya da biz onu yok edeceğiz.
29. SAYI YAYINDA
AKTİVİZM
İŞÇİLERİN YERİ, MÜLTECİLERİN YANIDIR Sınırlara bölünmüş kapitalizmin dünyası, mülteciler için adeta bir cehennem.
sudan sebeple sokak ortasında dövülmek, hatta öldürülmek demektir.
Çayırova’da yanan fabrika
En fazla mülteciyi barındıran Türkiye'de ise birileri mültecilerin yerlilerden çok daha iyi yaşadığını iddia ediyor.
Mültecilerin zevk u sefa içinde yaşadığı yalanını durmadan yayan ırkçılar, şehirlerde mültecilerin yaşamasını imkansız hale getiriyor.
Türkiye'deki sömürü düzeninin yarattığı problemleri, sığınmacılar yaratmış gibi gösteren ırkçılar, bunların acısını yine sığınmacılardan çıkartmak istiyor.
Türkiye'nin en büyük şehri İstanbul'da seçimler tekrarlanacak. İki adayda aynı şeyi söylüyor. AKP'li Binali Yıldırım "Kulaklarından tutup atarız" derken, CHP'li Ekrem İmamoğlu ise "Mülteciler, mülteci olduğunu bilmeli, nihai olarak geri göndereceğiz” diye konuşabiliyor.
Peki mültecilik hakkı bile tanınmayan mülteciler gerçekte hangi koşullarda yaşıyor?
Iğdır’daki mülteci kampı
Kocaeli Çayırova'da bir tekstil fabrikası, bayram günü yandı.
Bu sırada İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, seçmenlere 6 ayda içinde 50 bin mültecinin gönderileceğini vaat ediyor. Kim bunlar? Soylu'ya göre "dükkanlarda yatanlar." Yani sigortasız, düşük ücretle, neredeyse kölelik koşullarında çalıştırılan mülteci işçiler.
İçeriden üç Suriyeli, bir Afgan işçinin cansız bedenleri çıkarıldı. Bayramda herkes tatil yaparken çalışan mülteci işçilerin üzerinden bir kimlik dahi çıkmadı. Tek kelime Türkçe bilmeyen acılı aileler geride kalırken, patronların kâr hırsı yüzünden ölen işçilerin, diğer işçilerin haklarından yoksun bir şekilde kaçak olarak çalıştırıldıkları ortaya çıktı. İş cinayetleri, Türkiyeli işçilerin hayatlarını çalarken, onlarla aynı işi yaptıkları halde daha düşük ücret alan mülteci işçiler yanarak öldü.
bağlı Geri Gönderme Merkezi'nde, insanlık dışı koşullar sebebiyle verem salgını başladığı bir gazeteci tarafından duyuruldu.
Türkiye'de mülteci olmak demek işçi olmak, acımasızca sömürülmek demektir.
Mülteci kampı denilen yerde, çadırlar içine kurulan koğuşlarda, insani barınma koşullarından yoksun bir halde tutuldular, hastalandılar.
Geçen bayramda bir kara haber de Iğdır'dan geldi. Göç İdaresi'ne
Devlet, salgın haberini başta yalanlasa da gerçek açığa çıktı. Hasta
mülteciler karantinada, Iğdır'daki mülteci kampı verem salgını sebebiyle boşaltılıyor.
Türkiye'de iyi koşullarda yaşayan birileri varsa bunlar daimi zenginler ve iktidar eliyle zenginleştirilmiş elitlerdir. Küçük bir azınlık.
Kamplarda durum kötü. Peki mültecilerin fabrikalarda ve tarlalarda çalıştırıldığı şehirlerde iyi mi?
Mülteciler, Türkiyeli işçilerin rakibi ya da düşmanı değil, sınıf kardeşleridir. İşçileri, mültecilere düşman etmeye çalışanlar, işsizliğin ve fakirliğin gerçek sorumlularını gizliyor. Bizi, bizim gibi işçilere düşman ederek, kendi iktidarlarını devam ettirmenin peşindeler.
İstanbul, Ankara ve bir çok kentte mülteci olmak, bir yalan ya da
Hepimizin kurtuluşu, ortak taleplerimiz için birleşik mücadelede!
Türkiye'de mülteci olmak, Iğdır ve başka yerlerdeki kamplarda insanlık dışı koşullarda yaşamak demek.
SEN DE BİR ŞEYLER YAP!
Dünya Mülteciler Günü Etkinlikleri
Basın açıklaması
Mülteci bile olamayanlar 20 Haziran Perşembe 19:00 Yer: Odakule İş Hanı önü (Tepebaşı tarafı – Beyoğlu)
Film gösterimi
www.gocmeniz.org
Yer: Sahne 59 İstiklal Caddesi Aznavur Pasajı No: 108 Kat: 8 Beyoğlu İletişim: 05556372450
www.gocmeniz.org
h
Hepimiz Göçmeniz kampansına destek ve katılım için bize ulaşın:
EŞiK Yönetmen Dilek Gül ile söyleşi Giriş konuşması Ozan Tekin
miz göçm ep i
eniz
Hepimizin yapabileceği bir şeyler var. Mültecilerin hayatı önemlidir diyenler, savunmasız insanlarla dayanışıyor. Onlar hakkında yayılan yalanları teşhir ediyor. Haklarını almaları ve insanca koşullarda yaşamaları için mücadele ediyor.
Hepimiz Göçmeniz - Irkçılığa Hayır! kampanyası ırkçılığa karşı dayanışmayı büyütüyor. Sen de destek ver, mültecilerin çığlıkları duyulsun. Sen de katıl, bu korkunç durumu hep birlikte değiştirelim.
MİLYONLARCA MÜLTECİ VAR, MÜLTECİLİK HAKKI YOK! Irak'tan Suriye'ye, Afganistan'dan Afrika'ya, dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan çatışma ve krizler sonucu milyonlarca insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Dünyada 65 milyondan fazla insan, çatışma, şiddet ya da baskılar sebebiyle yerlerinden edilmiş durumda. Savaş, katliam ve açlıktan kaçan milyonlarcası Türkiye'ye sığındı. Birleşmiş Milletler tarafından paylaşılan verilere göre Türkiye, 3.9 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor ve şu anda dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülke. Resmi rakamlara göre 3.6 milyondan fazla Suriyeli, 169 bin Afganistan vatandaşı, 143 bin Irak vatandaşı, 35 bin İran vatandaşı, 4 bin 800 Somali uyruklu , 10 bin diğer olmak üzere 3.9 milyon mülteci Türkiye'de barınıyor. Mültecilerin geldikleri ülkelerde ya kanlı bir savaş var ya da ekonomik yıkım. Bu insanların çoğu, her insanın hakkı olan daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için Türkiye'ye sığınmadılar. Canlarını kurtarmak, çocuklarının hayatını kurtarmak için buradalar. Türkiye, en fazla mülteciyi barındıran ülke, aynı zamanda bu mültecilerin uluslararası sözleşmelerle garanti alınması gereken haklarının tanınmadığı bir yer.
20 Haziran 19:30
Mültecilerin haklarından yoksun yaşamasından, acımasızca sömürülmesinden, sokakta lince uğrayıp ırkçı nefrete maruz kalmasına kızgın mısın?
11
ırkçılığa hayır!
Misafir ya da sığınmacı gibi hukuki statü ve güvenceden yoksun bir şekilde yaşayan milyonlarca insanın, mültecilik hakkı bile tanınmıyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
- -
KADIN HAKLARINA SALDIRI HAZIRLIĞI!
İSTANBUL SÖZLESMESİ FESHEDİLEMEZ
SÖZLEŞME NELERİ KAPSIYOR İstanbul sözleşmesinin kapsadığı
alanlardan
bazıları şöyle: n Kadınların güçlendirilmesi yolu dahil kadın ile erkek arasındaki temel eşitliği teşvik etmek, n Kadına yönelik şiddetle mücadele kalanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle etkin işbirliği yapmak, n Özel sektör ve medyanın kadına yönelik şiddetin
önlenmesi
amacıyla politika hazırlamalarını
teşvik
etmek, ÇAĞLA OFLAS
Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu sözleşme imzacı ülkelere şiddetin önlenmesi konusunda pek çok yükümlülük getiriyor. Ayrıca bu yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğini denetliyor ve önemli yaptırımlar içeriyor. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık konularında şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı belge. Sözleşme şiddeti ele alırken, kapsayıcı olacak şekilde şiddeti önleyici ve mağdurların korunması, faillerin cezalandırılması ve konuyla ilgili gerekli politikaların üretilmesi gibi bütüncül bir perspektife sahip. Kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet ayrımcılığının hem sonucu hem de nedeni olarak tanınmasını
KAZANIMLARIN KALICI HALE GELMESİ İÇİN İktidar bloğu sözleşmeye uymamakla kalmıyor, boşanmayı güçleştiren arabuluculuk, nafaka hakkının ve fakirlerin kürtaj hak-
sağlıyor. Ayrımcılık maddesi altında “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği”ne vurgu yaparak, bu konuda da ayrımcılık yapılmayacağını beyan eden ilk uluslararası sözleşme. 6284 sayılı yasa İstanbul sözleşmesi iktidar konuyla ilgili somut adım atarsa hayata geçti. Konuyla ilgili atılan en somut adım sözleşmenin ilk imzalandığı dönemde 6284 sayılı şiddet yasasının değiştirilmesi oldu. 6284 sayılı yasa henüz 4-5 maddelik bir tasarı halindeyken, kadınların etkin mücadelesi sayesinde, kadınlar lehine önleyici ve koruyucu tedbirler alınması sağlanarak İstanbul Sözleşmesi’ne uygun bir hale getirildi. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın içeriği ve kazanımlarının üzerine yeniden vurgulamak önemli. Çünkü geçen hafta Milli İrade Platformu adına düzenlenen iftar programında kadınların haklarını güvence altına alan İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesi gerekkının gasp edilmesi gibi sözleşmenin ruhundan uzaklaşan pek çok yasa ve düzenlemeyle kadınların kazanımlarına saldırıyor. Kadınları güçlendiren mekanizmaları içeren bir sözleşmenin ortadan kaldırılmak istenmesinin ardında ekonomik krizin yükünü kadınların sırtına yıkmak arzusu
tiği üzerine yapılan konuşmalar üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan “İstanbul sözleşmesi nas değildir, feshedilebilir” dedi. İstanbul sözleşmesi düşmanları İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasaya ilişkin başta Akit gazetesi olmak üzere, iktidar bloğuna yakın muhafazakar çevrelerce itibarsızlaşma kampanyası yürütülmekte. Sözleşmesinin aile yapısını zayıflatarak, ülkenin toplumsal yapısını zayıflatmayı hedefleyen uluslararası bir komplo ürünü olduğunu öne süren bu çevreler, 6284 sayılı yasanın da “toplumumuza uygun hale getirilmesini” değiştirilerek etkisiz hale getirilmesini talep ediyorlar. Uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nin düşmanları sadece Türkiye ile sınırlı değil. Dünyada yükselişe geçen otoriter figürler kadınların kazanımlarına karşı savaş açmış durumda. Dünya Ekonomik Forumu’nun “Cinsiyet Eşitliği Endeksi”nde Türyatıyor. Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte cinsiyetçiliğin de yükseldiği, kadınların kazanımlarına yönelik saldırıların arttığı koşullarda kazanımlarının kalıcı bir hale gelmesi için yapılması gerekenleri de tartışmak gerekiyor. Sudan devriminde öne çıkan kadınların “Kadının yeri devrim-
kiye Guatemala, Burkina Faso, Etiyopya, Tacikistan ve Kuzey Kore’nin de arkasında kalarak 149 ülke arasında ancak 131. Sırada yer alabildi. Her yıl rekor sayıda kadın cinayetleri işleniyor. Bu cinayetlerin büyük çoğunluğunu kadınların kocaları gerçekleştiriyor. İstanbul Sözleşmesi karalamaların aksine cinsiyet eşitliğini savunuyor: “Kadınların yaşam hakkını korumak için tüm yasal tedbirleri al, bir kadın zarar gördüğünde, etkin bir kavuşturma gerçekleştir, adaleti sağla” diyor. Keza 6284 sayılı yasa da kadının şiddet görmesini, hayatta kalmasını sağlayan önleyici bir yasa. Bu yasa etkin bir şekilde uygulanmadığı için pek çok kadın bugün hayatta değil. Kadınların mücadelesi sonucunda kazanılan İstanbul Sözleşmesi feshedilemez. İktidar bloğu kadınların yaşam hakkına yönelik kazanımlarını tehdit etmekten vaz geçmeli ve artık sürekli kadınları taciz eden maço korosu susmalıdır. dir” sözleri önemli bir gerçekliğin altını çiziyor. Kapitalist sistemde pek çok kazanım gibi kadınların kazanımlarını da korumanın yolu, sistemi ortadan kaldırmaktan geçmekte. Bu nedenle kadınların hak mücadelesi de bütünlüklü bir toplumsal değişim mücadelesinin parçası olmak zorunda.
n Şiddet eylemlerinin tekr arlanmasından korumak amacıyla gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almak, n Şiddete maruz kalanın şiddet gösterenden tazminat talep etmesini sağlamak. Ayrıca Sözleşme kadınları koruyacak hukuki tedbirleri
alınmasını
şart koşan yükümlülükleri içeriyor. Daha da önemlisi sözleşmenin hükümlerinin yerine getirilip getirilmediğini denetlemek üzere, taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşan “GREVİO” adı verilen bir denetim komitesi var. Bu komite sözleşmenin etkili bir şekilde uygulanmasını
izleyecek,
raporlar hazırlayacak, taraf devletin rızası ile soruşturma ve gerekirse onun toprağında ziyaret edebilecek.