DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
İRAN, IRAK, LÜBNAN, HONG KONG, ŞİLİ, BOLİVYA...
648
23 Kasım 2019 3 TL. sosyalistisci.org
YOKSULLARIN ÖFKESİ DÜNYAYI SARSIYOR PORTRELER:
ROSA LUXEMBURG sayfa 4
29 KASIM’DA İKLİM İÇİN GREVE! sayfa 11
2
ÇÖZÜLME, ÇÜRÜME VE ÖFKE Dipsiz Göl’ün iki patron kılıklı adam define arayacak diye yok edilmesi. 12 bin yıllık bir mirasın yer yüzünden devlet yetkililerinin onayı ve jandarmanın kontrolünde imha edilmesi. Buna benzer o kadar çok örnek yaşanıyor ki. Sit alanlarının, koruma altına alınmış ekosistemlerin arka arkaya imara açılması. İnşaatçı bir kişinin turizm bakanı olması. Tarihi eserlerin restorasyonunda yaşanan rezaletler. Sadece inşaat sektörü için gözlerin karartılması değil sorun. Her alanda öfkeyi artıran uygulamalar var. Aynı dosyadan yargılanan insanların ayrı cezalara çarptırılması, Ahmet Altan örneğinde üç kez yaşandığı gibi, aynı suçtan birden fazla kez ceza verilmesi, insanların serbest bırakılıp kısa süre sonra aynı suçtan hapse atılması, üst mahkemelerin bağlayıcı kararlarının yok sayılması. İnşaat değil sadece, hukuk alanında adaletsizliğin toplumun bütünü tarafından kaygı verici bir hal aldığının görülmesi de öfkeyi artırıyor. Kurallara uyan bir yargı sistemi konusunda şüphe yaratılmış olması tek tek herkesi çivi üstünde yürüyormuş gibi kaygılandırıyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay halkın yargıya olan güvenin yüzde 38 olduğunu söylemişti. Bu açıklama Haziran ayında yapılmıştı. Aradan geçen dört ay güvenin daha da azalmasına ve haksızlıklara karşı öfkenin daha da birikmesine neden oluyor. Şunun açıklaması yok: Anayasa Mahkemesi “Barış akademisyenleri”nin suçsuz olduğuna hükmetti. Fakat bir barış metnini imzaladığı için okullarından, işlerinden atılan, pasaportlarına el konulan akademisyenler, haklarında verilen AYM kara-
rına rağmen işlerine dönemiyor, pasaportlarını alamıyorlar hala. OHAL dönemi fırsatçılığı, 15 Temmuz darbesine hiçbir şekilde bulaşmamış, bu darbeye katılmamış, darbeyi desteklememiş büyük bir kitlenin darbeye katılmakla suçlanıp mağdur edilmesine yok açtı.
açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın fiilli başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir. Şayet bu olmayacaksa, ikinci olarak, fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır.”
Son bir buçuk yılda, toplumun yoksul büyük çoğunluğu görülmemiş bir hızla daha da yoksullaşırken, büyük şirketlerin korunması, kollanması, bu şirketlerin borçlarının yapılandırılması ama asgari ücretin açlık sınırından defalarca aşağıda olması, zengin-fakir uçurumunun giderek büyümesi ve bu adaletsizliğin önüne geçilecek hiçbir adımın atılmaması, atılma ihtimalinin de görülmemesi öfkeyi artırıyor. Devlet desteği açık bir şekilde yoksuldan, emekçiden, kadından, ezilenden değil, zenginden yana.
Kuşkusuz, ikinci yol seçildi ve fiili durum yaratıp hukuku buna uydurmak giderek bir gelenek hale geldi, sık sık, hukuku fiili duruma uydurmaya bile gerek görülmeyen örneklere tanık olmaya başladık.
Kayyum atanan belediyeler, tutuklanan belediye başkanları, kadın cinayetlerinin engellenmesini sağlayacak tedbirlerin alınması bir yana bu katliamları önleyecek kazanılmış hakların tırpanlanmaya çalışılması ve önleyici tedbirlerin pratik olarak uygulanmaması öfkeyi artırıyor.
Şimdi, bu sınırlar açıkça görülmesine, yerli-milli koalisyonun AKP kanadı bir yandan hala Türkiye’de en çok oyu alan partiyken bir yandan da gizlenemez bir şekilde çözülmesine rağmen, hükümet, bu uygulamaları frenlemeyi başaramıyor.
Sorunun kökeninde, yöneticilerin, ilk başta bilerek keskinleştirdikleri kutuplaştırmacı siyaset ve uygulamaların, giderek bağımsız bir dinamik kazanması ve durdurulamaz hale gelmesi yatıyor. Gelişmeleri kavramak açısından, Devlet Bahçeli’nin, Erdoğan’ın fiili olarak cumhurbaşkanlığının yetki sınırlarını aşmasına yönelik eleştiri ve çözüm önerisini hatırlamak gerekir: “Bunlardan birincisi ve bizim
Önümüzdeki dönemi, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin doğasından kaynaklanan bir şekilde, AKP siyasal iktidarın merkezileşmesinin bedeli olarak çözülürken öfkenin toplumun geniş kesimlerinde birikmesi karakterize edecek. Unutmayalım, dünyada bugünün en belirleyici gelişmesi haksızlıklara duyulan öfke. İnanmayan her kıtada dünyanın meydanlarına bakabilir.
Ahmet Altan, özetle hapishaneleri dolduran binlerce masum insan olduğunu vurgulayarak adaletsizliği eleştirdi. Yazarın dava dışı konuşma ve eylemlerini suç unsuru olarak kabul eden mahkeme, onu tekrar hapse gönderdi.
devam ediyor.
Bir yandan kutuplaştırıcı siyaset ve uygulamalar diğer yandan öfkeyi biriktiren uygulamalar, politikalar ve açıklamalar çok hızla geldi ve kendi sınırlarına dayandı. 31 Mart yerel seçimleri ve 23 Haziran İstanbul yeniden seçimi bu sınırları gösterdi.
Ahmet Altan
AHMET ALTAN'A ÖZGÜRLÜK Türkiye'de darbelere karşı mücadele veren en önemli isimlerden biri olan Ahmet Altan, iki kez hakkında tahliye kararı verilen davada bir kez daha tutuklandı ve yeniden Silivri hapishanesine konuldu Tahliye kararına rağmen savcılığın tutuklama talebini onaylayan mahkemenin gerekçeli kararı, serbest kaldığı yedi gün zarfında Altan'ın yaptığı açıklamalara ve K24 sitesinde yayınlanan Kağıttan Flüt hikayesine işaret ediyor.
MARKSİZM 2020
Ahmet Altan'ın tahliye sonrası açıklamaları yersiz miydi? "Yargı reformu" ilan eden iktidar tutuksuz yargılamayı öncelikli kılacağını sözünü verdiği ve kısmi afla hapishanelerin boşaltılması hazırlıklarının yapıldığı bir sırada yeniden tutuklandı.
Ahmet Altan'ın tekrar hapse sokulmasından sadece iktidar kanadındaki şoven milliyetçiler sorumlu değil. Kendilerine "solcu" ya da "muhalif" adını takmış, özünde rakipleri kadar milliyetçi olanlar da "tutuklayın" kampanyası yaptı.
"Yargı reformu" belli ki Ahmet Altan gibi rejim muhaliflerini kapsamıyor.
Ahmet Altan'a karşı kurulan (iktidarın bahsettiği türden) bir "Türkiye ittifakı." Sırtını devlete dayayan bu ittifakın harcı olan milliyetçilik, sözde muhalifleri iktidara kolayca eklemliyor.
Yargıdaki siyasallaşma, sosyal medyada "tutuklayın" diye tempo tutan çevrelerin nabzına dayanan popülizm
Gazeteci-yazar Ahmet Altan, hepimizin düşünce ve ifade özgürlüğü için özgür bırakılmalı.
SALON marksizm.biz KÜRESEL İSYAN DEVRİMCİ FİKİRLER 8-12 NİSAN İSTANBUL CEZAYİR
GÜNDEM
EKONOMİK VERİLER GERÇEKLERİ GİZLİYOR
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
İNTİFADA! KA-ZA-NA-CAK! Dünyanın fokurdaması militarist bütün güçler açısından tehlike anlamına geliyor. Bu küresel eylem dalgasının aynı zamanda diktatörlüklere, haksızlıklara, zamlara, yoksulluğa karşı bir isyan dalgası olduğunu da düşününce, gerçekten de bu hareketlerin barışı güvence altına alacak sosyal bir gücü simgelediğinden emin olabiliriz. İster Lübnan’daki yığınsal hareket olsun isterse Bolivya’da darbeye karşı direniş hareketi, en önünde kadınların olduğu bu eylemler her devletin askeri gücüne karşı omuz omuza bir direnişi ifade ediyor. Eylemlerin her bir safhası kitlelerin yaratıcılığının açığa çıktığı bir platform haline geliyor. Şili’de göstericiler askeri araçlara ve tüfekli askerlere lazer ışınlarıyla engel olabiliyorlar. Zamanında Avrupa ve Dünya Sosyal Forumları içinde süren tartışmalarda dile getirdiğimiz yoksulluğa karşı ve barış için aynı anda mücadele etmek zorunda olduğumuz fikri, Arap Baharı’nın başka dinamiklerle
Trabzon’da geçici iş başvurusu kuyruğu
AKP Manisa Milletvekili Uğur Ayde-
mir, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2002 yılında asgari ücretle bin 707 tane yumurta alınabilirken, şimdi ekonomik şartların iyileşmesine bağlı olarak 4 bin 375 tane yumurta alınabildiğini söyledi. Bütün vergi ve harçların yüzde 22 zamlandığı, Pazar fiyatlarının yüzde 50 arttığı, işsizliğin 5 milyona dayandığı bir ortamda AKP aklı, dalga geçer gibi yumurta hesabıyla Türkiye’nin geliştiğini, yoksulluk olmadığını anlatıyor. Ama aslında yumurta fiyatlarındaki ani düşüşün Irak’ın yumurta alımına ambargo koymasından kaynaklandığını, yumurta şirketlerinin peş peşe batmakta olduğunu görmezden geliyor. Aynı görüşmede “elektriği, doğalgazı, onları geçiyorum” diyerek yumurta hesabıyla emekçileri kandırmayı umuyor. Daha öncesinde asgari ücretin yetebilir olduğunun hesabını çay-simit ile yapmalarının artık kimseyi inandırmadığını anlamış olmalılar ki bu sefer yumurta ile hesap yapıyorlar. İşsizlik sürekli artıyor Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Ağustos ayına ilişkin işsizlik ve işgücü istatistiklerini yayımladı. Buna göre İşsizlik oranı 2,9 puanlık artış ile yüzde 14 seviyesinde gerçekleşti. TÜİK verilerinde en dikkat çeken ise her zaman olduğu gibi genç nüfustaki işsizliğin yükselmesi oldu. Temmuz 2019’da yüzde 27,1 olan genç işsizlik oranı Ağustos ayında yüzde 27,4’e yükseldi. 15-34 yaş grubunu içine alan geniş yaş
yeniden hayat bulduğu bu eylem dalgası içinde bir
tanımlı genç işsiz sayısı 2 milyon 801 bine çıkarak tarihi rekor kırdı. Ayrıca 15-29 yaş grubunda ne eğitimde ne istihdamda olmayanların sayısı 5 milyon 700 bine ulaşarak yine bir rekor kırdı. Ekonomik kriz insanları intihara sürüklüyor Ekonomik krizin etkileri her geçen gün artarken, işçi ve emekçiler büyük bedeller ödüyorlar. İşsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı ve bunlarla bağlantılı şekilde ruhsal bozukluklarda ve intihar vakalarında artış rekor düzeylere ulaşmış durumda. AKP iktidarı ise “rekorlara” neden olan suçlarını örtbas ederek, maniple etme derdinde. Geçtiğimiz hafta İstanbul Fatih’te 4 kız kardeşin intiharı sonrasında yandaş basın hemen “algı operasyonu” yapıldığından, birilerinin bir şeyleri kaşımaya çalıştığından dem vurarak konuyu çarpıtmaya girişti. Tıpkı daha önce Kocaeli’nde bir babanın oğluna pantolon alamadığı için intiharına psikolojik deyip geçtikleri gibi. Ama intiharlar devam ediyor, Bakırköy’de ekonomik nedenlerle bir intihar vakası daha yaşandı. AKP başka söylüyor, rakamlar başka 2003’te 600 bin olan kayıtlı işsiz sayısı, AKP döneminde 7 kat arttı, bugün 4 milyonu geçti. 2003 yılında 150 bin olan işsizlik ödeneği başvuru sayısı, 2019’da 11 kat artarak 1,7 milyona yükseldi. Tüm bu sürede nüfusumuz sadece 1,2 kat arttı.
Türkiye’de 22,5 milyon kişi açlık sınırı altında yaşamaktadır. Türk-İş’in hesaplamalarına göre aylık 2 bin 64 liranın altında gıda harcaması yapan aileler açlık sınırında, 6 bin 724 liranın altında gelire sahip aileler de yoksulluk sınırında yaşıyor.
kez daha doğrulanıyor. Hem savaştan hem de yoksul-
İşçi ve emekçiler açlık ve yoksullukla boğuşurken, Türkiye’de son 6 yılda milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıktı. Aynı şekilde yoksul emekçilere sadaka niyetine verilen sosyal yardımlar soruna çare olmazken, 2020’de patronlar için SGK’ya yapılacak destek ödemesi 25 milyar lira olarak belirlendi.
te kendi mezar kazıcılarını görüyorlar. Çin Hong
AKP dönemiyle birlikte kişi başına düşen kamu borcu, dış ticaret açığı, elektrik, su, doğal gaz faturaları, şiddet, istismar ve cinayetler rekor düzeyde arttı.
luktan en çok zararı görenler, bir ve aynı toplumsal güçler. İran’da yoksullar, Kürtler, öğrenciler ve kadınlar aynı anda sokaklara çıktılar. Ekonomik, siyasal, ideolojik ve davranış kalıplarının toplamı olarak militarist güçler, bu küresel hareketKong’daki sonu gelmeyen hareketi dış kaynaklı ve bölücü olmakla suçlarken, Sisi yolsuzluklara karşı sokaklara çıkanları aynı şekilde suçluyordu. Askeri darbe sayesinde iktidara gelen Janine Avez mutlak her sağcı gibi Bolivya nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan yerli halklardan arınmış bir Bolivya hayal ettiğini söyleyebiliyor ve darbeye karşı eylemlerde dış güç arıyor. Tehditler ve düşmanca yaklaştıkları halk hareketlerine yönelttikleri hakaretler bütün bu otoriter liderler tarafından, sanki aynı sözlüğü kullanıyorlarmışcasına aynı tonlamayla ifade ediliyor. Çin devlet
Ancak AKP pembe hayaller yaymaya, işçi ve emekçileri aldatmaya devam ediyor. Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yapılan görüşmeler sırasında AKP milletvekilinin asgari ücret hesabı, esasta emekçilerle dalga geçmektir.
başkanı eylemleri bölücü olmakla suçlayıp, gösterici-
AKP’lilerin bu pişkince açıklamaları; yoksulluk, açlık ve bunların neden olduğu intiharlar gerçeğini örtemez. Zira işçi ve emekçiler her geçen gün yaşamlarının kötüleştiğini görmekte, gelecek kaygıları giderek artmaktadır. Türkiye kapitalizminin doğrudan sonuçları olarak yaşanan işsizlik ve yoksulluk AKP iktidarı eliyle daha da yaygınlaşmıştır. Bunun hesabını sormak için işçilerin örgütlenmesini ve birlikte mücadelesini güçlendirmeliyiz.
küresel bir isyan dalgası, otoriter liderler için yolun
lerinin kemiklerini un ufak edeceğini söyleyebiliyor. Otoriter liderlerin yükseliş ve maço açıklamalarla dünyayı kesif bir yere çevirme dönemlerinin sonuna geliyoruz. Neoliberalizmin her düzeydeki etkilerine karşı sonuna işaret ediyor. Küresel bir barış mücadelesi de işte tam bu yolun sonunda bütün gücüyle ortaya çıkacak. Emperyalist çelişkilerin yoğunlaştığı bu dönemde bölgesel güçlerin dev emperyalist güçlerle çeşitli ittifaklar kurarak ateşini harladığı militarist savaşlar, çatışmalar ve işgaller, eşitlik, adalet ve demokrasi isteyen milyonların küresel eylemiyle geriletilebilecek.
4
GELENEK
PORTRELER ROSA LUXEMBURG
Rosa Luxemburg 1906’da Varşova’da tutukluyken
CAN IRMAK ÖZİNANIR Almanya devriminin önderlerinden Rosa Luxemburg, 1871 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya’da doğdu. Yerleşik kuralları sorgulayan bir öğrenci olan Luxemburg, 16 yaşında ilk örgütü olan Proletarya’ya katıldı. Rusya İmparatorluğu’nun kontrolündeki Polonya’nın bağımsızlığını savunan grubu milliyetçi bulan Luxemburg bu örgütten ayrılarak ayrı bir gruba katıldı. Luxemburg açısından önemli olan tüm ülkelerdeki işçilerin birliğiydi, bu sebeple bağımsızlık politikasını reddetti. Kısa bir süre sonra devletin dikkatini çeken Luxemburg, 1889 yılında tutuklanmamak için Zürih’e taşındı. Zürih’te Leo Jogiches isimli Litvanyalı devrimci ile tanıştı. Jogiches hem uzun süre sevgilisi hem de hayatı boyunca yoldaşı olacaktı. 1898 yılında dönemin işçi hareketinin merkezi sayılabilecek Berlin’e gitti ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) bir militanı olarak çalışmaya başladı. Luxemburg, göçmen, kadın, Yahudi ve engelliydi. Kadınların politikada yer almasına izin verilmediği, antisemitizmin oldukça yüksek olduğu bir dönemde ‘yabancı’ bir ülkede partinin liderlerinden ve önde gelen eğitmenlerinden biri olarak sivrildi. Partiye girdikten kısa bir süre sonra SPD liderlerinden bir kısmıyla sert polemiklere giriyordu. Bunların en önemlisi sosyalizmin bir evrim süreci sonucunda gerçekleşeceğini ve devrime artık gerek olmadığını söyleyen bir kitap yazan Eduard Bernstein ile polemiği oldu. Luxemburg, Reform mu Devrim mi? broşüründe, kapitalist devletin sosyalizme doğru yöneltilebileceğini anlatan Bernstein’a karşı devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğunu savundu. Aynı zamanda reformlar
için mücadelenin sosyalist devrime giden yoldaki önemini vurguladı. 1904 ve 1906’da tutuklandı ve hapis yattı. 1905 yılı geldiğinde Luxemburg, SPD merkezinin ve parti içindeki reformistlerin “kontrol dışında” görünen devrimci hareketlere karşı çekingen tavrına karşı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar isimli eserini yazdı. Burada işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin önemini vurguladı ve partinin kitlelere sırtını dönmesinin yol açabileceği tehlikelerin altını çizdi. Rosa Luxemburg’un hayatı gerek soldan gerek sağdan gelen milliyetçiliğe karşı mücadele ile geçti. 1913’te temel eseri Sermaye Birikimi’nde kapitalizmin emperyalizme doğru yöneldiğini tartıştı. 1914 yılında sosyal demokrasi pratikte reformizme ve milliyetçiliğine yönelmiş olduğunu kanıtladı ve I. Dünya Savaşı’ndan yana tutum aldı. Luxemburg ve SPD’nin devrimci kanadında yol alan yoldaşı Karl Liebknecht bu tavra karşı çok sert tutum aldı. 1915 Şubat’ında bu sefer savaşa karşı tutumu nedeniyle hapse girdi. Cezaevinde sosyal demokrasinin savaşa karşı tutumunu eleştiren Junius Broşürü’nü kaleme aldı. Savaş sürerken Luxemburg ve yoldaşları SPD’den ayrıldı ve Spartakistler adı altında devrimci bir grup olarak Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye (USPD) katıldı 1917’de Rusya’da önce Şubat devrimi Çarlık rejimini devirdi, ardından Ekim’de işçi sınıfı Bolşevikler önderliğinde iktidarı ele geçirdi. Luxemburg devrimi heyecanla karşıladı. Bolşeviklere dönük eleştirileri de vardı. Lenin’le örgütün gerekliliği konusunda değilse de örgütlenme modeli konusunda uzun süren bir tartışmaları vardı. Bu tartışma
YA SOSYALİZM YA BARBARLIK! Z Yayınları’nın çıkardığı Rosa Luxemburg’un hayatını anlatan Aktivistler İçin Rehber Rosa Luxemburg, geçtiğimiz haftalarda DSİP’in Kadıköy, Şişli ve İzmir birimlerinde ele alınarak tartışıldı. Toplantılarda Rosa’nın devrimci geleneği, reformlar için mücadeleyi devrim perspektifine bağlayan analizi, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağına dair yaptığı vurgular ele alındı.
devrimdeki eleştirilerinin bir kısmını oluşturuyordu. Aynı zamanda ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve toprak reformu konusunda da Bolşeviklerden ayrılıyordu ancak yine de devrimi heyecanla karşılıyor ve şöyle yazıyordu: “Gerçek bir devrimci partinin amaç ve görevlerini kavrayan tek parti Lenin’in partisiydi”. 1918’e gelindiğinde aynı görevle kendisi karşılaşacaktı. Ekim ve Kasım aylarında savaştan bıkan askerler ve işçiler konseyler kurmuşlardı. Genel grevler Kasım’da Alman İmparatorluğu’nun yıkılmasını sağladı ancak ikili bir iktidar vardı, Berlin’de SPD liderleri cumhuriyetin kurulduğunu ilan ederken, birkaç sokak aşağıda Liebknecht sosyalist cumhuriyeti ilan ediyordu. Bir tarafta burjuva cumhuriyeti, öte yanda işçi konseylerinin iktidarı yani sosyalizm duruyordu. Luxemburg ve Liebknecht önderliğindeki Spartakistler, USPD içinde bir azınlıktı ve 1918 Aralık’ında Almanya Komünist Partisi’ni kurma çalışmalarına başladılar. Ocak ayında tekrar genel grevler başladı. Henüz işçilerin küçük bir kısmı ayaklanmaya hazırdı ancak Liebknecht, Berlin’de iktidarı ele geçirecek bir devrimci komite kurulduğunu duyurdu. Luxemburg bu erken ayaklanma çağrısına tepki gösterse de artık ayaklanma başlamıştı ve canla başla devrimi savundu. Eski yoldaşları olan SPD’lilerden oluşan hükümetin desteğiyle paramiliter güçler (Freikorps) 15 Ocak 1919’da Luxemburg ve Liebknecht’i yakaladı ve infaz etti. Luxemburg son yazısında şöyle diyordu: “Devrim, silahlarını şakırdatarak yeniden doğacak ve yüreklerinize korku salan borazanlarla ilan edecek: Vardım, varım, var olacağım.”
Rosa Luxemburg bir yandan reformizme karşı bayrak açarken, diğer yandan aşağıdan sosyalizm geleneğini vurguluyor ve "Sosyalizm kararnamelerle yaratılamayacak ve yaratılamaz da. Sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz. Sosyalizm, kitleler tarafından, tek tek her bir proleterin katılmasıyla yaratılabilir. Kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerden kırılmalıdır" diyordu. Rusya’da 1905 devriminde işçi sınıfının gücünün ne kadar önemli olduğunu gördü. 1917’de gerçekleşen devriminse o güne kadar hiç görülmediği kadar işçi karakterli olduğunu vurguluyor ve “Gelecek her yerde Bolşevizmin!” diyordu. Alman Devrimi’nin yenilgisinin bedelini canıyla ödedi. Ancak onun savunduğu mücadele geleneği, bugün Şili’de emekçilerin isyanında, duvara yazılan “Ya sosyalizm ya barbarlık!” sloganında yaşıyor.
KÜRESEL İSYAN
5
“BU KAVGA EN SONUNCU KAVGAMIZDIR ARTIK” İngiltere’de yaşayan Sosyalist İşçi Partisi üyesi Lübnanlı sosyalist Simon Assaf, Sosyalist İşçi’nin sorularını yanıtladı.
Beyrut
Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Katalonya’dan Hong Kong’a yeni bir ayaklanma dalgasına şahitlik ediyoruz. Sizce bu 2011’deki Arap devrimlerinin bir devamı olarak değerlendirilebilir mi? Simon Assaf: 1905 Rus devrimi, 1917’e kadar bir yenilgi olarak görülüyordu. Bu tarihten sonra ise “devrimin büyük provası” olarak tanımlanmaya başlandı. Şu an “Arap Baharı” dediğimiz şey de aynı şekilde değerlendirilebilir. Bu devrimler şimdi masum görünüyor. Şu anlamda: O zamanlar tek yapmamız gereken bir sembolik başkanı devirmekti, bir meydanı işgal etmek, “Ordu ve halkın bir olduğunu” söylemek, daha yüksek ücretler için bağımsız bir sendika kurmak vb. yeterli görülüyordu. Aynı zamanda 2011 devrimlerinin yenilgisi de bir ders olmalıydı, rejimler çok bütünleşikti, her özgürlük düşü aslında basitçe rüyaydı, rejimler değişmektense “ülkeyi yakmayı” tercih ederlerdi, devlet mezhepçiliğe karşı tek garantiydi, devrim yaparsanız İslamcılar meydana çıkacaktı vesaire vesaire. Bunun yerine şimdi daha derin sarsıntılara, daha yüksek bir öfke düzeyi ve hayal kırıklığına, daha az naifliğe şahit oluyoruz. Pek çok aktivist için bu ikinci bir devrimci altüst oluş deneyimi. Baskıya rağmen artık sol daha güçlü, devrimlerden yükselen taleplerle daha uyumlu çünkü bu talepler çok daha yüksek bir bilinç düzeyinden ortaya çıkıyor. Örneğin; Lübnan’da 2011’de patlak veren gösteriler mahalleden mahalleye eski mezhepçi çizgileri aşarak ilerlemişti. Bu protestolar asıl olarak Beyrut’taydı ve bunun çok ötesine geçemedi. Ekim 2019 protestoları ise 2011’in bıraktığı yerden başladı ve hızla ülkenin bütün kesimlerine yayıldı. Bunlar içinde Sünni İslamcılığın kalesi sayılan Tripoli ve Hizbullah’ın can damarı olan Nabatiyeh de var ve Hristiyan, Müslüman veya Dürzi olsun neredeyse tüm köylere, kasabalara ve şehirlere yayıldı. 2011’den beri değişen ne? Kriz daha derin hâle geldi, mezhepten bağımsız olarak sıradan insanlar ile egemen elit arasındaki geniş uçurum daha da derinleşti. Grev deneyimleri, toplanmayan çöplere karşı ortak mücadele, elektrik kesintileri, kirlilik vb. sınıf fikirlerinin gelişimini şekillendirdi. Bu, halkın ortak mücadeleye hazırlanmasında hayati rol oynadı. Bu ayaklanmalar Arap Baharı’na bir geri dönüş değil, daha derin bir sarsıntı, devrimci dalganın daha da derinleşmesi ve bu henüz tamamlanmış olmaktan çok uzak. Ancak en çarpıcı olan bu eylemlerin büyüklüğü ve ölçeği. Irak’taki devrim sıradışı çünkü bu ülke savaş, işgal ve mezhepçi kan davası tarafından harabeye çevrilmişti. Buna rağmen
bugün duyduğunuz sloganlar “Sunniler ve Şiiler birdir”, insanlar İran karşıtı oldukları kadar ABD ve hükümet karşıtı. Bu devrimler, halkın gücünün tüm ayrımcı politikaları sona erdirmek üzere yeniden doğuşu gibi hissettiriyor. Lübnan’da biz tarihi 17 Ekim 2019’dan başlatıyoruz ve bu yıl “sıfırıncı yıl”. Geri kalan her şey geçmişe ait. Bu çok canlandırıcı bir his ve devrim yapan insanların bilinçlerinde, ne olduklarına dair oluşan psikolojik kırılmayı gösteriyor. Latin Amerika ve Hong Kong’u “Arap Baharı” ile aynı cümlede anman garip görünebilir ama bu kesinlikle doğru. Oralarda yaşanan aynı koşullar –kemer sıkma, baskı vbaltında aynı süreçler. Arap ayaklanmalarının en popüler şarkılarından birinin İtalyan anti-faşist marşı Çav Bella olması şaşırtıcı değil. Bu mânâda Arap dünyasında yaşanan bir dünya devrimi, aynen Latin Amerika, Sudan veya Hong Kong’da olanın dünya devrimi olması gibi. Lübnan’daki “hepsi, hepsi demektir” sloganı bütün elitlerin düşmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu slogan dünyanın her köşesine uyarlanabilir: yerkürenin her yanındaki sömürücülerden ve baskıcılardan kurtulmamız lazım: “Hepsi, her ülkedeki devrilmeli. Hepsi, hepsi demektir”. İsyanlar Sudan’da başladı, Irak ve Lübnan ile devam etti. Şimdi ise İran’da devasa radikal gösteriler yaşanıyor. Bu eylemlerin talepleri birbirine benziyor mu? Sudan, Irak ve Lübnan önemli çünkü bu ülkeler aşılabilecek en yüksek engellere sahipti. Lübnan, Sudan ve Irak’ta bir Mahala el-Kubra yok. (Mahala el-Kubra Mısır’da on binlerce örgütlü işçinin yaşadığı devasa tekstil kenti) Bu sebeple devrimin başarılı olma ihtimali bile olmamalıydı çünkü isyanın ateşinin yayılmakta olduğu bu ülkeler yakın zamanın en gaddar tarihlerine sahipler. Diğer diktatörlerin yanısıra Mısır’daki General Sisi için Sudan, Lübnan, Irak ve elbette Cezayir’deki ayaklanmalar korku verici. Mısır darbesi onlara bir ders vermedi mi? Suriye’de Esad değişimin imkansız ve beyhude bir çaba olduğunu göstermedi mi? Egemenlerin kendilerine sordukları sorular bunlar. Bütün bu ayaklanmalar benzer bir kıvılcımla, kemer sıkmaya karşı başladı: metro hatlarında bir fiyat artışı, akaryakıt sübvansiyonlarında bir azalma, bir telefon uygulamasına konan küçük bir vergi… Dünyanın bir yanından öbürüne devenin sırtını kıran saman çöpü bu ve insanlar 2011’dekinden daha farklı ölçekte bir öfkeyle yanıt verdi. Bu daha derin, insanlar daha kızgın, daha çaresiz ve de çok daha vahşi, yozlaşmış ve tamamen rezil rejimlerle yüzleşiyorlar. Farklılıklarına rağmen mezhepçilik Irak, Lübnan ve Irak politikasında önemli bir rol oynuyor. Bu kitle hareketleri için bir tehlike arz ediyor mu?
Mezhepçilik işçi sınıfı içinde yok. Bu, işçilerin mezhepçi görüşleri benimsemediği anlamına gelmiyor, elbette benimsiyorlar çünkü bu egemen fikir. Ancak işçi sınıfı içinde mezhepçilik, maddi somut anlamıyla yok. Temel bölünme sınıfsal alanda, bu en az yoksulluk ve düşük ücretler kadar gerçek. Mezhepçilik egemen sınıfla bütünleşmiş durumda. Lübnan ve Irak’ta mezhepçilik egemen sınıfın kendisiyle bağ kurmasının yolu, hangi mezhepçi patronun şu veya bu bakanlığı kontrol ettiğiyle, kimin o ihaleyi veya bu ihaleyi aldığıyla, kimin kendi “topluluğundan” işçileri çalıştırdığı, diğer “topluluktan” işçi çalıştırmadığıyla ilgili. Mezhepçilik onların işletme ve hükmetme yöntemi. Başarılarının sırrı burada. İşçiler içinse sınıf gerçek ve işçiler mezhepçi fikirlerle mücadeleye girdiği anda, egemen fikirler soluyor çünkü işçilerin mezhepçilikten bir çıkarı yok. Lübnan ve Irak’ın en büyük dersi bu: Mezhepçiliğe karşı en iyi savunma sınıf mücadelesi. Ancak, burada hatırlatılması gereken önemli ve can alıcı bir nokta var: Sistem reforme edilemez, toplumun bütün bir üstyapısı ona bağlı, aşama aşama çözülemez, mesele “modernite”nin bir dokunuşuyla düzeltilebilecek bazı eski gelenekleri çöpe atmak değil. Hem Lübnan hem Irak’ta mezhepçilik kapitalizmdir. Birinden kurtulmak demek diğerinden de kurtulmak demek. Bütün egemen sınıf, ekonomik ve toplumsal ilişkiler mezhepçi devlette iç içe geçmiş durumda. Devrimi tamamlayamazsak, mezhepçilik silahlı, hırçın ve hatta daha öldürücü biçimde geri gelecek. 2011 deneyimlerini hatırlarsak, bugün bu yeni isyan dalgasına yönelecek tehditler nelerdir? Durmak. Reforme edilemeyecek bir sistemde egemenleri, tatmin edici reformlar yapabilmeleri için korkutacağımızı düşünmek. Lübnan’da sistemi yok etmeliyiz demek için “bu yolculuğu bitirmeliyiz” sloganı söyleniyor. Ancak bunu nasıl mümkün hâle getireceğiz? Bu, sınıf bilincinin, sınıf örgütünün gelişimiyle, devrimin kurumlarının (işçi komiteleri gibi) inşa edilmesiyle ve ortak çalışma içinde bir araya gelen bir devrimci liderliğin geliştirilmesiyle ilgili bir şey. Enternasyonal marşında bir dize var: “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık”. İşte bu, o. Bu son kavga. Çok az zamanı kalmış, iklimsel bir çöküşün eşiğindeki bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden bu devrimler yayılacak, derinleşecek ve bu kış acı bir hoşnutsuzluğun, ayaklanmalar ve devrimlerin kışı olacak. Bence devrimleri tamamlamak için gerekli araçlara sahibiz çünkü artık bir seçim şansımız yok.
(Röportaj: Can Irmak Özinanır)
6
KÜRESEL İSYAN
İRAN’DA ZAMLARA BÜYÜK ÖFKE
ŞİLİ’DE NEOLİBERALİZM SARSILIYOR “Yapılan bir araştırmaya göre yeni anayasa yapımına halkın %87’si evet derken Pinera’ya olan destek %15’e düşmüş durumda.”
Tahran’da oturma eylemi
İran’da benzin fiyatlarına zam yapılması üzerine bir-
çok kentte protestolar düzenlendi. Benzinin litre fiyatının %50 arttırılmasına karşı 15 Kasım Cuma günü başlayan protestolarda birkaç gün içinde 20 kadar gösterici hayatını kaybetti. Protestolar boyunca “Biz artık yorulduk”, “Kontakları kapatın”, “Korkmayın, korkmayın, hepimiz beraberiz” şeklinde sloganlar atıldı. Çok sayıda kentte sokağa çıkan halk Cumhurbaşkanı Ruhani’nin alt sınıflar zamdan kârlı çıkacak sözüne karşı “benzin fiyatları arttı, yoksullar daha da yoksullaştı” sloganları attı. Gösteriler haftasonu üniversitelere de yayıldı. Isfahan, Tebriz ve Şiraz’da üniversite öğrencilere rejime karşı sokağa indi. Rejim hızla yayılan gösterileri engellemek için interneti bloke etti. Göstericilere ateş açtı. Göstericiler aynı Hong Kong, Irak ve Şili gösterilerinde olduğu gibi asker ve polis şiddetine karşı yollara barikat kurdu, taş atarak rejim güçlerine karşılık verdi. Göstericiler arasında Rıza Pehlevi lehine slogan atanlar da bulunuyor. Pehlevi 1979’da devrilen Şah rejimini yeniden diriltmek isteyen Pehlevi ailesinin sürgündeki en büyük oğlu. İlginç bir şekilde göstericiler arasında İslam rejiminin yerine monarşinin gelmesini ve Pehlevi’nin dönmesini savunanların sloganları da yer alıyor. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney Pazar günü yaptığı açıklamada hemen her devlet lideri gibi dış güçleri ve provokatörleri suçladı: “Bazıları bu karar karşısında şüphesiz endişe duyuyor fakat sabotaj ve kundaklama eylemleri halkımız değil, holiganlar tarafından gerçekleştiriliyor. Karşı devrim ve İran’ın düşmanları sabotaj ile güvenlik ihlallerini her zaman destekledi ve bunu yapmaya devam ediyorlar.” İran 2018’de de büyük eylemlerle sarsılmıştı. Yumurta fiyatlarına gelen arka arkaya zamlar sonucu birçok kentte halk sokaklara inmişti. Yoksulluk karşıtı eylemler kırsal bölgelerde yani İslami rejime desteğin en fazla olduğu yerlerde başlamış fakat sokağa inen kitleler İslam rejimine karşı sloganlar atmıştı. İran bu ilk isyan dalgasından hemen sonra bir başka eylem dalgasına daha şahit olmuştu. Bu kez kadınların başlattığı gösterilerde kadınlar başörtüsü zorunluluğunu meydanlarda başörtülerini çıkararak protesto etmişlerdi. Kadınlar “Diktatöre ölüm” sloganları atmaya başlamıştı. İran’ın baskıcı rejimi bütün bu eylem dalgalarını şiddetle bastırmayı deniyor ancak hareket bir süre geri çekilse de yeniden sokağa iniyor. Ekonomik sorunlar ve meşruiyetini kaybetmiş durumdaki rejimi zor günler bekliyor.
Santiago ÖZDEŞ ÖZBAY
Şili’de Ekim ayında metro ücretleri-
nin artırılmasına karşı lise öğrencilerinin başlattığı eylemler radikalleşerek büyümeye devam ediyor. İsyanın arkasındaki ana neden ülkedeki yoksulluk, işsizlik ve eşitsizlik. 18 Ekim’de metro istasyonlarının işgal edilmesi ve polisle çatışma yaşanması üzerine Başkan Pinera başkent Santiago’da sıkıyönetim ilan etmişti. Ancak eylemler diğer şehirlere yayıldı. Pinera bu sefer de bu şehirlerde sıkıyönetim ilan etti. 25 Ekim’de ise 1 milyondan fazla kişinin katıldığı bir genel grev gerçekleşti. Bu 1973-1990 arasında iktidarda olan Pinochet diktatörlüğünden bugüne yaşanan en büyük eylem oldu. Ekim ayındaki isyanlarda 20 civarı kişi öldürüldü binlerce kişi gözaltına alındı. Pinera istifa etmedi ama kabinesindeki 8 bakanı görevden aldı. Pinera sağlık ve emeklilikte sosyal reform yapma ve 300 bin peso olan asgari ücrete 50 bin peso zam yapma sözü verdi. Eylemlerin durmaması üzerine Pinera yeni bir anayasa hazırlanacağını da duyurdu 10 Kasım’da. Ancak bu geri adımlar eylemcileri durdurmadı. 12 Kasım’da ise bir kez daha ülkede genel grev oldu. Yüzbinlerce işçi birçok şehirde yaşamı durdurdu. Gösteriler sırasında polis şiddetine karşı biriken öfke sonucu Latin Amerika’nın en büyük işkence merkezi ateşe verildi. İşçiler ve öğrenciler Pinera’nın istifasını, 30 yıldan fazla bir süredir sürdürülen neoliberal politikaların terk edilmesini ve yeni bir anayasa hazırlanmasını talep ediyor. Halk "Bu 30 peso
için değil, 30 yıl için” diye sloganlar atıyor. Dört haftadır sokaklarda olan yüzbinler Pinera’ya güvenmiyor ve derhal istifasını talep ediyor. Şili halkı şu anki meclisin değil demokratik katılımın olduğu bir kurucu meclisin yeni bir anayasayı hazırlamasını istiyor. Bu arada haftalardır süren eylemler içerisinde birçok yerde cabildos adı verilen mahalle ve semt meclisleri ortaya çıktı. Yeni anayasa tartışması bu meclislerin ulusal bir yapı kurmasına evrilebilir. Yapılan bir araştırmaya göre yeni anayasa yapımına halkın %87’si evet derken Pinera’ya olan destek %15’e düşmüş durumda. Ekonomik ve politik mücadele Eylemler 30 pesoluk aslında oldukça düşük bir ulaşım zammına karşı lise öğrencileri tarafından başlatıldı. Şili Latin Amerika’nın en zengin ülkesi olmakla övülen bir ülke. Dolayısıyla eylemlerin ekonomik nedenlerle başlaması başlangıçta anlaşılamadı. Oysa Şili toplumsal eşitsizliklerin de oldukça büyük olduğu bir ülke. Latin Amerika ve Karayipler İçin Ekonomik Komisyon’un hazırladığı rapora göre Şili’de en zengin %1 tüm gelirin %26,5’ine sahip iken düşük gelirli hanelerin %50’si ülke zenginliğinin sadece %2,1’ine sahip. Çalışan nüfusun yarısı asgari ücretin sadece biraz üzerinde bir gelirle geçimini sağlamaya çalışıyor. Ülkede eğitim ve sağlık sistemi özelleştirildiği için öğrenciler yüksek eğitime ulaşmakta ve düşük gelirli işçiler sağlık hizmetlerine ulaşmakta zorluk çekiyor. 2018 yılında 26 bin kişinin hastanelerde ayları bulan rande-
vular nedeniyle öldüğü belirtiliyor. Hareket ekonomik taleplerle başlasa da hızla bütün bir neoliberal politikaların ve diktatörlükten kalma anayasanın sorgulandığı bir politik harekete dönüştü. Şili demokrasiye İspanya’da da olduğu gibi diktatörlük dönemiyle hesaplaşmadan geçmişti. Şimdi sokaklardaki kitleler çok daha köklü bir sistem eleştirisi yapıyor ve bu nedenle yeni bir anayasa istiyor. Üstelik mahallelerde cabildos’ların kurulması da hareketin kendi meclislerini kurması konusunda atılmış ileri bir adım. Şili eylemlerinde sol partiler pek yer almıyor çünkü Demokrasi İçin Partisi ve Sosyalist Parti gibi merkez sol partiler son 20 yılın önemli bir döneminde iktidarda oldular ve neoliberal politikaları uyguladılar. Komünist Parti ise 2011’deki öğrenci ayaklanmalarına destek verdiğinde hareketin çıkardığı Camila Vallejo gibi öğrenci liderlerini parlamentoya taşımıştı. Ancak merkez sol partilerle birlikte 2013-2018 yıllarında Yeni Çoğunluk ittifakının bir parçası olarak hükümet ortağı olduğunda sistem içi bir parti görünümünden öteye gidemedi. Bu nedenlerle Şili’nin genel grevlerle, kitle gösterileriyle ve mahalle meclisleriyle sarsıldığı, milyonların politik olarak radikalleştiği bir dönemde hareket içerisinde etkin bir sosyalist parti yok. Bu durum, hareketin taleplerinin yeni bir anayasadan öteye gidememesine neden oluyor. Oysa aşağıdan kurulan ve çoğunlukla işçi semtlerinde kurulan cabildos ulusal bir işçi meclisine doğru evrilebilir ve anti-kapitalist bir alternatif ortaya çıkabilir.
KÜRESEL İSYAN
BOLİVYA'DA DARBE: EGEMEN SINIF İNTİKAM ALIYOR ALEX CALLINICOS
Latin Amerika'da son zamanlarda kötü şeyler oluyor. Ancak bugüne kadarki en kötüsü, Bolivya’daki cumhurbaşkanı Evo Morales’i istifaya ve Meksika’ya sürgüne kaçmaya zorlayan sağcı darbe. Bunun gerçekte bir darbe olup olmadığı konusunda, bazı solcuların bile dahil olduğu aptalca bir tartışma var. Morales, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde usulsüzlük yapmış olmakla suçlanıyordu. İddiaya göre amacı, başlıca sağcı rakibi Carlos Mesa'nın ikinci tura kalmamasını sağlamaktı. Muhaliflerinin giderek daha şiddetli protestolar düzenlemesi üzerine, Morales geri adım attı ve yeniden seçim yapmayı önerdi. Mesa bunu reddetti ve pazarlık yapmaya yanaşmadı. Polis greve gitti ve Genelkurmay Başkanı Morales'in istifasını “önerdi”. Henüz 1960 ve 1970'lerin Latin Amerikan darbelerini anımsatan bir kan banyosu yaşanmadı, ama bunun bir darbe olduğu kuşkusuz. Bu durumu çok trajik kılan şu ki, 2003-5 yıllarında Bolivya “pembe gelgit” adı verilen olgunun zirve noktasını temsil ediyordu. Yüzyılın ilk yıllarında Latin Amerika'nın birçok ülkesinde merkez sol hükümetler iktidara geldi. Bu hükümetler 1970'lerin başından beri toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa mahkûm eden neoliberal ekonomik politikaların halk kitleleri tarafından reddedilmesini temsil ediyordu. Bolivya'da bu, bir dizi kitlesel ayaklanma şeklini aldı. Önce, 2000 yılında Cochabamba'da suyun özelleştirilmesi üzerine başlayan “su savaşı” geldi. Ardından, doğal gazın özelleştirilmesine karşı Ekim 2003’te “gaz savaşı” çıktı. Bu, başkan Gonzalo Sánchez de Lozada’nın devrilmesine yol açtı.
Ne var ki, iktidara geldiklerinde Morales ve MAS bu muazzam hareketin yarattığı beklentileri karşılayamadı. Morales hükümetleri yoksulluğu bir miktar azalttı, ama amaçladıkları değişiklikler sınırlıydı. Başkan yardımcısı Álvaro García Linera, Bolivya’da sosyalizmin gündemde olmadığını ve amacın “And-Amazon kapitalizmi” olduğunu yazdı. Morales’i eleştiren Marksist Jeff Webber, iktidardaki MAS'ın aslen doğu eyaleti Santa Cruz merkezli ihracata yönelik tarımsal kapitalizmi inşa etmek için devlet gücünü kullandığını iddia ediyor. Köylü hareketleri esas olarak devlet ile sermayenin bu ittifakına tabii kılınmıştı. Bu sınırlamalar darbenin daha az tehlikeli olduğu anlamına gelmiyor. García Linera, “Bolivya'da sosyal sınıf ancak ırk hiyerarşileri biçiminde anlaşılabilir ve görülebilir” diyor. Beyaz veya karışık ırk olarak algılananlar ülkenin tarihsel yerlilerinin torunlarına üstün olarak görülüyor, adeta sömürge ülkelerdeki gibi bir bölünme var. Morales ülkenin ilk yerli başkanıydı. Mas 2010 yılında Toprak Ana’nın Hakları Yasası’nı geçirdi. Yasa, sürdürülebilir bir gelişme vaat ediyor ve yerlilerin Toprak Ana’nın kutsallığı inancına hitap ediyordu. Ancak Morales bir kez yalpaladıktan sonra, sağcılar yerli halkların, işçilerin ve köylülerin (bu üçü Bolivya'da birbiriyle önemli ölçüde örtüşür) elde ettiği kazanımları tersine çevirmek için seferber oldu. Bu, sadece MAS'ı iktidara getiren kitle hareketlerini yenmek değil, aynı zamanda sınıfsal ve ırksal olarak intikam almak anlamına geliyor. Bunun böyle olduğu, kendi kendini başkan vekili ilan eden Jeanine Anez Chavez'in ünlü tweetinden belli: “Yerlilerin şeytanî ritüellerden arınmış bir Bolivya hayal ediyorum”.
Nihayet Mayıs-Haziran 2005’te ikinci gaz savaşı yaşandı. Bu mücadele Sánchez de Lozada’nın başkan yardımcısı olup onun yerine geçen Carlos Mesa'yı devirdi.
Bu dil, 16. yüzyılda İspanyolların fethettikleri bu topraklardaki yerli toplulukları imha ederken kullandıkları dilin aynısı.
Başkent La Paz'ın yamaçlarındaki işçi sınıfı şehri El Alto, iki gaz savaşının merkezinde yer almıştı. El Alto'dan organize edilen kitlesel seferberlikler, genel grevler ve önemli ulaşım yollarını engelleyen ablukalar, iki cumhurbaşkanını deviren hareketlerin merkezinde yer alıyordu.
Aynı sınıf ırkçılığı, Brezilya'da Bolsonaro altında ve Venezuella'nın sağcı muhalefetinde de iş başında.
Morales'in ve Sosyalizm için Hareket'in (MAS) Aralık 2005'teki zaferi, bu büyük mücadelelerin bir ifadesiydi.
Morales ve García Linera görevlerini terk ettiler. Ama onların bu görevlere gelebilmesini sağlayan kitle hareketlerinin darbeyi yenmek için gerekli gücü ve birliği bulabileceğini umalım. (Çeviri Ali Rıza Seven)
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
AKP VE KEMALİZM AKP’nin Kemalistleşmesi çok tartışılıyor. Kemalistleşmiş olduğu yaygınca kabul görüyor; tartışma konusu genellikle ne ölçüde ve niye Kemalistleştiği oluyor. Geçenlerde Karar gazetesinde İbrahim Kiras biraz yüzeysel ve Ali Bayramoğlu daha derinlikli birer yazıyla tartışmaya katıldı. Bayramoğlu, önce Kemalizm’in üç temel unsurunu (“kilit noktasını”) tanımlıyor, sonra da bugün bu unsurların büyük ölçüde değişmemiş olarak geçerli olduğunu anlatıyor. Üç unsur şöyle: “İlki otoriter laiklik anlayışıydı. İnancı, öznesiyle, nesnesiyle, simgeleriyle kamusal alandan dışlayan, özel alanında bile şekillendirmeye çalışan politikalar...” Bu biraz değişti, ama “dünün agresif ve düzenleyici laiklik anlayışı demokratik bir anlayışla ikame edilmedi, sadece karşı kimlikçi politikalarla dengelendi.” “İkincisi milliyetçilik anlayışıydı... Bu anlayış, temelde, gayri Müslim, Müslim her tür köken grubuna uzanan, keskin, agresif ve yasakçı Türkleştirme politikaları üzerine kuruluydu.” Burada pek bir şey yazmaya bile gerek görmüyor Bayramoğlu: “Agresif milliyetçilik konusuyla, ‘egemenlik, beka, bütünlük’ meselesiyle, buna ilişkin korku ve yasak politikalarıyla ilgili... değişen gerçekten hiç bir şey yok.” “Üçüncüsü, ilk ikisini mümkün kılacak devlet ve devlet-toplum ilişkisi anlayışıydı. Bu anlayış, hiyerarşik, otoriter, devleti ‘dayatmanın, şekillendirmenin ve korkuların merkezi’ haline getiren, onu toplum karşısında ayrı bir topluluk gibi telakki eden mekanizma üretti.” Bu unsur da, “özü bakımından” aynıdır, “eski dönemle aynı içeriği taşımaktadır.” Bayramoğlu’nun yazdıklarında hata yok, ama iki önemli eksik var. Birincisi şu: Kemalizm’in üç temel unsurundan ikisi (miliyetçilik ve devlet) ile ilgili olarak AKP’nin kurucuları, kurmayları ve tabanı açısından zaten hiçbir sorun yoktu, hiç olmadı. Milliyetçilik ve devletin kutsanması zaten Türkiye muhafazakârlığının temel unsurlarıdır. Sadece laiklik politikalarının aşırılığı ve dışlayıcılığı onları rahatsız ediyordu. Bu dışlayıcılık (dindarların siyasal hayattan, kamudan dışlanması ve, daha önemlisi, Müslüman sermayenin büyüme olanaklarından dışlanması) törpülendikten sonra, AKP’nin ve onu destekleyen muhafazakâr tabanın Kemalizm’le bir kavgası kalmadı. İkincisi de şu: Bayramoğlu’nun saydığı üç temel unsura ek olarak Kemalizm’in sınıfsal dışlayıcılığını düşünmek gerekir. Başörtülü kadın ve “kaba saba, kıllı” erkek sadece dindar değil, aynı zamanda emekçi ve yoksuldur. Bu nedenle küçük ve edilgen görülür, dışlanır. AKP’nin bununla ilgili olarak da hiçbir sorunu olmamıştır ve yoktur.
La Paz’da ‘Darbeye Hayır’ yürüyüşü
Kısacası, AKP zaten (laikliğin aşırı uygulamaları dışında) Türkiye devletinin resmî ideolojisine aykırı bir parti değildi. Devlet ilk yıllarında hükümeti devirmeye kalkışmasaydı hiç sorun yaşamayacaklardı. Şimdi yaşamıyorlar.
8 YORUM
KEMALİZM: NE İLERİCİ NE DE SOLCU…
1934 Trakya ATİLLA DİRİM
Egemen sınıf standart bir Kemalizm öyküsü anlatır: Buna göre tarih 1919'da başlamış, üstün vasıflara sahip bir insan, yoksulluk ve büyük sıkıntılar içinde yaşayan, cahil ve geri bırakılmış halkı örgütleyerek yedi düvelden düşmanı ülkeden kovmuş, yaptığı devrimlerle halkı aydınlatmış ve ülkeyi batılı devletler standartlarına ulaştırmıştı. Böyle bir hareket elbette ancak ilerici olabilirdi. Oysa ne tarih 1919'da başlamıştı ne de Kemalizm ilerici ya da sol bir ideolojiydi. 1908: Aşağıdan devrim Egemen sınıf ve onun etkisi altındaki sol, Türkiye'de devrimin 1919'da başladığını ve Mustafa Kemal liderliğinde 1930'lara kadar devam ettiğini anlatır. Feodal Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine "modern" bir devlet kurulmuş, halk içinde bulunduğu feodal karanlıktan kılık kıyafeti, yazısı, hayat tarzı değiştirilerek kurtarılmış, yani yukarıdan yapılan birtakım düzenlemelerle "çağdaş uygarlık seviyesi" yakalanmıştı. Ancak ne büyük bir çelişkidir ki, yakalanan bu çağdaş uygarlık seviyesinde demokrasi yoktur, çoğulculuk yoktur, örgütlenme özgürlüğü yoktur, temel insan hakları yoktur. Kemalizm tarafından yukarıdan yapıldığı iddia edilen bu devrim, aslında 1908 yılında gerçekleşmişti. Sonradan egemen sınıf tarafından "II. Meşruiyet'in ilanı" olarak geçiştirilerek önemsizleştirilen bu devrim, Osmanlı İmparatorluğu'nun her tarafında Abdülhamit baskısıyla özdeşleştirilen feodal zincirlere karşı kitlelerin ayağa kalkmasıydı. 1905 yılında dünyada esen devrim rüzgârları Osmanlı toplumunu da etkisi altına almış, birçok şehirde peş peşe ayaklanmalar yaşanmış, örneğin Erzurum'da şehrin yönetimi neredeyse iki yıl boyunca halkın elinde kalmış, Ermeniler ve Türkler şehri birlikte yönetmişti. Ordunun önemli bir kısmının da isyana katılması üzerine, 24 Temmuz 1908'de Abdülhamit rejimi pes etmiş, İstanbul'un nüfusunun 1 milyondan az olduğu o günlerde, yüz binden fazla Türk, Rum, Ermeni "Hürriyet, Musavvat, Uhuvvet, Adalet" parolasıyla Beyazıt Meydanı'ndan Yıldız Sarayı'na yürümüştü. Abdülhamit'in tahttan indirilmesiyle birlikte Osmanlı devletinde ilk defa gerçek anlamda seçimler yapılmış, kurulan meclise her etnik gruptan ve inançtan vekil girmiş, sosyalist düşünceler dahi 6 vekille temsil edilmişti. Kabul edilen yeni anayasa, bütün eksik ve gediklerine rağmen, modern anlamıyla tebaa
sistemini kaldırıp yerine vatandaşlık sistemini getirmiş, yasalar karşısında herkesi eşit kılmıştı. Ülkenin her yerinde müthiş bir özgürlük rüzgârı esiyor, gazete ve dergilerin sayısında patlama yaşanıyor, ayrıca grev yasaklarının da kalkmasıyla birlikte Hıristiyan ve Müslüman işçilerin birlikte başlattığı grevler birbirini izliyordu. Çok renkli meclisten, tek parti diktatörlüğüne… Burjuva devrimlerinin tümünde olduğu gibi, 1908 Devrimi'nde de eşitlik, özgürlük, kardeşlik için ayağa kalkan kitlelerin bu beklentileri kursaklarında kaldı. Nasıl Fransız Devrimi'nden sonra bu ilkeler sadece yeni egemenler için geçerli olduysa, işçilerin ve ezilenlerin payına ücretli kölelik düştüyse, aynı durum Osmanlı'da da yaşandı. Toplumun yeni egemenlerini temsil eden siyasi partilerin en güçlüsü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), iktidarı kimseyle paylaşmak niyetinde değildi. İTC, devrimin yarattığı güçlü enerjiyi arkasına alarak, kitlelerin hedefini yolundan saptırdı. Eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği sağlamak yerine, dünyayı paylaşmaya hazırlanan emperyalist bloklardan birine girerek, emperyalist hiyerarşide mümkün olduğu kadar yukarılara tırmanmaya çalıştı. 1913 yılında bir hükümet darbesiyle iktidarı ele geçiren İTC, kurduğu tek parti diktatörlüğüyle hak ve özgürlüklerin neredeyse tümünü askıya aldı. "Kızıl Elma'dan Çin Seddi'ne" kadar uzanacak, Türk/Müslüman/Sünni esasına dayanacak yeni bir devlet kurmak için kolları sıvadı. Hayalindeki bu yeni devlet konseptine uymayan Ermeni, Rum ve diğer Hıristiyan halkları soykırımlarla yok etti. Katlettiği Hıristiyanlardan elde ettiği serveti Müslüman/ Türklere aktararak, yeni ve kendisine bağlı bir büyük toprak sahibi - girişimci sınıfı yaratmaya çalıştı. Bu esnada sayısız cephede sayısız genç insanın kanının oluk oluk akmasının sorumluluğunu taşıdı. İTC’den Kemalizme 1918'de savaşı kaybettiğini anlayan İTC, düşmanlarıyla masaya oturarak ağır bir ateşkes anlaşması imzaladı. İTC'nin liderleri yurt dışına kaçtı ve ülkede kalan ileri gelen İttihatçılar, Mustafa Kemal önderliğinde ve Kuvvayı Milliye adı altında yeni bir örgütlenmeye gittiler. Kuvvayı Milliye, aslında kılık değiştirmiş İTC'den başkası değildi. 1920'li yılların başında Avrupa ve Rusya'yı kasıp kavuran devrim ateşi, Osmanlı'yı işgal eden Avrupalı devletlerin Kemalistlerle anlaşarak hızla ülkeden ayrılmalarına ne-
den oldu. Son olarak Yunan ordusu da geri çekilince, eski İttihatçı-yeni Kemalistler, ulus devlet projesini tamamlamanın vakti geldiğini fark ettiler. 1923 yılında kurulan cumhuriyet, aynı şekilde bir tek parti diktatörlüğüydü. Adının cumhuriyet olmasına karşın demokrasi yoktu, serbest seçimler yoktu, siyasi partiler yoktu, dernekler ve sendikalar-devlete ait olanlar dışında - yoktu, işçi hakları, kadın hakları yoktu, aslında tepeden inme verilen birkaç göstermelik örneğin dışında, hak ve özgürlüklerin hiç biri yoktu. Yeni cumhuriyette altı ok vardı ama bunların içinde işçiler, emek yoktu, Kürtler yoktu, Ermeniler yoktu, ancak tekçi zihniyetin en billurlaşmış şekli eksik değildi. Türk milliyetçiliği ve ırkçılığı devletin resmi politikası haline gelmişti. Kürtler kitleler halinde baskıya uğrarken, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile kurulan iyi ilişkiler sonuç vermeye başlıyor, 1934 yılında Trakya illerinde yaşayan Yahudilere pogromlar düzenleniyor, 1940'larda Varlık Vergisi uygulamasıyla gayrimüslimlerin ellerinde kalan son servet de "Türkleştiriliyordu". Egemen sınıf ideolojisi sol olamaz Yani Kemalizm, her daim egemen sınıfın ideolojisi olarak hiçbir zaman ilerici bir misyona sahip olmadı, hele sol, hiç olmadı. 1970'lerde Kemalizm'le özdeşleştirilen CHP'nin genel başkanı Bülent Ecevit'in ortanın sol söylemi, aslında yükselen işçi muhalefetini pasifize etmekten ve düzen sınırları içinde tutmaktan başka bir işe yaramıyordu. Aynı "halkçı" Ecevit Kıbrıs'ın işgaline onay veriyor, "Kıbrıs Fatihi" olarak anılmasından gayet memnun oluyordu. Günümüzde kitleler Kemalizm'i CHP'nin tekelinde görüyor ama yerli ve milli ittifakın tekçi politikaları, vatan, millet, bayrak, Türklük söylemleri, Musul ve Kerkük üzerindeki emelleri, işçi ve emekçi düşmanlığı, üstelik de Ermeni ve Rum soykırımları karşısında HDP hariç kitle partilerinin neredeyse tümünün aldığı tavır, Kemalizm'in yerli ve milli ittifakla bir ve aynı şey olduğunu ortaya koyuyor. Bu milliyetçi, ırkçı, emek düşmanı, kadın düşmanı, yabancı düşmanı, homofobik, yayılmacı ideoloji asla ilerici ve sol değildir; aksine başka bir dünya için örgütlenmeye çalışanların önündeki en büyük engeldir.
EMEK GÜNDEMİ
İŞÇİ EYLEMLERİ
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK: VERGİDE ADALET İSTİYORUZ Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in “tarihi” buluşmasında açıklandı: Çalışanların net ücreti, enflasyon ve artan vergi oranları nedeniyle her geçen gün azalıyor. Gelir vergisi tarife basamakları ve oranları, acil olarak çalışanlar lehine güncellenmelidir.
DİSK’Lİ İŞÇİLER İŞ BIRAKTI DİSK İzmir Bölge Temsilciliği kıdem tazminatının gaspına, vergi adaletsizliğine karşı iş bıraktı. İşçiler Konak Sümerbank önüne toplandılar. Türk-İş Ege Bölge Temsilciliğinin de katıldığı eyleme, KESK, Birleşik Metal-İş ve siyasi partilerin yanı sıra birçok demokratik kitle örgütü katıldı.
İŞTEN ÇIKARILAN EATON KAUÇUK İŞÇİLERİ DİRENİŞTE Lüleburgaz’daki Eaton fabrikasında ekonomik kriz gerekçesi ile 300 işçi işten çıkarıldı. İşçiler fabrika önünde direnişe başladı. Daha sonra direnişlerini Petrol-iş sendikası önüne taşıdılar.
tazminatları ve ücretleri gasp edilen metal işçileri Entil fabrikası önünde direnişlerine devam ediyor. Eskişehir’den Ankara’ya yürüyüşleri engellenen işçiler, geçtiğimiz hafta alacaklarını istemek için hem fabrikada hem TMSF önünde eylem yapmıştı.
BEYKENT AVALON ŞANTİYESİ İŞÇİLERİ HAKLARI İÇİN DİRENİŞTE Beykent Üniversitesi Avalon şantiyesinde ihbar tazminatları gasp edilerek işten çıkarılan, İnşaat-İş üyesi 15 işçi, şirket binası önünde eylem yaptı. Sonrasında direnişlerine şantiye önünde devam etmek isteyen işçiler polis engeliyle karşılaştı.
TEKYOL PLUS’TA İNŞAAT İŞÇİLERİ EYLEME GEÇTİ
CERRAHPAŞA’DA HAKLARI GASP EDİLEN İŞÇİLERDEN EYLEM İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Avcılar Kampüsü önünde bir araya gelen üniversite çalışanları ve öğrenciler, kantin ve otoparklarda çalışan 60 işçinin iş akitlerinin feshedilmesini Tez Koop-İş Sendikası ile birlikte protesto ettiler. Basın açıklamasına katılanlar “Güvenceli iş, güvenceli gelecek!” sloganı attı.
Tekyol Plus’a ait inşaatta ücretleri ve tazminatları gasp edilen işçilerin, firmanın Beykoz Kavacık’taki binasının önündeki eylemleri devam ediyor. İnşaat-İş Sendikası’na üye işçiler, Tekyol Grubu’nun binası önünde kendilerini binaya zincirleme eylemi yaptılar.
SOMA MADEN İŞÇİLERİ DİRENDİ VE KAZANDI
İzmit Şehir Hastanesi inşaatında 2 buçuk aydır ücretleri verilmeyen, fazla mesaileri ödenmeyen, ağır çalışma koşullarına maruz kalan işçiler, haklarını istemek için bir günlük iş bıraktı.
Tazminat hakları için 33 gündür Ankara yürüyüşlerinin engellendiği Kırkağaç’ta oturma eylemiyle direnen Somalı maden işçilerinin direnişi kazanımla sonuçlandı. İşçilerin örgütlü olduğu Bağımsız Maden-İş Sendikası, 4 Aralık’ta Dünya Madenciler gününde kitlesel eylem yapacaklarını ilan etti.
ENTİL FABRİKASI ÖNÜNDE DİRENİŞ DEVAM EDİYOR
TGS, HÜRRİYET’TEKİ İŞTEN ÇIKARMALARI PROTESTO ETTİ
Eskişehir’de Zeytinoğlu Grubu’nun Entil Endüstri, Halpaki Döküm ve Tarkon Makina fabrikalarında kıdem
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Hürriyet gazetesinde işten çıkarılan 45 üyesi için Şişli’de bulunan
İZMİT’TE İNŞAAT İŞÇİLER İŞ BIRAKTI
AĞUSTOS’TA DA TIRMANDI: İŞSİZ SAYISI 4,7 MİLYON OLDU Türkiye kapitalizminin krizinin en temel sonuçlarından biri olan
işsizlikteki tırmanış devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından bugün açıklanan Ağustos dönemi işgücü istatistiklerine göre, işsizlerin sayısı bir yılda 980 bin kişi artışla 4 milyon 650 bin kişiye çıktı. İşsizlik oranı da 2,9 puan artarak yüzde 14,0 oldu.
TGS Akademi ofisinde basın toplantısı düzenledi. TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş yaptığı konuşmada “Hız kazanan sendikalaşma çalışmamızda tam da sona yaklaşmışken 45 üyemizin işten çıkarılması sendikamıza ve gazetecilerin sendikal haklarına yönelik bir saldırıdır” dedi.
İSTANBUL HAVALİMANI’NDA İŞ BIRAKMA EYLEMİ SONUÇ VERDİ İstanbul Havalimanı’nda son olarak yaşanan iş cinayetinin ardından iş bırakan işçiler taleplerinin karşılanması sonucu işbaşı yaptı. Kargo binası şantiyesinde çalışan Mehmet Aydın’ın asansör boşluğuna düşerek yaşamını yitirmesinin ardından işçiler 1 Kasım’da iş bırakarak taleplerinin karşılanmasını istemişti.
MALTEPE BELEDİYESİ’NDE DİRENİŞ ANLAŞMA SONUCU SONA ERDİ İstanbul Maltepe Belediyesi’nde atılan işçilerin işe geri alınması ve toplu iş sözleşmesi (TİS) maddelerinin uygulanması talebiyle devam eden direniş sona erdi. Maltepe Aydınevler şantiyesinde devam eden direnişte, Genel-İş sendikası ile belediye arasında yapılan görüşmelerde anlaşmaya varıldı.
VALFSAN İŞÇİLERİ DİRENİŞE DEVAM EDİYOR Tuzla’da Valfsan fabrikasında işten atılmalara karşı direnişe geçen işçiler, işe geri dönene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini vurguladılar. 11 Ekim’de işten çıkarılan ve 24 Ekim’de Serbest Bölge önünde direnişe geçen Valfsan işçilerinin direnişleri devam ediyor.
Türkiye’de gelir vergisi mükelleflerinin büyük çoğunluğunu ücret geliri elde edenler oluşturuyor. Kamu ve özel sektördeki milyonlarca işçi ve memurun vergileri kaynağından kesiliyor. İşçinin eline geçen net ücret, vergi kesintileri nedeniyle yılbaşına göre geçen sürede giderek azalıyor. Ücretli çalışanların net ücreti, bir yandan enflasyon nedeniyle satın alma gücünü kaybediyor diğer yandan artan vergi oranı nedeniyle her geçen gün azalıyor. 2005’te gelir vergisi tarifesi brüt asgari ücretin 13,5 katı iken, günümüzde 7 katına denk gelmektedir. Çalışanlar, her yıl daha fazla vergi ödemek zorunda kalıyor. Bu uygulama sosyal adaletle bağdaşmıyor. Bütün taleplere rağmen gelir vergisi tarifesi ücretliler lehine iyileştirilmiyor. Bu vergi düzeni adil değildir. Sendikalar, asgari ücretin vergi dışı olmasını istiyor Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, asgari ücrete tekabül eden kısmın vergiden muaf olmasını, asgari ücret sonrası ilk vergi basamağı için uygulanacak oranın yüzde 10 olmasını istiyor. Sendikalar ayrıca temel tüketim mallarındaki KDV’nin sıfırlanmasını, bireysel doğal gaz, elektrik, su, ulaşım ve iletişim hizmetleri tüketiminden alınan KDV’nin yüzde 1’e düşürülmesini, ücretli çalışanların giderlerini beyan ederek vergi paylarını azaltabilmelerini talep ediyorlar. Sendikalar, bütün bu talepler için ortak mücadele kararı aldılar Asgari ücret ve vergiler için birleşik mücadele kararı çok önemlidir. Ama mücadele kararı almak yetmez, mücadele örgütlenmelidir. Asgari ücretin belirlenmesi aşamasında, sonunda kitlesel bir gösteri düzenlenecek bir kampanya, birleşik bir şekilde her işyerinde örgütlenmelidir. Bu kampanya sadece sendikalı işçileri değil tüm mağdurları ve yoksulları (kadınları, Suriyeli göçmenleri, KHK’lıları, işsizleri, atanamayanları, akademisyenleri, iş cinayetlerinde ölenlerin ailelerini, Soma madencilerini ve tüm maden çalışanlarını, iklim için acil eylem planını savunan tüm aktivistleri, dernek ve kampanyaları vb.) örgütleyen bir kampanya olmalıdır. Ve geldiğini tüm coşkusuyla belli eden bir hareket olarak cesur olmalıdır.
10 AYLIK BÜTÇE AÇIĞI 100 MİLYAR LİRAYI GEÇTİ, 87 MİLYAR LİRA FAİZE GİTTİ Krizle birlikte devlet bütçesindeki bozulma devam ediyor. Açıklarını kapatmak için Merkez Bankası’nın
kârlarına ve ihtiyat akçesine el koyan hükümet, Ekim ayını da rekor düzeyde açıkla kapattı. Geçtiğimiz yılın Ekim ayında 5,4 milyar lira olan bütçe açığı, bu yıl üçe katlanarak 14,9 milyar liraya yükseldi. 10 aylık açık 100 milyar lirayı geçti. Bütçe gelirinin yüzde 12’si olan 87 milyar lira faiz olarak ödendi.
10
KÜLTÜR
JOKER’DE SİSTEM ELEŞTİRİSİ Bir çizgi romanı karakteri olan Joker’in son sinema uyarlaması tartışmaları da beraberinde getirdi. Meltem Oral, filmi yorumladı.
Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Joker MELTEM ORAL
Joker filmi hakkında söylenebilecek her şey birçok farklı açıdan söylendi. Diğer yandan film ve hakkındaki tartışmalar hiç eskimeyen bazı başlıkları yeniden açığa çıkardı. Görsel kültür de bir hegemonya alanı. Filmler, reklamlar, diziler, billboardlar, fotoğraflar, haberler ve daha bir sürü şey, çoğu zaman biz farkında olmadan imgelemimizi belirlemekte ve deneyimlemediğimiz durumları tahayyül etmemizde çok etkili araçlar. Günümüz insanı bir soykırımın veya toplama kampının nasıl bir şey olduğunu tahayyül etmeye çalıştığında, genellikle imgeleminde II. Dünya Savaşı hakkındaki fotoğraflar, belgeseller, filmler aracılığıyla tekrarlanan görseller belirleyicidir. Benzer şekilde tarihte gerçekleştiği veya henüz gerçekleşmediği için tanık olmadığımız bir dizi meseleye dair tekrar tekrar üretilen ve kitlelere ulaşan görseller, söz konusu olaylara karşı yaklaşımımızı da etkileme gücüne sahip. Bir isyanın popüler kültürde nasıl görselleştirildiği ve bu görselliğin hegemonya mücadelesinde kimin çıkarına neyi yeniden ürettiği bu yüzden önemli. Filmde Arthur Fleck’in çizgi roman tarihindeki en iddialı kötü karakter olan Joker’e dönüşme serüvenini izliyoruz. Antikahramanın doğuşuna dair filmin sunduğu hikâye bizzat yaşadığımız toplumun azılı kötülüğü yarattığı. Filmin bir sistem eleştirisi olduğu yorumları buradan yükseliyor genellikle. Son dönemde göçmen düşmanı açıklamalarıyla bildiğimiz ve manşetlik açıklamalar yapmaktan hoşlanan Slavoj Zizek de Joker’in otoriteye başkaldırdığını söylüyor. Oysa Arthur Fleck, toplum tarafından horlanmasının yarattığı öfkeyi doğrudan sisteme değil onun “görüntülerine” yansıtmakla yetiniyor. Metrodaki borsacılar, kendisine kumpas kuran iş arkadaşı, annesi ve popüler bir komedyen gibi. Gotham şehrinde finansal krizin yarattığı grevlerin, kitle gösterilerinin ve gergin politik iklimin varlığını film boyunca arka plandan giderek daha merkezileşen bir anlatıyla öğreniyoruz. Kitle hareketi radikalleşirken, siyah çocuklar tarafından dayak yediği, otobüsteki siyah
bir kadın tarafından azarlandığı, bir yandan ezilenlerin bu sistemdeki horlanmasını karikatürize ederek aktaran sahnelerde itilip, kakılan, aşağılanan Arthur Fleck’le empati kurmamız, özdeşleşmemiz sağlanıyor. Tüm aşağılanmaların karşısında özgüvenini tesis etmesi, metroda üç Wall Street borsacısını öldürmesiyle gerçekleşiyor. Sadece özgüvenini değil “erkekliğini” de bu cinayetlerle kazanıyor. Bir kadının sadece gülümsemesi onu takıntı haline getirmesi için yeterli olan Fleck, yuppieleri öldürdükten sonra zihninde kadına da “sahip oluyor”. Film boyunca Fleck’in doğrudan zenginleri hedefine alan radikal kitle hareketiyle alakası yok. Şehirde olan eylemlerden haberdar olmadığı gibi açıkça hiçbir şeye inanmadığını ve protestolarla bir alakasının olmadığını söylüyor. “Zenginlere ölüm” diye kitlelerin sokakta olduğu sırada sistemin esas temsilcisi Thomas Wayne’le yüzleşiyor ve kendisini oğlu olarak kabul etmesini istiyor. Arthur Fleck otoriteye başkaldırmıyor, aksine otorite tarafında tanınmak istiyor. Tıpkı henüz filmin başında, idolleştirdiği komedyen Murray’nin kendisine babası olmak için her şeyden vazgeçebileceğini söylediğini hayal etmesinde olduğu gibi. Öfkesini esas tetikleyen şey yoksulluğu, krizin yüzünden sağlık hakkındaki kısıtlamalar filan değil evlatlık olduğunu yani sistem tarafından tanınma ihtimalinin tamamen ortadan kalkması anlamına gelen bir bilgiyi öğrenmesi. Üstelik film bu bilginin de aslında şüpheli olduğunu göstererek meseleyi daha da tuhaflaştırıyor. Hayatındaki dönüm noktalarında kadınlarla kurduğu ilişki ya da kadınların bu hikâyedeki anlamı başlı başına bir sorun. Annesinin bir anlamıyla “kurgu” olduğu bilgisi, sevgilisini de zihninde kurguladığı gerçekliğiyle yüzleşmesini sağlıyor. Her ne kadar biri karanlıkta bırakılsa da Jokerleşmede dönüm noktası bu iki kadından alınan intikam. Kısaca Joker’i doğuşunda sistemin etkisi yan ürünler olarak açıklanırken esas mesele kötü geçen bir çocukluğa indirgeniyor. Zizek’in atıfta bulunduğu belgeselci Michael Moore, filmdeki şiddetten değil esas yaşadığımız sistemin şiddetinden korkmak gerektiğini söylüyor, doğru. Sağ muhafa-
zakarların filmin shootingleri tetikleyeceğini söylemesi, isyan korkusundan ve düzen savunusundan kaynaklanıyor. Ancak kimin neye başkaldırdığının bir önemi yok mu? Sistem karşıtlığı kategorik olarak “sol” mudur? Yaşadığımız sistemin ürettiği şiddet sadece tepen aşağıya yönelmiyor. Sisteme ve onun temsilcilerine yönelen her türlü şiddet, “ezilenin şiddeti” olarak sahiplenilebilir mi? El Paso’da bir AVM’de 20 kişiyi öldüren saldırganın retweetlediği ünlü aşırı sağcı Youtuber Paul Joseph Watson, tam da düzeni temsil eden ana akım medyanın filmi eleştirmesini örnek göstererek, filmin düzen karşıtlığını övüyor. Onun sistem karşıtlığı, düzen dışına itilip aşağılandığı iddia edilen beyaz erkek öfkesi ve film de Trump’ın “genç erkekler için zor zamanlar” derken kastettiği şeyi tasvir ediyor. Bir takım öfkeli veya hastalıklı zihne sahip erkeklerin “kurgusal” şiddeti Fight Club, Matrix ve Joker gibi filmlerle tasvir edilirken, bu popüler kültür ürünlerinin tüketildiği dünyamızda “incel” (involuntary celibate) yani istek dışı bekarların örgütlü şiddetini kadınlar yaşıyor. Reddedilen erkekler sanal ortamda örgütlenip, gerçek dünyada seri cinayetler işliyorlar. Son olarak Joker filmi, tıpkı Occupy hareketinin sonrasında vizyona giren, Batman: Kara Şövalye Yükseliyor’daki gibi kitle hareketini karikatürleştiriyor. İsyanı sağa sola koşturan bir takım kuru kalabalıkların vandallığına indirgeyen yerleşik, ana akım görsel kültürü yeniden üretmekten öteye gidemiyor. “Hollywood filminden ne bekliyoruz ki” meselesi değil sorun. Çok daha sağlam sistem analizi ve teşhiri olan filmleri popüler kültürde daha sık görmeye başladığımız bir dönemdeyiz. Oscar töreninin Trump karşıtlığının kürsüsüne dönüştüğünü gördük. Popüler kültürden farklı bir isyan imgelemi beklemememiz için bir neden yok. Bu sahneler belki de bizi Joker’in bilindiği kadarıyla adeta bir vigilante, suçlulardan oluşan çete lideri olduğu serüveninin devamına hazırlamaktadır.
AKTİVİZM 643
İKLİM KRİZİNİ DURDURMAK ZORUNDAYIZ
2019 21 Ağustos 3 TL. sci.org sosyalisti
K GAZETE
DEVRİMCİ
İTALİST HAFTALI
ANTİKAP
DEVRİMCİ
VDEN ALDI
SLERİ GÖRE
KAN SECİLMİ -
-
ATANMIS BA
11
ANTİKAP
İTALİST HAFTALI
K GAZETE
2019 3 TL. sosyalisti sci.org
646
BARIS
10 Ekim
EĞİL KAYYUM D İ DEMOKRAS
AKP’NİN ‘YEN
HAKAN
İ EKONOM
KRİZİN YÜ
TAHMAZ’IN
İK PROGRA
MI’
döndü. siyaseti geri Diyaru Kayyum oylarla seçilmiş belediye u Yüksek ve Van alındı. bakır, Mardin rı görevden orbaşkanla eçilme hakkını u Seçme-s antidemokratik teptadan kaldıran kesimlerin farklı 3 müdahale dı. sayfa kisiyle karşılan
-
DSiP, KÜRES EL BAK VE BARIŞ VAKFI’NDAN
AÇIKLAMAL
ARI sayfa 3 ve 5’te
ETİ İSTEDİ AKP HÜKÜM ETİMİ SATTI TÜRK-İŞ YÖN
KÜ İŞÇİLERE
GREVİ İÇİN KÜRESEL İKLİM MASINA KATILAN ÖĞRENCİ BULUŞ ANLATIYOR: SELİN GÖREN ORTAKLAŞTIRILDI” R “DENEYİMLE
sayfa 9
sayfa 5
Hüküm etin açıklad ığı Yeni sıl emekçi Ekonom lerin sırtına i Progra 2019’d yıkılaca m’da (YEP), a ilan edilen ğı madde krizin naprogramda, madde n Ücretle anlatılıyor. rin hedef enflasy 30 Eylül mesi, ona göre zam yapılm n Emeğin ak suretiy esnekle le gerileti ştirilere n Emekçi k güvenc llerden esizleşt daha fazla rak sunuluy vergi alınma irilmesi ve or. sı, en önemli n Kıdem tazminatının politika lar olagaspında da hiç vazgeç miyorla r
u ALTERN ATİF NEDİR? u DEĞİŞİM u SOSYAL TEPEDEN DEĞİL İSTLERİ NEYİ SAVUNUYOR? AŞAĞIDAN GELECEK sayfa 6-7’de
IRAK’TA PRO sayfa 5’te
TESTOLAR
REJİMİ SARS
IYOR
sayfa 2’de
BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN! İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41 Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Akhisar: 0 544 327 04 45 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Balıkesir: 0 543 692 96 23 Bursa: 0 507 727 50 45 Çanakkale :05324623804 Dersim: 0 543 447 24 15 Kars: 0 536 696 65 98 Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla : 0 539 932 21 17 Samsun: 0 551 450 64 52 Sivas: 0 533 515 28 24 Soma: 0 532 693 70 57 Tekirdağ: 0 533 233 41 50
Sıfır Gelecek kampanyası ve Gelecek için Cumalar (FFF) aktivistleri, kamuoyunda “havayı kirletme izni” olarak bilinen yasa tasarısı Madde 50’ye karşı Çevre ve Şehircilik İstanbul İl Müdürlüğü önünde basın açıklaması yaptı.
NURAN YÜCE Kasım ayının başında 14’ten fazla
sivil toplum kuruluşunun hazırladığı Brown to Green 2019 Raporu yayınlandı. Rapor, G20 ülkelerinin iklim krizi konusunda azaltım, finansman ve adaptasyon politikalarını inceliyor. Raporun da gösterdiği gibi hiçbir G20 üyesi Paris Anlaşması kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışan birkaç ülke de 1.5 derece hedefini tutturmaktan oldukça uzaktalar. Bu ülkeler arasında Türkiye’de var. Madde 50 saldırısı
Aktivist ol, nefreti birlikte yenelim! hepimizgocmeniz.org
Türkiye en az 16 kömürlü termik santralin 4. defa çevre yatırımlarından 3 yıl daha muaf tutulmasını Madde 50 ile TBMM gündemine tekrar getiriyor. Tamamen şirketlerin çıkarlarını korumak için yapılmak istenen bu düzenleme su, toprak, hava kirliği ve sağlık açısından olumsuzluklar taşıyor. Türkiye’nin sera gazı emisyonları 1990-2016 yılları arasında %129 arttı. Türkiye’nin zaten BM’ye ver-
İKLİM İÇİN OKUL GREVİ: 29 KASIM’DA SOKAĞA! Antikapitalist Öğrenciler’in İstanbul’da birçok
diği iklim hedefi (INDC) Paris Anlaşması ile uyumlu değil ve kritik derecede yetersiz. Madde 50 gibi uygulamalar bu kritik derecede yetersiz iklim politikalarını daha da yetersiz kılıyor. İklim inkarcıları: Trump, Putin ve diğerleri Kasım ayında Donald Trump, Paris İklim Anlaşması’ndan “ABD’nin dezavantajına olduğu ve diğer ülkelere ABD’ye karşı ekonomik avantaj sağlaması” nedeniyle resmen çekilme başvurusunda bulundu. Dünyanın en büyük dördüncü kirleticisi olan Rusya’da da durum pek farklı değil. Rusya Sanayi ve Girişimciler Birliği, Rusya’nın emisyon hedeflerinin şirketler üzerinde yaratacağı yüklü maliyet ve yatırımları geciktireceği gerekçesiyle Paris Anlaşması kapsamında yer alan emisyon hedefi teklifinin geri çekilmesini istedi. Putin de geri çektiklerini duyurdu. Geri çekilen teklife göre şirketler, emisyon hedeflerini aştıkları takdirde para cezasına çarptırılacaktı. Artık böyle bir ceza kalmadığı
okulda 29 Kasım’daki küresel iklim grevi için yürüttüğü faaliyet sürüyor. Bunun için Boğaziçi’nde yapılan toplantıda, 2018’deki IPCC raporu, 2030 yılına kadar karbon salınımının sıfıra indirilmesinin önemi tartışıldı. İklim krizine karşı gençlerin başlattığı mücadele, Yokoluş İsyanı ve 20 Eylül’de gerçekleşen uluslararası grev ve gösteriler ele alındı. 7.7 milyon insanın sokağa döküldüğü eylemleri 29 Kasım’da sürdürmenin ve büyütmenin önemi tartışılırken, Antikapitalist Öğrenciler’in o gün 17:30’da Kadıköy’deki Süreyya Operası önünde yapacağı eylemi büyütme çağrısı yapıldı.
için şirketler istedikleri gibi kirletebilecekler. İklim aktivistlerinin yeni durağı: Madrid İklim krizine uluslararası bir çözüm oluşturmak amacıyla her yıl Aralık ayında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP) düzenleniyor. Bu yıl 25’nci buluşma 2-13 Aralık tarihlerinde Madrid’de yapılacak. ABD, Rusya ve Türkiye de dahil 184 ülkenin hükümet temsilcileri bu zirvede olacak. Ve zirvede iklim krizini nasıl büyük felaketler yarattığından, bunu durdurmak için ne çok çaba harcadıklarından, hepimizin fedakarlık yapması gerektiğinden, emisyonları azaltmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyulduğundan, radikal tedbirlerin ekonomiyi altüst edeceğinden bahsedip, hiçbir şey yapmadan dağılmayı hedefleyecekler. Ama bu sefer bu hedeflerine ulaşmaları o kadar kolay değil. Tüm dünyada 2018’den beri yeniden ama daha güçlü ve daha radikal bir biçimde gelişen iklim
adaleti hareketi var. Greta Thunberg’in başlattığı “İklim için okul grevi” ile başlayan Gelecek için Cumalar eylemleri ile sokağa çıkan milyonlarca genç var. 20-27 Eylül arasında sokaklara çıkan kadın-erkek işçiler, gençler, yaşlılar her renk ve ırktan, dinden, cinsten 8 milyonu aşkın insan var. Dünyanın her yerinde sağın Türkiye’de ise hem sağın hem de solun Greta Thunberg’e saldırması şaşırtıcı değil. İklim krizinin nedenini açıkça kapitalist sistem olarak ifade, bu sistem içinde iklim krizini çözmek mümkün değilse, sistemi değiştirmek gerek diyen milyonlarca insan var. Greta milyonlarca insanın düşüncesini ifade ediyor. “ Varoluşsal bir krizle, yani iklim ve ekoloji krizi ile yüzyüzeyiz, ki daha önce adına hiç kriz dememiştik. Bu gerçeği onyıllar boyunca görmezden geldiler. Çok uzun zamandan beri politikacılar ve iktidardaki güçler, iklim ve ekoloji kriziyle mücadele etmek için hiçbir şey yapmadan, sorunu geçiştirdiler. Ama artık bunu onların yanına bırakmayacağız.”
Antikapitalist Öğrenciler diğer yandan bir toplantı düzenleyerek Joker filmi üzerinden sistem karşıtlığı tartışmalarını ele aldı. Toplantıda, kapitalizmin yarattığı yabancılaşmaya ve krize karşı işçi sınıfının merkezinde olduğu kitlesel mücadeleleri örgütlemenin, egemen sınıfa karşı farklı kesimleri bir araya getirmenin önemi vurgulandı. Antikapitalist Öğrenciler’in 29 Kasım’da düzenleyeceği eyleme Boğaziçi, Marmara, Bilgi, İTÜ, İÜ, Yeditepe, Beykent, Acıbadem gibi üniversitelerin yanı sıra liselerden de katılım olacak.
TEORİK POLİTİK DERGİNİZİ İSTEYİN!
enternasyonalsosyalizm.org
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
-
İKTİDARIN CEVRE POLİTİKASI:
DOĞANIN İMHASI ÇAĞLA OFLAS
Cumhurbaşkanı Erdoğan yurt çapında
ağaç dikme törenlerinde, 11 milyon ağaç dikmekle övünüp, Gezi Parkı’nın yıkılıp, yerine AVM yapılmasına karşı sokağa çıkan milyonlarca insanı “ağaç bahanesiyle şehirlerimizi talan etmekle” suçladı. Aynı günlerde Sapanca’nın Kırkpınar Mahallesi yakınlarında yapılması istenen teleferik projesinde çam ağaçları güvenlik kuvvetleri tarafından kesilirken, şirketin güvenlik görevlisi de teleferik projesine karşı mücadele eden yerel halka “kafanıza sıkarım” diyordu. Şirket güvenlik görevlisinin bu cüreti nereden aldığı hepimizin malumu. AKP-MHP koalisyonu ekonomik krizden çıkmak, emekçilerin elinde kalan son kırıntıları almak için bir dizi saldırı gerçekleştirirken, tarımsal ve ormanlık alanların tamamını da şirketleri yağmasına açmış vaziyette. Ağaçlarına, suyuna, toprağına sahip çıkmak için mücadele eden çevre aktivistleri ve yerel halk yağma ve talan politikalarını engellemeye yönelik bir tehdit unsuru olarak görülmekte. Bu nedenle yöneticiler her fırsatta çevre aktivistlerini de hedef göstermekte. Oysa ülke toprakları üzerinde son birkaç yıldır yaşanan ağaç katliamlarına üstün körü bakmak bile ağaçları kesenlerin, doğayı katledenlerin şirketler ve onları koruyan hükümet olduğunu kanıtlamaya yeter. Milyonlarca ağaç katledildi Kaz dağlarından altın madeni çıkartmak için yürütülen çalışmada şimdiye kadar 200 binden fazla ağaç katledildi. Üstelik altının çıkarılması için kullanılacak yaklaşık 20 bin ton siyanürün proje sonunda ortaya
GÖLLER KURUYOR 2018 yılın son aylarında toparlanan veriler büyük bir su sorunun yaşandığını gösteriyor. Uydu görüntüleri Burdur Gölü, Acıgöl, Akşehir Gölü, Eber Gölü, Suğla Gölü, Tuz Gölü ve Mekke Gölü’nde su seviyesinde büyük düşüşler yaşandığını gösteriyor. Bu göller arasında Mekke Gölü bütünüyle kururken, diğer göller su azlı-
Defineciler tarafından kurutulan Dipsiz Göl
çıkacak arsenik ve ağır metallerin etkisiyle, toprak, su ve doğal yaşam yok olabilir. Katliamı durdurmak üzere on binlerce insan Kaz dağlarına giderken, yetkililer ve iktidar yanlısı kalemler, kesilen ağaç sayısının 13 bin civarında olduğunu, yapılan çalışmanın Kaz dağları bölgesinde yer almadığını, maden şirketinin ruhsatının çok eskiden verildiğini söylediler. Ama tüm bu açıklamalar Türkiye’nin akciğeri olan Kaz dağlarının sermayeye nasıl peşkeş çekildiği gerçekliğinin üzerini örtemedi. Kuzey Ormanları Savunması tarafından yapılan açıklamalara göre 3. Havalimanı çalışmaları kapsamında 2012 yılından 2019’a kadar havalimanı projesi sahası ğından giderek küçülüyor. Yeraltı su kaynakları da acımasızca kullanılıyor ve sürdürülebilir bir su tüketimi yaklaşımı ne önceki hükümetlerde ne de AKP hükümetlerinde söz konusu oldu. Uzmanlar, Türkiye yeraltı su kullanımının yaklaşık yüzde 40’ını sağlayan Konya Kapalı Havzası’nda bütün göllerin risk altında olduğunu söylüyorlar. Bölgede kaynaktan su çekmek için açılan 135 bin
içinde en az 8 milyon, 3. Havalimanı çevresinde havalimanı inşaatı için açılmış taş ocakları için kesilen ağaç sayısı 1,2 milyon ve havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu için kesilen ağaç sayısının en az 3,7 milyon olmak üzere toplamda 13 milyon ağaç kesildi. Sadece ağaçlar değil, 6500 hektarlık alanda yaşayan tüm canlılar, hayvanlar, yok edildi. 3. Havalimanı ve Kuzey Marmara Otoyolu inşaatında her türlü güvenceden yoksun çalışmak zorunda bırakılan yüzlerce işçi de yaşamlarını kaybetti. Şehirler şantiye alanı Hükümet ülkeyi zümrüt yeşiline döndürekuyunun 100 bininin kaçak olduğu tahmin ediliyor. Dipsiz Göl gibi bir tarihi-doğal mirası define için yok eden zihniyet, kuşkusuz suyun bu kullanım biçiminin, kaçak kuyulara göz yumulmasının da sorumlusudur. İklim değişikliğini ve kuraklığı güçlendiren politikaların uygulanması ve göllerin kuruması gibi vahim gelişmelerin sorumlusu da aynı şekilde siyasal iktidardır.
ceğini iddia etmekte. Oysa iktidarın 15 yıllık icraatı yeşili sadece dolarda sevdiğini ortaya koymakta. 2001 krizi üzerine iktidara gelen AKP hükümeti, emekçilerin hak gaspına yönelik kapsamlı düzenlemeler gerçekleştirirken, hızlı ekonomik büyümeyi sağlamak için inşaat sektörünün önünü açtı. İktidar, 1990’lı yıllardan itibaren yerel yönetimlerde inşaat sektörüyle kurduğu güçlü ilişkileri iktidar olduktan sonra da kurumsallaştırdı. Kamu İhale Yasası’nda 30’dan fazla değişiklik yapan AKP, sayısız imar düzenlemesiyle yeni rant alanları yarattı ve paylaştı. İstanbul ve Bursa başta olmak üzere şehirler şantiye alanına dönüşürken, betonlaşan şehirler griye döndü. İktidarla kurulan güç ilişkileri sonucunda Kiler, Torunlar, Sinpaş, Saf gibi kurumlar GYO’lar arasında sivrilirken, büyük ölçekli projelerde ve TOKİ ihalelerinde Limak, Ağaoğlu, Varyap, Kalyon, Gap, Cengiz İnşaat gibi firmalar hızla yükselişe geçtiler. Bu inşaat firmaları yaptıkları onlarca HES ve işlettikleri maden ocakları ile büyük kârları cebe indirirken, ormanları, sit alanlarını, tarım arazilerini, akarsuları, Hasankeyf gibi birçok medeniyetten izler taşıyan tarihi kentleri yok ettiler.